Türkiye-Ermenistan İlişkileri: Hatalı Öncelik, Hatalı Yaklaşım

18
DR. SVANTE E. CORNELL TÜRKİYE-ERMENİSTAN İLİŞKİLERİ: HATALI ÖNCELİK, HATALI YAKLAŞIM 20 DR. SVANTE E. CORNELL

Transcript of Türkiye-Ermenistan İlişkileri: Hatalı Öncelik, Hatalı Yaklaşım

DR. SVANTE E. CORNELL

TÜRKİYE-ERMENİSTAN İLİŞKİLERİ:

HATALI ÖNCELİK, HATALI YAKLAŞIM

20

DR. S

VAN

TE E

. COR

NEL

L

21

Azerbaycan’ın Kelbecer bölgesinin 1993 yılının Mart ve Nisan aylarında Ermeni kuvvetleri tarafından işgal edilmesine bir tepki olarak Türkiye, 1993 yılında

Ermenistan sınırını kapatmıştır.

ÖZET

Başkan Obama’nın ikinci döne-mine başlaması, özellikle de John Kerry’nin Dışişleri Bakanı olarak atanması, Amerika’nın yüzyıllık Tür-kiye-Ermenistan çatışmasını çözme konusundaki yeni girişimleri hak-kında tartışmaya yol açmıştır. Ekim 2009’da diplomatik protokollerin imzalanmasıyla sonuçlanan son gi-rişim, onaylama süreci hakkındaki anlaşmazlıklar sebebiyle bir sonraki yıl sona ermiştir. Ancak bu başarı-sızlığın sebepleri yeterince anlaşı-lamamıştır. Güney Kafkasya’da son derece hassas olan durumu daha da alevlendirmemek için bölgede yeni girişimler tasarlamakta olan karar vericilerin, önceki çabaların sonuç-suz kalmasına yol açan sebeplere yakından bakmaları gerekmekte-dir. Bu makale, Türkiye-Ermenistan ilişkileri ve Ermenistan-Azerbay-can çatışması arasındaki bağlantıyı ortadan kaldırma amacının, 2009 girişimindeki temel hata olduğunu ve bu eylemin bölgede son derece hassas olan güvenlik sorununu daha da kötüleştirdiğini öne sürmektedir. Bunun yanı sıra makale, Ermenis-tan-Azerbaycan çatışmasını çözmek için yeni ve daha yüksek düzeyli bir

çabanın uluslararası toplumun ön-celiği olması gerektiğini ve bunun, Türkiye-Ermenistan ilişkilerini nor-malleştirme çabaları ile yakından bağlantılı olarak ele alınması gerek-tiğini savunmaktadır.

SINIRLARIN KAPATILMASI VE DIPLOMATIK ILIŞKILERIN OLMAMASI KONULARININ AYRI ELE ALINMASI

Türkiye’nin Ermenistan ile ilişkileri 1990’lı yılların başından bu yana dondurulmuş haldedir. Bu ülkeler arasında diplomatik ilişkiler bulun-mamaktadır ve ortak sınırları kapa-lıdır. İlişkinin bu iki önemli özelliği sıklıkla aynı cümlede ele alınmakta-dır ve konunun karmaşıklığını da or-taya koymaktadır. Çünkü bu husus-lar, Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin iki temel boyutu olan sözde soykı-rımın tanınması konusu ve Dağlık Karabağ sorunu ile bağlantılıdır. Ön-ceki diplomatik ilişki kurma çabaları, ilk konuya ilişkin anlaşmazlıklar ve korkular sebebiyle büyük ölçüde ba-şarısız olmuştur. Osmanlı Ermenile-rinin 1915 yılında katledildiği iddi-asının uluslararası alanda soykırım olarak tanınmasına yönelik 1965 yılından bu yana Ermeni Diasporası

HAZAR R

APORU, YAZ 2013

22

DR. S

VAN

TE E

. COR

NEL

L

tarafından yürütülen girişimler, en başta bu tür bir tanınmanın Erme-nistan tarafından toprak talebine dönüşebileceği yönündeki korkusu (abartılı veya değil) sebebiyle Tür-kiye tarafından ciddi bir dirençle karşılanmıştır. Bunun sonucu olarak, 1991 yılında bağımsız Ermenistan’ı ilk tanıyan ülke olmasının ardın-dan Türkiye, diplomatik ilişkilerin başlaması için ortak sınırlarının Ermenistan tarafından tanınmasını istemiştir. Ancak Ermeni liderler, bu hususta “gereksiz” bir beyan olarak niteledikleri tanımayı reddetti ve diplomatik ilişkilerin kurulmasında bu tür bir ortak tanımanın zaten yer aldığını iddia etti.1 Bunun yanı sıra Ermeni liderler, toplumlarının ve elbette ki diasporanın, Türkiye ile sınırın resmi olarak tanınmasına ve bu vesileyle büyük oranda tarihi Er-menistan toprakları olarak görülen topraklar üzerindeki manevi hakla-rından Ermenistan’ın feragat etmesi anlamına gelecek girişimlere pek sı-cak bakmayacağını biliyordu.

Sınır sorunu ile sözde soykırım konusu arasında pek ilişki yoktur. Aslında, yoğun olarak Azerbay-canlılardan oluşan nüfusa sahip Azerbaycan’ın Kelbecer bölgesinin 1993 yılının Nisan ayında Ermeni kuvvetleri tarafından işgal edilme-sine bir tepki olarak Türkiye, 1993 yılında Ermenistan sınırını ka-

patmıştır. Bu olay, Dağlık Karabağ dışında kalan Azerbaycan toprak-larında Ermeniler tarafından ger-çekleştirilen ilk büyük çaplı işgal ve etnik temizlik hareketidir, ancak sonuncusu değildir. Aynı yıl Dağlık Karabağ’ın güneyinde Fuzuli, Cebrail, Kubatlı ve Zengilan bölgeleri ile do-ğuda Ağdam bölgesinin bazı kısım-ları işgal edilmiştir.

Bu sebeple, Türkiye ve Ermenistan arasında diplomatik ilişkiler olma-masının ve sınırların kapatılmış olmasının nedenleri farklıdır. İlki yalnızca Türkiye-Ermenistan tari-hindeki olumsuz deneyimlerden kaynaklanmaktadır, ikincisi ise Er-menistan-Azerbaycan çatışmasından doğmaktadır. Aslında genellikle göz ardı edilen bu gerçek, Türkiye-Erme-nistan ilişkileri ile Ermenistan-Azer-baycan çatışması arasındaki bağlatıyı ortaya koymaktadır.

Ankara sınırı kapattıktan sonra, yeni-den açmak için Ermenistan’ın Dağlık Karabağ dışında işgal ettiği Azerbay-can topraklarından geri çekilmesi şartını öne sürdü. Her ne kadar Türk liderler bu ayrımı sıklıkla unutsa da, sınırın açılmasının şartı Dağlık Kara-bağ sorununun bütünüyle çözülmesi değildi.

2009 NORMALLEŞME SÜRECI VE OBAMA YÖNETIMININ ROLÜ

2009 yılından itibaren bir dizi ge-lişme, Türkiye-Ermenistan ilişkilerini normalleştirmek amacıyla başlatılan önemli uluslararası girişimleri ga-ranti altına alıyor gibi görünmekteydi.

