Görme ve Söylemenin Mekanı Olarak Birey ve Denetim-Michel Foucault'da Işık ve Söz Rejimi -...

23
115 Özet Herhangi bir tarihsel dönemde geçerli olan epistemik oluşum içinde, ışık ve dil, görüş ve eklemlenme keyfi bir şekilde belirlenir, düzenlenir ve dağıtılır. Bu makalede gösterildi- ği gibi, disiplin veya hapishane toplumunda görme ve söylemenin siyasal düzenlemesinin bir parçası olan birey, beden olarak, ruh olarak ve eylem olarak, mekansallaştırma, gö- zetim, disiplin ve denetim tarafından oluşturulur. Bu anlamda, görme/görülme ve söyle- me/söylenmenin son derece önemli sonuçlarından biri denetime açık olmaktır. Disipline ve denetime dayalı ışık ve söz rejimi, bireyleşme ve özneleşme/boyun eğme yoluyla her şeyden çok, demokratik ve liberal bir toplumdaki baskı ve uyumu pekiştirir. Makale, me- kansallaştırmanın ve bireyleşme, görme ve söyleme ve denetim arasındaki bağlantıların önemini ortaya koymak için Foucault’nun hapishane, hastane ve akıl hastanesi çözümle- meleri üzerinde odaklanır. Anahtar Kelimeler: Michel Foucault, Görme ve Söyleme, Bireyleşme, Denetim, Me- kansallaşma. Individual as the Space of Seeing and Saying and Control: The Regime of Light and Word in Michel Foucault Abstract In each historical period, within the prevailing epistemic formation, light and language, vision and articulation are arbitrarily determined, ordered and distributed. As it is shown in this article, being a part of the political arrangement of seeing and saying in the disciplinary or carceral society, individual as body, as spirit and as action is constituted by the way of spatialization. surveillance, discipline and control. In this sense, one of vital the consequences of seeing/to be seen and saying/to be said is to be open to control. The modern regime of light and word, through individuation and subject(ificat)ion strengthens, more than anything else, discipline and obedience in a democratic and liberal society. The article focuses on Foucault’s analyses of prison, hospital and asylum in order to put forth the significance of spatialization and of connections between individuation, seeing and saying, and control. Key Words: Michel Foucault, Seeing and Saying, Individuation, Control, Spatialization. GÖRME VE SÖYLEMENİN MEKANI OLARAK BİREY VE DENETİM: MICHEL FOUCAULT’DA IŞIK VE SÖZ REJİMİ *) Doç. Dr., Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü. (e-posta: [email protected]) Himmet HÜLÜR (*) EKEV AKADEMİ DERGİSİ Yıl: 13 Sayı: 38 (Kış 2009)

Transcript of Görme ve Söylemenin Mekanı Olarak Birey ve Denetim-Michel Foucault'da Işık ve Söz Rejimi -...

115

ÖzetHerhangi bir tarihsel dönemde geçerli olan epistemik oluşum içinde, ışık ve dil, görüş

ve eklemlenme keyfi bir şekilde belirlenir, düzenlenir ve dağıtılır. Bu makalede gösterildi-ği gibi, disiplin veya hapishane toplumunda görme ve söylemenin siyasal düzenlemesinin bir parçası olan birey, beden olarak, ruh olarak ve eylem olarak, mekansallaştırma, gö-zetim, disiplin ve denetim tarafından oluşturulur. Bu anlamda, görme/görülme ve söyle-me/söylenmenin son derece önemli sonuçlarından biri denetime açık olmaktır. Disipline ve denetime dayalı ışık ve söz rejimi, bireyleşme ve özneleşme/boyun eğme yoluyla her şeyden çok, demokratik ve liberal bir toplumdaki baskı ve uyumu pekiştirir. Makale, me-kansallaştırmanın ve bireyleşme, görme ve söyleme ve denetim arasındaki bağlantıların önemini ortaya koymak için Foucault’nun hapishane, hastane ve akıl hastanesi çözümle-meleri üzerinde odaklanır.

Anahtar Kelimeler: Michel Foucault, Görme ve Söyleme, Bireyleşme, Denetim, Me-kansallaşma.

Individual as the Space of Seeing and Saying and Control: The Regime of Light and Word in Michel Foucault

AbstractIn each historical period, within the prevailing epistemic formation, light and

language, vision and articulation are arbitrarily determined, ordered and distributed. As it is shown in this article, being a part of the political arrangement of seeing and saying in the disciplinary or carceral society, individual as body, as spirit and as action is constituted by the way of spatialization. surveillance, discipline and control. In this sense, one of vital the consequences of seeing/to be seen and saying/to be said is to be open to control. The modern regime of light and word, through individuation and subject(ificat)ion strengthens, more than anything else, discipline and obedience in a democratic and liberal society. The article focuses on Foucault’s analyses of prison, hospital and asylum in order to put forth the significance of spatialization and of connections between individuation, seeing and saying, and control.

Key Words: Michel Foucault, Seeing and Saying, Individuation, Control, Spatialization.

GÖRME VE SÖYLEMENİN MEKANI OLARAK BİREY VE DENETİM:

MICHEL FOUCAULT’DA IŞIK VE SÖZ REJİMİ

*) Doç.Dr.,AfyonKocatepeÜniversitesiSosyolojiBölümü. (e-posta:[email protected])

Himmet HÜLÜR (*)

EKEV AKADEMİ DERGİSİ Yıl: 13 Sayı: 38 (Kış 2009)

116 / Doç. Dr. Himmet HÜLÜR EKEV AKADEMİ DERGİSİ

GirişFoucault’nun eserlerinde vurguladığı temel bir görüş, bilginin bedenler ve davranışları

aydınlatmasının onları yönetme ve yönlendirme işlevinden, ışığın aydınlatma, sözün açma işlevlerinin denetim işlevinden ayrı düşünülemeyeceğidir. Bilimsel disiplinler bireylerin eylem ve düşüncelerinde bir doğruluk kültürü yaratır, böylece bireylerin kendilerini ve başkalarını nasıl görecekleri ve söyleyecekleri, kendileri tarafından değil iktidar ilişkileri tarafından oluşturulur. Görme ve söyleme bireysel edimler olarak yürütülür, ancak, ano-nim bilgi-iktidar tezgahında bireylerin uyumu ve boyun eğişini kapsayacak bir kıvama kavuşturulur. Bu bağlamda, görme ve söyleme, siyasal teknolojilerin veya bilgi-iktidar ilişkilerinin onlara açtığı olanaklar içinden doğar. İktidar, boyun eğişi, özgürlük üreterek sağlar, birey olarak özneyi devreye sokar. Bireyleşme, bir boyun eğme biçimi olarak, mo-dern “biyo-iktidar”ın toplumsal yaşamın ayrıntılarına kadar nüfuz etmesinin aracıdır, çün-kü bireyleşmenin temel işlevi beden ve eylemin, istek, düşünce ve arzunun yönetilmesidir. Bu açıdan, bireyleşme, toplumun içeriden sivil denetiminin en etkili aracıdır.

Foucault’ya göre söylemler, söylemsel oluşum kuralları tarafından belirlenir ve keli-melerle şeyler arasındaki ilişkileri, ifade biçimlerini bu kurallar düzenler (Foucault, 1992: 63). Belirli bir dönemde, kelimeleri söylenebilir kılan, eklemlenmeyi mümkün kılan ko-şullar dikkate alınmadan onların bilgi sistemindeki yerleri kavranamaz. Kelimeler ve ifadeler bir söyleme rejimi içinde yer alırlar. Deleuze’ün (1999: 49, 51) ifadesiyle, “Ko-nuşma ve görme veya daha çok ifadeler ve görülebilirlikler, şu veya bu zamanda, içinde bütün fikirlerin formüle edildiği ve davranışın açığa çıktığı saf Öğeler, a priori koşullar-dır”. Ancak, söylenebilirliklerde olduğu gibi, görülebilirlikleri “açığa getiren koşulları değil de sadece nesneleri, şeyleri veya algılanabilir nitelikleri dikkate alırsak onlar görü-nemezdir”. Bu açıdan, görülen, görüş rejiminin içinde görülmeye açılandır. Shapiro’nun (2003: 2-3) ileri sürdüğü gibi, görüşsel rejim, “neyin, kim tarafından ve hangi koşullarda görüldüğünü” belirlediği kadar, “görülebilirin genel bir yapılandırılması”yla da ilgilidir; “sadece açığa vurma veya yasaklama değil söylemeksizin süregiden, görüleni değil, be-lirli görme biçimlerini aşikar kılarken diğerlerini dışlayan düzenleme”yi kapsar.

Foucault’nun bilgi-iktidar eksenine yerleştirdiği görme ve söyleme biçimleri, öznenin merkezsizleşmesiyle yetinmemekte; dil, zihin, süreklilik, köken gibi hümanist temalar vasıtasıyla geliştirilen yaklaşımlara da meydan okumaktadır. Görüş ve eklemlenmenin birbirinden ayrı oluşum ve uygulama kuralları olduğunu ve söylenebilirliğin1 ve görüle-bilirliğin2 her bir epistem içinde yeninden belirlendiğini ve birbiriyle ilişkilerinin yeniden düzenlendiğini vurgulamasına karşın, Foucault her ikisini, hümanizmin temel savlarını reddettiği bir bakış açısıyla ele alır. Bu anlamda, Foucault, görme ve söylemenin oluş-turduğu bilginin “doğruluğu”nu, birey görene veya yazara değil (Foucault, 1977: 127), anonim veya “ortak bir sistem”e (Foucault, 1987: 37) gönderme yaparak çözümler.

1) Foucault, The Order of Things (1970) adlı eserinde, Rönesans, klasik ve modern dönemlerde geçerli olan epistemlerin her birinde söyleme ve görmenin nasıl düzenlendiğini, epistemlerin birinden diğe-rine bu düzenin kurallarının nasıl kökten değiştiğini ortaya koyar.

2) Foucault, Bu Bir Pipo Değildir’de (2004), Margritte’in “Pipo”sundan hareketle, modern resimde, daha önce yüzyıllardır geçerli olan görme ve söyleme ilişkisinin dönüşerek yeni ilkeler temelinde oluştuğunu, modern resmin öncüsü ressamlara göndermelerde bulunarak ele alır.

117GÖRME VE SÖYLEMENİN MEKANI OLARAK BİREY VE DENETİM: MICHEL FOUCAULT’DA IŞIK VE SÖZ REJİMİ

Kavrama, görme, algılama biçimleri ile söyleme, iletme, yazma, konuşma biçimleri, kısaca görme ve söyleme biçimleri, her birinin kendine özgü bir işleyişi olmasına karşın, tarihsel ve maddi iktidar oluşumlarının içinde anonim olarak üretilmektedir. Söyleme-nin ve görmenin olanakları, sınırları birbirinden farklıkları ve birbiriyle ilişkileri iktidar teknikleri ve tertipleri tarafından, iktidar mekanizmaları içinde belirlenir. Herhangi bir dönemde, görme ve söyleme varolan bilgi sistemine ortak katkıda bulunur; dil iktidarın gösterdiği bir dünyayı aktarır, ancak bunları doğruluk olarak ileri sürer, yine görüş hakim olan bir ışık rejimi tarafından belirlenir, ancak bunları gözün dolaysız alımları, şeylerin kendileri olarak sunar. Bununla birlikte, görme ve söylemeden birini diğerinden ayıran veya birini diğerine edilgen kılan veya her ikisini ortak bir zeminde buluşturan değişmez yasalar yoktur, aksine bütün bunlar kırılganlık, keyfilik, süreksizlik ve olumsallığın nü-fuzu altında belirlenir. Bu anlamda, günümüze egemen olan rejimsel veya keyfi görme ve söyleme düzeni, insan ve toplum bilimlerinin ürettikleri disiplinsel bilgi ve pratikler tarafından sağlanır. Modern disiplin toplumunda, iktidar ve denetim, sağlık, delilik, cin-sellik, suçluluk, başarı, üretkenlik v.b. hakkında yani beden ve ruh hakkında üretilen bilgi ve söylemler aracılığıyla, ifade ve görüşü oluşturan, dağılımlarını yapan, yaygınlaştıran ve yöneten bir ışık ve söz rejimi aracılığıyla uygulanır. Bilgi-iktidar ilişkileri ve boyun eğme, türdeş bir insanlığı baskıyla oluşturarak değil, görme ve söyleme olanaklarını bi-reyleştirerek, çoğaltarak, çeşitlendirerek işleme olanağı bulur.

