T.C. ERCİYES ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ YILMAZ GÜNEY SİNEMASINDA DEVLET...
-
Upload
independent -
Category
Documents
-
view
1 -
download
0
Transcript of T.C. ERCİYES ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ YILMAZ GÜNEY SİNEMASINDA DEVLET...
T.C. ERCİYES ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
YILMAZ GÜNEY SİNEMASINDA DEVLET TEMSİLİ
Tezi Hazırlayan Burak DURSUN
Tezi Yöneten
Doç. Dr. Levent YAYLAGÜL
Radyo-Sinema ve TV Anabilim Dalı
Yüksek Lisans Tezi
Eylül 2009 KAYSERİ
T.C. ERCİYES ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
YILMAZ GÜNEY SİNEMASINDA DEVLET TEMSİLİ
Tezi Hazırlayan Burak DURSUN
Tezi Yöneten
Doç. Dr. Levent YAYLAGÜL
Radyo-Sinema ve TV Anabilim Dalı
Yüksek Lisans Tezi
Eylül 2009 KAYSERİ
II
TEŞEKKÜR
Tez çalışmam sırasında bilgi ve deneyimini benden esirgemeyen ve beni yönlendiren
değerli tez danışmanım Doç. Dr. Levent Yaylagül’e, Yüksek Lisans ders döneminde
bana yaptığı katkılarından ötürü değeli hocalarım Yrd. Doç. Dr. Gürhan Topçu ve Yrd.
Doç. Dr. Aslıhan Doğan Topçu’ya, kitaplara ulaşmam konusunda yardımlarından ötürü
sevgili arkadaşım Meliha Akyol’a, filmlerin analizi konusunda yardımlarından dolayı
Koray Dalbudak’a, manevi desteklerinden ötürü Mehmet Köprü’ye ve her zaman
yanımda olan aileme çok teşekkür ederim.
Burak Dursun
III
YILMAZ GÜNEY SİNEMASINDA DEVLET TEMSİLİ
Burak DURSUN
ÖZET
Yılmaz Güney sinemasında “devlet” önemli bir kavramdır ve eleştirilerin odağındaki
temel kurum olarak sunulmaktadır. Bu yüzden de bu çalışmada Yılmaz Güney
sinemasında “devlet temsili” incelenmiştir.
Güney’in “devlet”e eleştirel yaklaşmasındaki temel sebep ideolojik görüşünden
kaynaklanmaktadır. Güney, bilindiği üzere sol görüşlü, Marksist ideolojiyi savunan bir
sanatçıdır. Bunun doğrultusunda devleti, sınıfsal çatışmaların odağında görmektedir.
Marksist ideolojiye göre “devlet”, bir egemen sınıfın iktidar aracıdır. Bu araç sayesinde
bir egemen sınıf, topluma hakimdir. Egemenler bu yapının devamını sağlamak için
baskı yolunu kullanırlar. Bu doğrultuda polis, mahkeme, ordu gibi kurumlar onlar için
önemlidir. Çünkü bu kurumlar yapının devamını sağlar. Fakat egemenler sadece baskı
yoluyla iktidarlarını sağlamazlar. İdeoloji kavramı da egemenler için çok önemlidir. Bu
sayede toplumda bir yanlış bilinç oluşturarak, egemenliklerini meşrulaştırırlar.
Sinemanın da içinde yer aldığı ideolojik aygıtlar, egemen güçlerin iktidarını
sağlamasında kullandığı bir araç olarak görülmektedir. Fakat sinema yalnızca egemen
düşüncelerin üretildiği ve dağıtıldığı bir araç değil, eleştirel düşüncelerin kısmen de olsa
topluma yayıldığı bir araçtır. Bu bağlamda Yılmaz Güney sineması egemen düşünceden
bağımsız ve eleştirel bir sinema örneğidir.
Yılmaz Güney sinemasının eleştirelliği, sansürün izin verdiği ölçüdedir. Güney’in film
çektiği yıllardaki katı ve yasakçı sansür anlayışı muhalif sinema yapanların önünde bir
set gibi durmuştur. Bunun yanında dönemin çalkantılı siyasal yaşamı da (12 Mart 1971
Muhtırası, 12 Eylül 1980 darbesi) özgür düşünceyi kısıtlayıcı nitelikte olmuştur. Fakat
tüm bu olaylara rağmen Güney sinemasının eleştirel devlet anlayışında, herhangi bir
değişme olmamıştır. Bu doğrultuda incelenen filmlerdeki “devlet” temsiline, hem nicel
hem de nitel olarak bakıldığında da bu sonuç gözükmektedir. Ele alınan filmlerin farklı
dönemlerde seçilmiş olmasına rağmen aynı sonucu vermesi, Güney’in sinemasındaki
ideolojik bütünlüğün bir göstergesidir.
Anahtar Kelimeler: Yılmaz Güney, Devlet, Temsil, İdeoloji
IV
THE STATE PRESENTING AT THE CINEMA YILMAZ GUNEY
Burak DURSUN
ABSTRACT
“State” is a very important concept in the subjects of Yılmaz Guney’s cinematography and it is
presented as the basic institution that stay in the center of critisisms. Therefore, in this paper,
“presenting the State” subject is examined.
Primary reason for Guney’s judgemental approach to the “State” originates from his ideological
belief. As it is well known, Guney is an actor who advocates socialist, Marxist ideology. Along
with this belief, he considers the State in the center of class conflicts. According to Marxist
ideology, State is an instrument for the politically dominant class. Due to this instrument
dominant class commands the society. Dominant classes use suppression on society to make
sure the continuity of this structure. In according with this view, institutions like the police, law
court are very important for them. Because these institutions make sure the continuity of the
structure. However, dominant classes do not ensure their rulership only by suppression. The
concept of ideology is also very important for them. Therefore, they legalize their rulership as
creating a misleaded conscious in society. Ideological instruments which also include cinema
are seen as the tools for dominant classes to use to maintain their power. On contrary, cinema is
not only an instrument by which dominant thoughts are produced and distributed, but also it is a
tool by which the judgemental thoughts are also reflected even partially. In this context, Yılmaz
Guney’s cinema is a judgmental example as being unattached to the dominant beliefs.
The critism of Yılmaz Guney’s cinema exists to the extent of the allowence which is determined
by censureship. The rigid and prohibitory censure enforcements standed as barriers in front of
the oppositionist cinema producers in the years of Guney was casting films. Besides, the turmoil
in the politic life in those time periods (March 12, 1971 governmental warning, September 12,
1980 revolution) constrained the freedom of speech. However, despite of all these events, there
has not any changes in the judgemental state thought in the Guney’s cinema. Accordingly, this
result is seen when looked at the presentation of State both from the quantitive and qualitative
views in the examined films. Although the films which have been selected from different
periods of time have the same results shows the manifestations of ideological integrity of
Guney’s cinema.
Key Words:Yılmaz Güney, State, presenting, ideologi.
V
İÇİNDEKİLER
ONAY................................................................................................................... I
TEŞEKKÜR......................................................................................................... II
ÖZET.................................................................................................................... III
ABSTRCT ............................................................................................................ IV
İÇİNDEKİLER.................................................................................................... V
GİRİŞ ................................................................................................................... 1
BİRİNCİ BÖLÜM
İDEOLOJİ POLİTİKA VE SANAT
1.1.İdeoloji Tanım ve Yaklaşımlar ......................................................................... 6
1.2.Marks ve İdeoloji ............................................................................................. .8
1.3.Althusser: İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları ........................................... 11
1.4.Gramsci: Hegemonya....................................................................................... 14
İKİNCİ BÖLÜM
DÖNEMİN TOPLUMSAL OLAYLARI VE SANSÜR KURULU
2.1 1960-1980 Döneminin Toplumsal Olayları ve Sansür Kurulu.......................... 18
2.1.1. 27 Mayıs 1960 Darbesi Ve 12 Mart 1971 Muhtırası’nın Genel
Özellikleri Ve Türk Sinemasına Etkileri......................................................19
2.1.2. 1970-80 Döneminde Türk Sineması……………………………………….27
2.1.3. 12 Eylül darbesi .......................................................................................... 28
2.2. Sansür Kurulu ................................................................................................. 30
2.2.1. Doğuşu ve Gelişimi…………………………………………………………30
2.2.2. Filmlerin ve Film Senaryoların Kontrolüne Dair Nizamname
(1939-1977) .................................................................................................. 31
VI
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
YILMAZ GÜNEY’İN HAYATI ve FİLMLERİ
3.1. Yılmaz Güney’in Hayatı ................................................................................. 35
3.2. Filmleri ........................................................................................................... 37
3.2.1. Umut (1970)................................................................................................. 37
3.2.2. Arkadaş (1974)............................................................................................. 45
3.2.3. Sürü (1978) .................................................................................................. 52
3.2.4. Yol (1981).................................................................................................... 59
3.2.5. Duvar (1982)................................................................................................ 67
SONUÇ................................................................................................................. 74
KAYNAKÇA........................................................................................................ 83
ÖZGEÇMİŞ ......................................................................................................... 88
1
GİRİŞ: (KONU, AMAÇ, SORUN, YÖNTEM)
Sinematograf ilk olarak 1895 yılında Lumiere Kardeşler tarafından bulunduğunda sanat
ve gerçeklik ilişkisi de yeni bir boyut kazanmıştır. O dönemde, gerçekliği kaydetmeye
en yakın araç olan fotoğraf makinesinin imajı, bir anda sarsılmıştır (Tıpkı fotoğraf
makinesi ilk çıktığında benzetmeci resmin öneminin azalması ve resmin de bu tarihten
sonra soyut alanlara yönelmesi gibi…). Çünkü sinema yalnızca hareketsiz bir anı
dondurmakla kalmayıp, içinde bulunulan anı hareketiyle beraber kaydetmektedir. Tıpkı
bir insan gibi işlemektedir. Bunun yanında sesi de kaydetmeye başlamasıyla üzerindeki
ilgi giderek artmıştır. Bu noktada M. Kemal Atatürk’ün, Ses Dergisinin 10 Kasım
1962’de yayımlanan sayısında alıntılanan “Sinema öyle bir keşiftir ki, bir gün gelecek
barutun, elektriğin ve kıtaların keşfinden çok, dünya medeniyetinin veçhesini
değiştireceği görülecektir.” sözleri de sinemanın önemini vurgulamaktadır (Onaran
1968, s. V).
Sinemanın diğer sanatlara göre bu üstün özellikleri toplumlardaki iktidar sahipleri
tarafından da fark edilmiş ve kendi iktidarlarını yeniden üretmede ve sürdürmede bir
araç olarak kullanılmıştır. Örneğin, Ekim Devrimi’nden sonra Sovyet Rusya’da sinema
devletleştirilmiş ve devrimi geniş halk yığınlarına yaymada ideolojik bir araç olarak
kullanılmıştır. Yine aynı şekilde II. Dünya Savaşı sırasında İtalya’nın ve Almanya’nın
faşist hükümetleri de faşizm propagandasını yapmak ve halkı faşizmin amaçları
doğrultusunda yönlendirebilmek için sinemayı kullanmışlardır (Yaylagül; 2004, s. 231).
Günümüzde de Hollywood’un işleyişinde Amerikan siyasal yaşamının ideolojik etkisini
görmek mümkündür.
Türkiye sinemayla ilk olarak, Osmanlı Dönemi’nde 1896 yılında tanışmıştır. Çekilen ilk
film ise 14 Kasım 1914 tarihli Fuat Uzunkınay’ın Ayestefanos’taki Rus Abidesinin
Yıkılışı’dır (Öztürk 2005, s.13). Daha sonraları ise Türkiye’de sinemanın gelişimi
“sansür”ü de beraberinde getirmiştir. Türkiye ilk sinema sansürüyle, 1919’da çekilmiş
olan “Mürebbiye” adlı filmle tanışmıştır. Fakat bu sansür, dönemin işgal güçleri
2
tarafından uygulanmıştır. Yani Türkiye’deki ilk sansür bizzat devlet tarafından
uygulanmamıştır.
1932 yılında kadar Türkiye’de sinemayla ilgili herhangi bir yasal düzenleme
bulunmamaktadır. Film çekimi valiliklerin iznine tabidir. Türk Sinemasına yönelik ilk
yasal düzenleme ise 9 Haziran 1932 tarihli Sinema Filmlerinin Kontrolüne Ait
Talimatnamedir. Bu talimatnameyle, o döneme kadar valiliklerin elinde bulunan filmleri
denetleme yetkisi merkezileştirilmiştir. Fakat film çekmek için gereken özgürlükçü
ortam oluşturulamamıştır (Tikveş 1968, s.11-12). Daha sonraları bu düzenlemenin
birçok değişik versiyonu yapılmış (Filmlerin ve Film Senaryoların Kontrolüne Dair
Nizamname 1939-1977, 1977 ve 1983 Sansür Tüzükleri [Öngören 1985, s. 53-55])
fakat sinemacılar tarafından istenen ortam bir türlü yaratılamamıştır. Son olarak
21.07.2004 tarihinde Sinema Filmlerinin Değerlendirilmesi ve Sınıflandırılması İle
Desteklenmesi Hakkında Kanun yürürlüğe girmiştir. Bu kanun ile filmlerin
sansürlenmesi daha çağdaş bir hal alırken, sinema filmlerinin desteklenmesi yolunda da
önemli adımlar atılmıştır.
Gerek ağır sansür şartları gerekse içinde bulunulan ekonomik sorunlar nedeniyle Türk
sinemasının gelişimi oldukça yavaş olmuştur. Türk sineması 1950’lere kadar neredeyse
hiçbir varlık gösterememiştir. Bu dönemde sadece tiyatrocular ön plana çıkmıştır. O
yüzden bu dönemin adı da Tiyatrocular Dönemi’dir. Tek temsilcisi ise ünlü tiyatrocu
Muhsin Ertuğrul’dur. Ertuğrul bu dönemde (1922-1953) Türkiye’de 29 film yapmıştır
(Scognamillo 2003, s. 40).
Daha sonraları ise, Lütfi Akad ile Sinemacılar Dönemi başlar. Akad bu dönemde
birbirinden önemli filmler yapar: Vurun Kahpeye 1949, Lüküs Hayat 1950, Tahir İle
Zühre 1951-1952, Kanun Namına 1952, Altı Ölü Var 1953 gibi…
Lütfi Akad’tan sonra, büyük çoğunluğunu doğrudan doğruya sinemacı olarak işe
başlayan yönetmeler ortaya çıkar. Bunların en önemlileri Metin Erksan, Atıf Yılmaz,
Osman Seden, Memduh Ün ve Muharrem Gürses’tir (Tanilli 2008, s. 512-516). Bu
dönemde, Metin Erksan’ın Susuz Yaz filminin, 1964 yılında Berlin Film Festivalinde
Büyük Ödülü kazanması, Türk Sinemasının gelişimi açısından oldukça önemlidir. Bu
döneme kadar bu ölçüde evrensel özellikleri belirgin olan başka bir film yoktur (Kayalı
2004, s. 77). Bu dönemle birlikte Türk Sinemasında ayakları yere basan, toplucu
gerçekçi filmler yapılmaya başlanmıştır.
3
1965 yılında sinemamız bir yol ayrımına girmiştir. Bunun nedenleri toplumsaldır. 27
Mayıs’la beraber, ülkede demokratik bir hava esmeye başlamış; on yıllık DP döneminde
dile getirilemeyen sorunlar gündeme getirilmiştir. Sol akımların da yaygınlaşmaya
başladığı bir ortamda, sosyal sorunları dile getirmek, sinemacılara da çekici gelmeye
başlamıştır. Bu nedenle 1960-1965 yıllarında, toplumsal gerçekliğimizi dile getiren
filmler yapılmaya başlanmıştır (Tanilli 2008, s. 518).
Bu dönemle beraber Türk Sinemasında Yılmaz Güney de ön plana çıkarak önemli
eserler vermeye başlamıştır. Yılmaz Güney’in sinema hayatına bakıldığında kademeli
bir ilerleme göze çarpmaktadır. Güney, yaşamı boyunca 111 film yapmıştır. Fakat bu
111 filmin tamamı da aynı ideolojiyle şekillenmemiştir. Çünkü Güney sinemaya ilk
başladığı yıllarda Adana’dan İstanbul’a gelmiş bir taşra delikanlısıydı. Bir anda kendini
duyurması ve ideolojisini filmlerine yansıtması imkansızdı. Bu yüzden önceleri,
dönemin piyasa koşullarının gerektirdiği tarzda birçok film yapmıştır (Ayrıca bu
ideolojinin oluşması ve gelişmesi de bu süreçte oluşmuştur). Bu sayede de Çirkin Kral
lakabını alıp halkın gönlünde taht kurmuştur. Daha sonraları ise gerçek eserlerini
vermeye başlamıştır.
Bu bağlamda Lütfü Akad’la yaptığı Hudutların Kanunu (1966) filmi önemlidir. Çünkü
bu film gerek Güney’in canlandırdığı halkçı karakterle ve gerekse de içinde barındırdığı
eleştirel boyutla bize ileriki filmleri hakkında bir ipucu sunmaktadır. Ardından gelen
Umut (1970) filmi ise gerek Güney Sinemasında gerekse de Türk Sinemasında bir
dönüm noktasıdır. Umut filmi hem içerik hem de biçim açısından çok önemlidir. Biçim
anlamında geleneksel Yeşilçam kalıplarından bağımsız, gereksiz kamera hareketleri
barındırmayan, içerik anlamında da toplumcu gerçekçiliği ön plana alan “Bu anlamda
İtalyan Yeni Gerçekçilerinden esinlenmiş bir filmdir. Yani Güney artık ideolojik filmler
yapmaya başlamıştır. Fakat Güney’in ideolojik ve eleştirel filmler yapması onun
egemen ideolojiyle çatışmasına neden olmuştur. Daha sonraki filmlerinde de “Arkadaş
(1974), Sürü (1978), Yol (1981) ve Duvar (1982)” bu anlayışı sürdürmesi onun gerek
sansür kuruluyla çatışmasına gerekse de filmlerinin yasaklanmasına neden olmuştur. Bu
4
noktada Güney sinemasının temel eleştiri noktasını “devlet” oluşturmaktadır. Bu
yüzden de Güney sinemasında “devletin temsili”1 sorunu oldukça önemlidir.2
Hiç kuşkusuz, sinemanın da içinde yer aldığı kültür endüstrileri, hem ekonomik
anlamda bir endüstri hem de ideolojik ve kültürel birer aygıttır. Bu açıdan ilettiği
mesajlarla toplumun siyasal ikliminin oluşmasına katkıda bulunmaktadır. Bu bağlamda,
sinema sadece egemen düşüncelerin üretildiği ve dağıtıldığı aygıtlar değil, eleştirel
düşüncelerin kısmen olsa topluma yayıldığı araçlardır. Bu bağlamda Yılmaz Güney
sineması siyasal bir sinema örneğidir ve Yılmaz Güney Sinemasında ‘devlet’, sansürün
izin verdiği ölçüde eleştirel bir biçimde temsil edilmektedir. Bu bağlamda bu tezin
temel sorunu, Yılmaz Güney sinemasında devletin nasıl temsil edildiğinin
incelenmesidir.
Güney sinemasını anlamak için öncelikle onun ideolojisinin dayandığı kaynakları
anlamak gerekmektedir. Bu bağlamda bu tezin ilk bölümünü İdeoloji, Politika ve Sanat
anlayışı oluşturmaktadır. Burada ideoloji kavramının ne olduğu sorgulanıp, kitle iletişim
araçlarının egemen ideolojinin topluma yayılmasındaki rolü tartışılmaktadır. Kitle
iletişim araçlarının ideolojik işlevleri konusunda bakımından Frankfurt Okulu, Karl
Marks, Gramsci ve Althussser’in görüşleri ele alınmaktır.
Bilindiği üzere sanat ve sanatçı, içinde yaşadığı toplumun bir ürünüdür. Dönemin
şartları, ekonomik yapısı ve siyasal olayları, sanat eserinin ortaya çıkmasını,
şekillenmesini etkileyen önemli faktörlerdendir. Bir diğer önemli unsur ise devletin
sanata ne derece izin verdiğidir. Yani Sansür Kurulu’dur. Bu yüzden de tezin ikinci
kısmını Güney’in film çektiği dönem olan 1960-1980 Döneminin Toplumsal Olayları
ve Sansür Kurulu oluşturmaktadır. Bu dönemler, Türk Siyasi Tarihi bakımından
1 Temsil: Göstergelerin anlamalarının yerine geçirilmesi, yani imge ve metinlerin, temsil ettikleri orijinal kaynakları doğrudan yansıtmalarından ziyade onları yeniden kurmalarını anlatan bir terimdir. (Doğan 2005; s. 12) 2 Burada amaç devletin kökenini incelemek değil, devletin Yılmaz Güney sinemasındaki temsilini incelemektir. Yine de devlet kuramına kısaca değinmek gerekirse; genel olarak iki tip devlet anlayışı vardır: Marksist devlet kuramı ve Liberal devlet kuramı. Marksist devlet anlayışına göre; devlet, yönetici sınıfların artı-değer sızdırma sürecine (yani kapitalist sömürüye) boyun eğmesi için, işçi sınıfı üzerindeki egemenliklerini güven altına almalarını sağlayan bir baskı makinesidir. Tüm siyasal sınıf mücadeleleri devlet çevresinde döner. Devlet iktidarının herhangi bir sınıf ya da sınıflar ya da sınıf fraksiyonları ittifakı tarafından elde tutulması, yani elde edilmesi ve korunması çevresinde döner. Tüm bunların yanında devletin de ideolojik bir işlevi de vardır. (Althusser 2006, s. 56-60) Diğer bir anlayış olan liberal devlet kuramına göre ise devlet; toplumda “asayişi sağlayan bir araç” ve –hangi sınıftan olursa olsun- bireyler arasındaki uyuşmazlıkları çözecek yansız bir kişi, bir hakem’dir. “Genel yararın” doğurduğu devlet, “genel yararın” da temsilcisidir. Daha da öteye, “ahlak düşüncesi”nin, giderek “aklın” bir verisidir devlet. Her toplumun bir düzene gereksinimi vardır anlayışıyla doğmuştur. (Tanilli 2007; s. 12)
5
oldukça hareketli ve çalkantılı dönemlerdir. 1950’lerde DP tarafından yaratılan
ekonomik sorunlar ve baskıcı ortam sayesinde sinemanın gerilemesi, daha sonraları 27
Mayıs’ın getirdiği özgür ortam sayesinde sinemanın yeniden ivme kazanması, daha
sonra 12 Mart 1971 Muhtırası ve 12 Eylül Darbesine uzanan süreç ve 1932’den beri
değişmeyen ve sürekli yasakçı bir tutum içinde bulunan Sansür Kurulu ele alınmaktadır.
Üçüncü ve son bölümde ise Yılmaz Güney sineması değerlendirilmektedir. Bu
doğrultuda Umut (1970), Arkadaş (1974), Sürü (1978), Yol (1981) ve Duvar (1982)
filmleri örnek filmler olarak ele alınmış ve incelenmiştir. Bu filmlerde nicel ve nitel
içerik analizi tekniği kullanılarak, önce filmlerinin toplam çekim sayısı hesaplanmış,
daha sonra içlerinde “devlet temsili” olan çekimler sayılmış, bu çekimlerde devlete
bakış olumlu-olumsuz-nötr olarak değerlendirilecektir. Bunun yanında nitel açıdan
konuyla ilgili olan diyaloglar değerlendirilip, yorumlanmıştır. Bu sayede de Yılmaz
Güney’in sinema anlayışının temelinde yer alan devlet olgusunun nasıl ele alındığı ve
sinemasında nasıl yansıtıldığı ortaya konulmuştur.
6
1. BÖLÜM
İDEOLOJİ, POLİTİKA ve SANAT
1.1 İDEOLOJİ: TANIM VE YAKLAŞIMLAR
İdeoloji, politika ve sanat konusu ele alınmadan önce bir ideoloji tanımlaması yapmak
gerekir. Çünkü ideoloji, politika ve sanatın temelinde yer alır ve bunlar ideolojisiz
düşünülemez. İdeoloji kavramı karmaşık ve çelişkili bir yapıyı gösterir ve kolay
tanımlanamaz. Bu konuda herhangi bir uzlaşmaya varılamamıştır. Bu noktada ideoloji
terimi birbiriyle bağdaşmayan çok fazla anlamı içerisinde barındırmaktadır.
Terry Eagleton, ideolojinin birçok anlamı olmasından yola çıkarak bunları
gruplandırmıştır. Bunun sonucunda da günümüzde kullanılan bazı ideoloji terimlerini
sıralamıştır. Buna göre ideoloji;
a) Toplumsal yaşamada anlam, gösterge ve değerlerin üretim süreci;
b) Belirli bir toplumsal grup veya sınıfa ait fikirler kümesi;
c) Bir egemen siyasi iktidarı meşrulaştırmaya yarayan fikirler;
d) Bir egemen siyasi iktidarı meşrulaştırmaya hizmet eden yanlış fikirler;
e) Sistematik şekilde çarpıtılan iletişim;
f) Özneye belirli bir konum sunan şey,
g) Toplumsal çıkaralar tarafından güdülenen düşünce biçimleri;
h) Özdeşlik düşüncesi;
i) Toplumsal olarak zorunlu yanılsama;
j) Söylem ve iktidar konjonktürü;
k) Bilinçli toplumsal aktörlerin kendi dünyalarına anlam verdikleri ortam
(medium);
7
l) Eylem amaçlı inançlar kümesi;
m) Dinsel ve olgusal gerçekliğin birbiriyle karşılaştırılması;
n) Anlamsal (semiotic) kapanım;
o) İçinde, bireylerin, toplumsal yapıyla olan ilişkilerini yaşadıkları vazgeçilmez
ortam;
p) Toplumsal yaşamın doğal gerçekliğe dönüştüğü süreç (Eagleton 2005, s. 18)
Görüldüğü gibi ideolojinin birbirinden farklı birçok anlamı bulunmaktadır. Burada asıl
önemli olan, kavramın, bir tek anlamını benimsek yerine, birden fazla ve değişik
anlamlara gelindiğinin bilinmesidir.
Değinilmesi gereken bir başka husus ise, kitle iletişim araçlarını ilk defa kültürel ve
ideolojik aygıtlar görmeleri bakımından Frankfurt Okulu’nun yaklaşımıdır.
Frankfurt Okulu, temel olarak kapitalist sisteme eleştirel yaklaşan bir okuldur. Okul
1923 yılında Felix Weil tarafından Weimer Cumhuriyeti’nin bir parçası olarak, ekonomi
politik konusunda disiplinler arası araştırma yapmak için kuruldu. Özellikle kapitalizmi
ve modernizmi eleştirmişlerdir. Onlara göre rasyonalite biçimseldir. Amaç özgürlüğü
geliştirmek olmalıyken rasyonalite kapitalist artı değeri arttırmanın ve insanı
köleleştirmenin bir amacı haline gelmiştir (Yaylagül 2006, s. 84).
Gücün ve zenginliğin eşitsiz bir şekilde dağıldığı tekelci kapitalist toplumlarda,
mülkiyet ve kontrol, kapitalist bir sınıfın elinde yoğunlaşmıştır. Bu sınıf, ekonomik,
siyasi ve kültürel her türlü her türlü aracı kullanarak, mevcut düzenin devamlığını
sağlamaktadır. Böylece, kültürel alan da bilinç yönetiminin bir parçası haline gelir.
Kültürün endüstrileşmesiyle, kültürel biçimler, pazarlanabilir ve değiştirilebilir birer
emtiaya dönüştürülmüştür. Bu alan, tamamen kültür tekellerinin ve finans sermayesinin
denetimine girmiştir. Bu endüstrinin amacı, istek yaratmak ve diğer sektörlerinde
üretilen ürünlerle bu (yapay/sahte) ihtiyaçları karşılayarak, sistemin yeniden üretimini
sağlamaktır. Bu anlamda kültür endüstrileri, hem belirli bir emtia satar hem de
insanların rızasını üretir. Kültür endüstrisinin ürettiği ürünlerle topluma yayılan bu
kültür, topluma egemen ideolojiyi aktarmakta ve bir tür denetim mekanizması işlevi
görmektedir. Bu görüşten hareketle kültür, kültür endüstrileri eleştirisi aslında bir
kapitalist ideoloji eleştirisine dönüştürülmektedir (Yaylagül; 2008, s. 143-144).
Frankfurt Okulu’na göre ideoloji gerçekliği çarpıtır. Bunu yaparken amacı, eşit olmayan
8
güç ve iktidar mücadelelerini kamufle etmek ve mevcut sistemi meşrulaştırmaktır
(Yaylagül 2006, s. 84).
Bu noktada kültür araçları önemli görevlere sahiptirler. Kültür endüstrileri ve kitle
kültürü ürünleri ile insanların iş dışı zamanları da kolonileştirilir. Tüketiciler, kapitalist
üretim sisteminin getirmiş olduğu mekanik çalışma sürecinden kaçarak, ertesi gün bu
sürece daha zinde bir şekilde katılmak için sosyalleştirilirler. Bu zaman diliminde,
izleyicinin/tüketicinin herhangi bir zihinsel ve düşünsel çaba sarf etmesi
gerekmemektedir. İnsanların tüketimleri için hazırlanan ürünler, standartlaşmıştır.
Kültürün endüstrileşmesi ile birlikte alt kültür-üst/seçkin kültür ayrımı da ortadan
kalkmıştır. Böylece sanat ve kültür alanı, eleştirelliğini kaybederek, boyun eğme aracı
haline gelmiştir (Yaylagül; 2008, s. 145).
Okul’un en önemli temsilcileri şunlardır: Max Horkheimer (1895-1973) –düşünsel
anlamda kurucusu olarak bilinir–, Teodor W. Adorno (1903-1969), Herbert Marcuse
(1898-1979) ve Walter Benjamin (1892-1940) –hiçbir zaman okulun üyesi olmamıştır.
Ancak Adorno ile olan düşünsel etkileşimi ile ve ölmünden sonra tüm yapıtlarının
okulun yardımıyla yayımlanması bakımından Okul’un düşüncesine önemli katkılar
yapmış bir kişidir– (Dellaloğlu 2007, s. 17-18). Kültürün endüstrileşmesi ve ideolojik
doğasına ilişkin önemli görüşler dile getiren ve özünde kültür endüstrisinin egemen
ideolojiyi yeniden ürettiğine vurgu yapan Frankfurt Okulu üyeleri kısmen de olsa
Marksizm’den etkilenmişlerdir. Bu bağlamda Marks’ın ideoloji anlayışına kısaca
değinmek gerekir.
1.2 . MARKS VE İDEOLOJİ
İdeoloji kavramının doğduğu mecra Marksist kuram olmamakla birlikte, geliştirildiği ve
var olan kapitalist sisteme bütüncül eleştiri getirirken dönüştürülerek olgunlaştığı mecra
Marksizm olmuştur. Fakat Marks’a göre de tek bir ideoloji tanımı yoktur. Alman
İdeoloji’sinden Kapital’e kadar farklılık gösteren birçok ideoloji anlayışı vardır. Terry
Eagleton’a göre Marks’ın düşüncesinde ideoloji en az dört anlama gelmektedir:
- İdeoloji, kendilerini tarihin temeli olarak gören ve insanların ilgisini
toplumsal koşullardan başka yöne çekerek baskıcı bir siyasi iktidarın ayakta
9
kalmasına hizmet eden yanıltıcı veya toplumsal bağları kopartılmış inançlara
karşılık gelebilir.
- İdeoloji, egemen toplumsal sınıfların maddi çıkarlarını doğrudan doğruya
dile getiren ve onun yönetimini desteklemeye yarayan fikirler anlamına
gelebilir.
- İdeoloji, içinde bir bütün olarak sınıf mücadelesinin verildiği ve güçlü bir
ihtimalle, siyasi açıdan devrimci güçlerin doğru bilincini de içeren kavramsal
formların tamamını kapsayacak şekilde genişletilebilir.
- Meta fetişizmi nedeniyle, gerçek insani ilişkiler şeyler arasındaki gizemli
ilişkiler gibi görünür ve bunun da çeşitli ideolojik sonuçları olur (Eagleton
2001, s. 24).
