BAĞIMSIZ CUMHURIYETİN TEMSİLİ: AZERBAYCANLI AYDIN ALİ MERDAN TOPÇUBAŞOV’UN (1865-1934)...

29
Lacan’da anne ve oğ ul’un baba ve oğ ul’a dönüş mesi Melida Tüzünoğlu Baba ve oğul temasını ve karakterlerini içeren seçtiğimiz filmler üzerine gerçekleştirdiğimiz söyleşinin düşünsel kay- nağını daha çok Lacan ve Freud’un, genelleyecek olursak, psikoloji ve sosyoloji ile dil ve felsefeyi de içeren tartışmaya ve örneklemeye açık olan teorilerinden aldık. Örneğin Dönüş filmindeki nesnelerin kullanımını Freud’un psikanalitik me- tafor çözümlemesine, Baba ve Oğul filmindeki kapalı-ensest ilişkiyi de Lacan’ın ödip evresindeki anne-oğul ilişkisindeki formulasyona bağlamaya çalıştık. Ama bizim asıl tartışma- mız anne ve oğul arasındaki ilişki ve iletişimden kaynakla- nan bir sosyalizasyon sürecinde babanın varlığı ve yoklu- ğunun, oğul’u ve aile’yi ve sonra toplum’u ne şekilde etkile- diği ve bunun dil ve göstergeler yoluyla nasıl aktarıldığıydı. Aşağıda, Lacan’ın baba erk’ini ve oğul’un kastrasyon kor- kusunu kapsayan, ayna ve ödipal gibi evrelere bölümlenip kimlik oluşumunda önemli rolü olan ‘özdeşleşmeyi’ de içine alan kavramların ve narsisistik bedenin ‘öteki’ ile ilişki ku- rabilme/kuramama karmaşasının geniş tanımlarını ve açı- lımlarını okuyabilirsiniz. D İ L Bilinç kendini ancak dilin yani toplumsal-uzlaşımsal bir kurumun dolayımıyla ele alabilir. İnsan kendi varoluş ger- çeğini olduğu gibi değil, ancak dilin ona sunduğu, kendi kuralları olan bir yapıdan dolayımlanarak biçimlendirebi-

Transcript of BAĞIMSIZ CUMHURIYETİN TEMSİLİ: AZERBAYCANLI AYDIN ALİ MERDAN TOPÇUBAŞOV’UN (1865-1934)...

Lacan’da anne ve oğul’un baba ve oğul’a dönüşmesi

Melida Tüzünoğlu

Baba ve oğul temasını ve karakterlerini içeren seçtiğimiz filmler üzerine gerçekleştirdiğimiz söyleşinin düşünsel kay-nağını daha çok Lacan ve Freud’un, genelleyecek olursak, psikoloji ve sosyoloji ile dil ve felsefeyi de içeren tartışmaya ve örneklemeye açık olan teorilerinden aldık. Örneğin Dönüş filmindeki nesnelerin kullanımını Freud’un psikanalitik me-tafor çözümlemesine, Baba ve Oğul filmindeki kapalı-ensest ilişkiyi de Lacan’ın ödip evresindeki anne-oğul ilişkisindeki formulasyona bağlamaya çalıştık. Ama bizim asıl tartışma-mız anne ve oğul arasındaki ilişki ve iletişimden kaynakla-nan bir sosyalizasyon sürecinde babanın varlığı ve yoklu-ğunun, oğul’u ve aile’yi ve sonra toplum’u ne şekilde etkile-diği ve bunun dil ve göstergeler yoluyla nasıl aktarıldığıydı. Aşağıda, Lacan’ın baba erk’ini ve oğul’un kastrasyon kor-kusunu kapsayan, ayna ve ödipal gibi evrelere bölümlenip kimlik oluşumunda önemli rolü olan ‘özdeşleşmeyi’ de içine alan kavramların ve narsisistik bedenin ‘öteki’ ile ilişki ku-rabilme/kuramama karmaşasının geniş tanımlarını ve açı-lımlarını okuyabilirsiniz.

DİL Bilinç kendini ancak dilin yani toplumsal-uzlaşımsal bir kurumun dolayımıyla ele alabilir. İnsan kendi varoluş ger-çeğini olduğu gibi değil, ancak dilin ona sunduğu, kendi kuralları olan bir yapıdan dolayımlanarak biçimlendirebi-

Mithat Alam Film Merkezi Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2004

336

lir, düşünebilir ve ifade edebilir. Bu dolayım, insanın ken-disine yabancılaşma sürecini mümkün kılar. Zira bilinçdı-şı da insanın kendi gerçeğini kültürel bir koddan dolayımlanarak kavramak zorunluluğuna bağlanır.

Dilin birimleri “gösterge”lerdir. Gösterge bir “göste-ren”, bir de “gösterilen”den oluşur. Gösterge bir ses değil, “işitsel imge”dir. Yani, gösteren fizik bir nesne değil, biliş-sel bir nesnedir. Gösterilen ise dış dünyadaki bir nesne değil, “kavram”dır. Demek ki, göstergenin her iki öğesi de zihinseldir. Gösterme ilişkisi, bir işitsel imgeyi (yani göste-reni) bir kavrama (yani gösterilene) bağlayan ilişkidir. Gös-terge dış dünyada bir şeyin anlamlı olarak yerini tutar, ama anlamı yine kendi içindedir, yoksa dışarıda gönde-rimde bulunduğu şeyde değil. Anlamın kaynağı bilinçtir. Benim bilincimin nesnesi, deyim yerindeyse, korelatlardır, yani anlam yine bilincime içkin kalır. İşte, özgürlük de bu-rada temellenir.

İnsan kendisini ve gerçekliği ancak dilin verdiği dola-yım sayesinde düşünebilirken, hem gerçekliği kendisinden ayırdetme – böylece gerçeklik nosyonu geliştirebilme – im-kanına kavuşur, hem de giderek daha toplumsallaşmış, “yüceltilmiş” kavramlarla kendini düşünürken, kendi ger-çekliğini dile getiren ilk simgeleştirmeleri de bilinçdışında bırakmış olur. Bu noktada Lacan’a göre göstergenin sade-ce işitsel bir imge olmadığını, simgeleştirmeye imkan veren her şey olabileceğini, gösterilenin ise (ya da Lacan’ın daha sık kullandığı terim olan “öznede gösterilen”in ise) öznenin yaşantıladığı her şey olduğunu (bir anlamda tüm bilişsel simgeleştirmelerden soyutladığımızdaki haliyle heyecanlar demek yanlış olmasa gerek) kaydedelim. Demek ki Lacan’da simgeler insanın çıplak yaşantılamasını kendi bi-çimsel kurallarına göre yapılandırır.

BASTIRMA Klasik teoriye göre iki farklı mekanizma olan bastırma ve yüceltme, Lacan’da bir tek mekanizmadır. Klasik teori bas-tırmayı egonun savunma mekanizmalarından biri olarak,

Lacan’da Anne ve Oğul’un Baba ve Oğul’a Dönüşmesi 337

fakat hemen hemen diğer mekanizmalarla aynı önemde bir mekanizma olarak ele alır. Klasik teoride bastırılan mater-yale karşı ikinci bir savunma olarak “yüceltme” ya da baş-ka farklı mekanizmalarla semptom oluşumu devreye soku-lur. Oysa Lacan’da bastırma ve yüceltme (ya da patolojik durumlarda semptom oluşumuna yolaçan diğer mekaniz-malar) bir tek edimde gerçekleşir. Bu edim de dilbilimsel metafor kavramında anlatımını bulur. İnsan kültürün simgelerinde metaforlarla yüceltirken, metaforun ardında kalan gösteren bilinçdışına itilmiş olur.

Lacan’a göre bastırma dilbilimsel metafora benzeyen bir süreçtir. Metafor dilbilimsel bir gösterenin yerine, onunla eşzamanlı ilişkide bulunan bir başka gösterenin ikame edilmesi eğilimidir. Böylece gösterilen değişmeden kalmakla beraber gösterilenin kökensel göstereni, yerini bir başka gösterene bırakmış olur. Edebiyatın daha ince bir söylem için sıklıkla başvurduğu bu edime özne, daha toplumsal bir anlatım, bir söylem kurmak için başvurur. İşte, Lacan’a göre bastırma mekanizmasında benzer bir süreç söz konusudur.

Metaforda ilişkiye geçen gösterenler birbiriyle eşza-manlı ilişkidedir. Bir başka deyişle, metafor dil ekseni dü-zeyinde gerçekleşir. Bilinçdışı, metaforlar zinciriyle oluş-muş ise metaforların ardında bıraktığı gösterenler birbiriy-le eşzamanlı ilişki içindedir, tıpkı bir dilin yapısında oldu-ğu gibi. “Bilinçdışı bir dil gibi yapılaşmıştır” der Lacan.

Lacan’a göre insan kendi gerçekliğini giderek üst üste yığılan metaforlarla düşünür, böylelikle kendi gerçekliğiyle düşüncesi arasında bir uçurum meydana gelir. Üst üste yığılan metaforlar ardında bilinçdışı simgeler kalmıştır. İn-san kendi gerçekliğini giderek daha toplumsallaşmış sim-gelerle düşünür ve dile getirirken esas çıplak gerçekliğini dile getiren simgeleri geride, bilinçdışında bırakmış olur.

İnsan kendi gerçeğini bilinçdışı kılar. İnsan kendi ger-çeğini önce ailenin sonra diğer kültürel kurumların söyle-minden dolayımlanarak düşünürken esas otantik gerçekli-ğini bilinçdışı kılmış olur.

nursel
Vurgu
nursel
Vurgu
nursel
Vurgu
nursel
Vurgu

Mithat Alam Film Merkezi Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2004

338

Kültürün simgesel düzeninin sağladığı hatta empoze ettiği metaforlar zinciri, bastırmadan başka bir şey değil-dir. İnsan, biyolojik bir varlıktan kültürel bir “özne” olma yolunda, temel dürtülerine toplumsallaşmış tatminler aramak suretiyle ilerler. O halde “gerçeklik ilkesi” denen şeyde kastedilen “gerçeklik” doğal bir gerçeklik değil, kül-türel bir gerçekliktir ve bu ilke de “haz ilkesine” tam anla-mıyla karşıt sayılmaz. Gerçeklik ilkesi altında “özne” ilkel dürtülerine kültürel tatminler arar. Her kültürel isteğin ardında bilinçdışı bir arzu yatar. Demek ki, Lacan’a göre bastırma simgesel arzulara toplum tarafından kabul gören daha “uygar” simgelerin ikame edilmesinden ibarettir. Bu durumda Lacancı analizin dilsel bir regresyon süreci ola-rak görülebileceğini ileri sürmek yanlış olmaz.

