Yalnız ve Endişeli Ülke: Türkiye

60
YALNIZ VE ENDİ ŞELİ ÜL- KE: TÜR KİYE Yalnız ve Endişeli Ülke: Türkiye Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye Gökçe Tüylüoğlu Türkiye’nin Yalnızlığı: Karşılaştırmalı Kamuoyu Araştırmalarının Özet Değerlendirmesi Dr. Emre Erdoğan Ders kitaplarının mesajı: “Ülke tehdit altında… savunma için hazırlıklı, diğer ülkelere karşı uyanık ol!” Doç. Dr. Kenan Çayır "Ötekiler" ve Popüler Kültür Anlatıları Prof. Dr. Orhan Tekelioğlu Türkiye’de Uluslararası İlişkiler Eğitimi ve Yabancı Düşmanlığı Prof. Dr. Gencer Özcan

Transcript of Yalnız ve Endişeli Ülke: Türkiye

YALNIZ VE ENDİ ŞELİ ÜL- KE: TÜR KİYE

Yalnız ve Endişeli Ülke:Türkiye

Yalnız ve Endişeli Ülke TürkiyeGökçe Tüylüoğlu

Türkiye’nin Yalnızlığı: Karşılaştırmalı Kamuoyu Araştırmalarının Özet DeğerlendirmesiDr. Emre Erdoğan

Ders kitaplarının mesajı: “Ülke tehdit altında… savunma için hazırlıklı, diğer ülkelere karşı uyanık ol!”Doç. Dr. Kenan Çayır

"Ötekiler" ve Popüler Kültür AnlatılarıProf. Dr. Orhan Tekelioğlu

Türkiye’de Uluslararası İlişkiler Eğitimi ve Yabancı DüşmanlığıProf. Dr. Gencer Özcan

Açık Toplum VakfıElektronik YayınEkim 2013, İstanbul

İLETİŞİMCevdet Paşa Cad. Mercan Apt.No. 85/11, Bebek, 34342, İstanbul-TÜRKİYETel: +90 212 287 99 86 / +90 212 287 99 75www.aciktoplumvakfi.org.trinfo @aciktoplumvakfi.org.tr

EDİTÖRHakan Altınay

YAYINA HAZIRLAYANLARÖzlem Yalçınkaya ve Elif Al

TASARIMYavuz Selim Can, pompaa

Bu kitapta yer alan görüşler yazarlara aittir.

Yalnız ve Endişeli Ülke: Türkiye

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye 03

Gökçe Tüylüoğlu

Türkiye’nin dünyadaki varlığı gittikçe artıyor. 2009-2010 yıllarında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyesiydik ve yakında zamanda tekrar aday olacağız. Bu yıl Türk Hava Yolları dünyada en çok ülkeye uçan havayolu niteliğine kavuştu. 2023’e kadar en yaygın diplomatik temsil ağına sahip beş ülkeden birisi olma iddiamız var. 2015’de G20 Başkanlığı Türkiye’de olacak. Ülkemizin resmi uluslararası yardım bütçesi 1 milyar doları aştı. Daha da ilginci, İnsani Yardım Vakfı ve Hiz-met Hareketi gibi sivil toplum girişimleri her yıl binlerce küçük bağışçıdan topladığı 100 milyon dolarları aşan kaynaklar ile doksanı aşkın ülkede proje yapıyor.

Buna karşın uluslararası karşılaştırmalı araştırmalar Türkiye’nin dünyaya en olumsuz ve endişeli gözlerle bakan ülkeler arasında olduğunu gösteriyor. 2003’de ABD’nin Irak’a saldırma kararı ve şekli Türkiye’de haklı ve güçlü eleştirilere maruz kaldı. Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye gösterdiği hakkaniyetsiz tavır da benzer şekilde olumsuz bir algı oluşturdu. Türkiye’deki olumsuzluk algısı sadece bu iki coğrafyaya dönük olsa anlaşılır ve kabul edilebilir bir tepki olabilirdi. Lakin biz sadece Amerika ve Avrupa’ya karşı değil, dünyadaki tüm ülkelere karşı en olumsuz yargılara sahip ülkelerden birisiyiz. Elinizdeki bu yayının kapsadığı ilk çalışma olan Emre Erdoğan’ın yazısı, bu olguyu çeşitli arastırmalardan yararlanarak etraflıca bir şekilde belgeliyor. Dr. Erdoğan’ın derlediği karşılaştırmalı araştırmalardan çıkan sonuç, Türkiye’nin dünyadaki çok farklı ülkelere karşı güçlü olumsuz yargıları olan, uluslararası hukuka en az inanan, dünyanın kalanının sırtını döndüğü savaş odaklı jeostrateji paradigmalarına hala bağlı olan az sayıda ülkeden birisi olarak genel eğilimden ayrıldığı. Türkiye’nin dünyaya bu kadar olumsuz gözlüklerle bakmasının çeşitli nedenleri olabilir. Doç. Dr. Kenan Çayır temel eğitime egemen olan mantığa ve kullanılan kitaplara baktığında ruh halimi-zin ipuçlarını buluyor. Hepimize temel eğitim boyunca etrafımızın düşmanlarla çevrili olduğu, bizim dışımızda herkesin kötü niyetli ve düşük nitelikli olduğu bir dünya anlatılıyor. Bu ruh ha-limizin bir başka olası bileşeni olan popüler kültür alanına ise Prof. Dr. Orhan Tekelioğlu bakıyor ve orada da ana akım ile uyumlu, onu besleyen ve artıran bir tarihsel desen buluyor. Aldığımız eğitim yoluyla edindiğimiz ve güncel popüler kültür ürünleriyle yeniden üretilen dünyanın kurtlar sofrası olduğuna dair genel kabulümüzün belki üniversitelerin uluslararası ilişkiler bölümlerin-ce yapılan çalışmalarla çatlayabileceği, nüanslanabileceği düşünülebilir. Lakin Prof. Dr. Gencer Özcan’ın yazısında da gördüğümüz gibi, Türkiye’de yapıldığı şekliyle uluslarası ilişkiler biliminin ana gövdesi bu varsayımları sınamaya değil yeniden üretmeye yarıyor.

Dünyada egemen olan uluslararası ilişkiler paradigması güç ve çıkar analizi üzerine kurulu. Lakin güç ve çıkar merkezli analizler normatif kaygılarla yapılan işleri görmemezlikten gelmeyi içermez. Eğer elimizdeki tek açıklama aracı güç ve çıkar ise, 19. yüzyılda köle ticaretinin nasıl

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye

Genel Sekreter Açık Toplum Vakfı

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye04

yasaklandığını, 20. Yüzyılda onlarca ülke tarafından mayın kullanımına karşı nasıl bir işbirliği yapıldığını, 21. yüzyılda Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin neden kurulduğunu ve buna benzer önemli birçok gelişmeyi açıklayamayız. Aynı şekilde Osmanlı’nın son döneminde bu coğrafya Batı kaynaklı ırkçı söylemlere ve vahşi saldırılara şahit olmuştur ve bunlar tabii ki kınanmalıdır. Lakin bugünkü Batı’nın yüzyıl önceki Batı ile aynı olduğu varsayımı üzerine kurulu anlatılar bizi yanıltır. Bu anlatılar aynı zamanda gelecek nesillerin de karşılıklı bağımlılığın arttığı, güç farklılık-larının azaldığı bir dünyanın potansiyellerini görmelerini ve başarılı olmaları için gerekli donamın-ları edinmelerini engeller.

Bu noktada hepimize sorumlulukların düştüğü aşikâr. Öncelikle “Batı bize ve dünyanın kalanına uzak ve yakın geçmişte kötü davrandı ve biz buna haklı bir tepki duyuyoruz” açıklamasıyla yetinemeyeceğimizi kabul etmemiz gerekiyor. Batı’nın geçmiş politikalarının pek çok sorunun nedeni olduğunu hatırlamalı, belgelemeli ve eleştirmeliyiz. Fakat bunu yaparken şunu da hatırımızda tutmalıyız ki; ne Batı bu olumsuzluklardan ibaret, ne de tüm olumsuzluklar Batı’nın politikalarından kaynaklanıyor. Yüzyıllardır Batı ile yoğun ilişki içeri-sinde iken bu konuyu bu kadar nüanssız tartışmak; hem geçmişi okumamızı hem de yeni ve sağlam politikalar üretmemizi engelliyor. Üstelik araştırmalara göre Türkiye’de sadece Batı’ya değil, Brezilya ve Hindistan da dâhil olmak üzere birçok ülkeye yönelik olumsuz algı mevcut. Ayrıca ortada bir sorun olduğunu tespit etmek, çözüme doğru yol almanın ilk adı-mını oluşturacaktır. Bunun yanında dünyada çeşitli sömürü, baskı ve zorbalıklar olmasına rağmen, bu eşitsizliklerle mücadele edenler olduğunun ve bu çabalarının önemli sonuçlar verdiğinin de ayrımında olmamız elzem. Bu ayrımı görmemek “bizden başka” olanı yekpare “iyi” ve/veya “kötü” olarak algılamamıza ve toplum olarak dışa kapalı ve savunmacı ref-leksler geliştirmemize neden oluyor. Son olarak da daha nüanslı bir dünya algısının, sadece hakkaniyet açısından değil; dünyada daha etkin bir aktör olmanın da temel koşulu olduğu-nu kabul etmemiz gerekiyor. Bu üç kulvarda da hepimize düşen sorumluluklar var.

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye 05

Dr. Emre ERDOĞAN

Sosyal bilimciler açısından Türkiye üzerine çalışmak konusundaki en büyük engellerden biri, Türkiye’nin neredeyse istinai sayılmasına yol açabilecek çok sayıda faktörün bulunması-dır. Geçmişteki emperyal deneyim, coğrafi konumun benzersizliği, nüfusunun çoğunluğu Müslüman bir ülke olarak demokrasi deneyimi ve Batı paktının uzun süreli bir üyesi olması gibi nedenlerle Türkiye’nin diğer ulus devletler arasında istisnai bir yeri olduğuna dair bir algı bulunmaktadır. Bu istisnailik Nuri Bilge Ceylan’ın sözleriyle “yalnızlık” olarak da ifade edilebilir*. Bu algıya göre, Türkiye kendisine özgü geçmişi nedeniyle o kadar istisnaidir ki, uluslararası alanda yalnız kalması kaçınılmazdır.

Türkiye’nin yalnızlığı argümanını destekleyecek çok sayıda örnek bulmak mümkündür. Ül-kenin elitleri–yöneticileri, kamuoyu oluşturucuları, politikacıları vb.- bu yalnızlık/istisnailik metaforuna sıklıkla başvurmaktadır.

Öte yandan, bu görüşün sadece elitlerle sınırlı olmadığını gösteren çok sayıda kamuoyu araştırması bulunmaktadır. Son dönemde sayıları artan karşılaştırmalı kamuoyu araştır-maları, Türkiye’yi temsil eden örneklemlerin hemen hepsinin uluslararası düzen, uluslarara-sı hukuk, diğer ülkelere bakış ve benzeri konularda araştırmaya katılan diğer ülke orta-lamalarından farklı bir yerde durduğunu göstermektedir. Bu farklı duruşun altında yatan nedenler çok sayıda olmakla birlikte dikkatli bir sosyal bilim öğrencisini şaşırtacak kadar farklı değildir.

Bu çalışma, Türkiye kamuoyunu oluşturan bireylerin her birinin “dünya düzeni” hakkındaki algısını belirleyen faktörleri keşfetmeyi amaçlamıyor. Başlı başına bir araştırma gündemi oluşturan bu soru çalışmanın kısıtlarını aşacaktır. Ancak bu sorunun da üzerinde durulmaya değer olduğunu hatırlatmakta yarar bulunmaktadır.

Çalışmanın amacı, “Türkiye’nin Yalnızlığı” olarak kabaca formüle ettiğimiz dünya görüşü-nün varlığına dair birden fazla delil sunmaktır. Yapılan karşılaştırmalı kamuoyu araştırmala-rının verilerinden yola çıkarak Türkiye kamuoyunun diğer ülkelerden ne derece farklı bir du-

* 61. Cannes Film Festivalin’de en iyi yönetmen ödülünü alan Nuri Bilge Ceylan’ın “Benim yalnız ve güzel ülkeme ithaf ediyorum” sözleri ulusal basında büyük bir yankı bulmuş ve tartışmaya neden olmuştur.

İstanbul Bilgi Üniversitesi

Türkiye’nin Yalnızlığı: Karşılaştırmalı Kamuoyu Araştırmalarının Özet Değerlendirmesi

Sadece yüzeysel bir analiz ile, Türkiye’nin uluslararası alandaki rolünü tarif ederken kullanılan “köprü” ya da “ağ bağlantısı” metaforlarının bir “içindelik” içermediğini; aksine Batı’nın da Doğu’nun da dışındalık iddiasını taşıdığını söyleyebiliriz.

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye06

Ülkeler Hakkında Şüpheci Algılar

Şekil 1. Ülkeler Hakkında Olumlu Algılar

ruşu olduğunu göstermek bir başlangıç adımı olarak algılanmalıdır. Daha sonraki çalışmalar bu çabayı bütünleyecek ve belki de yanlışlayacaktır.

Elinizdeki çalışmada kamuya açık olan Dünya Değerler Araştırması, Pew Global Attitudes, GMF Transatlantic Trends, WPON-PIPA, BBC Globescan gibi veri tabanları kullanılmış ve Türkiye kamuoyunun “dünya düzeni” hakkındaki algısı karşılaştırmalı olarak sunulmuştur. Seçilen göstergelerin durumu en iyi temsil eden göstergeler olduğu iddiasında bulunmaya-cağız. Ancak, “iyi bir şekilde” gösterdiğini söyleyebiliriz.

Öte yandan karşılaştırmalarda, Türkiye’yi ülkelerin her biriyle karşılaştırmak yerine, ülke gruplarıyla karşılaştırmanın da akılcı bir kısa yol olduğunu düşünmekteyiz. Her göstergede araştırmaya katılanların genel ortalaması ve ülkelerin ortalaması Türkiye’nin dünyanın geri kalanına kıyasla nerede durduğunu gösterecektir. Öte yandan İnsani Gelişmişlik Endeksi gruplamalarıyla, Avrupa Birliği üyesi ülkelerle, müslüman ülkelerle ve bir kıyas noktası olarak Brezilya’yla yapılacak karşılaştırmalar da Türkiye’nin ne kadar farklı durduğunu sergi-leyecektir. Birazdan görüleceği üzere öyle göstergeler vardır ki, Türkiye bütünüyle kümenin dışında bir ayrık değer olarak durmaktadır.

Sunulan verileri değerlendirirken iki konuyu akılda tutmak gerekmektedir. Bunlardan birin-cisi sunulan istatistiklerin Türkiye ortalamasını verdiği ancak kamuoyunu oluşturan her bir birey hakkında çıkarım yapma konusunda sınırlı kalacağıdır. Türkiye kamuoyunun bu yönde eğilim taşıması, bu kamuoyunun parçası her bireyin aynı yönde eğilim taşıdığını gösterme-yecektir. Ortalama değerlerin ötesinde kamuoyu içerisinde kayda değer bir varyans mutlaka bulunmaktadır ve bu varyansın belirleyicileri başlı başına bir araştırma konusudur.

İkinci olarak çalışmanın herhangi bir nedensel açıklama iddiası taşımadığı da akılda tu-tulmalıdır. Çalışma, ikincil verileri kullanarak bir betimleme yapmaktadır ve her betimsel çalışma gibi nedenselliklere dair herhangi bir şey söylememektedir. Nedensellikler umarız bu çalışmanın açacağı tartışma ortamında daha net belirlenecektir.

Araştırma kapsamındaki değerlendirmemizde, önemli bir göstergenin de yabancı ülkeler hak-kındaki algılar olduğu kanısındayız. Bireyler eğer diğer ülkeler hakkında beklenenin de üzerinde negatif algılara sahiplerse bunu genel bir şüpheciliğin göstergesi olarak yorumlayabiliriz.

%0 %5 %10 %15 %20 %25 %30 %35

ABD

Rusya

Çin

İran

Pakistan

OLUMLU

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye 07

Yukarıda yer alan grafik, PEW Global (2010) çalışmasında Türkiye’yi temsil eden bir örnek-lemin gözünde farklı ülkelerin ne kadar olumlu bir imaja sahip olduklarını göstermektedir.* Görüldüğü üzere hiç bir ülkenin popülerliği yüzde 35’in üzerinde değildir. Birinci sırada yüzde 35 ile Pakistan, ikinci sırada yüzde 30 ile İran gelirken; ABD hakkında olumlu görüşe sahip olanların oranı sadece yüzde 19’dur.

Yukarıdaki şekilde de görülebileceği gibi, ABD’ye karşı olumsuz algının en yüksek olduğu ülkeler sırasıyla Mısır, Türkiye, Pakistan ve Ürdün’dür. Türkiye’yle beraber Ürdün, Pakistan ve Mısır’ın da yüzde 20 ve altında olumlu algıya sahip ülkeler olması üzerinde durulmaya değer bir unsurdur ve

* Pew Global Attitudes sonuçlarına şu adresten ulaşılabilir: http://www.pewglobal.org/

Türkiye ABD’ye Karşı En Olumsuz Algı Besleyen İkinci Ülke

Şekil 2. ABD’ye Karşı Olumlu Algılar

0 20 40 60 80 100

Mısır

Türkiye

Pakistan

Ürdün

Arjantin

Lübnan

Çin

Meksika

Rusya

Endonezya

Almanya

Brezilya

Japonya

İspanya

Hindistan

Fransa

İngiltere

Polonya

G. Kore

Nijerya

Kenya

ABD OLUMLU

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye08

bahsettiğimiz olumsuz algının ABD’nin dış politikalarından kaynaklandığına işaret etmektedir.Türkiye’nin dış politika algısındaki “yalnızlık” duygusunun sadece diğer ülkelerin dış politika-larından kaynaklanmadığını gösterebilmek için, Türkiye’nin diğer ülkeler hakkındaki olumsuz algılarının, araştırma kapsamında yer alan başka ülkelerden daha yüksek olduğunu göstere-bilmemiz gerekmektedir. Bu amaçla yine PEW Global (2010) veri seti kullanılarak, her ülkenin sayılan ülke seti arasından kaç tanesi hakkında olumsuz algıya sahip olduğu sorgulanmıştır.

PEW Global (2010) çalışmasında görüşülen kişilerden ABD, Çin, İran, Rusya ve Avrupa Birliği hakkında olumlu veya olumsuz görüş belirtmeleri istenmiştir. Yukarıda da görüldü-ğü gibi, Türkiye’de görüşülen kişiler sayılan beş ülkeden ortalama 3,1’i hakkında olumsuz görüş belirtmiştir. Bu rakam Ürdün ve Mısır’da 3, Almanya’da 2,6, Fransa ve Japonya’da 2,5’tir. En düşük ortlamaya sahip ülkelerse Nijerya, Kenya ve Rusya’dır. Bu açıdan değer-

Diğer Ülkelere Karşı En Olumsuz Algı Besleyen Ülkeler Arasındayız

Şekil 3. Olumsuz Algı Sahibi Ülke Sayısı-Ortalama

0.0 0.5 1.0 1.5 2.0 2.5 3.0 3.5

Kenya

Nijerya

Rusya

Meksika

Endonezya

Arjantin

Pakistan

ABD

Çin

Polonya

G. Kore

Hindistan

İngiltere

Brezilya

İspanya

Lübnan

Fransa

Japonya

Almanya

Endonezya

Ürdün

Türkiye

OLUMSUZ ÜLKE SAYISI

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye 09

Tablo 1. Ülkeler Hakkındaki Net Olumlu Algı Skorları

lendirildiğinde, Türkiye’de bireylerin diğer ülkeler hakkında daha olumsuz görüşlere sahip olduğunu söyleyebiliriz.

Türkiye’nin diğer ülkeler hakkındaki algısını ölçen çalışmalardan biri de BBC GlobeScan çalışmasıdır.* 2007 yılından itibaren düzenli olarak yürütülen çalışma, 20’den fazla ülkede görüşülen kişilerin sayılan ülkelerin dünya üzerindeki etkisi hakkında olumlu ya da olumsuz algılarını sormaktadır. Olumlu algı sahibi olanların oranından olumsuz algı sahibi olanların oranı çıkarıldığında elde edilen rakam net algı olarak kullanılmaktadır.

Hesaplanan rakamlar üzerinden bakıldı-ğında 2011 yılında Türkiye’de insanların hakkında en olumlu algıya sahip ülkelerin sırasıyla Japonya (43), Pakistan (36) ve Almanya (25) olduğunu görmekteyiz. Brezilya, G. Kore Hindistan, AB ve Güney Afrika da 14 ile 21 puan arasında olumlu skora sahip ülkelerdir. En düşük olumlu

skora İsrail (-68) ve K.Kore (-30) sahiptir. Son dönemdeki gelişmeler göz önünde tutuldu-ğunda bu durum şaşırtıcı sayılmamalıdır.

Araştırmanın yapıldığı diğer ülkelerde en fazla olumlu algıya sahip olunan ülkenin Almanya (47), Kanada (45) ve İngiltere (41) olduğunu görmekteyiz. İran (-43), K. Kore ve Pakistan (-39) ve İsrail (-28) ankete katılanların en olumsuz algıya sahip oldukları ülkeler olarak ortaya çıkmaktadır.

Türkiye’den araştırmaya katılanlar ortalama olarak 17 ülkenin 10’u hakkında olumlu algıya sahipken, küresel ortalamada sadece 5 ülke negatif algı skorlarına sahiptir. Türkiye’de ülke-lerin ortalama pozitif algı puanı sadece 4’ken; diğer ülkelerin ortalaması bunun 2 katından fazladır ve 10 puan civarındadır. Ayrıca ülke bazında bakıldığında algı uçurumları olduğu görülmektedir. Türkiye’den araştırmaya katılanların Pakistan’la ilgili olumlu algısı genel ortalamanın 75 puan, İran’la ilgili olumlu algısı ise yine genel ortalamanın 32 puan üstünde-dir. İran’da 32 puan daha fazladır. Öte yandan olumsuz algılar söz konusu olduğunda Kanada için 36, İngiltere ve İsrail için 40 puanlık farklardan bahsedebiliriz. Bu rakamlarla Türkiye’nin araştırma çalışmasındaki ülkelerden farklı bir duruşa sahip olduğunu söylemek yanlış olmaz.

* BBC Globe Scan verilerine ulaşma adresi : http://www.globescan.com/news_archives/bbc2011_countries/

Hakkında En Olumlu Algıya Sahip Olduğumuz Ülkeler: Japonya, Pakistan ve Almanya

JaponyaPakistanAlmanyaBrezilyaG. KoreHindistanABGüney AfrikaKanadaİngiltereFransaRusyaİranABDÇinKuzey KoreİsrailOrtalama

TÜRKİYE KÜRESEL433625212017171491

-3-6-9-14-14-30-683,47

37-3947294133915454133-4

-43186

-39-28

10,24

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye10

BBC GlobeScan verisinde Türkiye’nin sonuçlarının incelenmesi, araştırmaya katılanların diğer ülkeler hakkında-ki algılarının zaman içerisinde nasıl dalgalandığını göstermektedir. Sadece olumlu algıların ortalamasına bakıl-dığında rakamlar -20 ile -30 arasında dalgalanmaktadır bu oranlar küresel ortalamanın altında kalmaktadır.

2007 yılında 11 ülkenin 9’u olumsuz ortalamalara sahiptir ve en yüksek rakam 34 ile Japonya’ya aittir. 2008’de bu oran 14’te 12, 2009’da 16’da 15, 2010’da 17’de 17 olmuştur. Dolayısıy-la Türkiye’de “dünya üzerinde etkisi olumlu olarak algılanan” bir ülkenin neredeyse olmadığını söyleyebiliriz.

BBC GlobeScan verisinin zaman içerisindeki dalgalanmasına baktığımızda, Türkiye’yle diğer ülkeler arasında kayda değer bir uçurum olduğunu görmekteyiz. Diğer ülkelerde ortalama olumlu algı skoru 5 civarındadır. Oysa Türkiye’de bu rakam daha önce de görüldüğü üzere -20 ile -30 arasında dalgalanmıştır. Bu açıdan Türkiye’nin diğer ülkeleri değerlendirirken çok daha negatif bir algı temelinde değerlendirdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Tablo 2. Ülkeler Hakkındaki Net Olumlu Algı Skorları(2007-2010)

JaponyaPakistanAlmanyaBrezilyaG. KoreHindistanABGüney AfrikaKanadaİngiltereFransaRusyaİranABDÇinKuzey KoreİsrailOrtalama

2010 2009-1

-31-25-15-18-25-16-22-19-35-41-34-41-57-26-34-71

-30,06

-17-338

-12

-29-10-22-29-35-38-45-40-42-46-32-60

-30,13

27-23-10-10

-124

-12-44-11-24-53-28-25-64

-20,36

34

-1-2

-33-60-33-33-62-89

-74-23,91

2008 2007

Şekil 4. Ülkeler Hakkındaki Ortalama Net Olumlu Algı Skorları

2007 2008 2009 2010

-30.00

-35.00

-25.00

-20.00

-15.00

-10.00

-5.00

0.00

5.00

10.00

KÜRESELTÜRKİYE

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye 11

Dünya Değerler Araştırması‘nın son aşamasında katılımcılara “Ülkemizin sorunlarını düşüne-cek olursanız, ülkemiz liderleri tüm dünyada yoksulluğun azaltılmasına mı, yoksa ülkenin sorunlarına mı öncelik vermeli?” sorusu yöneltilmiştir. 10’un “ön-celik tamamen ulusal sorunlara verilmelidir” anlamına geldiği bu cetveldeki ortalamalar yukarıda sergilenmiştir. Kolayca yorumlanabilmesi amacıyla 1-10 arasındaki değerlerin 8-10 arası “öncelik ulusal sorunlara veril-melidir” olarak kodlanmıştır.