AZERBAYCAN’IN KELBECER BÖLGESİNİN 1993 YILININ

MART VE NİSAN AYLARINDA ERMENİ KUVVETLERİ

TARAFINDAN İŞGAL EDİLMESİNE BİR TEPKİ OLARAK

TÜRKİYE, 1993 YILINDA ERMENİSTAN SINIRINI KAPATMIŞTIR.

1. Dışişleri Bakan Yardımcısı Armen Baibourtian ile röportaj, Erivan, 1998

23

İlk olarak, Türk ve Ermeni toplum-ları önemli ölçüde değişikliğe uğradı. 1990’ların Türkiye’sinde Osmanlı Ermenileri’nin akıbetlerinin samimi ve açık bir şekilde tartışılması ne-redeyse imkânsızken, 2009 yılında Türk toplumunun büyük ölçüde liberalleşmesiyle bağlantılı olarak bu durum önemli derecede değişti. Ermenistan’a gelince, 1990’larda yaygın olarak görülen içgüdüsel Türk karşıtı hisler, iş seyahati veya tatil için Türkiye’ye gelen Ermeni sa-yısının artmasıyla biraz yatıştı. Batılı hükümetler ve sivil toplum kuruluş-ları tarafından verilen desteklerle, Türkiye-Ermenistan diyaloğuna iliş-kin bir dizi proje gerçekleştirildi ve bu projeler her iki toplumda giderek yayılan etkiler yarattı. İkinci olarak, Türkiye’de AK Parti hükümeti, Cum-huriyet dönemi Türk dış politikasını etkisi altına almış olan savunmacı ve şüpheci düşünceden kendisini uzaklaştırdı. Türk yetkilileri sü-rekli olarak, tıpkı Ermeni toprak taleplerine verilen desteğin önemli bir rol oynadığı 1920 tarihli Sevr Antlaşması’nda yaptıkları gibi, Batılı güçleri Türkiye’yi bölme girişimle-rinde bulunmakla suçlamaktaydı. Bunun yerine AK Parti hükümeti, Er-menistan ve Suriye ya da İran ve Irak Kürdistanı olmasına bakılmaksızın, komşulara karşı daha olumlu bir ta-vır geliştirilmesine katkıda bulunan

“komşularla sıfır sorun” politikasını başlattı. Üçüncü olarak, Gürcistan’ın 2008 yılında Rusya tarafından işgal edilmesi de bu hususta önemli bir rol oynadı; bu olay Güney Kafkasya’daki açmazı kökten değiştiren ve bölge-deki durumu iyileştirmek için Batılı güçleri ve Türkiye’yi bölgeye “farklı bir perspektiften yaklaşmaya” zor-ladı. Dördüncü ve belki de en önem-

lisi olarak, Barack Obama Amerika Birleşik Devletleri Başkanı seçildi. Türk diplomatlar, ilişkileri normal-leştirme amacı taşıyan 2009 girişimi-nin İsveç’in arabuluculuk yapmasıyla ve iki ülkenin talebi üzerine gerçek-leştirildiğini belirtmiştir ancak bu süreç, Obama yönetiminin kayda de-ğer rolü göz ardı edilerek değerlen-dirilemez. Aslında bu girişim, Obama yönetiminin Güney Kafkasya’daki tek anlamlı girişimi olarak da değerlen-dirilebilir. Konunun bu boyutunun dikkatle incelenmesi gerekmektedir.

2008 yılındaki başkanlık kampanyası sırasında Obama, önceki Demokrat Parti adaylarından daha hevesli bir şekilde, seçildiği takdirde 1915 Ermeni katliamını soykırım olarak

Barack Obama, ABD Başkanı

Türkiye-Ermenistan protokolü imza töreni

HAZAR R

APORU, YAZ 2013

24

DR. S

VAN

TE E

. COR

NEL

L

tanımlayan kararı destekleme sözü vermiştir. Göreve geldiğinde Obama, Amerika’nın bölgedeki en eski dost-larından biri olan Türkiye ile ilişki-sinin sona ermesine sebep olabile-cek bu kararla yüzleşmek zorunda kalmıştır. Bu daha da büyük bir so-rundur çünkü Obama, Amerika’nın İslam dünyasındaki duruşunu iyi-leştirme çabalarında Türkiye’yi ki-lit noktaya yerleştirmiştir. Başkan, özellikle kendisini yeni bir poli-tikacı modeli olarak tanıttığı için dara düşmüştü, politikacıların genel davranışlarını sergileyemezdi, yani seçim kampanyası sırasında verdiği sözlerden cayamazdı. Bu sebeple kendisini (doğal olarak ABD’yi) yıllardır kapanmayan bu yaranın doğrudan tam ortasına yerleştirme kararı aldı. Obama, Türkiye’yi ilk önemli yurt dışı seyahatinin hedefi haline getirdi, Türkiye Büyük Mil-let Meclisi’ndeki konuşmasında ve özellikle de Türk yetkililerle ger-çekleştirdiği özel görüşmelerde, Er-menistan konusuna öncelik verdi. Türk hükümeti üzerindeki etkisini tam anlamıyla kullanarak hükümeti

Ermenistan ile ilişkileri normalleş-tirmeye, Türkiye-Ermenistan sını-rını açmaya teşvik etme çabasına girmiştir.

Başkan Obama’nın bu girişimi, ken-disinden öncekilerin denemeye bile yeltenmediği şeyi kişisel olarak başarabileceğine inandığını gös-termektedir. Kendisinde birleşen Hıristiyan ve Müslüman mirasına dayanarak, köprüler kurma konu-sundaki eşsiz deneyimi ve kendinde hissettiği becerileri meselenin çö-zümünde kullanmaya çalışmıştır. Başkan, kampanya sırasında, ger-çekleştirilmesi halinde Amerika’nın Irak’ta ve Afganistan’daki iki büyük savaşı üzerinde ciddi olumsuz et-kiye sebep olma ihtimali taşıyan bir söz vermiştir. Başkan, Türkiye-Ermenistan sorununu, katliamın soykırım olarak tanınmasını gerek-tiren bu sözden onu kurtarabilecek olan erken bir dış politika zaferine ulaşma fırsatı olarak görmüştür.

Amerika’nın en üst düzeyde bu ko-nuya dâhil olması ve Dışişleri Bakan-

Azerbaycan ve Türk diasporasının

ABD’deki ortak protesto gösterisi

25

lığı yerine Beyaz Saray’ın bu süreci yönetmesi, sürecin neden bu derece ilerlediğini büyük ölçüde açıklamak-tadır. Protokolün imzalanması esna-sında Ermenistan ve Türkiye dışişleri bakanlarının yüz ifadelerine bakıldı-ğında, sonrasındaki gelişmelerin de gösterdiği üzere, buna bir nevi zor-landıkları, her iki tarafın da ciddi kay-gılarının olduğu görülebilmektedir.

