ULUSLARARASI SİYASET TEORİSİ NEDİR?

11
ULUSLARARASI SİYASET TEORİSİ NEDİR? Yasin YAYLAR Uluslararası İlişkiler disiplininde teori oluşturmadaki en temel sorun, kuramcının fikirlerini olaylardan bağımsız sorgulayabilmesidir. Çoğu kuramcı öne sürdüğü tezi tarihte yaşanmış belirli bir olay üzerine oluşturduğu için çoğu zaman geçerliliğini kısa sürede yitirmektedir. Ne var ki olaylardan bağımsız teori oluşturmak imkânsızdır. Bu nedenle örnek gösterilen olaylar tarihi gerçeklikleri içinde referanstan öteye gitmemelidir. Kuramcı için bir diğer problem sahip olduğu ideolojik düşünceye saplantılı olmasıdır. Bir fikir adamının ideolojik bir görüşe sahip olması kaçınılmazdır, fakat tüm görüşlerini bağnazca bu çerçeveye oturtmaya çalışması bazen bilimsellikten bazen de ahlaktan uzaklaşmasına neden olur. İşin bilimsellik boyutunda ise gerçekleri göz ardı etmemesinin yanında eleştiriye de açık olmalıdır. Tüm bu sayılan olumlu nitelikleri sahip olsa da Uluslararası ilişkiler kuramcılarının dünyayı, halktan ya da politikacılardan daha iyi anladığıysa bir yanılsamadır. Uluslararası siyaset ahlaki boyutu ile düşünüldüğünde, Uluslararası ilişkiler için iyi kabul edilen Uluslararası hukuk için de iyidir. Kuramcı olaylar üzerinden “ne iyi ya da ne kötü” diye ahlaki kriterler çıkartmaktansa, “iyi olan neden iyi kötü olan neden kötü” nün dayanağını göstermelidir. Uluslararası ilişkileri savunanlar, uluslararası ilişkilerin kanunlarla düzenlenmesi gerektiğini savunurlar. Diğer yandan kozmopolitanlarsa, uluslararası hukuk kurallarından dahi öte ahlak kurallarının devrede olması gerektiğini savunurlar. Onlara göre siyasi teorinin kalbinde ahlak yatar. Bu yüzden teori ahlaken hangi kanunların konulabileceğini açıklamalıdır. Uluslararası siyaset teorisinden bahsedilecekse öncelikle bahse konu muhatabın işaret edilmesi gerekir. Bu da tüm tartışmalara rağmen ortaya çıktığı ilk andan beri yapısı, egemenliği ve adilliği tartışılan devlettir. Eğer bir devletten bahsediyorsak, bu devletin bir gücü, görevleri ve diğer devletlerle olan etkileşimi ve tüm bunlarla ilgili problemler vardır. Uluslararası siyaset teorisini ilgilendirense tüm bunların ahlaki boyutudur. Realistler her ne kadar işin ahlaki bir boyutu olabileceğini hayal olarak kabul etseler de, kozmopolitanlar bunun olabilirliğini kabul ederler. Bunun için de ilk irdelenecek olan bireylerin hak ve görevleridir. Adil savaş kuramın en temel tartışmalarından biridir. En basit yaklaşımıyla nefsi müdafaaya dayanır. Ama bundan öte önleyici darbe haklı bir savaş sayılabilir mi? Ya da masum ve güçsüz bir devlete yapılan saldırıya müdahale nasıl adlandırılır? Tartışmalı insani müdahale konusu, çoğu zaman ahlakilik yönünden ziyade görev olarak kabul edilip edilmemesi açısından sorgulanmaktadır. Kant’ın dediği gibi müdahale edilecek tek şey özgürlüğe müdahale edilmesidir. Bu mantıkla düşünüldüğünde insani müdahale eğer bir halk kendi hükümetinden ya da hükümetinin kendisini koruyamadıkları tarafından zulme uğradığında gereklidir. Böyle bir durumda söz konusu devlet egemenliğinin ihlal edildiğinden şikâyet edemez. Çünkü egemenlik, halkına zulmedebilmek değildir. Diğer sorun insani müdahaleye izin var mıdır, yoksa bu bir görev midir? İnsanlar bunun bir izin olayından öte bir görev olduğunu düşünmektedir. Bu algıyı oluşturan mantık, yanı başınızdaki insanlar zulme uğrarken sessiz kalmak ahlaki kabul edilemez. Bu basit bir tercihten ziyade hem zulme uğrayan insanların haklarına saygısızlık hem de zulmedene

Transcript of ULUSLARARASI SİYASET TEORİSİ NEDİR?

ULUSLARARASI SİYASET TEORİSİ NEDİR?

Yasin YAYLAR

Uluslararası İlişkiler disiplininde teori oluşturmadaki en temel sorun, kuramcının

fikirlerini olaylardan bağımsız sorgulayabilmesidir. Çoğu kuramcı öne sürdüğü tezi tarihte

yaşanmış belirli bir olay üzerine oluşturduğu için çoğu zaman geçerliliğini kısa sürede

yitirmektedir. Ne var ki olaylardan bağımsız teori oluşturmak imkânsızdır. Bu nedenle örnek

gösterilen olaylar tarihi gerçeklikleri içinde referanstan öteye gitmemelidir. Kuramcı için bir

diğer problem sahip olduğu ideolojik düşünceye saplantılı olmasıdır. Bir fikir adamının

ideolojik bir görüşe sahip olması kaçınılmazdır, fakat tüm görüşlerini bağnazca bu çerçeveye

oturtmaya çalışması bazen bilimsellikten bazen de ahlaktan uzaklaşmasına neden olur. İşin

bilimsellik boyutunda ise gerçekleri göz ardı etmemesinin yanında eleştiriye de açık

olmalıdır. Tüm bu sayılan olumlu nitelikleri sahip olsa da Uluslararası ilişkiler kuramcılarının

dünyayı, halktan ya da politikacılardan daha iyi anladığıysa bir yanılsamadır.