Bir tedavi tekniği olan psikanaliz regresif bir süreçte üst üste yığılmış bu metaforlar zincirini geriye doğru kat eder ve arzunun ilk simgeleşmiş haline, öznenin esas ar-zusuna ulaşmaya çalışır. İkinci gösteren kültürel düzeye uygun bir gösterense, bu süreç normal olarak kültürel yü-celtmeye açılacaktır. Yani, bastırma ve yüceltme aynı an-da, bir tek edim aracılığıyla gerçekleşecektir. Fakat aynı şekilde semptom da oluşabilir. Hasta bilinçdışına bastırdı-ğı arzusunun ilk simgesi yerine semptomu da ikame edebi-lir. Semptom bilinçdışı arzunun metaforik bir ifadesidir ve anlamını bu arzudan alır.

Kişi belli bir duygulanım ve heyecanı bilinçli olarak yaşantılar ancak bunlara denk düşen fikirler her zaman bilinç alanında yer almaz, esas fikirler bilinçdışı kalırken, bunların yerine başka fikirler bilinç alanını kaplar; kişi duygularını tamamen farklı fikirlerle yorumlayabilir. De-mek ki, bilinçdışına bastırılan fikirsel temsilcilerdir, neyse o olan yani doğal haldeki içgüdüler değil. Böylece gösteri-len değişmeden kalmakla beraber gösterilenin kökensel göstereni yerini bir başka gösterene bırakmış olur.

nursel
Vurgu
nursel
Vurgu
nursel
Vurgu

Lacan’da Anne ve Oğul’un Baba ve Oğul’a Dönüşmesi 339

AYNA EVRESİ Lacan’ın gelişimde üç ayrı evre ayırt ettiği söylenebilir; parçalanmış beden, ayna evresi (kabaca imgesel düzen) ve oidipal evre (kabaca simgesel düzen). Parçalanmış beden evresi, çocuğun psikomotor eşgüdüm düzeyinde bedenin-den kalkan duyumları bütünleştiremediği evredir. Bu ev-renin kabaca Freud’un otoerotizm düzeyine denk düştüğü söylenebilir, çünkü, Freud bu evrenin karakteristiği olarak libidonun örgütlenmiş bir güç oluşturmadan önce eşgü-dümden yoksun bir şekilde değişik beden bölgelerine yatı-rıldığını söyler.

İmgesel’in düzenine uyan Ayna Evresi kabaca Freud’un narsisizm dönemine denk düşer. Bu dönem 6–8 aylık bir çocuğun aynadaki kendi imgesini coşkuyla tanı-ması, bir bütünlük olarak kendini kavraması ile ilk işare-tini bulur. İnsanın kendini, kendinden geri yansıyan bir imgeden (ki bu yansıtıcı anne de olabilir) dolayımlanarak ele geçirmesi, insanın kendini ona bir başkası tarafından yansıtılan imge sayesinde kurgulayabilmesi tarafından an-lamlıdır.

Oidipal evre ise kültürel aile ortamında simgesel dü-zen içinde, ikili değil artık üçlü ve dolayımlı ilişki içinde kendini yerleştirmek bakımından ön plana çıkar. Bu ba-kımdan babayı içine alan kültürel aile düzenine girme, kültür içinde kendi simgesel yerini veren (dolayısıyla esas-ta baba tarafından taşınan) ensest yasağını (babanın yasa-sı) tanıma, ikili imgesel ayna ilişkisini kültürel bir yapı-lanma içinde düzene koyar, bu ilişkinin sınırlarını belirler. Bu, insan varoluşu açısından kastrasyonun tanınması (yasaya tabi olduğunun tanınması) anlamına gelir.

İlk kez Lacan’ın psikanalitik önemine değindiği Ayna Evresi klasik teorideki narsisizm kavramıyla yakın ilişki-dedir. Ayna Evresi tam anlamıyla Oidipus öncesi dönem olarak kabul edilemez. Tura’ya göre Ayna Evresi daha çok Oidipus’un sınırlarında kalan, Oidipus’un başlangıcına temel teşkil eden bir dönem olarak ele alınmalıdır.

nursel
Vurgu
nursel
Vurgu

Mithat Alam Film Merkezi Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2004

340

Simgesellik öncesi çocuğun çevreyle ilişkisi ikili bir ilişkidir. Çocuk bu dönemde bir başkasıyla, yaşıtı bir ço-cukla, annesinin görsel imgesi ya da aynadaki kendi bü-tünsel imgesi ile imgesel yoldan özdeşleşerek parçalanmış olarak yaşantıladığı bedenin bütünlüğünü kazanmaya yö-nelir. Çocuk gerek seneztezik duyumlarını, gerekse hare-ketlerini eşgüdümleyemediği için bedenini de bir bütün olarak yaşantılayamaz. İşte, bu dönemdeki çocuk kendi beden imgesinin bir bütünlüğünü kazanmaya yönelir. Bu dönemdeki çocuk, yani narsisistik dönemdeki çocuk ne-den kendi bütünsel imgesini kazanmaya yönelir? Onun ar-zusunu yönlendiren nedir? Şüphesiz bu süreçte bedenin parçalanmış bir biçimde yaşantılanması rol oynamaktadır. Ancak çocuğu bir imgeyle özdeşleşmeye iten arzu nereden kaynaklanmaktadır?

Lacan’ın narsisistik dönemi, yani Ayna Evresi çocu-ğun annesi için her şey (retrospektif kuruluşuyla annesi için fallus) olmak, yani onda “eksik” olan şey olmak arzu-suyla, bütünsel imgesini kazanmak için aynada kendi im-gesiyle ya da başkasının, annesinin bütünsel imgesiyle öz-deşleştiği, anne-çocuk ilişkisinin dolayımsız dönemidir. Bu dönemdeki çocuk annesiyle bütünleşmeyi arzular. Anne-siyle bütünleşmeyi, annesinin her şeyi olmayı, annesinin arzuladığı şey olmayı, annesinin arzusunun nesnesi olma-yı arzular. Böylece, narsisistik omnipotensine, Nirvana’nın bütünlüğüne, tüm rahatsız eden uyaranlardan uzak, mut-lak tatmin durumunun devinimsiz hazzına ulaşacaktır

Lacan, Ayna Evresi’ndeki çocuğun arzusu, annenin eksiği fallus olmaktır,dediği zaman klasik Freudçu kadın kastrasyon karmaşasında penis=bebek denkleminin, an-nenin arzusunun bilinçdışı etkilerle bebeğin arzusunu be-lirlediğini söylemiş olmaz yalnızca. Bunları da içerecek şe-kilde ama daha geniş anlamda çocuğun anne için her şey (varlık) olma arzusunu da yani omnipotens arzusunu da söylemiş olur. Çocuk anne için hiçlik, eksik, sıfır değil her şey, varlık, bir olmayı, tek olmayı arzular. Görünmeyen değil görünen, duyulmayan değil duyulan, anlaşılmayan değil anlaşılan, onaylanmayan değil onaylanan, önemsen-

nursel
Vurgu
nursel
Vurgu

Lacan’da Anne ve Oğul’un Baba ve Oğul’a Dönüşmesi 341

meyen değil önemsenen, hiçlik değil varlık olmayı arzular. Bu arzu anne ile tek olmak, içiçe geçmek, kaynaşmak ar-zusudur aynı zamanda; empatik bir tam içiçe geçmedir.

Şimdi tekrar Ayna Evresi’nin detaylarına dönelim. Lacan’ın bu evreyi yaklaşık 6-8 aylık bir çocuğun ilk kez aynadaki kendi imgesini coşku ile kavramasından hareket-le ele aldığından söz etmiştik. Lacan bu kavrayışın bir far-kına varma, bir anlama olduğu kanaatindedir; insan yav-rusunun kendi mevcudiyetini, varlığını kavraması. Bu du-rumdaki insan yavrusu gelecekte simgesel işleyiş içinde “ben” (I) diyeceği şeyin ilk deneyimini kazanmaktadır.

Lacan’ın narsisistik dönemi olarak kabul edebileceği-miz Ayna Evresi’nde çocuk başlangıçta parçalanmış olarak yaşantıladığı kendi beden imgesini çevresindekilerin bü-tünsel imgelerinden dolayımlanarak bütünleştirir ve böyle-ce ortaya “Ben” denebilecek bir şey çıkarsa da bu bütün-lük Oidipus sayesinde, yani ailenin söylemi sayesinde dil-bilimsel bir gösterenle temsil edildiğinde “Ego” kurulmuş olur.

Lacan ben deneyiminin bir imge dolayımıyla üstlenil-mesi fenomenini göz önüne alarak bu deneyimin bir ya-bancılaşma, bir kurgu üzerinde gerçekleşebileceğini söyler. Çocuk bu düzeyde psikomotor bütünlüğüne ulaşmamıştır, ama kendini bu imge sayesinde bütünleşmiş, parçalarına ayrılmaz bir bütünlük, bir kendilik olarak kavrar. Bu, Kohut’un “bütünleşmiş benlik” (cohesive self) dediği şeyin bedensel imgesel bir temsili gibidir.