Görünürlük Tuzağı: Panoptik ModelFoucault’nun görme ve söylemeyi disiplinsel iktidar bağlamında doğrudan ele aldığı

bir kesit Jeremy Bentham’ın hapishane tasarımı olarak geliştirdiği Panoptikon’un ince-lenmesidir. Onun temel ilgisi bu mimari tasarımın söylenen, görülen, mekan, davranış ve bilgiyle ilişkili düzenidir. Bedensel ve ruhsal olarak suçluluğun ve suçlunun disiplinsel üretimi ve denetimini araştırdığı hapishane çalışması, modernlik deneyiminin Foucaultcu bir esinlenmeyle “hapishane toplumu” olarak ele alındığı daha geniş bağlamı da oluştur-maktadır. Bu eserde görme ve söylemenin, bunların bileşiminden oluşan bilginin nasıl dö-nüştüğü ve düzenlendiği, görüş ve eklemlenmenin, söylemsel olmayan ve söylemsel olan pratiklerin iktidar tarafından nasıl belirlendiği tarihsel bir örnekle ortaya konulmaktadır. Bu nedenle bu çalışma sadece “suçlu”nun denetimini değil; cinsellik, dil, eğitim gibi çoğu modern deneyimin anlaşılabileceği bir çerçeve de sunar. Foucault, cinsellik, sağlık ve de-lilikle ilgili kurumsal ve disiplinsel pratikleri çözümleyerek Panoptikon incelemesinde or-taya koyduklarına koşut görüşler geliştirmiştir. Foucault, bütün çalışmalarında tarihsel ve kültürel alanda egemen olan beli başlı varsayımlara meydan okumuş, onların merkezinde bulunan aydınlanmacı ve hümanist anlayışı yadsımıştır. Özellikle, Arkeolojik ve soybi-limsel ilgisinin bir parçası olarak Foucault’nun “analizinin melez biçimi gerçekte tarihi; büyük süreklilikler ve bütünlükler dizisi olarak değil, farklı bilgi ve iktidar biçimlerinin özel tarihsel durumlarda kökenlerinin nasıl bulunduğu hakkında bir düşünme aracı olarak çok ciddiye alır. Foucault, okurlarına bir çeşit söylem jeopolitiği, özneler ve nesnelerin yerleştiği ve yerlerinden edildiği araçların bir araştırmasını sunmuştur. Disiplinsel ikti-dar, her şeyin üstünde, sömürgeleştirici bir iktidar biçimidir; o yeni görme, hesaplama ve düzenleme tarzları oluşturmuştur” (Driver, 1998: 127). Aydınlanmacı ve hümanist özne ve kesinlik miti, köken ve süreklilik miti ile içiçedir ve doğruluğa ulaşmanın önkoşulları

118 / Doç. Dr. Himmet HÜLÜR EKEV AKADEMİ DERGİSİ

olarak işlev görürler. Bilginin birikimsel olarak ilerlediği görüşü bu çerçevede sunulmak-tadır. Foucault’ya göre ise öznelliği ve bireysellikleri üreten koşulları disiplinsel iktidar veya bilgi iktidar sarmalı oluşturur. Bu anlamda öznenin merkezsizleştirilmesi disiplinsel iktidarın işleyişinin anlaşılmasında son derece önemlidir. Bireyler iktidara katılımlarını, iktidarın özgür taşıyıcıları olarak, bilimlerin ürettiği bilgiyi alıp çoğaltarak, yaşamlarında bu söylemlere dahil olarak, bedenlerini ve ruhlarını disiplinsel bilgi ve söylemlerle kav-rayıp, açıklayarak; kavrayışlarını, söyleme ve görmelerini bu bilgiye bağlı düzenleyerek yerine getirirler. Bireylerin görme, söyleme, eyleme biçimlerini şekillendiren olanaklar, disiplinsel ve bilimsel bilginin, bütün bunlarla ilgili doğruluk söyleminin içinde yer alır. Bu anlamda görmeden görülme durumu ve bu durumun bir modeli olarak Panoptikon, iktidar-bilgi sarmalının ürettiği görüş tuzağı, modernliğin insan deneyiminde yarattığı başka tuzaklarla birlikte bulunur.

Batıda Ortaçağdan sonra görme ve söyleme düzenini oluşturan disiplinsel iktidar kav-ramı, sosyal bilimlerde hakim olan iktidar anlayışlarından temelli bir farklılığı ortaya koyar. Bu bağlamda, görme ve söylemenin teknolojileri kraldan disiplinlere geçerken, açıklık, alenilik ve aydınlığın alanı keşfedilmiş ve genişletilmiş, kelimeler varolanın gö-rüşle özdeşleşmesine eşlik ederek, görüşün araçları haline gelmiştir. Söylemek, karan-lığın açığa kavuşturulması, gecenin içinde parlayan ışık biçimini alarak, göz ve sözün açıklıkta buluşmasını beraberinde getirirken, beden ve zihnin halleri kamusal denetimin alanında belirgin bir anlama kavuşmuştur. Burada görüşle birleşen söz insanlığı kamu haline getirirken, insanlığın büyük anlamı böylece gizil kalıplarından sıyrılarak açıklıkta oluşur. Disiplinler ve söylemleri tam da bu açıklık içinde, açıklığı barındırır. Us, disip-linsel denetim için araç olmaktan başka özsel anlamları ve doğruları kapsamaz. Alenilik veya görünürlük bir denetim tekniği olarak disiplinsel ve ussal normalleşme için kaçınıl-mazdır. Doğruluğun ölçütü disiplinsel ve ussal denetimin gereklerini karşılayacak bir bi-çim aldıkça, us ile aynı seyri izleyen ışık yaşam alanlarından karanlığı (hastalığı, deliliği, suçluluğu, sapkınlığı) bertaraf ettikçe, karanlığın içinde parlayıp olanları kavradıkça, nes-neler ve olaylar buna bağlı olarak tamamıyla yeni biçimlerde algılandıkça ve söylendikçe iktidarın eylem ve düşünceyi oluşturma biçimi otomatikleşir.

Toplumun disipline dayalı hale gelmesi, Foucault’ya göre, Bentham’ın hapishanenin denetimini amaçlayan mimari tasarımı gibi bir modelin, Panoptikon modelin bütün bir topluma uygulanması demektir. “Panoptikon’un en temel etkisi: mahkumda bir bilinç oluşturarak ve onun sürekli görülebilirliğini sağlayarak iktidarın otomatik işlemesini ga-rantiye almak”. Bu mimari aygıt içinde, iktidar ilişkileri kimin uyguladığından bağımsız varolur, kısaca “mahkumların kendilerinin taşıyıcıları oldukları bir iktidar konumunda yakalanmaları gerekir”. Panoptikon’daki görüş, görmeden görülme yoluyla görüş tuzağı-nın mekansal düzenlenişidir. “Mahkumun herhangi bir zamanda gözlenip gözlenmediğini bilmemesi gerekir, ancak sürekli gözlenebileceğinden emin olması gerekir”. Panoptikon, böylece, bireylerin “günlük yaşamlarındaki iktidar ilişkilerini tanımlayan” bir model ola-rak iktidarın bireyleştirerek türdeşleştiriciliğini üreten muhteşem bir makine işlevi görür (Foucault, 1991: 201-202, 205). Panoptik düzenlemeler, disiplinsel ve programlanmış boyun eğişin yavaş yavaş genişleyerek bütün toplumda hakim olmasını ifade eder. Bu

119GÖRME VE SÖYLEMENİN MEKANI OLARAK BİREY VE DENETİM: MICHEL FOUCAULT’DA IŞIK VE SÖZ REJİMİ

anlamda, tarihsel olarak disiplin toplumu, “disiplin mekanizmalarının onyedinci ve onse-kizinci yüzyıllar boyunca genişlemesi ve bütün toplumsal bedene yayılması” sonucunda oluşmuştur. Modern toplumda, “Panoptisizm, amacı ve sonucu hükmetme ilişkileri değil disiplin ilişkileri olan yeni bir ‘siyasal anatomi’nin genel ilkesi”ni oluşturur (Foucault, 1991: 208-209). “Panoptik mekanizma sabit görmeyi ve derhal anlamayı mümkün kılan mekansal birimleri düzenler. Kısaca, zindanın ilkesini tersine çevirir; veya daha çok -ka-patma, ışıktan yoksun etme, saklamadan oluşan üç işlevinden yalnızca ilkini korur, diğer ikisini saf dışı bırakır. ... Görünürlük bir tuzaktır” (Foucault, 1991: 200). Kuramsal bir model olarak Panoptikon “kurumsal denetim veya bilimsel ve davranışsal araştırmalar yoluyla, insan öznelerin gözlemin nesneleri haline gelmeleri”ni vurgular (Crary, 1992: 18). Aydınlatma, ışıtma ve görünür kılmanın tuzağı daha ilk başta iktidar ve denetim ile ilgili olmasındadır. Özgürlüğün, tercihleri, eğilimleri, fikirleri ve deneyimleri ifade etme, belirtme, ortaya koyma vasıtasıyla açıklıkta yer alması, baskıya dayalı iktidar biçiminden farklı olarak boyun eğme iktidarının beden ve ruhun derinliklerine, ayrıntılarına, sınır-larına kadar nasıl işlediğini gösterir. Toplumsal yaşamın bütünüyle bu şekilde ışıtılması, yönetim teknolojileri aracılığıyla üretilen bireylerin kendi gönüllü katılımlarıyla sağlanır ve bu yolla iktidar otomatikleşir. Böylece söylendikçe, ışıdıkça ve açıldıkça, görünür ol-mayan, karanlığın sırf karanlıklığı, görünmeyeni içinde barındırması ve içinin bilinme-mesi dolayısıyla sahip olduğu tehlikeler ve riskler ortadan kalkar. Ancak aydınlatma giri-şimi, aydınlığın içindeki gizli iktidarı göstermediği, karanlıkta bıraktığı için bir paradoks ve tuzak halini alır. Bu nedenle, görünür kılma her şeyin veya çoğu şeyin her yönüyle birlikte görünmesi biçimini almaz. Görünürlüğü yöneten ışık rejimi görünürlüğün için-de sakladığı gözetim ve denetimi göstermez, böylece görünürlük daha baştan denetime hizmet eder ve görebilmenin ufuklarını daraltır, görebilmeden yoksun olarak görülebiliri, görüşü dayatır.

Panoptikon, mekansal görülebilirlik biçimlerinin temel bir örneğidir. Mekanların gö-rülebilirlik biçimleri, daha özel olarak “inşa edilmiş görülebilirlik mekanları” Foucault’un analizinde önemli bir yer tutar: “hastaneler, fakirhaneler, halk hamamları, okullar, evler ve akıl hastanelerinin hepsi içinde neyin görülebileceğinin işlenmiş bir ussallığını inşa eder”. Kendimizi ve başkalarını görme biçimlerimiz, kendimizin ve başkalarının ne ol-dukları hakkında ne düşündüğümüz ve “kendimizin özneler olarak uzamsallaşma”sı bu mekanlarda belirlenir, bu mekanlar “öznenin varlığı”nı mekanda inşa eder. Böylece mi-mari, iktidarı görüşselleştirir, “bizi ve bizim içimizdekini görünür kılar”. Bu anlamda panoptik mimari modeldeki “görüşsellik sanatı veya tekniği” bu mekandaki mahkum-ların kendi “boyun eğmelerinin onlara görünmez kılınışı” ile sınırlı değildir”, bu mekan içinde “dik başlı” kişilerle başetmek ve onları uyumlulaştırmak için “tasarlanmış yeni sınıflandırma türleri”ni, “insanları ‘görünür’ karakterlerine göre derecelendiren ve yargı-layan ‘inceleme’ prosedürleri”ni de kapsar. Böylece denetim bireyselleştirilir ve “iktida-rın gözü”, “işlevsiz kişilikleri” ve “davranışsal eksikleri” uzamsallaştırarak görür. Temel açmaz, iktidarın kendisini görselleştirerek gizlemesi, disiplinlerin kendi görülebilirlik biçimleri aracılığıyla kendilerinin iktidar olduklarını gizlemeleri ve iktidarın işleyişinin “kendisinin sadece müsaade ettiği, sadece görünür kıldığı, görüldüğü için kabul edile-bilir” hale gelmesidir. Disiplini, bir iktidar biçimi olarak görmeyiz çünkü onun bir stra-

120 / Doç. Dr. Himmet HÜLÜR EKEV AKADEMİ DERGİSİ

teji olduğunu ve kendi kişiliğimizi “nasıl görünür kıldığını görmeyiz”. Böylece, sadece mahkumlar değil, kulede bekleyen gözetleyici de “uyguladığı iktidara sahip olmaz, onu cisimleştirmez, onu görmez” (Rajchman, 1988: 103-105). Panoptikon’un gözetleyici ku-lesi, kendini göstermeden görünür kılmayı kendi görüşsellik tuzağıyla, görülebilirliğin görüşün bütünü olmadığı gerçeğini gizleyerek sağlar.

