MİTOLOJİ VE DİN

177
T.C. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ YAYINI NO: 2522 AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ YAYINI NO: 1493 MİTOLOJİ VE DİN Yazarlar Doç.Dr. Ahmet ÇAYCI (Ünite 1) Prof.Dr. Mehmet AKGÜL (Ünite 2) Doç.Dr. Güngör KARAUĞUZ (Ünite 3) Doç.Dr. Hasan Ali ŞAHİN (Ünite 4) Prof.Dr. Asuman BALDIRAN (Ünite 5) Prof.Dr. Remzi DURAN (Ünite 6) Yrd.Doç.Dr. Ahmet ARAS (Ünite 7,8) Editör Prof.Dr. Remzi DURAN ANADOLU ÜNİVERSİTESİ

Transcript of MİTOLOJİ VE DİN

i

T.C. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ YAYINI NO: 2522

AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ YAYINI NO: 1493

MİTOLOJİ VE DİN

Yazarlar

Doç.Dr. Ahmet ÇAYCI (Ünite 1)

Prof.Dr. Mehmet AKGÜL (Ünite 2)

Doç.Dr. Güngör KARAUĞUZ (Ünite 3)

Doç.Dr. Hasan Ali ŞAHİN (Ünite 4)

Prof.Dr. Asuman BALDIRAN (Ünite 5)

Prof.Dr. Remzi DURAN (Ünite 6)

Yrd.Doç.Dr. Ahmet ARAS (Ünite 7,8)

Editör

Prof.Dr. Remzi DURAN

ANADOLU ÜNİVERSİTESİ

ii

Bu kitabın basım, yayım ve satış hakları Anadolu Üniversitesine aittir. “Uzaktan Öğretim” tekniğine uygun olarak hazırlanan bu kitabın bütün hakları saklıdır.

İlgili kuruluştan izin almadan kitabın tümü ya da bölümleri mekanik, elektronik, fotokopi, manyetik kayıt veya başka şekillerde çoğaltılamaz, basılamaz ve dağıtılamaz.

Copyright © 2012 by Anadolu University

All rights reserved No part of this book may be reproduced or stored in a retrieval system, or transmitted

in any form or by any means mechanical, electronic, photocopy, magnetic tape or otherwise, without permission in writing from the University.

UZAKTAN ÖĞRETİM TASARIM BİRİMİ

Genel Koordinatör Doç.Dr. Müjgan Bozkaya

Genel Koordinatör Yardımcısı

Doç.Dr. Hasan Çalışkan

Öğretim Tasarımcıları Yrd.Doç.Dr. Seçil Banar

Öğr.Gör.Dr. Mediha Tezcan

Grafik Tasarım Yönetmenleri Prof. Tevfik Fikret Uçar

Öğr.Gör. Cemalettin Yıldız Öğr.Gör. Nilgün Salur

Kitap Koordinasyon Birimi

Uzm. Nermin Özgür

Kapak Düzeni Prof. Tevfik Fikret Uçar

Öğr.Gör. Cemalettin Yıldız

Grafiker

Gülşah Karabulut

Dizgi

Açıköğretim Fakültesi Dizgi Ekibi

Mitoloji ve Din

ISBN

978-975-06-1191-9

1. Baskı

Bu kitap ANADOLU ÜNİVERSİTESİ Web-Ofset Tesislerinde 1.000 adet basılmıştır. ESKİŞEHİR, Mayıs 2012

iii

İçindekiler

Önsöz .... iv

1. Kavramlar ve Tanımlar 2

2. Mit, Din ve Toplum İlişkisi ... 20

3. Hitit Mitolojisi................................................................................................................... 44

4. Sumer Mitolojisi............................................................................................................... 62

5. Yunan – Roma Mitolojisi................................................................................................. 82

6. Türk Mitolojisi.................................................................................................................. 104

7. Hint ve Uzakdoğu Kökenli Dinler................................................................................... 128

8. Ortadoğu Kökenli Dinler................................................................................................. 150

iv

Önsöz Mitoloji ve Din dersi adı verilen bu kitap, insanlık tarihi ile yaşıt bir konuyu ele almaktadır. Dünyanın

farklı bölgelerinde, geçmişten günümüze yaşayan bir çok din ve inanç bulunmaktadır. Şüphesiz bunların

hepsini bir kitapta toplamak çok zordur. Kültürel Miras ve Turizm (Ön Lisans) öğrencileri için hazırlanan

bu kitapta Ön Asya’da hüküm sürmüş büyük kültürlerin mitolojileri, din ve inançları ele alınmıştır.

Bu kitabın her ünitesi alanında yetkin öğretim üyeleri tarafından kaleme alınmıştır. Ünitelerin daha iyi

anlaşılması açısından “Kavramlar ve Terimler” başlığını taşıyan birinci ünite Doç. Dr. Ahmet Çaycı

tarafından; sosyolojik ve tarihsel perspektiften konunun anlaşılmasını amaçlayan “Mit, Din ve Toplum

İlişkisi” başlığını taşıyan ikinci ünite Prof. Dr. Mehmet Akgül tarafından hazırlandı. Diğer dört ünite

genel olarak Anadolu’da yaşayan kültürlerin mitolojileri hakkında açıklamalı bilgileri içermektedir.

“Hitit Mitolojisi” başlığını taşıyan üçüncü ünite Doç. Dr. Güngör Karauğuz, “Sumer Mitolojisi”

başlığını taşıyan dördüncü ünite Doç. Dr. Hasan Ali Şahin, “Yunan-Roma Mitolojisi” başlığını taşıyan

beşinci ünite Prof. Dr. Asuman Baldıran ve “Türk Mitolojisi” başlığını taşıyan altıncı ünite Prof. Dr.

Remzi Duran tarafından hazırlandı. Yedinci ve sekizinci üniteler “Hint ve Uzak Doğu Kökenli Dinler” ve

“Orta Doğu Kökenli Dinler” başlıklarıyla Yrd.Doç.Dr. Ahmet Aras tarafından hazırlanmıştır. Bu üniteler

dünyada yaygın olan dinleri çok geniş olarak açıklamak yerine temel olabilecek bilgilerle tanıtmayı

amaçlamaktadır.

Kitabın hazırlanmasında teknik bilgi desteği sağlayan Dr. Nurdan Küçükhasköylü’ye ve basımında emeği

geçen herkese sonsuz teşekkürler.

Editör

Prof.Dr. Remzi DURAN

2

Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra;

Din ve Mitoloji Terimleri açıklayabilecek,

Efsane ve Destan Terimleri tanımlayabilecek,

Anadolu’da Yaşayan Kültler konusunu açıklayabileceksiniz.

Anahtar Kavramlar Tanrı Din

Kamlık Yaratılış

Türeyiş Dünya

Ruh Hayvan

Kült Totem

İçindekiler Giriş

Kavramlar ve Tanımlar

Anadolu’da Yaşayan Kültler

1

3

GİRİŞ Kavram; bir nesnenin veya düşüncenin zihindeki soyut ve genel tasarımıdır. Felsefi manada kavram, nesnelerin veya olayların ortak noktalarını kapsayan ve bir ortak isim altında toplayan genel tasarımdır. Fikir ve olayları sınıflandırmaya yarayan kelime veya kelime öbekleridir. Kavramlar ağaç, dergi, kitap, makas gibi çok somut olabilir ya da özgürlük, önyargı gibi çok soyut olabilirler. Kavramlar herkes için aynı manayı taşımayabilirler. Yaşayanların algı ve sosyal durumlarına göre değişkenlik arz edebilirler. Kavramlar, düşünce sürecimizin çok önemli bir parçasıdır. Çünkü onlar uğraşmak durumunda olduğumuz bir olay ve fikirden anlam çıkarmamıza yardımcı olur. Çevremizi oluşturan etmenleri kolaylıkla anlayabilmemizi sağlar. Kavramlar sosyal bilgiler için çok önemlidir. Sosyal bilgiler insanı ve sürdürdüğü yaşamı tüm boyutlarıyla anlamak için vardır. İşte kavramlar da insanı ve yaşamı anlamayı kolaylaştırır. Çünkü kavramlar yaşamın kategorileridir. Canlıların ortak özelliklerine göre sınıflanmış halini bitki, hayvan ve insan kavramları olarak anlamak ve öğrenmek mümkündür.

Aşağıda ele alacağımız din, mit, mitoloji, efsane, destan, totem/ongun, masal, kutsal, kut, kam, kült gibi kavramlar sosyal bilimlerin içindeki kavramlardır. Muhtevasıyla birlikte farklı kültür çevrelerindeki anlamları üzerinde durulacaktır.

KAVRAMLAR VE TANIMLAR Din

Din ile ilgili bir çok tanımlama yapılmıştır. Bu tanımlamalara göre din, insanlara bir hayat tarzı sunan, onları belli bir dünya görüşü içinde toplayan, yaratıcıya isteyerek bağlanma, birtakım şeyleri duyma, onlara inanma ve onlara uygun iradi faaliyette bulunma olgusudur. Doğa üstü güçlere, kutsal kabul edilen varlıklara, ahlaki öğretilere sahip değerlere ve tanrıya inanmayı sistemleştiren ibadetler bütünüdür. Din, doğaüstü niteliklere haizdir. Değişmezlerin olduğu ve gönülden bağlanmayı gerektiren teslimiyettir. Çoğu zaman din kelimesi ile inanç kelimesi aynı amaçla kullanıldığı olmuştur. Arapça kökenli olan din kelimesi “yol, hüküm, benimsemek, kabul etmek, ikrar etmek” anlamlarına gelmektedir. Batı dillerinde din kelimesini karşılığı olarak “religio” tercih edilmiştir ki “ibadet” anlamını taşımaktadır. Din, bütün anlamıyla kutsalın ifadesi; fert ve sosyal teşekkülün kurumsal birlikteliğidir.

Dinin kaynağı hususunda batılı araştırmacılar psikolojik ve sosyolojik teoriler ileri sürmüşlerdir. Psikolojik teoriler esin kaynağını tabiat mitolojilerin almıştır. Bu yaklaşıma göre tanrılar, kişileştirilmiş tabiat olgularından ibarettir. J. G. Frazer dini, ruhların kaprisine teslim edilmiş bir olgu olarak tanımlamaktadır.

Sosyolojik teorisyenlerden Emile Durkheim’e göre “Din, sosyal bir olgudur.” Bu sosyal olguyu besleyen faktörlerden biri de tecrübedir. E. Durkheim her ne kadar dinin kaynağını toplumda arıyorsa da dayandığı argümanlar büyük oranda totemizmden beslendiği görülmektedir. Herbert Spencer ise “Her şey bizim bilgimizin üstüne çıkan bir kudretin tezahürü” olarak ifade eder. Max Müller ise, “İnsanın, çeşitli adlar ve değişen görünüşler altındaki sonsuzu kavramasını sağlayan zihni melekesi veya yeteneği” şeklinde tanımlar. Rudolf Otto ise, “Din, kutsalın tecrübesidir” diye tanım yapmaktadır. Matthew Arnold, “Din, duyguyla yükselmiş, alevlenmiş, yanmış bir ahlak ilmidir” diyerek tanım yapar. H.

Kavramlar ve Tanımlar

4

Bradley, “Din daha çok bütün mevcudiyetimizle iyiliğin tam gerçeğini anlatma çabasıdır.” Şeklinde ifade

eder. Michel Mayer ise, “Din, Allah’a insanlara ve kendimize karşı yapmamız gerekene dair öğütlerle

inançların tamamıdır” şeklinde tarif etmektedir.Eski Türk dini konusunda Türkiye’de ilk çalışmalar, Ziya

Gökalp, M. Fuad Köprülü, Abdülkadir İnan, İbrahim Kafesoğlu, Emel Esin gibi bilim adamları tarafından

yapılmıştır.

Din konusunu ayrıntılı öğrenmek için Günay Tümer, “Din”, TDVİA, C.9, İstanbul (1994), s.312-320. makalesinden okuyabilirsiniz.

Din, tarihin her aşamasında insanlığı hem içten hem de dıştan kuşatan insanın duygu düşüncelerini

şekillendiren evrensel bir olgu olmuştur. Din ile birlikte insanlıkta kutsal, sevgi, ulviyet, irade, şuur ve

fazilet gibi kavramlar güçlenir. Dinlerin koyduğu ahlaki kurallarla toplumlarda adalet temini gerçekleşmiş olur. Bu sayede insanlık huzur içinde birlikte yaşamaya başlar.

Dini tecrübe olarak kabul edilen oluşum insan şuurunda zamanla açık seçik bir şekilde teşekkül eden

tanrı kavramıdır. Bunun oluşmasında tecrübelerle beraber heyecan, düşünce boyutu etkendir. Zira

heyecan duymayan, düşünmeyen birinin din ve tanrı kavramlarına ulaşması mümkün değildir.

Din sadece inanç ve ibadet boyutuyla sınırlı bir olgu değildir. Özellikle hukuki, ahlaki ve sosyal

kuralları düzenleyen yönü vardır. İşte bu boyutlardan hareket eden bazı sosyologlar dini, toplumları bir

araya toplayan en kaynaştırıcı unsur olarak ifade etmişlerdir. İbadetin birlikte gerçekleştirildiği

toplumlarda bu sosyal boyut daha belirgin bir hal alır. Böylece din, hem dünyadaki düzenli oluşuma katkı

sağlamasıyla hem de kişiyi uhrevi boyuta hazırlamasıyla iki taraflı görevini tamamlamış olur.

Din olgusunun rasyonel bir çerçeveye dahil etme düşüncesinin sonucunda, Batıdaki Aydınlanma

çağıyla paralel olarak, dini bilimler sınıflandırılmıştır. Bunlar; dinler tarihi, din fenomenolojisi, din

sosyolojisi, din psikolojisi, din felsefesi gibi kategorilere ayrılmıştır.

Dinleri ortaya çıkışı, muhtevaları gibi konular dinler tarihi disiplini tarafından ele alınmaktadır. Din

fenomenolojisi dini olgular üzerinden sistematik bir biçimde inceler. Din sosyolojisinin temel konusu,

din-toplum münasebetlerini karşılıklı olarak ele almaktır. Yani dinin toplumun oluşumuna,

yapılanmasına, insanlar arası ilişkilerin teşekkülüne olan etkisi, aynı zamanda diğer toplumsal olguların

da dinin algılanmasından başlayarak inanç, ibadet ve cemaatleşmelere kadar olan tesirlerini inceler. Din

psikolojisi ise fert ile din bağlantılarını, bireyin zihin dünyasındaki din kavramlarını araştırır. Din

felsefesi ise din ile ilgili ilkelere akli ve tecrübi bilgilerden faydalanarak dinleri tahlil etmekle

meşguldürler.

Din ve vicdan hürriyeti insanın temel hak ve hürriyetleri arasında yer almaktadır. Bütün yönetim

birimleri kişilerin dinini seçme ve onu yerine getirmede hakkını temin etmekle mükelleftir. Bunun

yapılmaması hem insan hakları sözleşmelerine aykırıdır, hem de hukuki bir ihlaldir.

Vahye dayanan veya “kitabi dinler” olarak ifade edilen dinler; Yahudilik, Hristiyanlık ve İslamiyet

olarak ifade edilebilir.

İslam dini vahye dayanan dinlerin sonuncusu olarak kutsal kitabında, din kelimesi, “Allah’a boyun

eğme, kurallara tabi olma” şeklinde ifade edilmektedir. İslam’a göre hak din sadece İslam’dan teşekkül

etmektedir. İslam anlayışında dinin kurucusu Allah’tır.

İslami anlamda dinle ilgili çeşitli tarifler bulmak mümkündür. Genel manada şöyle bir tarif

yapılmaktadır: “Din, akıl sahiplerini peygamberlerin bildirdiği gerçekleri benimsemeye sevk eden ilahi

kanundur.” Kuran-ı Kerim’e göre, Allah katındaki dosdoğru din ve hak din İslâm’dır.

Mit- Mitoloji

Kelime olarak mit, Yunancadaki “Mythos” kelimesinden gelmektedir. Mythos, söylenen veya duyulan

söz, masal, öykü, efsane anlamlarını taşımaktadır. Mythos, tarihi değeri olmayan söylenti, uydurma, boş ve gülünç masal olarak tanımlanır. Diğer taraftan “epos”; ölçülü ve dengeli söz olup tanrının insana

5

armağandır. “Logos” gerçeğin insan gözüyle görülmesi, doğruların keşfi, bilme giden yol olarak ifade

edilmektedir. Bu durumda mit söylenen söz; logos ise bilimin keşfi olarak alınanca birbirinden farklı iki

teşekkülün birlikteliği söz konusudur. Bu birliktelik mitin baskın olduğu mecrada devam edip gitmiştir. Öte yandan antik dönemin matematik ve doğa bilimcileri mitin sınırlarının tamamen dışında logosun

hakim olduğu prensiplere bağlı kalarak eserler vermişlerdir. Bilindiği gibi mitoloji sözlü kültürün en

önemli unsurlarından biridir. Dolayısıyla mitoloji söylenen sözün kişiden kişiye, nesilden nesile

aktarılmasıyla neşet ettiği kadar başkalaşıma da uğramıştır. Böylece kelimelerden başlayarak temaya

kadar her şey değişmiş ve başka değişik versiyonlara dönüşmüştür.

Destan konusunu ayrıntılı öğrenmek için Mircea ELIADE’nın Mitlerin Özellikleri, (1993), kitabını okuyabilirsiniz.

Çoğu zaman kavramların birinin diğerinin yerinde kullanıldığı olmuştur. Mit, efsane, destan, usture,

masal gibi kavramalar biri diğerinin yerine kullanılmıştır. Görülüyor ki terimler kullanılırken genellikle

karıştırıldığı, hatta içinden çıkılmaz bir hâl aldığı olmuştur. Buradaki en önemli etken kelimelerin faklı

dillerdeki ifadelerinin birlikteliği olarak ortaya çıkmaktadır. Farklı dillerle zenginleşen kavramlar yumağı zaman zaman kargaşanın sebebi durumundadır. Farklı kültür çevreleri de bu algılama biçimindeki

çeşitliliğin sebepleri arasındadır.

Mit, daha çok doğa ve doğaüstü varlıkların yaradılışını konu alır. Yani, bir anlamda mit, yaradılışın

öyküsüdür. Yaradılış ve doğa içindeki mücadele ve insanlığın kazandığı deneyimler olarak

görülmektedir. Mitlerde genelde doğaüstü varlıklar veya tanrılar görevlendirilmektedir. Bu mitler

sayesinde insanın içinde bulunduğu ve onu sınırlayan tabiat ve âlemin anlamlandırılmasıyla insanların

şüpheleri geçici de olsa manasını bulmuş oluyordu. Böylece şüpheler giderilmiş ve insanı meşgul eden

harici unsurlar etkisiz hale getirilmiş oluyordu.

Mitler büyük oranda aktarma işlemiyle ortaya çıkmıştır. Aktarım eyleminin öznesinde insan

olduğundan her defasında kendi süjesinden birikintiler dahil etmiştir. Her aktarımla beraber yeniliklerle

kendi içinde hayat bulmuştur. Aktarma işinde abartılar, eklemeler, çıkarmalar yapılmak suretiyle

değişikliklere imkan sağlanmış oluyordu. Mitleri besleyen önemli kaynaklardan biri abartı unsuru

olmuştur. Bu sayede mitler daha çekici ve cazibe kaynağı haline gelmiştir.

Mitlerin yaradılışla ilgili boyutu hayatı şekillendiren unsurlar arasındadır. Âlemin yaratılışı, insan

davranışlarının kazandırılması, kurumların teşekkülü belli gelişimin sonucu olduğuna göre, bunların

şekillenişinde mitler, ilk veya başlangıç olarak kabul edilirler

Mitler konu bakımından âlemin yaradılışı, insanların yaradılışı, hayvanlar ve bitkilerin geçmişini

sorgulamaktadır. Sorgulama, mitoloji ve kozmogoni bağlamında ele alınmaktadır. Genel ifadesi ile

kozmogoni, Evren + doğum demektir. Anlam açısından ele aldığımız zaman, daha çok bilimsel olmayan

ve mitsel bilgilerle karşılaşırız. Bu ifade, çoğunlukla efsanelerin gizemi içinde örtülü kalmış ve

“yaratılış” efsaneleri ya da olayları ile tarif edilmiştir. Bu tanımla, doğrudan meseleyi ifade eder tarzda

olmasa bile, beşeri ve nesnel dünyayı yorumlayarak, nedensellik işlevlerine yanıt verilmiştir. Örneğin Bu

durum, Altay yaratılış efsanesindeki Tanrı (Ülgen) ile İnsanoğlu (Erlik)nu tasvir eden düalist prensip ile

değer bulur. Altay yaratılış efsanesi diğer Türk yaratılış efsanelerinden biraz ayrılarak, evrenin

yaratılışında sadece iki varlık üzerinde yoğunlaşmıştır. Her ne kadar bu varlıklar tanrısal sıfatlara sahip

olsalar bile, birinin iyiliği (Ülgen) diğerinin kötülüğü (Erlik) temsil etmesiyle birlikte; daha çok beşeri

manadaki iki zıt etik prensibin birlikte telakki edilmesine işaret eder.

Mit ve Mitoloji konusunu ayrıntılı öğrenmek için Bahaddin Ögel’in “Türk Mitolojisi, I,” (1993) kitabını okuyabilirsiniz.

Mitlerin içeriğinde algılanabilir âlemin önemli bir parçasını oluşturan göksel unsurlara görevler

verilmiş veya onlar beşeri dünyanın bir parçası olarak görevlendirilmiştir. Örneğin Tao, gökyüzü ve

6

yeryüzünü birleştirerek yeryüzüne eşit oranda su damlacıklarını insanların hizmetine göndermişti. Böylece, tabiattaki bütün flora ve fauna bu damlalardan hayat bulmuştu.

Mitlerin konularını tabiat ve âlem oluşturmaktadır. Sumer mitolojisinde evren-doğum (kozmogoni)

olayı üç aşamalı olarak; “evrenin menşei”, “evrenin düzene konması” ve “insanın yaratılması” şeklinde

gerçekleşir. Evrenin menşei, diğer mitolojilerde de alışılageldiği üzere, suyun bir varyantı durumundaki

deniz veya okyanus betimlemesi ile başlar, canlıların yaratılması ile devam eder ve gökyüzünün tekamülü

ile birlikte evrenin düzen bulmasıyla son bulur.

Mitlerde tanrı ve yarı tanrı unsurları görev alır. Hesiodos’a göre, Grek kozmogonisinde her şeyden

evvel kaos mevcut idi. Daha sonra, “Gaia” kişileştirilen kara parçasının yerini almıştır. Bundan sonra

silsileler halinde, Eros (canlıların elini ayağını çözen, insanların akıllarını başından alan), Uranos vb.

tanrıların yaratılması gerçekleşir.

İnsanlık, mitler sayesinde nesnelerin kökenini bilir ve onu şekillendirmek suretiyle ona egemen

olduğunu ortaya koymuştur.

Mitlerin ortaya koyduğu konular gerçek ve kutsal olarak kabul görür ki bunları oluşumunda doğaüstü

varlıklar egemen ise kutsallığı pekişmiş demektir.

Mitlerin uygarlığın gelişmesine katkı sağladığı kabul edilir. Özellikle nesnelerin şekillenişi ve

bunların ilk örnekleri ile gelişen numuneler arasında bağlantı kurmak mümkündür. Pratik bilgiden daha

karmaşık bulgulara gidişte kılavuzluk etmektedir.

Mitler bilgi dışı, pratikle denetlenemez inanç alanlarının kapsamında değerlendirildiği için söz ile

sınırlı kalmaktadır. Bu yönüyle kadim kültürün günümüze intikal eden boyutunu oluşturmaktadır.

Uygulama ve pratiğe aktarma imkanından uzaktır. Ama nostalji unsuru olarak benlikteki yerini

korumuştur.

Her ne kadar kavramlardan biri diğerinin yerini almış olsa da mitler daha çok âlemle ilgili yaradılış tarzı konuları ele alarak öncelikli konulara yönelmiştir. Diğerleri ise daha çok kahramanlık gibi toplumu

teşkil edecek sosyal meselelere yönelmişlerdir. Mitlerin kutsallığı efsane ve diğerlerine göre daha ağır basmaktadır.

Efsane Efsane kelimesi, Farsça “fesâne” ve çoğulu “efsane” şeklinde geçmiştir. Arapçadaki “usture” kelimesinin

çoğulu “esatir” olarak kullanılmıştır.

S. Veyis Örnek, efsane teriminin batı dillerindeki “myth” kelimesiyle eş anlamlı olarak algılamakta ve

şöyle tanımlamaktadır: “Tanrıların, insanların, kahramanların yaratılması; evrenin yaratılışı, tufanlar gibi

meseleleri konu edinmektedir. Hayvanların yaratılması ve avcılığın toplumların bir parçası halini alışı, ayrıca toplumsal kurumların ortaya çıkışı gibi konuları doğrudan veya dolaylı biçimde manzum olarak

aktarılan ve zamanla kutsallaşan bilgilere denilmektedir.”

Efsanelerin insanlığı doğrudan ilgilendiren kısmı onun ihtiva ettiği motiflerdir. Efsanenin içindeki

motif veya en küçük ayrıntılar insanlığın selameti için mesajlar ihtiva etmektedir.

Efsaneler kutsal olduğu kadar seküler unsurları da ihtiva etmektedir. Seküler oluşuyla beraber sanki

gerçek ifadelermiş gibi aktarılır. Tanrı ve yarı tanrıların yanı sıra, beşeri kahramanların da görev aldığı görülmüştür. Efsanenin seküler oluşunun tabii sonucu olarak, mekanı da içinde bulunduğumuz

coğrafyadan seçilmiş bulunuyordu.

