Ermeni Sorununun Kökenleri ve XIX. Yüzyılın İkinci Yarısında Kürt-Ermeni Siyasal ve...
Transcript of Ermeni Sorununun Kökenleri ve XIX. Yüzyılın İkinci Yarısında Kürt-Ermeni Siyasal ve...
1
Bu çalışma aşağıda belirtilen kitabın bir bölümü olarak 105-159. sayfalarında yayımlanmıştır:
Ermenistan: Tarih, Hukuk, Dış Politika ve Toplum, ed. Soyalp Tamçelik, Gazi Kitabevi, Ankara, 2015.
“ERMENİ SORUNU”NUN KÖKENLERİ VE XIX. YÜZYILIN İKİNCİ
YARISINDA KÜRT - ERMENİ SİYASAL VE TOPLUMSAL
İLİŞKİLERİ
Gürkan PAMUKÇU*
Özet:
“Ermeni Sorunu”nun I. Dünya Savaşı’yla ortaya çıktığı, 1915 tehcirinin bütün meselenin merkezi
olduğu yönünde yaygın ama yanlış bir kanaat hâkimdir. Oysa sorunun temel belirleyici kodlarını taşıyan
olguların hemen hepsi XIX. yüzyıla aittir. “Ermeni Sorunu”nu belirleyen olgular incelenirken dinî veya etnik
farklılıklardan ileri gelen uyuşmazlıkların yanında, gerçekte maddî kaynakların paylaşımı veya sömürü üzerine
kurulu bir toplumsal-siyasî-ekonomik yapı karşımıza çıkmaktadır. Bu yapı ise hiç kuşkusuz, toplumsal yapıların
tarihsel süreçte aldıkları biçimlerle sıkı sıkıya bağlantılıdır. XIX. yüzyılla beraber evvela Avrupa menşeli Sanayi
Devrimi, kapitalizm ve uluslararası ticaret bu yapı üzerinde doğrudan etkili olmuştur. Hemen sonra yine Avrupa
menşeli milliyetçilik, liberalizm ve sosyalizm akımlarının etkileri hissedilmiştir. Nihayetinde Avrupalı güçler
soruna bizzat dâhil olmuşlardır. Kısa sürede sömüren-sömürülen ilişkisi Kürt/Türk-Ermeni ilişkisine dönüşmüş,
sömüren tarafta yer alan zengin Ermenilerle, sömürülen fakir Kürtler de yeni ilişki düzenine göre saf
tutmuşlardır. Din veya etnik köken referanslı ayrışma hâsıl olduğunda çatışmalar devlet(ler) nezdinde artık daha
meşru bir kisveye bürünmüştür. Bu çalışmada XIX. yüzyılın ikinci yarısında Kürt-Ermeni ilişkileri incelenmekte
ve gerçekte maddî kaynakların paylaşımı üzerinde şekillenen ilişkilerin nasıl etnik-dinî bir ayrışmaya dönüştüğü
ele alınmaktadır. Toplumsal ve coğrafî nedenlerle sömürünün bir tarafı olan Kürtler pek tabii olarak ayrışma ve
çatışmanın da temel öznelerinden bir tanesidir. Dolayısıyla toplumlar arası ilişkileri daha net görebilmek adına
bu çalışmanın konusu olarak seçilmişlerdir.
Anahtar Kelimeler: Ermeniler, Kürtler, Berlin Kongresi, 1894-1896 Olayları,
Hamidiye Alayları.
* Araştırma Görevlisi, Gazi Üniversitesi, İİBF, Uluslararası İlişkiler Bölümü, [email protected].
2
Giriş:
XVIII. yüzyıldan itibaren topraklarının önemli bir bölümünü yitirmeye başlayan
Osmanlı İmparatorluğu’nun doğu toprakları üzerinde hâkimiyetini sağlamlaştırma çabaları,
başkente uzaklık nedeniyle otonom biçimde yönetile gelmiş bu bölgelerin merkezîleştirilmesi
siyasetini beraberinde getirdi. Bu politika diğer ekonomik gelişmelerle birleştiğinde bölgenin
sosyal dokusu bir daha onarılması mümkün olamayacak derecede bozuldu. İmparatorluk,
toprak kaybetmemek için yaptığı savaşların ve aldığı dış borçların hesabını vergiler yoluyla
zaten fakir olan halka ödetirken, ortaya çıkan iç huzursuzluklar nedeniyle de bölge üzerinde
kontrolü yitirmeye başladı. Bölgeyi doğrudan merkeze bağlama çabasının yanı sıra ekonomik
sorunların sosyal sonuçları ve uluslararası politikanın devreye girmesi, Ermenilerin son bir
asır boyunca “sorun” kelimesiyle birlikte anılmasına neden olacak süreci tetikledi.
“Ermeni Sorunu”nun genellikle Devlet (veya Türkler) ve Ermeniler arasındaki bir
sorun gibi algılanması, bölgenin baskın etnik unsuru ve dolayısıyla sorunun temel
aktörlerinden birisi olan Kürtlerin rolünün ihmal edilmesine yol açmıştır. Bu çalışma, söz
konusu ihmal göz önüne alınarak, Kürtlerin uyuşmazlığın erken dönemlerindeki rollerine bir
nebze ışık tutabilmek üzere hazırlanmıştır. Söz konusu dönemde Ermeniler ve Kürtler
arasındaki ilişkiyi veya Kürtlerin “Ermeni Sorunu”ndaki rolünü doğrudan ele alan kaynaklar
hem çok sınırlıdır hem de Ermeniler ve Kürtler üzerine kaleme alınmış çalışmaların çoğunda
olduğu gibi tarafsızlıkları oldukça şüphelidir. Kürtlerin bu sürecin tam olarak içinde
olmalarına karşın, kaynaklarda oldukça sınırlı bir şekilde yer almaları üç şekilde açıklanabilir.
Birinci açıklama, “Türk tezlerini savunanların, resmî devlet söyleminden uzaklaşmaktan
çekinerek ‘Kürt’ kelimesini telaffuzdan kaçınmaları” şeklinde yapılabilir. Zira konuya ilişkin
kimi çalışmalarda “Kürt” kelimesi gerçekten telaffuz dahi edilmemiştir. İkinci açıklama,
“1919 sonrası muhtelif dönemlerde belirginleşen Kürt-Ermeni yakınlaşmasının Ermeni
tezlerini savunanlar üzerinde yarattığı etki” olabilir. İleride de değinileceği üzere bu noktadaki
çalışmalar Kürtlerin olaylardaki fiillerini sadece İstanbul’un kışkırtmasıyla açıklamaya
çalışmakta ve genellikle “bazı Kürtlerin” olaylara dâhil olduğunu savunmaktadırlar. Üçüncü
olarak, XIX. yüzyılda Kürtleri diğer Müslümanlardan net bir biçimde ayırt edecek şartların
bulunmaması ve çalışmaların da taraflardan ziyade trajediler üzerine odaklanması, Kürtlerin
arka planda kalmalarına yol açmış olabilir. Yine de son dönemlerde gerek Türkiye’deki
“Kürt” algısının uğradığı kısmî değişimin gerekse Kürt aydınının iyi niyetli ve objektif
çabalarının, süreç içinde Kürtlerin rolüne ilişkin literatürün genişlemesine bir nebze katkı
yaptığı söylenebilir.
3
Bir asırdan uzun bir sürede oldukça hacimli bir literatür oluşturan “Ermeni
Sorunu”nda literatürün bizzat kendisi de başlı başına bir sorun olmuştur. 1915 tehcirinin
üzerinden tam bir yüzyıl geçmiş olmasına karşın literatürdeki tartışma uzun zamandır –hatta
sorunun ortaya çıktığı dönemden beri– gerçekleri ortaya çıkarma amacının uzağında kalarak,
“Batı kamuoyunu ikna etme” yarışı halini almış görünmektedir.
Literatüre bakıldığında genel olarak “Ermeni Sorunu” üzerine iki temel yaklaşım
tarzının benimsendiği söylenebilir. Bunlardan ilki olan ve literatürün büyük bölümünü işgal
eden “tek yönlü/tek taraflı yaklaşım”ları kendi içinde de Ermeni tezleri ve Türk tezleri olarak
bölümlemek mümkündür. Bu yaklaşım tarzında, olayların tarihsel sebeplerine mesafeli
yaklaşılmakta, uluslararası politikadan sığ yorumlarla bahsedilmekte, çok önemli
belirleyiciler olan toplumun sosyal dokusu, toprak düzeni, sınıfsal yapının belirginleşmesi, bu
yapının etnik-dinî yansıması ve ekonomi-politik göz ardı edilmektedir. Bu çalışmalar tarihsel
süreci ve dönemin aktörlerini yargılarken olaylara kendi dönemlerinin değer yargılarından
oluşan gözlüklerle bakma hastalığından kurtulamamışlardır. Yine bu çalışmalar oldukça
pozitivist bir bakışla tarafları sabit görme eğiliminden de kurtulamamakta, karşı tarafı daima
ve külliyen suçlu ilân etmektedirler. Yaşanmış trajedileri ise tezlerini olumlayan bir araç
haline getirmeye çalışmaktadırlar. Özellikle Ermeni tarafının “ölü istatistikleri” üzerinden
gittiği yoldan son dönemde Türk tarihçileri de gitmektedir. Neticede bu çalışmaların esasında
propaganda amacı taşıdıkları kolayca gözlemlenebilmektedir. En vahimi de propaganda amacı
taşıdığı gözlemlenen eserler, gerçekleri yansıttıkları noktalarda dahi araştırmacının
kuşkularını gidermekte zorlanmaktadır.
İkinci yaklaşım tarzı “çok yönlü” olarak adlandırılabilir. Bu yaklaşımı benimseyen
çalışmalarda da suçlamalara ve istatistik bilgilere rastlamak mümkündür. Ancak suçlamalar
hem ölçülü ve çok taraflı hem de tarafların davranış tarzlarını birden çok sebeple açıklayıcı
biçimde yapılmaktadır. İstatistik verilere ihtiyatla yaklaşan bu çalışmalarda, sonuçlardan
ziyade nedenlere odaklanıldığı için araştırmacı “belirli saplantılardan” uzak tutulmaktadır.
Dolayısıyla “Türkler barbar”, “Ermeniler hain”, “Kürtler vahşi”, “Rusların kışkırtması”,
“İngilizlerin oyunu” gibi ön kabullerle yola çıkmadan, dolayısıyla peşin hüküm kolaycılığına
kaçmayarak, açıklayıcı bir işlev görmekte ve bu işlevi gördüğü ölçüde de bilimselliğe
yaklaşılmaktadır.
Bu çalışmada, her iki yaklaşımı benimseyen çalışmalarda yer alan görüşler ve veriler
dikkate alınmıştır. Herhangi bir tarafı suçlama amacı taşımamakta, olayları nedenleri
üzerinden ele almaya çalışmakta ve istatistikî tartışmalardan mümkün mertebe uzak
4
kalmaktadır. Dolayısıyla “çok yönlü yaklaşım”ın izinden gitmeye çalışıldığı söylenebilir.
Amaç tam olarak XIX. yüzyılın ikinci yarısında Kürt - Ermeni ilişkilerini ve “Ermeni
Sorunu”nda Kürtlerin oynadıkları rolü incelemektir. XIX. yüzyılın son çeyreğine değin,
Kürtlerin, en azından Ermeniler kadar, ulusal bilince ulaşmış bir bütün ve ortak hareket eden
yekpare bir topluluk olmadıklarını; çalışmada bunun dikkate alındığını peşinen belirtmekte
fayda vardır. Aynı şekilde Osmanlı Ermenilerini de, ulusal bilince ulaşmış olsalar dahi, siyasî
bir bütün olarak ele almak mümkün değildir. Dolayısıyla çalışma boyunca “Ermeniler”
ifadesiyle yapılan genellemelerle karşılaşıldığında, Ermeni toplumu ve kurumları arasında çok
keskin siyasî görüş ayrılıklarının mevcut olduğunu hatırda tutmak gerekmektedir.
Çalışmanın ilk bölümünde XIX. yüzyılda dünyanın ve Osmanlı İmparatorluğu’nun
genel siyasî ve ekonomik manzarası ve ardından Ermeniler ile Kürtlerin XIX. yüzyıldaki
durumu genel hatlarıyla ele alınmıştır. Bu açıklamalar çalışmanın devamının daha net bir
tabloya yerleştirilebilmesi için gerekli görülmüştür. İlk bölümün sonunda ise Botan Beyliği
döneminde Kürt-Ermeni ilişkilerine değinilmiştir. İkinci bölümde Ermeni etnik kimliğinin
siyasallaşmasını etkileyen faktörler ele alınmıştır. Burada sırasıyla misyoner faaliyetler,
yabancı okulları, Ermeni modernleşmesi ve Balkanlar’daki çözülme süreci incelenmiştir. Son
olarak 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi)1
öncesi ve sonrasında Patrikhane’nin
uluslararası girişimleri ele alınmıştır. Üçüncü bölümde ise yüzyılın son çeyreğinde Şeyh
Ubeydullah Nehrî döneminde Kürt milliyetçiliğinin doğuş sürecine değinilmiştir. Dördüncü
ve son bölümde ise Berlin Kongresi’nden yüzyılın sonuna kadar geçen süreç üzerinde
çalışılmıştır. Burada öncelikle Kürtlerin ve Ermenilerin 93 Harbi’ndeki rollerine ve savaşın
iki toplum üzerindeki siyasî ve sosyal etkilerine geniş yer verilmiştir. Daha sonra çatışmayı
kurumsallaştıran Ermeni komiteleri ve Hamidiye Alayları incelenmiş ve ardından 1894-1896
yılları arasında yaşanan çatışmalardan söz edildikten sonra son bölümde bu çatışmalara ilişkin
saptamalar yapılarak çalışma tamamlanmıştır.
Çalışmada XX. yüzyıl gelişmeleri, dolayısıyla da İttihat ve Terakki Cemiyeti ile 1915
trajedisi konu dışında bırakılmıştır. Bunun nedenlerinden birisi, her ikisinin de başlı başına
birer çalışma konusu olmalarıdır. Bağlantılı bir diğer sebep ise ele alınmak istenen esas konu
üzerindeki dikkat ve özeni dağıtma ihtimalidir. Esasen XIX. yüzyılın ikinci yarısı ve özellikle
II. Abdülhamid devri, “Ermeni Sorunu”nda Kürtlerin rolünü siyasî, sosyal ve ekonomik
1
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı, Rumî takvimde 1293 yılına denk geldiğinden “93 Harbi” olarak da
isimlendirilmektedir. Metnin kalan bölümünde “93 Harbi” olarak ifade edilecektir.
5
düzeyde açıklayabilmek için yeterli veriye sahip görünmektedir. Kısacası konuyu
derinlemesine incelemek amacıyla ele alınacak tarihî süreç daraltılmıştır.
1. “ERMENİ SORUNU”NU ORTAYA ÇIKARAN SİYASÎ, SOSYAL VE
EKONOMİK FAKTÖRLER:
Tüm sosyal olaylar ve olgular gibi “Ermeni Sorunu”nda da belirleyici faktörler
sınırsızdır. Ancak en temel faktörlerin ortaya konulması, konunun daha fazla ve farklı
boyutlardan, dolayısıyla da gerçeğe daha yakın bir biçimde görülmesini sağlayacaktır. Bu
nedenle öncelikle, XIX. yüzyılda dünya politikasındaki ve Osmanlı İmparatorluğu’ndaki
genel tablonun yansıtılması gerekmektedir. Diğer taraftan toplumsal yapılar ve toplumlar arası
ilişkiler de sorunun temel belirleyici faktörleri olduğundan, XIX. yüzyılda Anadolu’da
yaşayan Ermeniler ve Kürtler hakkında birtakım bilgilerin aktarılması, yüzyılın sonunda
yaşanacak gelişmelerin zihinlerde doğru yerlere oturmasını sağlayacaktır.
1.1. XIX. Yüzyılda Dünyada Genel Siyasî ve Ekonomik Durum:
Fransız Devrimi ile her anlamda yeni bir çağa giren dünyanın siyasî haritası XIX.
yüzyıl ile birlikte hızla değişmeye başladı. Napolyon Savaşları sonrası hükümranlıkları
tehlikeye giren imparatorluklar değişime direnmeye çalışsalar da bu direniş çok uzun sürmedi.
Zira liberalizm ve milliyetçilik XIX. yüzyıla damgasını vurmuş akımlar olmanın yanı sıra,
özellikle milliyetçilik, yüzyılın ikinci yarısından itibaren devletlerin en önemli dış politika
araçlarından biri haline de geldi.
Avrupa, ulusların bağımsızlık mücadeleleri için yaşanan devrimler ve savaşlarla
çalkalanırken diğer taraftan Rusya’nın Kafkaslar ve Balkanlar üzerindeki tehdidi özelikle
Balkanlarda milliyetçi hareketleri tetiklemeye başladı. Osmanlı İmparatorluğu’nun bölgede
zayıflaması her ne kadar Avusturya için bir genişleme alanı yarattıysa da Avusturya’nın
1859’da İtalyan ve 1861’de Alman toprakları üzerinde hâkimiyetini kaybederek zayıflaması
sonrası Rusya ve Osmanlı İmparatorluğu, Balkanlardaki mücadelelerin genelinde baş başa
kaldılar.
İngiltere, XVIII. yüzyılda en geniş sömürge topraklarına sahip olduğu Hindistan’da ve
yakın doğudaki sömürgelerinde mutlak egemenlik kurdu. Ada dışında en fazla nüfusa sahip
olduğu Amerika’daki on üç kolonisini yitirdikten sonra Asya ile sömürge ve ticaret ilişkisi,
6
Kraliyet için hayatî bir öneme sahip oldu. Böylece Osmanlı topraklarından geçen ticaret
yollarının ve zengin Hindistan’ın güvenliğinin sağlanması, XIX. yüzyıl boyunca İngiliz dış
politikasının temel esaslarından birisi haline geldi. Buna bağlı olarak, örneğin Mısır’ın
Osmanlı denetiminden çıkmasına iki kez engel olurken Rusya’nın Balkanlar ve Kafkaslar
üzerinden Anadolu’ya ilerleyişi karşısında yüzyılın sonlarına kadar Osmanlı’yı destekledi.
XIX. yüzyıla damgasını vuran akımların merkezi olan Fransa’ya, Napolyon Savaşları
sonrası yaşanan 15 yıllık parlak dönemin ardından sürekli hale gelen iktidar ve rejim
değişiklikleri nedeniyle istikrarsızlık hakim oldu. Buna rağmen yüzyıl boyunca İngiltere’nin
ardından ikinci büyük sömürge imparatorluğu ünvanını taşıyan Fransa, ilgisini çoğunlukla
Kuzey Doğu Afrika’ya yöneltti ve 1830’da Cezayir’i, 1881’de ise Tunus’u ele geçirdi. Daha
doğuya yöneldiği dönemlerde İngiltere ile karşı karşıya geldi; ancak ne Mısır ne de Sudan’da
üstünlük sağlayabildi. Bu durum, Osmanlı toprakları üzerindeki güç oyununda Rusya ve
İngiltere’nin bir adım gerisinde kalmasına neden oldu. Ancak Doğu Akdeniz kıyıları ve
Kilikya bölgesine olan ilgisi uzun yıllar devam etti. Güç denkleminde Fransa ile birlikte geri
planda kalan bir diğer devlet Almanya oldu. Almanya’nın gerek iç ve bölgesel siyasî ortamı
gerekse sömürge yarışına geç katılması nedeniyle mücadeleye dahil olması için yüzyılın
sonuna kadar beklenecekti.
Sömürgecilik faaliyetlerinin hızla yayıldığı XVIII. yüzyılda dünyada siyasî üstünlük
kesin olarak Avrupa’nın elindeydi. Bu mutlak üstünlüğü, dünyanın pek çok noktasında
“egemenlik” haline getiren faktör ise “Sanayi Devrimi”ydi.2
Sanayi Devrimi öncesinde
sömürgelerden getirilen pek çok çeşit hammadde, Avrupa pazarında alıcı bulurken, tarımda ve
madende üretici olan sömürge halklarının durumlarında büyük bir değişim yaşanmadı. Buna
karşın Avrupalı denizciler ve tacirler hızla zenginleşmeye başladılar. Oluşan büyük sermaye
birikimleri sayesinde XIX. yüzyıl boyunca devletler, artık daha pahalıya mal olan savaşlarını
aldıkları kredilerle finanse eder hale geldiler.3
Buhar motorunun icadıyla birlikte kısa sürede pek çok üretim yöntemi değişti. Bunun
sonucunda Avrupa imalathanelerinde ve fabrikalarında dünyanın herhangi bir yerinden çok
daha ucuza mamul mal elde edilmeye başlandı. Daha az işçiye ihtiyaç duyulması işçi
ücretlerini azaltırken, bu azalma diğer ürün maliyetlerine de yansıdı. Avrupa’da üretilen ucuz
2 Oral Sander, Siyasi Tarih: İlkçağlardan 1918’e, 22. Basım, İmge Kitabevi, Ankara, 2011, s. 208.
3Paul Kennedy, Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri: 1500’den 2000’e Ekonomik Değişme ve Askerî
Çatışmalar, çev. Birtane Karanakçı, 6. Basım, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1996, s. 90-93.
7
mamul mallar ve makineleşme, öncelikle eski tarz üretim yapan yerli imalathaneleri, daha
sonra da hammadde üreticisi durumunda olan maden işçilerini ve çiftçileri vurdu.
Sanayileşmenin Avrupa dışında ise büsbütün yıkıcı bir etkisi oldu. Buhar gücünün
gemilerde kullanılması ve buharlı lokomotifin üretilmesi sonucu sömürgeler mamul mallar
için geniş pazarlar haline geldiler. Ucuz malların girişiyle pek çok sömürgede başta dokuma
sektörü olmak üzere geleneksel üretim tarzına dayanan ekonomiler yerle bir oldu. XVIII.
yüzyıl ortalarından XIX. yüzyıl sonlarına kadar dünya mamul mal üretiminde üçüncü dünya
ülkelerinin payı %73’ten %11’e gerilerken, Avrupa’nın payı %23’ten %61’e çıktı.4
1.2. XIX. Yüzyılın İkinci Yarısında Osmanlı İmparatorluğu:
Dünyada manzara bu şekilde iken XIX. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu, topraklarının
önemli bir kısmını kaybetti. 1829’da Yunanistan’ın bağımsızlığını ilân etmesiyle başlayan
süreçte, 1878 yılına kadar Cezayir ile birlikte Eflak-Boğdan kaybedildi. Ancak imparatorluk
Anadolu haricindeki pek çok bölgede mutlak egemenliğini yitirmişti. Bunun sonucu olarak
1878’de Sırbistan, Bosna-Hersek, Karadağ, Kıbrıs ve Kars-Ardahan-Batum kaybedildi.
Bulgaristan’ın özerkliği kabul edildi. 1881’de Tunus Fransızların eline geçerken Mısır
1882’de İngiltere tarafından işgal edildi.