Obama yönetiminin oldukça iyimser olan bu tahmini gerçekleşmemiştir. Türkiye ve Ermenistan, diplomatik ilişkiler kurma ve ortak sınırlarını açma konusundaki protokolleri so-nunda imzalamış olmalarına rağmen, antlaşmayı uygulamak bir yana ne Türkiye ne de Ermenistan Parlamen-tosu antlaşmayı onaylamamıştır.

BAŞARISIZLIĞIN AÇIKLANMASI: HATALI VARSAYIMLAR

Obama yönetiminin taraflara baskı yapmasına ve durumun bir uzlaşıya varılabilecek olgunlukta görünme-sine rağmen, girişim neden başarısız oldu? Bu soruya cevap verebilmek için, Türkiye-Ermenistan ilişkileri-nin normalleştirilmesi sürecine te-mel oluşturan varsayımlara bakmak faydalı olacaktır. Varsayımlar kabaca şu şekildedir: İlk olarak, normal-leşme süreci Türkiye’nin kendi tari-hiyle uzlaşmasına yardımcı olacak ve Türk demokrasisi için de faydalı olacaktı. İkinci olarak, Kafkasya’da açmaza giren durumda, Türkiye-Er-menistan ilişkilerinin normalleş-mesi, bölgedeki birçok kapalı sınır-dan birinin açılmasını sağlayacaktı ve Rusya’nın Ermenistan üzerindeki hâkimiyetini azaltabilecekti. Üçüncü olarak, Ermenistan’ın kendisini daha emniyetli ve güvende hissetmesine

yol açarak Erivan’ın Dağlık Karabağ çatışmasında daha yapıcı bir tavır ta-kınmasını sağlayacaktı.

Bu yüzden, Türkiye-Ermenistan iliş-kilerini Ermenistan-Azerbaycan ça-tışmasından ayrı tutmanın hem müm-kün hem de mantıklı olduğu sonucuna

ulaşıldı. Bu ayrım Azerbaycan da dâhil olmak üzere herkesin çıkarına olacaktı. Ancak bu varsayımlar, daha derin bir inceleme yapılması halinde ayakta kalabilir mi?

İlk varsayım temelde doğruydu. Tür-kiye-Ermenistan ilişkilerinin nor-malleşme süreci, Türk toplumu üze-rinde sağlıklı bir etkiye sahipti ve Türkiye’nin tarihin en karanlık dö-nemlerinden biriyle yüzleşmesini sağ-lamıştı, bu da Türk demokrasisi için olumlu bir gelişmeydi. Ancak, neden-sellik zinciri önemli soruları ortaya çı-karmaktadır: Türkiye-Ermenistan iliş-kilerinin normalleşme süreci, Türkiye içindeki tartışmanın gelişmesine katkı sağladı mı? Ya da diğer şekliyle, Türk toplumunun liberalleşmesi, bu tür bir diyalog oluşmasını sağladı mı? Her iki süreç de diğerini açıkça etkilemiştir ve Türkiye-Ermenistan sivil toplum diya-loğunun Türk toplumu üzerinde sınırlı ancak olumlu bir etkisi olduğu açıkça görülmektedir. Türkiye’deki genel düşünce ortamının iyileşmesi ve hem devletin hem de toplumun tarihsel ta-buları yıkma konusunda isteğinin art-ması, diyaloğu öncelikle olası kılmıştır.

İLK VARSAYIM TEMELDE DOĞRUYDU. TÜRKİYE-

ERMENİSTAN İLİŞKİLERİNİN NORMALLEŞME SÜRECİ, TÜRK

TOPLUMU ÜZERİNDE SAĞLIKLI BİR ETKİYE SAHİPTİ

HAZAR R

APORU, YAZ 2013

26

DR. S

VAN

TE E

. COR

NEL

L

İkinci varsayıma gelince; Türkiye-Er-menistan ilişkilerinin normalleşmesi, özellikle de Rusya’nın Gürcistan’ı iş-gal edip parçalayarak bölgede tekrar üstünlük sağlamaya çalıştığı bir dö-nemde Güney Kafkasya’da kesin ola-rak oyunun kurallarını değiştirecek bir etken olarak düşünülebilirdi.

B u y ü z d e n s ı n ı r ı n a ç ı l m a s ı , Ermenistan’ın Rusya’ya ekonomik açıdan bağımlılığını büyük ölçüde azaltabilirdi çünkü Ermenistan’ın k ü ç ü k p a z a r ı z a m a n i ç i n d e Türkiye’nin büyük ve hızla gelişen ekonomisiyle bütünleşecekti. Ayrıca, Ermenistan’ın stratejik yalnızlığını bitirecek, yüzünü Batı’ya dönme-sini sağlayacak ve zamanla Rusya’ya stratejik bağımlılığını azaltacaktı. Bu iddia teoride mantıklıdır ve Batılı devletlerin Rusya’nın “yakın çevre-sindeki” etkisini azaltmaya yönelik tüm planlarına karşı Moskova’nın büyük direnç göstermesi göz önüne alındığında, Moskova’nın proto-kollere şiddetle karşı çıkması veya süreci baltalaması beklenebilirdi. Ancak en azından görünüşte de olsa bunun tam aksi yaşanmıştır. Rusya, Batılı uzmanların Moskova’nın Gü-ney Kafkasya’daki hâkimiyetini azaltacağını düşündükleri bir süreci büyük bir şevkle desteklemiştir. Bu sebeple, Moskova bu süreci farklı yorumlamış olmalıdır. Esasen bu doğrudur. Öncelikle Rus yetkililer, hem Gümrü’deki büyük Rus askeri üssü dâhil olmak üzere Moskova ve Erivan’ı birbirine bağlayan yakın güvenlik ilişkisinin hem de nükleer

santralden gaz dağıtım ağına kadar Ermenistan ekonomisinin tüm temel sektörlerine Rusya’nın hâkim olduğu gerçeğinin tam anlamıyla farkınday-dılar. Diğer bir deyişle, Moskova Ermenistan’daki etkisini kaybetme konusunda çok endişeli görünmü-yordu. Tam aksine Rusya bu süreçte tarihi bir fırsat yakalamış gibi görü-nüyordu: Azerbaycan’ın Ankara ve Washington’a yönelik artan kızgınlı-ğından faydalanarak, Batı’ya yöneli-minin tamamen ortadan kaldırılması.

Aslında, normalleşme süreci böl-gedeki diğer gelişmelerden ba-ğımsız olarak ortaya çıkmadı. Gürcistan’daki savaştan bir yıl sonra, Başkan Dmitri Medvedev’in Rusya’nın eski Sovyet alanındaki

“ayrıcalıklı çıkarlar bölgesini” açıkça ilan ettiği dönemde gerçekleşti. Moskova’nın Gürcistan’ı askeri mü-dahaleyle parçalama girişiminden yalnızca birkaç hafta sonra, Erme-nistan-Azerbaycan çatışmasına uz-laşmacı bir çözüm bulma konusunda liderlik yapma teklifi bu süreci izledi. Bu çaba, Moskova’nın Türkiye-Erme-nistan normalleşme sürecindeki po-tansiyel engelleri kaldırma konusuna katkıda bulunabileceği yönünde Batıda bir umut yarattı. Ancak, bu arabuluculuk girişimi esasen man-tık dışıydı. Güney Kafkasya’da bir ülkeyi işgal etmiş olan Moskova’nın, diğer iki ülke arasındaki çatışmada arabuluculuk rolünü üstlenme önerisi, bölgeye açık bir işaret gön-dermiştir:, Moskova, bölgede savaş veya barışın tek karar vericisi olma hakkını kendisinde görmektedir. Bi-lindiği üzere, Gürcistan’daki savaş Moskova’nın şartları dâhilinde ger-çekleşmiştir. Ermenistan ve Azer-baycan arasındaki barış da Moskova

SINIRIN AÇILMASI, ERMENİSTAN’IN RUSYA’YA

EKONOMİK AÇIDAN BAĞIMLILIĞINI BÜYÜK ÖLÇÜDE

AZALTABİLİRDİ.