Uluslararası siyaset ahlaki boyutu ile düşünüldüğünde, Uluslararası ilişkiler için iyi

kabul edilen Uluslararası hukuk için de iyidir. Kuramcı olaylar üzerinden “ne iyi ya da ne

kötü” diye ahlaki kriterler çıkartmaktansa, “iyi olan neden iyi kötü olan neden kötü” nün

dayanağını göstermelidir. Uluslararası ilişkileri savunanlar, uluslararası ilişkilerin kanunlarla

düzenlenmesi gerektiğini savunurlar. Diğer yandan kozmopolitanlarsa, uluslararası hukuk

kurallarından dahi öte ahlak kurallarının devrede olması gerektiğini savunurlar. Onlara göre

siyasi teorinin kalbinde ahlak yatar. Bu yüzden teori ahlaken hangi kanunların

konulabileceğini açıklamalıdır.

Uluslararası siyaset teorisinden bahsedilecekse öncelikle bahse konu muhatabın işaret

edilmesi gerekir. Bu da tüm tartışmalara rağmen ortaya çıktığı ilk andan beri yapısı,

egemenliği ve adilliği tartışılan devlettir. Eğer bir devletten bahsediyorsak, bu devletin bir

gücü, görevleri ve diğer devletlerle olan etkileşimi ve tüm bunlarla ilgili problemler vardır.

Uluslararası siyaset teorisini ilgilendirense tüm bunların ahlaki boyutudur. Realistler her ne

kadar işin ahlaki bir boyutu olabileceğini hayal olarak kabul etseler de, kozmopolitanlar

bunun olabilirliğini kabul ederler. Bunun için de ilk irdelenecek olan bireylerin hak ve

görevleridir.

Adil savaş kuramın en temel tartışmalarından biridir. En basit yaklaşımıyla nefsi

müdafaaya dayanır. Ama bundan öte önleyici darbe haklı bir savaş sayılabilir mi? Ya da

masum ve güçsüz bir devlete yapılan saldırıya müdahale nasıl adlandırılır? Tartışmalı insani

müdahale konusu, çoğu zaman ahlakilik yönünden ziyade görev olarak kabul edilip

edilmemesi açısından sorgulanmaktadır. Kant’ın dediği gibi müdahale edilecek tek şey

özgürlüğe müdahale edilmesidir. Bu mantıkla düşünüldüğünde insani müdahale eğer bir halk

kendi hükümetinden ya da hükümetinin kendisini koruyamadıkları tarafından zulme

uğradığında gereklidir. Böyle bir durumda söz konusu devlet egemenliğinin ihlal edildiğinden

şikâyet edemez. Çünkü egemenlik, halkına zulmedebilmek değildir.

Diğer sorun insani müdahaleye izin var mıdır, yoksa bu bir görev midir? İnsanlar

bunun bir izin olayından öte bir görev olduğunu düşünmektedir. Bu algıyı oluşturan mantık,

yanı başınızdaki insanlar zulme uğrarken sessiz kalmak ahlaki kabul edilemez. Bu basit bir

tercihten ziyade hem zulme uğrayan insanların haklarına saygısızlık hem de zulmedene

müsaade etmektir. Ne var ki hiçbir devlet insani müdahaleye zorlanamaz. Gücü yettiği halde

müdahale etmemesi eleştirilebilir fakat bunun için bir yaptırımda bulunulamaz. Çünkü tam da

bu nokta da karşımıza ikinci bir soru çıkar: Müdahale etmesi gereken devlet kimdir?

Antik Yunan’da siyasetin temel dinamikleri nelerdir?

Günümüz batı dünyasının düşünce yapısı Antik Yunan’a dayanır. O dönmedeki doğu

toplumlarında kral/ hükümdar Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi kabul edilirken, Antik

Yunan’da tüm yetkilerin kralın elinde toplanmadığı bir yönetim şekli benimsenmiştir. Siyasal

örgütlenme olarak ulus-devlet yerine kent-devlet (polis) yapılanması söz konusudur. Birkaç

bin nüfuslu ya da Atina gibi yirmi bin nüfuslu irili ufaklı pek çok kent devletinden oluşan

Antik Yunan, yönetsel olarak ilk defa doğrudan demokrasinin uygulandığı yerdir. Kendi

kendine yeten ve iç işlerinde özerk olan bu kent devletleri Thucydides’in Peleponezya

Savaşları’nda anlattığı gibi bazen birbirleriyle savaştıkları olduğu gibi, kimi zaman da barbar

dedikleri Perslere karşı da birlik olup karşı çıkmışlardır.

Kent-devleti kavramının içini dolduran en önemli öğe ise vatandaşlıktır. Vatandaşlık,

özgür olmak, mülk sahibi olmak ya da doğuştan şanslı olmak şartlarından birine bağlıdır.