Gerçekte Küçük Kaynarca Antlaşması (1774) ile başlayan bu süreçte, hiçbir toprak
parçasının kaybı Balta Limanı Antlaşması’nda (1838) kabul edilen şartlar kadar ağır etkiler
doğurmadı. Mısır Sorunu’nda İngiltere’nin desteğine karşılık yapılan antlaşma Osmanlı’nın
tüm iç ve dış ticaretini sarsacak hükümler içeriyordu.5 Avcıoğlu’nun “Türkiye’nin idam
fermanı” olarak nitelediği anlaşma ile ülkenin İngiltere’ye bağımlı bir tarım ülkesi haline
gelmesinin yolu açıldı.6 Yed-i Vahid
7 usulünü kaldıran bu anlaşmayla Osmanlı da artık
sömürgeler gibi ucuz hammadde kaynağı ve Avrupa mamul malları için pazar haline
geliyordu. Esasen gümrükler Balta Limanı Antlaşması’nda kabul edilen % 3 resim oranıyla
1802’den beri Avrupalılara zaten açıktı. Balta Limanı Antlaşması bir taraftan hâlihazırdaki bu
4 Kennedy, age, s. 175. “Üçüncü Dünya” kavramı 1950’lerden sonra ortaya çıkmış olmasına karşın, Kennedy’nin
bu kavramı o dönemde Hindistan ve Pakistan dışındaki sömürge ülkeleri anlamında kullandığı tahmin
edilmektedir. 5 Antlaşma maddeleri için bkz. Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni: Dün-Bugün-Yarın Birinci Kitap, Tekin
Yayınevi, İstanbul, 1996, s. 106-107. 6 Avcıoğlu, age, s. 102.
7 Yed-i Vahid usulü pek çok malın alım-satımını bedel karşılığı ruhsat alan kimselere veren bir tekel sistemiydi.
Köylüler ürünlerini bu kişiden başkasına satamazlardı. Aynı durum ithalat için de geçerliydi. İthal olunan bir
ürünü ancak ruhsat sahibi alıcıya satmak söz konusuydu. Mısır’da Kavalalı Mehmet Ali Paşa bu usül sayesinde
dış ticareti devletleştirdi ve gelirlerle güçlü bir ordu kurdu. Bkz. Avcıoğlu, age, s. 105.
8
uygulamaları resmîleştiriyor diğer taraftan İngiliz tacirlerin ülke içindeki perakende ticarete
de el atmasını sağlıyordu.8
Sanayi devrimi yaşamamış ülkelerin kapitalist dünyaya açılması öncelikle geleneksel
tekniklerle üretim yapan imalathanelerini yok etmişti. Osmanlı’da da durum değişmedi ve
küçük imalathaneler ucuz ithal mallar karşısında tutunamadı. Ancak tımar sisteminin
bozulmasından başlayıp kapitalizme eklemlenmeyle devam eden süreçte en fazla zarar gören
kesim, nüfusun %80’ini oluşturan Osmanlı köylüsü oldu. Daha XVI. yüzyıldan başlayarak
yerel ve merkezî bürokrasiyle birlikte reayanın bir bölümünün zenginleşmesi, özel mülkiyet
eğiliminin artması, tefecilik gibi hukuka aykırı yollarla sermaye birikiminin oluşması
sonrasında köylülerin bir bölümünün topraklarını terk etmek zorunda kalması ülkedeki toprak
düzenini temelden sarstı.9 Bu dönüşümde yine köylülerin önemli bir kısmının köylerini terk
etmesine yol açmış olan ve etkileri yıllarca devam eden Celali isyanlarının (XVI. ve XVII.
yüzyıllar) payı da yadsınamaz.
Eski düzende mülkiyet hakkı devletin elindeyken, toprak rantından pay alanlar bir
şekilde devlet şemsiyesi altında birleşiyordu. Âyan ve sipahiler toprak ve malikâneleri devlet
adına işletiyorlardı. Toprak üzerinde özel mülkiyetin yaratılması reayayı devlet şemsiyesinden
çıkarıyor ve bu durum toprağa bağlı köylüler için çifte sömürü anlamına geliyordu.10
Bu
tabloya yerel ve merkezî bürokratların para kasaları durumundaki ve ileride sözü edilecek
olan Rum, Ermeni ve Yahudi sarraflar da ekleniyordu.
Askerliğin XVIII. yüzyıldan itibaren nimetten külfete dönüşmesi düzenli ve yeni bir
sistemi gerekli kılarken, devşirme usulü ortadan kaldırıldı. Balkanlardaki toprak ve
dolayısıyla nüfus kaybıyla birlikte askerlik yükü de bundan böyle Anadolu’daki Türk
köylülerin omuzlarındaydı. Zira Arapları, Arnavutları ve Kürtleri düzenli orduya katmak
kolay değildi.11
Neticede zaten fakir olan Osmanlı köylüsü bir taraftan kapitalist ekonomik
düzene entegre edilerek, diğer taraftan askerlik ve vergi yükü yüklenilerek, nihayetinde de
yöneticilerin usulsüz uygulamalarına maruz bırakılarak sömürü düzeninin en alt katmanında
yerini aldı.
Anadolu’daki durum böyle iken İstanbul’un uyguladığı veya uygulamak zorunda
kaldığı ekonomi politikaları durumu daha da korkunç hale getirdi. Daha önceleri Galata
8 İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, 21. Basım, İletişim Yayınları, İstanbul, 2005, s. 108.
9 Avcıoğlu, age, s. 36-37.
10 Stefanos Yerasimos, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye II: Tanzimattan 1. Dünya Savaşına, çev. Babür Karaca,
8. Basım, Belge Yayınları, İstanbul, 2007, s. 27. 11
Yerasimos, age, s. 17.
9
bankerlerinden (Latin kökenli Levantenler ile yerli Yahudi, Ermeni ve Rum sarraflar) borç
alan Osmanlı, Kırım Savaşı sırasında 1854 yılında ilk dış borcunu İngiltere’den almak
durumunda kaldı.12
Kısa bir dönem sonra Osmanlı’nın dış borç macerası, yeni borçlarla eski
borçların faizlerinin ödendiği bir kısır döngüye girdi. İmparatorluğun borç-faiz sarmalına
girdiği yıllarda inşa edilen Beylerbeyi, Çırağan ve Dolmabahçe Sarayları ise Anadolu ve
İstanbul arasındaki sınıfsal kopuşun temsili abideleri olarak yükseliyordu. Ülke borç
batağında sömürge haline gelirken İstanbul’da her yönüyle Batılı tarzda lüks bir hayat
yaşanmaya başladı.13
Bu pahalı hayat da büyük oranda borçla finanse ediliyordu.
Yerasimos’un anlatımına göre Ermeni sarraflar Osmanlı bürokratlarının ve hazinesinin daimi
alacaklısı haline gelmişti.14
Rum, Ermeni ve Yahudi bankerler sadece devlet hazinesine ve
devlet ricaline borç vermekle kalmıyor, kimi zaman alınacak dış borçlarda da komisyonculuk
yapıyorlardı.15
Bankerler Tanzimat’tan sonra değişmeye başlayan idari yapıda üst düzey bürokratlarla
yakın ilişki içine girdiler. Bilhassa bazı valiler, oturdukları makamları bankerlerden aldıkları
borcu saraya ve üst düzey bürokratlara rüşvet vererek elde ediyorlardı. Bu valiler,
bankerlerden aldıkları borçla aşarın iltizamı için yapılan açık arttırmaya katılır ve bu hakkı
elde ederlerdi. Sonrasında iltizam bedelinin kat kat fazlasını çiftçilerden aşar olarak zorla
alırlardı. Çiftçiden alınan bu verginin önemli bir kısmıyla bankerden alınan borç ödenirdi.16
Bir İngiliz tacirin anlatımıyla “Türkiye adeta memleketin zararı pahasına zenginleşmiş olan
birkaç paşa ile elli altmış tefeci ve sarrafın çıkarlarını sağlamak için varlığını
sürdürüyordu.”17
Kırım Savaşı sonrası ilân edilen Islahat Fermanı, imparatorluğun artık kendi ayakları
üzerinde duracak gücü yitirdiğinin en açık kanıtıydı. Başta Rusya olmak üzere büyük güçler
geçen yüzyıldan beri ülke içerisinde etnik-mezhepsel bağlarının bulunduğu Hıristiyan
toplumlar üzerinden iç müdahale politikasını zaten izliyorlardı. Üçte ikisi Hıristiyan tebaaya
kalanı da ülkedeki yabancılara tanınacak haklara ilişkin hükümler içeren 1856 Hatt-ı
12
Galata Bankerleri hakkında geniş bilgi için bkz. Haydar Kazgan, Galata Bankerleri: I. Cilt, 2. Basım, Orion
Yayınevi, Ankara, 2005. Galata Bankerlerinin Osmanlı’ya verdiği borcun getirisi bazı dönemlerde % 20’leri
buluyordu. Kazgan, age, s. 81. 13
Ortaylı, age, s. 253; Kazgan, age, s. 16. 14
Yerasimos, age, s. 18. 15
Biltekin Özdemir, Osmanlı Devleti Dış Borçları: 1854-1954 Döneminde Yüzyıl Süren Boyunduruk, 2. Basım,
T.C. Maliye Bakanlığı, Ankara, 2010, s. 14. 16
M. Zeki Pakalın, Maliye Teşkilatı Tarihi: Cilt 3, Maliye Bakanlığı Tetkik Kurulu Yayını, Ankara, 1978, s. 27-
28. 17
Donald C. Blaisdell, Osmanlı İmparatorluğu’nda Avrupa Mali Denetimi ve Duyunu Umumiye, çev. Ali İhsan
Dalgıç, Doğu Batı Yayınları, İstanbul, 1979, s. 18.
10
Hümayunu bu müdahalenin kapılarını ardına kadar açtı.18
Öte yandan yeni düzenlemelerle
Müslümanlarla Hıristiyanlar arasındaki pek çok ayrım ortadan kaldırılıyor ve tebaanın
Osmanlı üst kimliği altında yeniden dönüşeceği umut ediliyordu. Hatt-ı Hümayun
hükümlerine göre vergi, askerlik, eğitim, memurluk ve yargılama konularında eşitlik
sağlanacaktı. Ayrıca gayrimüslim cemaatler işlerini görebilmek için her biri bir meclis
seçecek ve ihtiyaçları bu meclisler marifetiyle Bâb-ı Âli’ye arz edilecekti.19
Ancak ıslahat
talebinin dışarıdan gelmesi ve Hıristiyanların –tüccar, tefeci, sarraf kesimi saymasak bile–
ekonomik durumlarının Müslümanlara nispetle iyi olması, dengenin Müslüman tebaa aleyhine
bozulması sonucunu doğruyordu. Bunun ötesinde fermanla yabancılara da tıpkı tebaadanmış
gibi mülk edinme hakkı tanınıyordu. Bütün bu nedenlerle Müslüman toplum kesimlerinde
Islahat Fermanı’na duyulan tepki Tanzimat Fermanı’ndan kat be kat fazlaydı.
Alınan yüksek faizli dış borçların ödenememesi, üretici üzerindeki vergi yükü ve
İstanbul’daki yaşam tarzı ülkeyi kısa sürede iflasa götürdü. 1875’te moratoryum ilân edilirken
borçların ödenmesi için altı gelir (rüsum-u sitte) karşılık gösterilmek suretiyle Galata
bankerleriyle anlaşıldı.20
1881 yılında ise meşhur Duyun-u Umumiye teşkilatı kurularak
Osmanlı gelirlerinin pek çoğunun yönetimi bu kuruma devredildi.21
Bu iflas döneminde başlayan 93 Harbi ülkenin doğusunda yüzyılın başından beri
cereyan eden ve esasen maddî kaynakların bölüşümü ile ilgili olan huzursuzluğu gün yüzüne
çıkardı. Ekonomi, dış siyaset ve toprak düzenindeki bozulmalar pek tabii olarak doğuya da
yansıdı ve günümüzde “Ermeni Sorunu” olarak adlandırılan sürecin yüzyılın başında atılan
tohumları ilk filizlerini vermeye başladı.
1.3. XIX. Yüzyılda Anadolu Ermenileri:
Ön Asya’nın yerli (otokton) halklarından sayılan Ermenilerin hemen hepsi XVIII.
yüzyıla kadar gerçekte salt kendilerine ait olan ve St. Gregor’a (ya da Aziz Kirkor) atıfla
“Gregoryen” denilen monofizit (tek tabiatçı)22
bir mezhebe bağlıydılar.23
1461’de Fatih
18
Yerasimos, age, s. 97- 98. 19
Fahir Armaoğlu, 19. Yüzyıl Siyasî Tarihi (1789-1914), Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1997, s. 257-
258. 20
Yerasimos, age, s. 279 21
Avcıoğlu, age, s. 127. 22
İsa Peygamber’in beşerî ve tanrısal tabiatının insan olduktan sonra tek ve tanrısal tabiat haline geldiğini, beşerî
tabiatın tanrısal tabiat içerisinde eridiğini savunan görüş. Monofizit (tek tabiatçı) görüşün 451 yılında toplanan
Kadıköy (Kalkedon) Konsülü tarafından reddedilmesi, doğudaki bazı kiliselerin uzaklaşarak bağımsız kurumlar
haline gelmelerine neden olmuştur. Kadıköy Konsülü’ne katılmayan Ermeniler, sonradan öğrendikleri konsül
kararını reddederek monofizit görüşü kabul eden millî bir kilise oluşturmaya yönelmişlerdir. Ahmet Hikmet
11
Sultan Mehmet’in buyruğu ile İstanbul’da kurulan patrikhane, dinî bir meşruiyete sahip
olmamasına rağmen zaman içinde Ermenilerin gözünde benzersiz bir öneme sahip oldu.24
Daha sonraları Ermeni Cemaati içerisinde yaşanan ve kan dökülmesine kadar varan
anlaşmazlıklar sonucunda bazı Ermeniler, Katolik ve Protestan misyonerlerinin de etkileriyle
bu mezheplere geçtiler.25
Katolik Ermeni Kilisesi 1740’ta kuruldu ve Katolik Ermenilerin ayrı
millet statüsü 1830’da kabul edildi. 1831’de kiliselerini kuran Protestan Ermeniler ise bu
statüye 1850’de kavuştular.26
Ortaya çıkan mezhep farklılıkları sayesinde Rusya ile birlikte
Fransa ve İngiltere’nin de Ermeniler üzerinden Osmanlı’nın iç işlerine müdahalesinin
gayriresmî zemini oluştu.
Etnik kökenin mezhebe –dolayısıyla da kiliseye– sıkı sıkıya bağlı olduğu “millet
sistemi” nedeniyle Osmanlı’da gayrimüslim tebaada ulus bilincinin uyanışı kolay anlaşılabilir
bir durumdu. Ermeniler de bu konuda bir istisna değildi. Onlar için ortaya çıkan zorluk çok
geniş bir alanda çok dağınık yaşamaları ve İstanbul’daki zengin Ermenilerle Anadolu
Ermenileri arasındaki kopukluktu. Bu kopukluk hiçbir zaman giderilemedi ancak İstanbul
Ermenilerinin ve Batı’nın desteği Anadolu’daki misyoner faaliyetleriyle birleştiğinde küçük
çaplı bir “Ermeni Rönesansı” yaşanmaya başladı.27
XVI. ve XVII. yüzyıllardan itibaren
yurtdışında kitaplar basıldı. Çoğunlukla dinî içeriğe sahip olsalar da okuryazarlığın
artmasında büyük rol oynayan bu yayınların ardından XVIII. yüzyılda İstanbul’da Ermeni
yayıncılığının ilk temelleri atıldı. Bu dönemde ilk tarih kitapları, sözlükler ve haritalar basıldı.
XIX. yüzyılın ortalarına gelindiğinde de artık millî kurumlarca yönetilen okullar eğitim
veriyor, yüksek öğretim için yurtdışına öğrenciler gönderiliyor ve Ermenilere ait gazeteler
yayımlanıyordu.28
Neticede zaten kilise şemsiyesi altında oluşmuş millî bilinç, artık siyasî bilince
dönüşüyordu. Ermenilerin devletin tebaası ve kilisenin mensubu olmanın yanında artık siyasî
Eroğlu, “Hıristiyanların Bölünme Sürecine Genel Bir Bakış”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C.
41, S. 1, ss. 309-325, s. 313-314. 23
Levon Panos Dabağyan, Gregoryen isimlendirmesinin Rus Çarı tarafından 1800’lerde siyasî amaçlarla kendi
topraklarında yaşayan Ermeniler için kullanıldığını, mezhebin gerçek isminin Ermenilerin Aziz Kirkor’a
verdikleri Lusavoriç ismine atıfla “Lusavoriçagan” olduğunu belirtmektedir. Bkz. Levon Panos Dabağyan,
Türkiye Ermenileri, 3. Basım, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2005, s. 67-68. 24
İstanbul Ermeni Patrikhanesi Akhtamar (Akdamar), Kilikya katogikoslukları ve hiyerarşide daha üstte yer alan
Kudüs Patrikhanesi üzerinde ancak XVII. yüzyıldan sonra etkili bir nüfuza sahip olabildi. Raymond H.
Kévorkian ve Paul B. Paboudjian, 1915 Öncesinde Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeniler, çev. Mayda Saris,
Aras, İstanbul, 2012, s. 11. 25
Salahi Ramsdan Sonyel, The Ottoman Armenians: Victim of Great Power Diplomacy, K. Rustem & Brother,
London, 1987, s. 5; Ortaylı, age, s. 118. 26
Kévorkian, age, s. 87-88. 27
Kévorkian, age, s. 77. 28
Kévorkian, age, s. 77-79.
12
kimlikleri de belirgin hale geliyordu. Ancak unutmamak gerekir ki bu siyasîleşmenin aldığı
biçimde, buraya kadar anlatılan uluslararası siyasî ve ekonomik gelişmelerin yanı sıra ülkenin
siyasî ve sosyo-ekonomik durumunun ve yerel aktörlerin doğrudan belirleyici etkisi vardı.
Ermeni nüfusu Anadolu’da her zaman dağınık bir nitelik arz ettiyse de XIX. yüzyılda
Kilikya ve Doğu Anadolu’nun yanı sıra İstanbul ve İzmir gibi iki büyük liman şehrinde de
yoğundu. Bu iki şehirde geçmişten beri ticaretle uğraşan veya bir meslek sahibi ya da
zanaatkâr olan Ermeniler ağırlıktaydı. Anadolu’da ise Ermenilere her vilayette rastlanabilirdi.
Ancak özellikle altı vilayette (Vilayet-i Sitte: Van, Bitlis, Erzurum, Sivas, Mamuret’ül Aziz
ve Diyarbakır) daha yoğun bir Ermeni nüfusu vardı. Bu bölgeler pek çok Ermeni yazarın
“Batı Ermenistan” ve pek çok Kürt yazarının da “Kuzey Kürdistan” olarak tanımladığı
bölgeye genel olarak denk düşüyordu. Bölgenin genelinde Ermeniler, Kürtler ve Türkler bir
arada yaşıyorlardı. Öte yandan Adana, Ankara, Bursa ve Edirne vilayetlerinde de
azımsanmayacak bir Ermeni nüfusu bulunuyordu.29
Ermenilerin yaklaşık % 80’i kırsal
kesimde yaşıyordu. Bu oran Vilayet-i Sitte’de % 90’ı geçmişti.30
Burada Osmanlı Ermenileri konusunda Sonyel’in yaptığı beşli ayrımı aktarmakta
fayda var. Söz konusu ayrımda ilk grubu hükümet üyesi olan veya devlette üst düzey
memurluklarda bulunan zengin, etkin ve nüfuz sahibi Ermeniler oluşturmaktaydı. İkinci
gruptakiler genellikle İstanbul’da veya Anadolu’nun büyük merkezlerinde bulunan banker,
tacir ve sanayicilerdi. Üçüncü grup Anadolu’nun neredeyse tamamına yayılmış olan ve en
geniş kitleyi oluşturan Ermeni köylülerinden oluşuyordu. Dördüncü grup Sason ve Zeytun
gibi doğal korunağa sahip dağlık uzak bölgelerde yarı bağımsız hayat süren dağlı Ermenilerdi.
Beşinci ve son grup yine tüm imparatorluğa yayılmış çok sayıda papaz ve piskoposun
oluşturduğu Ruhban sınıfıydı.31
Çoğunluğu ülkenin en doğu bölgelerinde meskûn olan, kırsal
kesimde yaşayan ve tarımla uğraşan Ermenilerin yaşam tarzı, İstanbul ve İzmir’de ticaretle ve
kuyumculuk, mimarlık gibi kente özgü zanaatla uğraşan Ermenilerin yaşam tarzından çok
farklıydı. Kırsalda yaşayanların durumları XVI. yüzyıldan beri toprak düzeninin bozulması,
İran ile mücadele, göçebe ve şehirde yerleşik Kürt aşiretlerinin baskısı ve son olarak Osmanlı-
Rus mücadelesi ile sürekli kötüye giderken, kentlerde özellikle ticaret ve finans işleriyle
uğraşanların durumları Sanayi Devrimi sonrası ticaretin hızla artmasıyla sürekli iyiye gitti.
29
Osmanlı’da Ermeni nüfusu için bkz.; Esat Uras, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, haz. Tülay Duran,
Belge Yayınları, İstanbul, 1997, s. 130-145; Kemal H. Karpat, Osmanlı Nüfusu (1830-1914): Demografik ve
Sosyal Özellikleri, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2003, s. 91; Fuat Dündar, Kahir Ekseriyet: Ermeni
Nüfusu Meselesi (1878-1923), 1. Basım, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2013, s. 3; Kévorkian, age, s. 59. 30
Kévorkian, age, s. 65. 31
Sonyel, age, s. 24-25.
13
Tanzimat ve Islahat Fermanları sonrasında ortaya çıkan yeni düzende İstanbul
Ermenileri devlet hazinesi ve bürokrasisinin içine kadar nüfuz etmeyi başardı. Maliye ve
Hariciye Ermenilerden pek çok üst düzey memuru işbaşına getirdi. Bunlar içinde ileride
bakan olacak Ermeniler de vardı. Darphane amirliği de uzun yıllar Düzyan ailesinde kaldı.32
Buna mukabil söz konusu reformlar ne genelde Osmanlı köylüsüne ne de özelde taşra
Ermenilerine belirgin bir yarar sağladı.33
Dahası, iltizam usulünün kaldırılarak vergi
konusunda Müslümanlarla gayrimüslimler arasında eşitlik sağlamaya çalışılmasından da
ülkenin doğusundaki Ermeniler çok ciddi zarar gördü. Şöyle ki Anadolu’nun en doğu
bölgelerinde yaşayan Ermeniler geleneksel olarak otonom Kürt aşiretlerinin kontrolü altında
yaşıyorlardı.34
Reformlar ve merkezîleşme çabaları sonucu devlet, o döneme kadar Kürt
ağaları tarafından haraca bağlanmış olan Ermenilerden de vergi toplamaya başladı.35
Devlet
hem Kürtlerden hem Ermenilerden vergi alırken, Ermeniler, Kürt ağaların almayı
sürdürdükleri haraca da itiraz edecek durumda değillerdi. Bir taraftan vergi diğer taraftan
haraç ödemenin yanında, göçebe Kürtlerin gerek devlet politikası gerekse ekonomik
zorunluluklar gereği yerleşik düzene geçmeye başlaması, bölgede sosyal düzenin bozulmasına
ve artık çatışmaya uygun bir ortamın doğmasına neden oldu.
