Ermeni Sorununun Kökenleri ve XIX. Yüzyılın İkinci Yarısında Kürt-Ermeni Siyasal ve...

51
1 Bu çalışma aşağıda belirtilen kitabın bir bölümü olarak 105-159. sayfalarında yayımlanmıştır: Ermenistan: Tarih, Hukuk, Dış Politika ve Toplum, ed. Soyalp Tamçelik, Gazi Kitabevi, Ankara, 2015. “ERMENİ SORUNU”NUN KÖKENLERİ VE XIX. YÜZYILIN İKİNCİ YARISINDA KÜRT - ERMENİ SİYASAL VE TOPLUMSAL İLİŞKİLERİ Gürkan PAMUKÇU * Özet: Ermeni Sorununun I. Dünya Savaşı’yla ortaya çıktığı, 1915 tehcirinin bütün meselenin merkezi olduğu yönünde yaygın ama yanlış bir kanaat hâkimdir. Oysa sorunun temel belirleyici kodlarını taşıyan olguların hemen hepsi XIX. yüzyıla aittir. “Ermeni Sorunu”nu belirleyen olgular incelenirken dinî veya etnik farklılıklardan ileri gelen uyuşmazlıkların yanında, gerçekte maddî kaynakların paylaşımı veya sömürü üzerine kurulu bir toplumsal-siyasî-ekonomik yapı karşımıza çıkmaktadır. Bu yapı ise hiç kuşkusuz, toplumsal yapıların tarihsel süreçte aldıkları biçimlerle sıkı sıkıya bağlantılıdır. XIX. yüzyılla beraber evvela Avrupa menşeli Sanayi Devrimi, kapitalizm ve uluslararası ticaret bu yapı üzerinde doğrudan etkili olmuştur. Hemen sonra yine Avrupa menşeli milliyetçilik, liberalizm ve sosyalizm akımlarının etkileri hissedilmiştir. Nihayetinde Avrupalı güçler soruna bizzat dâhil olmuşlardır. Kısa sürede sömüren-sömürülen ilişkisi Kürt/Türk-Ermeni ilişkisine dönüşmüş, sömüren tarafta yer alan zengin Ermenilerle, sömürülen fakir Kürtler de yeni ilişki düzenine göre saf tutmuşlardır. Din veya etnik köken referanslı ayrışma hâsıl olduğunda çatışmalar devlet(ler) nezdinde artık daha meşru bir kisveye bürünmüştür. Bu çalışmada XIX. yüzyılın ikinci yarısında Kürt-Ermeni ilişkileri incelenmekte ve gerçekte maddî kaynakların paylaşımı üzerinde şekillenen ilişkilerin nasıl etnik-dinî bir ayrışmaya dönüştüğü ele alınmaktadır. Toplumsal ve coğrafî nedenlerle sömürünün bir tarafı olan Kürtler pek tabii olarak ayrışma ve çatışmanın da temel öznelerinden bir tanesidir. Dolayısıyla toplumlar arası ilişkileri daha net görebilmek adına bu çalışmanın konusu olarak seçilmişlerdir. Anahtar Kelimeler: Ermeniler, Kürtler, Berlin Kongresi, 1894-1896 Olayları, Hamidiye Alayları. * Araştırma Görevlisi, Gazi Üniversitesi, İİBF, Uluslararası İlişkiler Bölümü, [email protected].

Transcript of Ermeni Sorununun Kökenleri ve XIX. Yüzyılın İkinci Yarısında Kürt-Ermeni Siyasal ve...

1

Bu çalışma aşağıda belirtilen kitabın bir bölümü olarak 105-159. sayfalarında yayımlanmıştır:

Ermenistan: Tarih, Hukuk, Dış Politika ve Toplum, ed. Soyalp Tamçelik, Gazi Kitabevi, Ankara, 2015.

“ERMENİ SORUNU”NUN KÖKENLERİ VE XIX. YÜZYILIN İKİNCİ

YARISINDA KÜRT - ERMENİ SİYASAL VE TOPLUMSAL

İLİŞKİLERİ

Gürkan PAMUKÇU*

Özet:

“Ermeni Sorunu”nun I. Dünya Savaşı’yla ortaya çıktığı, 1915 tehcirinin bütün meselenin merkezi

olduğu yönünde yaygın ama yanlış bir kanaat hâkimdir. Oysa sorunun temel belirleyici kodlarını taşıyan

olguların hemen hepsi XIX. yüzyıla aittir. “Ermeni Sorunu”nu belirleyen olgular incelenirken dinî veya etnik

farklılıklardan ileri gelen uyuşmazlıkların yanında, gerçekte maddî kaynakların paylaşımı veya sömürü üzerine

kurulu bir toplumsal-siyasî-ekonomik yapı karşımıza çıkmaktadır. Bu yapı ise hiç kuşkusuz, toplumsal yapıların

tarihsel süreçte aldıkları biçimlerle sıkı sıkıya bağlantılıdır. XIX. yüzyılla beraber evvela Avrupa menşeli Sanayi

Devrimi, kapitalizm ve uluslararası ticaret bu yapı üzerinde doğrudan etkili olmuştur. Hemen sonra yine Avrupa

menşeli milliyetçilik, liberalizm ve sosyalizm akımlarının etkileri hissedilmiştir. Nihayetinde Avrupalı güçler

soruna bizzat dâhil olmuşlardır. Kısa sürede sömüren-sömürülen ilişkisi Kürt/Türk-Ermeni ilişkisine dönüşmüş,

sömüren tarafta yer alan zengin Ermenilerle, sömürülen fakir Kürtler de yeni ilişki düzenine göre saf

tutmuşlardır. Din veya etnik köken referanslı ayrışma hâsıl olduğunda çatışmalar devlet(ler) nezdinde artık daha

meşru bir kisveye bürünmüştür. Bu çalışmada XIX. yüzyılın ikinci yarısında Kürt-Ermeni ilişkileri incelenmekte

ve gerçekte maddî kaynakların paylaşımı üzerinde şekillenen ilişkilerin nasıl etnik-dinî bir ayrışmaya dönüştüğü

ele alınmaktadır. Toplumsal ve coğrafî nedenlerle sömürünün bir tarafı olan Kürtler pek tabii olarak ayrışma ve

çatışmanın da temel öznelerinden bir tanesidir. Dolayısıyla toplumlar arası ilişkileri daha net görebilmek adına

bu çalışmanın konusu olarak seçilmişlerdir.

Anahtar Kelimeler: Ermeniler, Kürtler, Berlin Kongresi, 1894-1896 Olayları,

Hamidiye Alayları.

* Araştırma Görevlisi, Gazi Üniversitesi, İİBF, Uluslararası İlişkiler Bölümü, [email protected].

2

Giriş:

XVIII. yüzyıldan itibaren topraklarının önemli bir bölümünü yitirmeye başlayan

Osmanlı İmparatorluğu’nun doğu toprakları üzerinde hâkimiyetini sağlamlaştırma çabaları,

başkente uzaklık nedeniyle otonom biçimde yönetile gelmiş bu bölgelerin merkezîleştirilmesi

siyasetini beraberinde getirdi. Bu politika diğer ekonomik gelişmelerle birleştiğinde bölgenin

sosyal dokusu bir daha onarılması mümkün olamayacak derecede bozuldu. İmparatorluk,

toprak kaybetmemek için yaptığı savaşların ve aldığı dış borçların hesabını vergiler yoluyla

zaten fakir olan halka ödetirken, ortaya çıkan iç huzursuzluklar nedeniyle de bölge üzerinde

kontrolü yitirmeye başladı. Bölgeyi doğrudan merkeze bağlama çabasının yanı sıra ekonomik

sorunların sosyal sonuçları ve uluslararası politikanın devreye girmesi, Ermenilerin son bir

asır boyunca “sorun” kelimesiyle birlikte anılmasına neden olacak süreci tetikledi.

“Ermeni Sorunu”nun genellikle Devlet (veya Türkler) ve Ermeniler arasındaki bir

sorun gibi algılanması, bölgenin baskın etnik unsuru ve dolayısıyla sorunun temel

aktörlerinden birisi olan Kürtlerin rolünün ihmal edilmesine yol açmıştır. Bu çalışma, söz

konusu ihmal göz önüne alınarak, Kürtlerin uyuşmazlığın erken dönemlerindeki rollerine bir

nebze ışık tutabilmek üzere hazırlanmıştır. Söz konusu dönemde Ermeniler ve Kürtler

arasındaki ilişkiyi veya Kürtlerin “Ermeni Sorunu”ndaki rolünü doğrudan ele alan kaynaklar

hem çok sınırlıdır hem de Ermeniler ve Kürtler üzerine kaleme alınmış çalışmaların çoğunda

olduğu gibi tarafsızlıkları oldukça şüphelidir. Kürtlerin bu sürecin tam olarak içinde

olmalarına karşın, kaynaklarda oldukça sınırlı bir şekilde yer almaları üç şekilde açıklanabilir.

Birinci açıklama, “Türk tezlerini savunanların, resmî devlet söyleminden uzaklaşmaktan

çekinerek ‘Kürt’ kelimesini telaffuzdan kaçınmaları” şeklinde yapılabilir. Zira konuya ilişkin

kimi çalışmalarda “Kürt” kelimesi gerçekten telaffuz dahi edilmemiştir. İkinci açıklama,

“1919 sonrası muhtelif dönemlerde belirginleşen Kürt-Ermeni yakınlaşmasının Ermeni

tezlerini savunanlar üzerinde yarattığı etki” olabilir. İleride de değinileceği üzere bu noktadaki

çalışmalar Kürtlerin olaylardaki fiillerini sadece İstanbul’un kışkırtmasıyla açıklamaya

çalışmakta ve genellikle “bazı Kürtlerin” olaylara dâhil olduğunu savunmaktadırlar. Üçüncü

olarak, XIX. yüzyılda Kürtleri diğer Müslümanlardan net bir biçimde ayırt edecek şartların

bulunmaması ve çalışmaların da taraflardan ziyade trajediler üzerine odaklanması, Kürtlerin

arka planda kalmalarına yol açmış olabilir. Yine de son dönemlerde gerek Türkiye’deki

“Kürt” algısının uğradığı kısmî değişimin gerekse Kürt aydınının iyi niyetli ve objektif

çabalarının, süreç içinde Kürtlerin rolüne ilişkin literatürün genişlemesine bir nebze katkı

yaptığı söylenebilir.

3

Bir asırdan uzun bir sürede oldukça hacimli bir literatür oluşturan “Ermeni

Sorunu”nda literatürün bizzat kendisi de başlı başına bir sorun olmuştur. 1915 tehcirinin

üzerinden tam bir yüzyıl geçmiş olmasına karşın literatürdeki tartışma uzun zamandır –hatta

sorunun ortaya çıktığı dönemden beri– gerçekleri ortaya çıkarma amacının uzağında kalarak,

“Batı kamuoyunu ikna etme” yarışı halini almış görünmektedir.

Literatüre bakıldığında genel olarak “Ermeni Sorunu” üzerine iki temel yaklaşım

tarzının benimsendiği söylenebilir. Bunlardan ilki olan ve literatürün büyük bölümünü işgal

eden “tek yönlü/tek taraflı yaklaşım”ları kendi içinde de Ermeni tezleri ve Türk tezleri olarak

bölümlemek mümkündür. Bu yaklaşım tarzında, olayların tarihsel sebeplerine mesafeli

yaklaşılmakta, uluslararası politikadan sığ yorumlarla bahsedilmekte, çok önemli

belirleyiciler olan toplumun sosyal dokusu, toprak düzeni, sınıfsal yapının belirginleşmesi, bu

yapının etnik-dinî yansıması ve ekonomi-politik göz ardı edilmektedir. Bu çalışmalar tarihsel

süreci ve dönemin aktörlerini yargılarken olaylara kendi dönemlerinin değer yargılarından

oluşan gözlüklerle bakma hastalığından kurtulamamışlardır. Yine bu çalışmalar oldukça

pozitivist bir bakışla tarafları sabit görme eğiliminden de kurtulamamakta, karşı tarafı daima

ve külliyen suçlu ilân etmektedirler. Yaşanmış trajedileri ise tezlerini olumlayan bir araç

haline getirmeye çalışmaktadırlar. Özellikle Ermeni tarafının “ölü istatistikleri” üzerinden

gittiği yoldan son dönemde Türk tarihçileri de gitmektedir. Neticede bu çalışmaların esasında

propaganda amacı taşıdıkları kolayca gözlemlenebilmektedir. En vahimi de propaganda amacı

taşıdığı gözlemlenen eserler, gerçekleri yansıttıkları noktalarda dahi araştırmacının

kuşkularını gidermekte zorlanmaktadır.

İkinci yaklaşım tarzı “çok yönlü” olarak adlandırılabilir. Bu yaklaşımı benimseyen

çalışmalarda da suçlamalara ve istatistik bilgilere rastlamak mümkündür. Ancak suçlamalar

hem ölçülü ve çok taraflı hem de tarafların davranış tarzlarını birden çok sebeple açıklayıcı

biçimde yapılmaktadır. İstatistik verilere ihtiyatla yaklaşan bu çalışmalarda, sonuçlardan

ziyade nedenlere odaklanıldığı için araştırmacı “belirli saplantılardan” uzak tutulmaktadır.

Dolayısıyla “Türkler barbar”, “Ermeniler hain”, “Kürtler vahşi”, “Rusların kışkırtması”,

“İngilizlerin oyunu” gibi ön kabullerle yola çıkmadan, dolayısıyla peşin hüküm kolaycılığına

kaçmayarak, açıklayıcı bir işlev görmekte ve bu işlevi gördüğü ölçüde de bilimselliğe

yaklaşılmaktadır.

Bu çalışmada, her iki yaklaşımı benimseyen çalışmalarda yer alan görüşler ve veriler

dikkate alınmıştır. Herhangi bir tarafı suçlama amacı taşımamakta, olayları nedenleri

üzerinden ele almaya çalışmakta ve istatistikî tartışmalardan mümkün mertebe uzak

4

kalmaktadır. Dolayısıyla “çok yönlü yaklaşım”ın izinden gitmeye çalışıldığı söylenebilir.

Amaç tam olarak XIX. yüzyılın ikinci yarısında Kürt - Ermeni ilişkilerini ve “Ermeni

Sorunu”nda Kürtlerin oynadıkları rolü incelemektir. XIX. yüzyılın son çeyreğine değin,

Kürtlerin, en azından Ermeniler kadar, ulusal bilince ulaşmış bir bütün ve ortak hareket eden

yekpare bir topluluk olmadıklarını; çalışmada bunun dikkate alındığını peşinen belirtmekte

fayda vardır. Aynı şekilde Osmanlı Ermenilerini de, ulusal bilince ulaşmış olsalar dahi, siyasî

bir bütün olarak ele almak mümkün değildir. Dolayısıyla çalışma boyunca “Ermeniler”

ifadesiyle yapılan genellemelerle karşılaşıldığında, Ermeni toplumu ve kurumları arasında çok

keskin siyasî görüş ayrılıklarının mevcut olduğunu hatırda tutmak gerekmektedir.

Çalışmanın ilk bölümünde XIX. yüzyılda dünyanın ve Osmanlı İmparatorluğu’nun

genel siyasî ve ekonomik manzarası ve ardından Ermeniler ile Kürtlerin XIX. yüzyıldaki

durumu genel hatlarıyla ele alınmıştır. Bu açıklamalar çalışmanın devamının daha net bir

tabloya yerleştirilebilmesi için gerekli görülmüştür. İlk bölümün sonunda ise Botan Beyliği

döneminde Kürt-Ermeni ilişkilerine değinilmiştir. İkinci bölümde Ermeni etnik kimliğinin

siyasallaşmasını etkileyen faktörler ele alınmıştır. Burada sırasıyla misyoner faaliyetler,

yabancı okulları, Ermeni modernleşmesi ve Balkanlar’daki çözülme süreci incelenmiştir. Son

olarak 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi)1

öncesi ve sonrasında Patrikhane’nin

uluslararası girişimleri ele alınmıştır. Üçüncü bölümde ise yüzyılın son çeyreğinde Şeyh

Ubeydullah Nehrî döneminde Kürt milliyetçiliğinin doğuş sürecine değinilmiştir. Dördüncü

ve son bölümde ise Berlin Kongresi’nden yüzyılın sonuna kadar geçen süreç üzerinde

çalışılmıştır. Burada öncelikle Kürtlerin ve Ermenilerin 93 Harbi’ndeki rollerine ve savaşın

iki toplum üzerindeki siyasî ve sosyal etkilerine geniş yer verilmiştir. Daha sonra çatışmayı

kurumsallaştıran Ermeni komiteleri ve Hamidiye Alayları incelenmiş ve ardından 1894-1896

yılları arasında yaşanan çatışmalardan söz edildikten sonra son bölümde bu çatışmalara ilişkin

saptamalar yapılarak çalışma tamamlanmıştır.

Çalışmada XX. yüzyıl gelişmeleri, dolayısıyla da İttihat ve Terakki Cemiyeti ile 1915

trajedisi konu dışında bırakılmıştır. Bunun nedenlerinden birisi, her ikisinin de başlı başına

birer çalışma konusu olmalarıdır. Bağlantılı bir diğer sebep ise ele alınmak istenen esas konu

üzerindeki dikkat ve özeni dağıtma ihtimalidir. Esasen XIX. yüzyılın ikinci yarısı ve özellikle

II. Abdülhamid devri, “Ermeni Sorunu”nda Kürtlerin rolünü siyasî, sosyal ve ekonomik

1

1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı, Rumî takvimde 1293 yılına denk geldiğinden “93 Harbi” olarak da

isimlendirilmektedir. Metnin kalan bölümünde “93 Harbi” olarak ifade edilecektir.

5

düzeyde açıklayabilmek için yeterli veriye sahip görünmektedir. Kısacası konuyu

derinlemesine incelemek amacıyla ele alınacak tarihî süreç daraltılmıştır.

1. “ERMENİ SORUNU”NU ORTAYA ÇIKARAN SİYASÎ, SOSYAL VE

EKONOMİK FAKTÖRLER:

Tüm sosyal olaylar ve olgular gibi “Ermeni Sorunu”nda da belirleyici faktörler

sınırsızdır. Ancak en temel faktörlerin ortaya konulması, konunun daha fazla ve farklı

boyutlardan, dolayısıyla da gerçeğe daha yakın bir biçimde görülmesini sağlayacaktır. Bu

nedenle öncelikle, XIX. yüzyılda dünya politikasındaki ve Osmanlı İmparatorluğu’ndaki

genel tablonun yansıtılması gerekmektedir. Diğer taraftan toplumsal yapılar ve toplumlar arası

ilişkiler de sorunun temel belirleyici faktörleri olduğundan, XIX. yüzyılda Anadolu’da

yaşayan Ermeniler ve Kürtler hakkında birtakım bilgilerin aktarılması, yüzyılın sonunda

yaşanacak gelişmelerin zihinlerde doğru yerlere oturmasını sağlayacaktır.

1.1. XIX. Yüzyılda Dünyada Genel Siyasî ve Ekonomik Durum:

Fransız Devrimi ile her anlamda yeni bir çağa giren dünyanın siyasî haritası XIX.

yüzyıl ile birlikte hızla değişmeye başladı. Napolyon Savaşları sonrası hükümranlıkları

tehlikeye giren imparatorluklar değişime direnmeye çalışsalar da bu direniş çok uzun sürmedi.

Zira liberalizm ve milliyetçilik XIX. yüzyıla damgasını vurmuş akımlar olmanın yanı sıra,

özellikle milliyetçilik, yüzyılın ikinci yarısından itibaren devletlerin en önemli dış politika

araçlarından biri haline de geldi.

Avrupa, ulusların bağımsızlık mücadeleleri için yaşanan devrimler ve savaşlarla

çalkalanırken diğer taraftan Rusya’nın Kafkaslar ve Balkanlar üzerindeki tehdidi özelikle

Balkanlarda milliyetçi hareketleri tetiklemeye başladı. Osmanlı İmparatorluğu’nun bölgede

zayıflaması her ne kadar Avusturya için bir genişleme alanı yarattıysa da Avusturya’nın

1859’da İtalyan ve 1861’de Alman toprakları üzerinde hâkimiyetini kaybederek zayıflaması

sonrası Rusya ve Osmanlı İmparatorluğu, Balkanlardaki mücadelelerin genelinde baş başa

kaldılar.

İngiltere, XVIII. yüzyılda en geniş sömürge topraklarına sahip olduğu Hindistan’da ve

yakın doğudaki sömürgelerinde mutlak egemenlik kurdu. Ada dışında en fazla nüfusa sahip

olduğu Amerika’daki on üç kolonisini yitirdikten sonra Asya ile sömürge ve ticaret ilişkisi,

6

Kraliyet için hayatî bir öneme sahip oldu. Böylece Osmanlı topraklarından geçen ticaret

yollarının ve zengin Hindistan’ın güvenliğinin sağlanması, XIX. yüzyıl boyunca İngiliz dış

politikasının temel esaslarından birisi haline geldi. Buna bağlı olarak, örneğin Mısır’ın

Osmanlı denetiminden çıkmasına iki kez engel olurken Rusya’nın Balkanlar ve Kafkaslar

üzerinden Anadolu’ya ilerleyişi karşısında yüzyılın sonlarına kadar Osmanlı’yı destekledi.

XIX. yüzyıla damgasını vuran akımların merkezi olan Fransa’ya, Napolyon Savaşları

sonrası yaşanan 15 yıllık parlak dönemin ardından sürekli hale gelen iktidar ve rejim

değişiklikleri nedeniyle istikrarsızlık hakim oldu. Buna rağmen yüzyıl boyunca İngiltere’nin

ardından ikinci büyük sömürge imparatorluğu ünvanını taşıyan Fransa, ilgisini çoğunlukla

Kuzey Doğu Afrika’ya yöneltti ve 1830’da Cezayir’i, 1881’de ise Tunus’u ele geçirdi. Daha

doğuya yöneldiği dönemlerde İngiltere ile karşı karşıya geldi; ancak ne Mısır ne de Sudan’da

üstünlük sağlayabildi. Bu durum, Osmanlı toprakları üzerindeki güç oyununda Rusya ve

İngiltere’nin bir adım gerisinde kalmasına neden oldu. Ancak Doğu Akdeniz kıyıları ve

Kilikya bölgesine olan ilgisi uzun yıllar devam etti. Güç denkleminde Fransa ile birlikte geri

planda kalan bir diğer devlet Almanya oldu. Almanya’nın gerek iç ve bölgesel siyasî ortamı

gerekse sömürge yarışına geç katılması nedeniyle mücadeleye dahil olması için yüzyılın

sonuna kadar beklenecekti.