Efsanelerin mayalanması için zamana ihtiyaç vardır. Yani ilk kaynağından çıkan bir bilgi sözlü kültür

sayesinde zamana bağlı olarak aktarılmasıyla yeni ilaveler kazanmış ve zenginleşmiş oluyordu.

Efsanelerin mitolojilere göre daha gerçekçi olabilecekleri kabul edilir. Mitlerdeki fantastik unsurların

miktarı efsanelerde mevcut değildir.

Efsaneler büyük oranda cemiyeti konu edinmiştir. Dolayısıyla sosyolojik boyutları daha ağırlıklıdır.

7

Efsane konusunu ayrıntılı öğrenmek için Metin Ergun’un “Türk Dünyası Efsanelerinde Değişim Motifi, I,” (1997), kitabını okuyabilirsiniz.

Efsaneleri mitlerden ayıran temel özellikler nelerdir?

Destan

Destan, Farsça bir kelime olup milletlerin benliğinde derin tesirler bırakan savaş, göç gibi toplumsal;

yangın, salgın hastalık, sel, deprem gibi doğal olayların etkisiyle söylenmiş hayali unsurlarla süslenmiş uzun manzum eserlerdir. Destan derin geçmişe sahip devletlere ait hikayelerdir. Çünkü savaş yaşamayan,

doğal afetlerle karşılaşmayan milletlerde destan unsuru bulunmaz. Destanlar bir kavmin yada ulusun yurt

edinme ve kimlik kazanma mücadelesini ihtiva eder.

B. Ögel’e göre destan, tarihte yaşadığını bildiğimiz kahramanlara ait efsaneleri destan kategorisinde

ifade etmektedir. O, batı dillerindeki karşılığını “legend” olarak kabul eder.

Destan veya masallarda olağanüstü kahramanlar ve hayvanlar görev üstlenmiştir. Destanda beşeri ve

hayvani unsurlar esastır.

Destanlar sözlü edebiyata kaynaklık etmiştir. Destan daha çok milletleri ilgilendiren boyutlara

sahiptir. Destanlarda konu bütünlüğünün zaman zaman kaçtığı ve ilgisiz bağlantılar kurulduğu olmuştur.

Destanlar toplumların ortak düşünce ve yaşayışlarının dışa yansımasıdır. Yani aynı şeylere ağlayan ve

aynı şeylere gülebilecek insanların birlikteliğidir.

Olağanüstü özellik ve motiflerden oluşmaktadır. Her ne kadar belli bir millete hitap etmekle birlikte

olağanüstü motiflerle zenginleştirilerek ulaşılamaz kılınmıştır. Destan kahramanlarının bazen yarı tanrısal

özellikler sergilediği de olmuştur.

Destan kahramanları büyük oranda yönetici kitleden seçilmiştir. Bunlar kral, han, hakan, sultan gibi

yönetimin tepesindeki isimlerden oluşmuştur.

Sade ve ulusal dille ifade edilmiştir. Konu repertuarı oldukça uzun tutularak dolaylı anlatımlara

fazlasıyla yer verilmiştir.

Destanlar genellikle iki alt başlıkta ifade edilirler. 1- Doğal Destanlar 2-Yapay Destanlar.

1. Doğal destanlar yazarı belli olmayan eski çağlarda yaşanmış olayları konu alan sözlü destan türüdür. Türk edebiyatında doğal destanlar İslamiyet öncesi ve İslami dönem olmak üzere ikiye ayrılır.

2. Yapay destanlar ise yazarı belli olan daha çok günümüze yakın tarihlerde kaleme alınmış ve olağanüstü durumlara yer vermiştir.

Destan konusunu ayrıntılı öğrenmek için Pervin Ergun’un “Türk Kültüründe Ağaç Kültü,” (2004), kitabını okuyabilirsiniz.

Destanın temel özellikleri nelerdir?

Totem/Ongun

“Totem” ve “ongun” kelimelerinden birinin diğerinin yerine kullanıldığı görülmüştür. Geçmiş toplumlarda kutsallık atfedilen ve insanların onlardan türediği kabul edilen hayvan, ağaç, rüzgar gibi

tabiat unsurlarına dayandırılan kutsiyet unsurlarına totem veya ongun adı verilmiştir.

Ziya Gökalp, Eski Türklerin toteme “ongon” dediklerini belirtirken Abdulkadir İnan, “töz”ün Türkçe

olduğunu savunuyor. Ongun’un Moğolca olduğunu bu nedenle Türklerin “töz” dediklerini ifade ediyor.

8

M. Eröz ise “ongon”un Moğolca bir kelime dahi olsa kullanım olarak Türkçeye iyice yerleşmiş olduğunu dile getiriyor. Bahaeddin Ögel’de Şamanizmin bir kalıntısı olarak İslamiyetin kabulünden sonra

Türklerde; dervişlerin istedikleri zaman bir hayvan şekline girebilme (donuna girme) inancını da

totemizm izleri olarak değerlendiriyor. İlk Türk Müslüman dervişleri de zaman zaman bir kuş donuna

girerlerdi. Ahmet Yesevi turna donuna; Hacı Bektaş Veli güvercin donuna, Abdal Musa ise geyik donuna

bürünürlerdi.

Totem bazı ilkel klan ve kabilelerden, onların atası sayılan hayvan, bitki ve nadiren de yağmur-su gibi

tabiat güçlerine verilen isimdir. Totemizm klan dini olduğu için klanlar totemlerinin adıyla

çağrılmışlardır. E. Drukheim'e göre ise ilkel bir dindir. Hatta araştırmacıların büyük kısmı totemizm her

ırkın yaşam evreleri arasında yer aldığını kabul etmektedir. Totemizm, dünyanın birçok ülkesinde Kuzey

Amerika ve Avustralya’da da görülür. Onların inançlarına göre totem olan hayvana ne zarar verebilir,

nede öldürebilir. Totem de insanın koruyucusu; zor durumlarda halkının yol göstericisidir. Avustralya’da

totem olan, hayvan için yıllık törenler yapılır. Totem olan hayvanın etini yemek yasaktır. Hatta halkı onu

korumakla mükelleftir. Buna uymayanların cezalandırılacağına inanılır. Birçok yerde klan fertlerinin,

totemlerine benzemek için totemlerinin resmini vücutlarına nakşederek merasimlerde totemin derisini

giydikleri de görülmüştür. Konuya diğer bir açıdan bakılırsa totemin tabu olduğu görülür. Totem olan

hayvanı öldürmek yasak olduğu gibi, totem olan ağacın gövdesinde oturmak, hatta odununu kırmak da

yasaktır. Hatta totemi oluşturan hayvanların hareketlerini taklit ederek törenlerin gerçekleştirildiği bilinir.

Totemle birlikte ifade edilen bir diğer sözcük “tabu” olmuştur. Asıl itibariyle Polinez diline ait olan

kelime dünyanın farklı coğrafyalarında farklı biçimde ifade edilmiştir. Tabunun birbirine zıt iki anlam

taşıdığı görülmektedir: Bir taraftan kutsal, kutsallaştırılmış kavramlar için kullanılırken; diğer taraftan

tehlikeli, korkunç, kirli, yasak anlamlarını ihtiva etmektedir. Tabunun yasakları din ve ahlak

prensiplerinin dışında teşekkül etmektedir. Yasaklar için makul sebep aramanın anlamı yoktur.

Yasakların gerekçelerine bakılmaksızın zaruret olarak şart koşulur. Tabuların yazılı metinlere

dayanmayan ancak dinler kadar eskiye giden yaptırımlar olarak ifade edilmektedir. Bu yaptırımlar

genellikle kötü olana karşı korumacı bir kisve ile sunulmuştur. Mesela insanları, tanrıların ve cinlerin

öfkesinden koruma ve diğer koruma amaçlı kullanılmıştır.

Totem ve Tabu konusunu ayrıntılı öğrenmek için FREUD’un “Totem ve Tabu, (Çev. Niyazi Berkes),” (1971), kitabını okuyabilirsiniz.

Masal

Masalların kahramanları olağanüstü yaratıklardır. Abartı unsurlarının bol olduğu ifade biçimleridir.

İçeriği büyük oranda hayali unsurlarla doludur. Başarıya giden yolda motivasyon unsuru olarak tercih

edilmiştir.

Masallar konu itibariyle geniş coğrafyalara hitap edebilir. Dolayısıyla belli bir kültür çevresiyle sınırlı

kalmadan milletlerin ortak malı haline geldiği olmuştur. İnsanların yararına olan motif hemen her çevrede

ortak olarak kullanılmıştır.

Masalların ihtiva ettiği konu dağarcığı geneli kapsayacak unsurlar ihtiva etmektedir. Bu yüzden aile

ortamlarından daha geniş platformlara kadar bütün mahallede dillendirilebilir. Bu yönüyle sözlü boyutu

daha güçlüdür.

Masalların muhtevasında zaman ve mekan kavramına pek dikkat edilmemiştir. Zaman sınırlaması

olmaksızın herhangi bir tarihte vuku bulması veya mekanın sınırları çok önem arz etmemektedir. Öyle ki

masallarda masalın meydana geldiği zaman ve mekan çok önemsenmemiştir

Konu bakımından masallar daha çok din dışı konuları içermektedir. Din dışı unsurların içinde abartı

unsurlarının da katılmasıyla daha heyecan verici ve macera barındıran unsurlarla donatılmıştır.

9

Daha geniş bilgi almak için Metin Ergun’un “Türk Dünyası Efsanelerinde Değişim Motifi, I,” (1997), kitabını okuyabilirsiniz.

Kutsal Kutsal kelimesi, ‘kut’ kelimesine “-sel-sal” eklenerek oluşturulmuş bir kelimedir. “Kut” ise eski Türkçede

fırsat, hayır, bereket anlamındadır. Kutsal kelimesi Türk Dil Kurumu’nun yayımladığı Türkçe Sözlük’te

“tapınılacak, yolunda can verilecek mukaddes vaya karşı çıkılmaması gereken, Tanrıya adanmış olan,

Tanrısal içerikli olan” şeklinde tarif edilmektedir. Bu tanım bir anlamda Arapçadaki

“mukaddes”kelimesiyle örtüşmektedir.

Güçlü dini saygı uyandıran veya uyandırması beklenen kutsi ve mukaddes olan, dokunulmaması

gereken, üstünde ısrarla titrenilmesi gereken değerlerdir. Felsefi anlamda tanrıya adanmış veya tanrısal

olandır. İnsanlığın manevi bağlamda değer verdiği, koruduğu; dini görüş ve inançlardır.

Daha geniş bilgi almak için S. Veyis Örnek’in “Budunbilim Terimler Sözlüğü, Ankara” (1973) kitabını okuyabilirsiniz.

Kut Kut/Kud kökünden türemiş olup “temizlik” anlamına geldiği kabul edilir. Farsça Hüda kelimesinin

dönüşmüş biçimi olduğu öne sürülse de aslı Türkçe “kut” (kutsallık, kutluluk) kökünden türemiştir. Eski

Türk idari sisteminde “kut” siyasi güç, iktidar, bereket, hayır demektir. Bu güç hanedan üyelerine de

Tanrı tarafından bahşedilmiştir. Babadan oğula kan yoluyla geçer. Bu kanın kutsallığı Orta Asya Türk

Devletlerinden Osmanlı Devletine kadar devlet geleneğinin hepsinde mevcuttur. Ayrıca yine kut anlayışı nedeniyle Devlet, tüm Türk devletlerinde hükümdar ailesinin ortak malı sayılırdı. Taht kavgalarının da

temelinde tüm hanedan üyelerinde bu kut yetkisinin bulunmasıdır.

Türk Hükümdar tipi Karizmatik Hükümdarlık tipine girer. Bu anlayışa göre yönetme yetkisi gelenek

ya da kanunlardan değil doğrudan doğruya Tanrı’nın kendisinden gelen ve yönetici hanedana verilen

doğaüstü niteliklerden kaynaklanır. Bu anlayışı kabul etmiş bulunan halk, hükümdara bu yetkinin Tanrı

tarafından verildiğini kabul eder ve onun verdiği her buyruğa uyar, çıkardığı kanunlara istisnasız riayet

ederdi.

Kut anlayışı sebebiyle hükümdar adil olmak zorundadır. Zira kendine bahşedilen ilahi kutun sonucu

olarak adaletin merkezi ve hukukun timsali olmak durumundadır.

Daha geniş bilgi almak için Orhan Hançerlioğlu’nun Dünya İnançları Sözlüğü, (1993) kitabını okuyabilirsiniz.

Kam “Şaman” ve “kam” kelimeleri birlikte kullanılmıştır. Öbür dünya ile beşer arasında şifa vermek amacıyla

bağlantı kuran bir vasıta ve dini ayinleri tertip eden kişi olarak ifade edilmiştir. Rivayete gore, Tanrı

Ülgen ilk şamana “Senin adın bundan böyle Kam olacak” diyerek adını vermiştir. “Kamlamak” veya

“Kammak” fiili şamanlık yapmak ve/veya şaman ayini düzenlemek demektir. Kamın Gök Tanrı

tarafından bu göreve getirildiğine ve üstün güçlerle donatıldığına ve ruhlaralemi ile insanlar arasında

aracı olduğuna, bazı gizli bilgiler taşıdığına inanılır.

Türk, Altay ve Moğol halk kültüründe büyücü din adamı olarak adlandırılır. Daha çok sosyal

topluluklarla doğaüstü güçler arasında iletişime geçebilen din adamıdır. Dualarıyla hastaları iyileştirebilir

ve törenlerle kötü ruhları kovabilir. Aynı zamanda büyücü ve hekimdir. Değişik ritüelleri yerine getirir.

M. Eliade göre, Şaman-kam kurban merasimlerinde karşımıza çıkmakta ve tanrıya adanan kurbanları

sunmakla görevli idi. Şaman –kamın görevi sadece bununla sınırlı olmayıp kötü ruhlarla şeytanlar

10

arasındaki mücadeleye müdahale etmekti. Kamın göğün ancak yedinci katına kadar çıkabildiği kabul

edilir. Bu katta tüneyen kartalın tanrıdan aldığı bilgileri kamlara aktardığı kabul edilir.

Kam kendi özel yöntemiyle ulaştığı vecd hali, yani kendinden geçme halinde, ruhunun göklere

yükselmek, yeraltına inmek ve oralarda dolaşmak gibi yetenekleri bulunduğu kabul edilir. Coşkuya

ulaşabilmek için müzik ve ritim büyük öneme sahiptir. Dans ederek kendinden geçer. Maddi dünya ile

olan bağlar zihnen kopar. Bütün kamların çok derin sezgileri, geniş düş güçleri vardır. Şaman,

gerektiğinde yardımcı ruhları dünyanın her yanına dağılmış olsalar bile olsalar çağırabilir. Bu çağrıyı

davul veya tefini çalarak yapar.

Kamın davul ve def çalarak coşkuya kapılması ve kendinden geçmesi sonucu farklı alemlere

yolculuklar yaptığına inanılır. Şaman ayinlerinin hemen her kabilede farklı kuralları vardır. Ruhlar alemi

ile iletişim, gelecekten haber verme, insan ömrünün çok ötesindeki geçmişi anlatma bu ayinde tanık

olunabilecek durumlardır. Örneğin “Kamıyak” fal demektir ve kamlama ile alakalı olarak ortaya

çıkmıştır.

Kamların iki türü olduğu kabul edilmiştir. 1-Akkam (Aktoyun): İyi ruhlarla iletişim halindeki

şamandır.2-Karakam (Karatoyun) Kötü ruhlarla irtibat halindeki şamandır.

Daha geniş bilgi almak için S. Veyis Örnek’in “Budunbilim Terimler Sözlüğü, Ankara” (1973) kitabını okuyabilirsiniz.

Kült

Kült kelimesi Fransızca “culte” kelimesinden Türkçeye geçmiştir. Kelimenin aslı Latincedeki “cultus”

yani tapınma anlamına gelmektedir. Kült kelimesi, tapma, tapınım, din, dini merasim ibadet, ayin gibi

anlamlarda kullanılmıştır. Kült, belli ilahlara karşı sesli veya sessiz; hareketli veya hareketsiz; dua veya

niyaz şeklinde olabileceği kabul edilir.

Türk kültüründe kültler, doğrudan tanrılarda bağlantılı unsur olmamış ve tanrı ile irtibatı sağlayan

vasıtalar olarak algılanmıştır ki bunun bariz örneği ağaç kültünde karşımıza çıkmaktadır.

Kült konusunu ayrıntılı öğrenmek için Pervin Ergun’un “Türk Kültüründe Ağaç Kültü,” (2004), kitabını okuyabilirsiniz.

Kült din anlamında kullanılmasına karşın sosyolojik bağlamda toplumun genel inanç ve ibadetlerinin

dışındaki uygulamaları olarak ifade edilebilir. Yani her ne kadar kült, genellikle din anlamında ele alınsa

veya belirtildiği gibi dini bir grup olarak tanımlansa da, dini öğeler içermek zorunda değil folklorik

unsurlar ihtiva edebilir.

ANADOLU’DA YAŞAYAN KÜLTLER Milletlerin teşekkülünün en önemli aşamalarından birini kültür oluşturmaktadır. Kültürün oluşumu ne

kadar yavaş gerçekleşirse onun değişimi de o kadar ağır bir seyir içindedir. Değişimle beraber eskiye ait

ne varsa tamamen ortadan kaldırılmamış ve bir müddet yeniliğe karşı direncini sürdürmüştür.

Türkler Anadolu’da hiç alışık olmadığı yeni bir kültür ortamıyla karşılaşmış, bu süreç bir hayli

sıkıntıları beraberinde getirmiş ve yeni zenginliklerin de habercisi olmuştur. Örneğin Türklerin

İslamlaşma öncesine ait çeşitli dinlere ait mirası ile Anadolu’daki yerel unsurların bileşkesi, bu kültürel

çeşitliğin temel sebepleri arasındadır.

Türklerin Anadolu macerası sırasında tamamen İslamlaştığını ifade etmek güçtür. Zira bu sürecin

XIV. yüzyıla kadar devam ettiği kabul edilir. Bu süreçte Budizm, Şamanizm, Maniheizm, Mazdeizm gibi

İslam öncesi izlerden ayrıntılar bulunmaktadır. Bu izler daha çok şehirleşmemiş ve İslamı tam anlamıyla

özümseyememiş kitlelerde hissedilir olmuştur.

11

Doğa bütün insanlığın ortak malı olarak kullanılmıştır. Eski çağlarda her kavim veya topluluk tabiat

ile iç içe yaşamış ve kendini tabiatın içinden bir parça olarak algılamıştır. Bu algılama ile birlikte

tabiattaki bazı unsurları kendisine kutsal atfetmiştir. İşte bu çerçevede Anadolu’da yaşayan kültleri kısaca

ele almaya çalışacağız.

Atalar Kültü Geçmişi Hunlar zamanına kadar geri götürülmektedir. Coğrafya olarak da Kuzey ve Orta Asya

kavimlerinde izlerine rastlanmıştır. Öz itibariyle atalara saygının yerine getirilmesine dayanır ve yılda en

az bir kere tören düzenlenerek ataların ruhları için kurban kesildiği kabul edilir. Eski devirlerden

başlayarak günümüze kadar intikal eden atalar kültü, büyük oranda ataerkil aile yapısıyla etkisini

sürdürmüştür. Hatta atalar kültünün en önemli ayrıntısı olarak ölüler eşyalarıyla birlikte defnedilmiştir.

Hunlar zamanında vefat eden büyüklere saygı ifadesinin gereği olarak İlkbaharda atalarının ruhlarına

kurban sunmuşlardır.

Günümüzde Anadolu’da devam eden büyüklere saygı ifadesinin İslam öncesi döneme kadar uzanan

geçmişin devamı olarak bakmak mümkündür. Zira aile içindeki hiyerarşide oturma düzeninden, toplu

mekanlardaki konuşma adabına kadar geniş bir alanda var olan bu tür ayrıntılar bu kadim kültün devamı

olarak yorumlanabilir.

Ağaç Kültü Ağaç kültü, temelde ağaçlara saygı esası veya ağaçların taşıdığı ruha karşı saygı ve ağacın yararlılıklarına

karşı duyulan saygı anlayışıdır.

Türk yaradılış kozmogonisi içinde ilk insanın dokuz budaklı dalın altında yaratıldığına inanılmıştır. Ağacın yüksekliği ona ulviyet kazandırmış, hatta gökyüzündeki cennete kadar uzandığı kabul edilmiştir.

“Kozmik ağaç” veya “Hayat ağacı” olarak ifade edilen ağaç, dünyanın tam ortasından yükselerek

kökleri yer altına kadar iner ve dalları da dünya dağının zirvesine kadar yükselirdi. Ebedi canlılığın

sembolüdür. Böylece bu kutsal ağaç, dünyanın her üç katını -gök, yer ve yer altı dünyaları arasında

irtibat kurmuştur. Bu oluşum kimi zaman “evrensel sütun” kimi zaman da “kozmik dağ” olarak

anlamlandırılmıştır. Bu yönüyle hayat ağacı, merkez kavramına karşılık gelmektedir. Hayat ağacının yedi

dalı olduğu, bu dalların her birinin göğün katlarına tekabül ettiği ifade edilmektedir. Aynı ağacın

yapraklarında insanların kaderi yazılı olduğu ve her bir yaprak düştüğü anda insan hayatı son bulmuş oluyordu. Hayat ağacı, canlıların hayat kaynağı olan öz suyunu bünyesinde barındırdığı kabul edilir.

Hayat ağacının tepesinde çift başlı kartal tünemektedir. Hayat ağacı, aynı zamanda göğün direği olarak

algılanmıştır. Göğün direği ile çadırın direği arasında benzetme yapılırdı.

Türk inanç sisteminde tanrıya adak adamak, kurban kesmek gibi ayrıntılar bilinmektedir. Tek veya

kutsal kabul edilen ağaçlara bez bağlamak suretiyle tanrıya niyazlar gerçekleştirilmiş oluyordu. İçinde

bulunduğu felaketten kurtulmak isteyen insanoğlu, ağacı bir kurtuluş vesilesi veya vasıtası olarak

görmüştür.

Ulu ağaç kültü, Türk devlet geleneğine kadar sirayet etmiştir. Bu ulu ağaç, Osmanlı devletinin

kurucusu Osman Bey’in rüyasına konu olmuş ve kurulacak devletin dünyanın her tarafına dal-budak

salacağı, gölgesinin dört bir tarafı örteceği müjdelenmiştir.

Ağaç motifi olan kayın, Altaylarda şaman ayinlerinde, doğum, düğün ve bayramlarda önemli unsur

olmuştur. Ataların hayatları bu ağaca bağlanırdı. Altay şamanlarının inancına göre, insanlar yaratıldıkları

zaman ilk kayın ağacından Umay Ana ile beraber yere inmiştir.

Türk kültüründe mezarlık ve türbeler civarındaki ağaçlardan meyve almak veya oradan ağaç kesmek

yasaklanmıştır. Anadolu inanış biçimleri arasında “Evliya Ağaç” olarak adlandırılan ağaçlar dikkat

çekmektedir. Bu ağaçların tek ve benzersizliği, onun sonsuzluğunun işareti olarak algılanmıştır. Bu

kutsiyet sebebiyle olmalıdır ki, bu tür ağaçlara dokunmak yasaklanmış ve kesilmesi günah addedilmiştir. Cenaze defnedildikten sonra mezarın üzerine ağaç dikilerek onun canlılığı temin edilmiş oluyordu.

12

Menkıbelerde ağaç motifi yer almıştır. Mesela şeyhlerin veya evliyaların sıkça oturduğu kalktığı veya

altında ibadet ettiği ağaç gölgelikleri belli müddet sonra kutsal mekan haline getirilmiştir.

Yine menkıbe ve masallarda rastlanan bir diğer ayrıntı ağacın şeyhe kucak açması ve şeyhin onun

içine gizlenmesidir. Örneğin Hacı Bektaş menkıbesinde böyle bir ayrıntı geçmektedir. Hacı Bektaş’ın

Hırka Dağı’na çıkarak bir ağacın altına gizlenmiş ve ağaç onun için bir çadır haline almış ve onu uzun

müddet insanlara karşı korumuştur.

Bu hususta ayrıntılı bilgi için Ahmet Yaşar Ocak’ın “Alevî ve Bektaşî İnançlarının İslam Öncesi Temelleri,” (2007) adlı kitabını okuyabilirsiniz.

Dağ ve Tepe Kültü

Dağ ve tepeler, coğrafyanın yüksek noktalarını teşkil etmeleri sebebiyle yükseklik algısıyla birlikte

telakki edilmiştir. Göksel yapılanmanın dışında yükseklik anlayışı dağ ve tepelerle anlamını bulmuştur.

Böylece bu mekanlar gizem ve kutsal mekanlar olarak görülmüştür. Paganist inanç sistemlerinde yüksek

dağlar, tanrıların mekanı olarak kabul edilmiş ve hatta buralarda tanrı ve tanrıçaların meclisleri tasavvur

edilmiştir. Bu minval üzere, her bir kültür çevresi kendi bağlamında bir dağı kutsamış ve onu erişilmez

olarak görmüştür. Örneğin; Yunanlıların Olimpos’u, Türklerin Ötüken’i sayılabilir.

Türklerde dağlar, Gök Tanrı’ya yakın olması ve bazen de ona ev sahipliği yapmasıyla kutsal mekanlar

olarak kabul edilmiştir. Bu dağlar, evrenin merkezi olmaları sebebiyle kozmik işleve de sahip

olmuşlardır. Ayrıca Türk mitolojisinde dağlar, etrafında yaşayan insanların koruyucusudur, onların vatan

anlayışını şekillendiren en önemli tabiat unsurlarıdır.

Eski Anadolu menkıbeleri ve velâyetnâmelerde dağ ve tepelerin kutsiyetine dair bilgiler mevcuttur.