27

kurallarına göre gerçekleşebilecek-tir. Bakü; bu girişimi Rusya’nın “ba-rışı koruma” kisvesi altında bölgede askeri varlığını kurmak istediği şeklinde değerlendirdi ki bu Gür-cistan ve Moldova gibi örneklerin de gösterdiği üzere hoş olmayan bir ihtimaldir. Çünkü Rusya’nın ba-rışı koruma konusundaki yaklaşımı, eski Sovyet imparatorluğunun par-çaları üzerinde hâkimiyet kurmaya odaklanmıştır. Buna paralel olarak Moskova, Azerbaycan’ın tüm doğal gazını Avrupa fiyatlarında satın al-mayı teklif ederek Azerbaycan gazı-nın Avrupa’ya geçişi konusunda Tür-kiye-Azerbaycan görüşmelerindeki çözümsüz noktalardan faydalanmayı amaçlamıştır. Basitçe ifade etmek gerekirse, Moskova bir yandan Tür-kiye-Ermenistan normalleşme süre-cini destekliyormuş gibi görünürken, diğer yandan da Azerbaycan’ı Batı yöneliminden uzaklaştırmak için kendi hamlesini kullanarak hem Türkiye’yi hem de Batıyı suç ortağı haline getirmiştir. Azerbaycan’ın üst düzey liderlerinin ülkenin siyasi bağımsızlığını koruma konusunda sarsılmaz kararlılığı olmasaydı, bu hamle işe yarayabilirdi. Azerbay-can; Gürcistan’ın parçalanmasını engelleme konusunda Batının ye-tersizliğini yakından gözlemlemiştir. Sonrasında da Türkiye-Ermenistan ilişkilerindeki normalleşme süre-cini Dağlık Karabağ sorunundan ayrı tutan ve Azerbaycan’ın tek ve en önemli güvenlik sorunu olan Erme-nistan ile olan çatışmasını dikkate almayan en yakın iki müttefiki olan ABD ve Türkiye tarafından yalnız bırakıldığı hissine kapılmıştır. An-cak Bakü, duygusal bir tepki vermek yerine stratejik sabır sergileyerek, protokollerin onaylanmasını engel-

leme konusunda Türk toplumunun desteğini almak için etkisini kullan-mıştır. Türk yetkililer Moskova’nın sürece verdiği retorik desteğin, daha derin ve farklı bir amacı maskeledi-ğini zamanla anlamıştır. Sürece dâhil olan eski bir Türk milletvekilinin belirttiği gibi, Ankara “Rusların as-lında hiç de yardımcı olmadıklarını fark etmiştir.” Bu sebeple, sürecin altında yatan ikinci varsayımın öner-mesi büyük ölçüde sorgulanabilir niteliktedir.

Üçüncüsü ve en önemlisi, hem Amerikan hem de Türk hükümet-leri; Batılı sivil toplum örgütleri, özellikle de Uluslararası Kriz Grubu tarafından desteklenen fikri, yani Türkiye-Ermenistan yakınlaşmasının Ermenistan’ı daha güvenli hale getirebileceğini, böylelikle Dağlık Karabağ sorunu konusunda Azerbaycan ile uzlaş-mak için gereken zorlu tavizlere daha yatkın kılabileceğini öne süren yaklaşımı kabul etmiş gö-rünmektedir. Başka bir deyişle, Ermenistan ve Azerbaycan ara-sındaki barışın sebebi, iki konuyu birbirinden ayırarak destekle-nebilir. Bu iki konunun birbiriyle bağlantılı olarak ele alınması on beş yıldır herhangi bir kazanım sağlamadığı için, yeni bir şey de-neme zamanı gelmiş demektir.

Normalleşme sürecinin altında ya-tan varsayımların arasında muh-temelen en hatalı olanı budur. İlk olarak, iki konunun birbirinden

TÜRK YETKİLİLER MOSKOVA’NIN SÜRECE VERDİĞİ

RETORİK DESTEĞİN, DAHA DERİN VE FARKLI BİR AMACI

MASKELEDİĞİNİ ZAMANLA ANLAMIŞTIR.

HAZAR R

APORU, YAZ 2013

28

DR. S

VAN

TE E

. COR

NEL

L

ayrılabileceği varsayımının, her ne kadar bu arzu edilen bir durum olsa da, daha detaylı bir inceleme karşısında çökmesi muhtemeldir. Bu varsayım, Azerbaycan’ın davası-nın Türk toplumunda ciddi ölçüde desteklendiğini göz ardı etmekte-dir. Örneğin, Azerbaycanlı mülte-cilerle yapılan birkaç görüşmenin televizyonlarda yayınlanması ve Türkler tarafından izlenmesi, Türk-lerin Ermeni sınırının açılması ko-nusuna şiddetle karşı çıkmalarını sağlayabilir. Bu gerçek, Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından da fark edilmiş ve kendi-sinin önce Azerbaycan’ı ikna etmek için Bakü’ye gitmesine ve sonra da normalleşme sürecini fiilen sona erdirmesine sebep olmuştur.

İkinci olarak bu varsayım bir ih-timali göz ardı etmektedir çünkü kendisini daha güvende hisseden Ermenistan’ın iki seçeneği olabilir. Bu barışçıl süreçte kendisi için başka bir önemli husus olan Azerbaycan ile çatışmasını çözme yolları arayabilir, ikinci seçenek olarak da birçok Er-

meni tarafından Ermenistan’ın bin yıldır ilk büyük askeri zaferi olarak görülen olayın sonuçlarına daha gü-venli şekilde tutunmalarının önün-deki en büyük engelin ortadan kalk-tığını düşünebilir. Başka bir deyişle, Karabağ sorunu uluslararası alanda önemsiz görüldüğü için, Erivan’ın bölgesel ve uluslararası konumu büyük ölçüde gelişmişken Ermeni li-derler Azerbaycan ile uğraşmak için neden çaba göstersin? Kafkasya’da politika yapımında hâkim olan mantığa göre büyük ölçüde ikinci senaryonun rağbet göreceği açıktır. Türkiye ile imzalanan protokoller konusunda ülke içindeki ve diaspo-radaki şiddetli muhalefet göz önüne alındığında, Ermeni liderler, Ankara ile normalleşme sürecini uygulaya-rak siyasal konumlarını güçlendir-mek yerine zarara uğrayacaklardır ve bundan sonra ne kadar istekli olsalar da Azerbaycan’a tavizler ver-mek konusunda çok daha zayıf bir durumda olacaklardır. Başkan Serj Sarkisyan, bu konu sebebiyle kendi hükümetindeki koalisyon ortakla-

Türkiye Başbakanı Recep Tayyip

Erdoğan ve ABD Başkanı Barack

Obama’nın ortak basın toplantısı

rından birinin taraf değiştirdiğini görmüştür.