Yine de Marks’a göre ideoloji oldukça açık bir kavramdı. Yönetici sınıfın fikirlerinin
toplumda doğal ve normal görülmesini sağlayan bir araçtı. Tüm bilgiler sınıf temellidir:
içlerinde ait oldukları sınıfın özelliklerini taşırlar ve bu sınıfın çıkarlarının korunması ve
geliştirilmesi için çalışırlar. Marks, alt sınıfın, yani, işçi sınıfının kendi toplumsal
deneyimlerini, toplumsal ilişkilerini ve dolayısıyla kendilerini, kendilerine ait olmayan
fikirler aracılığıyla anlamaya yönlendirdiklerini belirtir. Marks’a göre, burjuva
ideolojisi, işçileri ya da proletaryayı, yanlış bilinç durumu içinde tutmuştur. İnsanların,
kim oldukları, toplumla nasıl ilişkilendirildikleri ve toplumsal deneyimlerini nasıl
anlamlandırdıkları konusundaki bilinçleri, doğa ya da biyoloji tarafından değil, toplum
tarafından üretilmektedir. “Yanlış bilinç” olarak ideoloji kavramı Marks’ın kuramı
açısından çok önemlidir. Çünkü kapitalist toplumlardaki çoğunluğun kendilerini ikincil
konuma iten bir toplumsal sistemi niçin kabul ettiklerini açıklamaktadır (Fiske 2003, s.
221-222). Bu doğrultuda Marks’a göre toplum düzeninde egemen güçler, iktidarlarını
sağlamak için, yalnızca üretim araçlarını elinde tutmakla kalmayıp, düşünce ve fikir
üreten araçlara da sahip olmak zorundadır. Yani egemen güçler aynı zamanda egemen
ideolojinin sahibidirler.
Marks’a göre; egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda egemen düşüncelerdir, başka
bir deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel
güçtür (Marx; Engels 2004, s. 75).
10
Marks’a göre bu süreç öylesine karmaşık bir durum almıştır ki; kendisine düşünsel
üretim aracı verilmeyen insanların düşünceleri de aynı zamanda toplumun egemen
sınıfına bağlı olmaktadır (Özbek 2003, s. 72). Egemen düşünceler, egemen maddi
ilişkilerin fikirsel ifadesinden başka bir şey değildir, egemen düşünceler, fikirler
biçiminde kavranan maddi, egemen ilişkilerdir, şu halde bir sınıfı egemen sınıf yapan
ilişkilerin ifadesidirler; başka bir deyişle, bu düşünceler, onun egemenliğinin
fikirleridirler ( Marx; Engels 2004, s. 75).
Bununla birlikte, egemen sınıfı oluşturan bireyler, diğer zenginliklerin yanı sıra bir de
bilince sahiptirler, yani düşünen bireydirler. Bu bireyler bir sınıf olarak egemen oldukça
ve tarihsel çağı bütün genişliğince belirledikçe elbette ki, sınıfların bütün genişliğine
egemendirler ve ötekiler arasında düşünen varlıklar olduğu gibi fikir üreticileri olarak
da egemen bir durumları vardır ve kendi çağlarının düşüncelerinin üretimini ve
dağıtımını düzenlerler, o halde onların fikirleri çağların egemen fikirleridir (Özbek
2003, s. 73). Bu doğrultuda egemenlik, ekonomik, kültürel, entelektüel ve ideolojik
alanları da kapsayan kontrol ve yönetim anlamındadır (Erdoğan; Alemdar 2005, s. 241).
Bu durumda Marksist kuramda devlet; yönetici sınıfların artı-değeri3 sızdırma sürecine
boyun eğmesi için, işçi sınıfı üzerindeki egemenliklerini baskı altına almalarını sağlayan
bir baskı aygıtıdır (Althusser 2006, s. 63-64). Fakat bu egemenlik sadece baskı ile değil,
ideoloji yoluyla da sağlanmaktadır.
İdeoloji kavramının hem farklı sınıfların politik düşünceleri ve dünya görüşlerinin
bütünlüğüne doğru bir anlam çeşitliliği elde ettiği çerçevede, hem de ekonomik, siyasal
ve ideolojik düzeyler arasındaki belirlenim ilişkilerini klasik Marksist tarzda ele alarak
ideolojiyi yanlış bilinç olarak tasarlayan görüşler çerçevesinde, medya tamamen
ekonomik düzeydeki (altyapısal) sınıfsal çıkarların ve sahiplik/mülkiyet ilişkilerinin
üstyapıya taşındığı ve yansıtıldığı, böylece işçi sınıfının devrimci potansiyelinin yok
edildiği ideolojik egemenliğin/başatlığın bir kanalı olarak konumlandırılmaktadır. Bu
süreçte medya, egemen sınıf ya da sınıfların, kapitalist üretim ilişkilerinin
sürdürülmesinden kaynaklanan çıkarlarının koruması için kitlelerin bilinçlerinin
şekillendirilmesindeki etkin rolüyle ele alınmaktadır (Dursun 2001, s. 26). Bunlara
3 Artı-emek her toplumda vardır. Sınıfsız toplumlarda artı-emek, üretim koşullarının yeniden-üretimi için gereken bölüm ayrıldıktan sonra, “topluluğun” üyeleri arasında paylaştırılır. Sınıflı toplumlardaysa, üretim koşullarının yeniden-üretimi için gereken bölüm ayrıldıktan sonra, egemen sınıflar tarafından sömürülen sınıflardan sızdırılarak alınır. Emek-gücünün tarihte ilk kez bir meta halini aldığı sınıflı kapitalist toplumlarda ise sızdırılan artı-emek biçimini alır. (Althusser 2006, s. 29)
11
sinema, edebiyat gibi diğer kültür/sanat ürünleri de dahil edilebilir. Yani bu tarz kültürel
ürünler topluma egemen düşüncenin yayıldığı kanallardır.
Marks’ın ideoloji konusundaki görüşlerinden esinlenen ve Marksist ideoloji anlayışına
katkıda bulunan ve her türlü iletişimin ideolojik doğasına dikkat çekmesi açısından
Althusser ve Gramsci’nin görüşleri çok önemlidir.
1.3 ALTHUSSER: İDEOLOJİ VE DEVLETİN İDEOLOJİK AYGITLARI
İdeoloji konusundaki yoğun tartışmalara odak olan ve özellikle kültür, sanat ve medya
çalışmalarında adı sıkça anılan Althusser’in “İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları”
adlı makalesi oldukça önemlidir.
Fransız Marksist filozofu Althusser, Marksizm’i bir bilim olarak gördü. Çalışmaları
yapısalcı gelenek içinde yer alır. Althusser’ci Marksizm’in bir özelliği Marks’ın Hegelci
özcülüğünü reddetmesidir. Özcülük, şey’in, öz’ün tek bir unsura ya da özelliğine
indirgenmesidir. Althusser iki tür özcülüğü reddeder. Bunlar ekonomizm ya da
ekonomik belirlenimcilik ve hümanizmadır. Hümanizmayı reddeder çünkü hümanizma
içinde toplumsal gelişme önceden verili insan doğasının bir parçası olarak görülür.
Dolayısıyla Althusserci Marksizm anti-ekonomist ve ant-hümanisttir (Dursun 2001, s.
102).
Althusser’in pratik olarak ideoloji kuramı, Marks’ın yanlış bilinç olarak ideoloji
kuramının ileri bir aşamasıdır. Althusser’e göre; ideolojinin en yaygın ve görünmez
pratiklerinden birisi “çağırma” ya da “seslenme”dir. Bu kavram iletişim
araştırmalarında oldukça önemlidir, çünkü her iletişim eyleminde kullanılmaktadır. Her
iletişim, birisine seslenir ve seslendiği kişiyi toplumsal bir ilişki içine yerleştirir.
Kendimizi seslenilen olarak gördüğümüzde ve iletişime yanıt verdiğimizde kendi
toplumsal ve dolayısıyla ideolojik inşamıza katılırız. Tüm iletişimler bize bir biçimde
çağrı yapar ya da seslenir. Fiske bu olayı şu örnekle açıklamaktadır:
“Bir çift yüksek topuklu ayakkabı, kadını (ya da erkeği) çağırır ve bu çağrıya
ayakkabıları severek ya da giyerek yanıt verenler kendilerini ataerkil bir özne
olarak konumlandırırlar. Ayakkabıları giyerek kendisini seslenilen olarak gören
kadın, kendisini gönüllü olarak toplumsal cinsiyet ilişkileri içine yerleştirir; kadının
bu ayakkabıları giymesinden hoşlanan erkek de kendisini eşdeğer ancak farklı
12
biçimde konumlandırır –ona, iktidara sahip biri olarak seslenilmektedir. Seslenme
ideolojik pratiğin anahtar noktasıdır (Fiske 2003, s. 223-224).
Gerçekten de Althusser, özneyi verili bir önsellik olarak değil de toplumsal süreçte
kurulan olarak ele aldığı için, Marksizm’in zayıf kaldığı özne sorununa yeni bir açılım
da getirmiştir (Dursun 2001, s. 30).
Althusser’in kuramı, azınlığın çoğunluk üzerindeki iktidarının baskıcı olamayan
araçlarla sürdürebilmesinde ideolojinin rolünü vurgular. Toplumsal ilişkilere
ekonominin tek belirleyici olduğu yönündeki yaklaşımı reddeden Althusser, devlet ve
kültürel yaşam arasındaki ilişkilere dikkat çeker. Kapitalist devlet, var olan sistemin
yeniden üretimi için iki tip aygıt kullanır. Bunlardan ilki kaba güce dayalı asker, polis,
mahkeme ve hapishane gibi kurumlardan oluşan Devletin Baskı Aygıtıdır. Bunlar her
türlü eylemin bastırılması ve denetim altına alınması için kullanılır. İkincisi ise Devletin
İdeolojik Aygıtlarıdır (Yaylagül 2006, s. 105).
Devlet kuramını geliştirmek için, yalnızca devlet aygıtı ile devlet iktidarı ayrımını değil,
açıkça Devletin (Baskı) Aygıtının yanında bulunan, ancak onunla karıştırılmaması
gereken bir gerçeği de göz önüne almak zorunludur. Bu gerçek DİA’lar Devletin
(Baskı) Aygıtıyla aynı şey değildirler. Devletin İdeolojik Aygıtları birbirinden ayrı ve
özelleşmiş kurumlar biçiminde dolaysız olarak çıkan belirli sayıda gerçekliği belirtir.
Althusser DİA’ların bir de listesini sunar: (Sıralamanın özel bir anlamı yoktur).
- Dinsel DİA
- Öğrenimsel DİA (gerek özel gerekse devlet okullarının oluşturduğu sistem)
- Aile DİA’sı
- Hukuki DİA
- Siyasal DİA (partiler)
- Sendikal DİA
- Haberleşme DİA’sı (basın, radyo-televizyon vb.)
- Kültürel DİA (edebiyat, güzel sanatlar, spor vb.) (Althusser 2006, s. 63-64)
Görüldüğü üzere DİA’lar Devletin (Baskı) Aygıtı ile aynı şey değillerdir. Aralarında
bazı farklar vardır. Bunlardan ilki; devletin bir tek (baskı) aygıtı olmasına karşın, birden
çok sayıda DİA olduğunun gözlemlenmesidir. DİA’lar arasında bir birlik olduğu
13
varsayılsa bile, DİA’ların bu çokluğunu bütünleştiren birlik doğrudan görülmez. İkincisi
ise; devletin birleşik (baskı) aygıtının tümüyle kamu alanında yer almasına karşın,
DİA’ların (görünüşteki dağınıklıkları içinde) en büyük bölümünün özel alanda
bulunduğunu görülür. Sonuç olarak DİA’lar “ideoloji” kullanarak işler, Devletin (Baskı)
Aygıtı ise “zor kullanarak” işler. Aralarındaki en temel fark budur (Althusser 2006, s.
64-65).
Fakat Althusser sadece baskıya dayanan bir aygıt olmadığını da söyler. Bu noktada
Devletin (Baskı) Aygıtı öncelikle baskıya ağırlık vererek işler, ancak ikincil olarak da
ideoloji kullanarak işler. Aynı biçimde DİA’lar da öncelikle ideolojiye ağırlık vererek
işler ve daha sonra (uç durumlarda) baskıyı kullanır. Buna örnek olarak Kültürel
DİA’larda “sansür” yöntemi sayılabilir (Althusser 2006, s. 65-66).
Yönetici sınıfın devlet iktidarını elinde tuttuğu, dolayısıyla devletin baskı aygıtını
denetlediği düşünülürse bununla, aynı yönetici sınıfın DİA’ları da belirlediği sonucu
ortaya çıkar. DİA’lar gerçekleşen, bütün çelişkilerine karşın, egemen sınıfın ideolojisini
yeniden üretir (Özbek 2003, s. 172).
Devletin İdeolojik Aygıtları, insanların içinde yaşadıkları dünya ve toplum hakkında
yanlış fikirlere sahip olmalarına neden olur. İdeoloji, bireylerin içinde yer aldıkları
gerçek toplumsal koşullarla kurdukları hayali ilişkileridir. İnsanlar gündelik yaşam
pratikleri çerçevesinde gerçek hayatta olup bitenleri bütüncül ve bilimsel bir bakış
açısıyla kavrayacak bir donanıma sahip değildirler. İnsanlar ideolojik aygıtların
kendilerine atfettiği özne konumlarını benimserler. Çünkü ideoloji onları özne olarak
çağırır. Bunu yaparak içinde yaşanılan koşulları doğallaştırarak meşrulaştırır (Yaylagül
2006, s. 105).
İdeoloji, kültür ve hegemonya konusunda Marksist kampta yer alan üstyapı konusunda
çalışarak bu alana katkı sağlayan önemli bir düşünür de Antonio Gramsci’dir. Onun
ideoloji konusundaki temel görüşlerine değinmek bu araştırma açısından önemlidir.
14
1.4. GRAMSCİ: HEGEMONYA
İtalyan Antonio Gramsci (1891-1937), önde gelen Marksist düşünürlerdendir. Gramsci,
Marks’ın kendi çalışmalarında, kapitalist toplumlardaki siyaset ve kültür alanlarını
önemsemediğini düşünür. Sınıf mücadelelerinde Marks’ın stratejilerin gerekliliğine
yönelik bir vurgusu olmadığını belirtir. Çünkü kapitalist üretim ilişkilerinin
üretilmesinde devletin çok önemli bir etkinliği vardır. Sınıflı toplumlarda başat sınıfın
egemenliği sadece ekonomi üzerindeki hakimiyetinden kaynaklanmaz. Bunun yanında
politik ve kültürel alanlarda sınıf egemenliğinin güçlendirilmesine hizmet eder. Egemen
sınıfın iktidarını kurmasında hem fiziksel güç kullanılır hem de kültürel ve ideolojik
aygıtlar kullanılır. Gramsci’nin kültür ve ideoloji konusundaki çalışmalarında anahtar
kavram “hegemonya”dır (Yaylagül 2006, s. 96-97). Bu kavram çerçevesinde ideolojiyi
bir mücadele olarak düşünür (Fiske 2003, s. 225). Hegemonya kavramı ideoloji
nosyonunu genişletip zenginleştirdiği gibi, aslında biraz soyut kalan bu terime maddi bir
yapı ve siyasal keskinlik de kazandırır. Gramsci ile birlikte “düşünce sistemleri” olarak
ideolojiden, yaşanan, alışılmış toplumsal pratik olarak ideolojiye –dolayısıyla, resmi
kurumların işleyişi kadar toplumsal yaşamın bilinçdışı, dile gelmeyen boyutlarını da
kapsayan bir ideoloji tanımına– hayati önem taşıyan bir geçiş gerçekleşir (Eagleton
2005, s. 167).
“Hegemonya” terimi hem yönetici sınıf olarak burjuvaziye hem de yönetimin
uygulanmasına ilişkindir. Bu, egemen sınıfın, karşıt gruplar üzerinde zorunlu olarak
uygulayacağı zorlama demektir. Fakat bu proletarya ile işbirliği yapmaya razı olan ve
bu tutumuna etkinlik kazandırılması söz konusu olan müttefiklerinin fikir ve kültür
alanında yönetilmesi demektir. “Hegemonya”, yönetimin olumlu cephesini de geliştirir.
Böylece hükmedenle, yönetilen arasındaki ayrım ortaya çıkar: İktidarın ele geçirilmesi
“hükmetmeyi” sağlar; bundan sonra “yönetimi” ele geçirmek söz konusudur. Bu iki
durum birbirine diyalektik olarak bağlıdır. Bir grup, iktidarı ele geçirmeden “yönetici”
olabilir; “hükmeden” (egemen) olduğu zaman bu yönetici rolünü kaybederse, bu onun
için felaket demektir. Gramsci hegemonya tezini geliştirmekle “praxis” felsefesini
bugünkü “durumlar” için de etkili bir yorum “modeli” haline getirdi. Gerçekten de,
çeşitli kuvvet ilişkilerinin tahlili, en yüksek nokta olarak, hegemonya çevresinde
birleşir. Bu güç ilişkileri bir durumu ve özellikle ikinci aşamayı da “ekonomik-
korporatif” aşamanın siyasal aşama yarar aşıldığı siyasal güçler ilişkisini belirler. Bu
15
aşamada, bir grup, bir temel toplumsal grubun, salt ekonomik mücadelesiyle kendisine
bağlı grupla üzerinde hegemonyasını kurmasıyla “evrensel” bir düzeye ulaşır. Bu
anlayış içinde aydınların görevleri, aydınlığa kavuşmaktır. Aydınlar, hükmeden
(egemen) grubun “memuru”durlar ve toplumsal hegemonyanın ve siyasal iktidarın alt
kademedeki görevlerini yerine getirirler (Gramsci 2007, s. 31-32).
Hegemonya zorunludur ve sıkı biçimde işlemek zorundadır, çünkü ikincil sınıfların
toplumsal deneyimleri, başat ideolojinin kendileri ve toplumsal ilişkileri için çizdiği
resimle sürekli olarak çelişir. Diğer bir deyişle, başat ideoloji, ilerletmeye çalıştığı
toplumsal düzenlere insanların rızasını kazanmak için üstesinden gelmek zorunda
olduğu dirençlerle sürekli olarak karşılaşır. Bu dirençler kırılabilirler ancak asla tümüyle
yok edilemezler. Bu yüzden hegemonyanın zaferi ve kazandığı rıza kaçınılmaz biçimde
istikrarsızdır; asla elde bir olarak görülemez ve bu yüzden sürekli olarak yeniden
kazanılmak ve üstünde mücadele edilmek durumundadır (Fiske 2003, s. 225). Bu
bağlamda hegemonya sadece zor öğesini içeren ideolojiden daha geniş bir kategori
olarak göze çarpar; hegemonya ideolojiyi kapsar ancak ideolojiye indirgenemez
(Eagleton 2001, s. 31).
İdeoloji kuramları, her türlü iletişimin ve tüm anlamların toplumsal-siyasal bir boyutu
olduğunu ve bunların toplumsal bağlamları dışında anlaşılamayacaklarını vurgular. Bu
ideolojik işleyiş daima statükoyu korur, çünkü iktidarı elinde bulunduran sınıflar
yalnızca malların değil aynı zamanda fikirlerin ve anlamların da üretimini ve dağıtımını
kontrol ederler. Ekonomik sistem onların çıkarları doğrultusunda düzenlenmiştir ve bu
sistemden türeyen ideolojik sistem de bu sınıfların çıkarlarını ilerletmeye,
doğallaştırmaya ve gizlemeye çalışır (Fiske 2003, s. 226).
Hegemonya esas itibariyle, iktidarın, egemenlik altındakilerin toplumsal düzenin
verilerini kabullenmesini sağlayarak inşası üstünde mutabakat sağlanan bir “genel
irade”nin üretilmesidir (Mattelart; Neveu 2007, s. 45). Hegemonya, devletin baskıcı
yönünün –aynı zamanda kısmen “ideoloji yoluyla işleyen” yasa, polis, ordu– yanı sıra
üstyapılara ait failler –aile, eğitim sistemi, kilise, medya ve kültürel kurumlar–
aracılığıyla başarılır. Bu noktada medya önemli bir kurumdur (Küçük 1994, s. 191).
Medya genel olarak egemen yapıya ve egemen değerlere karşı olan ve bunları tehlikeye
atan her türlü olaya karşıdır. Medyada haber değeri olacak olay ve olgular hep egemen
sınıfın bakış açısıyla sunulur. Bireycilik yüceltilir. Yoksullukta ve başarısızlıkta kişiler
16
suçlanır. Kusur bireylerde aranır. Kitle İletişim Araçları egemen temel değerleri kabul
eder ve sağduyuya uygun olarak yani herkesin bildiği bir dünya tasarımı sunar. Sonuç
olarak medya egemen değerleri aktararak hegemonyayı yeniden üretir. (Yaylagül 2006,
s. 101).
Gramsci’nin görüşleri İngiliz Kültürel Çalışmaları geleneğinin dayanak noktalarından
birini oluşturur. Onlara göre bu insanların bilinçlerinin biçimlenmesinde ve egemen
sınıfın görüşlerinin topluma egemen olmasında gündelik yaşam pratiklerinin en önemli
parçasını oluşturan medya önemli rol oynar. Kültürel İncelemeler, dil ve anlamlar
aracılığıyla gerçek dünyanın toplumsal olarak nasıl yapılandırıldığı ve sunulduğu
(temsil edildiği) sorunuyla ilgilenirler. Kültürel çalışmalar insanların anlamlandırma ve
temsil pratikleri aracılığıyla kültürü anlamaya çalışır (Yaylagül 2006, s. 111-112).
Kültürel İncelemeler Geleneğinin önde gelen temsilcilerinden Stuart Hall’a göre
medya, dünyadaki olaylar hakkında anlamlar üretir. Medya imajları basit bir şekilde
dünyayı yansıtmaz, dünyayı yeniden üreterek sunar. Bunu yaparken medya, olayları ve
olguları seçer, yapılandırır ve biçimlendirir. Böylece medya hali hazırda var olan bir
anlamı iletmek yerine kendisi bir anlam üretir ve ürettiği anlamı iletir. Olayların çeşitli
anlamları olmasına rağmen medya, olayları belli bir tarzda anlamlandırır ve bunu
sürekli yapar (Yaylagül 2006, s. 101).
Medyanın ideolojik rolünü, ideolojinin bu bağlamı içinde değerlendirmeye alan Hall,
öncelikle şu iki noktayı vurgular:
a) Grupların ve sınıfların öbür gruplara ve sınıflara ilişkin bir hayat, anlam,
pratik ve değer imgesi inşa etmelerinin temelini sağlamaktan,
b) Tüm bu ayrı bölük ve pörçük parçalardan toplumsal totalitenin tutunumlu bir
şekilde bir “bütün” olarak kavranabileceği imgeleri, temsilleri ve düşünceleri
sağlamaktan giderek daha çok sorumlu hale gelir (Küçük 1994, s. 200-201).
Bu bakış açısında da diğer Marksist bakış açılarında olduğu gibi medya, ideolojik bir iş
yerine getirmektedir (Dursun 2001, s. 38).
Bu tez açısından özellikle Gramsci’nin “hegemonya” anlamı çok önemlidir. Genel
anlamda sinemanın da dahil olduğu kültür endüstrileri egemen ideolojiyi yeniden
üretseler de, bu alan bir mücadele alanıdır. Egemen sınıf, işçi sınıfı üzerinde bir kültürel
hegemonya uygular. Bu hegemonya devam ettiği müddetçe işçi sınıfının bir devrim
17
gerçekleştirmesi de olanaksızdır. İşçi sınıfı kültürel alanda da burjuvaziye karşı
mücadele etmek ve kendisini toplumun çıkarlarının temsilcisi olarak görmek ve
göstermek durumundadır. İşçi sınıfı toplumda kendi karşı hegemonyasını kurmalıdır.
Bu durum işçi sınıfı aydınlarının da bu mücadeleye katılmaları ile mümkündür. Bu
bağlamda Yılmaz Güney de bağımlı konumdaki sınıflar adına bu kültürel alanda
mücadele eden aydın karakterine bürünür ve kendi dünya görüşü doğrultusunda filmler
yaparak ideolojik mücadeleye katılır. Bunu belirli bir tarihsel ve toplumsal koşullar seti
içerisinde yapar. Bu açıdan Yılmaz Güney sinemasını anlayabilmek için dönemin
toplumsal olaylarına ve Sansür Kurulu’nun işleyişine değinmek gerekir.
18
2. BÖLÜM
DÖNEMİNİN TOPLUMSAL OLAYLARI VE SANSÜR KURULU
2. 1 1960-1980 DÖNEMİNİN TOPLUMSAL OLAYLARI VE SANSÜR
KURULU
Hiç kuşkusuz ki, bir sanatçının eserlerini ortaya çıkarırken yararlandığı en büyük
kaynak içinde yaşadığı toplumdur. Sanatçı ve toplum karşılıklı etkileşim içindedirler.
Sanatçı yaşadığını düşünür, yazar, söyler… Sanatçının toplumsal pratiği ve yaşadığı
toplum ile onun yarattığı eser arasında sıkı bir bağ bulunur. Toplumsal gelişmeler
sanatçıyı ve sanatını doğrudan etkiler. Bu yüzden bir sanatçının eserleri incelenirken,
dönemin toplumsal olayları da göz ardı edilmemelidir. Türkiye tarihine bakıldığında
Yılmaz Güney’in film çektiği yıllarda (1960-1980) üç ana olay dikkati çekmektedir: 27
Mayıs 1960 Askeri müdahalesi, 12 Mart Muhtırası ve 12 Eylül 1980 Darbesi…
Bu olaylardan 27 Mayıs dışarıda tutulursa, (Çünkü 27 Mayıs’tan sonra gelen 1962
Anayasasını görece daha özgür bir ortam getirmiştir,) diğer iki olay da insan haklarına
ve düşünce özgürlüğüne kısıtlamalar getirmiştir. Bu dönemde toplumda egemen olan
baskı ortamı nedeniyle, sanatçılar düşüncelerini ve eserlerini özgürce ortaya
koyamamışlardır. Hiç kuşkusuz bu durumdan en çok etkilenen sanatçılardan biri de
Yılmaz Güney’dir. O yıllarda bir türlü istediği gibi özgürce film çekememiştir. Bir de
bunlara Sansür Kurulu’nun ağır şartları eklenince özgür bir çalışma ortamı bulmak
imkansızlaşmıştır. Bu yüzden bu bölümde 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve Sansür
kurulu ele alınmıştır.
19
2.1.1. 27 Mayıs 1960 Darbesi Ve 12 Mart 1971 Muhtırası’nın Genel Özellikleri Ve
Türk Sinemasına Etkileri
1960-1980 yılları arasında Türkiye tarihine bakıldığında iki önemli gelişme dikkati
çekmektedir. Bunlar 27 Mayıs Askeri Müdahalesi ve 12 Mart Muhtırası ve 12 Eylül
askeri darbesidir.
Demokrat Parti, 1950’de, büyük bir çoğunlukla iktidara gelince, kendi çoğunluğunun
iradesini ulusal irade ile özdeşleştirdi ve –aslında ulusal iradenin bir parçasını temsil
eden- muhalefete karşı üvey evlat muamelesi yapmaya başladı. Böylesine bir zihniyetin
egemen olduğu bir ortamda, parlamenter düzenin gerektirdiği ve büyük bir kısmı Meclis
içtüzüğünde zaten bulunan davranış kurallarının uygulanmasına olanak yoktu. Aslında,
Anayasa’nın yeni bir yorumla, giderek yapılacak bir değişiklikle, çok partili yeni
döneme uydurulması olasıydı. Ve Anayasa’da bir değişikliğin gerektiği yıllar da asıl o
yıllardı. Ne var ki, Demokrat Parti’nin temsil ettiği çıkarlar, öylesine bir yorum
değişikliği sürgit önleyecekti. Önledi de… Ve ortam bu olunca, tartışmalarda Anayasa
sorunu üzerine toplandı. Ancak Türkiye’nin sorunları, doğrudan doğruya Anaysa
sorunları olmaktan çok, iktisadi ve sosyal yapı sorunlarıyla ilgiliydi. “Demokrasinin ön
koşullarını” ancak bu sorunların çözülmesi sağlayabilirdi. Sorunları yalnız Anayasa
sorunlarından ibaret saymada –türlü etkenlerin yanı sıra– o yılların siyasi yetersizliği
de rol oynamıştır elbette (Tanilli 2008, s. 392-393).
1959 yılına gelindiğinde, Demokrat Parti uyguladığı ekonomi politikaları sonucunda
Türkiye toplumunun içsel ve dünya sistemi ile olan çelişkileri giderek daha belirgin ve
keskin bir biçimde ortaya çıkmıştır. Bu dönemde Türkiye bir sanayileşme çabası içine
girmiş buna bağlı olarak kentleşme dolayısıyla gecekondulaşma, kırsal yapının
çözülüşü, geleneksel değerlerin ve ilişkilerin yerine paraya bağlı ilişkilerin almasıyla
zenginler ve yoksullar arasındaki farkla büyümeye başlamış, gelir dağılımlı
sorgulanmış, ekonomik çelişkiler neticesinde sistemde aradığını bulamayan gençler
arasında şiddet eylemleri artmış, ülkede yoğun bir düşünsel ve ideolojik kutuplaşma
yaşanmaya başlamıştır (Yaylagül; 2004, s. 233-234).
Egemen sınıfların içine girdiği bunalıma çözüm, 27 Mayıs Hareketi’yle bulunur ve 27
Mayıs’la, siyasal yaşamda yeni bir dönemi başlar (Tanilli 2007, s. 39). 27 Mayıs 1960
günü Türk Silahlı Kuvvetleri yönetime el koymuştur. Başa geçen Milli Birlik Komitesi
toplumsal gelişmenin önündeki engelleri kaldırıp, demokrasiyi modern kurumlarıyla
20
pekiştirme doğrultusunda adımlar atmıştır. 27 Mayıs’la birlikte asker, adeta bir siyasi
parti gibi sürekli biçimde iktidara ortak, hatta egemen olmuştur (Çavdar 2008, s. 110).
Tüm bu olayların sonucunda da 1961 Anayasa’sı yürürlüğe girmiştir.
1961 Anayasa’sı insan haklarıyla ekonomik haklara ayrı bir önem vermiştir. Bu
anayasa, devletleştirmeden başlayarak çalışma ve sözleşme özgürlüğünü güvence altına
alarak iktisadi ve sosyal yaşamın düzenini belirleyerek adil ücret hakkı üstünde durarak
sendika, toplu sözleşme ve grev hakkını yasal dayanaklarına kavuşturarak bu amaca
ulaşmak istemiştir (Yaylagül; 2004, s. 233-234). Var olan özgürlükçü ortam sonucu işçi
sınıfı bilinçlenmeye başladı. Çalışan kesim örgütlendi. Üniversite gençliği, öğretim
kadroları ve aydın kesim çalışanlarının taleplerini destekledi. Bunun yanında sosyalist
partiler kuruldu, sosyalist milletvekilleri parlamentoya girdiler. Bilimsel sosyalizmin
temel yapıtları, yayınlanma olanağı buldu (Çelenk 1988, s. 18).
Yaşanan bu değişimin etkileri Türk Sineması’nda da görüldü. 1950-1960 yılları
arasında oluşan sinemasal birikim, 1961 Anayasası’nın getirdiği özgürlükçü ve zengin
düşünsel ortamda gelişti ve kişilik buldu. Bu dönemde Türk Sineması bir ivme
kazanmış ve “toplumsal gerçekçi” tabir edilen, konusunu gündelik hayattan alan ve
bunları gerçekçi bir şekilde sunmaya çabalayan filmler yapılmıştır. Bu filmler, Türk
Sinemasında bir akım yaratacak güçte değillerdi. Ancak belirli birkaç yönetmenin
kişisel çabalarıyla sınırlı kalmışlardır. Çünkü sinema sermayeye en çok olan bağımlı
sanat dalıdır. Ne Türk Sinemasının ekonomik örgütlenmesi ne de sinemacıların
entelektüel altyapıları başka bir yapıya izin vermemiştir. Bu açıdan dönemin toplumsal
yapısı dönemin entelektüel sinemacılarını etkilemiş ve dönemin siyasal ve sosyal
yapısını yansıtan filmler yapılmıştır. Türk Sinemasının toplumsal sorunlara ve konulara
daha rahat bir biçimde eğilebilmeleri için 27 Mayıs hareketini beklemeleri gerekmiştir.
27 Mayıs hareketinin Türk Sinemasına en büyük katkısı sorunlara gerçekçi bir biçimde
yaklaşılmasını sağlayacak siyasi ortamın kısmen yaratılmış olmasıdır. Bu ortam kısmen
yaratılmıştır çünkü 1961 Anayasası ile sinema üzerindeki sansür kalkmamıştır
(Yaylagül; 2004, s. 233-234).