İmgesel düzende henüz “ben” ile “ben-değil”in ayrımı-nın tam netleşmediğini, sürekli bir gidip gelmenin, benlik sınırında belirsizliğin sürmekte olduğunu kaydetmeliyiz. Söz konusu netleşme ancak simgeselin dolayımlandırıcı, mesafe koyucu, yabancılaştırıcı etkisi sayesinde kesinlik kazanabilir. Bu durumda imgesel düzen, insanın kendisiy-le imajını karıştırdığı bir yapılanma sunar. Fantezi ile ger-çeğin karıştığı bir düzeydir bu. Lacan, buradan hareketle insanın gerçekliği tam olarak yakalayamayacağından söz eder.

nursel
Vurgu
nursel
Vurgu
nursel
Vurgu

Mithat Alam Film Merkezi Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2004

342

Egonun bütün işlevi Ayna Evresi’ndeki gibi imgesel özdeşleşmeler yapmaktır. Ancak bu özdeşleşmeler kültürel simgesel düzenle koşullandırılır. Söz gelimi, erkek çocuğun Oidipus çıkışında “baba”sı ile özdeşleşmesi imgesel bir öz-deşleşmedir, yani bir ego işlevidir. Ancak bu özdeşleşmeyi yapılandıran simgesel bir temel vardır. Egoyu baba ile öz-deşleşmeye götüren Oidipal söylemdir. Böylece ego bilinç-dışı arzulara giderek daha toplumsallaşmış simgelerin ikame edilmesiyle yönlendirilen bir imgesel özdeşleşme iş-levinden ibarettir.

Ayna Evresi’ndeki çocuğun arzusu annesi için varlık olmak, fallus olmaktır, dedik. Bu arzu esasta coşku ile ele geçirilen varlığın onaylanmasının arzusudur. Çocuk adeta varoluşundan duyduğu keyfin onaylanmasını bekler anne-sinden. Ancak Babanın Adı ile toplumsal kültürel simgesel kodun dolayımıyla karşılaşır. Bu simgesel dolayımlandırıcıyı fallus olarak algılar. Omnipotensi ona yakıştırır. Babanın idealizasyonunu, çocuksu omnipotens hayallerinin çöküşü koşullandırmaktadır.

Lacan’da Ayna Evresi’nin çocuk için eksiksizliğe, Nirvana’ya ulaşmak için annesiyle özdeşleştiği, annesi için her şey olmak arzusuyla kendi bedensel imgesini kazan-maya yöneldiği dönem olduğuna işaret etmiştik. Demek ki Ayna Evresi’nin iki temel özelliği vardır;

Anneyle bütünleşme arzusu Beden imgesinin diğer insanların bedensel bütünlü-

ğüyle özdeşleşme yoluyla kazanılması Lacancı analitik fenomenolojide bulunan temel varsa-

yım : insani arzu Öteki’nin arzusunun arzusudur; insan arzulanmayı arzular. O zaman ilk bakışta güç gibi gözüken şu denklem ortaya çıkar; insan kendini ancak dilde, yani Öteki’nin nezdinde, gene Öteki tarafından ona dayatılan bu yabancı ortamda kendine yabancı(laşmış) olarak imle-yebilir. İşte Lacan’a göre bu ötekileşme, bu yabancılaşma bilinçdışının koşuludur. Böylece özne kendini imlerken temelde Öteki’nin arzusunu dile getirir.

Anne-çocuk ilişkisinin kaçınılmaz bir boyutunu oluş-turan frustrasyonlar sayesinde çocukta bir gerçeklik duy-

nursel
Vurgu

Lacan’da Anne ve Oğul’un Baba ve Oğul’a Dönüşmesi 343

gusu gelişmeye başlar. Çocuk giderek omnipotent olma, kendi dolayımsız tatmin kaynağı olma arzusunun sonuç-suz kaldığını algılar ve erişkinin omnipotensini paylaşma-ya yönelir. Böylece, erişkinin sevgisi, bu sevgiyi kazanmak ve kaybetmemek arzusu ağırlık kazanmaya başlar. Dış dünyanın koşulları çerçevesinde gerçekleşen frustrasyonlar gerçeklik duygusunun yanında “gerçeklik ilkesinin”nin de gelişmesine ışık tutar. Çocuk davranışla-rının muhtemel sonuçlarını değerlendirmeye başlar. Böy-lece gerçeklik ilkesi, dolayımsız tatmin arayışının yerine, gelecekte vaadedilmiş bir tatmini ikame etmeye dayanır. Lacan’ın gerçeklik ilkesinden anladığı şey de bir yönüyle bu metaforik mekanizmadan ibarettir.

Dış dünyayla “Ben”in ayrışmasını, gerçeklik prensibi-nin oluşmasını koşullandıran oral frustrasyonların anneye bağlı olduğu açıktır. Ancak söz konusu olan frustrasyonlar, bir anlamda, kaçınılmazdır. Çocuğun oral dönemde ayrıştırmaya başladığı tek nesne olan anne, gidiş gelişleriyle narsisistik omnipotensi yıkar; anne çocuğa tabi bir nesne değildir.

Lacan, insan “gerçeklik ilkesi”nin söz konusu ettiği “gerçekliğin” doğal bir gerçeklik değil insani, simgesel, kül-türel bir gerçeklik olduğu görüşündedir. Bir başka deyişle, erken oral frustrasyonların kendisi değil, nasıl simgeleştiği önem kazanır Lacan’da; çocukta bu frustrasyonlar hangi simgelerle kodlanmaktadır? Oral dönemdeki frustrasyonlar ancak simgesel bir dolayım sayesinde kişilik üzerinde etkili olabilir. Lacan’a göre insani gerçeklik sis-teminin kuruluşu doğal frustrasyonlardan çok, bu frustrasyonların kültürel simge düzeyinde kazandığı anla-ma bağlıdır. Çocuk annesiyle ilişkisindeki frustrasyonları, aile söyleminin sağladığı simgenin dolayımıyla üstlenir. Böylece biyolojik kökenli frustrasyonlar toplumsal-kültürel koda bağlanırken Oidipus karmaşasının ilk çekirdeği de atılmış olur. Çocuk frustrasyonlarını annenin söylemi sa-yesinde Babanın Adı’na bağlayarak üstlenmekle kültürün düzenine doğru çekilmiş olur. Kültürel bir kurum olan “Baba” önemini ve anlamını buradan alır. Eğer anne “Ba-

nursel
Vurgu
nursel
Vurgu
nursel
Vurgu
nursel
Vurgu

Mithat Alam Film Merkezi Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2004

344

ba”ya gönderimde bulunmazsa çocuk imgesel ilişkide takı-lıp kalır; psikozun temeli budur.

Çocuğun ilkel yaşantılaması sadece narsisistik doyu-muna, Nirvana’ya yöneliktir. Onun annesiyle bir bütün olma arzusu bu eksiksizliğe yönelmiştir. Oysa, biyolojik frustrasyonlarını Babanın Adı ile devreye giren simgeleş-tirmeler sayesinde kodlarken temel arzunun karşısına di-kilen yasak tamamen ensest yasağıdır, özünde cinsel bir yasaktır.

İçgüdüler konusunda Lacan’ın vurguladığı şey, doğuş-tan bazı biyolojik ihtiyaçlarımızın olması ve bunların özel-likle anne tarafından karşılanması olgusudur. Ön plana bir doyum kaynağı olan anne ile tatmin-frustrasyon çizgi-sinde geçen ilişkiler taşınmıştır, yoksa içgüdülerin mahiye-ti değil. Hatta Lacan’a göre içgüdülere cinsel kimliği ka-zandıran şeyin bizzat kültürün baskısı olduğu bile savu-nulabilir. Belki biraz iddialı bir yorum olacak ama Lacan’a göre biyolojik gereksinmeler neyse odur ve anne ile ilişkide dolayımsız tatmin ararlar. Ancak kültürün düzeni, bir simgesel yasayı (anne ile cinsel ilişki yasağı) çocuğa kabul ettirmekle, ne ise o olan, yani kendinde hiçbir anlam taşı-mayan biyolojik ihtiyaçlara cinsellik adını koyar, böylece biyolojik gereksinmeleri kültürün anladığı anlamda cinsel-liğe dönüştürür. Böylece çocuk Babanın Yasası ile yasak-lanan ilk saf deneyimini retroaktif olarak annenin eksiği olan ve eksiksizliği, egemenliği temsil eden Fallus simge-siyle kodlar. Babanın Adı’nın devreye girmesiyle çocuğun arzusu, anne için Fallus olmak biçimini alırken, yine Ba-banın yasası nedeniyle aynı anda bilinçdışı bir arzu haline gelir.

Lacan’ın terimiyle “insanlaştırıcı kastrasyon” yani in-san yavrusunu kültürel özneye dönüştüren kastrasyon “olmak”tan “sahip olmak”a yöneltir özneyi. Söz konusu olan, anne için annenin eksiği olan fallus olmak değil, fallik nesneye “sahip olmak” ya da “sahip olmamak”tır. Simgesel baba, anne-çocuk dolayımsızlığına bir üçüncü olarak girerek, bu dolayımsızlığı, temel narsisizmi bir “ka-yıp”a dönüştürür ve “varlıkta / olmakta eksik” açılır.

nursel
Vurgu
nursel
Vurgu
nursel
Vurgu
nursel
Vurgu

Lacan’da Anne ve Oğul’un Baba ve Oğul’a Dönüşmesi 345

Türkçede bu kavramın tam vurgusunu vermek için hem “varlık”ta (yani dolayımsız kendi gerçekliğinde) hem de “olmak”ta (yani anne için fallus olmakta) eksik olarak dü-şünülmeli. İşte bilinçdışı arzuyu kuran da bu eksiktir. Bu eksik simgesel-oidipal düzenin eksiksizlik simgesi Fallus şeklinde bilinçdışının yapısına kodlanır. Çünkü Baba ana-oğul ilişkisine bir yasaklayıcı olarak girmekle çocuğun sa-hip olduğu organın sadece penis olduğunu (hatta kız ço-cuk için bir penis bile olmadığını) yani fallus olmadığını, yani bir yasaya, ensest yasağı yasasına tabi olduğunu gös-terir.

Narsis mitinde ifadesini bulan Ayna Evresi, yani ço-cuğun annesinden yansıyan bütünsel imgesiyle özdeşleşti-ği dolayımsız ilişki yasaklanmalıdır. Ayna Evresi’nin yıkıl-madığı durumlarda, yani bir üçüncü olarak Simgesel Baba dışarıda bırakıldığında simgesel döneme geçemeyen insan kendini bir özne olarak ayırt edemez. İşte şizofren budur. Burada insan sadece simgeselde bir özne olarak ortaya çıkmamakla kalmaz, kültürün simgesel düzeninin kuralla-rı çerçevesinde biçimlendiremediği kendi varoluşsal dene-yimini de sanrısal bir gerçeklik olarak yaşantılar. Babanın insanlaştırıcı kastrasyonundan geçmeyen şizofren kültürel bir özne olmayandır, kültür dışıdır.