1.4. XIX. Yüzyılda Kürtler:
Kürtler Osmanlı denetimi altına girdikleri I. Selim döneminden itibaren feodal ve
geleneksel bir yapı içerisinde ve İstanbul’un çoğunlukla hoş gördüğü muğlâk otonomiyle
yaşıyorlardı. XIX. yüzyıldaki idarî taksimata göre Erzurum, Van, Bitlis, Mamuret’ül Aziz,
Diyarbakır, Musul ve Deyr-i Zor’da yoğun olan Kürtlerin o dönemki nüfusu hakkında net
bilgi bulunmamaktadır.36
Zira yüzyıl sonunda Ermeni ve Kürt nüfusları üzerinde oluşan
tartışma ve spekülasyonlar sağlıklı tahminlerde bulunmayı engellemektedir.37
Yine de söz
konusu vilayetlerin toplamında nüfusun çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu malumdur.
32
Kévorkian, age, s. 72. 33
Ortaylı, age, s. 121. 34
Garo Sasuni, Kürt Ulusal Hareketleri ve 15. YY’dan Günümüze Ermeni Kürt İlişkileri, çev. Bedros Zartaryan
ve Memo Yetkin, Med Yayınları, İstanbul, 1992, s. 66-67, 84. 35
Yerasimos, age, s. 384. 36
Belirtilen bölgeler Kürtlerin yoğun olduğu bölgeler olmakla birlikte, Basil Nikitine, Martin van Bruinessen,
Wadie Jwaideh gibi yazarlar çok daha geniş bir Kürdistan haritası sunarlar. Ancak bu haritaların Kürtlerin diğer
unsurlarla birlikte yaşadıkları yerler de dâhil olmak üzere Kürtlerin sadece yoğun oldukları değil, yoğun
olmadıkları bölgeleri de kapsadığı görülmektedir. 37
XIX. yüzyılda Kürtlerin ve Ermenilerin yoğun olduğu coğrafyadaki nüfus bilgileri ve nüfus spekülasyonları
hakkında geniş bilgi için bkz. Dündar, age, s. 31.
14
XIX. yüzyıla girildiğinde tıpkı Ermeniler gibi Kürtlerin de sosyal yapıları bir bütünlük
arz etmiyordu. Kürtler kabaca göçebe olarak bilinseler de, genel yapı bölgeden bölgeye
değişiklik gösteriyor, bu değişiklik de Ermenilerle olan ilişkilerine doğrudan yansıyordu.
Basil Nikitine’in aktarımına göre Hellmut Christoff, sosyal ölçülere dayanan dörtlü bir ayrım
yapmıştı.38
Bu ayrımı Kürtlerin Ermenilerle olan ilişkileri de dikkate alındığında, göçebeler,
sınır aşiretleri, yarı göçebeler ve şehirli yöneticiler şeklinde revize etmek uygun olacaktır.
Göçebe Kürtler yılın çok sıcak geçen dört ayını geçirmek için her yıl sürüleriyle
birlikte yaylalara göç ederlerdi. Bu göç esnasında geçtikleri ovalardaki Ermeni ve Kürt
yerleşimlerine tedirginlik hâkim olurdu.39
Zira tüm göçebe toplumlarında olduğu gibi burada
da şakilik yaşamın ve sosyal ilişkilerin doğal bir parçası olmanın yanında özellikle Kürtler
arasında “yiğitlik” olarak bile kabul edilebilirdi. Bu göçebeler kışın gelmesiyle birlikte tekrar
güneye inerek düzlüklerdeki meralar için Bedevî göçebelerle mücadele ederlerdi.
Kuzeyin yüksek platolarında yaşayan Kürtler ise sert kışı Ermeni köylülerle birlikte
geçirirler ve yılın altı ayı yerlerinden ayrılamazlardı.40
Böylece Ermeniler ve Kürtler arasında
birebir ilişkiler doğardı. Ermeni uygarlık bakımından Kürtten daha ileri bir düzeyde ve
nispeten daha eğitimliydi. Ancak kalabalık ve silahlı olan Kürtler her zaman daha üstündü ve
otoritelerini rahatça kabul ettirebilirlerdi. Yine de hayvancılıkla uğraşan göçebe Kürtler,
tahıldan savaş gereçlerine kadar pek çok ihtiyaç için Ermenilere mecburdu. Dolayısıyla
aralarında çok büyük çaplı çatışmaların çıkması bu iklim şartlarında kolay değildi.
Arada kalan bir Kürt tipolojisi ise yarı-göçebeler idi. Sayıları XX. yüzyılda yerleşik
hayata geçişin hızlanmasıyla birlikte hızla artacak olan bu aşiretlerin toprağa bağlanması hem
aşiret hiyerarşisinin belirgin biçimde çözülmesine yol açtı hem de savaşçı - isyancı nitelikleri
aşınarak daha kolay kontrol edilebilir hale gelmelerini sağladı.41
Bir diğer grubu sınır boylarında yer alan Kürtler oluşturuyordu. Bu savaşçı aşiretler
genellikle tarım, hayvancılık gibi düzenli faaliyetlerden uzak durmakta, geçimlerini savaş
döneminde ganimet ve talanla, barış döneminde ise köylüyü kaba kuvvetle sömürerek
sağlamaktaydı.42
Dolayısıyla başta Ermeniler olmak üzere bölge köylülerine en çok zarar
38
Basil Nikitine, Kürtler, çev. E. Karahan, H. Akkuş, N. Uğurlu, 2. Basım, Örgün Yayınevi, İstanbul, 2010, s.
142; Niktine, Dr. Christoff’u metinde kaynak göstermesine karşın ilgili esere bir atıf yapmamış kaynakçada da
Christoff’un herhangi bir eserine rastlanmamıştır. Ancak eserin [Hellmut Christoff, Kurden und Armenier: Eine
Untersuchung über die Abhängigkeit ihrer Lebensformen und Charakterentwicklung von der Landschaft,
University of Hamburg, Hamburg, 1935] olduğu tahmin edilmektedir. 39
Niktine, age, s. 104. 40
Niktine, age, s. 150. 41
Niktine, age, s. 153. 42
Niktine, age, s. 152-153.
15
verenler bunlardı. Bu aşiretlerin savaşçı özellikleri onları merkezî idarenin gözünde de ayrı bir
yere oturtuyordu. Gerçekte devlet geçmişten beri bölgenin yönetimini bu savaşçı aşiretlerden
olan kimselere bırakmıştı. Ancak yöneticinin şehirde bulunması bir zorunluluk olduğundan
kent merkezine yerleşen yönetici, savaşçılarıyla birlikte başka bir kesimi oluşturdu.
Christoff’un, biraz da yanlış anlaşılacak bir biçimde, “şehirli Kürtler” olarak
adlandırdığı bu grup aslında yönetici zümre ve onların savaşçılarıydı. Osmanlı Devleti, İran
sınırındaki vilayetlere bölgenin ileri gelen Kürt beylerinden birini atamayı teamül haline
getirmişti. Aşiretlerin saygınlığını kazanmış Kürt beyi hem bu geleneksel otoritesiyle hem de
devletin sağlamış olduğu yetki ve güçle aşiretleri buyruğu altında tutuyordu.43
Ancak bilhassa
XVIII. yüzyıldan itibaren ve muhtemelen devletin mutlak gücü üzerinde şüpheler arttıkça
Kürt beylerinin tutumlarında da bir değişme yaşandı. Bu beyler devletin zayıf olduğu
dönemde kendilerini bağımsız beyler ve kontrolleri altındaki bölgeyi de beylik olarak
görürken devletin güçlü dönemlerinde iyi memurlar oluyorlardı.44
Osmanlı’nın bölgeye
zaman zaman seferler düzenlemesinin nedeni Kürt beylerin bu tutumuydu.
Kürt beylerinin savaşçı nitelikleri ne kadar fazla ise ekonomik yönleri o kadar eksik
kaldı. Dolayısıyla beyliklerde neredeyse tüm akçeli işler Ermenilere bırakılmıştı. Beylikleri
ayakta tutan gelirler de Ermeni çiftçilerin ve yarı-göçebe Kürtlerin ürünlerinden sağlanıyordu.
Devlet çoğunlukla beylerden vergi almazdı. Ancak hazinenin giderek kötüleşmesiyle birlikte
devletin vergi almaya başlaması, öte yandan beyliklerin de giderek merkezden daha bağımsız
biçimde topraklarını genişletme eğilimleri, artan giderlerin hem yerli hem de ele geçirilen
bölgelerdeki Ermeni ve Kürtlerin omuzlarına yüklenmesine yol açtı. Koşulların uygun hale
gelmesiyle Kürt beyleri Ermeni çiftçilerin ve bazı nüfuzlu Ermenilerin topraklarına el
koymaya da başladılar. Bir dönemden sonra bölgenin en büyük toprak sahipleri Kürt beyleri
olmaya başladı ve bölgede büyük toprak sahibi Ermeni kalmadı.45
Kürtlerin XIX. yüzyıldaki siyasî durumlarına bakıldığında ilk olarak büyük Kürt
beyliklerinin bazen devlete bazen de Hıristiyan azınlıklara karşı giriştiği eylemler ancak daha
çok birbirleri arasında süren mücadeleler göze çarpıyordu. Ulusal mücadele görüntüsünden
çok uzak olan bu çatışmalar aşiretlerin geleneksel yapılarına ve Kürt beyinin otoriter
kişiliğine sıkı sıkıya bağlıydı. Hıristiyanlara karşı girişilen eylemler dahi, dinî veya etnik
olmaktan çok, güç ve ekonomiyle ilgiliydi.
43
Niktine, age, s. 156. 44
Niktine, age, s. 156. 45
Kemal Mazhar Ahmed, Birinci Dünya Savaşı’nda Kürdistan, Doz Yayınları, İstanbul, 1996’dan aktaran, Ersal
Yavi, 1856-1923 Emperyalizm Kıskacında: Türkler Ermeniler Kürtler, Yazıcı Basın Yayın, İzmir, 2001, s. 273.
16
Ülkenin doğu bölgelerindeki bu başıboşluk ve Rus tehlikesinin giderek yayılması
karşısında İstanbul, doğu toprakları üzerindeki denetimini artırmaya çalıştı. Sultan II.
Mahmud’un güçlü reform programının en önemli kalemlerinden birisi devlet otoritesini artık
tanımayan bu feodal yapıların ortadan kaldırılmasıydı.46
Söz konusu politikalar, Kürtler
arasında bağımsızlığa dönük (ancak etnik temelli olmayan, ulusu referans alarak ulus-devlet
kurma kaygısı taşımayan) ilk kalkışmalar için uygun bir katalizör oldu.47
1.5. Botan Beyliği Döneminde Kürt-Ermeni İlişkileri:
Yukarıda zikredilen Kürt siyasî yapılarının sonuncusu Bedirhan Bey’in önderlik ettiği,
merkezi Cizre olan Botan (ya da Bohtan) Beyliği idi. Bedirhan Bey 1828-1829 Osmanlı-Rus
Savaşı’na asker göndermeyi reddetmiş, kendi adına para bastırmış, hutbe okutmuş, mühimmat
ve silah atölyesi kurdurmuş, İstanbul’a karşı Mısır Valisi Kavalalı M. Ali Paşa’yı desteklemiş
ve Botan bölgesinin Musul Vilayeti’ne bağlanması kararına isyan etmişti.48
Son olarak
Nesturilere karşı giriştiği iki büyük katliam sonrası Osmanlı Hükümeti, Batılı devletlerin de
baskısıyla Botan üzerine yürüyerek 1847’de Bedirhan Beyliği’ni tasfiye etti, Bedirhan Bey’i
ise sürgüne gönderdi. Osmanlı’nın askerî harekâtının başlamasıyla birlikte Bedirhan’ın
etrafında oluşan aşiretler ittifakı da kısa sürede dağıldı.49
Ermenilerin bu Kürt siyasî oluşumundaki rolleri hakkında çelişkili anlatımlar vardır.
Celilê Celîl’in anlatımında ve Garo Sasuni’nin Hagop Şahbazyan’dan aktarımında Bedirhan
Bey’in hükümranlığı altındaki Ermenilere iyi davrandığı, kurulacak devlette ekonominin
yönetimini Ermenilere vereceği, Kürtlerle Ermenileri kan kardeş gördüğü ve bazı Ermenilerin
onun ordusuna katıldığı belirtilmektedir.50
Yine de Sasuni, Bedirhan Bey’i destekleyen
Ermeniler için “gönüllü ya da gönülsüz” diyerek ihtiyatlı davranmıştır. Zira Nesturi
katliamından sonra Bedirhan Bey’in hükümranlığı altındaki topraklarda Ermeniler için itaat
etmekten başka bir yol gözükmemektedir.
46
Wadie Jwaideh, Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi, Kökenleri ve Gelişimi, 6. Baskı çev. İsmail Çekem ve Alper
Duman, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 117. 47
19.yy da ayrılıkçı Kürt hareketleri için bkz. Jwaideh age, s. 117-155; Martin van Bruinessen, Ağa, Şeyh,
Devlet, çev. Banu Yalkut, İletişim Yayınları, İstanbul, 2010, s. 260-280. 48
Bedirhan Bey ve Botan Emirliği ile ilgili geniş bilgi için bkz. Ahmet Kardam, Cizre - Bohtan Beyi Bedirhan:
Direniş ve İsyan Yılları, 2. Basım, Dipnot Yayınları, Ankara, 2011; Bruinessen, age, s. 271 vd. 49
Kardam, age, s. 320 vd. 50
Celilê Celîl v.d., Yeni ve Yakın Çağda Kürt Siyaset Tarihi, 3. Basım, Pêrî Yayınları, İstanbul, 1998, s. 16-17;
Hagop Şahbazyan, Krdo-Hoy Badmutyun, İstanbul, 1911’den aktaran Sasuni, age, s. 112-113. Celîl, bu anlatımın
içine Ermenilerin yanına Nesturileri de katar ancak Bedirhan’ın iki kez giriştiği Nesturi katliamından yalnızca
tek satırda söz etmektedir.
17
Sasuni’nin ihtiyatlı davranmasındaki bir başka neden yine kendi satırlarında yer
verdiği Patrikhane’nin tutumundan ileri gelmektedir. Berberyan’dan aktardığına göre, Kürtler
başlarında Bedirhan ve Han Mahmud (Müküs / Bahçesaray Sancak Beyi) olmak üzere köyleri
talan edip kırmaktaydı. Bu durumdan haberdar olan İstanbul Ermeni Patriği Matteos, Bâb-ı
Âli nezdinde bulunduğu iki girişimden sonra üçüncü şikâyetinde şunları yazdı:
“Van bölgesinin ahalisi, artık Kürtlerin sebep oldukları
eziyetlere dayanamayacaklarına kanaat getirerek Rusya’ya göç
etmeye karar vermişlerdir. Yüksek makamınız tarafından bana
verilen vazifeye uyarak onları korumak ve gelecekte onların
önünde kabahatli çıkmamak için durumu size bildirmek
istiyorum.”51
Bedirhan Bey üzerine yapılan ve Botan Beyliği’nin tasfiyesi ile sonuçlanan seferin
ardından İstanbul Patriği Matteos’un tüm kiliselere gönderdiği bildiride (gontak) ise özetle şu
ifadeler yer alıyordu:
“İman dolu sizler, ….yüzyıllardan bu yana vahşi Kürtlerin
insafsız ve zalim despotluklarının elinde bugün bir harabe ve
çöl vaziyetine gelmiş ve sessizce ağlayıp figan eden
Ermenistanımız ve bir şanssızlık eseri insanlıktan yoksun
Kürtlerin yırtıcı pençelerine bir av gibi düşmüş sevgili
evlatlarımız ve Ermeni ulusumuz! (…) Allah, kendi halkı olan
Ermenileri de bu çekilmesi imkânsız esaretten kurtarır.
(…)Tanrı bu eşsiz ve güzel ülkeyi insafsız tiranların elinde
çaresiz bir durumda kaldığını görerek ona acıdı ve ilahi
arzusuyla görkemli krallara özgü yüce Sultan Abdülmecid’in iyi
yürekli huyunu bize karşı acıma ve merhamet duygularıyla
besledi ve Abdülmecid, bu ülkedeki despotlardan Ermenilerin
özgürlüklerini elde etmelerine karar verdi. (…) Tanrı kutsaldır
(…)O, despotların liderleri olan Han Mahmud ve Bedirhan
beylerini Osmanlı Paşasının eline utançlı ve umutsuz bir şekilde
düşürdükten sonra hayatlarının bağışlanmasını rica ettirdi
…”52
Matteos’un tabirleri ne kadar abartılıdır bilinmez ancak Ermenilerin en azından
Bedirhan Bey döneminde göçebe Kürtlere bakışıyla ilgili bir fikir vermektedir. Ayrıca iki halk
arasındaki sürtüşmenin, tüm kiliselere gönderildiği için muteber kabul edilecek bir belgede
yer alması önemliydi. Böylece Ermenilerin Kürtler konusundaki şikâyetleri artık gün yüzüne
çıkıyor ve hem başkentte hem de Ermenilerin yaşadığı tüm diğer bölgelerde biliniyordu.
Beyliklerin tasfiyesi başkentte kısa süreli bir rahatlama yarattı. Ancak bölgedeki
Ermeniler için daha zor bir süreç başladı. Osmanlı’nın baskısı hafifledikten sonra bölge, 20-
25 yıl sürecek bir otorite boşluğu dönemine girdi. Her vadide bir ağanın türediği,
51
Avedis Berberyan, Badmutyun Hayots, İstanbul, 1871’den aktaran Sasuni, age, s. 113-114. 52
Berberyan, age, s. 323-326’dan aktaran, Sasuni, age, s. 128-129.
18
kanunsuzluğun, düzensizliğin ve şakiliğin hüküm sürdüğü yeni dönemde iki toplum arası
ilişkiler gün geçtikçe kötüye gitti. Aşiretler bu dönemde yalnızca Ermenilere değil, hem
toprağa bağlı Kürtlere hem de kan davaları nedeniyle birbirlerine zarar veriyorlardı.
Beyliklerin ortadan kaldırılmasıyla aşiretleri uzlaştırıcı bir üst unsur kalmadığı için bu kan
davaları ve şiddet ortamı uzun yıllar sürdü.
2. ERMENİ ETNİK KİMLİĞİNİN SİYASÎ KİMLİĞE DÖNÜŞME SÜRECİ:
Osmanlı İmparatorluğu’nda İslâmiyet’in “üst kimlik” niteliği, Hanefîlik - Şafiilik gibi
mezhep farkına rağmen etnik kimliklerin din veya mezhep ile bağdaşmasının ve
belirginleşmesinin önüne geçti. Diğer taraftan Ermeni etnik kimliğinin mezhebe, dolayısıyla
da kiliseye sıkı sıkıya bağlı olması etnik farkındalık bakımından Ermenilerin hem Türklerden
hem de Kürtlerden daha avantajlı bir konumda olmalarını sağlıyordu. Fakat Ermeni etnik
kimliğinin/farkındalığının aynı zamanda siyasi bir kimlik/farkındalık haline gelmesinde
mezhep ve kilise dışında belirleyici başka faktörler de vardı. Bu bölümde etnik kimliğin
siyasallaşmasında etkili olan, misyonerlik faaliyetleri, eğitim ve modernleşme süreçleriyle
birlikte, siyasal kimliğin ıslahat, özerklik ve bağımsızlık amaçlayan hareketlere dönüşmesini
etkileyen yerel ve uluslararası gelişmeler ele alındı.
2.1. Misyonerlik Faaliyetler ve Yabancı Okulları:
Tanzimat öncesinde misyonerlerin özellikle Hıristiyanlar arasında yürüttüğü
faaliyetler Tanzimat Fermanı’nın ilânıyla birlikte kurumsallaşmaya başladı. Bu kurumsallığın
yansıması olarak imparatorluk çapında misyoner merkezleri, yabancı okulları, hastaneler,
yetimhaneler açılmaya başladı. Güç mücadelesi Ruslar ve İngilizler arasında sürerken
yüzyılın ortasına gelindiğinde şaşırtıcı bir biçimde Fransız Katolik ve Amerikan Protestan
okulları ülkenin pek çok bölgesinde faaliyetlerini yürütüyorlardı. 1830’da Katolik, 1850’de
ise Protestan cemaatin bağımsız dinî cemaatler olarak tanınması misyonerlerin eğitim
alanındaki girişimlerinin hukukî bir zemine oturmasını sağladı.53
Misyoner faaliyetlerinde Amerikalı Protestanların ülke çapında kurdukları ağ nispeten
daha genişti. İmparatorlukta faal olan Protestan misyonerlerin üç önemli işlevi
53
Selçuk Akşin Somel, “Osmanlı Ermenilerinde Kültür Modernleşmesi, Cemaat Okulları ve Abdülhamid
Rejimi”, İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri: Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi Sorunları,
İstanbul, 23-24-25 Eylül 2005 içinde, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2005, s. 92.
19
bulunmaktaydı. İlk olarak, gerçekten misyonerlik faaliyetinde bulunarak doğu Hıristiyanları
üzerinde Protestanlığı yaymaktı. Azımsanmayacak sayıda Ermeninin mezhep değiştirmesi ve
Protestan Ermeni Kilisesi’nin kuruluşu bu konuda başarılı olduklarını gösteriyordu.54
Misyonerler diğer taraftan Anadolu’dan ABD ve Avrupa’ya bilgi akışında bir nevi muhabir
görevi yapıyorlardı. Belki çalışma alanları Ermeniler olduğu için, belki de tamamen kasıtlı bir
biçimde aktarılan haberlerde çoğunlukla Ermenilerin problemlerinin yer alması Batı
kamuoyunda ülkede yalnızca ve sürekli olarak Ermenilerin ezildiği algısını yaratıyordu.
Ermenilerin yaşadığı problemleri devlet(ler) nezdinde şikâyet konusu yapan konsoloslar gibi
misyonerler de bu şikâyetleri Batı kamuoyu nezdinde yaparak bir çeşit konsolosluk işlevi
görmeyi başardılar.55
Misyonerlerin en önemli ve etkili işlevleri ise eğitimle ilgiliydi. Açılan yabancı
misyoner okulları yüzyılın ilk yarısından itibaren Ermeni çocuklarının eğitim seviyesine çok
belirgin katkılar yaptı. Bu durum daha önce sözü edilen “Ermeni Rönesansı”nın son aşaması
olarak kabul edilebilir. Eğitim seviyesi zaten ülke ortalamasının üstünde olan Ermeni
toplumunda yüzyılın başından itibaren okullaşma hız kazanmıştı. Ancak bunlar daha çok
cemaatlere bağlı dinî eğitim yapan ve Galata’nın Ermeni bankerleri tarafından finanse edilen
kurumlardı.