Hacım Sultan Velayetnâmesi’nde, Hacım Sultan’ın Germiyan ilindeki bir tepede yemeden içmeden

günlerce kaldığı ifade edilir. Bu süre bazı kaynaklarda kırk gün olarak ifade edilmiştir. Yine Anadolu’da

bazı evliyadan bazı isimlerin dağ başına zaviyeler inşa ederek oralarda inzivaya çekildiği bilinmektedir.

Hatta bazı örneklerde Evliyaların dağların zirvelerine defnedildiği aşikârdır.

Anadolu’da en çok bilinen Hacı Bektaş menkıbelerinde Hacı Bektaş’ın Arafat Dağı’nda inzivaya

çekilmesi, İslami motifle bütünleşmesi olarak ifade edilebilir. Hac ibadetinin önemli bir kısmını teşkil

eden Arafat, Hacı Bektaş için Allah’a ibadet mekanı olarak tercih edilmiştir ki kutsal mekanın böyle bir

menkıbenin parçasını teşkil etmesi, İslami boyutla örtüşmektedir.

İslami içerikli menkıbelerde dağ motifi büyük oranda Hz. Muhammed’in Hira Dağı’na çıkışı ile

bağlantılıdır.

İslam öncesi betimlemesiyle Ötüken dağı ormanlarla kaplı ve Hakanın çadırının bulunduğu mekan

olarak takdis edilmiştir.

Dağ kültünün özellikle İslam öncesi Asya coğrafyasındaki Altay Dağları gibi örnekler, kurbanların

sunulduğu ve törenlerin tertip edildiği yerler olmuştur.

Dünya modelinde dağın, yerin ekseni olması inancı dünya dağlarının veya demir dağların varlığına

inancı doğurmuştur ki, bu da genel anlamda dağ kültünün bir başka boyutudur.

Ormanla birleşen dağ, eski Türklerin kutsal merkez anlayışını oluşturmakta ve devletin merkezi

görevini üstelenmektedir. Nitekim Göktürkler ve Uygurlar döneminde dağlık ve ormanlık bölge olan

Ötüken, devletin merkezi olmak görevini üstenmiştir. Merkez her zaman kutsal bir görev üstlendiği için,

dağlar ve orada olan her şey kutsanmış olarak kabul edilmiştir.

Dağ başında inşa edilen türbe veya yatır tarzı mekanların varlığına Anadolu’nun çeşitli yerlerinde

rastlamak mümkündür. A. Yaşar Ocak’ın ifadesine göre bunlar daha çok sembolik mekanlardır.

Bir başka yaklaşım tarzıyla dağlar kahramanların saklandığı yerdir. Köroğlu destanında kahramanlık

vurgusunun cereyan ettiği mekandır. Dede Korkut kitabında kahramanlar ile dağlar arasında öyle bir ilişki

kurulmaktadır ki bir anlamda dağ, insanlara çare üreten manevi merkez durumundadır.

13

Taş ve Kaya Kültü

Taş ve kaya meselesi tabiatın bir parçasıdır. Dolayısıyla insanların ilgisini çekmiş ve taşın türü,

büyüklüğü gibi unsurlar cazibe merkezi haline gelmiştir. Taşın şekli, büyüklüğü taş üzerinde farklı

kültlerin doğmasına vesile olmuştur. Örneğin Taşın şeklinin bir hayvana benzetilmesi sonucu, benzetilen

isimle anılmış veya taşın büyüklüğünün etkileyiciliği onu erişilmez mertebesine yükselttiği olmuştur.

Ayrıca taşın yapısından kaynaklanan sert ve kalıcılığı sonsuzluk sembolü olarak algılamıştır.

Türklerin yaradılış efsanelerinin içinde taşla ilgili ayrıntı dikkat çekmektedir. Yaratılış efsanesinde her

taraf sularla kaplı iken insanın kaya üzerinden yükselerek hayata tutunması konu edilmektedir. Yine

Türklerde gökten inen nur sütunu taşlaşarak yeşim taşı meydana getirmiş ve onun daha sonra Kutlu dağa

dönüştüğü kabul edilir. Kutlu dağa saygı gösterildiği sürece de devletin baki kalacağına inanılmıştır.

Taşla ilgili en çok karşılaşılan “Yada taşı”(Yağmur taşı) meselesi olmalıdır. Yada taşı, yağmur

yağdırmak, kar yağdırmak, yangın söndürmek ve rüzgar estirmek amacıyla gerçekleştirilen bir tür kamlık

olarak ifade edilmiştir. Bu taşa, aynı zamanda, Yağmur boncuğu da dendiği olmuştur. Aynı taşın

insanları şimşek ve yıldırımlara karşı kuruduğuna inanılmıştır.

Bu hususta ayrıntılı bilgi için Hikmet Tanyu’nun “Türklerde Taşla ilgili İnançlar, (1968) ve Abdülkadir İnan’ın Tarihte ve Bugün Şamanizm” (1954) adlı kitaplara bakabilirsiniz.

Yine Türk kültüründe bazı taşların şifa bulmak amacıyla yararlanıldığı bilinir. Bazı taşların bazı

hastalıkları iyileştirdiği kabul edilmiştir. Örneğin sırt rahatsızlıklarında “Yılancık taşı” denilen taştan şifa

bulunulacağına inanılmıştır.

Anadolu’da özellikle Hacı Bektaşi Veli ile ilgili menkıbelerde kaya ve taş motiflerine rastlamak

mümkündür. Mesela, Hacı Bektaşi Veli’nin Evliyalığı’nı kabul etmeyen birine bunu ispat etmek için

bıçağını kayaya vurması ve onu iki parçaya ayırması gösterilebilir. Yine Evliyaların taşa binme motifi,

menkıbelerde en çok rastlanan ayrıntılardan biri olmuştur. Örneğin Seyyid Harun ile Dediği Sultan’ın

karşılaşmasında Seyyid Harun’un misafirini kayaya binerek karşılamaya çıkması anlamlıdır.

Anadolu’da Hz. Ali’nin ayak izlerini ihtiva ettiği gerekçesiyle kutsallık atfedilen kayalar da

mevcuttur. Buradaki kutsiyet Hz. Ali’ye duyulan aşırı saygı ve sevginin somut bir objeye intikali şeklinde

düşünülebilir. Bu sayede bazı taşlar, dolayısıyla mekânlar, ziyaret edilir olmuştur.

Su Kültü

Hayat suyu, bütün mitlerde kozmogonik bir motif olarak yer almıştır. Tüm tohumların taşıyıcısı olan bu

su, her derde devadır, iyileştirir, gençleştirir, hayatı sonsuz kılar.

Eski Türk inançlarında, yer gibi su da ıdık, yani kutsaldır. Bu kavramın içine bütün ırmaklar, göller,

coşkun akan bütün sular ve pınarlar da dahil edilmektedir. Türkler suyu, kuvvet ve bereket kaynağı olarak

kabul etmişlerdir. Bereket özelliği ile hayat kaynakları içinde yer aldığına inanılan su, çok sık söylenmese

de toprak gibi ana(temel) olarak kabul edilmektedir. Yağmur şeklinde gökten nazil olması sebebiyle

kutsallık ifade etmektedir.

Kutsal yer-su ruhları, Göktürklerin kaderini tayin etmektedir. Tonyukuk yazıtlarında, vatanın

korunmasında rol alan yer-su ruhlarının önemi açıkça ifade edilmiştir.

Dünyanın yaratılışı ile ilgili mitlerin çoğunda, dünyanın başlangıçta bir okyanustan ibaret olduğuna

inanılmaktadır. Sümer mitolojisinden Yunan mitolojisine kadar oldukça geniş repertuarda hep suya atıf

bulunmaktadır.

Türklerde suya bağlılık inancı, ona kutsallık vermekle birlikte ölümsüzlüğü de bahşettiğine

inanılmaktadır. Fakat bu su diğer sulardan ayrılmakta ve “Hayat suyu” olarak anılmaktadır. Bu unsur,

Eski Türk inanç sistemi içinde yer almakta ve bir çok Türk boyunda görülmektedir. Bazı Altay

efsanelerine göre, göğün on ikinci katına kadar uzanan Dünya Dağı’nın üzerinde bir Kayın ağacı vardır.

14

Hayat Suyu da bu kayının altındaki kutsal bir çukurda bulunmaktadır. Bu suyun başında yine kutsal

sayılan bir bekçi ruh yer almıştır.

Su kültüyle ilgili önemli ayrıntılardan biri pınarlardır. İyileştirici özelliklere sahip olduğu kabul edilen

belli pınarlar bazı hastalıklara iyi geldiği kabul edilmiştir.

Ateş Kültü Başta Hindistan ve İran olmak üzere birçok milletin kültüründe ateş kültü ile ilgili unsurlar

bulunmaktadır. Zerdüştlik ve Mazdeizm gibi dinlerdeki dini muhteva ve Orta Asya ikliminin

zorlamalarına bağlı olarak ateşle ilgili kültler doğmuştur. Hindistan’da Agni, ateş ilahıdır. Agni, Ateşle

ilgili tüm faaliyetlerin merkezinde bulunmaktadır. Hind kültüründe Agni, ocak ateşi ile ilgili bir kutsallık

arz ederken, büyüye karşı da koruyucu bir özelliği dikkati çekmiştir. Ateşin, tedavi edici gücüne daima

inanılmıştır. Düğünlerde ateş yakılmakta ve en önemlisi de cenazeler yakılmaktadır.

Eski İran'da da ateş kültü önem arz eder. İran Mecusiliği ateş kültünün üstünde yükseliyordu. Eski

İran'da ateşgede olarak adlandırılan tapınaklar vardı. Burada ateş söndürülmeden sürekli yanmaktaydı.

Ateş, İran dini inancında çok önemli bir yeri olan Ahuramazda’nın nuru olarak kabul edilmiştir. Zerdüşt’ün dini prensiplerindeki Ahiret inancında kötüler ateşle cezalandırılacaklardır. Sasaniler

döneminde de ateş İran milli birliğinin sembolü olarak düşünülmüştür.

Eski Yunan ve Roma'da kutsal ateş fikri ve kültü vardı. Yunanda, Hestin kutsal ateşin korunduğu

yerdi. Roma’da ise Vestiya aynı görevi yerine getiriyordu. Bu mabette hizmeti, kutsal bakireler

yürütmekteydi. Eski Yunan ve Roma’da her evde kutsal bir ocak bulunmaktaydı, bu ocakta sürekli ateşler

yakılıyordu. Bu ocağın o toplumun güvenliğini sağladığına, askeri koruduğuna inanılıyordu.

Bu inançlar, Anadolu'da da görülmektedir. Frigya kalıntısı olan heykellerin ellerinde aydınlık tanrıçası

olarak meşaleler bulunmaktadır. Eski Yunanda, olimpiyat ateşi ve onunla yakılan meşale kutsal bir anlam

taşıyordu. Eski Mısır’da ve Babil’de de Ateş kültü vardı. Bu medeniyetlerde de ateş iki önemli özellik arz

ediyordu:

Cezalandırma ve temizleyicilik. Bunun için işkence genelde ateşle yapılıyordu. Hz. İbrahim’in, kavmi

tarafından ateşe atıldığını ve ateşle cezalandırılmak istendiğini Kur'an-ı Kerim’den öğreniyoruz.

Orta Asya Türk boylarından Yakutlar, Başkırtlar, Kırgızlar bu konuda önemli bir yer tutmaktadırlar.

Tanrı Ülgen’in yeryüzüne gönderdiği elçisine ateş yakmayı ve ateşte eti pişirmeyi öğrettiği

anlatılmaktadır. Ateşle yakın ilişkisi olan ocak, Türk efsanelerinde Altay ve Yakutlarda saygı unsuru

olmuştur. Ateşin su ile söndürülmemesi, tükürülmemesi gibi kurallar Altay boylarında önem arz etmiştir.

Hacı Bektaş-ı Veli menkıbesinde Ahmed Yesevi’nin halifelerini geniş bir avluda toplaması esnasında

ulu ateş yakılarak halifeler burada oturmuşlar ve bu esnada Hacı Bektaş’ın Anadolu’ya gönderilişi aktarılmaktadır. Aynı menkıbedeki bir diğer olay Hırka Dağı’nda geçmektedir. Hacı Bektaş müritleriyle

Hırka Dağı’na çıkar ve çalı-çırpı toplanarak büyük bir ateş yakılır. Hacı Bektaş-ı Veli bu ateşin etrafında

sema’a başlar, müritleri ona iştirak eder ve kırk defa döndükten sonra sema tamamlanır. Sonra Hacı

Bektaş hırkasını çıkararak ateşe bırakır, yanan hırkanın külleri tepeye savrulur. Küllerin düştüğü

yerlerden meşe ağaçlarının yetiştiğine inanılmıştır.

Bu konuda Ahmet Yaşar Ocak’ın “Alevî ve Bektaşî İnançlarının İslam Öncesi Temelleri,” (2007) adlı kitabını okuyabilirsiniz.

Anadolu’daki Türkler hâla ocak konusunda saygılı davranmaktadırlar. Her evin ocağının yanması,

bacasının tütmesi, ata saygısının bir ifadesi olarak kabul edilmektedir. En kötü beddualardan biri, “ocağın

sönsün” şeklindeki bedduadır. Bu neslin kuruması ve soyunun devanı etmemesi şeklindeki bir temenninin

ifadesi olarak kabul edilmektedir. Ayrıca ateşin üzerine bitkiler koyarak tütsüleme uygulamaları hastalık

ve kem gözlere karşı koruyucu olarak kabul edilmiştir. Hatta yanan ateşin üzerine su dökülmesi men

edilmiştir. Ateşin üzerine bıçak tutulması yasaklanmıştır.

15

Anadolu’da yaygın olan “Alazlama” adeti de, hastalıkların ateşle temizlenmesi amacını güden

Kırgızlardaki “Alazlama”nın bir uzantısı olarak görülmektedir. Yine bazı Türk boyları, yemin

merasimlerinde ateşi kullanırlardı. Kesilen kurbandan bir parçanın ateşe atılması ve ateşle fala bakma

adeti Yakut Türklerinde görülmektedir. Eski Türk boylarında yas günü de ateş yakılırdı. Anadolu’da hala,

akşam evden eve ateş verilmemekte, eğlence günlerinde ateşin üzerinden atlanılmakta, hastaların ve yeni

doğan çocukların ateş karşısında tutulma adetlerinin devam ettiği görülmektedir.

İslam dininde ateş genelde cehennemle ilgili olarak kullanılmıştır. İslamiyet’te ateş, bir kült konusu

olmamıştır. Ancak, Müslümanlar ateşle ilgili kült kalıntılarını izlerini devam ettirmektedirler. Mesela,

Hıdrellez ve Nevruz’da ateş yakmak gibi ayrıntılar sayılabilir.

16

Özet

Her araştırmada olduğu gibi bu çalışmada da

öncelikle kavramların belirlenmesi

gerekmekteydi Çünkü kavram ve terimler, o

bilim dalının anahtarları durumundadır. Nasıl ki,

anahtar olmadan kapıları açmak mümkün değilse,

bilim dalının ayrıntılarının ve şifrelerinin

çözülmesi de kavramlar yardımıyla olacaktır.

Kavramlar konusunda çeşitli çalışmalar

yapılmıştır. Bunlar arasında ansiklopedi ve

sözlükler ilk sırada yer almıştır. Bunların yanında

konuyu ihtiva eden çalışmalar da mevcuttur.

Bunlar; B. Ögel, M. Eliade, J. P. Roux, H. Tanyu,

A. İnan, A. Yaşar Ocak, M. Ergun, P. Ergun gibi

araştırmacıların çalışmalarıdır.

Kavramlar sıralamasında ilk sırada ele aldığımız

din kavramı; insanlara bir hayat tarzı sunan,

onları belli bir dünya görüşü içinde toplayan,

yaratıcıya isteyerek bağlanma, birtakım şeyleri

duyma, onlara inanma ve onlara uygun iradi

faaliyette bulunma olgusu olarak tanımlanmıştır. Bu tanımın dışında başka tanımlamalara da

rastlamak mümkündür. Bunlarda hep kutsal ve

doğa üstü güçlerle, ahlaki değerlere bağlı

tanımlamalar mevcuttur. En kısa tarifi ise,

değişmezlerin olduğu ve gönülden bağlanmayı

gerektiren teslimiyettir.

Çoğu zaman kavramların birinin diğerinin

yerinde kullanıldığı olmuştur. Mit, efsane, destan,

usture, masal gibi kavramalar biri diğerinin

yerine kullanılmıştır. Görülüyor ki terimler

kullanılırken genellikle karıştırıldığı, hatta

içinden çıkılmaz bir hâl aldığı olmuştur. Buradaki

en önemli etken kelimelerin faklı dillerdeki

ifadelerinin birlikteliği olarak ortaya çıkmaktadır.

Farklı dillerle zenginleşen kavramlar yumağı zaman zaman kargaşanın sebebi durumundadır.

Farklı kültür çevreleri de bu algılama biçimindeki

çeşitliliğin sebepleri arasındadır. Mit ve mitoloji

konusu da çok âlemin yaradılışı ve onun

parametrelerini ele almaktadır.

Totem ve Ongun geçmiş toplumlarda kutsallık

atfedilen ve insanların onlardan türediği kabul

edilen hayvan, ağaç, rüzgar gibi tabiat unsurlarına

dayandırılan kutsiyet unsurlarıdır.

İslam öncesi dönemin kırıntılarını barındıran

Anadolu kültleri hala yaşamaktadır. Bu kültler,

zamana bağlı olarak değişikliğe uğramakla

birlikte, kültürün bir parçası olarak yaygındır.

17

Kendimizi Sınayalım 1. “Doğaüstü niteliklere haizdir. Değişmezlerin olduğu ve gönülden bağlanmayı gerektiren teslimiyettir.” Tanımı neyi ifade etmektedir?

a. Kam

b. Masal

c. Din

d. Kült

e. Efsane

2. “Din, sosyal bir olgudur.” diye tanım yapan hangisidir?

a. Max Müller

b. Rudolf Otto

c. Michel Mayer

d. Emile Durkheim

e. H. Bradley

3. Mit kelimesi hangi dile aittir?

a. Türkçe

b. Yunanca

c. Arapça

d. Farsça

e. Hititçe

4. “Kozmogoni” kelimesi hangi analama gel-mektedir?

a. Evren+doğum

b. Evrensel

c. Umay Ana

d. Ülgen

e. Erlik

5. Efsane kelimes hangi kelimenin çoğuludur?

a. Destan

b. Usture

c. esatir

d. Ülgen

e. Fesane

6. “Milletlerin benliğinde derin tesirler bırakan savaş, göç gibi toplumsal; yangın, salgın hastalık, sel, deprem gibi doğal olayların etkisiyle söylenmiş hayali unsurlarla süslenmiş uzun manzum eserlerdir.” tanımı neyi açıklar?

a. Destan

b. Kutup Yıldızı

c. Güneş

d. Mitoloji

e. Efsane

7. Eski Türk idari sisteminde hanedan üyelerine Tanrı tarafından bahşedilmiş olan güç ve iktidar nedir?

a. Utarit

b. Kut

c. Kam

d. Kült

e. Bakır-Sokum

8. “Öbür dünya ile beşer arasında şifa vermek amacıyla bağlantı kuran bir vasıta ve dini ayinleri tertip eden kişi” olarak ifade edilen kimdir?

a. Erlik

b. Tonyukuk

c. Umay Ana

d. Ülgen

e. Kam

9. Aşağıdakilerden hangisi Anadolu Kültlerinden değildir?

a. Atalar Kültü

b. Ağaç Kültü

c. Buzul Kültü

d. Su Kültü

e. Taş ve Kaya Kültü

10. Zerdüştlik ve Mazdeizm’le ilgil olan kült hangi külttür?

a. Ateş Kültü

b. Su Kültü

c. Atalar Kültü

d. Dağ ve Tepe Kültü

e. Kaya Kültü

18

Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. c Yanıtınız yanlış ise “Din” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

2. d Yanıtınız yanlış ise “Din” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

3. b Yanıtınız yanlış ise “Mit/Mitoloji” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

4. a Yanıtınız yanlış ise “Mit/Mitoloji” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

5. e Yanıtınız yanlış ise “Efsane” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

6. a Yanıtınız yanlış ise “Destan” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

7. b Yanıtınız yanlış ise “Kut” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

8. e Yanıtınız yanlış ise “Kam” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

9. c Yanıtınız yanlış ise “Anadolu’da Yaşayan Bazı Kültler” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

10. a Yanıtınız yanlış ise “Ateş Kültü” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Efsanelerin mitolojilere göre daha gerçekçi olabilecekleri kabul edilir. Mitlerdeki fantastik unsurların miktarı efsanelerde mevcut değildir.

Sıra Sizde 2 Destanlar sözlü edebiyata kaynaklık etmiştir. Destan daha çok milletleri ilgilendiren boyutlara sahiptir. Olağanüstü özellik ve motiflerden oluşmaktadır. Destan kahramanlarının bazen yarı tanrısal özellikler sergilediği de olmuştur.

19

Yararlanılan Kaynaklar Aydın, Mehmet, (2005), Ansiklopedik Dinler Sözlüğü, Konya: Nüve Yayınları

Eliade, M. (1993), Mitlerin Özellikleri (Çev. S. Rifat), İstanbul: Simavi Yayınları

Eliade, M. (1999). Şamanizm (Çev. İ. Birkan), Ankara: İmge Kitabevi

______________, (2003), Dinler Tarihine Giriş, İstanbul: Kabalcı Yayınları

Ergun, Metin, (1997), Türk Dünyası Efsanelerinde Değişim Motifi, I, Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yayınları

Ergun, Pervin (2004), Türk Kültüründe Ağaç Kültü, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları

Erhat, Azra, (1984), Mitoloji Sözlüğü, İstanbul: Remzi Kitabevi

Frazer, James G.,( 1991-1992) Altın Dal, I-II, (M. H. Doğan), İstanbul: Payel Yayınevi

Freud, (1971), Totem ve Tabu, (Çev. Niyazi Berkes), İstanbul: Remzi Kitabevi

Hançerlioğlu, Orhan, (1993) Dünya İnançları Sözlüğü, İstanbul: Remzi Kitabevi

İnan, Abdulkadir,(1991), Makaleler ve İncelemeler I - II, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları

_______________,(1954), Tarihte ve Bugün Şamanizm, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları

Kalafat, Y. (1990). Doğu Anadolu’da Eski Türk İnançlarının İzleri, Ankara: Türk Kültürü Araştırma Enstitüsü Yayınları

Ocak, Ahmet Yaşar,( 2007), Alevî ve Bektaşî İnançlarının İslam Öncesi Temelleri, İstanbul: İletişim Yayınları.

Ögel, B. (2010). Türk Mitolojisi I, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.

Ögel, B. (2010). Türk Mitolojisi II, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.

Örnek, S. Veyis,(1973), Budunbilim Terimler Sözlüğü, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.

Roux, J. P. (1994). Türklerin ve Moğolların Eski Dini (Çev. A. Kazancıgil), İstanbul: İşaret Yayınları.

Talas, Mustafa, (2004), “Mehmet Eröz’de Türklerde Totemizm İzleri”, S.Ü Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S. 16, Konya, s. 283-289.

Tanyu, Hikmet,(1968),Türklerde Taşla ilgili İnançlar, Ankara: AÜ İlahiyat Fak. Yayınları

Uraz, Murat, (1994), Türk Mitolojisi, İstanbul: Düşünen Adam Yayınları

20

Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra;

Mit, mitoloji, Mitolojik düşünce kavramlarını tanımlayabilecek,

Modern toplum ve din ilişkisini açıklayabilecek,

İnsanlığın inançlar aracılığıyla doğa, doğaüstü ve sosyal çevre ile olan ilişkisini

açıklayabiliceksiniz.

Anahtar Kavramlar Mitoloji Din

Sosyal Çevre Modern Toplum

Dini Düşünce Mitolojik Düşünce

İçindekiler Giriş

Mit-Mitoloji

Mitolojik Düşünce ve Özellikleri

Mitolojinin İşlevleri

Din, Dinler ve Dini Düşünce

Modern Toplum ve Din

Mitoloji, Din ve Sosyal Çevre

2

21

GİRİŞ Mitik düşünce ve inançlar, dinler ve düşünce tarihi içinde dini, felsefi, bilimsel düşünce öncesi döneme

ait kabul edilir. Mitler, tanrıların, evrenin, dünyanın ve insanın yaratılışını anlatan sembolik öykülerden

oluşmaktadır. Bilinebildiği kadarıyla mitik öykülerin geçmişi, ilk insan topluluklarına kadar uzanır.

İnsanın yeryüzü etkinliği ve doğaüstü varlıklara ilgisi, bir anlamda inançların, düşüncenin ve toplumun

tarihiyle çakışır.

Kutsal kitapların zaman anlayışı ve batı dışı kültürlerin tarihi bir yana bırakılırsa, bugünkü tarih

anlayışına göre, mitlerin kökeni MÖ 9. ve 8. yüzyıllara antik Yunan kültürüne dayandırılmaktadır.