Ayna Evresi’ndeki çocuğun arzusu henüz kültürel bir arzu değildir ve simge içermez. Ancak Oidipus’un devreye girmesiyle simgenin retroaktif bir etkinliğiyle çocuğun sim-ge içermeyen arzusu da simgeleşir. Çocuk arzusunu bir yasaktan, Oidipal bir yasaktan dolayımlanarak kodladığı için kökensel arzusu “fallus olmak” arzusu halinde bilinç-dışına kodlanır.

Fallus simgesi aslında Babanın Simgesi, Babanın Adı ile devreye girer. Baba bir yoksun bırakıcı, bir kastratör olarak devreye girmektedir. Burada söz konusu olan ta-mamen simgesel bir kastrasyondur. Yani, kastratör baba sadece simgesel bir babadır, annenin söyleminde yer alan bir üçüncüdür, “Babanın Adı”dır. Böylece çocuk ilk kez simgesel bir yasayla karşılaşır. Bu yasa ailenin temeli olan ensest yasağı yasasıdır. İşte çocuğun ilk dolayımsız arzu-

nursel
Vurgu
nursel
Vurgu
nursel
Vurgu
nursel
Vurgu
nursel
Vurgu

Mithat Alam Film Merkezi Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2004

346

sunu retroaksiyonla fallus simgesi altında simgeleştiren de çocuğun karşılaştığı yasanın cinsel mahiyetidir.

Babanın Yasası fallus olarak çocuğu anneden kastre eder, anneyle dolayımsız ilişkiye son vererek çocuğu kültü-rün dünyasına bağlayacak olan Oidipal özdeşleşme süre-cini başlatır. Lacan bu sürece “insanlaştırıcı kastrasyon” adını vermektedir. Ancak burada üzerinde durulması ge-reken konu, çocuğu Oidipal üçgene bağlayanın, çocuğu “babaya” gönderenin bizzat annenin söylemi olduğudur.

Babanın Adı’nın devreye girmesiyle çocuğun zaten hiçbir zaman bilinçli olmamış, yani simgeleşmemiş arzusu Fallus göstereni ile damgalanırken, bu gösteren bilinçdışı konuma düşmektedir. Çocuk bilinç düzeyinde Babanın Adı ile devreye giren Yasa’ya uyarken kendi ilk yaşantılamasını da retroaktif olarak Fallus simgesi ile kodlar. Çocuk ilk ar-zusunu, ilk saf yaşantılamasını simgeleştirirken aynı za-manda bu simgeyi bilinçdışına iten bir metaforla karşı karşıyadır. Böylece sadece bir karşıt-yatırım söz konusu-dur. Hiçbir zaman bilinçli olmamış, simgeselleşmemiş bir yaşantılama simgeleşirken, bu simge, yasanın (Babanın) gücü sayesinde bilinçdışı olmakta, bilinçdışının çekirdeğini oluşturmaktadır.

Oidipusa giren çocuğun arzusu Oidipusun retroaksiyonuyla simgeleştiği biçimiyle, annesi için anne-nin eksiği Fallus olmaktır. Çocuğun arzusu anneyle bü-tünleşmek, onda eksik olan şeyin yerini almak, onun ar-zusunun nesnesi olmaktır. Çocuk böylece dolayımsız tat-min durumuna erişecektir. Ancak, anne-çocuk ilişkisinde-ki frustrasyonların Babanın Adı ile simgeselleşmesi ve gi-derek Babanın Yasası olan ensest yasağı ile ilişkilenmesi, çocuğun eksiksizlik arzusunu cinsel bir arzu olarak bi-linçdışına kodlanmasına yol açar. Öyle ki, çocuk başlan-gıçta simgeleşmemiş eksiksizlik arzusunu, annesi için an-nenin eksiği fallus olmak şeklinde simgeselleştirir. Böyle-ce, o, fallus olarak anneden kastre edilmiştir.

Kültür, anneyle ilişkiyi simgesel bir ensest yasağında yasaklarken aslında dolayımsız tatmini, Nirvana’yı, ölümü yasaklar. Kültürel yaşamın düşmanıdır ölüm, yani anneye

nursel
Vurgu
nursel
Vurgu
nursel
Vurgu
nursel
Vurgu
nursel
Vurgu
nursel
Vurgu
nursel
Vurgu
nursel
Vurgu

Lacan’da Anne ve Oğul’un Baba ve Oğul’a Dönüşmesi 347

dönme. Eğer anneyle dolayımsız hazzın yasağı olmasa bi-yolojik varlık kültürel “özne”ye dönüşemez. Kültürün ya-sası olan Babanın Yasası bu nedenle Kültür için zorunlu, dolayısıyla evrenseldir.

Freud’un kabaca erkekte “penisin kesilmesi tehdidi”, kadındaysa “penis haseti” başlıkları altında ele aldığı peni-se “sahip olmak” ile ilgili imgesel sıkıntılara denk düşen karmaşa Lacan’da daha da derinde dil ile devreye giren simgesel bir “olmak” sorunsalına bağlanır. Lacan’da kastrasyon sadece –imgesel- bir penisin kesilmesi tehdidi değildir; “fallus olmak”tan yani her iki cins için de Öte-ki’nin arzusunun nesnesi olmaktan yoksun olmaktır. Ka-dın olsun erkek olsun insan “eksik”tir, “kastre”dir, yani narsisistik açıdan yaralıdır. Çünkü kadın olsun erkek ol-sun fark etmez, insan Öteki’nin arzusunun nesnesi olacak şey değildir. Öyleyse Öteki’nin arzusu klasik olarak, mese-la “İlksel Ego İdeali” denebilecek bir biçim kazanarak öz-neye içselleşmiş demektir. “Ego İdeali” de daima utanç ile eşleşir. Çünkü “ego” (ben) daima idealinden, Lacan’ın deyi-şiyle “eksik” (kastre) bir şeydir. Yani, insan Öteki’nin (bu-rada annenin) arzusunu karşılayamaz. Lacan’ın belirttiği gibi temel “eksiğin” Oidipus’ta alacağı ton –ki fallus imle-yeni de buradan gelir zaten- elbette Babanın Yasası’na (ensest yasağı yasasına) tabi olacaktır, ama özü itibariyle daha derine, Oidipus öncesine uzanır. Öznenin “ideali”ne göre eksik olmasını bilinçdışında fallus imleyeni ile anlat-masını sağlayan şey, yani “eksiğin” cinsel bir ton kazan-masını sağlayan şey, “eksiğin” kendisinin değil ama Oidipus girişinde aldığı yorum gereği damgalandığı imle-yenini, annenin “eksiğinde” bulmasıdır. Cinselliğe adanmış organı henüz cinsellik statüsü kazanmamış olan çocuk, annenin fallus eksiğini onun arzusuna bağladığında kendi yetersizliğini, “eksiğini” onu babaya götüren annenin arzu-su nedeniyle cinsel bir yetersizlik olarak deneyimler.

Burada dikkatimizi çekmesi gereken nokta “ol-mak”taki “eksiğin” “olmak” kavramının çağrıştırdığı tüm varoluşsal yükle bir “sahip olmak” sorunsalına bağlanır-ken cinsel bir boyut, cinsel bir simge, bir imleyen ile dam-

nursel
Vurgu
nursel
Vurgu
nursel
Vurgu

Mithat Alam Film Merkezi Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2004

348

galanmasıdır. Lacan’ın “simgesel kastrasyon” terimiyle an-latmak istediği sürecin bir boyutu budur. Lacan’ın deyişiy-le bu “simgesel” kastrasyon Oidipus döneminde kız çocuk-ta birinin operasyonuyla kaybettiğini düşlediği penise kar-şı haset, erkek çocukta ise kastrasyon yoluyla cezalandı-rılma korkusu şeklinde bildiğimiz Freudçu “imgesel” kastrasyon tonlarını kazanacaktır. Demek ki, Lacan bu imgesel kastrasyona simgesel anlamını veren temel bir ya-pıya geri gidiyor. Daha klasik ve yapısal terimlerle kabaca “İlksel Ego İdeali” diyebileceğimiz bir oluşumu cinsel kim-lik ile eşleyen narsisistik bir kastrasyon söz konusu bura-da. Nitekim Lacan, kastrasyonu cinsel kimlik sorunsalına bağlar.

Freud, Lacan’ın da ısrarla üzerinde durduğu gibi, son yazılarından birinde erkek ve kadın kastrasyon komplek-sinin klasik psikanalizin sonlandırılamaz noktalarından biri olduğunu söyler. Oidipus kompleksinin bir parçası olan bu kompleks yalnızca cinsellikle ilgili bir cezalandır-ma tehdidi ya da bir eksiklik, yetersizlik duygusu olmak-tan öte, erkeğin ve kadının erkek ve kadın olma (ya da as-lında bir türlü olamama) tarzları hakkında bilhassa fikir vericidir.

Freud tarafından kökeni kadın ve erkek cinsel organ-larının farklılığının çocuk tarafından algılanmasına (dola-yısıyla narsisistik beden imgesi sorunsalına) bağlanan bu karmaşa giderek Oidipus kompleksinin bir parçası haline gelir. Klasik olarak Oidipus içinde erkek çocuğun annesine yönelik cinsel arzuları ve babasıyla ilgili kıskançlık, öfke duyguları nedeniyle babası tarafından penisi kesilerek ce-zalandırılacağı korkularına dönüştüğü kabul edilen bu karmaşa,Tura’ya göre, kendisinin iki olguda net bir şekilde çözümlediğini belirttiği ve geniş ölçüde aşağıda açıklana-cak olan kadın kastrasyon kompleksine (penis haseti; ka-dınlık aşağılık duygularına) benzeyen bir bileşen de içerir. Yaptığı iki analitik incelemeye göre küçük erkek çocuğun erişkin kadın (anne) karşısında yaşadığı yetersizlik duygu-ları, penisinin küçüklüğü şeklindeki aşağılık duygularına, oidipal rakibinin güçlü ve büyük penisine karşı gizli bir

nursel
Vurgu

Lacan’da Anne ve Oğul’un Baba ve Oğul’a Dönüşmesi 349

hayranlık, aynı zamanda öfke duygularına yol açar. Bura-da kelimenin kadındaki penis haseti anlamında tam bir haset söz konusudur; iyi, güçlü, güzel olana karşı öfke. Çünkü küçük oğlan çocuğu Oidipal rakibinin (babasının), gücüne hayran olduğu penisi karşısında aşağılık duyguları geliştirir ve gücünü idealize ettiği bu organ sırf varlığı se-bebiyle ama kendi küçüklüğünü, yetersizliğini hatırlattığı için, varlığıyla onu aşağıladığı için öfke uyandırır. Öfkesi nedeniyle tahrip etmek istediği bu organ burada ayrıntısı-na giremeyeceğimiz projektif mekanizmalar sebebiyle ba-bası tarafından kendi penisi kesilmek suretiyle cezalandırı-lacağı korkularına yol açar.