Ülkelerin ve katılanların ortalama skorları yüzde 66’dır, bunun anlamı üçte ikilik bir ke-simin önceliğin küresel yoksulluktan çok ulusal sorunlara verilmesi kanısını taşıdığıdır. Türkiye’de bu değerleri verenlerin oranıysa yüzde 73’tür ve Türkiye bu skoruyla ortala-manın üzerindedir.

İnsani gelişmişlik skorları yüksek olan ülkelerde ulusal sorunlara öncelik verilmesini yeğleyenlerin oranı daha düşüktür ve yüzde 58’dir. Türkiye’nin içinde bulunduğu ikinci grup ortalaması yüzde 69’dur ve Türkiye kendi içinde bulunduğu gruptan daha yüksek bir ortalamaya sahiptir.

AB üyeleri ortalaması yüzde 58, Müslüman ülkelerin ortalaması yüzde 67, Brezilya’nın skoru ise yüzde 64 civarındadır. Türkiye bu üç grubun da üstünde bir skora sahiptir.

Bu değerler incelendiğinde Türkiye kamuoyunun önceliğinin küresel yoksullukla müca-dele etmek yerine ulusal sorunlara yönelme konusunda diğer ülkelerden daha farklı bir yerde konumlandığını söyleyebiliriz.

Küresel Yoksulluk Hakkında KaygılarTürkiye’nin Önceliği: Ulusal Sorunlar

Tablo 3. Hükümetin Önceliği: Ulusal Sorunlar-Küresel Yoksulluk

Genel OrtalamaÜlkeler OrtalamasıTürkiyeTürkiye Sıralaması (49)İGE-1İGE-2İGE-3İGE-4AB ÜyeleriMüslüman ÜlkelerBrezilya

ÖNCELİK ULUSAL SORUNLAR

%65,6%64,5%72,8

17%57,7%68,9%73,8%59,1%58,0%67,4%63,7

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye12

Uluslarası Hukuka Saygıda Sondan Üçüncü Sıradayız

Şekil 5. Uluslarararası Hukuka Saygı

-20 -10 0 10 20 30 40 50 60

Pakistan

Meksika

Türkiye

Filistin

Hindistan

Hong Kong

İngiltere

G. Kore

Makao

Irak

Endonezya

Rusya

Mısır

Fransa

Azerbaycan

Şili

Nijerya

Kenya

Polonya

ABD

Tayvan

Almanya

Ukrayna

Çin

PIPA-WPON tarafından yürütülen küresel ölçekte bir kamuoyu araştırmasında görüşmelere katılanlara ülkelerinin dış politikası ve uluslararası hukuka saygı konusunda bir soru sorul-muştur*. Görüşülen kişilerden hükümetlerinin ne pahasına olursa olsun uluslararası hukuka uyması mı yoksa ülkenin çıkarına olmadığı durumlarda uluslararası hukuk kurallarını yok sayması mı gerektiği konsunda fikir belirtmeleri istenmiştir. Yukarıdaki grafik “uluslararası hukuka uyulmalı” yanıtlarıyla “uyulmasa da olur” yanıtları arasındaki farkları göstermek-tedir. Aradaki farkın pozitif olması uluslararası hukuka uyma yönünde daha fazla eğilim olduğunu gösterecektir.

* http://www.cfr.org/thinktank/iigg/pop/index.html

ULUSLARARASI HUKUKA SAYGI

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye 13

Araştırma kapsamındaki 24 ülkenin ortalaması artı 21 puandır, yani ortalama olarak kamu-oyları uluslararası hukuka uyma yönünde eğilim taşımaktadır. En yüksek skora 56 ile Çin, 48 ile Ukrayna, 44 ile Almanya ve Tayvan sahiptir. ABD’de bu fark 40 puandır. En düşük skorlara baktığımızdaysa -18 ile Pakistan’ın geldiğini görmekteyiz. Meksika -9’dur. Türkiye, 24 ülke arasında 0 puan ile sondan üçüncü sırada gelmektedir. Bu rakamlar da Türkiye’nin uluslararası hukuk hakkındaki neredeyse istisnasi tavrının bir başka göstergesidir.

Türkiye kamuoyunun uluslararası düzen hakkındaki görüşlerini özetleyebilecek başka bir gösterge de German Marshall Fund tarafından derlenmekte olan Transatlantic Trends veri-sidir.* Bu araştırmada bireylere dış politikanın işleyişi hakkında bir dizi soru sorulmaktadır. Bu sorulardan biri de uluslararası ilişkilerde savaşın gerekli olup olmadığına dairdir.

Yukarıdaki grafik 2011 yılı sonuçlarından yola çıkarak savaşın gerekli olduğunu düşünenler ve düşünmeyenler arasındaki farkı göstermektedir. Bu grafiğe göre 2007 yılında Türkiye’de savaşın gerekli olduğunu düşünenler gereksiz olduğunu düşünenlerden 8 puan kadar fazlayken, bu fark gittikçe barış yanlılarının lehine azalmıştır. 2011 yılında savaşın gerekli olmadığını düşünenlerin oranı 32 puan daha fazladır. Öte yandan araştırma kapsamındaki 11 ülkenin ortalaması kayda değer oranda bir savaş karşıtı eğilim göstermektedir ve bu açıdan AB ortalaması çok daha farklıdır. Aradaki fark ancak 2011 yılında azalmıştır.

* GMF Transatlantic Trends sonuçlarına ulaşmak için: http://trends.gmfus.org/transatlantic-trends/topline-data/

Şekil 6. “Savaş Bazen Gereklidir”

Şekil 7. “Ekonomik Güç Askeri Güçten Daha Önemlidir”

2007 2008 2009 2010 2011

-60.00

-50.00

-40.00-30.00

-20.00-10.00

0.00

10.00

20.00

TÜRKİYEAB’11

2007 2008 2009 2010 2011

0.0010.0020.0030.0040.0050.0060.0070.00

90.0080.00

TÜRKİYEAB’11

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye14

Yine aynı araştırma veri tabanından yola çıkarak Türkiye’nin uluslararası ilişkiler algısı konusundaki duruşunun farklılığı konusunda başka bir gösterge de sunabiliriz. Araştırma kapsamındaki ülkelerde görüşülenlere “ekonomik gücün askeri güçten daha önemli olup olmadığı” sorulmuştur.

Yukarıda görüldüğü üzere araştırma kapsamındaki AB üyesi ülkelerde bu konuda neredeyse bir uzlaşma vardır ve zaman içerisinde bu uzlaşma değişmemektedir. Oysa Türkiye’den elde edilen rakamlar 2007 yılında bu görüşe katılanların oranının katılmayanlardan 60 puana yakın bir oranda daha fazla olduğunu gösterirken, bu fark 2009 yılından itibaren azalmış ve 30 puana inmiştir. En son araştırma çalışması da farkın 30 puan olduğunu göstermektedir. Bu rakamlar Türkiye’de ekonomik gücün üstünlüğüne inananların oranının hala daha fazla olduğuna işaret ederken; bu fark son dönemde azalmıştır. Bu değişimin nedenleri üzerinde durulmaya değer bir tartışma alanı yaratmaktadır.

Çalışmanın bir parçası olarak farklı ülkelerdeki kişilerin uluslararası kurumlara güven derecelerine de odaklanılmıştır. Dünya Değerler Araştırması çalışmasında bireylere bir dizi siyasal kurum sayılmakta ve bu kurumların her birine ne kadar güvenip güvenmedikleri sorulmaktadır. Katılımcılardan belirtilen her kurum için “tamamen güvenirim”, “biraz güve-nirim”, “pek güvenmem” ve “hiç güvenmem” seçeneklerinden birisini seçmeleri istenmiştir. Katılımcıların dört üzerinden not verebildikleri ve dördün en fazla güven derecesini göster-diği bu soruda ölçeğin ilk iki yanıtı “güveniyorum”, son iki yanıtıysa “güvenmiyorum” olarak kodlanmış ve güveniyorum yanıtı oranlarından güvenmiyorum yanıtı oranları çıkartılarak uluslararası kurumlara net güven skoru hesaplanmıştır.

Çalışmamız çerçevesinde sadece iki uluslarararası kuruma, AB’ye ve Birleşmiş Milletler’e (BM) güven sorularına odaklanılmıştır.

Konu AB’ye güven olduğunda araştırma kapsamın-daki 32 ülkenin vatandaşlarının genel ortalaması eksi yüzde 9 gibi bir rakamdır ve nötr olarak tanım-lanabilir. Türkiye’nin AB’ye net güven skoru eksi yüzde 38’dir. Yani güvenmeyenler güvenenlerden 38 puan daha fazladır ve bu oran ortalamanın çok üzerindedir. Bu rakamla Türkiye 32 ülke arasında 26. sırada gelmektedir.

Yüksek insani gelişme skoruna sahip ülkeler gru-bunda AB’ye karşı düşük de olsa olumsuz bir tavır olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye’nin içinde bulunduğu ikinci grupta ortalama neredeyse 0 iken; Türkiye bu

konuda aynı gruptaki diğer ülkelerden daha olumsuz bir duruş sergilemektedir.

Uluslararası Kurumlara Güven(sizlik)

Uluslarası Kurumlara Duyduğumuz İstisnai Güvensizlik

Tablo 4. Uluslarararası Kurumlara Güven

Genel OrtalamaÜlkeler OrtalamasıTürkiyeTürkiye SıralamasıİGE-1İGE-2İGE-3İGE-4AB ÜyeleriMüslüman ÜlkelerBrezilya

AB BM

-%8,7-%8,8-%37,926/32-%16,2-%1,0-%6,2%3,6-%7,6-%5,2

-%3,5-%1,9

-%36,949/56%1,1

-%7,9-%2,0%10,6%7,9

-%17,1-%1,2

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye 15

AB üyesi ülkelerin ortalaması eksi yüzde 8 ve müslüman ülkelerin ortalaması da eksi yüzde 5’tir. Türkiye bütün bu ortalamaların çok üzerinde bir güvensizlik skoruna sahiptir. BM’ye güven söz konusu olduğunda araştırma kapsamındaki ülkelerin ortamalası nere-deyse nötr olarak nitelendirilebilecek eksi yüzde 3,5’tur. Türkiye eksi yüzde 37’lik skoruyla güvensizlik açısından ortalamadan çok daha yüksek bir skora sahiptir. Bu sorunun yöneltil-diği 56 ülke arasında Türkiye 39. sırada yer almaktadır.

BM’ye duyulan güven açısından İnsani Gelişmişlik Endeksi gruplamaları arasında kayda değer fark yokken; Türkiye kendi içinde bulunduğu ikinci grubun eksi yüzde 8’lik ortala-masının 4 katından fazla bir güvensizlik skoruna sahip olarak ayrı bir yer edinmektedir. AB üyesi ülkelerde düşük de olsa BM’ye yönelik bir güven varken, Türkiye bu iki grubun da çok dışında bir güvensizlik derecesi sergilemektedir. Keza, Türkiye, araştırma kapsamındaki Müslüman ülkelerin ortalamasının iki katından fazla bir güvensizlik ortalamasına sahiptir. Brezilya’da nötr bir tutum varken, Türkiye’deki yüksek negatif skor üzerinde durulmaya değerdir.

Türkiye, dahil olduğu ve olacağı ülke gruplarının ortalamasını da aşmaktadır. Bu veriler doğrultusunda Türkiye’nin uluslararası kurumlara güvensizlik konusunda istisnai bir yere sahip olduğunu söyleyebiliriz.

Türkiye’de yaşayan bireylerin uluslararası düzen hakkındaki görüşlerini keşfetmeyi amaç-layan farklı kamuoyu araştırmalarının sonuçlarını derlediğimiz bu çalışmada nedensellikleri çok fazla sorgulamadan bir bütün olarak Türkiye’nin uluslararası düzen algısı açısından diğer ülkelerden ne derece farklı olduğunu göstermeye çalıştık.

Çalışmamız tekrarlanabilmesi açısından kamuoyuna açık veri tabanları olan Dünya Değerler Araştırması, Pew Global Attitudes Project, GMF Transatlantic Trends, BBC Globescan gibi küresel düzeyde yürütülen ve karşılaştırmalı analizlere izin veren çalışmaların bulgularını sunmakla sınırlıdır. Okuyucu açısından yorucu olabilecek ileri istatistik tekniklerini ya da çok değişkenli analizleri kullanmadan yaptığımız analizler büyük olasılıkla betimleyici kalmıştır, ancak altı çizilen durumun benzersizliği konusunda fikir verici olduğu kanısındayız.

Bahsettiğimiz verilerin kısa bir taraması karşılaştırmalı kamuoyu araştırmalarının Türkiye kamuoyunun uluslararası düzen hakkında ne kadar şüpheci olduğunu göstermiştir.

Keza, Dünya Değerler Araştırması’nda sorulan bir soruya verilen yanıtlar Türkiye kamuoyu-nun küresel yoksulluktan çok ulusal sorunlarla mücadeleye öncelik verdiğini ve bu açıdan da

Araştırma çalışmasından elde edilen veriler, Türkiye’nin iki uluslararası kuruluş olan AB ve BM’ye karşı ortalamanın çok üzerinde bir güvensizlik taşıdığını göstermektedir.

Türkiye kamuoyu uluslararası barışın korunması, gelişmekte olan ülkelere yardım ya da mültecilerle ilgilenmek gibi konuların Birleşmiş Milletler gibi uluslararası ya da bölgesel kurumların değil; ulusal hükümetlerin işi olduğu görüşüne sahip çıkmaktadır ve bu konu-da diğer ülkelerin ortalamalarından çok daha ulusalcıdır.

Sonuç

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye16

içinde bulunduğu ya da bulunmak istediği ülke gruplarından çok daha farklı bir profile sahip olduğunu göstermiştir.

PIPA-WPON tarafından yürütülen küresel araştırma sonuçları, Türkiye kamuoyunun ulus-lararası hukuka saygı gösterilmesi ya da ulusal çıkarların gözetilmesi ikileminde nötr bir tutuma sahip olduğunu göstermiştir. Bu soru bazında karşılaştırma yapıldığında 24 ülke arasında Türkiye’nin en az uluslararasıcı olan üç ülkeden biri olduğunu görmekteyiz. Diğer ülkeler Pakistan ve Meksika’dır.

Transatlantic Trends araştırma çalışmasına göre Türk kamuoyunda uluslararası ilişkilerde savaşın bazen gerekli olduğu kanısında olanların oranı aynı çalışma kapsamındaki Avrupa Birliği üyesi 11 ülkeden çok daha fazladır. Keza, Türkiye’de “ekonomik gücün askeri güçten daha önemli” olduğunu düşünenlerin oranı da aynı referans grubuna göre daha azdır.

Dünya Değerler Araştırması küresel olarak Avrupa Birliği ya da Birleşmiş Milletler’e güvenin düşük olduğunu göstermiştir. Araştırma kapsamındaki ülkelerin AB’ye güven ortalaması eksi yüzde 8’dir. Oysa Türkiye’de bu oran eksi yüzde 37 civarındadır ve ortalamanın beş katı bir güvensizliğe işaret etmektedir. Araştırmaya katılanlar Avrupa Birliği ve Birleşmiş Millet-ler arasında bir fark görmemektedir. Türkiye BM’ye güven açısından da 56 ülke arasında 49. sıradadır.

Türkiye’nin kendine özgülüğü diğer ülkeler hakkındaki algılarında da görülmüştür. Pew Global Attitudes çalışmasına göre Türkiye kamuoyu nezdinde hiç bir ülkenin popülerliği yüzde 35’ten fazla değildir. Türkiye’nin ABD hakkındaki olumsuz algısı bilinmektedir ancak Türkiye’nin araştırma kapsamında sayılan 5 ülkenin 3’ü hakkında olumsuz algıya sahip olması; olumsuz algıların sadeca ABD ile sınırlı kalmadığının bir göstergesidir.

BBC GlobeScan çalışması da Türkiye’nin diğer ülkeler hakkındaki olumsuz algısının derece-sini göstermektedir. 2007 yılından itibaren yapılan araştırmalar değerlendirildiğinde Türkiye kamuoyunun diğer ülkeler hakkındaki olumlu algısının eksi yüzde 20 ile 30 civarında bir ortalamaya sahip olduğu; ancak 2011 çalışmasında 3,5 gibi neredeyse nötr bir skora gelindi-ği görülmektedir. Bu dönemde araştırmaya katılan diğer ülkelerin ortalama algı skoru 5 ile 10 arasında değişmektedir, başka bir deyişle Türkiye ortalamasıyla 40 puana ulaşan farklar bulunmaktadır.

Türkiye’nin diğer ülkeler hakkındaki olumsuz algısı küresel yönetişim konusunda da gö-rülmektedir. GMF Transatlantic Trends çalışması kapsamındaki 11 AB üyesi ülkede ABD’nin dünya liderliği konusunda aktif rol oynaması konusunda kayda değer bir destek bulunur-ken, Türkiye’de bu desteğe rastlanmamaktadır. Benzer şekilde AB’nin Dünya liderliği de Türk kamuoyu tarafından teveccüh görmemektedir.

Bütün bu rakamları bir arada incelediğimizde, Türkiye kamuoyunun uluslararası düzen ve kurum-lar hakkında yüksek derecede bir şüphecilik duyduğunu söyleyebiliriz. Bu şüphecilik sadece ku-rumlarla sınırlı kalmamakta, uluslararası hukuk düzeninden de şüphe duyulmasıyla eş anlı olarak görülmektedir. Ayrıca diğer ülkeler hakkında da kayda değer bir olumsuz algı bulunmaktadır.“Türkiye’nin Yalnızlığı” olarak tarif edebileceğimiz bu algının Türkiye toplumunun tama-mında türdeş şekilde dağılmadığı kesindir. Bazıları bu algıya daha fazla sahipken, bazıları

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye 17

daha az şüphecilik ve yalnızlık hissi taşıyacaklardır. Bu farklılaşmanın eğitim ya da sosyal statü gibi dışşal nedenleri olabileceği gibi, sosyalleşme ya da eğitim gibi içsel nedenleri de bulunabilir. Bu nedenlerin keşfedilmesi bu kısa çalışmanın sorularının ötesinde olmakla birlikte, üzerinde durulmaya ve tartışılmaya değerdir.

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye18

Doç. Dr. Kenan Çayır

Son yıllardaki siyasal ve toplumsal gelişmeler sonucu Türkiye’nin uluslararası sistemle ve di-ğer ülkelerle ilişkilerinin arttığı söylenebilir. Zira Türkiye, süreç tıkanmış görünse de, Avrupa Birliği ile üyelik müzakerelerini yürüten bir ülke. Öte yanda Adalet ve Kalkınma Partisi hü-kümetinin proaktif dış politika anlayışı sonucu son yıllarda Latin Amerika, Afrika ve özelikle Ortadoğu ülkeleriyle yeni ilişkiler kurulmaya çalışılıyor. Türkiye ayrıca son yıllarda NATO ve BM gibi kuruluşlarda da daha aktif bir rol oynamaya çalışıyor. Dolayısıyla Türkiye’nin ulusla-rarasılaşma olarak nitelendirilebilecek bir süreçten geçtiği ileri sürülebilir.

Bir yanda bu süreç yaşanırken öte yanda istatistiksel veriler, Türkiye’de insanların ulusla-rarası sisteme ve diğer ülkelere karşı yüksek oranda güvensizlik ve şüphecilik duygularına sahip olduğunu gösteriyor. Şunu hemen belirtmek gerekir ki, uluslararası yakınlaşmalar kolaylıkla toplumlar arası dostluk ve dayanışma duygularını doğurmaz. Hatta küreselle-şen dünyada “farklı olan”ın yakınlaşması yüzünden mevcut konumlarının ve kimliklerinin tehlike altında olduğunu düşünen toplumlar ve gruplar arasındaki gerilimler de artabil-mektedir. Ancak yine de, bu derlemede Emre Erdoğan’ın çeşitli veri tabanlarına dayanarak dile getirdiği gibi diğer ülkelere karşı şüphecilik bakımından Türkiye’nin kendine özgü bir konumu olduğu görülüyor.

Mevcut haliyle uluslararası düzenin ve hukukun eleştirilecek birçok yönü olduğu söylenebi-lir. Ancak sorun, Avrupa ve dünya şüpheciliğinin evrensel değerlerden kopuk, içe kapalı bir Türkiyecilik, ulusalcılık ve tikelci bakış açısını beslemesi ihtimalidir.

Türkiye’de insanların ülkelerini ve ulusal tarihlerini öğrendikleri ve diğer ülkelerle ilgili bilgi-leri edindikleri kaynaklardan biri de ders kitaplarıdır. Ders kitapları bir ülkenin anayasasıyla birlikte resmi söylemi yansıtan ve o ülkedeki “meşru bilgi”yi gösteren metinlerdir. Ders ki-tapları “kültürümüz” veya “ortak değerlerimiz” gibi başlıklar altında kolektif kimliğin ya da “Biz”in sınırlarını çizerler; kimin bu sınırın içinde, kimin dışında olduğunu belirtirler. Eğitim yoluyla vatandaşlar, Türkiye’nin tarihini, siyasal ve kültürel konumunu, diğer ülkelerle ne

İstanbul Bilgi Üniversitesi

Ders kitaplarının mesajı: “Ülke tehdit altında… savunma için hazırlıklı, diğer ülkelere karşı uyanık ol!”

Emre Erdoğan’ın sözkonusu çalışmasında gördüğümüz üzere, Türkiye’de gerek uluslararası düzen gerekse diğer ülkelere karşı çok yüksek düzeyde olumsuz bir algı var.

Sonuçta ortaya çıkan, her ne kadar uluslararası düzen ile ilişkileri artsa da, çevresine sürekli tehdit algısı ile bakan, güvensizlik ve aşırı güven duyguları arasında salınan ve evrensel değerlerin oluşturul-ma sürecine katkısı sınırlı bir Türkiye olacaktır.

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye 19

Örneğin, Tarih Vakfı’nın yürüttüğü Ders Kitaplarında İnsan Hakları Projesi’ne göre kitaplarda birçok hak ihlali ve ayrımcılık içeren ifade bulunmakta; Türkiye düşmanlarla çevrili bir ülke olarak gösterilmekte ve birçok ders militarist perspektifle savaşı ve ölümü yücelten bir içerikle sunulmaktaydı (Çotuksöken vd., 2003).

tür ilişkilerinin olduğunu, hatta olması gerektiğini öğrenirler. Bu çerçevede, araştırmalarda ortaya çıkan, diğer ülkelere karşı olumsuz algılara kaynaklık eden unsurlardan biri de ders kitapları olabilir. Dolayısıyla bu yazı, mevcut ders kitaplarında Türkiye ve diğer ülkelerin nasıl resmedildiğini inceleyecektir.

Mevcut ders kitapları 2005 müfredat reformu sonucunda yeni bir anlayışla yazılmış olan me-tinlerdir. Bu reform Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) gerçekleştirmiş olduğu en kapsamlı dönü-şümlerden biridir. Zira MEB’e göre bu reform ile öğretmeni sınıfta tek hakim kılan ve didaktik bir şekilde kaleme alınmış olan ders kitaplarıyla yürütülen davranışçı yaklaşım terk edildi; öğrenci merkezli yeni yapılandırmacı eğitim anlayışı benimsendi. Bu yeni yaklaşım, öğretmen-lerden tek yönlü olarak bilgiyi aktaran değil, kitaplardaki etkinlikler aracılığıyla öğrencilerin eleştirel düşünmelerini ve bilgiyi inşa etmelerini sağlayan bir rol üstlenmelerini istemektedir. Sonuçta reform sürecinde ders kitapları, bu yeni anlayışa göre yeniden yazıldı. Ders kitapları-nın yanında ilk kez öğrenci çalışma kitapları ve öğretmen kılavuz kitapları hazırlandı.