Homeros’un İlyada ve Hesiodos’un Odysseia destanlarında yansısını bulan kahramanlık çağı öykülerinden oluşan mitlerin, çağlar boyu toplumsal yapı ve çevre ile etkileşim içinde değişerek,

dönüşerek dilsel, kavramsal ve düşünsel dünyada pek çok alanda etkilerine rastlanılmaktadır. Mitlerin bir

dünya görüşü oluşturacak şekilde sistemleştirilmesinden ibaret olan mitoloji, doğal ve toplumsal dünyayı

anlamlandıran, doğaüstü güç ve uzantılara sahiptir. Mitler, doğaüstü varlıklarla doğal, toplumsal varlıklar

arasında var olduğuna inanılan ilişkilerinin dinsel veya yarı dinsel özellikler taşıyan, insan biçimci,

antropomorfik, bir düşünce yapısının ifadesidir. Düşünme biçimi olarak da analoji’ye dayanır. İnsanlar

merak ettiği konuları, karşılaştıkları sorunları doğadaki varlıklarla ve geçmiş deneyimleriyle benzerlikler

kurarak sembolik olarak kavramaya, sınıflamaya ve çözmeye çalışır. Bu düşünüş tarzında, doğa güçleri

olağan üstü özelliklere sahip canlı varlıklar, yani tanrılar olarak algılanır ve onların Olympos Dağı’nda

tanrılar Pentaon’unda yaşadıklarına inanılır. Bu bağlamda insan-doğa, insan-toplum ve insan-insan

ilişkileri, doğal ve toplumsal olaylar tanrıların istek ve eylemlerinin ürünü olarak görülerek çeşitli mitik

öykülerle açıklanmaya çalışılır. Mitlerde, yarı insani özelliklerle bezenmiş tanrıların nelerden hoşlanıp

hoşlanmadığı, dünyayı ve evereni nasıl yönettikleriyle ilgili sistemli öğreti ve bilgiler sunulur. Ayrıca

tanrılar ile insanlar arasındaki mitik ilişki düzeyini iyi bilen ve bu ilişkiyi inanç haline dönüştüren bilge

kişi veya ozanlar mevcuttur.

Bu bağlamda, mitik düşünce sistemi kendi içinde bir dinsellik barındırmaktadır. Sistematik inançlara

sahip olma açısından diğer dinlerle benzerlik gösterir. Örneğin mitik dinlerle ilahi dinlerin farkı,

inançların kaynağının farklı olmasıdır. Mitik inançlar, antroposentrik, yani insanmerkezli ve çok tanrılı

bir yapı sergilerken, ilahi dinler tanrı merkezli, yani teosentrik’tir ve tek tanrılı bir yapı sergiler. Farklı

ifade ve vurgulara sahip olsalar da, ilahi dinler, evreni ve içindeki varlıkları eşi ve benzeri olmayan tek bir

Tanrı’nın yarattığını savunur. Tanrı, insanlığa doğru yolu gösteren mesajlarını melekleri aracılığıyla

insanlar arasından seçilen peygamberlere vahiyle, peygamberler de kutsal kitaplar halinde onu insanlığa

bildirmiştir. Bu kitaplar, bazı izah ve yorum farklılıklarıyla birlikte, Tanrı’nın ezeli ve ebediliğini,

Tanrı’nın dışındaki varlıklar aleminin, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Adem’in cennetteki yaratılışı ve

insanların yeryüzündeki diğer varlıklarla ilişkilerini vs. konu edinmektedir. Yine bu kitaplarda Adem ve

Havva’nın yeryüzüne indirilişinden başlayarak, onların çocukları olan insanlığın dünya hayatı, ölümden

sonraki hayat, kıyamet, hesap günü, cennet ve cehennem hayatı olmak üzere dünya ve ahiret hayatını

içine alan sistematik inanç ve yaşayış ilkeleri bildirilir. Tanrı, insanlığa sürekli peygamberler göndermek

suretiyle olarak doğru yolu göstermiş, son peygamber’e kadar mesajını yenilemiştir.

İlahi dinlere göre, Yahudiliğin peygamberi Hz. Musa, kutsal kitabı Tevrat’tır. Hristiyanlığın

peygamberi Hz. İsa, kutsal kitabı İncil’dir. İslam’ın peygamberi ise, Hz. Muhammed’tir, İslam’ın kutsal

kitabı, Kur’an’ı Kerim’dir. Mitik inançların mesajları, yerel veya bölgesel iken, ilahi dinlerin çağrıları, tek

Mit, Din ve Toplum İlişkisi

22

bir coğrafya, bölge, iklim ve ırka değil, evrenseldir. Yani bütün insanlığadır. İnsanlığın iki dünyadaki

mutluluğu, her dinin inanç ve ibadet eylem ilkelerine, değer ve yasalarına uyulmasına bağlanmıştır. İlahi

dinlerdeki inanç ve ibadet esaslarının ve değer yargılarının çoğu benzerlikler taşımakla birlikte, tarihsel

ve toplumsal farklılıklar nedeniyle birbirinden ayrışmaktadır. İster mitik, ister dini olsun, inançlar bir

arada yaşayan insanlardan oluşan toplumların hayatı ve kültüründen bağımsız değildir. Dolayısıyla

inançlar, insan ve toplum arasındaki ilişki yalın değil, çok karmaşık bir ilişkidir. Çünkü, inançlar insanla

başlar, ancak toplumda hayat bulur.

Bugün yeryüzünde çok farklı dini inanç esaslarına inanan, farklı tanrılara ibadet eden insanların bir

arada yaşadığı çok çeşitli toplum ve kültürler mevcuttur. Savaş ve barış arasında gidip gelen bir tarihsel

sarkaca rağmen, toplum halinde yaşayan insanlar, dünya görüşlerini inandıkları dinler doğrultusunda

oluşturmakta, hayati soru ve sorunlarını çözümlemeye çalışmaktadır. İnsanın anlam arayışı da yine bu

dinler aracılığıyla devam etmektedir.

Düşünce tarihi içinde Yahudilik, Hristiyanlık ve İslamiyet gibi, tek Tanrılı dinler, mitleri ve mitik

düşünüş ve inançları politeist yapısı sebebiyle, kendi inanç ilkelerine uygun bulmamaktadır. Ancak Yeni

Çağ düşünüşünün etkisiyle, bugün mitolojiye kaynaklık eden Antik Çağ mitlerine ve düşünüşüne ait

imgelere siyasi, sosyal, edebi, iktisadi, sanatsal vs. pek çok alanda rastlanılmaktadır. Örneğin, aile ve

cinsiyetle ilgili çözümlemelerde bulunuken Oidipus’dan, güçlü birinden bahsederken Herkül’den, kendini

beğenmiş birisini görünce Narkissos’dan, güzellikle ilgili imgelerde Afrodit’ ten söz edildiğini hemen

herkes bilmektedir. Mitik inançlar da, diğer dini inançlar gibi, insanın ihtiyaçlarına cevap verdiği için

yaşanılan hayatı anlamlandırma ve izah etme işlevini sürdürmektedir.

Toplumların oluşumu, tarihi gelişimi, dünya görüşü, doğa ve doğaüstü dünya ile ilişkilerini dile

getiren efsaneler ve destanlardan oluşan mitler, aynı zamanda kültürel mirası oluşturmaktadır .

Bu miras, antropoloji, sosyoloji, psikoloji, etnoloji, folklor gibi sosyal ve insan bilimleri tarafından

değişik yönleriyle incelenir. Ayrıca doğa ve tıp bilimleri de bu kaynaklara yer yer referans vermektedir.

Mitik düşüncenin anolojik düşünce biçimine dayanması ne demektir?

MİT - MİTOLOJİ Mitoloji, mitler bilimi ve mitlerin sistemli bir şekilde toplanması demektir. Mit, çok tanrılı bir dinin

tanrıları, doğal ve insani olaylar üzerine anlatılan öykü/efsane, mitoloji de bu efsanelerin bir araya

getirilmesidir. Antik Yunancada söz, öykü anlamına gelen mit (mythos), ilk veya ilkel insan

topluluklarının, evreni, yeryüzünü ve tabiat olaylarını kişileştirerek yorumlama veya henüz sırrını

çözemedikleri hayat ile ilgili her türlü sorunu kendileri için anlamlı olacak biçimde açıklama

gereksiniminden doğmuş öykülerdir. Yunan dilinde söz kavramını ifade etmek için, mythos, epos ve

logos gibi üç değişik kelime söz konusudur. Mitos (mit), söylenen ve duyulan sözdür; yani anlatıla gelen

masal, öykü ve efsane anlamına gelir. Epos, daha üst ve değişik bir anlam taşır. Belli bir düzen ve ölçüye

göre söylenen, okunan sanatlı, ustaca söylenmiş sözdür. Mitos herkesin paylaştığı öyküler iken, Epos, şair

veya ozanlara ait bir öykü anlatma hususiyetidir. Sanatlı bir söz söyleme olan epos, şiir, destan ve ezgi

anlamlarına gelir. Logos ise, gerçeği nedenlere dayalı olarak açıklamak, sözü, insan düşüncesinin ürünü

olan kavramlar halinde ifade edilmesi demektir.

Doğaüstü güçlerin doğal ve toplumsal dünyaya etkilerini yansıtan mitler, pozitivist ve evrimci toplum

kuramlarına göre, insan düşüncesinin bir aşaması sayılmaktadır. Ana hatlarıyla Tanrıların yaratılması,

teogonik öykülere; evrenin oluşumu-yaratılması, varlığın başlangıcı ve hayat, kozmogonik öykülere; öte

dünya ile ilgili işler eskatolojik öykülere konu olmaktadır. Daha özel anlamda mitik dünya görüşünü konu

alan bilgi alanları da, Theos, tanrı bilgisi; Kozmos, evren bilgisi; Mythos, mit bilgisi; Physis, doğa bilgisi;

Bios, hayat bilgisi; Astron, yıldız bilgisi; Geo, yer bilgisi; Antropos, insan bilgisidir.

İlk insanın fiziki dünyadaki çaba ve eylemleri, doğa ötesi inançları, toplumsal dünya algısı, siyasal,

ekonomik, tarihsel, sosyolojik, psikolojik, yasal ve etik unsurlar mitler haline getirilmiştir. Bu anlamda

‘mitler, evrende egemen olan düzeni anlama çabasıdır’.

23

Mitlerın ilk ve önemli yazılı kaynakları bilindiği gibi, Homeros ile Hesiodos’un yazıya geçirdiği

İlyada ve Odysseia adlı destan ve öykülerden oluşmaktadır. İlyada, aristokratik bir yönetimi, dolayısıyla

krallığı desteklemek için mitolojik-dinsel deliller öne sürer. Odysseia ise, toplumun sivil yönlerini ele

alır. Ayrıca, Troya seferinden dönen Odysseus’un başından geçen ve ülkesinde yaşanan olayları anlatır.

Mitler, insanın sezgi gücü ve doğasında var olan zaaf ve tutkuları ortaya koymasıyla çağlar üstü bir

geçerliliğe, çok yönlü bir kullanışa kapı aralar. Bunun sonucu olarak mitler, zamanımıza değin sanat

alanlarının yararlandığı bir ilham ve beslenme kaynağı olmuştur. İlkçağın miti insan merkezlidir ve bir

din adamının değil, sanatçının uğraşıdır. Sözlü, yazılı edebiyat ve sanat kollarının hemen hepsinde yer

alan ve işlendikçe değişen mitler, ne kadar şair, yazar ya da sanatçı varsa, o kadar çeşitlidir. Mitler

günümüze kadar resim sanatını, yazılan tragedyaları, opera güftelerini ve edebi eserleri etkilemeye devam

etmektedir. Çeşitli efsane, menkıbe, mesel, hikaye, öykü ve fabl örnekleri varlıklarını zamanımıza kadar

devam ettirmektedir.

Mitolojik anlatımlarda öylesine bir çoğulluk, çeşitlilik ve özgürlük vardır ki, tanrıların özellikleri

bölge ve yerlere göre değişir. Mitler insan ilgileri, korku ve ümitleri yansıttığı için daha eski yerel bir

inancın etkilerini, yeni inanca aktarılmış olarak bulmak mümkündür.

Mitin gerçekle ilişkisi olup olmadığına gelince; mitin gerçekliği, geçerliliği önce kendi içinde ve

insani ilgi, ihtiyaç, soru, sorun, korku, ümit ve gelecekle ilgili merak ve beklentilerde aranmalıdır. Yine

insanın toplumsal çevresinden kaynaklanan sorunlar karşısında bir çözüm arayışı, onların üstesinden

gelme ve güvenlik arzusu içinde aranmalıdır. Mitlerin etki ve işlevleri, onların doğruluğu ve yanlışlığı tartışmalarından daha öte, insani ve toplumsal ihtiyaçlara cevap üretebilme ve anlam katabilme gücü ile

ölçülmelidir.

Mitoloji hakkında ayrıntılı bilgi için Edith Hamilton’un “Mitologya” (1996) kitabını okuyabilirsiniz.

MİTOLOJİK DÜŞÜNCE VE ÖZELLİKLERİ Mitlerin doğa güçlerini ve doğaüstü yaratıkları temsil eden, insanın doğa, insan, toplum ve evren ile

ilişkilerini anlamlandırmada kullandığı hayal ürünü öyküler olduğu ifade edilmişti. Mitin simgesel, insanüstü veya kutsal bir yönü vardır. Bu simgesellik ve kutsallık, insan hayatı, insanın evrendeki yeri ve

anlamı ile ilişkili soru ve sorunlardan kaynaklanır. Mit bağlamında simgeler ve kutsallık, bireysel inanç

ve toplum kökenli ritüellerle sunulmakta ve aktarılmaktadır. Ayrıca mitik düşünce uygarlık tarihi

açısından insanın yeryüzünde doğa ve toplumla ilk etkinlikleri konu edinmekte olup, zamanla insanın

yeryüzündeki serüvenine göre farklılaşarak, dönüşerek varlığını devam ettirmektedir. Bugün inanç, bilme

ve düşünme biçimlerine göre, batıl inanç, hurafe, hayal, akıl ve bilim dışı gerçeklikler kabul edilseler de,

insanın gündelik hayat içinde deneyimlediği etkinlik ve ilgileri göz önüne alındığında yeri ve önemi

yadsınamayacak bir gerçekliği temsil eder.

Mitler, evrenin ve insanın yaratılışı, insanın doğa ve toplumla, yani sosyal çevre ile ilişkisi

çerçevesinde oluşturulmuş açıklama ve anlatım biçimleridir. Başka bir ifade ile insanın kendisi ve kendi

dışındaki dünya ile kurduğu ilişki biçiminin, anlam arayışının ürünüdür. Zira insan evren içerisindeki yeri

ve önemi, hayatın anlamı, karşılaşılan insani, doğal ve toplumsal sorunlara karşı verdiği cevaplar bu

anlatılar içinde bulunmaktadır. Tanrılar, evrenin oluşumu, tanrıların doğa ve toplumla ilişkileri, doğal

afetler, savaş, kıtlık, hastalık, ölüm vs. hep mitik düşünce içinde ifadesini bulmuştur.

İnsanların geçim, savunma ve üreme gibi aktiviteleri, örneğin mağara ve kaya resimlerinde hayvan

resimleri ve av sahneleri, insanın doğaya ve topluma egemen olamadığı dönemlerdeki düşünme biçimini

yansıtır. Bu bağlamda insan rastlantısal nedensellik bağlarını bu mitolojik unsurlarda bulmaktadır. İnsan

rastlantısal yer ve zaman çağrışımlarıyla bir olay sırasında dikkatini çekip belleğine yerleşmiş olan

şeyleri, o olayın sorumlusu, nedeni olarak görmektedir. Neden, doğaüstü ve rastlantısal olunca, onunla

ilgili açıklamalar da mitolojik olacaktır. Böylelikle mağara duvarına hayvan resmi çizmek suretiyle,

dışarıda avlanacak hayvanlar bulacaklarına inanılmakta, dinsel ayinlerle avlanan hayvan sayısının

24

artacağı düşünülmektedir. Benzer şekilde, ‘gebe bir kadın heykelciği yapma eylemi’, topluluğun kadınlarının doğurganlığına vurgu yapmaktadır. Çünkü geçim ve savunma için nüfus her zaman stratejik bir öneme sahiptir.

Bu tip ayin ve törenler, aynı zamanda topluluk üyeleri arasında ortak bir duygu, düşünüş ve davranış birliği yaratmaktadır. İnsanın doğa ve toplumla olan yoğun ilişkileri, insanın yazgısının denetlenemeyen doğaüstü güçler ve egemen toplumsal güçlere bağlılığını arttırmakta ve böylece hayatın devamlılığı bu güçlerle iyi ilişkiler kurma ve onlara saygılı olma anlamında, bir nevi onlara tapınmayı ve aracı güçlere olan ihtiyacı kuvvetlendirmektedir. Çünkü insanlar için mutlu bir hayat, doğa ve toplumu çekip çeviren güçlerle iyi geçinme ve onlara bağlı olma dolayımında gerçekleşecektir. Cezanın karşılığı olarak eza ve cefa çekme, ödülün karşılığı olarak mükafat görme, doğaüstü güçlerin varlığını ortaya çıkarmış ve düşünce tarihinde yönetici- tanrı benzetmesi, hiyerarşik varlık dizgesi, mitolojik ve dini düşünce alanının en somut simgelerinden birini oluşturmaya başlamıştır.

Homeros’un İlyada destanında aristokratik bir siyasal-toplumsal düşünüş savunulur. Örneğin feodal beylikler federasyonunun yöneticisi olarak görünen Agamemnon soyunu Zeus’a dayandırır. Öteki feodal beylerin de soylarını diğer tanrılara dayandırarak tanrı soylu olmakla öğündüklerini biliyoruz. Aristokratlar soylarını tanrılara dayandırdıkları gibi, yönetme hakkını ve yetkisini tanrılardan aldıklarını ve bu nedenle, doğuştan siyasal erdeme sahip olduklarını iddia ederler. Örneğin toplumu yönetme hakkını temsil eden asayı Zeus, Atreus’a vermiştir. Atreus da oğluna intikal ettirmiştir. Böylece asa ve yönetme erki silsile itibariyle Atreus soyundan gelen Agamemnon’a kadar gelmiştir: Homeros’a göre, ‘krallık yetkisi Zeus’dan gelir. Akıllı Zeus Kralları sever’. ‘ Her kafadan bir ses çıkarsa iyi olmaz. Bir tek kral olmalı, bir tek baş’ olmalıdır.

Antik Yunan’da aristokratik düzenin sarsılmasıyla birlikte, kent devleti yapısı ortaya çıkmaya başladı ve kentsoylular toplum yönetimine katılmak ve iktidara ortak olmak istediler. Siyasal yeteneklerin yalnızca aristokratlarda bulunduğunu, aristokratların tanrı soylu olduklarını söyleyen mitlerin doğruluklarından kuşkulanmaya başladılar. Kent soylular, demokratik anlayışın gelişmesi sürecinde bazı sitelerde iktidara ortak olmuşlar, bazı sitelerde de tek başına iktidara gelmişlerdir. Bu durumda eski mitler fiili olarak yaşanan olguları açıklamada yetersiz kalmaya başlamıştır. Dolayısıyla mitlere ters düşen olaylar ve gelişmeler karşısında İonia düşünürleri mitolojik açıklamalara, mitolojik dünya görüşüne karşı bir kuşku beslemeye başladılar. İonia düşünürleri mitolojik inançların doğal-toplumsal gerçeğe uygun olup olmadıklarını tartışmaya kalkmadılar, ancak her değişim sürecinde olduğu gibi, onları bir yana bırakarak, başta doğa olayları olmak üzere, olgu ve olayları farklı biçimde açıklamaya çalıştılar. Onlara göre, doğa ve toplum tanrıların kontrolü altında olsaydı, onların irade ve istekleri dışındaki bu gelişmeler, aritokrasiden demokrasiye geçiş yaşanamazdı. O halde bu durumu başka bir şekilde açıklamak gerekmektedir. Böylece evrenle ilgili açıklamalarda mitler değişmeye ve yerini temel nedenlere bağlı açıklamaya logos’a bırakmaya başlamıştır. Ancak, bu durum, mitlerin yok olması anlamına gelmemektedir.

İonia düşünürleri, yukarıda anlatılan nedenlerle doğrudan toplumsal, siyasal sorunlarla uğraşmayı daha sonra gelecek düşünürlere bırakarak, ’ mademki evrendeki olaylar tanrıların istekleri ve iradeleriyle oluşmuyor, bu olayların temelindeki gerçek nedir? Kendi kendine oluşan evrenin aslı, ana maddesi nedir?’ sorusuna mitolojik öykülerin dışında cevap aramışlardır.

İonia düşünürlerinden sonra siyasal-toplumsal sorunları ele alan Sofistler’ den Protagoras, önceki döneme ait tanrısal olduğuna inanılan ‘yasalar her şeyin kralıdır’ şeklindeki Pindaros’un aristokratik açıklamasına karşı, ‘insan her şeyin ölçüsüdür’ diyerek karşı bir görüş ileri sürer. Üstelik bu anlayışını yine mitik bir öykü yardımıyla sergiler:

‘Canlılar yaratıldıktan sonra onları donatma işi iki kardeş tanrıya, Prometheus ve Epimetheus’a verilir. Epimetheus, doğaya ve birbirlerine karşı korunmaları için hayvanlara bol bol post, diş, tırnak dağıtmaya başlar. Sıra insana gelince ona verecek bir şeyin kalmadığını dehşetle görür. Çıplak, yumuşak insan, eli önünde acıklı bir şekilde acıklı bir durumda bakınıp durmaktadır. Prometheus insanın imdadına yetişir. Olympos’a çıkıp tanrılardan ateşi, ateşin yardımıyla yapılan araçları, dolayısıyla zanaatları, çalarak hayvanlardan korunması ve kendini donatması için insana verir. Böylece insanlar

25

kendilerini, öteki hayvanlardan ve doğadan koruyabilecek duruma gelirler. Ama o zaman daha insanlar devlet bilgisine sahip olmadıkları için, kendilerini birbirlerinin saldırılarından koruyamazlar. Öyle ki, bu yüzden neredeyse yok olup gideceklerdir. Olympos’dan ateşi çalan Prometheus’a fena biçimde kızmış ve bilindiği biçimde cezalandırmış olmakla birlikte Zeus, insanların bu durumuna acır; yok olup gitmelerine gönlü razı olmaz. İnsanlar birbirini yiyip bitirmesinler diye, Hermes ile insanlara devlet bilgisini gönderir. Hermes bu bilgiyi, zanaatların bilgisinin belli kişilere verilişi gibi, bazı kişilere mi vereceğini, yoksa herkese mi dağıtacağını sorar. Zeus, onu bütün insanlara dağıtmasını söyler’.

Bu mit ile Protagoras, devlet bilgisinin tanrı soylu belirli bir sınıfa ait değil, tüm vatandaşlarda

bulunması gerektiğini belirterek, demokratik bir politika anlayışını dile getirmekte ve yeni dönemin

siyasal, toplumsal anlayışını yansıtmaktadır. Görüldüğü gibi, bugünün demokratik toplum ideali bile

kaynağını antik Yunan kültürüne kadar dayanmaktadır.

Böylece MÖ 6. yüzyıla kadar Yunanlılar doğa ve toplumun aynı güçler tarafından yönetildiğine

inanarak, toplumsal ve doğa olaylarının açıklamasını mitolojik tanrıların iradesine bağlayarak mitolojik

bir şekilde yapıyorlardı. Tarih MÖ 6. ve 5. yüzyılı gösterdiğinde, sorun evreni hangi güçlerin yönettiği

biçiminde değil, olayların nasıl cerayan ettiği şeklinde ortaya konulmaya başlanmış ve mitlerden felsefi

düşünceye geçiş aşamasına gelinmiştir. Felsefi düşünce döneminde, doğa, tanrıların iradesine bağlı

olmaktan çıkmasına rağmen, doğa ve toplum ayrı ve farklı dünyalar olarak değil, mitik dönemin eseri

olarak tek bir dünya olarak ele alınmaya ve algılanmaya devam etmiştir. Toplum ve doğanın aynı kural ve

yasalara bağlı olduğu görüşü geçerliliğini sürdürmüştür. Bu süreçte insan ve doğa farklılaştırılması, en

güçlü biçimde kişisel düzeyde Sokrates, siyasal düzeyde de Platon tarafından yapılmaya başlanmıştır.

Sonuç olarak, mitler inanma, anlamlandırma gibi, gerek insanın doğa karşısındaki etkinlikleri, gerekse

toplumsal kurum ve değerlerin inşasında bir referans alanı olarak insanlık tarihi boyunca varlığını devam

ettirmektedir. Ancak düşünce tarihinde bir inanç biçimi olarak mitlerin egemen ve yaygın olduğu dönem,

felsefi, dini ve bilimsel düşünce öncesi bir aşama olarak kabul edilir.

Mitik düşünce neleri konu etmektedir?

Mitik anlamda, insan da dahil, doğal ve toplumsal dünya, tanrıların iradeleriyle açıklanabilecek ve

dolayısıyla denetlenemez bir yapı arz eder. Başka bir ifadeyle, doğa ve toplum insanoğlunun yaratmadığı ve yasalarını kendisinin koymadığı ve asla değiştiremeyeceği bir dünya olduğu için, insan bunları ancak,

mitik inançlar aracılığıyla anlamaya çalışabilir. Doğa ve toplumun işleyişine ancak tanrılara yakınlığı olan özel meziyet ve yeteneklere sahip olan üstün özellikleri olan sanatkar kişiler aracılığıyla vakıf

olunabilir. Doğa ve toplumun değişmez nitelikte olduğunu kabul etmek, aynı zamanda insan tabiatının

değişmez niteliklerini hayatın temeli olarak almak demektir. Beden-ruh; eros- logos ayrımında, beden ve

erosun öne çıkışı söz konusudur.

Düşünce tarihinde yer alan ve çağımızda egemen olan doğal toplum modeli, insan hayatının içerdiği

etkinlikleri temelde pratik bir nitelik taşıdığı ve doğal zorunluluklardan kaynaklandığı görüşüne

dayanmaktadır. Toplum anlayışları da, insanın doğal ihtiyaçlarının karşılanması;insan doğasından

kaynaklanan doğal istek ve tutkuların tatmin edilmesi; doğal koşullara uyulması şeklinde

somutlaşmaktadır. Örneğin, Sofokles’in, bir çok tragedyasında olduğu gibi, Antigone tragedyasında

devlet yasaları ile Tanrıların kurallarının çatışması ve bunun sonucunda bireysel özgürlüge inanan

Antigone’nin otoriteye baş kaldırışı ele alınır.