Sömürgecilik faaliyetlerinin hızla yayıldığı XVIII. yüzyılda dünyada siyasî üstünlük

kesin olarak Avrupa’nın elindeydi. Bu mutlak üstünlüğü, dünyanın pek çok noktasında

“egemenlik” haline getiren faktör ise “Sanayi Devrimi”ydi.2

Sanayi Devrimi öncesinde

sömürgelerden getirilen pek çok çeşit hammadde, Avrupa pazarında alıcı bulurken, tarımda ve

madende üretici olan sömürge halklarının durumlarında büyük bir değişim yaşanmadı. Buna

karşın Avrupalı denizciler ve tacirler hızla zenginleşmeye başladılar. Oluşan büyük sermaye

birikimleri sayesinde XIX. yüzyıl boyunca devletler, artık daha pahalıya mal olan savaşlarını

aldıkları kredilerle finanse eder hale geldiler.3

Buhar motorunun icadıyla birlikte kısa sürede pek çok üretim yöntemi değişti. Bunun

sonucunda Avrupa imalathanelerinde ve fabrikalarında dünyanın herhangi bir yerinden çok

daha ucuza mamul mal elde edilmeye başlandı. Daha az işçiye ihtiyaç duyulması işçi

ücretlerini azaltırken, bu azalma diğer ürün maliyetlerine de yansıdı. Avrupa’da üretilen ucuz

2 Oral Sander, Siyasi Tarih: İlkçağlardan 1918’e, 22. Basım, İmge Kitabevi, Ankara, 2011, s. 208.

3Paul Kennedy, Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri: 1500’den 2000’e Ekonomik Değişme ve Askerî

Çatışmalar, çev. Birtane Karanakçı, 6. Basım, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1996, s. 90-93.

7

mamul mallar ve makineleşme, öncelikle eski tarz üretim yapan yerli imalathaneleri, daha

sonra da hammadde üreticisi durumunda olan maden işçilerini ve çiftçileri vurdu.

Sanayileşmenin Avrupa dışında ise büsbütün yıkıcı bir etkisi oldu. Buhar gücünün

gemilerde kullanılması ve buharlı lokomotifin üretilmesi sonucu sömürgeler mamul mallar

için geniş pazarlar haline geldiler. Ucuz malların girişiyle pek çok sömürgede başta dokuma

sektörü olmak üzere geleneksel üretim tarzına dayanan ekonomiler yerle bir oldu. XVIII.

yüzyıl ortalarından XIX. yüzyıl sonlarına kadar dünya mamul mal üretiminde üçüncü dünya

ülkelerinin payı %73’ten %11’e gerilerken, Avrupa’nın payı %23’ten %61’e çıktı.4

1.2. XIX. Yüzyılın İkinci Yarısında Osmanlı İmparatorluğu:

Dünyada manzara bu şekilde iken XIX. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu, topraklarının

önemli bir kısmını kaybetti. 1829’da Yunanistan’ın bağımsızlığını ilân etmesiyle başlayan

süreçte, 1878 yılına kadar Cezayir ile birlikte Eflak-Boğdan kaybedildi. Ancak imparatorluk

Anadolu haricindeki pek çok bölgede mutlak egemenliğini yitirmişti. Bunun sonucu olarak

1878’de Sırbistan, Bosna-Hersek, Karadağ, Kıbrıs ve Kars-Ardahan-Batum kaybedildi.

Bulgaristan’ın özerkliği kabul edildi. 1881’de Tunus Fransızların eline geçerken Mısır

1882’de İngiltere tarafından işgal edildi.

Gerçekte Küçük Kaynarca Antlaşması (1774) ile başlayan bu süreçte, hiçbir toprak

parçasının kaybı Balta Limanı Antlaşması’nda (1838) kabul edilen şartlar kadar ağır etkiler

doğurmadı. Mısır Sorunu’nda İngiltere’nin desteğine karşılık yapılan antlaşma Osmanlı’nın

tüm iç ve dış ticaretini sarsacak hükümler içeriyordu.5 Avcıoğlu’nun “Türkiye’nin idam

fermanı” olarak nitelediği anlaşma ile ülkenin İngiltere’ye bağımlı bir tarım ülkesi haline

gelmesinin yolu açıldı.6 Yed-i Vahid

7 usulünü kaldıran bu anlaşmayla Osmanlı da artık

sömürgeler gibi ucuz hammadde kaynağı ve Avrupa mamul malları için pazar haline

geliyordu. Esasen gümrükler Balta Limanı Antlaşması’nda kabul edilen % 3 resim oranıyla

1802’den beri Avrupalılara zaten açıktı. Balta Limanı Antlaşması bir taraftan hâlihazırdaki bu

4 Kennedy, age, s. 175. “Üçüncü Dünya” kavramı 1950’lerden sonra ortaya çıkmış olmasına karşın, Kennedy’nin

bu kavramı o dönemde Hindistan ve Pakistan dışındaki sömürge ülkeleri anlamında kullandığı tahmin

edilmektedir. 5 Antlaşma maddeleri için bkz. Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni: Dün-Bugün-Yarın Birinci Kitap, Tekin

Yayınevi, İstanbul, 1996, s. 106-107. 6 Avcıoğlu, age, s. 102.

7 Yed-i Vahid usulü pek çok malın alım-satımını bedel karşılığı ruhsat alan kimselere veren bir tekel sistemiydi.

Köylüler ürünlerini bu kişiden başkasına satamazlardı. Aynı durum ithalat için de geçerliydi. İthal olunan bir

ürünü ancak ruhsat sahibi alıcıya satmak söz konusuydu. Mısır’da Kavalalı Mehmet Ali Paşa bu usül sayesinde

dış ticareti devletleştirdi ve gelirlerle güçlü bir ordu kurdu. Bkz. Avcıoğlu, age, s. 105.

8

uygulamaları resmîleştiriyor diğer taraftan İngiliz tacirlerin ülke içindeki perakende ticarete

de el atmasını sağlıyordu.8

Sanayi devrimi yaşamamış ülkelerin kapitalist dünyaya açılması öncelikle geleneksel

tekniklerle üretim yapan imalathanelerini yok etmişti. Osmanlı’da da durum değişmedi ve

küçük imalathaneler ucuz ithal mallar karşısında tutunamadı. Ancak tımar sisteminin

bozulmasından başlayıp kapitalizme eklemlenmeyle devam eden süreçte en fazla zarar gören

kesim, nüfusun %80’ini oluşturan Osmanlı köylüsü oldu. Daha XVI. yüzyıldan başlayarak

yerel ve merkezî bürokrasiyle birlikte reayanın bir bölümünün zenginleşmesi, özel mülkiyet

eğiliminin artması, tefecilik gibi hukuka aykırı yollarla sermaye birikiminin oluşması

sonrasında köylülerin bir bölümünün topraklarını terk etmek zorunda kalması ülkedeki toprak

düzenini temelden sarstı.9 Bu dönüşümde yine köylülerin önemli bir kısmının köylerini terk

etmesine yol açmış olan ve etkileri yıllarca devam eden Celali isyanlarının (XVI. ve XVII.

yüzyıllar) payı da yadsınamaz.

Eski düzende mülkiyet hakkı devletin elindeyken, toprak rantından pay alanlar bir

şekilde devlet şemsiyesi altında birleşiyordu. Âyan ve sipahiler toprak ve malikâneleri devlet

adına işletiyorlardı. Toprak üzerinde özel mülkiyetin yaratılması reayayı devlet şemsiyesinden

çıkarıyor ve bu durum toprağa bağlı köylüler için çifte sömürü anlamına geliyordu.10

Bu

tabloya yerel ve merkezî bürokratların para kasaları durumundaki ve ileride sözü edilecek

olan Rum, Ermeni ve Yahudi sarraflar da ekleniyordu.

Askerliğin XVIII. yüzyıldan itibaren nimetten külfete dönüşmesi düzenli ve yeni bir

sistemi gerekli kılarken, devşirme usulü ortadan kaldırıldı. Balkanlardaki toprak ve

dolayısıyla nüfus kaybıyla birlikte askerlik yükü de bundan böyle Anadolu’daki Türk

köylülerin omuzlarındaydı. Zira Arapları, Arnavutları ve Kürtleri düzenli orduya katmak

kolay değildi.11

Neticede zaten fakir olan Osmanlı köylüsü bir taraftan kapitalist ekonomik

düzene entegre edilerek, diğer taraftan askerlik ve vergi yükü yüklenilerek, nihayetinde de

yöneticilerin usulsüz uygulamalarına maruz bırakılarak sömürü düzeninin en alt katmanında

yerini aldı.

Anadolu’daki durum böyle iken İstanbul’un uyguladığı veya uygulamak zorunda

kaldığı ekonomi politikaları durumu daha da korkunç hale getirdi. Daha önceleri Galata

8 İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, 21. Basım, İletişim Yayınları, İstanbul, 2005, s. 108.

9 Avcıoğlu, age, s. 36-37.

10 Stefanos Yerasimos, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye II: Tanzimattan 1. Dünya Savaşına, çev. Babür Karaca,

8. Basım, Belge Yayınları, İstanbul, 2007, s. 27. 11

Yerasimos, age, s. 17.

9

bankerlerinden (Latin kökenli Levantenler ile yerli Yahudi, Ermeni ve Rum sarraflar) borç

alan Osmanlı, Kırım Savaşı sırasında 1854 yılında ilk dış borcunu İngiltere’den almak

durumunda kaldı.12

Kısa bir dönem sonra Osmanlı’nın dış borç macerası, yeni borçlarla eski

borçların faizlerinin ödendiği bir kısır döngüye girdi. İmparatorluğun borç-faiz sarmalına

girdiği yıllarda inşa edilen Beylerbeyi, Çırağan ve Dolmabahçe Sarayları ise Anadolu ve

İstanbul arasındaki sınıfsal kopuşun temsili abideleri olarak yükseliyordu. Ülke borç

batağında sömürge haline gelirken İstanbul’da her yönüyle Batılı tarzda lüks bir hayat

yaşanmaya başladı.13

Bu pahalı hayat da büyük oranda borçla finanse ediliyordu.

Yerasimos’un anlatımına göre Ermeni sarraflar Osmanlı bürokratlarının ve hazinesinin daimi

alacaklısı haline gelmişti.14

Rum, Ermeni ve Yahudi bankerler sadece devlet hazinesine ve

devlet ricaline borç vermekle kalmıyor, kimi zaman alınacak dış borçlarda da komisyonculuk

yapıyorlardı.15

Bankerler Tanzimat’tan sonra değişmeye başlayan idari yapıda üst düzey bürokratlarla

yakın ilişki içine girdiler. Bilhassa bazı valiler, oturdukları makamları bankerlerden aldıkları

borcu saraya ve üst düzey bürokratlara rüşvet vererek elde ediyorlardı. Bu valiler,

bankerlerden aldıkları borçla aşarın iltizamı için yapılan açık arttırmaya katılır ve bu hakkı

elde ederlerdi. Sonrasında iltizam bedelinin kat kat fazlasını çiftçilerden aşar olarak zorla

alırlardı. Çiftçiden alınan bu verginin önemli bir kısmıyla bankerden alınan borç ödenirdi.16

Bir İngiliz tacirin anlatımıyla “Türkiye adeta memleketin zararı pahasına zenginleşmiş olan

birkaç paşa ile elli altmış tefeci ve sarrafın çıkarlarını sağlamak için varlığını

sürdürüyordu.”17

Kırım Savaşı sonrası ilân edilen Islahat Fermanı, imparatorluğun artık kendi ayakları

üzerinde duracak gücü yitirdiğinin en açık kanıtıydı. Başta Rusya olmak üzere büyük güçler

geçen yüzyıldan beri ülke içerisinde etnik-mezhepsel bağlarının bulunduğu Hıristiyan

toplumlar üzerinden iç müdahale politikasını zaten izliyorlardı. Üçte ikisi Hıristiyan tebaaya

kalanı da ülkedeki yabancılara tanınacak haklara ilişkin hükümler içeren 1856 Hatt-ı

12

Galata Bankerleri hakkında geniş bilgi için bkz. Haydar Kazgan, Galata Bankerleri: I. Cilt, 2. Basım, Orion

Yayınevi, Ankara, 2005. Galata Bankerlerinin Osmanlı’ya verdiği borcun getirisi bazı dönemlerde % 20’leri

buluyordu. Kazgan, age, s. 81. 13

Ortaylı, age, s. 253; Kazgan, age, s. 16. 14

Yerasimos, age, s. 18. 15

Biltekin Özdemir, Osmanlı Devleti Dış Borçları: 1854-1954 Döneminde Yüzyıl Süren Boyunduruk, 2. Basım,

T.C. Maliye Bakanlığı, Ankara, 2010, s. 14. 16

M. Zeki Pakalın, Maliye Teşkilatı Tarihi: Cilt 3, Maliye Bakanlığı Tetkik Kurulu Yayını, Ankara, 1978, s. 27-

28. 17

Donald C. Blaisdell, Osmanlı İmparatorluğu’nda Avrupa Mali Denetimi ve Duyunu Umumiye, çev. Ali İhsan

Dalgıç, Doğu Batı Yayınları, İstanbul, 1979, s. 18.

10

Hümayunu bu müdahalenin kapılarını ardına kadar açtı.18

Öte yandan yeni düzenlemelerle

Müslümanlarla Hıristiyanlar arasındaki pek çok ayrım ortadan kaldırılıyor ve tebaanın

Osmanlı üst kimliği altında yeniden dönüşeceği umut ediliyordu. Hatt-ı Hümayun

hükümlerine göre vergi, askerlik, eğitim, memurluk ve yargılama konularında eşitlik

sağlanacaktı. Ayrıca gayrimüslim cemaatler işlerini görebilmek için her biri bir meclis

seçecek ve ihtiyaçları bu meclisler marifetiyle Bâb-ı Âli’ye arz edilecekti.19

Ancak ıslahat

talebinin dışarıdan gelmesi ve Hıristiyanların –tüccar, tefeci, sarraf kesimi saymasak bile–

ekonomik durumlarının Müslümanlara nispetle iyi olması, dengenin Müslüman tebaa aleyhine

bozulması sonucunu doğruyordu. Bunun ötesinde fermanla yabancılara da tıpkı tebaadanmış

gibi mülk edinme hakkı tanınıyordu. Bütün bu nedenlerle Müslüman toplum kesimlerinde

Islahat Fermanı’na duyulan tepki Tanzimat Fermanı’ndan kat be kat fazlaydı.

Alınan yüksek faizli dış borçların ödenememesi, üretici üzerindeki vergi yükü ve

İstanbul’daki yaşam tarzı ülkeyi kısa sürede iflasa götürdü. 1875’te moratoryum ilân edilirken

borçların ödenmesi için altı gelir (rüsum-u sitte) karşılık gösterilmek suretiyle Galata

bankerleriyle anlaşıldı.20

1881 yılında ise meşhur Duyun-u Umumiye teşkilatı kurularak

Osmanlı gelirlerinin pek çoğunun yönetimi bu kuruma devredildi.21

Bu iflas döneminde başlayan 93 Harbi ülkenin doğusunda yüzyılın başından beri

cereyan eden ve esasen maddî kaynakların bölüşümü ile ilgili olan huzursuzluğu gün yüzüne

çıkardı. Ekonomi, dış siyaset ve toprak düzenindeki bozulmalar pek tabii olarak doğuya da

yansıdı ve günümüzde “Ermeni Sorunu” olarak adlandırılan sürecin yüzyılın başında atılan

tohumları ilk filizlerini vermeye başladı.

1.3. XIX. Yüzyılda Anadolu Ermenileri:

Ön Asya’nın yerli (otokton) halklarından sayılan Ermenilerin hemen hepsi XVIII.

yüzyıla kadar gerçekte salt kendilerine ait olan ve St. Gregor’a (ya da Aziz Kirkor) atıfla

“Gregoryen” denilen monofizit (tek tabiatçı)22

bir mezhebe bağlıydılar.23

1461’de Fatih

18

Yerasimos, age, s. 97- 98. 19

Fahir Armaoğlu, 19. Yüzyıl Siyasî Tarihi (1789-1914), Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1997, s. 257-

258. 20

Yerasimos, age, s. 279 21

Avcıoğlu, age, s. 127. 22

İsa Peygamber’in beşerî ve tanrısal tabiatının insan olduktan sonra tek ve tanrısal tabiat haline geldiğini, beşerî

tabiatın tanrısal tabiat içerisinde eridiğini savunan görüş. Monofizit (tek tabiatçı) görüşün 451 yılında toplanan

Kadıköy (Kalkedon) Konsülü tarafından reddedilmesi, doğudaki bazı kiliselerin uzaklaşarak bağımsız kurumlar

haline gelmelerine neden olmuştur. Kadıköy Konsülü’ne katılmayan Ermeniler, sonradan öğrendikleri konsül

kararını reddederek monofizit görüşü kabul eden millî bir kilise oluşturmaya yönelmişlerdir. Ahmet Hikmet

11

Sultan Mehmet’in buyruğu ile İstanbul’da kurulan patrikhane, dinî bir meşruiyete sahip

olmamasına rağmen zaman içinde Ermenilerin gözünde benzersiz bir öneme sahip oldu.24

Daha sonraları Ermeni Cemaati içerisinde yaşanan ve kan dökülmesine kadar varan

anlaşmazlıklar sonucunda bazı Ermeniler, Katolik ve Protestan misyonerlerinin de etkileriyle

bu mezheplere geçtiler.25

Katolik Ermeni Kilisesi 1740’ta kuruldu ve Katolik Ermenilerin ayrı

millet statüsü 1830’da kabul edildi. 1831’de kiliselerini kuran Protestan Ermeniler ise bu

statüye 1850’de kavuştular.26

Ortaya çıkan mezhep farklılıkları sayesinde Rusya ile birlikte

Fransa ve İngiltere’nin de Ermeniler üzerinden Osmanlı’nın iç işlerine müdahalesinin

gayriresmî zemini oluştu.

Etnik kökenin mezhebe –dolayısıyla da kiliseye– sıkı sıkıya bağlı olduğu “millet

sistemi” nedeniyle Osmanlı’da gayrimüslim tebaada ulus bilincinin uyanışı kolay anlaşılabilir

bir durumdu. Ermeniler de bu konuda bir istisna değildi. Onlar için ortaya çıkan zorluk çok

geniş bir alanda çok dağınık yaşamaları ve İstanbul’daki zengin Ermenilerle Anadolu

Ermenileri arasındaki kopukluktu. Bu kopukluk hiçbir zaman giderilemedi ancak İstanbul

Ermenilerinin ve Batı’nın desteği Anadolu’daki misyoner faaliyetleriyle birleştiğinde küçük

çaplı bir “Ermeni Rönesansı” yaşanmaya başladı.27

XVI. ve XVII. yüzyıllardan itibaren

yurtdışında kitaplar basıldı. Çoğunlukla dinî içeriğe sahip olsalar da okuryazarlığın

artmasında büyük rol oynayan bu yayınların ardından XVIII. yüzyılda İstanbul’da Ermeni

yayıncılığının ilk temelleri atıldı. Bu dönemde ilk tarih kitapları, sözlükler ve haritalar basıldı.

XIX. yüzyılın ortalarına gelindiğinde de artık millî kurumlarca yönetilen okullar eğitim

veriyor, yüksek öğretim için yurtdışına öğrenciler gönderiliyor ve Ermenilere ait gazeteler

yayımlanıyordu.28

Neticede zaten kilise şemsiyesi altında oluşmuş millî bilinç, artık siyasî bilince

dönüşüyordu. Ermenilerin devletin tebaası ve kilisenin mensubu olmanın yanında artık siyasî

Eroğlu, “Hıristiyanların Bölünme Sürecine Genel Bir Bakış”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C.

41, S. 1, ss. 309-325, s. 313-314. 23

Levon Panos Dabağyan, Gregoryen isimlendirmesinin Rus Çarı tarafından 1800’lerde siyasî amaçlarla kendi

topraklarında yaşayan Ermeniler için kullanıldığını, mezhebin gerçek isminin Ermenilerin Aziz Kirkor’a

verdikleri Lusavoriç ismine atıfla “Lusavoriçagan” olduğunu belirtmektedir. Bkz. Levon Panos Dabağyan,

Türkiye Ermenileri, 3. Basım, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2005, s. 67-68. 24

İstanbul Ermeni Patrikhanesi Akhtamar (Akdamar), Kilikya katogikoslukları ve hiyerarşide daha üstte yer alan

Kudüs Patrikhanesi üzerinde ancak XVII. yüzyıldan sonra etkili bir nüfuza sahip olabildi. Raymond H.

Kévorkian ve Paul B. Paboudjian, 1915 Öncesinde Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeniler, çev. Mayda Saris,

Aras, İstanbul, 2012, s. 11. 25

Salahi Ramsdan Sonyel, The Ottoman Armenians: Victim of Great Power Diplomacy, K. Rustem & Brother,

London, 1987, s. 5; Ortaylı, age, s. 118. 26

Kévorkian, age, s. 87-88. 27

Kévorkian, age, s. 77. 28

Kévorkian, age, s. 77-79.

12

kimlikleri de belirgin hale geliyordu. Ancak unutmamak gerekir ki bu siyasîleşmenin aldığı

biçimde, buraya kadar anlatılan uluslararası siyasî ve ekonomik gelişmelerin yanı sıra ülkenin

siyasî ve sosyo-ekonomik durumunun ve yerel aktörlerin doğrudan belirleyici etkisi vardı.

Ermeni nüfusu Anadolu’da her zaman dağınık bir nitelik arz ettiyse de XIX. yüzyılda

Kilikya ve Doğu Anadolu’nun yanı sıra İstanbul ve İzmir gibi iki büyük liman şehrinde de

yoğundu. Bu iki şehirde geçmişten beri ticaretle uğraşan veya bir meslek sahibi ya da

zanaatkâr olan Ermeniler ağırlıktaydı. Anadolu’da ise Ermenilere her vilayette rastlanabilirdi.

Ancak özellikle altı vilayette (Vilayet-i Sitte: Van, Bitlis, Erzurum, Sivas, Mamuret’ül Aziz

ve Diyarbakır) daha yoğun bir Ermeni nüfusu vardı. Bu bölgeler pek çok Ermeni yazarın

“Batı Ermenistan” ve pek çok Kürt yazarının da “Kuzey Kürdistan” olarak tanımladığı

bölgeye genel olarak denk düşüyordu. Bölgenin genelinde Ermeniler, Kürtler ve Türkler bir

arada yaşıyorlardı. Öte yandan Adana, Ankara, Bursa ve Edirne vilayetlerinde de

azımsanmayacak bir Ermeni nüfusu bulunuyordu.29

Ermenilerin yaklaşık % 80’i kırsal

kesimde yaşıyordu. Bu oran Vilayet-i Sitte’de % 90’ı geçmişti.30

Burada Osmanlı Ermenileri konusunda Sonyel’in yaptığı beşli ayrımı aktarmakta

fayda var. Söz konusu ayrımda ilk grubu hükümet üyesi olan veya devlette üst düzey

memurluklarda bulunan zengin, etkin ve nüfuz sahibi Ermeniler oluşturmaktaydı. İkinci

gruptakiler genellikle İstanbul’da veya Anadolu’nun büyük merkezlerinde bulunan banker,

tacir ve sanayicilerdi. Üçüncü grup Anadolu’nun neredeyse tamamına yayılmış olan ve en

geniş kitleyi oluşturan Ermeni köylülerinden oluşuyordu. Dördüncü grup Sason ve Zeytun

gibi doğal korunağa sahip dağlık uzak bölgelerde yarı bağımsız hayat süren dağlı Ermenilerdi.

Beşinci ve son grup yine tüm imparatorluğa yayılmış çok sayıda papaz ve piskoposun

oluşturduğu Ruhban sınıfıydı.31

Çoğunluğu ülkenin en doğu bölgelerinde meskûn olan, kırsal

kesimde yaşayan ve tarımla uğraşan Ermenilerin yaşam tarzı, İstanbul ve İzmir’de ticaretle ve

kuyumculuk, mimarlık gibi kente özgü zanaatla uğraşan Ermenilerin yaşam tarzından çok

farklıydı. Kırsalda yaşayanların durumları XVI. yüzyıldan beri toprak düzeninin bozulması,

İran ile mücadele, göçebe ve şehirde yerleşik Kürt aşiretlerinin baskısı ve son olarak Osmanlı-

Rus mücadelesi ile sürekli kötüye giderken, kentlerde özellikle ticaret ve finans işleriyle

uğraşanların durumları Sanayi Devrimi sonrası ticaretin hızla artmasıyla sürekli iyiye gitti.