Onsekizinci yüzyıldan itibaren sivil toplum, denetimin otomatikleşmesinin, polisin si-villeşmesinin bir boyutu olmuş, böylece “görülebilen her şey denetlenebilir” hale gelmiş-tir. Disiplin toplumu, göz altında tutarak, eğiterek, bireyleştirerek, iletişimsel aklı ve ileti-şimsel açıklığı yaygınlaştırarak denetimi ve iktidarı demokratik bir karaktere büründürür. “Normlar, artık bireyleşenleri görünür kılar, bireyleştirmeyi sürdürür ve onları birbiriyle rekabet içinde kıyaslanır hale getirir. Bu şekilde de hapishane modeli ceza vermekten ayrı bir şekilde normlar üretmek, bireyleşenleri de bu normlara sokmak üzere kurulmuştur” (Akay, 1995: 102-103). Böylece, bireyleşen üretken ve “uysal bedenler” demokratik ikti-darın aleni ve şeffaf düzenini daha ilerilere taşır. Bu açıdan, Foucault’nun “anti-gözselci aydınlanma karşıtlığı”na dayanan düşüncesinde, panoptik makinenin hakimiyeti veya hapishane toplumu, Aydınlanma ve Fransız Devriminin “çok-kasıtlı amaçları”na daya-nır (Jay, 1991: 192, 196). Özgürlük vaadi Aydınlanma tasarımının en önemli öncelikleri arasında yer aldığı için burada ifade edilen kasıtlılığın sonuçları çok büyüktür. Mottier’in (2001: 331-332) belirttiği gibi; Foucault, Aydınlanma ve özgürlük arasında kurduğu bu ters ilişki konusunda Nietzsche, Heidegger, Weber, Frankfurt Okulu ve Bauman ile ben-zer görüşlere sahiptir, hepsi de çalışmalarında “modernliğin karanlık yanı”nı vurgulamış-lardır. “Büyük Aydınlanma anlatısı, daha az görülebildiği için çok daha sinsi olan yeni iktidar ve boyun eğme mekanizmalarını gizler.” Diğer taraftan, “modernlik, Aydınlanma mirası ve eleştiri”nin olanakları konusunda Foucault ve Habermas’ın görüşleri arasında tam bir karşıtlık vardır. Bu bağlamda, “ussallığı iktidardan mümkün kurtuluşun kayna-ğı” olarak ele alan ve “Aydınlanmanın merkezindeki özerklik, Akıl ve kurtuluş idealle-rinin, modernlikte iktidarın taşkınlıklarına karşı koyabilecek gerçek etkenler” olduğunu savunan Habermas’ın eleştirel modernlik değerlendirmesinin tam tersine “modernlikte iktidarın us aracılığıyla” sürdürüldüğünü savunan Foucault’ya göre, “modernliğin yıkıcı olayları Aydınlanmanın eksik kalması”nın sonucu veya “Aklın hükmedişinden –muh-temelen geçici olarak- sıyrılmış bir çeşit ‘tortu’ değildir”; disiplinsel iktidar ve “boyun eğme mekanizmalarının yaygınlaşması Aydınlanmanın kendi ürünü”, “ussallığın kendi sonuçları”dır. Foucault bu görüşleriyle “modernliği kasıtlı bir karanlık” ve “modernliğin temelinin kendisinin çürük” olduğunu göstermeye çalışır, ona göre “modernlik basitçe özgürlüklerin ve serbestliklerin artması”nı beraberinde getirmemiştir.

İktidar bireyleştirerek ve çoğaltarak denetim kurar. Böylece bir toplumsal denetim makinesi olarak Panoptikon açıktaki gizli halini alır. Özgürlüğün, kısıtlamanın ve boyun eğmenin bir aracı olması, daha da önemlisi bugün küresel egemenlik kurmuş olan kapi-talizmin, liberalleşme süreçlerini dayatarak kendini sürdürmesi böyle bir açıktaki gizli sayesinde olanak bulmaktadır. Bireyler, iktidar-bilgi sarmalında oluşan eylem ve düşün-celerini kendilerinin özgür seçimi olarak algılarlar. Özneleşme biçimleri, iktidar ilişkile-rinde bireylerin boyun eğmelerinin bir aracıdır ve varolan disiplin ve söylemsel pratikler içindeki çoğaltılma ve çeşitlenmeyi gösterir. İktidar engellemez, özneleştirir, özgürleşti-

121GÖRME VE SÖYLEMENİN MEKANI OLARAK BİREY VE DENETİM: MICHEL FOUCAULT’DA IŞIK VE SÖZ REJİMİ

rir, çoğaltır ve çeşitlendirir, ancak bütün bunları görür ve görmenin kendisi kendiliğinden bir denetimin ortaya çıkışıdır. Bu bağlamda denetimin tek muhalifinin karanlık olduğunu söylemek yanlış olmaz. Görme teknolojileri veya teknolojik gözün aydınlatması ve ışıt-ması; sıradışının, uyumsuz olanın, normların dışında kalanın yani karanlığın boyun eğişi ile sonuçlanır. Modern dönemde, karanlığın açılmasında, panoptik veya ussal denetimin sağlanmasında insan bilimleri en hayati rolü üstlenmektedir. Panoptikon, hem denetim açısından hem de denetlenen açısından görmenin olanaklarını belirler. Mahkumların de-netiminin, gören ama görülmeyen göz vasıtasıyla otomatik olarak sağlanması, disiplin toplumunda bireylerin boyun eğdikleri ancak göremedikleri iktidarın özgür taşıyıcıları olmalarıyla benzer bir işleyişe sahiptir. Her iki alanda da en azından görünürlük teme-linde bir uyum ve denetim söz konusudur. Çağdaş toplumda insanlar tıpkı mahkumlar gibi ışığın nüfuzuna maruz kaldıkları sürece bireydirler. İktidarın kendilerinden beklediği normlara katılma tutum ve davranışını zor kullanımına gerek kalmadan yerine getirirler. Bu anlamda kendini ifşa etme veya görünürlük uyumlu olmanın ön koşuludur.

Panoptikon, hapishane ve suçluyu, bilgi-iktidar sarmalında buluşturan bir işleyiş ol-masının yanında disiplin toplumunun söz, bilgi ve ışık rejimini yansıtan bir modeldir. Akay’ın (1995: 37, 39) belirttiği gibi, “[b]elirli bir çağın, aynı şekilde, söylenende olduğu gibi, belirli bir ışık rejimi vardır”. Panoptikon’un içinde “mahkumlar görmeden görünür-ler, gardiyanlar ise görülmeden görürler. Bu bir ışık rejimi sayesinde gerçekleşebilir”. Bu rejim içinde gözüken ile söylenen birbiri ile korkunç bir mücadele içindedir, “biri öbü-rünü, öbürü diğerini kendine doğru çeker”. Bu ışık rejimi aracılığıyla yalnızca hapishane değil gündelik yaşamın anlık edimleri de George Orwell’ın (1985: 185, 239)3 ifadesiyle “karanlık basmayan yer” haline gelir.

Söylem ve gözetim iç içe geçmiş olarak disiplin toplumunda biyo-iktidarın işleyişini sağlar. Panoptikon’da görmeden görünerek ve bireyselleştirerek denetim altına girme, cinsellik alanında da geçerlidir. Cinsellik üzerindeki denetim tam da bireylerin cinsel ar-zularını özgürce yaşamaları, cinsellikle ilgili söyleme katılmaları vasıtasıyla sağlanır. Ha-pishanedeki görmeye dayalı denetimin yerine bu kez arzu geçer. Bu nedenle Foucault’nun (1988: 11-12) cinsel hazların kullanımını soybilimsel çözümlemesinin temel amacı, mo-dern insanın nasıl “kendini bir arzu öznesi olarak” gördüğünü ve kişileri “kendilerine dikkat etmeye, kendilerini deşifre etmeye, birer arzu nesnesi olarak görmeye ve bunu itiraf etmeye” iten uygulamaları ortaya çıkarmaktır. Bu anlamda Foucault, Cinselliğin Tarihine Giriş’te (1984: 32-33), onsekizinci yüzyıldan beri “söyleme kışkırtma” aracı-lığıyla cinselliğin nasıl denetime tabi hale geldiğini ve cinsellik hakkındaki söylemlerin katlanması ve çeşitlenmesinin nasıl iktidarın uygulanma araçları olduğunu ortaya koyar. İktidar cinselliği karanlıktan çıkarır onu açıklığın denetimine dahil eder.3) Ayrıca, Orwell’ın bu romanında, iktidarın gözetleme aygıtı olan telescreen her yerde çalışmaktadır

ve onu “yarı yarıya kısmak” mümkün olduğu halde “tamamen kapatmak” imkansızdır (s. 2). Ro-manda, Büyük Ağabey’in gözetleme/kaydetme vasıtasıyla iktidarını sürdürdüğü fikri işlenmektedir. Ayrıca romandaki iktidar kurgusu keyfiliğiyle Nietzscheci-Foucaultcu soybilimsel iktidar-doğruluk anlayışına yakındır. Orwell, “karanlık basmayan yer” ile hapishane hücresini tasvir etse de, romanın bütününde iktidarın görme ve gözetlemeye dayalı teknolojisinin bütün yaşam mekanlarını karanlık basmayan yere çevirdiği fikri başattır. İktidardan saklanmak ve ışığın denetiminden kaçmak mümkün değildir, iktidar her şeyi görmeye muktedirdir, “Tanrı İktidardır” (s. 291).

122 / Doç. Dr. Himmet HÜLÜR EKEV AKADEMİ DERGİSİ

Foucault, Bilginin Arkeolojisi’ndeki yöntembilimsel ilgisine uygun olarak “Cinsel-liğin Tarihi’nde ilk defa bazı ayrıntıları ile iktidarın söylem vasıtasıyla toplumsal düzen içinde nasıl dolandığını açıklar. Söylem, söylemsel oluşum ve söylemsel rejim terimle-rini kullanarak, Foucault bir kültür içinde neyin arzu edilir ve arzu edilmez, meşru ve gayrimeşru olduğunu, tarihsel olarak değişen konuşma, söyleme ve yazma biçimlerinin sistematik işleyişini –kimi zaman çatışma içinde olsa da - ele alır” (Bristow, 1997: 170). Foucault, cinsellikle ilgili konuşmanın tam da “deşifre etmeye çalıştığı yapının kendisine katıldığını” göstermeye çalışır. Bu anlamda, modern kültür “cinsiyetin konuşulamazlı-ğı hakkında konuşmanın yöntemlerini daha fazla devreye soktukça, cinsiyetin kendisi daha fazla aşikar bir sır türü, kamusal alanın içine girerek maskelenmek zorunda olan bir skandal haline gelmiştir” (Bristow, 1997: 173-174). Cinselliğin hazzı temasını bas-kın kılan modern cinsellik deneyimi, cinselliği açma, dışavurma, teşhir etme, “cinselliği görünür kılmanın tıbbi bir sanatı, cinselliğin tehlikeli doğruluğunu görme ve göstermeye kışkırtma”yı kapsar. Bu açıdan Freud, “cinsellik teması çerçevesinde, histerik olanın gös-terdiğiyle onun söylediğinin yeni bir mekan türü, psikanalizin mekanı içinde bağlantısını kurmaya başlamıştır” ve cinselliğin “tıbbileştirilmesi”ni daha da geliştirmiştir. “Bizim hala görmek ve göstermek istediğimiz cinsel deneyimimiz onun anormalliği, onun sap-kınlığı ve onun hastalığıdır. Ve bu büyülenme, onu bilmeden aldığımız hazzın içsel bir parçasıdır” (Rajchman, 1988: 105-107).

Panoptikon’un önemi, onun aynen inşa edilmiş olup olmaması veya Panoptikon’un ifade ettiği düzeyde mahkumların gözetimini belirleyen bir kurumsal gerçekliğin varo-lup olmaması ile ilgili değildir. Foucault, Panoptikon’u “kurumsal yaşamın gerçekliğinin bir ‘ifade’si veya ‘yansıması’ olarak sunulmamış”, ona “çok sayıda disiplinsel stratejinin içinde yoğunlaştığı bir paradigma, bir model” olarak yer vermiştir. Onun bir örneklik olmasının nedeni “toplumsal politika söylemlerinde artarak etkili olmuş ilke ve teknikle-rin onda cisimleşmesidir: tasarımın ahlaki iktidarlarına bir inanç; bireysel edimin boyun eğmesine bir vurgu; yetiştirilecekler–alışılmış suçlu, ahlaktan uzak düşkün, başıboş genç- arasında bir benlik disiplini duygusu oluşturma çabası” (Driver, 1998: 119-120). Hapis-hanenin yanında, okullar ve hastaneler gibi kurumlarda disiplin, bedenleri dönüştürmenin bir tekniği olarak işlev görür. Bu mekanlarda “hiyerarşik gözlem” mekanizması bedensel uyumun sağlanmasını amaçlar (Nettleton, 1998: 81). Bir paradigma olarak Panoptikon, biyo-politik denetimin görünürlük boyutunu daha fazla yansıtmasına karşın, bedenler üzerindeki iktidarın bütünü bununla sınırlı değildir, bilgi-iktidar makinesinin doğruluk üretimi, disiplinler ve söylemeler, örneğin bütün bir “suçluluk” olgusunun olanağını ya-ratırlar. Panoptikon bakışta suçluluk, öyle olan değil, öyle görülen ve söylenendir, tarihsel ve nedensiz olarak oluşturulan ve yaygınlaşandır. Bu anlamda, herhangi bir özselci doğ-ruluk hamlesi baştan yadsınır.