MEB’e göre bu reformun amacı, “Türkiye’yi 21. yüzyıla hazırlamak” ve “Avrupa Birliği norm-larına uyum sağlamak”tı. Bu hedeflere ulaşmayı sağlayacak yeni programlarda “evrensel kültüre öz kültürümüzden ve değerlerimizden yola çıkarak katkıda bulunma”nın da önemin-den bahsedilmekteydi (TTKB, 2009; Çayır, 2009). MEB, mevcut kitapların 20. yüzyılın sana-yi toplumunun mantığıyla hazırlandığını ve teknolojinin hakim olduğu günümüz dünyasının ihtiyaçlarına cevap vermediğini dile getirmişti. 2005 öncesi ders kitapları hakkında yapılan çalışmalar da bu kitapların ivedilikle yenilenmesi gerektiğini göstermişti.

Reform öncesi zorunlu olarak okutulan 8. sınıf Vatandaşlık ve İnsan Hakları Eğitimi dersinin içeriğinde dahi vatandaşlık teması “iç ve dış tehditler” çerçevesinde kurgulanmıştı (Gök, 2003; Çayır ve Gürkaynak, 2008). Tarih derslerinin konuları 1940’lar ile son bulmaktaydı. Güncel konuların ele alındığı tek ders ise Milli Güvenlik dersiydi. Bu ders ise isminden de anlaşılacağı gibi konuları, dost-düşman ve tehditler bağlamında ele almaktaydı. Bu açıdan yakın zamanda Milli Güvenlik dersinin kaldırılması kararını da son zamanlardaki önemli değişikliliklerden biri olarak zikretmek gerekir.

Bu çalışma, Talim Terbiye Kurulu Başkanlığı (TTKB)’nin ifadesiyle (2009) “Dünyada ve Türkiye’de yaşanan gelişmeler doğrultusunda” yenilendiği söylenen ders kitaplarında bir iyileşme olup olmadığını; ders kitaplarının Türkiye’yi 21. yüzyıla ne şekilde hazırladığını; bu kitaplarda nasıl bir Türkiye ve dünya resmi çizildiğini incelemektedir. Son yıllarda yapılan çalışmalar yeni kitaplarda bazı kısmi iyileşmelerin olduğunu göstermektedir. Örneğin bazı kitaplarda didaktik anlatım yönteminin terk edildiği ve öğrencilerin eleştirel düşünme bece-

Ders Kitaplarında Türkiye:Sürekli Tehdit Altında Olan Ülke

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye20

rilerini geliştirecek etkinlikler sunulduğu görülmektedir (Tüzün, 2009). 8. sınıf müfredatına dahil edilen ve seneye kaldırılacak olan Vatandaşlık ve Demokrasi Eğitimi ders kitabında, daha önceki derste bulunan “iç ve dış tehdit unsurları”ndan bahsedilen bölümler çıkarılmış, öğrencileri ayrımcılık konusunda bilgilendiren birçok yeni pasaja yer verilmiştir (Özpolat, 2011). Yakın zamanda yapılan bir çalışmada, 1-7. sınıflar Hayat Bilgisi ve Sosyal Bilgiler kitap-larında toplumsal cinsiyet eşitliliği konusunda birçok olumlu örneğe yer verildiği görülmüş-tür (SEÇBİR, 2012).

Bir başka araştırmaya göre de, her sınıf düzeyinde öğrenciler tarihi “Yurdumuz İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar ve Yunanlılar tarafından paylaşılarak…” veya “…güzel yurdumuzu işgale başladılar” ifadeleriyle öğrenmektedirler ( Tüysüz, 2011, s.55 ve 191). Hatta bazı yazarlar öğ-rencileri aktif kılan yeni yapılandırmacı yaklaşımı, diğer ülkelere karşı daha keskin bir tarih bilinci yaratmak için kullanmaktadır. Örneğin, 7. Sınıf Sosyal Bilgiler kitabı “20. Yüzyıl başın-da Avrupa Ülkeleri ve Osmanlı Devleti’nin durumunu şimdi devletlerin dilinden dinleyelim” dedikten sonra “sınıfta her bir devleti bir öğrencinin canlandırmasını” ve bu öğrencilerden aşağıdaki sözleri söylemesini istemektedir:

Eski eğitim anlayışında belki sadece okunarak ya da anlatılarak geçilen bu bilgilerin, etkinlikteki canlandırma ile birlikte daha etkili şekilde inşa edilen bilgilere dönüşebileceğini söylemek yanlış olmaz. Dolayısıyla reformda hedeflendiği gibi öğrencileri aktif kılma amacı yerine gelmiştir. Ancak bilginin inşa ediliş tarzının diğer ülkelere karşı olumsuz kalıpyargı oluşturma potansi-yeli taşıdığı da açıktır. Bu yoruma karşı “ama bunlar tarihsel gerçekler, dolayısıyla öğrencilere aktarılmalıdır” itirazı yapılabilir. Ancak burada önemli olan, bu tarihsel anlatının hangi dil ve ifadelerle kurulduğu ve kitaplarda başka hangi bilgilerle birleştiğidir. Çünkü kitaplara göre diğer ülkelerin Türkiye’ye bakışı ve Türkiye üzerindeki emelleri bugün de devam etmektedir. Dolayı-sıyla ülkelerin tarihte oynadığı rollerin bugün de devam ettiği bazen açıkça bazen ima yoluyla dile getirilmektedir. Türkiye güncel olarak da düşmanlarla çevrili ve tehdit altında bir ülke olarak resmedilmektedir. Örneğin MEB’in yayımladığı 5. sınıf Sosyal Bilgiler kitabına göre (Ek 1);

Bu kısmi iyileşme örneklerine rağmen, Türkiye’nin tarihsel ve güncel olarak konumlandırılması açısından ders kitaplarındaki sorunlar devam etmektedir. Türkiye tarihsel olarak öncelikle işgale uğramış ve diğer ülkelerle savaşarak kurulmuş bir ülke olarak konumlandırılmaktadır.

İngiltere: “Ben İngiltere, biliyorsunuz Sanayi İnkılabını ben başlattım. Bu nedenle sömürge yarışının öncüsüyüm…”

Fransa: “Ben Fransa, İngiltere’den sonra Hollanda, Belçika sanayileşti ve ben de sanayileştim. Hep birlikte sömürgecilik yarışına başladık. Dünyadaki yoksul, güçsüz devletleri kendi aramızda paylaştık…”

Rusya: “Ben Rusya, ekonomim güçlü ve çok geniş topraklara sahibim. Fakat topraklarımın sıcak denizlere kolay-ca bağlantısı yok… Komşum Osmanlı Devleti’nin topraklarını alsam Akdeniz’e ineceğim…”

İtalya: “Ben İtalya, ben de siyasi birliğimi geç sağladım. O yüzden Almanya ile birlikte hareket ediyoruz. Bunun yanında ben Osmanlı topraklarında sömürgeler elde etmek istiyordum, bu amaçla Trablusgarp’ı işgal ettim…”

Bulgaristan-Romanya-Yunanistan: “Biz Osmanlı Devleti’nden ayrılarak bağımsızlığımızı kazanmış devletleriz. Biz Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’da kalan topraklarını almak istiyoruz…” ( Arslan, 2011, s.189)

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye 21

“Türkiye, sahip olduğu ortak değerlerle ve dünya üzerindeki konumu nedeniyle bölgesinde güçlü bir ülkedir… Türkiye Asya ve Avrupa kıtalarının birleştiği bölgede köprü oluşturur. Akdeniz ve Karadeniz’i birbirine bağlayan boğazlara sahiptir. Karadeniz’e kıyısı olan ülkeler diğer denizlere açılırken boğazları kullanır. Ülkemiz petrol kay-naklarına sahip olan ülkelere komşudur… Genç ve dinamik bir nüfusa sahip olan Türkiye, gelişmekte olan büyük bir ekonomik güce sahiptir. Türkiye’yi bazı devletler kendileri için tehlikeli bulmaktadır. Bu ülkeler, kendi toprak-larını genişletmek ve denizlerde egemenlik elde etmek amacıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin zayıflaması için çaba harcamaktadır” (Başol vd., 2011a, s.163).

ZEYNEP: Ülkemizde erkekler, 20 yaşına geldiğinde askere gidiyor. Yasalara göre bayanlar askere alınmıyor. Ama Kurtuluş Savaşı’nda bu vatanı birlikte kurtardık. Askerlik bu yüzden çok kutsal bir vatan borcu. Bence bayanlar da askere gitmeli.

OKAN: Bence bayanların askerlik yapmasına gerek yok. Zaten bayanlar erkekler kadar kuvvetli olmadığı için askerlik yapamazlar.

ECE: Buna katılmak mümkün değil. Çünkü Kurtuluş Savaşı’nda kadın erkek hep birlikte mücadele ederek bu vatanı kurtardı. Ülkemizin savunma için daima hazırlıklı olması gerekiyor. Bunun için de askerlik eğitimini bayanların da mutlaka alması gerekir. Ancak bu eğitim sayesinde ülkemizin savunulmasında her zaman görev yapabilir hale gelebiliriz.ZEYNEP: Sosyal Bilgiler dersini çok seven arkadaşım Ece’nin ne kadar etkili ve akıllı cevaplar veren bir insan olduğunu görmüş olduk. Eğer Sosyal Bilgiler dersi olmasaydı, o da Okan gibi cevaplar verebilirdi (Genç vd., 2010a, s.26).

Bu pasaj müfredattan kaldırılan Milli Güvenlik dersinin ruhunun diğer kitaplarda yaşadı-ğının bir örneğidir. Bu cümlelerden sonra sınıfta tartışılması için öğrencilere verilen soru şudur: “Ülkemizi kendileri için tehlikeli bulan devletler karşısında vatandaşlara düşen görev ve sorumluluklar neler olabilir? Tartışınız”. Bu soruyu öğretmenlerin sınıfta tartış-tırıp tartıştırmadığı, öğrencilerin ne cevap verdiklerini bilmiyoruz. Bunun için ayrı saha çalış-masına ihtiyaç var. Ancak bu anlatı ve sorudan sonra 11, 12 yaşlarındaki çocuklardan istenen cevabın, “diğer ülkelere karşı uyanık olmak, onlardan şüphe duymak ve ülkemizin her daim tehlikede olduğunun bilincine varmak” olduğu açıktır.

Hatta MEB’in 6. sınıf Sosyal Bilgiler kitabına göre Türkiye o kadar tehdit altındadır ki, “ülkemizin savunmasında her zaman görev” yapabilmeleri için kadınların da askere alınmaları gerektiği dile getirilir. “Türkiye Cumhuriyeti’nin Etkin ve Sosyal Vatanda-şıyım” başlığı altında yazılmış olan diyaloglar bu duruma örnek gösterilebilir (Ek 2). Yazarlar, “etkin vatandaşlığın” unsurlarını birkaç öğrencinin aralarında geçen diyalogla sunmaktadır. Altıncı sınıfa giden Zeynep önce kendini tanıtır. Zeynep, “Sosyal Bilgiler dersinde öğrendiğimiz bilgileri, günlük hayatımızda ne kadar kullanacağımızdan emin değilim. Bunu anlamak için arkadaşlarım Ece ve Okan’a önceden hazırladığım birkaç soruyu sormaya karar verdim” der. Buna göre Ece okuluna devam etmekte ve Sosyal Bilgiler dersini çok sevmektedir, Okan ise ilköğretimden sonra okulu bırakmıştır. Birçok açıdan sorunlu olan bu metinde mesajlar, olumlu karakterler Ece ve Zeynep aracılığıyla iletilir. Vergi ve çevre kirliliği ile ilgili mesajlardan sonra sıra “bayanların askerliğine” gelir. Diyalog şöyle gelişir:

Metin açıkça “bayanların askerlik yapmaları” gerektiği mesajını verir. Türkiye’nin gün-deminde olmasa da kadınların askerlik yapmaları gerekliliğinin vurgulanması sebebi ne

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye22

“Ülkenizde barış ve dostluk içerisinde özgürce yaşama hakkına sahipsiniz. Ancak farklı sebeplerle ülkenizin toprakları yavaş yavaş düşman kuvvetlerince işgal edilmeye ve özgürlüğünüz elinizden alınmaya başlanıyor. Artık ülkenizde eskisi kadar özgür değilsiniz … sınırların dışına çıkmanız yasaklanmış durumda … Düşman askerleri ülkenizi bütünüyle ele geçirmek için tekrar acımasız bir saldırıya geçer … Artık bu baskında bunaldınız ve kurtarıcı bir umut ışığı, size yol gösterecek birilerini arıyorsunuz…”

olabilir? Metne bakılırsa, çünkü “ülkemizin savunma için daima hazır bulunması gere-kiyor”. Bunun için meşrulaştırıcı zemin de Kurtuluş Savaşı’ndaki durumdur. O dönemde kadın erkek birlikte mücadele ettiklerine göre, bugün de kadınlar savaşa hazırlanmalıdırlar. Dolayısıyla yine karşımıza sürekli gündemde tutulan tehdit algısı çıkar. Bu metin için uzun yorumlar yapılabilir. Ancak kadınların askerlik yapmaları gerekliliğinin “etkin vatandaşlık” vasıfları arasında sayılmasının altını çizmek gerekir. Dolayısıyla vatandaşlık, militarist temelde kurgulanmakta ve bu çerçevede kadınların aslında “tam vatandaş” olamadıkları dile getirilmektedir. Her militarist yaklaşımda olduğu gibi, burada da militarist değerlerle erkeklik ve savaş vurgusu birleşmektedir. Bu şekilde resmedilen bir ülkenin İstiklal Marşı’nın Müzik dersinde öğretiliş şekli de yine top tüfek sesleri arasında olur. Müzik dersi Öğretmen Kılavuz Kitabı’na göre İstiklal Marşı’nı öğretmek için gerekli araç ve gereçler şunlardır: “CD (silah, top, tüfek vb. ses efektleri), ve Kurtuluş Savaşı’nı yansıtan görsel materyaller” (Ek 3). Milli mücadele ruhunu uyandırmak için öğretmenlerden, sınıfa girdiklerinde “CD çalara savaş efekti olan bir CD yerleştirmesi ve sesini hafifçe açması” istenir. Bu sırada öğrencilerden Kurtuluş Savaşı’nı hayal etmeleri istenir ve öğretmen şu sözleri okur:

İşte tam bu sırada öğretmenin daha önceden gizlice görevlendirdiği öğrenciler, İstiklal Mar-şı’nı okumaya başlarlar ve göğüste saklanan bayrağı da yukarıya doğru kaldırırlar. Kılavuza göre işte “bu an milli mücadele bilincinin uyanması ve düşmanı yenerek özgürlüğe kavuş-manın simgesi olarak kullanılır” (Özdemir ve Koç, 2011, s.10).

Bu etkinliğin Kurtuluş Savaşı’nı hayal etmekle sınırlı olduğu, dolayısıyla İstiklal Marşı’nı bu şekilde öğretmenin sakıncalı olmadığı dile getirilebilir. Ancak buradaki tekil örneği yine kitaplardaki genel yaklaşımın içine oturtmak gerekir. Bir önceki Sosyal Bilgiler örneğindeki kadınların askerlik yapmaları gerektiği vurgusunu düşünecek olursak, öğretmenin metinde okuduğu tehdit algısı bugüne taşınır, çünkü “ülkemizin savunma için daima hazır bulunma-sı” gerekmektedir. Bu perspektifle Müzik dersinde öğretilen şarkıların ve türkülerin büyük bölümü savaşılan düşmanlarla ilgilidir. “Yaşayan Türkülerimiz” başlığı altında öğretilen An-tep Türküsü buna bir örnek: “Fransızlar her taraftan yürüdü/Yağ kalmadı yüreklerde eridi/Nice yiğitler istihkamlarda çürüdü” (Koç, 2011, s.99).

Bu bakış açısının ders kitaplarında ister istemez ulaştığı son nokta ise ölümün yüceltilmesi-dir. Örneğin bir İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük ders kitabında (Ek 4), ölümle ilgili mesajlardan biri, Maraş’ın işgali sırasında şehrin ileri gelenlerinden Aşıkoğlu Hüseyin ile Fransız komu-tan arasında geçtiği ileri sürülen diyalogla iletilir. Fransız komutan şöyle konuşturulur: “Bir bez parçasından başka bir şey olmayan bayrak için dün bu kadar gürültü yaptınız. İstesem hepinizi yok edebilirdim, yapmadım. Yarın top tüfek kullanacak olursam ne yaparsınız? Çoluk çocuğunuza acımıyor musunuz?”. Bu sözlerin karşısında Aşıkoğlu Hüseyin şu ceva-bı verir: “Her gün ölmektense bir gün ölmeyi yeğlerim. Bayrak için ölmek her Türk için

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye 23

şereftir” (Başol vd., 2011b, s.63). Bu örnek bir yandan belirli bir tarih bilincini aktarmak için verilir. Ancak verilen mesajın geçmişle sınırlı kalması istenmez. Bu amaçla öğrencilere bu diyalogdan sonra şu soru yöneltilir: “Maraşlı Aşıkoğlu Hüseyin’in yerinde siz olsaydınız, nasıl bir cevap verirdiniz?”. İstenen cevap bellidir. Dolayısıyla bayrak için ölmenin şeref olduğu mesajı bugüne de taşınır. Fransız komutanın bayrağı aşağılaması sağlanarak, veri-len mesajın duygu boyutu da güçlendirilir. Sonuçta sürekli tehdit altında olarak resmedilen Türkiye’de öncelikli olarak yaşam hakkından ziyade, vatan için ölümün gerekliliği vurgula-nır. Yazarlar “vatanı sevmekten”, “vatan için ölmeye” doğrudan ve hızlı bir geçiş yaparlar. Diğer bir deyişle, tehdit algısının dayandığı zihniyet, “vatanımızı severiz, onu daha yaşanılır, huzur ve barış dolu kılmak için çalışırız” şeklindeki bir anlayışı geliştirmekten çok ölümü yücelten mesajlar iletir. Ölümün yüceltildiği bir ortamda ise demokrasinin çoğulcu, eleştiri-ye açık ve sorun çözmeye yarayan esnek vizyonu daralır.

Çocuklar şüphesiz ders kitaplarındaki bu mesajları birebir almazlar; hayatlarındaki birçok değişkenle birlikte yorumlarlar. Bu noktada çocukların bu konularda nasıl düşündüklerine örnek olması açısından bir meslektaşımla 7. ve 8. sınıf öğrencilerinin vatandaşlık ve insan hakları ders temalarını nasıl algıladıklarını tespit etmek amacıyla yürüttüğümüz bir araştır-madan bahsetmek yerinde olabilir (Çayır ve Bağlı, 2011).

Bazıları Amerika’nın Irak’tan sonra Türkiye’yi işgal edeceğini dile getiriyorlardı. Çocukların söyledikleri, mevcut Türkiye ve dünya düzeninde kendilerini oldukça güvensiz ve güçsüz hissettiklerini gösteriyordu. Bu çalışmada ulaştığımız sonuçlardan biri de, eğitim sürecinin çocukları sorunlar karşısında donanımlı hale getirmekten ve evrensel değerlere inanan vatandaşlara dönüştürmekten uzak olduğuydu. Bu bulguda Türkiye’yi tehdit altında sunan eğitim anlayışının payının olmadığını söylemek imkansızdır.

Türkiye’yi tehdit altında olarak konumlandıran ders kitaplarında diğer ülkelerin resmedilme biçimleri de, az önce ifade edilen tezleri destekler niteliktedir. Kitaplar, “Ülkeler ve Çocukla-rı” (Hayat Bilgisi 2), “Ülkeleri Tanıyalım” (Sosyal Bilgiler 4) veya “Ülkemiz ve Dünya” (Sosyal Bilgiler 6) gibi başlıklar altında farklı ülkeler hakkında bilgiler aktarırlar. Ele alınış biçimlerine göre bu ülkeleri iki gruba ayırmak mümkün: “Türk Cumhuriyetleri” ve Finlandiya, Almanya, Meksika, Brezilya gibi ülkeler (bir kitaptaki ifadeyle “Uzaktaki Arkadaşlar”).

Farklı ülkeler hakkında bilgiler verilen ünitelerin önemli bir bölümü kitaplardaki ifadeyle “Türk Cumhuriyetleri”ne ayrılır. Kitapların arkasında verilen Türk Dünyası Haritası’na (Ek 5) göre Azerbaycan, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan ve KKTC bağımsız dev-letler olarak Türk Dünyası’nın içindedir. Ayrıca bu dünyanın içinde birçok özerk cumhuriyetin de olduğu belirtilir. “Milli dış politikamız ve uluslararası ilişkilerimiz” başlığı altında yer alan,

2007-2008 yıllarında İstanbul ve Ankara’daki devlet okullarında odak grup tartışması yöntem-iyle yaptığımız çalışmanın bulgularından biri, çocuklarda şiddet dolu bir Türkiye ve dünya al-gısının olduğuydu. Bu ortamda çocuklar haklarını bilmenin evrensel barış için değil “ezilmemek için önemli olduğunu” düşünüyorlardı.

Sınırlarımızın dışı: “Türk Cumhuriyetleri” ve “Uzaktaki arkadaşlar”

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye24

“Türk Cumhuriyetleri, ülkemizin dış politikasında neden önceliklidir?” (Altun vd., 2011, s.126) sorusuyla bu ülkelerin önemi vurgulanır. “Ortak Kültürümüzü Keşfedelim” (Kaya vd., 2011, s.108) başlığıyla öğrencilere Türkiye’nin bu ülkelerle benzerlikleri sunulur. Bu benzerlik, bazen örnekte olduğu gibi bayrakların benzerliği (Ek 6) üzerinden kurulur (Eren ve Doğan 2011, s.154). Bir kitaba göre “Türk toplumları birbirinden uzun yıllar kültür, tarih, coğrafi konum ve birtakım sebepler yüzünden ayrı ve uzak olmalarına rağmen atasözleri ve deyimlerinde ortak yönlerini korumuşlardır” (Genç vd., 2010b, s.108). Bu ortaklığı göstermek için bazen Türk-menistan’da söylenen atasözlerinin Türkiye’deki karşılıkları sorulur, bazen bir maninin Uygur Türkçesi ve Türkiye Türkçesi yan yana verilir. Ortaklığın bir başka göstergesi ise Nevruz Bayramı’dır. “Türk Cumhuriyetleri”nden bahseden her kitapta muhakkak Nevruz Bayramı’na vurgu yapılır ve bu bayramın “Tüm Türk dünyasında ortak kutlanan bayram” olduğunun altı çizilir (Altun vd., 2011, s.126). Bazen de kültürümüzdeki ortaklık çocuk karakterler ağzıyla dillendirilir. Örneğin Özbekistan’ın tanıtıldığı bir ünitede Aycihan adlı bir Özbek çocuk şöyle konuşturulur: “Sizlerle Özbek Türkleri’nin o kadar çok ortak noktası var ki! Evimizde kendini-zi evinizde gibi hissedersiniz. Geleneklerimiz, yemeklerimiz birbirine çok benzer. Özbek Türk-leri de tıpkı sizin gibi misafirperverlikleriyle ünlüdür.” (Kaya vd., 2011, s.180). Bu ortak kültür vurgusuyla, Türkiye’nin dış dünyada yalnız olmadığı, tarihsel sebeplerle birbirinden uzak kalmış büyük bir Türk dünyası olduğu dile getirilir. Özbekistan, Türkmenistan gibi ülkeler de, bağımsız statüleriyle değil, etnik temelde kurgulanan ortaklığın parçası olarak sunulur. Öte yanda etnik ortaklığın bulunmadığı ülkeler hakkındaki bilgiler de, o ülkeyi temsil ettiği düşünülen çocukların diliyle aktarılır. Örneğin Hayat Bilgisi 2 kitabında (Ek 7) geleneksel ol-duğu düşünülen kıyafetler giydirilmiş Suudi Arabistanlı, Alman ve Yunan çocuklar konuşma balonlarıyla kendilerini tanıtırlar (Özdemir ve Çınar, 2011, s.143). 4. Sınıf kitabında ise Japon-ya’dan Miyoshi ve Finlandiya’dan Mikko isimli çocuklar kendi ülkelerinin yemek kültürleri, giyim tarzları ve bayramları hakkında bilgi aktarırlar (Tüysüz, 2011). “Uzaktaki Arkadaşlarım” başlığı altında ise Almanya, Japonya, Meksika, Avustralya, Nijer’den çocuklar kendi ülkelerin-de ne yiyip içtiklerinden ve ülkelerinin ön plana çıkan özelliklerinden bahsederler. Farklı ülkeleri ve kültürleri öğrencilere erken yaşlarda tanıtmanın birçok önemli işlevi vardır. Bu yolla çocuklara kendi kültürlerinin biricik ve tekil olmadığı mesajı verilebilir ve küresel-leşen dünyada farklı kültürlerin etkileşim içinde olduğu vurgulanabilir. Böylece öğrencilerin zengin ve çoğulcu bir kimlik geliştirmeleri sağlanabilir. Zira bugün artan göçler ve hızla gelişen kitle iletişim araçları sebebiyle kültürler yakınlaşmış, insanlar kendilerini birden faz-la kültürel aidiyetle tanımlamaya başlamışlardır. Başka bir deyişle insanları tek bir kültüre indirgemek, tek kültürün yemekleri ve giysileriyle resmetmek gittikçe güçleşmektedir.