Doğa, insan ve toplumun denetlenemeyeceği ve değiştirilemeyeceği görüşü, bir boyutuyla mitolojik

düşünme biçimine temel olur. Bu bağlamda, örneğin insanın, doğanın ve toplumun değiştirilemeyeceği

düşüncesine karşı, Orpheus’un, kurucusu olduğu söylenen mitik, mistik din anlayışı, reel dünyanın

dışında var olduğu düşünülen farklı bir aleme vurgu yaparak, değişim arayışını temsil eder. Nitekim

etkisini yüzyıllar boyu devam ettirir. Daha sonraki zamanlarda doğal toplum modeline karşı çıkacak olan,

Sokrates sonrası felsefe düşünce geleneği ve Hristiyanlık, sembolik toplum modelini esas alacaktır. Bu

anlayışa göre, insan ve toplum hayatının doğal zorunluluk ve itkilere, pratik etkinlik ve mantığa

26

indirgenmesi doğru bir yaklaşım içermez. Çünkü, dünya bilginin dışında var olmasına rağmen, bilgi

aracılığıyla dışarıdaki dünyanın düzeni kurulur.

Bu bağlamda mitolojik düşünce, ‘giriş’ kısmında da bahsedildiği üzere, ilk olarak, insanın hayatın

içinde deneyimlediği olgu ve olaylar silsilesine göndermede bulunan benzetmelere ve analojiye dayanan

bir düşünme biçimidir. Örneğin, ‘güneşin batması ile insan hayatının geçiciliği’ arasında kurulan ilgi

analojiktir. Tümevarımcı ve tümdengelimci değildir. Bu düşünüşte doğa güçleri canlı varlıklar(tanrılar),

insan-doğa, insan-insan ilişkileri ve doğal-toplumsal olaylar onların düşünce ve eylemlerinin ürünü kabul

edilerek, mitlerle açıklanmaya çalışılır.

İkinci olarak, mitolojik düşünce edilgen bir düşünme biçimidir. Doğal ve toplumsal olaylar, insan

iradesinin dışında, denetlenebilir olaylar değildir. Tanrıların doğa ve insanla ilişkileri, onların sahip

olduğu güç ve atfedilen mitik özellikler itibariyle iyilik-kötülük ekseninde gelişir ve rastlantısaldır. İnsana

düşen bunları olduğu gibi kabul etmektir. Trajedya, komedya örnekleri, tanrıların doğa ve insanlarla ilgili

eylemlerinin insan için rastlantısallığından ve bilinemezliğinden kaynaklanan birer yazgı ürünü olarak

kabul edilir.

Üçüncü olarak, insan biçimcidir. Tanrılar ve onların doğa ve toplumla ilişkileri, tek tanrılı dinlerdeki

gibi insanlara bildirilen, sabit, değişmez inanç ilkelerine değil, insani algı, arzu, istek ve deneyimlere

dayalı, insan kaynaklı hayali ve kurgusal öykülerden oluşmaktadır. Örneğin göğü ve yüceliği temsil eden

tanrı (Zeus) bile gökyüzünde değil, uludağ anlamına gelen Olympos dağına yerleştirilir. İnsanlar gibi

yerler, içerler, evlenirler, çocuk sahibi olurlar, gülerler, kızarlar, kısaca insan tasavvur ve tahayyülüne

dayalı, çeşitli canlıların özelliklerine sahip somutlaştırılmış doğaüstü varlıklardır.

Bu yüzden, dördüncü olarak, mitolojik düşünce tek bir formata sahip değildir, çoğul bir yapıya sahiptir. Mitolojik öyküler, sadece Antik Yunan ve Roma’ya ait değildir. Çin, Hind, Japon, İran, Türk, Aztek vs. pek çok toplum ve kültürün ürünüdür. Tarihte farklı mitler arasında yer yer etkileşim ve karşılaşmalar söz konusudur. Ayrıca çok sayıda kent devletine ayrılmış olan Yunanistan'ın her bölgesi bile kendi yerli mitini yaratmıştır. Efsane oluşturma Roma döneminde de devam etmiş, Roma, Yunan mitolojisinden etkilenerek kendi din ve mitolojisini kurmuştur. Romalılar, Yunan tanrılarını kendi tanrılarıyla bir tutarak isimlerini değiştirerek, efsanelerinin kimini benimsemiş, kimini atmış ve kimini de yerli efsaneleriyle karıştırmıştır.

MİTOLOJİNİN İŞLEVLERİ Mitler’in işlevleri dört ana noktada toparlanabilir. İlk olarak, mitler, evrenin ürpertici ve bağlayıcı bir

gizem’e sahip olduğunu -mysterium tremendum et fascinans- insan bilincine yansıtmaktadır. Kendisi

aracılığıyla evrende varolan ve gerçekleşen herşeyin olduğu gibi kabul edilmesini sağlamaktadır: Evren

ve içinde barındırdığı varlıklar alemi, birbiriyle bağlantısız ve anlamsız değildir.

İkinci olarak, mitler, insana hayatı, olayları ve insanın geleceğine ait yorumlayıcı-izah edici bütüncül

bir imge geliştirmekte ve sunmaktadır. Örneğin Shakespeare’in sanatın işlevine dair yaptığı açıklama,

insan perspektifinden ‘doğayı olduğu gibi gösterecek aynayı tutmak’ şeklindeki ifadesi, aslında bir

bakıma mitolojinin işlevini hatırlatmaktadır. Bu mit kaynaklı yaklaşım, modern düşünce ve sanat anlayışı tarafından da kabul görmektedir. Mitler, uyanan insan bilincini kendini besleyen kaynakların gücüne

devamlı tekrarlanan olaylarla inandırma işlevi görmektedir.

Üçüncü olarak, mitler, oluşturduğu inançlar ile doğa karşısında ve toplumda görece istikrarlı ve ahlaki

bir düzeni savunmaktadır. İnsanı doğa yahut coğrafya ve tarihle koşullanmış toplumsal grubunun

gereksinimlerine göre biçimlendirir. Bu biçimlenme doğal, biyolojik ortamdan gerçek bir kopuş haline

gelebilir. Örneğin bazı inançlar, adaklar, kurbanlar, çizmeler, kesmeler, dövmeler ve benzeri ritüeller,

insan bedenini basit, doğal halinden daha kapsamlı, daha uzun süreli kültürel bir gövdeye üye yapmanın

toplumsal yolları ve ürünleridir. Bu yolla birey toplumsal olanın organı haline gelir. İnsanın zihni ve

duyguları buna denk düşen bir mitsel inançla sabitlenir. Sonuç olarak, her ne kadar kaynakları doğal

olanla bir şekilde bağlantılı olsa da, insan ilişkileri toplumsal olarak kurgulanır ve üretilir. Böylece

toplumsal hayatın devamlılığı korunmuş olur. Örneğin Hindistan’da kast düzeninin oluşumu,

reenkarnasyon, Sati ritüeli ve mitik arka planı birbirini besleyen sürekliliklerdir. “Sati, eski bir Hindu adetidir. Ölmüş kocasının cesedinin yığılmış odunlarla yakılması esnasında, dul kalan eşi ateşin içine

27

canlı olarak atlayarak kocasının cesediyle birlikte kendisini de yakmasıdır. Toplumsal olarak kabul gören

ve ritüel olarak da onaylanan bu davranışla, kadın, aileye sadakati, dul bir kadının ailesi için ne büyük

bir onur kaynağı olduğunu göstermiş ve ölüm sonrası kendisinin daha üst bir varlık konumuna

yükseltileceği inancına uygun davranmış olmaktadır.”

Farklı toplum ve uygarlıkların uzun tarih içinde yükselmesi-yıkılması, onları destekleyen mitik

yasaların döngüsel zaman içinde insani yazgı bakımından ikna ediciliğinin işlevi olarak

değerlendirilebilir. Çünkü uygarlıkları harekete geçirici, kurucu ve dönüştürücü olan otorite değil, ortak

inançlardan alınan esindir. Mitsel inançlar, toplumlara aksiyoner ruh üfleyen bir simgeler

organizasyonudur. Örneğin Türk tarihindeki “Ergenokon’dan Çıkış” efsanesi, kökenci bir var oluşun

mitolojik ilham kaynağıdır.

Bu simge ve sembollerin önemini somut biçimde izah etmek her zaman olası değildir. Bir esin

kaynağı olarak simge ve sembollerden tarihin belli dönemlerinde ihtiyaç duyulan mesaj üretilir, toplumsal

ilişkiler yeniden düzenlenir. Böylelikle simgesel kaynaktan yeniden üretilen mesaj sayesinde insanlar,

hem yeni bir toplumsal düzen kurmayı başarır, hem de inanılan değerlerle uyumlu bir deneyim yaşama

imkanına sahip olabilir. Özellikle döngüsel mitolojik-dini zaman anlayışı doğrultusunda toplumsal çöküş ve yükseliş zamanları, anlamını mitik anlatı ve efsanelerden alır. Çünkü insan deneyimi tekrarlanabilir

şeylerdir.

Mitlerin dördüncü en canlı, önemli işlevi, insanın evren ve toplumsal dünya içindeki yeri ve anlamıyla

ilgilidir. İnsan kendi var oluş anlamını, doğal ve toplumsal çevresinde bulabilmektedir. İnsan, mitler

vasıtasıyla sırasıyla kendisiyle -mikro-kozmos-, ürettiği kültürüyle -mezo-kozmos-, ilişkili olduğu evrenle

–makro-kozmos- ve her şeyin ötesinde yaratıcı tanrısal güç ve irade ile uyum içinde yaşamayı

öğrenmektedir. Örneğin insan türünün iki cinsi olan erkek ve kadın arasındaki bitimsiz öne çıkma yarışını Hint mitolojisinden bir öykü ile anlaşılır kılmak mümkündür.

‘Tanrı, yaprağın hafifliğini, ceylanın bakışını, güneş ışığının kıvancını, sisin gözyaşını aldı; rüzgarın

kararsızlığını, tavşanın ürkekliğini buna ekledi. Onların üzerine kıymetli taşların sertliğini, balın tadını,

kaplanın yırtıcılığını, ateşin yakıcılığını, kışın soğuğunu, saksağanın gevezeliğini, kumrunun sevgisini

kattı. Bütün bunları karıştırdı, eritti ve kadın yaptı. Yarattığı kadını erkeğe armağan etti’.

‘Tanrı kaplumbağanın yavaşlığını, boğanın bakışını, fırtına bulutlarının kasvetini, tilkinin

kurnazlığını, boranın dehşetini aldı; sülüğün yapışkanlığını, kedinin nankörlüğünü, hindinin kabarışını, gergedan derisinin sertliğini onlara ekledi. Bunların üzerine ayının kabalığını, bukalemunun

şıpsevdiliğini, sivrisineğin vızıltısını kattı ve erkeği yarattı. Yarattığı erkeği, adam etsin diye kadına

verdi.’

DİN, DİNLER VE DİNİ DÜŞÜNCE Din Din etimolojik olarak, Arapça ‘usul, adet, tutulan yol, ve huy’ anlamına gelirken, eski Yunanca’da ‘korku

ile karışık sevgi ve saygı’ anlamına gelmektedir. Rudolf Otto ise, dini ‘korkutucu, büyüleyici sır’ olarak

tarif etmekte ve bu tanımın öne çıkan iki özelliğine vurgu yapmaktadır: Esrarengiz ve kutsal İnsan ile

Tanrı’yı birleştirme anlamına gelen religare, evreni ve yaşamı meydana getiren sebep ya da insanları bir

araya getiren kutsal sebep anlamına gelmektedir.

Dinin anlaşılması, ilk etapta bizleri zorunlu olarak tanımlardan başlamaya götürür. Din tanımları bir

önceki bölümde verildiği için, tanımlar konusuna girmeksizin, genel bir tanımı esas alarak din konusu ele

alınabilir. Çünkü, her hangi bir din tarifi, dinin kendisi hakkında tam bir formel tanım içerdiği kadar, belli

bir teorik perspektifi de içerdiğinden, dinin anlaşılması tanımlarla başlar.

Geertz, dini konuyu açmamıza yardımcı olacak şekilde tanımlamaktadır: ‘İnsanlar üzerinde genel bir

varlık nizamının kavramlarıyla formüle edilen ve bu kavramlar aracılığıyla gerçeğe son derece uygun

motivasyonlar ve öğretilerle bağlantılı bir ruh halini örtüştüren, kapsamlı bir otorite hakimiyeti

sağlayan semboller sistemidir’. Bir dinin inanç ilkeleri, toplum hayatında davranış ve eylemlere sinmiş

28

olarak bulunduğundan insanlar arasında ortak iletişim ve etkileşimi sağlamak için din, sembollere

bürünmüş olarak görünür. Bu yüzden, toplum hayatında etkili olan inançları, geri planında inançların

yattığı semboller üzerinden okuyabiliriz. Örneğin, ilk dikkati çeken dini sembollerden bazıları şunlardır:

İslam’daki ‘kelime-i şehadet, ezan, cami’; hristiyanlık’daki ‘teslis, vaftiz, haç ve istavroz çıkarma, kilise’;

Yahudilik’deki ‘ yedi kollu şamdan , kipa ve havra’ gibi.

Geertz’in verilen tanımı, ortak vurguları içeren Berger ve Bellah’ın tanımlarıyla da örtüşmektedir .

Din, ‘yüce, hürmete şayan ve kutsal olarak kabul edilebilecek bir geçerlilik kavramı tarafından yaratılan sonsuzluk duygusu ve bu duyguyu anlamlandırmayı sağlayan kavramsallaştırılmış bir kültürel sistemdir’. Bu kavramlar, ‘insanların hayatları boyunca kullandıkları sembollerle inşa ettikleri realitelerden üretilir’. Semboller, objeleri, hareket tarzını, ifadeleri ve sosyal davranışlara içkin olan anlamlandırılmış somut olayları içerir. Sembollere, insan hayatının bütünlüğünün sağlanması, hayatın anlamı ve amacı

hakkındaki sorulara cevap vermesi, gündelik hayatın sınırı içinde karşılaşılan büyük acı ve vecd

deneyimlerinin yorumlanması için ihtiyaç vardır.

Dinin mahiyeti söz konusu olduğunda ise, inanç ve pratiklerde çeşitlilik söz konusu olduğu için, ortak

bir noktada buluşmak her zaman kolay gözükmemektedir. Hiç şüphesiz aynı zamanda bir sosyal kurum

özelliği taşıyan din, her topluma uygun bir yorum ve bünyeye sahip olmaktadır. Dinin toplumla olan

münasebeti de bu yüzden sanıldığı kadar kesin veya tek taraflı değildir. Başta tanrı anlayışı olmak üzere,

inanç ve ibadet ilkeleri, hayata bakış açıları ve hayata kattığı yorumlar birbirinden farklılıklar arz

etmektedir. Örneğin, sosyal organizasyon bakımından gelişmiş bir toplumda çok tanrılı bir din hüküm

sürerken, gelişmemiş veya gelişmekte olan bir toplumda tek tanrı inancı görülebilmektedir.

Yine dinler, ilahi dinler gibi, tek tanrılılıkla özdeşleştirilmemelidir. Zira dinlerde birçok ilah anlayışı ve kavrayışı vardır. Bazılarında ise hiç tanrı yoktur. Diğer taraftan din, ilahi olsun olmasın toplumsal

etkileri de çok çeşitlidir. Bazı dinler hayatın tamamını kuşatıcı ilkeler sunarken, bu husus bazı dinlere

yabancı gelen bir düşüncedir. Sözgelimi, Eski Yunan’da tanrılar insanın ne yaptığı ile çok az ilgilidir.

Çeşitli düzeydeki farklılıklara rağmen, bütün inanç sistemlerinin kendi içinde tutarlı bir hayat anlayışı ve

disiplini sunduğu söylenebilir.

Tek tanrılı dinlerde Adem ve Havva istiaresi insanın kökenini açıklar. Hayatın başlangıcını yaratılışla

başlatır. Her dinin aynı inancı paylaşması söz konusu değildir. Tarihte ve modern zamanlarda hayatın

başlangıcını, evrim gibi, yaratma dışında başka türlü açıklayan düşünce ve bilgi sistemleri vardır.

Bütün dinler duyular dünyasının ötesinde, Tanrı, melek, cennet, cehennem gibi doğaüstü varlık ve

özelliklere olan inancı paylaşmaz. Örneğin Konfüçyanizm, yeryüzündeki doğal uyumu kabul etmekle

birlikte, onun arkasında yatan hakikatleri araştırmayla ilgilenmemektedir.

Dini inanç sistemleri farklı şekilde tasnif edilmektedir. Bu konuda daha sistematik ve geniş bilgiye

dinler tarihi ve din sosyolojisi kaynaklarından ulaşılabilir. Ayrıca her dinin kendisini anlatan kaynak

eserlere müracaat edilerek, her bir dinin ortaya koyduğu ilkelere, doğru bilgisine ulaşılabilir.

Bilimsel disiplinlere göre dinler, evrimci, pozitivist, hümanist dinler; animist, naturalist, totemist

dinler; düalist ve monist dinler; Musevilik, Hristiyanlık ve İslamiyet ilahi dinler; Hinduizm, Budizm,

Konfüçyanizm ve Taoizm Uzak Doğu dinleri olarak tasnif edilir. Başka bir tasnife göre, milli (Yahudilik)

veya evrensel (İslam, Hristiyanlık) dinler şeklinde yapılmaktadır.

İlahi dinleri merkeze alan tasnife göre ise, tek tanrılı-tevhide dayalı-, çok tanrılı- putperest- veya hak

ve batıl dinler olarak tasnif edilir. Bu tasnif her bir ilahi dinin kendi iman esaslarını, kutsal kitaplarını,

peygamberlerin geliş sırasını merkeze alarak yaptığı bir bölümlemedir. Şüphesiz, bir inanç sistemi olarak

her bir din kendi bakış açısına göre değerli ve anlamlıdır. Bu manada sadece ateizmi ve

agnostisizmi(bilinemezcilik) dışta bırakacak olursak, her bir insanın var oluşuna ve hayatına anlam katan

inanç bağlısına göre doğru bir dindir. Çağımız dünya değerleri içinde bir dine inanma ve bu inancın

gereklerini yerine getirme, temel haklar ve özgürlükler içinde en temel değer olarak kabul edilmektedir.

Bu bağlamda bütün dinlere saygılı olmak gerekmektedir. Çünkü bu haklar içinde bir dine inanmama

hakkı da mevcuttur.

29

Bütün çeşitliliğine rağmen, dinlerdeki ortak özellikler şöyle sıralanabilir: inanç, ibadet, duygu, bilgi ve

etki boyutu.

Din, inanç kaynaklı bir dizi simge, sembole sahiptir; Müslümanlıkta kelime-i şehadet getirmek, Hristiyanlıkta vaftiz olmak gibi. Bir takım temel inançlara, iman esaslarına dayanmayan bir din tasavvur edilemez. Her din, inanç ilkelerinden belli bir sistem kurar ve mensuplarından bunlara inanmalarını ister. Ayrıca inanç boyutu dinlerin temelini oluşturur. İnançlar olmadan din de olamaz.

Daha önce ifade ettiğimiz gibi, saygıyla karışık bir korku duygusu uyandıran bu ilkeler, simge ve semboller, dini ayin ve ritüellerle bağlantılıdır. Putperestlikten tek Tanrı inancına kadar geniş bir yelpazede, inanılan ve itaat edilen bir varlık her dinde mutlaka vardır. Ancak tanrı anlayışları her dinin bağlılarının dini tecrübesine göre oldukça farklılaşmaktadır. Örneğin, tanrı olmadıkları halde, insanlar nezdinde yüksek saygı ve itaat derecesine ulaşmış insan yahut tartışmalı olsa da peygamber figürleri vardır. Buda ve Konfüçyüs bu tip inançları temsil etmektedir.

Dinin pratik boyutu, aynı inanca mensup olan insanların yerine getirdikleri bütün dini pratikleri içine

alır. Buna amel boyutu da denir. Tanrı inancında olduğu gibi, ibadet, ayin ve törenler de dinlerde çok

çeşitlilik arz eder. İbadet ve ayinler dua etmekten başlayıp, belli zaman ve yerlerde toplu ibadetler yapma,

çeşitli şarkı ve ilahiler söyleme, dine göre yapılması serbest ve yasak olan fiiller, yenilmesi helal veya

haram olan gıdalar, kılık-kıyafet tarzlarına kadar gündelik hayatın her boyutunda çeşitli usul ve şekiller

altında yapılır. Bunlar gündelik hayatın sıradan alışkanlık ve eylemlerinden farklı bir hava içerisinde

gerçekleşir. Örneğin Tanrı için yakılan bir mum, aydınlanmak amacıyla yakılan mumdan farklı bir anlam

taşır. Bu anlamda dinlerde belli zamanlarda, ibadet, ayin ve törenler için düzenlenmiş özel mekanlar

vardır. Havra, kilise, cami gibi ibadethaneler, dinlere göre özel anlamları olan merkezi yapılardır.

Buralarda yapılan ayin ve ibadetlere profesyonel din adamları rehberlik eder. İnsan ilişkilerinin

düzenlenmesi için değer üretir. Dinin ibadet boyutu, onun sosyolojik boyutunu da içermektedir. Her din

bağılıları arasında toplumsal ilişkiler kurmak ve bu ilişkileri sürekli tutacak yapılanmalara gitmek

durumundadır. Böylece bireyleri birbirine bağlayarak, onların toplumsallaşmasına önemli katkılar sağlar.

Çünkü insan yaratılışı gereği, toplum halinde yaşayan bir varlıktır.

Dinin tecrübe-duygu boyutu, dindar bir insanın dinin tecrübi esaslarını, hayatının her hangi bir döneminde veya devamlı olarak yaşadığı ve kendi dünyasında bu tecrübeye katıldığı düşünülür. Bu katılımın derecesi ve şekli bireysel ve dinsel farklılıklara göre değişebilir. Dinin bu boyutu, çoğunlukla ümit, korku, huşu, vecd hali, mutluluk ve huzur bulma şeklinde tezahürlere sahiptir.

Dinin bilgi boyutuyla, bütün dinler inananlarından asgari düzeyde de olsa bilmelerini istediği inanç ilkesi ve kutsal metinlerin olduğu düşünülür.

Dini etki boyutu, diğer bütün boyutlarını kapsayan bir niteliğe sahiptir. Bir dinin dünyevi sonuçlarını gösterir. İnsanların neleri yapmaları, yapmamaları gerekir? Nelerden kaçınmaları gerekmektedir? İnsanlar dünyevi durumlar karşısında tavır alırken hangi zihniyete, bakış açısına sahip olmalıdır?

Dinlerin genel ve özel hususiyetleri hakkında daha geniş bilgi için Gustav Mensching’in “Dini Sosyoloji” (2004) adlı kitabını okuyabilirsiniz.

Dinin Anlam ve Önemi Dinin anlam ve öneminin bilinmesi, her şeyden, önce din fenomeninin genel özelliklerinin tanınmasını

gerektirir. Dinin anlaşılması hususunda ana sorun, dinlerin anlaşılmasını sağlayacak tanımların çeşitliliği

ve dinin toplumsal şartlarla ilişkisi hakkındaki varsayımlardır. Din ve toplum ilişkisinde, bakış açısına

göre, bazen dini, bazen de toplumsal ve insani özellikler öne çıkarılmaktadır. Bunun sebebi, toplumsal

yapı organizasyonlarında olduğu kadar, dinlerin öğreti ve pratiklerinde öne çıkan farklılık ve çok

boyutluluktur. Din ve toplum konusu ele alınırken doğal olarak çok boyutlu bir bakış açısına sahip olmak

gereklidir. Bu bağlamda, dinin anlam ve öneminin dile getirilebilmesi için kaçınılmaz olarak toplum

yapıları hakkında ve özellikle insan tabiatı hakkında öne sürülen bazı varsayımların bilinmesi gereklidir.

Bu konuda bilinen ilk varsayım, insanın ‘inanan bir varlık’, yani ‘homo-religious’ olmasıdır. Bunun tam

karşıtı varsayım ise, dinlerin ortaya çıkışını insanlığın ‘sürçme’si, ‘yanılsaması’ ya da ‘halkın afyonu’ olarak gören varsayımdır.

30

Doğaüstü inançlardan başlayarak, mitlerden dine, çok tanrılı dinlerden tek bir Tanrı’ya imana kadar

farklı tezahürlere sahip olan inanç alanı, adeta görünen ile görünmeyen, fizik dünya ve metafizik dünya

arasında bağlantıyı kuran bir köprüdür. İman, kendi bedeninin sınırlılığıyla yetinmeyen insanın iki

dünyanın bilgisini ve seyrini bir inanç etrafında birleştirerek, iki dünyayı kendisi için anlaşılabilir kılan

bir yoldur. Hristiyan inancında, Papa Pontifex’in ismi, bu sebeple ‘köprücü’ anlamına gelmektedir. İnsan

bu özelliğiyle diğer varlıklardan ayrılmaktadır. Din, sadece insanlar için vardır.

İnsanlığın yeryüzündeki ilk edimleri ile başlayan ve farklı şeylere inanma biçimine tezahür eden

inanma eylemi, tarihin seyri içinde farklı din ve inançlar şeklinde devam ede gelmiştir. Tarihsel birikim

göz önüne alındığında, ilk çağlardan zamanımıza kadar insan eylemlerinin gösterdiği tezahürler arasında,

en yaygın ve etkili olan din olayı, insanlık var oldukça devam edeceğe benzemektedir. Çünkü insanlar,

bilimsel anlamda ispat edilemeyen veya gerçekten yanlışlanamayan var oluşsal meseleleri, dini inançları

kaynak göstererek varlık dünyası içinde kendine anlamlı bir yer bulmaya çalışmaktadır. Yine insanlık

tarihinde mitolojiden dine, çok tanrılı dinlerden tek tanrılı dinlere, hak veya batıl olarak tanımlanması

farketmeksizin, birçok dine inanma, Tanrı’ya ibadet etme eylemi mevcuttur. Bu dinler aracılığıyla kültür

ve medeniyetler inşa edilmiştir. Ancak zaman içinde, insanın bir dine olan bağlılığının azalması ve

artması söz konusu olmakla birlikte, insanın inanma ihtiyacı ve bu ihtiyaca cevap veren bir din veya inanç

sistemi ihtiyacı bütün zamanlarda açıkça görülmektedir.