Kısıtlı deneyimsel kayıtlar yol göste-rici niteliktedir: Türkiye ve Ermenis-tan birbirine yakınlaşıp ilişkilerini normalleştirmek için protokoller oluştururlarken, Ermenistan’ın Azer-baycan ile görüşmelerdeki tutumu sertleşmiştir. Ermenistan daha es-nek ve uzlaşmacı olmak yerine, Mad-rid İlkeleri olarak bilinen ve 2008 yılında kararlaştırılan işgal edilmiş topraklar konusundaki görüşme-lerin dayandığı zemini reddetmiş-tir. Türkiye ile uzlaşma sağlanması Ermenistan’ı, Azerbaycan konu-sunda taleplerini arttırmaya veya Azerbaycan ile ilişkisinde daha mil-liyetçi bir politika izlemeye teşvik etmiştir çünkü kendisini Türkiye’yle ilişkilerinde fazlaca uzlaşmacı olarak göstermiştir. İkinci görüş, aynı dö-nemde Ermenistan’ın Gürcistan ile ilişkilerinde yaşanan gelişmeler ile daha da güçlenmiştir. Eylül 2009’da Ermenistan Başkanı Serj Sarkisyan, Gürcistan’daki Ermeni nüfusunun haklarını savunma konusuna daha büyük bir ilgiyle yaklaşacaklarını be-lirten beklenmedik bir açıklama yap-mıştır. Sarkisyan “Ermeni anıtlarının korunmasının, Ermeni Kilisesinin Gürcistan’da tanınmasının ve Erme-nicenin Cevaheti’de bölgesel bir dil olarak kabul edilmesinin, Ermenis-tan ile Gürcistan arasındaki ilişki-nin gelişmesi hususunda kilit önem taşıdığını” belirtmiştir.2 Bu politika Ermenistan’ın, Gürcistan’ın işlerine karışmama konusunda önceden be-lirlediği politikasından ciddi ölçüde ayrılmaktadır. Bu yüzden, az sayıda

da olsa da, tecrübelerin gösterdiği kanıtlar, sürecin altında yatan var-sayımın tam aksini göstermektedir. Türkiye-Ermenistan uzlaşmasının Ermenistan’ı yalnızca Azerbaycan’a karşı değil, aynı zamanda Gürcistan’a karşı da daha az uzlaşmacı hale getir-diğini öne sürmektedir.

BÖLGESEL GÜVENLIĞE YÖNELIK TEHLIKELER

Yukarıdaki tartışmalar, Türkiye-Ermenistan normalleşme süreci-nin altında yatan varsayımların en temelinde hatalı olduğunu ortaya koymuştur. Bu, Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin normalleşme sürecinin başlı başına istenmeyen bir süreç olduğu anlamına gelmemektedir.

Aksine, Güney Kafkasya’yı sorunlu ve çatışmalarla yaşayan bir bölge ol-maktan çıkarıp, komşularıyla uyum içinde yaşayan barışçıl bir bölgeye dönüştürmek için gereklidir. Asıl mesele bölgesel bir bakış açısıyla ele alındığında, Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin bölgesel gerçeklerden yapay olarak soyutlanmasında, daha açık bir şekilde belirtmek gerekirse, Ermenistan-Azerbaycan çatışması ile arasındaki tüm bağlantının orta-dan kaldırılmasına yönelik kasıtlı ça-balarda yatmaktadır. Bu tür bir iliş-kiyi ortadan kaldırmak için 2009’da alınan karar diğer etkenlerden

ASLINDA, GÜRCİSTAN’DAKİ SAVAŞTAN ÇIKARILAN

EN BÜYÜK DERS, ULUSLARARASI TOPLUMUN GÜNEY

KAFKASYA’DAKİ GÜVENLİK DURUMUNU BÜYÜK ÖLÇÜDE

YANLIŞ ANLAMIŞ OLDUĞUDUR.

2. Vahagn Muradyan, “Armenia and Georgia in the Context of Turkish-Armenian Rapprochement”, Central Asia-Caucasus Analyst, 17 Mart 2010. (http://old.cacianalyst.org/?q=node/5287/print)

27

HAZAR R

APORU, YAZ 2013

30

DR. S

VAN

TE E

. COR

NEL

L

bağımsız değildir. Bu karar, Güney Kafkasya’da 1994 yılından bu yana görülen ilk büyük savaştan hemen sonra alınmıştır. Yukarıda tartışıldığı gibi, Rusya’nın Gürcistan’ı işgal etme-sinin ardından Kafkasya’daki gerçek-leri değiştirme çabasından (kısıtlı bir ölçüde de olsa) kaynaklanmıştır. An-cak söz konusu savaştan sonra olu-şan durumun son derece talihsiz bir değerlendirmesini sergilemektedir.

Aslında, Gürcistan’daki savaştan çıkarılan en büyük ders, uluslara-rası toplumun Güney Kafkasya’daki güvenlik durumunu büyük ölçüde yanlış anlamış olduğudur. İlk olarak, uluslararası toplum, özellikle de Batı, bölgedeki çatışmaları “dondurulmuş” olarak nitelemeye başlamıştır. Bu, Ermenistan ve Azerbaycan arasın-daki çatışma konusunda olduğu ka-dar Gürcistan konusunda da geçerli-dir. Ancak savaşın da gösterdiği gibi, çatışmalar donmamıştı, aksine bu çatışmalar yeniden patlama riski ta-şıyan son derece dinamik süreçlerdi. İkinci olarak, uluslararası toplum, bölgedeki çatışmaların yapısının de-ğişmiş olduğunu anlayamamıştır. Bu çatışmalar, ilk olarak dış güçlerin de dâhil olduğu esasen toplum içi ça-tışmalardı. Zaman içinde bölgenin

jeopolitik sistemine eklendiler, öyle ki toplum içi niteliklerini kaybettiler ve bunun aksine gidişatları büyük öl-çüde Kafkasya üzerindeki büyük güç-ler siyaseti ve özellikle de Rusya’nın bölgesel hâkimiyet arama girişimleri çerçevesinde çatışmaları manipüle etmesiyle belirlendi. Sonuç olarak, bu çerçevede uluslararası toplumun çatışmalara çözüm bulma konu-sunda mekanizmaları ve girişimleri maalesef yetersiz kaldı.