Vatandaşlık çok büyük getirisi olmayan bir kurum olsa da şahsa çok büyük sorumluluklar

yüklemesi açısından önemlidir. Çünkü vatandaş doğrudan demokrasi sayesinde polis yönetimi

hakkında söz sahibi olur ve Antik Yunan’da en önemli şey polisin sorunlarıyla meşgul

olmaktır. Bu nedenle de kölelik doğal bir kurum kabul edilir. Çünkü devletin sorunlarıyla

uğraşmak için zamana ihtiyaç vardır. Kent-devletin dertleriyle dertlenmeyenlerse lüzumsuz

vatandaş olarak görülmektedir.

Kent-devletinin diğer bir önemli kurumsa meclistir. İhtiyarlar Meclisi ya da Halk

Meclisi gibi isimler alan bu kurumlar halkın bizzat yönetimde söz sahibi olmasını sağlamıştır.

Vatandaşlık vasfını taşıyan kişilerin bu meclislere gösterdiği önem, siyasi katılım anlayışın ne

kadar önemli olduğunu gösterir. Kadınlar her ne kadar özgür kabul edilse de siyasi alanda yer

almazlar. Meclis, devlet memurlarının seçilmesi, savaş ve barışa karar verilmesi yanında

güvenliğin ve adaletin de sağlanmasından sorumludur.

Antik Yunan’daki bu kent-devleti yapılanması, başına buyruk kral/ hükümdar yerine

hukukun üstünlüğünün kabul edildiği, halkın doğrudan demokrasiyle yönetime katıldığı,

kararların bir mecliste alındığı, vatandaşlığın ve özel mülkiyet hakkının tanındığı anayasal bir

hükümet anlayışının göstergesidir.

Platon (423 – 348) ve Aristo’nun

(384 – 322) siyasi düşüncesinde devlet nereye oturur?

Platon’a göre devlet, halkı korumakla ve refahını sağlamakla görevlidir. Buna neden

olarak da halkın büyük bir kısmının çiftçilikle uğraşan, kendisi için iyi olanı bilmeyen

insanlardan oluşması olarak görür. Oysa Platon’a göre idealara ve nesneler evreni vardır. Bu

nedenle de devletin iyi olan ideal halini yani ideal devleti tanımlamıştır. İdeal devlette halkı

için neyin iyi olduğunu bilen yöneticilerin başta olması gerektiğini iddia eder. Aynı bir

ailedeki gibi, ailesi için iyi olanı baba bilir ve evin yönetiminden de o sorumludur.

Paternalizm mantığı güden Platon, bu şekilde düşünmekle idareci sınıfın haricindeki

halkın cahil olduğunu kabul eder. Birbirine ihtiyaç duyan insanlar bir arada yaşamak

durumundadır ancak devlet içinde yer alan insanların kabiliyetlerine göre konumları vardır.

Üretken olanlar çiftçilikle uğraşırlar ve itaatkârdırlar. Cesur olanlar koruyucudurlar, asker

olurlar. Bilgi sahibi olan ve yönetmeyi bilenlerse idareci olurlar. Kast sistemine benzer bir

tablo çizen platon, halkın isyan etmemesi için bir de metal mitosu ortaya atar. Buna göre

cevherinde altın bulunanlar idareci, gümüş bulunanlar asker, demir ve tunç bulunanlarsa çiftçi

olurlar. İnsanın mayasında hangi cevher varsa o sınıfa tabi olur. Böylelikle Platon soyluluğu

da savunmuş olur. Halkın cahil olduğunu iddia ederek demokrasiye karşı çıkan Platon, devlet

yönetiminde aristokrasiyi savunmaktadır.

Aristo’ya göre devlet, en başta halkın ahlakından sorumludur. Sosyal bir yaratık olan

insan, ahlak olgunluğuna ancak devlette, toplumda erişebilir. Bu yüzden devletin asıl görevi,

yurttaşları ahlak bakımından biçimlendirmek ve olgunlaştırmaktır. İnsan özünde iyidir. Bir

devletteki koşullar da, bunu gerçekleştirecek şekilde düzenlenmelidir. Yönetim şekillerinin

doğru ya da yanlış olduklarını gösterecek ölçü de ancak bu olabilir. Devlet toplumu ahlakça

düzelmesini, iyiliğini başlıca amaç olarak göz önünde bulunduruyorsa, bu yönetim şekli

doğrudur, bunu yapmayan her yönetim şekli yanlıştır. Buna göre devletin iyi olup olmaması,

yönetim şekline, baştakilerin sayısına bağlı değildir. Devletin başında bir kişi, birkaç kişi, ya

da herkes bulunabilir. Bir kişinin egemen olduğu şekillerde, krallık doğrudur ama zorbalık

yanlıştır; birkaç kişinin egemen olduğu şekillerde, bilgi ve beceri bakımından en iyilerin başta

bulunduğu aristokrasi doğru ama soya ve zenginliğe dayanan oligarşi ise yanlıştır; herkesin

egemen olduğu şekillerde, yasal bir düzen olan politeia doğru, yığının bir anarşisi olan

demokrasi yanlıştır. Genel itibariyle Platon ideal bir devletten bahsederken, Aristo mevcut

yönetimin en iyi şekilde uygulanmasını hedefler.

Makyavelli (1469 –1527) Uluslararası İlişkiler disiplininde

neden önemlidir?