29

Osmanlı’da Ermeni nüfusu için bkz.; Esat Uras, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, haz. Tülay Duran,

Belge Yayınları, İstanbul, 1997, s. 130-145; Kemal H. Karpat, Osmanlı Nüfusu (1830-1914): Demografik ve

Sosyal Özellikleri, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2003, s. 91; Fuat Dündar, Kahir Ekseriyet: Ermeni

Nüfusu Meselesi (1878-1923), 1. Basım, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2013, s. 3; Kévorkian, age, s. 59. 30

Kévorkian, age, s. 65. 31

Sonyel, age, s. 24-25.

13

Tanzimat ve Islahat Fermanları sonrasında ortaya çıkan yeni düzende İstanbul

Ermenileri devlet hazinesi ve bürokrasisinin içine kadar nüfuz etmeyi başardı. Maliye ve

Hariciye Ermenilerden pek çok üst düzey memuru işbaşına getirdi. Bunlar içinde ileride

bakan olacak Ermeniler de vardı. Darphane amirliği de uzun yıllar Düzyan ailesinde kaldı.32

Buna mukabil söz konusu reformlar ne genelde Osmanlı köylüsüne ne de özelde taşra

Ermenilerine belirgin bir yarar sağladı.33

Dahası, iltizam usulünün kaldırılarak vergi

konusunda Müslümanlarla gayrimüslimler arasında eşitlik sağlamaya çalışılmasından da

ülkenin doğusundaki Ermeniler çok ciddi zarar gördü. Şöyle ki Anadolu’nun en doğu

bölgelerinde yaşayan Ermeniler geleneksel olarak otonom Kürt aşiretlerinin kontrolü altında

yaşıyorlardı.34

Reformlar ve merkezîleşme çabaları sonucu devlet, o döneme kadar Kürt

ağaları tarafından haraca bağlanmış olan Ermenilerden de vergi toplamaya başladı.35

Devlet

hem Kürtlerden hem Ermenilerden vergi alırken, Ermeniler, Kürt ağaların almayı

sürdürdükleri haraca da itiraz edecek durumda değillerdi. Bir taraftan vergi diğer taraftan

haraç ödemenin yanında, göçebe Kürtlerin gerek devlet politikası gerekse ekonomik

zorunluluklar gereği yerleşik düzene geçmeye başlaması, bölgede sosyal düzenin bozulmasına

ve artık çatışmaya uygun bir ortamın doğmasına neden oldu.

1.4. XIX. Yüzyılda Kürtler:

Kürtler Osmanlı denetimi altına girdikleri I. Selim döneminden itibaren feodal ve

geleneksel bir yapı içerisinde ve İstanbul’un çoğunlukla hoş gördüğü muğlâk otonomiyle

yaşıyorlardı. XIX. yüzyıldaki idarî taksimata göre Erzurum, Van, Bitlis, Mamuret’ül Aziz,

Diyarbakır, Musul ve Deyr-i Zor’da yoğun olan Kürtlerin o dönemki nüfusu hakkında net

bilgi bulunmamaktadır.36

Zira yüzyıl sonunda Ermeni ve Kürt nüfusları üzerinde oluşan

tartışma ve spekülasyonlar sağlıklı tahminlerde bulunmayı engellemektedir.37

Yine de söz

konusu vilayetlerin toplamında nüfusun çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu malumdur.

32

Kévorkian, age, s. 72. 33

Ortaylı, age, s. 121. 34

Garo Sasuni, Kürt Ulusal Hareketleri ve 15. YY’dan Günümüze Ermeni Kürt İlişkileri, çev. Bedros Zartaryan

ve Memo Yetkin, Med Yayınları, İstanbul, 1992, s. 66-67, 84. 35

Yerasimos, age, s. 384. 36

Belirtilen bölgeler Kürtlerin yoğun olduğu bölgeler olmakla birlikte, Basil Nikitine, Martin van Bruinessen,

Wadie Jwaideh gibi yazarlar çok daha geniş bir Kürdistan haritası sunarlar. Ancak bu haritaların Kürtlerin diğer

unsurlarla birlikte yaşadıkları yerler de dâhil olmak üzere Kürtlerin sadece yoğun oldukları değil, yoğun

olmadıkları bölgeleri de kapsadığı görülmektedir. 37

XIX. yüzyılda Kürtlerin ve Ermenilerin yoğun olduğu coğrafyadaki nüfus bilgileri ve nüfus spekülasyonları

hakkında geniş bilgi için bkz. Dündar, age, s. 31.

14

XIX. yüzyıla girildiğinde tıpkı Ermeniler gibi Kürtlerin de sosyal yapıları bir bütünlük

arz etmiyordu. Kürtler kabaca göçebe olarak bilinseler de, genel yapı bölgeden bölgeye

değişiklik gösteriyor, bu değişiklik de Ermenilerle olan ilişkilerine doğrudan yansıyordu.

Basil Nikitine’in aktarımına göre Hellmut Christoff, sosyal ölçülere dayanan dörtlü bir ayrım

yapmıştı.38

Bu ayrımı Kürtlerin Ermenilerle olan ilişkileri de dikkate alındığında, göçebeler,

sınır aşiretleri, yarı göçebeler ve şehirli yöneticiler şeklinde revize etmek uygun olacaktır.

Göçebe Kürtler yılın çok sıcak geçen dört ayını geçirmek için her yıl sürüleriyle

birlikte yaylalara göç ederlerdi. Bu göç esnasında geçtikleri ovalardaki Ermeni ve Kürt

yerleşimlerine tedirginlik hâkim olurdu.39

Zira tüm göçebe toplumlarında olduğu gibi burada

da şakilik yaşamın ve sosyal ilişkilerin doğal bir parçası olmanın yanında özellikle Kürtler

arasında “yiğitlik” olarak bile kabul edilebilirdi. Bu göçebeler kışın gelmesiyle birlikte tekrar

güneye inerek düzlüklerdeki meralar için Bedevî göçebelerle mücadele ederlerdi.

Kuzeyin yüksek platolarında yaşayan Kürtler ise sert kışı Ermeni köylülerle birlikte

geçirirler ve yılın altı ayı yerlerinden ayrılamazlardı.40

Böylece Ermeniler ve Kürtler arasında

birebir ilişkiler doğardı. Ermeni uygarlık bakımından Kürtten daha ileri bir düzeyde ve

nispeten daha eğitimliydi. Ancak kalabalık ve silahlı olan Kürtler her zaman daha üstündü ve

otoritelerini rahatça kabul ettirebilirlerdi. Yine de hayvancılıkla uğraşan göçebe Kürtler,

tahıldan savaş gereçlerine kadar pek çok ihtiyaç için Ermenilere mecburdu. Dolayısıyla

aralarında çok büyük çaplı çatışmaların çıkması bu iklim şartlarında kolay değildi.

Arada kalan bir Kürt tipolojisi ise yarı-göçebeler idi. Sayıları XX. yüzyılda yerleşik

hayata geçişin hızlanmasıyla birlikte hızla artacak olan bu aşiretlerin toprağa bağlanması hem

aşiret hiyerarşisinin belirgin biçimde çözülmesine yol açtı hem de savaşçı - isyancı nitelikleri

aşınarak daha kolay kontrol edilebilir hale gelmelerini sağladı.41

Bir diğer grubu sınır boylarında yer alan Kürtler oluşturuyordu. Bu savaşçı aşiretler

genellikle tarım, hayvancılık gibi düzenli faaliyetlerden uzak durmakta, geçimlerini savaş

döneminde ganimet ve talanla, barış döneminde ise köylüyü kaba kuvvetle sömürerek

sağlamaktaydı.42

Dolayısıyla başta Ermeniler olmak üzere bölge köylülerine en çok zarar

38

Basil Nikitine, Kürtler, çev. E. Karahan, H. Akkuş, N. Uğurlu, 2. Basım, Örgün Yayınevi, İstanbul, 2010, s.

142; Niktine, Dr. Christoff’u metinde kaynak göstermesine karşın ilgili esere bir atıf yapmamış kaynakçada da

Christoff’un herhangi bir eserine rastlanmamıştır. Ancak eserin [Hellmut Christoff, Kurden und Armenier: Eine

Untersuchung über die Abhängigkeit ihrer Lebensformen und Charakterentwicklung von der Landschaft,

University of Hamburg, Hamburg, 1935] olduğu tahmin edilmektedir. 39

Niktine, age, s. 104. 40

Niktine, age, s. 150. 41

Niktine, age, s. 153. 42

Niktine, age, s. 152-153.

15

verenler bunlardı. Bu aşiretlerin savaşçı özellikleri onları merkezî idarenin gözünde de ayrı bir

yere oturtuyordu. Gerçekte devlet geçmişten beri bölgenin yönetimini bu savaşçı aşiretlerden

olan kimselere bırakmıştı. Ancak yöneticinin şehirde bulunması bir zorunluluk olduğundan

kent merkezine yerleşen yönetici, savaşçılarıyla birlikte başka bir kesimi oluşturdu.

Christoff’un, biraz da yanlış anlaşılacak bir biçimde, “şehirli Kürtler” olarak

adlandırdığı bu grup aslında yönetici zümre ve onların savaşçılarıydı. Osmanlı Devleti, İran

sınırındaki vilayetlere bölgenin ileri gelen Kürt beylerinden birini atamayı teamül haline

getirmişti. Aşiretlerin saygınlığını kazanmış Kürt beyi hem bu geleneksel otoritesiyle hem de

devletin sağlamış olduğu yetki ve güçle aşiretleri buyruğu altında tutuyordu.43

Ancak bilhassa

XVIII. yüzyıldan itibaren ve muhtemelen devletin mutlak gücü üzerinde şüpheler arttıkça

Kürt beylerinin tutumlarında da bir değişme yaşandı. Bu beyler devletin zayıf olduğu

dönemde kendilerini bağımsız beyler ve kontrolleri altındaki bölgeyi de beylik olarak

görürken devletin güçlü dönemlerinde iyi memurlar oluyorlardı.44

Osmanlı’nın bölgeye

zaman zaman seferler düzenlemesinin nedeni Kürt beylerin bu tutumuydu.

Kürt beylerinin savaşçı nitelikleri ne kadar fazla ise ekonomik yönleri o kadar eksik

kaldı. Dolayısıyla beyliklerde neredeyse tüm akçeli işler Ermenilere bırakılmıştı. Beylikleri

ayakta tutan gelirler de Ermeni çiftçilerin ve yarı-göçebe Kürtlerin ürünlerinden sağlanıyordu.

Devlet çoğunlukla beylerden vergi almazdı. Ancak hazinenin giderek kötüleşmesiyle birlikte

devletin vergi almaya başlaması, öte yandan beyliklerin de giderek merkezden daha bağımsız

biçimde topraklarını genişletme eğilimleri, artan giderlerin hem yerli hem de ele geçirilen

bölgelerdeki Ermeni ve Kürtlerin omuzlarına yüklenmesine yol açtı. Koşulların uygun hale

gelmesiyle Kürt beyleri Ermeni çiftçilerin ve bazı nüfuzlu Ermenilerin topraklarına el

koymaya da başladılar. Bir dönemden sonra bölgenin en büyük toprak sahipleri Kürt beyleri

olmaya başladı ve bölgede büyük toprak sahibi Ermeni kalmadı.45

Kürtlerin XIX. yüzyıldaki siyasî durumlarına bakıldığında ilk olarak büyük Kürt

beyliklerinin bazen devlete bazen de Hıristiyan azınlıklara karşı giriştiği eylemler ancak daha

çok birbirleri arasında süren mücadeleler göze çarpıyordu. Ulusal mücadele görüntüsünden

çok uzak olan bu çatışmalar aşiretlerin geleneksel yapılarına ve Kürt beyinin otoriter

kişiliğine sıkı sıkıya bağlıydı. Hıristiyanlara karşı girişilen eylemler dahi, dinî veya etnik

olmaktan çok, güç ve ekonomiyle ilgiliydi.

43

Niktine, age, s. 156. 44

Niktine, age, s. 156. 45

Kemal Mazhar Ahmed, Birinci Dünya Savaşı’nda Kürdistan, Doz Yayınları, İstanbul, 1996’dan aktaran, Ersal

Yavi, 1856-1923 Emperyalizm Kıskacında: Türkler Ermeniler Kürtler, Yazıcı Basın Yayın, İzmir, 2001, s. 273.

16

Ülkenin doğu bölgelerindeki bu başıboşluk ve Rus tehlikesinin giderek yayılması

karşısında İstanbul, doğu toprakları üzerindeki denetimini artırmaya çalıştı. Sultan II.

Mahmud’un güçlü reform programının en önemli kalemlerinden birisi devlet otoritesini artık

tanımayan bu feodal yapıların ortadan kaldırılmasıydı.46

Söz konusu politikalar, Kürtler

arasında bağımsızlığa dönük (ancak etnik temelli olmayan, ulusu referans alarak ulus-devlet

kurma kaygısı taşımayan) ilk kalkışmalar için uygun bir katalizör oldu.47

1.5. Botan Beyliği Döneminde Kürt-Ermeni İlişkileri:

Yukarıda zikredilen Kürt siyasî yapılarının sonuncusu Bedirhan Bey’in önderlik ettiği,

merkezi Cizre olan Botan (ya da Bohtan) Beyliği idi. Bedirhan Bey 1828-1829 Osmanlı-Rus

Savaşı’na asker göndermeyi reddetmiş, kendi adına para bastırmış, hutbe okutmuş, mühimmat

ve silah atölyesi kurdurmuş, İstanbul’a karşı Mısır Valisi Kavalalı M. Ali Paşa’yı desteklemiş

ve Botan bölgesinin Musul Vilayeti’ne bağlanması kararına isyan etmişti.48

Son olarak

Nesturilere karşı giriştiği iki büyük katliam sonrası Osmanlı Hükümeti, Batılı devletlerin de

baskısıyla Botan üzerine yürüyerek 1847’de Bedirhan Beyliği’ni tasfiye etti, Bedirhan Bey’i

ise sürgüne gönderdi. Osmanlı’nın askerî harekâtının başlamasıyla birlikte Bedirhan’ın

etrafında oluşan aşiretler ittifakı da kısa sürede dağıldı.49

Ermenilerin bu Kürt siyasî oluşumundaki rolleri hakkında çelişkili anlatımlar vardır.

Celilê Celîl’in anlatımında ve Garo Sasuni’nin Hagop Şahbazyan’dan aktarımında Bedirhan

Bey’in hükümranlığı altındaki Ermenilere iyi davrandığı, kurulacak devlette ekonominin

yönetimini Ermenilere vereceği, Kürtlerle Ermenileri kan kardeş gördüğü ve bazı Ermenilerin

onun ordusuna katıldığı belirtilmektedir.50

Yine de Sasuni, Bedirhan Bey’i destekleyen

Ermeniler için “gönüllü ya da gönülsüz” diyerek ihtiyatlı davranmıştır. Zira Nesturi

katliamından sonra Bedirhan Bey’in hükümranlığı altındaki topraklarda Ermeniler için itaat

etmekten başka bir yol gözükmemektedir.

46

Wadie Jwaideh, Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi, Kökenleri ve Gelişimi, 6. Baskı çev. İsmail Çekem ve Alper

Duman, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 117. 47

19.yy da ayrılıkçı Kürt hareketleri için bkz. Jwaideh age, s. 117-155; Martin van Bruinessen, Ağa, Şeyh,

Devlet, çev. Banu Yalkut, İletişim Yayınları, İstanbul, 2010, s. 260-280. 48

Bedirhan Bey ve Botan Emirliği ile ilgili geniş bilgi için bkz. Ahmet Kardam, Cizre - Bohtan Beyi Bedirhan:

Direniş ve İsyan Yılları, 2. Basım, Dipnot Yayınları, Ankara, 2011; Bruinessen, age, s. 271 vd. 49

Kardam, age, s. 320 vd. 50

Celilê Celîl v.d., Yeni ve Yakın Çağda Kürt Siyaset Tarihi, 3. Basım, Pêrî Yayınları, İstanbul, 1998, s. 16-17;

Hagop Şahbazyan, Krdo-Hoy Badmutyun, İstanbul, 1911’den aktaran Sasuni, age, s. 112-113. Celîl, bu anlatımın

içine Ermenilerin yanına Nesturileri de katar ancak Bedirhan’ın iki kez giriştiği Nesturi katliamından yalnızca

tek satırda söz etmektedir.

17

Sasuni’nin ihtiyatlı davranmasındaki bir başka neden yine kendi satırlarında yer

verdiği Patrikhane’nin tutumundan ileri gelmektedir. Berberyan’dan aktardığına göre, Kürtler

başlarında Bedirhan ve Han Mahmud (Müküs / Bahçesaray Sancak Beyi) olmak üzere köyleri

talan edip kırmaktaydı. Bu durumdan haberdar olan İstanbul Ermeni Patriği Matteos, Bâb-ı

Âli nezdinde bulunduğu iki girişimden sonra üçüncü şikâyetinde şunları yazdı:

“Van bölgesinin ahalisi, artık Kürtlerin sebep oldukları

eziyetlere dayanamayacaklarına kanaat getirerek Rusya’ya göç

etmeye karar vermişlerdir. Yüksek makamınız tarafından bana

verilen vazifeye uyarak onları korumak ve gelecekte onların

önünde kabahatli çıkmamak için durumu size bildirmek

istiyorum.”51

Bedirhan Bey üzerine yapılan ve Botan Beyliği’nin tasfiyesi ile sonuçlanan seferin

ardından İstanbul Patriği Matteos’un tüm kiliselere gönderdiği bildiride (gontak) ise özetle şu

ifadeler yer alıyordu:

“İman dolu sizler, ….yüzyıllardan bu yana vahşi Kürtlerin

insafsız ve zalim despotluklarının elinde bugün bir harabe ve

çöl vaziyetine gelmiş ve sessizce ağlayıp figan eden

Ermenistanımız ve bir şanssızlık eseri insanlıktan yoksun

Kürtlerin yırtıcı pençelerine bir av gibi düşmüş sevgili

evlatlarımız ve Ermeni ulusumuz! (…) Allah, kendi halkı olan

Ermenileri de bu çekilmesi imkânsız esaretten kurtarır.

(…)Tanrı bu eşsiz ve güzel ülkeyi insafsız tiranların elinde

çaresiz bir durumda kaldığını görerek ona acıdı ve ilahi

arzusuyla görkemli krallara özgü yüce Sultan Abdülmecid’in iyi

yürekli huyunu bize karşı acıma ve merhamet duygularıyla

besledi ve Abdülmecid, bu ülkedeki despotlardan Ermenilerin

özgürlüklerini elde etmelerine karar verdi. (…) Tanrı kutsaldır

(…)O, despotların liderleri olan Han Mahmud ve Bedirhan

beylerini Osmanlı Paşasının eline utançlı ve umutsuz bir şekilde

düşürdükten sonra hayatlarının bağışlanmasını rica ettirdi

…”52

Matteos’un tabirleri ne kadar abartılıdır bilinmez ancak Ermenilerin en azından

Bedirhan Bey döneminde göçebe Kürtlere bakışıyla ilgili bir fikir vermektedir. Ayrıca iki halk

arasındaki sürtüşmenin, tüm kiliselere gönderildiği için muteber kabul edilecek bir belgede

yer alması önemliydi. Böylece Ermenilerin Kürtler konusundaki şikâyetleri artık gün yüzüne

çıkıyor ve hem başkentte hem de Ermenilerin yaşadığı tüm diğer bölgelerde biliniyordu.

Beyliklerin tasfiyesi başkentte kısa süreli bir rahatlama yarattı. Ancak bölgedeki

Ermeniler için daha zor bir süreç başladı. Osmanlı’nın baskısı hafifledikten sonra bölge, 20-

25 yıl sürecek bir otorite boşluğu dönemine girdi. Her vadide bir ağanın türediği,

51

Avedis Berberyan, Badmutyun Hayots, İstanbul, 1871’den aktaran Sasuni, age, s. 113-114. 52

Berberyan, age, s. 323-326’dan aktaran, Sasuni, age, s. 128-129.

18

kanunsuzluğun, düzensizliğin ve şakiliğin hüküm sürdüğü yeni dönemde iki toplum arası

ilişkiler gün geçtikçe kötüye gitti. Aşiretler bu dönemde yalnızca Ermenilere değil, hem

toprağa bağlı Kürtlere hem de kan davaları nedeniyle birbirlerine zarar veriyorlardı.

Beyliklerin ortadan kaldırılmasıyla aşiretleri uzlaştırıcı bir üst unsur kalmadığı için bu kan

davaları ve şiddet ortamı uzun yıllar sürdü.

2. ERMENİ ETNİK KİMLİĞİNİN SİYASÎ KİMLİĞE DÖNÜŞME SÜRECİ:

Osmanlı İmparatorluğu’nda İslâmiyet’in “üst kimlik” niteliği, Hanefîlik - Şafiilik gibi

mezhep farkına rağmen etnik kimliklerin din veya mezhep ile bağdaşmasının ve

belirginleşmesinin önüne geçti. Diğer taraftan Ermeni etnik kimliğinin mezhebe, dolayısıyla

da kiliseye sıkı sıkıya bağlı olması etnik farkındalık bakımından Ermenilerin hem Türklerden

hem de Kürtlerden daha avantajlı bir konumda olmalarını sağlıyordu. Fakat Ermeni etnik

kimliğinin/farkındalığının aynı zamanda siyasi bir kimlik/farkındalık haline gelmesinde

mezhep ve kilise dışında belirleyici başka faktörler de vardı. Bu bölümde etnik kimliğin

siyasallaşmasında etkili olan, misyonerlik faaliyetleri, eğitim ve modernleşme süreçleriyle

birlikte, siyasal kimliğin ıslahat, özerklik ve bağımsızlık amaçlayan hareketlere dönüşmesini

etkileyen yerel ve uluslararası gelişmeler ele alındı.

2.1. Misyonerlik Faaliyetler ve Yabancı Okulları:

Tanzimat öncesinde misyonerlerin özellikle Hıristiyanlar arasında yürüttüğü

faaliyetler Tanzimat Fermanı’nın ilânıyla birlikte kurumsallaşmaya başladı. Bu kurumsallığın

yansıması olarak imparatorluk çapında misyoner merkezleri, yabancı okulları, hastaneler,

yetimhaneler açılmaya başladı. Güç mücadelesi Ruslar ve İngilizler arasında sürerken

yüzyılın ortasına gelindiğinde şaşırtıcı bir biçimde Fransız Katolik ve Amerikan Protestan

okulları ülkenin pek çok bölgesinde faaliyetlerini yürütüyorlardı. 1830’da Katolik, 1850’de

ise Protestan cemaatin bağımsız dinî cemaatler olarak tanınması misyonerlerin eğitim

alanındaki girişimlerinin hukukî bir zemine oturmasını sağladı.53

Misyoner faaliyetlerinde Amerikalı Protestanların ülke çapında kurdukları ağ nispeten

daha genişti. İmparatorlukta faal olan Protestan misyonerlerin üç önemli işlevi

53

Selçuk Akşin Somel, “Osmanlı Ermenilerinde Kültür Modernleşmesi, Cemaat Okulları ve Abdülhamid

Rejimi”, İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri: Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi Sorunları,

İstanbul, 23-24-25 Eylül 2005 içinde, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2005, s. 92.