Bir ülke ile ilgili kalıpyargıyı, o ülkenin adı geçtiğinde zihnimizde uyanan imaj olarak tanımlayabiliriz. Bu kalıpyargıların ülkeler karşı tutumları belirlediği de bilinmektedir. Kalıpyargılar kısmen doğruluk payı taşırlar, ancak sözkonusu ülke ya da grup ile ilgili aşırı genellemeler içerir ve farklılıkların üzerini örterler. Bu açıdan 2. sınıf düzeyinde çocuklar, tam da Türkiye’deki kalıpyargılara uygun adlandırmalarla geleneksel kıya-fetler içinde resmedilen Alman Hans ve Yunan Katina ile tanışırlar. Başka bir sayfada

Ders kitaplarındaki farklı ülke ve kültürlerin tanıtımına bu açıdan bakıldığında birçok sorun olduğu görülür. Öncelikle neredeyse tüm görseller ve anlatımlar o ülke hakkındaki kalıpyargıları güçlendirmekte ve kültürleri yemek/giyim-kuşam basitliğine indirgemektedir.

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye 25

da çocuklar Çinlilerin üçgen şapka giyen, Kenyalıların bedenlerine sardıkları bir elbise giyen insanlar olduklarını öğrenirler. Bu konunun çalışma kitabındaki etkinliğinde de öğrencilerden giysileri uygun isimlerle ve bedenlerle eşleştirmeleri istenir. Bu kalıpyar-gı oluşturucu tavır ileriki sınıflarda da devam eder. Sosyal Bilgiler 4 kitabında “Hangi Ülke?” başlıklı etkinlikte bazı fotoğraflar verilir ve öğrencilerden ülkeleri tahmin etme-leri ve açıklamaları istenir: Etek giyen erkeklerin olduğu resmin altına İskoçya yazmak ve açıklamak gibi. Başka bir kitabın “Toplumları Tanıyalım” (Ek 8) başlıklı etkinliğinde de ülkelere ait görseller verilir ve görselleri o ülkelerle ilgili birer cümlelik bilgilerle eş-leştirmeleri istenir. Buna göre “Brezilyalılar futbol oynamayı severler”; “Çinliler yaygın olarak pirinç yetiştiriciliği yaparlar”; “İngilizler şehir içi ulaşımında çift katlı otobüsü kullanırlar” (Tüysüz, 2011, s.121).

Bu tür etkinlikler toplumları tanıtmaktan çok mevcut kalıpyargıları yeniden üretir niteliktedir. Kalıpyargıların erken yaşta geliştiği düşünüldüğünde ders kitaplarındaki bilgilerin önemi daha da açığa çıkar. Kitapların Türkiye’yi ve “Türk Cumhuriyetleri”ni tanıtırken kullandığı yaklaşım burada pek görülmez. Buna göre “Uzaktaki Arkadaşlar” gerçekten uzaktadır, “Türk Cumhuriyetleri”nden çocukların dile getirdikleri gibi bu arkadaşlarla ortaklıklarımız pek yoktur. Kültürler birbirinden tamamen farklı adacıklar halindedir.

Sonuç olarak 2005 yılında “Dünyada ve Türkiye’de yaşanan gelişmeler doğrultusunda” (TTKB, 2009) yenilendiği ileri sürülen ders kitaplarında Türkiye’nin ve diğer ülkelerin resmedilme biçimi birçok açıdan sorunludur.

Bu amaçla kadınların askerlik yapmalarının, bayrak için ölmenin, Türkiye’ye tehdit oluş-turan ülkelere karşı uyanık olmanın önemi vurgulanır. Türkiye’nin bu şekilde resmediliş tarzı, diğer ülkelere karşı şüpheciliği besler niteliktedir.

Kitaplar iddia edildiği gibi dünyada yaşanan gelişmeleri de yansıtmamaktadır. Çünkü dünya çokkültürlü hale gelirken ve kültürel etkileşimler artarken; ders kitaplarında ülkeler hala homojen ve izole adacıklar olarak resmedilmektedir.

Dolayısıyla kitaplar, küreselleşen dünyada kültürler arası etkileşimi vurgulamak yerine, kültürle-rin duvarlarını biraz daha tahkim eder.

Öncelikle kitaplar Türkiye’nin sürekli tehdit altında olduğunu vurgulamakta ve güvensizlik duy-guları aşılamaktadır. Bu çerçevede birçok kitapta “ülkemizin savunma için daima hazır bulun-masının” gerekliliği dile getirilir.

Sınırların dışında ortaklığımızın olduğu tek kültür de “Türk Cumhuriyetleri”dir. Büyük Türk dün-yası vurgusu, öğrencilere Türklükle sınırlı bir dünya vizyonu sunar.

Sonuç

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye26

Sunduğu Türkiye ve dünya vizyonuyla ders kitapları, insanlığın ortak çabalarıyla geliştirilebi-lecek dünya barışını sağlamaktan çok, kendi dışındaki her yapı ve kültürden şüphe duymaya neden olan bir içeriktedir.

Ulus-devletlerin artık tek kültürlü olmadığını biliyoruz. Ayrıca son elli yılda artan ülkelerara-sı göçler sebebiyle birçok ülke daha da çokkültürlü hale geldi. Ancak kitaplara göre Japon-ya’da sadece Japonlar, İngiltere’de sadece İngilizler yaşar. Bu kültürlerin yemekleri, oyunları, giyimleri vs. birbirinden tamamen farklıdır. Dolayısıyla kitaplar, küreselleşen dünyada artan kültürlerarası etkileşimden pek bahsetmez, bunun yerine ulusal kültürlerin farklılıklarının altını çizer. Sunulan bilgiler, gittikçe karmaşıklaşan toplumsal yapıları yansıtmaktan çok, bu ülkeler hakkındaki hakim kalıpyargıları yeniden üretir niteliktedir.

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye 27

Kaynakça

Çayır, K., Bağlı, M.T. (2011) ‘No-one respects them anyway: Secondary students’ perceptions of human rights education in Turkey. Intercultural Education, vol.22, no.1, 1-14.

Çayır, K. (2009). ‘Avrupalı Olmadan Önce Biz Olmalıyız’: Yeni Öğretim Programları ve Ders Kitapları Işığında Türkiye Modernleşmesine Dair Bir Okuma. Kuram ve Uygulamada Eğitim Bilimleri, 9 (4), 1659-1690.

Çayır, K., Gürkaynak, İ. (2008). ‘The state of citizenship education in Turkey: Past and Present’. Journal of Social Science Education, 6(2), 50-58.

Çotuksöken B. ve diğ. (der.) (2003) Ders Kitaplarında İnsan Hakları: Tarama Sonuçları içinde, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları.

Gök, F. (2003). Vatandaşlık ve İnsan Hakları Eğitimi Ders Kitapları, B. Çotuksöken vd. (der.), Ders Kitaplarında İnsan Hakları: Tarama Sonuçları içinde, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları.SEÇBİR (2012) Sosyoloji ve Eğitim Çalışmaları Birimi Ders Kitaplarında http://www.secbir.org/wp-content/uploads/2012/03/DEKIG-Toplumsal-Cinsiyet-Raporu.pdf (20 Haziran 2012).

TTKB (2009) MEB müfredat geliştirme süreci. http://ttkb.meb.gov.tr/programlar/prog_gi-ris/prog_giris_1.html (Ağustos 2009).

Tüzün, G. (ed.). (2009). Ders kitaplarında insan hakları tarama sonuçları II. İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları.

Ders Kitapları

Altun, A. ve diğ. (2011) İlköğretim 6. Sınıf Sosyal Bilgiler, İstanbul: Altın Kitaplar.Arslan, M. (2011) İlköğretim 7. Sınıf Sosyal Bilgiler, Ankara: Anıttepe Yayıncılık. Başol, S. ve diğ. (2011a) İlköğretim 5. Sınıf Sosyal Bilgiler, Ankara: MEB Yayınları.Başol, S. ve diğ. (2011b) TC İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük, Ankara: MEB Yayınları.Eren, E. Ö. ve N. Doğan (2011) İlköğretim 3. Sınıf Hayat Bilgisi, Ankara: MEB YayınlarıGenç, E. ve diğ. (2010a) Sosyal Bilgiler 6, Ankara: MEB Yayınları.Genç,M. ve diğ. (2010b) İlköğretim 6. Sınıf Sosyal Bilgiler Öğrenci Çalışma Kitabı, Ankara: MEB Yayınları.Kaya, M. K. ve diğ. (2011) İlköğretim 4. Sınıf Sosyal Bilgiler, Ankara: MEB Yayınları.Koç, Y. (2011) Müzik 7 Öğrenci Çalışma Kitabı, Ankara: MEB Yayınları.Özdemir, A. ve F. Çınar (2011) İlköğretim 2. Sınıf Hayat Bilgisi, Ankara: MEB Yayınları.N. Özdemir ve Y. Koç (2011) Müzik 6-7-8 Öğretmen Kılavuz Kitabı, Ankara: MEB Yayınları.Özpolat, V. (ed.) (2011) İlköğretim 8. Sınıf Vatandaşlık ve Demokrasi Eğitimi, Ankara: MEB Yayınları.Tüysüz, S. (2011) İlköğretim 4. Sınıf Sosyal Bilgiler, Ankara: Tuna Matbaacılık.

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye28

Ek 1 – Sosyal Bilgiler 5, MEB Yay.

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye 29

Ek 2 - Sosyal Bilgiler 6, MEB. Yay.

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye30

Ek 3 - Müzik 6-7-8 Öğretmen Kılavuz Kitabı

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye 31

Ek 4 - TC İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye32

Ek 5 - Türk Dünyası Haritası

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye 33

Ek 6 – Hayat Bilgisi 3, MEB Yay.

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye34

Ek 7 - Hayat Bilgisi 2, MEB Yay.

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye 35

Ek 8 – Sosyal Bilgiler 4, Tuna Yay.

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye36

Prof. Dr. Orhan Tekelioğlu

Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren siyasal iktidarın gözünde Türkiye toplumunun kitle iletişim araçlarıyla ilişkisi her zaman öncelikli ve ayrıcalıklı bir mesele olmuştur. Örneğin, evlerde kullanılan telefonlara dair altyapıya Turgut Özal’lı, 1980’li yıllara kadar öncelik verilmemiş, öte yandan mütevazı bütçelerle “yedi düvele” karşı ayakta durulmaya çalışılan 1930’lu yıllarda, radyo vericilerinin kurulması ve yayınların dinleyiciye ulaştırılabilmesi için ciddi çabalar gösterilmiştir. Tam tarih vermek gerekirse, ilk Türkçe radyo yayını 6 Mayıs 1926 tarihinde İstanbul’da yapılmıştır. Deneme yayınlarının ardından, 6 Ocak 1927’de, radyo yayıncılığı başta olmak üzere tüm iletişim araçlarının kontrolü için devletin yayın tekeli oluşturulmuş ve Telsiz Telefon Türk Anonim Şirketi kurulmuştur. Kısa bir süre sonra, Ekim 1927’de, Ankara Radyosu düzenli yayına geçmiştir.

Resmî verilere göre, 1927 yılında, ülkenin her yerinde hızla örgütlenerek açılmaya başlanan Halkevlerinde (yeni rejimin “kültür merkezleri”) ve özel kişilerce işletilen kahvehanelerde toplam 1.178 radyo alıcısı vardır. Çok sıkı ithalat rejimi uygulanan bir dönemde radyo itha-latına izin verilmesi önemlidir. Tüm bu veriler, devletin radyo yayıncılığına (ve daha sonra, TV yayıncılığına) bu denli önem vermesinin sebebinin 1930’larda birbiri ardına uygulamaya sokulan sosyo-kültürel alandaki “inkılâplar”, yani, yeni rejimin en önemli ideolojik programı olan ve “yukarıdan aşağıya” bir örgütlenme modeliyle icra edilen, vatandaşın kamusal alan-daki hayatını kapsamaya yönelik “reformlar” olduğunu düşündürmektedir.

Bu çerçevede, radyo gibi kitlesel erişimi çok yüksek olan bir mecranın kullanımı, rejim açı-sından akılcı bir çözüm olarak öne çıkar. Nitekim, canlı (“emisyon”) yayınlanan konserlerden haber bültenlerine (“ajans”), tarım ve hayvancılık programlarından din sohbetlerine kadar dikkatle hazırlanan bir “kamu yayıncılığı planı” doğrultusunda “halkı aydınlatmaya” yönelik bir program paketi, içeriğin esasını oluşturmuştur. 1942 yılına gelindiğinde Türkiye’deki rad-yo sayısı 10.000’in üstüne çıkmıştır. Savaş süresince önemli bir haber aracı olarak etkinliğini sürdürüren radyo, film ithalatının olmadığı bu yıllarda Anadolu’nun çeşitli köşelerinde defa-larca gösterilen Mısır sineması örnekleri (sadece diyalogları değil, şarkıları da “dublajlanan” bu filmlerde şekillenen “kültürel beğeninin” 1960’lı yılların ikinci yarısında ortaya çıkacak arabeske bir öncül olduğu unutulmamalıdır) ile beraber halkın popüler kültürel ürünlere erişiminde neredeyse temel mecralar olarak konumlarını tescillemiştir.

Şarkıların sözlerinin “Türkçelenmesi” birazdan sözünü edeceğimiz, susturarak ya da duyulmaz kılınarak “ötekileştirmenin” ilk ve önemli örneklerindendir. Arapça’nın işaret ettiği anlam evre-ninde benzemeye çalıştığımız “batı medeniyeti”nin aksine dönüşmek ve kurtulmak istediğimiz bir önceki siyasal düzen olan Osmanlı döneminin hatırlanması ihtimali vardır. Keza, radyoda Osmanlı dönemini hatırlatığı için Osmanlı sanat müziğinin örnekleri (ismini Türk Sanat Müziği olarak sonradan “düzelttiğimiz” şarkılar) olabildiğince az çalınır, yani duyulmaz kılınmaya çalışılır. Osmanlı müziğini dinleyenler “ötekileştirilir”, “kozmopolit” ya da “yoz” ilân edilir.

Bahçeşehir Üniversitesi

“Ötekiler” ve Popüler Kültür Anlatıları

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye 37

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’nin yaptığı siyasal seçimin (NATO üyeliği çerçeve-sinde eklemlenilen “batı ittifakı”) hiç kuşkusuz popüler kültüre dair dönüştürücü etkileri olmuştur. Özellikle, çok partili düzene geçiş ve Demokrat Parti’nin “beklenmedik” zaferinin önemli sonuçlarından biri de radyo mecrasında olmuştur. Bu sefer farklı bir suskun kılma dönemi ve dinleyiciler için farklı bir ötekileştirme düzeni inşa edilir. Radyo programlarında içerik kayması olmuş, klasik batı müziği yerine batı pop müziğinin (“alafranga”) ve tür-külerin yanısıra daha önceki dönemlerde kısıtlanan Osmanlı kökenli şarkı formunun (ismi ulusallaştırıldıktan ve Türk sanat müziği olarak değiştirildikten sonra) öne çıkarıldığı yeni bir düzen gelmiştir. Ayrıca aynı dönemde, Hollywood filmleri ithal edilmeye başlanmış, global popüler kültürün “star” sistemi varolan eğlence kültürüne eklemlenmiş, gazino tipi eğlence yaygınlaşmış, hem müzik dünyasında hem de yerli sinema sektöründe “yerli starlar” dönemi başlamıştır. Eğlence kültürünün kapitalist düzenle uyuşarak sektörleşmesi, “alafranga” ve “alaturka” olarak iki ayrı kolda ilerlemeye başlamasının da başlangıcı 1950’li yıllardır. Alafranga ve alaturka şehir insanının kültürel beğenisini temsil etmeye başlar. Unutmayalım ki, 1950’ler aynı zamanda büyük iç göç dalgasının başladığı zamanlardır ve henüz nüfusun sadece yüzde otuz kadarı şehirlerde yaşamaktadır. Alafranga ve alaturkayı dinlemeyenler, yani köyden şehre göçenlerin “kültürel” ve “sınıfsal” ötekileştirmesi böylece iyice netleşir. Elitler şehirlilerdir ve onların kültürel beğenisinin iktidarı da bir ötekileştirme sürecini içerir. Radyo, CHP döneminin aksine, şehrin seslerini daha duyulur kılar, köyün ve göçerlerin sesi iyice duyulmaz olur.

Siyasal ötekileştirmenin açık bir örneği de bu dönemde yine radyo mecrasında kullanıma sokulmuştur. Demokrat Parti tarafından kurulan Vatan Cephesi’ne üye olanların isimleri, CHP muhalefetinin yükseldiği yıllarda radyodan sürekli olarak anons edilmekte, “bizimkiler” ile “ötekiler” bu sefer siyasal alanda pervasızca ayrıştırılmaya çalışılmaktadır. Bu noktadan sonra, kitle iletişim mecrasının siyasetle ilişkisi iyice yakınlaşmıştır. 1960 darbesi ve ne yazık ki daha sonraki yıllarda tekrarlanacak olan “darbelerin” ilk duyurulduğu, bildirilerin kitlelere aktarıldığı mecra hep radyo (daha sonraki yıllarda TV de) olacaktır. 1960 darbesi-nin bir diğer önemiyse, radyo yayıncılığında “il radyolarının”, daha doğrusu yerel yayın ve haberciliğin başlamasıdır. İlk elde, Ankara, İstanbul, İzmir, Adana, Antalya, Gazientep ve Kars olmak üzere yedi adet “il radyosu” kurulur ve bu istasyonlarda çalışacak yeni kadrolar için bütçe sağlanır. Ayrıca, bu yapılandırmanın merkezi organizasyonu olarak 1964 yılında Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu (TRT), devletin gözetimi altında ve Avrupa’daki kamu yayıncılığı modelinden ilham alınarak, kısmî özerk bir yapıda kurumsal kimliğine kavuşur. Yeni anayasadan kaynaklanan özerk yayıncılık (siyasal müdahale ve ötekileştirici etkiyi azaltan kurumsal kimlik) özellikle iktidara yakın çevrelerin hoşuna gitmez ve sadece sekiz yıl sürer. “Özerklik”, Türkiye kamu yayıncılığında bugün bile tasvip görmeyen bir anlayış olarak 1970’lerin başında bizzat iktidar tarafından lavedilmiştir. 1971 “darbesinin” yaptığı ilk müdahalelerden biri bu noktada olmuş, sadece TRT’nin kısmî özerkliği kaldırılmamış, daha sonra “ortaya çıkabilecek” sorunlara karşı, 1972 yılının Eylül ayında yayın içeriklerinin planlanması ve koordinasyonu için yeni bir idari birimin (TRT Program Bürosu) kurulması-na karar verilmiştir. RTÜK kararlarındaki otoriter vurgu ve “refleksleri” anlamak için bu ve benzeri kurumsal örgütlenmelerin tarihine bakmak yararlı olabilir.

II. Dünya Savaşı Sonrası Bir Siyasal Ötekileştirme Aracı Olarak Radyo

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye38

1970 darbesinin devamındaki dönem, TV’nin yaygınlaşmasına da işaret eder. İlginç bir şekilde, her darbeden sonra, radyo ve TV gibi iletişim araçlarına yatırımlar artmış ve kitlesel erişimdeki artış, bu dönemleri şekillendiren askerler ve güdümlerindeki hükümetler tara-fından her zaman bir övünç vesilesi olmuştur. Ayrıca, özellikle 1970’lerin ortasından itibaren artan terör olayları ve sokaklardaki güvensizlik hissi, gelişen ve yayın saatleri artan TV’nin izlenme oranlarını ciddi bir şekilde artırmıştır. Teroristler (TRT dilinde, “anarşist”), yatak-çıları ve “potansiyel” teroristler ötekileştirme ve korku salmanın tipik “aktörleri” olarak haber bültenlerini işgal ederler. Kökü dışardadır tabii ki bu vatan evlatlarını yoldan çıkaran ideolojilerin. Bir içe kapanma, düşmanı dışarda arama ve bulma dönemidir 1970’lerin soğuk savaş dünyası.

Genel olarak, TV yayıncılığının Türkiye’ye bir hayli geç geldiği söylenebilir. TRT, 1968 yılında ilk kez Ankara’daki küçük bir stüdyodan yayına başladığında, zayıf verici nedeniyle yayınlar şehrin sadece küçük bir kısmında izlenebiliyordu. Keza, o günün TRT’sinin program ürete-bilme kapasitesi de çok sınırlıydı. Gün içinde 6-7 saat ve haftanın sadece belirli günlerinde yayınlar gerçekleşebiliyordu. TV yayınlarının kapsama alanı 1977 yılına gelindiğinde ülke nüfusunun ancak yüzde 60’ına ulaşacak duruma gelmişti.

1970’lerin ortaları özellikle TV mecrasında, ilginç gelişmelerin olduğu bir dönemdir. Görece çok kısa bir döneme tekabül de etse, İsmail Cem dönemi TRT yayıncılığı, hem yayın çeşitlendirmesi, hem de popüler kültüre yakın bir anlayışın benimsemesi açısından daha sonra özel yayıncılık döneminde göreceğimiz “popüler kültürü temel alan” bir modele öncülük etmiştir.

1980 darbesi öncesi dönem, ötekileştirme anlamında tipik bir geçiş dönemine tekabül eder. Özellikle iç siyasetteki siyasal çalkantılar ve dış siyasetteki izolâsyon, yayınları bir dizi ötekileştirici aktörle doldurmuş olsa da; dönemin nispeten demokratik şartları, sendi-kal haklar ve iş güvenceleri gibi konular TRT yayın siyasetinde ikili bir yapının oluşmasına neden olmuştur. Dönemin hemen her kurumunda görülen siyasal ayrışma, TRT personelini de farklılaştırmış; her türlü program farklı hükümet dönemlerinde gösterime girebilmiş-tir. Ayrıca, aynı yıllar TV’nin halkın tek eğlencesine dönüştüğü yıllardır. 1980 darbesinin ilk hedeflerinden biri TRT olmuş; iş güvencelerinin de askıya alındığı ilk dönemde kurumdaki istenmeyen (çoğunluğu “solcu” olmak üzere) personelin işine son verilmiştir.

Program içeriğindeki çeşitlilik bakımından, İsmail Cem’den sonraki “atılım döneminin” mimarı, başta Turgut Özal hükümetleri olmak üzere 1980 darbesi sonrası dönemin iktidar-

1970 Darbesi Sonrası TRT’nin Yayın Tekeli Altında TV’nin Yaygınlaşması

1970 Darbesi Sonrası TRT’nin Yayın Tekeli Altında TV’nin Yaygınlaşması

Özellikle sol (“komünistler”) ve bir ölçüde de “irtica” popüler kültür anlatılarında “ötekiler” olarak yer alır; onları kışkırttıkları için “dış mihraklar” söylemi iyice geliştirilir. Özellikle Kıbrıs Harekatı’ndan sonra, “Rumlar” da bu resmin bir parçası olur.

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye 39

larıdır. Turgut Özal döneminde hem renkli TV yayını başlar, hem de “tek kanallı” yayıncılık sona erer. TRT, 1984 yılında bazı programlarında renkli yayına başlar; 1986 yılında merkezi İstanbul’da olacak şekilde TRT 2, yeni bir kanal olarak kurulur. Program çeşitliliği ve kanal sayısı artmış da olsa, siyasal ötekileştirmenin zirve noktasına eriştiği yıllardır darbeden sonraki yıllar. 1970’lerden farklı olarak “iç düşmanlar” kategorisine “Güneydoğu’daki bölücü-ler” (henüz “Kürt realitesinden” söz edilememektedir) eklemlenir. Güneydoğu Anadolu’da yoğunlaşan “düşük yoğunluklu” savaşın ideolojik cephesinde kullanılmak üzere “bölgeye özel” bir TV kanalı kurulmasına karar verilir. Sorun, bir etnik meseleden çok bir iktisadi me-sele olarak tarif edildiğinden, bölgede tamamlanmaya çalışılan barajlar ve sulama projesi GAP’tan ilham alınarak, 1989 yılında GAP-TV kurulur. Aynı yıl, tematik bir kanal olarak TRT 3 de kurulur. ABD’de Reagan ve İngiltere’de Thatcher tarafından hararetle desteklenen neo-liberaliz-min Türkiye siyasetindeki temsilcisi olarak Turgut Özal, Avrupa’daki benzer gelişmelerden de etkilenerek, kamu yayıncılığının yayın tekelinin kaldırılmasını açıkça ifade eder. Turgut Özal’ın 1980’li yıllarda bir gereklilik olarak sözünü ettiği iktisadî liberalleşme ve özelleştirme siyasetleri ancak 1990’larda radyo ve TV yayıncılığı konusunda bir netice vermiş, TRT’nin yayın tekeli ateşli tartışmalar ve bir çok yasal sorunla beraber son bulmuştur. Gerekli yasal düzenlemeler olmamasına rağmen, özel radyo ve TV yayınları de facto olarak 1990’larda başlar. İlk özel TV yayınını gerçekleştiren Magic Box, yasadaki boşluktan faydalanarak yayını Monako’dan, Avrupa üzerindeki bir uyduya link çıkışı yaparak gerçekleştirir. Diğer radyo ve TV kanalları da, aynı yöntemle uydular üzerinden özel yayıncılığa başlarlar. Ancak, özel rad-yoların sayılarının denetimsiz olarak artması, özellikle frekans planlaması yapılmamış olan büyük şehirlerde ciddi teknik sorunlara yol açar. Yayınlar, başta hava ulaşımı olmak üzere kamu iletişimini imkansız hâle sokunca, zaten mahkeme kararıyla yasadışı olan de facto yayıncılığa yasak gelir ve 1993 yılının Mart ayında özel radyo yayınları durdurulur.