Makyavelli Prens adlı eserinde “devlet” terimini kullanması nedeniyle Uluslararası

İlişkilerle ilgilenenlerin dikkatine çeker. Fakat devlet olarak kastettiği belirli bir yönetim

formu değildir. Kendisi de bir ara devlet görevinde bulunmuş olan Makyavelli’nin irdelediği

kendi dönemindeki İtalyan kent-devletleri, günümüz ulus-devletlerine yapısal açıdan bazı

benzerlikler göstermektedir.

Makyavelli’nin disiplin açısından önemli kılan bir diğer neden, realist olmasıdır. Öyle

ki Uluslararası İlişkiler disiplinin realist kuramcıları sıklıkla onu referans verirler. Her ne

kadar eserinde “erdem”den bahsetse de Makyavelli için esas olan yöneticinin egemenliğini

korumasıdır. Bunun için de iyi bir prens olmak adına saydığı erdemler bazen askıya alınabilir.

Erdem (virtue) gibi Hıristiyanlığa ait dini terimler kullanması onun dini referans aldığını

göstermez. Nitekim dini ya da ahlaki bağlardan ari, salt gücün elde edilmesini amaçlar. Diğer

bir ifadeyle egemen olmak için her şey mubahtır. Tam da realist kuramcıların vurguladığı gibi

egemenliği sağlamanın temel dinamiği güçtür.

İdealistler halkın refah içinde yaşadığı ideal bir yönetimi ararken, realistler ülke

çıkarları için bazen halkın haklarından feragat edilebileceğini iddia ederler. Makyavelli de

halk için ideal olandan ziyade yönetici için ideal olanı gösterme çabasındadır.

Makyavelli’yi disiplin açısından önemli kılan bir başka neden, tüm yukarıda sayılan

şartların yerine getirilmesi ve devletin birliğini sağlaması gerekir ki, diğer devletlerle ilişki

kurabilecek olgunluğa erişsin. Kendisi de bir dönem diplomatlık yapmış olan Makyavelli,

yönetiminde istikrarı sağlamış bir devlet adamının uluslararası ilişkilerde de saygınlık

kazanacağını iddia eder.

Makyavelli, dönemindeki devletlerarası ilişkiler (uluslararası ilişkiler) ortamını anarşik

bulur. Onun iddiasına göre bir devlet sessiz sakin kendi halinde yaşamak istese bile, başka

devletler buna izin vermeyecektir. Diğer yandan sürekli halkın refahını artırmak için zafer

peşinde koşmayan bir devlet de bir süre sonra kendi bünyesinden düşman türetecektir.

Yöneticinin egemenliğini koruması yöneticinin bazen yalan söylemesini, bazen

halkının haklarını askıya almasını, bazen diğer devletlerle savaşmasını gerektirebilir. En

önemlisi ise güçlü bir orduya ve savunmaya ihtiyacı vardır.

Grotius (1583-1645)

Hümanist dünya görüşüne sahip bir hukukçu olan Grotius’un Uluslararası İlişkiler

disiplinine en büyük katkısı savaş ve barış konusundaki görüşleridir. Grotius

devletlerarasındaki anlaşmazlıkların kaçınılmaz olduğunu bu yüzden de savaşların da

kaçınılmaz olduğunu ileri sürer. Zaten bu durumunu da doğaya uygun olduğunu iddia eder.

İnsan da olsa hayvan da olsa ve hatta devlet de olsa kendisine saldırarak gelene saldırarak

cevap verilmesini doğru kabul eder. Bu mantık çerçevesinde doğaya uygun olan akla da

uygun olandır. Grotius’a göre makul olan, doğal olandır. Ona göre Tanrı insana akıl vermiştir

ve insan bu akıl sayesinde doğru ya da diğer ifadesiyle ahlaklı olanı kendisi bulabilir. Kutsal

metinlere de yer veren Grotius buradaki örneklerinde Tanrının emrettiği savaşların zaten haklı

olduğunu, bunun yanında makul sebeplerle çıkarılmış savaşlara da Tanrının karşı çıkmayarak

makul bulduğunu göstermiştir.

Doğal hukukun örneklerini de doğadan veren Grotius, tüm hayvanların kendilerine has

savunma organlarına sahip olduğunu ve daha yavruyken dahi bunun bilincinde olduğunu iddia

eder. Her hayvanın kendi güçlü yönünü bildiğini ve bu sayede hayatta kaldığını savunur.

İnsanların da aynı içgüdüyle silahları icat ettiğini söyler. Yalnız insanların savaşlarının

hayvanlarınkinden farkı, insanlar barış yapmak için savaşmalıdır. Akılcı olan Grotius, bu

cümlesiyle hümanist olduğunu gösterir. Savaş doğaldır, bazen kaçınılmazdır fakat asla esas

gaye değildir. İnsanlar savaşmak için savaşmazlar; Tanrı istediği için, kendilerini savunmak

için ya da barış yapmak için savaşırlar.

Hobbes (1588 - 1679)

Hobbes’u dönemine kadarki düşünürlerden ayıran en temel özelliği idealist değil,

materyalist olmasıdır. Ona göre insan, Aristo ve takipçilerinin iddia ettiği gibi iyiyi arayan bir

varlık değil, içgüdüleriyle yaşayan bir varlıktır. Yine kendinden önceki düşünürlerin aksine

insanları derecelendirmez, eşit kabul eder. Kiminin aklı, kiminin gücü vardır ama aşağı-yukarı

her insan eşittir. İşte tam da bu nedenle insanlar çatışma içindedir. Çünkü eşit olan insanlar,

doğal olarak kendileri için iyi olanı arzularlar ve bu nedenle de aynı şeyi arzulayan

diğerleriyle karşı karşıya gelirler. İçgüdüsel olarak iyiyi arzu eden insan, rekabet ortamı

nedeniyle ona ulaşmada ve onu elinde tutmada güce ihtiyaç duyar. Aksi takdirde sürekli bir

korku halinde yaşar. Hobbes’a göre korku halinde yaşamaksa tüm arzuların tadını kaçırır.