Gürcistan’daki savaştan çıkarılacak temel ders, Batının çatışmanın şid-detlenmesini engelleyememiş ve konuyu yanlış anlamış olmasıdır: Ça-tışmalar dondurulmuş değildi ve bu, bir tarafta Gürcistan’ın, diğer tarafta ise Abhazya ve Güney Osetya’nın yer aldığı bir çatışma değildi, Rusya doğ-rudan bir taraf olarak çatışmada yer alıyordu. Bu sebeple, Batının Gürcis-tan’daki savaşın tırmanmasını önle-yemediğini fark ettiği zaman ortaya çıkan mantıksal siyasi çıkarım, böl-gedeki diğer uyuşmazlıklarda benzer savaş risklerinin var olup olmadığını inceleme ihtiyacıydı. Bunların ara-sında yer alan söz konusu çatışma kadar kötü durumda olan Türkiye-Ermenistan ilişkileri çok az savaş riski taşıyordu. Moldova ve Transdin-

Azerbaycan-Ermenistan cephe

hattı.

31

yester arasındaki çatışma, tırmanma riski taşımıyordu. Yalnızca Ermenis-tan-Azerbaycan çatışmasında açık ve tırmanmaya hazır bir risk mevcuttu.

Bu çatışma, karar vericileri endi-şeye sevk eden uyarı işaretlerini ve-riyordu. En basit düzeyde, taraflar arasındaki dinamikler değişmişti. Ermenistan, savaşı askeri olarak ka-zanmıştı ancak konumu git gide daha sorunlu bir hal alıyordu. Azerbaycan 1993 yılında zayıf bir devletti, an-cak 2009 yılına gelindiğinde, petrol ihracatları sayesinde büyüyen bir bölgesel güç kaynağı haline gelmişti, ekonomisi Ermenistan’dan beş kat daha büyükken, savunma bütçesi de Ermenistan’ın toplam devlet bütçe-sinden bile daha büyüktü. Durumun dondurulmuş olmadığı açıktı. Konu-nun tarafları arasındaki güç dengesi hızla ve büyük ölçüde değişmişti ve statüko gittikçe savunulamaz bir hale geliyordu. Çatışmayı çözme amacı taşıyan AGİT Minsk süreci git gide güç kaybediyordu ve çatışma çözüme ulaşmak yerine tırmanışa geçmişti. İki ülkenin 1994 yılın-dan beri edindiği silah miktarı göz önünde bulundurulduğunda, yeni bir çatışma yalnızca ülkelerin sınır-larını değiştirmekle kalmayıp, büyük bir bölgesel güvenlik sorununa dö-nüşebilir, Rusya ve İran’ın yanı sıra Türkiye’yi de içine çekebilirdi. Bu çerçevede Batının Ermenistan-Azer-baycan çatışmasını çözme ya da en azından kontrol altına alma çabala-rını iki katına çıkarması son derece mantıklı bir davranış olacaktı. Ancak bunun tam aksi gerçekleşti: Obama yönetimi, Türkiye-Ermenistan uz-laşması sürecinin liderliğini üstle-nirken, Almanya da Transdinyester çatışmasına bir çözüm bulmak için

Meseberg sürecini başlattı. Aslında Ermenistan-Azerbaycan çatışması, ciddi bir Batı girişiminin olmadığı tek bölgesel çatışma oldu.

Batı yalnızca yeni bir çatışma çözümü süreci başlatma konusunda başarısız olmadı, aynı zamanda Batılı liderlerin aldığı kararlar durumu daha da kötü-leştirdi. İlk olarak, çatışmayı çözme konusunda Moskova’nın üstlendiği liderlik konumuna meşruiyet veren karar, mantık çerçevelerinin dışında kalıyordu. Yakın zamanda Gürcistan’ı işgal etmiş olan Moskova, dürüst bir arabulucu olarak meşruiyetten yok-sundu. Batı bu girişimi destekleye-rek zayıflığını gösterdi ve bu destek Rusya’nın Gürcistan’daki faaliyetle-rine yönelik Batının karşı duruşunu da çürütmüş oldu. Batı, Moskova’nın Gürcistan’ı bölme girişimlerine karşı çıkıyor ve bunu tersine çevirme yol-ları arıyor olsaydı, Güney Kafkas-ya’daki başka bir çatışmada Rusya’nın artan rolüne nasıl müsaade eder veya bu rolü nasıl desteklerdi?

Türkiye-Ermenistan uzlaşmasına öncelik verme kararı ise daha büyük bir hasara yol açtı; Ermenistan-Azer-baycan çatışmasının çözümünün geri plana atılmasına sebep oldu. Ulusla-rarası toplumun kapasitesi ve dikkati sınırlı olduğu için, bir konuya öncelik verilmesi kararı, başka bir konunun daha az önemli konuma taşınması de-mektir. Bu durum, iki konu arasında var olan bağlantıyı ortadan kaldırma çabasıyla birleştiğinde, sinyal daha da güçlenmektedir.

AZERBAYCAN’IN EN ÖNEMLİ ULUSAL ÖNCELİĞİ,

MÜTTEFİKLERİNİN ÖNCELİK LİSTESİNDE ALT DERECEYE

İNDİRİLMİŞTİ.

HAZAR R

APORU, YAZ 2013

32

DR. S

VAN

TE E

. COR

NEL

L

Bakü’den bakıldığında, ülkenin iki temel uluslararası müttefiki olan Washington ve Ankara tarafından gönderilen sinyal son derece açıktı: Azerbaycan’ın en önemli ulusal önce-liği, müttefiklerinin öncelik listesinde alt dereceye indirilmişti ve bu ortaklar Azerbaycan’ın en önemli ulusal çıka-rına doğrudan zarar veren bir girişimi ön plana almıştı. Ortakların Bakü’ye danışmadan hareket etmiş olması ve gelişmelerden Bakü’yü tam anlamıyla haberdar etmemesi durumu daha da kötüleştirmişti. Bu da Bakü’nün bir seçim yapmasını gerektirmişti. Ya en önemli önceliğinin uluslararası gündemde alt dereceye indirilmesini kabul edecekti veya bu önceliği gün-demde tutmak için bir adım atmaya çalışacaktı. Çatışma bölgesinde geri-limin tırmanması, yakın müttefikleri-nin Azerbaycan’ı almaya zorladıkları kararı kısmen kanıtlıyordu. Süreç başarısız olduğunda, Ermenistan’ın içeride siyasi bakımdan zayıflamış hükümeti, sonraki politikalarının gös-terdiği üzere, savaş sırasında en fazla Azerbaycanlı sivilin katledildiği yer olan Hocalı’da hizmet verecek bir ha-valimanı inşa etmek gibi sakıncalı bir karar almıştı.

Özetle, Türkiye-Ermenistan uzlaş-masını öncelikli hale getirme kararı, Ermenistan-Azerbaycan çatışmasına bir çözüm bulma umutlarını azaltıp tırmanma sürecini hızlandırarak, Gü-ney Kafkasya’daki güvenlik durumunu daha da kötüleştirmiştir.