Türkiye yayıncılık tarihinde hiç bir zaman görülmemiş bir “sivil direnişin” özel radyo yayıncı-lığının durdurulmasından sonra ortaya çıkması, popüler kültürün siyasetle ilişkisini göster-mesi bakımından çok önemlidir. Yayın yasağından sonraki tepkilere dönersek, mahkeme kararından sonra, özellikle büyük şehirlerde bir protesto dalgası başlamış, araba antenlerine takılan siyah kurdeleler ve “radyomu geri istiyorum” sloganıyla kampanya genişleyerek sürmüştür. Dönemin ana muhalefet partisi olan Doğru Yol Partisi’nin lideri Tansu Çiller de antenine kurdeleyi asar ve kampanyaya bizzat destek verir. Çok değil bir kaç ay son-ra, Haziran 1993’te, kamuoyu baskısı neticesini verir ve yasak askıya alınır; özel radyolar yeniden yayın yapmaya başlar. Nisan 1994’te, özel radyo ve TV kanallarının kurulması ve yayın yapmasıyla ilgili gereken yasal düzenlemeler tamamlanır. Yasanın uygulanabilmesi için “olmazsa olmaz” olan “frekans planlaması” şartı hazırlanmış olmasına rağmen bir türlü uygulanamaz. Radyolara ilişkin “plansızlık” durumu hâlen aynı vaziyettedir. Aslında, içeriğin tamamen ticarî kaygılarla (herhangi bir denetime uğramadan yayınlanan popüler müzikler ve reklamlar) oluşturulduğu (“apolitik”) özel radyo yayıncılığının şehir mekânında aniden “siyasallaşmasının”, bir özgürlük meselesi olarak görülmesinin ve “direnişe” yol açmasının nedenlerinin ciddi bir analize ihtiyaç duyduğu açıktır. “Apolitik” olarak görülse bile özel yayıncılık, o güne kadar uygulanan kültür siyasetlerine “aldırmaması” anlamında siyasaldır. Böylece, o güne kadar duyulmayan sesler, şarkılar ve aksanlar duyulur olmuş ve çok önemli bir “hakikat” işitilir hâle gelmiştir. Halk, TRT’deki gibi konuşmamakta, bu kadar yıl TRT din-lemiş olmasına rağmen yerel ağızlar şehir ortamında bile muhafaza edilmektedir. Üstelik,

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye40

bu radyoların dinleyici isteklerinden anladığımız kadarıyla, TRT’nin sıkı bir “denetimden” sonra oluşturduğu repertuvarındaki müzikler pek de rağbet görmemektedir. Dahası, günde-lik dili bozduklarına dair bir kaç cılız eleştiri dışında, özel radyolara dair ciddî tepkiler de orta-ya çıkmamıştır. Yine de hatırlamak gerekir ki, özel yayıncılığın “denetimsiz” dönemi RTÜK kurulduktan sonra sona erecek, TRT’nin yayın tekelinde olduğu yıllardaki gibi olmasa da, özellikle siyasal içeriğe “yukardan müdahalenin” (bazı seslerin, aksanların susturulmasına yönelik) yasal şartları sağlanacaktır. Dolayısıyla “nöbetleşe ötekileştirmenin” sona ermesi pek mümkün değildir.

Özel yayıncılığın kitle iletişim mecrasında çok önemli ve geriye dönülemeyecek değişimlere yol açtığı aşikârdır. Bu yayıncılık “başarısının” (izleyicinin alıştıkları TRT yayınlarından kısa sü-rede uzaklaşması) nedenleri, derin analiz yapmadan, bir kaç noktada toplanabilir. İlk olarak, gerek özel radyo, gerekse özel TV yayıncılığında TRT’nin standartlaştırdığı “haber ilkelerine” uyulmadığı kolayca fark edilebilir. Örneğin, TRT haber bültenlerinde standart olan “protokol haberciliği” akışı ve spikerin soğuk ve mesafeli sunumu yerine güzel kadın spikerlerin (kame-ranın yüze odaklandığı) “heyecanlı” sunumunun tercih edildiği gözlemlenebilir. Keza, haber kadrosundaki muhabir eksikliğinden dolayı, görseli bulunabilen bir-iki sansasyonel haber “dramatik” şekilde (arkaplanda müzikler eşiliğinde) öne çıkarılır ve bültenin tamamını da bu “haberler” kaplar. Haber merkezleri biraz daha güçlendikten sonra ise “enkırmenler” dönemi başlar. Habere yorum yaparak öne çıkan bu dönemin “habercilik” anlamında en önemli ismi kuşkusuz Reha Muhtar’dır. Muhtar, haberi eğlence ve popüler kültürle birleştirmenin (infota-inment) Türkiye TV’sinde nasıl yapılacağına dair “yerel” bir “standart” oluşturur ve ne yazık ki bu “standart” hâlen geçerli olan kalıcı bir formata dönüşür. Özetle, anaakım kanallar, TRT yayıncılığıyla kıyaslandığında, daha canlı, dramatik ve magazin temelli bir “âlemi” ekranda resmederken, haber dilinde otoriter ve bürokratik bir tavırdan özellikle uzak durulur.

Döneme damgasını vuran bir başka “yenilik”, geçmiş sezonun yabancı sinema örnekleri ve gecenin geç saatlerinde “kırmızı nokta” ile sunulan “erotik” içerikli filmler olur. Ayrıca, Yeşil-çam sinemasını neredeyse tüm külliyatı ekranda gösterilmeye başlanır; örneğin, Kemal Su-nal’ın yeniden doğuşundan söz edebiliriz. Buna ilaveten, ancak para ödenerek izlenebilen, maçları ya da vizyondaki filmleri gösteren Cine 5 gibi özel ve paralı TV yayıncılığı da başlar. Çok yüksek meblâğlar ödenerek izlenebilen bu kanalların izleyicisi, yayınlar kahvehane ya da birahane gibi kamusal alanda yer alan mekanlarda da yayına başlayınca artar, zamanla orta ve üst gelir grupları bu yayın platformlarını evlerine satın almaya başlar. Özetlersek, TRT’nin yapamadığı birçok teknolojik yeniliği getirdiği, gösteremediği yerli ve yabancı film-leri yayınlayabildiği, içeriği ve katılımcıları farklı eğlence programları sunabildiği ve TRT’nin asla yapamayacağı tarzda (sabahlara kadar sürebilen, izleyicilerin de söz alıp tartışmaya doğrudan katılabildiği, farklı kimlik ve fikirlerin sunulabildiği Siyaset Meydanı gibi tartışma programları ya da farklı mezheplerin ya da dinî cemaatlerin görüşlerinin ekranlarda ilk kez duyulabildiği programlar gibi) siyasal tartışmalara yer verebildiği için özel yayıncılık büyük bir beğeniyle karşılanır ve hızla benimsenir.

Özel yayıncılığın hızla benimsenmesi, Cumhuriyetin uygulamaya soktuğu kültür siyasetleri-nin neden eskidiğine ve tabu addettiği konuların nasıl bir bıkkınlığa yol açtığına dair bir fikir de verebilir. Tekrar başa döner ve 1930’lu yıllarda şekillenmeye başlayan yayıncılık esaslarına

Özel TV’lerin Yayıncılık “Başarısı”

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye 41

ve program içeriklerine bakarsak, biri siyasal, bir diğeriyse kültürel olmak üzere iki önemli meselenin (siyasal ve kültürel uluslaşmanın) öne çıkarıldığını fark ederiz. Ulus-devlet inşa sürecinde “muasır” medeniyetler model olarak benimsenir ve bu modelin “esaslarının” kitlelere aktarımında radyo öncelikli bir araç olarak kurgulanır. Bu bağlamda bir uluslaşma ve yerelleşme siyaseti olarak devreye sokulan kültürel reformlar (özellikle, musıkî ve dil inkılâpları) programların üslûbunu “hegemonlaştırır”. Dönemin global siyasal ikliminden (özellikle, İtalya ve Almanya’daki “milliyetçi cereyanlardan”) etkilenen popülist (“halkçı”) bir söylemin, “üstten” ve “doğrucu” bir dil benimsemesi hiç de şaşırtıcı değildir. Bir yandan “muasır” ülkelerin medeni kültürüne kavuşmaya mecbur da olsa, anti-emperyal bir siyasal amaçtan da uzaklaşmamız lazımdır.

Tüm tarihi Türkler kurmuştur, tüm diller Türkçe’den gelmektedir, Orta Asya da tüm uygar-lıkların yurdudur. Özetle, Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur. Osmanlı bakiyesinden olup Anadolu’ya göç edenlerin yeni ortak kimliği de “Türklükten” başka bir şey olamayacaktır. “Ne Mutlu Türküm Diyene”nin içine gireceği bir üst kimlik inşası ister istemez bunu kabul etmeyenleri hem ötekileştirir, hem de “biz” yerine, “onların” safına yerleştirir.

İlginçtir, aynı eğilim, bu kadar yıl sonra, siyasî ve hukukî sistemin çok daha demokratlaştığı günümüzde bile, anaakım TV anlatılarının temel anlatısına dönüşecek; bu sefer “popülist” bir söylemin değil, “popüler” bir söylemin taşıyıcı temaları olarak varlığını sürdürecektir. Ta-bii ki, popüler kültürün söylemi artık “buyurgan” değilse de hâlen “hegemoniktir”, anlatılar çok daha rafine ve iknâ esaslıdır. Yine de, Cumhuriyetin kurucu yıllarındaki içe kapanmaya ve kendini korumaya eğilimli temalar asla tam anlamıyla kaybolmamış, varlığını farklı dü-zey ve yoğunlukta sürdürmektedir.

1930’lu yıllardaki sorunsalları anlamak, aynı zamanda bugün de devam eden bazı yapısal davranışlar ile siyasal ve kültürel refleksleri anlamamıza yardımcı olacaktır. Belki anlatılar görünürde tersine dönmüştür (yok edilemeye çalışılan Osmanlı kültürünün geri dönmesi, yükselmesi gibi) ama, dönüşenin nasıl anlatıldığı ve kurulduğu pek değişmemiştir. Dönemi hatırlamaya devam edersek radyonun bir başka işleviyle, bir “yetişkin eğitimi” aracı kulla-nımıyla karşılaşırız. Neticede, henüz yüzde on seviyesine bile ulaşamamış bir okuryazarlık durumu ve tamamıyla değişen bir alfabe vardır. Eldeki en önemli eğitim aracı olarak dev-letin yaygın olarak dağıttığı dergiler ve radyo öne çıkarken, program içerikleri de “didaktik” bir üslûpta şekillenecektir. Tabii ki “bizimkileri” ve “ötekileriyle”. Tarımdan örnek vermek gerekirse, dönemi çalışanların iyi bildiği nedenlerle yeni rejimin halkı (“efendi” olarak tarif edilen) köylülerdir ve onların tarımdaki performansı ülke halkının beslenebilmesi bakımın-

Bu ilginç karışımın ürettiği popülist dilin iki temel vurgusu vardır; hem “korumacıdır” (Misak-ı Millî hudutlarının korunması, bir daha asla toprak kaybedilmemesi “ülküsünü” benimser), hem de yeni bir ulusal kimlik inşaasında homojenleştirici “ulusalcıdır”. Ulusalcılığın vurgusu homo-jenleştirici olunca popülist anlatıları da “ötekileştirici” ve korumacı (dıştaki ve içteki ötekilerden korunarak, zenofobik bir refleksle) bir karakter alacaktır.

Eskinin “Populist” Söyleminin Günümüz “Popüler” Söylemi Üzerindeki Etkisi

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye42

dan çok önemli bir hâle gelmiştir. Bu nedenle, Halkevlerinin yayın organı olan ve temelde siyasî makalelerin yayınlandığı Ülkü’de bile, inkılâplara ilişkin yazıların yanısıra dönemin yeni (“muasır”) ziraat tekniklerine dair makaleler yayınlanır.

Keza, radyoda da, 1970’li yıllara kadar benzer içerikte programlar yapılmaya devam eder ve bu programlarda sadece “doğru” tarım teknikleri anlatılmaz, “doğru” Türkçe kullanılarak yeni ulusun tercih ettiği İstanbul ağzı da öğretilir. Öte yandan, arasıra saz âşıklarının (“ma-hallî sanatçılar”) yöresel türküleri (kayıtlı program sıkıntısı olduğundan, çoğunlukla stüdyo-dan canlı yayın yapılıyordu) yayınlansa da, esas uygulama bir başka “normalleştirme” işlemi olur. Türküler, coğrafî bölgeler esas alınarak tasnif edilir; sözleri elden geçirilir (gerekliyse “değiştirilir”) ve koro hâlinde, aynı melodiyi çalan onlarca saz ve onları yöneten bir “şef” eşliğinde İstanbul aksanıyla icra edilir. Batı klasik müziği icrasını “hatırlatan” bu “normal-leştirici” icra tarzı sadece Cumhuriyetin ilk döneminde değil, özel yayıncılığın başlamasına kadar “Yurttan Sesler” ismiyle radyoda, daha sonra ise TV’de yıllarca yayınlanmıştır. Aşık geleneğini yok etmeye çalışan, otantik hâlinde yöresel müzikleri dinleyenleri “ötekileştir-meye” çabalayan TRT, daha makro planda, “denetim kurulları” yoluyla halkın neyi, nasıl dinleyeceğine karar vermeye de çalışır. Halkın özellikle tercih ettiği bazı müzikleri (arabesk gibi) uzun yıllar yasaklı hâle getirerek yok edeceğini sanır.

Bu siyasetlerin hiçbir işe yaramadığı, özel radyoların yayınladıkları müziklerle anlaşılır. Özel yayıncılık dönemi aynı zamanda arabesk ve icracılarının yükseldiği dönemdir. Demek ki, özel yayıncılığa gösterilen teveccühün ardında bir altmış yıl kadar süren “denetleme” me-kanizmalarına olan tepkinin izleri de bulunabilir. Susturulanlar, ötekileştirilenler geri gelir, tekrar uyanır. Ama ne yazık ki, bu sefer daha önce duyulanların susturulması başlayacaktır. Bir zenginleşme ve çeşitlenme süreci başlamış da olsa, eski dönemin reflekslerinin kay-bolduğundan da söz edemeyiz. Eski elitlerin iktidardan düşmeleri elitizmi yok edememiş, aksine yeni elitlerin oluşmasına ve güçlenmesine olanak sağlamıştır.

Türkiye’de özel yayıncılığın “pazar ekonomisini” ya da “rekabetçiliği” söylemsel olarak benimsenmesinin siyasal ya da kültürel uzanımları (global dünyaya açık, “çok-sesli” ve “özgürlükçü” bir yayın panoraması) beklentilerin tersine çok güdük kalmıştır. Aksine, kurucu cumhuriyet ideolojisinin benimsediği “defansif”, “Türkün Türkten Başka Dostu Yoktur” bakış açısıyla özetlenebilecek “korumacı” ve “ötekileştirici” siyasal ve kültürel eğilim, özel yayıncılık döneminde de varlığını derinleştirerek (örneğin, Kurtlar Vadisi gibi “derin devleti” anlatan bir dizi TRT’de yayınlanamazdı) sürdürür.

Bu nedenle, bu noktadan itibaren daha somut olarak bazı program formatlarına (özellikle, kültürel anlatılarla kesiştiklerinden popüler dizilere) bakmamız ve alt-metinlerini analiz etmemiz gerekiyor.

Bu bağlamda ilk olarak ithal edilen global program formatlarına bakmak, geldikleri toplum-sal formasyondaki “bireylik” durumuyla (“beklentisiyle”), “yerel” uygulamalardaki bireyliği karşılaştırmak zihin açıcı olabilir. Çünkü, özellikle ABD ve batı toplumlarından gelen bu

“Türk’ün Türk’ten Başka Dostu Yoktur” Yayın Anlayışının Program Formatlarına Yansıması

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye 43

programlarda (özellikle reality şovlarda), olmazsa olmaz bir özellik olarak, “bireysel” rekabet ve çatışmanın öne çıkması programın “dramatik çatısını” kurar, bireylerin çatışması bekle-nir. Tam bu noktada teorik bir parantez açarak, Türkiye’de hiçbir zaman, siyasal bir hareket olarak liberalizmin oluşamadığını hatırlamak yararlı olabilir. “Bireyi” ve “haklarını” önceleyen bir siyasal akıma Türkiye seçmeni hiçbir zaman ilgi göstermemiştir. Aksine, haklarından çok “sorumluluklarıyla” tarif bulan, sosyolojik cemaatlerine (aileden tuttuğu takıma kadar) karşı sorumlulukları öne çıkarılan bir “üyelik” (community membership) durumu, “bireylik” durumuna karşı konumlandırılır. Bu nedenle, bireyliğin ortaya çıktığı durumlarda hemen törpülenmesi toplumcu bir kültürel refleks olarak benimsenir. Özel yayıncılığın ilk dönem-lerinde (yasal zemin oluşmadığından yayınların “denetimsiz” yapılabildiği) ekranlarda dile getirilen farklı görüşler hiç de hoş karşılanmamış, tepki görmüş ve bizzat programa katılanlar ya da sunucular tarafından hızla “susturulmuş” ya da duyulmaz/görünmez kılın-mıştır. Örneğin, ilk zamanlarda seslerini kolayca duyurabilen ve “İkinci Cumhuriyetçi” olarak isimlendirilen liberaller, tartışma programlarında artık çok daha az yer bulabilmektedir; bireyci liberal söyleme karşı, grup dayanışmasının öne çıkarıldığı bir “anti-liberal söylemin” kolayca taraftar bulabildiği bir reaksiyonerlikten bile söz edilebilir. Yine benzer bir şekilde, gelir dağılımındaki eşitsizliğin ve yoksulluğun sürdüğü Türkiye gibi bir ülkede dezavantajlı gruplara mensup olanların temsilcileri, çıktıkları programlarda haklar (sendikal örgütlenme ya da grev gibi) ya da kamusal yardım mekanizmalarından (daha iyi bir işsizlik sigortası gibi) söz etmek yerine, bölgesel, dinî ya da etnik aidiyetleri önceleyen, bireylikten çok “üye kimliklerini” öne çıkaran “dayanışmacı” söylemleri tercih edebilmektedir.

Benzeri tutumlar, popüler TV yarışmalarında da kolayca gözlemlenebilir. Örneğin, “Çarkı-felek” gibi bir global program (basit soruların sorulduğu tipik bir eğlence-yarışma) kısa bir süre içinde yoksullar için bir tür “armağan törenine” dönüşmüştür. Keza, yeteneğin öne çıktığı reality şovlarda (popstar ve türevi yarışmalar), SMS desteğinin gerektiği durumlarda, yarışmacılar yeteneklerinden çok aidiyetlerini/kimliklerini öne çıkarmakta, hatta yarışmanın sunucuları da yarışmacılar için bu minvalde (“Karadenizliler, kardeşimize oylarınızla destek verin!”) yardım isteyebilmektedir. Öte yandan, global formatında bireylik hâli ve kişisel rekabetin ortaya çıkması için tasarlanan bir çok programın yerel versiyonunda “bireysel” davranış egoizm olarak değerlendirilip (jüri ya da SMS gönderenler tarafından) cezalandırı-labilmektedir. Sosyolojik cemaat kimliğini öne çıkaranlar, daha da iyisi, onu “ulusal kimlikle” bağdaştıranlar (“Amacım, iyi bir Türk gencinin nasıl olması gerektiğini izleyicilere göster-mek, onu ekranda temsil etmektir”) ise çoğunlukla ödüllendirilir.

Böyle bir çerçeveden bakınca, anaakım kanallardaki popüler programlarının “halkın” bakış açısı ve “zevkini” öne çıkaran “karakterlerle” dolup taşmakta olduğu kolayca söylenebilir. Yeni medya düzeninde, toplumsal statü ile medyada yer alma arasındaki ilişki bir “yukarıya doğru toplumsal hareketlilik” (upward social mobility) meselesiyle bağlantılı olarak sunul-maktadır. Yeni magazin anlayışında, ünlü olmakla ekranda görünmek neredeyse eşdeğerdir. Bu gelişmeyle bağlantılı olarak, “ün” ve “sosyete” sözcükleri de dönüşüme uğramış, med-yada ünlenmenin (görünür olmanın) “cemiyet hayatına” girmekle eş tutulduğu bir dünyanın özellikle çevre kültüründe rağbet gördüğü anlaşılmaktadır. Zaten magazin programlarına bakıldığında, daha önceki dönemlerde, çoğunlukla çevre kültüründe olanların “meşguliyeti” olarak düşünülebilecek bazı “işlerin” (futbolculardan mankenlere, oyuncularından ekran-daki yarışmalarla tanınanlara kadar) yeni “ünlülerin” de tipik işleri olduğu anlaşılmaktadır. Üstelik, böyle işlerle meşgul olmak için, örneğin iyi bir eğitime, ayrıcalıklı bir aile çevresine

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye44

ya da iyi bir gelir grubuna mensubiyete hiç gerek yoktur. Yeter ki, ekranda böylesi program-larda yer alındığında “sorun” çıkarılmasın, “büyüklerin” sözü dinlensin, otoriteye biat edil-sin. Nitekim, izleyicilerin SMS-oylarıyla sonucu belirleyebildiği reality şovlarda belirgin bir yarışmacı tipinin “kazanan” olarak öne çıktığı söylenebilir. Kazanmaya çalışan yarışmacılar, SMS desteğinin gerektiği durumlarda “izleyiciler”, jürinin son kararı verdiği durumlardaysa “jüri üyeleriyle” özellikli bir iletişim tarzını benimser, Adorno sosyolojisinden ödünç alınan bir deyimle, “otoriteryen” bir kişilik davranışı göstermeye başlarlar. Benzer bir eğilimi jüri üyelerinde de gözlemleyebiliriz. Jüriler genel olarak “eşitlikçi” bir tutum benimsememekte, yarışmacıların jürinin görüşlerini kabul etmesini beklemektedir. Aslında, asıl “yarışın” jüri üyeleri arasında geçtiği bile söylenebilir. Öte yandan, eğer yarışmacılardan birisiyle bir jüri üyesi arasında “uyum” bir türlü kurulamazsa, yarışmacı, SMS desteğiyle yarışmada kalmak için izleyicilerden yardım isteyebilir. Örneğin, bir yarışmacının geldiği bölgeden oy istemesi çok olağandır. Başta “hemşehrilik” ilişkileri olmak üzere sosyolojik cemaatlerden yardım talepleri, bu “ağların” modern Türkiye toplumunda çok önemli bir güce sahip olduklarını gösterir. Toplumsal ağların geleneksel dayanışmacı rolünü sürdürebilmesinin nedenle-ri, modern Türkiye devletindeki “sosyal devlet” örgütlenmeleri ve kurumlarının (işsizlik sigortasından örgütlü yaşama kadar) yeterince gelişmemiş olmasında aranabilir. Tekrar yarışmalara (reality şovlara) dönersek, demek ki esas “yarış”, yarışmacıların arasında değil, onların temsil ettiği ağlar ve toplulukların arasında geçmektedir. Böylesi durumlarda, sade-ce “bireylik” törpülenip bir gruba mensubiyet önem kazanmamakta; aynı zamanda, “biz” ve “onlar” arasında bir fark ve çatışma hâli ortaya çıkmakta ve özellikle bazı gruplar sürekli olarak “kaybeder” duruma düşürülmektedir. Örneğin izdivaç şovlarda, yabancı ülkelerden gelen gelin adaylarından stüdyodaki (belki ekranın başındakiler de) diğer kadınlar pek hoş-lanmamakta, en ufak bir “falsolarında” (örneğin, kendilerinden genç erkeklerle de evlene-bileceklerini söylediklerinde) erkeklerimizi almaya gelen “ecnebiler” olarak kolayca suçlana-bilmektedir. Keza benzer bir ötekileştirme, yine izdivaç şovlarında, evlenmek amacıyla şova katılan bazı adaylar onlar için gelecek adaylarda olması gerekenleri sayarken “doğulular” ile evlenmek istemediklerini söyleyebilmektedir.