Amerikan Protestan Yabancı Misyon Şefleri Kurulu’nun (American Board of
Commissioners for Foreign Missions - ABCFM) faaliyetlerini 1840’lardan sonra Ermenilere
yöneltmesi sonucu pek çok merkezde misyoner okulları açıldı.56
Verilen eğitimin kalitesi
Protestanlığa sıcak bakmayan Ermenilerin ve hatta bazı Müslümanların da çocuklarını bu
okullara göndermesine neden oldu. Türkçe ve Ermenicenin yanı sıra İngilizcenin de
öğretilmesi gençleri modern dünya akımlarına oldukça açık hale getirdi. Gelenekselleşmiş
eğitim süreçlerinin uzağında kalan ve İslâm kültürüyle az çok uyumlu ailelerinden farklı bir
biçimde yetişen, neticede kültürel bakımdan da İslâmî etkiye kapalı saf Hıristiyan bireyler
haline gelen Ermeni gençler, hem Devlet-i Âlî’ye hem de Müslüman topluma
yabancılaşıyorlardı.57
54
Kévorkian, age, s. 87-88. 55
Kamuran Gürün, Ermeni Dosyası, 7. Basım, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2012, s. 70. 56
Somel, agm, s. 92; Somel, Amerikalıların Ermenilere yönelmesindeki amacın cemaat içi sorunlardan dolayı
daha kırılgan bir yapıda olmaları ve pek çok Ermeninin gelenekselliği reddederek kendiliklerinden Protestanlığa
yönelmelerine bağlamaktadır. XX. yüzyıl başında Protestan Cemaati imparatorluğa dağılmış 452 okula sahipti.
Kévorkian, age, s. 88. Bu okulların açıldığı merkezler: İstanbul, İzmir, Bursa, Adapazarı, Afyon, Konya,
Kayseri, Yozgat, Sivas, Tokat, Merzifon, Adana, Tarsus, Antep, Harput, Malatya, Palu, Bitlis, Mardin ve Van.
Somel, agm, s. 92. 57
Somel, agm, s. 93.
20
Eğitimdeki dönüşüme paralel biçimde edebiyat alanında da belirgin bir dönüşüm
yaşanmaktaydı. Yazı dilinde klasik Ermenice’den (Krapar) gündelik Ermenice’ye (Aşharapar)
geçilmesi okumayı kolaylaştırarak çeviri ve yerli eserlerin çok daha geniş kitlelere ulaşmasını
sağladı.58
Çevirilerde ve Ermeni yazarların eserlerinde yüzyılın son çeyreğinden itibaren
realizm hâkim oluyor, dinî temalardan vazgeçiliyor ve halkın sorunlarının ortaya konulduğu
eserler daha popüler hale geliyor, dolayısıyla ruhban sınıfı, bankerler, bürokratlar ve devlet
söz konusu eserlerde hedef tahtası haline geliyordu.59
Batı tarzı, inançtan çok sorgulamaya dönük eğitimden geçen Ermeni gençler –sonunda
Protestan mezhebine geçsinler veya geçmesinler– eleştiren ve karşı çıkan bireyler olarak
yetişiyorlar ve hem Kilise’yi hem de devleti açıktan eleştiriyorlardı.60
Protestan okullarının
kuruluş amacı Osmanlı’yı parçalamak olsun ya da olmasın neticede sorgulayan, eleştiren,
karşı çıkan ve tam Hıristiyan bir kuşak yetiştirdiler. Yeni yetişen bu kuşağın önemi,
kendisinden sonra gelecek kuşağa çoğunlukla 1860’lardan sonra modernleşmeye başlayacak
olan Ermeni cemaat okullarında öğretmenlik yapacak olmalarıydı. İşte bu sonuncuların ve
ardıllarının yetiştiği yıllar tam olarak II. Abdülhamid’in güvenlikçi, kuşkucu ve baskıcı
politikalarını hayata geçirdiği döneme denk düşecek ve çatışma kaçınılmaz olacaktı.
2.2. Ermeni Modernleşmesinin Sonuçları:
Tanzimat ile başlayan yeni dönemde tanınan bireysel hakları ilk kullananlar Batı tarzı
eğitim almış olan liberal fikirlerle donanmış Ermeniler oldu. Daha yüzyılın başında Ermeni
gençler yüksek öğretim görmek için Avrupa’ya gitmeye başlamışlardı. Yalnızca 1840-1850
yılları arasında altmıştan fazla Ermeni genci Paris’teki tahsillerini bitirip İstanbul’a
döndüler.61
Çoğunlukla Paris’te öğrenim gören Ermeni gençler, aralarındaki tartışmalarda
yalnızca Osmanlı devlet düzenini değil kendi cemaatlerini de eleştiriyorlardı.62
Daha sonraları
Ermeni liberal aydınlara dönüşecek olan bu gençler cemaat içinde patrikliğin ve bankerlerin
oligarşisine son vererek Cemaat işlerinde söz hakkına sahip olmak istediler.63
Bu değişim
talebi Islahat Fermanı’nın ilân edilmesinden sonra daha güçlü bir zemine oturdu. Fermanla
58
Arus Yumul ve Rıfat N. Bali, “Ermeni ve Yahudi Cemaatlerinde Siyasal Düşünceler”, Modern Türkiye’de
Siyasî Düşünce Cilt 1: Cumhuriyet’e Devreden Düşünce Mirası: Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi, ed. Tanıl
Bora ve Murat Gültekingil, 9. Basım, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011, ss. 362-366, s. 363. 59
Yumul, agm, s. 363. 60
Somel, agm, s. 93. 61
Vartan Artinian, The Armenian Constitutional System in the Ottoman Empire 1839-1863: A Study of its
Historical Development, İstanbul, 1988, s. 61. 62
Artinian, age, s. 63. 63
Yumul, agm, s. 364.
21
her dinî cemaat bir öz yönetim belgesi hazırlamak ve İstanbul’un onayına sunmak zorundaydı.
Neticede Ermeni toplumunun hak ve ödevlerini belirleyen, cemaat meclislerini ve diğer
yönetim organlarını kuran ve yapısını düzenleyen bir tür anayasa hazırlandı. 1863’te
değiştirilerek onaylanan Nizamname-i Millet-i Ermeniyân (Azkayin Sahmanatrutyun Hayots)
ile birlikte Ermeniler siyasî bir hareketlenme dönemine girdiler.64
Kévorkian’ın “devlet içinde
devlet” olarak nitelediği bu yeni mekanizma dev bir bütçeyi özerk olarak kullanıyordu. Askerî
ve diplomatik alanlar hariç tüm alanlarda işlevseldi.65
Buna mukabil, yönetim ülkedeki bütün
Ermenilerin sorunlarını çözebilecek kudrette de değildi. Fakat Tanzimat ve Islahat’ın yarattığı
uygun ortamla birlikte eşine az rastlanabilecek bir şikâyet mekanizması oluşurken yeni
yapılanma bu mekanizmanın en önemli parçası haline geldi.
Gerek misyoner faaliyetleri ve okullar gerekse ticaret sayesinde Batı ile etkileşimleri
herhangi bir Osmanlı tebaasından daha iyi olan Ermeniler, Batı menşeli reformlara çok çabuk
uyum sağladılar. Bu uyum belki Batı ile etkileşimden, belki bu reformlara duydukları
ihtiyaçtan, belki de reformlarda kendilerinin gözetilmesinden kaynaklıydı. Neticede Ermeniler
artık devletten haklarını talep eden ve her fırsatta şikâyetlerini bildiren bir toplum durumuna
geldi. Meclis ve Patrikhane’nin tüm Anadolu’da kurmuş olduğu ağ bu şikâyetlerin
muhatabına ulaşmasını sağlıyordu. Yaşadıkları ülkeye nispetle erken ve “özerk bir Rönesans”
yaşamaları sonucu gelişen Ermeni matbuatı da bu şikâyet mekanizmasının hem eleştiren hem
de propaganda işlevi gören bir parçasını oluşturdu. Bunların yanında yabancı konsolosluk ve
misyoner merkezlerinin de Ermenilerin sorun ve şikâyetlerini Avrupa basınına ve
hükümetlerine iletmeleri sayesinde mekanizma tamamlanmış oluyordu.
Ermeniler her ne kadar çözüm olmasa da şikâyetlerini iletebildikleri bir mekanizmaya
sahipti. Ancak çağdaş, Batı tarzı veya yurtdışında eğitim alan azınlık bir kenara bırakılırsa
Anadolu’da yaşayan sıradan Müslümanların böyle bir mekanizmadan yoksun olmak bir yana,
hak arama, şikâyet etme veya eleştirme kültürü dahi gelişmiş değildi. Buna karşılık
Yunanistan’ın bağımsızlığı sonucu tüm Osmanlı Rumları zan altına kalınca Ermeniler bir
adım daha öne geçmişler ve hem ticaret ve finans alanlarında hem de devlet memurluğunda
etkinlikleri daha da artmıştı.66
64
George A. Bournoutian, Ermeni Tarihi: Ermeni Halkının Tarihine Kısa Bir Bakış, çev. Ender Abadoğlu ve
Ohannes Kılıçdağı, Aras Yayıncılık, İstanbul, 2011, s. 151-153. Ermeni Millî Nizamnamesi’ne ilişkin ayrıntılı
bilgi için bkz. Artinian, age, s. 75 vd. 65
Kévorkian, age, s. 14. 66
Bournoutian, age, s. 151.
22
Doğuda Kürt aşiretlerin baskısı altında olanlar bir tarafa, Ermeniler genel refah
seviyesi bakımından da Müslüman tebaadan daha iyi durumdaydılar.67
Dolayısıyla bir tarafta
yapılan reformlar, diğer tarafta durmadan işleyen şikâyet mekanizmaları, Ermenileri zengin,
toprak sahibi, tacir veya tefeci olarak gören ve bu imkânlara sahip olmayan Müslümanlarda
rahatsızlık yarattı. Aynı devlet çatısı altında pek çok yönden modernleşmeye başlayan ve
devleti liberal ilkeler doğrultusunda kendi ihtiyaç ve çıkarlarına göre hareket etmeye zorlayan
Ermenilerle, devleti “baba”, hükümdarı da “peygamberin halifesi” olarak gören Müslüman
Türkler başlangıçta derin ihtilaflar içine düşmemişlerdi. Esas ihtilaf, devleti kendi ihtiyaç ve
çıkarlarını sağlamak için zorlayan Ermenilerle, devleti uzakta gören, yüzyıllardır üzerinde
aşiret veya beylik dışında daimi ve birincil herhangi başka bir otorite kabul etmemiş ve
dolayısıyla kimliğini devletten önce aşiretle tanımlayan Kürtler arasında yaşandı. Zira uzun
yıllar boyunca Doğu bölgelerinde zaten ikincil otorite konumunda olan imparatorluğun
gücünün uç bölgelere kadar uzanmaması ve buna paralel olarak ekonomik düzenin bozulması,
hem göçebe Kürtlerin geleneksel davranışlarının daha şiddetli biçimde sürmesine hem de
devlet memurlarının keyfî uygulamalarının yaygınlaşmasına neden oluyordu. Nitekim
Ermenilerin Millî Meclis kanalıyla aktardıkları şikâyetlerin konusu da çoğunlukla Kürtlerin
baskısı ve devlet memurlarıyla mültezimlerin usulsüz uygulamalarıydı.68
2.3. Balkanlar’daki Çözülme Süreci:
Yüzyılın başından itibaren imparatorluğun Balkan ülkelerinde ve Lübnan’da ortaya
çıkan huzursuzluklar karşısında büyük devletlerin doğrudan ya da dolaylı müdahaleleri
Ermeniler için siyasî alanda yol gösterici oldu.
Öncelikle Rusya ile 1812’de yapılan Bükreş antlaşmasıyla Osmanlı, Sırpların
özerkliğini tanımak zorunda kaldı; 1826’da Akkerman Konvansiyonuyla özerkliğin şartları
genişletildi. Yunan isyanı ise Mısır destekli Osmanlı kuvvetlerince bastırılmadan hemen önce
Rusya ve İngiltere’nin ortak müdahalesi sonucunda Yunanistan’ın bağımsızlığını ilân
etmesiyle sonuçlandı. Sonraki yıllarda Hıristiyan toplumlarda birbiri ardına bağımsızlık
hareketleri başladı. Bu hareketlerin tümü başarıya ulaşmak için İngiliz veya Rus desteği
aldılar.
67
O dönemde Anadolu’da 166 ithalatçının 141’i; 150 ihracatçının 127’si; 9.800 zanaatkar ve dükkan sahibinin
6.800’ü, 153 sanayicinin 130’u Ermeniydi. Marcel Leart, La Question Arménienne á la Lumieredes Documents,
Paris, 1913’ten aktaran, Gürün, age, s. 125. 68
Uras, age, s. 177.
23
Yüzyılın ortalarında patlak veren Lübnan sorununun çözüm şekli de Ermeni siyasî
hareketlerini ve müstakbel taleplerini etkilemesi açısından dikkat çekiciydi. Dürzîler ve
Marunîler arasında başlayan çatışmalar katliamlara dönüştüğünde Bâb-ı Âlî, büyük güçlerden
önce müdahale etti. Müdahale her ne kadar Fransızların Lübnan’a çıkmasına engel olmadıysa
da Lübnan’da yapılan reformlar ve 1861 Nizamnamesi ile oluşturulan düzen sayesinde bölge
Osmanlı toprağı olarak kaldı. Bu reformlar, vilayete Hıristiyan bir valinin atanmasına ve
bölgenin farklı unsurlarının eşit temsiline dayanıyordu. Lübnan’ın yeni düzeni benzer
durumda olan Ermenileri de etkilemişti ancak demografik, coğrafî nedenler aynı düzenin
Ermeniler ve Kürtler arasında uygulanmasını imkânsız kılmaktaydı.69
Lübnan müdahalesi,
Nesturi katliamında olduğu gibi Osmanlı’nın katliam boyutuna varmadan çatışmalara
müdahale etmediği algısını da yaratmış oldu.70
Kronolojik olarak Ermeni hareketine daha yakın olan Bulgarların özerklik süreçleri de
Ermeni siyasî hareketleri üzerinde etkili oldu. 93 Harbi ile Bulgaristan’ın özerkliğinde büyük
pay sahibi olan Rusya bu savaşın hemen ardından özerklik veya ıslahat isteyen Ermenilerin en
büyük umudu haline geldi. Yerasimos’un yorumuna göre, Bulgaristan’da hayata geçirilen
tahrik - katliam - propaganda - dış müdahale süreci, sonuçta Bulgaristan’ın özerkliğine giden
yolu açmıştı.71
Yerasimos Ermenilerin de Bulgarlarla aynı yolu izlemeye çalıştığını ancak
uluslararası dengeleri gözetmeden hareket ettiklerini belirtmektedir.72
Neticede XIX. yüzyılda
imparatorlukta büyük güçlerin müdahaleleri sonucu yaşanan etnik çözülmeler ve son olarak
Bulgaristan örneği, Ermeniler arasında özerklik ve bağımsızlık yanlısı fikriyatın gelişmesinde
cesaretlendirici bir rol oynadı.
2.4. Kilise’nin Girişimleri:
1847’den itibaren yaşanan hızlı dönüşüme karşın Osmanlı Ermenileri, Bulgarlar,
Sırplar veya Rumlar gibi uluslararası politikanın gündem maddesi haline gelmediler. Bunda
coğrafyanın ve jeopolitik dengenin olduğu kadar demografik dağılımın da önemli bir payı
vardı. 1862’de Zeytun (Süleymanlı/Kahramanmaraş) ve Haçin (Saimbeyli/Adana)
Ermenilerinin özerk bir Ermeni prensliği için III. Napolyon’a yazdıkları mektup bir tarafa
bırakılırsa, Ermeni yöneticiler özerklik veya bağımsızlık için ne bir isyana kalkmışlar ne de
69
Ermenilerin 93 Harbi sonrasında Patrikhane merkezli girişimlerinde Lübnan örneği sık sık dile getirilmiştir.
Bkz. Uras, age, s. 203, 215, 218. 70
Dündar, age, s. 244-245. 71
Yerasimos, age, s. 385. 72
Yerasimos, age, s. 385.
24
uluslararası bir girişimde bulunmuşlardı.73
1862’deki Zeytun İsyanı ise devletin bölgeyi
bütünüyle vergilendirmeyi amaçlayan tutumundan ileri geliyordu.74
Fakat bölgede bir
kalkışma ya da uluslararası bir girişim olmaması Ermeniler arasında milliyetçi, özerklik veya
bağımsızlık yanlısı düşüncelerin gelişmediği anlamına da gelmiyordu.
Hrimyan’ın 1869’da Patrik olmasının ardından Kilise’nin geleneksel tutumunda da
belirgin bir değişme yaşandı. Hrimyan, 1856 yılında Van piskoposuyken “Van Kartalı” (Arziv
Vaspuragan) isimli aylık bir dergi çıkarmaya başlamıştı. Yapılan yayınlarda “zalimlere” karşı
direniş salık veriliyor ve ulusal bağımsızlık üzerine yazılar yazılıyordu. Ancak bu yayınlar
İstanbul’daki Ermeniler tarafından hoş karşılanmıyordu.75
Hrimyan, 1869 yılında Patrik
olduktan sonra Doğu vilayetlerindeki durumu Ermeni Meclisi’nin gündemine getirdi.
Ülkedeki tüm piskoposluklardan son yirmi yıla ait şikâyet ve raporları istedi. Daha sonra bu
şikâyetleri içeren ve çareler öneren kapsamlı bir rapor hazırlanarak Bâb-ı Âli’ye sunuldu.76
Raporda devlet memurlarının tutumlarına, askerî vergilere ve iltizam sistemine ilişkin
şikâyetler dışında Kürtlerle olan ilişkilere “özel” bir bölüm ayrılmıştı. Sasuni’nin Millî Meclis
tutanaklarından aktardığı bölümde şu ifadeler yer alıyordu:
“Bu zulümler bütün bölgelerde değil, ancak büyük kısmıyla
Kürdistan, Erzurum ve Diyarbakır vilayetlerinde (…)
olmaktaydı. Zulmedenlerin isimleri açıkça belirtilmekte ve
onların yaptıkları zulümler anlatılmaktadır. (…) Harput,
Erzincan, Eğin, Bayburt, Yozgat ve Bağrewand (Van Gölü)
bölgelerinde beylerin, Çerkeslerin ve Kürtlerin ve diğer İslâm
ahalisinin dinî bağnazlıklarından şikâyet ettikleri
anlaşılmaktadır.”77
Komisyonun ilgili bölüme ait önerilerinde ise şu ifadeler bulunuyordu:
“1-Kürtler ve diğer dağlı halklar ki bunların üstüne bir de son
dönemde Çerkesler eklendi, yalnız Ermenilere değil, başka
halklara da olduğu gibi özellikle devlet hazinesine de çok büyük
zararlara neden oluyorlar. Bunlar silah taşıdıkları gibi ne
devlete vergi ne de asker veriyorlar ve bundan başka da isyan
içindedirler. (…) Osmanlı idaresinin yapacağı şey ya bu
zümrenin elinden silahlarını almak veya öteki halklara da silah
dağıtmaktır. Çünkü o zaman çadırlarda yaşamakta olan bu
canavarlar yerleşik köylüler haline gelecek ve böylece ülke de
bu zulümden kurtulmuş olacaktır.
2- (…) özel zulüm yapanlar yerlerinden alınıp Rumeli’ye
sürülmelidir. Eğer bu tedbir ele alınmazsa, o bölgelerdeki
73
Bkz. Ayşe Hür, “Zeytun Niye İsyankârdı”, Taraf, 11 Nisan 2010, http://www.taraf.com.tr/yazilar/ayse-
hur/zeytun-niye-isyankardi/10847/, Erişim Tarihi, 10.09.2014. 74
Ayşe Hür, agm; Gürün, age, s. 124. 75
Uras, age, s. 176; Sonyel, age, s. 24. 76
Gürün, age, s. 128; Sasuni, age, s. 145 vd. 77
Millî Meclis Tutanakları, 1871, s. 473’ten aktaran Sasuni, age, s. 148; Uras, age, s. 177.
25
yoksul halkı onlardan ve esaretten kurtarmak çok zor olacaktır.
(…)”78
Söz konusu rapor değişikliklere uğrayarak hükümete sunuldu ancak hükümet nezdinde
Patrik Matteos’un 1847’deki göç tehdidi kadar itibar görmedi. Hrimyan’ın Ermeni
Nizamnamesi’ni değiştirme teşebbüsleri de sonuçsuz kalınca 1873’te istifa etti ve yerine
Nerses Varjabedyan Patrik oldu.79
Bu dönemde Hersek ve Bulgaristan’da başlayan kargaşanın büyümesi sonrası başta
İngiltere olmak üzere Batılı devletler Osmanlı’nın bu bölgelerde ıslahat yapmasını talep ettiler
ve neticede durumu ele alacak uluslararası bir konferansın İstanbul’da toplanması
kararlaştırıldı.80
Tam bu noktada Patrik Nerses (Gürün’e göre Hrimyan ve daha sonra Patrik
olacak İzmirliyan’ın baskısıyla) İstanbul’da toplanacak konferans öncesinde büyük devletlere
birer muhtıra yolladı.81
Ermenilerin durumunun iyileştirilmesini talep eden bu muhtıra
Kilise’nin Ermenilerin geleceğinin artık Batı başkentlerine bağlı olduğuna kanaat getirdiğini
gösteriyordu. Konferansın hemen öncesinde Nerses, İngiltere büyükelçisini ziyarete giderek
konferansta Ermenilere imtiyazlar tanınması için hükümete baskı yapılmasını talep etti.82
Ancak konferans Ermeniler konusunu gündeme almadığı gibi Bulgaristan için de bir neticeye
varamadan dağıldı.
3. KÜRT MİLLİYETÇİLİĞİNİN DOĞUŞU: ŞEYHLER DÖNEMİ VE
UBEYDULLAH NEHRÎ
Bedirhan Bey’in tasfiyesinin ardından Botan, Bahdinan, Soran ve Baban bölgelerinde
ortaya çıkan otorite boşluğu devlet gücüyle doldurulamadı. Bölgede aşiretler arası çatışmalar
ve kan davaları bir yana, ordunun düzenlediği seferlerle birlikte, yağmacılık, soygunculuk ve
kanunsuzluktan kaynaklanan karamsar ortam Kürtleri her şeyden önce dinlerine daha sıkı
sarılmaya itti. Diğer yandan arkaik ve savaşçı tüm halklar gibi Kürtlerde de var olan
kahramanlara taparcasına bağlılık anlayışı, içlerinden birinin kendi üzerlerinde otoritesini
kurması ihtiyacını beraberinde getiriyordu.83
Bu iki durumun bir araya gelişi Kadirî ve
Nakşibendî tarikat şeyhlerinin bölgede ön plana çıkmasına neden oldu. Şeyhlerin aşiretler
üstü konumda olmaları sayesinde uzlaştırıcı işlevleri de bulunmaktaydı. Böylece Kürt
78
Millî Meclis Tutanakları, 1871, s. 481’ten aktaran Sasuni, age, s. 149. 79
Uras, age, s. 179. 80
Yerasimos, age, s. 252 vd. 81
Gürün, age, s. 129. 82
Gürün, age, s. 130 83
Jwaideh, age, s. 159.