Foucault, en temelde “başkalarının değil bazı şeylerin söylenmesini”nin arkasında neyin bulunduğunu sorunsallaştırır. Ona göre, bilgilerimizi oluşturan ilgi ve merakımız değil, nelerin söylenebileceğinin koşullarını oluşturan “varolan iktidar düzenlemeleri”dir. Böyle bir düşünceyle sunulan onun hapishane ile ilgili araştırması, “suçlu” kavramının ortaya çıkışını sağlayan koşullar ve bu kişilere yönelik bakış ve tutumla ilgili tartışmala-rın “yol izleri”ni araştırır. “Hapishane ve onun uzmanları, sonuçta bilgi ve kurumun her

123GÖRME VE SÖYLEMENİN MEKANI OLARAK BİREY VE DENETİM: MICHEL FOUCAULT’DA IŞIK VE SÖZ REJİMİ

ikisini birbirine bağlayan saldırganın gerçekliğini üretir. En sonunda suçluluk söylemi, yeni başlayan sapkınlığın en küçük izleri için topluluğu araştırmaya adanan bir refah ay-gıtı türettikçe bu değişen ilişkilerde bütün toplum bir temizleme taramasından geçirilir” (McGowen, 1998: 97). ‘Suçlu’nun söylemsel üretilmesi ve görüşsel denetimiyle otoma-tik bir işleyişe sahip olan Panoptikon model sadece hapishane ve suçluluk olgusunun değil, toplumun diğer alanlarında iktidar ve uyum arasındaki ilişkilerin anlaşılmasında da yol göstericidir. Aydınlanmanın ve hümanizmin temel savlarının tersine modernlik dene-yiminin biricik yanını, özgürlüğün gelişmesi değil, ‘hapishane toplumu’nun yaratılması oluşturur.

Foucault’nun disiplin toplumunun bir boyutu olarak ortaya koyduğu panoptikoncu model, modern toplumda değersizleşme ve anlam yitimi sorunlarını Nietzscheci bir çiz-gide ele alan Weber’in (1997: 158-159) kapitalist hesaplamanın ve ussallığın belirlediği toplumsal yaşamı hapishaneye benzeterek “demir kafes” olarak nitelemesine paraleldir. Hapishane toplumu teması temelde iktidarın bireylerin veya grupların elinde olmadığını ortaya koyar ve denetimin bilgi/iktidar sarmalı, disiplinsel pratikler ve kurumlar, normal-leşme ve benlik üretimi ve teknolojileri vasıtasıyla işleyişini ortaya koyar. Aynı şekilde Weber’in ussal denetimin cisimleşmesi olarak bürokrasiyi ele alışı örgütsel yapılarla sı-nırlı değildir, aynı zamanda modern iktidarın gündelik yaşamda uygulanma biçimini de kapsar. Daha özel olarak “modern devletler açısından merkezi olan kayıt tutma ve hesap-lama pratikleri vasıtasıyla vatandaşlar eşzamanlı olarak bireyleştirilmiş ve nesneleştiril-miştir.” Foucault, bu gelişmeyi “liberal demokrasi içinde ‘nüfusun yönetimi’ açısından” son derece önemli bulur. Hapishane ve hastane gibi kurumlar kayıt tutma yoluyla “va-tandaşların öznelliklerinin parçası haline gelen bir benlik anlayışı üretmişlerdir, böylece vatandaşlar denetlenirken aynı zamanda kendilerini de denetlemişler ve disipline sok-muşlardır”. Bu anlamda, Foucault’nun düşüncesinde “toplumsalın parçası olmak, iktidar ilişkileri ve bilgi/iktidar kompleksinin ağına düşmektir” (Westwood, 2002: 134) anlamına gelir. Öznellik ve benliklerin üretimi iktidarın zora ve hükmetmeye değil boyun eğmeye, boyun eğmeyi üreten söylem, görüşsellik ve pratiklere dayanan karakteristiğini ortaya koyar. Böylece hapishane toplumunda, Panoptikon’un görünürlük tuzağının işleyişine benzer tuzaklar yaşamın hemen her alanında etkinlik kurar: sağlık tuzağı, benlik tuzağı, özgürlük tuzağı, arzu tuzağı, başarı tuzağı vs.

Siyasal Anatomi Düzeninde Beden ve Gözün Karşılaşması Kliniğin doğuşu, görme ve söylemenin yeni olanaklarını, sınırlarını ve birbiriyle iliş-

kisini bir doğruluk rejimi içinde düzenlemiş, kliniğin başat bir öğesi olan bakış; emek, yaşam, ölüm ve dilin aynı yapı içerisinde üretilmesini kapsamıştır. En önemlisi, klini-ğin tarihsel misyonunu sağlık ve doğruluk teknolojilerinin odağında yer alan kurumsal düzenleme ve uygulamalar aracılığıyla görme, dokunma, duyma, bilme ve ifade etme arasında özel bir ilişki kurarak yerine getirmesidir. Klinik, sadece sağlıkla bağlantılı bil-ginin ve uygulamanın geliştiği bir alan değildir, o aynı zamanda yaşam, dil ve görüşü düzenleyen, yaşamı içinde taşıdığı hastalıkta ve ölümde arayan, anormalliği uzamsallaş-tıran, çözümleyen ve aydınlatan modern insanın kendisi hakkında oluşturduğu imgeyi kapsayan bir bilgi alanıdır. Işığın içindeki karanlık ve yaşamın içindeki ölüm temalarını kapsayan kurumsal söylemler ve uygulamalar buna uygun görme ve söyleme rejimleri

124 / Doç. Dr. Himmet HÜLÜR EKEV AKADEMİ DERGİSİ

aracılığıyla yürütülmüştür. Bu anlamda, Panoptikon’da geçerli olan görünürlük tuzağı, hastanede sağlık tuzağı olarak yansıma bulmaktadır.

Her şeyden önce sağlık rejimi sadece hastane mekanında değil bütün bir toplumda çe-şitli uygulamaları devreye sokar. Bu anlamda, Onsekizinci yüzyılda, siyasal anatominin görme ve söyleme düzeninin olanaklarını belirginleştirdiği nüfuz alanlarından birini nü-fusa yönelik yeni sağlık ilgisi oluşturmaktaydı. Bu dönemde nüfusun, “mekan, kronoloji, uzun yaşama ve sağlığının rakamsal değişkenleri ile sadece bir sorun olarak değil, bir boyun eğme, çözümleme, değiştirme vs. nesnesi olarak doğuşu”na tanık olunur. “Nüfus teknolojisi”nin bu yeni tasarımında “‘beden’ –bireyin bedeni ve nüfusun bedeni- yeni de-ğişkenlerin taşıyıcısı olarak görünür. Bir nüfusun biyolojik özellikleri, ekonomik işletme-nin ilgili değişkenleri haline gelir” (Foucault, 1980: 171-172). Tıbbın “yönetim sistemi ve iktidar makinesi”ndeki önemi onsekizinci yüzyılda artmıştır. Daha sonra ondokuzuncu yüzyılda, dönemin “‘sosyal ekonomi’si ve sosyolojisinin temelini oluşturan toplum, onun sağlığı ve hastalığı, onun yaşam, konut ve çevre koşulları ile ilgili bir ‘tıbbi-yönetsel’ bil-gi” kendini göstermeye ve yaygınlaşmaya başlar. “Doktorlar, yönetme sanatında olmasa bile, toplumsal ‘beden’i gözleme, düzeltme, iyileştirme ve onu istikrarlı bir sağlık duru-munda tutmada danışmanlar ve uzmanlar haline gelmişlerdir. Ve ondokuzuncu yüzyılda ekonomik ve toplumsal imtiyaz elde etmesinden önce, doktorun onsekizinci yüzyılda terapist olarak prestijinden çok hijyenist olarak işlevi ona siyasal olarak imtiyazlı bir konum sağlamıştır” (Foucault, 1980: 176-177).

Foucault, bilgi, doğruluk, ifade ve görme biçimlerinin tarihinin süreklilik göstermedi-ğini, aksine kopuşsal dönüşümlerin belirleyici olduğunu ortaya koyar. Bu açıdan onseki-zinci yüzyıl bilgi ve deneyimde köklü değişmelere sahne olur.

Örneğin, tıp gibi bir bilim alanında onsekizinci yüzyıla kadar var olan belirli bir tür söylemin tedrici dönüşümü, 25-30 yıl içinde, sadece, o za-mana kadar formüle edilmesi mümkün olan ‘doğru’ önermelerden değil, daha derinde, tıbbi bilgiyi destekleyen bütün pratikleri kavrama ve görme biçimlerinden de kopmayı getirmiştir. Bunlar basitçe yeni keşifler değil-dir, söylemlerde ve bilgi biçimlerinde tamamıyla yeni bir ‘rejim’ vardır. Ve bütün bunlar çok az yıla sığmıştır... bu bilimsel olarak doğru kabul edilen ifadelerin oluşum kurallarındaki bir değişiminin işaretidir... [Bu değişim] bilimsel olarak kabul edilebilir bir dizi önermeler oluşturabilmek ve bilim-sel prosedürler tarafından doğrulanmaya veya yanlışlanmaya muktedir ola-cak ifadeleri neyin yönettiği, ifadelerin birbirlerini ne şekilde yönettiği ile ilgili bir sorundu. Kısaca, bir rejim sorunu, bilimsel ifade siyaseti sorunu vardır... [Bu aşamada sorun] bilimsel ifadeler arasında iktidarın etkilerinin nasıl dolanacağı, onların iç iktidar rejimlerini neyin oluşturacağı, bu reji-min belirgin bir zamanda nasıl ve niçin toptan bir değişiklik geçireceği ile ilgilidir. (Foucault, 1980: 111-112)

Hastalığın görülmesi ve söylenmesi geçmişten beri geçerli olan ölçütler çerçevesin-de gerçekleşmez. Ondokuzuncu yüzyılın başlarında doktorlar yüzyıllardır görülemeyeni görmüşler, onu kavramışlar ve tanımlamışlardır. Görme ve söyleme metamorfozuna ve dönüşümüne ve ikisi arasındaki ilişkinin yeniden belirlenmesine, bilimsel inceleme ve

125GÖRME VE SÖYLEMENİN MEKANI OLARAK BİREY VE DENETİM: MICHEL FOUCAULT’DA IŞIK VE SÖZ REJİMİ

uzmanlık alanlarının yükselişi eşlik etmiş, “Kelimeler ve şeyler arasında görmeyi ve söy-lemeyi mümkün kılan yeni bir ittifak sağlanmıştır”. Böylece, “Göz aşikarlığın imkanı ve kaynağı haline gelir; ... göz açıldığında, ilk olarak doğruluğu açar: bu klasik açıklık dünyasından -aydınlanmadan- on dokuzuncu yüzyıla geçişi belirleyen bir esnemedir”. Ancak, ortada bir paradoks vardır: bir taraftan “doğruluk şeylerin derin karanlığında” bulunurken, diğer taraftan “şeylerin karanlığını aydınlığa çevirecek” olan ampirik bakışın hakim iktidarıdır. Hastanın “gözetim” altında tutulması “bilimsel gözlem biçimleri”ne öncülük eder. Bu değişmeyle “hastanın ‘yatağı’ bilimsel inceleme ve söylemin alanı ha-line gelir”. Kliniğin doğuşunda karşılaştığımız söylem “ilginç bir söylem”dir, “çünkü ne klinikçilerin o zamanki bilincine, ne de bir zamanlar söylediklerinin tekrarına dayanır” (Foucault, 1976: xii-xv). Hastalığı geçmişten farklı olarak yeni bir biçimde görmek ve söylemek ve onun doğruluğunun aydınlatılması; hastalıkla ilgili bilgi ve deneyim bi-rikiminin bir sonucu değil, tamamıyla kendine özgü ve keyfi bir doğruluk söyleminin baskınlık kazanması ile ilgilidir. Doğruluk artık yaşanan, açığa çıkan, keşfedilen, sırları çözülen, ‘bilinen’ ‘söylenen’ ve ‘görülen’ haline gelmiş, böylece doğruluk ışığın gizemli ve tanrısal evreninden çekilmiş, antroplojik bir düzlemde belirmiştir. Doğruluk ortaya çıkmış olandır ancak bu ortaya çıkış derinlerde ve karanlıkla kaplı olanın aydınlatılma-sının bir sonucu olduğu için doğruluk karanlığa hükmediştir. Ancak karanlığa hükmediş de bir temelden yoksun olduğundan ve bütünüyle aydınlanmış bir tasarım olmadığından kendi içinde bir karanlığı taşır. Bu nedenle aydınlanma iddiasının doğruluğuna bağlanma körü körüne bir bağlanmadır. Foucault, ısrarla görülebilirliklerin görülebilir olmalarından ve söylenebilirliklerin söylenebilir olmalarından öncesi ile ilgilenir, çünkü böylece görme ve söylemenin nasıl düzenlendiği açığa çıkarılabilir ve daha tercih edilebilir bir düzen-leme arayışını çağrıştırmasa bile onların başka türlü de düzenlenebileceği anlaşılabilir. Foucault bilgideki bilinmeyeni, söylenendeki söylenmeyeni, görülendeki görülmeyene ifşa etmeye çabalar. Bu baştan çözümü olmayan bir sorunsala dahil olmak demektir. Bu açmazı kendisi şöyle ifade eder:

Kant’a göre belirli bilimsel içerikler vasıtasıyla bir eleştirinin imkanı ve gereği, bilgi gibi bir şeyin olduğu gerçeğiyle ilişkiliydi. Zamanımızda, dilbilimci Nietzsche’nin tanık olduğu...aklımızı kurcalayan, körlüğümüzde bize öncülük eden ancak günün ve konuşmanın ışığının ortaya çıkışından önce karanlıkta ilgi görmek için bizi bekleyen bir anlam belirginleşmek-tedir. Tarihsel olarak tarihe, söylemler hakkındaki söylemlerin sabırlı in-şalarına ve çoktan söylenmiş olanı duyma ödevine yazgılıyız. (Foucault, 1976: xv-xvi)

Kliniksel bilgi, dil ve görüşün etkileşimini gerekli kılmıştır; bu durum “ifade edilebilen ve görülebilenin kalıcı ve nesnel olarak temellenmiş karşılıklı ilişkisi”dir. Yeni bilimsel söylem, deneyimin aktarılmasında, görülenin söylenmesini ve görülenin söyleyerek gös-terilmesini kapsamıştır. “Batılı insan kendisini kendi gözünde bir nesne olarak oluşturabil-miştir, kendisini kendi dilinde yakalamış ve kendisine, kendisinde ve kendisi aracılığıyla söylemsel bir varoluş vermiştir, daha açılışta kendi yok oluşu tarafından yaratılmıştır: Us-dışı deneyimden psikoloji, psikolojinin tüm olanağı, ölümü tıpsal düşünceyle bütünleştir-me düşüncesinden bireyin bilimi yapılan bir tıp doğmuştur” (Foucault, 1976: 196-197).