Ötekileştirme açısından en önemli program türü olarak kuşkusuz diziler öne çıkar. Özel TV yayıncılığının ilk başlarında, daha önce işaret ettiğimiz gibi, daha çok bir iki sezon öncesi-nin yabancı sinema örnekleri ve global pazarda çok başarılı olmuş yabancı diziler (tam bir soap-opera örneği olan Yalan Rüzgarı gibi) izleyiciye sunuluyordu. Böylece, bedava izlene-bilen TV kanallarının asıl getirisi olan reklamlar en önemli kaynak olarak TV’yi ticarî sinema ve TRT’nin gösterdiği ucuz Brezilya dizilerine karşı konumlandırıyor, avantajlı kılıyordu. Yine, daha önce işaret edilen, Yeşilçam sinemasının neredeyse tüm külliyatı boşta kalan saatleri doldurmak için kullanılmaya başlandı. Bir süre sonra, reyting sisteminin ürettiği veriler yardımıyla, Yeşilçam sinemasından bazı örneklerin (Kemal Sunal filmleri, aile dramaları ve bazı melodramların) çok ciddi bir izleyici potansiyeli olduğu fark edildi. Yabancı sinema ve dizilerde resmedilen “hayatlarla” ekran başında izleyicilerinkinin kesişmediği fikrinden hareketle döneminde salonları dolduran Yeşilçam’ın “temel” anlatılarına dönüldü, sinema filmlerine benzer uzunluklarda “memleket hikayeleri” dizileştirilerek ekranlara gelmeye başladı. Türk sinemasının özellikle 1950’li yıllardan başlayarak geliştiği ve bu yılların aynı zamanda büyük göç dalgalarının başladığı yıllara tekabül ettiği de düşünülürse, Yeşilçam’ın temel anlatılarındaki göçer-yerleşik karşıtlıklarının neden ve nasıl şekillediği de anlaşılabilir.

Bir Ötekileştirme Türü Olarak Diziler

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye 45

Tabii ki, 1950’li yıllardan itibaren kapitalist ekonomiyi destekleyen iktidarların bir kaç kısa kesinti dönemleri hariç sürekli olarak iktidarda oldukları da bu resme eklenince, sınıfsal bir dille anlatılmasa da (soğuk dönem global siyasetlerinin gölgesinde şekillenen Türkiye siyasetinde sol hareketler ve sendikalar üstünde çok ciddî yasaklar ve kısıtlar olduğu unu-tulmamalı) zengin-fakir karşıtlığının neden aynı zamanda göçerlik-yerleşiklik durumuyla ilişkili olarak kurgulandığı daha net olarak ortaya çıkar. Bu karşıtlıkların yarattığı ötekileş-tirici mekanizmaların başında göçerlerle ilişkili küçümsemeler gelir, “köyden şehre gelen kezban” gibi tiplemelerde yerleşiklerin göçmenlere üstten ve ötekileştirici bakışının izleri bulunabilir. Yine benzer bir şekilde, modern-geleneksel ayrımı da Yeşilçam filmlerinin yoğun olarak kullandığı bir temadır, böylece “geleneksel” olan çoğunlukla “gericilikle” ilişkilendiri-lebilir, “gerici” olan da bir çok örnekte dinsel bir kimlikle, “yobazla” örtüştürülür. Eğitim de, bir başka ötekileştirici tema olarak sık sık ortaya çıkar, özellikle bazı meslekler (doktorluk, öğretmenlik, subaylık, mühendislik gibi) toplumsal faydasıyla önemsenir, “cehalet” hem ötekileştirilir, hem de fakirlik ve göçerlikle bağlantılandırılır.

Yeşilçam mirasından faydalansa da günümüz popüler anlatılarında ötekileştirici meka-nizmalar günümüz koşullarına uyarlanmış, bir çok yönden değişmiş de olsa, bazı kalıcı özelliklerini de korumuştur. Şimdi, günümüz dizilerindeki anlatılara daha yakından bakarak dizilerdeki ayrımcı temalara ve ötekileştirici mekanizmalara yeniden bakabiliriz.

İlk olarak, Türkiye TV’lerinde yer alan dizilerdeki çeşitliliğin ve tematik yapılanmanın global dizi kurgularından bir çok yönden ayrıldığının altını çizmek gerekiyor. Batıda, “arkası yarın” (“soap opera”) tarzında, ucu açık hikayelere sahip, genellikle her bölümde bir hikayenin anlatıldığı ama genel olarak aynı karakterler arasında geçen dizler ya da “durum komedileri” (sit-com) öne çıkarken, bizdeki diziler sündürülmüş bir film hikayesi gibi başlar ve çok azı hariç bir kaç sezondan fazla sürmez. Belli ki, Yeşilçam’dan gelen, sinema filmi gibi hikaye etme şekli izleyicilerin beklentileyle de örtüşmektedir. Öte yandan, Yeşilçam döneminde olmayan, günümüzün siyasi koşullarından ilham alınarak yazıldığı anlaşılan “siyasal diziler” global formatlarda pek karşılaşılmayan yoğunlukta Türkiye TV’lerinde gösterilir. Örneğin yaklaşık on yıldır yayınlanmakta olan Kurtlar Vadisi’nin ana hikayesini “susurluk” davası, devam bölümlerini ise “ergenekon” davasıyla ilişkilendirmeden anlamak pek mümkün değildir. Keza, STV’nin, özellikle C ve altındaki gruplar tarafından yaygın olarak izlenen dizisiyle Güneydoğudaki terörün doğrudan bir bağlantısı vardır. Sözü edilen iki dizide de, ötekileştirme ile milliyetçi söylem içiçedir. Kısaca, “örgüt” olarak tanımlanan PKK mensup-larının grup kimliği aksanlı Türkçeleri, şiddet dolu hâl ve hareketleri, kaba saba görünümleri ve yerli yersiz kullandıkları Marksçı söylemden alındığı açık terminolojilerin de yardımıyla “güçlendirilir”. Örneğin, Kurtlar Vadisi’ndeki “muro” karakteri, hem aksanıyla, hem kul-landığı terimlerle, hem de hâl ve hareketleriyle gülünçleştirilir. Tek Türkiye’de ise, domuz eti yemeleri, dağa çıkan “gerilla kızlara” cinsel tasallutlarıyla örgüt mensuplarının “solcu ideolojisi” ateizmle ilişkilendirilir, Kürtlerle Türklerin kardeşliği islami bir ümmet üzerinden çözümlenmeye çalışılır. Ayrıca, her iki dizide de, çok ciddi bir dış düşman vurgusu, yabancı-lara karşı zenofobik bir duruş vardır.

Özellikle “tarihi avantür” denen filmlerde, dış düşmanlar “tarihsel” bir perspektive oturtularak milliyetçi bir söylemde yeniden tanımlanır. Bizans temalı filmlerde “Türkün” tarihî “düşmanları (hristiyanlar ve etnik bazda özellikle Rumlar) popüler anlatılara eklemlenir.

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye46

Tabii ki, bu düşmanların yerli işbirlikçileri de vardır, bu gruba mensup olanlar da “çok zengin” ve “batıcı” hayat tarzlarıyla tarif edilir.

Öte yandan, siyasal olaylarla ilişkilili olmayan bir çok dizide de sosyolojik ötekileştirme açıkça yapılmaktadır. Örneğin, İstanbul’da yaşayan “doğulu” ve zengin ailelerin men-supları (ya da bir kısmı) uyuşturucu işiyle iştigal eder! Keza, zengin, fakir fark etmez, doğuluların hayatlarına “çağdışı” gelenekler (berdel gibi), töreler yön verir. Ayrıca, “doğuluları” kolayca aksanlarından ayırt edebiliriz. Aksan, bizzat “ecnebi”, yani kül-türümüze yabancı (aksanlı “kötü kadınlar” klişesi gibi) olmanın bir işareti gibi çalışır bir çok yerli dizide. Son iki yılın hit dizisi Muhteşem Yüzyıl’ın yapısal olarak Yeşilçam sinemasından yararlanırken, güncel “yeni-Osmanlıcı” tarih algısını da hikayesine ekle-yen, eski ve yeni ötekileştirme tekniklerinin yanyana kullanıldığı bir anlatıya sahiptir. Erken Cumhuriyet döneminin yeni Türk devletiyle tarihsel bağını kopartmaya çalıştığı Osmanlı (kozmopolit Osmanlının Türk olmadığı iddiası ile) bağlantısı, bu dizide yeniden kurulmakta, “cihanşümul” bir imparatorluk olarak Osmanlı’nın zaferleri Türk’ün dünya-ya karşı zaferi olarak tekrar “milliyetçi” bir söyleme eklenmektedir. Ama bu yapılırken, birçok ötekileştirici klişe tekrar kullanıma sokulur. Hareme cariye olarak getirtilen ve genellikle Osmanlı topraklarının ötesinden köle olarak alınan “yabancı” kadınlar Os-manlıca da öğrenseler, müslüman da olsalar bir türlü düzelmeyen “aksanlarından” Türk olmayan “özlerini” kolayca ele verirler. Üstelik, kadın olarak da öyle bir resmedilirler ki, sadece hislerinin emrinde olan akıllarıyla herşeye karışan, müsrif ve devleti tehlikeye sokan bir toplumsal cinsiyet ayrımcılığıyla ötekileştirilirler. Osmanlı bürokratik sistemi-nin en önemli yapıtaşlarından olan devşirmelik de ayrımcılıktan nasibini alır. Devletin ikinci adamı statüsünde olan Pargalı’nın bir devşirme, yani özünde bir Türk olmadığı her daim hatırlatılır. Ayrıca, seferlere çıkıldığında, savaşılan halkların, müslüman olma-yan (kefere) özelliklerinden ötürü ve ilaveten, yalancı ya da sinsi karakter özelliklerin-den ötürü yenilmelerinin kaçınılmaz olacağı padişahın ağzından sık sık anlatılır. Tabii ki, neticede kurgusal bir anlatıdan söz ediyoruz ama, Muhteşem Yüzyıl’ın ötekileştirme temaları tipik bir eski-yeni melezleşmesine tekabül ettiğinden dizinin ekran başındaki-ler için neden çekici olduğuna dair önemli ipuçları sağlar. Çünkü, “yabancılara” karşı ze-nofobik bu tutumun bir çok dizide ortaya çıktığını şaşırarak fark ederiz. Örneğin, geçen sezonun oldukça sevilen komedisi Yahşi Cazibe, konu itibariyle çok ilginç bir mesele ile, evlendirme odaklı reality şovlarda sıkça sözü edilen “yabancı gelinler” ile ilgilidir. Bu tür evlilikler, yabancılar açısından Türkiye’de yaşamak için bir araç olarak mı kullanılmak-tadır sorusu sezon finalinde cevap bulur. Azerî gelinin bir “yalancı” olduğunu anlarız. Yine, yakınlarda Star TV’de başlayan Hayatımın Rolü’nde, evde çocuklara bakmak için tutulan “yabancı” hizmetçilerin kötü muamelesinden, hatta hırsızlığından sıkça söz edilir, çalıştıkları esnada pasaportlarına el konması (tamamıyla yasadışı bir uygulama) normal bir işlem olarak anlatılır.

Örneğin Tek Türkiye’de, kurgusal bir “dış güçler konseyinin” bireyleri, “ecnebi aksanlı” Türkçeler-iyle Türkiye’nin kaderine dair kötülüklerle dolu düşüncelerini (yüzleri görülmeden, illiminati ay-inlere benzeyen) “toplantılarında” dile getirirler. Benzer bir konsey, Kurtlar Vadisi’nin ilk bölüm-lerinde varken, daha sonraki bölümlerde yok olmuş, onun yerine, Polat Alemdar’ın günlük siyasi analizlerinde (Ruslar, Amerikalılar, Avrupa Birliği, İsrail gibi) dış düşmanlar olarak isimlendiril-erek kullanılmaya başlanmıştır.

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye 47

Ötekileştirmenin bir başka mekanizmasının ekranda temsiliyetlerine izin vermeme, yani yok sayma ya da göstermeme olduğundan daha önce söz etmiştik. Yıllarca, sokaktaki insa-nın kültürel beğenisinde güçlü bir yer edinmiş, kasetleri, plakları binlerce satan, filmleri çok iyi gişe yapan arabesk, devletin kitle iletişim mecralarında duyulmaz, gösterilmez kılınarak yok edilmeye, “susturulmaya” çalışılmıştı. Benzer bir durum, günümüzdeki dizilerde farklı şekillerde ortaya çıkmaktadır. Örneğin, milyonlarla ifade edilen Alevilerin hikayelerinden dizilerde neredeyse hiç söz edilmez. Kurtlar Vadisinin son sezonlarında yer alan ve Polat’la birlikte hareket eden Zülfikar karakteri dinî hasletleriyle değil, “örgüte” (PKK’ya) karşı sa-vaşması bakımından dizide yer alır. Sadece, iki sezon önce gösterime giren Kasaba dizisin-deki göçerlerin Alevi olduğu kolayca anlaşılıyordu; hatta, açık alanda yapılan bir cem ayinini göstererek Türkiye TV’sinde bir ilki de gerçekleştirmişti Kasaba. Ama, bu konuda yazılar yayınlamaya başladıktan çok kısa bir süre sonra, yayınlandığı kanal diziyi apar topar bitirdi. Son olarak, çok yakınlarda başlayan ve Diyarbakır’da geçen Sultan dizisinde hiç bir şekilde (örneğin, bir türkü söylettirilerek) Kürtçe kullanılmamakta, şehir insanının yerelliği Türk-çedeki şiveyle fark ettirilmeye çalışılmaktadır. Susturularak “ötekileştirmenin” bir başka grubu olarak Türkiye’de yaşayan gayrimüslimlerden de söz edilebilir, çok nadir olarak diziler-de (örneğin, Kapalıçarşı, Hayat Devam Ediyor) ve ancak önemsiz yan karakterler olarak yer alabilirler. Türbanlı karakterler de anaakım kanallardaki dizilerde bulunmaz. Dinine bağlı ki-şilerin temsiliyeti bakımından, anaakım kanallar ile dinî hassasiyetleri yüksek muhafazakâr kanallar tamamıyla ayrışmışlardır. Bu konudaki tek istisna, anaakım bir kanalda yayınlan-masına rağmen türbanlı bir karakterin de bir süre yer aldığı Behzat Ç. dizisidir. Behzat Ç., bir çok susturulan, anaakım medyada asla yer bulamayan konuyu (travesti cinayetlerinden Hrant Dink’in öldürülmesine) ekrana taşıdığı için hem çok farklı bir dizi olarak ayrışmakta, hem de RTÜK tarafından çok yakından izlenmekte, farklı gerekçelerle (ana karakterlerin sürekli içki içmesi, küfürlü konuşulması gibi) sık sık ceza almaktadır.

Özellikle, siyasal odaklı dizilerde, nefret suçlarını teşvik edebilecek dil kullanımları ve cinsiyetçilik, hiç bir hassasiyet gösterilmeden, özensiz senaryo yazımıyla gündeme gelebil-mektedir. Dış düşmanlar, onların içerdeki yardımcılar, iç düşmanlar gibi sürüp giden “iyi biz” ve “kötü onlar” ayrımı, ötekileştirici söylemi bir çok dizi anlatısının “bilinçdışına” farkında olunmadan yerleşir ve Cumhuriyetin ilk dönemlerinden kalan zenofobik korkular popüler kültür anlatılarından sürekli olarak, düşmanların isimleri ve konumları yer değiştirse de, varlığını sürdürür. Bu işin sosyolojisini kuran ve besleyen ise göçler ve göç kültürleridir, bu nedenle popüler görsel tüketimin ana mecrası olarak yaygınlaştığı yıllardan itibaren Türk si-nemasında benzer eğilimler göçerlerle de ilişkilendirilerek gündeme gelmiş, aynı tutum, dizi anlatılarında da sürmüştür. Neticede ortaya çıkan resim ne yazık ki, ötekileştirici, ayrımcı ve zenofobik özellikler taşır.

Yazıyı sonlandırırken, popüler kültür ve anlatılarıyla muhafazakâr çevreler arasında son yıllarda iyice artan bir gerilime dikkat çekmek istiyorum. Aslında, siyasal iktidardaki değişime paralel olarak anaakım kanallar, zaman içerisinde program içeriklerini ve dizi anlatılarını, biraz da RTÜK korkusuyla, oldukça muhafazakârlaştırmışsa da, “kültürel anlatılar” düzeyinde kalan bu “ayar-lamalardan” siyasal iktidara yakın çevrelerin tatmin olduğu (yeterli bulduğu) pek söylenemez.

Özetle, ekranlardaki güncel popüler TV anlatılarında ötekileştirici, ayrımcı ve zenofobik söylem anlatıların önemli bir parçası olarak sadece yer bulmaz, çok da fazla tepki toplamadığından, kalıcı bir tutum olarak devam eder, dışlayıcı söylemleri sürekli olarak yeniden üretir, canlı tutar.

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye48

Son yıllarda iyice belirginleşen bir başka eğilimden, RTÜK müdahaleleriyle iyice belirgin-leşen kültürel muhafazakârlık tutumundan söz etmeliyiz. Bir çok muhafazakâr yorumcu, anaakım kanallardaki popüler kültür anlatılarını genel toplumsal ahlâka yönelik bir tehdit olarak görüyor. Keza, birçok muhafazakâr siyasetçi böyle bir noktadan hareket ederek, top-lumsal çürümenin belirtileri olarak gördükleri söz konusu “kültüre” tamamıyla karşı çıkıyor-lar. Benzer bir bakışı sol çevrelerde de gözlemlemek mümkündür. Bu çevrelerde de popüler kültür ürünlerinin ciddiye alındığını gösteren bir destek hâlinin olmadığı aşikârdır. Aslında, RTÜK gibi kamu kurumlarının müdahalesi dışında, spontan (“kendiliğinden”) ve kârlılık esaslı bir çizgide gelişen, güncel gelişmelerden anında etkilenen, temelde meta tüketimini teşvik eden popüler kültür endüstrisine bakmamak, analiz etmemek de bir başka siyasal tutuma ve “körlüğe” işaret ediyor olabilir. Çünkü, siyasal yelpazenin farklı parçalarında da bulunsalar, entellektüellerin popüler kültür karşısında toplu olarak gösterdikleri “kayıtsızlık” hâli, Cumhuriyet başlangıcından itibaren varolan elitler ve elit olmayanlar (“aydınlar” ve “halk”) arasındaki kopukluğun devam ettiğini, hatta daha da derinleştirdiğini göstermek-ten başka bir işe yaramaz. Toplum, popüler kültüre teslim edilince, örneğin zenofobinin de kolayca ortaya çıkmasının önüne geçilemez.

Yazı boyunca örneklerle anlatmaya çalıştığım, popüler kültürün en önemli araçları olan rad-yo ve TV’lerdeki “kendiliğinden” ortaya çıkan “kültürel reflekslerin” bedelini bir süre sonra hem siyaseten, hem de kültürel olarak ödemek durumunda kalabiliriz. Özellikle, ülkemiz-de karmaşık ilişkiler içinde varlıklarını sürdüren sosyolojik cemaatler arasındaki ilişkilerin “güvenliği” ve “huzuru” bakımından popüler kültürün önemi ve etki alanları ortadır. Bazı bölgelerin insanlarını olumlu ya da olumsuz anlamda ayırma, etnik ve homofobik nefret suçlarını kışkırtma, dinî cemaat ve kimliklere hakaret, cinsiyetçilik, kadını aşağılama ve benzeri konularda popüler kültür anlatılarının göstermesi gereken hassasiyetler olduğu ortadadır. Bunlara ilaveten, Türkiye’nin yakın coğrafyası ve batı ile ilişkilerin ne olduğuna dair hikayeler ve ne olması gerektiğine dair cevaplar da popüler kültür anlatılarının olmazsa olmazı olarak her zaman yer alır. Şu anda aldığı biçiminde “dışımızdakilerin” ülkemize pek de iyi gözle baktığına dair bir algı ne yazık ki ortaya çıkmamaktadır. Bu hâliyle, kendi içine kapanan, ancak mensup olduğu aidiyetlere (dinî, kültürel ve sosyolojik) güvenebilen, zorun-lu göçlerle toplumsal değişimi yaşamak zorunda kalan, zenginliğin mümkün ama devam ettirmenin çok güç olduğu, fakirliğin ise her an gelebileceği korkusunu anlatan ve bunlara ilaveten, bir sürü iç ve dış düşmanla yaşamak zorunda kaldığımız bir dünyayı resmediyor popüler ekran anlatıları. Sonuçlarını, anlatılarda ortaya çıkan ve modern bir ülkede asla olmaması gereken, “ayrımcılık”, “zenofobi” ve “ötekileştirme” söylemlerinin giderek güçlen-mesi gerçeğinde gözlemliyoruz.

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye 49

Prof. Dr. Gencer Özcan

*Bu çalışma, Türkiye’de Uluslararası İlişkiler eğitiminde yabancı düşmanlığı olgusunun izlerini sürmeyi amaçlamaktadır. Türkiye’de yaşayan, ancak Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaş-lık bağı ile bağlı bulunmayan insanlara karşı ayrımcılık olarak tanımlandığında, özellikle Uluslararası İlişkiler eğitiminde, en azından açık ve dolaysız biçimleriyle, yaygın bir yabancı düşmanlığı olgusuyla karşılaşılmaz. Ancak, yabancılık, dar tanımının ötesinde, bir kimlik olarak, içeriği siyasal iktidarların önceliklerini yansıtacak biçimde değişen bir konum olarak anlaşıldığında, durum değişmektedir. Ulus devletlerin kuruluş sürecinde ulusun ortak özel-liklerini taşımayan azınlıkların, vatandaş olsalar bile yabancı sayılmaktan kurtulamadığı gö-rülür. Yabancılar, bilinemezlik, belirsizlik, açık/örtük korkulara kaynaklık eden bir güvensizlik kaynağı olarak algılanır (Özkan Kerestecioğlu, 2012, s.30-42). Ayrıca, yabancılık yakıştırma-sının siyasal iktidara muhalefet eden çevrelerin ötekileştirilmesi amacıyla kullanılması da sık rastlanılan bir durumdur. Böyle bakıldığında, herkes bir gün yabancı olabilir. Bu anlamla-rıyla, yabancı düşmanlığı, demokratik olmayan gündelik siyasal pratiklerin yeniden ürettiği, dolayısıyla herkese karşı uygulanabilecek bir ayrımcılık türü olarak karşımıza çıkar.

Türkiye’de Uluslararası İlişkiler eğitiminde yabancı düşmanlığı olgusuna bu açıdan yaklaşıldı-ğında ilk akla gelen soru, gelişim aşamalarında disiplinin uluslararası ilişkilere nasıl yaklaştığına ilişkindir. Disiplininin kurucu kuşağının bu soruya verdiği yanıt, kısaca, güç mücadelesidir. İlk Milletlerarası Münasebetler derslerinde, “kuvvet muvazenesi” en fazla irdelenen kavramlar-dan birisidir. Türkiye’nin sadece “güçlü devletlerin ayakta kalabileceği bir coğrafyada yaşadığı” saptaması veri olarak alındığında, bu kabulün doğal sonuçları askeri olarak devletin kuvvetlen-dirilmesi, toplumsal yapının savaşa hazır bir durumda bulundurulması, siyasal rejimin de bu gereksinimleri karşılayacak biçimde yapılandırılması ve muhafaza edilmesi olmaktadır (Bilgin, 2010, s.453-474). Kuruluş yıllarından başlayarak Türkiye’nin ulusal güvenlik politikalarında siyasal ittifakların kilit rol oynamasına ve dış politikanın uluslararası meşruiyet ilkesi uyarınca yürütülmeye çalışılmasına karşın, başta Türkiye’nin ittifak içinde olduğu ülkeler ve BM gibi ör-gütler olmak üzere, dış dünyaya duyulan genel güvensizlik, Uluslararası İlişkiler yazınının genel eğilimlerinden birisi olarak karşımıza çıkar.

Korunmacı içgüdüleri harekete geçiren bu çağrılar, insanlara güvencesiz bir dünyada yaşa-dıklarını yeniden hatırlatır ve bildik “günahkar keçiler”in düzmece düşmanlara dönüştürül-mesini kolaylaştırır (Yıldırmaz, 2012, s.48-49). Böyle bakıldığında, Türkiye’de Uluslararası

* Önerdikleri görüşler ve paylaştıkları kaynaklar için Sinem Akgül Açıkmeşe, Boğaç Erozan, Ulaş Karan ve Burcu Yeşiladalı’ya teşekkür borçluyum.

İstanbul Bilgi Üniversitesi

Türkiye’de Uluslararası İlişkiler Eğitimi ve Yabancı Düşmanlığı*

Gündelik dilde karşılığını, “dört tarafımız düşmanlarla sarılı” ifadesinde bulan bu yaklaşım, sürekli bir güvensizlik durumu öngörerek sıradan vatandaşları da yabancılara karşı uyanık olmaya çağırır.