İnsanlar yeryüzünde bir bitki yahut hayvan gibi, doğum ve ölüm arasında sıkışıp kalmaktan kurtularak

sonsuzluk arzusu içindedir. Doğanın kör kuvvetleri ve hayatın insanlara sunduğu eşitsiz şartlara karşı, hak

ve adalet vadeden bir düzen istemektedir. Böyle bir düzeni de dinden başka bir yerde bulmak mümkün

olmamaktadır.

Yeryüzünde yaygın olan ve bağlıları bulunan birçok din ve inanç sistemleri vardır; bu din ve inanç

sistemlerinin ortaya koyduğu esasların evren hakkında sunduğu inançlar bir birine karşıt olabilir. Bunların

aynı anda doğru olması kabul edilebilir olmamakla birlikte, dünyadaki her insan modern üniversitelerde

öğrenim görse, hatta bunlara devamlı din karşıtlığı öğretilse dahi, insanların dinden vaz geçebileceğini

söylemek kolay değildir. Tarihte birçok insan ve insan gruplarının bilgisiz yaşadıkları görülmüştür, ama

hiç birinin dinsiz yaşadığı görülmemiştir. Bir inanç sistemi olarak dinin, tarihin bütün dönemlerinde insan

ve onun oluşturduğu toplum hayatı için zorunlu bir ihtiyaç olduğunu söylemek her halde yanlış değildir.

Modern dünyada ideolojik görüşlerin gittikçe zayıflaması ve insanların yeni dini arayışlar içine girmesi

boşuna değildir.

Geleneksel toplumlarda din genellikle toplum yapısının merkezinde yer alır. Dinsel simge ve ayinler,

toplumun maddi ve manevi kültürü ile -müzik, resim, hat, oymacılık, sema, menkıbe/öykü anlatımı ve

edebiyat- iç içe gelişmiştir. Bilim ve teknolojinin gelişmesiyle birlikte, dine ve inanca karşılık bilimin

rehberliğini, aklın öncülüğünü öne çıkaran modern, seküler toplumlarda, büyünün, mitolojinin veya dinin,

kısaca doğaüstü inanç ve uygulamaların gittikçe ortadan kalktığı/kalkacağı varsayılıyordu. Ancak doğal

ve toplumsal şarlardan kaynaklanan güvensiz ve zor durumlarda, bir insani sorun ve tehlike anında

Tanrı’ya sığınma ve yardım talep etme yanında, büyüye benzeyen boş, batıl inançlar bile hala

yaygınlığını sürdürmektedir. Özellikle tehlikeli işlerde çalışanlar ya da şans faktörünün başarılı olmada

önemli olduğu meslek ve iş alanlarında faaliyet gösteren kişiler, madenciler, balıkçılar ya da sporcular

gibi, normal şartlarda boş inanç kabul edilen itikat ve uygulamalara başvurabilmektedir. Örneğin,

animistik biçimde, bir tenis oyuncusu büyük ve önemli maçlar öncesinde, uğur getirir inancıyla, hep aynı

yüzüğü parmağına takmakta ısrar edebilmektedir. Büyü, astroloji, uğur, uğursuzluk veya okültizmden

miras kalan inanışlar, insan hayatında etkili olabilmektedir. Benzer şekilde totemizmi andıran çeşitli bitki

ve hayvan motiflerinden oluşan simge ve semboller, ticari firmalarda ve grup kimliği ve aidiyetini

pekiştireceği inancı ile spor kulüplerinde amblem olarak kullanılmaktadır.

Modern insanın dinler karşısında alması gereken tutum ve tavrı şu iki tarihi örnek çok güzel

anlatmaktadır.

İngiliz filozofu Bertrand Russell bir tarihte cezaevine gönderilir. Hatıralarında anlattığına göre,

başgardiyan Russell’ın kimlik bilgilerini tespit etmek için, ‘hangi dindensiniz?’ diye sorar. Filozof

31

Russell, ‘ben agnostikim’ deyince, agnostisizmin ne anlama geldiğini bilmeyen gardiyan şu karşılığı verir: ‘pekala, nasıl olsa bütün dinler aynı kapıya çıkar’.

On yedinci yüzyıl sonlarında, kendisine Hristiyanlık teklif eden Fransız misyonerlerine o zamanki

Siyam Kralı’nın şu cevabı verdiği rivayet edilir. ‘Tanrı, bütün dünyada tek bir dinin hakim olmasını

isteseydi, bunu kolayca yapabilirdi. Ama O, birbirinden farklı pek çok dinlere müsamaha gösterdiğine

göre, anlaşılıyor ki, her biri kendi yolunda ibadet eden çok sayıda kullarının varlığından gayet

memnundur’.

Din ve toplum konusunu ayrıntılı öğrenmek için Phil Zuckerman’ın “Din Sosyolojisine Giriş” (2006) kitabını okuyabilirsiniz.

Tarihte dinsiz bir toplumun olmaması neyi ifade eder?

Dinin İşlevleri

Sosyolojik, psikolojik ve antropolojik açıdan bakılınca, din, toplumda oldukça çok işlevlere sahiptir. Her

şeyden once, din, yaşanılan hayatı ve fizik dünyayı açıklamaya hizmet eder. Bu konuda salt açıklama

yeterli değildir; açıklamanın aynı zaman da anlamlı ve tatmin edici olması gereklidir. Dinlerin makul ve

anlamlı cevaplar verdiği muhtemel sorular şunlardır: Evren nasıl ve niçin yaratıldı? Dünya ve güneş nasıl ve niçin yaratıldı? Bitkiler ve hayvanlar nasıl ve niçin meydana geldi? İlk insan nasıl ve niçin yaratıldı? Yeryüzünde hayat nasıl başladı? Bu tip sorulara -bilimsel anlamda doğru veya yanlış kabul edilsin

edilmesin, en anlamlı cevaplar dinlerde bulunabilmektedir. Bu konudaki sorulara, farklılıklar olsa da,

öncelik sırasına göre başta Kitab-ı Mukaddes’in Tekvin Babı’nda (1-4) olmak üzere ve İncil ve Kur’an-ı

Kerim’de bazı temel bilgiler verilmektedir.

‘Gökleri ve yeri yoktan var eden O’dur. Allah bir şeyi yaratmak isteyince, ona sadece ‘ol!’der, o da hemen oluverir’. Bakara/117

‘O Allah’dır ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra emir ve iradesini göklere yöneltti ve onları iç içe yedi tabakadan oluşan, yedi kat gök şeklinde mükemmel bir ölçüyle düzenledi. Hiç kuşkusuz O, her şeyi en iyi bilendir’. Bakara/29

Din hayatta karşılaşılan ve insan zihninde önemli yer işgal eden ölümcül soruların cevabını verir.

Onlarla başa çıkma ve üstesinden gelmeye yardım eder. Hemen herkesin cevap aradığı, üstesinden

gelmek istediği sorular vardır: ‘Ben kimim?’, ‘ben niçin buradayım?’, ‘benim yaşamaktaki amacım

nedir?’, ‘öldüğümüz zaman ne olacak?’

Din, kendisiyle birlikte oluşan kültürün olduğu kadar, hayatın üzerinde inşa edileceği temel değer ve

esasları ortaya koyar.

‘…Oysa siz ölü idiniz de, size hayat verdi. Ölü bir topraktan şu canlı bedeninizi yarattı. Sonra sizi öldürecek, sonra yeniden diriltecek ve sonunda yaptıklarınızın hesabını vermek üzere, O’na döndürüleceksiniz’. Bakara/28.

Din, aynı zamanda, hayatın belirsizliklerini en aza indirme ve kontrol etmeyi temin eder. Belirsizlik

kavramı, dinin cevap vermeye çalıştığı hayatın ‘büyük problemler’i düşüncesiyle bağlantılıdır. Din böyle

devasa problemlere cevap üretme teşebbüsüyle, insanların ‘bilme ihtiyacı’nı karşılar. Böylece insanların

hayat hakkında yaşadığı belirsizliklere karşı bazı çareler önerir. Bununla birlikte, unutulmaması gereken

nokta, dinin önerdiği cevaplar içinde en önemli kavram, ‘iman’dır. Bu iman sayesinde insanlar, fiziksel

alemde somut bir delilin olup olmadığına bakmaksızın bazı şeylere inanır. Çünkü din bir bilgi sistemi

değildir. Çağlar boyunca, bir dine inanmanın insanlığa sağladığı olumlu katkı veya olumsuzluklar

tartışılırken, bu husus göz önünden kaçırılmaktadır. Ancak din ile dünya arasındaki bağın sarsıldığı, olan

biteni anlamlandırmada kriz dönemleri olmuştur.

32

Örneğin on dördüncü yüzyıl İtalyan şair ve filozofu Dante, erdemler ve din hakkında eleştirel yazılar

yazarken, on dokuzuncu yüzyıl Alman filozofu Nietzsche, sadece imana dayalı dogmatik bir ahlaki kodu

kabul etmenin yalnızca mantık dışılık değil, aynı zamanda insan potansiyelini sınırlamak olduğunu

söylemektedir.

Buna karşılık Fransız sosyolog Emile Durkheim ise, bunlara ilave olarak, dinin hayata karşı eşsiz bir

cevap sunduğunu ve bu cevabın toplumda ortak olarak paylaşılan inançlar yoluyla sosyal birlik ve

dayanışmayı sağladığını söyledi. Böylece, bir bakıma, din bir inanç sistemi olarak toplumsal birlik ve

bütünleşmeye hizmet etmektedir. Bir sosyal grubun yeteneği paylaşılan ortak inançlarla etkileşim

başarısına bağlı olmakta ve sosyal kontrolü sağlanması da bu inançlar sayesinde gerçekleşmektedir.

Din, gruplar halinde yaşayan insanların grup içinde paylaşılan ortak inançlar dolayısıyla kendi

kimliklerini tanımlamasını sağlar ve ortak bir dünya görüşünün grup tarafından paylaşılma ortamını

hazırlar.

Yukarıda sayılan işlevlere ilave olarak, din bir kimlik inşa ederek, insanları potansiyel olarak biz ve

öteki olarak tanımlar. Avrupa’da Katolik ve Protestan Hristiyanlar arasında yüzlerce yıl devam eden din

savaşları, İslam dünyasındaki siyasi ve Şii-Sünni mezhepler arasındaki çatışma ve savaşlar kimlik

tanımlamalarının eseridir. Dinlerin savaş ve çatışmaya alet edilmesi, dinlerin evrenselci yorumlarının

zayıfladığı veya dış dünyayı anlamlandırma işlevini kaybetmeye başladığı zamanlarda ortaya

çıkmaktadır. Toplumsal gelişme ve değişmeye bağlı olarak, değişen dünyaya değişmeyen tepkiler

vermek, din ve değişim sorununun ehemmiyetini de ortaya koymaktadır. Bu tip olumsuz işlevlerine

rağmen, dinin evrensellik vurgusu sayesinde çatışmaları yatıştırıcı ve yeryüzü barışına olan katkısını

unutmamak gereklidir: Bütün insanlar, Adem ve Havva’nın çocuklarıdır. Dinlerin en evrensel

mesajlarından biri budur. Ve ‘Dinde zorlama yoktur’.

Bu konuda daha ileri okuma için Georges Corm’un “Yirminci Yüzyılda Din Sorunu” (2010) isimli kitabı okuyabilirsiniz.

Dinin en önemli işlevi nedir?

Son olarak, Amerikan antropolog Clifford J. Geertz’e göre, din, bir anlam dünyası sunar. Geertz, dinin

insanın hayatını nasıl sürdüreceğine, yaşayacağına dair bir model sunduğunu söyler. Bu açıdan din

bireylere gündelik hayatı nasıl sürdürmesi gerektiğini gösterir. Peygamberlerin ve din ulularının söz, fiil

ve eylemlerini örnek almak suretiyle, insanlara model hayat tarzları önerir. Hristiyanlık’ta gelenek,

İslam’da hadis-i şerif, kutsal kitaplardan sonra ikinci kaynak kabul edilir.

İyi bir hayat yaşamak için sunulan model davranışlar hakkında Yahudilikteki “on emir”, bu anlamda

önemli bir örnek olarak zikredilebilir:

“…Karşımda başka ilahların olmayacaktır! Kendin için oyma put, yukarıda gökte olanın, yahut aşağıda yerde olanın, yahut yerin altında sularda olanın hiç suretini yapmayacaksın! Onlara eğilmeyeceksin ve onlara ibadet etmeyeceksin!…Allah’ın rabbin ismini boş yere ağza almayacaksın! Sebt günü takdis etmek için onu hatırında tut! Babana ve anana hürmet et! Katletmeyeceksin! Zina etmeyeceksin! Çalmayacaksın! Komşuna karşı yalan şehadet etmeyeceksin! Komşunun evine tamah etmeyeceksin!” Tekvin,XVII/5-8, Çıkış,XIX/5-6,Tesniye,V/12-15, Tesniye,V/16,Tesniye,V/21.

Her şeyin ötesinde antropolojik bakış açısıyla din, pek çok özelliğiyle öne çıkar. Gerçekte din

toplumda pek çok amacın gerçekleştirilmesine hizmet eder. Dinler, bir toplum inşa ederken, bir araya

gelen insanların ihtiyaç hissettikleri sorunlara da, toplumun bir birine kenetlenerek yaşamaları ve

toplumsal hayatı sürdürmeleri için kurallar ve çeşitli çözümler önerir. Dinler kültürlere katkıda bulunur ve

şekillendirir. Bu yüzden bir kültür içinde dinin yeri o kadar merkezidir ki, bir kültürü araştırmak, onun

geri planında arka var olan -ister mitik olsun, ister dini olsun- inanç, bilgi ve düşüncenin araştırılması

demektir.

33

Dinler hakkında daha fazla bilgi alabilmek için Kur’an-ı Kerim’i ve (Tevrat ve İncil) Kitab-ı Mukaddes’i okuyabilirsiniz.

Dinler ve Dini Düşünce

‘De ki, O Allah’tır ve tektir.Allah, herkesin kendine muhtaç oluğu, ama kendisinin hiç kimseye muhtaç olmadığı eksiksiz bir samed’dir. O, doğurmadı, doğurulmadı. O’nun hiçbir dengi ve benzeri de yoktur’.Kur’an-ı Kerim, İhlas/1-4.

‘İster gece ister gündüz olsun, Rabbiniz sizi hiç yüzüstü bırakmadı. O sizi hor görmez. Sonraki hayatınızda şimdi yaşadığınız hayattan daha zengin ödüller sizleri beklemektedir.’

‘Rabbinizin size verdiklerinden hoşnutluk duyacaksınız. O sizi yetim bulup korumasına almadı mı? Hata yaptığınızı görüp de size doğru yolu göstermedi mi?Yoksul iken sizi zengin yapmadı mı?Öyleyse yetimlere kötü davranmayın, dilenenleri azarlamayın.Öyleyse rabbinizin iyiliğini herkese bildirin.’Kur’an-ı Kerim, Duha/4-11

Kutsal bir kitap olan Kur’an’ı Kerim’den alıntılanan ayetler, dinin binlerce yıldan beri insan hayatına

neden bu denli nüfuz etmiş olduğuna ışık tutmaktadır. Bu kitap, Tanrı’nın her birimizi gözetip

kolladığını, bu dünyada insanların her türlü ihtiyacının karşılandığını ifade ediyor. O’na inanan, ibadet

eden ve bu dünyada iyilik edenlere, öte dünyada da bu dünyadakilerden daha iyi nimetlerle dolu bir

hayatın bizleri beklediğini müjdelemektedir.

Yeryüzündeki bütün dinlerin aynı inanışlara sahip olduğu ve yukarıdaki inançlara katıldığı söylenemez. Ancak din farklı biçimler alsa da, bilinen bütün toplumlarda bir din vardır. Tarihin sözünü

ettiği, ancak arkeolojik kalıntılar yoluyla varlıklarını bildiğimiz ilk toplumlar, dinsel simge ve törenlerle

ilgili oldukça çok iz ve işaretler bırakmıştır. Bu da bize göstermektedir ki, din, tarih boyunca insan

deneyiminin merkezinde yer almış, yaşadığımız çevreyi algılama biçimini ve bu çevreye verdiğimiz

tepkileri etkilemiş ve hala da etkilemektedir. Kur’an’da bildirilen ayetlerde din, peygamberin şahsında,

insana hayatta karşılaştığı zorluklara karşı bir teselli ve destek veren bir kaynak olarak sunuluyor. Bu

özellikleri yanında, insanın varlık algısı değiştiği ve toplumsal düzen anlayışı bozulduğu zaman din,

öteden beri şiddetli çatışma ve toplumlararası savaşların kaynağı da olagelmiştir. Oysa Kurân’daki gibi,

bir başka kutsal kitap olan İncil’de de verilen öğütlere bakılacak olursa, din insanlığa gündelik hayatı ve

toplumsal hayatı sağlıklı olarak sürdürecek öğütler vererek, insan ve toplumlara savaş ve çatışmaları

önleme adına nice ince mesajlar vermektedir: İslam, kelime olarak barış anlamına gelmektedir. İncil’deki

öğütler de, bir bakıma Kur’an- Kerim’den farklı değildir.

‘Ne mutlu yaslı olanlara; çünkü onlar teselli edilecekler’

‘Ne mutlu halim olanlara; çünkü onlar yeri miras alacaklar’

‘Ne mutlu merhametli olanlara; çünkü onlara merhamet edilecek’

‘Ne mutlu yüreği temiz olanlara; çünkü onlar Allah’ı görecekler’.Matta/5.

‘Dileyin size verilecektir; arayın, bulacaksınız; kapıyı çalın, size açılacaktır. Çünkü her dileyen alır, arayan bulur ve kapı çalana açılır’

‘Dar kapıdan girin, zira helaka götüren kapı geniş ve yol enlidir.Çünkü hayata götüren kapı dar ve yol sıkışıktır ve onu bulanlar azdır’.Matta/7; Luka/11.

‘Sizi sevdiğim gibi, birbirinizi sevin.Bir adamın dostları uğruna canını vermesinden daha büyük sevgi kimsede yoktur’.Yuhanna/15

‘Misafirperver olmaya dikkat edin, size eza edenlere hayır dua edin’.

‘Mümkünse, bütün insanlarla elinizden geldiği kadar selamette olun’. Romalılar/12

İncil’den (Yeni Ahit) alıntılanan bu sözler de, bir önceki ayetlerde olduğu gibi, Tanrı’nın iyiliğini ve

evrenselliğini anlatıyor. Kur’an’daki ayetlerin işaret ettiği inançlarla, İncil’de ifade edilen insani

34

hakikatlerde dile getirilen duygu ve düşünceler pek çok noktada ortaktır. İslam, Yahudilik ve

Hristiyanlığın kökenleri ve kaynağı aynıdır. Her üç dinin de ortak olarak tanıdığı pek çok inanç, ibadet,

ahlak ve hukuk ilkesi vardır.

Dinler, insanlığın mutlu olabilmesi için doğal ve toplumsal dünya kaynaklı sorunları aşmak için,

insanları sevgiye, kardeşliğe, yardımlaşmaya, dayanışmaya ve fedakârlığa çağırmaktadır.

‘insanların en hayırlısı insanlara en fazla yardımcı olandır.’

Dinler, insanları dinsel hedefler uğruna, gerekirse kendi hayatlarını feda etme noktasına nasıl getirebiliyor? Dinin insan toplulukları üzerinde bu denli etkili olmasının sebebi nedir? Din toplulukları hangi şartlarda birleştirir ve hangi şartlarda ayrıştırır? Bu sorulara cevap bulabilmek için, dinin gerçekte ne olduğu sorusunun sorulması ve çeşitli inanma eylemlerine bakarak karşılaştırmaların yapılması gerekmektedir. Ayrıca son yüzyılda egemen olan dünya görüşlerinin dine bakışı, farklı dinlerin yapılanma ve örgütlenme türleri incelenmeden bu sorulara cevap vermek kolay değildir. Nihai anlamda, dinin modern dünyadaki etkisi üzerinde durmak, yeni dini sosyal hareketleri değerlendirmek gerekmektedir. Çünkü din, tarihin en eski ve köklü yapısıdır.

MODERN TOPLUM VE DİN İnsanlığın din karşısında ilgi ve alakasının en aza indiği veya öyle düşünüldüğü zaman dilimi, bir istisna

olarak son yüzyıllar olmuştur. Çünkü 19. yüzyıl Avrupa düşüncesi modernlik anlayışıyla birlikte,

Hristiyanlığın veya genel olarak bütün dinlerin karşısına adeta, bilim adı verilen yeni bir Ad hoc

(ideolojik, geçici ve moda vari) din koydu. Bu dinin klasik dinlerden yegane farkı Tanrı’yı, yani

tabiatüstü bir varlığı o dönemdeki egemen maddeci- evrimci bilim anlayışı gereği kabul etmeyişi idi.

Bunun nedeni, Avrupa’da Hristiyanlığın ’insanlığı kurtaracağı’na olan inancın, bilimin ‘insanlığı kurtaracağı’ inancıyla yer değiştirmesidir. İnsanlık tarihini açıklama iddiasına sahip tarih felsefeleri ve

varlığın mahiyetini kesin olarak bilme iddiasına sahip olan bilimci ve pozitivist anlayışa göre, ‘modern

dünyada din, doğruluk ve geçerliliğini kaybetmiş bir kurum ve değer alanıdır. Geçen yüzyıllarda

insanlığın bir dine inanması, bilgisine ulaşmadığı şeylere bir sır ve gizem atfetmesinden

kaynaklanmaktadır. Modern toplumun esas özelliği, doğaüstü varlık ve ilkelere dayanan mistik, metafizik

ve büyüsel özellikler ihtiva eden klasik dinlerin etkisinden kurtularak ‘rasyonel-bilimsel düşünce’yi

hayata, topluma hakim kılmasıdır. Modern toplumun gerektirdiği ahlak, hukuk ve değer anlayışı da, doğal

olarak, dini inançlara değil, pozitif bilimsel verilere dayanmalıdır’.

Modern zamanlarda dinlerin yerine geçmeye uğraşan bilim, çeşitli ideoloji ve dünya görüşleri ortaya

çıkmış olsa da, bunların dinin işlevlerini üstlenebilecek özelliklere sahip olduklarını ve dinin yerini

alabileceklerini söylemek pek mümkün gözükmemektedir. Çünkü, Tanrı, ölümsüzlük ve özgür irade

düşüncesini inanç sistemleri dışında tatmin etmek kolay olmadığından, inanç sistemlerinin doğruluğunu

ya da yanlışlığını bilimle ispat etmek de, çürütmek de imkansızdır. Örneğin, sosyal hayat ile ilgili olarak,

aile kurumu söz konusu olunca insanlık, biyolojik tekamül nazariyesine ve nikahsız hayata değil, daha

çok Adem ve Havva istiaresine itibar etmektedir. Keza toplumsal eşitlik ve ırk ayrımı veya ekonomik

eşitsizlikler konusunda yaşanan karmaşıklık, insanlar ‘bütün insanlar Adem ve Havva’nın çocuklarıdır’

fikrini, çeşitli siyasal, sosyal ve iktisadi doktrinlere oranla daha çok inandırıcı bulmaktadır. Öte dünya

inancı bu yüzden insanlığın hayal ve beklentileri doğrultusunda en önemli inanç ilkelerinden biri olmaya

devam etmektedir.

Aradan geçen yaklaşık iki yüzyıllık insanlık deneyimi, dine karşı yürütülen bilimsel, ideolojik,

siyasal, sosyal ve kültürel politikalara rağmen, insan ne din dışı bir dünya kurabilmiş, ne de mitik,

metafizik soru ve endişelerinden uzak kalabilmiştir. Ayrıca yalın olarak rasyonel bilimsel bilgi insanlığa

bütünüyle refah, barış ve özgürlük de getirebilmiş değildir. Oluşturduğu ahlak, hukuk, devlet, toplum ve

aile gibi kurum ve değerler, meşruiyet arayışlarını bitirebilmiş değildir. Sonuç itibariyle, dinin sosyal

kurumların en köklü ve üniversel olanı olduğu anlaşılmıştır. Ve de din gibi çeşitli metafizik inanç, öğreti

ve öykülerde cevabı aranan soruların, çözümü aranan sorunlar ve tatmini istenen ihtiyaçların belli bir

zamana bağlı değil, bütün zaman ve mekanlara ait, yani evrensel olduğu anlaşılmıştır. Bu konuda ortaya

çıkan en önemli sonuç ise, insanlık yukarıda sayılan insani ihtiyaçları değil, ancak onların karşılanma

biçimini değiştirebilmektedir. Komünizm, faşizm ve kapitalizm gibi son yüzyıllarda hayatımıza egemen

35

olan siyasi ideoloji ve rasyonel toplum kurgular, metafizik referansları ve göndermeleri reddettiği için Ad

hoc seviyesinde kısmi geçerliliği olan dünya görüşleri olmuştur.