26
bölgelerinde şeyhler bir yandan güçlenirken, diğer yandan siyasî otorite haline gelmeye
başladılar.
Şeyhlerin dinî otorite yanında siyasî otoriteye de sahip olmaları ile halkın dinî
hassasiyetinin –yer yer fanatizminin– artması birbirini besleyen süreçler haline geldi. Bu
durum bölgede Ermenilere ve diğer Hıristiyanlara karşı oluşan olumsuz bakışı daha da
keskinleştirdi. Diğer yandan Şeyhler, eskiden Kürt beylerine bırakılan fakat daha sonra Arazi
Kanunnamesi (1858) ile çiftçilere terk edilen mülkleri kendilerine mal etmek istediler.
Şeyhlerin toprak edinme istekleri ile Hıristiyanlara karşı olumsuz bakış artık iç içe geçmişti.
Sonuçta bazı şeyhlerin etkin olduğu bölgelerdeki Ermeniler topraklarını terk etmek
durumunda kaldılar.84
İmparatorluk özellikle XIX yüzyılda Kürt feodallerinin bağımsızlık girişimleri ile
karşılaşmıştı. Bunların en dikkate değer olanı ve günümüz Kürt aydını üzerinde en fazla etki
yaratanı yukarıda da zikredilen Bedirhan Bey’in isyanıydı. Ancak ne Bedirhan Bey’in ne de
diğer Kürt beylerinin bağımsızlık girişimlerinde Kürt etnik kimliğinin siyasallaştığını görmek
mümkün değildi.
Yüzyılın son çeyreğinde Kürt tarikat şeyhlerinin siyasî anlamda ön plana çıkarak yerel
otoriteler haline gelmelerinden kısa bir süre sonra –tüm feodal yapılarda olduğu– bu yerel
otoritelerden birisi diğerleri üzerinde hâkimiyet kurdu. Nakşibendî tarikatının Halidî kolundan
Şeyh Ubeydullah Nehrî etkinlik sahasını tıpkı eski beylikler gibi genişleterek Kürtler üzerinde
birleştirici bir otorite haline geldi. Yalnızca Osmanlı topraklarındaki değil aynı zamanda
İran’daki Kürt aşiretleri üzerinde de hâkimiyet kuran Ubeydullah İstanbul’dan da hürmet
görmekteydi.
Ubeydullah’ın önceki Kürt beylerinden ve şeyhlerden farklı yönü milliyetçi
söylemleriydi. “Kürt halkı beş yüz binden fazla aileyle ayrı bir halktır, dilleri ve mezhepleri
hem İranlılardan hem Türklerden farklıdır; yasaları ve gelenekleri ayrıdır” diyerek aşiretler
üstü Kürt milliyetçiliği fikrinin oluşmasında ilk katkıyı yapanlardan birisi oldu.85
Ubeydullah
bununla kalmayarak, bölgedeki başıbozukluğun giderilmesinin tek yolunun Kürtlerin bu
bölgede kendi kendilerini yönetebilmeleri olduğunu söylüyordu. 86
Şeyh Ubeydullah’ın etkin olduğu dönem, 93 Harbi’nin yaşandığı, bölgedeki refah ve
güvenlik seviyesinin asgari düzeyde olduğu ve yoğun Kürt nüfusunun yaşadığı bölgeler için
84
Sasuni, age, s. 143-144. 85
Şeyh Ubeydullah’ın Dr. Cochran’a yazdığı mektup, 5 Ekim 1880, aktaran Jwaideh, age, s. 167. 86
Ubeydullah’ın Kürt Milliyetçiliği’ne katkı yapan görüşleri için bkz. Jwaideh, age, s. 161-176
27
Ermeni özerklik taleplerinin alenen dile getirildiği yıllardı. Özellikle Ermenilerin talepleri
ileride de görüleceği üzere Kürtler arasında hem kaygı hem de tepki yaratıyordu. Dolayısıyla
Kürt etnik kimliğinin siyasallaşması için koşullar oldukça uygundu.
Şeyh, Ermeni taleplerinden rahatsız olduğu gibi bölgedeki pek çok kötülükten
Kürtlerin sorumlu tutulmasından da rahatsızdı. Ona göre bütün kötülük Türklerin ve
İranlıların bölgeyi kötü yönetmesinden kaynaklanmaktaydı.87
Bu kötü yönetim yüzünden
Ermeniler büyük güçlerin desteğini almışlardı ve yine bu kötü yönetim yüzünden Ermenilerin
eline Kürtleri hükümranlık altına alma şansı geçmişti. Bu gidişe Türkler engel
olamayacaklardı. Dolayısıyla Kürtlerin bir araya gelerek inisiyatifi ele almaları gerekiyordu.88
Eğer bölgede Kürtler hâkimiyet kurarak kendi kendilerini yönetirlerse kötülükler de ortadan
kalkacaktı. Şeyhin bu düşünceleri sadece düşünsel düzlemde bir milliyetçilik olarak
kalmayacak ve bunları ilk fırsatta eyleme de dökecekti. Şeyh Ubeydullah’ın İran ve
Osmanlı’ya karşı giriştiği isyanlar ve Ermenilerle olan ilişkileri ileriki bölümlerde daha
ayrıntılı ele alınacaktır.
Ubeydullah’ın ardından bölgede durum eskiye dönse de, 93 Harbi sonrası bölgedeki
gücünü ve etkisini iyice yitiren Osmanlı onun tasfiyesiyle birlikte bilhassa güneydeki
aşiretleri artık dizginleyemez hale gelecek; milliyetçi fikirler ise yüzyılın sonunda eğitimli
Kürtler ve Kürt aydınları arasında, özellikle de Bedirhan Bey’in torunlarının faaliyetleri ile
yaygınlaşmaya başlayacaktı.
4. 1878 BERLİN KONGRESİ SONRASI KÜRT-ERMENİ İLİŞKİLERİ:
1875-1878 yılları Osmanlı İmparatorluğu, Kürtler ve Ermeniler için tarihî kırılma
dönemlerinin yaşandığı yıllardır. Bu kırılmalar sonraki yıllarda hızla dönüşecek olan
ilişkilerin anlaşılması bakımından önem arz etmektedir.
Kürtlerdeki değişim, önceki bölümde de bahsedildiği gibi Ermeni talepleri karşısında
etnik kimliklerin siyasallaşmaya başlamasıydı. Bu dönüşüm Ayastefanos (1878) ve Berlin
(1878) Antlaşmalarında Kürtlerin “Ermenilere zarar veren toplum” olarak lanse edilmeleriyle
birlikte daha fazla ivme kazanacaktı.
Ermenilerdeki değişimin de belirleyicileri 93 Harbi, Ayastefanos ve Berlin
Antlaşmalarıydı. Bu antlaşmalarla Ermeniler ilk kez bir uluslararası belgede yer alıyor ve
87
Jwaideh, age, s. 167-169. 88
Jwaideh, age, s. 168.
28
böylece uluslararası bir sorunun konusu oldukları tasdik ediliyordu. Bu döneme kadar Ermeni
muhaliflerden ve devrimcilerden farklı olarak Saltanat nezdinde makbul bir kurum olan
Patrikhane, savaş sonunda ve barış görüşmeleri sürecinde izlediği politikayla bu konumunu
yitirmeye başladı. Bu politikalar ve sonraki gelişmeler Osmanlı Ermenilerinin –tıpkı
1829’daki bağımsızlık sonrasında Osmanlı Rumları gibi– payitaht nazarında bütünüyle zan
altında kalmalarına neden oldu.
1875-1877 yılları arasında imparatorluktaki gelişmeler de çarpıcıydı. Bulgaristan’daki
karışıklıklar sonrası Batıdan gelen reform talebine karşılık, devlet vergilere yönelik bir takım
düzenlemeler yapmış, ancak bu düzenlemeleri Batı başkentlerine bildirdikten birkaç gün
sonra Ramazan Kanunnamesi ile iflasını ilân etmişti.89
Bulgaristan’daki duruma ilişkin
düzenlenen uluslararası konferansın yapıldığı gün de Meşrutiyet ilân edildi. Osmanlı,
Meşrutiyet’in ilânına dayanarak konferanstan çıkan sonuçların tümünü reddetti. Böylece
Rusya’nın 1856’dan beri beklediği savaş için uygun ortam oluşmuş oldu.
Ancak Osmanlı için tarihin akışını değiştiren asıl gelişme Sultan II. Abdülhamid’in
tahta çıkışıydı. II. Abdülhamid, amcası Abdülaziz’in tahttan indirildikten sonra şüpheli ölümü
ve sonra tahta çıkan ağabeyi V. Murad’ın da akıl sağlığı bozulduğu gerekçesiyle Çırağan
Sarayı’na kapatılması üzerine Meşrutiyet’i ilân edeceği sözünü vererek padişah oldu.
İmparatorluğun içinde bulunduğu durumun yanı sıra hem bu deneyimler hem de padişahlar
üzerinde var olan vesayet, II. Abdülhamid’in kuşkucu ve her şeyi kontrol altında tutmak
isteyen politikalarını bir nebze de olsa açıklayabilmekteydi. 93 Harbi’nin getirdiği yıkım
sonrası meşrutiyetten mutlakıyete geri dönüş bu nedenle şaşırtıcı değildi. Ancak mutlakıyet
rejimine geri dönüşün ıslahat, özerklik ve bağımsızlık yanlısı Ermeni siyasî hareketlerinin
yükselişiyle eş zamanlı gerçekleşmesi ülkede yaşanacak şiddet için uygun bir iklim sağladı.
4.1. 93 Harbi ve Sonrasında Kürtler ve Ermeniler:
4.1.1. Ermeniler:
Savaşın ilân edilmesiyle birlikte Sultan’ın gayrimüslimleri vatan hizmetine çağırması
sonucu Ermeni Millî Meclisi savaş ilânından 8 ay sonra 7 Aralık 1877 günü Ermeni halkının
askere yazılarak savaşa katılması için karar aldı.90
Patrik Nerses’in teklifi üzerine alınan bu
karara riayet eden Ermenilerin sayısı bilinmemektedir. Öte yandan savaşta Ermenilerin büyük
89
Yerasimos, age, s. 238. 90
Gürün, age, s. 131.
29
kitleler halinde Rus saflarına geçerek savaştığı iddiası da pek sağlam dayanaklara sahip
değildir. Zira Rusya Ermenilerinin de refah içinde yaşamadıklarını bilen Osmanlı Ermenileri,
bölgenin Rusya’ya ilhakına sıcak bakmamaktaydı. Bölgede kurulacak Rus hâkimiyetinin
Panislavizm ve Ortodokslukla eşdeğer olacağını Rusya Ermenilerinin durumlarına bakarak
anlayabiliyorlardı. 91
Yine de Plevne’nin düşüşüyle Osmanlı mağlubiyetinin kesinleşmesi
sonrasında Patrikhane’nin diplomatik girişimleri ve bu girişimlerdeki söylemleri net biçimde
Rusya yanlısı bir görüntü çiziyordu.
Plevne düştükten 8 gün sonra Millî Meclis almış olduğu askere yazılma kararını iptal
etti.92
Savaşın galibi Rusya, doğudaki illeri işgale başladıktan sonra Ermeniler Rusya ile
çeşitli düzeylerde temasa geçtiler.93
İlk temas girişiminde Ermeni Meclisi ve Patrikhane,
İmparator II. Alexandr’a sunulmak üzere Eçmiyazin Katogikosluğuna bir muhtıra
gönderilmesine karar verdiler. Ermenilerin imparatordan talepleri şu şekildeydi:
“1-Fırat’a kadar olan bölgenin Türklere geri verilmemesi ve
buraların, Ararat ili ile birleştirilerek, Rus Çarı’nın ülkesinin
bir parçası olmasının temin buyrulması;
2-Arazi ilhakı olmayacağı bize duyurulduğundan –eğer böyle
olacaksa– Bulgaristan ve Bulgar milletine verilecek
imtiyazların, bütün Rusların hükümdarı Haşmetmeâp efendimiz
tarafından Ermeni milletine de bahş ve ihsan buyrulması;
3-İşgal olunan toprak boşaltılacaksa hükümetten ıslahat için
maddî teminat alınması ve ıslahatın tamamlanmasına kadar
Rus askerlerinin işgal ettikleri toprakları boşaltmaması”94
II. Alexandr’a iletilen taleplerin ilkinde ilhak çağrısı yapılmasına rağmen gerçekte
bunun gerçekleşmeyeceğinin bilindiği ikinci talepte belirtilmişti. Dolayısıyla muhtırayı
kaleme alanların düşüncelerinde ilhaktan ziyade muhtariyet veya ıslahat olduğu anlaşılıyordu.
Gerçekleşmeyeceği zaten bilinen ilk talep ise Patrikhane ve Meclis’in “Muzaffer
İmparator”un güvenini kazanma girişiminden başka bir şey değildi. Nitekim Ayastefanos
Antlaşması imzalanana kadar gerek imparatora gerekse Prens Gorçakof’a gönderilen diğer
dilekçelerde ilhaktan hiç söz edilmedi.95
Bu dilekçelerde ve daha sonra Ayastefanos ile Berlin
antlaşmaları arasındaki girişimlerde “Ermenistan” için Lübnan’a veya Bulgaristan’a benzer
bir statü talep edildi.96
Bosna-Hersek, Karadağ, Sırbistan, Romanya ve Bulgaristan’ın reform,
muhtariyet, bağımsızlık skalasındaki kaderlerini Rusya belirlemişti. Ermeniler de kendilerine
91
Anaide Ter Minassian, Ermeni Devrimci Hareketi’nde Milliyetçilik ve Sosyalizm: 1887-1912, çev. Mete
Tunçay, İletişim Yayınları, İstanbul, 1992, s. 16-17. 92
Gürün, age, s. 131. 93
Gürün, age, s. 164-165. 94
Saruhan, Ermeni Meselesi ve Ermeni Millî Meclisi, s. 261-262’den aktaran Uras, age, s. 199. 95
Bkz. Uras, age, s. 200-202. 96
Uras, age, s. 218.
30
bu skalada bir yer arıyorlardı. Zira artık Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihe karışmasının
önündeki tek reel engel uluslararası dengelerdi. Ancak Ermeni temsilciler bu dengeleri göz
ardı ederek Rusya ile alelacele münasebet kurma yoluna gittiler. Son olarak Patrik’in
girişimleri, Ermeni beklentilerini karşılamasa da, bir sonuç verdi ve Ermenilerin durumu
Ayastefanos Antlaşması’nın 16. maddesinde şu şekilde yer aldı:
"Ermenistan'da Rus işgalinde bulunan ve Türkiye’ye geri
verilecek olan toprakların Rus askerince boşaltılması, oralarda
iki devletin iyi ilişkilerine zararlı karışıklıklara yol
açabileceğinden Osmanlı Hükümeti Ermenilerin yaşadığı
eyaletlerde mahalli menfaatlerin gerektirdiği ıslahat ve
düzenlemeyi vakit kaybetmeksizin yapmayı ve Ermenilerin
Kürtlere ve Çerkezlere karşı güvenliklerini sağlamayı garanti
eder".97
Osmanlı İmparatorluğu için savaşın sonuçları çok ağırdı. Askerî, siyasî ve ekonomik
tahribat bir yana Rus ordularının Dolmabahçe Sarayı’na 20 kilometre mesafede
Ayastefanos’ta (Yeşilköy) karargâh kurmalarının yarattığı psikolojik tahribat çok daha
büyüktü. Bu nedenle Ayastefanos Antlaşması, şartların bütün ağırlığına rağmen kabul edildi.
Fakat beklenildiği gibi Avusturya, İngiltere, Fransa ve Almanya derhal uluslararası bir
konferans için harekete geçti.
Ayastefanos’tan Berlin Kongresi’ne kadar geçen üç aylık dönemde Ermeniler özellikle
İngiltere ve Fransa nezdinde girişimlerde bulunarak Balkan Hıristiyanlarına tanınan hukuku
kendileri için de talep ettiler.98
Bunun da ötesinde Ermenistan muhtariyeti için hazırlanmış
bulunan bir idari teşkilat yönetmeliği Berlin Kongresi’ne sunuldu. Tafsilatına burada
girmeyeceğimiz yönetmelikte muhtariyeti istenilen Ermenistan’ın sınırları Erzurum ve Van
vilayetlerinin yanı sıra, Trabzon - Batum kıyı şeridinden başlayarak, batıda Fırat nehri ile
sınırlanan ve Diyarbakır ile Siirt’in kuzey bölgelerine kadar inen toprakları kapsamaktaydı.
Kürtler bölge nüfusunun çoğunluğunu oluştursa da yönetmelik bu bölgelere Ermeni bir
valinin atanmasını öngörmekteydi. 99
Nüfus sorunu patrikliğin yönetmelikle birlikte kongreye sunduğu nüfus durumunu
gösteren çizelgelerle çözülmeye çalışılmıştı. Çizelgelerden bir örnek vermek gerekirse, söz
konusu bölgelerde yaşayan toplam 2 milyon 62 bin nüfusun 1 milyon 330 bini Ermeni, 530
bini Türk, 120 bini ise Kürt’tü.100
Bu istatistikler Berlin’de çok ciddiye alınmadı. Patrikliğin
hep şikâyetçi oldukları Kürtlerin, kendilerinden on kat daha kalabalık olan Ermenilere yarım
97
Bilâl N. Şimşir, Ermeni Meselesi: 1774-2005, 2. Basım, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2005, s. 55-56. 98
Gürün, age, s. 164-165. 99
Söz konusu teşkilat projesi için bkz. Uras, age, s. 227-231. 100
Uras, age, s. 232.
31
asırdır nasıl zulüm edebildikleri sorusu ise hiç sorulmadı.101
Patriğe göre “Kürtler gelişmeye
engel olmasaydı Ermenilerin nüfusu 3,5 milyonu bulabilirdi.” Yine patriğe göre “bölgedeki
bir miktar Kürt nüfusu için diğer barbar halklar gibi ayrı bir karar almaya da gerek
yoktu.”102
Neticede Berlin Antlaşması Ermenilerin muhtariyet talepleri dikkate alınmaksızın
imzalandı. Ayastefanos Antlaşması’nın 16. maddesi değiştirilerek, 13 Temmuz 1878 tarihinde
imzalanan Berlin Antlaşması’nın 61. maddesinde şu şekilde yer aldı:
"Osmanlı Hükümeti, halkı Ermeni olan eyaletlerde mahalli
ihtiyaçların gerektirdiği ıslahatı yapmayı ve Ermenilerin,
Çerkez ve Kürtlere karşı huzur ve güvenliklerini garanti etmeyi
taahhüt eder ve bu konuda alınacak tedbirleri devletlere
bildireceğinden, bu devletler söz konusu tedbirlerin
uygulanmasını gözeteceklerdir".103
Bu hüküm, esasında maddî kaynakların paylaşımına dayalı geleneksel ilişkilerden
kaynaklanan ve son yarım asırda etnik bir görünüm almaya başlayan şiddet eylemlerine
bütünüyle etnik çatışmalar gözüyle bakıldığının kanıtıydı. Çünkü bölgede büyük bir aşirete
bağlı olmayan silahsız ve korumasız dolayısıyla yine göçebe Kürtlerden zulüm gören pek çok
Kürt köylüsü de vardı. Ancak bunların huzur ve güvenlikleri için Bâb-ı Âli’den herhangi bir
taahhüt istemeye gerek duyulmadı.
Antlaşmanın lafzında hissedilmese bile hemen ertesinde yaşanan gelişmeler
Ermenilerin hamiliğinin Rusya’dan İngiltere’ye geçtiğini gösteriyordu. İngiltere muhtemel bir
Rus harekâtının önüne geçebilmek adına Osmanlı’ya bölgede ıslahat yapması için baskı
yapmaya antlaşmanın imzalanmasından hemen sonra başladı.104
1879 yılında Londra ile
İstanbul arasında gelip giden notalardan sonra Sultan, bir Islahat Komisyonu oluşturulması
emrini verdi. Başkanları Türk, yardımcıları ise Ermeni olan komisyonun ilk icraatı ise yüzden
fazla Kürt ağasını Halep’e sürmek oldu.105
İngiltere’nin Osmanlı üzerindeki baskısının temel konularından birisi vilayetlerin
idaresiydi. Ermeniler kendi yaşadıkları bölgelere Ermeni vali talep ediyorlardı. Ancak hem
Osmanlı hem de diğer yabancı konsolosluk verilerine göre Ermeniler vilayetlerin hiçbirisinde
kahir ekseriyeti oluşturamıyorlardı. Ayrıca karşılıklı notalardan anlaşıldığı kadarıyla ıslahat
çalışmaları da İngilizler için tatmin edici değildi. İngilizler derhal bir nüfus sayımının
101
Dündar, age, s. 18. 102
Uras, age, s. 233, 235; Dündar, age, s. 19. 103
Şimşir, age, s. 58. 104
Uras, age, s. 274. 105
Dündar, age, s. 21.
32
yapılmasını ancak Kürtlerin “göçebe oldukları gerekçesiyle” bu sayımın dışında tutulmasını
istiyorlardı.106
Bu Ermeniler için en uygun yoldu; ne de olsa göçebe Kürtler vergi vermiyorlar
ve askerlik yapmıyorlardı. Muhtemelen İngiliz yetkililer böyle bir talebin kabul
edilmeyeceğini, kabul edilse dahi uygulama esnasında çok şiddetli sonuçlar doğuracağının
farkındaydılar. Kaldı ki 1875’te moratoryum ilân eden devletin kasası da bomboştu ve
Avrupalı alacaklılar borçlarının ödenmesini beklerken kısa sürede bir sayım yapılması
mümkün değildi.107
7 Eylül 1880 günü büyük güçler (İngiltere, Rusya, Almanya, Fransa, İtalya ve
Avusturya-Macaristan) Berlin Antlaşması’nın 61. maddesinin uygulanmadığını belirterek
Bâb-ı Âli’ye ortak bir nota verdiler.108
Bu notanın da uygulanabilirliği şüpheliydi. Notada
Osmanlı’nın göçebe aşiretlerle yerleşik Ermenileri aynı idari yapı altında yönetmeye
çalışması eleştiriliyor ve idari sınırların yeniden belirlenerek Ermenilerle Kürtleri (gereğine
göre Türklerle Ermenilerin bir arada bulunabileceği) ayrı idari yapılar altında toplayacak
düzenlemelerin yapılması öneriliyordu. Buna ek olarak nüfus sayımı ve sayıma göçebe
unsurların dahil edilmemesi talebi de yineleniyordu.109
Söz konusu talebin dikkat çekici yönü
esasında devletlerin 61. maddedeki etnik vurgunun çok yerinde olmadığını itiraf etmiş
olmalarıydı. Zira notada yerleşiklerin (Türkler ve Ermeniler) bir arada olabileceği ancak
göçebelerin (Kürtler) bunlardan ayrılması gerektiğine vurgu yapılıyordu.