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye50

İlişkiler eğitiminde yabancı düşmanlığı olgusunun izlerini disiplinin genel çerçevesi içinde aramanın daha doğru bir yaklaşım olduğu ileri sürülebilir. Bu nedenle çalışma, Uluslararası İlişkiler disiplininin Türkiye’deki gelişimini kısaca irdelendikten sonra bu alanda, egemen olan yaklaşımın yabancı düşmanlığı yaratmaya yatkın bakış açısını tartışmakta, Uluslararası İlişkiler bölümlerinde kaynak olarak kullanılan bazı kitaplarda karşılaşılan yabancı düşmanlı-ğı örnekleri üzerinde durmaktadır.*

Yabancı düşmanlığı bir ırkçılık ve ayrımcılık türü olarak kendinden olmayana, dili, dini, kültürü ve bazen de görüntüsü ile farklı olana gösterilen olumsuz tutumları kapsar. Ancak, yabancı düşmanlığı, ayrımcılık gibi, pek çok uluslararası sözleşme ve yayında anılmakla birlikte, genel kabul gören bir tanıma kavuşturulamamıştır (Gül ve Karan, 2011, s.9). Batı dillerindeki karşılığı olan xenophobia’ya bakıldığında, yabancı düşmanlığı kavramının söz konusu olguyu daha iyi yansıttığı görülür. “Yabancıdan korku” gibi çevrildiğinde, bir bakıma tedaviye muhtaç bir hastalık gibi anlaşılabilen xenophobia, yabancıyı korkunun kaynağı olarak göstererek olumsuzlamaktadır. Oysa yabancı düşmanlığı, insanca bir duygu olan kor-kunun ötesinde, yabancılara karşı sergilenen olumsuz bir tutumun varlığına işaret etmek-tedir. Bu nedenlerle, kavramın Türkçe’deki karşılığının tanıttığı olguyu daha iyi karşıladığı söylenebilir. Öte yandan, bir kimlik olarak yabancılık, başka ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de içeriği değişebilen, toplumsal-siyasal bir kurgu olarak anlaşılmalıdır. Türkiye’de resmi yurttaşlık anlayışının tanımı ve sınırları, dolayısıyla, ana-akım milliyetçiliğin “büyük ötekisi” zaman içerisinde değişmiştir (Yeğen, 2006, s.142-143).

Türkiye’de Uluslararası İlişkiler eğitiminin temelleri, daha sonra Ankara Üniversitesi’ne bağlanarak, adı Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne [AÜ SBF] dönüşecek olan, Mekteb-i Mülkiye’de atılmıştır. Günümüzde Uluslararası İlişkiler eğitiminde temel ders olarak okutulan, Siyasal Tarih, Devletlerarası Hukuk gibi dersler, 20. yüzyılın ilk yıllarında, Mekteb-i Mülkiye’nin yanısıra, İstanbul Darülfünu’na bağlı olan Mekteb-i Hukuk, Yüksek Ti-caret Mektebi, Erkan-ı Harbiye Mektebi gibi okullarda da okutulmakla birlikte, bu konularda en kapsamlı eğitimin Mülkiye’de yürütüldüğü görülür (Ülman, 2006, s.23-30).** Bu gelişim sürecinde önemli bir dönüm noktası, 1955’te Mülkiye’nin Siyasi Şube olarak adlandırılan bölümünde “Milletlerarası Münasebetler” dersinin ders programına alınmasıdır. Türkiye’de Uluslararası İlişkiler eğitiminin kurumsallaşması için ilk girişimler de AÜ SBF’de başlatılmış-tır. Dışişleri Bakanlığı’nın öneri ve desteği ile dış politika konusunda araştırmalar yapmak, Türkiye’nin tutumunu yurtdışına anlatabilmek amacı ile Fakülte bünyesinde Dış Münase-betler Enstitüsü [DME] kurulur. Enstitü, Uluslararası İlişkiler eğitiminin nasıl yapılacağı so-rusuna yanıt aramak üzere arama konferansları düzenlemiştir. İlk toplantı, 8-9 Mayıs 1959 tarihlerinde düzenlenen “Devletler Hukuku Öğretimi Symposium” olmuştur (Meray, 1962). DME, 1960’dan başlayarak Milletlerarası Münasebetler Türk Yıllığı’nı yayınlanmaya başlamış, çalışmalarını Bakanlık ile yakın işbirliği içinde yürütmüştür. Bu sürecin ABD tarafından da desteklendiği, fakülte bünyesinde Ortadoğu üzerine bölgesel araştırmalar yürütmek üzere

* Uluslararası İlişkiler eğitimi denildiğinde iki ayrı durum anlaşılabilir: Önce, Uluslararası İlişkiler adıyla açılan bölümlerde verilen eğitim ve İktisadi ve İdari Bilimler Fakültelerinde bulunan Siyaset Bilimi, Kamu Yönetimi, İktisat vb. bölümlerde açılmış Uluslararası İlişkiler, Dış Politika, Uluslar arası Güncel Sorunlar gibi derslerle verilen eğitim. Dolayısıyla, Uluslararası İlişkiler eğitiminde yabancı düşmanlığı olgusuna yönelik bir çalışmanın her iki durumu da kapsayacak biçimde tasarlanması gerekir. Böyle bir çalışmanın, bu derslerde okutulan kaynakları, dersleri veren öğretim elemanlarının yayınlarını incelemesi gerekmektedir.

** Ahmet Şükrü Esmer’in 1930’lu yıllarda İstanbul’da Yüksek İktisat ve Ticaret Okulu tarafından bastırılan Siyasi Tarih Ders Notları, gerek bu okulda gerekse Mülkiye’de ve Harp Akademisi’nde okutulur. Esmer, Kitabın 1944 yılında yapılan genişletilmiş baskısının önsözünde “Siyasal Bilgiler Okulu ile diğer okullardaki talebenin ihtiyacını karşılamak için hazırlanmış” olduğunu söyleyerek, bu durumun Mülkiye Ankara’ya taşındıktan sonra da sürdüğünü belirtmektedir.

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye 51

bir araştırma merkezinin kurulması için ABD’den yardım alındığı anlaşılmaktadır (Örnek, 2010, s.179). Gelgelelim, Dışişleri Bakanlığı tarafından desteklenen Enstitünün doküman-tasyon merkezine bazı yabancı yayınların getirilmesine İçişleri Bakanlığı tarafından izin verilmemiştir. Suat Bilge, çıkardığı zorluklar yüzünden, İçişleri Bakanlığı’nı Dışişleri Bakanlı-ğı’na şikayet edecektir:

*

DME, 31 Mart –1 Nisan 1961 tarihleri arasında Milletlerarası Politika Öğretim Symposium’u (a.g.e) başlıklı ikinci bir toplantı düzenleyerek, Uluslararası İlişkiler eğitiminin nasıl yapılaca-ğı sorusuna yanıt aramıştır. Uluslararası İlişkiler eğitiminin nasıl verilmesi gerektiği, içeriği ve ders işlenirken izlenilmesi gereken yöntemler ile dersin amacı gibi konuların tartışıldığı sempozyumun tutanakları 1962’de yayınlanmıştır. Sempozyuma Dışişleri Bakanlığı Siyaset Planlama Grubu Başkanı Ümit Halûk Bayülken ve NATO Dairesi Genel Müdürü Osman Olcay da katılmıştır. Tartışmalar sonrasında bu alanda okutulacak dersin adının “Milletlerarası Politika” olarak konulması ve dersin “başlıca konusu[nun], kuvvet politikasının milletlerarası camiada oynadığı rol” olması kararlaştırılmıştır (a.g.e., s.129). Bu yıllarda üç kürsüden-Devlet-lerarası Umumi Hukuku, Devletlerarası Özel Hukuk ve Siyasi Tarih- oluşan Siyasi Şube içinde gelişmeye başlayan bu nüve on yıl içinde ayrı bir şubeye dönüşmüştür (Sezer, 2006, s.24).

İlk yıllar boyunca Uluslararası İlişkiler eğitiminin gelişimi iki ayrı damardan beslenir: Dev-letlerarası Hukuk ve Siyasi Tarih. Kurumsal gelişmeleri yönlendiren kurucu kuşak içinde hukukçu öğretim üyelerinin ağırlığı üzerinde durulması gereken bir konudur. Mehmet Gön-lübol, Seha Meray, Suat Bilge ve İlhan Unat; Devletlerarası Hukuk, Devletler Özel Hukuku ve İnsan Hakları alanında çalışan öğretim üyeleri olarak kurucular arasında yer alır. Bu kuşağa izleyen yıllarda katılacak olan Gündüz Ökçün ve Cem Sar’ın uzmanlık alanları da Devletlera-rası Hukuk olacaktır. Kurucu kuşağın kritik kütlesinin hukukçulardan oluşması, bu kuşağın oluşturduğu yazını da doğrudan etkilemiştir. Uluslararası İlişkiler alanına hukuki açıdan yak-laşan bu kuşağın yazdıklarında genel çizgileriyle evrensel insan hakları anlayışı egemendir. Bu bakış açısıyla yazılmış kitaplarda ayrımcılık ve yabancı düşmanlığının açık örnekleriyle karşılaşmak, olanaksız değilse bile çok zordur.

Öte yandan Siyasal Tarih derslerinin, zamanın ruhuna uygun bir biçimde, devlet odaklı bir bakış açısıyla görülmüş ve okutulmuş olduğunu, devletin uluslararası ilişkilerin tek öznesi olarak gördüğünü belirtmekle yetinelim. Kurucu kuşak arasında milletlerarası münasebet-leri anlamak için devletler hukukunun artık yetersiz kaldığını, kuvvet dengesi ve jeopolitik gibi kuramlara duyulan gereksinimler konusunda bir oydaşma bulunur. Mehmet Gönlü-bol, Milletlerarası Politika Öğretim Symposiumu sırasında,“Milletlerarası Politika dersinin ana bahisleri” olarak şu konuları sıralar: “Siyasi kuvvet, kuvvet mücadelesi, emperyalizm, milletlerarası ideoloji, milli kuvvetin unsurları, kuvvet dengesi ve milli politikanın tayini ve

* Halûk Ülman, Suat Bilge’nin şikayetine başka bir anekdotla katılır: “Fahir Armaoğlu bir makalesinde Documentation Française’den alıp Pravda’yı mehaz verdi diye Milli Emniyetin takibatına maruz kalmıştı”.

Enstitüde ilk olarak bir dokümantasyon merkezi yaparak ve bir ayrı ders koyarak Rusya hakkındaki incelemeleri geliştirmek istiyoruz. Burada karşılaştığımız zorluk daha evvel açıkca arzedememiştim, mali ve mâddi imkanlarda değil, müsaade alamamak. Meselâ, Pravda ve İzvestia gibi gazetelere abone olmak istediğimiz zaman müsaade verilmedi. Vaktiyle Hariciye Vekâleti bu gazeteleri bize vermeyi taahhüt etmişti. Ona da müsaade verilmedi. Vakti-yle Hariciye vekaleti abone olacaktı, bize verecekti, buna dahi müsaade verilmemiştir (Milletlerarası Politika Öğretim Symposiumu, 1962, s.89).

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye52

hedefleri”(Milletlerarası Politika Öğretim Symposiumu, 1962, s.41). Gönlübol, anılan sem-pozyumda, Milletlerarası Münasebetler dersinin temel yaklaşımının “kuvvet muvazenesi” olduğunu belirtecektir:

Toplantıya Dışişleri Bakanlığı adına katılan Ümit Halûk Bayülken ise Miletlerarası Politi-ka derslerinde öğrencilere sadece realist bir perspektifi öğretmenin yeterli olmayacağını, realizmin yanı sıra hukuk prensiplerin de öğretilmesi gerektiğini belirtir. Ancak önemli olan milletlerarası politikanın “hodbin ve egoist” esaslarıdır: “Yani, bu öğrenim sonunda, kuvvetler mücadelesi, jeopolitik nedir? Milli dış politika nasıl taayyün edilir [belirlenir], milli menfaatler nelerdir?’ dendiği zaman, gayet hodbin ve egoist esaslar üzerinde kalmalı ve esasların ne olduğunu bilmeli, fakat idealizm tarafıyla da bağdaştırılabilecek fikri seviye-de bulunmalıdır (a.g.e., s.71).” Bu arayış toplantılarının yayın biçimindeki somut sonuçları Altmışlı yılların ortasından başlayarak ortaya konulmaya başlamış, yayın çalışmalarında ders kitaplarına öncelik verilmiştir. Bu durum, devlet eliyle yapılan yabancı düşmanlığı ve ayrımcılık uygulamalarının ders kitaplarında en azından yeterince yer bulamamasına neden olmuştur. Bu suskunluğun AÜ SBF’de verilen Uluslararası İlişkiler eğitiminin niteliğiyle yakından ilintili olduğu ileri sürülebilir. İlhan Uzgel’in belirttiği gibi, bu kurumda verilmeye başlayan ve kurumsallaşan eğitim, yalnızca devlet merkezli olmakla kalmamış; ayrıca dev-let için yapılmıştır (Uzgel, 2007, s.116). Bu yaklaşım, gerek uluslararası gelişmelere, gerekse Türkiye dış politikasına devletin öncelikleri doğrultusunda, milli menfaatler ve milli güvenlik açısından bakılmasını gerektirmiş, resmi politikaların yabancı düşmanlığına varan netameli uygulamalarından sarf-ı nazar edilmiştir.

İlk ders kitaplarının arasında uzun süre alanın tek başvuru kaynağı olarak kalması nedeniy-le, Olaylarla Türk Dış Politikası’nın yeri başkadır. Disiplinin kurucuları tarafından hazırlanan kitabın yazımına 1965’te başlanmış, ilk kez 1967’de yayınlanmış, izleyen yıllarda geniş-letilerek, çok sayıda baskısı yapılmıştır. Kitap, Dışişleri Bakanlığı tarafından gerek belge paylaşımı, gerekse mali yardım verilmek suretiyle desteklenmiştir (Ülman, 1986, s.270). Bu nedenle de ilk baskısından başlayarak, Duygu Bazoğlu Sezer’in belirttiği gibi, “ ‘devlet ağzı’ ile yazıldığı ithamlarından kurtulamamıştır (Sezer, 2006, s.24).” 1960 ‘lı yılların ortasında yükselen anti-Amerikan eğilimlere karşın, Olaylarla Türk Dış Politikası ABD düşmanlığı da yapmaz. Ancak, yabancı düşmanlığı olarak değerlendirilebilecek örnekler de yok değildir. Bu konuda verilebilecek en belirgin örnek, Olaylarla Türk Dış Politikası’nda azınlıklara karşı yapılan olumsuz uygulamalardan herhangi bir biçimde söz edilmemiş olmasıdır. AÜ SBF’nin yanı sıra başka okullarda da kaynak kitap olarak kullanılan bu kitapta, 1915 Tehciri, 1934 Trakya Hadiseleri, 1936 Beyannamesi, Varlık Vergisi, Struma Faciası, 4 Aralık 1945 Tan Mat-baası Baskını gibi gelişmelerden tek bir satırla olsun söz edilmez. Yazarları arasında önde gelen Devletlerarası Hukuk hocalarının bulunduğu bir ders kitabının uluslararası gelişmeler-

Kuvvet politikasının öneminin belirtilmesi daha ziyade İkinci Dünya Harbinden sonra ve bilhassa Morgenthau’nun çalışmalarıyla ortaya konmuştur. Türkiye’de milletlerarası münasebetlerin kuvvet mücadelesi yönünü belirtmekte ben fayda görüyorum. Hatta, öğrenci arkadaşlarım da burada, bazan mübalağa ediyorum. Bunun sebebi var. Çünkü bizim memlekette umumiyetle herşeyin hukukla çözüleceği düşünülür. Meselâ, herhangi bir meselemiz olur, derhal bir kanun yaparız ve işin bununla halledileceğini zannederiz. Değil. Sonra bizim üniversitelerimizde milletlerarası münase-betlerde yaptığımız öğretim, umumiyetle öğrencilerimize devletlerin milletlerarası hukukun kaidelerine göre hareket ettikleri intibaını veriyordu. Halbuki işin başka tarafları, başka realiteleri var. Bunları da görmeleri için bizim belki şu devrede yaptığımız öğretimin hatta biraz mübalağa edilmesi lâzımdır (a.g.e., s.51-52).

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye 53

Yunanistan ve Kıbrıs’ta Türkiye ve Türklere karşı girişilen tahrik, gösteri ve hakaretler Türk halkoyunda büyük bir sinirlilik yarattığı sırada Selânik’te Başkonsolosluk binamıza bomba atıldığı haberinin yayılması 6 Eylül 1955’de bir anda İstanbul, İzmir ve Ankara’da Rumlar aleyhine gösteriler yapılmasına sebep olmuş ve sonra da bu gösteriler taşkınlıklara ve mal tahribine yol açmıştır. Türk Hükümeti bu olaylar üzerine sıkıyönetim ilân etmiştir. Sıkıyönetimin onaylanması için Büyük Millet Meclisi’nde yapılan görüşmelerde başbakan Adnan Menderes olay-ların gösteriden taşkınlığa dönüşmesinin sorumluluğunu komünistlere atfetmiş ve taşkınlıklarda bulunanlar ve bu arada Kıbrıs Türktür Derneği’nin yöneticileri hakkında takibata geçildiğini bildirmiştir. Büyük Millet Meclisi ilân edilen 6 aylık sıkıyönetimi onaylamıştır.

Türkiye, 6-7 Eylül olayları ile ilgili olarak Yunanistan’a tarziye vermiş ve zarar görenlerin tazmin edileceği ve ilerde diğer benzer olayların önleneceği hakkında vaatte bulunmuştur (Olaylarla Türk Dış Politikası, s. 360-361).

Yunanistan’ın 1964 yılı ortasında general Grivas’ı Kıbrıs’a göndermesi ve adaya Yunan askeri ve subayı yollaması ve oniki adalarda tahkimata başlaması ve nihayet Washington görüşmelerinden sonra Amerika Birleşik Devletleri’nin aracılığıyla yapılan müzakere tekliflerine yanaşmaması veya müzakereleri açıklamak suretiyle baltalaması Kıbrıs uyuşmazlığını mahalli bir uyuşmazlıktan Türkiye ve Yunanistan arasında bölgesel bir uyuşmazlık şeklinde genişlet-miştir. Türkiye bu yeni gelişme karşısında Yunanistan ile İkamet ve Ticaret andlaşmalarını sona erdirmiş ve İstan-bul’daki Yunan vatandaşlarını tard etmeye başlamıştır (a.g.e., s.400).

le yakından ilintili ve insan hakları boyutu da bulunan bu olayları görmezden gelmesi dikkat çekicidir. Olaylarla Türk Dış Politikası’nın 6-7 Eylül Olayları ile 1964 Kararnamesi anlatısı, bir dolaylı yabancı düşmanlığı söylem örneği olarak tartışılabilir.

Anlatıya bakılırsa, olaylar tahrik, gösteri ve hakaretlere tepki olarak başlamış, gösteriler Rumları –bütün gayrimüslim yurttaşları değil- hedef almıştır. Gösteriler, Başbakan Mende-res’in açıklamalarına itibar edilecek olursa, komünistler tarafından kışkırtılarak taşkınlıklara dönüştürülmüş, taşkınlıklar sadece mal kaybına yol açmış, bu arada, her nedense, Kıbrıs Türktür Derneği yöneticileri de takibata alınmıştır.

Olaylarla Türk Dış Politikası, 1964 Kararnamesi’ni, insani boyutta yol açtığı sıkıntılara değin-meksizin, sadece İstanbul’da yaşayan Yunan uyrukluları ilgilendiren teknik bir uygulama olduğu izlenimi yaratarak, Yunanistan’ın Kıbrıs konusunda izlediği politikalara, Türkiye’nin neden kendi yurttaşlarını da cezalandıran bir misillemeyle karşılık verdiği sorusunu irde-lemeden anlatır. Sürgün, kayıtsız bir ifadeyle, adeta başka bir ülkenin insanlarından söz edercesine geçiştirilir:

1959 Londra Konferansı kararlarından bahseden bölümden bazı örnekler verelim: “Yürüt-me organının başı Cumhurbaşkanı rum, muavini Türk olacak..”(a.g.e., s.382), “Kıbrıs rum cemaati de kendi işlerini görmek ve Türklerin haklarına saygı göstermek şartı ile adayı yönetmek hakkını elde ediyordu”(a.g.e., s.401) Ancak, “Kıbrıs Türk ve rum cemaatleri arasında görüşmede Anayasanın uygulanmasından çıkan anlaşmazlıklar devam etmiş[-tir]”(a.g.e., s.388). Bu yazım, kitabın izleyen baskılarında olduğu gibi bırakılmış, genişle-tilen bölümlerde doğru yazım kullanılmıştır. Olaylarla Türk Dış Politikası’nın genişletilmiş

Olaylarla Türk Dış Politikası’nda karşılaşılan ve yabancı düşmanlığı iması içerdiği ileri sürülebi-lecek bir başka uygulama ise Kıbrıs Sorunundan söz edilirken bazı bölümlerde Kıbrıs Türkleri biçi-mindeki yazımın, Rumlar söz konusu olduğunda, yaygın olarak Kıbrıs rumları biçimini almasıdır.

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye54

6.baskısında 1973-1983 yıllarını kapsayan bölümlerde yanlışlık düzeltilmiştir. Bir örnek vermek gerekirse, artık, “Kıbrıs Rumları toplumlararası görüşmelerin başlatılmasına yanaşmış[tır]”(a.g.e., s.571).

Bu gelişmelere ilişkin değerlendirmelerin Uluslararası İlişkiler yazınında, devletin resmi politikalarını destekleyen ya da en azından zarar vermeyecek ifadelerle geçiştirilmiş olması da dikkat çekicidir. Örneğin, Milletlerarası Münasebetler Türk Yıllığı’nda yayınlanan ve Türki-ye’de yıkıcı faaliyetleri konu alan bir makalesinde Yavuz Abadan, 1950’li yılların sol çevreleri-ne karşı yürütülen -1945 Tan Matbaası Baskını gibi açık saldırı ölçüsüne varan- koğuşturma-ları, Sovyetler Birliği tarafından yönlendirilen yıkıcı güçlere karşı öğrencilerin kendiliğinden tepkisi gibi geçiştirilmiştir. “Zincirli Hürriyet” isimli dergi ve Sertel çiftinin yönettiği “Tan” gibi gazeteler öğrenciler tarafından yıkıldı (Abadan, 1961, s.102).

Altmışlı yıllarda çeşitli toplumsal kesimlerin hızla siyasallaşması sonucunda, Türkiye’de bir yabancı düşmanlığı türü olarak anti-Semitizm de yaygınlık kazanmıştır. Özellikle 1967 Savaşı sırasında Kudüs’ün işgal edilmesi, 1969’da Mescid-i Aksa’nın yakılması gibi gelişmeler sonrasında İslamcı çevrelerce, “Mecid-i Aksa ve Yahudiye Lanet Haftası” gibi anti-semit kampanyalar düzenlenmiştir. Bu kampanyalara sol çevrelerin de destek vermesi üzerine, Uluslararası İlişkiler okutmamakla birlikte, AÜ SBF öğretim üyelerinden Mete Tunçay (2009) sol çevrelerin bu konudaki tutumunu yabancı düşmanlığı yapıldığı gerekçesiyle eleştirir: “Toplumsal adalet mücadelesi çoğunluk kitlelerinin ilkel yaban-cı düşmanlığı duyguları kışkırtılarak yürütülmemelidir. Solun görevi Türkiye’de âdil bir toplum düzenini savunmaktır. O düzenin kuralları Türkler için de gayrı Türkler için de hep aynı olacaktır.”(Tunçay, 2009, s.132). Bu gibi uyarılara karşın, Ortadoğu savaşları, Müslü-man-Yahudi çatışması olarak görülmüş, böylelikle, Müslüman bir ülke olarak Türkiye’nin de Yahudilere karşı savaşması önerilmiştir.

1970’li yıllarda Uluslararası İlişkiler eğitimi İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi bünyesinde oluşturulan Milletlerarası Münasebetler kürsüsü ile birlikte İstanbul’da da kurumsallaşmaya başlar. İstanbul’daki kurumsallaşma, AÜ SBF deneyimi ile önemli benzerlikler taşımakla birlikte, bazı farklılıklar da sergiler. Ankara’da Devletler Hukuku ve Siyasal Tarih öne çıkarken, İstanbul Üniversitesi’ndeki kurucular arasında Siyaset Bilimi ve İktisat Bilimi kökenli bilim insanlarının ağırlığı dikkat çeker. Ankara’da disipli-nin kurumsallaşmasında Dışişleri Bakanlığı’nın öne çıkmasına karşılık, İstanbul’da Harp Akademileri ile işbirliğinin dikkat çeken bir düzeyde olduğu görülür. Bu farklılıkların izleriyle yayınlarda da karşılaşılır. Ankara’da yazılan ders kitapları dış politika çalış-malarına ağırlık verirken, İstanbul’da yapılan çalışmalar güvenlik ve devlet konusuna odaklanır. Bu kurumsallaşma öykülerinin ortak noktalarından birisi, ABD’nin Ankara’da olduğu gibi, İstanbul’daki kurumsallaşmaya da yoğun katkı sağlamasıdır. Cangül Ör-nek’in doktora tezinden, İstanbul’daki kurumsallaşma sürecinin Tarık Zafer Tunaya’nın USIS’e yazdığı bir mektupla başladığı anlaşılmaktadır. İzleyen yıllarda ABD üniversite-lerinin değişim programları ve burslar aracılığıyla bu gelişim sürecine yoğun bir biçimde katkıda bulunduğu görülür. Bu katkı açısından üzerinde durulması gereken noktalardan birisi de ABD’nin AÜ SBF’ye verdiği katkıyı yetmişli yılların ortasından başlayarak azalt-mış olmasıdır. Bu durum akla, yetmişli yıllarda Mülkiyeli öğretim üyelerinin eleştirel çalışmalara yönelmesi ve sol eğilimli görüşlere kayması ABD’nin bu kararını etkilemiş midir sorusunu getirmektedir.