Özetle, insan arzu ve korkuyla yaşar. İkisinin de sağlanması durumunu gönenç (felicity)

olarak açıklar.

Akıllı olan insanının hem güvenliğini sağlayıp hem de arzularına erişmek için yapması

gereken tek şey vardır: karşı tarafla çatışmayacağına dair sözleşmek. Bu görüş, Hobbes’un

sosyal sözleşme kuramını açıklar. Yani “herkes arzuladığı şeye güven içinde sahip olacak ve

bunu karşı taraftan korkmadan yapacak. Ne var ki bunun gerçekleşmesi için bazı şeylerden

feragat edecek. Mesela özgürlüğü.”

Hobbes bu sosyal sözleşme teorisi devletin varlık sebebini açıklamaya yöneliktir. Bu

görüşlerini ünlü eseri Leviathan açıklamıştır. Leviathan devleti simgeleyen bir deniz

canavarıdır. İnsanlar özgürlüklerinin kısıtlanmasına rağmen devlet içinde yaşamak isterler.

Çünkü devlet, sağladığı güvenlikli ortam sayesinde mutluluğun da kaynağıdır. Tüm bu

nedenlerle devlet otoritenin de kaynağıdır. Çünkü yasalara karşı çıkmadan devleti inkâr etmek

mümkün değildir. Hobbes bu yönüyle devletin mutlak egemen olduğunu iddia eder. Ona göre

kilise dahi olsa devlete etkide bulunulması, devletin egemenliğine zarar verir. Bu görüşü

nedeniyle kilise Hobbes’u dinsiz ilan etmiştir. Demokratik yönetimlere karşı çıkmasa da

monarşinin en mantıklı yönetim biçimi olduğuna inanmıştır. Çünkü halkının gönenç içinde

olmasını sağlamak, kralında gönenç içinde olmasını sağlar. Aksi durum iç savaşa neden olur.

Bu görüşü nedeniyle de cumhuriyetçilerden tepki toplamıştır.

İnsanın bireysel davranışlarını psikoloji incelerken, insanların sosyal davranışlarının

da siyaset teorisi inceler. Bu sosyal ortam devletlerarası ilişkiler ortamı olarak ele alınabilir.

Hobbes savaşın doğa yasaları gereği kaçınılmaz olduğunu ileri sürer. Çünkü elindekini

korumak isteyen devlet, onu elinden almak isteyenlerle savaşmak durumunda kalabilir. Ya da

arzuladığı şeye ulaşmak istediğinde de yine başka bir devletle çatışma konumuna gelebilir.

Daha da ötesi, huzur içindeyken dahi karşısındakinin ne yapacağından emin olamayışı onu

çatışamaya sürükleyebilir. Fakat tüm bunlara rağmen Hobbes barıştan yanadır. Çünkü savaş

zamanında ticaret, sanat ve bilim durma noktasını gelir. Akıllı olan insan, rahat içinde yaşama

isteği ve ölüm korkusundan dolayı barışı ister.

Rousseau ve Uluslararası İlişkiler (1712 – 1778)

Rousseau’nun da Hegel gibi öncelikli amacı devleti meşrulaştırmaktır. Dış ilişkilerden

bahsetmek, devletler hukukundan bahsetmek, savaş ve fetih hukukundan bahsetmek bundan

sonra gelir. Devleti meşrulaştırırken Hobbes’un aksine insanın doğasının kötü olduğunu ve

devletlerin de bu nedenle kötü niyetli olduğu fikrine tam anlamıyla katılmaz. İnsandaki

kötülüklerin topluma girdikten sonra ortaya çıktığını düşünür. Bu mantıkla düşünerek insanın

ancak diğer insanlarla yaşadığında güvenlik ve adalete kavuşacağını savunan doğal hukuk

kuramına karşı çıkar. Rousseau, devletin insanın haklarını koruyan bir araç olarak görmez.

Tüm bu görüşlerin yerine kendi Toplum Sözleşmesi kuramını ileri sürer. Kendi ifadesiyle

Toplum Sözleşmesi, “üyelerden her birinin canını, malını tüm ortak gücüyle koruyan öyle bir

toplum biçimi bulunmalı ki, her birey bir yandan başkalarıyla birleşip bütünleşmişken diğer

yandan yalnızca kendine boyun eğsin, eskisi kadar özgür kalsın” şeklinde özetlenebilir. Bu

kuramın amacı herkesin özgürlüğünün korunduğu adalet içinde bir hayatı tasvir etmektir. Bu

özgürlük düşüncesi nedeniyle, insanların hayatlarını kurtarmak için canlarını feda ettiklerini

söyleyen Grotius’a da karşı çıkar. Çünkü Rousseau’ya göre insanın özgürlüğünü feda etmesi

ahlaki ölümüdür.