19

bulunmaktaydı. İlk olarak, gerçekten misyonerlik faaliyetinde bulunarak doğu Hıristiyanları

üzerinde Protestanlığı yaymaktı. Azımsanmayacak sayıda Ermeninin mezhep değiştirmesi ve

Protestan Ermeni Kilisesi’nin kuruluşu bu konuda başarılı olduklarını gösteriyordu.54

Misyonerler diğer taraftan Anadolu’dan ABD ve Avrupa’ya bilgi akışında bir nevi muhabir

görevi yapıyorlardı. Belki çalışma alanları Ermeniler olduğu için, belki de tamamen kasıtlı bir

biçimde aktarılan haberlerde çoğunlukla Ermenilerin problemlerinin yer alması Batı

kamuoyunda ülkede yalnızca ve sürekli olarak Ermenilerin ezildiği algısını yaratıyordu.

Ermenilerin yaşadığı problemleri devlet(ler) nezdinde şikâyet konusu yapan konsoloslar gibi

misyonerler de bu şikâyetleri Batı kamuoyu nezdinde yaparak bir çeşit konsolosluk işlevi

görmeyi başardılar.55

Misyonerlerin en önemli ve etkili işlevleri ise eğitimle ilgiliydi. Açılan yabancı

misyoner okulları yüzyılın ilk yarısından itibaren Ermeni çocuklarının eğitim seviyesine çok

belirgin katkılar yaptı. Bu durum daha önce sözü edilen “Ermeni Rönesansı”nın son aşaması

olarak kabul edilebilir. Eğitim seviyesi zaten ülke ortalamasının üstünde olan Ermeni

toplumunda yüzyılın başından itibaren okullaşma hız kazanmıştı. Ancak bunlar daha çok

cemaatlere bağlı dinî eğitim yapan ve Galata’nın Ermeni bankerleri tarafından finanse edilen

kurumlardı.

Amerikan Protestan Yabancı Misyon Şefleri Kurulu’nun (American Board of

Commissioners for Foreign Missions - ABCFM) faaliyetlerini 1840’lardan sonra Ermenilere

yöneltmesi sonucu pek çok merkezde misyoner okulları açıldı.56

Verilen eğitimin kalitesi

Protestanlığa sıcak bakmayan Ermenilerin ve hatta bazı Müslümanların da çocuklarını bu

okullara göndermesine neden oldu. Türkçe ve Ermenicenin yanı sıra İngilizcenin de

öğretilmesi gençleri modern dünya akımlarına oldukça açık hale getirdi. Gelenekselleşmiş

eğitim süreçlerinin uzağında kalan ve İslâm kültürüyle az çok uyumlu ailelerinden farklı bir

biçimde yetişen, neticede kültürel bakımdan da İslâmî etkiye kapalı saf Hıristiyan bireyler

haline gelen Ermeni gençler, hem Devlet-i Âlî’ye hem de Müslüman topluma

yabancılaşıyorlardı.57

54

Kévorkian, age, s. 87-88. 55

Kamuran Gürün, Ermeni Dosyası, 7. Basım, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2012, s. 70. 56

Somel, agm, s. 92; Somel, Amerikalıların Ermenilere yönelmesindeki amacın cemaat içi sorunlardan dolayı

daha kırılgan bir yapıda olmaları ve pek çok Ermeninin gelenekselliği reddederek kendiliklerinden Protestanlığa

yönelmelerine bağlamaktadır. XX. yüzyıl başında Protestan Cemaati imparatorluğa dağılmış 452 okula sahipti.

Kévorkian, age, s. 88. Bu okulların açıldığı merkezler: İstanbul, İzmir, Bursa, Adapazarı, Afyon, Konya,

Kayseri, Yozgat, Sivas, Tokat, Merzifon, Adana, Tarsus, Antep, Harput, Malatya, Palu, Bitlis, Mardin ve Van.

Somel, agm, s. 92. 57

Somel, agm, s. 93.

20

Eğitimdeki dönüşüme paralel biçimde edebiyat alanında da belirgin bir dönüşüm

yaşanmaktaydı. Yazı dilinde klasik Ermenice’den (Krapar) gündelik Ermenice’ye (Aşharapar)

geçilmesi okumayı kolaylaştırarak çeviri ve yerli eserlerin çok daha geniş kitlelere ulaşmasını

sağladı.58

Çevirilerde ve Ermeni yazarların eserlerinde yüzyılın son çeyreğinden itibaren

realizm hâkim oluyor, dinî temalardan vazgeçiliyor ve halkın sorunlarının ortaya konulduğu

eserler daha popüler hale geliyor, dolayısıyla ruhban sınıfı, bankerler, bürokratlar ve devlet

söz konusu eserlerde hedef tahtası haline geliyordu.59

Batı tarzı, inançtan çok sorgulamaya dönük eğitimden geçen Ermeni gençler –sonunda

Protestan mezhebine geçsinler veya geçmesinler– eleştiren ve karşı çıkan bireyler olarak

yetişiyorlar ve hem Kilise’yi hem de devleti açıktan eleştiriyorlardı.60

Protestan okullarının

kuruluş amacı Osmanlı’yı parçalamak olsun ya da olmasın neticede sorgulayan, eleştiren,

karşı çıkan ve tam Hıristiyan bir kuşak yetiştirdiler. Yeni yetişen bu kuşağın önemi,

kendisinden sonra gelecek kuşağa çoğunlukla 1860’lardan sonra modernleşmeye başlayacak

olan Ermeni cemaat okullarında öğretmenlik yapacak olmalarıydı. İşte bu sonuncuların ve

ardıllarının yetiştiği yıllar tam olarak II. Abdülhamid’in güvenlikçi, kuşkucu ve baskıcı

politikalarını hayata geçirdiği döneme denk düşecek ve çatışma kaçınılmaz olacaktı.

2.2. Ermeni Modernleşmesinin Sonuçları:

Tanzimat ile başlayan yeni dönemde tanınan bireysel hakları ilk kullananlar Batı tarzı

eğitim almış olan liberal fikirlerle donanmış Ermeniler oldu. Daha yüzyılın başında Ermeni

gençler yüksek öğretim görmek için Avrupa’ya gitmeye başlamışlardı. Yalnızca 1840-1850

yılları arasında altmıştan fazla Ermeni genci Paris’teki tahsillerini bitirip İstanbul’a

döndüler.61

Çoğunlukla Paris’te öğrenim gören Ermeni gençler, aralarındaki tartışmalarda

yalnızca Osmanlı devlet düzenini değil kendi cemaatlerini de eleştiriyorlardı.62

Daha sonraları

Ermeni liberal aydınlara dönüşecek olan bu gençler cemaat içinde patrikliğin ve bankerlerin

oligarşisine son vererek Cemaat işlerinde söz hakkına sahip olmak istediler.63

Bu değişim

talebi Islahat Fermanı’nın ilân edilmesinden sonra daha güçlü bir zemine oturdu. Fermanla

58

Arus Yumul ve Rıfat N. Bali, “Ermeni ve Yahudi Cemaatlerinde Siyasal Düşünceler”, Modern Türkiye’de

Siyasî Düşünce Cilt 1: Cumhuriyet’e Devreden Düşünce Mirası: Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi, ed. Tanıl

Bora ve Murat Gültekingil, 9. Basım, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011, ss. 362-366, s. 363. 59

Yumul, agm, s. 363. 60

Somel, agm, s. 93. 61

Vartan Artinian, The Armenian Constitutional System in the Ottoman Empire 1839-1863: A Study of its

Historical Development, İstanbul, 1988, s. 61. 62

Artinian, age, s. 63. 63

Yumul, agm, s. 364.

21

her dinî cemaat bir öz yönetim belgesi hazırlamak ve İstanbul’un onayına sunmak zorundaydı.

Neticede Ermeni toplumunun hak ve ödevlerini belirleyen, cemaat meclislerini ve diğer

yönetim organlarını kuran ve yapısını düzenleyen bir tür anayasa hazırlandı. 1863’te

değiştirilerek onaylanan Nizamname-i Millet-i Ermeniyân (Azkayin Sahmanatrutyun Hayots)

ile birlikte Ermeniler siyasî bir hareketlenme dönemine girdiler.64

Kévorkian’ın “devlet içinde

devlet” olarak nitelediği bu yeni mekanizma dev bir bütçeyi özerk olarak kullanıyordu. Askerî

ve diplomatik alanlar hariç tüm alanlarda işlevseldi.65

Buna mukabil, yönetim ülkedeki bütün

Ermenilerin sorunlarını çözebilecek kudrette de değildi. Fakat Tanzimat ve Islahat’ın yarattığı

uygun ortamla birlikte eşine az rastlanabilecek bir şikâyet mekanizması oluşurken yeni

yapılanma bu mekanizmanın en önemli parçası haline geldi.

Gerek misyoner faaliyetleri ve okullar gerekse ticaret sayesinde Batı ile etkileşimleri

herhangi bir Osmanlı tebaasından daha iyi olan Ermeniler, Batı menşeli reformlara çok çabuk

uyum sağladılar. Bu uyum belki Batı ile etkileşimden, belki bu reformlara duydukları

ihtiyaçtan, belki de reformlarda kendilerinin gözetilmesinden kaynaklıydı. Neticede Ermeniler

artık devletten haklarını talep eden ve her fırsatta şikâyetlerini bildiren bir toplum durumuna

geldi. Meclis ve Patrikhane’nin tüm Anadolu’da kurmuş olduğu ağ bu şikâyetlerin

muhatabına ulaşmasını sağlıyordu. Yaşadıkları ülkeye nispetle erken ve “özerk bir Rönesans”

yaşamaları sonucu gelişen Ermeni matbuatı da bu şikâyet mekanizmasının hem eleştiren hem

de propaganda işlevi gören bir parçasını oluşturdu. Bunların yanında yabancı konsolosluk ve

misyoner merkezlerinin de Ermenilerin sorun ve şikâyetlerini Avrupa basınına ve

hükümetlerine iletmeleri sayesinde mekanizma tamamlanmış oluyordu.

Ermeniler her ne kadar çözüm olmasa da şikâyetlerini iletebildikleri bir mekanizmaya

sahipti. Ancak çağdaş, Batı tarzı veya yurtdışında eğitim alan azınlık bir kenara bırakılırsa

Anadolu’da yaşayan sıradan Müslümanların böyle bir mekanizmadan yoksun olmak bir yana,

hak arama, şikâyet etme veya eleştirme kültürü dahi gelişmiş değildi. Buna karşılık

Yunanistan’ın bağımsızlığı sonucu tüm Osmanlı Rumları zan altına kalınca Ermeniler bir

adım daha öne geçmişler ve hem ticaret ve finans alanlarında hem de devlet memurluğunda

etkinlikleri daha da artmıştı.66

64

George A. Bournoutian, Ermeni Tarihi: Ermeni Halkının Tarihine Kısa Bir Bakış, çev. Ender Abadoğlu ve

Ohannes Kılıçdağı, Aras Yayıncılık, İstanbul, 2011, s. 151-153. Ermeni Millî Nizamnamesi’ne ilişkin ayrıntılı

bilgi için bkz. Artinian, age, s. 75 vd. 65

Kévorkian, age, s. 14. 66

Bournoutian, age, s. 151.

22

Doğuda Kürt aşiretlerin baskısı altında olanlar bir tarafa, Ermeniler genel refah

seviyesi bakımından da Müslüman tebaadan daha iyi durumdaydılar.67

Dolayısıyla bir tarafta

yapılan reformlar, diğer tarafta durmadan işleyen şikâyet mekanizmaları, Ermenileri zengin,

toprak sahibi, tacir veya tefeci olarak gören ve bu imkânlara sahip olmayan Müslümanlarda

rahatsızlık yarattı. Aynı devlet çatısı altında pek çok yönden modernleşmeye başlayan ve

devleti liberal ilkeler doğrultusunda kendi ihtiyaç ve çıkarlarına göre hareket etmeye zorlayan

Ermenilerle, devleti “baba”, hükümdarı da “peygamberin halifesi” olarak gören Müslüman

Türkler başlangıçta derin ihtilaflar içine düşmemişlerdi. Esas ihtilaf, devleti kendi ihtiyaç ve

çıkarlarını sağlamak için zorlayan Ermenilerle, devleti uzakta gören, yüzyıllardır üzerinde

aşiret veya beylik dışında daimi ve birincil herhangi başka bir otorite kabul etmemiş ve

dolayısıyla kimliğini devletten önce aşiretle tanımlayan Kürtler arasında yaşandı. Zira uzun

yıllar boyunca Doğu bölgelerinde zaten ikincil otorite konumunda olan imparatorluğun

gücünün uç bölgelere kadar uzanmaması ve buna paralel olarak ekonomik düzenin bozulması,

hem göçebe Kürtlerin geleneksel davranışlarının daha şiddetli biçimde sürmesine hem de

devlet memurlarının keyfî uygulamalarının yaygınlaşmasına neden oluyordu. Nitekim

Ermenilerin Millî Meclis kanalıyla aktardıkları şikâyetlerin konusu da çoğunlukla Kürtlerin

baskısı ve devlet memurlarıyla mültezimlerin usulsüz uygulamalarıydı.68

2.3. Balkanlar’daki Çözülme Süreci:

Yüzyılın başından itibaren imparatorluğun Balkan ülkelerinde ve Lübnan’da ortaya

çıkan huzursuzluklar karşısında büyük devletlerin doğrudan ya da dolaylı müdahaleleri

Ermeniler için siyasî alanda yol gösterici oldu.

Öncelikle Rusya ile 1812’de yapılan Bükreş antlaşmasıyla Osmanlı, Sırpların

özerkliğini tanımak zorunda kaldı; 1826’da Akkerman Konvansiyonuyla özerkliğin şartları

genişletildi. Yunan isyanı ise Mısır destekli Osmanlı kuvvetlerince bastırılmadan hemen önce

Rusya ve İngiltere’nin ortak müdahalesi sonucunda Yunanistan’ın bağımsızlığını ilân

etmesiyle sonuçlandı. Sonraki yıllarda Hıristiyan toplumlarda birbiri ardına bağımsızlık

hareketleri başladı. Bu hareketlerin tümü başarıya ulaşmak için İngiliz veya Rus desteği

aldılar.

67

O dönemde Anadolu’da 166 ithalatçının 141’i; 150 ihracatçının 127’si; 9.800 zanaatkar ve dükkan sahibinin

6.800’ü, 153 sanayicinin 130’u Ermeniydi. Marcel Leart, La Question Arménienne á la Lumieredes Documents,

Paris, 1913’ten aktaran, Gürün, age, s. 125. 68

Uras, age, s. 177.

23

Yüzyılın ortalarında patlak veren Lübnan sorununun çözüm şekli de Ermeni siyasî

hareketlerini ve müstakbel taleplerini etkilemesi açısından dikkat çekiciydi. Dürzîler ve

Marunîler arasında başlayan çatışmalar katliamlara dönüştüğünde Bâb-ı Âlî, büyük güçlerden

önce müdahale etti. Müdahale her ne kadar Fransızların Lübnan’a çıkmasına engel olmadıysa

da Lübnan’da yapılan reformlar ve 1861 Nizamnamesi ile oluşturulan düzen sayesinde bölge

Osmanlı toprağı olarak kaldı. Bu reformlar, vilayete Hıristiyan bir valinin atanmasına ve

bölgenin farklı unsurlarının eşit temsiline dayanıyordu. Lübnan’ın yeni düzeni benzer

durumda olan Ermenileri de etkilemişti ancak demografik, coğrafî nedenler aynı düzenin

Ermeniler ve Kürtler arasında uygulanmasını imkânsız kılmaktaydı.69

Lübnan müdahalesi,

Nesturi katliamında olduğu gibi Osmanlı’nın katliam boyutuna varmadan çatışmalara

müdahale etmediği algısını da yaratmış oldu.70

Kronolojik olarak Ermeni hareketine daha yakın olan Bulgarların özerklik süreçleri de

Ermeni siyasî hareketleri üzerinde etkili oldu. 93 Harbi ile Bulgaristan’ın özerkliğinde büyük

pay sahibi olan Rusya bu savaşın hemen ardından özerklik veya ıslahat isteyen Ermenilerin en

büyük umudu haline geldi. Yerasimos’un yorumuna göre, Bulgaristan’da hayata geçirilen

tahrik - katliam - propaganda - dış müdahale süreci, sonuçta Bulgaristan’ın özerkliğine giden

yolu açmıştı.71

Yerasimos Ermenilerin de Bulgarlarla aynı yolu izlemeye çalıştığını ancak

uluslararası dengeleri gözetmeden hareket ettiklerini belirtmektedir.72

Neticede XIX. yüzyılda

imparatorlukta büyük güçlerin müdahaleleri sonucu yaşanan etnik çözülmeler ve son olarak

Bulgaristan örneği, Ermeniler arasında özerklik ve bağımsızlık yanlısı fikriyatın gelişmesinde

cesaretlendirici bir rol oynadı.

2.4. Kilise’nin Girişimleri:

1847’den itibaren yaşanan hızlı dönüşüme karşın Osmanlı Ermenileri, Bulgarlar,

Sırplar veya Rumlar gibi uluslararası politikanın gündem maddesi haline gelmediler. Bunda

coğrafyanın ve jeopolitik dengenin olduğu kadar demografik dağılımın da önemli bir payı

vardı. 1862’de Zeytun (Süleymanlı/Kahramanmaraş) ve Haçin (Saimbeyli/Adana)

Ermenilerinin özerk bir Ermeni prensliği için III. Napolyon’a yazdıkları mektup bir tarafa

bırakılırsa, Ermeni yöneticiler özerklik veya bağımsızlık için ne bir isyana kalkmışlar ne de

69

Ermenilerin 93 Harbi sonrasında Patrikhane merkezli girişimlerinde Lübnan örneği sık sık dile getirilmiştir.

Bkz. Uras, age, s. 203, 215, 218. 70

Dündar, age, s. 244-245. 71

Yerasimos, age, s. 385. 72

Yerasimos, age, s. 385.

24

uluslararası bir girişimde bulunmuşlardı.73

1862’deki Zeytun İsyanı ise devletin bölgeyi

bütünüyle vergilendirmeyi amaçlayan tutumundan ileri geliyordu.74

Fakat bölgede bir

kalkışma ya da uluslararası bir girişim olmaması Ermeniler arasında milliyetçi, özerklik veya

bağımsızlık yanlısı düşüncelerin gelişmediği anlamına da gelmiyordu.

Hrimyan’ın 1869’da Patrik olmasının ardından Kilise’nin geleneksel tutumunda da

belirgin bir değişme yaşandı. Hrimyan, 1856 yılında Van piskoposuyken “Van Kartalı” (Arziv

Vaspuragan) isimli aylık bir dergi çıkarmaya başlamıştı. Yapılan yayınlarda “zalimlere” karşı

direniş salık veriliyor ve ulusal bağımsızlık üzerine yazılar yazılıyordu. Ancak bu yayınlar

İstanbul’daki Ermeniler tarafından hoş karşılanmıyordu.75

Hrimyan, 1869 yılında Patrik

olduktan sonra Doğu vilayetlerindeki durumu Ermeni Meclisi’nin gündemine getirdi.

Ülkedeki tüm piskoposluklardan son yirmi yıla ait şikâyet ve raporları istedi. Daha sonra bu

şikâyetleri içeren ve çareler öneren kapsamlı bir rapor hazırlanarak Bâb-ı Âli’ye sunuldu.76

Raporda devlet memurlarının tutumlarına, askerî vergilere ve iltizam sistemine ilişkin

şikâyetler dışında Kürtlerle olan ilişkilere “özel” bir bölüm ayrılmıştı. Sasuni’nin Millî Meclis

tutanaklarından aktardığı bölümde şu ifadeler yer alıyordu:

“Bu zulümler bütün bölgelerde değil, ancak büyük kısmıyla

Kürdistan, Erzurum ve Diyarbakır vilayetlerinde (…)

olmaktaydı. Zulmedenlerin isimleri açıkça belirtilmekte ve

onların yaptıkları zulümler anlatılmaktadır. (…) Harput,

Erzincan, Eğin, Bayburt, Yozgat ve Bağrewand (Van Gölü)

bölgelerinde beylerin, Çerkeslerin ve Kürtlerin ve diğer İslâm

ahalisinin dinî bağnazlıklarından şikâyet ettikleri

anlaşılmaktadır.”77

Komisyonun ilgili bölüme ait önerilerinde ise şu ifadeler bulunuyordu:

“1-Kürtler ve diğer dağlı halklar ki bunların üstüne bir de son

dönemde Çerkesler eklendi, yalnız Ermenilere değil, başka

halklara da olduğu gibi özellikle devlet hazinesine de çok büyük

zararlara neden oluyorlar. Bunlar silah taşıdıkları gibi ne

devlete vergi ne de asker veriyorlar ve bundan başka da isyan

içindedirler. (…) Osmanlı idaresinin yapacağı şey ya bu

zümrenin elinden silahlarını almak veya öteki halklara da silah

dağıtmaktır. Çünkü o zaman çadırlarda yaşamakta olan bu

canavarlar yerleşik köylüler haline gelecek ve böylece ülke de

bu zulümden kurtulmuş olacaktır.

2- (…) özel zulüm yapanlar yerlerinden alınıp Rumeli’ye

sürülmelidir. Eğer bu tedbir ele alınmazsa, o bölgelerdeki

73

Bkz. Ayşe Hür, “Zeytun Niye İsyankârdı”, Taraf, 11 Nisan 2010, http://www.taraf.com.tr/yazilar/ayse-

hur/zeytun-niye-isyankardi/10847/, Erişim Tarihi, 10.09.2014. 74

Ayşe Hür, agm; Gürün, age, s. 124. 75

Uras, age, s. 176; Sonyel, age, s. 24. 76

Gürün, age, s. 128; Sasuni, age, s. 145 vd. 77

Millî Meclis Tutanakları, 1871, s. 473’ten aktaran Sasuni, age, s. 148; Uras, age, s. 177.

25

yoksul halkı onlardan ve esaretten kurtarmak çok zor olacaktır.

(…)”78

Söz konusu rapor değişikliklere uğrayarak hükümete sunuldu ancak hükümet nezdinde

Patrik Matteos’un 1847’deki göç tehdidi kadar itibar görmedi. Hrimyan’ın Ermeni

Nizamnamesi’ni değiştirme teşebbüsleri de sonuçsuz kalınca 1873’te istifa etti ve yerine

Nerses Varjabedyan Patrik oldu.79

Bu dönemde Hersek ve Bulgaristan’da başlayan kargaşanın büyümesi sonrası başta

İngiltere olmak üzere Batılı devletler Osmanlı’nın bu bölgelerde ıslahat yapmasını talep ettiler

ve neticede durumu ele alacak uluslararası bir konferansın İstanbul’da toplanması

kararlaştırıldı.80

Tam bu noktada Patrik Nerses (Gürün’e göre Hrimyan ve daha sonra Patrik

olacak İzmirliyan’ın baskısıyla) İstanbul’da toplanacak konferans öncesinde büyük devletlere

birer muhtıra yolladı.81

Ermenilerin durumunun iyileştirilmesini talep eden bu muhtıra

Kilise’nin Ermenilerin geleceğinin artık Batı başkentlerine bağlı olduğuna kanaat getirdiğini

gösteriyordu. Konferansın hemen öncesinde Nerses, İngiltere büyükelçisini ziyarete giderek

konferansta Ermenilere imtiyazlar tanınması için hükümete baskı yapılmasını talep etti.82

Ancak konferans Ermeniler konusunu gündeme almadığı gibi Bulgaristan için de bir neticeye

varamadan dağıldı.