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye 55

Bu dönemde İstanbul’da yapılan çalışmalarda Hans Morgenthau’nun yaklaşımı egemendir. Feridun Ergin’in çalışmalarından bazı örnekler verelim. Ergin (1974), ulusların kutsal egoiz-minin uluslararası bütünleşmeye engel olacağı inancındadır.

Ergin’in 1974 Kıbrıs müdahalesine ilişkin anlatısı, özel olarak BM’in, genel olarak uluslararası örgütlerin işlevlerine bakışı yansıtmaktadır.

12 Eylül Darbesinden sonra, 6 Kasım 1982’de kurulan Yüksek Öğrenim Kurumu ile birlikte, üniversitelerde İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi [İİBF] adı altında tek tip bir yapılan-maya gidilmiştir. Bu yapılanma içinde, İktisat, İşletme ve Kamu Yönetimi Bölümlerinin yanısıra, Uluslararası İlişkiler Bölümlerinin de kurulması öngörülmüştür. Bu uygulama sonrasında, AÜ SBF’nin diplomatik şubesi, Uluslararası İlişkiler Bölümüne dönüşmüş, önce Marmara Üniversitesi olmak üzere, çeşitli üniversitelerde Uluslararası İlişkiler Bölümleri kurulmuş, bunları başka şehirlerde ve başka üniversitelerde kurulan bölümler izlemiştir. Ayrıca, pek çok İİBF’de bulunan Siyaset Bilimi, Kamu Yönetimi bölümlerinde verilmeye başlayan derslerle, Uluslararası İlişkiler eğitimi yaygınlık kazanmıştır. Bu dö-nüşümle birlikte, Türkiye’de Uluslararası İlişkiler eğitimi Ankara ve İstanbul üniversiteleri dışında da kurumsallaşmaya başlamıştır.

Bu gelişmenin, 1985’ten başlayarak ivme kazanan küreselleşme süreciyle yakından ilgili olduğunu belirtmekle yetinelim. Bu süreç Türkiye ekonomisinin ihracata yönelik sanayileş-me modelini benimsemesine yol açarken, yabancı pazarlara, yabancı sermayeye, yabancı yatırımcılara duyulan gereksinimi artırmış, böylelikle, siyasal kültürün yabancılık durumuna yüklediği olumsuz anlamlar, ekonomik gelişmelerin etkisiyle bir ölçüde dengelenebilmiştir

Bütünleşme egemenlik ve iktidardan feragattir. Oysa ki, iktidar özlemi bütün bağımsız politik birimlerin ka-rakter özelliğidir ve insan karakterinin zamanla değişmediğini birkaç müellifler ileri sürmektedirler. Nitekim hükümetler, şimdiye kadar ulusal güvenlikleri ve menfaatleri bakımından yararlı gördükleri ölçüde ulusla-rarası işbirliğini desteklemişlerdir. Ulusların kutsal egoizm’i günümüzde de uluslararası politikanın hâkim realitesini teşkil etmektedir.

Uluslararası işbirliği, genellikle yüksek konjonktür ve refah dönemlerinde önemli gelişmeler arz etmektedir. Ekonomik krizlerde ve uzun süren depresyonlarda, menfaatler ayrıldığı vakit, hükümetlerin işbirliğinden ay-rılmak ve ulusal ekonomiyi tek yanlı tedbirlerle korumak eğilimini besledikleri dikkate çarpmaktadır (Ergin, 1974, s.205).

Birleşmiş Milletler barış kuvvetinin bir utanç kuvveti gibi hareket ettiği yer, Kıbrıs’tır. Güvenlik Konse-yi’nin 1964’te adaya yolladığı barış kuvveti, burada uzun süre kalmıştır. Görev süresinin uzaması, finans-man güçlüklerine yol açmıştır. Birleşmiş Milletler Organizasyonu ve asker veren devletler, masrafların tümünü karşılamamıştır. Bunun üzerine Makarios para vermeyi kabul etmiştir. Ekmeğini Makarios rejimine borçlu duruma düşen Birleşmiş Milletler Barış Gücü, görünür bir partizanlığa sapmıştır. 20 Temmuz 1974 de yapılan çıkartmadan sonra, Rum Muhafız Gücü ve Eoka B mensupları, Birleşmiş Miletler Muhafız gücünden istihbarat işlerinde yararlanmışlar ve hatta barış gücünün üniformalarını giymişler-dir. Türk köylerine yapılan zulme ve girişilen katliama seyirci kalarak yedikleri ekmeğin borcunu Rumlara ödemeye çalışmışlardır. 19 Ağustos 1974’te Amerika Büyükelçisi’nin katledilmesini de aynı kayıtsızlıkla izlemişlerdir (a.g.e., s.205).

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye56

(Dış Ticaret Mevzuatı, 2012, s.31-32).* Böylelikle 1990’lı yıllara gelindiğinde, en azından bazı yabancılıklar aranır, beklenir durumlar olarak algılanmaya başlamıştır.

Doksanlı yıllara gelindiğinde, çok sayıda vakıf üniversitesinin de açılması ile birlikte Türki-ye’de Uluslararası İlişkiler eğitimi verilen bölümlerin, derslerin ve öğretim üyelerinin sayısı geometrik olarak artmıştır (Kut, 2005, s.89). Bu artış ile birlikte, söz konusu bölümlerde izlenen müfredat da büyük bir değişim geçirmiştir (Ülman, 2012). Bu değişimin konumuzu ilgilendiren ve ilk bakışta çelişkili gibi gözüken iki boyutunun bulunduğu ileri sürülebilir: Öncelikle, ders kitaplarında yukarıda değinilen yabancı düşmanlığı çerçevesinde ele alınabi-lecek gelişmelere karşı gösterilen kayıtsızlık yerini, yakın ilgiye bırakmıştır. Yeni Uluslararası İlişkiler ders kitapları yukarıda ele alınan örnekleri eleştirel bir bakış açısıyla öğrencilerin dikkatine getirmiştir. İkinci olarak, Uluslararası İlişkiler bölümlerinde öne çıkan ulusal/ulus-lararası güvenlik çalışmaları, toplumsal-siyasal sorunları güvenlikleştirmek yoluyla yabancı düşmanlığı yapılmasına zemin hazırlamıştır.

İlk boyutu sergileyen değişimi bir örnekle açıklayalım: Daha sonra Dışişleri Bakanlığı yapa-cak olan AÜ SBF öğretim üyelerinden Şükrü Sina Gürel’in 1993’te yayınlanan Türk-Yunan İlişkileri başlıklı çalışmasında 6-7 Eylül Olayları için “Türk hükümetinin düzenlediği utanıla-cak bir olay” tabiri kullanılır.

2000’li yılların hemen başında, yine AÜ SBF öğretim üyelerince hazırlanan ve aynı fakülte öğretim üyelerinden Baskın Oran’ın editörlüğünü yaptığı Türk Dış Politikası: Kurtuluş Sava-şından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar başlıklı çalışma, içerik ve yaklaşımı bakımından Olaylarla Türk Dış Politikası’nı pek çok açıdan aşar.** Ayrımcılık, azınlık hakları ve yabancı düşmanlığı konularına yaklaşımı açısından kitap öncüllerinden ayrılır. Kısa bir süre içinde onlarca baskı yaparak pek çok üniversitenin Türk Dış Politikası derslerinde temel okuma ve başvuru kaynağı konumuna erişen çalışmada ayrımcılık örnekleri ele alınarak eleştirel bir bakış açısıyla sorgulanmaktadır.

Değişimin ikinci boyutu, uluslararası gelişmeler ve bu gelişmelerin Türkiye’ye yansıması ile ilgilidir. Öncelikle, Türkiye’de 2000’li yıllarda yeniden hortlayan yabancı düşmanlığını bir

* Türkiye’ye yabancı sermaye getirilmesini teşvik etmek üzere yapılan ilk yasal düzenleme, 18 Ocak 1954 tarih ve 6224 sayılı Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu’dur. Kanunun öngördüğü teşvikler, 24 Ocak 1980 Kararlarına kadar kayda değer bir sermaye girişi sağlayamamıştır. 2001 ekonomik bunalımından sonra yabancı sermaye girişini kısıtlayan bürokratik formalitelerin ayıklanması ile birlikte Türkiye’ye yönelik yabancı sermaye girişinde artışlar yaşanmıştır. Türkiye’de yabancı sermayenin girişini kolaylaştırmak için hazırlanan ve halen yürürlükte bulunan yasal düzenleme, 5 Haziran 2003 tarih ve 4875 sayılı kanundur. 1. Madde, Kanunun “doğrudan yabancı yatırımların özendirilmesine, yabancı yatırımcıların haklarının korunması[na], … doğrudan yabancı yatırımların artırılmasına ilişkin esasları düzenlemektedir.”

** Baskın Oran, der. Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, İstanbul: İletişim 2001. Kitabın girişinde, “Bu yapıt, Başbakanlık Tanıtma Fonu ve Kültür Bakanlığı’nın ‘Osmanlı İmparatorluğu’nun 700. Yılı Kutlama Etkinlikleri’ bağlamında tarafından sağlanan maddi katkılarla gerçekleştirilmiştir” ifadesi bulunmaktadır.

Yine 1955’de Türk hükümetinin düzenlediği utanılacak bir olay, Türkiye’deki Rumlar üzerinde silinmeyecek olumsuz izler yaratıyordu. 1955 Eylül’ünde Londra’da İngiliz ve Yunanlı yetkililerle Londra Konferansı diye anılan toplantıda Kıbrıs konusunu görüşmekte olan Türk Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun gönderdiği “buradaki duruma biraz faaliyet göstererek yardımcı olabilirisiniz” mesajının ardından İstanbul’da “6-7 Eylül Olayları” diye anılan yağmacılık yaşandı. Önce Selanik’te Atatürk’ün doğduğu evde bir bomba patladı, ardından da “tahrik olan” kalabalıklar, İstanbul’da Rumlara ve Rum işyerlerine karşı saldırıya geçti. Daha sonra, 1960’ların başlarında-ki Yassıada Mahkemesinde, 6-7 Eylül Olaylarının, Selanik’te patlayan bomba dahil olmak üzere, Demokrat Parti Hükümeti’nin bilgisi içinde gerçekleştiği ortaya çıkacaktı (Gürel, 1993, s.61).

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye 57

ölçüde başta AB üyesi ülkelerde olmak üzere, tüm dünyada tırmanışa geçen yabancı düş-manlığı olgusundan ayırarak değerlendirmek olanaksızdır. Bunun yanı sıra, Sovyetler Birli-ği’nin dağılması ile birlikte hız kazanan gelişmeler, Türkiye’de Uluslararası İlişkiler yazınının gelişimi ve dönüşümü üzerinde etkili olmuştur (Kaya, 2011). 1990’lı yıllarda Kürt ayrılıkçılı-ğının ivme kazanması, Ankara’da yaşanan siyasal parçalanmışlık, uluslararası gelişmelere de güvenlik perspektifinden bakılmasına, Türkiye’de Uluslararası İlişkiler yazınında güvenlik sorunlarının öne çıkmasına, bölünme/parçalanma söyleminin yazına egemen olmasına neden olmuştur.

Bu bakış açısıyla yapılan çalışmaların önemli bir bölümü emekli askerler tarafından yazılır-ken, disiplin dışından, tıp doktorlarından deprem uzmanlarına, coğrafyacılara, ilahiyatçılara ya da ekonomistlere kadar uzanan geniş bir meslek yelpazesinden gelen amatör araştırma-cılar adeta “alternatif” bir uluslararası ilişkiler yazını oluşturmuşlardır (Uzgel, 2007, s.122).

Bu çalışmalar, dışarıdan olduğu kadar içeriden de Türkiye’nin bütünlüğüne yönelen tehditleri konu almakta, Megali İdea, Pontus Devleti, Ekümenik Patrikhane, Büyük Kürdistan, Büyük İsrail gibi, başarıya ulaşması ancak Türkiye’nin parçalanmasına bağlı olan “gizli” projeleri açığa çıkarmak iddiasındadır.“Yabancılar toprak alıyor!”, “Patrikhane Vatikanlaşıyor!”, “GAP’ı İsrail kapattı!” türünden efsaneleri veri olarak kabul eden bu yayınlar sansasyonel iddia-larla, öğrencilerin ötesinde geniş bir okur kitlesine de ulaşabilmiştir. Bu yayınlarda, Azınlık vakıflarının statüsüne ilişkin talepler, misyonerlik faaliyetleri, Heybeliada Ruhban Okulu’nun yeniden açılması istekleri, Ermeni Soykırım tasarılarının çeşitli ülke parlamentolarında gündeme alınması gibi konu ya da gelişmeler Türkiye’nin parçalanmasını öngören projelerin gerçekliğini gösteren kanıtlar olarak sunulabilmiştir. Herhangi bir bilimsel kanıtlama kaygısı olmaksızın yapılan bu yayınlarda örtük ve açık yabancılaştırma örnekleri ile karşılaşılmıştır. Söz konusu projelerin Yunanistan, Ermenistan ya da İsrail ile ilişkilendirilmesi, Türkiye’de yaşayan Rum, Ermeni ve Yahudi kökenli yurttaşları “olağan şüpheli” haline getirerek, “dahili düşman” statüsüne indirgemektedir.

Bu türden bir yabancı düşmanlığı olgusunun en açık biçimleriyle uluslararası göç olgusunu inceleyen yayınlarda karşılaşılmaktadır. Göç olgusu, tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de yabancı düşmanlığının gerekçesi olarak ileri sürülmektedir. Göçmenleri potansiyel suçlu-lar olarak gören/gösteren bu bakış açısı, korunmaya muhtaç konumdaki insanları yabancı düşmanı grupların ve partilerin boy hedefi haline sokmakta, düşmanlaştırmaktadır. Bu bakış

Bu yıllarda, “Sevr Sendromu” olarak adlandırılan ve Batılı güçlerin Türkiye’yi parçalama plan-larını yeniden gündeme aldıkları varsayımına dayanan “komplocu” paradigma çok sayıda çalış-ma tarafından gündeme getirilmiştir.

Türkiye’nin parçalanması için uygulamaya konulan planları açığa çıkarmak iddiası ile yapılan bu türden çalışmalar, bazı üniversitelerin Uluslararası İlişkiler bölümlerinde okuma listelerine alınabilmiştir.

Uluslararası İlişkiler eğitiminde artan bir ağırlığa sahip olan güvenlik derslerinin giderek genişleyen kapsamı, bazı toplumsal/siyasal konuların güvenlik sorunu olarak değerlendirilmesine yol açmak-ta, bu sorunlara taraf olan toplumsal kesimleri güvenlik öznesi, zaman zaman da tehdit kaynağı olarak göstererek yabancılaştırma/düşmanlaştırma sürecinin kurbanı haline getirilmektedir.

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye58

açısı uyarınca, göç bir güvenlik sorunu olarak algılanırken, göçmenlik olgusu da kriminal bir durum olarak çerçevelenmektedir. Uludağ Üniversitesi İİBF tarafından çıkarılan aynı adlı dergide,“Mülteciler ve Ulusal/Uluslararası Güvenlik” başlığıyla yayınlanan bir makalenin yaklaşımı bu konuda örnek verilebilir. Çalışma, uluslararası göçü bir güvenlik sorunu olarak tanımlamakta, “mültecilerin ve göçmenlerin gittikleri ülkelerde silah, insan ve uyuşturucu kaçakçılığı suçlarına karış[tığını]”, dolayısıyla, “gittikleri ülkelerde hem toplum yapısı için hem de ülkenin güvenliği için tehdit oluştur[duklarını] genel geçer bir gerçek olarak sunmak-tadır (Türkoğlu, 2011, s.109-110). Güvenlik yazınına egemen olan bu yaklaşımı paylaşmayan, istisnai nitelikte ders kitapları da hazırlanmaktadır. Bu konuda örnek olarak gösterilebilecek bir kitap, bir grup öğretim üyesi tarafından Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi için hazırlanan Strateji ve Güvenlik başlıklı ders kitabıdır. Kitap, içeriği ve tartışmaları ile güvenlik çalışmalarında tek bir yaklaşımın geçerli olduğunu yineleyen realist çevrelerin yazdıklarından ayrılır (Aydın vd., 2011).

Bu çevrelerin çeşitli gelişmeleri ele alma biçimleri Türkiye’ye yönelik planları açığa çıkarmak için yazılı ve görsel medyada ileri sürdükleri argümanları derslerinde de tekrar ettikleri varsa-yılabilir. Uluslararası Güncel Sorunlar gibi derslerin okuma listelerinde yer verilen bazı yayın-larda, ekümenik statüsü sorgulanan Patrikhane, tarihten bu yana yabancı güçlerle işbirliği içinde bulunan, adeta ne idüğü belirsiz bir kurum olduğu imasıyla anlatılmakta, böylelikle, bu kurumla dini ilişkisi olan yurttaşlar da yabancı güçlerle işbirliği içinde bulunan kimse-lere dönüştürülerek, bir kez daha yabancılaştırılmakta, iç düşman konumuna indirgenmiş olmaktadır. Yabancı düşmanlığı, “gizli Hıristiyanlık”, “gizli Yahudilik”, “gizli Ermenilik” gibi biçimler altında da yapılabilmektedir. Bu görüşe göre, içimizdeki yabancılar, açıktan sahiple-nemedikleri, ancak özünde bağlı kaldıkları kimliklerinin gerektirdiği işleri gizlice yürütmekte, Pontusçuluk yapmakta, Büyük Ermenistan ya da Arz-ı Mevut gibi idealleri gerçekleştirebil-mek için çalışmaktadırlar. Bu iç düşmanların gizli çalışmaları, “Türkiye’yi misyonerin yürüttü-ğü Hıristiyanlaştırma faaliyetlerinin pençesinden kurtarmak” için açılan medyatik kampan-yaların hedefi haline gelebilmektedir. Üstelik en azından yakın zamanlara değin, “devletin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin birliğine zarar verme gayesiyle yazılmış bir propoganda” olduğu gerekçesiyle yasal kovuşturmalara da konu olabilmiştir (Bilici, 2010, s.152-153). Misyonerlik faaliyetlerinin milli güvenlik sorunu olarak tanımlandığı bir dönemde, çeşitli üniversitele-rin Uluslararası İlişkiler derslerinde, sözgelimi, Şubat 2006’da Trabzon’daki Rahip Andrea Santoro, Nisan 2007’de Malatya Zirve Yayınevi cinayetleri gibi kıyımların neden gerçekleştiği gibi konuların nasıl ele alındığı sorusu üzerinde durulmalıdır.

Bu dönemin yazınında etkili olan milliyetçi muhafazakâr eğilimli öğretim üyeleri savunmacı bir anlayışla, AB uyum sürecini Türkiye’yi bölmeye yönelik uluslararası bir gizli planın parçası olarak görerek demokratikleşmeye yönelik reformları eleştirmişlerdir.

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye 59

Referanslar

Abadan, Y. (1961). Les Activities Subversives en Turquie. Milletlerarası Münasebetler Türk Yıllığı, C. II, s.102.

Aydın, M., Akgül Açıkmeşe, S., Ereker F. & Dizdaroğlu, C. (2011). Strateji ve Güvenlik, Es-kişehir: Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Yayınları

Aydınlı, E., Kurubaş, E. & Özdemir, H. (2009). Yöntem, Kuram, Komplo Türk Uluslararası İlişkiler Disiplininde Vizyon Arayışları, Ankara: Asi Yayın.

Bali, R.N., (2009). Cumhuriyet Yıllarında Türkiye Yahudileri: Devlet’in Örnek Yurttaşları (1950-2003). İstanbul: Kitabevi Yayınları.

Bilgin, P. (2010). ‘Türkiye Coğrafyasında Sadece Güçlü Devletler Ayakta Kalabilir’: Jeopolitik Gerçeklerin Türkiye’deki Kullanımları. Balta Paker, E. & Akça, İ. (der), Türkiye’de Ordu, Devlet ve Güvenlik Siyaseti içinde (s.223-280). İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Bilici, F. (2010). Karadeniz’in Türkiye Kıyılarında Yunan Dili ve Kültürünün Kalıntıları. Çağla, C. & Gülalp, H. (haz.), Avrupa Birliği Demokrasi ve Laiklik: Semih Vaner Anısına içinde (s.152-153). İstanbul: Metis.

Bora, T. (1996). Komplo Zihniyetinin Örnek Ülkesi Türkiye. Birikim, No.90.

Dış Ticaret Mevzuatı (Güncelleştirilmiş ve genişletilmiş 5. Baskı). (2012). Ankara: Türk Dış Ticaret Vakfı Yayını.

Ergin, F. (1974). Uluslararası Politika Stratejileri. İstanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakül-tesi Yayını.

Esmer, A., (1994). Siyasi Tarih. İstanbul: Maarif Matbaası.

Gül, I. & Karan, U. (2011). Ayrımcılık Yasağı: Kavram, Hukuk, İzleme ve Belgeleme. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Gürel, Ş.S., (1993). Tarihsel Boyut İçinde Türk-Yunan İlişkileri. Ankara: Ümit.

Kaya, A. (2011). Migration and Integration: The Age of Securitization. London: Palgrave.

Özkan Kerestecioğlu, İ. (2012). Korku ve Siyaset: Türk Sağının Ezberlerini Çözmek. Özkan Kerestecioğlu, İ. & Öztan, G.G. (der), Türk Sağı: Mitler, Fetişler, Düşman İmgeleri içinde (s.30-42). İstanbul: İletişim.

Kut, Ş. (2005). Türkiye’de Uluslararası İlişkiler Eğitiminin Geleceği. Uluslararası İlişkiler, C.II, no.6.

Meray, S. (1962). Devletler Hukukuna Giriş. Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları.

Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye60

Milletlerarası Politika Öğretim Symposiumu: 31 Mart –1 Nisan 1961. (1962). Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları.

Olaylarla Türk Dış Politikası (1919-1965). (1967). Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları.

Olaylarla Türk Dış Politikası. (6. Baskı) (1983). Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları.

Örnek, C. (2010). 1950’li Yıllarda ABD ile Buluşma: Anti-Komünizm, Modernleşmecilik ve Maneviyatçılık. (yayınlanmamış doktora tezi). Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler En-stitüsü, İstanbul.

Bazoğlu Sezer, D. (2006). Türkiye’de Uluslararası İlişkiler Çalışmalarının Bilim Dalı Olarak Gelişmesine Güncel ve Tarihsel Bir Bakış. Uluslararası İlişkiler, C.II, (Bahar 2006) s. 24.

Tekeli, İ. (2010). Tarihsel Bağlamı İçinde Türkiye’de Yükseköğretimin ve YÖK’ün Tarihi. İstan-bul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.

Tunçay, M. (1974). Azınlıklar. Yeni Halkçı.

Türkoğlu, O. (2011). Mülteciler ve Ulusal/Uluslararası Güvenlik. Uludağ Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Degisi, c.XXX., no. 2.

Uzgel, İ. (2007). Türk Dış Politika Yazımında Siyaset, Ayrışma ve Dönüşüm. Uluslararası İlişkiler, c..IV., no. 13.

Ülman, B. (2012). Türkiye’de Uluslararası İlişkiler Bölümlerinin Ders Programları ve Sorunları. Özcan, G., Özdoğan, G.G., Kut, Ş. (der.), Türk Dış Politikasını Düşünmek.. A. Halûk Ülman’a Armağan. İstanbul: Der Yayınları

Ülman, A.H. (1968). Türk Dış Politikasına Yön Veren Etkenler (1923-1968), I. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, c. XXIII., no. 3.

Ülman, A.H. (2006). Türkiye’de Siyasi Tarih Yazıcılığı ve Siyasi Tarihçilerimiz. Erdem, G. (haz.), Prof. Dr. Oral Sander’in Anısına: Türkiye’de Siyasi Tarihin Gelişimi ve Sorunları Sem-pozyumu (Bildiriler ve Tartışmalar) içinde (s.23-30). Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi.

Yeğen, M. (2006). Müstakbel Türk’ten Sözde Vatandaşa: Cumhuriyet ve Kürtler. İstanbul: İletişim, 2006.

Yıldırmaz, S. (2012). Nefretin ve Korkunun Rengi: “Kızıl”. Özkan Kerestecioğlu, İ. & Öztan, G.G. (der), Türk Sağı: Mitler, Fetişler, Düşman İmgeleri içinde (s.48-49). İstanbul: İletişim.