Devam eden yıllarda bölgede ıslahat yapılmasına ilişkin baskılar sürdü. Bu baskılara
karşı Bâb-ı Âli kimi zaman yeni düzenlemeler yapıyor, kimi zaman oyalama taktiklerini
devreye sokuyordu. Fakat ne gerçek bir ıslahat yapmak mümkündü, ne de böyle bir niyet söz
konusuydu. Mümkün olmaması askerî, coğrafî, demografik, toplumsal ve ekonomik şartlarla
ilgiliydi. Niyetin olmaması ise Devlet-î Âli’nin varlığını sürdürmesiyle ilgiliydi. Hıristiyan
halkların Rusya ve İngiltere marifetiyle muhtariyete ya da bağımsızlığa kavuşmasıyla
Avrupa’daki topraklarının tamamına yakınını yitiren imparatorluk, aynı durumla bu sefer
Anadolu’da karşı karşıyaydı. Ermenilere tanınacak muhtariyetin de eninde sonunda
bağımsızlık getireceği öngörülebilirdi. Bölgedeki Müslüman Kürt varlığının, homojen bir
Ermeni nüfusunun oluşmasına engel teşkil etmesi imparatorluk için paha biçilmez değerdeydi.
Dolayısıyla Kürtleri yok sayma ya da nüfusları bölgeler bazında homojenleştirme taleplerini
açıktan reddetmediyse de oyalama taktikleriyle bu girişimlerin önü alınabildi.
106
Dündar, age, s. 23. 107
Buna rağmen Osmanlı İmparatorluğu’nda 1881 yılında bir nüfusu sayımına başlanmış fakat 12 yıl süren bu
sayım ancak 1893’te tamamlanabilmiştir. Bkz. Dündar, age, s. 35. 108
Uras, age, s. 286. 109
Uras, age, s. 287-288; Dündar, age, s. 24.
33
4.1.2. Kürtler:
Savaş sırasında Kürt aşiretlerinden savaşa katılanlar Osmanlı cephesinde yer aldılar.
Şeyh Ubeydullah’a bağlı aşiretler de bu kuvvetler arasında Beyazıt bölgesinde savaşıyorlardı.
Savaş sırasında Osmanlılar Kürt aşiretlerine binlerce silah dağıttılar.110
Buna karşın Celîlé
Celîl’in iddiasına göre ilerleyen dönemlerde pek çok Kürt savaş alanından firar ettiler ve
bunların bazıları Rus Ordusu saflarında yer aldılar.111
Savaş sonundaki koşullar Ermeniler için olduğu kadar sivil Kürtler için de ağırdı.
Bölgede zaten var olan düzensizlik ve başıboşluk savaş sonrasında artarak devam etti. Bu
koşulların üzerine gelen Berlin Antlaşması’nın 61. maddesi Kürtler ile Ermeniler arasındaki
ilişkinin seyrini değiştirdi. Bölgede bir Ermenistan devleti kurulacağı söylentisi çok kısa
sürede yayıldı. Berlin Antlaşması’nda altı kalın çizgilerle çizilen etnik farklılık, artık Kürtler
için de Ermenilerle ilişkilerinin tek referans noktası olmaya başladı. Ermeniler artık alışveriş
yapılan esnaf, sömürülecek köylü, soyulacak tacir ya da zengin tefeci olmaktan öte sadece
“Ermeni”ydi. Ermenilerin “öteki” konumuna tam olarak yerleşmeleri Kürtlerin etnik
kimliklerinin billurlaşmasına yardımcı oldu ve milliyetçi izler taşıyan söylemlerin
yaygınlaşmasını sağladı. Nitekim Ubeydullah da Berlin Antlaşması’na “Ermeniler Van’da
bağımsız bir devlet kuracaklarmış ve Nesturiler de kendilerini İngiliz tebaası ilân edip İngiliz
bayrağını yükselteceklermiş. Kadınları silahlandırmak zorunda kalsam da buna asla izin
vermeyeceğim” diyerek tepki gösteriyordu.112
II. Abdülhamid’in emriyle kurulan
komisyonların çok sayıda ağayı Halep’e sürmesi de bölgedeki Ermeni egemenliği korkusunu
arttırdı. Bu korku Ubeydullah’ın savaştan sonra gücünü arttırmasında en az bölgedeki
başıboşluk kadar etkili oldu. Ubeydullah savaşın üzerinden çok kısa bir zaman geçmişken,
biraz da 93 Harbi’nden kalan silahlar sayesinde, Osmanlı’ya isyan edecek ve İran’a saldıracak
gücü toplayabilmişti.
110
Jwaideh, age, s. 182-183; Sasuni, age, s. 150. 111
Celîl 17 Haziran 1877 günü Beyazıt’ta 1500 kişinin cepheyi terk ettiğini, başka ordulardan firar eden 1000
kadar Kürt olduğunu, Beyazıt kuşatması sırasında Ubeydullah’ın saflarındaki 5000 kişiden yalnızca 1443 Kürt
kaldığı için kuşatmayı kaldırmak zorunda kaldığını yazmaktadır. Pavel İ. Averianov, Rusya’nın XIX. Yüzyılda
Acemistan ve Türkiye ile Yürüttüğü Savaşlarda Kürtler, Tarihi Eskiz, Tiflis, 1900, s. 195’ten aktaran Celîl, age,
s. 29. Öte yandan Celîl’in eserinde ve muteber kaynaklarda 93 Harbi esnasında Rus saflarına geçtiği iddia edilen
Kürtler hakkında kayda değer bir bilgi bulunmamaktadır. Rus kaynakları da dikkate alındığında savaşta saf
değiştiren aşiretlerin belirlenmesi, savaş alanını terk edenlerin belirlenmesinden daha kolay olacağından Celîl’in
bu iddiasının somut verilerle desteklenmesi gerekmektedir. 112
Jwaideh, age, s. 171.
34
1879 yılında Şeyh Ubeydullah’ın oğlu Şeyh Abdülkadir’in komuta ettiği birliklerin
Osmanlı’ya karşı giriştiği küçük çaplı isyana rağmen, Ubeydullah bu olaydaki
sorumluluğundan sıyrıldı ya da İstanbul bu durumu görmezden gelmeyi tercih etti. Dahası
isyan sonrası cezalandırılmak şöyle dursun İstanbul’da hürmet görmüştü. Zira Berlin
Antlaşması’ndan sonra Kürtler üzerine seferler düzenlemek ve onları güçsüz bırakmak
Ermeni muhtariyetini hızlandırmaktan başka bir işe yaramayacaktı. Geri dönüşünde aşiretleri
tekrar hareket geçirerek ve İran’daki aşiretlerin desteğini alarak bu sefer İran’a büyük ve
yıpratıcı bir saldırı düzenledi. Ancak başarısız oldu ve geri dönüşünde sürgüne gönderildi.113
Kürtler ve Ermeniler arasındaki ilişkilerin patlamaya hazır bir bomba haline geldiği ve
Kürtlerin Berlin Antlaşması’nın sonuçlarından son derece rahatsız olduğu bir dönemde
Ubeydullah’ın Ermenilerin üstüne gitmemesini irdelemek gerekir. İddialardan birisi
Osmanlı’nın Ubeydullah’ı Ermenileri katletmesi için kışkırttığı yönündedir.114
Ancak
İngiltere ve diğer büyük güçler tarafından sürekli reform için baskı gördüğü bir dönemde
yaşanacak Ermeni katliamları Osmanlı’nın ancak bölgedeki kontrolü kaybetmesi sonucunu
doğuracaktır.115
Dolayısıyla ihtiyatla yaklaşılması gereken bir iddiadır. Burada net olan nokta
Şeyh’in Bedirhan Bey’in hatasına düşmemesi ve koruma altında olan Nesturilere ve
Ermenilere dokunmamasıydı. Zira oluşturduğu strateji öncelikle Türkmenlerle savaş halinde
olan İran’a karşı Kürtleri ayaklandırarak bu bölgede sağlam bir otorite tesis etmek ve bu
bölgede güçlendikten sonra uygun konjonktürde Türkiye Kürtlerinin bu yapıya katılımını
sağlayacak isyan ve savaş adımlarını atmaktan ibaretti. Bu strateji aynı zamanda Batılı
devletlerin muhalefeti ile de karşılaşmamalıydı. Jwaideh’in tespitiyle “Nesturilerin ve
Ermenilerin korunması Şeyh için batıdan sağlanacak büyük avantajlar karşısında çok küçük
bir maliyetti.”116
Ubeydullah’ın sürgüne gönderilmesiyle bölgedeki huzursuzluk kaldığı yerden ve
artarak devam etti. Savaş sonrasında bölgede kıtlık olarak nitelendirilebilecek ekonomik
sıkıntının yanında bir de Kürtlerin ve Kafkas mültecilerinin iskân edilmesi sorunuyla karşı
113
Ubeydullah’ın İran saldırısı için bkz. Celîl, age, s. 30-38; Jwaideh, age, s. 183-205. 114
Bu iddia hem Sasuni hem M. Kalman tarafından dile getirilmektedir. Sasuni daha da ileri giderek Sultan’ın
Ubeydullah’a Ermenileri katletmesi için emir verdiğini iddia etmektedir. Bkz. Sasuni, age, s. 160. Kalman ise
Basil Nikitine’e yaptığı atıfta Osmanlı yetkililerinin Şeyhi bu yönde kışkırttığını iddia eder. Ancak Basil Nikitin
bu kışkırtmaların Urmiyeli Hıristiyanlara karşı ve Şeyhin kendi yandaşlarından geldiğini yazmaktadır. Bkz.
Kalman, age, s. 49, Nikitine, age, s. 352. 115
Esasen Şeyh Ubeydullah dönemini ayrıntılı biçimde ele alan Celilê Celîl ve Wadie Jwaideh de II.
Abdülhamid’in Şeyhi Ermenilere karşı herhangi bir girişim için yönlendirdiğinden söz etmemektedirler. 116
Jwaideh, age, s. 172.
35
karşıya kalındı. Devlet 1858’den beri bu politikayı güdüyordu ancak Berlin Antlaşması
sonrası verilen notalarda göçebelerin sayımlara tabi tutulmaması talepleri buna hız verdi.
Diğer bir sorun göçebe ekonomisinin temeli olan yünle ilgiliydi. Eskiden göçebelerin
elindeki ham yünü, tezgâhlarda geleneksel biçimde üretim yapan dokumacılar alırlardı.
Fabrikalarda üretilen ucuz İngiliz mallarının piyasaya girişiyle dokumacılık sektörü bitme
noktasına geldi. Böylece ham yün İngilizler tarafından alınmaya başladı. Ancak bir süre sonra
İngiliz üreticilerin Avustralya ve Arjantin’den daha ucuz ve kaliteli yün tedarik etmeleri hem
Osmanlı’nın yün ihracatına hem de göçebe ekonomisine büyük bir darbe indirdi. Bu durum
devletin de teşviki ile bazı Kürt göçebelerin yerleşik hayata geçmelerini sağladı.117
Bu
noktada göçebe Kürtlerin Ermenilerin bulunduğu bölgelere iskân edilmesi şiddeti arttıran
önemli bir unsurdu. Ancak farklı bölgelere iskân edilseler de tarımsal üretimi bilmedikleri için
yine civardaki Ermenilerin ürünlerine el koymaya çalışmaları şaşırtıcı olmayacak; bu da başka
bir şiddet kaynağı olacaktı.118
İskân meselesinin yanında bir de çok sık yapılan şikâyetlerin ve bunların sonuçlarının
yarattığı rahatsızlık vardı. Ermenilerin, yaptıkları şikâyetler sonucunda korunmaları her
zaman mümkün olmuyordu. Şikâyetler ve şikâyetlerin sonrasında aşiretlerden gelen
cezalandırıcı müdahaleler de kimi zaman şiddetin sebebi olabiliyordu.119
Berlin Antlaşması sonrası yaşanan şiddettin en önemli sebeplerinden birisi de
Ermenilerin pasif tutumlarını değiştirerek kimi bölgelerde göçebe Kürtlerden kaynaklanan
yerel nitelikli gasp, talan, kaçırma gibi eylemlere silahla mukabele etmeleriydi.120
Silahla
mukabele Kürt aşiretlerinde şaşkınlığa neden olurken düşmanlığın da derinleşmesine yol açtı.
Tutum değişikliğinde muhakkak ki Berlin Antlaşması’nın getirdiği yeni havanın, koruma
altında bir toplum olmanın verdiği cesaretin, örgütlenmeye başlamanın, propagandanın, bilinç
düzeyinin yükselmesinin, silaha sahip olmanın ve buna benzer pek çok gelişmenin payı vardı.
Ancak en önemlisi Berlin Antlaşması’nın ardından özellikle Rusya’nın çekildiği topraklarda
Ermenilerin kendilerini artık daha güvensiz hissetmeye başlamalarıydı. Zira artık Millet-i
Sâdıka ünvanlarını yitirmişler ve tıpkı 1829’dan sonra Osmanlı Rumları gibi zan altında
kalmışlardı. 1880’li yıllarda oluşan muhalif-devrimci silahlı Ermeni komiteleri de bu
durumun daha fazla körüklenmesine sebep oldular.
117
Yerasimos, age, s. 384. 118
Dündar, age, s. 44-45. 119
Dündar, age, s. 44. 120
Bkz. Sasuni, age, s. 178-183.
36
4.2. Ermeni Komitelerinin Teşkili:
Ermenilerin ilk silahlı örgütlenmeleri 93 Harbi’nin hemen ertesine rastlamaktadır.
Kurulan ilk örgütler yerel nitelikli küçük gruplardır. Anavatan Savunucuları, Armenakan,
Fedakârlar Cemiyeti, Silahlılar ve Müdafi Vatandaşlar çoğunluğu Erzurum ve Van’da kurulan
örgütlerden bazılarıdır.121
Bu örgütler dışında biraz daha ayrıntılı incelenmesi gereken geniş
çaplı ve etkili iki örgüt bulunmaktadır.
Bunların ilki 1887’de kurulan Hınçak örgütüydü. Ermeni toplumu içinde sınıf bilinci
yaratmaya ve sosyalizm ile milliyetçiliği bağdaştırmaya çalışan122
örgütün amacı mevcut
düzeni devrimle ortadan kaldırarak “Türkiye Ermenistanı”nın politik ve ulusal bağımsızlığını
sağlamaktı. Örgüt programında amaca varılmak için izlenecek metodun propaganda, tahrik,
tedhiş, teşkilatlanma ve işçi-köylü hareketleri olduğu belirtiliyordu. Propaganda isyanın
sebeplerini halka anlatmak; tahrik ise hükümete karşı gösteriler düzenlemek, vergi
ödememek, ıslahat istemek, aristokrasiye karşı nefret yaratmak olarak açıklanmıştı. Tedhişin
hedefine ise hükümet, hükümet için çalışan Türkler ve Ermenilerle birlikte casusluk yapanlar
konulmaktaydı.123
Hınçak’ın programında yer alan metotlar 1890’dan sonra artacak olayların
ortaya çıkış biçimini anlamak bakımından önemlidir. Örgüt 1896’ya kadar etkili oldu ve
Kumkapı olaylarında, Zeytun ve Sason isyanlarında ve Bâb-ı Âli gösterisinde yer aldı. 1894-
1896 arasında yaşanan ağır şiddet olaylarının sonrasında gerek etkili sonuçlar alamadıkları
için gerekse mensupların fikir ayrılıkları nedeniyle çözülme dönemine girdi.124
Diğer örgüt olan Ermeni Devrimci Federasyonu (EDF) (Hay Heğapohagan
Taşnaktsutyun) 1890’lı yıllarda yaşanan çatışmaların bir diğer aktörüydü. Her ne kadar ilk
kongrelerinde sosyalizme ilişkin kararlar alınsa da ve örgütte sosyalist - devrimci üyeler yer
alsa da, Hınçak ile kıyaslandığında EDF’nin sosyalist niteliğinden bahsetmek zordur. Zira
millî birliğe sınıf bilincinden daha fazla önem atfetmektedir.125
Parti programının, kültürel
haklara vurgu yaparken, bağımsızlık veya özerklikten bahsetmemiş olması programda yer
alan metotlarla çelişkili görünmektedir. Bu metotlar arasında gerilla grupları kurma, halkın
moralini yüksek tutma, halkı silahlandırma, komiteler kurma, devlet kurumlarına ve
121
Kalman, age, s. 41. 122
Rıfat N. Bali, Arus Yumul ve Foti Benlisoy, Yahudi, Ermeni ve Rum Toplumlarında Milliyetçilik”, Modern
Türkiye’de Siyasî Düşünce Cilt4: Milliyetçilik, ed. Tanıl Bora ve Murat Gültekingil 4. Basım, İletişim Yayınları,
İstanbul, 2009, ss. 919-923, s. 920. 123
Mim Kemal Öke, Uluslararası Boyutuyla Anadolu ve Kafkasya Ekseninde Ermeni Sorunu, İz Yayıncılık,
İstanbul, 1996, s. 115; Gürün, age, s. 198-201; Kalman, age, s. 42-43. 124
Minassian, age, s. 24-25; Gürün, age, s. 200-201. 125
Bali, agm, s.920.
37
muhbirlere saldırma, silah ve insan sağlamak yer almaktadır.126
EDF, Hınçak’tan daha
gerçekçi bir bakışla, hedefe giden yolda Batılı güçlere ihtiyaç duyacağının farkında
görünmekle birlikte, daha pragmatist yöntemlerle de tıpkı Bulgaristan’da olduğu gibi
dikkatleri bölgeye çekmeyi hedeflemiştir. Dolayısıyla bağımsızlık söyleminden uzak
durmuştur. Bu bağımsızlık fikri EDF’nin programına ancak 1919 yılında Erivan’da
gerçekleştirilen dokuzuncu kongresinde girmiştir.127
Hınçak ve EDF’nin sistem içerisinde kalarak, Ermeni toplumuna Kürtlerden gelen
baskıları azaltmak ve onları korumak gibi amaçları olduğunu söylemek zordur. Her iki örgüt
de temelde sorunlara neden olan sistemi yıkmayı hedefledikleri için bu anlamda devrimci
örgütlerdir. Partilerde sosyalist fikirlerin ön planda olmasını Yerasimos “büyük Ermeni
burjuvazisinin millî burjuvazi görevini üstlenmemesine” bağlamaktadır. Kilise içinden çıkan
ilk millî hareketler burjuvaziden ciddi bir destek bulamayınca radikalleşmiştir.128
Bu noktada
Ermeni burjuvası böyle bir güce sahip olmasına karşın devlet üzerinde kendi soydaşları lehine
baskı oluşturmak bir yana yatıştırıcı bir işlev de görmemiştir. Mehr Ohannesyan, “Diğer
milletlerin zenginleri millî kurtuluş söz konusu olunca milyonlar vermişlerdir. Biz aldandık.
Ermeni zenginleri (…) en küçük bir yardımda bulunmadılar” diyerek komitelerin
başarısızlığının sebeplerinden birinin de ekonomik zorluklar olduğunu belirtmiştir.129
Sonuçta
bu yapılanmalar milliyetçi olmanın yanı sıra aynı zamanda sosyalizmi benimsemiş ancak
zaman zaman anarşist niteliği olan radikal gruplar haline gelmişlerdir.
4.3. Hamidiye Alaylarının Teşkili:
“Ermeni Sorunu”nun ortaya çıkışında önemli bir paya sahip olan Kürtler,
imparatorluğun kontrolü yitirmesi muhtemel bir dönemde bölgede Ermeni etkisini
dengeleyebilecek tek unsur olarak siyasî denklemde yer buldular. Normal şartlarda
Ubeydullah gibi bir aktörün, ülkenin uç bölgelerinde güçlenmesi ve etkinliğini artırması,
Bedirhan Bey örneği dikkate alındığında, hiç de hoş karşılanacak bir durum değildi. Fakat
Berlin Antlaşması’nın oluşturduğu yeni konjonktürde Kürtler bir taraftan nüfusları sayesinde
Ermenilerin muhtariyet taleplerinin önünde set oluşturuyorlar, diğer taraftan da olası bir
isyanda askerî güç potansiyeli taşıyorlardı ki bu potansiyel 93 Harbi’nde ve Ubeydullah’ın
İran saldırısında kendisini göstermişti.
126
Gürün, age, s. 203; Kalman, age, s. 45-46. 127
Bali, agm, s.920. 128
Yerasimos, age, s. 384. 129
Mehr Ohannesyan, Cereyanlar, Taşnaktsutyun yayınlarından, Cenevre, 1910’dan aktaran Uras, age, s. 449.
38
Her ne kadar Ubeydullah’ın isyanının cezalandırılmaması Ermeni tehdidiyle
açıklanabilse de, İran seferinin ardından sürgün edilmesi için artık yeteri kadar neden vardı.
Her şeyden önce Ubeydullah, Osmanlı için bir tehdit olacak kadar güçlenmişti. Diğer taraftan
Osmanlı’nın denge oyununda taraf olmayacağı ve Osmanlı’nın bekası için Batılı güçleri
karşısına almayacağı görülüyordu. Ayrıca gerek duyduğunda bağımsız hareket etme
potansiyelinin olduğunu gerek Osmanlı’ya gerekse İran’a yönelik girişimlerinde göstermişti.
Ubeydullah’ın tasfiyesi ile bölgede otorite boşluğunun yeniden belirmesi Sultan ve çevresinin
acil önlem almasını gerekli kıldı. Ermeni komite faaliyetleri ve olası bir Rus savaşı karşısında
imparatorluk kendisine sadık, yerel, gayrinizamî ve isyan edemeyecek kadar küçük, sadece
savaş döneminde kullanacağı, bu nedenle de tüm masraflarını karşılamak zorunda olmadığı
savaşçı birliklere ihtiyaç duyuyordu.