126 / Doç. Dr. Himmet HÜLÜR EKEV AKADEMİ DERGİSİ

Klinikte “gözleyen bakış müdahaleden kaçınır: sessiz ve jestsizdir. Gözlem şeyleri olduğu gibi bırakır, verili olanda ona kapalı olan hiç bir şey yoktur. Gözlemin karşılı-ğı hiç bir zaman görünmeyen değil, tam da her zaman dolaysız görünendir” (Foucault, 1976: 107). Bu bağlamda, bütün bir klinik düşüncesi, “saf bir Dil olabilecek saf bir Bakış miti: konuşan bir göz” etrafında şekillenmiştir. “O [göz], hastane içinde meydana gelen her tekil olayı bir araya toplayarak bütün bir hastane alanını tarayabilirdi; gördükçe, git gide daha açık gördükçe, ifade eden ve öğreten konuşmaya dönüşebilirdi; olayların tek-rarında ve yakınlaşmasındaki doğruluk, anahatlarıyla onun bakışında ortaya çıkabilir”, bu yolla “konuşan göz şeylerin hizmetçisi ve doğruluğun öncüsü olabilirdi”. Kliniksel deneyim görüş ve konuşma arasında bir tür denge oluşturmuştur: “tüm görülebilen ifade edilebilendir ve bütünüyle ifade edilebilen bütünüyle görülebilendir” (Foucault, 1976: 114-115). Kliniksel bakış zamanla yerini göz atışa bırakır. Göz atış, bakıştan farklı olarak, “bir alanı taramaz, merkezi ve belirleyici bir noktaya yönelir”; dilin ‘suistimaller’inden sorumlu değildir, bir parmağın işaret etmesi gibi, “sözel olmayan temas düzenidir”. Böy-lece kliniksel göz, epistemolojik çerçevesine yeni bir duyuyla yakınlığı dahil etmiştir, “bu artık dili yakalamak için çaba gösteren kulak değil, derinlere dokunan işaret parmağıdır”. Böylece klinik deneyim semptomlar tıbbından, patolojik anatominin organlar tıbbına geçişe tanık olur (Foucault, 1976: 121-122), böylece klinik ve anatomi iki farklı bilgi türünü yansıtır (Foucault, 1976: 126). Onsekizinci yüzyılın sonunda, Bichat’ın “organik hacmi dokusal mekana indirgeme”si o zamana kadar tıbbi alanda geliştirilen “matema-tiksel modele en yakın” yaklaşımdı. Dokusal alan hastalığın ilişkili olduğu algılanabilir kesitti. Bu dönemde özellikle Bichat, “yüzey bakışa mutlak bir epistemolojik saygınlık” tanımış, ancak yüzey daha önce klinik deneyimde “bakanın bir yapısı” iken, onun bakı-şında “gözlenenin bir biçimi” haline gelmiştir. Böylece patolojik anatominin varsaydığı görünüş “hastalığın betimlenmesinin nesnel, gerçek ve en sonunda sorgulanamaz temeli” oldu (Foucault, 1976: 129). Anatominin yeni çözümleme yöntemi aracılığıyla hastalığın eski sınıflandırılmasına yeni bir içerik kazandırılmıştır: “algılanabilir yüzeyler açısından gerçek çözümleme” (Foucault, 1976: 131-132). Onsekizinci yüzyılın sonunda, Bichat ve diğer tıp otoritelerinin çalışmalarında yaşam, hastalık ve ölüm “teknik ve kavramsal” bir bütünlüğün parçaları haline gelir. Ölüm, zamana yayılan, süreçsel ve kronolojik bir tarzda yaşamın içinde ele alınır, hastalık yaşamın direndiği ölümde ifade bulur. Özellikle, Bichat ölümü görecileştirip buharlaştırır, kısmi ve yavaş yavaş meydana gelen ölümler biçiminde ölümü yaşam sürecine dağıtır; yaşamın bilgisi ölümde temellenir, “hastalık ve yaşam doğrularını ölümde konuşurlar”, yaşamın karanlığını ölümün ışığı aydınlatır (Foucault, 1976: 142-146).

Kliniğin Doğuşu, “algının ‘aşikarlığı’nın ayrıcalığı, şeylerin katı yüzeylerine görüşsel bir odaklanma ve her şeyin üzerinde bireysellik, özgünlük, biriciklik, farklılığın tasvi-rine dikkat kesilme” vasıtasıyla bir bilgi paradigmasının nasıl ortaya çıktığını ele alır. Foucault, onsekizinci yüzyılda bu gelişmeyi “hastaların yeni biçimlerde gözlenmesi” ve “hastaların hastanedeki semptomlarının patolojik anatominin bulgularıyla karşılaştırıl-ması” olarak görür. Bichat, Laennec, Corvisart, Cabinis, Pine ve Broussais’in çalışma-larında yola çıkarak tıbbın bireyselleşmesine dikkat çeker: semptomların dökümü, has-tanın hikayesi ve otopsi sonuçları (Osborne, 1998: 32). Osborne, Foucault’nun Kliniğin

127GÖRME VE SÖYLEMENİN MEKANI OLARAK BİREY VE DENETİM: MICHEL FOUCAULT’DA IŞIK VE SÖZ REJİMİ

Doğuşu’ndaki yaklaşımını iki açıdan benzersiz bulur; birincisi, eserinde “perspektifsel olarak ilerlemesi” yani “klinik tıbbın doğuşunda var olan olanakların heterojen koşul-larını” ortaya koyması ve her bir aşamayı bütünüyle değil belirli gelişmeler bağlamında ele alması; ikincisi ise Foucault’nun söylemsel vurgusu ve bakış kavramı veya “klinik orjinalliğin temelini dil ve nesnesine yönelik yeni bir eğilimde” saptamasıdır. Bu kliniğin “eşzamanlı olarak ‘bir söyleme biçimi’ ve ‘bir görme biçimi’, bir söylem ve özel bir tür bakış tarzı”nı egemen kılmasıyla (Osborne, 1998: 33-34) yeni bir bilgi paradigması oluş-turması demektir. Foucault, Kliniğin Doğuşu’nda bakışın önemini vurgulamasına karşın, bazı izleyicilerinin ileri sürdüğü gibi bakışı “boyun eğmenin bir tür kurucu öznesi” olarak ele almamıştır; çünkü terim “algının niyetselliğini, özel, tarihsel olarak temellenmiş bir algılama üslubundan daha az temsil eder.” Bakış, özel bir kurucu özneden değil, “belirli bir söylemsel kümelenmenin etkisi”nden ortaya çıkar. “Örneğin, Bichat’ın düşüncesinin epistemolojik bir değerlendirilmesi, bilginin öznesinin algılananın yapısıyla ilişkisindeki özel bir tarzı gösterir” (Osborne, 1998: 34-35). Bichat’ın çalışmasının yansıttığı önceki klinik uygulamada bakış ifade edilebilene indirgendiği için “tam bir betimlemesi sunul-madan patolojiyle karşılaşılmazdı. Böylece öznenin görevi, sanki hastalık kendi hesabına konuşuyormuş gibi, hastalığı izlemekten daha az onu konuşmak oldu. Bu nedenle hasta-lığın kendisi ‘analiz’ haline geldi”. Sonradan özellikle Laennec’in çalışmasında bu durum değişmesini ve dilin görüşe yaklaşmasını Foucault “konuşan göz” imgesiyle betimler. Olgun klinikte “konuşma (öğretme) ediminin, görme (algılama) ve bilme (kliniksel bul-gu) edimleriyle eşlenebildiği yerde bakış bir betimleme biçimi haline gelir” ve farklı algı-lama biçimleri arasında bağlantılar kuran bir rol oynar, örneğin Laennec’in çalışmasında dokunmaya yaklaşır. Ancak Kliniğin Doğuşu bakışı “algılamanın indirgemeci bir tarzı” veya “her şeyi önceden belirleyen bir deus ex machina türü” olarak sunmaz. Buna karşın bir algılama tarzı olarak “bakış, sadece apaçık olanı görür” (Osborne, 1998: 35).

Klinik alanında kelimeler ve beden arasında kurulan yeni ilişkide gözsellik egemen hale gelerek anlamlandırmanın yegane zeminini oluşturur. Gözsellik, disiplinsel bilginin dünyanın gizini keşfetme amacıya doğrudan ilişkilidir, çünkü “Bilgi Gizliyi bulur”. Göz-sellik, doğrudan bilginin karanlığı görünür kılma işlevinin merkezine çıkar. Onsekizinci yüzyılın sonundan itibaren “İşaret artık hastalığın doğal dilini konuşmaz, sadece tıbbi araştırmanın sorduğu sorular içinde bir şekil ve değere sahip olabilirdi...Göstergebilim artık bir okuma değil, bir tasarımsal patolojik anatomiyi mümkün kılan teknikler dizisi” haline geldi. Bu yolla, yeni göstergebilim, kulak ve dokunuşu görünüşe ekledi. “Görüş/dokunuş/duyuş üçlüsü, içinde ulaşılamayan hastalığın işaretleyiciler tarafından yakalan-dığı, derinlerde ölçüldüğü, yüzeye çekildiği ve bedenin çeşitli organlarında gösterildiği algısal bir düzenlenişi tanımlar” (Foucault, 1976: 162-164). Ancak anatomi-klinik algı-daki bu çoğullaşma, bu üçleme “görülebilenin işaretinin baskınlığı” altına girer; “bütün-leştirici bakış”, görme, dokunma ve duymayı ortak bir yapı içinde düzenler. Böylece, klinik anatomide egemenlik kuran “algısal ve epistemolojik yapı ve oradan çıkan tüm tıp görülemez görülebilirlik” (Foucault, 1976: 165) olacaktır.

Bilgi örtülülerin etkileşimiyle uyum içinde gelişir. ... Ancak bilginin mutlak gözü, yüzeyleri ve hacimleri, kısık veya tiz sesleri, inlemeleri, çar-pıntıları, pürüzlü, hassas cildi, ağlamaları çoktan ele geçirmiş ve kendi

128 / Doç. Dr. Himmet HÜLÜR EKEV AKADEMİ DERGİSİ

geometri çizgisinde yeniden-sindirmiştir –görülebilenin hükmediciliği ve ondaki artan buyurganlık iktidar ve ölümü birleştirmesindedir. Saklayan ve örten, doğruluk üzerindeki gecenin perdesi paradoksal olarak yaşamdır ve buna karşın ölüm bedenin kara kutusunu gün ışığına açar...Ondokuzuncu yüzyıl tıbbını, yaşamı kadavralaştıran ve yaşamın incinen, kırılan damarını cesette tekrar keşfeden bu mutlak göz belirlemiştir. (Foucault, 1976: 166)

Bedenin içinde olanların ‘doğruluğu’ görme ve söylemenin ittifakıyla açığa çıkarılmış, bilginin ampirik temelini oluşturur. Burada “bilgi ile acı arasındaki fantezi bağı” daha da güçlenerek bilginin pozitif temelini oluşturmuştur; “gerilimleri ve ağrılarıyla bedende hastalığın varlığı, bağırsakların sessiz dünyası, sonsuz görünmez rüyalarla çizilmiş be-denin bütün karanlık tarafı, doktorun indirgemeci söyleminin nesnelliğiyle sarsılmasının yanında doktorun pozitif bakışını sağlayan çoğul nesneler olarak kurulmuştur. Hastalığın belirtileri nötrleştirilmiş bir bilgi bütünüyle gözlerden uzaklaştırılmamış, bedenlerin ve gözlerin karşılaştığı mekanda yeniden dağıtılmıştır” (Foucault, 1976: x-xi).