Sosyolojik dille ifade edecek olursak, sadece aklı ve fizik dünyayı baz alan seküler-laik bilimsel

görüşlerin artık kendi başına geçerliliği sorgulanır olmuştur. Çünkü insanın inanç alanı, rasyonel bilgi

birikimini değil, duygu ve gönül dünyasının işlenmişliğini gerektirmektedir ve insanın inanma eylemi yok

olmayacak bir özelliktir. Çünkü dinlerde otoritenin kaynağı, özellikle tek tanrılı dinlerde, vahiy yoluyla

kendi varlığı ve mesajlarını bildiren Tanrı’dır, yani yüce bir varlıktır. Seküler dünya görüşlerinde ise,

insan aklı ve insanın fizik dünyadaki deneyimleridir. Mitik ve teolojik sistemlerle, bilimsel ve ideolojik

siyasal sistemlerin- marksizm ve faşizm gibi- farkı bu noktada düğümlenmektedir.

Yukarıda bahse konu olan karşıtlıklar nedeniyle modern dünyada en çok karşı karşıya getirilen din ve

bilim konusunda tartışmalar, genellikle bakış açısı ve metodolojik sorunlardan oluşmaktadır. Kutsal

varlık ve ilkelere referansı olan dinler ve inançlar yanında, insanların yaşanılan dünyada hakikate

yaklaşmak için geliştirdiği en üniversel etkinlik, bilimsel bilgi etkinliğidir. Fakat bilim ne dinler gibi

irrasyonel konularla uğraşır, ne de bilim adamları peygamberlik iddia edebilir. Bilim, doğruluğu veya

yanlışlığı araştırılabilen hipotezlerle uğraşır. Aksine ispatı veya reddi mümkün olmayan inançlarla

uğraşmaz. Bilim adamları arasında dinsiz olanların da, dindar olanların da bulunması, bilimin insanlara

bir inanç sistemi sunacak özellikte olmadığının göstergesidir. Bir bilim adamının Tanrı’ya inanması veya

inanmaması, bilimin ön şartı olamaz. Yine bir bilim adamının dindarlığı Tanrı’nın varlığını ispat etmediği

gibi, inanmaması da Tanrı’nın yokluğunun delili değildir. Çünkü din bir bilgi sistemi değil, bir inanç

sitemidir.

Ayrıca modern çağ öncesi olduğu gibi, bir dinin hoşnutsuzluk yaratması, dinlerin yadsınması ve

ortadan kalkması için yeterli bir sebep değildir. Bir din veya inanç sistemi, ancak başka bir din ve inanç

sistemi ile yer değiştirebilir. Çünkü insanlar evren veya dünya üzerinde anlamlı bir yer işgal ettiklerine

inandıkları zaman mutlu ve mutmain olmaktadır. Tanrı, ebedi hayat ve insanın bütün yaratılmışlara üstün

olması gibi inançlar, ispatı veya çürütülmesi mümkün olmayan inançlardır. İnsanlar dünyanın değişken

yapısı, şartları ve değer anlayışı karşısında değişmeyen, sabit esaslar aramaktadır. Bu yüzden dinde

biyolojik evrime ait bilgiler değil, Adem ve Havva istiaresi vardır. Bu istiare, insanın organizmasının

nasıl meydana geldiğini değil, daha çok insanın dünyadaki yerini ve önemini bildirir. Biyolojik evrim

kuramına, savaşlara, ekonomik dengesizliğe, yoksulluğa, ırk ayrımına ve kürtaja en büyük tepki ve

direncin dinlerden gelmesi boşuna değildir. Sayılan bu bir kaç özellik bile dinin toplumsal ilişkilerle ne

kadar ilgili olduğunu gösteren örneklerdir.

Din ile ilgili geniş bilgi ve değerlendirmeler için Thomas Luckmann’ın “GörünmeyenDin; Modern Toplumda Din Problemi” (2003) kitabını okuyabilirsiniz.

Din ile bilimi birbirinden ayıran temel farklılık nedir?

Toplum ve Toplumsallık

İnsan, kendi başına yaşayan bir varlık değildir ve o ancak doğal ve toplumsal çevresiyle var olabilir.

Aristo’nun diliyle, insan politikon zoon’dur; yani siyasal-sosyal bir varlıktır. O’na göre, ‘yalnız yaşayan

ya Tanrıdır, ya da hayvandır’. Başka bir ifadeyle, bir bebeğin ‘insan haline gelmesi’, kişilik ve kimliğinin

oluşması, topluma, üretilmiş kültürel değerleri benimsemesi yalın bir süreç değildir. İnsan doğal ve

toplumsal bir çevre içinde doğar, büyür, gelişir ve topluma katılır; onun bir üyesi olur ve kendini

gerçekler.

Biyolojik varlığı yanında doğal çevre şartlarıyla etkileşim içinde insanı inşa eden dil, din, kültür,

iktisadi yapı, yönetim biçimi, kıyafet tarzı, beslenme kültürü vs gibi pek çok insani özellik, çoğunlukla

toplumsal çevre içinde öğrenilir ve şekillenir. Başka bir ifade ile, insan yaşadığı çevrenin evladıdır.

Toplumsal çevre başta, insanın inanç, tutum ve davranışlarının şekillenmesinde önemli roller yerine

getirir. İnsan ilişkilerini düzenleyen yapı, kurum ve değerler toplumsal olarak öğrenilir, benimsenir.

36

İnançlar, bilgi, felsefi ve estetik düşünceler, hukuki ve ahlaki tutum ve tavırlar toplumsal çevre içinde

ortaklaşa paylaşılan öğelerdir. Toplumsal kurumlar, siyaset, hukuk, ekonomi, ahlak, din ve estetik gibi

her kurum ve değer alanı toplumsal çevrenin rengini taşır. Yeryüzünde kültür ve medeniyetler arasında

görülen farklılıklar, değişik sosyal çevrelerin etkileridir.

Bu bağlamda her insan bir doğal, toplumsal çevrede doğar ve böylelikle farklı ırk, dil, kültür ve

inanca sahip olur. Toplumsal çevrenin farklı olması sebebiyle, dünya üzerinde yaşayan insanların

davranış, tutum, düşünce, duygu ve değerleri neredeyse sınırsız çeşitliliğe sahiptir. Bireysel farklılıklar

bir yana, yeryüzünde yüzlerce farklı dil konuşulur, yüzlerce farklı dine inanılır, farklı değer yargıları

paylaşılır. Hayata ve dünyaya bakış açısı, kutsal gün ve zamanlar, mekanlar, algı ve kabuller, kısacası

insanların dünya görüşleri doğal ve toplumsal çevre şartları yüzünden farklılaşmaktadır. Bazı toplumsal

ve kültür çevresinde, örneğin erkekler birden çok kadınla evlenir, bazılarında ise kadınlar birden çok

erkekle evlenir ya da tek eşlilik esastır. Bazı kültürlerde domuz eti yemek yasaktır, bazılarında ise domuz

etinin çok özel bir besin değeri vardır. İnsan davranışının hemen her yönü; aile, iş, evlilik, arkadaşlık,

komşuluk, alış-veriş, iletişim, kültüre ve sosyal çevreye göre değişir.

Toplumsal farklılık ve çeşitliliğe rağmen, insanlarda ortak olan pek çok özellik de vardır. Bütün

insanlar aynı türün üyeleridir. Benzer fiziksel özelliklere, gereksinimlere ve yeteneklere sahiptir. Farklı

dilleri konuşmasına karşın, herkes bir ya da birkaç dili konuşur ve bunları oldukça benzer biçimlerde

kullanır. Farklı cinsel alışkanlıklara sahip olmakla birlikte, her insanın bir aile anlayışı ve yapısı vardır.

Bütün toplumlarda yakın akraba ve çocuklarla cinsel ilişki yasaktır. Adam öldürmek, hırsızlık yapmak,

yalan söylemek vs doğru bir davranış değildir. Bu nedenle, insanlar arasındaki farklılıklar, çoğunlukla

doğuştan ve genetik yapıdan, yahut sosyal ve kültürel çevreden kaynaklanabilir. Başka bir ifade ile,

insanların sosyal çevre içinde öğrendikleri, kimliklerini inşa etmek için kendilerine mal ettikleri inanç,

tutum ve davranışlar, genel olarak bireyin sosyalleşme süreci olarak tanımlanır.

İnsan ve çevresi arasındaki ilişkileri çeşitli sosyal bilim dalları kendine göre alır ve inceler. Sosyoloji

ve antropoloji, toplumsal çevre etmeni içerisinde insanın topluma uyumuna yardımcı olan ve belirli ortak

tutum ve davranışları kazandırmada birincil ve ikincil ilişki ağından bahseder.

Toplumlar kendiliklerinden var olmadıkları gibi, toplumu oluşturan insan kümeleri de farklılıklarına

ve yaşamlarına bir anlam vererek beraber yaşarlar. Kendisi ve diğerlerini, bildikle yabancıyı ayırt eden,

kısaca insanın kendine ait olarak gördüğü sosyal çevrenin sınırlarını çizen toplumsallık, yukarıda ifade

edildiği gibi, iki tür toplumsallık biçiminde tezahür eder.

Birincil ilişki ağı veya birinci tür toplumsallık, akrabalık, komşuluk ve arkadaşlık gibi bireyler arası,

gerçekten yüz yüze ilişkiler çerçevesinde kurumsallaşan toplumsal ilişkilerdir. Bunlara sosyoloji

literatüründe birincil toplumsallık veya birincil ilişkiler denir.

İkincil toplumsallık türü ise, genele yöneliktir. İnsan ait olduğu bütünün/toplumun çok küçük bir

parçasıyla somut ilişkidedir. Hatta ilişkide bile olmayabilir. Ama yüz yüze, somut bir ilişkinin olmaması,

insanın kendini bir bütünün parçası olarak görmesini engellemez. İnançlar, semboller toplumların kendi

kendilerini tasvirleri, yaygın inançlar, insana hangi bütüne ait olduğunu ve var oluş sorunsalına vermesi

gereken anlamı, atfetmesi gereken değeri çeşitli yollardan, eğitim ve öğretim veya medya yoluyla sürekli

hatırlatırlar. Modern zamanlarda ilişkilerin kurulma biçimine bakılarak, ikincil toplumsallıklar da ikiye

ayrılabilir. Mitler, dinler, etnik farklılıklar ve tarikatlar gibi, geleneksel topluma özgü ve var oluş sorununa, metafizik, yani toplum ötesi, kozmik bir anlam veren somut ikincil toplumsallıklar, modern

toplumsallığı oluşturan ulus, halk, burjuva, proleter gibi kavramlar üzerine toplumsal ilişkileri oturtmak

isteyen soyut ikincil toplumsallıklardan ayrılır. Mitik efsaneler, din ve tarikat gibi modern dünyada

etkinliği azalan somut ikincil toplumsallıkların yeni uzantıları bir ölçüde dernekler, sivil toplum

kuruluşları, siyasal partiler ve benzeri kuruluşlarda karşılığını bulur. Soyut ikincil toplumsallık çağımızda

en güçlü ifadesini ‘ulus-devlet’ kavramında bulmaktadır. Toplumun bütününde ifade ve anlamını bulan,

salt geneli içeren, elle tutulmaz gözle görülmez bir ilişkinin simgesidir: Ülke, vatan ve ulusu adına her

türlü fedakarlıkta bulunmak, ulusa ait olanla başka uluslara ait olan kurum ve değerler arasında ayrım

yapmak gibi duygu ve düşüncelere sahip olmak soyut ikincil toplumsallığa dair en çok bilinen

özelliklerdendir.

37

Birincil ve ikincil Toplumsallık nedir?

MİTOLOJİ, DİN VE SOSYAL ÇEVRE Tarihin alaca karanlığından bu yana, mitlerden dine, kabul edilen her inanç, kendisinden kuşku

duyulmayan ve kendisine kuvvetle inanılan ilkeler ortaya koymuşlardır. Bu ilkeler insan hayatının her

boyutunu etkilemiş ve etkilemeye devam etmektedir.

Toplumun çekirdeği oalarak kabul edilen aileden başlamak üzere, yönetim, hukuk, eğitim, kültür ve

ekonomi vs gibi bütün toplumsal sektör ve organizasyonlar, sosyolojik anlamda, din ve inançlardan

alınmış esinlerle inşa edilmiştir denebilir. Bu yüzden toplumsal hayattaki dikey ve yatay ilişki ağında

otorite, uyum ve süreklilik anlamında istenilen düzen anlayışı bu kaynaktan beslenmektedir. Çünkü, bir

insan, doğal olarak, kendisinin üstünde Tanrı’dan başka güç ve otorite kabul etmez. İnsanın doğal ve

toplumsal çevre ile ilişkisi, genel olarak bu ilke etrafında oluşur ve biçimlenir.

Mitik dinlerin veya tek tanrılı dinlerin egemen olduğu toplumların çok yönlü örgütlenmesine

bakılınca, insanların bir arada yaşama ideali daha çok dinler aracılığıyla gerçekleştiği görülür. Bir kişi veya küçük bir toplulukla başlayan inançlar, gelişerek, değişerek ve farklılaşarak, öğreti, kurum ve

topluluk olarak yerelden evrensele genişlemekte ve yaygınlaşmaktadır. Aksi halde inançlar daralmakta,

bağlıları azalmakta, hatta ortadan kalmaktadır. Tarihte bunun birçok örneği vardır.

Farklı din ve kavimleri bir arada yaşatabilecek genişliğe ve işlenmişliğe sahip olabilen dinler,

evrensellik vasfı kazanabilmektedir. Örneğin mitolojik dönemde bir ülkeyi fetheden topluluklar, Antik-

Yunan ve Roma gibi, panteonlarına fethedilen toplulukların tanrılarını ekleyerek mitlerini genişlettikleri

gibi, diğer dinler de bünyelerine dahil ettikleri toplumların kültürünü etkilemiş ve kendileri de bu toplum

kültürlerinden etkilenmişlerdir. İslam dini, örneğin, Hristiyan ve Yahudilerin kendi inanç ve kurallarına

göre yaşayabileceği özerk bir yönetim geliştirmiştir. Örneğin, Osmanlı İmparatorluğu kurumsallaştırdığı devlet ve toplum organizasyonu ile çok uluslu ve çok dinli yapısını uzun yıllar sürdürmüştür. Fakat

modern zamanların meydan okumasıyla çöküşe geçtikten ve Fransız Devrimi’nin fikirlerine boyun

eğdikten sonra, bizzat bu çoğulculuğun kışkırtılmasıyla, toplumsal düzen ve barış ortamı kayboldu.

Uluslar ve dinler arasında çatışma egemen olmaya başlamıştır.

Evrensel nitelik kazanmış dinler, evreni Tanrı’nın mülkü, başta insanlar olmak üzere içinde

barındırdığı yaratıkların da O’nun yarattığı varlıklar olduğunu kabul ederek, eşitlikçi olmasa da, dini

varlık hiyerarşisine göre, insanlığı mü’min veya kafir, bir hayat tarzı etrafında buluşturmuştur. Daha önce

anlatıldığı gibi, tanrısal kaynaklı olduğuna inanılan kutsal yasa ve tanrı-kral düşüncesinin egemen olduğu

uzun krallık ve imparatorluklar çağı, dinlerin siyasal ve sosyal kültür ve birikim oluşturmada ne denli

önemli olduğunu göstermiştir. Evrensel anlamda insanlık tarihindeki en istikrarlı ve devamlı yapılar,

siyasi-toplumsal kurum ve değerler bu dönemde inşa edilmiştir. İmparatorluklar, bu yüzden dinlerin

evrensellik çağının eserleri olarak kabul edilmektedir.

Devlet, siyaset, iktisat, hukuk, sanat ve düşünce alanında ve sosyal ilişkileri düzenleyen kurum ve

değerler düzeyinde dinler, birincil ve ikincil toplumsallıkları oluşturma ve sürdürmede, sağlıklı ve

devamlı bir toplumsal hayat düşüncesi inşa etmede önemli katkılar vermişlerdir.

Toplumun temeli kabul edilen aile, cinsiyet ilişkilerini düzenleyen nikah en sağlıklı biçimde dini

değerler etrafında somutlaşmış, huzurlu ve güvenli aile ve toplum hayatı dinler ve inançlar aracılığıyla

sürdürülmüştür. Günümüzde cinsel hayat ve özgürlük bağlamında en çetin tartışmaların aile etrafında

cerayan etmesi, ailenin yapısının ve dayandığı dini ilkelerin sarsılmasından kaynaklanmaktadır. Yasallık

ve meşruiyet arasındaki sosyal boşluk hala tartışmalıdır.

Kişiliği oluşturan ve gündelik hayatta, huy adını verdiğimiz karakter özelliklerinin çoğunun temeli

aile ve toplum vasıtasıyla atılır. Temizlik alışkanlığı, heyecanların kontrolü, çekingenlik veya sosyallik

hep toplumsal değerlerle alakalıdır İnsanın sadece diğer insanlarla değil, eşya ile olan münasebetlerinin

esası insanı çevreleyen sosyal ağ tarafından belirlenir. İnsan tutum ve tavırları, yani cömertlik, cimrilik,

tutumluluk, savrukluk, düzenlilik gibi insani davranış kalıpları daima toplumsal çevrede öğrenilen

38

karakter özellikleridir. Yardımlaşma, dayanışma, paylaşma, zayıfları koruma, sevgi, saygı, merhamet

kavramları, çoğunlukla duygu kaynaklı edimlerdir. Çevremizde yaşayan canlılara, bitki ve hayvanlara

nasıl muamele edileceği, yani çevre duyarlılığı gibi, alışılmış ve öğrenilmiş tutum ve tavırlar, dinlerin

insan davranışlarına yön veren sıcak ve samimi mesajları ile kişiliğe mal edilir. Kısaca, toplum hayatında

genel geçer ilkeler olarak kabul edilen adetler, örfler ve değerler sosyal ilişkiler esnasında ve toplum

içinde öğrenilir.

Dinin sosyal bakımdan devamlılığının en önemli sebebi, insanları bir arada tutan, grup ve toplum

halinde yaşamalarını sağlayan bazı genel ilke, kural ve normlara olan ihtiyaçtır. Başka bir ifade ile toplum

hayatının oluşumu, insanların ortak manevi norm ve değerlere, ahlak standartlarına inanmalarıdır. Bu

standartlar olmadan toplumsal hayatın, insan ilişkilerinin ve sosyal kurumların devamlılığı mümkün

değildir. Ortaklaşa inanılan bir inanç sistemi olmadan, kurum ve değerlerin meşruiyeti tartışılır duruma

gelir. İnsanın başta kendisi olmak üzere, doğa ve toplumla ilgili algı, tutum ve tavırları, her toplumda

geçerli kabul edilen inancın oluşumuna katkı sağladığı dünya görüşü etrafında teşekkül eder.

Toplumsal ahlak normları ve değerler elle tutulup gözle görülmeyen, sadece inanılan şeylerdir.

Örneğin, doğada ve toplumda eşitlik yoktur. Ekonomik ve sosyal hayattaki yoksunluklar karşısında

insanların hakkaniyet anlayışı sarsılabilir. Eşitlik insanlara ait, toplumsal bir ideal ve bir sosyal ahlak

ölçüsü iken; adalet, nihai anlamda tanrı katında ulaşılacağı umulan bir inanca dayanır. İnsanlar arasında

yaygın kabul gören genel ölçülerin en büyük kaynağı din ve inançlardır.

Küresel dünyada, her konuda çoğulculuk anlayışı egemen olduğuna göre, insanların bilimsel kanaat

ve din tercihleri kendi iradesine bırakılmıştır. Her hangi bir dine inanma ve inançlarının gereğini yerine

getirme bir özgürlük alanı olarak bireysel tercih ve vicdani kabullere bırakıldığına göre, insanlar dilediği

dine, mitlere, ideolojiye, bilimsel kanaate sahip olabilir. Mitik dönemdeki inançlar gibi çoğul bir nitelik

taşımaktadır. Çünkü inanç ve kabuller, özgür tercihlere dayanmak durumundadır. Zorunluluk ve özgürlük

yan yana gelebilecek anlayışlar değildir.

39

Özet Özet

Hitler, evrenin, dünyanın, insanın yaratılışının,

evren içindeki varlıkların birbiriyle ilişkilerini

sembolik, sözlü ve yazılı olarak izah eden

öyküleri, inançları temsil eder. Çok tanrılıdır.

Varlık ve oluşu rasyonel, bilimsel açıklamalara

konu olan ispata dayalı gerçeklikleri değil,

doğaüstü varlıkları, onlarla ilgili inançlardan

oluşur, rastlantısallık ve belirsizlikler taşır. Mitler, bütünüyle varlığın nasıl yaratıldığını, nasıl var olmaya başladığını ve hangi

aşamalardan geçerek içinde bulunulan zamana

ulaştığını anlatır. Başka bir ifadeyle, Mitler,

dünyanın, insanların, hayvanların ve bitkilerin

kökenini açıklamanın yanı sıra bugüne kadar

yaşanan önemli olayların da anlatımlarıdır. Fakat,

kaynağı kutsallık taşımasına ve gizem

barındırmasına rağmen insan biçimcidir. Sabit

inanç ilkeleri, ibadet hayatı ve kurumsallaşma söz

konusu değildir. Bir inanç, düşünce biçimi

olması ve işlevleri itibariyle, insanlık tarihi

boyunca etkili olmaya devam etmektedir.

Dinler de, mitoloji ile benzer yönler olmakla

birlikte, evrenin, dünyanın, insanın yaratılışının,

evren içindeki varlıkların birbiriyle ilişkilerini

açıklayan, düzenleyen, kutsal bir kaynağa

dayanan inanç ve ibadetlerden oluşur. Dinler, tek

tanrılı, çok tanrılı ve herhangi bir tanrısı olmayan

dinler olarak birinden ayrılır. Ancak çoğunlukla

din denince tek tanrılı veya ilahi dinler anlaşılır. Kaynağı vahye, kesin ve değişmez inançlara

dayanır. Tanrı’dan başlayarak bitkiler alemine

kadar, varlığın tek bir tanrı tarafından bir

hiyerarşik düzen içinde ve bir amaç için

yaratıldığını savunur. Tanrı dışında bütün

varlıkların bir kadere sahip olduğuna inanılır. Bu

bağlamda dinler, rastlantısal ve belirsizlik

barındıran inançlara değil, kesin inanç ilkelerine

ve bir imana dayanır. Dinlerde çeşitli düzeyde

kurumsallaşma söz konusudur. Dinler, insanlık

tarihinin ilk inanç sistemlerinden biri olan

mitlerden etkilenmekle birlikte, insan hayatını

mitlerden daha tutarlı, kuşatıcı anlam ve açıklama

sistemine sahiptir.

Gerek mitler, gerekse dini inançlar, toplum

halinde yaşayan insanın yaşadığı dünyada

cevabını aradığı soruları cevaplaması, sorunları

çözmeye katkı sağlaması ve bütünüyle hayatını

anlamlandırabilmesi için söz konusudur.

Toplumsal yapıların, kurumların, insan

ilişkilerinin oluşum ve işleyişinde ve hayat içinde

öğrenilen bilgi, değer ve normlara kaynaklık eden

ve meşruiyet kazandıran inançlardır. Mitik olsun,

dini olsun, bu inanç sistemleri insanın doğal ve

toplumsal dünyasını anlamlandırmasına,

düzenlemesine ve de mutlu bir hayat sürmesine

katkı sağlar.

40

Kendimizi Sınayalım 1. Mitlerin en önemli kaynağını oluşturan Homeros’un İlyada ve Hesiodos’un Odyseia adlı eserleri hangi yüzyıla aittir?

a. MÖ10-9

b. MÖ 9-8

c. MÖ 8-7

d. MÖ 6-5

e. MÖ 4-3

2. Mitik düşüncenin niteliklerinden Antropomorfik özellik ne demektir?

a. İnsan biçimci

b. İnanç Kökenli

c. Bitki Kökenli

d. Hayvan Kökenli

e. Doğa biçimci

3. Mitik tanrı anlayışı aşağıdaki tanrı alayışlarından hangisine girmektedir?

a. Politeist

b. Monist

c. Düalist

d. Evrimci

e. Pozitivist

4. Mitik dinler evrimci anlayışa gore hangi döneme ait inançları oluşturur?

a. Çağdışı

b. Geleneksel

c. Antik

d. Modern

e. Arkaik

5. Mitik bir din olan ve Orfeus’un kurucusu olduğu dinin ana özelliği nedir?

a. Reel din olması

b Rasyonel din olması

c. Duygusal din olması

d. Gerçek dışı olması

e. Mistik din olması

6. Toplumu yönetme hakkı mitlerde hangi tanrıya aittir?

a. Zeus

b. Atreus

c. Ephimetheus

d. Prometheus

e. Agomemnon

7. ‘Dinlerin yerine pozitif bilimsel veriler egemen olmalıdır’ görüşü yoğun olarak hangi yüz yılda dile getirilmiştir?

a. 17. Yüzyıl

b. 18. Yüzyıl

c. 19. yüzyıl

d. 20. Yüzyıl

e. 21. yüzyıl

8. İlahi dinlerdeki yaratılış inancına karşı ileri sürülen anlayış hangisidir?

a. Evrim

b. Değişim

c. Tekamül

d. Gelişme

e. Çelişme

9. Sosyolojik olarak bir din kaç boyutta ele alınabilir?

a. 3

b. 4

c. 5

d. 7

e. 8

10. ‘Dinin hayata karşı eşsiz bir cevap sunduğunu ve bu cevabın toplumda ortak olarak paylaşılan inançlar yoluyla sosyal birlik ve dayanışmayı sağladığını’ söyleyen sosyolog aşağıdakilerden hangisidir?

a. Hobbes

b. Locke

c. Durkheim

d. Weber

e. Geertz

41

Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. b Yanıtınız yanlış ise “Giriş” bölümünü yeniden gözden geçiriniz.