Temsilciler Meclisinin Türk siyasal hayatında daha sonraları önemli işlevler yüklenecek
olan kimi üyeleri sansürün kalkması doğrultusunda çabalar göstermiş bulunsalar da, bu
çabalar sonuç vermemiştir. Bu nedenle Türkiye’de sinema pratiği diğer sanat dallarına
nazaran daha sınırlandırıcı bir çerçevede oluşmak zorunda kalmıştır. Zaman zaman
21
Türk sinemasının sıra dışı örneklerinin (Özellikle Yılmaz Güney filmlerinin) bir sansür
macerası yaşaması gerekmiştir (Kayalı 2006, s. 144).
1960-1970 döneminde sağlanan görece özgürlük ortamı sayesinde birçok önemli film
yapılmıştır: Metin Erksan’ın DP’nin ekonomi politikalarını eleştiren Gecelerin Ötesi,
kırsal kesim sorunlarını ve mülkiyet kavramını ele alan Yılanların Öcü (1961), Acı
Hayat (1962) ve Türk Sinemasında ilk kez uluslararası bir festivalde (Berlin) birincilik
kazandıran Susuz Yaz (1963) ve Sevmek Zamanı (1965) filmleri, Atıf Yılmaz’ın
Keşanlı Ali Destanı (1962) ve Ah Güzel İstanbul (1964)filmleri, Lütfi Akad’ın Vesikalı
Yarim (1968) ve Hudutların Kanunu (1967) filmleri, Halit Refiğ’in Şehirdeki Yabancı
(1963), Gurbet Kuşları (1964), Haremde Dört Kadın (1965) (Korkmaz 1995; s. 16-17)
… Ve adını sayamadığımız birçok film bu dönemde yapılmıştır. (Yılmaz Güney’in
Umut filmi de yaratılan bu görece özgürlük ortamı sayesinde yapılan filmler
arasındadır.)
Halit Refiğ’e göre 27 Mayıs’ın oluşturduğu bu özgürlük ortamı 10 Ekim 1965’te
(seçimi AP’nin kazanması ile) son bulur.
“27 Mayıs tarihimizde başarısızlıkla sonuçlanan batılılaşma çabalarından biridir.
Tanzimat’tan bu yana bütün batılılaşma hareketlerinin, halktan gelen itmelerle değil,
yabancı menfaatler ve dış etkilerle yapıldığı anlaşılmaktadır. 27 Mayıs hareketi de
hiçbir zaman halka inememiştir. Bu bir halk hareketi değil, bir aydın hareketidir.
Hiçbir ekonomik hedefi olmayan, siyasi bir harekettir” (Refiğ 1971, s. 35).
1965 seçimleri toplum gerçeklerini dile getirme tutumunun sonu olmamıştır. Yalnızca
bir yol ayrımı olmuştur. Bu ayrımın sonucu ise “tutucu eğilimler” ve “dönüşümcü
eğilimler”dir. Tutucu eğilimlere göre; Türkiye toplumunun temel sorunu doğu-batı
sorunudur. Tutucular, üretim araçları karşısındaki konumlarına bakılarak insanların
kümeleştirmelerinin, hele hele bu kümeler arasında bir çatışmanın bulunduğunu ileri
sürmenin yanlış olduğunu savlıyorlardı. Sözcülüğünü Halit Refiğ’in yaptığı, aralarında
Metin Erksan’ında bulunduğu bu eğilimdekiler, söz konusu eğilimlerin batı için geçerli
olduğunu ileri sürüyorlardı. Dönüşümcü eğilimdekiler ise; Türkiye toplumunda,
insanların üretim araçları karşısındaki konumlarının birbirinden ayrı olmasından
kaynaklanan bir kümeleşmenin varlığını ve bu kümeleşmenin arasında sürekli bir
çatışmanın bulunduğunu kabul etmektedirler. Lütfi Akad ve Yılmaz Güney bu
eğilimdekiler arasındadır. Dönüşümcü eğilim anlayışı, Yılmaz Güney öncülüğünde
22
ilerici-devrimci bir sinema anlayışının doğmasına sebep olmuştur (Ergün 1978, s. 67-
71).
Zaten Güney’in 70’lerden sonra gerçekleştirdiği filmlerinde (Arkadaş, Sürü, Yol,
Duvar), ilk dönem filmlerinin (Umut) aksine sadece sorun ortaya konmayıp, nispeten
bir çözüm önerisi de –kendi ideolojisi doğrultusunda– sunulmuştur.
1960-70 dönemi tarihimize iki özelliğiyle geçecektir:
1- 1960 sonrasında burjuvazi, sanayiye yönelmiş ve biriktirebildiği
sermayeyi, montajcılık, basit tüketim maddeleri imali vb.
dallarında yatırımlara ayırmıştır. Başka bir deyişle, Türkiye’de
kapitalizm, ağır sanayiden uzak kalmakla birlikte, yine de
sanayileşmeyi hızlandırmış ve sermayenin tekelleşmesi
güçlenmiştir. 1970’lere gelindiğinde, Türk burjuvazisi, artık
uluslararası tekelci kapitalizm ile daha çok bütünleşmiş ve onun
yurdumuzdaki bir uzantısı durumuna gelmiştir.
2- 1960 sonrası dönemin ikinci belirgin özelliği, 1961 Anayasası’nın
getirdiği demokratik ortamda aydınların sola açılması,
sosyalizmin önce aydınlarca benimsenmesi ve giderek emekçilere
değin uzanmasıdır. 1960 sonrası dönemde, sosyal uyanış, geçmişe
oranla büyük hız ve yaygınlık göstermiş, nicel olarak
güçlenmekle kalmayıp, nitelik bakımından da bir içerik
kazanmıştır. Bu uyanış içinde –işçi sınıfı başta olmak üzere–
çeşitli emekçi kesimler, ekonomik ve demokratik istemler, hatta
siyasal amaçlar doğrultusunda hareketlenerek, uluslararası ve
yerli tekelci burjuvazi ile diğer iç ortaklarına karşı mücadeleye
girişmişlerdir (Tanilli 2008, s. 394-395).
Türkiye 1972 yılına, böyle bir bunalımla girer. Ortamda bir bunalım vardı, ama bu
egemen sınıfların bunalımıydı; onların çözümsüzlüğüydü. Zaten 1963-1971 yıllarının
grev verilerine bakıldığında da her şey açıkça gözükmektedir.
23
Tablo: 2.1. 1963-1971 Yılları Arasındaki Grev Dağılımı
Yıllar Grev Sayısı Greve Katılan İşçi
Sayısı
Grevde Geçen İş
Günü
1963
1964
1965
1966
1967
1968
1969
1970
1971
7
81
43
39
91
59
82
111
97
1.374
6.608
5.573
10.401
8.612
8.098
23.190
25.963
20.016
12.255
192.842
240.554
409.809
203.779
192.196
357.799
260.338
295.950
Toplam 610 190.835 2.165.522
Bu dönemde; en çok grev, gıda işkolunda gerçekleştirilmiştir. Grevlerin sayıca büyük
çoğunluğu (%74) sömürünün daha yoğun, çalışma koşullarının daha ağır olduğu özel
sektörde düzenlenmiştir. Daha çok işçi çalıştırmaları nedeniyle, grevci sayısı ve grevde
geçen işgünü kamu sektöründe daha yüksektir. En çok sayıda grevin gerçekleştirildiği il
ise İstanbul’dur. Onu Adana, Balıkesir, İzmir ve Bursa izlemiştir (Çavdar 2008, s. 126).
İşçi ve emekçi sınıflarında ve aydın kesimlerde gelişen bu uyanış, burjuvaziyi tedirgin
etti. Sınıfsal çıkarlarını tehlikede gören egemen sınıflar çözüm arayışı içine girmişlerdi
(Çelenk 1988, s. 18). 12 Mart Muhtırası tüm bunlara çözüm getirmek ister. 12 Mart
1971 tarihinde başlayıp 14 Ekim 1973 seçimlerine kadar süren döneme “12 Mart
Rejimi” denilmektedir (Tanilli 2007, s. 95).
12 Mart günü emir kumanda zinciri uyarınca başta Genelkurmay Başkanı olmak üzere
bütün kuvvet komutanlarının katılımlarıyla hazırlanan bir muhtıra öğle haberleri
sırasında radyodan okunmuştur. Üç temel konuyu içeren muhtıra şu noktaları
vurgulamaktaydı:
- Parlamento ve hükümet, süregelen tutum, görüş ve icraatı ile yurdumuzu anarşi,
kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, Atatürk’ün
bize hedef verdiği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda
24
yitirmiş ve Anayasa’nın öngördüğü reformları tahakkuk ettirmemiş olup,
Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği ağır bir tehlike içerisine düşürülmüştür.
- Türk milletinin ve sinesinden çıkan silahlı kuvvetlerin bu vahim ortam hakkında
duyduğu üzüntü ve ümitsizliği giderecek çarelerin partiler üstü bir anlayışla
meclislerimizce değerlendirilerek mevcut anarşik durumu giderecek ve
Anayasa’nın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılap
kanunlarını uygulayacak ve inandırıcı bir hükümetin demokratik kuralları içinde
teşkili zaruri görülmektedir.
- Bu husus süratle tahakkuk ettirilmediği takdirde, Türk Silahlı Kuvvetleri,
kanunların kendisine vermiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve
kollamak görevini yerine getirerek idareyi doğrudan doğruya almaya kararlıdır
(Çavdar 2008, s. 193).
14 Ekim 1973 seçimlerine böyle ulaşılmıştır.4 1973 seçimleri, iki buçuk yıllık bir
sıkıyönetim dönemi sonrasının görünürdeki sessizliğinin altında, iktisadi, siyasal ve
sosyal yönlerden Türkiye’nin son derece çalkantılı bir dönemine rastlamış; hatta son
günlere değin, seçimin yapılıp yapılamayacağı tartışma ve kuşku konusu olmuştur.
Sınıflar arası ve sınıflar içi farklılaşma ve çelişkilerin, tekelci kapitalizmin son yıllardaki
gelişmeleriyle ve son iki buçuk yılın “olağanüstü rejim” uygulamalarıyla önemli ölçüde
güçlendiği ve su yüzüne çıktığı bir dönemde, 1973 seçimleri –bir bakıma– bu
çelişkileri en iyi yansıtan bir sınama niteliği kazanmıştır. Nihayetinde seçim yapılmıştır
ve seçimlerde CHP zaferle ayrılmıştır. Fakat oyları tek başına hükümet kurmaya yetmez
ve MSP il ortaklaşa hükümet kurarlar (Tanilli 2007, s. 96).
12 Ekim 1973 seçimlerinin sonuçları itibarıyla Türkiye’nin demokrasi tarihinde birkaç
bakımdan özel bir anlamı ve kendine özgü bir yeri vardır:
- Bu seçimler, genç Türk demokrasisinin kritik ve karanlık bir aşamadan geçerek
bir varlık savaşından çıktığı ve ağır darbe ve baskılar altında büyük bir sınav
vererek yaşama şansı kazandığı bir dönemin başlangıcıdır.
4 Anayasanın “bağımsız yargı” ilkesine aykırı, hakim güvencesinden yoksun, doğal hakim ilkesine ters düşen, bir sınıf mahkemesi niteliğinde DGM’leri kuruldu. Danıştay Yasası’nda, geriye dönük, kişinin hak ve özgürlüklerini ve savunma hakkın kısıtlayan değişiklikler yapıldı. Türkiye İşçi Partisi kapatıldı yöneticileri tutuklandı ve ağır cezalara çarptırıldılar. Memur sendikaları ortadan kaldırıldı. Yirmi bine yakın işçi, köylü, aydın, yazar, sanatçı, öğretim üyesi, öğretmen, doktor, mühendis, öğrenci, avukat tutuklanarak cezaevlerine kapatıldı. (Çelenk 1988, s. 20)
25
- 1973 seçimleri, Türk siyasal tarihinin uzun yıllardan beri süregelen geleneksel
tablosunu önemli bir biçimde değiştirmiş, başka bir deyişle, 1950’den bu yana
Türkiye’nin siyasal yaşamına damgasını vuran ve siyasal iktidarı belirleyen bir
uzlaşmaya son vermiştir. Bahis konusu uzlaşma, büyük sermayenin çeşitli
kesimleriyle küçük köylü, esnaf ve zanaatkarlar arasındaki güç birliğidir.
- Bu seçimler CHP’nin, işçi, köylü, küçük memur, küçük esnaf ve zanaatkarın,
kısacası yoksul ve dar gelirli halkın geleneksel ve donmuş oy potansiyelinin
çerçevesini kırarak gösterdiği önemli bir gelişmeyi dile getirir (Tanilli 2008, s.
397).
1973 seçimlerinin ortaya koyduğu en temel gerçek ise, halkın büyük bir çoğunluğunun
“tekelci kapitalist gidişe karşı” olduğu, bu “düzenin değişmesi”ni istediği, oyunu bu
yönde kullandığı ve “halkta sınıf bilincinin geliştiği”dir (Tanilli 2007, s. 73).
Tanilli’ye göre, CHP-MSP ortaklığı iç politikadan çok dış politikada birtakım başarılı
gelişmelerin kapsını açmıştır.
“İç politikada “düşünce özgürlüğü” açısından “liberal” bir hava eserken, o tarihe değin
–bir başka “tarihsel yanılgı”nın sonucu olarak– sırtımızı çevirdiğimiz “Üçüncü
Dünya”ya doğru da güler bir yüzle bakmaya başlar. Özellikle İslam ülkeleri bu yeni
ilginin merkezini oluştururlar. O tarihlere değin, Türkiye Batı’nın dümen suyunda bir
dış politika izlemiştir. Kemalist dış politikanın bütünüyle zıttı olan bu politika,
Türkiye’yi, İslam ülkeleri, giderek Üçüncü Dünya önünde bir yalnızlığa iterken, bazen
en haklı göründüğü durumlarda bile, onun elini kolunu bağlar hale gelmiştir. “Kıbrıs
Sorunu” bunun acı bir örneğidir. CHP-MSP iktidarı batıya karşı teslimiyetçi bir politika
izleme konusunda bir darbe vurmuştur fakat bu kalıcı olmamıştır (Tanilli 2008, s. 398).
CHP-MSP koalisyonunda birtakım anlaşmazlıklar söz konusuydu. Koalisyon
ortaklarının sorunları farklı çerçevelere oturtması ile ortaklık yavaş yavaş bozulmaya
başladı. Ecevit, koalisyona son verip, kamuoyunda Kıbrıs Krizi ile aldığı olumlu desteği
erken seçime yansıtmayı hedefledi. Hükümette çıkan anlaşmazlıkların giderek
çözümsüzlüğe doğru ilerlemesi ile Erbakan koalisyondan çekildiğini açıkladı, (18 Eylül
1974). Uzun süren hükümet krizinin ardından AP- CGP- MSP- MHP koalisyonu
sağlandı (Balcı 1995, s. 93).
26
Bu hükümet bir “Milliyetçi Cephe” hükümeti olarak adlandırılmıştır. Ama nasıl bir
milliyetçilik? Toplumda tüm antiemperyalist, ilerici, demokrat ve devrimci güçlere karşı
düşmanlık üzerine kurulu bir milliyetçilik... Başı çeken partinin, yani AP’nin tekelci
sermayenin partisi olması, yalnızca bu, ortaklığın niteliğini göstermeye yeter. AP üstelik
hükümet kurulmasında hiçbir zorunluluk olmadığı hale MHP’yi ortaklığa almıştır ve
bilerek almıştır (Tanilli 2007, s. 100).
Daha sonra yapılan 1977 seçimleri ise CHP’nin başarısıyla sonuçlandı. Ne var ki CHP
birinci parti olmasına, %41’in üzerinde oy almasına rağmen ancak iki yüz on üç
milletvekili çıkarabildi. Bunu üzerine 2. MC diye adlandırılan AP-MSP-MHP
koalisyonu kuruldu. Bu dönemde MHP daha hızlı bir kadrolaşmaya gitti. 11 Aralık
1977’de yapılan yerel seçimlerde ise CHP, bütün büyük illerin belediye başkanlıklarını
eline geçirdi. Bu dönemde artan ekonomi ve terör sorunları üzerine çareler üretemeyen
hükümet yıkılır. Bunun üzerine CHP, AP’de ayrılan bazı üyelerle çoğunluğu sağlar ve
hükümet kurar (Çavdar 2008, s. 248).
Bu hükümetin başta çözmesi gereken iki sorun vardı: İktisadi sorun ve terör sorunu.
İktisadi tablo fecidir. İkinci MC hükümeti, arkasında gerçekten bir enkaz bırakmıştır.
Devletin içeriye ve dışarıya olan borçları korkunçtur. Ekonomiyi düzeltmek için vergi
reformuna gidilmesi düşünülür, fakat gerçekleştirilemez. Umudunu dışarıdan gelecek
yardım’a bağlar, ancak batı ciddi olarak yardım yapmaz. Arka arkaya birkaç
devalüasyonla Türk parasının değeri düşürülür, bu da enflasyonu körükler ve fiyatlar
alır başını gider.5 Bir de bunların üzerin “can güveliği” sorunu eklenir. Terörün
tırmanışı sürmektedir. 1979 Ekim seçimlerine bu koşullarla ulaşılır. Seçim sonuçları
CHP’nin aleyhinedir, bunun neticesinde CHP, hükümetten çekilir. MHP’nin ve
MSP’nin desteklediği AP, hükümeti kurar. Ancak AP’nin hiçbir soruna getireceği
çözüm yoktur aslında. Ne ekonomik sorunları çözer ne de terör sorununu (Tanilli 2008,
s. 399-402).
5 Bu dönemde ekonomiye önlem olarak 24 Ocak kararları alınır. Fakat Kongar’a göre;“24 Ocak kararları, esas olarak monetarist bir politikanın eseridirler, yani, ekonomiyi para politikalarıyla yönlendirme politikasının ürünüdürler. Bu parasal politikaların temel amacı ise iç talebi kısmak, ihracat olanaklarını artırmak, tüketimi iyice düşürerek, ithalatı kısıp ihracatı artırarak, dış ödemeler darboğazını aşmaktır. Bu amaçlara, sürekli olarak zamlara dayalı bir politika ile varılmak istenmiştir. Ayrıca sıkı para, yani yüksek faiz ve para arzının kısılması, bu amaçlara varılmakta kullanılan yan politikalar olarak göze çarpar. Bu tür kararlar, genellikle istikrara yönelik olduklarından, ulusal gelirin büyüme hızını düşürürler, işsizliği artırırlar, yoksul kitleleri daha da yoksullaştırırlar. Nitekim Türkiye’de de bütün bu klasik sonuçlar ortaya çıkmıştır. Özet olarak 24 Ocak kararlarının toplumsal ve ekonomik bakımdan halk yararına değil zararına olduğu ve sosyal devlet ilkesinden sapıcı niteliklere sahip olduğunu, bütün bunlara ek olarak ülkenin geleceğini de yabancılara ipotek ettiğini belirtebiliriz.”(Kongar 2005, s. 31-32)
27
2.1.2. 1970-80 Döneminde Türk Sineması
1970-80 dönemi sinema hayatına bakıldığında Yılmaz Güney dikkati çekmektedir.
Çünkü Güney en önemli eserlerini bu tarihler arasında vermiştir. Bu yıllar Türk
Sinemasında değişik düşünsel eğilimlerin belirginleştiği yıllar olmuştur. Türk
Sinemasına ilişkin tartışmalara koşut olarak temelde Yılmaz Güney’de somutlaşan,
“devrimci sinema” olarak adlandırılan bir akım belirmiştir. Türk Sinemasının yeni
kuşak yönetmenlerini şekillendirecek olan bu akım 1980 yılına kadar Türk Sinemasında
olmasa da, Türk Sinema yazınında başatlığını korumuştur (Kayalı 2006, s. 28).
Özellikle Umut filmi bu anlamda hem Güney hem de Türk Sineması için bir dönüm
noktasıdır. Toplumsal gerçekçilik açısından ilginç gözlemlere dayalı bu film, bir
başyapıt olarak sinema tarihine geçer (Özgüç 2005, s. 8). Güney bu filmiyle
Yeşilçam’ın yerleşik kalıplarını, klişelerini bir anda altüst eder. Zaten Güney’in bundan
sonra yaptığı filmlerde de bu aykırılık göze çarpmaktadır. Bunun yanında Umut
filminden sonra Güney daha bilinçli, kendi ideolojisini yansıtan eserler ortaya
koymuştur. Ele alınan filmler içinde Umut (1970), Arkadaş (1974) ve Sürü (1978) bu
dönemde çekilmiştir. Güney bu filmleriyle yalnızca yurt içinde beğeni toplamakla
kalmayıp, kazandığı ödüllerle Türk Sinemasını evrensel boyutlara taşımıştır.
Diğer taraftan bu tarihler arasında, “ulusal sinema” akımı da en şematikleşmiş
ifadelerini Halit Refiğ’in Bir Türke Gönül Verdim (1969) ve Fatma Bacı (1972)
filmlerinde bulmuştur. Yücel Çakmaklı’nın “milli sinema” örneği olarak nitelenen
Birleşen Yollar (1970) filmi de bu dönemde çekilmiştir. Çakmaklı bu filmiyle uzun süre
“milli sinemanın”, tıpkı devrimci sinemanın tek örneğinin Yılmaz Güney olması gibi,
tek yönetmeni olmuştur. Genel olarak dönemin en belirgin sinema eğilimlerinin en
şematik temsilcileri olarak Halit Refiğ, Yılmaz Güney ve Yücel Çakmaklı’yı görmek
mümkündür (Kayalı 2006, s. 28-29).
Bu dönemde Türk sinemasındaki genel özelliklere bakıldığında, en belirgin olgu,
1968’den sonra sinemaya giren “renk”tir. Bu tarihten sonra yavaş yavaş boyalı filmden
renkli filme geçilmiştir (Scognamillo 2003, s. 160) Daha sonra hayatımıza “televizyon”
girmiştir. Hem televizyonun -sinema salonlarının doluluğunu etkilese de- hem de
dönemin çalkantılı siyasal yaşamının çekilen filmlerinin sayısına pek fazla etkisi olduğu
söylenemez. Çünkü o dönem Türk Sinemasında Batı akımlarının örnek alındığı, korku
28
filmlerinden casusluk filmlerine ve hatta erotik/seks filmlerine kadar pek çok film
yapılmıştır. Sayısal olarak çekilen filmlere bakıldığında;
Yıl Film Sayısı Siyah/Beyaz Renkli
1970 225 147 78
1971 266 128 138
1972 298 142 156
1973 208 30 178
1974 188 6 182
1975 225 - 225
1976 164 - 164
1977 124 - 124
1978 128 - 128
1979 195 - 195
(1975’teki artış seks filmleri furyasındaki artışı gösterir. 1979’daki 195 filmin 131’i 16
mm. olarak çekilmiş seks filmleridir) (Scognamillo 2003, s. 160)
2.1.2 12 Eylül Darbesi
1980 yılına girildiğinde ortama bir kargaşa haklimdi. Artan terör olayları ve kötüye
giden ekonomi sonunda, ordu, yönetime el koydu. 12 Eylül sabahı Genelkurmay
Başkanı Kenan Evren’in de aralarında yer aldığı dört kuvvet komutanı millet adına
hareket ettiklerini ileri sürerek darbeyi gerçekleştirdiler. Beş generalin “Milli Güvenlik
Konseyi” diye adlandırılan yönetimi, Türkiye’de tüm temel insan haklarının,
demokratik devinimlerin askıya alınmasıyla işe başlamıştır. Türkiye Büyük Millet
Meclisi kapatılmış, siyasi parti liderleri, milletvekilleri, önde gelen sendikacılar, meslek
örgütlerinin başkanları gözaltına alınmıştır. AP Genel Başkanı Süleyman Demirel, CHP
Genel Başkanı Bülent Ecevit Gelibolu’da; Milli Selamet Partisi Genel Başkanı
Necmettin Erbakan ile MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş Foça’da, askeri tesislerde
gözaltında tutulmuşlardır. Darbenin ilk günlerinde ülkede çok sayıda gözaltına alınma
yaşanmıştır (Çavdar 2008, s. 248).
29
Bu dönemde toplumsal ve siyasal olarak nitelenebilecek tüm yasalar yeniden
düzenlenmiştir. Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması ve durdurulması, eğitim ve
öğretim hakkı, sendika kurma hakkı, sosyal ve ekonomik hakların sınırı, siyasi partilerin
uyacakları esaslar konusunda yeni düzenlemeler yapılmıştır (Çavdar 2008, s. 268).
1980’li yıllarda yaşanan bu olumsuzluklar Türk Sinemasını da oldukça etkilemiştir. Bu
yıllarda çekilen film sayısında önemli ölçüde düşüş gözlenmektedir. 1980’de 68,
1981’de 72, 1982’de 72, 1983’te ise bu rakam 73 olmuştur (Scognamillo 2003, s. 160).
Bu filmler içinde genel olarak toplumsal eleştiri filmleri yapılabilse de, 12 Eylül askeri
rejim eleştirisini yapan filmler, ancak 1986’da gündeme gelebilmişlerdir. 1986’daki
uygun ortamı beklemeden çekilen tek “12 Eylül Filmi”, senaryosunu Yılmaz Güney’in
tutuklu bulunduğu cezaevinde yazdığı ve yönetmenliğini Şerif Gören’in yaptığı “Yol”
filmidir. 1981 yılında, sıkıyönetimin sürdüğü günlerde çekimleri gerçekleştirilen “Yol”
sansür tarafından yasaklandığı için gösterime girememiştir. Filmin izleyiciyle
buluşabilmesi ancak 1999 yılında mümkün olabilmiştir (Esen 2000, s. 195-196).
Burçak Evren ise 80 sonrası sinemamızdaki gelişimleri şöyle değerlendirmektedir:
“80 sonrasında yalnızca tema/konular değil, onlara paralel olarak, anlatım biçimleri de
değişime uğramıştır. Yeni, farklı anlatımların denendiği 80’li yıllar, bu anlatımı
gerçekleştirecek teknik kadroların eğitilmesini de gündeme getirmiştir. Sinemamıza
bireyin girmesi, özellikle erkek odaklı sinemamızda kadının ön plana geçerek tüm
tabuların yıkılışı, -biraz da değişen koşullar gereği- altüst edilişi, yine 80’li yılların
bizlere armağan ettiği değişimler zincirlemesinin bir önemli halkasıdır. 80’li yıllarda
sinemamıza giren yönetmen ve oyuncuların sayısı da gerek nitelik ve gerekse nicelik
açısından hiç de küçümsenmeyecek bir düzeyde olmuştur” (Evren 1990, s. 7-8).
Toplumsal koşulardaki bu gelişmelere paralel olarak, yapılan sinemanın içeriğini ve
niteliğini belirleyen en önemli kurum “sansür”dür.
30
2.2. SANSÜR KURULU
2.2.1. Doğuşu ve Gelişimi
Sinemayla 1896’da tanışan Türkiye, ilk sinema sansürüyle6 de 1919’da çekilmiş olan
“Mürebbiye” adlı filmle tanışmıştır7 (Scognamillo 2003, s. 30). İkinci büyük sansür
olayı ise, Muhsin Ertuğrul’un 1922’de Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Nur Baba
eserinden uyarladığı Boğaziçi Esrarı (Nur Baba) adlı filmde yaşanmıştır. Bu film de
işgal kuvvetleri tarafından yasaklanmıştır.
Görüldüğü üzere Türk Sinemasında ilk sansürler bizzat devlet tarafından değil, işgal
güçleri tarafından uygulanmıştır. Ancak Burçak Evren’in iddiasına göre, 1908’de
Osmanlı Padişahı Abdülhamit, İstanbul’da iki Fransız’ın sinematograf makinesiyle
halka film göstermesini sakıncalı bulmuş ve bunu bir fermanla yasaklamıştır.8
Ancak her ne şekilde olursa olsun, sinemanın ilk yıllarında doğrudan sinemayı
denetlemeye yönelik bir yasa olmamakla birlikte, getirilen sansür uygulamaları da
tamamen keyfiyete dayanmıştır. T.B.M.M’nin kurulması ile birlikte sansürle ilgili
yetkiler valiliklere verildi. Yürürlükte bulunan hukuk metinlerinde sansür ile ilgili
maddeler olmadığı için ayrıca merkezde bir sansür kurulu bulunmuyordu. 1932’ye
(Sinema Filmlerinin Kontrolüne Ait Talimatname) gelinceye dek valiliklerin kararına
göre her film gösterime gireceği ilk ilde, iki polis memuru tarafından izlenir ve onların
kararına göre rapor hazırlanırdı. Gösterilmelerine izin verilmesine rağmen filmler,
yollandıkları şehirde yeniden kontrol edilirdi. Valiler de filmi seyretme, gerekirse
gösterimden menetme hakkına sahiptiler (Barkören 2005, s. 83).
6 Sinemanın Türkiye’ye Abdülhamid döneminde girdiği bilinmekte. Fakat sinemadan önce Tedkik-i
Müellefat Encümeni olarak adlandırılan ilk sansür kurulu, yazılı basını, piyesleri ve yasaklanmış olan bazı kelimelerin kullanımını denetlerdi. Abdülhamid tarafından yasaklanan kelimelerin başında ise sansür ve sansör (sansürcü) gelmekteydi. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Kapitülasyonların geçerli olduğu dönemde sansür uygulaması çok yoktu. O dönemde ve ateşkes senelerinde çoğunlukla İtalyan bazen de Fransa’dan olmak üzere İstanbul’daki yabancı kurumlar aracılığıyla ithal edilen filmler, Beyoğlu’ndaki sınırlı sayıda sinema salonlarında gösterim şansı bulabiliyorlardı. Savaş sırasında Anadolu’da sinema salonları olmadığından İstanbul ve İzmir’deki işgal komutanlıkları, gayri Müslimlerin elinde bulunan bu işi, kontrol etmemekteydiler. Savaş sonrasında ise ithal edilen filmlerin denetlenmesine karar verildi. (Barkören 2005, s. 83) 7 Malul Gaziler Cemiyeti tarafından çekilen ve yönetmenliğini Ahmet Fehim Efendi’nin yaptığı film, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın aynı adlı romanından uyarlanmıştır. Kendisini terk eden sevgilisinin peşinden Paris’ten İstanbul’a gelerek, kötü yola düşmekten Dehri Efendi’nin konağına mürebbiye (bakıcı, dadı) olarak sokulmakla kurtulan Matmazel Anjel’in evdeki erkeklerin tümünü baştan çıkarmasını konu alan film, Anjel’in şahsında Fransız kadınlarının kötü gösterildiği gerekçesiyle dönemin işgal kuvvetlerince sansür edilip yasaklatılmıştır. (Scognamillo 2003, s. 30) 8 http://www.evrensel.net/00/10/01/kultur.html, 28.07.2009
31
Daha sonra Sinema Filmlerinin Kontrolüne Ait Talimatname (1932-1939), Filmlerin ve
Film Senaryoların Kontrolüne Dair Nizamname (1939-1977), 1977 ve 1983 Sansür
Tüzükleri çıkarılmıştır. Bu yasaların hepsi de özgürlükleri kısıtlayıcı bir anlayışı
savunmaktaydı. En uzun süre yürürlükte kalması ve o dönemin genel anlayışına örnek
olması bakımından “Filmlerin ve Film Senaryoların Kontrolüne Dair Nizamname
(1939-1977)” ele alınacaktır.
2.2.2. Filmlerin ve Film Senaryoların Kontrolüne Dair Nizamname (1939-1977)
Bu yönetmelik üç ayrı kanuna dayanarak düzenlenmiştir. Bu kanunlar 14.07.1934
tarihinde yürürlüğe giren 2559 sayılı Polis Görev ve Yetkileri Kanunu ve 26.05.1934
tarihli basın, radyo, tiyatro ve sinema kollarını denetlemek amaçlı hazırlanan Basın
Yayın Genel Müdürlüğü’nün Kuruluşu ve Görevlerine Dair Kanun ve kontrolden ziyade
bir çeşit değerlendirme kanunu olan 12.02.1937 tarih ve 3122 sayılı Öğretici ve Teknik
Filmler Hakkında Kanun’dur. Bu yeni tüzüğün ilk bölümü ithal filmlerin, ikinci bölümü
yerli filmlerin kontrolünü içermekteydi. Yabancı filmleri İstanbul’daki komisyon, yerli
filmleri ise Ankara Merkez film komisyonu denetliyordu. İçişleri Bakanlığı’ndan bir
yetkilinin başkanlığında Emniyet Genel Müdürlüğü, Genelkurmay Başkanlığı, Basın
Yayın Genel Müdürlüğü ve Milli Eğitim Bakanlığı’ndan birer yetkili Sansür
Kurulu’nun üyeleriydi (Barkören 2005, s. 84).