3. KÜRT MİLLİYETÇİLİĞİNİN DOĞUŞU: ŞEYHLER DÖNEMİ VE

UBEYDULLAH NEHRÎ

Bedirhan Bey’in tasfiyesinin ardından Botan, Bahdinan, Soran ve Baban bölgelerinde

ortaya çıkan otorite boşluğu devlet gücüyle doldurulamadı. Bölgede aşiretler arası çatışmalar

ve kan davaları bir yana, ordunun düzenlediği seferlerle birlikte, yağmacılık, soygunculuk ve

kanunsuzluktan kaynaklanan karamsar ortam Kürtleri her şeyden önce dinlerine daha sıkı

sarılmaya itti. Diğer yandan arkaik ve savaşçı tüm halklar gibi Kürtlerde de var olan

kahramanlara taparcasına bağlılık anlayışı, içlerinden birinin kendi üzerlerinde otoritesini

kurması ihtiyacını beraberinde getiriyordu.83

Bu iki durumun bir araya gelişi Kadirî ve

Nakşibendî tarikat şeyhlerinin bölgede ön plana çıkmasına neden oldu. Şeyhlerin aşiretler

üstü konumda olmaları sayesinde uzlaştırıcı işlevleri de bulunmaktaydı. Böylece Kürt

78

Millî Meclis Tutanakları, 1871, s. 481’ten aktaran Sasuni, age, s. 149. 79

Uras, age, s. 179. 80

Yerasimos, age, s. 252 vd. 81

Gürün, age, s. 129. 82

Gürün, age, s. 130 83

Jwaideh, age, s. 159.

26

bölgelerinde şeyhler bir yandan güçlenirken, diğer yandan siyasî otorite haline gelmeye

başladılar.

Şeyhlerin dinî otorite yanında siyasî otoriteye de sahip olmaları ile halkın dinî

hassasiyetinin –yer yer fanatizminin– artması birbirini besleyen süreçler haline geldi. Bu

durum bölgede Ermenilere ve diğer Hıristiyanlara karşı oluşan olumsuz bakışı daha da

keskinleştirdi. Diğer yandan Şeyhler, eskiden Kürt beylerine bırakılan fakat daha sonra Arazi

Kanunnamesi (1858) ile çiftçilere terk edilen mülkleri kendilerine mal etmek istediler.

Şeyhlerin toprak edinme istekleri ile Hıristiyanlara karşı olumsuz bakış artık iç içe geçmişti.

Sonuçta bazı şeyhlerin etkin olduğu bölgelerdeki Ermeniler topraklarını terk etmek

durumunda kaldılar.84

İmparatorluk özellikle XIX yüzyılda Kürt feodallerinin bağımsızlık girişimleri ile

karşılaşmıştı. Bunların en dikkate değer olanı ve günümüz Kürt aydını üzerinde en fazla etki

yaratanı yukarıda da zikredilen Bedirhan Bey’in isyanıydı. Ancak ne Bedirhan Bey’in ne de

diğer Kürt beylerinin bağımsızlık girişimlerinde Kürt etnik kimliğinin siyasallaştığını görmek

mümkün değildi.

Yüzyılın son çeyreğinde Kürt tarikat şeyhlerinin siyasî anlamda ön plana çıkarak yerel

otoriteler haline gelmelerinden kısa bir süre sonra –tüm feodal yapılarda olduğu– bu yerel

otoritelerden birisi diğerleri üzerinde hâkimiyet kurdu. Nakşibendî tarikatının Halidî kolundan

Şeyh Ubeydullah Nehrî etkinlik sahasını tıpkı eski beylikler gibi genişleterek Kürtler üzerinde

birleştirici bir otorite haline geldi. Yalnızca Osmanlı topraklarındaki değil aynı zamanda

İran’daki Kürt aşiretleri üzerinde de hâkimiyet kuran Ubeydullah İstanbul’dan da hürmet

görmekteydi.

Ubeydullah’ın önceki Kürt beylerinden ve şeyhlerden farklı yönü milliyetçi

söylemleriydi. “Kürt halkı beş yüz binden fazla aileyle ayrı bir halktır, dilleri ve mezhepleri

hem İranlılardan hem Türklerden farklıdır; yasaları ve gelenekleri ayrıdır” diyerek aşiretler

üstü Kürt milliyetçiliği fikrinin oluşmasında ilk katkıyı yapanlardan birisi oldu.85

Ubeydullah

bununla kalmayarak, bölgedeki başıbozukluğun giderilmesinin tek yolunun Kürtlerin bu

bölgede kendi kendilerini yönetebilmeleri olduğunu söylüyordu. 86

Şeyh Ubeydullah’ın etkin olduğu dönem, 93 Harbi’nin yaşandığı, bölgedeki refah ve

güvenlik seviyesinin asgari düzeyde olduğu ve yoğun Kürt nüfusunun yaşadığı bölgeler için

84

Sasuni, age, s. 143-144. 85

Şeyh Ubeydullah’ın Dr. Cochran’a yazdığı mektup, 5 Ekim 1880, aktaran Jwaideh, age, s. 167. 86

Ubeydullah’ın Kürt Milliyetçiliği’ne katkı yapan görüşleri için bkz. Jwaideh, age, s. 161-176

27

Ermeni özerklik taleplerinin alenen dile getirildiği yıllardı. Özellikle Ermenilerin talepleri

ileride de görüleceği üzere Kürtler arasında hem kaygı hem de tepki yaratıyordu. Dolayısıyla

Kürt etnik kimliğinin siyasallaşması için koşullar oldukça uygundu.

Şeyh, Ermeni taleplerinden rahatsız olduğu gibi bölgedeki pek çok kötülükten

Kürtlerin sorumlu tutulmasından da rahatsızdı. Ona göre bütün kötülük Türklerin ve

İranlıların bölgeyi kötü yönetmesinden kaynaklanmaktaydı.87

Bu kötü yönetim yüzünden

Ermeniler büyük güçlerin desteğini almışlardı ve yine bu kötü yönetim yüzünden Ermenilerin

eline Kürtleri hükümranlık altına alma şansı geçmişti. Bu gidişe Türkler engel

olamayacaklardı. Dolayısıyla Kürtlerin bir araya gelerek inisiyatifi ele almaları gerekiyordu.88

Eğer bölgede Kürtler hâkimiyet kurarak kendi kendilerini yönetirlerse kötülükler de ortadan

kalkacaktı. Şeyhin bu düşünceleri sadece düşünsel düzlemde bir milliyetçilik olarak

kalmayacak ve bunları ilk fırsatta eyleme de dökecekti. Şeyh Ubeydullah’ın İran ve

Osmanlı’ya karşı giriştiği isyanlar ve Ermenilerle olan ilişkileri ileriki bölümlerde daha

ayrıntılı ele alınacaktır.

Ubeydullah’ın ardından bölgede durum eskiye dönse de, 93 Harbi sonrası bölgedeki

gücünü ve etkisini iyice yitiren Osmanlı onun tasfiyesiyle birlikte bilhassa güneydeki

aşiretleri artık dizginleyemez hale gelecek; milliyetçi fikirler ise yüzyılın sonunda eğitimli

Kürtler ve Kürt aydınları arasında, özellikle de Bedirhan Bey’in torunlarının faaliyetleri ile

yaygınlaşmaya başlayacaktı.

4. 1878 BERLİN KONGRESİ SONRASI KÜRT-ERMENİ İLİŞKİLERİ:

1875-1878 yılları Osmanlı İmparatorluğu, Kürtler ve Ermeniler için tarihî kırılma

dönemlerinin yaşandığı yıllardır. Bu kırılmalar sonraki yıllarda hızla dönüşecek olan

ilişkilerin anlaşılması bakımından önem arz etmektedir.

Kürtlerdeki değişim, önceki bölümde de bahsedildiği gibi Ermeni talepleri karşısında

etnik kimliklerin siyasallaşmaya başlamasıydı. Bu dönüşüm Ayastefanos (1878) ve Berlin

(1878) Antlaşmalarında Kürtlerin “Ermenilere zarar veren toplum” olarak lanse edilmeleriyle

birlikte daha fazla ivme kazanacaktı.

Ermenilerdeki değişimin de belirleyicileri 93 Harbi, Ayastefanos ve Berlin

Antlaşmalarıydı. Bu antlaşmalarla Ermeniler ilk kez bir uluslararası belgede yer alıyor ve

87

Jwaideh, age, s. 167-169. 88

Jwaideh, age, s. 168.

28

böylece uluslararası bir sorunun konusu oldukları tasdik ediliyordu. Bu döneme kadar Ermeni

muhaliflerden ve devrimcilerden farklı olarak Saltanat nezdinde makbul bir kurum olan

Patrikhane, savaş sonunda ve barış görüşmeleri sürecinde izlediği politikayla bu konumunu

yitirmeye başladı. Bu politikalar ve sonraki gelişmeler Osmanlı Ermenilerinin –tıpkı

1829’daki bağımsızlık sonrasında Osmanlı Rumları gibi– payitaht nazarında bütünüyle zan

altında kalmalarına neden oldu.

1875-1877 yılları arasında imparatorluktaki gelişmeler de çarpıcıydı. Bulgaristan’daki

karışıklıklar sonrası Batıdan gelen reform talebine karşılık, devlet vergilere yönelik bir takım

düzenlemeler yapmış, ancak bu düzenlemeleri Batı başkentlerine bildirdikten birkaç gün

sonra Ramazan Kanunnamesi ile iflasını ilân etmişti.89

Bulgaristan’daki duruma ilişkin

düzenlenen uluslararası konferansın yapıldığı gün de Meşrutiyet ilân edildi. Osmanlı,

Meşrutiyet’in ilânına dayanarak konferanstan çıkan sonuçların tümünü reddetti. Böylece

Rusya’nın 1856’dan beri beklediği savaş için uygun ortam oluşmuş oldu.

Ancak Osmanlı için tarihin akışını değiştiren asıl gelişme Sultan II. Abdülhamid’in

tahta çıkışıydı. II. Abdülhamid, amcası Abdülaziz’in tahttan indirildikten sonra şüpheli ölümü

ve sonra tahta çıkan ağabeyi V. Murad’ın da akıl sağlığı bozulduğu gerekçesiyle Çırağan

Sarayı’na kapatılması üzerine Meşrutiyet’i ilân edeceği sözünü vererek padişah oldu.

İmparatorluğun içinde bulunduğu durumun yanı sıra hem bu deneyimler hem de padişahlar

üzerinde var olan vesayet, II. Abdülhamid’in kuşkucu ve her şeyi kontrol altında tutmak

isteyen politikalarını bir nebze de olsa açıklayabilmekteydi. 93 Harbi’nin getirdiği yıkım

sonrası meşrutiyetten mutlakıyete geri dönüş bu nedenle şaşırtıcı değildi. Ancak mutlakıyet

rejimine geri dönüşün ıslahat, özerklik ve bağımsızlık yanlısı Ermeni siyasî hareketlerinin

yükselişiyle eş zamanlı gerçekleşmesi ülkede yaşanacak şiddet için uygun bir iklim sağladı.

4.1. 93 Harbi ve Sonrasında Kürtler ve Ermeniler:

4.1.1. Ermeniler:

Savaşın ilân edilmesiyle birlikte Sultan’ın gayrimüslimleri vatan hizmetine çağırması

sonucu Ermeni Millî Meclisi savaş ilânından 8 ay sonra 7 Aralık 1877 günü Ermeni halkının

askere yazılarak savaşa katılması için karar aldı.90

Patrik Nerses’in teklifi üzerine alınan bu

karara riayet eden Ermenilerin sayısı bilinmemektedir. Öte yandan savaşta Ermenilerin büyük

89

Yerasimos, age, s. 238. 90

Gürün, age, s. 131.

29

kitleler halinde Rus saflarına geçerek savaştığı iddiası da pek sağlam dayanaklara sahip

değildir. Zira Rusya Ermenilerinin de refah içinde yaşamadıklarını bilen Osmanlı Ermenileri,

bölgenin Rusya’ya ilhakına sıcak bakmamaktaydı. Bölgede kurulacak Rus hâkimiyetinin

Panislavizm ve Ortodokslukla eşdeğer olacağını Rusya Ermenilerinin durumlarına bakarak

anlayabiliyorlardı. 91

Yine de Plevne’nin düşüşüyle Osmanlı mağlubiyetinin kesinleşmesi

sonrasında Patrikhane’nin diplomatik girişimleri ve bu girişimlerdeki söylemleri net biçimde

Rusya yanlısı bir görüntü çiziyordu.

Plevne düştükten 8 gün sonra Millî Meclis almış olduğu askere yazılma kararını iptal

etti.92

Savaşın galibi Rusya, doğudaki illeri işgale başladıktan sonra Ermeniler Rusya ile

çeşitli düzeylerde temasa geçtiler.93

İlk temas girişiminde Ermeni Meclisi ve Patrikhane,

İmparator II. Alexandr’a sunulmak üzere Eçmiyazin Katogikosluğuna bir muhtıra

gönderilmesine karar verdiler. Ermenilerin imparatordan talepleri şu şekildeydi:

“1-Fırat’a kadar olan bölgenin Türklere geri verilmemesi ve

buraların, Ararat ili ile birleştirilerek, Rus Çarı’nın ülkesinin

bir parçası olmasının temin buyrulması;

2-Arazi ilhakı olmayacağı bize duyurulduğundan –eğer böyle

olacaksa– Bulgaristan ve Bulgar milletine verilecek

imtiyazların, bütün Rusların hükümdarı Haşmetmeâp efendimiz

tarafından Ermeni milletine de bahş ve ihsan buyrulması;

3-İşgal olunan toprak boşaltılacaksa hükümetten ıslahat için

maddî teminat alınması ve ıslahatın tamamlanmasına kadar

Rus askerlerinin işgal ettikleri toprakları boşaltmaması”94

II. Alexandr’a iletilen taleplerin ilkinde ilhak çağrısı yapılmasına rağmen gerçekte

bunun gerçekleşmeyeceğinin bilindiği ikinci talepte belirtilmişti. Dolayısıyla muhtırayı

kaleme alanların düşüncelerinde ilhaktan ziyade muhtariyet veya ıslahat olduğu anlaşılıyordu.

Gerçekleşmeyeceği zaten bilinen ilk talep ise Patrikhane ve Meclis’in “Muzaffer

İmparator”un güvenini kazanma girişiminden başka bir şey değildi. Nitekim Ayastefanos

Antlaşması imzalanana kadar gerek imparatora gerekse Prens Gorçakof’a gönderilen diğer

dilekçelerde ilhaktan hiç söz edilmedi.95

Bu dilekçelerde ve daha sonra Ayastefanos ile Berlin

antlaşmaları arasındaki girişimlerde “Ermenistan” için Lübnan’a veya Bulgaristan’a benzer

bir statü talep edildi.96

Bosna-Hersek, Karadağ, Sırbistan, Romanya ve Bulgaristan’ın reform,

muhtariyet, bağımsızlık skalasındaki kaderlerini Rusya belirlemişti. Ermeniler de kendilerine

91

Anaide Ter Minassian, Ermeni Devrimci Hareketi’nde Milliyetçilik ve Sosyalizm: 1887-1912, çev. Mete

Tunçay, İletişim Yayınları, İstanbul, 1992, s. 16-17. 92

Gürün, age, s. 131. 93

Gürün, age, s. 164-165. 94

Saruhan, Ermeni Meselesi ve Ermeni Millî Meclisi, s. 261-262’den aktaran Uras, age, s. 199. 95

Bkz. Uras, age, s. 200-202. 96

Uras, age, s. 218.

30

bu skalada bir yer arıyorlardı. Zira artık Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihe karışmasının

önündeki tek reel engel uluslararası dengelerdi. Ancak Ermeni temsilciler bu dengeleri göz

ardı ederek Rusya ile alelacele münasebet kurma yoluna gittiler. Son olarak Patrik’in

girişimleri, Ermeni beklentilerini karşılamasa da, bir sonuç verdi ve Ermenilerin durumu

Ayastefanos Antlaşması’nın 16. maddesinde şu şekilde yer aldı:

"Ermenistan'da Rus işgalinde bulunan ve Türkiye’ye geri

verilecek olan toprakların Rus askerince boşaltılması, oralarda

iki devletin iyi ilişkilerine zararlı karışıklıklara yol

açabileceğinden Osmanlı Hükümeti Ermenilerin yaşadığı

eyaletlerde mahalli menfaatlerin gerektirdiği ıslahat ve

düzenlemeyi vakit kaybetmeksizin yapmayı ve Ermenilerin

Kürtlere ve Çerkezlere karşı güvenliklerini sağlamayı garanti

eder".97

Osmanlı İmparatorluğu için savaşın sonuçları çok ağırdı. Askerî, siyasî ve ekonomik

tahribat bir yana Rus ordularının Dolmabahçe Sarayı’na 20 kilometre mesafede

Ayastefanos’ta (Yeşilköy) karargâh kurmalarının yarattığı psikolojik tahribat çok daha

büyüktü. Bu nedenle Ayastefanos Antlaşması, şartların bütün ağırlığına rağmen kabul edildi.

Fakat beklenildiği gibi Avusturya, İngiltere, Fransa ve Almanya derhal uluslararası bir

konferans için harekete geçti.

Ayastefanos’tan Berlin Kongresi’ne kadar geçen üç aylık dönemde Ermeniler özellikle

İngiltere ve Fransa nezdinde girişimlerde bulunarak Balkan Hıristiyanlarına tanınan hukuku

kendileri için de talep ettiler.98

Bunun da ötesinde Ermenistan muhtariyeti için hazırlanmış

bulunan bir idari teşkilat yönetmeliği Berlin Kongresi’ne sunuldu. Tafsilatına burada

girmeyeceğimiz yönetmelikte muhtariyeti istenilen Ermenistan’ın sınırları Erzurum ve Van

vilayetlerinin yanı sıra, Trabzon - Batum kıyı şeridinden başlayarak, batıda Fırat nehri ile

sınırlanan ve Diyarbakır ile Siirt’in kuzey bölgelerine kadar inen toprakları kapsamaktaydı.

Kürtler bölge nüfusunun çoğunluğunu oluştursa da yönetmelik bu bölgelere Ermeni bir

valinin atanmasını öngörmekteydi. 99

Nüfus sorunu patrikliğin yönetmelikle birlikte kongreye sunduğu nüfus durumunu

gösteren çizelgelerle çözülmeye çalışılmıştı. Çizelgelerden bir örnek vermek gerekirse, söz

konusu bölgelerde yaşayan toplam 2 milyon 62 bin nüfusun 1 milyon 330 bini Ermeni, 530

bini Türk, 120 bini ise Kürt’tü.100

Bu istatistikler Berlin’de çok ciddiye alınmadı. Patrikliğin

hep şikâyetçi oldukları Kürtlerin, kendilerinden on kat daha kalabalık olan Ermenilere yarım

97

Bilâl N. Şimşir, Ermeni Meselesi: 1774-2005, 2. Basım, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2005, s. 55-56. 98

Gürün, age, s. 164-165. 99

Söz konusu teşkilat projesi için bkz. Uras, age, s. 227-231. 100

Uras, age, s. 232.

31

asırdır nasıl zulüm edebildikleri sorusu ise hiç sorulmadı.101

Patriğe göre “Kürtler gelişmeye

engel olmasaydı Ermenilerin nüfusu 3,5 milyonu bulabilirdi.” Yine patriğe göre “bölgedeki

bir miktar Kürt nüfusu için diğer barbar halklar gibi ayrı bir karar almaya da gerek

yoktu.”102

Neticede Berlin Antlaşması Ermenilerin muhtariyet talepleri dikkate alınmaksızın

imzalandı. Ayastefanos Antlaşması’nın 16. maddesi değiştirilerek, 13 Temmuz 1878 tarihinde

imzalanan Berlin Antlaşması’nın 61. maddesinde şu şekilde yer aldı:

"Osmanlı Hükümeti, halkı Ermeni olan eyaletlerde mahalli

ihtiyaçların gerektirdiği ıslahatı yapmayı ve Ermenilerin,

Çerkez ve Kürtlere karşı huzur ve güvenliklerini garanti etmeyi

taahhüt eder ve bu konuda alınacak tedbirleri devletlere

bildireceğinden, bu devletler söz konusu tedbirlerin

uygulanmasını gözeteceklerdir".103

Bu hüküm, esasında maddî kaynakların paylaşımına dayalı geleneksel ilişkilerden

kaynaklanan ve son yarım asırda etnik bir görünüm almaya başlayan şiddet eylemlerine

bütünüyle etnik çatışmalar gözüyle bakıldığının kanıtıydı. Çünkü bölgede büyük bir aşirete

bağlı olmayan silahsız ve korumasız dolayısıyla yine göçebe Kürtlerden zulüm gören pek çok

Kürt köylüsü de vardı. Ancak bunların huzur ve güvenlikleri için Bâb-ı Âli’den herhangi bir

taahhüt istemeye gerek duyulmadı.

Antlaşmanın lafzında hissedilmese bile hemen ertesinde yaşanan gelişmeler

Ermenilerin hamiliğinin Rusya’dan İngiltere’ye geçtiğini gösteriyordu. İngiltere muhtemel bir

Rus harekâtının önüne geçebilmek adına Osmanlı’ya bölgede ıslahat yapması için baskı

yapmaya antlaşmanın imzalanmasından hemen sonra başladı.104

1879 yılında Londra ile

İstanbul arasında gelip giden notalardan sonra Sultan, bir Islahat Komisyonu oluşturulması

emrini verdi. Başkanları Türk, yardımcıları ise Ermeni olan komisyonun ilk icraatı ise yüzden

fazla Kürt ağasını Halep’e sürmek oldu.105

İngiltere’nin Osmanlı üzerindeki baskısının temel konularından birisi vilayetlerin

idaresiydi. Ermeniler kendi yaşadıkları bölgelere Ermeni vali talep ediyorlardı. Ancak hem

Osmanlı hem de diğer yabancı konsolosluk verilerine göre Ermeniler vilayetlerin hiçbirisinde

kahir ekseriyeti oluşturamıyorlardı. Ayrıca karşılıklı notalardan anlaşıldığı kadarıyla ıslahat

çalışmaları da İngilizler için tatmin edici değildi. İngilizler derhal bir nüfus sayımının

101

Dündar, age, s. 18. 102

Uras, age, s. 233, 235; Dündar, age, s. 19. 103

Şimşir, age, s. 58. 104

Uras, age, s. 274. 105

Dündar, age, s. 21.