SIYASAL ÇIKARIMLAR

Bu tartışmadan birçok siyasal çıka-rım yapılabilir. İlk olarak, uluslararası toplum ve özellikle de Batılı güçler, Ermenistan-Azerbaycan çatışmasını göz ardı etmeyi bırakmalıdır. Bu ihmal artmıştır. Minsk Grubu’nun eş başkanı ABD’li Robert Bradtke’nin görevini Aralık 2012’de tamamlamasının ardın-dan, yeni bir eş başkan belirlenmedi, bunun yerine AGİT nezdindeki ABD Büyükelçisi geçici olarak bu pozisyona atandı. Üç ay sonra, Mart 2013’te Dı-şişleri Bakanlığı, yeni bir eş başkan atamasının “yıl içinde” gerçekleştirile-bileceğini resmi olarak açıkladı.3 ABD hükümetinin konuya ne kadar önem verdiğini göstermek için daha fazla yorum yapmaya gerek yoktur. Bu du-rumu tersine çevirmek için, saygı du-yulan, üst düzeyde ve çatışma çözümü süreçleri konusunda deneyim sahibi

3. “U.S. to Appoint New OSCE Minsk Group Co-Chair within a Year”, news.am, 14 Mart 2013. (http://m.news.am/eng/news/144412.html)

Azerbaycan Cumhurbaşkanı

İlham Aliyev ve Türkiye

Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan

Dünya Ekonomi Forumu’nda.

33

bir kişinin bu konuma atanması, bu-nun ardından Amerika’nın çatışmaya bir çözüm bulma konusunda liderlik yapması ve bu amaçla yeterli düzeyde diplomatik kaynak sağlaması önem-lidir. Ayrıca, çatışmanın çözümü Tür-kiye-Ermenistan ilişkileriyle yakından alakalı olacağı için, çatışma çözümü sürecine Ankara’yı organik bir şekilde dâhil etmek de önemlidir. Bu, mevcut formatın revize edilmesi anlamına gelmeyebilir, buna Ermenistan ve Rusya’nın karşı çıkması muhtemeldir. Bunun yerine, Türk yetkililer ve ara-bulucular arasında daha etkili bir ko-ordinasyon sağlanabilir.

İkinci olarak, ortadan kaldırılması ge-reken bağlantı, Türkiye-Ermenistan diplomatik ilişkileri ile sınırın açılması arasındaki bağlantıdır. Diplomatik ilişkiler konusu ile Ermenistan-Azer-baycan çatışması birbiriyle bağlantılı olmadığı için, Türk yetkililer için doğru koşullar altında Ermenistan ile diplo-matik ilişki kurma çabalarına devam etmek mantıklıdır. Böyle bir hareket hem ikili ilişkilerde olumlu gelişmeleri destekleyecektir hem de Türkiye’nin Ermenistan-Azerbaycan çatışmasının çözüm sürecinde yapıcı ve destekleyici bir rol oynamasına yardımcı olacak-tır. Ancak bu, Ankara’nın iki konuyu birbirinden tamamen ayrı tutmasını gerektirmektedir. Sınır sorununa ba-kıldığında, Azerbaycanlı yetkililerin güvenini tazeleme konusunda Mayıs 2009’da Başbakan Erdoğan’ın gere-kenden daha ileri gittiğini belirtmek gerekir. Erdoğan, “Azerbaycan top-

raklarının işgali bitene kadar [Erme-nistan ile] herhangi bir normalleşme olmayacaktır” şeklinde bir açıklama yapmıştır.4 Bu, Türkiye’nin, anlaşma sürecinin başarıya ulaşması sonu-cunda değil de bu süreç içinde sınırla-rın açılabileceği yönündeki geleneksel duruşunun dışına çıkmaktadır. Çatış-mayı çözme konusunda yeni bir giri-şim başlatıldığı için, sınırların açılması konusunda çatışma çözümü süreci için en iyi zamanlamanın ne olacağına iliş-kin tartışma sürecine Türk yetkililerin de dâhil edilmesi önemlidir ki bu da büyük ihtimalle Ermenistan’ın Dağlık Karabağ dışında kalan işgal ettiği top-rakların bir kısmından veya hepsinden çekilmesi üzerine5 gerçekleşebilir.

Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin nor-malleştirilmesi sürecinden çıkarılan en önemli ders, bu ne kadar istenirse istensin, Türkiye-Ermenistan ilişkile-rinin bölgesel gerçeklerden, özellikle de Ermenistan-Azerbaycan çatışma-sından soyutlanamayacağıdır. İki konu arasındaki bağlantının ortadan kaldı-rılmasına yönelik girişimler başarısız olmaya ve hâlihazırda hassas olan bir durumu daha da alevlendirmeye mahkûm görünmektedir. Türkiye-Er-menistan ilişkilerinin normalleşmesi, Ermenistan-Azerbaycan çatışması-nın çözümüyle yakından ve olumlu olarak ilişkilendirildiğinde, tüm böl-gesel sorunların çözümünün önemli bir bileşeni olarak var olmaya devam etmektedir.

4. “Prime Minister Erdoğan puts Baku’s Armenia concerns to rest”, Today’s Zaman, 14 Mayıs 2009.

5. 2002 yılında Azerbaycan’ın eski Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev’in Ermenistan’ın işgal ettiği yedi bölge arasında yalnızca güneydeki dört bölgenin Azerbaycan’a iadesi karşılığında Ermenistan ile ekonomik ilişkilerin tekrar kurulması önerisinde bulunduğu hatırlanmalıdır. Bu, görüşmeler için bir model olarak düşünülebilir.

HAZAR R

APORU, YAZ 2013

of the real non-oil GDP depends on contemporaneous and lagged real growth rates of the budget expen-ditures and private investments as well as seasonal factors. Based on some test results and AIC and SB model selection criteria, one may prefer the error correction model specification of the ADLBT approach to that of the Johansen approach.5

Therefore, we use ADLBT approach based specification to interpret short-run dynamics between the variables and speed of adjustment from the short-run fluctuation to-wards the long-run equilibrium level. So, according to this specifi-cation, contemporaneous, one and two lagged values of real growth rates of budget expenditures and private investments have statisti-cally significant impacts on the real growth rate of non-oil GDP at the conventional significance levels.6 In addition to that, real growth rate of non-oil sector significantly de-creases in the first quarter of each year because of seasonality, what is obviously observable in Figure 1. Furthermore, the specification indicates that 66% of short-run deviation can be corrected to the long-run equilibrium level within

one quarter. It means that speed of adjustment is quite high and hence any shock to the system will be fully adjusted less than six months. Such kind of high speed of adjustment in the system makes it possible to implement sharp/shock-type fis-cal policy measures in the non-oil sector.

4. CONCLUSIONS AND POLICY RECOMMENDATIONS

Theoretical and empirical studies underline that the natural resource rich countries, where fiscal policy has usually a dominant position, have to develop their non-resource sector in order to attain sustainable de-velopment in the long-run (Corden, 1984; Corden and Neary, 1982; Sarch and Warner, 1997; Auty, 2001; Gylfason, 2001; Gylfason and Zogea, 2002). In such circumstance, one of the important policy ques-tions is that what would be role of fiscal policy implementation in de-velopment of non-resource sector in these countries?

This question is investigated in the case of Azerbaijan, an oil and gas rich country, by applying two different cointegration methods to the data from 1998Q4 to 2012Q3.

170

ASSO

C. P

ROF.