Tura’nın iki vakada net olarak incelediğini belirttiği bu fenomen en azından bazı durumlarda erkek kastrasyon kompleksinin de hem erişkin kadın hem de erişkin erkek karşısında yetersizlik, aşağılık duygularını içermesi sebe-biyle geniş ölçüde kadın penis hasetine benzer bir bileşen de içerdiğini gösteriyor. Çocukluk kastrasyon kompleksi-nin erişkin erkek bilincinde penisin küçüklüğü, erken bo-şalma (işlevsel olarak kısa, küçük penis), iktidarsızlık (bü-yümeyen penis),kadın karşısında “küçük düşme” (yani Türkçede ilginç bir yorumla çocuk durumuna düşme) gibi kaygılara da dönüştüğü hatırlanırsa ve bu tipte kaygıların erkeklerde ne denli yaygın olduğu düşünülürse, üstelik erkekte cinsel rekabete karşı şiddetli tahammülsüzlük, cinsel olarak mukayese kaygılarının yol açtığı cinsel part-ner karşısında aşırı kontrolcü tepkiler de değerlendirilme-ye alınır ve buna bağlı olarak erkeklerin paradoksal bir tarzda gerçek hoşlandığı kadınlardan kaçındığı düşünülür ise Tura, yaptığı incelemelere göre, Oidipal annenin empatik yetersizliğine bağlı bu bileşenin (yani kadın hasetine benzeyen bu bileşenin) erkek kastrasyon komp-leksinin önemli bir boyutu olduğunun kabul edilmesi ge-rektiği kanısındadır.

Paradoksal bir şekilde, yukarıda verilen erkek kastrasyon kompleksinin kadın penis hasetine benzediği anlamak daha kolay iken, kadın penis hasetinin, yani ka-dınsı cinsel aşağılık duygularının kökenini anlamak daha

nursel
Vurgu

Mithat Alam Film Merkezi Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2004

350

zordur. Klasik Freudcu çerçevede, biyolojik olarak erkekle-rin üstün olmasına, yani biyolojik, filogenetik sebeplerle, diğer memeli türleri ve bilhassa yüksek primatlarda oldu-ğu gibi insan türünün erkek cinsinin güçlü, zeki, atak, döğüşken, aktif ve egemen cinsiyet olması, küçük kız ço-cukta penis (genel olarak erkek) karşısında hayranlık ve aynı zamanda bu organın (genel olarak erkeğin) varlığının kendi eksikliğini, yetersizliğini hatırlatması sebebiyle kimi kez iğrenme vb. gibi duygularla kendini belli eden şiddetli bir öfke (yani haset) dolayısıyla projektif mekanizmalarla bu organ (ve genel olarak erkek) tarafından cinsel yoldan aşağılanma, zarar verilme korkuları gelişir. Sosyo-kültüralist psikanaliz okulları ise kadındaki penis hasetini tamamen kültürel verilere, penisin (ve erkeğin) bilinen top-lumlarda ayrıcalık atfedilen değerine bağlarlar.

Küçük kız çocukta penis haseti diğer kadının (anne-nin) ve genel olarak kadınların aşağılanmasına, toplumsal kadın rolünün küçümsenmesine yol açarken, bir kadın olarak kendini ayrıcalıklı, farklı (erkeklerin becerilerine daha çok sahip) bir kadın olarak algılamaya sevk eder. Öte yandan aşağılık duyguları altındaki kadın bu duyguları inkar etmek, bastırmak ya da kontrol etmek için erkeklerle ilişkisinde yarışmacı bir tavır alır. Bu sebeplerle kadın, cinsellikte daha çok sevildiğine (incitilmeyeceği-ne,küçümsenmeyeceğine) inanmak ister.

Histerik yapılarda bu eğilim kaprisli tutumla kendini belli eder. Öte yandan eşiti ve yaşıtı bir erkeğin sırf erkek olmasından kaynaklanan egemenliğini kabul edemediği için bu egemenliği akılcılaştırarak kabul edeceği erkeklere, özellikle yaş bakımından veya bilgi bakımından veya sosyal mevki ve statü bakımından kendinden üstün erkeklere yönelir. Penis hasetinin bu paradoksal sonucu, Oidipal baba sevgisi ve şefkatinin devamcısı figürlere yönelmesi (ki kadında Oidipus karmaşasının çözümü daha zordur) ve narsisistik bakımdan da güçlü bir figürle bütünleşme yo-luyla kendine saygı ve güveni oluşturma gibi farklı gelişim-sel yollardan gelen bileşenlerle güçlenir. Daha nadir bazı durumlarda (burada Tura incelediği iki narsisistik özellikli

nursel
Vurgu

Lacan’da Anne ve Oğul’un Baba ve Oğul’a Dönüşmesi 351

vakadaki dinamiklere göre konuşur) oidipal babanın kü-çümseyici, cezalandırıcı özellikleri ön planda ise (karizma-tik özellikli erkeklere yönelik beğeni ve özlem kişiliğin bü-tününden ayrı tutulmaya çalışılan fantazilerde korunmak kaydıyla, bu figürün uyandırdığı anksiyöz durum sebebiy-le) eş seçimi tam tersine kadının kendisine yapılmasından korktuğu şeyi eşine yapabileceği koşullarda, yani kişilik olarak erkeğin güçsüz, bağımlı veya çocuksu veya sosyal bakımdan kendinden aşağı olduğu koşullarda gerçekleşir. Ya da, pek çok evlilikte söylenebileceği gibi, yoğun düş kı-rıklıklarına bağlı olarak kadının eşini algılayışı birinci du-rumdan ikincisine doğru kayar, dönüşür.

Psikanalitik bakımdan en iyi koşullarda sürdürülen analizlerde dahi, çözüme varması zor olduğu bilinen erkek ve kadın kastrasyon karmaşalarının erkek ve kadının sa-dece cinsel yaşamlarını değil (ki kimi zaman en az etkile-nen kısım budur) genel olarak kadın ve erkek oluş (veya olamayış) tarzlarını geniş ölçüde belirlediğini kaydettikten sonra konumuza devam edelim..

EKSİKLİK VE UTANÇ Anal dönemi fallik döneme bağlayan kavşakta, öznede fal-lus imleyenine denk düşen organın (penis ya da klitorisin) bir “eksik” ve bir “utanç” ile eşleştiğini görürüz. Anal dö-nemin nihai biçimini almış süper egoya (üstben) aktaraca-ğı “süperego çekirdeği”, Öteki karşısında utanç, küçük düşme, sevgiyi kaybetme korkusu ile kendini belli eder. Bu nahoş deneyimler dönemin ayırt edici niteliği olarak, özel-likle “beden-ben” ile eşleşmiştir. Burada bedeninden utanmanın çağrıştırdığı bütün ağırlıkları da içerecek şekil-de “beden-ben” ve “utanç” bizi fallik dönemin başlangıcın-daki narsisistik örselenmeye götürecek kavramlar olarak ön plana çıkıyor.

Ayna Evresi’nde anneden ikinci kez fakat bu sefer psikolojik olarak doğan, yani kendini annesinden ayrı işa-retlemeye başlayan bebeğin ayna karşısında “kendi imge-sini bir bayram coşkusuyla ele geçirmesi”ne dikkat çeker

nursel
Vurgu
nursel
Vurgu

Mithat Alam Film Merkezi Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2004

352

Lacan. Bu kuşkusuz “oluş”un “beden-ben”de bedenleşen ve Öteki tarafından da paylaşılması beklenen sevincidir. Bu beklenti her şeyden önce, bu yeni varoluşun canlılığı-nın doğrulanması beklentisidir ve karşılandığında bu an-lamda kaydedilecektir.

Bebeğin henüz istemli hareket düzleminde kazana-madığı beden bütünlüğünü Öteki’nin bedeninden dolayımlanarak önceden üstlenmesini sağlamak gibi bir öneme de sahip olan Ayna Evresi temel olarak “olmak” kavramını psikanalize sokmuş olması bakımından anlam-lıdır. Kohut’un diliyle konuşmak gerekirse “omnipotent, teşhirci muhteşem benlik” ile “Öteki’nin arzusunu arzula-yan “ çocuk burada ilk narsisistik örselenmelerine açılır. Artık bu narsisistik örselenmenin işaretini kazanacağı ve Oidipal simgeselliğe ulaşacağı fallik gelişimin mantığına geliyoruz. Yani, “olmak” sorunsalının narsisistik örselen-mesinin kendine yabancılaşmış işaretini bulacağı (penise) “sahip olmak” (ya da olmamak) sonucuna bağlanıyoruz.

Öteki’nin arzusunu arzulayan özne, fallik ilgilerini ka-zanıp dildeki becerilerini geliştirdiğinde Öteki’nin (annenin) arzusunun, annenin kendi penis eksiğiyle ilişkilendirdiği bir tarzda babaya tabi olduğunu keşfeder. (annenin fallusa sahip olmaması, fallusa sahip olanın baba olduğuna işaret etmesi bakımından anlamlıdır) O halde Öteki’nin arzusu burada dolayımlandırıcı bir rol oynayarak çocuğa “Baba”yı göstermiş olur. İşte bu noktada kız olsun erkek olsun in-san yavrusu derinden sarsılır. Baba’nın fallusu karşısında sahip olduğu şey, sahip olmadığından daha değerli değil-dir. Çünkü “beden-ben”in bu bölümü cinselliğe adanmış olmakla beraber –henüz- cinsel bir erk taşımaz. “Beden-ben”in bu “eksiği” utanç kaynağıdır. İnsan yavrusu böylece “olmak”taki eksiğini fallus imleyeniyle işaretler.