Nizamname’nin 7. maddesi uyarınca, Merkez Kontrol Komisyonu, incelemelerini şu
hükümlere dayanarak yapar.
- Herhangi bir devletin siyasi propagandasını yapan,
- Herhangi bir ırk ve milleti tezyif eden,
- Dost devlet ve milletlerin hislerini tezyif eden,
- Din propagandası yapan,
- Milli rejime aykırı olan, siyasi, iktisadi ve içtimai ideolojilerin propagandası
yapan
- Umumi terbiyeye ve ahlaka, milli duygulara mugayir olan,
- Askerlik şeref ve haysiyetini kıran ve askerlik aleyhine propaganda yapan,
32
- Memleketin inzibat ve emniyeti bakımından zararlı olan,
- Cürüm işlemeye tahrik eden,
- Türkiye aleyhine propaganda vasıtası olacak sahneler bulunan
- Zaman gecikmesiyle yıpranmış ve perde üzerinde gözleri yoracak derecede
eskimiş olan filmlerin gösterilmesine müsaade edilemez (Onaran 1968, s. 143).
Komisyon, filmleri seyrettikte sonra, tüzükteki maddelere göre oylamaya geçiliyordu.
Filmin gösterime girebilmesi için en az iki olumsuz oya karşı olumlu üç oy alması
gerekmekteydi. Film yapımcılarının, filmleri hakkında verilen olumsuz kararlara karşı,
Danıştay’a başvurma hakları vardı. Film, sansür kulundan onay alsa da, suç unsuru
barındırıyor gerekçesiyle, Türk Ceza Kanunu’nun 426. maddesine göre valilikler ve
İçişleri Bakanlığı tarafından yasaklanabilirdi (Barkören 2005, s. 85).
Bu düzenleme hakkında sinema tarihçisi Nijat Özön’ün yorumları konuya açıklık
getirmektedir:
“1939’da yürürlüğe konan ve ilk biçimiyle günümüze kadar gelen bu tüzük, demokrat
bir düzenle hiçbir yönden uyuşmayacak özelliktedir. Bu sansür tüzüğünün en belirgin
niteliği, en toptancı düzenlerin, en sıkı sansür tüzüklerinin özelliklerini taşımasıdır. Bu
tüzüğün belli başlı özellikleri şunlardır:
- Tek bir sansür değil, dört çeşit sansür getirmektedir.
- Devlet sansürüdür.
- Polis sansürüdür.
- Meslek temsilcisi tanımaz.
- Sansür üyelerinin sinemadan anlaması diye bir endişe gütmez.
- Ölçüleri belli değildir.
- Tek derecelidir, itiraz tanımaz.
- Aynı ölçülere dayandığı halde yabancı filmlere başka, yerli filmle
başka türlü davranır.
- Çocukları korumaz.
33
- Demokratik anlayışa, anayasaya, hatta en basit hukuk anlayışına
aykırıdır (Özgüç 1976, s. 18-19).
Örnek teşkil etmesi bakımından “Umut” filminin sansür kurulundaki “red kararına”
bakıldığında yasa daha iyi anlaşılabilir:
Umut filminin sansürde tümüyle reddedilmesi 10 maddelik bir gerekçeye dayanıyordu:
1) Filmde, Yılmaz Güney (Cabbar) ve arabası, bakımsız, pis, yırtık, çok zayıf bir at
ile iş yapması ve geçinmesi şansa bağlı olup, kalabalık bir aileyi geçindirmesi
düşünülemez iken, bu araba ve at, fakirliğin bir sembolü olarak ele alınmış,
çeşitli olaylarla da çalışmak imkanı bulunmadığı kanaati verilmiş.
2) Yılmaz Güney’in atı öldürüldükten sonra bir işlem yapılmamış ve bir tazminat
ödenmemiştir. Burada zengin bir otomobil sahibinin fakir bir arabacının atını
öldürmesinde takibat yapılmayacağı kanaati verilmiştir.
3) Atını kaybeden Güney’in önceden yanlarında çalıştığı üç zenginin evine gitmesi
(yardım için) evlerin ve içindekilerin dekor ve zenginlikleri, tavır ve hareketleri,
konuşmaları teferruatlı olarak senaryoda belirtilmemiş, senaryoda yanlarına
gittiği netice alamadığı şeklinde belirtilmiş, halbuki filmde zengin ve fakir hali
en iyi şekilde canlandırılmış; bu şekilde filmin esas konusu zengin ve fakir
ayrımı yapılmıştır.
4) Cabbar’ın rızası ve Hakimin kararı olmadan arabası ve atının satılması dikkati
çekmiş, Cabbar mani olmak istediyse de bu kanunsuz harekete engel
olamamıştır.
5) Senaryo sahife 17’de bir otomobil gelmekte iken soygun yapıldı belirtildiği
halde, filmde gizlice bir eve lüks arabaların bulunduğu garajdan girdikleri
görüldü. Bu şekilde senaryoya mekanın uymadığı tespit edildi.
6) Soyacakları insanın, Türkiye’de aynı şekilde kimseler bulunmasına rağmen,
Amerikalı bir zencinin seçilmesi, manidar görülerek, uygun mütalaa
görülmemiştir.
34
7) Hasan ile Cabbar’ın “zenginler mahallesine gidelim tabanca ile soygun yapalım,
zenginler korkak olur onları soyalım” cümlesine senaryoda olmadığı halde
filmde defalarca tesadüf edilmiştir.
8) Hocaya sabah namazı, güneş doğarken kıldırılmakta ve bu rolle ibadetle alay
edilmektedir. Dinimizde güneş doğarken namaz kılınmaz.
9) “Hocanın cinleri, perileri, melekleri var, definenin yerini söyler, bu hoca,
bildiklerine benzemez” denilerek bu sahte örnek gerçek din adamı imiş gibi
gösterilerek onun şahsında din görevlileriyle alay edilmekte.
10) Nehirde abdest aldıktan sonra 101 taş toplanıp bunlarla muhayyele define
etrafının daire şeklinde çevrilmesi efsanesi, uydurma, batıl inanç gerçek gibi
telkin edilmektedir.
Filmin bu hali ile senaryosuna tamamen uymaması, senaryoda görülmesi imkanı
olmayan bir çok sahnelerin nizamnamenin, maddesinin 4, 5, 8, 9 ve 10. fıkralarına göre,
adı geçen filmin, halka gösterilmesinin ve yurtdışına çıkarılmasının sakıncalı olduğuna
ekseriyetle karar verilmiştir 24/9/1970 (Güney 1975, s. 10-11-12).
Sansür düzenindeki bu katı anlayış, 1977 ve 1983’te yürürlüğe giren sansür yasalarında
da etkili olmuştur. Daha sonra 21.07.2004 tarihinde resmi gazetede yayımlanan, 5224
Sayılı Sinema Filmlerinin Değerlendirilmesi ve Sınıflandırılması İle Desteklenmesi
Hakkında Kanun yürürlüğe girerek, sinema filmlerinin sansürlenmesi daha çağdaş bir
hal almış ve sinema filmlerinin desteklenmesi yolunda önemli adımlar atılmıştır.
35
3. BÖLÜM
YILMAZ GÜNEY’İN: HAYATI ve FİLMLERİ
3.1. YILMAZ GÜNEY HAYATI
Yılmaz Güney 1 Nisan 1937 yılında, Adana’nın Yenice köyünde dünyaya gelmiştir.
Babası bir ırgat başıdır. İlköğrenimini köyde tamamlayan Güney, maddi
imkansızlıklardan ötürü hem çalışıp hem de okumak zorunda kalmıştır. Bu yılların
izlenimleri ve sanatçının belleğinde yer etmiş görüntüleri, roman ve filmlerinde
(“Boynu Bükük Öldüler” adlı romanında ve büyük ölçüde otobiyografik bir film olan
“Umut”ta) derinlemesine anlatılmıştır. Orta ve lise öğrenimini Adana’da tamamlayan
Güney’in sinemayla ilk tanışması da bu yıllara rastlar. Lise ikinci sınıfta okuduğu
yıllarda, günde 7 lira yövmiye ile And filmin pursantaj memurluğu9 görevine
başlamıştır. 1955 yılında liseyi bitiren Güney (Bu yıllarda “Doruk” adında bir sanat
dergisi çıkaran Güney, 1955’te yazdığı bir hikayeden ötürü takibata uğrar [Güney 1999,
s. 16] ), ilkin Ankara Hukuk Fakültesi’ne kaydolmuş ve daha sonra Adana’ya dönerek
Dar Film’de çalışmaya başlamıştır. Şirketle çok bağlantısı olduğu için öğrenimini
İstanbul’da yapmayı isteyen Güney, daha sonra İstanbul İktisat Fakültesine
kaydolmuştur (Yalçın 1974, s. 17-18). Fakat 1955’te süren takibat ve mahkemenin
sonuçlanması (Başlangıçta yedi buçuk yıl ağrı hapis ve sürgün cezasına çarptırılır, daha
sonra temyiz kararı sonucu bu ceza bir buçuk yıl ağır hapis ve altı ay sürgün cezasına
çevrilir,) üzerine eğitimine devam edemez (Güney 1999, s. 16).
Daha sonra, sinemayla ciddi anlamda tanışan Güney’in ilk çalışmaları ayrı, ama genelde
iç içe yürüttüğü üç farklı kolda ilerleyecekti: Oyuncu, senaryo yazarı ve yönetmen
yardımcılığı. Atıf Yılmaz’ın Bu Vatanın Çocukları (1959) filminde senaryoya katkıda
9 Pursantaj memurluğu denilen şey sinemada yapımcıların sinema salonları sahipleri ile bilet fiyatlarının belli bir oranda paylaşılmasını sağlayan bir orandır ve Türkçesi –Fransızca bir kelimedir- yüzdelik anlamına gelir. (Atam 2008, s. 192)
36
bulunan ve başrol oynayan Güney, Alageyik’in (1959) senaryosunda Atıf Yılmaz ve
Halit Refiğ’e katılır ve başrol oyuncusu olarak filmde yer alır. 1961, yılında, yazdığı
“Üç Bilinmeyenli Eşitsizlikler Sistemi” adlı öykü ile “Komünizm Propagandası” yaptığı
gerekçesiyle bir buçuk yıl hapis yatar (Scognamillo 2003, s. 317).
Nevşehir cezaevindeyken “Boynu Bükük Öldüler” adlı romanı yazar ve “Orhan Kemal
Ödülü”nü alır. 1963’te senaryosunu yazdığı ve başrollerini oynadığı “İkisi de Cesurdu”
adlı filmiyle yeniden sinemaya döner. Fakat yediği “komünist” damgası yüzünden, film
piyasasını elinde tutan güçler tarafından boykot edilir. İstanbul sinemalarında
filmlerinin gösterimi engellenir. Bu durum karşısında Yılmaz Güney, taşraya yönelir.
Halk onu tutmuştur. Artık filmleri taşrada gişe rekorları kırmaya başlamıştır. Yılmaz
Güney, çok kısa zamanda film dünyasında fırtına gibi esmeye başlar. 1965 yılında
A’sından Z’sine kadar emek verdiği, hepsinde başrol oynadığı tam 21 film gerçekleştirir
(Güney 2000, s. 13). 1966 yılında ise Lütfi Akad ile birlikte senaryosunu yazdığı,
“Hudutların Kanunu” adlı film ile asıl büyük çıkışını sergiler (Özgüç 2005, s. 6).
1968 yılında ise, uzun zamandır planladığı “Seyit Han” ile yönetmenlik tasarısını
gerçekleştirir. Bu filmiyle artık Güney, iyiden iyiye kendini kabul ettirmiştir. 1970
yılında ise gerek kendi sinemasında gerekse de Türk Sinema’sında bir dönüm noktası
olan “Umut” filmini gerçekleştirir. “Umut” gizlice kaçırıldığı yurtdışında büyük ilgi
görür ve pek çok ödül alır. “Umut” yurtdışında gösterildikten sonra, Yılmaz Güney
hakkında, “devletin itibarını zedelediği” gerekçesiyle yeni bir dava açılır (Güney 2000,
s. 15).
Daha sonra çeşitli sebeplerden hapse giren Güney, gerek içerden senaryosunu yazdığı
gerekse de kendi çektiği filmlerle hem yurt içinde hem de yurt dışında büyük başarılar
yakalar. 1974 yılında çevirdiği Arkadaş filmi ile ideolojik temelli bir film yapan Güney,
1978 yılında, senaryosunu hapishanedeyken yazdığı, yönetmenliğini Zeki Ökten’in
yaptığı Sürü filmi ile de Locorno Film Şenliği’nde (1979-İsviçre) en iyi film- Altın
Leopar- ödülünü alır. Daha sonra 1981 yılında senaryosunu yine hapishanedeyken
yazdığı, yönetmenliğini Şerif Gören’in yaptığı Yol filmi ile Cannes film festivalinde
Altın Palmiye ödülünü kazanır. Artık Güney tüm dünyanın saygı duyduğu bir sinemacı
olmuştur.
8 Ekim 1981’de tutuklu bulunduğu Isparta Cezaevi’nden bayram iznine çıkan Güney,
arkadaşlarının yardımıyla Fransa’ya kaçar. Fransız hükümeti Güney’i siyasal mülteci
37
olarak kabul eder (Güzel 1994, s. 144-145). Burada da boş durmayan Güney, 1982
yılında Türkiye Cezaevlerini anlattığı “Duvar” adlı filmi gerçekleştirir. Aynı zamanda
bu film Güney’in son filmidir. Yakalandığı kanser hastalığının iyice ilerlemesi sonucu 9
Eylül 1984 yılında hayata veda eden Güney’in mezarı da Fransa’daki Pere Lachaise
mezarlığında bulunmaktadır. 47 yaşında hayata erken veda eden Güney, birçok filme
imza atmıştır. Bu filmlerle de, Türk Sineması’nın gelişmesine ve evrensel değerlere
ulaşmasına katkıda bulunmuştur. Peki, Yılmaz Güney sinemasında devlet nasıl temsil
edilmektedir? Bu soru bağlamında, aşağıda Güney’in filmleri analiz edilmektedir.
3.2.FİLMLERİ
3.2.1.Umut (1970)
ÖYKÜSÜ: Film, tren garı önünde müşteri bekleyen arabacılarla başlar. Bu
arabacılardan biri de Cabbar’dır. Cabbar’ın bakmakta olduğu yaşlı bir anası, beş çocuğu
ve bir de karısı bulunmaktadır. Fakat Cabbar’ın tüm geçim kaynağı eski bir araba ve
halen borcu devam etmekte olan iki sıska attır. Bu yüzden Cabbar’ ın uçan kuşa borcu
vardır. Alacaklılar her gün biraz daha sıkıştırmaktadır. Bir yandan da Belediye, atlı
arabaları kaldırmak istemektedir. Cabbar’ ın bu çıkmazdan tek kurtuluş umudu piyango
biletidir. Devamlı piyango biletine bakar fakat oradan da bir sonuç elde edemez.
Cabbar’ ın arabasına bir gün bir Mercedes çarpar ve atlarından biri ölür. Karakolda da
herhangi bir hak iddia edemeyen Cabbar’ ın kolu kanadı kırılmıştır. Zenginlerden borç
istemeye gider fakat bir şey elde edemez. Meyhanede çaresizlik içinde kıvranırken
Hasan ağa ile karşılaşır. Hasan ağa Cabbar’ a define arama işinden bahseder. Bu iş
içinde nefesi kuvvetli bir hoca olduğunu fakat tek eksiğin para olduğunu söyler.
Başlarda pek yanaşmayan Cabbar, başka umudu kalmayınca teklifi kabul eder.
Eşyalarını satarak parayı denkleştirir. Hoca, Cabbar ve Hasan ağa define aramaya
başlar. Fakat define bulunamayınca umutsuzluğa kapılan Cabbar, aklını oynatır.
Filmde, devletin temsiline nicel olarak bakıldığında; Filmin toplam çekim sayısı: 731;
İçerisinde devlet temsili bulunan toplam çekim sayısı: 78’dir. Bu 78 çekim
içerisinde devlet, kişi, kurum ve nesne olarak temsil edilmektedir. Buna göre;
• Kurum olarak temsiller; okul (8 çekim)- olumsuz, karakol (13 çekim)- olumsuz;
toplam 21 çekim
38
• Kişi olarak temsiller; öğretmen (7 çekim)- nötr, polis (12 çekim)- olumsuz;
toplam 19 çekim
• Nesne olarak temsiller; belediye sulama aracı (6 çekim)- nötr, Atatürk heykeli (2
çekim)- nötr, Sümerbank tabelası (1 çekim)- olumsuz, Türk Bayrağı (10 çekim)-
nötr, piyango bileti (19 çekim)- olumsuz; toplam 38 çekim.
Görüldüğü üzere Umut filminde “devlet” görüntüsel olarak kişi, kurum ve nesne gibi
değişik şekillerde temsil edilmektedir. Bu 78 çekimin 53’ü olumsuz, 25’i ise nötr’dür.
Güney, bu olumsuz temsillerle zengin-fakir sınıf ayrımına göndermelerde bulunmuştur.
Filmin Diyalogları’nda devlete ilişkin konuşmalara nitel olarak bakıldığında;
BİLET: Filmin tamamında toplam 4 defa biletle ilgili diyalog geçmektedir. Bu
diyalogların hepsi de birbirine yakındır. Bunların tamamında Cabbar, aynı bilete
defalarca baktırır. Baktırır, çünkü kendi okuma-yazması yoktur. Örnek bir diyalog
alınacak olursa:
CABBAR: Şu bilete bi bakıversene.
OTURAN İŞÇİ: Yok bir şey ağam.
CABBAR: Amorti de yok mu?
OTURAN İŞÇİ: Yok ağam.
CABBAR: Bana piyango numaralarını yazan bir gazete versene ağam.
Bu diyalog filmin ilk konuşma sahnesini oluşturmaktadır. Yani film adının tam tersine
gerçekleşmesi zor bir temsili umut’la, bir çelişkiyle başlamaktadır. Bu çelişki
Marksizm’ deki ilerletici unsuru temsil etmektedir.10 Bu çelişki yalnızca biletle değil,
aynı zamanda “define” ile de temsil edilmektedir.
Peki, nedir o zaman milli piyango bileti? Devletin kendi çıkardığı bir tür şans oyunudur.
Bu oyundan kazandığı paranın bir kısmını ikramiye olarak dağıtır, bir kısmını çeşitli
kuramlara aktarır ve kalan da vergi olarak devlete kalır. Yani bu tür şans oyunları, ne
kadar büyük ikramiye dağıtırsa dağıtsın, devlet hep maddi bir kar elde eder. Fakat bu
kar sadece maddiyat ile sınırlı değildir. Bir de olayın psikolojik boyutu vardır. Devlet bu
10Marksizm’de ilerletici unsur çelişkidir ve çelişkinin diyalektiğine göre, çıkışsızlık insanları belirli bir öncülük süreci içinde çelişkinin kendisini ortadan kaldıracak dinamiği de yaratabilir. (Atam 2008, s. 185)
39
sayede insanlara, hayallerindeki yaşamın anahtarını gösterir ve insanlar da buna
inanarak içlerinde bulundukları duruma bakmadan yeniden umutlanır. Yani ne kadar aç,
sefil bir hayatınız olsa da hep bir umut’unuz vardır ve asla isyan etmezsiniz. Zaten bu da
kapitalist sistemin temelini oluşturmaktadır. Yani devlet bu tür oyundan hem “maddi”
hem de insanları bir nevi baskı altında tutup onların isyan etmesini önleyen “psikolojik”
kâr elde eder.
Bu duruma en güzel örnek Cabbar’ın kendisidir. Cabbar günde kazandığı 10-15 lira ile
hem borçlarını ödeyip hem de ailesine bakamaz. Biletten çıkacak ikramiyeyi tek çıkar
yol olarak görmektedir. Bu sayede Cabbar’ın hep bir umut’u vardır. Ta ki piyangodan
bir şey çıkmadığından tam emin olana dek. Emin olunca “Senin bilet gibi…” diyerek
atar bileti. Ama o zamanda gerçekleşmesi zor başka bir hayal olan “define’nin” peşine
takılır. Bu gibi şans oyunlarının (filmde “define” de buna dahil) insanlar üzerinde
travmatik bir etkisi vardır. Önce insanlara bir hayal kurdurur, sonra bu hayal
gerçekleşmeyince insan hüsrana uğrar ve bu da kişinin psikolojisini olumsuz etkiler.
Cabbar da son umut kapısı olan “definede” de aynı hüsranla karşılaşınca gözleri bağlı
bir halde delicesine dönerek içine düştüğü kısır döngüyü somutlaştırır. Filmin sonunda
müthiş bir acılık vardır, sonuna kadar gerçekçi bir havada çekilen film, burada
gerçeküstü bir biçime bürünür ve karakterlerin gözleri kapalı kazdıkları bir çukurun
etrafında dönmeleriyle biter. Bu anlamda karakterimizin artık bilincini yitirdiğini ve
deliliğin eşiğinde olduğunu yalın bir şekilde verir, akıl dışına giden yol, çaresizliğin
basamaklarıyla çıkılan bir alana açılmaktadır. (Atam 2008, s. 185) Umut’u aramak için
çaresiz olmak gerekir. Bu anlamda Umut bir çaresizlikler filmidir.
DİRENİŞ: Umut filminde anlatılan olaylar her ne kadar Cabbar ekseninde gelişse de
alsında, film bütün arabacıların/yoksulların ortak sorununu gözler önüne sermektedir.
Yani Cabbar sayesinde parça-bütün ilişkisi kurularak diğer arabacılar hakkında da bilgi
sahibi olunabilir. Cabbar orada yalnızca kendini değil bütün arabacıları temsil
etmektedir. O zaman atlı arabaların kaldırılması bütün arabacıların ortak sorunudur. Bu
durumda arabacıların yapacağı tek şey birleşip bir eylem yapmaktır. Fakat işçilerin,
hakkını savunacak herhangi bir örgüt, sendika vb. bir kurum bulunmamaktadır. Bu da
filmde çok güzel gösterilmektedir. Direnişin gösterildiği ilk sahnede Cabbar, Hasan’a
bilet baktırmaktadır. Bu görüntülerin üzerine konuşmacının sesi fondan gelir:
40
SES: Arkadaşlar, büyük caddeleri bize yasaklıyorlar. Haklarımızı almamız
için birleşmemiz lazım.
Diğer sahne de bundan farklı sayılmaz:
KONUŞMACI: Arkadaşlar, yürüyüşümüzün amacı hak ve hukuklarımızı
korumak içindir. Bu haklarımızı birlik ve beraberlik içinde olursak alacağımıza eminim.
Biliyorsunuz ki her zaman için bizim ekmek kapılarımızı kapatıyorlar. Buna rağmen
biliyorsunuz ki her zaman için biz de bununla mücadele ediyoruz. Mücadelemize
haklarımızı alıncaya kadar devam edeceğiz.
KONUŞMACI: …Birlikten kuvvet doğar… Biz de birleşelim
arkadaşlar..Arabalarımızı kaldırmak istiyorlar, fakat bu kadar insanın neyle doyacağını
sormuyorlar. Bu arabalar kalkarsa ne yaparsınız, sorarım size arkadaşlar..
BİR BAŞKASI: Arkadaşlar, hepiniz beni can kulağı ile dinleyin.
Biliyorsunuz memlekette bir sürü işsiz, aylak geziyor. Bu kadar işsiz yetmiyormuş gibi
arabalarımızı ellerimizden alarak bizi de onların arasına katmak istiyorlar..
Görüldüğü gibi filmin tamamında direnişe dair sahnelerin hepsi bu kadardır. Eyleme
temsili bir Türk bayrağıyla gelen Cabbar, atı öldüğü için arabacılara bile katılamaz.
Eyleme bayrakla katılması da onun sınıf bilincinin olmadığının açık bir göstergesidir.
Devlet çağdaşlaşma adına bütün arabaları kaldırmak istemektedir, fakat arabacılara
herhangi bir alternatif sunmamaktadır. Zaten Türkiye gibi geri kalmış ülkelerde
çağdaşlaşma adına yapılan yenilikler hiçbir zaman halkı kucaklayamayan ve tepeden
inme bir özelliğe sahiptir, (Cabbar’ın sabah tren garı önünde arabasında yatarken geçen
sokak sulama aracı, arabacılar ile devlet çelişkisinin en güzel ironisidir). Bu durumda
devlet, arabacıları yok sayan onları “ötekileştiren” bir politika uygulamaktadır.
Sorulması gereken asıl soru şudur: Arabacılar bu durumdan kurtulmak için ne
yapmalıdır? Arabacıların tek çıkar yolu örgütlenip, çağdaş toplumun gereği olan
sendikalaşmaktan geçmektir. Bu sayede kanuni haklara sahip olup, seslerini
duyurabilirler. Fakat bu durum egemenlerin çıkarlarına aykırı olacağı için böyle bir
yapılanmadan söz etmek olası değildir. Bu durumu iyi bilen Yılmaz Güney filmde
direniş sahnesini bir “umut” teşkil etmediği için, kısa ve olabildiğince sade tutmuştur.
Onun yerine daha çok “umut” beslediğine inandığı bilet-define sahnelerine ağırlık
vermiştir.
41
OKUL: Cabbar, içinde bulunduğu zor duruma rağmen kızı Cemile’ yi okutmak
istemektedir. Onun okumasını, kendisi gibi cahil kalmamasını istemektedir. Çünkü
okullar, çağdaş, düşünen, sorgulayan bireyler yetiştirmektedir. Teorik olarak okulların
görevi budur. Fakat pratikte bunun tam tersi geçerlidir. Çünkü devlet kendi ideolojisini
topluma yaymak ve sistemin devamını sağlamak için okulların da içinde bulunduğu
“Devletin İdeolojik Aygıtlarını” kullanmaktadır.
Althusser’ e göre; eğer ilke olarak “egemen sınıf” ın devlet iktidarını elinde tuttuğunu
(tek başına ya da çoklukla olduğu gibi sınıf fraksiyonları ya da ittifakları ile),
dolayısıyla Devletin (Baskı) Aygıtını elinde bulundurduğunu düşünülürse, egemen
sınıfın DİA’ larda da etkin olduğu görülür. –Çünkü Devletin İdeolojik Aygıtlarında
gerçekleşen de bütün çelişkileriyle birlikte, sonuçta, egemen sınıfın ideolojisinin ta
kendisidir (Althhusser 2006, s. 66-67). Buradan yola çıkarak okullarda özgür bir eğitim
mekanizmasından söz etmek, Althusser’e göre biraz zordur.
Filmde geçen okulla ilgili diyaloga bakılacak olursa:
1. ÖĞRETMEN: Do you study English?
CEMiLE: Ee.. Yes I am..
ÖĞRETMEN: The answer is wrong. It must be, “Yes, I study English”
KADIN ÖĞRETMEN: How tall are you?
CEMİLE: I am fourteen years old.
E. ÖĞRETMEN: Yanlış, yaşını değil, boyunu sorduk sana kızım.
2. ÖĞRETMEN: Baban ne iş yapar Cemile?
CEMİLE: Arabacıdır efendim.
3. ÖĞRETMEN: Kaç kardeşsiniz?
CEMİLE: Beş kardeşiz hocam.
1. ÖĞRETMEN: Cemile çalışmamış, ne yapacağız seninle Cemile, ikinci
soruyu da bilemedin.
2. ÖĞRETMEN: Bir soru daha soralım.
1. ÖĞRETMEN: Soralım.
42
KADIN ÖĞRETMEN: Why didn’t you study?
Görüldüğü üzere Cemile kendisine yöneltilen sorular karşısında bir köşede sıkışmıştır.
Cemile çaresizlik içindedir. Hocalarının sahte acımalarına dayanamayan Cemile bu
sisteme sırtını dönerek ağlar.
Althusser’e göre DİA’ lar Devletin (Baskı) Aygıtından şu temel farkla ayrılırlar.
Devletin (Baskı) Aygıtı “zor kullanarak” işler, oysa DİA’lar ideoloji kullanarak işlerler.
Fakat salt ideolojik aygıt yoktur. Dolayısıyla, Kiliseler ve Okul, ceza, ihraç, seçme vb.
uygun yöntemlerle yalnız kendi çobanlarını değil, sürülerini de “yola getiriler”. Aile de
böyledir. Kültürel (tek bir örnek vermek gerekirse, sansür sayılabilir) DİA da… vb.
(Althhusser 2006, s. 65-66).
Filmde de Cemile, hem okul hem de aile DİA’ ları tarafından cezalandırılır. Eğitim
sistemi gereği Cemile, hocalarının sahte acımalarına rağmen sınıfta bırakılır. Ailesi
tarafından da sınıfta kaldığı için dayak yemek zorunda kalır. Bu da DİA’ların birden
fazla olmasına rağmen birbirleriyle uyumlu bir ilişki içinde olduğunun kanıtıdır.
KARAKOL: Karakol sahnesi UMUT filminin en çarpıcı sahnelerinden biridir.
Çünkü Yılmaz Güney’ in “devlet” anlayışını somut olarak en çok yansıtan sahnedir.
Cabbar’ ın annesi, beş çocuğu, karısı ve kendisinin geçimini sağlayan tek şey, eski bir
araba ve sıska iki attır. Bu yüzden Cabbar arabasına gözü gibi bakmaktadır. Fakat
Cabbar’ ın arabasına bir Mercedes çarpar ve daha borcunu ödeyemediği atlarından biri
ölür. Sorunu halletmek için karakola giderler.
KOMİSER: Ne yazdın?
POLİS: Akşam olmak üzereydi. Arabamı park etmiş, Sun sinemasının
gölgesinde bekliyordum. Sigaram bitmişti, sigara almaya gittim.
ZENGİN ADAM: Araba başıboş olunca atlar ürktü tabi. Karşıdan da
bisikletli gelince adama çarpmamak için…
CABBAR: Komiser Bey
KOMİSER: Kes lan. Ben bilirim arabacı milletini. Bütün kazaların sebebi
bunlar.
43
CABBAR: 1 dakika komiser.
KOMİSER: Kes lan. Kabahat sizde değil belediyede. Kaza sizde, pislik
sizde… Kaldırmadılar ki kurtulalım.
CABBAR: İyi ama komiser Bey benim atım öldü.
KOMİSER: Arabanı boş bırakırsan tabi ölür. Park yeri miydi orası?
CABBAR: Değildi. Gölgeydi.
KOMİSER: Her gölgede durulur mu lan!
Zengin adam komiserin kulağına “idare edin, barışalım. Fakirdir, garibandır.”
der.
KOMİSER: Bak beyefendi acıdı da sana davadan vazgeçti.
CABBAR: Ben davacıyım.
KOMİSER: Kes lan. Zaten size iyilik yaramaz. Adamın arabası ne hale gelmiş
görmedin mi? Bir defa arabanı park edilmeyecek yerde bırakıp kazaya sebebiyet
verdiğin için suçlusun. Adamın boğazına da sarılmışsın. Bunların hepsi suç.
CABBAR: Benim atım öldü komiser bey.
KOMİSER: Hala konuşuyor be. Atın şunu dışarı çabuk.
CABBAR: Komiser Bey.
KOMİSER: Komiserine başlatma lan. Yaz.Polis memurları Cabbar’ı yaka
paça dışarı atarlar.
Tüm bu diyaloglar geçerken sahne planına bakıldığına Cabbar ayakta beklemekteyken,
Mercedes sahibi zengin adam komiserin karşısında oturmuş, kendisine ikram edilen
ayranı içmektedir. Cabbar ise ezilmiş, devlet tarafından hiçe sayılan bir “öteki”
anlayışının gereği olarak ayakta bekletilmekte ve kendisini bile savunmasına izin
verilmemektedir. Güney, bu sahne ile zenginlerin ayrıcalıklı pozisyonlarına ve devletin
sınıfsal karakterine bir göndermede bulunmuştur.