Devleti meşrulaştırma çabasından sonra Rousseau, güçlü bir devletin özelliklerini

sıralar. Korsika için Anayasal Proje adlı eserinde ada devleti Korsika üzerinden bu nitelikleri

sıralamıştır. Buna göre devletin varlığını sürdürmedeki en temel şart, ulusal bir kimliğe sahip

olmasıdır. Ne var ki sadece bu şartın yeterli olmayacağını aynı zamanda genel irade ile

yönetilen bir devlete de sahip bulunması gerektiğini söyler. Diğer yanda güçlü devletlerin

elinde oyuncak olmamak için kendi kendine yeter olması gerekmektedir. Bu nedenle dış

ticaretini azaltıp, tarımı geliştirmesi gerekmektedir. Bu şartları yerine getirmemek, devleti

dışa bağımlı hale getirecek ve halkın özgürlüğünü kaybetmesine neden olacaktır.

Rousseau, savaşları özel mülkiyet çıktıktan sonra toplumda eşitsizliğin başlamasına

bağlar. Rousseau, toplumun eşitsizlikleri artırdığını ve insanları birbirlerine bağımlı hale

getirdiğini iddia etmiştir. Bağımlılık ise Rousseau’ya göre en önemli çatışma nedenidir.

Rousseau, savaş nasıl devletin varlığını öngörüyorsa, devletin varlığı da savaşı öngörüyor

diyerek savaşların kaçınılmazlığını dile getirmiştir. Uluslararası hukukun ise herhangi bir

yaptırım gücü olmadığı için yararsız olduğunu düşünür. Bunun yerine uluslararası barışın

devletler arası bir konfederasyon yoluyla sağlanabileceğini varsaymıştır. Ancak devletler

üstünde devlet niteliğinde bir kuruma karşıdır.

Rousseau, bu barış projesini dünya çapında düşünmüş ancak Avrupa ülkeleri arasında

tasarladığı bir yapı tanımlamıştır. Bu konuda tashihini yaptığı Prens Saint Pierre’in Sonsuz

Barış Projesinin Özeti adlı eserinden çok etkilenmiştir. Esere göre Avrupa’nın egemen güçleri

sürekli bir ittifak kuracaklar ve bu ittifaka katılmakla doğal özgürlüklerinden

vazgeçeceklerdir. Yönetime katılım kıstasları, federasyonun yönetiminin kimde olacağı

masrafların nasıl paylaşılacağı belirlenecektir. Federasyon kurallarına uymayanlara ne gibi

yaptırımlar uygulanacağı belirlenecektir. Tanımlanan projenin günümüzdeki Avrupa Birliğine

ne kadar benzediği açıkça görülmektedir.

Rousseau, “Avrupa halkları arasında sonsuz bir barışın kurulabilmesinden daha asil,

daha güzel ya da daha yararlı bir proje olmamıştır” diyerek bu projeye olan inancını dile

getirmiştir. Gerçi, Avrupalıları sadece kendilerini düşünen, lüks dışında hiçbir ihtirasları

olmayan, altın dışında tutkuları olmayan ve çalacak para ve kötüye kullanacak kadın

bulduktan sonra kime itaat ettiklerini ya da hangi ülkenin yasaları altında yaşadıklarını

önemsemeyen insanlar olarak betimlemiştir. Öte yandan hepsinin ulusal özelliklerle

şekillenmemiş aynı zevkleri, aynı tutkuları ve aynı davranışları paylaştıklarını belirtir. Bunun

sebebini Hıristiyanlığa bağlar. Rousseau’ya göre Avrupa ülkeleri, aralarındaki birliği

Hıristiyanlığa borçludur. Öyle ki Hıristiyanlığı kabul etmeyen bir ulus diğerleri arasında hep

yabancı kalmıştır. Nitekim önerdiği Avrupa birliği ülkeleri listesinde Avrupalı olmasına

rağmen Türkleri dışarıda tutmuştur.

Son söz olarak Rousseau, “Hiçbir federatif yapı devrim dışında bir yolla

gerçekleştirilemez. Hangimiz Avrupa Cemiyetinin arzu mu edilecek yoksa korkulacak bir şey

olduğunu söyleyebilir?” diyerek endişesini dile getirmiştir.

Kant (1724 –1804)

Kant’ın önemi ilk kez anayasal cumhuriyetlerden bahsetmesinden kaynaklanır. Barışı

savunan Kant bunun gerçekleşmesi için anayasal cumhuriyetlerin kaçınılmaz olduğunu iddia

eder. Monarşilerin savaşa daha meyyal olduklarını çünkü savaş kararını yalnızca bir kişinin –

yani kralın- şahsi ihtirasları nedeniyle de alabileceğini söyler. Ve kralların da savaş nedeniyle

kendi rahatlarının bozulmayacağını ve kendi hayatlarının tehlikeye girmeyeceğini bildikleri

için daha kolay savaş kararı verebileceklerini öne sürer. Oysa anayasal cumhuriyetlerde halk

kendisini bizzat etkileyecek olan savaşa karşı daha temkinlidir.

Kant’ı önemli kılan diğer husus ise uluslararası örgütlere benzer bir yapıdan ilk kez

söz etmiş olmasıdır. Sonsuz Barış adlı eserinde Kant, devlet arasında barışı sağlamanın

mümkün olduğunu gösterir. Fakat bunu sağlamak için bazı şartlar öne sürer. Bunların en

başında -günümüz tabirleriyle ifade edecek olursak- ; gizli anlaşmaların yapılmaması, her

devletin egemenliğinin tanınması, iç işlerine müdahale etmeme, zorunlu askerlik müessesini

ortadan kaldırma ve anayasal cumhuriyet olma, uluslararası hukuka uyma gibi şartlar vardır.