32

yapılmasını ancak Kürtlerin “göçebe oldukları gerekçesiyle” bu sayımın dışında tutulmasını

istiyorlardı.106

Bu Ermeniler için en uygun yoldu; ne de olsa göçebe Kürtler vergi vermiyorlar

ve askerlik yapmıyorlardı. Muhtemelen İngiliz yetkililer böyle bir talebin kabul

edilmeyeceğini, kabul edilse dahi uygulama esnasında çok şiddetli sonuçlar doğuracağının

farkındaydılar. Kaldı ki 1875’te moratoryum ilân eden devletin kasası da bomboştu ve

Avrupalı alacaklılar borçlarının ödenmesini beklerken kısa sürede bir sayım yapılması

mümkün değildi.107

7 Eylül 1880 günü büyük güçler (İngiltere, Rusya, Almanya, Fransa, İtalya ve

Avusturya-Macaristan) Berlin Antlaşması’nın 61. maddesinin uygulanmadığını belirterek

Bâb-ı Âli’ye ortak bir nota verdiler.108

Bu notanın da uygulanabilirliği şüpheliydi. Notada

Osmanlı’nın göçebe aşiretlerle yerleşik Ermenileri aynı idari yapı altında yönetmeye

çalışması eleştiriliyor ve idari sınırların yeniden belirlenerek Ermenilerle Kürtleri (gereğine

göre Türklerle Ermenilerin bir arada bulunabileceği) ayrı idari yapılar altında toplayacak

düzenlemelerin yapılması öneriliyordu. Buna ek olarak nüfus sayımı ve sayıma göçebe

unsurların dahil edilmemesi talebi de yineleniyordu.109

Söz konusu talebin dikkat çekici yönü

esasında devletlerin 61. maddedeki etnik vurgunun çok yerinde olmadığını itiraf etmiş

olmalarıydı. Zira notada yerleşiklerin (Türkler ve Ermeniler) bir arada olabileceği ancak

göçebelerin (Kürtler) bunlardan ayrılması gerektiğine vurgu yapılıyordu.

Devam eden yıllarda bölgede ıslahat yapılmasına ilişkin baskılar sürdü. Bu baskılara

karşı Bâb-ı Âli kimi zaman yeni düzenlemeler yapıyor, kimi zaman oyalama taktiklerini

devreye sokuyordu. Fakat ne gerçek bir ıslahat yapmak mümkündü, ne de böyle bir niyet söz

konusuydu. Mümkün olmaması askerî, coğrafî, demografik, toplumsal ve ekonomik şartlarla

ilgiliydi. Niyetin olmaması ise Devlet-î Âli’nin varlığını sürdürmesiyle ilgiliydi. Hıristiyan

halkların Rusya ve İngiltere marifetiyle muhtariyete ya da bağımsızlığa kavuşmasıyla

Avrupa’daki topraklarının tamamına yakınını yitiren imparatorluk, aynı durumla bu sefer

Anadolu’da karşı karşıyaydı. Ermenilere tanınacak muhtariyetin de eninde sonunda

bağımsızlık getireceği öngörülebilirdi. Bölgedeki Müslüman Kürt varlığının, homojen bir

Ermeni nüfusunun oluşmasına engel teşkil etmesi imparatorluk için paha biçilmez değerdeydi.

Dolayısıyla Kürtleri yok sayma ya da nüfusları bölgeler bazında homojenleştirme taleplerini

açıktan reddetmediyse de oyalama taktikleriyle bu girişimlerin önü alınabildi.

106

Dündar, age, s. 23. 107

Buna rağmen Osmanlı İmparatorluğu’nda 1881 yılında bir nüfusu sayımına başlanmış fakat 12 yıl süren bu

sayım ancak 1893’te tamamlanabilmiştir. Bkz. Dündar, age, s. 35. 108

Uras, age, s. 286. 109

Uras, age, s. 287-288; Dündar, age, s. 24.

33

4.1.2. Kürtler:

Savaş sırasında Kürt aşiretlerinden savaşa katılanlar Osmanlı cephesinde yer aldılar.

Şeyh Ubeydullah’a bağlı aşiretler de bu kuvvetler arasında Beyazıt bölgesinde savaşıyorlardı.

Savaş sırasında Osmanlılar Kürt aşiretlerine binlerce silah dağıttılar.110

Buna karşın Celîlé

Celîl’in iddiasına göre ilerleyen dönemlerde pek çok Kürt savaş alanından firar ettiler ve

bunların bazıları Rus Ordusu saflarında yer aldılar.111

Savaş sonundaki koşullar Ermeniler için olduğu kadar sivil Kürtler için de ağırdı.

Bölgede zaten var olan düzensizlik ve başıboşluk savaş sonrasında artarak devam etti. Bu

koşulların üzerine gelen Berlin Antlaşması’nın 61. maddesi Kürtler ile Ermeniler arasındaki

ilişkinin seyrini değiştirdi. Bölgede bir Ermenistan devleti kurulacağı söylentisi çok kısa

sürede yayıldı. Berlin Antlaşması’nda altı kalın çizgilerle çizilen etnik farklılık, artık Kürtler

için de Ermenilerle ilişkilerinin tek referans noktası olmaya başladı. Ermeniler artık alışveriş

yapılan esnaf, sömürülecek köylü, soyulacak tacir ya da zengin tefeci olmaktan öte sadece

“Ermeni”ydi. Ermenilerin “öteki” konumuna tam olarak yerleşmeleri Kürtlerin etnik

kimliklerinin billurlaşmasına yardımcı oldu ve milliyetçi izler taşıyan söylemlerin

yaygınlaşmasını sağladı. Nitekim Ubeydullah da Berlin Antlaşması’na “Ermeniler Van’da

bağımsız bir devlet kuracaklarmış ve Nesturiler de kendilerini İngiliz tebaası ilân edip İngiliz

bayrağını yükselteceklermiş. Kadınları silahlandırmak zorunda kalsam da buna asla izin

vermeyeceğim” diyerek tepki gösteriyordu.112

II. Abdülhamid’in emriyle kurulan

komisyonların çok sayıda ağayı Halep’e sürmesi de bölgedeki Ermeni egemenliği korkusunu

arttırdı. Bu korku Ubeydullah’ın savaştan sonra gücünü arttırmasında en az bölgedeki

başıboşluk kadar etkili oldu. Ubeydullah savaşın üzerinden çok kısa bir zaman geçmişken,

biraz da 93 Harbi’nden kalan silahlar sayesinde, Osmanlı’ya isyan edecek ve İran’a saldıracak

gücü toplayabilmişti.

110

Jwaideh, age, s. 182-183; Sasuni, age, s. 150. 111

Celîl 17 Haziran 1877 günü Beyazıt’ta 1500 kişinin cepheyi terk ettiğini, başka ordulardan firar eden 1000

kadar Kürt olduğunu, Beyazıt kuşatması sırasında Ubeydullah’ın saflarındaki 5000 kişiden yalnızca 1443 Kürt

kaldığı için kuşatmayı kaldırmak zorunda kaldığını yazmaktadır. Pavel İ. Averianov, Rusya’nın XIX. Yüzyılda

Acemistan ve Türkiye ile Yürüttüğü Savaşlarda Kürtler, Tarihi Eskiz, Tiflis, 1900, s. 195’ten aktaran Celîl, age,

s. 29. Öte yandan Celîl’in eserinde ve muteber kaynaklarda 93 Harbi esnasında Rus saflarına geçtiği iddia edilen

Kürtler hakkında kayda değer bir bilgi bulunmamaktadır. Rus kaynakları da dikkate alındığında savaşta saf

değiştiren aşiretlerin belirlenmesi, savaş alanını terk edenlerin belirlenmesinden daha kolay olacağından Celîl’in

bu iddiasının somut verilerle desteklenmesi gerekmektedir. 112

Jwaideh, age, s. 171.

34

1879 yılında Şeyh Ubeydullah’ın oğlu Şeyh Abdülkadir’in komuta ettiği birliklerin

Osmanlı’ya karşı giriştiği küçük çaplı isyana rağmen, Ubeydullah bu olaydaki

sorumluluğundan sıyrıldı ya da İstanbul bu durumu görmezden gelmeyi tercih etti. Dahası

isyan sonrası cezalandırılmak şöyle dursun İstanbul’da hürmet görmüştü. Zira Berlin

Antlaşması’ndan sonra Kürtler üzerine seferler düzenlemek ve onları güçsüz bırakmak

Ermeni muhtariyetini hızlandırmaktan başka bir işe yaramayacaktı. Geri dönüşünde aşiretleri

tekrar hareket geçirerek ve İran’daki aşiretlerin desteğini alarak bu sefer İran’a büyük ve

yıpratıcı bir saldırı düzenledi. Ancak başarısız oldu ve geri dönüşünde sürgüne gönderildi.113

Kürtler ve Ermeniler arasındaki ilişkilerin patlamaya hazır bir bomba haline geldiği ve

Kürtlerin Berlin Antlaşması’nın sonuçlarından son derece rahatsız olduğu bir dönemde

Ubeydullah’ın Ermenilerin üstüne gitmemesini irdelemek gerekir. İddialardan birisi

Osmanlı’nın Ubeydullah’ı Ermenileri katletmesi için kışkırttığı yönündedir.114

Ancak

İngiltere ve diğer büyük güçler tarafından sürekli reform için baskı gördüğü bir dönemde

yaşanacak Ermeni katliamları Osmanlı’nın ancak bölgedeki kontrolü kaybetmesi sonucunu

doğuracaktır.115

Dolayısıyla ihtiyatla yaklaşılması gereken bir iddiadır. Burada net olan nokta

Şeyh’in Bedirhan Bey’in hatasına düşmemesi ve koruma altında olan Nesturilere ve

Ermenilere dokunmamasıydı. Zira oluşturduğu strateji öncelikle Türkmenlerle savaş halinde

olan İran’a karşı Kürtleri ayaklandırarak bu bölgede sağlam bir otorite tesis etmek ve bu

bölgede güçlendikten sonra uygun konjonktürde Türkiye Kürtlerinin bu yapıya katılımını

sağlayacak isyan ve savaş adımlarını atmaktan ibaretti. Bu strateji aynı zamanda Batılı

devletlerin muhalefeti ile de karşılaşmamalıydı. Jwaideh’in tespitiyle “Nesturilerin ve

Ermenilerin korunması Şeyh için batıdan sağlanacak büyük avantajlar karşısında çok küçük

bir maliyetti.”116

Ubeydullah’ın sürgüne gönderilmesiyle bölgedeki huzursuzluk kaldığı yerden ve

artarak devam etti. Savaş sonrasında bölgede kıtlık olarak nitelendirilebilecek ekonomik

sıkıntının yanında bir de Kürtlerin ve Kafkas mültecilerinin iskân edilmesi sorunuyla karşı

113

Ubeydullah’ın İran saldırısı için bkz. Celîl, age, s. 30-38; Jwaideh, age, s. 183-205. 114

Bu iddia hem Sasuni hem M. Kalman tarafından dile getirilmektedir. Sasuni daha da ileri giderek Sultan’ın

Ubeydullah’a Ermenileri katletmesi için emir verdiğini iddia etmektedir. Bkz. Sasuni, age, s. 160. Kalman ise

Basil Nikitine’e yaptığı atıfta Osmanlı yetkililerinin Şeyhi bu yönde kışkırttığını iddia eder. Ancak Basil Nikitin

bu kışkırtmaların Urmiyeli Hıristiyanlara karşı ve Şeyhin kendi yandaşlarından geldiğini yazmaktadır. Bkz.

Kalman, age, s. 49, Nikitine, age, s. 352. 115

Esasen Şeyh Ubeydullah dönemini ayrıntılı biçimde ele alan Celilê Celîl ve Wadie Jwaideh de II.

Abdülhamid’in Şeyhi Ermenilere karşı herhangi bir girişim için yönlendirdiğinden söz etmemektedirler. 116

Jwaideh, age, s. 172.

35

karşıya kalındı. Devlet 1858’den beri bu politikayı güdüyordu ancak Berlin Antlaşması

sonrası verilen notalarda göçebelerin sayımlara tabi tutulmaması talepleri buna hız verdi.

Diğer bir sorun göçebe ekonomisinin temeli olan yünle ilgiliydi. Eskiden göçebelerin

elindeki ham yünü, tezgâhlarda geleneksel biçimde üretim yapan dokumacılar alırlardı.

Fabrikalarda üretilen ucuz İngiliz mallarının piyasaya girişiyle dokumacılık sektörü bitme

noktasına geldi. Böylece ham yün İngilizler tarafından alınmaya başladı. Ancak bir süre sonra

İngiliz üreticilerin Avustralya ve Arjantin’den daha ucuz ve kaliteli yün tedarik etmeleri hem

Osmanlı’nın yün ihracatına hem de göçebe ekonomisine büyük bir darbe indirdi. Bu durum

devletin de teşviki ile bazı Kürt göçebelerin yerleşik hayata geçmelerini sağladı.117

Bu

noktada göçebe Kürtlerin Ermenilerin bulunduğu bölgelere iskân edilmesi şiddeti arttıran

önemli bir unsurdu. Ancak farklı bölgelere iskân edilseler de tarımsal üretimi bilmedikleri için

yine civardaki Ermenilerin ürünlerine el koymaya çalışmaları şaşırtıcı olmayacak; bu da başka

bir şiddet kaynağı olacaktı.118

İskân meselesinin yanında bir de çok sık yapılan şikâyetlerin ve bunların sonuçlarının

yarattığı rahatsızlık vardı. Ermenilerin, yaptıkları şikâyetler sonucunda korunmaları her

zaman mümkün olmuyordu. Şikâyetler ve şikâyetlerin sonrasında aşiretlerden gelen

cezalandırıcı müdahaleler de kimi zaman şiddetin sebebi olabiliyordu.119

Berlin Antlaşması sonrası yaşanan şiddettin en önemli sebeplerinden birisi de

Ermenilerin pasif tutumlarını değiştirerek kimi bölgelerde göçebe Kürtlerden kaynaklanan

yerel nitelikli gasp, talan, kaçırma gibi eylemlere silahla mukabele etmeleriydi.120

Silahla

mukabele Kürt aşiretlerinde şaşkınlığa neden olurken düşmanlığın da derinleşmesine yol açtı.

Tutum değişikliğinde muhakkak ki Berlin Antlaşması’nın getirdiği yeni havanın, koruma

altında bir toplum olmanın verdiği cesaretin, örgütlenmeye başlamanın, propagandanın, bilinç

düzeyinin yükselmesinin, silaha sahip olmanın ve buna benzer pek çok gelişmenin payı vardı.

Ancak en önemlisi Berlin Antlaşması’nın ardından özellikle Rusya’nın çekildiği topraklarda

Ermenilerin kendilerini artık daha güvensiz hissetmeye başlamalarıydı. Zira artık Millet-i

Sâdıka ünvanlarını yitirmişler ve tıpkı 1829’dan sonra Osmanlı Rumları gibi zan altında

kalmışlardı. 1880’li yıllarda oluşan muhalif-devrimci silahlı Ermeni komiteleri de bu

durumun daha fazla körüklenmesine sebep oldular.

117

Yerasimos, age, s. 384. 118

Dündar, age, s. 44-45. 119

Dündar, age, s. 44. 120

Bkz. Sasuni, age, s. 178-183.

36

4.2. Ermeni Komitelerinin Teşkili:

Ermenilerin ilk silahlı örgütlenmeleri 93 Harbi’nin hemen ertesine rastlamaktadır.

Kurulan ilk örgütler yerel nitelikli küçük gruplardır. Anavatan Savunucuları, Armenakan,

Fedakârlar Cemiyeti, Silahlılar ve Müdafi Vatandaşlar çoğunluğu Erzurum ve Van’da kurulan

örgütlerden bazılarıdır.121

Bu örgütler dışında biraz daha ayrıntılı incelenmesi gereken geniş

çaplı ve etkili iki örgüt bulunmaktadır.

Bunların ilki 1887’de kurulan Hınçak örgütüydü. Ermeni toplumu içinde sınıf bilinci

yaratmaya ve sosyalizm ile milliyetçiliği bağdaştırmaya çalışan122

örgütün amacı mevcut

düzeni devrimle ortadan kaldırarak “Türkiye Ermenistanı”nın politik ve ulusal bağımsızlığını

sağlamaktı. Örgüt programında amaca varılmak için izlenecek metodun propaganda, tahrik,

tedhiş, teşkilatlanma ve işçi-köylü hareketleri olduğu belirtiliyordu. Propaganda isyanın

sebeplerini halka anlatmak; tahrik ise hükümete karşı gösteriler düzenlemek, vergi

ödememek, ıslahat istemek, aristokrasiye karşı nefret yaratmak olarak açıklanmıştı. Tedhişin

hedefine ise hükümet, hükümet için çalışan Türkler ve Ermenilerle birlikte casusluk yapanlar

konulmaktaydı.123

Hınçak’ın programında yer alan metotlar 1890’dan sonra artacak olayların

ortaya çıkış biçimini anlamak bakımından önemlidir. Örgüt 1896’ya kadar etkili oldu ve

Kumkapı olaylarında, Zeytun ve Sason isyanlarında ve Bâb-ı Âli gösterisinde yer aldı. 1894-

1896 arasında yaşanan ağır şiddet olaylarının sonrasında gerek etkili sonuçlar alamadıkları

için gerekse mensupların fikir ayrılıkları nedeniyle çözülme dönemine girdi.124

Diğer örgüt olan Ermeni Devrimci Federasyonu (EDF) (Hay Heğapohagan

Taşnaktsutyun) 1890’lı yıllarda yaşanan çatışmaların bir diğer aktörüydü. Her ne kadar ilk

kongrelerinde sosyalizme ilişkin kararlar alınsa da ve örgütte sosyalist - devrimci üyeler yer

alsa da, Hınçak ile kıyaslandığında EDF’nin sosyalist niteliğinden bahsetmek zordur. Zira

millî birliğe sınıf bilincinden daha fazla önem atfetmektedir.125

Parti programının, kültürel

haklara vurgu yaparken, bağımsızlık veya özerklikten bahsetmemiş olması programda yer

alan metotlarla çelişkili görünmektedir. Bu metotlar arasında gerilla grupları kurma, halkın

moralini yüksek tutma, halkı silahlandırma, komiteler kurma, devlet kurumlarına ve

121

Kalman, age, s. 41. 122

Rıfat N. Bali, Arus Yumul ve Foti Benlisoy, Yahudi, Ermeni ve Rum Toplumlarında Milliyetçilik”, Modern

Türkiye’de Siyasî Düşünce Cilt4: Milliyetçilik, ed. Tanıl Bora ve Murat Gültekingil 4. Basım, İletişim Yayınları,

İstanbul, 2009, ss. 919-923, s. 920. 123

Mim Kemal Öke, Uluslararası Boyutuyla Anadolu ve Kafkasya Ekseninde Ermeni Sorunu, İz Yayıncılık,

İstanbul, 1996, s. 115; Gürün, age, s. 198-201; Kalman, age, s. 42-43. 124

Minassian, age, s. 24-25; Gürün, age, s. 200-201. 125

Bali, agm, s.920.

37

muhbirlere saldırma, silah ve insan sağlamak yer almaktadır.126

EDF, Hınçak’tan daha

gerçekçi bir bakışla, hedefe giden yolda Batılı güçlere ihtiyaç duyacağının farkında

görünmekle birlikte, daha pragmatist yöntemlerle de tıpkı Bulgaristan’da olduğu gibi

dikkatleri bölgeye çekmeyi hedeflemiştir. Dolayısıyla bağımsızlık söyleminden uzak

durmuştur. Bu bağımsızlık fikri EDF’nin programına ancak 1919 yılında Erivan’da

gerçekleştirilen dokuzuncu kongresinde girmiştir.127

Hınçak ve EDF’nin sistem içerisinde kalarak, Ermeni toplumuna Kürtlerden gelen

baskıları azaltmak ve onları korumak gibi amaçları olduğunu söylemek zordur. Her iki örgüt

de temelde sorunlara neden olan sistemi yıkmayı hedefledikleri için bu anlamda devrimci

örgütlerdir. Partilerde sosyalist fikirlerin ön planda olmasını Yerasimos “büyük Ermeni

burjuvazisinin millî burjuvazi görevini üstlenmemesine” bağlamaktadır. Kilise içinden çıkan

ilk millî hareketler burjuvaziden ciddi bir destek bulamayınca radikalleşmiştir.128

Bu noktada

Ermeni burjuvası böyle bir güce sahip olmasına karşın devlet üzerinde kendi soydaşları lehine

baskı oluşturmak bir yana yatıştırıcı bir işlev de görmemiştir. Mehr Ohannesyan, “Diğer

milletlerin zenginleri millî kurtuluş söz konusu olunca milyonlar vermişlerdir. Biz aldandık.

Ermeni zenginleri (…) en küçük bir yardımda bulunmadılar” diyerek komitelerin

başarısızlığının sebeplerinden birinin de ekonomik zorluklar olduğunu belirtmiştir.129

Sonuçta

bu yapılanmalar milliyetçi olmanın yanı sıra aynı zamanda sosyalizmi benimsemiş ancak

zaman zaman anarşist niteliği olan radikal gruplar haline gelmişlerdir.

4.3. Hamidiye Alaylarının Teşkili:

“Ermeni Sorunu”nun ortaya çıkışında önemli bir paya sahip olan Kürtler,

imparatorluğun kontrolü yitirmesi muhtemel bir dönemde bölgede Ermeni etkisini

dengeleyebilecek tek unsur olarak siyasî denklemde yer buldular. Normal şartlarda

Ubeydullah gibi bir aktörün, ülkenin uç bölgelerinde güçlenmesi ve etkinliğini artırması,

Bedirhan Bey örneği dikkate alındığında, hiç de hoş karşılanacak bir durum değildi. Fakat

Berlin Antlaşması’nın oluşturduğu yeni konjonktürde Kürtler bir taraftan nüfusları sayesinde

Ermenilerin muhtariyet taleplerinin önünde set oluşturuyorlar, diğer taraftan da olası bir

isyanda askerî güç potansiyeli taşıyorlardı ki bu potansiyel 93 Harbi’nde ve Ubeydullah’ın

İran saldırısında kendisini göstermişti.

126

Gürün, age, s. 203; Kalman, age, s. 45-46. 127

Bali, agm, s.920. 128

Yerasimos, age, s. 384. 129

Mehr Ohannesyan, Cereyanlar, Taşnaktsutyun yayınlarından, Cenevre, 1910’dan aktaran Uras, age, s. 449.

38

Her ne kadar Ubeydullah’ın isyanının cezalandırılmaması Ermeni tehdidiyle

açıklanabilse de, İran seferinin ardından sürgün edilmesi için artık yeteri kadar neden vardı.

Her şeyden önce Ubeydullah, Osmanlı için bir tehdit olacak kadar güçlenmişti. Diğer taraftan

Osmanlı’nın denge oyununda taraf olmayacağı ve Osmanlı’nın bekası için Batılı güçleri

karşısına almayacağı görülüyordu. Ayrıca gerek duyduğunda bağımsız hareket etme

potansiyelinin olduğunu gerek Osmanlı’ya gerekse İran’a yönelik girişimlerinde göstermişti.

Ubeydullah’ın tasfiyesi ile bölgede otorite boşluğunun yeniden belirmesi Sultan ve çevresinin

acil önlem almasını gerekli kıldı. Ermeni komite faaliyetleri ve olası bir Rus savaşı karşısında

imparatorluk kendisine sadık, yerel, gayrinizamî ve isyan edemeyecek kadar küçük, sadece

savaş döneminde kullanacağı, bu nedenle de tüm masraflarını karşılamak zorunda olmadığı

savaşçı birliklere ihtiyaç duyuyordu.