Cabbar’ ın hakkını arayamadan zorla dışarı çıkartılması, polisin baskıcı ve zor kullanan
yüzünü bizlere göstermektedir. Althusser’ e göre Hükümet, İdare, Ordu, Polis,
Mahkemeler, Hapishaneler her türlü eylemin bastırılması ve denetim altına alınması için
44
kullanılır. Bu durum filmin karakol sahnesinde açıkça gösterilmekte ve tamamen
olumsuz bir “devlet temsili” çizilmektedir.
Umut filminde hem görüntüsel hem de diyalog olarak tamamen olumsuz bir “devlet
temsili” çizilmiştir. Bu temsillerin olumsuz olmasında Güney' in filmlerindeki
gerçekçilik, toplumsal olaylara ve sınıf mücadelesine olan eleştirel tavrı ve benimsediği
“devlet” anlayışı önemli rol oynamaktadır.
Yılmaz Güney’ in bütün filmleri gibi Umut da bizzat hayatından edinilmiş bilgi ve
tecrübeden hareket etmektedir. Filmin geneli kendisinin ve babasının hayatından izler
taşımaktadır. Fakat Güney sadece kendi hayatını anlatmakla kalmamış, yaşadığı
toplumun durumunu, sistemin yanlışlığını ve sınıf mücadelesi hakkındaki gerçekleri de
göstermekten kendini alamamıştır.
İnsanı sosyal siyasal-ekonomik-kültürel-psikolojik gerçekliği içinde bütün boyutlarıyla
ortaya çıkaran Umut, nesnel ve öznel gerçekliğin Türk sinemasında ilk kez bütünlendiği
gerçekçi bir başyapıttır. Filmde gerçek insan ile karşılaşılmaktadır (Battal 2006, s. 201).
Film bu yönüyle İtalyan Yeni Gerçekçi sinemasının Türkiye’deki ender
örneklerindendir (Yeni gerçekçi akıma mensup yönetmenler yaptıkları filmlerle o güne
kadar olan sinemasal gelenekleri alt üst etmişlerdir. Sinemayı sokağa taşımışlar, sıradan
insanı filme çekiliş sürecinde özne konumuna getirmeyi amaçlamışlardır. Bunu
yaparken sıradan oyuncular ve özensiz bir teknik kullanmışlardır) (Yılmaz 1997, s.
112). Fakat Güney Yeni Gerçekçilerin aksine Umut filmiyle içerik-biçim uyuşmasını
başarmıştır. Özellikle filmin ilk yarısından sonra görüntüler doruk noktasına
çıkmaktadır. Filmde kullanılan mekanlar, oyuncular son derece gerçekçidir. Filmin
herhangi bir karesi gündelik hayatta karşılaşacağımız türden doğal ve abartıya
kaçmadan sunulmaktadır. Bu sayede de Umut filminin gerçeklik etkisi bir kat daha
artmaktadır. Paris Sinemateki’ nde filmi izleyen Elia Kazan, Umut- gerçeklik ilişkisi
üzerine şu yorumu yapar:
…perdedeki adam, perdedeki aile için, onarların gelecekleri için
kaygılanmaya başladım. Film sona erdikten sonra endişelenmeye devam ettim.
Bu adama ne olacak, diye düşündüm. Ya çocuklar? Çocuklarına ne olacak? Bizim
çocuklarımıza, hepimizin çocuklarına?.. (Özgüç 2005, s. 16).
Umut filmi hem içerik hem de biçim bağlamında geleneksel Türk sinemasından ayrıksı
bir yerdedir. Bu ayrıksılık ona 1970 yılı Adana Altın Koza Film Yarışmasında en iyi
45
film, en iyi yönetmen, en iyi senaryo, en iyi erkek oyuncu, en iyi görüntü ödüllerini
getirmiştir. Fakat Güney’ in ideolojik yönü toplumsal sorunlara, yaşananlara, sınıf
mücadelesine eleştirel yaklaşımı onun sistemle ve sansür kuruluyla çatışmasına neden
olmuştur. Yurtiçinde bile gösterilmesi sakıncalı bulunan Umut, Yılmaz Güney
tarafından uluslar arası bir festivale gönderilmek istenmiştir. Fakat istediği izni bir türlü
alamayınca filmi yurtdışına kaçırtmıştır ve bu olayın sonunda da yargılanmıştır.11 Yurt
dışına kaçırılan Umut Cannes’ da gösterilir ve Grenoble Film Şenliği’ nde seçiciler
kurulunun özel ödülünü alır.
Genel olarak Umut filmi, Yılmaz Güney’ in ilk gerçek “arayış” filmidir. Bu arayış,
sanatçıyı –ve sonradan onu izleyenleri- daha doğal ve giderek doğalcı, daha nesnel ve
gözlemci olmaya ittiği gibi Türk sinemasında daha önce ender kullanılan belgeci
ayrıntılara, plastik malzemeye ve çevre/ insan ilişkilerinin düzenlenmesine yol açmıştır
(Scognamillo 2003, s. 324).
3.2.2. Arkadaş (1974)
ÖYKÜSÜ: Film, eskiden beraber okumuş iki Arkadaş olan Azem ve Cemil’in yıllar
sonra tekrar karşılaşması üzerine devam eden olaylar zincirini anlatmaktadır. Fakat
hiçbir şey eskisi gibi değildir. Dünün yoksul öğrencisi Cemil, zengin olup, karısı Necibe
ve yaşadığı çevreden kendisini soyutlayan baldızıyla mutlu bir yaşam sürmektedir. Bu
mutluluk Azem’ in ziyaretiyle etmesiyle bozulur. Çünkü iki arkadaş arasındaki ilişki
değişmiştir. Bu değişimin temelinde ise sınıf farklılıkları vardır. Gerek Cemil’in tavrı,
gerekse de karısı Necibe’nin kocasını aldatmasına dayanamayan Azem çaresizlik içine
düşer. Filmin sonunda bir silah sesiyle her şey noktalanır. İntihar eden Cemil midir,
yoksa Azem’in kafasındaki eski Cemil mi ölmüştür; bu son izleyiciye bırakılır. Güney,
11 * “Düne kadar süren sanat hayatım boyunca Türk sinemasını çağdaş seviyeye ulaştırmak ve bu etkili
sanatı Yeşilçam tahribinden kurtararak inançlarım doğrultusunda gerçekleştirmek için çaba harcadım.
Bu amaçla hareket ederken sansür bizim için bir cellat olmuş Umut filmi de girişimlerimizi engelleyen bu
güçlere karşı yapılmıştır. Sansür kararı karşısında başvurduğumuz Danıştay filmin yut içinde ve yurt dışında gösterilmesinde bir sakınca bulunmadığı kararını vermiştir. Umut Adana Film festivalinde ödül
kazandı. Uluslararası değeri olan bu filmi hiçbir ticari amaç gütmeksizin, yine uluslararası bir festivalde
başarı elde etme gayesiyle yurt dışına göndermeyi istedim. Filmin yurt dışına festivale gönderilmesi için
yaptığımız müracaatlar cevapsız bırakılınca biz de bu filmi yurtdışına kaçırttık. Bu bir suçsa, bu suçtan
ötürü verilecek ceza da bana şeref verecektir.” (Yılmaz 1975, s. 38-39)
46
bu olayların içinde köy ve kent arasındaki çelişkileri, kültür yaşamının farklılıklarını da
ortaya koyar.
Filmde, devletin temsiline nicel olarak bakıldığında; Filmin toplam çekim sayısı:
1093; İçerisinde devlet temsili bulunan toplam çekim sayısı: 4’dür. Bu dört çekim
filme görüntüsel anlamda “nötr” olarak yansımıştır.
Bu dört çekimi ise yoldan geçen “tank” ve “askeri araçlar” oluşturmaktadır. Filmde
somut olarak başka herhangi bir “devlet temsiline” rastlanmamaktadır. Fakat film genel
yapısı itibariyle en az “Umut” filmi kadar devlet eleştirisi içerir. Aralarındaki fark ise
“Arkadaş” filminde somut temsillere yer verilmemesidir. Film genel itibariyle ideolojik
bazlı ilerler ve bu yolla da sistem eleştirisinde bulunur. Bu yüzden filmde bazı şeyler
açıkça gösterilmektense, izleyicinin algısına bırakılır. Bu durumun oluşmasında, Yılmaz
Güney’in hapisten yeni çıkması, ağır sansür şartları ve filmin çekildiği 1974 tarihinden
üç yıl önce gerçekleşen 12 Mart 1971 Muhtırası etkilidir. Arkadaş filminin tek somut
“devlet temsili” olan “askeri araçların geçişi” de “Kıbrıs Barış Harekatı’na” açık bir
gönderme niteliğindedir.
Görüldüğü gibi “Arkadaş” filmi daha önce ele alınan “Umut” filminden biraz farklıdır.
Somut temsiler yerine, eğretilemenin ve diyalogların ön plana çıktığı bir filmdir
Arkadaş.
Filmin Diyaloglar’ında devlete ilişkin konuşmalara nitel olarak bakıldığında;
Yılmaz Güney Arkadaş filminde, alışılmışın dışında bir karakteri canlandırmaktadır.
Belirli bir orta sınıf davranışı içinde çizmektedir kendini. Karayollarında mühendistir.
Devrimci bir altyapısı yoktur, ama halkçı bir altyapısı vardır (Atam 2008, s. 188).
Önceki filmlere göre ideolojik anlamda daha çok bilinçlenmiş(!) bir karakteri
canlandırır. Güney, bu durumla ilgili şunları söyler:
“Dünya görüşümüzde, topluma bakışımızda değişiklikler oldu. Toplum,
sürekli bir değişim içinde bulunuyor ve ister istemez bu değişim, sinemaya da
yansıyor. Çalışan insanın, emekçinin filmini yapacağız. Topluma, insana dar
açıdan değil, geniş açıdan bakmak gereğini duyuyoruz. Sinema, kapsamı geniş
olduğu, çok insanı kavradığı için buna mecburuz. Sinema, sadece işçinin,
köylünün sineması değil, tüm sınıf ve tabakaların ve bunların değişiminin,
çürümesinin, kendi yok oluşlarının sineması olacak. Özünde emekçi halkımızın
çıkarlarını sağlayacak” (Battal 2006, s. 209-210).
47
Görüldüğü gibi Yılmaz Güney, bu konuşmasında, sınıf çatışmasını ele alacağını dile
getiriyor. Fakat olayı iki karakterle anlatmak yerine, filmin içine birçok karakter
sokuyor. Klasik bir başrol filmi gibi işlemiyor filmi. Hatta bazı sahnelerde kendi bile
olayların dışında sadece bir seyirci olarak kalıyor. Bu durumla ilgili şu sözleri dile
getirmiştir:
“Daha önceki bütün filmlerde Yılmaz Güney hikayenin içinde vardır ve
hikayenin gelişimini sağlar. Oysa adam burada sadece izleyici, bir yerden sonra
müdahalecidir. Arkadaş’ta küçücük bir sahneyi oynayan insan bile insandır.
Mutlaka bu verilsin ve üstünde durulsun istedik. Herkes kendi bölümünün başrol
oyuncusudur. “Arkadaş”’ı kısa bölümlerden oluşmuş bir bütün olarak
düşünebiliriz. Bazı olaylar vardır ki orada başrol oyuncusu figürandır, öyle
olmalıdır. Örneğin “Arkadaş”’ın randevuevi sahnesinde hakim unsur kadınlardır.
Orada Yılmaz Güney’in hakim olmasına olanak yoktur. Aynı şekilde de Sulukule
bölümünde de “Çingeneler” ön plana çıkarlar, başroldekiler figüranlaşır” (Coş-
Ayça 1974, s. 7, s. 18).
Açıklamalardan anlaşılacağı üzere “Arkadaş” filminde karakterler çok önemlidir.
Filmdeki sistem eleştirisi, karakterler üzerinden yapılmaktadır. Bu karakterlerin
odağında olumsuz olarak sunulan Cemil bulunmaktadır.
Cemil, Azem’in öğrencilik döneminden arkadaşıdır. Aralarında –kimi sürtüşmelere
rağmen- sağlam bir dostluk kurulmuştur. Ancak uzun bir süre birbirlerini
görmemişlerdir. Bu süre içinde Cemil sınıf atlamıştır, kendi insani özüne yabancı
birtakım değerler edinmiş; başkalaşmış, yozlaşmaya başlamıştır (Ergün 1978, s. 146).
Cemil, çöküşe iyice yaklaşmıştır. Azem’le Cemil’in dünyaya bakışlarındaki farklılık,
daha Sulukule’de geçirilen eğlence gecesinde başlar, (Bir tüketim malı haline dönüşmüş
kadın etine karşı davranıştaki farklılık) Cemil’ in Azem’i kendi çevresine sokmasından
sonra ise gelişir, büyür (Dorsay 1988, s. 83).
Cemil, Türkiye’de 1950 sonrası oluşan sosyal eşitsizliğin temsilcisidir ve de bir tek
karakteri de temsil etmez.12 “Kıyıkente’te yaşayan bütün zengin azınlığı temsil eder.
Cemil’in çürümesi, aslında, sosyal eşitsizliğe dayanan sistemin çürümesidir. Tüm film
boyunca Yılmaz Güney, Cemil’e yaşadığı hayatın yanlışlığından bahseder ve onu
12 “Özellikle 1950’den sonra Türkiye’de çok büyük değişmeler olmuştur. Bu büyük değişim içinde birtakım yoksul kökenli insanlar zenginleşmeye başlamışlardır. Para ile yaşayan insanlara özenmek, onlar gibi olmak zorunluluğu duyuyorlar. Cemil karakteri bu değişimin göstergesidir”. (Coş-Ayça 1974)
48
arkadaşlık bağlarıyla değiştirmek ister. Fakat Cemil ve diğer Kıyıkent sakinleri
hayatlarından memnundur. Burjuvazinin gizli çekiciliği onları tutsak etmiştir.
Azem: Mutlu musun, memnun musun hayatından?
Cemil: Memnunum tabi. Güzel bir işim, çok sevdiğim bir karım var, hiçbir
sıkıntım da yok.
Azem’in düşündüğü gibi, iyi niyetli bir dönüşümü onlardan beklemek sadece saf bir
iyimserliğin göstergesidir. Bu da Azem’in devrimci bir altyapısı olmadığının
göstergesidir. Filmde devrimci düşünceyi Semra temsil etmektedir. Azem ise küçük
burjuva dönüşümcülüğünün temsilcisidir (Ergün 1978, s. 146). Zaten filmde geçen
Semra-Azem diyalogu bu olayı açıklayıcı niteliktedir:
Semra: Cemil konusunda seninle aynı kanıyı paylaşmıyorum. Cemil,
çürümenin, yozlaşmanın en yoğun biçimini yaşıyor. Bence kurtuluşu mümkün değildir.
Boşuna çaba harcıyorsun.
Azem: Arkadaşım bu adam. Onu o bataklığın içinde bırakmak içimden
gelmiyor.
Semra: Bakalım onun için de bataklık mı orası? O, yaşadığı hayattan
memnundur. Sonra niye değişsin Cemil, niçin değişsin? Bence senin tavrın yanlıştır
arkadaş. Adamı kendi haline bıraksan daha iyi edersin. Çünkü bir adamı şartlarından
soyutlayıp düşünemezsin. Onun şartları yaratmıştır bugünkü Cemil’i ve ancak
şartlarının değişimiyle Cemil’in değişimi mümkündür. Fakat senin anladığın gibi bir
değişimi Cemil’den beklemek yanlış olur. Cemil, kurtulmayacaktır. Sonra Cemil’le
uğraşmak bizim işimiz de değildir. Kimdir bugün Cemil: Sınıf değiştirmiş, bozulmuş,
çürümüş bir adam. Biraz gerçekçi ol, eski alışkanlıklarından kurtul. Sınıf açısından bak
olaylara.
Azem: O da özünde bir köylü değil mi?
Semra: Şimdi değil. Biz kimlerle uğraşmamız gerektiğini iyi
saptamazsak, yanılgı ve yenilgi bizim için kaçınılmaz olur. Biz her adamı doğru yola
getiremeyiz arkadaş. Elimizde değil bu.
49
Filmin devamı Semra’yı doğrulayıcı niteliktedir. Cemil, beklenen değişimi
gerçekleştiremez. Semra olaylara sınıfsal açıdan bakmaktadır ve çareyi de işçi sınıfının
bilinçlenmesinde bulmaktadır.
Asıl önemli soru işçi sınıfının bilinçlenmesi nasıl olacaktır? Filmin büyük bir
bölümünün geçtiği Kıyıkent, devletin pazar mekanizmasının işlediği bir yerdir. Yani
devlet kendi eliyle yarattığı zenginleri, aynı zamanda sistemin devamı için de
kullanmaktadır. Onların daha çok tüketmesini sağlayarak, paranın sürekli dolaşmasını
sağlamaktadır. Bu yüzden de filmin bazı karelerinde araya bilinçli olarak reklam sesi
(Garanti Bankası), Cemil’in kullandığı ürünlerin markası girmektedir. Aslında
eşitsizliğe dayanan bu yapının meşrulaşmasını, “devlet” sağlamaktadır. Kıyıkent
zenginleri “ayrıcalıklı azınlığı” (Yaylagül 2006, s. 97) oluşturmaktadır. Bu durumda
ayrıcalıksız çoğunluğu kim oluşturmaktadır? Kıyıkent’te yaşayan işçiler. Gramsci bu
yapıyı “hegomonya”13 olarak adlandırır. Bu düzenin değişmesi de işçilere bağlıdır.
Semra da diyaloglarda izleyiciye bunu anlatmaktadır.
Filmde emekçileri Halil temsil etmektedir. Halil, Semra’nın arzuladığı doğrultuda
dönüşümü gerçekleştirecektir, fakat bunun yolunu bilmemektedir. Halil, ortaokul
mezunu bir hizmetçidir. İçinde bulunduğu durumun haksızlığının farkındadır fakat
kurtuluş yolunu bilmemektedir. İçindeki intikam duygusunu zenginlerin camlarını
kırarak, arabaların lastiklerini patlatarak bastırmaya çalışmaktadır. Ama bu, çare
değildir. Asıl çare, emekçi sınıfın bilinçlenmesindedir. Bu yüzden Halil’i gören Azem,
polise şikayet yerine ona doğru yolu gösterir.
13“Hegemonya; egemen sınıfın, karşıt gruplar üzerinde uygulayacağı egemenlik demektir. Bu bir yandan rızaya, bir yandan zorlamaya dayanır. Ancak bu süreç kendi içerisinde direniş ve mücadeleleri de barındırı.” (Gramsci 2007, s. 31)
50
Azem: Niye camları kırıyorsun Halil?
Halil: Bilmiyorum. Kin var içimde.
Azem: Cam kırınca geçiyor mu?
Halil: Bir hafta on gün rahat ediyorum. Sonra yeniden doluyor içim
duramıyorum.
Azem: Cam kırmakla, lastik patlatmakla hiçbir şey değişmez Halil. Bak sen
genç bir adamsın. Önünde koca bi hayat var. İstersen hayatının akışını değiştirebilirsin.
Halil: Nasıl?
Azem: Niye saç uzatıyorsun Halil?
Halil: …
Azem: Sana bir kitap vereceğim Halil. İlk başta zor gelebilir.
Anlayamayabilirsin. Anlayacaksın. Çok okumalısın Halil. Çok okumalısın.
Görüldüğü gibi, Cemil de aradığını bulmayan Azem, Halil’de bulmuştur ve bu sayede
Kıyıkent’in diğer emekçilerine de ulaşmıştır. Kıyıkent emekçilerinin gerçek, sağlıklı,
geleceğe dönük dünyasına sığınmıştır. Bir pencere açılmıştır (filmin unutulmaz karesi,
gerçek bir eğretileme örneği) yeni bir dünyaya. (Dorsay 1988, s. 84) Bundan sonra
Azem filmin sonuna kadar emekçilerle çeşitli konuşmalar yapar. Doğal olarak bu,
kasabanın zenginlerini oldukça tedirgin eder. Çünkü kendi burjuva hayatlarının devamı,
emekçilerin cahil kalmasına, aralarında bir dayanışma olmamasına bağlıdır. Bütün yapı,
bunun üzerine kuruludur. Egemen güçler, ellerinde bulundurdukları ideolojik aygıtlarla
(okul, sendika, din) alt tabakanın zihnini çeler ve baskı aygıtlarıyla da (polis, asker,
hapishane) onları sürekli kontrol altında tutar (Althusser 2006, s. 66-67). Filmdeki asker
araçların geçiş sahnesini sadece işçiler izlemektedir ve bir işçinin tedirgin bakışları
yakın planda gösterilmektedir.
Bundan sonra Azem, “halk aydını” kimliğine bürünür ve emekçileri bilinçlendirmeye
çalışır. Bunda da başarılı olur. Filmin sonunda bir arkadaşlık biter, Cemil gerçek mi
hayal mi olduğu kesin olmayan biçimde intihar ederken, (yozlaşmanın kaçınılmaz sonu
yok olmaktır) Azem, tarihin yeni bir sabahının alacakaranlığında, yeni bir arkadaşlığı
yeni bir ittifakı gerçekleştirir, Halil’in elini eline alır (Dorsay 1988, s. 84). Filmin
sonunda saçları kesilmiş bir biçimde karşımıza çıkan Halil, Semra’yı doğrular. Böylece
51
rejisör Yılmaz Güney’in vermek istediği temel espri somutlaşmış, devrimci
dönüştürümcülüğün, küçük burjuva dönüşümcülüğüne baskınlığı belirlenmiştir (Ergün
1978, s. 150). Bu sayede Güney’in filmin sonunda vermek istediği mesajı da
somutlaştırır. Cemil’in karısından tokat yedikten sonra Azem’in verdiği cevap, devrim
umudunun habercisidir. Tıpkı Fidel’in hapislik ve işkence yıllarında söylediği “tarih
bizi haklı çıkaracaktır”, (mahkemede söylediği ünlü sözü gibi,” Bir gün mutlaka bu
tokadın hesabını soracağız” der (Atam 2008, s. 188) ve kurtuluşun işçi sınıfının
bilinçlenmesinde olduğunu vurgular.
Böylece Azem, Felini’nin “Dolce Vita”’sında, azgın Roma burjuvasinin çöküşünü
algıladığı bir sabah, bir sahilde yalnız kalan gazeteci veya Visconti’nin “Leopar”’ında
bütün gece süren bir balonun sabahında kendi sınıfının, aristokrasinin çöküşünün
bilincine varan Prens Salinas gibi, bir olay gününün ertesinde değişimi algılar,
geçmişten kopar… Ama umutsuz bir kopuş değildir bu, çünkü yeni bir arkadaşlık, yeni
bir ittifak (halkçı aydın/emekçi ittifakı) gerçekleşmektedir… (Dorsay 1988, s. 84).
Arkadaş, temelini oluşturan özünü, seyirciye kolayına teslim etmeyişi, onu düşünmeye
iteleyişi ve hepsinden önemlisi de bu özün niteliği ile olumlu, ileriye dönük, yeni bir
çizginin ilk harfi olma niteliğine sahip bir filmdir. Gerek yapısı gerekse örgüsü ile
sinemamıza bir çok yenilik getirmektedir (Ergün 1978, s. 160). Film, her şeyden önce,
Türk Sinemasının alışılmış anlatım biçimi olan “özdeşleşmeyi” iterek
“yabancılaştırmayı” ön plana almaktadır (Coş-Ayça 1974, s. 6, s. 18). Sinemamızda,
giderek tüm ticari batı sinemasında alışılmış olan öykü/entrika/gerilim kalıplarını bir
çırpıda parçalayan, yaşamın gerçek yüzünden, toplumsal gelişkilerin heyecan verici
canlılığından yararlanan, yepyeni bir öze, yepyeni bir iç-yaşam’a kavuşan başka türlü
bir filmdir (Dorsay 1988, s. 84).
Bu farklılıkla ilgili olarak Güney, bir konuşmasında şunları söyler: “Bugüne kadar Türk
Sineması’nın belirli bir mantığı vardı. Bu mantık, dramatik bir yapıyı gerektiriyordu. Bu
yapıya göre, hikayede bir takım tek yanlı insanlar vardı. Örneğin insanlar iyidir ya da
kötüdür; kızlar vardır sevilir, kızlar vardır sadece kötülük yapar; mutlaka olumlu
kahraman niteliğinde “star” bulunur vb. yani kalıplaşmış, klişe bir takım tipler… Oysa
biz “Arkadaşa”’a bakarken hayatın akışı içinde insanlar neyi yapıyorlarsa onları kendi
doğallığı içinde yansıtmaya, bu kalıplardan kurtulmaya çalıştık (Coş-Ayça 1974, s. 6, s.
18).
52
Türk Sinemasından bu denli ayrıksı bir filmin oluşmasında, Yılmaz Güney’in gözlem
yeteneği çok önemlidir. Ancak gözlem iyi bir sanat eseri yaratabilmek için tek başına
yeterli değildir. Sanatçı, hayatın kopyacısı değildir, çünkü dünya görüşü ve sanatsal
kaygılarıyla birlikte, gözlemlerini yorumlar, bir senteze varır (Güney 1999, s. 55). Yani
bir öz-biçim birlikteliği söz konusudur. Arkadaş filminin biçimsel yapısına
bakıldığında, özle-biçim uyum içindedir. Kamera gösteren pozisyonundadır. Seyirciye
köy-kent görüntülerini sunarken bir taraf tutmaz, takdiri izleyiciye bırakır. Var olan
sosyal eşitsizliğin göstereni konumundadır. Karşılaştırmalı görüntüler üzerine yapılan
“paralel kurgu” ile de izleyicinin olaylar üzerine düşünüp, karar vermesi kolaylaşır.
Yani Arkadaş, zıtlıkları içinde barındıran devrimci bir filmdir. Çürümüş burjuvazi- geri
kalmış köy yaşamı zıtlığına aydın/emekçi birlikteliği ile cevap verir. Güney, bu filmiyle
de egemen güçlere karşı bir tehdit oluşturmakta ve halkın yararına filmler yapmaya
devam etmektedir. Bu film aynı zamanda Yılmaz Güney’e “1975 Antalya Film
Şenliğinde En İyi 2. Film” ödülünü getirmiştir.
3.2.3. Sürü (1978)
ÖYKÜSÜ: Film, Siirt dağlarında yaşayan Veysikan ve Halilhan aşiretlerinin çatışması
çerçevesinde Veysikan’ların çöküşünü ve dağılışını anlatıyor. İki aşiret eskiden beri
birbirlerine düşmandır. Şivan, Berivan’ı sevmiş ve almıştır Halilhan’lardan belki
düşmanlık biter diye. Fakat Berivan, Şivan’a bir çocuk verememiştir. Şivan’ın babası,
aşiret ağası Hamo hiç inanmamıştır barışa. Öfkesi her geçen daha da artar Berivan’a.
Şivan Berivan’ı tedavi ettirmek ister, fakat Hamo ağa izin vermez.
Aşiretin tek geçim kaynağı hayvancılıktır. Aşiret üyeleri, parası önceden alınmış bir
sürüyü Ankara’ya götürmek zorundadırlar. Kışı geçirmek için tek çareleri budur. Şivan
Berivanı’da sürüyle beraber Ankara’ya götürür tedavi için. Fakat yolculuk ilerledikçe
bu iş gittikçe umutsuzlaşır. Ankara’ya vardıklarında sürünün önemli bir kısmı ölür ve
Berivan’da yaşamını yitirir.
Filmde, devletin temsiline nicel olarak bakıldığında; Filmin toplam çekim sayısı:
1406, İçerisinde devlet temsili bulunan toplam çekim sayısı: 325’tir. Bu 325 çekim
içerisinde devlet, kişi, kurum ve nesne olarak temsil edilmektedir.
53
• Kurum olarak temsiller; hastane (6 çekim)- olumsuz
• Kişi olarak temsiller; asker (9 çekim)- nötr, polis (9 çekim)- nötr, TCDD
görevlileri (31 çekim)- olumsuz: Toplam 49 çekim
• Nesne olarak temsiller; tren (261 çekim)- olumsuz, Atatürk heykeli (4 çekim)-
nötr, Anıtkabir (3 çekim)- nötr, bayrak (2 çekim)- nötr : Toplam 270 çekim.
Görüldüğü üzere Sürü filminde “devlet” görüntüsel olarak kişi, kurum ve nesne gibi
değişik şekillerde temsil edilmektedir. Devlet bu 325 çekimin 298’inde “olumsuz”,
27’sinde ise “nötr” olarak temsil edilmiştir. Güney bu olumsuz temsillerle çürümekte
olan feodal düzeni ve düzen içinde sıkışan insanların durumunu eleştirel bir biçimde
yansıtmıştır.
Filmin Diyaloglar’ında devlete ilişkin konuşmalara nitel olarak bakıldığında;
Sürü filmi “feodal düzenin” özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde
süregelen altyapısal ve üstyapısal süreçlerin son noktaya ulaştığı bir dönemin dramını
anlatır. Feodalizmden kapitalizme geçişin kıskacına yakalanmış kişilerdir Sürü’nün
kahramanları (Dorsay 1988, s. 125). Bu yüzden karakterler çok önemlidir. Bu
karakterler arasında da Hamo Ağa önemli bir yer tutar. Çünkü feodal düzenin en katı
temsilini o oluşturmaktadır. Köklerine sıkı sıkıya bağlıdır ve düzenin değişmesini
istemez. Bu değişmeme isteği yeniliğe karşı olduğundan değil, egemenlik iddiasını yeni
toplumsal örgütleniş modeline uyarlayamamasından kaynaklanmaktadır. Filmde,
traktöre uzun uzun baktığı sahne, tarımda makineleşmenin, yani, kapitalist düzenin
karşısında bir çaresinin olmadığının göstergesidir.
Hamo Ağa ataerkil düzende ailenin en büyüğü olduğundan aynı zamanda ailenin
reisidir. Bu yüzden ailede bir tek onun sözü geçer. Diğerleri sadece ona itaat etmek
zorundadır. Yani ataerkil düzende kadın kadar erkek de çaresizdir. Kadın erkek
karşısında, erkek de aşiretin reisi karşısında söz söyleyemez. Ailede tek sözü geçen,
onlara sürü gibi hükmeden ailenin en büyük erkeğidir. Fakat Hamo Ağa’nın bu
hükümranlığı şehre yaklaştıkça son bulur. Çünkü bu andan itibaren feodalizm ve feodal
yaşam biçimi yerini, kapitalizmin paylaşmadan uzak, bireysel çıkarların ön plana çıktığı
sistemine bırakır.
Hamo Ağa bunun sancısını daha yolculuğun başında yaşar. Koyunları Ankara’ya
götürmek için trene yüklerken, TCDD görevlileri rüşvet olarak koyun ister. Başka çaresi
54
bulunmayan Hamo Ağa koyunları verir. Fakat görevliler kendilerine bedavadan verilen
koyunları az bulup, daha fazlasını almak için sürüye bilerek zarar verirler:
Görevli: Senin göçerler cimrinin Allahı; utanmadan bir koyun verdiler
ikimize.
Makinist: Öyleyse bunlara küçük bir ders verelim ki akılları başlarına
gelsin.
Makinist frenlere asılır.
Hamo Ağa: Allahtan korkmaz peygamberden utanmazlar. Mahsus yapıyorlar,
rüşveti az buldu dinsizler. Koyunları kıracaklar koyunları.
Şivan- Çok kötü oldu baba. Makinistler bizi mahvetti. 6 koyunun ayağı kırılmış,
birkaçının da kemikleri.
Hamo Ağa: Allah vekil bu makinistler mahsus yapmışlardır.
Şivan: İstedikleri kadar kavurmalık koyun alamadıkları için.
Hamo Ağa: Bunların yüreklerinde şuncacık insanlık kalmamıştır. Millet
soyguncu, vurguncu kesilmiştir. Biz eskiden eşkıyaları dağda bilirdik. Şimdi düzdekiler
eşkıyaların piri olmuşlar.
Görüldüğü gibi yeni yapılanmaya başlayan kapitalist sistemde fırsatını bulan herkes,
karşısındakinden kâr elde etmeye çalışmaktadır. Çünkü sistemin temeli eşitsizliğe ve
fırsatçılığa dayanmaktadır. Trende ayakkabısı çalındığı için yalınayak giden adam, topal
bir fahişenin Silo’nun parasını çalması hep aynı zihniyetin ürünüdür. Çevrede bu kadar
hırsız varken, sadece devrimci bir ozanın askerler tarafından tutuklu olarak trene
bindirilmesi de durumunun ironikliğini gözler önüne sermektedir.