Kültürün simge düzenine geçiş, öznenin yarılmasını da birlikte getirir. Özne kendini sosyokültürel simgeselleş-tirmede ayrımsar ve belirlerken, kendi otantik fenomenolojik solipsizmini de de yitirmiş olur. Kendini sosyokültürel kod dolayımıyla düşünen özne giderek ken-

Lacan’da Anne ve Oğul’un Baba ve Oğul’a Dönüşmesi 353

dine yabancılaşır. İşte bilinçdışına yol açan bu yabancı-laşmadır.

Yukarıdaki ifadeden bilinçdışının saf fenomenolojik bir yaşantılama olduğu çıkarılmamalıdır. İnsanın bireysel yaşamının başında fenomenolojik solipsist bir evre olabilir. Fakat bu psikanaliz açısından ulaşılmaz bir düzeydir. Çünkü insanda ancak simgeleşmiş bir gerçeklik ele alına-bilir ve düşünülebilir, bir araştırma nesnesi olarak konum-landırılabilir. İşte, bu nedenle “bilinçdışı bir dil gibi yapı-laşmış” ise, araştırabileceğimiz bu alandır.

Sosyokültürel simgesellik otantik solipsizmi yıkmakla kalmaz, onu tamamen ortadan kaldırır. Öyle ki, insanda simgeselleşmemiş hiçbir yaşantılama olamaz. Simgesel düzen otantik saf solipsizmin üzerini örter ve onu bilinçdı-şı konuma dönüştürürken, aynı zamanda bu solipsizmi de simgeleştirir. Yani, kaba bir benzetmeyle, simgeleştirme yatay bir düzeyde kültürel özneyi kendi dolayımsız yaşantılamasından keserek ayırırken, dikey bir düzeyde de bu saf fenomenolojik yaşantılamaya da retroaktif bir etkin-likle kültürel simgesini, adını verir, simgeselleştirmenin ardında kalan simgeselleşmemiş otantik deneyim de sim-geleşir.

Otantik solipsizmin simgesi Fallus’tur, yani kültürel egemenliğin, eksiksizliğin, bütünlüğün simgesi olan Fal-lus. Otantik solipsizmi yıkan Babanın Adı, Babanın Yasası olduğu için, baba çocuğu annesiyle dolayımsız bütünlü-ğünden ayıran güç olduğu için, yani baba çocuğu anneden kestiği, kastre ettiği için yitirilen otantik solipsizm Fallus simgesi ile kodlanır. Bu kod bilinçdışını da kuran kökensel bastırmaya denk düşer.

Freud iki tip bastırma ayırıyor : Kökensel bastırma ve “kelimenin tam anlamıyla bastırma”. Kelimenin tam anla-mıyla bastırmada bastırılan psişik temsilciler, aslında kö-kensel olarak bastırılmış temsilciyle ilişkisinden ötürü bastırmaya maruz kalırlar. O halde kökensel bastırma ne-ye dayanır? Freud, bu konuya açıklık getirmemektedir. Tura, Lacan’dan hareketle soruna bir yanıt bulunabileceği kanısındadır.

nursel
Vurgu
nursel
Vurgu
nursel
Vurgu

Mithat Alam Film Merkezi Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2004

354

Kökensel bastırmanın hem bilinci hem de bilinçdışını kuran bir edimin sonucu olduğu düşünülebilir. Bilinçdışı düzeyinde libido yatırımı değişmeden kalmakta, bilinç dü-zeyindeyse bir yatırım çekilmesi söz konusu olmaktadır. Fakat kökensel bastırmada bastırılan temsilci hiçbir za-man bilinç sisteminde yer almadığına göre burada bir yatı-rım çekilmesi söz konusu değildir.Kökensel bastırmada, bilinçdışı sistemin uyguladığı bir karşıt-yatırım söz konu-sudur. İkincil bastırmada da karşıt-yatırım vardır, ancak buna yatırım çekilmesi de eklenmiştir.

“Tam olarak bastırma”da bastırılan simge öncelikle bi-linçte (ya da hemen bilinçaltında) yer alır, sonra da bir ya-tırım çekilmesi ve bir karşıt-yatırım uygulaması yoluyla bu simge bilinçdışına bastırılır, buna karşılık kökensel bas-tırmada hiç bilinçli olmamış bir simge karşıt-yatırım uygu-lanmasıyla bilinçdışını kurar.

Kökensel bastırmada –hiç bilinçli olmamış ama bi-linçdışı da zaten kökensel bastırmayla kurulacağına göre bilinçdışı da olmayan – bir temsilci bilinçdışına bastırıl-maktadır. İlk akla gelen çözüm, kökensel bastırmada hem ilk simgeselleşmenin meydana geldiği, hem ilk simgenin bir ve aynı operasyonla bastırıldığı, hem de böylece göste-renle gösterilen arasındaki kopmaz bağın kurulduğu şek-linde oluyor.

Kökensel bastırma ile yaşantılanan (gösterilen) ilk simgesine ulaşır. İşte bu simgeleştirmeden sonra gösteren-ler zinciri gösterilenlerle örtüşmeye başlar. Lacan’a göre bu süreç hiçbir zaman tam anlamıyla gerçekleşmez.

Kökensel bastırma ilk simgeleştirmeyi, tüm gösteren zincirinin gösterilenler üzerindeki hareketinin stabilize ol-ması için ilk referans noktasını sağlar. Demek ki, Lacan’a göre kökensel bastırmayla, gösteren ve gösterilen arasında ilk fiksasyon meydana gelmekte ve Öteki’nin alanındaki simgeler bu hareket noktasından itibaren stabilize olmak-tadır.

Çocuk annesi için her şey olma arzusunu sonradan, simgenin düzenine girdiği zaman fallus göstereni ile işaret-ler. Bu süreç kökensel bastırma sürecidir. Bir başka deyiş-

nursel
Vurgu

Lacan’da Anne ve Oğul’un Baba ve Oğul’a Dönüşmesi 355

le, çocuğun annesi için fallus “olmak” arzusu hiçbir zaman bilinçte yer almadan doğrudan bilinçdışına kodlanır. Fal-lus göstereni hiçbir zaman bilinçte yer almamıştır, çünkü bu gösterenin gösterdiği yaşantılama sırasında fallus gös-tereni yoktur, dolayısıyla bilinç düzeyinde yer almış bir ide söz konusu edilemez. Simgesel düzene geçiş kökensel bas-tırmaya andaş ve ayrılmaz bir biçimde bağlıdır (Lemaire). Demek ki,biyolojik varlığı kültürün düzenine bağlayan sü-reç, öznenin toplumsal olmayan arzusunu bastırma yolu-na gitmektedir.

Peki, kökensel bastırmada çocuğun arzusu neden Fal-lus simgesiyle kodlanmaktadır? Bu tamamen ataerkil hat-ta fallus merkezci kültürel yapımızdan ve kültürel bir ku-rum olan ailenin ensest yasağının yasası ile düzenlenmiş olmasından kaynaklanmaktadır.

Özne simgesel düzene girerken, bu düzende kendi kimliğini kazanacağı süreci başlatırken kendi ilk kimliğini, yani “Fallus olmak” kimliğini de geride bırakmış olur. Böy-lece, kökensel bastırmayla “varlıkta / olmakta” eksik de açılmış olur.

Lacan’da Oidipal duruma geçişle simgesel kültürel düzene geçiş aynı anlama gelir. Lacan’da Ben ile Ben-olmayanın ayrışması, gerçekliğin gerçeklik statüsüne ulaşması, özneyle nesne arasına giren simgenin dolayımı sayesinde olmaktadır. Gerçi, Lacan’ın narsisistik dönemi olan Ayna Evresi’nde “ben” denebilecek bir şey ortaya çık-mış, ayrışmaya başlamıştır ama bu sadece bir imkandır ve bu imkanı gerçekleştiren bir dolayım aktıdır, simge kul-lanmaktır. Çocuk kültürel babanın, simgenin dünyasına girdiği oranda annesiyle dolayımsız ilişkisini, eksiksiz so-lipsizmini yitirir, böylece de kendisini anneden ayırt etme-ye başlar. Kendisini annesinin bir parçası (fallusu) olarak görmek yerine, anneden kopmuş bir bütünlük olarak algı-lar. Ben’in ayrışması demek, Ben’in Ben-olmayandan ay-rışması demektir. Zaten, gerçekliğin gerçeklik statüsünü almasını koşullandıran süreç de budur.

Lacan’da Ben-olanla Ben-olmayanın ayrışması, yani klasik teorideki Ego işlevine giriş doğrudan simgesel düze-

nursel
Vurgu
nursel
Vurgu
nursel
Vurgu
nursel
Vurgu
nursel
Vurgu
nursel
Vurgu
nursel
Vurgu

Mithat Alam Film Merkezi Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2004

356

ne, bir başka deyişle Oidipal düzene girişle koşullandırılan bir süreç olarak yorumlanmıştır. Bu durumda, Tura’ya gö-re, egonun oluşumu ile süperegonun oluşumunu andaş saymak gerekir.

Lacan’a göre psişik belirlenim toplumsal simge siste-minin özneyi aşan yapısından kaynaklanır. Özne kendi gerçekliğini, deneyimini ancak bu nesnel kültürel simge sisteminden dolayımlanarak kavrar, düşünür ve dile geti-rirken, bu otonom gerçekliğin presubjektif yapısının bi-çimsel kurallarına da tabi olur. Lacan’a göre dil ile belir-lenme, kültürün simgesel düzenine girme, Oidipal evre ile aynı anlama gelmektedir.

Şimdilik simgesel belirlenmeyle Oidipus arasındaki ilişkiyi kabaca şöyle ifade edebiliriz : İnsan yavrusu dil ile kültürel bir kurum olan ailede ve ailenin söylemi sayesin-de karşılaşır. Demek ki, ailenin Oidipal düzenini yansıtan aile söylemi, öznenin dil ile belirlenmesinin, kültürel simge sistemine girmesinin, toplumsal öznenin kuruluşunun ilk adımıdır. Bir başka deyişle, toplumsal simge sistemine gi-riş Oidipus karmaşası sayesinde gerçekleşir.