Kant, daha da ileri giderek uluslar üstü federatif bir yapı kurularak bununla evrensel barışın

sağlanabileceğini iddia eder. Bizzat kendi sözlerini aktarırsak: “bir ulus aramızda savaş

olmayacaktır, zira biz bir devlet haline gelmek istiyoruz, yani çatışmalarımızı çözümleyecek

birer yüksek yasama, yürütme ve yargı yetkileri oluşturmak istiyoruz” demektedir. Bu

ifadelere dikkatle baktığımızda aslında bize çok da yabancı gelmeyecektir. Nitekim

uluslararası barışı tesis etmek amacıyla kurulmuş Birleşmiş Milletlerin, Kant’ın ileri sürdüğü

şartların hemen hemen aynısı olduğu görülmektedir. BM şartında yer alan:

“1. Uluslararası barış ve güvenliği korumak.....barışın bozulmasına

yol açabilecek nitelikteki uluslararası uyuşmazlık veya durumların

düzeltilmesini ya da çözümlenmesini barışçı yollarla, adalet ve uluslararası

hukuk ilkelerine uygun olarak gerçekleştirmek

2. Örgüt, tüm üyelerinin egemen eşitliği ilkesi üzerine kurulmuştur.

7. Örgütün başlıca organları olarak bir Genel Kurul, bir Güvenlik Konseyi,

bir Ekonomik ve Sosyal Konsey, bir Vesayet Meclisi, bir Uluslararası Adalet

Divanı ve bir de Sekreterlik kurulmuştur.”

gibi maddelerin Kant’ın önerdiği uluslararası federatif bir yapıya ve şartlarına büyük ölçüde

benzerlik gösterdiği açıkça görülmektedir.

Her ne kadar marjinal fikir gruplarının altında ezildiğini düşündüğü için demokrasiye

karşı çıksa da, daha 18. Yüzyılda ortaya attığı anayasal cumhuriyet ve uluslar üstü federatif

yapılar gibi önermeler nedeniyle Kant, günümüz de önemli bir isim haline gelmiştir.

Hegel’in Uluslararası İlişkiler Kuramı (1770 –1831)

Diğer siyaset kuramı düşünürleri gibi Hegel de aynı soruyu sormuştur: Devletin

meşruluğunu nasıl sağlarız? Bu sorun çözülüp devlet sağlam temele oturtulmalıdır ki ardından

“ideal devlet yönetimi nasıl olmalıdır, devletlerarası ilişkilerde üst otorite olmalı mıdır,

devletlerarası hukuktan bahsedilebilir mi, savaş gerekli midir?” gibi sorulara sıra gelebilsin.

Hegel tüm bu siyasi sorulara ise felsefenin cevap verebileceğine inanmaktadır. Hegel bu

arayışında her zaman var olanı esas almıştır. Ona göre herkes çağının çocuğudur. Hele ki

felsefede ne dünden ne de gelecekten bahsetmek mantıklıdır. Çünkü mevcut olmayanı

konuşmak mantıklı değildir.

Devlet anlayışı

Hegel’e göre devlet insana özgürlüğünü kazandırabilecek yegâne yapıdır. “Devlet ne

için vardır?” sorusunaysa “devlet kişilerin haklarını refahını veya özel mülkiyetini korumak

için değil, insan özgürlüğünü gerçekleştirmek için vardır” diye cevap verir. Bu mantıkla

düşünen liberalleri eleştirir. Çünkü eğer devletin amacı insanın refahını sağlamaksa, insan bu

gereksinimini karşılayan başka herhangi bir devlet bulabilir. Diğer bir yönüyle kişinin bir

devletin üyesi olması kendi isteğine bırakılmış olur. Oysa bireyin devletle ilişkisi bu kadar

basit bir pazarlık konusu değildir. Hegel için devlet bireyin kimlik kazandığı yerdir.

Liberallerin, devleti sivil toplum ilişkilerine feda ettiğini düşünür. Çünkü sivil toplumun

kişisel çıkarları, devletin çıkarlarıyla her zaman örtüşmez. Diğer taraftan herkesin kendi

refahını artırmak için çabalamasını yadsımaz. Zira kişi kendi servetini artırırken genel serveti

de korumaya katkıda bulunmuş olur. Böylece herkes kendisi için kazanıp, üretip,

yararlanırken; başkaları için de kazanmış, üretmiş ve yararlanmış olur. Bu mantık, kişinin

kendi çıkarını savunurken herkesin refahını sağladığını ileri süren Adam Smith’in görünmez

el teziyle benzerlikler göstermektedir.

Hegel eserlerinde pek çok kez devletin nihai amacının kendi bireyselliğini korumak

olduğunu söyler. Devletin meşruluğunun veya hükümdarın meşruluğunun kendi iç sorunu

olduğunu kabul eder. Ancak yine de bu meşruluk başka devletlerce tanınmakla asıl

geçerliliğini kazanır. Meşru devlet olmanın şartlarından birinin halkının refah ve mutluluğunu

sağlamak olarak gösterir.