Diğer önemli karakterler ise Berivan ve Şivan’dır. Berivan, doğurmaya çalıştığı üç
çocuğunun da ölmesi ve ailenin dışlaması sonucu susmayı tercih etmiştir. Doğuştan
dilsiz değildir, fakat tek başına konuşsa da bir şeyleri değiştirmeyeceğinden
susmaktadır. Berivan’ın kocası Şivan ise, onun bu suskunluğunu çözmek için her yolu
dener, önce yalvarır olmayınca tekme-tokat döver bile. Fakat tüm bunlar Berivan’ın
ağzından bir tek kelime bile çıkarmaya yetmez. Berivan burada metonimik14 bir öğe
14 Metonimi (düzdeğişmece): Bir parçanın bütünü temsil etmesi, onun yerini alması. (Fiske 2003, s. 127)
55
olarak kullanılmıştır. Berivan aslında kendi gibi ezilen, bireysel bir çabayla hiçbir çıkış
yolu olmayan (filmin sonuna kadar direnir, fakat yine de hayatını kaybeder.) bir sınıfı
temsil etmektedir. Filmde kadın sorunu sınıf sorununa indirgenmiştir. Bunu da
Güney’in şu sözlerinden anlıyoruz:
“Benim için sorun, sadece kadın sorunu değil, aynı zamanda kadın erkek sorunudur
da. Çünkü ezilen sadece kadın değil erkektir de. Ve asıl ezilen kadın değil erkektir. Bir
erkeğin kadını ezmesi, ona baskı kurması kendisinin baskı altında olmasının ifadesidir.
Kadının kurtuluşu, sınıfın, ezilen sınıfın kurtuluşu ile mümkündür. Ezilen sınıf işçi
sınıfıdır ve burada belirleyici güç erkeklerdir. Erkeklerin belirleyici olduğu bir sınıfta
önce erkekler sonra kadınlar kurtulacaktır. Sorunu aydın şematizmi içinde ele
almamalıyız. Kadının kurtuluşu, ezilen sınıfların (yani işçi sınıfı ile köylü sınıfının)
kurtuluşuna bağlıdır” (Aktaran, Güzel 1994, s. 16).
Şivan ise Berivan’ı çok sever ve iyileştirmek ister. Bunun için bütün film boyunca
çırpınır durur. Fakat Berivan doktora muayene bile olmaz. Şivan, Berivan’ı tedavi
ettirmek için Ankara’ya götürür sürüyle beraber. Şivan için Ankara, umut yoludur.
Ankara’ya vardığında ise sürekli olarak Berivan’a Ankara Marşı’nı söyler. Fakat
Ankara onlar için umudun sonu olmuştur. Çünkü Ankara, eşitsizliğin, düzensizliğin
başkenti olmuştur. İnsan hayatı ayağa düşmüştür. Sadece devrimci bildiri taşıdığı için
öldürülen bir insan da buna güzel bir örnektir. Zaten şehir yaşamının eşitsizliğini
vurgulamak adına gösterilen görüntüler (şehirden kareler ve gecekondu yerleşimi)
durumu açıklamaktadır. Sürü’nün Ankara sokaklarında dolaşırken diğer insanların
şaşkın ve alaycı bakışları, düştükleri öteki konumunu da iyice perçinlemektedir. Asıl
önemli taraf ise meydanda gösterilen Atatürk Heykeli’dir. Çağdaşlığın ve halkçı bir
yaşamın kurucusu olan Mustafa Kemal Atatürk, değişen bu toplumu izlemektedir. Bu
sayede Güney, yaratılan çağdaş yaşamın sadece belirli bir azınlık için olduğunu, eşitlik
kavramının sadece teoride kaldığını ironik bir biçimde göstermeye çalışmıştır.
Şivan, bırakın Ankara’da umudu bulmayı, daha Berivan’ı muayene ettirmek için devlet
hastanesinden sıra bile alamaz. Bunun üzerine özel hastaneye gider. Yani bu sistemde
insanca yaşamak, cebinizdeki para miktarına bağlıdır. Tüm bunlara rağmen kimsenin
sesi çıkmaz. Aslında “sürü” filminin tüm karakterleri suskundur. Sürü, insanların
sefaletlerinin yanı sıra, cehaletlerini de anlatır. Yani çözümlenmesi gereken yalnız
yaşamsal şartlar değil, komple bir zihniyettir. Mağarada bulduğu Urartu kalıntılarını
yok pahasına satan (Bir kilo lokumla bir kilo kuru üzüm), sonra bütün parasını üstelik
56
topal bir fahişeye kaptıran bir çocuk, sırf doktor onu ellemesin diye, kocasının ısrarları
üzerine bile muayene olmayı reddedip, göz göre göre ölüme giden genç bir kadın,
kaderleri çoktan belli bir kalabalık. Yani asıl sürü buradadır. Ortada Doğu-Ankara
yolculuğunda, parasızlıktan, hastalıktan ve nice sefaletten telef olmuş bir sürü ve aynı
şekilde yaşam yolculuğunda benzer şartlardan çoktan ölmüş başka bir sürü. Peki, o
zaman kurtuluş nasıl olmalıdır? Güney, tıpkı “Arkadaş” filminde olduğu gibi, bu
filminde de bir devrimci karakter koyarak, kurtuluş yolunu bizlere anlatmaktadır. Bu
aynı zamanda bizlere filmde anlatılmak istenler ve filmin ideolojisi konusunda ışık
tutmaktadır.
Kapıcı: Burada hayat başka. Yine zengini zengin fakiri fakir ama yine de
başka. Buranın zengini bizim oranın ağasına benzemez.
Kapıcı: Burada işler rahat olur. Adamını bulursun, rüşvetini veririsin. Sen
meraklanma mutlak bir yolunu buluruz.
Kapıcının oğlu: Bu dediğin yol değil baba.
Kapıcı: Sen her zaman işi karıştırırsın zaten.
Devrimci çocuk: Karışık değil, çok açık. Bak şimdi; evin yok, işin yok,
doktorun yok, beni yıllarca okutacak paran yok, toprağın yok. Şivan abim de öyle. Bu
yoklukların temelinde ne var peki? Milyonlarca insanın çalışan, namuslu, emekçi
insanların hiçbir şeyi yok. Üç-beş kişinin milyonları, milyarları var. Milyonlarca
emekçinin çalıştığı nereye gidiyor. Kim böyle kurmuş bu işi. Diyeceğim baba, buranın
zengini de, oranın ağası da hepsi bir.
Görüldüğü gibi devrimci çocuk durumu özetlemektedir. Ortaya bütün sorunları
koymaktadır. Yani sömüren sınıfın değişmediğini ve işgücü-emek sömürüsünün her
yerde olduğunu vurgulamaktadır. Yılmaz Güney diğer filmlerinde olduğu gibi, bu
filminde de toplumun sınıfsal yapısı temel sorunu teşkil etmektedir (Toplumda var olan
ayrıcalıklı azınlık ve ayrıcalıksız azınlık grupları,) (Gramsci 2007, s. 31).
Filmin ilerleyen karelerinde devrimci çocuğun diğer konuşmaları da bu fikri destekler
niteliktedir.
57
Kapıcının Şivan’a yeni yapılan evleri hayran hayran anlatması üzerine:
Kapıcının oğlu: Yine daldın baba... Bu dediğini zor yaşatırlar adama. Kimler
yaşıyor bu anlattığın evlerde söylesene. Sen mi, Şivan abi mi? Toplumda sınıflar,
çalışan emekçi sınıflar ve bir de çalışılan hakim sınıflar, burjuvalar, sermayedarlar… Bu
adamlar nasıl yapıyorlar sermayelerini? Seni, onu, emekçi sınıfları çalıştırıp
sömürerek…
Bu diyalog da sınıf sömürüsünün olduğunu desteklemektedir. Peki, bu yapının
kırılması, eşitliğin sağlanması için ne gerekmektedir? Tıpkı “Arkadaş” filminde olduğu
gibi burada da çare, emekçi sınıfın birlikteliğindedir. Filmde de bunun somut göstergesi,
Şivanlar ve yanında kaldıkları ailenin halk gazinosuna eğlenmeye giderken, devrimci
çocuğun “Çakırören köyünde” mitinge gitmesidir. Alt tabakanın gazinoda eğlenme
sahnesi önemlidir. Çünkü bu eğlencenin temelinde burjuvazinin, egemen sınıfın; emekçi
sınıfı uyutmak, onları sorunlarından uzaklaştırmak gibi bir amacı vardır. Aslında alt
tabaka eğlenceleri, egemen sınıf için bir silahtır (2004 yılında İstanbul'da
gerçekleştirilen bir araştırmaya göre varlıklı toplum kesimleri haber, yoksul aileler ise
yerli diziyi öncelikle izlemeyi tercih ediyor).15 Emekçi kesimin onca sorunu varken,
gazinoda güldüğü esprilere bakınca, bu silah gerçekten de işlemektedir. Netice itibariyle
bu tip niteliksiz, popüler kültür ürünleri, işçi sınıfının kendi sınıf bilincinin gelişmesini
engelleyerek, onlara egemen yapının yeniden üretilmesini ve egemen sınıfın
hegemonyasını tesisi edecek popüler zevk ve beğenilerle donatır (Korkmaz 2008, s.
177).
Sürü filmi, genel anlamda Doğu Anadolu’nun bağrından kopup Ankara’ya gelen bir
grup insanın dramını anlatır. Bu insanlar tıpkı diğer Yılmaz Güney filmlerinde olduğu
gibi devletin ötekileştirdiği insanlardır. Fakat bu insanların diğer filmlerindeki
(Hudutların Kanunu, Umut, Arkadaş) insanlardan farkı, Kürt olmalıdır. Aslında film
görüntüleriyle, kahramanların adlarıyla, müzikleriyle Kürtleri anlatan bir filmdir. Baştan
sona Kürtlerin hayatına ve hikayelerine dönük olan Sürü’de Kürtlere hiçbir gönderme
yoktur, yalın anlatımıyla salt Kürtler vardır (Yücel 2008, s. 155-156). Fakat
kahramanlar Kürtçe konuşmamaktadır. Filmin geneline bakıldığına insanı saran
gerçeklik duygusunu bozan tek engel de budur. Ancak filmin çekildiği 1978 döneminin
siyasal hayatına bakıldığında kahramanların Kürtçe konuşması imkansıza yakındır. Bu
15 http://www.kenthaber.com/Haber/Genel/Normal/zengin-haber-yoksul-yerli-dizi-izliyor/haber_13888
58
durumla ilgili olarak Yılmaz Güney, Chris Kutschera’nin kendisiyle yaptığı bir
röportajda şunları söylemiştir: “Bütün yönetmenlik yaşamım boyunca düşüncelerimi
belirtmek için sürekli olarak dolaylı araçlar kullandım ve çok açıkça itiraf etmeliyim ki
bugüne kadar ki çalışmalarımda istediğim her şeyi ifade edemedim, filmlerimin özü
veya tarzı anlamında. Bu çalışmalarımdaki egemen olan uzlaşmadır.
Sürü filmi aslında Kürt halkının tarihidir ama filmde Kürt dilini bile kullanamadım:
eğer Kürtçeyi kullansaydık filmde rol alan herkes cezaevine gönderilirdi” (Kutschera
1983). Görüldüğü üzere Yılmaz Güney bütün zorluklara, engellemelere rağmen Türk
Sinemasının en önemli filmlerinden birini gerçekleştirmiştir.
Sürü filmi edebi yapısıyla, sinemasal çalışmasıyla, yerel öğelerin, çadırların, giysilerin,
türkülerin, sazların kullanımıyla şaşırtıcı, sarıcı, destan boyutlarına ulaşan ve destansal
anlamında “epik” bir sinema örneğidir (Dorsay 1988, s. 125-126). Doğu ile batı
arasındaki fark, ilk kez bu denli sanatsal anlatılır. Gerek Güney’in öyküsü gerekse de
Zeki Ökten’in muhteşem çekimleriyle -Yılmaz Güney’in Zeki Ökten’den memnun
olduğunu birçok kez dile getirmesi- (Güney 1999, s. 67) unutulmaz bir sinema örneğidir
Sürü. Ele aldığı konuyu, fazla dramatize etmeden anlatan Güney, izleyiciyi düşünmeye,
sorgulamaya itmektedir. Aslında Güney, diğer filmlerinde olduğu gibi; Sürü’de de
popüler kaygılardan uzak, bilinçli ve çağdaş bir sanat eseri ortaya koymuştur. Fakat
Güney bu yanıyla, egemen güçler için tehdit oluşturmaya devam etmektedir. Hem de bu
tehdit eskiye oranla gittikçe artmaktadır. Çünkü Güney, daha yazım aşamasında bile
sansürle karşılaşacağını bildiği için, senaryoyu ona göre şekillendirir. (Kahramanları
Kürtçe oynatamaması vb.) Bu yüzden Güney, bu filmiyle de tam aklındaki gibi bir
sinema örneği ortaya koyamaz. Bununla ilgili olarak şunları dile getirir:
“Bir senaryocu, kesintisiz düşünebilme olanaklarına, rahat, sakıncasız hareket
edebilme olanaklarına, yaratıcı yeteneğini alabildiğince özgür kullanabilme
koşullarına sahip olmalıdır. Ama ben, hiçbir zaman bu olanaklara sahip olmadım“
(Güney 1999, s. 62).
Fakat Güney, tüm bu baskı ve kötü şartlara (Filmin senaryosunu hapishanede yazması)
rağmen hak ettiği başarıyı yakalamıştır. Sürü filmi yurt içi ve yurt dışından pek çok ödül
kazanmıştır. Bunlardan en önemlisi ise 32. Locorno Film Şenliği’nde (1979-İsviçre) en
iyi film- Altın Leopar- ödülüdür. Tüm bunların yanında, Yılmaz Güney’in filmini yurt
içinde oynatacak salon bulaması ve 1979 yılında Üsküdar’da filmi gösteren salonun
59
bombalanması (Güzel 1994, s. 121), o dönemin şartlarının ne kadar baskıcı olduğuna bir
örnek niteliğindedir.
Ancak Güney, içinde bulunduğu tüm bu olumsuzluklara rağmen yine de “umut”lu bir
film yapmıştır.
“Umutsuz olan şey feodal kalıntılar, feodal anlayış; çöken o, Hamo ağanın temsil
ettiği o anlayışın yıkılması olumsuz değil, olumlu bir şeydir. Ancak her toplum
biçimi, her toplumsal yapı çökerken onum içindeki insanları da çökertir. Onun
içindeki insanların bireysel acıları olabilir. Ama ileriye bakmak gerekir. Bu anlamda
“sürü” umutlu bir filmdir” (Güney 1997, s. 294).
3.2.4. Yol (1981)
ÖYKÜSÜ: Film, İmralı yarı-açık cezaevinden izne çıkan 5 mahkumun öyküsünü
anlatıyor. Cezaevinde olağanın üstünde kalabalık nedeniyle zor koşullarda yaşayan
mahkumların tek hayali bayram iznine çıkmaktır. Bir avuç mahkum kısa bir süre için
serbest olacak, kasabalarını, köylerini, evlerini, yakınlarını ziyaret edebileceklerdir.
Fakat bu mahkumların bir de ortak yanı vardır: Hepsinin dışarıda bir takım sorunları
vardır ve bu sorunlarla yüzleşmek zorundadırlar. Seyit Ali, Mehmet Salih, Ömer,
Mevlüt ve Yusuf… Hepsinin sorunları farklı olmasına rağmen temelde bazı ortak
noktalar bulunmaktadır. Bunların başında da insan iradesinin gerek düzenle gerekse de
feodal düzenin adetleriyle çatışması gelmektedir. Filmde de bu beş mahkumun sorunları
çerçevesinde bir Türkiye panaroması çizilir ve ortaya konulan sorunlar irdelenir.16
Filmde, devletin temsiline nicel olarak bakıldığında; Filmin toplam çekim sayısı:
1106, İçerisinde devlet temsili bulunan toplam çekim sayısı: 397’dir. Bu 397 çekim
içerisinde devlet, kişi, kurum ve nesne olarak temsil edilmektedir. Buna göre;
16 Yılmaz Güney, filmin ilk adını “Arife-Bayram” olarak düşünmüştür. Filmin çekimine Erden Kıral tarafından başlanmış, ancak çeşitli aksamalardan ötürü çekim durdurulmuştur. Daha sonra, Şerif Gören tarafından filmin yeniden çekiminde senaryonun daha kolay biçim alabilmesi için, zorunlu olarak, Yılmaz Güney tarafından kısaltmalar yapılmış, on bir kişi olan ana tipler, altıya indirilmiş, cezaevi ve yol bölümleri de, konunun bütünlüğünü bozmayacak biçimde en aza indirgenmiştir. (Güney 1997, s. 7)
60
• Kurum olarak temsiller; Hapishane (62 çekim)- olumsuz
• Kişi olarak temsiller; Asker (70 çekim)- olumsuz, TCDD görevlileri (17 çekim)-
nötr, Gardiyan (12 çekim)- nötr: Toplam 99 çekim
• Nesne olarak temsiller; Tren (236 çekim)- nötr,
Görüldüğü üzere Yol filminde “devlet” görüntüsel olarak kişi, kurum ve nesne gibi
değişik şekillerde temsil edilmektedir. Devlet bu 397 çekimin, 132’sinde “olumsuz”
olarak sunulurken, 265’inde ise “nötr” olarak sunulmuştur. Yani olumlu bir devlet
temsili yokken, sadece nötr temsillere rastlanmıştır. Yol filminde olumsuz temsiller ön
plandadır. Zaten Güney de bu yolla bir sistem eleştirisi yapılmakta ve darbenin insanlar
üzerindeki bakısı olumsuz yönde ele alınmaktadır.
Filmin Diyalogları’nda devlete ilişkin konuşmalara nitel olarak bakıldığında;
Yol filmi genel olarak Türkiye insanı üzerindeki baskıyı anlatıyor. Bu konu hakkında
Yılmaz Güney, İspanyol Devlet Televizyonuyla yaptığı bir röportajda şunları söylüyor:
“İnsanlar üzerindeki bu baskı iki türlüdür. Bunlardan birincisi; filmin çekildiği
dönemde yaşanan cuntanın baskısıdır. Cuntadan öncede yine gerici devlet
kurumunun baskısı vardı. Yani bu baskının özünde değişen bir şey yok.
Biçiminde değişim vardır. Ancak gerek cuntadan çok önceleri ve hala, bütün
düşünen ve ileriye yönelik insanların gözünden kaçmayan bir yara var ki bu da o
feodal kalıntılardan can bulan ahlak anlayışı, gelenek, görenek ve yargı biçimleri.
Biz demokrasi için mücadele ederken bunu halk içindeki olumsuz yanlarını da
göstermenin zorunlu olduğuna inanıyoruz. Çünkü biz sadece hasmı dışarıda değil,
kendi bilincimizde, kendi alışkanlıklarımızda da aramak zorundayız. Bu anlamda
filmi ikili baskıyı ortaya koyuyor” (Güney 1997, s. 287).
Yılmaz Güney, bu ikili baskıyı, izne çıkan beş mahkum çerçevesinde anlatıyor. Bu
bağlamda diğer Güney filmlerinde olduğu gibi (Arkadaş, Sürü) bu filminde de öne
çıkan bir karakter yoktur. Sahnesine göre herkes oynadığı rolün başrolüdür. Yalnız
“yol” filminde diğer filmlerinden farklı olarak kahramanların hepsi anti-kahramandır.
Cunta baskısına örnek olarak, filmin birçok sahnesinde görülen askeri aramalar ve
çevirmeler gösterilebilir. Mahkumlar, cezaevinden izne çıktıktan sonra memleketlerine
ulaşmak için yaptıkları yolculuklarda, birçok kez bu aramalarla karşılaşırlar. Bu beş
mahkumdan biri olan Yusuf’un hikayesi de bu aramalar sonucu daha başlamadan biter.
61
Yusuf karısıyla buluşma hayalleri kurmaktadır. Fakat izin kağıdını kaybettiği için,
askerler tarafından gözaltına alınıp, hafta başı gelip de cezaevinden gerçek sorulup
öğrenilinceye dek içerde kalacaktır. Zaten Yusuf’un izni de bu kadardır. Yani yıllardır
izne çıkmanın hayalini kuran Yusuf’un hayalleri, bir çırpıda suya düşmüştür.
Askerler otobüse girer ve yolculara kimliklerini çıkartıp aşağıya inmesini söyler. Yusuf
izin kağıdını bulamadığı için sürekli aranmaktadır.
Asker: Kimliği yoktur komutanım.
Komutan: Alın bu tarafa… Diğerleri tamam mı?
Asker: Tamam komutanım.
Komutan: Gidebilirsiniz. Buyrun, buyrun… İyi yolculuklar.
Yusuf: Komutanım vardı izin kağıdım, kaybetmişim.
Komutan: Hadi siz gidebilirsiniz.
Mevlüt: İyi de birlikte yola çıktık.
Komutan: Gidebilirsiniz dedim, o kadar.
Komutan Senin izinli olup olmadığın cezaevine sorulacak, anladın mı?
Durumun anlaşılıncaya kadar gözaltında kalacaksın tamam mı?
Yusuf: Ben zaten bir hafta izinliyim. Durumu öğreninceye kadar iznim biter.
Bugün cumartesi, yarın da Pazar.
Komutan: Amma uzattın ha. Kaybetmeseydin belgeyi. Götürün… Yürü…
Tüm bu olanlar sırasında askerin sert hareketleri, dikkati çekmektedir. Darbeyle beraber
sivil hayata daha çok müdahale etme fırsatı bulan askerler sayesinde insanlar, dışarıda
bile tam anlamıyla özgür sayılmamaktadırlar. Yani içeride baskı altında yaşayan
mahkumlar, dışarı çıktıklarında da kendilerini tam anlamıyla özgür hissetmemektedirler.
“Dışarısı da bir hapishanedir” (Güney 1997, s. 294). Tıpkı Yusuf’un kafeste taşıdığı kuş
gibi… Doğasında özgürlük bulunun kuş, bir türlü özgür kalamaz. Kuş için kafeste
olduktan sonra, hapishanede veya dışarıda olması bir şeyi değiştirmez. Tıpkı
mahkumlar gibi… Yılmaz Güney de bu yolla bir eğretilemeye giderek insanların
yaşadığı sözde özgürlüğe bir göndermede bulunmuştur.
62
İkinci baskı türü ise, feodal kalıntılardan can bulan ahlak anlayışı, gelenek, görenek ve
yargı biçimleridir. Bu baskı diğer dört karakter üstünde de hissedilir. Bu da aslında
karakterlerin ortak yönüdür. Bu anlamda Mevlüt karakteri dedelerden kalma adetlerin
ve eğreti bir modernizmin temsilcisidir.
Nişanlısı ile baş başa kalamamaktan dolayı sinirlenen Mevlüt kıza karşı egemenliğin
söylemini kullanıyor. Ona her şeyde kendisine itaat etmesini, onun sayesinde var olması
gerektiğini belirtiyor.
Mevlüt: Evin erkeği olarak evde benim sözüm geçerli. Ben ne dersem o
kabul edilecek. Mesela ben kara dedim, dimi. Sende diyeceksin ki o karadır.
Erkeklerle konuşmak, şakalaşmak kesinlikle olamaz. Kızarım, çok kızarım.
Kardeşlerin, yakın akrabaların haricinde başkalarının erkekleriyle konuşmak,
sohbet etmek yok. Ben ne dersem o olacak. Sözümden çıkmak yok. Şöyle
giyineyim, böyle giyineyim yok; kızarım, çok kızarım. Hiç sevmem. Ne
giyeceksin, ne yapacaksın ben tayin ederim. Tamam mı?
Meral: Tamam. Ne güzel diyorsun. Bunları hapishanede mi öğrendin?
Bu şekilde nişanlısına karşı iktidarını kabul ettiren Mevlüt, cinsel ihtiyaçlarını gidermek
için geneleve gidiyor. Bu da içinde bulundukları durumun daha da ironikleşmesini
sağlıyor. Görüldüğü gibi feodal düzenin adetleri, gelenekleri İslam’la (yanlış bir İslam
anlayışı ile) yoğrulmuş bir biçimde halk arasında devam etmektedir. Aslında burada
temel sorun, cehalettir. Kadınlar eğitimsizdir ve bu yüzden de kendi kararlarını kendileri
vermek yerine, bir erkeğe sığınmak durumundadırlar. Bu da onları sürekli olarak nesne
konumunda tutmaktadır. Açıkcası bu anlayışın devam ettiği bir düzende tek başına
kendi kararlarını vermesi de bir şeyi değiştirmez. Mehmet Salih’in karısı Emine, kendi
kararını kendi verir ve kocasıyla kaçar. Ama o da ölmekten kurtulamaz.
Mehmet Salih, bir soygun sırasında korkup kaçmıştır ve bu nedenle de karısının kardeşi
ölmüştür. Ama bir türlü gerçeği kabul edemez. Mehmet Salih bir yanda erkeklik, bir
yanda karısını kaybetme korkusuyla çıkış bulamaz. Hasta yatağındaki bir arkadaşının
yardımıyla gerçeği söylemeye çalışır (Atam 2008, s. 192). Gerçeği karısına söyler ve
beraber kaçarlar. Karı-koca uzun sürmüş bir ayrılığı gidermek için trenin tuvaletine
girip sevişmeğe kalktıklarında ise yakalanırlar. Bunu izleyen sahne ise, öfkeli bir
kalabalığın elinde neredeyse linç edilme sahnesidir (Dorsay 1988, s. 221). Kalabalıktan
yükselen; “allahsızlar, vurun lan” sesleri aslında, cehaletin sesidir. Geri kalmış adetlerin,
63
geleneklerin somut bir şekil alıp, şiddete dönüşmüş halini yaşamışlardır Mehmet Salih
ve karısı. Hem de içinde bulundukları durum değerlendirilmeden. Karı-koca,
imkansızlıktan dolayı en özel hallerini bile halka açık bir yerde karşılamak zorunda
kalmışlardır. Asıl düşünülmesi gereken de budur. Fakat bunlar düşünülmeden, karı-koca
sapık, ahlaksız ilan edilmiştir. Neyse ki linçten kutulan karı-koca, Emine’nin
kardeşinden kurtulamaz ve trende vurularak öldürülürler. Sözde bir töre cinayeti…
Fakat asıl olan töre değil, insanların üzerindeki bu anlamsız baskıdır.
Seyit Ali de geleneksel ahlak yasaları, töreler ve karısı Zine’ye olan sevgisi arasında
sıkışmıştır ve bir türlü özgür iradesiyle karar alamaz. Seyit Ali hapishanedeyken, karısı,
onu beklememiş ve geneleve düşmüştür. Ailesi de onu bir hayvan gibi ahıra kapatmıştır.
Seyit Ali karısını çok sever fakat töre gereği onu öldürmek zorundadır. Kendisi için
kolay olabilecek bir yol bulan Seyit Ali karısını kasabaya götürmek ister. Asıl amacı
karısının yolda donup ölmesidir. Zira öylede olur. Fakat karısı Zine donmak üzereyken
Seyit Ali’nin aklı başına gelir ve yaptığı hatayı anlar. Ancak iş işten geçmiştir. Karla
kaplı, ıssız bir ovada Seyit Ali’nin “Zine uyan, uyuma” diye bağıran sesi isyanın sesi
olmuştur. Bu geri kalmışlığa bir başkaldırıdır.
Bu anlamda Seyit Ali-Zine karakterleri, “Sürü filmindeki Şivan-Berivan” karakterlerine
oldukça benzemektedir. Sürü filminde Berivan konuşmaz, konuşsa da bir şeyleri
değiştiremeyeceğini bilir. Şivan da çaresizdir. Burada da Zine’ye söz düşmez, kaderi
çoktan çizilmiştir. Tıpkı Seyit Ali’nin ki gibi. Karısını sever ama sevdiğini söyleyemez.
Onu öldürmekten başka çaresi de yoktur. Son anda töreye, geri kamış feodal adetlere bir
başkaldırı yapar ama iş işten geçmiştir. Tıpkı Sürü filmindeki Şivan’ın yaşadığı
zorluklara isyan edip, tanımadığı bir adamı öldürmesi gibi. Fakat ikisinde de bireysel
başkaldırılar işe yaramaz. Hem Şivan hem de Seyit Ali bu düzen karşısında kaybeden
olmaktan kurtulamaz.
Ömer karakteri ise diğerlerinden biraz daha farklıdır (Atilla Dorsay’a göre; Bekir
Yıldız’ın “Kaçakçı Şahan” öyküsünden esinlenmişe benziyen bir sahne… [Dorsay
1988, s. 221] ). Daha köyüne ulaştığında silah sesleri karşılar onu. Köy sürekli jandarma
baskısı altındadır. Çünkü burası bir kaçakçı köyüdür. Köyün tüm ahalisi kaçakçılık
yapmakta, sınırdaki mayınlanmış bölgelerden gidip-gelmektedirler. Ömer’in ağabeyi de
bunların arasındadır. Zaten babalarının ayağı da mayın patlaması sonucu kopmuştur.
Her gece korku içinde silah seslerini dinlemektedirler. Onlar için bu sesin iki anlamı
64
vardır. Yakındalar gelecekler, ikincisi yakınlarımızdan biri vuruldu (Yücel 2008, s.
158). Yine bir çatışma ertesinde, askerler köye öldürdükleri kaçakçıları getirir ve
köylülere ölenleri tanıyıp-tanımadıklarını sorarlar. Tüm bunlar olurken de komutanın
bir konuşma yapar:
Komutan: Arkadaşlar, bu vatan, hepimizin vatanıdır. Ayrımız yoktur. Arkadaşlar,
dün gece sınırda müsademe olmuş, silah seslerini duymuş olmalısınız. Müsademe
sonunda beş kişi öldü. Ancak üzerlerinde kimlik belirleyecek hiçbir vesikaya
rastlanmadı. Ölülere bakın tanıdıklarınız var mı? Ölülerin cesetlerini yakınlarına,
ailelerine vereceğiz. Bakın, bildiklerinizi bize söyleyin. Cesetler kamyondadır, sırayla
bakın. Biz de üzgünüz ama kanun kanundur. Kanunlara karşı gelenlerin akıbeti budur.
Bize yardım edin. Bakın cesetlere, bildiklerinizi söyleyin. Tanır da söylemezseniz siz de
ceza yersiniz.
Bu cesetlerin arasında Ömer’in ağabeyi de vardır. Doğuda sürekli şiddetin egemen
olduğu bir çizgide gelişen devlet/vatandaş ilişkileri, insanları ölülerine bile sahip
çıkmaktan ürkecek denli yüreksiz kılmıştır (Dorsay 1988, s. 222). Egemen olan
korkudur. Bu noktada kaçakçılıkla ilgili olan bu bölüm Güney’in daha önce yaptığı
“Hudutların Kanunu” filminden ayrılır.
Ömer’le Hıdır aynı coğrafyanın, aynı yazgının insanları olmasına rağmen Ömer’in
yaşadığı birebir gerçektir. Komutan bu sefer sahici komutandır, sembolik öğretmen ve
okul da yoktur. Hudutların Kanunu’nda komutan köye gelir, meydanda konuşur, taraftar
toplar, ağaya gidip kaçakçılığı engellemek için ekili olmayan topraklarını ister. Yol’da
ise hiçbir ideolojik kitabın, hiçbir kişinin, partinin istediği gibi değil, olduğu gibidir
(Yücel 2008, s. 157-158).
Görüldüğü gibi, yoğun jandarma baskısı ve ağabeyinin ölümüyle yüz yüze gelen Ömer,
bir de töre baskısına maruz kalır. Yörenin töreleri gereği ağabeyi öldüğü için, yengesi
artık onun karısı sayılmaktadır. Tüm bu yaşananlardan sonra Ömer, hapishaneye
dönmek istemez. Köylülerin uğurlamasıyla beraber atına atlayan Ömer, baskıya karşı
mücadeleyi seçer ve atını dağlara doğru sürer.
Genel olarak Yol filmi, beş mahkumun hikayesini anlatmaktadır. Beş mahkumun
hikayesi de koşut olarak ilerler ve bir çok yanı da ortaktır. Bu beş hikayeden üçü, trajik
bir biçimde sonlanır. Bu da izleyenlerde karamsar, umutsuz bir atmosfer yaratıyormuş
gibi gözükse de, Güney’in açıklamalarından böyle olmadığını anlaşılır.
65
“Film umutsuz değil, umutlu bir filmdir. Şu anlamda umutlu bir filmdir.