Lacan’a göre simge ya da bütünüyle simge sistemi üç-lü bir etki ifa etmektedir. İlk olarak “ben” ile “ben-olmayan”ı, içsel olanla dışsal olanı ayırdetmeye imkan ta-nımaktadır. İkinci olarak sübjektiviteyi, içselliği bu içselli-ğin ifadesi olan söylemden ayırt etmeye imkan tanımakta-dır. Yani, simgenin düzeninin özerk yapısı, insanın kendi gerçekliğine de bir mesafe alarak düşünmesine imkan ta-nımaktadır. İnsan kendi sübjektivitesini, bu sübjektivite-den bağımsız olarak düşünebilme imkanına kavuşur. Bir anlamda bilinçdışını da kuran budur zaten. Üçüncü ola-rak da simgenin düzeni insanı bir özne olarak diğerleri karşısındaki konumuna yerleştirir. Oidipal dönemi düşü-nelim; burada simgesel düzene giren çocuk, anne ve baba karşısındaki kültürel konumunu gene simge sayesinde ka-zanır. Çünkü Oidipal düzen özünde simgesel düzendir.

İnsanların birbirleriyle kültürel ilişkilerinin, (söz geli-mi en basit ve arkaik biçimi Levi-Strauss’a göre akrabalık ilişkileri olan kültürel yapıların) dilin biçimlerinin birbirle-

nursel
Vurgu
nursel
Vurgu
nursel
Vurgu
nursel
Vurgu

Lacan’da Anne ve Oğul’un Baba ve Oğul’a Dönüşmesi 357

riyle ilişkileri çerçevesinde belirlenmesi yapısına tam an-lamıyla uyan bir yapısı vardır. Üstelik bu ilişkilerin belirle-diği konumlar da dilin düzeninde tanımlanmıştır ve bir kültürün eski kuşaklarından yenilerine bu yolla taşınır. Demek ki, simgenin düzenine girmekle birey kendi kültü-rel konumunu, her şeyden önce kültürel bir kurum olan ailenin yapısı içindeki konumunu da kazanmış olur. Böy-lece birey kültürün düzeni içinde ayrımlaşmış bir özne ha-lini alır. Söylemin belirleyici bir boyutunu da bu konum oluşturur. Çünkü bir söz ancak belli bir konumda anlam kazanır ve söz konusu konum da bizzat söylemin kendisi kadar semboliktir.

Özne simgesel düzende kendini bir gösteren aracılığıy-la işaret ederken bir, simge olarak simge düzeninin kural-larına tabi olur. Dil, öznenin gerçeklikle, kendisiyle, öteki-lerle ilişkisini düzenler. Lacan’a göre, özne kendini simge-sel düzende bir gösteren aracılığıyla temsil ettiğinde, sade-ce bu düzenin kurallarına tabi olmayı üstlenmiş olmaz, aynı zamanda bilinçdışına yol açan bölünmeyi de kabulle-nir.

İnsan, kültürel simge sistemi sayesinde ve çerçevesin-de kendi öz yaşantılamasını düşünmek suretiyle bu yaşantılamasından uzaklaştıkça, bir başka deyişle kendi gerçeğini toplumsal norm sistemlerine göre düşündükçe bir bilinçdışına da sahip olur.

Dil toplumsal bir veriyi, bir kültürü, yasakları ve ya-saları taşır. Bu çok boyutlu simgesel düzene giren çocuk, bu düzen tarafından biçimlendirilecek, onun silinmez damgasını taşıyacaktır ve üstelik bunlar çocuk farkında olmaksızın gerçekleşecektir. Dilin simgesel sistemine geçiş, kültürel düzene geçmekle eşanlamlı olduğuna göre, “an-ne”, “baba”, “aile”, ”akrabalık ilişkileri” vb. sadece dilde ya da aile söyleminde belirlenmiş-tanımlanmış olmakla kal-maz; kültürel bir yapı olarak aile, bu söylemin gerçekleş-mesi, somutlaşması, maddileşmesidir. O halde kültürel söylemler, ideolojiler, sadece birer tasarım değildir, aynı zamanda nesnel bir niteliktirler, maddidirler. İdeolojiler,

nursel
Vurgu
nursel
Vurgu

Mithat Alam Film Merkezi Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2004

358

söylemler gerçekliği tasarım düzeyinde temsil etmekle kalmaz, bu gerçekliğin kurucu bir ögesini de oluştururlar.

Kültürün simge düzeyine geçiş öznenin yarılmasını da birlikte getirmekteydi. Özne kendini sosyokültürel simge-selleştirmede ayrımsar ve belirlerken, kendi otantik fenomenolojik solipsizmi de yitirmiş olur. Kendini sosyo-kültürel kod dolayımıyla düşünen özne giderek kendine yabancılaşır. İşte bilinçdışına yol açan bu yabancılaşma-dır. Oidipus aracılığıyla simgesel sisteme geçme özneyi ku-rar ve gerçeklik sistemini oluştururken yarattığı yarılma da bilinçdışına sebep olmaktadır.

Simge,dolayımsız ikili ilişkinin arasına giren bir üçün-cüdür. İşte insan yavrusuna, bir simge kullanarak ötekini kendinden ayırma imkanı veren – aslında bu imkanı bir zorunluluk olarak kabul ettiren – simge bir dolayım sağla-yarak özneyi kurar. Simgesel düzenin temel simgesi Baba-nın Adı, anne-çocuk dolayımsızlığına son verir ve kendi yasasını kurar. Simgesel baba, annede “eksik” olana sahip olandır ve annenin tabi olduğudur. Bu anlamda Baba iki kez yoksun bırakıcı olarak devreye girer : hem çocuğu an-nesiyle dolayımsız ilişkisinden çıkarır (annenin tabi olduğu yasa Baba’nın yasasıdır), hem de anneyi fallik nesneden yoksun bırakır (fallusa sahip olan Baba’dır).

Dilde ifadesini bulan simgesel düzen böylece üçlü bir etkiye sahiptir : önce insan yavrusunu özneye dönüştürür, yani ona ilk kültürel kimliği olan cinsel kimliğini verir, ikinci olarak ve aynı zamanda bilinçdışı arzuyu kurar, üçüncü olarak ve aynı zamanda özneyi simgenin metafor-larında kültürel yüceltmeler dünyasına acılı fakat vazge-çilmez biçimde iliştirir. Simgesel düzen özneyi kurar, çün-kü özne fenomenolojik aşkın bilincin, “cogito”nun kaçınıl-maz bir sonucu, ontolojik bir kategori değidir. Fenomenolojik indirgeme umulmadık bir tortu bırakır as-lında; Dil. Dil paranteze alınamaz, der J.Derrida. Özne kültürel bir kodlamadır. Simge insan yavrusuyla başkaları ve dünya arasına girerek insana “ben” deme, yani kendini bir gösterenle temsil etme imkanı verdiğinde, özne de ku-rulmuştur.

nursel
Vurgu
nursel
Vurgu
nursel
Vurgu
nursel
Vurgu

Lacan’da Anne ve Oğul’un Baba ve Oğul’a Dönüşmesi 359

KİMLİK Öteki’nin alanı (simgesel düzen) öznenin kim olduğunu sorgulayıp araştıracağı, kimliğini kazanacağı yerdir. Kendi cinsiyetini sorgulayacağı alandır. Simge sistemi insana, kendini bir simge ile, “Ben” göstereniyle ifade etmeye im-kan verdiği oranda onun kültürel kimliğinin gelişeceği bir hareket noktası sağlar. Burada ilk “Ben”in aile yapısı için-de kazanıldığını hatırlatmak gerekir. Yani, insana bu ilk “Ben”i bir imkan olarak sunan, ailenin, kültürel düzene özgü söylemidir. Çocuk bu ilk “Ben”i bu söylem içine yer-leştirir.

Oidipal dönemde çocuk aile içindeki konumunu, aile-nin kurucu yasası tarafından belirlenen kültürel kimliğini kazanır. Bu kimlik herşeyden önce fallus simgesi karşısın-daki konumuyla tanımlanan cinsel kimliktir. Lacan’da fal-lus merkezcilik Kültürün öz niteliğidir. Çocuğu anne do-ğurduğu sürece, anne-çocuk ilişkisini yasaklayan simge baba olacak, babanın egemenliği de simgesel özetini bula-caktır.

İnsan yavrusunun dille karşılaşması ilk kurumun, ai-lenin söylemi yani Oidipus çerçevesinde geçtiğine göre bu ilk “Ben”, simgesel Baba karşısındaki yapısal konumuyla belirlenir, o halde cinsel bir kimliktir.

İnsanın kültüre ilişkin ilk kimliği, yani kültürün dü-zeninde aldığı yer, vaat ve görevin ilk ayrımlaşması hiç bir biyolojik gerekçede ifade edilemeyecek cinsel kimliğidir. Homoseksüelliğin ve transseksüelliğin biyolojik dayatma-lara karşın mümkün olmasını sağlayan, insan cinselliğinin biyolojik değil, kültürel bir kodlama olmasıdır. Öte yandan insanın ilk temel kimliğinin cinsel kimlik olması psikanali-zin cinselliğe verdiği vurguyu temellendirir. Analizde araş-tırılan, öznenin simgesele girişinde yani temel cinsel kimli-ğindeki yapılaşmadır, Oidipal söylemidir.

Oidipus karmaşasının çözümü nesne ilişkilerine çok önemli bir boyut katar. Cinsel arzu yasaklanmış nesneden (baba veya anne) sapar ve kültürün kabul ettiği metafor-larla ifade edilmeye başlar. Bu özdeşleşme-kimlik kazanma

nursel
Vurgu
nursel
Vurgu
nursel
Vurgu

Mithat Alam Film Merkezi Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2004

360

sürecinde kişi, kendini herşeyden önce cinsel kimliği olan biri olarak ortaya koyar. Özdeşleşme-kimlik kazanma sü-reci sadece kültürel bir yasanın (ensest yasasının) kabul edilmesiyle değil, aynı zamanda anne-babanın içselleşti-rilmesi yoluyla da ahlaki yaşamı, süperegoyu temellendirir. Çocuk anne-babasıyla özdeşleşirken onların aslında ideal imgeleriyle özdeşleşir. Bir anlamda onları idealize ederek kabul eder. Bir başka deyişle, çocuk anne-babanın süperegosuyla özdeşleşmiştir. Her ne kadar süperegonun oluşumunda Babanın Yasası temel rolü oynuyorsa da bu simgesel yasayı çocuğa kabul ettiren, babaya göndermede bulunan “anne”dir. O halde süperego ancak annenin ba-bayı naklettiği ölçüde “Baba Süper ego”su olabilir.