Hastaneler hastalığı “tedavi eden bir makine” haline gelince hastane mekanındaki hastalar arsında, doktorlar arasında ve bu ikisi arasında yeni ilişkiler kurulmuştur. Rose, bunu Deleuzecü açıdan “hastanenin, belirli ‘görülebilirlik çizgileri’, görülebilen ve gö-rülemeyenin belirli yollarla dağılımını yapan çizgiler” kurması olarak ortaya koyar. Has-tane örgütü, “belirli nesneleri odağa alan ışığın belirli bir yapılanması”na dayalı yeni bir epistemoloji üretmiştir. “Bu ‘ışık rejimi’, örnek olayı bir beden ve yaşam hikayesinin biri-cik içiçe geçmesi olarak görünür kılar: tedavinin uygun nesnesi olarak örnek olay” (Rose, 1998: 59). Burada ışık rejiminin görünür kılması “tamamıyla düz bir anlamda, zaman ve mekanın algılanmasını, bölünmesini, kullanılmasını sağlamak demektir”. Hastane meka-nı rahatsız insanların “hastalığı normalleştirmiş olan tıbbi bakışa”a tabi tutulmalarıydı. “Hastaneyi yeterince liberal bir mekan haline getirmek, uyumlu bir terapisel stratejiye göre düzenlenmesini gerektirmiştir...özel bir tertip içinde, bedenleri, mekanları, bakışları, atıfları belirli bir ışık rejimi içinde düzenleyen bir doğruluk makinesinde, hastalık –ve onunla birlikte sağlık- tamamıyla ampirik olarak gözlenebilir olaylar ve matematiksel düzenlilikler alanında yeniden belirlenmiştir. Böylece insan bireyin ampirik bilgisi –akıl hastanesi ve psikiyatri, okul ve bireysel farklılık psikolojisi örneklerindeki gibi- otorite-nin gözetimi altında kişilerin düzenlenmiş örgütlenmesi vasıtasıyla mümkün kılınmıştır” (Rose, 1998: 60). Böylece Foucault’nun klinik analizi tıbbi akla bağlı olarak “tıbbi doğru-luk teknolojileri”nin hastalık tanısıyla ilgili çeşitli biçimlerini kapsar: “hastalıklı olguların dağılımı hakkındaki istatistiklerin toplanması; vücudun parçalarına ayrışması ve organ-ların resmedilmesi; hastalığın varlığının haritasını çıkarmak ve görünümünü sağlamak için stetoskoptan ultrasona kadar araçların kullanılması”. Kliniğin tıbbi doğruluk söylemi hastalığın “semptomlarının oluşturulması” ve onların bağlantılarının kurulmasının yanın-da “tıbbi yargının işleyiş karakterini” kapsar. “Ve bu çeşitlenen –sadece bazı olanakları nesnellik, ussallık, etkililik, insanlık olan- ölçütlerle ilişkili olarak, tıbbi doğruluk iddia-larının içinde ileri sürüldüğü çeşitli meşrulaştırıcı ve haklılaştırıcı mekanizmaların bir in-celenmesini gerektirebilir. Şimdinin bir tarihinin düşüncenin kendisini ‘tekniksel’ olarak düşünme gereksinimi vardır; ödev, ‘söylem’in temsil sistemlerinde cisimleşen anlamlar bağlamında bir yorumlama değil, düşüncenin düşünce olmasını uygun kılan entelektüel teknolojilerin çözümlenmesidir” (Rose, 1998: 62).

129GÖRME VE SÖYLEMENİN MEKANI OLARAK BİREY VE DENETİM: MICHEL FOUCAULT’DA IŞIK VE SÖZ REJİMİ

Her tarihsel oluşum kendine özgü bilgiyi söylenebilen ve görülebilen aracılığıyla dü-zenler. Ancak Foucault, tarihsel oluşumların mutasyonlar, kırılmalar, metamorfozlar ve dönüşümlere maruz kalışını ve böylece görülebilir ve söylenebilirin koşullarının köklü olarak farklılaşmasını vurgular. Bu anlamda tıbbi bilgi alanında görüş ve eklemlenmenin sürekli bir tarihi yoktur. Onsekizinci yüzyılda “tıbbi bilgide özlü bir mutasyon” yaşanır ve “klinik, doktorun deneyimi bağlamında, algılanabilir ve ifade edilebilirin yeni bir çer-çevesi olarak ortaya çıkar”. Bu bilgi çerçevesinde “bedensel mekan” yeni bağlantılarla belirginleşir, “patolojik olguyu oluşturan öğeler” yeniden düzenlenir, sapkınlığın düzeni yeniden tanımlanır ve hastalık organizmaya yeni nedensellik ve ilişkilerle dahil edilir. Klinik bu yeniliklerle uyum sağlar. “Bu yeni yapı ani ancak kesin değişmelerle ortaya çı-kar –ancak tabii ki tüketilmez-, böylece on sekizinci yüzyılda hasta ile doktor arasındaki diyaloğun başladığı (kendine özgü gramer ve stile sahip olan bir diyalog) ‘sorunun ne?’ sorusunun yerine, kliniğin işleyişini ve bütün söyleminin ilkesini kavradığımız ‘nerede ağrı var?’ sorusu geçer”. Bu temelli ve ani değişimlerle birlikte tıp alanında gösterenle gösterilen arasındaki ilişikler tamamıyla farklı bir biçimde ortaya çıkar: “gösteren semp-tomlarla gösterilen hastalık arasında, tasvir ile tasvir edilen arasında, olay ve onun ola-cağını belirttiği arasında, yara ve işaret ettiği ağrı arasında” (Foucault, 1976: xviii-xix). Kliniğin Doğuşu’nun ele aldığı tarihsel dönem, görme ve söylemenin, ışık ve kelimenin kısacası şeylerin söylem ve bilgilerinin çerçevesinin belirginleşmesine tanık olur; “bu dönemde; hastalık, karşı-doğa, ölüm, kısaca hastalığın bütün karanlık yüzü ışımaya baş-lar, aynı zamanda, insan bedeninin görünür, katı ve etrafı çevrilmiş ancak ulaşılabilir mekanı derinlerdeki gece gibi kendisini ışıtır ve yok eder. Temelli olarak görünmez olan aniden bakışın aydınlığına sunulmuştur”. Bu dönüşümle “hastalığın sözdizimsel yeniden örgütlenmesinde görülebilenin ve görülemeyenin sınırları yeni bir tarz izler; hastalığın arkasındaki uçurum, ki bu hastalığın kendisidir, dilin aydınlığına doğar”. Foucault, sa-dece tıpla ve birey hastanın bilgisinin nasıl yeniden yapılandırıldığıyla değil, bir bilgi biçimi olarak klinik deneyimin olanakları ve bu açıdan “hastane alanının yeniden dü-zenlenmesi, toplumda hastanın statüsünün yeni bir tanımı ve kamusal yardım ile tıbbi deneyim, yardım ile bilgi arasındaki” ilişkiler ve “hastanın kolektif türdeş bir mekanda sarmalanması”na yönelik değişimlerle de ilgilenir. Ona göre hastalığın yeni bilgisi ve hastalığa yönelik yeni düzenlemeler, yani hastalıkla ilgili ortaya çıkan bu mutasyonlar insanı pozitif bilimsel bilginin bir nesnesi yaparak insan bilimlerinin gelişmesinde önemli bir yere sahip olmuştur (Foucault, 1976: 195-197). Yeni ışık rejimi içinde göz ve bedenin karşılaştığı yerde, hastalığın ‘açığa çıkması’ ile birlikte karanlıkta yaşamı kemiren tehlike etkisizleşmiş, hastalık ışığın hiç sönmediği bir mekana emanet edilmiştir. Aydınlatılmış hastane mekanı yaşam karşıtı karanlığı yok ederken, sağlığın görsel inşasında bilim, ışı-ğın nesneler üzerindeki hareketlerine uyum sağlayan bir seyir izlemiş, böylece yaşamın içindeki ölüm gün yüzüne çıkmıştır. Aydınlıktaki bakış, bilimin çığırını açmış, bilim insa-nın hem anlaşılmasında hem de bedensel ve ruhsal varoluşunda yegane ölçüt haline gel-miştir. Ancak görünmez olanın görünmesi, görünenin söylenebilmesi aracılığıyla sadece insan bilimleri gelişme olanağı bulmamış aynı zamanda bu yaşamın kadavralaşmasını da berberinde getirmiştir.

130 / Doç. Dr. Himmet HÜLÜR EKEV AKADEMİ DERGİSİ

“Hiç”likten Bilimsel Psikiyatrinin “Nesne”liğine DelilikKlasik dönemle birlikte görme ve söyleme rejiminin üzerinde odaklandığı başlıca

alanlardan birini usdışılık deneyimi oluşturmuştur. “Deli”nin kurumsal ve disiplinsel ola-rak nasıl üretildiği ve denetlendiği aynı zamanda aklın kendisini nasıl konumlandırdığı ile ilişkilidir. Bu anlamda, klasik dönemde usdışı üzerine geliştirilen söylem ve usdışının bir biçimi olarak deliliğin saldığı korkuya karşı alınan önlemler aklın kendisi üzerindeki izlenimini de yansıtmaktaydı. Delilik, us ve usdışı, aydınlık ve karanlık ayrımının sınır-larını belirlemiş, üstelik aklın sınırının dışında kalan karanlığın kendi varlığını tehlikeye sokan tehditlerine karşı, onun alanını sürekli daraltma çabasına girişmiş ve bunun için de yeni görüş ve ifade biçimleri düzenlemiştir. Foucault’nun düşüncesinde klasik dönemin başladığı “onyedinci yüzyıla kadar, en şiddetli ve en insanlık dışı biçimlerinde açığa geti-rilmediği sürece, kötülüğün üstüne gidilemez ve cezalandırılamazdı. İtirafın içinde yapıl-dığı ve cezanın içinde uygulandığı ışık tek başına kötülüğü yapan karanlığı dengeleyebi-lirdi”. Kapatma ise kamusallığın kötülüğü çoğaltacağı, bu nedenle sadece utanç duyacağı bir “unutulmuşluğun onu bastırabileceği” anlayışını beraberinde getiriyordu (Foucault, 2001: 62-63). “Kapatma, usdışını gözlerden uzaklaştırmış, ancak delilik ve “ondan çıkan utanç” ondokuzuncu yüzyılın başına kadar “bakılacak” veya “gösterilmesi gereken” bir şey olarak kalmıştır (Foucault, 2001: 65). Böylece “deliliğin hayvanlığı” vurgulanmış ve “usdışının ahlak dışılığı”ndan sakınılmıştır (Foucault, 2001: 73). Deliliğin “aklın boş olumsuzluğu”, “varlık-olmayan”, olarak kavranması, “onun içinde bir yer bulamadığı toplumsal düzen”den deliliği “hiçlik” olarak kabul eden kapatma yoluyla çıkarılmasını kapsamıştır (Foucault, 2001: 109).

Klasik dönemde delilik sadece usdışı ile ilişkilendirilmiş “özsel bir işlev” yerine getir-miş, “usdışılık, deliliğin olanağının konumunu tanımlamıştır”. Bu dönemde, “deli, insa-nın, hayvanlığın çılgın dibine düşüş yolunu izleyerek, alttaki insanı tehdit eden ve doğal yaşamının bütün biçimlerini –olağanüstü bir mesafeden- saran usdışının alanını açığa çıkarır”ken, ancak ussalcılık karanlıktaki bu usdışını gözetleyebilir ve onun tehdidini ön-leyebilirdi (Foucault, 2001: 78-79). Delilik, “beden ve ruhun bütünlüğü”nün sorgulanması ve bozulması demekti. Deliliğin izlenmesi ve denetlenmesi son derece gerekliydi, çünkü “[d]elilikte ruh ve bedenin toplamı, bu toplamı metafiziksel olarak oluşturan öğelere göre değil, saçma bir bütünlük türünde bedenin parçalarını ve ruhun fikirlerini saran figürler ve imgelere göre” bölündüğü (Foucault, 2001: 84, 87) ve deliliğin “insanın doğrulukla ilişki-sinin bozulduğu ve karardığı zaman” (Foucault, 2001: 98) ortaya çıktığı kabullenilmişti. Klasik dönem deliliği, apaçıklık ile karanlık, gündüz ve gece arasında mutlak bir ayrım ve karşıtlık ile ele almıştır (Foucault, 2001: 102-103). Deliliğin usdışılık ve karanlıkla özdeşleştirilmesiyle birlikte, klasik dönemde daha önceki “kelime ve imgenin birliği” çözülür ve deliliğin imgeleri serbest kalır. Böylece “delilik tam bir gösteri, usdışının bir tiyatrosu olur” (Jay, 1991: 180). Deliliğin, usdışılık ve karanlık olarak görülmesi; us ve görüşün özdeşleşmesi ile mümkün olmuş, bilgi ve doğruluk, görüşün içinde yer alan aklın bir ürünü ve karanlıktakini açığa çıkarmanın yegane aracı olarak belirmiştir.