Seyit Ali’yi ele aldığımız zaman! Seyit Ali kendi gerçeğiyle çelişen bir insandır
ve karısının ölümünden sonra bir pişmanlık duyar. Pişmanlık aslında buzların
erimesinin, sarsılıp ondan küçük parçalar dökülmesinin bir ifadesi olarak
anlaşılmalı. Yine Ömer tipi, baskıya karşı mücadeleyi seçerek hayatını değiştirme
doğrultusunda adımlar atar ki bu çok ileri bir şeydir. Yine üçüncüsü, Mehmet
Salih tipi. Daha önce yalana sığınmışken doğruyu söylemenin karşısında birtakım
kayıpları göze alan bir cesaret örneği göstermektedir. Bu anlamda “Yol” umutsuz
değil, umut veren bir filmdir. Yani klasik anlamda, filmde şematik ilerici unsurlar
yoktur. Fakat insanların kendi içlerindeki çelişmelerin sonucu bir değişim belirtisi
vardır. Şunu söyleyeyim: Ben geleceğe çok umutla bakan bir insanım, umutla
baktığım içindir ki en acımasız biçimde birtakım yaralara parmak basıyorum. Biz
sanat alanında bir çeşit doktoruz. Yani nasıl doktorlar yaraları tespit eder, onları
teşhis eder ve tedavi için bazı yöntemler getirirlerse biz de sanatçı olarak bazı
yararla parmak basarken onun çözümünü filmin içinde değil, uzun siyasal
hayatta, uzun toplumsal hayat içindeki mücadelede görüyoruz. Yani bu anlamda
benim siyasal ve sanatsal yanım birbiriyle bütünleşiyor” (Güney 1997, s. 191-
192).
Görüldüğü gibi “Yol” filmi de diğer Güney filmleri gibi gerçeğe dayanmaktadır.
Kaynağını bizzat hayattan edinilen tecrübelerden almaktadır. (Zaten filmin başında
ekranda beliren “Ben bazı arkadaşlar aracılığıyla, hüznü, sevgi ve kederi anlatmaya
çalıştım” şeklindeki yazı da bunu destekler niteliktedir.)17 Bu da filmin başarısında
önemli bir rol oynamaktadır.
Yol filmi Türkiye’nin siyasal ve toplumsal gerçeğini yansıtırken, alışılmış militan
sinema, politik sinema kalıp ve yöntemlerini değil de, kendine özgü bir anlayışın, yeni
yumuşak bir dilin kullanılması, filme daha içten, saf, doğal bir görünüm kazandırmıştır.
Oyuncuların abartısız oyunları, kameranın düz, yalın tanıklığı, kişilerin anlatılışındaki
objektiflik, izleyicileri yüreklerinden yakalamış ve onları daha derinden sarsmayı ve
düşündürmeyi başarmıştır (Güney 1997, s. 284).
Bu bağlamda “Yol” filminde, öz-biçim birlikteliği söz konusudur. Bu birlikteliğin
oluşmasında Güney’in başarılı senaryosu kadar, Şerif Gören’in yalın sinema dilinin de
katkısı büyüktür. Güney’in açıklamaları da bunu doğrular niteliktedir:
17 Yol filmi DVD’sinden alınma.
66
“…İçeriğe verdiğimiz değerin yanı sıra, anlatım diline de gereken önemi
verdik. Özellikle kurgu sırasında, Şerif arkadaşın yalın sinema dilini, daha da
titizlikle korumaya çalıştık. Ve hatta katabileceğimiz şeyleri ancak
olumsuzlukları ayıklayarak yapmaya çalıştık. Sonuçta, yalın, içten, saf bir film
çıktı. O denli de etkili” (Güney 1997, s. 283).
Yol filminin gerek özde gerekse de biçimdeki ustalığı, karşılıksız kalmamıştır. Katıldığı
Cannes film festivalinde Altın Palmiye ödülünü kazanmıştır (Bu ödülü Costa Gavras’ın
“Missinig” adlı filmi ile paylaşmışlardır) (Güzel 1994, s. 155). Bu sayede de Güney’in
sinemacılığının evrensel boyutu ispatlanmıştır.
Fakat tüm bunlar Güney’in yurtiçindeki konumunu değiştirmemiştir. Filmin
senaryosunu hapishanede yazan, çekimleri de oradan yöneten Güney, kurgusunu ise
kaçak olarak gittiği Fransa’da yapmıştır. Tüm dünyanın saygı duyduğu bir sinemacı
olan Güney, ülkesinde bir kaçaktır. Bu durumun oluşmasındaki sebep ise; Güney’in
diğer filmlerinde olduğu gibi bu filminde de egemen güçleri rahatsız etmiş olması, halk
yararına filmler yapmasıdır. Cine-Critiques’teki bir söyleşisinde Güney; “Yol’u
görenlerin Türkiye gerçeğini anlayacağını, Türkiye’nin sorunlarına ilgi duyacağını ve
rejime karşı yürütülen mücadele için dayanışma içine gireceğini” (Güzel 1994, s. 154)
söyler. Bu da egemen güçlerin çıkarlarını tehdit etmektedir. Bu yüzden de gerek
Güney’in gerekse de “Yol” filminin yasaklanmaya çalışılması oldukça doğaldır.
Sonuç olarak Yol, her biri kendi çelişkileri, açmazları ve insanı saran yoksunluklarıyla
ezilmiş insanların bir portresinden oluşur. Çıkışsızlık, baskı, yaşam koşullarının
insanları ezdiği, geleneksel davranış kalıplarının insanlarının iradelerinden daha baskın
olduğu, az gelişmiş bir ülke profili çizer. Bu açıdan bakıldığında trajik bir yapıya
sahiptir, ve çizilen profil resmi ideolojiyle cepheden çatışır (Atam 2008, s. 192).
Desteğini Türk toprağında ve insanında bulan Yol dünyanın bütün ezilmişlerini
savunan, cömert bir filmdir. Hayat gibi güzel ve acımasız… (Güney 1997, s. 284)
67
3.2.5. Duvar (1982)
ÖYKÜSÜ: Film, Ankara Merkez Cezaevi’nde yatmakta olan mahkumların hikayesini
anlatıyor. Genel olarak mahkumlar; kadınlar, erkekler ve çocuklar olmak üzere üç tipten
oluşmaktadır. Bir de bunlara ilave olarak devrimciler vardır fakat onların diğer
mahkumların arasına karışması yasaktır. Hapishane oldukça kalabalıktır. Mahkumlar
sürekli baskı ve işkence altındadır. Bu baskı ve işkencelerden en çok nasibini alanlar ise
çocuk mahkumlardır. Film de daha çok 4. koğuştaki çocukların üzerine yoğunlaşmıştır.
4. koğuşun camları kırıktır ve sobası da yoktur. Kalabalık olduğu için bir ranzada iki
kişi yatmaktadırlar. Tüm bunların üzerine çocuk mahkumlar bir de gardiyanların
işkencelerine maruz kalmaktadırlar. Başka cezaevlerinde standartların daha iyi
olduğunu duyan çocuklar dilekçe yazar ve cezaevi değiştirmek ister. Fakat idare
dilekçelerini sobada yakar. Artık cezaevi değiştirmek için çocukların isyan etmekten
başka çaresi kalmamıştır ve isyan ederler. Askerler isyanı bastırır ve çocukları başka
cezaevlerine nakil ederler.18
Filmde, devletin temsiline nicel olarak bakıldığında; Filmin toplam çekim sayısı: 950,
İçerisinde devlet temsili bulunan toplam çekim sayısı: 950’dir. Bu 397 çekim
içerisinde devlet, kişi, kurum ve nesne olarak temsil edilmektedir. Buna göre;
“Duvar” filminin tamamı hapishanede geçtiği için ve bir sahnede de birden fazla
devleti temsil edecek unsur aynı anda bulunduğu için, içinde “devlet temsili” bulunan
çekim sayısı, filmin toplam çekim sayısından fazladır. Bu yüzden toplam “devlet
temsil” 1462’dir. Bu 1462 temsil içerisinde devlet, kişi, kurum ve nesne olarak temsil
edilmektedir. Buna göre;
• Kurum olarak temsiller; Hapishane (950 çekim)-olumsuz
• Kişi olarak temsiller; Asker (101 çekim)- olumsuz, Gardiyan (266 çekim)-
olumsuz, Hapishane Müdürü (38 çekim)- olumsuz, Müfettiş (25 çekim)-
olumsuz, Doktor (8 çekim)- olumsuz, Gardiyan Ali (33 çekim)- olumlu
18 “Duvar” filminin senaryosu, Yılmaz Güney’in 1975’te bizzat tanık olduğu çocuk isyanından kaleme aldığı “Soba, Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz” romanından esinlenerek yazılmıştır.18 Yani “Duvar” filmi birçok yönüyle gerçeğe dayanmaktadır. Bu yüzden filmin sonunda “Bu filmde anlatılanlar, yaşanmış olayların yeniden hatırlanmasıdır…” sözü ekranda belirmektedir.
68
• Nesne olarak temsiller; Atatürk resim-heykel (25 çekim)- nötr, Bayrak (20
çekim)- nötr, Hapishane araçları (25 çekim)- nötr: Toplam 70 çekim.
Görüldüğü üzere Duvar filminde “devlet” görüntüsel olarak kişi, kurum ve nesne gibi
değişik şekillerde temsil edilmektedir. Devlet bu 1462 çekimin 1388’inde “olumsuz”,
70’inde “nötr” ve 33’ünde ise “olumlu” olarak temsil edilmiştir. Film genel olarak
hapishanelere bir eleştiri niteliğinde olduğundan temsilerin de çoğu olumsuz ve
eleştireldir. Bu eleştirilerde filmin temel mantığını temsil etmektedir.
Filmin Diyalogları’nda devlete ilişkin konuşmalara nitel olarak bakıldığında;
Yol filmiyle, 12 Eylül darbesinin insanlar üzerinde yarattığı baskıyı hapishaneden izne
çıkan mahkumlar aracılığıyla anlatan Güney, Duvar filmiyle de mahkumların darbe
sonrası hapishanede yaşadıkları baskıyı anlatmaktadır. Fakat Güney’in yarattığı
hapishane, göndergesel anlamda darbe sonrası cezaevine dönüştürülen Türkiye’yi
simgelemektedir. Bu konu hakkında Güney, Fransa’da yaptığı bir röportajda şunları
söylemiştir:
“… Hikaye, esas olarak, bugün cezaevi haline getirilen, Türkiye’yi
simgeliyor. Fakat şu anlamda büyük bir iddiası yok. Bütün toplum kesitleri, bütün
olayların yansıması cezaevinde yoktur. Daha çok çocukların kişiliğinde,
çocukların ruh halinde, çocukların yüzleriyle bir cezaevi gerçeği anlatılmaya
çalışılıyor” (Güney 1999, s. 313).
Duvar filminde Güney, hapishaneyi genel hatlarıyla, darbe sonrası yarı açık cezaevine
dönüştürülen Türkiye gibi canlandırmıştır. Zaten filmin tamamı da hapishanede
geçmektedir. Yaratılan hapishane modeline bakıldığında, hapishanenin çevresinde
sürekli olarak marş söyleyerek koşan askerler dikkati çekmektedir. Bu da darbe sonrası,
ülkede etkin olan askeri yönetime bir göndermedir.
Bir diğer dikkati çeken unsur ise sürekli olarak hapishane hoparlörlerinden acil “kan
anonsu" yapılmasıdır. Bu anonslarla da, var olan düzenin kan kaybettiği, her geçen gün
daha da kötüye gittiği vurgulanmaktadır. Yine de baskı ve zulme dayanan bu düzen,
askerler ve gardiyanlar aracılığıyla zorla yürütülmektedir. Filmde gösterilen askerler ve
gardiyanların beraber araç itme sahnesi de buna bir gönderme niteliğindedir.
Gardiyanlar, film boyunca yaptıkları insanlık dışı hareketleriyle dikkati çeker. Dayak ve
tecavüz bunlardan sadece bir kaçıdır. İçlerinde sadece bir tane iyi gardiyan vardır. O da
69
Ali Emmi’dir. Ali Emmi çocukları kendi çocukları gibi sever. Sisteme karşı muhalif bir
tavır takınır.
ALİ: … Bak şu bebelerin haline… bak. Bize askerdeyken
öğretmişlerdi. Çıktık açık alınla on yılda her savaştan… On yılda… Askerliğim
biteli otuz sene oldu hala dötümüzde donumuz yok…
GARDİYAN: Sen gardiyanlığı bırak dayı. Kendine başka bir iş bul.
ALİ: Bulsam, bulsam bir dakika bile durmam bir dakika.
Ali Emmi, aslında bu sözleriyle sadece o günün Türkiye’sini değil, geçmişten
günümüze yönelik bir eleştiride bulunmaktadır. Yani Mustafa Kemal’den sonra,
Cumhuriyetin çağdaş temelleri, halkçı bir kişiliğe bürünüp toplumun tamamına
yayılması başarılamamıştır. Özellikle 50’lerden sonra ülkeye, yabancı sermaye girişi
hızlanmıştır. 19Bu sayede emperyalizm yeniden hız kazanmış, gelir dağılımındaki
uçurum da giderek artmıştır. Filmin başında, hapishane görüntüsü üzerine binen reklam
sesleri de yaratılan bu çarpık durumun, göstergesidir. Ali Emmi, burada askerlere de söz
etmeden geçemiyor. Hapishanenin çevresinde nöbet tutarken, koşarken gösterilen
askerler güvenliği sağlamaktadırlar. Ana görevi koruma olan askerler, bu göreve çok
fazla odaklandıklarından, kaçan bir çocuğa bile ateş açıp öldürürler. Diğer bir sahnede
ise gardiyanların dayağı sonucu ölen bir çocuğun ölüsünün ne yapılacağı konusunda
tartışmaktadırlar. Bu sahnede duvarda asılı olan Atatürk’ün asker kıyafetli dev tablosu
da, değişen askeriye anlayışına bir göndermedir.
Kurulu bir düzende tek başına iyi ve doğruyu savunmak, bir şeyleri değiştirmek için
yeterli olmaz. Ali Emmi’nin de bu muhalif ve eleştirel tavrı tek başına bir işe yaramaz.
Filmin ilerleyen karelerinde Ali Emmi’nin işten kovulması da, bu sistemde onun
gibilerin tek başlarına barınamayacağın bir göstergesidir.
Cezaevleri sorunu tartışılırken, öncelikle cezaevlerini kuran ve işleten devletin hangi
mantık ile hareket ettiğinin tespit edilmesi gerekiyor. Türkiye’de dönüm noktası olan 12
Eylül 1980, cezaevleri için yeni bir dönemecin başlangıcını oluşturur. Toplumsal
muhalefetin bastırılması için yapılan darbe ile cezaevleri, iktidarın, toplumsal
19 Demokrat Parti’nin yabancı sermayeye kapılarını açan ilk kanunu 1951 yılına rastlar. Ne var ki, bu kanun yetersiz görülür ve 1954 yılında “Yabancı Sermaye Teşvik Kanunu” adıyla, -yabancılara tanıdığı haklar bakımından dünyada bir eşi bulunmayan- bir başka kanun çıkarılır. Aynı yıl –Amerikalı uzmanlara hazırlattırılan- ünlü “Petrol Kanunu” kabul edilir. Ve kalkınmaya temel olabilecek bir kaynak, emperyalizmin –Türkiye’ninkiyle çelişen- çıkarlarına terk edilir.(Tanilli 2008, s. 336)
70
muhalefetin dinamiklerini toplumdan yalıtmak, belli bir süre de olsa onları susturmak
için kullandığı en önemli kurum oldu ve bu yönüyle bir “toplama kampı” işlevi gördü
(Duran 2000-2001, s. 14). Bu noktada hapishanede bulunan “devrimci mahkumlar”
önemlidir. Onlar egemen güçlerin susturmak istediği insanları temsil etmektedirler.
Her ne kadar filmin akışında çok yer almasalar da, sergiledikleri muhalif ve mücadeleci
tavırlarıyla, devrimci mahkumlar, diğer Güney filmlerinde olduğu gibi bu filmde de
temel öğeyi teşkil etmektedirler. Kadınlar koğuşunun siyasi mahkumu filmin başında
kadınlara bir kitap okumaktadır. Bu kitapta geçen 3-4 cümle bize devrimcilerin tavrını
açıklamaktadır.
SİYASİ: Bütün bunlar kötü bir roman kahramanına yakışır ancak.
Herhangi bir salak canı istediği zaman kendini öldürebilir. Bundan kolay ne var
ki. Bu en zavallı ve en kolay çözüm yoludur. Yaşamak zorlaştı, öyleyse intihar
et. Peki, karşında duran güçlüklerle dolu hayatı yenmeye çalıştın mı?
İlerleyen karelerde hapishaneyi teftişe gelen Genel Müdür karşısında mahkumların esas
durmasına karşılık, kadın siyasi karakterin karşılamaya inmeyip, camdan izlemesi onun
devlete karşı muhalif tavrının bir yansımasıdır. Bunun yanında hapishanede kafeste kuş
beslemesi de, geleceğe yönelik umutlarının olduğunun bir göstergesidir.
Erkek siyasi mahkumlara bakıldığında ise, çok zor şartlarda yaşamaktadırlar. Koğuşları
oldukça rutubetli ve penceresi de yoktur. Fakat bu şartlar altında bile – tıpkı kadın
siyasinin okuduğu kitaptaki gibi- mücadeleyi elden bırakmazlar ve isyan ederler. Ayrıca
erkek siyasi mahkumların, diğer mahkumlarla hiçbir şekilde bir araya gelememeleri de
önemlidir. Çünkü hapishanenin tek bilinçlileri onlardır. Diğer mahkumlarla bir araya
geldiklerinde onları da bilinçlendirmelerinden korkulmaktadır. Bu yüzden onlar izole
edilmiş bir ortamda yaşmaktadırlar (Arkadaş filmindeki Azem karakterinin sahil
işçileriyle konuştuğunda rahatsız olan burjuvalar gibi, devlette siyasilerin diğer
mahkumlarla konuşmasından rahatsız olmaktadır). Bu konu hakkında bir röportajında
Güney şunları söylemektedir:
“ 80’lerden sonra, gerçekten cezaevindeki bütün siyasi tutukluları bir yere
kapatıp ilişkilerini kestikten sonra ve büyük mahkumlar filmde anlattığımız gibi
evcilleştiler. Ancak çocuklar ve siyasi tutuklular aynı şekilde sürdürdüler. Bu
anlamda bu bir gerçektir. Bugün Türkiye cezaevlerinde sadece siyasiler direniyor.
Onun dışında bütün insanlar baskılar karşısında teslim olmuştur. Çünkü önderleri
71
yoktur. Eskiden her cezaevinde siyasilerle diğer mahkumlar iç içeydi ve belli bir
önderlik kavramı vardı. Şimdi onun dışında belli sivrilmiş mahkumlar vardı ki
onlar diğerlerini yönetebilirdi. Onlar için de ayrı cezaevi yaptılar. Mahkum bugün
öndersiz. Mahkumun önünde önder olsun, kapıları kırar” (Güney 1999, s. 359).
Düdük sesleri etrafı çınlatıyor. Emirler yağdırılıyor. Bütün adi suçlular alel acele
hücrelerine kapatılıyor. O zaman birden bire boşaltılan bu Türk hapishanesinin
avlusunda siyasi mahkumlar beliriyor. Jandarma ve mahkumların “anarşist” diye
adlandırdıkları mahkumlar… “Havalandırma”’ya çıkıyorlar; bütün diğer mahkum ve
tutuklulardan ayrı olarak (Güney 1999, s. 215). Siyasi tutukluların avluya çıktıklarında
ise düzenli olarak spor yapmaları ve bu esnada marş söylemeleri (Avusturya İşçi Marşı),
mücadele kararlılıklarının ve besledikleri umudun göstergesidir.
Duvar filminin asıl konusunu, çocuk mahkumlar, oluşturmaktadır. 4. bölümdeki
çocuklar hapishanenin en acımasızca cezalandırılan, gardiyanların dayaktan tecavüze
çeşitli zorbalıklarına reva görülen mahkumlarıdır. Güçlü olanın sağ kaldığı bir tür
orman kanununun geçerli olduğu hapishanede, en ağır yükü, çocuklar çeker... Şiddetle
iç içe yaşamaya alışmış yetişkinlerin dünyasında, birazcık rehabilitasyonla iyi bir
geleceğe sahip olabilecek çocukların ne işi var? Büyüklerin rahatlıkla itip
kakabilecekleri çocukların sevecenlikten başka bir şeye gereksinmesi yoktur. “Suç"
işlemiş olsalar da onlar çocuktur. Bakıma muhtaçtır (Taşcıyan 2000). 4. bölümdeki
çocuklarının da tek amacı; insanca muamele görmek için, başka cezaevine geçmektir.
Bunun için dilekçe yazarlar fakat hapishane yönetimi dilekçeleri sobada yakar.
Gardiyanlar ve hapishane yönetiminin çocuklar üzerinde sıkı kontrolü vardır. Hatta bir
çocuk içinde bulundukları durumu anlatan bir şiir yazar ve bu yüzden cezalandırılarak,
devrimcilerin koğuşuna atılır.
Burası “dördüncü koğuş”tur benim abim
bak, camları yoktur, kırıktır
ne bacası tüter ne de sobası
her neyse benim abim
ver bir cigara zuladan yanalım
burası “dördüncü koğuş”tur benim abim
ikinci adresimiz.
72
Allahımızı sorarsan adı Gardiyan Cafer
Lakabı “Kel Onbaşı”
Peygamberimiz dersen o da ekip başı
her neyse benim abim
ver bir cigara zuladan yanalım
burası “dördüncü koğuş”tur benim abim
kaderde ikinci adresimiz.
Görüldüğü gibi “Zapata” isimli çocuk mahkumun okuduğu bu şiirde hiçbir yan anlam
ve propaganda bulunmamaktadır. Sadece içinde bulundukları durumun bir yansıması
vardır. Bunun üzerine idare, çocuğu, “komünist” atfederek devrimcilerin koğuşuna atar.
Yani içinde bulunulan durumdan şikayetçi olmak, onu dile getirmek demek siyasi bir
suçlu olmak demektir. 12 Eylül darbesinden sonra otoritesini tekrar sağlamaya çalışan
devlet için her türlü muhaliflik bir suçtur ve cezayı gerektirir. Zaten Türkiye’de 12
Eylül’den sonra insanlar siyaset konuşmaktan bile, korkmaya başladılar. Bu da
beraberinde bir “apolitikleşme” süreci getirdi.
Tüm bunlara rağmen “Duvar’ın Çocukları” başka bir cezaevine gitmek için isyan
ederler. İsyanları bastırılır ve çocukları başka bir cezaevine gönderirler. Bu sayede
çocuklar, zorla da olsa istediklerini almayı başarabilmişlerdir. Bu da filmin bir diğer
“umut” öğesidir. Çocukların yeni gittikleri cezaevlerinin iyi mi yoksa kötü mü olduğu
hakkında bir fikir belirtmek güçtür fakat önemli olan, çocukların en zor koşullarda bile
mücadeleyi elden bırakmayıp, küçücük yaşta haklarını savunmak için direnmiş ve
kazanmış olmalarıdır.
Duvar filmi ömrünün hemen hemen üçte birini hapishanede geçirmiş bir sanatçının
hesaplaşma filmidir. Asıl amacı gerçeği sanatsal bir dille göstermek olan Güney, bu
filmle de en iyi bildiği gerçeği gözler önüne sermektedir. Bu konu hakkında Fransa’da
yaptığı bir röportajda şunları söylemiştir:
“Duvar’ı düşünürken, uzun yılları, iki saat içerisine sığdırmayı
düşündüm, uzun yıllarda elde edilen zorluk, baskı ve şiddeti iki saate sıkıştırmak
istedim. İstedim ki seyirci iki saat içerisinde bu bunalımla karşı karşıya gelsin.
Birçok kimse filmin iki saatlik şiddetine tahammül edemedi. Bugün yüz binlerce
73
insan ve bu yüz binlerce insanla ilişkide olan insanlar Türkiye’de benzer yerlerde
milyonları bularak aynı hayatı yaşıyor” (Güney 1999, s. 292).
Güney, Duvar filmiyle esas olarak, “devlet”in görünmeyen yüzünü göstermeye
çalışmıştır. 12 Eylül darbesinden sonra cezaevlerinin içerisinde olanlar hakkında en
ufak bir fikri olmayanlar, bu filmi bir intikam, bir abartı olarak gördüler. Fakat bunun
hakkında da Güney’in açıklamalarından herhangi bir abartı olmadığını, aksine inandırıcı
olması için bir azaltma- yumuşatma olduğunu anlıyoruz:
“… Türkiye gerçeği, bir cezaevi portresi içinde, tartışmaya sunulmalıydı.
Ancak işe başlarken benim kaygılarım vardı. Türkiye cezaevlerini çıplak
gerçekliğiyle anlatmam halinde, bana ve tanıklığıma inanılabilirdi. Bu nedenle,
gözlemlerimi hikayeleştirirken ve sinemalaştırırken alabildiğine yumuşaklığı
seçtim… Olayları hafifletmeye çalıştım…” (Güney 1999, s. 319-320)
Film yalın bir şekilde, hatta lirik bir şekilde dönemin sübyan koğuşlarını anlatıyor. Aynı
zamanda birer suçlu makinesi yaratmaya dönük, insanların kişiliklerini ve fiziksel
varlıklarını ezmeye yönelik ağır baskı koşulları, bu ülkede on yıllardır edebiyatın
konusu olmuştur da, sinemamız bunlara çok az değinmiştir (Atam 2008, s. 192).
Güney, bu filmiyle de toplumda var olan egemen ideoloji ve devlet kanadıyla cepheden
çatışmıştır. Film ancak yıllar yıl sonra Türkiye’de gösterime girebilmiştir. Duran’ın
dediği gibi; “kendi gerçekliğimizi anlatabilen, iyi sinema yapan politik sinemacılar,
bugünün iktidarı tarafından istenmemektedir. Üzerimizde dolaşan hayalet 21. yüzyılda
da rahatsızlık vermeye devam etmektedir” (Duran 2000-2001, s. 15).
74
SONUÇ
Yaşamlar mı filmleri oluşturur, yoksa filmler mi yaşamaları belirler? Yılmaz Güney’in
yaşamı ve filmleri ele alındığında bu ikisinin at başı gittiğini görmekte gecikmeyiz. Her
şey öylesine iç içe, öylesine birbirine kaynaşmıştır ki, bir bakarsınız Yılmaz Güney’in
yaşamı film, filmleri de yaşamı olmuş. Yılmaz Güney’in tüm filmlerini bir başlıkta
toplamak olası. Ya da tüm filmlerinde ortak bir payda var: O da, kıstırılmış, toplumda
tutunamamış, yenilmekte ve yok olmakta olan insanların dramı (Evren 1990, s. 26).
Güney’in kahramanları20 hep baskı altındadır: Gerek düzen baskısı, gerekse de asker
baskısı. Bu baskıların odağında ise “devlet” vardır. Yani Güney, yaşanmış gerçeklerden
yola çıkıp, bireyi temele alan, eleştirel bir sinema örneği sunmaktadır. Zaten ele alınan
filmlerdeki “devlet temsillerinin” olumsuz olması da buradan kaynaklanmaktadır. Bu
yüzden de “egemen güçlerle” sürekli bir çatışma halindedir.
Yılmaz Güney’in sinemasının özü, gerçeğe dayanmasıdır. Olaylarda fazla aşırıya
kaçmadan21, olabildiğince saf gerçeği yansıtmaya çalışmıştır. Belki de bu yüzden halk
tarafından çok sevilmiş, egemen güçler tarafından da bir o kadar nefret edilmiştir
Güney. Güney sinemasının temelinde yaşanmış gerçekler yatmaktadır. Bunun temelinde
ise Güney’in siyasi kişiliği ve sanat anlayışı yatmaktadır. Güney’in Marksist yönelimli
20 Güney’in filmlerindeki kadın karakter üzerine birçok yazar ve eleştirmen türlü yorumlar yapmışlardır. Fakat -daha önce de belirttiğimiz gibi- Güney’in kadın sorununu, sınıf sorunu içinde değerlendirdiğini şu sözlerinden anlamaktayız: “Benim için sorun sadece kadın sorunu değil, aynı zamanda kadın erkek sorunudur da. Çünkü ezilen sadece kadın değil erkektir de. Ve asıl ezilen kadın değil erkektir. Bir erkeğin kadını ezmesi, ona baskı kurması kendisinin baskı altında olmasının ifadesidir. Kadının kurtuluşu, sınıfın, ezilen sınıfın kurtuluşu ile mümkündür. Ezilen sınıf işçi sınıfıdır ve burada belirleyici güç erkeklerdir. Erkeklerin belirleyici olduğu bir sınıfta önce erkekler sonra kadınlar kurtulacaktır. Sorunu aydın şematizmi içinde ele almamalıyız. Kadının kurtuluşu, ezilen sınıfların (yani işçi sınıfı ile köylü sınıfının) kurtuluşuna bağlıdır.” (Güzel 1994, s. 16) 21 Çoğu yazar ve eleştirmen Güney’in “Duvar” filminde, olayları fazla aşırıya kaçıp, bir intikam duygusu içinde abarttığını düşünse de, Güney’in daha önce de ele aldığımız şu sözleri onları yalanlamaktadır:
“… Türkiye gerçeği, bir cezaevi portresi içinde, tartışmaya sunulmalıydı. Ancak işe başlarken benim kaygılarım vardı. Türkiye cezaevlerini çıplak gerçekliğiyle anlatmam halinde, bana ve tanıklığıma inanılabilirdi. Bu nedenle, gözlemlerimi hikayeleştirirken ve sinemalaştırırken alabildiğine yumuşaklığı seçtim… Olayları hafifletmeye çalıştım…” (Güney 1999, s. 319-320)
75
bir ideolojiyi savunduğu hemen herkes tarafından bilinmektedir. Önemli olan bu
görüşlerinin sanatından bağımsız düşünülmemesi gerektiğidir:
“Sanatsal çabalar, çalışmalar, sınıf mücadelesinden ve bunun bir ifadesi
olan siyasal mücadeleden kopuk ele alınamaz. Ben bir kavga adamıyım,
sinemamda bir kavganın, halkımın kurtuluş savaşının sinemasıdır. Bugüne kadar,
gücümün ve bilincimin el verdiği oranda kavganın içinde yer aldım. Bu nedenle,
sanatçı kişiliğimin yanında, siyasi bir kişiliğim de var ve bunlar birbirinden ayrı
değildirler” (Güney 1999, s. 35).
Bilindiği gibi Güney, sanat olarak sadece sinemada eserler değil, roman ve hikaye
dallarında da eserler ortaya koymuştur. Fakat asıl eksenini sinema çevresinde
oluşturmuştur. Bunun sebebinde ise; sinemanın gerek daha geniş kitlelere ulaşması
(kitap okuma ve film izleme oranları karşılaştırıldığında bu fark hemen kendini belli
etmektedir,) gerekse de hem göze hem de kulağa hitap etmesi dolayısıyla diğer sanatlara
oranla gerçeklik hissisini daha fazla yaratması yatmaktadır. Güney’in şu sözleri de
bunları doğrular niteliktedir:
“Ben kendi çapında bir sınıf kavgası sürdüren adamım. Nasıl
sürdürebilirim bu kavgayı? Bir sinemacı olarak sinema yapmakla ya da oturup
roman veya hikaye yazmakla… Sinema bütün bu şeyler içinde halka giden en
etkin yol. Sinema çağımızın en güçlü ve en etkin sanatıdır” (Ergün 1978, s. 90).