Hamidiye Süvari Alayları130
gerçekte bu belirgin askerî ihtiyaçları karşılamak üzere
hayata geçirilen bir projeydi. Devşirme usulünün kaldırılmasından sonra Balkanlarda
kaybedilen savaşlar sadece toprak kaybına değil insan kaynağı kaybına da yol açtı. Askerlik
yükü büyük ölçüde Anadolu Türklerinin sırtındayken Kürt aşiretlerin savaşlara katılmaları her
zaman sağlanamıyordu. Doğuda hâlihazırda bir Rus tehdidi ve Ermeni meselesi varken
Kürtlerden sistematik bir biçimde askerî birlikler oluşturulması fikri teoride oldukça
yerindeydi. Bu fikir aynı zamanda Kürtlerin iskânı sorununda da önemli bir mesafe kat
edilmesini sağlayacaktı. Hepsinden önemlisi de yüzyılın başından beri uygulanmaya çalışılan
çevrenin merkeze bağlanması konusunda büyük bir adım atılmış olacaktı. Neticede Rus
tehdidi, Ermeni devrimci faaliyetleri, askerlik yükü, Kürtlerin kontrol altına alınması,
merkezîleşme ve iskân sorunlarına oldukça düşük maliyetli bir çözüm getirileceği
düşünülüyordu. Ayrıca Sultan’ın aşiret reislerinden daha üst bir otorite olduğu da Kürt halkına
gösterilmiş olacaktı.131
Hamidiye alaylarının gerçekte neden oluşturulduğu konusunda bugün hâlâ tartışmalar
sürüyor. Ermeni tezleri ağırlıklı bir biçimde II. Abdülhamid’in Ermenilerin Kürtler tarafından
katliamlara tabi tutulması için bu alayları oluşturduğunu iddia etmektedirler.132
Kesin kanıtları
olmayan bu iddialar, sonuçtan yola çıkarak bir amaç belirleme çabası gibi görünüyor.
Gerçekçi gözlerle bakıldığında pek çok yan sebebin yanında temelde bu alayların Rusya
bağlantılı Ermeni örgüt faaliyetlerine karşı kurulmuş olduğu düşüncesi daha sağlam
130
Hamidiye Alayları hakkında ayrıntılı bir çalışma için bkz. Janet Klein, Hamidiye Alayları: İmparatorluğun
Sınır Boyları ve Kürt Aşiretleri, çev. Renan Akman, 2. Basım, İletişim Yayınları, İstanbul, 2014. 131
Klein, age, s. 48. 132
Sasuni age, s. 173; Kalman, age, s. 54.
39
dayanaklara sahip.133
İmparatorluk her şeyden önce, genişleyen örgüt ve propaganda
faaliyetleri nedeniyle olası bir Rus savaşında Ermenilerin alacağı tavırdan haklı olarak kuşku
duymaktaydı. Nitekim alayların teşkil edildiği ilk bölgeler şüpheye yer bırakmayacak şekilde
Ermenilerin, dolayısıyla da komite faaliyetlerinin yoğun olduğu bölgelerdi.134
1890 yılında bazı aşiretlerin alaylara yazılması ile başlayan uygulama, tam olarak
planlandığı gibi yürümedi. Her şeyden önce Kürtlerin kontrol altına alınarak kısa sürede
devlete bağlı yurttaşlar haline getirilmesi gerçekte “uçuk” bir fikirdi. En az birkaç nesil
sürecek bu toplumsal dönüşümün payelerle, armalarla birkaç yılda sağlanacağı düşüncesi
fiyaskoyla sonuçlandı. Alaylar üzerinde denetim olmaması merkezkaç eğilimleri daha da
arttırdı.135
Devletin aşiretlere sağladığı silah ve yetkinin bölgedeki düzensizliği azaltması
bekleniyordu; ancak daha fazla düzensizliğe neden oldu. Örneğin aşiretlerin kendi atlarıyla
alaylara katılmaları şartı, pek çok bölgede at hırsızlığı olaylarına neden oluyordu.136
Payitahtın aşiretlerin alaylara katılması konusunda fazlaca istekli oluşu, alay oluşturması
kabul edilen reislerin çevresindeki köylere karşı giriştiği eylemlerden sorumlu tutulmamasını
beraberinde getiriyor, bir anlamda yağma ve talan meşrulaşıyordu. McCarthy’ye göre ise
Osmanlı yönetimi Hamidiye alaylarının gayrimeşru davranışlarını dizginlemeye çalışıyor
fakat alayların Kürt ve Ermeni köylerini yağmalamalarına ya da komitelere destek verdiğine
inandıkları Ermeni köylerini suçlu-suçsuz ayırt etmeden talan etmelerine engel olamıyordu.137
Devlet ile alaylar arasındaki ilişkilerin farklı vilayetlerde farklılık göstermiş olması
mümkündür. Fakat yine de Osmanlıların alayların bu tür eylemlerine cevaz vermiş olması
şaşırtıcı değildi. Çünkü Kürt aşiretlerinin alaylara katılmaları sadece paye, arma ve
üniformalarla değil aynı zamanda bu icazetle mümkün olabilmişti.138
Son derece pragmatist
olan ve yüzyıllardır daimi bir otoriteye boyun eğme alışkanlığı bulunmayan bu aşiretleri
alaylara katılmaya razı etmek kolay değildi. Neticede devletin aşiretlerin eski alışkanlıklarını
sürdürmelerine izin vermesi, Hamidiye ol(a)mayan aşiretlerin ve Ermenilerin, Hamidiye
alaylarının gayrimeşru uygulamalarına maruz kalmasına ve bölgede birbirini besleyen bir
şiddet kısırdöngüsü oluşmasına meydan verdi.
133
Bruinessen, age, s. 286. 134
Klein, age, s. 53. 135
Celîl, age, s. 43. Bruinessen, Miranlı Mustafa ve Milanlı İbrahim Paşaların bir beylik gibi güç kazandığından
ve kontrolden çıktığından söz eder. Bruinessen, age, s. 287-292. 136
Klein, age, s. 53; 20.000 ila 80.000 süvari alayı oluşturulması beklenirken bölgedeki at sayısının 12.000
civarında olduğu tahmin ediliyordu. 137
Justin McCarthy v.d., The Armenian Rebellion at Van, The University of Utah Press, Utah, 2006, s. 59. 138
Bruinessen, age, s. 286; Klein, age, s. 131.
40
4.4. 1894-1896 Olayları:
1915 olaylarının ardından “Ermeni Sorunu”na ilişkin üzerinde en çok tartışma
yürütülen dönem hiç kuşkusuz 1894-1896 yılları arasında yaşanan şiddet olaylarıdır. Bu
dönemde Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde, bilhassa doğu kentlerinde yaşanan olaylarda etnik
kimlik mücadelesiyle bölüşüm mücadelesi iç içe geçmiş, sivil Ermeni direnişleriyle komite
provokasyonları birbirine karışmış, devletin tedip eylemleriyle katliamlar bir tutulmuştur.
Birbirinden farklı pek çok aktör, açık veya örtülü farklı amaçlarla olaylara dahil olmuşlardır.
Dolayısıyla bu dönemi eksiksiz açıklayarak net bir yargıya varmak mümkün
görünmemektedir. Buna karşın tarafların her biri –tıpkı 1915 olaylarında olduğu gibi– kendi
tezlerine ikna olmuş görünmektedirler. Tarafların yaklaşımlarına geçmeden önce, olaylar
hakkında özet bilgi vermek yerinde olacaktır.
Sorunun yerel olaylar olmaktan çıkarak açık bir biçimde devleti de içine alan ülkesel
bir sorun haline gelmesini sağlayan ilk olay 1890 yılında Erzurum’da cereyan etti. Bir Ermeni
okulunda silah imalathanesi olduğu ihbarı üzerine okul ve bağlı bulunduğu kilise arandı. Bu
arama hadisesinin yarattığı huzursuzluk EDF’nin tahrikleriyle büyüdü.139
Çıkan olaylarda iki
askerin öldürülmesi şehirde Müslümanlarla Ermeniler arasında çatışmaların başlamasına yol
açtı ve iki taraftan çok sayıda kişi öldü.140
Bu olaydan bir ay sonra Hınçak’ın organize ettiği Kumkapı nümayişi sonrası
göstericiler Yıldız Sarayı’na yürümek istediler. Ancak askerlerin karşı koyması sonucu
çatışma çıktı. Çatışmada ölen ve yaralananlar oldu; gösterinin lideri Cangülyan tutuklandı ve
daha sonra müebbet hapse mahkûm edildi.141
1892 yılında İngiltere’de William Gladstone’un iktidara gelişinin ardından umutları
artan komiteler propaganda faaliyetlerine ağırlık verdiler.142
Bu faaliyetlere karıştığı
139
Kamuran Gürün bu olayı 1927’de ABD’de neşredilen Hayrenik isimli gazetede çıkan Hanazad isimli eski bir
Hınçak mensubunun makalesinden aktardığını yazmaktadır. Gürün, age, s. 213-214. 140
Pek çok çalışma buna benzer her hadise için ayrı ayrı ölü ve yaralı rakamları vermekle birlikte bunların
hepsinden söz etmek mümkün değildir. Ancak 1894-1896 olaylarının farklı kaynaklarda yer alan yekûn
istatistiğine kısaca yer verilecektir. 141
Louise Nalbandian, The Armenian Revolutionary Movement, Los Angeles, s. 118’den aktaran Gürün, age, s.
217. 142
Gladstone Bulgaristan’daki cereyan eden olaylar sırasında İngiltere’de Türkiye aleyhine yürütülen
kampanyanın öncülüğünü yapıyordu. Bu amaçla “Bulgarian Horrors and the East Question” başlıklı bir broşür
yayımlamıştı. Bkz. Yerasimos, age, s. 250, 251.
41
belirlenen pek çok Ermeni komiteci tutuklandı.143
1893’te ise Merzifon, İstanbul, Tokat ve
Yozgat’ta küçük çaplı olaylar yaşandı.
Şiddetin esas tırmandığı ve isyan noktasına geldiği yıl 1894, yer ise Sason’du. Sason
isyanı hakkında da Ermeni ve Türk tezleri çatışmakla birlikte birleştikleri noktalar bölgedeki
huzursuzluğun öncelikle Kürt aşiretleri ile Ermeniler arasında yaşanan gerilimden ileri geldiği
ve bölgedeki isyanın dışarıdan gelen komiteciler tarafından örgütlendiği yönündedir. Osmanlı
güçleri 1892’den beri Ermenilerle aşiretler arasında var olan gerilime, gerilimin çatışmaya
dönüşmesinden sonra müdahale etti. Nihayetinde 1894 yılının Ağustos ayında kısa
sayılabilecek bir harekât sonunda isyan bastırılabildi. Ancak Sason isyanının bastırılması
katliam olarak lanse edilirken altı bini bulan kayıp iddiaları gündeme geldi. Altı bin kayıp
verdiği iddia edilen Sason’da 1904’teki ikinci isyanı kimlerin çıkardığı ise meçhuldü. 144
18 Eylül 1895 günü İstanbul’da Ermeniler tarafından düzenlenen gösterinin (Bâb-ı Âli
Gösterisi) ardından başlayan olaylar Türklerle Ermeniler arasında günlerce sürdü ve çok
sayıda kişinin öldüğü çatışmalara neden oldu. Bu tarihten sonra Anadolu’nun çok çeşitli
merkezlerinde karışıklık ve ayaklanmalar meydana geldi. Eylül ayında Divriği’de, Ekim
ayında Trabzon, Eğin, Develi, Akhisar, Erzincan, Gümüşhane, Bayburt, Bitlis, Maraş, Urfa ve
Erzurum’da, Kasım ayında Siverek, Malatya, Harput, Arapkir, Sivas, Merzifon, Antep ve
Muş’ta, Aralık ayında ise Yozgat ve Kayseri’de büyük ve küçük çaplı olaylar yaşandı.145
1895 yılının en önemli çatışması Zeytun ayaklanmasıydı. Hınçak’ın tertiplediği
ayaklanma 24 Ekim günü Ermenilerin şehirdeki kışlayı basarak 50 subay ile 600 eri rehin
almasıyla başladı. Liderlerden Aghasi’nin anlatımına göre kaçmaya çalışan bu rehinelerden
56’sı dışında hepsi öldürüldü.146
24 Aralık’ta Zeytun’un kuşatılması sonrasında Halep’teki
konsolosların arabuluculuk girişimi ile ayaklanma sona erdi.
Van isyanı 1896 yılında benzer özelliklerle ortaya çıktı. Ermeni komiteleri Ermeni
nüfusunun en yoğun olduğu bu vilayette aktif olarak çalışıyorlardı. Bölgenin coğrafyası
komitelerin sınırın ötesinden ülkeye giriş çıkış yapmaları için müsaitti. Haziran ayında
başlayan isyan, asilerin şehirden kaçmasıyla sona ermişse de kaçanların peşine düşülmüş ve
143
Bkz. Recep Karacakaya, Ermeni Meselesi: Kronoloji ve Kaynakça, Gökkubbe, İstanbul, 2005, s. 123 vd. 144
Kamuran Gürün’ün muhtelif kaynaklardan aktardığı rakamlar. Konsolos raporlarına göre ise ölü sayısı
265’tir. Konsoloslar heyetine katılan İngiliz temsilciye göre ölü sayısı 900’ü geçmez. Gürün, age, s. 226. Sasuni
dahi ölü sayısını bin olarak vermektedir. Sasuni, age, s. 185. 145
Karacakaya, age, s. 146 vd. 146
Baron Aghasi, Zeitoun, Archag Tchobanian’ın Fransızca Tercümesi, Paris, 1897, s. 189’dan aktaran Kalman,
age, s. 59 ve Gürün, age, s. 242. Hüseyin Nazım Paşa, da Aghasi kumandasındaki on beş bin kişinin Zeytun’da
kışlayı basarak tüm askerleri şehit ettiğini söylemektedir. Hüseyin Nazım Paşa, Hatıralarım: Ermeni Olaylarının
İçyüzü, haz. Tahsin Yıldırım, Selis, İstanbul, 2003.
42
böylelikle 24 Haziran’a kadar süren çarpışmalarda 1715 Ermeni ve 415 Müslüman
ölmüştü.147
Osmanlı arşiv belgelerinden anlaşıldığı üzere 1896 yılından itibaren ülkenin orta
bölgelerindeki karışıklıklar nispeten son bulsa da özellikle Van, Diyarbakır, Mamuret’ül Aziz
ve Erzurum vilayetlerinde yerel nitelikteki olaylar devam etti. Osmanlı arşivlerinden elde
edilen bilgilere göre, 1896-1909 yılları arasında ülkenin doğusunda yaşanan çok sayıda
olayda Ermenilerin Müslüman ahaliye yönelik küçük çaplı silahlı saldırılarının ve dükkân
kapatma eylemlerinin belirgin bir biçimde ortak olduğu görülmektedir.148
Örneğin eş zamanlı
olarak Harput, Arapkir, Malatya ve Hısnımansur’da olaylar Ermenilerin sebepsiz ya da basit
sebeplerle dükkânlarını kapatarak kilise veya benzer yapılarda toplanmaları ve yoldan geçen
Müslümanlara ateş etmeleriyle başlamıştır.149
Aynı dönem içinde Diyarbakır, Silvan, Siverek,
Lice, Nusaybin, Palu, Çermik, Antep, Urfa, Muş, Siirt, Bitlis, Van, Çatak ve Erzurum’da
yerleşim bölgelerinde benzer hadiseler yaşanmıştır. 150
Bu hadiselerde de dükkânların
kapatılarak gündelik hayatın durdurulması ve Müslümanları kışkırtıcı eylemlere girilmesi
belirgin bir biçimde benzerlik göstermektedir.
Öte yandan belgelere göre tahriklere karşı halkın veya aşiretlerin verdiği tepkiler
katliam olarak nitelendirilebilecek boyutlara ulaşmamaktadır. Ancak diğer taraftan da
Kévorkian, Patrik Ormanyan’ın 1899 yılı boyunca patrikhaneye ulaşan on binlerce insanın
açlıktan ve Kürtlerin ısrarla sürdürdüğü saldırılardan dolayı öldüğü yolundaki haberler
üzerine istifa ettiğini belirtmektedir.151
Kévorkian’ın söylediklerinde mübalağa ihtimali bulunmakla birlikte 1896 yılında
Van’da görevli bulunan Ferik Sadettin Paşa’nın hatıraları bölgedeki durumu daha net bir
biçimde göstermektedir.152
Sadettin Paşa’nın hatıraları bir bütün olarak ele alındığında
Paşa’nın bölgeye dair çizdiği tablo genel itibariyle şu şekildedir: Gerek Ermenilere gerekse
Kürtlere ait pek çok köy büyük tahribat görmüştür. Kürtler Paşa’ya defaatle Ermenilerin
bölgede bir Ermeni beyliği kuracaklarını söylemelerinden yakınmaktadır. Bununla birlikte
muhtelif bölgelerde Kürtler, Ermenilerin işledikleri münferit cinayetlerden söz etmektedir.
147
Gürün, age, s. 247. 148
“Bazı Anadolu Vilayetlerinde Çıkan Karışıklığın Sebepleri Hakkında Yapılan Tahkikatta Tutulan Zabıt
Defteri”, 16 Kasım 1896, Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOE), Yıldız Esas Evrakı (Y.EE.) 7/2’den aktaran
Osmanlı Belgelerinde Ermeni İsyanları III (1896-1909), Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, OADB,
Ankara, 2009, s. 49-86. 149
BOE, Y.EE. 7/2’den aktaran OBEİ III, s. 54-55. 150
BOE, Y.EE. 7/2’den aktaran OBEİ III, s. 60 vd. 151
Kévorkian, age, s. 22. 152
Sami Önal, Sadettin Paşa’nın Anıları: Ermeni-Kürt Olayları (Van, 1896), Remzi Kitabevi, İstanbul, 2003.
43
Paşa, Ermenilerin kanlarının ve mallarının helal olduğu yönünde Sultan tarafından ferman
çıkarıldığı rivayetine inanan Kürtlerden de birkaç kez bahsetmiştir.153
Köylerdeki Ermeniler
ise Kürtlerden korktuklarını, kendilerini öldüreceklerini, pek çok kereler hırsızlık ve
yağmalara giriştiklerini, işlenen Müslüman cinayetlerinden ise haberdar ve sorumlu
olmadıklarını söylemişlerdir. Sadettin Paşa gittiği köylerde Ermenilere çetecileri, fenalık
yapanları aralarında barındırmamaları, tahriklere kapılmamaları ve Sultan’a sadık kalmaları
gerektiğini nasihat ettiğini anlatmaktadır.154
Paşa Kürtlerin Ermenilere yönelik şiddet
eylemlerine fazla değinmemesine rağmen Kürtlere verdiği nasihatlerin temelinde Kürtlerin
Ermenilere verdikleri zararlar bulunmaktadır.155
Gittiği bazı köylerde Kürtlere, Padişahın bir
fermanı olmadığını, Ermenilerin tahriklerine kapılmamalarını, Ermenilerin bir fenalık
yapmaları durumunda cezayı devletin vereceğini anlattığını söyleyen Sadettin Paşa
Ermenilerin beylik kurmasına Sultanın rıza göstermeyeceğini de garanti ettiğini
belirtmektedir.156
Sadettin Paşa’nın hatıralarındaki dikkat çekici noktalardan birisi de bölgenin çok fakir
olduğu, askerler için dahi kimi zaman yiyecek bulunamadığıdır.157
Kévorkian ve Yerasimos
da 1893 ve 1897’den itibaren bölgeyi kasıp kavuran ve şiddeti daha da körükleyen kuraklık ve
kıtlıktan söz etmektedir.158
Kuraklığın yanı sıra Kürtlerin iskânı ve savaştan beri ticaretin de
durma noktasına gelmesi, Kürtler ve Ermeniler arasında yaşanan çatışmaların hangi ölçüde
bölüşümle ilgili, hangi ölçüde etnik veya dinî olduğunun izinin sürülmesini zorlaştırmaktadır.
1890’larda yaşanan olaylar konusunda yaklaşımlara bakıldığında bunların “Ermeni
Sorunu”na ilişkin temel tezlerle paralellik gösterdiği görülmektedir. Ermenilerin yaklaşımına
göre yaşananlar aslen devletin yürüttüğü bir zulüm ve soykırım politikasıdır.159
Esasen devlet
senelerden beri Ermenilerin durumunu kasıtlı olarak göz ardı etmiştir. Kürtlerin, bilhassa da
Hamidiye Alaylarının marifetiyle Ermenilerin bölgeden tamamen arındırılması ise II.
Abdülhamid’in bölgeyi “Türkleştirme” politikasının bir gereği olmuştur.160
Dolayısıyla
Ermeni çetelerinin faaliyetleri bir meşru müdafaa girişimidir.161
Ermeni iddialarının daha ileri
boyutta olanları devletin bu olayları katliam yapmak için tasarladığını162
Hamidiye’nin ise
153
Önal, age, s. 22. 154
Önal, age, s. 31 vd. 155
Önal, age, s. 22, 31, 48. 156
Önal, age, s. 20 vd., 44 vd. 157
Önal, age, s. 31, 51, 52, 63. 158
Yerasimos, age, s. 390; Kévorkian, age, s. 22. 159
Kalman, age, s. 53. 160
Celîl, age, s. 44-46; Sasuni, age, s. 172, Kévorkian, age, s. 16. 161
Kalman, age, s. 63. 162
Kévorkian, age, s. 17.
44
“biz yapmıyoruz, Kürtler yapıyor” imajını oluşturmak için oluşturulduğunu
savunmaktadırlar.163
Ermeni iddiaları 1894-1896 yılları arasında yaşanan olaylarda öldürülen
Ermenilerin sayısına ilişkin muhtelif rakamlar vermektedir. Söz konusu rakamların hepsi
Gürün’ün Nalbandian’dan aktardığı 50 bin - 300 bin sayısının arasındadır ki bu sayı aralığı,
iddiaların propaganda maksatlı olduğu izlenimini verecek kadar geniştir.164
Türklerin yaklaşımına baktığımızda her şeyden önce belirtmek gerekir ki “Ermeni
Sorunu”na dair XIX. yüzyıla ilişkin çalışmalar genel itibariyle yetersiz olmakla birlikte
sorununa yaklaşılırken uluslararası politikadan ve yabancı devletlerin Türkiye üzerindeki
çıkarlarından yola çıkılmaktadır. Buna paralel olarak da toplumsal dinamikler ihmal
edilmiştir. 1894-1896 arasında yaşananlar ise EDF ve Hınçak gibi komitelerin kışkırtması
sonucu meydana gelen olaylardır. Fakat EDF ve Hınçak gibi yurtdışında kurulan örgütlerin
Türkiye’de geniş faaliyet alanları bulabilmelerinin sebeplerine ve kışkırtmaların sonuçlarına
yeteri kadar değinilmemiştir. “Ermeni Sorunu” başlığını taşıdığı halde Kürtlere pek yer
vermeyen ya da Hamidiye Alaylarından hiç söz etmeyen çalışmaların sayısı az değildir.165
Güçlü ve belirleyici bir Sultan olan II. Abdülhamid bile bu çalışmalarda yeteri kadar yer
bulamamaktadır. Dolayısıyla Türk tezleri, EDF ve Hınçak’ın tahrik eylemleri doğru olsa dahi
–ki zaten örgüt programlarında yer alan metotlardan birisi de tahriktir– ekonomik koşulları,
Kürtleri, alayları ve II. Abdülhamid’i görmezden geldikleri ölçüde bütünüyle tek yönlü/tek
taraflı olmakta ve Ermeni iddialarına cevap vermekte zorlanmaktadır. Söz konusu dönemi en
dikkatli biçimde inceleyen iki çalışma Esat Uras’a ve Kamuran Gürün’e aittir. Gürün o
dönemde kendi hesaplamalarıyla Ermeni kayıplarının sayısının 20 bini geçmeyeceğini
savunmakta ve pek çok iddiaya da arşiv belgeleriyle yanıt vermektedir.166
Buna karşın
Gürün’ün çalışması da ekonomik koşullar, Kürtlerin rolü, Hamidiye Alayları ve II.