FAK

HRI

HAS

ANOV

5 In terms of the residuals heteroscedasticity and misspecification functional form tests ARDL based error correction equation outperforms that of Johansen based. The specification has not any problem with either the residuals diagnostics tests or misspecification. Even stability tests statistics indicate that in overall, the specification is stable enough during the period. However, recursive residuals test and Chow breakpoint test would suggest one point/temporary break in 2009Q2. Visual inspection of Figure 1 does not suggest any permanent break in this point of the period. However, there might be a temporary break in 2009Q2 due to global financial-economic crisis.

6 The coefficients are statistically significant at the different (1%, 5% and 10%) significance levels.

Numerical results from these coin-tegrating approaches almost the same, which can be considered as indicative of robustness. The present study finds that budget expenditures as well as private in-vestments have positive impact on the development of the non-oil sec-tor with the elasticities of 0.55 and 0.07-0.08 respectively in the long-run. The non-oil sector is positively affected by these variables even in the short-run. Moreover, it is found that 66% of whole deviation in the previous quarter can be corrected in current quarter.

The positive impact of the budget expenditures on the non-oil sec-tor output can be explained the fact that the significant part of the government spending are oriented to the non-oil sector in the forms of infrastructure projects and the government also invests in produc-tion branches. As a result, these spending foster increases in the value added of the non-oil sector.

Very weak positive impact of pri-vate investments indicates that it

still cannot play a significant role in the development of the non-oil sector growth at least in the period investigated (even it continuously decreases during the 2004Q3-2010Q1). One of the possible ex-planations for this evidence is that maybe current infrastructure (or busyness environment) is not suf-ficient to attract private investment in the non-oil sector.

Finally, the present study concludes that there is a quite high speed of adjustment, which implies that any shock to the non-oil sector, will be fully adjusted less than six month, which allows to implement sharp/shock-type fiscal policy measures in the non-oil sector.

Thus, as a main conclusion of the study, it can be concluded that the government expenditures is not harmful for the non-oil economic growth in the long-run, inversely, it can foster the sector’s development. Based on this evidence and weak impact of private investment the main policy recommendation is that the government should continue

171

HAZAR R

APORU, SUMM

ER 2013

The Offical Inauguration of the Azerbaijan section of the BTC Pipeline.

its spending on the infrastructure projects in the non-oil sector.

However, a caution should not be ignored: Like other resource rich counties, Azerbaijan also tries to develop its non-resource tradable sector by implementing the num-ber of the government programs for achieving sustainable development in the long-run. From this point of view, the important policy question here is that what are the growth shares of the non-oil tradable and non-tradable sectors caused by these budget expenditures? The point is that appearance of positive relationship between the expendi-tures and the non-oil sector may be the result of positive effects of these expenditures on the non-tradable sector, predicted by the Dutch Dis-ease concept. If it is the case, then there would not be any fiscal policy support in development of the non-oil tradable sector. This issue opens a new avenue for future studies of the budget expenditures’ impacts on the non-oil tradable and non-tradable subsectors separately.

172

ASSO

C. P

ROF.

FAK

HRI

HAS

ANOV

REFERENCES

• Sturm Michael, Francois Gurtner and Juan Gonzalez Alegre (2009) “Fiscal policy challenges in oil-exporting countries a review of key issues” European central bank, occasional paper series no 104 / June

• Wakeman-Linn J, Mathieu P. and Selm B., 2002, “Oil funds and revenue management in transition economies: the cases of Azerbaijan and Kazakhstan”

• Sorsa Piritta (1999) “Algeria-The Real Exchange Rate, Export Diversification, and Trade Protection”. Policy Formulation and Review Department, International Monetary Fund. April.

• Corden, W.M. (1984) Booming Sector and Dutch Disease Economics: Survey and Consolidation. Oxford Economic Papers 36, 359-380.

• Corden W.M. and Neary J.P. (1982) Booming Sector and De-Industrialization in a Small Open Economy. Economic Journal 92, 825-848.

• Paczynski W. and Tochitskaya I. (2008) Economic Aspects of the Energy Sector in CIS Countries. Moscow, 27 June.

• Egert Balazs (2009) Dutch disease in former Soviet Union: Witch-hunting? BOFIT Discussion Papers 4.

• Dickey, D. and Fuller, W., (1981) “ Likelihood Ratio Statistics for Autoregressive Time Series with a Unit Root.” Econometrica, Vol. 49.

• Enders, Wolter, (2010) “Applied Econometrics Time Series”. University of Alabama, the fourth edition.

• Pesaran, H., Shin, Y. and Smith, R.J., (2001) “Bound Testing Approaches to the Analysis of Level Relationships”. Journal of Applied Econometrics, 16:289-326.

• Sulayman D. M. and Umer M. (2010) “The Bound Testing Approach for Co-Integration and Causality between Financial Development and Economic Growth in Case of Pakistan”, European Journal of Social Sciences, 13, pp. 525-531.

International Development Harvard University Cambridge MA, November.

• Auty, R. (2001) “Resource Abundance and Economic Development”, Oxford: Oxford University Press.

• Gylfason Thorvaldur (2001) “Lessons from the Dutch Disease Causes, Treatment, and Cures”. Institute of economic studies. Working paper series, W01:06.

• Gylfason, Thorvaldur and Zoega Gylfi (2002) “Natural Resources and Economic Growth: The Role of Investment”. Working Paper No. 142, Central Bank of Chile.

173

• Oteng-Abayie, E. F. and Frimpong J. M. (2006) “Bounds Testing Approach to Cointegration: An Examination of Foreign Direct Investment Trade and Growth Relationships”, American Journal of Applied Sciences 3, pp. 2079-2085.

• Fatai, K., Oxley, L. and Scrimgeour F.G. (2003) “Modeling and Forecasting the demand for Electricity in New Zealand: A Comparison of Alternative Approaches”, The Energy Journal, 24, pp. 75–102.

• Pesaran H. M. and Shin Y. (1999) “An Autoregressive Distributed Lag Modeling Approach to Cointegration Analysis”, in Econometrics and Economic Theory in the 20th Century: The Ragnar Frisch Centennial Symposium, chapter 11, S. Strom, Cambridge University Press, Cambridge, UK.

• Pesaran, H. M. and Pesaran, B. (1997) “Working with Microfit 4.0: Interactive Econometric Analysis”, Oxford University Press, Oxford, UK.

• Johansen, S., (1988) “Statistical analysis of cointegration vectors”. Journal of Economic Dynamics and Control 12, 231-254.

• Johansen, S. and Juselius, K., (1990) “Maximum likelihood estimation and inference on cointegration with applications to the demand for money”. Oxford Bulletin of Economics and Statistics 52, p.169-210.

• Johansen, S., (1992) “Cointegration in Partial Systems and the Efficiency of Single-Equation Analysis”. Journal of Econometrics 52(3): 389–402.

• de Brouwer, G., and Ericsson, N. R., (1998) “Modeling Inflation in Australia”. Journal of Business and Economic Statistics, 16, 4, pp. 433-449.

• Hasanov and Alirzayev (2012) “The Government Spending, FDIs and the Non-oil sector of the oil-exporting economy” The Center for Socio-Economic Research, Qafqaz University. Forthcoming

• Sachs J.D. and Warner A.M. (1997) “Natural Resource Abundance and Economic Growth”. Center for International Development and Harvard Institute for

HAZAR R

APORU, SUMM

ER 2013