OİDİPUS Lacan’a göre anne-çocuk ilişkisindeki doğal (klasik teori çerçevesinde oral) frustrasyonlar çocuk için simgesel bir yasa-yasak ile yapılaşır, ne ise o olarak, yani doğal halinde etkili olamaz. Bu simgesel yasa ve yasak ise annenin söy-leminde geçen Babanın Adı’dır. Böylece çocuk Oidipus üç-genine girmiş olur.

Frustrasyonların kaynağı yasaklayıcı, yoksun bırakıcı, çocuğu anneden kastre eden “Baba”dır. Dikkat edilirse böylece kültür, biyolojik bir varoluşu kendi düzenine çek-mek için simgesel bir hile kullanmış olur; doğal anne-çocuk ilişkisini yasaklayan, dolayısıyla çocuk için biyolojik bir önem taşımamakla birlikte, birden önem kazanan kül-türel baba ile çift değerli özdeşleşme ilişkisi. Aslında elbet-te doğal frustrasyonlar kendinden bir zorunlulukla “ba-ba”ya, kültüre gönderim yapmaz. Frustrasyonları “baba”ya gönderen annenin söylemidir. O anne-çocuk ilişkisinde simgesel bir üçüncüye yer verdiği oranda çocuğu kültürün dünyasına bağlamıştır. Böylece çocuk ilk kez bir Nirvana durumu yaşantıladığı annenin uterusundan yine bu uterusun hareketleriyle doğal dünyaya atıldığı gibi, anne-nin simgesel hareketleriyle de kültürün dünyasına atılarak

nursel
Vurgu

Lacan’da Anne ve Oğul’un Baba ve Oğul’a Dönüşmesi 361

ikinci bir doğum travmasında narsisistik omnipotensini yi-tirir.

Klasik teoriye göre erişkin bir cinsellik ve duygusal yapılanmaya ulaşabilmek için Oidipal karmaşanın üste-sinden gelmiş olmak gerekir. Oidipus karmaşasının çözü-me kavuşamaması nevrozun nedenidir. Erkek çocuğun Oidipus’u aşabilmesinde en iyi yol rakip babasının yerine geçmeyi arzulamasıdır. Bu, baba ile özdeşleşmeye açılan yol olacaktır.

Lacan’a göre Oidipus karmaşası, kültürel düzenin kö-keninde yer alır. Oidipus biyolojik varlığı kültürel özneye dönüştüren simgesel bir karmaşadır; bireyin toplum için-deki ilk kimliği olan cinsel kimliği kazandığı, toplumsal bir üye haline dönüştüğü aşamadır. Oidipus olmasa insan kültürün düzenine giremez, çünkü Oidipus olmaksızın tatmin-frustrasyon diyalektiğinde geçen biyolojik anne-çocuk ilişkisi kültürel bir simgeyi,yani “Baba”yı da içine alacak şekilde dönüşemez. Psikotik durum bunun bir ör-neğidir. Oidipussuz kültür mümkün değildir. Çünkü, kül-tür kendi taşıyıcı faillerini Oidipus yoluyla üretir.

Değişebilir biçimlerinin ötesinde yapı olarak Oidipal fenomen insan varlığının evrensel ve kökten bir dönüşü-müdür. Oidipus ikili dolayımsız ilişkiden sembolik düzene özgü dolaylı ilişkiye geçiştir.

Lacan’a göre Oidipus karmaşası da gerçek dünyanın bir karmaşası değil, simgesel bir karmaşadır, bir başka deyişle simgeselin kendi otonom gerçekliğinden geçen bir karmaşadır. Oidipus için gerçek bir babanın olması koşulu yoktur. Yalnızca simgesel baba işlevi, “Babanın Adı” yeter-lidir. Kültürel Baba konumunun tüm anlamını veren, biz-zat aile söylemidir. Ailenin kendi gerçek gerçekliği (yani ne ise o olan bu “numen” / “kendinde şey”) simgeselin kendi otonom kuralları çerçevesinde anlamını kazanır. Böylece simgesel düzen biyolojik ihtiyaçlara, onları kültürün düze-ni içinde bir “talep” olarak ifade etmek için simgenin özerk düzenini sunarken doğal (yani ne ise o olan) bu gerçekliğe de simgenin özerk kuralları çerçevesinde biçimini verir.

nursel
Vurgu
nursel
Vurgu
nursel
Vurgu

Mithat Alam Film Merkezi Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2004

362

Lacan’a göre Oidipus aracılığıyla sosyokültürel düzene geçiş iki süreci aynı anda başlatmaktadır; (1) Sosyokültü-rel öznenin kuruluşu (2) bilinçdışının kuruluşu. Aslında bunlara bir üçüncüyü, öznenin Oidipus aracılığıyla bağ-landığı kültürün dünyasında gerçekleştirdiği kültürel yü-celtmeler zincirini de eklemek mümkün.

Oidipus karmaşasının çözümü, anneyle ikili ilişkiyi yasaklayarak, öznenin kökensel arzusunu bilinmeyen du-ruma iter ve babanın metaforu sürecine göre ona yeni im-gesel, toplumsal biçimler ikame eder. Başka şekilde söy-lersek, simgesel düzene geçiş kökensel bastırmaya andaş ve ayrılmaz bir biçimde bağlıdır. (Lemaire)

Freud’un, çağının fizyolojik kavramlarıyla haz-tatmin çizgisinde düşünmeye çalıştığı ve erojen bölgelerin otoerotik tatmininde tanımını bulan, geniş anlamıyla bi-rincil narsisistik dönem Oidipus ile yıkılır. Öznenin tüm çabası Oidipus ile girdiği kültürün düzeninde, kültürün düzenine girmekle yitirdiğini (narsisistik omnipotensini) aramaktır.

Oidipus bilinçdışı arzunun çekirdeğini atarak insanın kültürün dünyasındaki yüceltme metaforlarına ilişmesini sağlar. Çünkü özne bilinçdışı arzusunu tatmin için aslında beyhude bir çabayla temel arzusunu kültürel yüceltmelerle tatmin etmeye çalışacaktır. Her aşamada frustre olacak, her aşamada yeni bir imgesel özdeşleşmenin, imagonun (görsel imge) peşine takılacaktır. Aslında bilinçdışı arzu kültüre uygun dileğin ardında metonimik bir artık olarak kalacaktır.

İnsanı kültürün yüceltmelerine bağlayan “olmakta ek-sik”tir. İnsan kültüre girmekle yitirdiği narsisistik bütün-lüğü, kültürün sunduğu “imago”larla özdeşleşmeye çalışa-rak, bu imago (görsel imge) metaforlarında kapatmaya, tat-min etmeye çalışır. Bu yol ile bilinçdışı arzu asla doyuru-lamayacağı için insan kültür içinde sürekli ilerler; doktor olmak, baba olmak, kitap yazmak vb. imagolarının peşinde koşar.

Kültürel insanın temel dramı ve çelişkisi budur işte. Ardında bıraktığını ileride arayacak, toplumsallaşmanın ilk

nursel
Vurgu
nursel
Vurgu
nursel
Vurgu

Lacan’da Anne ve Oğul’un Baba ve Oğul’a Dönüşmesi 363

adımı ile yitirdiğini (yani narsisistik bütünlüğünü) toplum-sallaşma sürecinde kapamaya çalışacaktır. İşte, bizi kültü-rel dünyada yol almaya iten nostaljinin, eksiklik dünyası-nın temeli budur.

İnsan, dilin metaforlar düzeninde ilk gerçekliğinden her an biraz daha uzaklaşır ve hep ilk dolayımsız gerçekli-ğini, annesinden ona yansıyan bütünleşmiş bir imge ola-rak narsisistik omnipotensini, yani insanlaştırıcı kastrasyonla yitirdiğini arar. İnsanın bu acılı çabası boşu-nadır aslında. Çünkü insanın kültürün metaforlarında aradığı, zaten oraya girmekle yitirdiği şeydir : Bilinçdışı ar-zu asla tatmin edilemez (Lacan). İnsan hep düşlerinin pe-şinde koşar, fakat sadece düş kırıklıklarıyla ilerler.

KAYNAKLAR 1. Freud’dan Lacan’a Psikanaliz (Saffet Murat Tura, Ayrıntı,

2.Basım, Mart 1996) 2. Defter (Yaz 1995, Sayı:24, Şeyh ve Ayna, Saffet Murat

Tura, Sayfa:62-89) 3. Ege Psikiyatri Sürekli Yayınları, Kişilik Bozuklukları (Cilt 1,

Sayı 3, Sonbahar 1996, Narsisizm Sorunsalında Kohut ve Lacan, Saffet Murat Tura, Sayfa:437-455)

4. Fallusun Anlamı (Jacques Lacan, Afa Felsefe Yazıları Ansiklopedisi, Ekim 1994, Önsöz, Saffet Murat Tura, Sayfa:7-37)

Melida Tüzünoğlu Kimdir?

1984 yılında İstanbul’da doğdu. Liseyi Beşiktaş Sakıp Sabancı Anadolu Lisesi’nde bitirdikten sonra 2002 yılında Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji bölümüne girdi. Şu an Sosyoloji ve Film Çalışmaları okuyor. Mithat Alam Film Merkezi Sinefil dergisi ve Altyazı’da yazdığı film eleştirileri dışında, edebi metinler yazıp disiplinler arası okumalar yapmaktan hoşlanıyor. Resim ve yazı alanında birkaç küçük ödül aldı. Profesyonel olarak hiçbir işte çalışmadı ancak birkaç kısa filmin yapımında ve merkez kitapçığının oluşumunda dönemsel olarak emeği geçti.

nursel
Vurgu
nursel
Vurgu