Hamidiye Süvari Alayları130

gerçekte bu belirgin askerî ihtiyaçları karşılamak üzere

hayata geçirilen bir projeydi. Devşirme usulünün kaldırılmasından sonra Balkanlarda

kaybedilen savaşlar sadece toprak kaybına değil insan kaynağı kaybına da yol açtı. Askerlik

yükü büyük ölçüde Anadolu Türklerinin sırtındayken Kürt aşiretlerin savaşlara katılmaları her

zaman sağlanamıyordu. Doğuda hâlihazırda bir Rus tehdidi ve Ermeni meselesi varken

Kürtlerden sistematik bir biçimde askerî birlikler oluşturulması fikri teoride oldukça

yerindeydi. Bu fikir aynı zamanda Kürtlerin iskânı sorununda da önemli bir mesafe kat

edilmesini sağlayacaktı. Hepsinden önemlisi de yüzyılın başından beri uygulanmaya çalışılan

çevrenin merkeze bağlanması konusunda büyük bir adım atılmış olacaktı. Neticede Rus

tehdidi, Ermeni devrimci faaliyetleri, askerlik yükü, Kürtlerin kontrol altına alınması,

merkezîleşme ve iskân sorunlarına oldukça düşük maliyetli bir çözüm getirileceği

düşünülüyordu. Ayrıca Sultan’ın aşiret reislerinden daha üst bir otorite olduğu da Kürt halkına

gösterilmiş olacaktı.131

Hamidiye alaylarının gerçekte neden oluşturulduğu konusunda bugün hâlâ tartışmalar

sürüyor. Ermeni tezleri ağırlıklı bir biçimde II. Abdülhamid’in Ermenilerin Kürtler tarafından

katliamlara tabi tutulması için bu alayları oluşturduğunu iddia etmektedirler.132

Kesin kanıtları

olmayan bu iddialar, sonuçtan yola çıkarak bir amaç belirleme çabası gibi görünüyor.

Gerçekçi gözlerle bakıldığında pek çok yan sebebin yanında temelde bu alayların Rusya

bağlantılı Ermeni örgüt faaliyetlerine karşı kurulmuş olduğu düşüncesi daha sağlam

130

Hamidiye Alayları hakkında ayrıntılı bir çalışma için bkz. Janet Klein, Hamidiye Alayları: İmparatorluğun

Sınır Boyları ve Kürt Aşiretleri, çev. Renan Akman, 2. Basım, İletişim Yayınları, İstanbul, 2014. 131

Klein, age, s. 48. 132

Sasuni age, s. 173; Kalman, age, s. 54.

39

dayanaklara sahip.133

İmparatorluk her şeyden önce, genişleyen örgüt ve propaganda

faaliyetleri nedeniyle olası bir Rus savaşında Ermenilerin alacağı tavırdan haklı olarak kuşku

duymaktaydı. Nitekim alayların teşkil edildiği ilk bölgeler şüpheye yer bırakmayacak şekilde

Ermenilerin, dolayısıyla da komite faaliyetlerinin yoğun olduğu bölgelerdi.134

1890 yılında bazı aşiretlerin alaylara yazılması ile başlayan uygulama, tam olarak

planlandığı gibi yürümedi. Her şeyden önce Kürtlerin kontrol altına alınarak kısa sürede

devlete bağlı yurttaşlar haline getirilmesi gerçekte “uçuk” bir fikirdi. En az birkaç nesil

sürecek bu toplumsal dönüşümün payelerle, armalarla birkaç yılda sağlanacağı düşüncesi

fiyaskoyla sonuçlandı. Alaylar üzerinde denetim olmaması merkezkaç eğilimleri daha da

arttırdı.135

Devletin aşiretlere sağladığı silah ve yetkinin bölgedeki düzensizliği azaltması

bekleniyordu; ancak daha fazla düzensizliğe neden oldu. Örneğin aşiretlerin kendi atlarıyla

alaylara katılmaları şartı, pek çok bölgede at hırsızlığı olaylarına neden oluyordu.136

Payitahtın aşiretlerin alaylara katılması konusunda fazlaca istekli oluşu, alay oluşturması

kabul edilen reislerin çevresindeki köylere karşı giriştiği eylemlerden sorumlu tutulmamasını

beraberinde getiriyor, bir anlamda yağma ve talan meşrulaşıyordu. McCarthy’ye göre ise

Osmanlı yönetimi Hamidiye alaylarının gayrimeşru davranışlarını dizginlemeye çalışıyor

fakat alayların Kürt ve Ermeni köylerini yağmalamalarına ya da komitelere destek verdiğine

inandıkları Ermeni köylerini suçlu-suçsuz ayırt etmeden talan etmelerine engel olamıyordu.137

Devlet ile alaylar arasındaki ilişkilerin farklı vilayetlerde farklılık göstermiş olması

mümkündür. Fakat yine de Osmanlıların alayların bu tür eylemlerine cevaz vermiş olması

şaşırtıcı değildi. Çünkü Kürt aşiretlerinin alaylara katılmaları sadece paye, arma ve

üniformalarla değil aynı zamanda bu icazetle mümkün olabilmişti.138

Son derece pragmatist

olan ve yüzyıllardır daimi bir otoriteye boyun eğme alışkanlığı bulunmayan bu aşiretleri

alaylara katılmaya razı etmek kolay değildi. Neticede devletin aşiretlerin eski alışkanlıklarını

sürdürmelerine izin vermesi, Hamidiye ol(a)mayan aşiretlerin ve Ermenilerin, Hamidiye

alaylarının gayrimeşru uygulamalarına maruz kalmasına ve bölgede birbirini besleyen bir

şiddet kısırdöngüsü oluşmasına meydan verdi.

133

Bruinessen, age, s. 286. 134

Klein, age, s. 53. 135

Celîl, age, s. 43. Bruinessen, Miranlı Mustafa ve Milanlı İbrahim Paşaların bir beylik gibi güç kazandığından

ve kontrolden çıktığından söz eder. Bruinessen, age, s. 287-292. 136

Klein, age, s. 53; 20.000 ila 80.000 süvari alayı oluşturulması beklenirken bölgedeki at sayısının 12.000

civarında olduğu tahmin ediliyordu. 137

Justin McCarthy v.d., The Armenian Rebellion at Van, The University of Utah Press, Utah, 2006, s. 59. 138

Bruinessen, age, s. 286; Klein, age, s. 131.

40

4.4. 1894-1896 Olayları:

1915 olaylarının ardından “Ermeni Sorunu”na ilişkin üzerinde en çok tartışma

yürütülen dönem hiç kuşkusuz 1894-1896 yılları arasında yaşanan şiddet olaylarıdır. Bu

dönemde Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde, bilhassa doğu kentlerinde yaşanan olaylarda etnik

kimlik mücadelesiyle bölüşüm mücadelesi iç içe geçmiş, sivil Ermeni direnişleriyle komite

provokasyonları birbirine karışmış, devletin tedip eylemleriyle katliamlar bir tutulmuştur.

Birbirinden farklı pek çok aktör, açık veya örtülü farklı amaçlarla olaylara dahil olmuşlardır.

Dolayısıyla bu dönemi eksiksiz açıklayarak net bir yargıya varmak mümkün

görünmemektedir. Buna karşın tarafların her biri –tıpkı 1915 olaylarında olduğu gibi– kendi

tezlerine ikna olmuş görünmektedirler. Tarafların yaklaşımlarına geçmeden önce, olaylar

hakkında özet bilgi vermek yerinde olacaktır.

Sorunun yerel olaylar olmaktan çıkarak açık bir biçimde devleti de içine alan ülkesel

bir sorun haline gelmesini sağlayan ilk olay 1890 yılında Erzurum’da cereyan etti. Bir Ermeni

okulunda silah imalathanesi olduğu ihbarı üzerine okul ve bağlı bulunduğu kilise arandı. Bu

arama hadisesinin yarattığı huzursuzluk EDF’nin tahrikleriyle büyüdü.139

Çıkan olaylarda iki

askerin öldürülmesi şehirde Müslümanlarla Ermeniler arasında çatışmaların başlamasına yol

açtı ve iki taraftan çok sayıda kişi öldü.140

Bu olaydan bir ay sonra Hınçak’ın organize ettiği Kumkapı nümayişi sonrası

göstericiler Yıldız Sarayı’na yürümek istediler. Ancak askerlerin karşı koyması sonucu

çatışma çıktı. Çatışmada ölen ve yaralananlar oldu; gösterinin lideri Cangülyan tutuklandı ve

daha sonra müebbet hapse mahkûm edildi.141

1892 yılında İngiltere’de William Gladstone’un iktidara gelişinin ardından umutları

artan komiteler propaganda faaliyetlerine ağırlık verdiler.142

Bu faaliyetlere karıştığı

139

Kamuran Gürün bu olayı 1927’de ABD’de neşredilen Hayrenik isimli gazetede çıkan Hanazad isimli eski bir

Hınçak mensubunun makalesinden aktardığını yazmaktadır. Gürün, age, s. 213-214. 140

Pek çok çalışma buna benzer her hadise için ayrı ayrı ölü ve yaralı rakamları vermekle birlikte bunların

hepsinden söz etmek mümkün değildir. Ancak 1894-1896 olaylarının farklı kaynaklarda yer alan yekûn

istatistiğine kısaca yer verilecektir. 141

Louise Nalbandian, The Armenian Revolutionary Movement, Los Angeles, s. 118’den aktaran Gürün, age, s.

217. 142

Gladstone Bulgaristan’daki cereyan eden olaylar sırasında İngiltere’de Türkiye aleyhine yürütülen

kampanyanın öncülüğünü yapıyordu. Bu amaçla “Bulgarian Horrors and the East Question” başlıklı bir broşür

yayımlamıştı. Bkz. Yerasimos, age, s. 250, 251.

41

belirlenen pek çok Ermeni komiteci tutuklandı.143

1893’te ise Merzifon, İstanbul, Tokat ve

Yozgat’ta küçük çaplı olaylar yaşandı.

Şiddetin esas tırmandığı ve isyan noktasına geldiği yıl 1894, yer ise Sason’du. Sason

isyanı hakkında da Ermeni ve Türk tezleri çatışmakla birlikte birleştikleri noktalar bölgedeki

huzursuzluğun öncelikle Kürt aşiretleri ile Ermeniler arasında yaşanan gerilimden ileri geldiği

ve bölgedeki isyanın dışarıdan gelen komiteciler tarafından örgütlendiği yönündedir. Osmanlı

güçleri 1892’den beri Ermenilerle aşiretler arasında var olan gerilime, gerilimin çatışmaya

dönüşmesinden sonra müdahale etti. Nihayetinde 1894 yılının Ağustos ayında kısa

sayılabilecek bir harekât sonunda isyan bastırılabildi. Ancak Sason isyanının bastırılması

katliam olarak lanse edilirken altı bini bulan kayıp iddiaları gündeme geldi. Altı bin kayıp

verdiği iddia edilen Sason’da 1904’teki ikinci isyanı kimlerin çıkardığı ise meçhuldü. 144

18 Eylül 1895 günü İstanbul’da Ermeniler tarafından düzenlenen gösterinin (Bâb-ı Âli

Gösterisi) ardından başlayan olaylar Türklerle Ermeniler arasında günlerce sürdü ve çok

sayıda kişinin öldüğü çatışmalara neden oldu. Bu tarihten sonra Anadolu’nun çok çeşitli

merkezlerinde karışıklık ve ayaklanmalar meydana geldi. Eylül ayında Divriği’de, Ekim

ayında Trabzon, Eğin, Develi, Akhisar, Erzincan, Gümüşhane, Bayburt, Bitlis, Maraş, Urfa ve

Erzurum’da, Kasım ayında Siverek, Malatya, Harput, Arapkir, Sivas, Merzifon, Antep ve

Muş’ta, Aralık ayında ise Yozgat ve Kayseri’de büyük ve küçük çaplı olaylar yaşandı.145

1895 yılının en önemli çatışması Zeytun ayaklanmasıydı. Hınçak’ın tertiplediği

ayaklanma 24 Ekim günü Ermenilerin şehirdeki kışlayı basarak 50 subay ile 600 eri rehin

almasıyla başladı. Liderlerden Aghasi’nin anlatımına göre kaçmaya çalışan bu rehinelerden

56’sı dışında hepsi öldürüldü.146

24 Aralık’ta Zeytun’un kuşatılması sonrasında Halep’teki

konsolosların arabuluculuk girişimi ile ayaklanma sona erdi.

Van isyanı 1896 yılında benzer özelliklerle ortaya çıktı. Ermeni komiteleri Ermeni

nüfusunun en yoğun olduğu bu vilayette aktif olarak çalışıyorlardı. Bölgenin coğrafyası

komitelerin sınırın ötesinden ülkeye giriş çıkış yapmaları için müsaitti. Haziran ayında

başlayan isyan, asilerin şehirden kaçmasıyla sona ermişse de kaçanların peşine düşülmüş ve

143

Bkz. Recep Karacakaya, Ermeni Meselesi: Kronoloji ve Kaynakça, Gökkubbe, İstanbul, 2005, s. 123 vd. 144

Kamuran Gürün’ün muhtelif kaynaklardan aktardığı rakamlar. Konsolos raporlarına göre ise ölü sayısı

265’tir. Konsoloslar heyetine katılan İngiliz temsilciye göre ölü sayısı 900’ü geçmez. Gürün, age, s. 226. Sasuni

dahi ölü sayısını bin olarak vermektedir. Sasuni, age, s. 185. 145

Karacakaya, age, s. 146 vd. 146

Baron Aghasi, Zeitoun, Archag Tchobanian’ın Fransızca Tercümesi, Paris, 1897, s. 189’dan aktaran Kalman,

age, s. 59 ve Gürün, age, s. 242. Hüseyin Nazım Paşa, da Aghasi kumandasındaki on beş bin kişinin Zeytun’da

kışlayı basarak tüm askerleri şehit ettiğini söylemektedir. Hüseyin Nazım Paşa, Hatıralarım: Ermeni Olaylarının

İçyüzü, haz. Tahsin Yıldırım, Selis, İstanbul, 2003.

42

böylelikle 24 Haziran’a kadar süren çarpışmalarda 1715 Ermeni ve 415 Müslüman

ölmüştü.147

Osmanlı arşiv belgelerinden anlaşıldığı üzere 1896 yılından itibaren ülkenin orta

bölgelerindeki karışıklıklar nispeten son bulsa da özellikle Van, Diyarbakır, Mamuret’ül Aziz

ve Erzurum vilayetlerinde yerel nitelikteki olaylar devam etti. Osmanlı arşivlerinden elde

edilen bilgilere göre, 1896-1909 yılları arasında ülkenin doğusunda yaşanan çok sayıda

olayda Ermenilerin Müslüman ahaliye yönelik küçük çaplı silahlı saldırılarının ve dükkân

kapatma eylemlerinin belirgin bir biçimde ortak olduğu görülmektedir.148

Örneğin eş zamanlı

olarak Harput, Arapkir, Malatya ve Hısnımansur’da olaylar Ermenilerin sebepsiz ya da basit

sebeplerle dükkânlarını kapatarak kilise veya benzer yapılarda toplanmaları ve yoldan geçen

Müslümanlara ateş etmeleriyle başlamıştır.149

Aynı dönem içinde Diyarbakır, Silvan, Siverek,

Lice, Nusaybin, Palu, Çermik, Antep, Urfa, Muş, Siirt, Bitlis, Van, Çatak ve Erzurum’da

yerleşim bölgelerinde benzer hadiseler yaşanmıştır. 150

Bu hadiselerde de dükkânların

kapatılarak gündelik hayatın durdurulması ve Müslümanları kışkırtıcı eylemlere girilmesi

belirgin bir biçimde benzerlik göstermektedir.

Öte yandan belgelere göre tahriklere karşı halkın veya aşiretlerin verdiği tepkiler

katliam olarak nitelendirilebilecek boyutlara ulaşmamaktadır. Ancak diğer taraftan da

Kévorkian, Patrik Ormanyan’ın 1899 yılı boyunca patrikhaneye ulaşan on binlerce insanın

açlıktan ve Kürtlerin ısrarla sürdürdüğü saldırılardan dolayı öldüğü yolundaki haberler

üzerine istifa ettiğini belirtmektedir.151

Kévorkian’ın söylediklerinde mübalağa ihtimali bulunmakla birlikte 1896 yılında

Van’da görevli bulunan Ferik Sadettin Paşa’nın hatıraları bölgedeki durumu daha net bir

biçimde göstermektedir.152

Sadettin Paşa’nın hatıraları bir bütün olarak ele alındığında

Paşa’nın bölgeye dair çizdiği tablo genel itibariyle şu şekildedir: Gerek Ermenilere gerekse

Kürtlere ait pek çok köy büyük tahribat görmüştür. Kürtler Paşa’ya defaatle Ermenilerin

bölgede bir Ermeni beyliği kuracaklarını söylemelerinden yakınmaktadır. Bununla birlikte

muhtelif bölgelerde Kürtler, Ermenilerin işledikleri münferit cinayetlerden söz etmektedir.

147

Gürün, age, s. 247. 148

“Bazı Anadolu Vilayetlerinde Çıkan Karışıklığın Sebepleri Hakkında Yapılan Tahkikatta Tutulan Zabıt

Defteri”, 16 Kasım 1896, Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOE), Yıldız Esas Evrakı (Y.EE.) 7/2’den aktaran

Osmanlı Belgelerinde Ermeni İsyanları III (1896-1909), Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, OADB,

Ankara, 2009, s. 49-86. 149

BOE, Y.EE. 7/2’den aktaran OBEİ III, s. 54-55. 150

BOE, Y.EE. 7/2’den aktaran OBEİ III, s. 60 vd. 151

Kévorkian, age, s. 22. 152

Sami Önal, Sadettin Paşa’nın Anıları: Ermeni-Kürt Olayları (Van, 1896), Remzi Kitabevi, İstanbul, 2003.

43

Paşa, Ermenilerin kanlarının ve mallarının helal olduğu yönünde Sultan tarafından ferman

çıkarıldığı rivayetine inanan Kürtlerden de birkaç kez bahsetmiştir.153

Köylerdeki Ermeniler

ise Kürtlerden korktuklarını, kendilerini öldüreceklerini, pek çok kereler hırsızlık ve

yağmalara giriştiklerini, işlenen Müslüman cinayetlerinden ise haberdar ve sorumlu

olmadıklarını söylemişlerdir. Sadettin Paşa gittiği köylerde Ermenilere çetecileri, fenalık

yapanları aralarında barındırmamaları, tahriklere kapılmamaları ve Sultan’a sadık kalmaları

gerektiğini nasihat ettiğini anlatmaktadır.154

Paşa Kürtlerin Ermenilere yönelik şiddet

eylemlerine fazla değinmemesine rağmen Kürtlere verdiği nasihatlerin temelinde Kürtlerin

Ermenilere verdikleri zararlar bulunmaktadır.155

Gittiği bazı köylerde Kürtlere, Padişahın bir

fermanı olmadığını, Ermenilerin tahriklerine kapılmamalarını, Ermenilerin bir fenalık

yapmaları durumunda cezayı devletin vereceğini anlattığını söyleyen Sadettin Paşa

Ermenilerin beylik kurmasına Sultanın rıza göstermeyeceğini de garanti ettiğini

belirtmektedir.156

Sadettin Paşa’nın hatıralarındaki dikkat çekici noktalardan birisi de bölgenin çok fakir

olduğu, askerler için dahi kimi zaman yiyecek bulunamadığıdır.157

Kévorkian ve Yerasimos

da 1893 ve 1897’den itibaren bölgeyi kasıp kavuran ve şiddeti daha da körükleyen kuraklık ve

kıtlıktan söz etmektedir.158

Kuraklığın yanı sıra Kürtlerin iskânı ve savaştan beri ticaretin de

durma noktasına gelmesi, Kürtler ve Ermeniler arasında yaşanan çatışmaların hangi ölçüde

bölüşümle ilgili, hangi ölçüde etnik veya dinî olduğunun izinin sürülmesini zorlaştırmaktadır.

1890’larda yaşanan olaylar konusunda yaklaşımlara bakıldığında bunların “Ermeni

Sorunu”na ilişkin temel tezlerle paralellik gösterdiği görülmektedir. Ermenilerin yaklaşımına

göre yaşananlar aslen devletin yürüttüğü bir zulüm ve soykırım politikasıdır.159

Esasen devlet

senelerden beri Ermenilerin durumunu kasıtlı olarak göz ardı etmiştir. Kürtlerin, bilhassa da

Hamidiye Alaylarının marifetiyle Ermenilerin bölgeden tamamen arındırılması ise II.

Abdülhamid’in bölgeyi “Türkleştirme” politikasının bir gereği olmuştur.160

Dolayısıyla

Ermeni çetelerinin faaliyetleri bir meşru müdafaa girişimidir.161

Ermeni iddialarının daha ileri

boyutta olanları devletin bu olayları katliam yapmak için tasarladığını162

Hamidiye’nin ise

153

Önal, age, s. 22. 154

Önal, age, s. 31 vd. 155

Önal, age, s. 22, 31, 48. 156

Önal, age, s. 20 vd., 44 vd. 157

Önal, age, s. 31, 51, 52, 63. 158

Yerasimos, age, s. 390; Kévorkian, age, s. 22. 159

Kalman, age, s. 53. 160

Celîl, age, s. 44-46; Sasuni, age, s. 172, Kévorkian, age, s. 16. 161

Kalman, age, s. 63. 162

Kévorkian, age, s. 17.

44

“biz yapmıyoruz, Kürtler yapıyor” imajını oluşturmak için oluşturulduğunu

savunmaktadırlar.163

Ermeni iddiaları 1894-1896 yılları arasında yaşanan olaylarda öldürülen

Ermenilerin sayısına ilişkin muhtelif rakamlar vermektedir. Söz konusu rakamların hepsi

Gürün’ün Nalbandian’dan aktardığı 50 bin - 300 bin sayısının arasındadır ki bu sayı aralığı,

iddiaların propaganda maksatlı olduğu izlenimini verecek kadar geniştir.164

Türklerin yaklaşımına baktığımızda her şeyden önce belirtmek gerekir ki “Ermeni

Sorunu”na dair XIX. yüzyıla ilişkin çalışmalar genel itibariyle yetersiz olmakla birlikte

sorununa yaklaşılırken uluslararası politikadan ve yabancı devletlerin Türkiye üzerindeki

çıkarlarından yola çıkılmaktadır. Buna paralel olarak da toplumsal dinamikler ihmal

edilmiştir. 1894-1896 arasında yaşananlar ise EDF ve Hınçak gibi komitelerin kışkırtması

sonucu meydana gelen olaylardır. Fakat EDF ve Hınçak gibi yurtdışında kurulan örgütlerin

Türkiye’de geniş faaliyet alanları bulabilmelerinin sebeplerine ve kışkırtmaların sonuçlarına

yeteri kadar değinilmemiştir. “Ermeni Sorunu” başlığını taşıdığı halde Kürtlere pek yer

vermeyen ya da Hamidiye Alaylarından hiç söz etmeyen çalışmaların sayısı az değildir.165

Güçlü ve belirleyici bir Sultan olan II. Abdülhamid bile bu çalışmalarda yeteri kadar yer

bulamamaktadır. Dolayısıyla Türk tezleri, EDF ve Hınçak’ın tahrik eylemleri doğru olsa dahi

–ki zaten örgüt programlarında yer alan metotlardan birisi de tahriktir– ekonomik koşulları,

Kürtleri, alayları ve II. Abdülhamid’i görmezden geldikleri ölçüde bütünüyle tek yönlü/tek

taraflı olmakta ve Ermeni iddialarına cevap vermekte zorlanmaktadır. Söz konusu dönemi en

dikkatli biçimde inceleyen iki çalışma Esat Uras’a ve Kamuran Gürün’e aittir. Gürün o

dönemde kendi hesaplamalarıyla Ermeni kayıplarının sayısının 20 bini geçmeyeceğini

savunmakta ve pek çok iddiaya da arşiv belgeleriyle yanıt vermektedir.166

Buna karşın

Gürün’ün çalışması da ekonomik koşullar, Kürtlerin rolü, Hamidiye Alayları ve II.