Germen ırkını üstün görüşü

Hegel en çok eleştirildiği hususlardan biri tüm bu felsefi çıkarsamalarını sonunda

getirip Germen ırkının üstünlüğüne dayamasıdır. Hatta bu nedenle Nazilere yol gösterdiği

iddia edilir. Mesela Platon ve Aristo’nun insanın insan olarak özgürlüğünden haberleri

olmadığını, bunun farkına ilk Germen ulusların vardığını iddia eder. Dahası ona göre Prusya

devleti insan özgürlüğünü gerçekleştirmek isteyen bütün devletlere örnek oluşturmaktadır.

Öyle ki Kant’ın önerdiği gibi devletler üstü bir yapı oluşturulacaksa bu ancak Prusya gibi

Protestanlığı benimsemiş bir devletin liderliğinde olabilir. Özgürlük bilinci konusunda ise

Prusya’yı diğer medeniyetlerle kıyaslar. Ona göre doğu yalnız birin özgür olduğun, Roma ve

Yunanlar kimlerin özgür olduğunu, Germenlerse herkesin özgür olduğunu biliyordu. Buna

göre ilki despotizm, ikincisi monarşi, üçüncüsü ve en gelişmişi demokrasi olan yönetim

biçimine ise Germenler sahiptir.

Hegel ulusçuluğun ussal olmayıp duygulara bağlı olduğunu düşünür ve bunu devletin

çıkarlarını korumak için bir amaç olarak görür. Musevi, Katolik, İtalyan olsa da insanın insan

olduğu için değerli olduğunu düşünür. Ne var ki bu öğelerin devlet için kültürel bir zenginlik

olduğunu kabul etmez. Bu durumun kozmopolitizm şeklini alıp devlete zarar vereceğinden

endişe eder. Çünkü kozmopolit değerler, devletin etik varlığıyla uyuşmaz.

Uluslararası ilişkilere bakan yönü

Kozmopolitizmden korkan Hegel, Kant’ın önerdiği gibi Milletler Cemiyeti benzeri bir

yapıya soğuk bakar. Ona göre böyle bir yapı olsa dahi, güçlü devletlerin hakimiyetine

gireceğini ve herkesin çıkarlarına sahip çıkmayan bir yapıya döneceğini ileri sürmüştür.

Bundan öte ulusçu bir mantıkla da düşünen Hegel böyle bir yapıya karşı çıkarken şunları öne

sürmüştür:

“Az çok bağımsız bir devlet oluşturan ve kendine özgü yurdu bulunan bir topluluğun,

bu yurttan ve bu bağımsızlıktan vazgeçerek başkalarıyla bütünleşmek isteyebileceğinden söz

edenler, bir topluluğun mahiyeti ve bağımsız bir milletin şeref duygusu hakkında fazla bir şey

bilmiyor demektir.”

Hegel’in devletler arası ilişkiler anlayışı anarşik bir realist anlayıştan ziyade akılcı

Grotiyen öğeler içermektedir. İhtiyaçlarını karşılamak arzusunda olan devlet bunu yaparken

diğer devletlerle işbirliğine gider. Devletlerin birbirlerinin iç işlerine karışmaması gerektiğini

söylemesi de onu realistlerden uzaklaştırır. Öte yandan asıl amacı kendini korumak olan

devletin bunu gerçekleştirmek için halkının ekonomik çıkarlarını koruması gerektiği ve bunun

bazen yeni pazarlar bulmak gerektireceği yönündeki ifadeleri onu yeniden realistlere

yaklaştırır. Devletlerin dışa açılmaya meyilli oldukları gibi diğer bazı ifadeleri, emperyalizmi

savunduğu şeklinde yorumlanmıştır.

Hegel’e göre devletlerarası mücadelenin her aşamasında belli bir devlet dünya tinini

temsil eder ve dünyaya egemen olur. İleriye doğru gidişi sırasında dünya tini her devlete bazı

görevler verir. Görevini tamamlayan devlet tarih sahnesinden çekilir. Bu görevi tutkuyla

yerine getiren Büyük İskender, Sezar ve Napolyon gibi kimseler devletlerin ilke ve yasalarına

aykırı davranabilirler. Hegel onların başarılı oldukları için ayrıcalıklı olduklarını ve bunu hak

ettiklerini düşünür.

Savaş hakkında düşünceleri

Var olanı tartışan Hegel’e göre eğer savaş varsa, felsefinin yapacağı tek şey var olanı

kavramaktır. Bu nedenle Hegel savaşın akılcı olduğunu açıklama yoluna gitmiştir. Savaşların

kaçınılmaz olduğunu düşünmez. Ancak devletlerarasındaki anlaşmazlıklar uzlaşı yoluyla

giderilemezse savaşın kaçınılmaz olduğunu düşünür. Çözüm sağlayan bu yönüyle Hegel,

savaşı bir araç olarak görür. Bu bağlamda savaşı doğa dışı ve irrasyonel gören liberallerden

ayrılır. Savaşın bir diğer işleviyse devletin etik bütünselliğini korumasını sağlamasıdır. Savaş

devletin iç bütünlüğünü sağlamada önemli bir olgudur. Hegel’e göre tarihteki başarılı

savaşları, iç karışıklıkları önlemiş ve devletin iç gücünü pekiştirmiştir.

Tüm bu görüşleriyle Hegel’in tarihin sonu tezini desteklemediği görülmektedir. Onun

diyalektik felsefesi, çelişkileri bir arada vererek doğruya ulaşma çabasıdır. Bu diyalektik

anlayış uluslararası ilişkilerde anarşiden, sonunda evrensel barışa ulaşmanın mümkün

olabileceğini göstermektedir.

[email protected]