Karanlıktakini aydınlatma girişimi kendi içinde temel bir açmaz taşır, çünkü us, kendi manzarası içinde ayrıksı kalan, görüntü ve hiçlik, görme ve körlük arasında ayırt edileme-yecek bir kesitle karşılaşır. Karanlığın aydınlatılması karanlığın varlığının yadsınmasıdır, ancak aydınlatma girişimi kendisini bu karanlığa borçludur. Klasik dönemin delilik yak-

131GÖRME VE SÖYLEMENİN MEKANI OLARAK BİREY VE DENETİM: MICHEL FOUCAULT’DA IŞIK VE SÖZ REJİMİ

laşımının açmazı, deliliği “her zaman namevcut, ulaşılamayan ebedi bir geri çekiliş, olgu-sal veya pozitif bir nitelikten yoksun” olarak algılaması ve deliliğin “ancak delinin tekil varlığında bulunduğu ve tam olarak görülebildiği” varsayımıyla ilişkili olarak “deliliğin ussal bir ele alınışının, her zaman deliliğin ussal-olmadığı derecede mümkün ve gerekli” olmasından kaynaklanır. Delilik, “görüş ve körlük, imge ve yargı, halüsinasyon ve dil, uyku ve uyanıklık” arasında ayrım yapamadığı ve “onlarda hep olumsuzu birleştirdiği için nihai olarak hiçbir şeydir. Ancak bu hiçbir şeyin paradoksu, kendisini açığa çıkar-ması, işaretlerde, kelimelerde ve jestlerde patlamasıdır”. Burada Foucault, klasik dönem-de usdışılığın “aklın hastalanması, kaybolması veya yabancılaşması olarak değil, ancak basitçe, us kamaşması”, usun görmemesi olarak anlaşılması gerektiğini ve kamaşmanın “gün ışığının ortasında gece, ışığın parlaklığında taşanın kalbinde karanlığın hükmetme-si” olduğunu belirtir. Us kamaşması olarak delilik, gözün güneşe baktığında, kamaşması ve hiçbir şey görmemesi gibidir (Foucault, 2001: 100-101).

Deliliğin kamaşma olduğunu söylemek, delinin gün ışığını akıllı gibi gördüğünü söylemektir (ikisi de aynı berraklıkta yaşar); ancak aynı gün ışığını, başka hiçbir şeyi, içindeki hiçbir şeyi değil, bu gün ışığını gören deli onu boşluk olarak, gece olarak, hiçbir şey olarak görür, onu hiç de gör-mez; onun gün ışığını algılama biçimi gölgelerdir. Geceyi görmesi ve gece-nin hiçliğini görmesi, hiç de görmemesi demektir. İmgeleminin sanrılarını ve gecenin çeşitli ahalisini gerçeklikler olarak gördüğüne, kabul ettiğine inanılır. Bu nedenle doğruluk ve ışığın temel ilişkisinin klasik ussalcılığı oluşturmasıyla tamamen aynı şekilde, çılgınlık ve kamaşma deliliğin özü-nü, oluşturacak bir ilişki içindedirler…Kartezyen şüphe formülü kesinlikle deliliğin büyük kötülüklerinden sakınmadır. Descartes gün ışığının özsel parlaklığını daha iyi görebilmek için gözünü açar ve kulağını kabartır; böy-lece gözünü açtığında, sadece geceyi gören, tamamıyla görmeyen, hayal ettiğinde gördüğüne inanan delinin kamaşmasına karşı korunur. Kapalı duyularının tek biçimli açıklığında Descartes, bütün mümkün büyülenme-lerden kopar ve eğer görürse gördüğünü gördüğünden emin olur...Usdışı-nın usla ilişkisi kamaşmanın gün ışığının parlaklığıyla ilişkisiyle aynıdır. (Foucault, 2001: 102)

Ondokuzuncu yüzyıl insan bilimlerinin doğuşuna ve delilikle ilginin değişimine tanık olur. Bu, deliliğin insanileşmesi olduğu kadar, çözümlemeye dayalı iktidara geçişin de habercisidir ve klasik dönemde geçerli olan ışık ve söz düzeninin insan bilimlerinin için-de ağırlıklı olarak yer aldıkları yeni denetim teknolojilerine dönüşmesini getirmiştir.

Klasik dönemdeki görüş düzeninin sona ermesiyle paradoksal bir biçimde de olsa tam anlamıyla hümanizm, yani insan ortaya çıkar. Özel olarak, delilikle ilgili klasik çağın doğalcılığının ve statikçiliğinin yerine “tarihsel bilinç, işlevsel analoji ve ardıllık –me-kansal değil geçici değerler” geçer böylece “[y]aşam, emek ve dil, sınıflandırıcı bakışın baskısından özgürleşir” (Jay, 1991: 188). Fakat insan bilimlerinin ortaya çıkışı görüşün önceliğini ve görsel olarak oluşturulmuş bir epistemolojiyi yeni bir biçimde kapsar, on-dokuzuncu yüzyılda klasik tarzın yerini yine gözselliğe dayanan daha karmaşık bir tarz alır (Jay, 1991: 189, 191).

132 / Doç. Dr. Himmet HÜLÜR EKEV AKADEMİ DERGİSİ

Ondokuzuncu yüzyılda psikolojik ve ahlaksal yönelim deliliğin klasik ele alınışının yerine yeni bir yaklaşımın, bilimsel psikiyatrinin geçmesine zemin hazırlamış, bu kez “delinin bedeni hastalığının görünür ve katı varlığı olarak görülmüştür” (Foucault, 2001: 150-151). Klasik çağın usdışını ele alış biçimi, insan bilimlerinin deliliği çözümlediği bir tarza dönüştükçe, “delilik tamamıyla ahlaki bir kuruma kapatıldığında hastalıktan fazla bir şey değildi”. Yeni epistemik yapıda hastalık organik olanın bir boyutu, “usdışına ait olan ise söylemin aşkınlığına özgü” olarak psikolojinin alanında görüldü (Foucault, 2001: 188). Klasik dönemin sona erişiyle birlikte ahlaksal ve psikolojik ilgi çerçevesinde ele alınan “delilik insanın düşünceleri ile, zaman ile, başkaları ile ilişkilerinin değişme”si ve “insan yaşamında ve gelişmesinde her şeyin dolaysız olanla kopması” olarak kavrandı ve “delilik doğanın veya Düşüşün düzeni değil, insanın içinde tarih sezisine sahip olmaya başladığı yeni bir düzendi” (Foucault, 2001: 209). Böylece usdışı deneyimi bilimin bir nesnesi haline gelmekte ve görme ve söyleme (birbirine indirgenemez olsa da) bu nor-mal dışı deneyimin açığa kavuşturulmasında yeni bir rol üstlenmekteydi. Usdışılığın yeni bir biçimde ele alınışı öncelikle onun özgürlüğünü ve bireyselleştirilmesini kapsıyordu; “onu bireyselleştiren bir algılama için özgür, biricik özelliklerinin anlaşılması için ve ona sonuçta bir nesne statüsünü veren bütün işlemeler için özgürdü” (Foucault, 2001: 222). Klasik dönemde akıl hastalığı ile ilgili bilgi “gözlem ve sınıflandırma”ya dayanmaktay-dı. Psikanaliz ise buna diyalogu da eklemiştir. “Psikanaliz izleyicinin mutlak gözlemini izlenen kişinin bitimsiz monoloğu ile katlamıştır- böylece karşılıklı olmayan gözlemin eski tımarhane yapısını koruyup, onu, simetrik olmayan bir karşılıklılık içinde, yanıt bu-lunmayan yeni bir dil yapısıyla dengelemiştir” (Foucault, 2001: 238). Delililiğe yönelik yeni uygulamalar bilimsel incelemenin alanına dahil olmuş, kurumsal yapılar ve uygula-malar aracılığıyla klasik çağın doğal deliliği insanileşmiş ve bu dönüşümlere koşut yeni görülme ve söylenme biçimleri aracılığıyla delilik yeniden saptamış, modern epistemin odaklandığı emek, yaşam ve dilin biricik varlığı birey, deliliğin yeni uzamı olmuştur. Deliliğin, bireyselleştirilmesi ve bir inceleme nesnesi haline gelmesi modern söz ve ışık rejiminin söyleme ve gösterme teknikleriyle donatılmıştır.

Böylece, davranışın ve kimliğin “temel bir kategorisi olarak ‘normallik’ ondokuzuncu yüzyılda genişleyen bir şebeke aracılığıyla ‘görülebilir’ hale gelir. Bilgimizin bize görü-nür kıldığı temel şeylerden biri kişilerin ve toplumların anormallikleridir”. Tıpta normal-lik, “organda patolojik semptomların yokluğu” olarak görülür. Durkheim’ın normallik ve anormallik ayrımı bu çerçeveyle uyumludur. “Teleskop, mikroskop ve prizmalar basitçe doktorların görebildiklerinin değil onun içindeki ‘görme’nin yerinin de dönüşümüne yar-dım ettiğinde boyun eğme ve inceleme teknikleri (yani ‘davranışın mikroskobu’) basitçe ‘anormal’ ve ‘suçlu’ kişiliği görünür kılmamış, bilgi ve iktidardaki görüşselin yerini de-ğiştirmeye de yardımcı olmuştur” (Rajchman, 1988: 101). Yeni tıp rejiminde bireylerin “organlarındaki patolojilerde hastalığın yeni ‘uzamsallaşması’, ‘hasta olma’da insanların kendileriyle ve birinin diğeriyle sahip oldukları ilişkilerin kökten değiştirmiş, bu da dok-tor, hasta ve patolojistin ‘etiksel’ anlaşılabilirliğinin bütünüyle yen bir türünü devreye sokmuştur”. Buna koşut olarak, “Foucault’nun deliliğin tarihi, toplum ve bireyde ‘hasta olma’nın nasıl tehlikenin kaynağı olarak görüldüğünün bir incelenmesi olarak okunabilir. Böylece delilik sorunu yeni bir görme biçimine yükselmiştir” (Rajchman, 1988: 111).

133GÖRME VE SÖYLEMENİN MEKANI OLARAK BİREY VE DENETİM: MICHEL FOUCAULT’DA IŞIK VE SÖZ REJİMİ

Foucault, görüş ve körlüğü, delilik ve ussallığı, normallik ve anormalliği tanımlayan, ayıran ve paylaştıran uygulamaların, tekniklerin ve ölçütlerin tarihselliklerini ve kırılgan-lıklarını açığa çıkararak, bunların nasıl bilgi “polis”ine hizmet ettiklerini gösterir, daha da ötesi bugünkü insanın ne olduğunu anlamamız bizi düşünülmeyeni düşünmeye davet eder, çünkü modernlik deneyimi bir düzen-makine deneyimidir. Günümüzün görme ve söyleme rejiminde egemen olan ilkeleri bilimsel disiplinlerin incelemelerine dayanan doğruluk ilkeleridir. Görme ve söylemenin sınırları hiçbir şekilde doğada, kaderde veya insan iradesinde saptanamaz, bu sınırları egemen epistemin özneleri aşan keyfiliği çizer. Görme-iktidar ve söyleme-iktidar mekanizması bireylerin eylem ve düşüncelerini hem oluşturur hem de onlar aracılığıyla yayılma olanağı bulur. Bu, şu anlama gelir: bir deli görmek ve deli sözü etmek bunu bir oldu bittiyle, hiç yokken böyle yapmaktır. Delilik veya deli-varlığı görmek veya söylemek, egemen ışık ve dil rejiminin buyruğu altına girmeksizin olanaksızdır, ancak bunların egemenliği altına girmemek de neredeyse ola-naksızdır. Bu açıdan delilik söylemi tam bir skandaldır. Ne var ki, delilik aynı zamanda aslında ussallık söyleminin kendisini kapatan bir hapishanesidir, çünkü ironik olarak “de-lirten” düzen ve ussallıktır. Görme ve söyleme biçiminde süreksizlik gösteren değişimler, özlü mutasyonlar, onların yeni ifade siyasası içindeki rolleri, ortaya çıkan yeni “doğru” ifadelerin ölçütünün yeni iktidar mekanizmaları ve uygulamaları aracılığıyla belirlen-mesi, kavrama ve görmenin her dönemde bambaşka bir biçimde yeniden düzenlenmesi, bilgi-iktidar ilişkileri düzeneğinin keyfi doğasını yansıtır. Deneyimleri ve bunların ifade biçimlerini yöneten kurallar, bilgi alanlarının keşfini ve bilginin çoğaltımını belirleyen ilkeler; nesneleri ve özelliklerini tasvir eden, sınıflandıran, çözümleyen düzenekler; insan bedeninin ve ruhunun özelliklerinin bilimsel olarak gözlenmesini, incelenmesini ve açık-lanmasını gerekli kılan normlar; etik kavrayış türleri; normal ve anormal ayrımını pekiş-tiren söylemsel pratikler; kavrama, görme, söyleme ve bilmeyi yöneten yasalar iktidarın merkezsiz bir biçimde her yerde, kuşatıcı dolanımını belirtir.