Abdülhamid’in politikalarını açıklamak bakımından eksik kalmakta ve Türk tezine yeterli bir
altyapı oluşturamamaktadır.
163
Bkz. Bournoutian, age, s. 220; Kalman, age, s. 64; Sasuni, age, s. 186. 164
Nalbandian’dan aktaran, Gürün, age, s. 253. 165
Örnek eserler için (kısa künyeler) bkz. Bilâl N. Şimşir, Ermeni Meselesi: 1774-2005, 2005; Mim Kemal Öke,
Uluslararası Boyutuyla Anadolu ve Kafkasya Ekseninde Ermeni Sorunu, 1996; Nurşen Mazıcı, Ermeni
Sorunu’nun Kökeni: 1878-1920, 2007; Tarihi Gerçekler ve Bilimin Işığında Ermeni Sorunu, ed. Bülent Bakar
v.d., 2007; Ali Güler ve Suat Akgül, Sorun Olan Ermeniler, 2007; Sedat Laçiner, Ermeni Sorunu, Diaspora ve
Türk Dış Politikası: Ermeni İddialar Türkiye’nin Dünya İle İlişkilerini Nasıl Etkiliyor?, 2008; Şenol Kantarcı
v.d., Ermeni Sorunu El Kitabı, 2003; Gültekin Ural, Tarihin Işığında Ermeni Sorunu, 1998. Genelkurmay
ATASE Daire Başkanlığı tarafından 1983’te yayımlanan Belgelerle Ermeni Sorunu adlı eserde Berlin
Antlaşmasında yer alan “Kürtler ve Çerkesler” ifadesinin “öteki unsurlar” olarak değiştirilmiş olması Türkiye’de
“Ermeni Sorunu” konusunda ne kadar derinlemesine çalışmalar yapılabileceği hakkında bir fikir vermektedir. 166
Gürün, age, s. 254.
45
1894-1896 yıllarında yaşanan olaylarda ölen Ermenilerin sayılarına ait bir istatistik de
Rus General Mayewski’ye aittir. Mayewski 300 binin abartılı bir sayı olduğunu gerçek
sayının ise 30 bin civarlarında olduğunu iddia etmektedir.167
1894-1896 olaylarını yorumlayabilmek için öncelikle Ermeni millî komitelerini
harekete geçiren unsurları görmek gerekmektedir. Görünen odur ki millî burjuvaziden
beslenemeyen ve kilisenin istikrarsız duruşuna güvenmeyen Ermeni komiteleri Balkanlarda
yaşanan bağımsızlık hareketlerini taklit etmek istediler. Fakat hiçbir bölgede kahir ekseriyet
oluşturamadıklarından yarıya yakını Müslüman olan Bulgaristan örneğinden esinlendiler.
Bulgaristan’da Müslümanların ülkeden kaçmasına neden olan, Rus ordusunun girişiyle Bulgar
ve Romen çetecilerin başlattığı şiddet eylemleriydi. Altı vilayette yaşayan ve arkalarında
Osmanlı Ordusu bulunan Müslümanları Ermeni çetelerinin imkânlarıyla kırıma uğratmak ya
da kaçırmak mümkün olmadığı için Bulgaristan’da olduğu gibi büyük bir gücün desteği
gerekiyordu.168
Aksi takdirde çoğunluğun Müslüman olduğu bölgede bağımsız veya muhtar
bir Ermeni devleti kurmanın hiçbir imkânı yoktu.
Çetelerin bu destek için bulduğu yöntem, uluslararası kamuoyunun gözünde
müdahaleyi meşru kılacak, hatta hükümetleri kamuoyu baskısıyla müdahaleye zorlayacak fiilî
durum yaratmaktı.169
Bu fiilî durum geniş çaplı katliamlar ya da en azından katliam
haberleriydi. Ermenilerin önceki bölümlerde sözü edilen “şikâyet mekanizması” tam da bu
noktada propaganda aracı olmak için çok uygundu.
McCarthy bu senaryoyu şu şekilde özetlemektedir: Çeteler organize edilerek
silahlandırılacak, en sert misillemeyi yapabilecek gruplara saldırılacak (ki burada Kürt
aşiretleri çok uygundu), misillemeler çok sayıda Ermeninin ölümüyle sonuçlanacak, bu
ölümlerle Avrupa kamuoyunun dikkati çekilecek, Osmanlı, Avrupa tarafından Ermenilere
özerklik ya da bağımsızlık tanımaya zorlanacak ve son olarak tıpkı Bulgaristan’da olduğu gibi
Müslümanların bölgeyi terk etmesi ve hem Osmanlı topraklarında hem de dünyanın çeşitli
167
Mayevsriy V.T., 19. Yüzyılda Kürdistan’ın Sosyo-Kültürel Yapısı ve Kürt-Ermeni İlişkileri, çev. Haydar
Varlı, Sipan Yayıncılık, 1994, s. 139. Bu eserde orijinal isim olarak “Voénno-Stayiçésfoğo Opsiyané Vansrogoi
Bitlissnogo Vilayetof“ yazılıdır. Dolayısıyla eserin General Mayewski’ye ait “Bitlis ve Van Vilayetleri Askerî
İstatistiği” olması kuvvetle muhtemeldir. 168
Bulgaristan’da isyan ve savaş sonucu 260 binden fazla Müslüman katliam, hastalık veya tehcir nedeniyle
ölmüş 515 bin Müslüman ise ülkeyi terk etmeye zorlanmıştır. Bkz. Justin McCarthy, Carolyn McCarthy, Turks
and Armenians: A Manual on the Armenian Question, Committee on Education Assembly of Turkish-American
Associations, Washington D.C., 1989, s. 39-40. 169
Mayevsriy, age, s. 140.
46
bölgelerinde yaşayan Ermenilerin geri dönmeleri sağlanarak millî bir Ermeni devleti
kurulacaktı.170
Yerasimos’un ve Uras’ın aktardığına göre bir Hınçak mensubu da senaryoyu net
biçimde açıklamıştır. Buna göre çeteler Kürtlere ve Türklere saldırdıktan sonra dağlara
çekilecek ve kızgınlıktan gözleri dönen Müslümanlar kendilerini koruyacak durumda olmayan
Ermenileri katledecekti.171
Ülke dışına taşan katliam haberlerinin bir müdahaleye yol açacağı
umut ediliyordu.
Bu eylem biçimi örgütlerin programlarına da uygundu. Kévorkian da komiteci
fedailerin eylemlerini “tahrik” olarak görmese bile “vur-kaç” olarak tanımlar. Kévorkian’ın
anlatımında daha şaşırtıcı olan, fedailerin bu vur-kaç girişimleri sonrasında hükümetin
misilleme yaparak eylemlerin faturasını sivillere ödeteceğini bile bile bu eylemlere
girişmeleridir; sokaktaki sıradan Ermeni de bunun farkındadır.172
Kévorkian fedailerin büyük
çaplı bir imha tertipleneceğine ihtimal vermediklerinden söz eder. Buradan net biçimde ortaya
çıkıyor ki fedailer Kürtleri, Türkleri veya devleti, kendi sivil soydaşlarına yönelik –küçük
çaplı da olsa– bir imha eylemine zorlamak üzere bu fiilleri geçekleştirmişlerdir.
Ermeni komiteleri 1894-1896 yılları arasında eş zamanlı biçimde yaşanan olayları dış
müdahaleden emin olarak tasarladılar. Ancak Rusya’nın yanı başında özerk ya da bağımsız
bir Ermenistan istemediğinin,173
Fransa’nın Ermeniler uğruna Rusya ile ilişkilerini
bozamayacağının, İngiltere’nin ise tek başına hareket etmesinin coğrafî olarak mümkün
olmadığının farkına varmadan harekete geçtiler. Uluslararası konjonktürü hesaplamadan
yapılan bu eylemler İmparatorluğun gözünde yaklaşık yirmi yıldır “mim” li olan Ermenilerin
yalnızca sanık haline gelmesine değil, aynı zamanda birçoğunun da ölümüne neden oldu.
Sonuç:
Kürt-Ermeni ilişkilerinin XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren almaya başladığı
yeni biçim aynı coğrafyada çatışan iki farklı toplumsal dönüşüm sürecinin sonucudur.
Toplumlar statik varlıklar olmadığına göre toplumlar arası ilişkilerin de statik olması mümkün
değildir. Toplumlar çok farklı etkenlerle nasıl biçim değiştirebiliyorlarsa örneğin avcıyken
toplayıcı, göçebeyken yerleşik, tarım toplumuyken sanayi toplumu olabiliyorlarsa, toplumlar
170
McCarthy ve McCarthy, age, s. 39-40. 171
Yerasimos, age, s. 385; Uras, age, s. 456. 172
Kévorkian, age, s. 25. 173
Uras, age, s. 271.
47
arası ilişkiler de aynı şekilde biçim değiştirir. XVIII. ve XIX. yüzyıllarda yükselen milliyetçi
ve liberal düşünceler dünyanın pek çok bölgesindeki eski ilişki biçimlerini paramparça ederek
bunların kalıntılarının üzerine yenisinin kurulmasına yol açmıştır. Ancak insanlık tarihi ile
yaşıt olan maddî kaynakların paylaşılması sorunu yeni ilişki biçiminde de devam etmiştir.
Maddî kaynakların paylaşımı veya daha keskin bir ifadeyle güçlünün güçsüzü sömürmesi, ne
yerel ne de zamansal bir olgudur. Dünyanın her yerinde, her zaman dilimi içinde ve her
toplumsal katmanda görülebilecek bu ilişkide taraflara biçilen roller de tanrısal bir lütuf değil,
tarihsel süreçlerin sonucudur.
Bu çalışmanın ilk bölümünde Kürtlerle Ermenilerin bir arada yaşadığı ortak
coğrafyada sömürü ilişkilerinin izleri sürülmeye çalışıldı. İki toplum arasındaki ilişki
biçiminin belirleyicisinin etnik farklılıklardan ziyade –ki Kürtlerin de Ermenilerin de etnik
kimliklerinin farkında olduklarından kuşkumuz olmaması gerekir– maddî kaynakların
paylaşımı olduğu ortaya konuldu. XVIII. ve XIX. yüzyıllarda dünyadaki hızlı değişim
Avrupa’yı ve çevresindeki ülkeleri etkilediği gibi, Osmanlı’yı ve sınır bölgelerindeki
toplumları da etkiledi.
Tarihsel okumaları yaparken, daha Napolyon Savaşları sırasında toplumlar arası yeni
ilişki biçiminde temel belirleyicinin etnik kimlikler olacağı görülebilir. Daha açık bir ifadeyle
Ermenilerin ve Kürtlerin etnik kimlikleri er ya da geç billurlaşarak tebaa, reaya, göçebe veya
yerleşik gibi diğer kimliklerinin önüne geçecek ve aralarındaki ilişkinin biçimi değişecekti.
Belirli olmayan bu değişimin ne zaman olacağı ve belirleyicilerin ne olacağıydı.
Ermenilerdeki değişimi getiren faktörler çalışma boyunca ele alındı. Bu faktörler arasında
ticaretle, eğitimle (misyoner okulları) ve Hıristiyanlıkla bağlantılı olarak yaşanan ve toplumun
diğer kesimlerinden kopuşu da beraberinde getiren “özerk Ermeni Rönesansı” en önemlisiydi.
Kürtlerin etnik kimliklerinin billurlaşmaya başlamasındaki en temel etmen ise Ermeni
kimliğinin belirginleşmesi ve Berlin Antlaşması’nda göçebe-yerleşik ayrımı yapılmadan
Kürtlerin, Ermenilere zarar veren halk olduğunun vurgulanmasıydı. Berlin Antlaşması bu
vurgusuyla iki toplum arasındaki ilişki biçiminin de değişeceğini tasdik eden belgeydi.
Kapitalizm, girdiği her ülkede gelir dağılımında adaletsizliğe neden olurken; bu
adaletsizlik bazı ülkelerde tolere edilebilir seviyede kalır. Ancak sanayi devriminin
külfetlerine katlanmamış ülkelerde, kapitalizmin nimetlerinden faydalanmak isteyen
yöneticiler ve sermaye sahipleri lehine oluşan gelir dağılımdaki adaletsizlik tolere edilebilir
seviyede kalamaz. Devlet aygıtı da ülkeye güvenlik, refah ve zenginlik getirmekten ziyade
yönetici ve sermaye sahiplerinin çıkarlarını toplumun fakirleşmesi ve ülkenin güvenlik sorunu
48
yaşaması pahasına koruyan bir aygıt haline gelir. Osmanlı’nın son yüzyılı ve Türkiye’nin son
altmış beş yılı bu durumun en tipik örneklerini sunar.
Bir tarafta Sadettin Paşa’nın anılarında anlattığı gibi Van’daki askerler için ekmek
dahi temin edilemezken diğer tarafta İstanbul Boğazı’nda yükselen saraylar, şehzade ve paşa
yalıları bize yukarıdaki durumu özetleyen bir ülke tablosu gösterir. Devletin “memleketin
zararı pahasına zenginleşmiş olan birkaç paşa ile elli altmış tefeci ve sarrafın çıkarlarını
sağlayan” bir araç haline gelmesi, hazinenin boşalması sonucunu doğururken, İstanbul’daki
lüks yaşam daha sonra halkın üretimi üzerinden alınan vergilerle ancak faizi ödenebilecek dış
borçlarla finanse edilmiştir. Sonuç olarak artık devlet askere, memura ve hâkime maaş
ödeyemeyecek durumdadır; dolayısıyla rüşvetin ve yolsuzluğun kapıları açılır. Devlet
mültezimlerin ağır uygulamalarını denetleyecek bir mekanizmaya da sahip değildir. Halk
Kürt, Türk, Ermeni ayrımı olmaksızın gittikçe fakirleşirken, yöneticiler, bankerler ve büyük
toprak sahipleri de yine etnik bir ayrım olmaksızın zenginleşir. Ülkenin üzerindeki refah ve
güvenlik örtüsü İstanbul’daki zenginlik yükseldikçe yavaş yavaş merkeze çekilir ve ilk açıkta
kalanlar en uzaktakiler, yani ülkenin uçlarında yaşayan Ermeniler ve Kürtler olur. Göçebeyle
yerleşik arasında uzun yıllardır var olan alışılagelmiş düşük yoğunluklu sömürü ilişkisi,
otoritenin ortadan kalkması ve paylaşılacak maddî kaynakların azalmasıyla şiddetlenir.
Sömürü ilişkisinin şiddetlenmesi etnik kimliklerin billurlaşması sürecinde tam bir katalizör
işlevi görür ve artık çatışma göçebeler ile yerleşikler arasında değil Kürtler ile Ermeniler
arasındadır. Bundan sonra anlatılan ilişkiler, komplolar, tahrikler, çatışmalar, katliamlar ve
ölümler ise artık yalnızca siyasî tarihtir.
Kaynakça:
ARMAOĞLU, Fahir 19. Yüzyıl Siyasî Tarihi (1789-1914), Türk Tarih Kurumu Basımevi,
Ankara, 1997.
ARTINIAN, Vartan The Armenian Constitutional System in the Ottoman Empire 1839-1863:
A Study of its Historical Development, İstanbul, 1988.
AVCIOĞLU, Doğan, Türkiye’nin Düzeni: Dün-Bugün-Yarın Birinci Kitap, Tekin Yayınevi,
İstanbul, 1996.
49
BALİ, Rıfat N., Arus Yumul ve Foti Benlisoy, Yahudi, Ermeni ve Rum Toplumlarında
Milliyetçilik”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce Cilt4: Milliyetçilik içinde, ed. Tanıl
Bora ve Murat Gültekingil 4. Basım, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009, ss. 919-923, s.
920.
BLAISDELL, Donald C. Osmanlı İmparatorluğu’nda Avrupa Mali Denetimi ve Duyunu
Umumiye, çev. Ali İhsan Dalgıç, Doğu Batı Yayınları, İstanbul, 1979.
BOURNOUTIAN, George A., Ermeni Tarihi: Ermeni Halkının Tarihine Kısa Bir Bakış, çev.
Ender Abadoğlu ve Ohannes Kılıçdağı, Aras Yayıncılık, İstanbul, 2011.
BRUINESSEN, Martin van, Ağa, Şeyh, Devlet, çev. Banu Yalkut, 6. Basım, İletişim
Yayınları, İstanbul, 2010.
CELÎL, Celîlê, v.d., Yeni ve Yakınçağ’da Kürt Siyaset Tarihi, 3. Basım, Pêri Yayınları,
İstanbul, 1998.
DABAĞYAN, Levon Panos, Türkiye Ermenileri, 3. Basım, IQ Kültür Sanat Yayıncılık,
İstanbul, 2005.
DÜNDAR, Fuat, Kahir Ekseriyet: Ermeni Nüfus Meselesi (1878-1923), Tarih Vakfı Yurt
Yayınları, İstanbul, 2012.
EROĞLU, Ahmet Hikmet “Hıristiyanların Bölünme Sürecine Genel Bir Bakış”, Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C.41, S.1, ss.309-325.
GÜRÜN, Kamuran, Ermeni Dosyası, 7. Basım, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2012.
HÜR, Ayşe, “Zeytun Niye İsyankârdı”, Taraf, 11 Nisan 2010,
http://www.taraf.com.tr/yazilar/ayse-hur/zeytun-niye-isyankardi/10847/, Erişim
Tarihi, 10.09.2014.
JWAIDEH, Wadie, Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi, Kökenleri ve Gelişimi, çev. İsmail Çekem ve
Alper Duman, 7. Basım, İletişim Yayınları, İstanbul, 2012.
KALMAN, M., Batı Ermenistan (Kürt İlişkileri) ve Jenosid, Zel Yayıncılık, İstanbul, 1994.
KARACAKAYA, Recep, Ermeni Meselesi: Kronoloji ve Kaynakça, Gökkubbe, İstanbul,
2005.
KARDAM, Ahmet, Cizre - Bohtan Beyi Bedirhan: Direniş ve İsyan Yılları, 2. Basım, Dipnot
Yayınları, Ankara, 2011.
50
KARPAT, Kemal H., Osmanlı Nüfusu (1830-1914): Demografik ve Sosyal Özellikleri, Tarih
Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2003
KAZGAN, Haydar, Galata Bankerleri: I. Cilt, 2. Basım, Orion Yayınevi, Ankara, 2005.
KENNEDY, Paul, Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri: 1500’den 2000’e Ekonomik
Değişme ve Askeri Çatışmalar, çev. Birtane Karanakçı, 6. Basım, Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınları, Ankara, 1996.
KÉVORKIAN, Raymond H. ve Paul B. Paboudjian, 1915 Öncesinde Osmanlı
İmparatorluğu’nda Ermeniler, çev. Mayda Saris, Aras, İstanbul, 2012.
KLEIN, Janet, Hamidiye Alayları: İmparatorluğun Sınır Boyları ve Kürt Aşiretleri, çev.
Renan Akman, 2. Basım, İletişim Yayınları, İstanbul, 2014.
MAYEVSRİY V.T., 19. Yüzyılda Kürdistan’ın Sosyo-Kültürel Yapısı ve Kürt-Ermeni
İlişkileri, çev. Haydar Varlı, Sipan Yayıncılık, 1994.
MCCARTHY, Justin, Carolyn McCarthy, Turks and Armenians: A Manual on the Armenian
Question, Committee on Education Assembly of Turkish-American Associations,
Washington D.C., 1989.
MCCARTHY, Justin, v.d., The Armenian Rebellion at Van, The University of Utah Press,
Utah, 2006.
MINASSIAN, Anaide Ter, Ermeni Devrimci Hareketi’nde Milliyetçilik ve Sosyalizm: 1887-
1912, çev. Mete Tunçay, İletişim Yayınları, İstanbul, 1992.
NAZIM PAŞA, Hüseyin, Hatıralarım: Ermeni Olaylarının İçyüzü, Haz. Tahsin Yıldırım,
Selis, İstanbul, 2003.
NIKITINE, Basil, Kürtler, çev. E. Karahan, H. Akkuş, N. Uğurlu, 2. Basım, Örgün Yayınevi,
İstanbul, 2010.
ORTAYLI, İlber, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, 21. Basım, İletişim Yayınları, İstanbul,
2005.
ÖKE, Mim Kemal, Uluslararası Boyutuyla Anadolu ve Kafkasya Ekseninde Ermeni Sorunu,
İz Yayıncılık, İstanbul, 1996.
ÖNAL, Sami, Sadettin Paşa’nın Anıları: Ermeni - Kürt Olayları (Van, 1896), Remzi
Kitabevi, İstanbul, 2003.
51
ÖZDEMİR, Biltekin, Osmanlı Devleti Dış Borçları: 1854-1954 Döneminde Yüzyıl Süren
Boyunduruk, 2. Basım, T.C. Maliye Bakanlığı, Ankara, 2010.
PAKALIN, M. Zeki, Maliye Teşkilatı Tarihi: Cilt 3, Maliye Bakanlığı Tetkik Kurulu Yayını,
Ankara, 1978.
SANDER, Oral, Siyasi Tarih: İlkçağlardan 1918’e, 22. Basım, İmge Kitabevi, Ankara, 2011.
SASUNİ, Garo, Kürt Ulusal Hareketleri ve 15. YY’dan Günümüze Ermeni Kürt İlişkileri, çev.
Bedros Zartaryan, Memo Yetkin, Med Yayınları, İstanbul, 1992.
SOMEL, Selçuk Akşin, “Osmanlı Ermenilerinde Kültür Modernleşmesi, Cemaat Okulları ve
Abdülhamid Rejimi”, İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri:
Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi Sorunları, İstanbul, 23-24-25 Eylül 2005, İstanbul
Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2005, ss. 87-105.
SONYEL, Salahi Ramsdan, The Ottoman Armenians: Victim of Great Power Diplomacy, K.
Rustem&Brother, London, 1987.
ŞİMŞİR, Bilâl N., Ermeni Meselesi: 1774-2005, 2. Basım, Bilgi Yayınevi, İstanbul, 2005.
URAS, Esat, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, haz. Tülay Duran, Belge Yayınları,
İstanbul, 1997.
YAVİ, Ersal, 1856-1923 Emperyalizm Kıskacında Türkler Ermeniler Kürtler, Yazıcı
Yayınevi, İzmir, 2001.
YERASİMOS, Stefanos, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye II: Tanzimattan 1. Dünya Savaşına,
çev. Babür Karaca, 8. Basım, Belge Yayınları, İstanbul, 2007.
YUMUL, Arus, Rıfat N. Bali, “Ermeni ve Yahudi Cemaatlerinde Siyasal Düşünceler”,
Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce Cilt 1: Cumhuriyet’e Devreden Düşünce Mirası:
Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi içinde, ed. Tanıl Bora ve Murat Gültekingil, 9.
Basım, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011, ss. 362-366.