Güney’in halka gitmekteki, yani film çekmekteki amacı, kendi siyasal yaşamındaki
fikirlerini, görüşlerini halka ulaştırıp, onları aydınlatmaktır. Bu noktada karşılıklı bir
etkileme ve etkilenme süreci içerisinde halk sanatın… sanat da halkın gelişmesine
yardımcı olur (Güney, s. 17). Bu doğrultuda ele alınan Güney’in filmlerinin temel
sorununu “sınıf çatışması” oluşturmaktadır. (Gerek Umut, Arkadaş filmlerindeki
zengin-fakir sınıfların çatışması gerekse de Sürü filmindeki feodal-kapitalist sınıfların
çatışması buna örnek gösterilebilir.) Marks, “İnsanların varlığını belirleyen bilinçleri
değil, tam tersine, insanların bilincini belirleyen insanların kendi toplumsal
varlıklarıdır.” der. Bu diyalektik belirleme, Yılmaz Güney’in yaklaşımlarında da çıkış
noktasıdır. O, olaylara, gelişmelere sınıfın bakış açısıyla yaklaşır, onları, bilimsel
sosyalizmin süzgecinden geçirerek değerlendirir. Kültür ve sanatta yaklaşımı da bu
bakış açısının ürünüdür… (Güney 2000, s. 21) Bu konu hakkında da şunları söyler:
76
“Her toplumsal olay, şu ya da bu sınıfın çıkarlarına hizmet eden bir ürün,
bir olay dizisi yaratır. Sınıf mücadelesini içermeyen tek bir toplumsal olay
mümkün değildir. Her olay bir çelişmenin ürünüdür. Her toplumsal olay da,
toplumsal çelişmelerin, yani sınıf çelişmesinin ürünüdür. Ve bu çelişmelerin
sonucu meydana gelen olay, şu ya da bu sınıfın güçlenmesine ya da zayıflamasına
yol açar…” (Güney, s. 13)
Bu noktada “devlet” de, bu çatışmaların odağındaki kurum olarak sunulmaktadır.
Çünkü her devlet temelde egemen sınıfın aracıdır (Yetkin 1970, s. 30). Zaten devlet de
sınıflı toplumlarla aynı anda doğmuştur. Toplumdaki ekonomik iktidarı elinde
bulunduran sınıf, devlet mekanizmasında da ağırlıktadır; çark, aslında ondan yana döner
(Tanilli 2007, s. 13). Bu yüzden de ele alınan Güney filmlerinde devlet
olumsuzlanmaktadır. Bu noktadaki asıl gönderme ise hakçılık ilkesinedir.
Halkçılık ilkesine göre; Türkiye’de sınıf, sınıf kavgası ve imtiyaz yoktur ve egemenliğin
kaynağı halktır (Aydemir 1993, s. 448). Bireyler arasında hiçbir fark ayrılığı görmemek,
topluluk içinde ayrıcalık kabul etmemek esastır (Bayraktar 2002, s. 227). Fakat Güney’e
göre, ele alınan filmlerindeki sahnelerinde (Umut filminde Cabbar’ın arabasına çarpan
zengin adamın, karakolda gördüğü muameleyi hatırlayalım) bunun sadece teoride
kaldığı gösterilmektedir. Zaten ele alınan filmlerde çok sayıda Atatürk heykeli, portresi
gösterilmesinin sebebi de budur.
Güney sinemasına hakim olan bir diğer konu ise çatışmadır. Ele alınan filmlerin
hepsinde çatışma ön plandadır: Umut’ta zengin-yoksul çatışması, Arkadaş’ta ayrıcalıklı
azınlık-ayrıcalıksız çoğunluk çatışması, Sürü’de feodalizm-kapitalizm çatışması, Yol’da
ise sınırlı özgürlüklerin (hapishane ve dışarı yaşamının) çatışması… Bu durum bir
çelişmeye yol açmaktadır. Güney’e göre çelişme ise; şeylerin doğasında var olan
evrensel bir şeydir. Her şey, zıtların mücadelesini ve birliğini içerir. Çelişmelerin temel
yasası budur (Güney, s. 5). Bu anlamda çelişme, olumlu bir özelliktir. Çelişme varsa
çözülecek sorun, atılacak adımlar, giderek bir zafer olasılığı, bir ilerleme de var
demektir (Tanilli 2006, s. 39). Tıpkı Marksizm’de olduğu gibi Güney sinemasında da
çelişme iyimser bir olgudur.
Güney sinemasında öne çıkan bir başka olgu ise filmlerinin barındırdığı “umut”
öğesidir. Güney’in kahramanları hep zorda kalan, kıstırılmış ve yalnız insanlardan
oluşmaktadır. Yani Güney’in insanları çaresizdir. Tıpkı mekanları gibi. Çünkü
77
Güney’in mekanları, ya asker baskısına maruz kalan bir doğu köyü (Hudutların Kanunu
ve Yol) ya büyükşehirlerin gösterilmek istenilmeyen öteki yüzü ya da bir hapishanedir.
Güney bu bağlamda kamerasını sokağa taşımış ve öteki insanların hikayelerini
anlatmıştır. Yalnızca anlatmakla da kalmayıp, onlara, içinde buldukları durumu
sorgulamayı ve kendi ideolojisi doğrultusunda kurtuluşları için de bir yol göstermeyi
ihmal etmemiştir. Yani ele alınan filmlerin çoğu, yarattığı karamsar havaya rağmen,
umutludur: Sürü filminde Hamo ağanın temsil ettiği o anlayışın yıkılmasını; Yol’da
insanların kendi içlerindeki çelişmelerin sonucu bir değişim belirtisi göstermesi ve
Duvar’da ise en zor şartlarda bile direnerek, isteklerini isyan yoluyla zorla yerine
getirten çocukların zaferi Güney filmlerinin umut öğesidir. Bu bağlamda Güney
filmlerinin sonu, kafalarda hiçbir soru işareti bırakmayan klasik bir kapalı son yerine,
izleyiciyi düşünmeye iten açık uçlu bir sondur.
Tüm bunların yanında, Güney sinemasını değerlendirirken dönemin toplumsal
olaylarını ve sansür kurulunu da göz ardı etmemek gerekir. Güney’in film çektiği yıllar
“60-80” toplumsal olarak oldukça çalkantılı ve hareketli yıllardır: 1961 anayasasının
getirdiği görece özgürlükçü ortam (Umut filmi böyle bir ortamda yapıldı), 71 muhtırası
(Bu yıllarda yapılan Arkadaş filminde somut olarak devlet temsilinin sadece 4 çekim
olması) ve 1980 darbesinin baskıcı ve düşünce özgürlüğünü hiçe sayan faşist ortamı.
Tüm bunlara bir de ağır sansür şartları eklenince, Güney’in kafasındaki sinemayı
yapması yalnızca bir hayalden ibarettir. Yine de Güney, tüm bu zorluklara rağmen –
hapishanede de olsa- belirli bir tutarlılık içerisinde sanatına devam etmiştir. Hem de
yıllar geçtikçe sinemasının ideolojik ve eleştirel yönü daha da artmıştır. Bu bağlamda
Yılmaz Güney’e yapılan baskının ana nedeni de sanatçının halkı bilinçlendirmesidir.
Yarından umutlu, yenilikten yana, haksızlığa karşı –tıpkı Güney filmleri gibi- direnen
toplum egemen çevreler için korkulacak bir toplumdur. Bu yüzden filmlerinin tamamı
sansürlenmiş ve hatta kendi bile yasaklanmıştır
Bu noktada Güney’in filmlerinin sansürlenmesinin bir başka nedeni de, egemen güçler
tarafından gizlenmek istenen köylünün, işçinin, ezilen kesimin sefil hayatını doğal bir
anlatımla gözler önüne sermesidir. Bu sayede de egemen güçler, toplumun geri
kalmışlığını saklamaya çalışmışlardır. Fakat onu gösteren sanatçılar yerine, geri
kalmışlığı engellemeye çalışsalardı her şey çok daha iyi olabilirdi. Zaten Güney’de
Arkadaş filminde bu yanıtı onlara vermiştir:
78
Turistler bir köyde, fakir köylünün resmini çekerler. Köylüler onlara şaşkın bir halde
bakarlar. Azem kuyu başında durur, Cemil ona doğru yürür. Azem bakışlarıyla takip
eder. Cemil bakar. Azem bakar. Başlarını çevirirler:
CEMİL: Ne yapıyor bunlar!
AZEM: Sefaletimizin resmini çekiyorlar…
CEMİL: O kadar tarihi, güzel yerlerimiz varken burayı niye çekiyorlar?
Mani olalım.
AZEM: Biz, sefaletimize mani olacağız. Bir gün gelecek bunlar bizim
sefaletimizin resmini çekemeyecekler.
Yılmaz Güney, Türk Sineması’nın gelişmesine birçok yönden katkıda bulunmuştur.
Türk sineması yıllarca toplumun çoğu kesitinin gerçek bir yansımasını verememişti. Bu
aslında, uydurma delikanlılarla uydurma kızların, uydurma kötü insanlarla uydurma iyi
kişilerin sinemasıydı. Toplumun genel bir panoramasını, onu duyarlığı ve diliyle ortaya
koymaktan yoksun kalan Türk sineması, şematik bir tekrar mahkum olmuştu (Gevgilili
1989, s. 158). Temel anlamda bir gerçeklik ve ideoloji sorunu vardır. 22Fakat Güney
sineması bunların tam aksine, bireyi merkeze elan, halkçı, popüler kaygılardan uzak,
içinde belirli bir ideolojiyle beraber Marksist ve devrimci unsurları birlikte barındıran
çağdaş bir sinemadır. Tüm bunların yanında da kaynağını gerçeklikten almaktadır.
Yılmaz Güney sineması muhalif ve eleştirel bir sinemadır. Bugüne kadar hiç kimse,
bunun aksini savunmamıştır. Fakat asıl önemli olan Güney’in bu eleştirel ve muhalif
sinema anlayışının kaynağında neyin yer aldığıdır? Bu sorunun cevabını bulmak için
öncelikle Güney’in siyasal yaşamı hakkında fikir sahibi olmak gerekir. Çünkü sanat
bize -dolaylı yoldan da olsa- sanatçısının dünya görüşünü aktarır. Yani sanatçının
ideolojik altyapısı ve sanatı nasıl gördüğü oldukça önemlidir. Fakat bu sanatçıyı ve
eserlerini anlamada tek başına yeterli değildir. Çünkü içinde bulunulan toplumun siyasal
iklimi ve sanatın ne derece özgürce yapıldığı da (Sansür Kurulu) direk olarak sanatçının
eserlerinin şekillenmesinde önemli bir paya sahiptirler.
Yılmaz Güney sinemasında “devlet” önemli bir kavramdır ve eleştirilerin odağındaki
temel kurum olarak sunulmaktadır. Bu yüzden de bu çalışmada Yılmaz Güney
sinemasında “devlet temsili” araştırılmıştır.
22 Bu noktada Halit Refiğ, Metin Erksan, Lütfi Akkad gibi ustaları ayrı tutmak gerekir.
79
Güney’in “devlet”e eleştirel yaklaşmasındaki temel sebep ideolojik görüşünden
kaynaklanmaktadır. Güney bilindiği üzere sol görüşlü, Marksist ideolojiyi savunan bir
sanatçıdır. Bunun doğrultusunda devleti sınıfsal çatışmaların odağında görmektedir.
Yani “devlet” bir egemen sınıfın iktidar aracıdır (Yetkin 1970, s. 30). Bu araç sayesinde
bir egemen sınıf, topluma hakimdir. Bunun sonucunda olarak da toplumda egemen
ayrıcalıklı sınıf ve egemen olmayan ayrıcalıksız sınıf çatışması başlar. Çünkü egemenler
gelirden büyük pay alır ve her türlü ayrıcalık onlardan yanadır. Egemenler bu yapının
devamını sağlamak için baskı yolunu kullanırlar. Bu doğrultuda polis, mahkeme, ordu
gibi kurumlar onlar için önemlidir. Çünkü bu kurumlar yapının devamını sağlar. Fakat
egemenler sadece baskı yoluyla iktidarlarını sağlamazlar. İdeoloji kavramı egemenler
için çok önemlidir. Bu sayede toplumda bir yanlış bilinç oluşturarak, egemenliklerini
meşrulaştırırlar.
Topluma kendi ideolojilerini yaymak için birçok araca sahiptirler. Bunların başında
okul, aile, sendika, hukuk ve kültürel (edebiyat, güzel sanatlar, spor vb) gibi ideolojik
araçlar gelmektedir. İdeolojik Araçların, Baskı Araçlarına göre daha çeşitli olması ve
tamamının devlet kanadında olmamasına rağmen amaçları ortaktır. Devletin İdeolojik
Aygıtları, insanların içinde yaşadıkları dünya ve toplum hakkında yanlış fikirlere sahip
olmalarına neden olur. Bu sayede de egemen güçler iktidarını daha kolay sağlarlar.23
Sinemanın da içinde yer aldığı kültürel aygıtlar, egemen güçlerin iktidarını
sağlamasında kullandığı bir araç olarak görülmektedir. Fakat sinema yalnızca egemen
düşüncelerin üretildiği ve dağıtıldığı bir araç değil, eleştirel düşüncelerin kısmen de olsa
topluma yayıldığı bir araçtır. Bu bağlamda Yılmaz Güney sineması egemen düşünceden
bağımsız ve eleştirel bir sinema örneğidir. Çünkü Güney sinemasında egemen düşünce
ve devlet olumsuz temsil edilmiştir. Ele alınan Güney filmlerinin (Umut, Arkadaş, Sürü,
Yol, Duvar) nicel içerik analizine baktığımız zaman da bu sonuç ortaya çıkmaktadır. Bu
sonuçlara kısaca değinecek olursak;
Umut (1970); Filmin toplam çekim sayısı: 731, İçerisinde devlet temsili bulunan
toplam çekim sayısı: 78’dir. Bu 78 çekim içerisinde devlet, kişi, kurum ve nesne olarak
temsil edilmiştir. Bu 78 çekimin 53’ünü olumsuz, 25’ini ise nötr çekimler
oluşturmaktadır.
23 Buraya kadar verilen bilgiler de kaynak belirtilmemiştir. Çünkü bu bilgiler tek bir kitaba ve tek bir kişiye ait değildir. Bu bilgiler Karl Marks, Louis Althussser ve Antonio Gramsci’nin fikirlerinin bir özetidir.
80
Arkadaş (1974); Filmin toplam çekim sayısı: 1093, İçerisinde devlet temsili
bulunan toplam çekim sayısı: 4’tür. Bu filmde somut “devlet temsil”inin az olmasının
sebebi ise Yılmaz Güney’in hapisten yeni çıkması, ağır sansür şartları ve filmin
çekildiği 1974 tarihinden üç yıl önce gerçekleşen 12 Mart 1971 Muhtırası’dır. Bu dört
çekim filme “nötr” olarak yansımıştır.
Sürü (1978); Filmin toplam çekim sayısı: 1406, İçerisinde devlet temsili
bulunan toplam çekim sayısı: 325’tir. Bu 325 çekim içerisinde devlet, kişi, kurum ve
nesne olarak temsil edilmiştir. Bu 325 çekimin 298’ini olumsuz, 27’sini ise nötr
çekimler oluşturmaktadır.
Yol (1981); Filmin toplam çekim sayısı: 1106, İçerisinde devlet temsili bulunan
toplam çekim sayısı: 397’dir. Bu 397 çekim içerisinde devlet, kişi, kurum ve nesne
olarak temsil edilmiştir. Bu 397 çekimin 132’sini olumsuz, 265’ini ise nötr çekimler
oluşturmaktadır.
Duvar (1981) ; Filmin toplam çekim sayısı: 950, İçerisinde devlet temsili
bulunan toplam çekim sayısı: 950’dir. Bu 950 çekim içerisinde devlet, kişi, kurum ve
nesne olarak temsil edilmiştir. Bu 950 çekimin 1398’ini olumsuz, 70’ini nötr, 33’ünü ise
olumlu çekimler oluşturmaktadır.
Sayısal verilerden de anlaşılacağı üzere Güney, filmlerini farklı dönemlerde
çekmiş olmasına rağmen devlete bakışında hiç bir değişiklik olmamıştır. Yani Güney’in
ideolojisi filmlerine de yansımıştır. Ele alınan filmlerinin diyalogları incelendiğinde de
aynı sonuçla karşılaşılmıştır. Yani Güney sinemasının içerik yönü hep aynıdır. Güney
sinemasında değişen olgu ise, biçim ve temsillerin sunuluşunda olmuştur (Örneğin
Arkadaş filminde, sadece 4 somut “devlet temsili” vardır).
Yılmaz Güney sinemasında değişen bu biçimsel özellikler ise, dönemin toplumsal
olaylarına ve sansür kuruluna bağlıdır. Güney’in filmlerini yaptığı dönemlerin
Türkiye’nin siyasal hayatına bakıldığında oldukça çalkantılı bir yaşam görülmektedir.
1950’lerde büyük bir çoğunlukla iktidara gelen Demokrat Parti’nin siyasal ve
ekonomik yönde olumlu adımlar atamamıştır. Bu dönemde Türkiye bir sanayileşme
çabası içine girmiş buna bağlı olarak kentleşme dolayısıyla gecekondulaşma, kırsal
yapının çözülüşü, geleneksel değerlerin ve ilişkilerin yerine paraya bağlı ilişkilerin
almasıyla zenginler ve yoksullar arasındaki farkla büyümeye başlamış, gelir dağılımlı
81
sorgulanmış, ekonomik çelişkiler neticesinde sistemde aradığını bulamayan gençler
arasında şiddet eylemleri artmış, ülkede yoğun bir düşünsel ve ideolojik kutuplaşma
yaşanmaya başlamıştır (Yaylagül 2004, s. 233-234). Bunun sonucu olarak da ortamda
bir kaos havası esmeye başlamıştır ve çare olarak da 27 Mayıs Hareketi düşülmüştür. 27
Mayıs 1960 günü Türk Silahlı Kuvvetleri yönetime el koymuştur. Tüm bu olayların
sonucunda da 1961 Anayasa’sı yürürlüğe girmiştir (Çavdar 2008, s. 110). Bu anayasa
ile birlikte özgürlükçü bir ortam doğmuştur. İfade özgürlüğü gündeme gelmiştir. Bu
sayede de bir çok sanat eseri ortaya çıkmıştır. Yılmaz Güney’in Hudutların Kanunu ve
Umut filmleri de (birçok kez sansüre takılmalarına rağmen) bu özgürlükçü ortam
sayesinde çekilmiştir.
Oluşan bu özgürlükçü ortam fazla sürmemiştir. 1970’lere gelindiğinde sermayenin
tekelleşmesi ve ekonomik uçurum artması sonucu ortaya çıkan karışıklık sonucu 12
Mart Muhtırası gerçekleşmiştir (Tanilli 2007, s. 95). Bu sayede bir sıkıyönetim ortamı
oluşturulmuş ve özgürlükler kısıtlanmıştır. Bundan nasibini sanat da almıştır. Bu
dönemde Güney’in gerçekleştirdiği Arkadaş (1974) filminde sadece 4 tane somut
“devlet temsilinin yer almasının sebebi de budur.
1980’lere gelindiğinde ise ekonomik durumda bir düzelme yoktur. Bunun üzerine bir de
artan olayları eklenince ortama tam bir karmaşa hakim olmuştur. Bunun üzerine 12
Eylül sabahı askeriye yönetime el koymuştur ve ülke sıkıyönetimine girmiştir (Çavdar
2008, s. 248). Yaratılan bu baskı ortamından herkes gibi sinema da nasibini almıştır. Bu
dönemde çekilen film sayısında önemli ölçüde düşüş yaşanmıştır. 1980’de 68, 1981’de
72, 1982’de 72, 1983’te ise bu rakam 73 olmuştur (Scognamillo 2003, s. 160). Bu
filmler içinde genel olarak toplumsal eleştiri filmleri yapılabilse de, 12 Eylül askeri
rejim eleştirisini yapan filmler, ancak 1986’da gündeme gelebilmişlerdir. 1986’daki
uygun ortamı beklemeden çekilen tek “12 Eylül Filmi”, senaryosunu Yılmaz Güney’in
tutuklu bulunduğu cezaevinde yazdığı ve yönetmenliğini Şerif Gören’in yaptığı “Yol”
filmidir. 1981 yılında, sıkıyönetimin sürdüğü günlerde çekimleri gerçekleştirilen “Yol”
sansür tarafından yasaklandığı için gösterime girememiştir. Filmin izleyiciyle
buluşabilmesi ancak 1999 yılında mümkün olabilmiştir (Esen 2000, s. 195-196).
Bu dönemlerin sansür anlayışına bakıldığında ise katkı kurallar ve yasakçılık kendini
belli etmektedir. 1939-1977 yıllarında yürürlükte olan Filmlerin ve Film Senaryoların
Kontrolüne Dair Nizamname özgürce film çekmeyi bir hayli zorlaştırmıştır. Çünkü film
82
denetlemesi için kurulan komisyonlarda sinemadan anlayan kişilerin olmaması -İçişleri
Bakanlığından bir yetkilinin başkanlığında Emniyet Genel Müdürlüğü, Genelkurmay
Başkanlığı, Basın Yayın Genel Müdürlüğü ve Milli Eğitim Bakanlığından birer yetkili
Sansür Kurulu’nun üyeleriydi- (Barkören 2005, s. 84). katı bir anlayışın oluşmasını
sağlamıştır. Daha sonra yürürlüğe giren 1977 ve 1983 Sansür Tüzükleri’nde de bu
durum değişmemiştir. Yani Yılmaz Güney döneminin sansür anlayışı çağdaş sinema
anlayışıyla örtüşmemiştir. Bu da direk olarak Güney sinemasına etki etmiştir ve
temsillerin oluşmasında kısıtlayıcı bir rol oynamıştır.
Ele alınan tüm bu şartlar değerlendirildiğinde -gerek dönemin çalkantılı siyasal ve
toplumsal hayatı gerekse de sansür kurulunu ağır şartları- Yılmaz Güney sineması bir
bütün olarak görmek kaçınılmazdır. Çünkü Güney filmleri farklı dönem ve farklı
şartlarda çekilmiş olmalarına rağmen hepsi de aynı ideolojiyi savunmaktadır. Güney’in
“devlete bakışında” herhangi bir değişiklik olmamıştır. Bu bağlamda Güney sineması
egemen düşünceden bağımsız ve eleştirel bir sinema örneğidir.
83
KAYNAKÇA
Althusser, Louis; İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, (Çev: Alp
Tümertekin), İthaki Yayınları, İkinci Baskı, İstanbul 2006
Aydemir, Şevket Süreyya, Tek Adam, Üçüncü Cilt, Remzi Kitabevi,
Onikinci Baskı, Ankara 1995
Bakır, Burak; Yörükhan, Ünal; Saliji, Sali; Sinema İdeoloji ve Politika,
Orient Yayıncılık, Ankara 2008
Battal, Sadık; Asıl Film Şimdi Başlıyor, Vadi Yayınları, Ankara 2006
Bayraktar, Bayram; Muhammet, Karakaş; Hasan Özsoy; Çağdaş Türkiye
Tarihi, İnkılap Kitabevi İstanbul 2002
Çavdar Tevfik; Türkiye’nin Demokrasi Tarihi, İmge Kitabevi, Dördüncü
Baskı, Ankara 2008
Çelenk, Halit; 12 Eylül ve Hukuk, Orun Basımevi, Ankara 1988
Dellaloğlu, Besim F.; Frankfurt Okulu’nda Sanat ve Toplum, Say Yayınları,
Dördüncü Baskı, İstanbul 2007
Dorsay, Atilla; Yılmaz Güney Kitabı, Varlık Yayınları, İstanbul 2008
Dursun, Çiler; TV Haberlerinde İdeoloji, İmge Kitabevi, Ankara 2001
Eagleton, Terry; İdeoloji, (Çev: Muttalip Özcan), Ayrıntı Yayınları, İkinci
Baskı, İstanbul 2005
Erdoğan, İrfan; Korkmaz, Alemdar; Öteki Kuram, Erk Yayınları, İkinci
Baskı, Ankara 2005
Ergün, Mehmet; Bir Sinema ve Anlatı Aracı Olarak Yılmaz Güney,
Doğrultu Yayınları, İstanbul 1978
Esen, Şükran; 80’ler Türkiyesi’nde Sinema, Beta Yayınları, İkinci
Baskı, İstanbul 2000
Evren, Burçak; Türk Sinemasında Yeni Konumlar, Broy Yayınları,
İstanbul 1990
84
Fiske, John; İletişim Çalışmalarına Giriş, (Çev: Süleyman İrvan), Bilim
ve Sanat Yayınları, İkinci Baskı, Ankara 2003
Gevgilili, Ali; Çağını Sorgulayan Sinema, Bağlam Yayıncılık, Ankara 1989
Gramsci Antonio; Hapishane Defterleri, (Çev: Adnan Cemgil), Belge
Yayınları, Beşinci Baskı, İstanbul 2007
Güney, …………., Yılmaz; Duvar: Senaryo, Güney Yayınları,
İstanbul 1999
…………., Yılmaz; İnsan, Militan ve Sanatçı, Güney Yayınları, Dördüncü
Baskı, İstanbul 1999
…………., Yılmaz; Siyasal Yazılar, Cilt: 1, 1.Bölüm, Mayıs Yayınları,
…………., Yılmaz; Umut: Senaryo, Güney Filmcilik A.Ş. Yayınları, İkinci
Baskı, İstanbul 1975
…………., Yılmaz; Yol: Senaryo, Güney Yayınları, Üçüncü Baskı, İstanbul
1997
Gürata, Ahmet; Fatma Dalay Küçükkurt; Sinemada Anlatı ve Türler,
1960-1970 Dönemi Türk Sinemasında Düşünce Akımları, Levent
Yaylagül, Vadi Yayınları, Ankara 2004
Güzel, M. Şehmus; İnsan Yılmaz Güney, Kaynak Yayınları, İstanbul
1994
Kayalı, Kurtuluş; Metin Erksan Sinemasını Okumayı Denemek, Dost
Kitabevi Yayınları, Ankara 2004
…………., Kurtuluş; Yönetmenler Çerçevesinde Türk Sineması, Deniz
Kitabevi, Ankara 2006
Kongar, Emre; 12Eylül Kültür, Remzi Kitabevi, Dördüncü Baskı, İstanbul
2005
Küçük, Mehmet Medya, İktidar, İdeoloji, Mehmet Küçük, Ark
Yayınevi, Ankara 1994
Marks, Karl; F. Engels; Alman İdeolojisi, (Çev: Sevim Belli)Sol
Yayınları, Beşinci Baskı, Ankara 2004
85
Mattelard, Armand; Erik Neveu; Kültürel İncelemelere Giriş, (Çev: Hüsnü
Dilli), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2007
Onaran, Alim Şerif; Sinematoğrafik Hürriyet (Yayımlanmış Doktora
Tezi), Gürsoy Basımevi, Ankara 1968
Öngören, Mahmut Tali; Sinema Diye Diye…, Kalem Yayınları, Ankara
(Yılı belli değil)
Özbek, Sinan; İdeoloji Kuramları, Bulut Yayınları, İkinci Baskı, İstanbul
2003
Özgüç, Agah; 100 Filmde başlangıcından günümüze Türk Sineması, Bilgi
Yayınevi, Ankara 1993
…………., Agah; Bütün Filmleriyle Yılmaz Güney, Agora Kitaplığı, İstanbul
2005
…………., Agah; Türk Sineması Sansür Dosyası, Koza Yayınları, İstanbul
1976
Öztürk, Serdar; Erken Cumhuriyet Döneminde Sinema Seyir Siyaset,
Elips Kitap, Ankara 2005
Refiğ, Halit; Ulusal Sinema Kavgası, Hareket Yayınları, İstanbul 1971
Scognamillo, Giovanni; Türk Sinema Tarihi, Kabalcı Yayınevi, İkinci Baskı,
İstanbul 2003
Slater, Phil; Frankfurt Okulu Kökeni ve Kültürü, (Çev: Ahmet Özden),
Bilim, Felsefe, Sanat Yayınları, Kasım 1989
Tanilli, Server; Devlet ve Demokrasi, Alkım Yayınevi, Dördüncü Baskı,
İstanbul 2007
Tanilli, Server; Nasıl Bir Demokrasi İstiyoruz, Alkım Yayınevi, Üçüncü
Baskı, İstanbul 2007
Tanilli, Server; Uygarlık Tarihi, Alkım Yayınevi, Yirmi altıncı Baskı,
İstanbul 2008
Tanilli, Server; Değişimin Diyalektiği ve Devrim, Alkım Yayınevi,
Altıncı Baskı, İstanbul 2006
86
Tikveş, Özkan; Mukayeseli Hukukta ve Türk Hukukunda Sinema
Filmlerinin Sansürü, İstanbul Üniversitesi Yayınları, İstanbul
1968
Yalçın, Altan; Yılmaz Güney Dosyası, Yöntem Yayınları, İkinci Baskı,
İstanbul 1974
Yaylagül, Levent; Kitle İletişim Kuramları, Dipnot Yayınları, Ankara 2006
Yaylagül, Levent; Nilüfer Korkmaz, Medya, Popüler Kültür ve İdeoloji,
Dipnot Yayınları, Ankara 2008
Yeşil, H.; Halkın Sanatçısı Halkın Savaşçısı Yılmaz Güney, Dönüşüm
Yayınları, İkinci Baskı, İstanbul 2000
Yetkin, Çetin; Siyasal İktidar Sanata Karşı, Bilgi Yayınevi, Ankara 1970
Yılmaz, Ertan; 1968 ve Sinema, Kitle Yayınları, Ankara 1997
Yücel, Müslüm; Türk Sinemasında Kürtler, Agora Kitaplığı, İstanbul
2008
Süreli Yayınlar
Atam, Zahit; Yılmaz Güney’e Saygı, Yeni İnsan Yeni Sinema, Sayı 20-21,
Sonbahar 2008, s. 180-192
Duran, Tahir N.; Duvar ve Duvarlara Dair, Yeni İnsan Yeni Sinema, Sayı 8, Kış
2000-2001, s. 13-15
Barkören, Serkan; Dünden Bugüne Sansür Hukuku, Sekans, Sayı 2, Nisan-Mayıs
2005, s. 81-87
Barkören, Serkan; Gökhan Erkılıç; Türk Sineması: Sansürün Öyküsü, Sekans, Sayı
2, Nisan-Mayıs 2005, s. 88-94
Çatalçam, Eda; 12 Eylül Darbesine Bakış, Yeni İnsan Yeni Sinema, Sayı 23, Bahar
2009, s. 45-49
Tezler
Balcı, Özlem; Türk Sinemasında Türk Siyasal Hayatının Yansımaları: 1970-
1980 Dönemi, Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, İstanbul 2003
87
Doğan, Aslıhan; 1950-1970 Arası Dönemlerde Türk Sinemasında Çekilen
Filmlerde Zenginlik Temsilleri, Doktora Tezi, Gazi Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Ankara 2005
Korkmaz, Asiye; 1960-70 Yılları Arasında Türkiye’de Yaşanan Toplumsal ve
Siyasal Değişimlerin Türk Sinemasına Yansımaları, Yüksek Lisans Tezi,
Mimar Sinan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 1995
Makaleler
Çoş, Nezih; Engin, Ayça; Yılmaz Güney’le Konuşma,
http://www.iletisim.bahcesehir.edu.tr/arsiv/docs/320.pdf, (2009)
Kutschera, Chris; Yılmaz Güney’le Röportaj, (Çev: Devrim Kılıç), 1983
ODTÜ Dergisi, Sayı Ocak,
http://www.alevileriz.biz/archive/index.php/t-12940.html (2009)
Taşçıyan, Alin; Küçük Hükümlülerin Acı Dolu Dünyası, Milliyet Sanat,
www.milliyet.com.tr/2000/10/20/sanat/san01.html
http://www.kenthaber.com/Haber/Genel/Normal/zengin-haber-yoksul-yerli-dizi-
izliyor/haber_13888 (2009)
88
ÖZGEÇMİŞ
BURAK DURSUN
Kişisel
Bilgiler
� Medeni hali : Bekar
� Yaş : 27
� Doğum yeri ve tarihi : Sivas , 10.07.1982
Eğitim
Bilgileri
1988 – 1993
Kavaklıdere İlköğretim Okulu , Ankara
1993 - 1996
Kocatepe Mimar Kemal Ortaokulu , Ankara
1996 - 1999
Kocatepe Mimar Kemal Lisesi , Ankara
2002- 2006
Erciyes Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema-TV Bölümü
2006-2009
Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İletişim Fakültesi Radyo,
Sinema ve Tv Bölümü Yüksek Lisans
Sertifikalar 19.09.2004
Ece Bilgisyar kursu “İşletmenlik” sertifakası
12.12.2007
Mimtek Bilgisayar kursu “Grafikerlik” sertifakası
18.01.2009
Cgpark 3D Animasyon ve Görsel Efekt Okulu “After Effect ve Özel Efekt”
sertifaksı
02.07.2009
Digital Film Akademisi “3d Maya Animasyon” Sertifikası
İLETİŞİM BİLGİLERİ
Adres : Küçükesat M. Başak Sk. No:43/6 Çankaya/ANKARA P.K 06660
Tel : 312 4251609 – 538 8433379
E-mail : [email protected]