SonuçGörme ve söyleme biçimleri anonimdir çünkü önceden hazır düzenekler içinde, onları

oluşturan rejimlerin işlevleri olarak olanak bulurlar. Her dönemde görme ve söylemenin varlıkları kapsama biçimi, görme, yazma ve konuşma düzeni Foucault’ya göre epistemik bir oluşum, bir doğruluk rejimi içinde olanak bulur. Modern dönemde doğruluğun ölçüt-leri insan bilimlerinin disiplinsel çerçeveleri tarafından belirlenmektedir. Gözün neyi gör-düğünden, gösterenlerin neleri gösterdiğinden önce bir görme ve gösterme düzeni işleyiş-tedir. Bu nedenle görülmeyeni görme, düşünülmeyeni düşünme girişimi, bu düzenleri an-lamanın ve işleyişlerindeki keyfiliği açığa çıkarmanın hem önkoşulu hem de sonucudur. Arkeoloji ve soybilimi, görünürlüklerin, kelimelerin, ifadelerin ve söylemlerin oluşum ve değişim biçimlerinin arkasındaki zemini ortaya çıkarır, onların kırılgan, keyfi ve zayıf yapılarını ifşa eder. Modern bilgi-iktidar biçimleri; cinsellik, delilik, hastalık, suçluluk gibi bio-iktidar mekanizmaları içinde genel olarak insan yaşamını daha özel olarak ise insan bedenini konu edinen disiplinsel söylemler ve pratikler aracılığıyla sürdürülür. Bu söylemler ve pratiklerin nesnesi, modern iktidarın işleme alanı doğrudan yaşam ve be-dendir. Bu bağlamda, modern bilgi-iktidarın kendine özgülüğü, yaşamı ve bedeni görme ve söyleme konusundaki düzeniyle ilişkilidir ve bu düzen, tarihsel bir devinime, neden-

134 / Doç. Dr. Himmet HÜLÜR EKEV AKADEMİ DERGİSİ

selliğe veya sürekliliğe dayalı olarak açıklanabilecek bir olgu olarak değil, bilgi-iktidar mekanizmalarının tarihsel keyfilikleri içinde ortaya çıkan bir olgu olarak belirmektedir. Bedenin ne olduğu ve nasıl görüleceği, beden üzerinde görme ve söylemenin modern düzeninin işlemesini sağlayan, kişiliklerin, arzuların, motivasyonların vb bedende yer edinerek, uzamsallaşarak incelenmesine, saptanmasına ve çözümlenmesine olanak veren bir rejim, bir doğruluk makinesi tarafından düzenlenir ve dağıtılır.

Gözün gördüğü, görmek için baktığında elbette karşısındaki bir görüntüdür ancak bu görüntü bakmadan önce de bir biçimde görülmeye hazırdır. Görme tertipleri ve tekno-lojileri, göz ile görüşün nesnesi arasındaki bağı tarihsel bir ışık rejimi aracılığıyla kurar; böylece görülenin kendisi, bu görülebilirliğin ortaya çıkmasından önce özel bir biçim-de görülebilecek hale getirilir. Ancak, görmenin olanaklarıyla görüleceklerin dizininin ve sınırlarının önceden hazır olması görmenin hiç değişmediği anlamına gelmez, aksi-ne görülecekler görmenin olanakları içinde sürekli olarak yeniden keşfedilir, ayrıştırılır, tanımlanır, açıklanır ve dağıtılır. Bu bağlamda, görmenin olanakları öznel görme edim-lerince belirlenmez aksine çağın veya dönemin görüş ufku içinde oluşur. Çağın görüşe açtığı manzara içinde gözün gördüğüyle zamansal buluşmasında görülen kesit, görmenin olanaklarını düzenleyen, dağıtan ve yayan ışık rejimi veya neyin, nerelerinin, nasıl, ve kim tarafından görüleceğini belirleyen görüş teknolojisi aracılığıyla sağlanır. Göz, ancak böyle bir temasla yabanıl dünyada medeni ve tanıdık bir işaretle karşılaşır. Ancak böylece ağaç-lar örneğin ‘kereste’, toprak ‘arsa’, beden ise ‘üretken’, ‘erotik’ veya ‘uyumsuz’ görüntüsü alır. Bu nedenle yönlendirici bir göre-bilme yasası herhangi bir görme için önkoşuldur.

Görmenin olanakları, görülenin hangi indirgenmişlikle görüldüğünden çok görme yö-netiminin, görmeye başlama ediminin indirgenmişliği ile ilgilidir, ancak bu indirgenmiş-liğine karşın görme yönetimi baskıcı değil özneleştirici ve özgürleştiricidir, çünkü indir-genmişlik, görülen şeyleri ve gören özneyi görüşsellik içinde birey olarak konumlandıran ve görülebilirliklerin dağılımını yapan bir görüş rejiminin parçası olarak göre-bilmenin demokratik bir uygulamasını sağlar. Kural veya yasanın zorlayıcı hükümranlığı; sabit-leştirici, susturucu, kısıtlayıcı, göstermeyici, engelleyici ve yok edici bir işlev görürken, disipline dayalı iktidarın katılımcılığı, bireyleştiriciliği ve demokratikliği ise esnetici, ço-ğaltıcı, gösterici, konuşturucu ve var edici bir işleyişi devreye sokar. Yok etme ve var etme arasındaki ayrıklık, karanlık ile aydınlık arasındaki mesafedir, bu aynı zamanda sessizlik ile söyleme arasındaki mesafedir. Söyleme ve görme hiçlikten kaçarak varlığa açılıp onu ifade ederken ve gösterirken, hiçlik sözün ve gözün alanına dahil olamaz; söz bir türlü boğuk sesinden kurtulup kendi meramını anlatamaz, bir mırıltıdan öte geçemez; ışık, herşeyi görüşe açarken, kendisini gösterecek hamleyi bir türlü yapmaz, kendisini gözlerden saklar. Bu, kendisinden sakınılan hiçliğin bütünüyle ışığın ve dilin odağına yerleşmesi demektir. Söz ve görüntünün arkasında kendisinden sakınılan uçurumun gücü hep artmaktadır. Bunun için, gerçek putkırıcılar, gösterilenle ve söylenenle yetinmeyen-ler, Nietzsche ve yandaşları, onların sanatçı düşünmeleri, onların çağı söze ve görüşe açan dahiyane delilikleri, iflah olmaz bir şekilde uçurumun üstüne gitmişler, söylenmeyeni söylemeye, görülmeyeni görmeye çabalayıp, dilin ve ışığın varlıklarındaki boşluğa, var-lık ve hiçlik arasındaki ikisini birbirine çeken, ikisini birbiriyle kavgaya tutuşturan boşlu-ğa tanık olmuşlardır. Kuşkusuz bu tanıklığın sıradışı bulgusu, uçurumun ve karmaşanın tam da düzenin ve normalin, sözün ve görüşün doğalarının ayrılmaz bir parçası olduğu-

135GÖRME VE SÖYLEMENİN MEKANI OLARAK BİREY VE DENETİM: MICHEL FOUCAULT’DA IŞIK VE SÖZ REJİMİ

dur. Görüş ve söz düzeninin oluşumunu ve değişimini çözümleyerek bu düzenin içindeki sonsuz uçurumu açığa çıkaran Foucault’nun gördüğü ve söylediği bu tanıklıktır.

Hükümranlık, açıktakini karartarak yok ederken, disiplin karanlıktakini açarak var eder. Böylece özneleşme demek olan aydınlanma, var olma anlamını kazanır. İnsan var-lığının doğuşunu hazırlayan; insanı varlığa kavuşturan Aydınlanma onu tarihte ilk defa aydınlatarak ona kendi özneliğinin yolunu açmış, onu bireyleştirmiştir. Bugün bu aydın-lanma mirasını reddetmek insanlığı, tarihi ve bugünü reddederek hiçliğe sürüklenmektir. Aydınlanma, kendi yarattığı insan ve özgürlüğünün ve bu özgürlüğün beşiği olan olgun-luğun asla göz ardı edilemez bir anlam bulmasıdır. Ancak, aydınlanma bakiyesi bir dün-yada, söyleme hep bir sessizliği söylemez, aydınlatma ise hep bir karanlığı aydınlatmaz; sözün söylemediği ve ışığın karanlıkta bıraktığı aslında kendi şaibeli varlıklarıdır. Her zaman devrede olan boyun eğme ve disiplin aracılığıyla söyleme konuşturduğu ölçüde susturur, ışık ise aydınlattığı ölçüde karartır. Bu anlamda, örneğin cinsellik ve delilik söylemleri, kendi sorunlu oluşumlarının gözardı edilmesi, anlatının dışına itilmesi ara-cılığıyla yürütülür. Görme ve söylemenin boşluğu, tam da onların altında yatan uçurum, bu tarihsel ve rejimsel dışlama ve kapatma etkinliğinin bir uzantısıdır. Bu yönüyle ay-dınlanma ve hümanizmin görme ve söyleme biçimleri aynı zamanda görme ve söyleme tuzaklarıdır. Sonuçta, disiplinsel söylemlerle ve pratiklerle çoğaltılan, çeşitlendirilen ve pekiştirilen hümanist ve öznelci görme ve söyleme tuzakları, liberal ve demokratik boyun eğmenin temelini oluşturur. Özel olarak, denetimin demokratikleşmesi veya yönetimsel-liğin bireyleşmeye dayalı teknolojisi, biyo-iktidarın mikrofaşist işleyişi için bulunmaz bir görülebilirlik ve söylenebilirlik kaftanıdır. Görülebilirliğin ve söylenebilirliğin tarihsel, rejimsel ve keyfi olarak düzenlenmesi aynı zamanda bu düzenlemelerin kırılganlığa ve metamorfoz geçirmeye açık bir niteliğe sahip olması demektir. Bu anlamda, insan, özne ve bireyin sonunu ve onların yapılarının bozulmasını vurgulayan yaklaşımlardan önemli bir kısmı, söyleme bir tür “Foucaultcu” açığa vurucu bir kışkırtılmaya, görme ve söyle-menin rejimsel ve keyfi düzenekleriyle ilgili “Foucaultcu” bir kuşkuya kapılan, böylece, egemenliğini kendi içinde taşıdığı yönetim-düzenleme-iktidar teknikleri-tertiplerini-tu-zaklarını göstermeyerek-söylemeyerek kuran hümanist ve öznelci söylemlerin içine gir-dikleri bunalımı ve onların taşıdığı şaibeli “tarih”in görünmezliğini görmezlikten, sessiz-liğini duymazlıktan gelmeyen bir tanıklıkla bağlantılıdır.

KaynakçaAkay, Ali (1995). Michel Foucault: İktidar ve Direnme Odakları. İstanbul: Bağlam

Yayınları.Bristow, Joseph (1997). Sexuality. New York: Routledge.Crary, Jonathan (1992). Techniques of the Observer: On Vision and Modernity in the

Nineteenth Century. Cambridge: MIT Pres.Deleuze, Gilles (1999). Foucault. Tr. and Ed. by Sean Hand. London: Continuum.Driver, Felix (1998). Bodies in Space. In Colin Jones and Roy Porter (Eds.), Reassessing

Foucault: Power, Medicine and the Body (pp. 113-131). New York: Routledge.

Foucault, Michel (1970). The Order of Things. London: Tavistock Publication.

136 / Doç. Dr. Himmet HÜLÜR EKEV AKADEMİ DERGİSİ

Foucault, Michel (1976). The Birth of the Clinic. Tr. by A. M. Sheridan. London: Tavistock Publications.

Foucault, Michel (1977). Language, Counter-Memory, Practice. Oxford: Basil Blackwell.

Foucault, Michel (1980). Power-Knowledge: Selected Interviews & Other Writings. Ed. by Colin Gordon, Tr. by C. Gordon et. al.. New York: Pantheon Boks.

Foucault, Michel (1984). The History Of Sexuality. Volume 1: An Introduction. Tr. by Robert Hurley. New York: Penguin Boks.

Foucault, Michel (1987). Söylemin Düzeni. Çev. Turhan Ilgaz. İstanbul: Hil Yayın.Foucault, Michel (1988). Cinselliğin Tarihi 2. Çev. Hülya Tufan. İstanbul: Afa Yayınları.Foucault, Michel (1991). Discipline and Punish: The Birth of the Prision. Tr. by Alan

Sheridan. London: Penguin Boks.Foucault, Michel (1992). The Archeology of Knowledge. London: Routledge.Foucault, Michel (2001). Madness and Civilization. Tr. by Richard Howard. London:

Routledge.Foucault, Michel (2004). Bu Bir Pipo Değildir, Çev. Selahattin Hilav. İstanbul: Yapı

Kredi Yayınları. Jay, Martin (1991). In the Empire of the Gaze: Foucault and the Denigration of Vision in

Twentieth-Century French Thought, In D. Couzens Hoy (Ed.), Foucault: A Critical Reader (pp. 175-204). Oxford: Basil Blackwell Ltd.

McGowen, Randall (1998). Power and Humanity, or Foucault Among the Historians. In Colin Jones and Roy Porter (Eds.), Reassessing Foucault: Power, Medicine and the Body (pp. 91-112). New York: Routledge.

Mottier, Ve´ronique (2001). “Foucault Revisited: Recent Assessments of the Legacy.” Acta Sociologica. 44: 329-336.

Nettleton, Sarah (1998). Inventing Mooths. Disciplinary Power and Dentistry. In Colin Jones and Roy Porter (Eds.), Reassessing Foucault: Power, Medicine and the Body (pp. 73-90). New York: Routledge.

Orwell, George (1985). Bindokuzyüzseksendört. Çev. Haldun Derin. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları.

Osborne, Thomas (1998). On Anti-Medicine and Clinical Reason. In Colin Jones and Roy Porter (Eds.), Reassessing Foucault: Power, Medicine and the Body (pp. 28-47). New York: Routledge.

Rajchman, John (1988). “Foucault’s Art of Seeing.” October. 44: 88-117.Rose, Nikolas (1998). Medicine, History and the Present. In Colin Jones and Roy Porter

(Eds.), Reassessing Foucault: Power, Medicine and the Body (pp. 48-72). New York: Routledge.

Shapiro, Gary (2003). Archaeologies of Vision: Foucault and Nietzsche on Seeing and Saying. Chicago: The University of Chicago Pres.

Weber, Max (1997). Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu. Çev. Zeynep Gürata. Ankara: Ayraç Yayınevi.

Westwood, Sallie (2002). Power and the Social. New York: Routledge.