Abdülhamid’in politikalarını açıklamak bakımından eksik kalmakta ve Türk tezine yeterli bir

altyapı oluşturamamaktadır.

163

Bkz. Bournoutian, age, s. 220; Kalman, age, s. 64; Sasuni, age, s. 186. 164

Nalbandian’dan aktaran, Gürün, age, s. 253. 165

Örnek eserler için (kısa künyeler) bkz. Bilâl N. Şimşir, Ermeni Meselesi: 1774-2005, 2005; Mim Kemal Öke,

Uluslararası Boyutuyla Anadolu ve Kafkasya Ekseninde Ermeni Sorunu, 1996; Nurşen Mazıcı, Ermeni

Sorunu’nun Kökeni: 1878-1920, 2007; Tarihi Gerçekler ve Bilimin Işığında Ermeni Sorunu, ed. Bülent Bakar

v.d., 2007; Ali Güler ve Suat Akgül, Sorun Olan Ermeniler, 2007; Sedat Laçiner, Ermeni Sorunu, Diaspora ve

Türk Dış Politikası: Ermeni İddialar Türkiye’nin Dünya İle İlişkilerini Nasıl Etkiliyor?, 2008; Şenol Kantarcı

v.d., Ermeni Sorunu El Kitabı, 2003; Gültekin Ural, Tarihin Işığında Ermeni Sorunu, 1998. Genelkurmay

ATASE Daire Başkanlığı tarafından 1983’te yayımlanan Belgelerle Ermeni Sorunu adlı eserde Berlin

Antlaşmasında yer alan “Kürtler ve Çerkesler” ifadesinin “öteki unsurlar” olarak değiştirilmiş olması Türkiye’de

“Ermeni Sorunu” konusunda ne kadar derinlemesine çalışmalar yapılabileceği hakkında bir fikir vermektedir. 166

Gürün, age, s. 254.

45

1894-1896 yıllarında yaşanan olaylarda ölen Ermenilerin sayılarına ait bir istatistik de

Rus General Mayewski’ye aittir. Mayewski 300 binin abartılı bir sayı olduğunu gerçek

sayının ise 30 bin civarlarında olduğunu iddia etmektedir.167

1894-1896 olaylarını yorumlayabilmek için öncelikle Ermeni millî komitelerini

harekete geçiren unsurları görmek gerekmektedir. Görünen odur ki millî burjuvaziden

beslenemeyen ve kilisenin istikrarsız duruşuna güvenmeyen Ermeni komiteleri Balkanlarda

yaşanan bağımsızlık hareketlerini taklit etmek istediler. Fakat hiçbir bölgede kahir ekseriyet

oluşturamadıklarından yarıya yakını Müslüman olan Bulgaristan örneğinden esinlendiler.

Bulgaristan’da Müslümanların ülkeden kaçmasına neden olan, Rus ordusunun girişiyle Bulgar

ve Romen çetecilerin başlattığı şiddet eylemleriydi. Altı vilayette yaşayan ve arkalarında

Osmanlı Ordusu bulunan Müslümanları Ermeni çetelerinin imkânlarıyla kırıma uğratmak ya

da kaçırmak mümkün olmadığı için Bulgaristan’da olduğu gibi büyük bir gücün desteği

gerekiyordu.168

Aksi takdirde çoğunluğun Müslüman olduğu bölgede bağımsız veya muhtar

bir Ermeni devleti kurmanın hiçbir imkânı yoktu.

Çetelerin bu destek için bulduğu yöntem, uluslararası kamuoyunun gözünde

müdahaleyi meşru kılacak, hatta hükümetleri kamuoyu baskısıyla müdahaleye zorlayacak fiilî

durum yaratmaktı.169

Bu fiilî durum geniş çaplı katliamlar ya da en azından katliam

haberleriydi. Ermenilerin önceki bölümlerde sözü edilen “şikâyet mekanizması” tam da bu

noktada propaganda aracı olmak için çok uygundu.

McCarthy bu senaryoyu şu şekilde özetlemektedir: Çeteler organize edilerek

silahlandırılacak, en sert misillemeyi yapabilecek gruplara saldırılacak (ki burada Kürt

aşiretleri çok uygundu), misillemeler çok sayıda Ermeninin ölümüyle sonuçlanacak, bu

ölümlerle Avrupa kamuoyunun dikkati çekilecek, Osmanlı, Avrupa tarafından Ermenilere

özerklik ya da bağımsızlık tanımaya zorlanacak ve son olarak tıpkı Bulgaristan’da olduğu gibi

Müslümanların bölgeyi terk etmesi ve hem Osmanlı topraklarında hem de dünyanın çeşitli

167

Mayevsriy V.T., 19. Yüzyılda Kürdistan’ın Sosyo-Kültürel Yapısı ve Kürt-Ermeni İlişkileri, çev. Haydar

Varlı, Sipan Yayıncılık, 1994, s. 139. Bu eserde orijinal isim olarak “Voénno-Stayiçésfoğo Opsiyané Vansrogoi

Bitlissnogo Vilayetof“ yazılıdır. Dolayısıyla eserin General Mayewski’ye ait “Bitlis ve Van Vilayetleri Askerî

İstatistiği” olması kuvvetle muhtemeldir. 168

Bulgaristan’da isyan ve savaş sonucu 260 binden fazla Müslüman katliam, hastalık veya tehcir nedeniyle

ölmüş 515 bin Müslüman ise ülkeyi terk etmeye zorlanmıştır. Bkz. Justin McCarthy, Carolyn McCarthy, Turks

and Armenians: A Manual on the Armenian Question, Committee on Education Assembly of Turkish-American

Associations, Washington D.C., 1989, s. 39-40. 169

Mayevsriy, age, s. 140.

46

bölgelerinde yaşayan Ermenilerin geri dönmeleri sağlanarak millî bir Ermeni devleti

kurulacaktı.170

Yerasimos’un ve Uras’ın aktardığına göre bir Hınçak mensubu da senaryoyu net

biçimde açıklamıştır. Buna göre çeteler Kürtlere ve Türklere saldırdıktan sonra dağlara

çekilecek ve kızgınlıktan gözleri dönen Müslümanlar kendilerini koruyacak durumda olmayan

Ermenileri katledecekti.171

Ülke dışına taşan katliam haberlerinin bir müdahaleye yol açacağı

umut ediliyordu.

Bu eylem biçimi örgütlerin programlarına da uygundu. Kévorkian da komiteci

fedailerin eylemlerini “tahrik” olarak görmese bile “vur-kaç” olarak tanımlar. Kévorkian’ın

anlatımında daha şaşırtıcı olan, fedailerin bu vur-kaç girişimleri sonrasında hükümetin

misilleme yaparak eylemlerin faturasını sivillere ödeteceğini bile bile bu eylemlere

girişmeleridir; sokaktaki sıradan Ermeni de bunun farkındadır.172

Kévorkian fedailerin büyük

çaplı bir imha tertipleneceğine ihtimal vermediklerinden söz eder. Buradan net biçimde ortaya

çıkıyor ki fedailer Kürtleri, Türkleri veya devleti, kendi sivil soydaşlarına yönelik –küçük

çaplı da olsa– bir imha eylemine zorlamak üzere bu fiilleri geçekleştirmişlerdir.

Ermeni komiteleri 1894-1896 yılları arasında eş zamanlı biçimde yaşanan olayları dış

müdahaleden emin olarak tasarladılar. Ancak Rusya’nın yanı başında özerk ya da bağımsız

bir Ermenistan istemediğinin,173

Fransa’nın Ermeniler uğruna Rusya ile ilişkilerini

bozamayacağının, İngiltere’nin ise tek başına hareket etmesinin coğrafî olarak mümkün

olmadığının farkına varmadan harekete geçtiler. Uluslararası konjonktürü hesaplamadan

yapılan bu eylemler İmparatorluğun gözünde yaklaşık yirmi yıldır “mim” li olan Ermenilerin

yalnızca sanık haline gelmesine değil, aynı zamanda birçoğunun da ölümüne neden oldu.

Sonuç:

Kürt-Ermeni ilişkilerinin XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren almaya başladığı

yeni biçim aynı coğrafyada çatışan iki farklı toplumsal dönüşüm sürecinin sonucudur.

Toplumlar statik varlıklar olmadığına göre toplumlar arası ilişkilerin de statik olması mümkün

değildir. Toplumlar çok farklı etkenlerle nasıl biçim değiştirebiliyorlarsa örneğin avcıyken

toplayıcı, göçebeyken yerleşik, tarım toplumuyken sanayi toplumu olabiliyorlarsa, toplumlar

170

McCarthy ve McCarthy, age, s. 39-40. 171

Yerasimos, age, s. 385; Uras, age, s. 456. 172

Kévorkian, age, s. 25. 173

Uras, age, s. 271.

47

arası ilişkiler de aynı şekilde biçim değiştirir. XVIII. ve XIX. yüzyıllarda yükselen milliyetçi

ve liberal düşünceler dünyanın pek çok bölgesindeki eski ilişki biçimlerini paramparça ederek

bunların kalıntılarının üzerine yenisinin kurulmasına yol açmıştır. Ancak insanlık tarihi ile

yaşıt olan maddî kaynakların paylaşılması sorunu yeni ilişki biçiminde de devam etmiştir.

Maddî kaynakların paylaşımı veya daha keskin bir ifadeyle güçlünün güçsüzü sömürmesi, ne

yerel ne de zamansal bir olgudur. Dünyanın her yerinde, her zaman dilimi içinde ve her

toplumsal katmanda görülebilecek bu ilişkide taraflara biçilen roller de tanrısal bir lütuf değil,

tarihsel süreçlerin sonucudur.

Bu çalışmanın ilk bölümünde Kürtlerle Ermenilerin bir arada yaşadığı ortak

coğrafyada sömürü ilişkilerinin izleri sürülmeye çalışıldı. İki toplum arasındaki ilişki

biçiminin belirleyicisinin etnik farklılıklardan ziyade –ki Kürtlerin de Ermenilerin de etnik

kimliklerinin farkında olduklarından kuşkumuz olmaması gerekir– maddî kaynakların

paylaşımı olduğu ortaya konuldu. XVIII. ve XIX. yüzyıllarda dünyadaki hızlı değişim

Avrupa’yı ve çevresindeki ülkeleri etkilediği gibi, Osmanlı’yı ve sınır bölgelerindeki

toplumları da etkiledi.

Tarihsel okumaları yaparken, daha Napolyon Savaşları sırasında toplumlar arası yeni

ilişki biçiminde temel belirleyicinin etnik kimlikler olacağı görülebilir. Daha açık bir ifadeyle

Ermenilerin ve Kürtlerin etnik kimlikleri er ya da geç billurlaşarak tebaa, reaya, göçebe veya

yerleşik gibi diğer kimliklerinin önüne geçecek ve aralarındaki ilişkinin biçimi değişecekti.

Belirli olmayan bu değişimin ne zaman olacağı ve belirleyicilerin ne olacağıydı.

Ermenilerdeki değişimi getiren faktörler çalışma boyunca ele alındı. Bu faktörler arasında

ticaretle, eğitimle (misyoner okulları) ve Hıristiyanlıkla bağlantılı olarak yaşanan ve toplumun

diğer kesimlerinden kopuşu da beraberinde getiren “özerk Ermeni Rönesansı” en önemlisiydi.

Kürtlerin etnik kimliklerinin billurlaşmaya başlamasındaki en temel etmen ise Ermeni

kimliğinin belirginleşmesi ve Berlin Antlaşması’nda göçebe-yerleşik ayrımı yapılmadan

Kürtlerin, Ermenilere zarar veren halk olduğunun vurgulanmasıydı. Berlin Antlaşması bu

vurgusuyla iki toplum arasındaki ilişki biçiminin de değişeceğini tasdik eden belgeydi.

Kapitalizm, girdiği her ülkede gelir dağılımında adaletsizliğe neden olurken; bu

adaletsizlik bazı ülkelerde tolere edilebilir seviyede kalır. Ancak sanayi devriminin

külfetlerine katlanmamış ülkelerde, kapitalizmin nimetlerinden faydalanmak isteyen

yöneticiler ve sermaye sahipleri lehine oluşan gelir dağılımdaki adaletsizlik tolere edilebilir

seviyede kalamaz. Devlet aygıtı da ülkeye güvenlik, refah ve zenginlik getirmekten ziyade

yönetici ve sermaye sahiplerinin çıkarlarını toplumun fakirleşmesi ve ülkenin güvenlik sorunu

48

yaşaması pahasına koruyan bir aygıt haline gelir. Osmanlı’nın son yüzyılı ve Türkiye’nin son

altmış beş yılı bu durumun en tipik örneklerini sunar.

Bir tarafta Sadettin Paşa’nın anılarında anlattığı gibi Van’daki askerler için ekmek

dahi temin edilemezken diğer tarafta İstanbul Boğazı’nda yükselen saraylar, şehzade ve paşa

yalıları bize yukarıdaki durumu özetleyen bir ülke tablosu gösterir. Devletin “memleketin

zararı pahasına zenginleşmiş olan birkaç paşa ile elli altmış tefeci ve sarrafın çıkarlarını

sağlayan” bir araç haline gelmesi, hazinenin boşalması sonucunu doğururken, İstanbul’daki

lüks yaşam daha sonra halkın üretimi üzerinden alınan vergilerle ancak faizi ödenebilecek dış

borçlarla finanse edilmiştir. Sonuç olarak artık devlet askere, memura ve hâkime maaş

ödeyemeyecek durumdadır; dolayısıyla rüşvetin ve yolsuzluğun kapıları açılır. Devlet

mültezimlerin ağır uygulamalarını denetleyecek bir mekanizmaya da sahip değildir. Halk

Kürt, Türk, Ermeni ayrımı olmaksızın gittikçe fakirleşirken, yöneticiler, bankerler ve büyük

toprak sahipleri de yine etnik bir ayrım olmaksızın zenginleşir. Ülkenin üzerindeki refah ve

güvenlik örtüsü İstanbul’daki zenginlik yükseldikçe yavaş yavaş merkeze çekilir ve ilk açıkta

kalanlar en uzaktakiler, yani ülkenin uçlarında yaşayan Ermeniler ve Kürtler olur. Göçebeyle

yerleşik arasında uzun yıllardır var olan alışılagelmiş düşük yoğunluklu sömürü ilişkisi,

otoritenin ortadan kalkması ve paylaşılacak maddî kaynakların azalmasıyla şiddetlenir.

Sömürü ilişkisinin şiddetlenmesi etnik kimliklerin billurlaşması sürecinde tam bir katalizör

işlevi görür ve artık çatışma göçebeler ile yerleşikler arasında değil Kürtler ile Ermeniler

arasındadır. Bundan sonra anlatılan ilişkiler, komplolar, tahrikler, çatışmalar, katliamlar ve

ölümler ise artık yalnızca siyasî tarihtir.

Kaynakça:

ARMAOĞLU, Fahir 19. Yüzyıl Siyasî Tarihi (1789-1914), Türk Tarih Kurumu Basımevi,

Ankara, 1997.

ARTINIAN, Vartan The Armenian Constitutional System in the Ottoman Empire 1839-1863:

A Study of its Historical Development, İstanbul, 1988.

AVCIOĞLU, Doğan, Türkiye’nin Düzeni: Dün-Bugün-Yarın Birinci Kitap, Tekin Yayınevi,

İstanbul, 1996.

49

BALİ, Rıfat N., Arus Yumul ve Foti Benlisoy, Yahudi, Ermeni ve Rum Toplumlarında

Milliyetçilik”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce Cilt4: Milliyetçilik içinde, ed. Tanıl

Bora ve Murat Gültekingil 4. Basım, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009, ss. 919-923, s.

920.

BLAISDELL, Donald C. Osmanlı İmparatorluğu’nda Avrupa Mali Denetimi ve Duyunu

Umumiye, çev. Ali İhsan Dalgıç, Doğu Batı Yayınları, İstanbul, 1979.

BOURNOUTIAN, George A., Ermeni Tarihi: Ermeni Halkının Tarihine Kısa Bir Bakış, çev.

Ender Abadoğlu ve Ohannes Kılıçdağı, Aras Yayıncılık, İstanbul, 2011.

BRUINESSEN, Martin van, Ağa, Şeyh, Devlet, çev. Banu Yalkut, 6. Basım, İletişim

Yayınları, İstanbul, 2010.

CELÎL, Celîlê, v.d., Yeni ve Yakınçağ’da Kürt Siyaset Tarihi, 3. Basım, Pêri Yayınları,

İstanbul, 1998.

DABAĞYAN, Levon Panos, Türkiye Ermenileri, 3. Basım, IQ Kültür Sanat Yayıncılık,

İstanbul, 2005.

DÜNDAR, Fuat, Kahir Ekseriyet: Ermeni Nüfus Meselesi (1878-1923), Tarih Vakfı Yurt

Yayınları, İstanbul, 2012.

EROĞLU, Ahmet Hikmet “Hıristiyanların Bölünme Sürecine Genel Bir Bakış”, Ankara

Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C.41, S.1, ss.309-325.

GÜRÜN, Kamuran, Ermeni Dosyası, 7. Basım, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2012.

HÜR, Ayşe, “Zeytun Niye İsyankârdı”, Taraf, 11 Nisan 2010,

http://www.taraf.com.tr/yazilar/ayse-hur/zeytun-niye-isyankardi/10847/, Erişim

Tarihi, 10.09.2014.

JWAIDEH, Wadie, Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi, Kökenleri ve Gelişimi, çev. İsmail Çekem ve

Alper Duman, 7. Basım, İletişim Yayınları, İstanbul, 2012.

KALMAN, M., Batı Ermenistan (Kürt İlişkileri) ve Jenosid, Zel Yayıncılık, İstanbul, 1994.

KARACAKAYA, Recep, Ermeni Meselesi: Kronoloji ve Kaynakça, Gökkubbe, İstanbul,

2005.

KARDAM, Ahmet, Cizre - Bohtan Beyi Bedirhan: Direniş ve İsyan Yılları, 2. Basım, Dipnot

Yayınları, Ankara, 2011.

50

KARPAT, Kemal H., Osmanlı Nüfusu (1830-1914): Demografik ve Sosyal Özellikleri, Tarih

Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2003

KAZGAN, Haydar, Galata Bankerleri: I. Cilt, 2. Basım, Orion Yayınevi, Ankara, 2005.

KENNEDY, Paul, Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri: 1500’den 2000’e Ekonomik

Değişme ve Askeri Çatışmalar, çev. Birtane Karanakçı, 6. Basım, Türkiye İş Bankası

Kültür Yayınları, Ankara, 1996.

KÉVORKIAN, Raymond H. ve Paul B. Paboudjian, 1915 Öncesinde Osmanlı

İmparatorluğu’nda Ermeniler, çev. Mayda Saris, Aras, İstanbul, 2012.

KLEIN, Janet, Hamidiye Alayları: İmparatorluğun Sınır Boyları ve Kürt Aşiretleri, çev.

Renan Akman, 2. Basım, İletişim Yayınları, İstanbul, 2014.

MAYEVSRİY V.T., 19. Yüzyılda Kürdistan’ın Sosyo-Kültürel Yapısı ve Kürt-Ermeni

İlişkileri, çev. Haydar Varlı, Sipan Yayıncılık, 1994.

MCCARTHY, Justin, Carolyn McCarthy, Turks and Armenians: A Manual on the Armenian

Question, Committee on Education Assembly of Turkish-American Associations,

Washington D.C., 1989.

MCCARTHY, Justin, v.d., The Armenian Rebellion at Van, The University of Utah Press,

Utah, 2006.

MINASSIAN, Anaide Ter, Ermeni Devrimci Hareketi’nde Milliyetçilik ve Sosyalizm: 1887-

1912, çev. Mete Tunçay, İletişim Yayınları, İstanbul, 1992.

NAZIM PAŞA, Hüseyin, Hatıralarım: Ermeni Olaylarının İçyüzü, Haz. Tahsin Yıldırım,

Selis, İstanbul, 2003.

NIKITINE, Basil, Kürtler, çev. E. Karahan, H. Akkuş, N. Uğurlu, 2. Basım, Örgün Yayınevi,

İstanbul, 2010.

ORTAYLI, İlber, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, 21. Basım, İletişim Yayınları, İstanbul,

2005.

ÖKE, Mim Kemal, Uluslararası Boyutuyla Anadolu ve Kafkasya Ekseninde Ermeni Sorunu,

İz Yayıncılık, İstanbul, 1996.

ÖNAL, Sami, Sadettin Paşa’nın Anıları: Ermeni - Kürt Olayları (Van, 1896), Remzi

Kitabevi, İstanbul, 2003.

51

ÖZDEMİR, Biltekin, Osmanlı Devleti Dış Borçları: 1854-1954 Döneminde Yüzyıl Süren

Boyunduruk, 2. Basım, T.C. Maliye Bakanlığı, Ankara, 2010.

PAKALIN, M. Zeki, Maliye Teşkilatı Tarihi: Cilt 3, Maliye Bakanlığı Tetkik Kurulu Yayını,

Ankara, 1978.

SANDER, Oral, Siyasi Tarih: İlkçağlardan 1918’e, 22. Basım, İmge Kitabevi, Ankara, 2011.

SASUNİ, Garo, Kürt Ulusal Hareketleri ve 15. YY’dan Günümüze Ermeni Kürt İlişkileri, çev.

Bedros Zartaryan, Memo Yetkin, Med Yayınları, İstanbul, 1992.

SOMEL, Selçuk Akşin, “Osmanlı Ermenilerinde Kültür Modernleşmesi, Cemaat Okulları ve

Abdülhamid Rejimi”, İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri:

Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi Sorunları, İstanbul, 23-24-25 Eylül 2005, İstanbul

Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2005, ss. 87-105.

SONYEL, Salahi Ramsdan, The Ottoman Armenians: Victim of Great Power Diplomacy, K.

Rustem&Brother, London, 1987.

ŞİMŞİR, Bilâl N., Ermeni Meselesi: 1774-2005, 2. Basım, Bilgi Yayınevi, İstanbul, 2005.

URAS, Esat, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, haz. Tülay Duran, Belge Yayınları,

İstanbul, 1997.

YAVİ, Ersal, 1856-1923 Emperyalizm Kıskacında Türkler Ermeniler Kürtler, Yazıcı

Yayınevi, İzmir, 2001.

YERASİMOS, Stefanos, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye II: Tanzimattan 1. Dünya Savaşına,

çev. Babür Karaca, 8. Basım, Belge Yayınları, İstanbul, 2007.

YUMUL, Arus, Rıfat N. Bali, “Ermeni ve Yahudi Cemaatlerinde Siyasal Düşünceler”,

Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce Cilt 1: Cumhuriyet’e Devreden Düşünce Mirası:

Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi içinde, ed. Tanıl Bora ve Murat Gültekingil, 9.

Basım, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011, ss. 362-366.