2. a Yanıtınız yanlış ise “Mitolojik Düşünce ve Özellikleri” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

3. a Yanıtınız yanlış ise “Mit-Mitoloji” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

4. c Yanıtınız yanlış ise “Mitolojik Düşünce ve Özellikleri” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

5. e Yanıtınız yanlış ise “Mitolojik Düşünce ve Özellikleri” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

6. a Yanıtınız yanlış ise “Mitolojik Düşünce ve Özellikleri başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

7. c Yanıtınız yanlış ise “Dinin Anlam ve Önemi” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

8. a Yanıtınız yanlış ise “Dinin Anlam ve Önemi” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

9. c Yanıtınız yanlış ise “Din” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

10. a Yanıtınız yanlış ise “Dinin İşlevleri” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 İnsanlar merak ettiği konuları, karşılaştıkları

sorunları doğadaki varlıklarla ve geçmiş deneyimleriyle benzerlikler kurarak sembolik

olarak kavramaya, sınıflamaya ve çözmeye

çalışır.

Sıra Sizde 2 Tanrılar, evrenin oluşumu, tanrıların doğa ve

toplumla ilişkileri, doğal afetler, savaş, kıtlık,

hastalık, ölüm vs. hep mitik düşünce içinde

ifadesini bulmuştur.

Sıra Sizde 3 Tarihte birçok insan ve insan topluluklarının

bilgisiz yaşadıkları görülmüştür, ama hiç birinin

dinsiz yaşadığı görülmemiştir. Bir inanç sistemi

olarak din, tarihin bütün dönemlerinde insan ve

onun oluşturduğu toplum hayatı için zorunlu bir

ihtiyaçtır.

Sıra Sizde 4 Din hayatta karşılaşılan ve insan zihninde önemli

yer işgal eden ölümcül soruların cevabını verir.

Onlarla başa çıkma ve üstesinden gelmeye

yardım eder.

Sıra Sizde 5 Bilim, doğruluğu veya yanlışlığı araştırılabilen

hipotezlerle uğraşır. Aksine ispatı veya reddi

mümkün olmayan dinler ve inançlarla uğraşmaz

Sıra Sizde 6 Birincil ilişki ağı veya birinci tür toplumsallık,

akrabalık, komşuluk ve arkadaşlık gibi bireyler

arası, gerçekten yüz yüze ilişkiler çerçevesinde

kurumsallaşan toplumsal ilişkilerdir. İkincil

toplumsallık türü ise, genele yöneliktir. İnsan ait

olduğu bütünün/toplumun çok küçük bir

parçasıyla somut ilişkidedir.

42

Yararlanılan Kaynaklar Agızza, R.(2001). Antik Yunan’da Mitoloji; Masallar ve Söylenceler, İstanbul: Arkeoloji ve Sanat Yayınları.

Akgül, M.(1996). Türk Modernleşmesi ve Din, Konya: Çizgi Kitabevi.

Akgül, M.(2002) Türkiye’de Din ve Değişim; Bir Erol Güngör Çözümlemesi, İstanbul: Ötüken Neşriyat

Atasagun, G.(2002). İlahi Dinlerde- Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam’da- Dini Semboller, Konya: Sebat Ofset Matbacılık.

Beğenç, C.(1967).Anadolu Mitolojisi,İstanbul: Milli Eğitim Basımevi.

Callinicos, A.(2004). Toplum Kuramı; Tarihsel Bir Bakış, İstanbul: İletişim Yayınları

Campbell,J.(1994). Yaratıcı Mitoloji, Ankara, İmge Yayınevi.

Campbell, J. (1995). Batı Mitolojisi, Ankara, İmge Yayınevi.

Campbell, J.(1993).Doğu Mitolojisi, Ankara, İmge Yayınevi.

Erhat, A.(2003). Mitoloji Sözlüğü, İstanbul, Remzi Kitabevi

Estin, C. Laporte, H.(2002). Yunan ve Roma Mitolojisi, Ankara: Tübitak Yayınları.

Gunay, Ü.(2000). Din Sosyolojisi, İstanbul: İnsan Yayınları.

Güvenç, B. (1984). İnsan ve Kültür, İstanbul: Remzi Kitabevi.

Kitab-ı Mukaddes,(1995). İstanbul: Kitabı Mukaddes Şirketi.

Luckmann, T.(2003). Görünmeyen Din; Modern Toplumda Din Problemi, İstanbul: Rağbet Yayınları.

Sunar, İ. (1979). Toplum ve Düşün, Ankara: Kültür Bakanlığı.

Şenel, A.(1991). Siyasal Düşünceler Tarihi, Ankara, V Yayınları.

Yazır, E.,H.(2002). Kur’an-ı Kerim ve Meal-i Şerifi, İstanbul: Acar Matbacılık.

Zuckerman, P.(2006). Din Sosyolojisine Giriş, Ankara: Rağbet Yayınları.

44

Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra;

Hitit mitolojisi içinde yer alan tüm efsaneleri açıklayabilecek,

Hitit mitolojisinin Başlıca Tanrı ve Tanrıçalarını tanımlayabilecek,

Hitit mitolojisini kökenlerini açıklayabileceksiniz.

Anahtar Kavramlar

Hitit

Mitoloji

Masal

İçindekiler Giriş

Hitit Efsanelerinin İçeriği

Hatti (Anadolu) Kökenli Mitler

Hurri Kökenli Mitler

Mezopotamya ve Kenan Kökenli Mitler

Masallar

Hitit Mitolojisinin Başlıca Tanrı ve Tanrıçalar

3

45

GİRİŞ Grekçe myth “masal, öykü, hikâye, efsane” ve logos “söz” kelimelerinin birleştirilmesinden türetilmiş mitoloji, insan düşgücünün bir ürünüdür. Mitler bir ülkeden diğer bir ülkeye yayılmış ya da diğer halkların benzer olaylarla karşılaşması üzerine, düşgüçlerinin öteki uluslardan bağımsız olarak işlemesinin bir ürünü olarak doğmuş olmalıdır.

Bundan dolayı olmalıdır ki, tarihçi Herodot miti, “tarihi değeri olmayan, uydurma güvenilmez

masallar” ve Ploton da “gerçeklerle ilgisi olmayan uydurma, boş ve gülünç hikâyeler” olarak değerlendirirler. Her ne kadar durum böyle de olsa eskiçağ uluslarınca yazılı ve sözlü olarak vücuda getirilmiş efsanelerden, eskiçağ ve günümüz Anadolu kültür dünyasına ışık tutacak pek çok ipuçu yakalanabilir. Aşağıda Hitit mitlerinin içeriği anlatıldığında ve yeri geldiğinde bu noktalara değinilecektir.

Hititlerin kendi kültürünü anlattığı veya kendilerine ait efsaneler yaratamadığı görülür. Hitit edebiyatında yer alan efsanelerin tamamı o dönem eskiçağ uluslarının efsanelerinin birer öykünmesinden oluşmaktadır. Hitit edebiyat dünyasında yer alan bu efsaneler daha çok Mezopotamya (Sumer), Anadolu (Hatti) ve Hurri kökenlidir.

Hititlerin bu mitolojik metinleri, ritüel/tören dediğimiz dini ve büyüsel olgular ile tapınaklarda müzik eşliğinde söyledileri bilinmektedir.

• Hatti (Anadolu) Kökenli Mitler

Anadolu’nun yerli halkı olan Hattilerin mitleri Hititler tarafından Hititçeye adapte edilmiştir. Diğer yabancı kökenli mitlerden daha basit bir yapı gösteren ve ritüel temsillerin sözlü olarak müzik eşliğinde icra edilmesiyle oluşmuştur. Bu grup içine dâhil ettiğimiz efsaneler:

A- İlluyanka

B- Deniz’in Kızı ve Telipinu

C- Kamruşepa

D-Fırtına Tanrısı’nın Müthiş Bir Şekilde Gürlemesi (Gökyüzünden Düşen Ay)

E- Ebedi Olan İnsan Ruhunun Yolculuğu

F- Kayıp Tanrı Mitleri:

Telipinu’nun Kayboluşu

Fırtına Tanrısı’nın Kayboluşu

Güneş Tanrısı’nın Kayboluşu

Hannahanna’nın Kayboluşu

Kraliçe Aşmunikal’in Fırtına Tanrısı’nın Kayboluşu

Kraliçe Harapşili’nin Fırtına Tanrısı’nın Kayboluşu

Hitit Mitolojisi

46

Kâtip Pirwa’nın Fırtına Tanrısı’nın Kayboluşu

Kuliwişna kenti Fırtına Tanrısı’nın Kayboluşu

Lihzina kenti Fırtına Tanrısı

Anzili ve Zukki’nin Kayboluşu

Tanrıça İnara’nın Kayboluşu

Nerik kenti Fırtına Tanrısı’na Yakarış ve Kurban Sunma

Resim 3.1: Hitit Kral ve Kraliçe Çifti Bir Töreni Yönetiyor (Alacahöyük-Çorum).

• Hurri Kökenli Mitler

Bu mitler Hurriceden Hittitçeye uyarlanmıştır. Aşağıda başlıkları verilmiş olan efsaneler birbiriyle

ilişkilidir. Bu efsanelerin ana konusunu; Kumarbi ve Fırtına Tanrısı Teşup’un tanrılar üzerinde bir krallık

elde etmek için verdiği mücadele oluşturmaktadır.

A- Kumarbi (Gökteki Krallık Efsanesi)

B- Tanrı LAMA’nın Şarkısı

C- Gümüş’ün Şarkısı

D- Hedammu Şarkısı

E- Ullikummi Şarkısı

47

Resim 3.2: Müzik Eşliğinde Bir Bayram Töreni (Alacahöyük-Çorum).

• Mezopotamya Kökenli Mitler:

Gılgamış

• Kenan Kökenli Mitler:

Elkunirşa ve Aşertu

• Masallar:

a. Zalpa Şehri Öyküsü (Bir Yılda Otuz Çocuk Doğuran Kaneş Kraliçesi)

b. Appu ve İki Oğlu

c. Avcı Keşşi ve Karısı

d. Güneş Tanrısı, İnek ve Balıkçı

HİTİT EFSANELERİNİN İÇERİĞİ Bu bölümde Hitit efsanelerinin kırıklı olmayan ve bir anlam bütünlüğü veren metinlerin birer özetleri

verilerek eskiçağ ve günümüz Anadolu’sunu etkilemiş kültürler ve hâlâ yaşamakta olan geleneklerle

bağlantıları kurulacaktır.

HATTİ (ANADOLU) KÖKENLİ MİTOSLAR İlluyanka Efsanesi

Anadolu’da ilkbaharın/Purulli müjdeleyicisi kapsamında tapınaklarda bir Hitit edebi metni olarak Geç

Hitit Dönemi’ne kadar okunduğu bilinen Hatti (Anadolu) kökenli mitlerin en önemlilerinden biri

yılan/ejderha İlluyanka efsanesidir. Bu efsanenin Hitit kült ve ritüelleri ile bağlarının olduğu

bilinmektedir. Efsane iki nüsha halinde ele geçmiştir.

Bu efsanenin birinci nüshasında şu olaylar zinciri anlatılır: “Fırtına Tanrısı ve İlluyanka dövüşürler ve

İlluyanka galip gelir. Bunun üzerine Fırtına Tanrısı tüm tanrıları yardıma çağırır. Sadece İnara bu

48

çağrıya uyar ve her şeyin büyük oranda hazırlandığı bir festival tertipleyerek Ziggara kentine gider. Bu

kentte, Hupaşiya adlı bir insanla karşılaşır ve İlluyanka’nın bulunduğu deliğe gelip, bir festival kutlaması

yapılacağını bildirerek onu davet eder. İlluyanka festivale katılmak için çoluk çocuğuyla deliğinden çıkar

ve sarhoş olana dek içer. Sarhoş olan İlluyanka’yı Hupaşiya bir urganla bağlar ve Fırtına Tanrısı gelip

İlluyanka’yı öldürür.”

“Sonra İnara Tarukka kentinde kaya üzerinde bir ev inşa eder.. Hupaşiya’yı bu eve hapsederek, onun

pencereden dışarıya bakmasını yasaklar. Ancak yirmi gün sonra pencereden dışarı bakan Hupaşiya

karısı ve çocuklarını görür ve ağlayarak çoluk çocuğunun yanına dönmek istediğini belirtir.”

Efsanenin ikinci nüshasında ise “Yılan İlluyanka, Fıtına Tanrısı’nı yener ve onun gözünü ve kalbini

çıkarıp alır. Sonra Fırtına Tanrısı fakir bir kızı karısı olarak alır ve ondan bir oğlu olur. Çocuk

büyüdüğünde İlluyanka’nın kızını eş olarak alır. Bunun üzerine Fırtına Tanrısı, oğluna: ‘Karının evine

gittiğinde kalbimi ve gözlerimi (başlık parası olarak) iste’ der. Oğlan babasının gözlerini ve kalbini geri

alıp babasına verince Fırtına Tanrısı savaşmak için denize gider. İlluyanka ile kavga başlayınca Fırtına

Tanrısı’nın oğlu İlluyanka’nın tarafında yer alır. Bunun üzerine Fırtına Tanrısı hem İlluyanka’yı hem de

oğlunu öldürür.”

Resim 3.3: Fırtına Tanrısı’nın Yılan İlluyanka’yı Öldürmesi (Aslantepe-Malatya) - Anadolu Medeniyetleri Müzesi.

Efsane genel hatları ile Babil’de yeni yıl şenliklerinde okunan ejder Tiamat’ın öldürülmesini konu

alan Babil Yaradılış Mit’inden etkilenmekle birlikte, Homeros’un Odysseus’unda (I 44 vd. II 1 vd.)

Atlas’ın kızı Kalypso ve Odysseus ile ilgili anlatılan olayları etkilemiş olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca

efsanede geçen başlık parası (kuşata) deyimi, Hitit dünyasında görülen ve Anadolu kültürü olarak devam

etmiş bir geleneğin devamını yansıtması açısından önemlidir.

Telipinu’nun Kayboluşu

Anadolu kökenli ve yine baharı/nevruzu müjdeleyen bir başka Hitit efsanesi de ‘Tanrı Telipinu’nun

Kayboluşu’ mitidir. Hitit edebiyatında önemli bir yer tutan ve tanrıların kaybolması motifinin işlendiği bu

tür efsaneler, genel olarak değerlendirildiğinde; Ugarit ‘Baal ile Mot’ mitinde Baal’ın ortadan kayboluşu

ve Sumerce, Tammuz’un yer altı dünyasında başından geçenlerin anlatıldığı ‘İnanna’nın Cehenneme

İnişi’ adlı efsane ile benzer yönleri bulunmaktadır.

Telipinu’nun Kayboluşu efsanesi dua, ritüel ve büyü ile güçlendirilmiştir. Efsane ‘eski krallık’

devrinden itibaren ‘imparatorluk’ döneminde de Anadolu’da söylenegelmiştir. Efsane genel hatları ile

şöyledir: “Telipinu kızmıştır ve kızgınlıktan ne yaptığının farkında değildir; sağ ayakkabısını sola, sol

ayakkabısını sağ ayağına geçirmiş, iyi olan her şeyi alıp ormanın içlerine doğru çekip gitmiştir. O

gidince, sis etrafı kaplamış ve ahırdaki sığırlar, ağıldaki koyunlar sisin içinde kaybolmuştur. Koyun

kuzusunu, inek buzağısını reddetmiş; bolluk ve bereket dolu tarlalar bozkıra dönüşmüş; arpa ve buğday

olgunlaşamamış; sığır, koyun ve insanlar gebe kalamamış hatta hamile olanlar bile doğuramaz duruma

gelmiştir. Dağlar, ağaçlar, otlaklar, pınarlar kurumuş; insanlar ve tanrılar açlıktan ölmektedir.

49

Resim 3.4: Hitit Hububat Tanrısı –solda- (Yazılıkaya/Boğazköy-Çorum).

Bu kötü durumdan kurtulmak amacıyla Güneş Tanrısı, ziyafet düzenleyerek ‘Bin Tanrıyı’ davet eder.

Onlar yer içer ama kuraklık ve kıtlık o hale gelmiştir ki onların açlığı ve susuzluğu dinmez. Bunun

üzerine Güneş Tanrısı’nın emri ile ‘Büyük ve Küçük’ tanrılar Telipinu’yu aramaya başlamıştır. ‘Git,

yüksek dağları, derin vadileri, mavi dalgaları ara!’ emri ile Güneş Tanrısı önce kartalı gönderir, ancak

kartal onu bulamaz. Bunun üzerine Fırtına Tanrısı, tanrıça Hannahanna’ya: ‘ne yapacağız, böyle

açlıktan ölcek miyiz?’ deyince; Hannahanna, “Fırtına Tanrısı bir şeyler yap, Telipinu’yu sen ara!” der.

Fırtına Tanrısı, bitki ve hububat Tanrısı Telipinu’yu arar ama bulamaz. Bu kez Hannahanna, Telipinu’yu

bulma görevini ‘onu bulduğunda ellerini ve ayaklarını sok’ emriyle bir arıya verince, Fırtına Tanrısı bu

duruma itiraz ederek: ‘Büyük ve Küçük Tanrılar onu bulamadılar, bu arı mı onu bulacak? Onun hem

kendi ve hem de kanatları küçüktür.’ der.

Artık tanrılar ne yapacaklarını şaşırmıştır. Son çare olarak dua ve büyüye müracaat edilir: ‘İncir

nasıl tatlı ise Telipinu’nun ruhu da tatlı olsun; nasıl ki zeytin tanesi içinde yağ, üzüm tanesi içinde şarap

saklı ise Telipinu’nun kalbi ve ruhunda iyilik saklı olsun; nasıl buğday temiz ise Telipinu’nun ruhu da

temiz olsun; nasıl bal tatlı, yağ yumuşak ise Telipinu’nun ruhu da tatlı ve yumuşak olsun; nasıl odun

yanarsa Telipinu’nun hiddeti, öfkesi, günahı ve küskünlüğü de yanıp yok olsun; ateş nasıl söndürülürse

Telipinu’nun hiddeti ve öfkesi de öyle sönsün; nasıl kanaldaki su geri akmazsa Telipinu’nun öfkesi de

geri gelmesin; nasıl ürkek bir adam içki içtiğinde onun korkaklığı ortadan kalkarsa Telipinu da sarhoş olsun; nasıl kuşburnu bitkisi ilkbaharda beyazlara, sonbaharda kızmızıya bürünür, öküz senin altından

geçtiğinde ve nasıl sen onun kıllarını çekersen, koyun senin altından geçtiğinde nasıl sen onun yününü

çekersen, aynı şekilde Telipinu’dan öfke, hiddet ve küskünlük de kalksın’ cümleleriyle Telipinu teskin

edilmekte ve geri çağırılmaktadır.

50

Resim 3.5: Hitit Oniki Tanrı Alayı (Yazılıkaya/Boğazköy-Çorum).

Bu dua içeriğindeki sözler eşliğinde Telipinu’nun geri dönmesi için yedi kapı sürgüsü çekilir; on iki

adet koç kesilerek bin delikli bir elek üzerine hububat ve koçlar dökülerek büyüler yapılır. Hatta Telipinu

(heykelinin) üzerinde ve etrafında ateş yakılır tıpkı bugün Anadolu’da ve Türkî Cumhuriyetlerdeki nevruz

kutlamalarında yapıldığı gibi. Bu ateşle Telipinu’nun öfkesinin, kızgınlığının, hiddetinin ve

küskünlüğünün gideceği hesaplanmaktadır.

Bu arada arı, Telipinu’yu yüksek dağlarda, vadilerin derinliklerinde içindeki bal tükeninceye kadar

aramaktadır. Telipinu ise Lihzina adı verilen bir Hitit kentinin ormanlarında keyif çatmaktadır. Arı,

Telipinu’yu bu durumda bulunca onun el ve ayaklarını sokar. Telipinu’da artık ülkesinin önemini kavrar

ve yurduna döner. Böylece bolluk ve bereket ülkeye geri gelir.”

HURRİ KÖKENLİ MİTOSLAR Hititler, Anadolu’nun güneydoğusunda yaşamış Hurri kültüründen büyük oranda etkilenmiştir. Bu

etkileşim Hitit kralı III. Hattuşili’nin Kadeş savaşından dönüşte Lawazantiya kenti rahibinin kızı Pudu-

hepa ile evlenmesiyle doruk noktaya ulaşmıştır. Dolayısıyla Hurri kültürünün yarattığı Kumarbi (Gökteki

Krallık Efsanesi), Tanrı LAMA’nın Gümüş’ün Hedammu’nun ve Ullikummi’nin Şarkısı adlı efsaneler

Hitit edebiyatında önemli bir yer tuttu.

Bu konuda ayrıntılı bilgi için G.Karauğuz, “Hitit Mitolojisi,” (2001) adlı kitabını okuyabilirsiniz.

Kumarbi (Gökteki Krallık) Efsanesi

Bu efsanelerin ilki olan Kumarbi (Gökteki Krallık) Efsanesi Alalu, Anu ve Kumarbi gibi tanrıların

üzerine kurgulanmıştır. Anu Gökyüzü Tanrısı’dır. Alalu da onun daha önceki atasıdır. Ayrıca metin kadim

tanrılar Nara, Napşara, Minki ve Ammunki’den de söz etmektedir. Efsanelerde Mezopotamya ağırlıklı

tanrıların isimlerinin geçmesi bu mitlerin Babil kökenli olma ihtimalini akla getirmektedir. Efsane özetle

şöyledir:

“Eskiden Alalu gökyüzünde dokuz yıl boyunca kraldır ve tahtta oturmaktadır. Tanrıların önde geleni

güçlü Anu da, Alalu’ya sakilik görevi yapmaktadır. Ancak bu iki tanrı birbiri ile düşman olmuş ve Anu,

Alalu’yu gökteki krallıktan indirerek tahtı ele geçirmiştir. Böylece Anu’nun sakisi de Kumarbi olmuştur.

Kaderin cilvesine bakın ki bu kez, dokuz yıl gökyüzündeki tahtı işgal eden Anu da sakisi Kumarbi

tarafından bir ihtilalle devrilmeye çalışılmıştır. Girişilen kavgada Anu kendini kurtarır ve gökyüzüne

sığınır. Ancak Kumarbi, Anu’nun ayağından çekerek, onun bronza benzer erkeklik uzvunu ısırır. Anu,

Kumarbi’ye: ‘Sevinme, ben sana yük yükledim. Seni Fırtına Tanrısı, Aranzah (Dicle) nehri ve soylu tanrı

Taşmişu ile aşıladım,’ diyerek gökyüzüne çıkar ve kendini gizler. Sonradan Kumarbi içindeki meni karışık

tohumları ağızdan tükürür.” Metin bundan sonra çok kırılmıştır.

51

Ullikummi Şarkısı Bu efsanenin devamı olan Hedammu ve Ullikummi Şarkısı’nda Fırtına Tanrısı Teşup’un, krallık tahtına

oturması konu edilmektedir. Efsanenin devamı, Ullikummi Şarkısı’nda Kumarbi’nin, Fırtına Tanrısı’na

karşı bazı planlar kurduğu ile başlamaktadır: “Kurduğu plan ile Kumarbi aniden tahtından kalkar ve

eline asayı, ayaklarına hızlı rüzgârları koyarak Urkiş kentinde soğuk bir pınarın başına gelir. Burada

bulunan kaya ile beş kez birlikte olur. Sonra Kumarbi, bir erkek çocuk doğurur. Kader ve Ana

Tanrıçalar, çocuğu kaldırıp Kumarbi’nin dizlerine yatırır. Kumarbi, çocuğuna ‘Kummiya kentini

sıkıştırsın ve Teşup’u yensin’ diye Ullikummi ismini vererek, onu İrşira tanrılarına emanet eder. İrşira

tanrıları, Ullikummi’yi Upelluri’nin sağ omzuna yerleştirirler. Artık Ullikummi, onbeş gün içinde burada

büyüyecek ve beline kadar gelen denizde dizleri üzerinde, ok gibi durucaktır.

Resim 3.6: Şauşga ve Gerisinde Hizmetçileri Ninnatta ile Kulitta (Yazılıkaya/Boğazköy-Çorum).

Güneş Tanrısı denizde, çok hızlı bir şekilde büyüyen Ullikummi’yi yakından gördüğünde onun, diğer

tanrılardan farklı bir yapısı olduğunu hemen anlar ve Teşup’un yanına gider. Teşup, ona ikramda

bulunur fakat Güneş Tanrısı Ullikummi’nin dehşet veren görüntüsünden dolayı canı sıkkındır ve bir şeye

dokunmaz; kalkar, gökyüzüne çıkar. Güneş Tanrısı’nın ayrılmasından sonra Teşup, Taşmişu ve Şauşga

Ullikummi’yi görmeye giderler. Ancak Ullikummi’nin görüntüsü Teşup’u korkutur ve böyle biriyle baş edemeyeceğini düşünerek ağlamaya başlar. Fakat Şauşka, ‘o aptaldır, bundan dolayı cesareti de on

mislidir’ telkinleriyle onu yatıştırır. Bu arada Şauşka süslenerek, parmaklarına zilleri takarak ve bir

müzik aleti ile şarkı söyleyerek kardeşi Teşup’a yardım etmek ister. Fakat sesini Ullikummi’ye duyurması

imkânsızdır. Çünkü Ullikummi sağırdır ve gözleri de kördür. Bunun üzerine Şauşga oradan ayrılır.

Artık Teşup için Ullikummi ile savaşa tutuşmak kaçınılmazdır. Taşmişu’ya savaş hazırlıkları için

emirler verir. Savaşa fırtınalar ve yağmurlar da eşlik eder ama bu savaşın nasıl geliştiği tabletin bu

bölümünün kırık olmasından dolayı öğrenilmemektedir. Ancak şurası bir gerçektir ki Teşup ve yandaşları

bu savaşta mağlup olmuştur. Teşup’un karısı Hepat’ın bu durumdan haberi henüz yoktur. Taşmişu’dan,

kocasının mağlubiyetini duyar ve bayılır. Bu arada kardeşi Taşmişu, Teşup’a, tanrı Ea’nın yardıma

çağrılmasını önerir. Bu yardımın olup olmadığı metnin kırık olmasından öğrenilmemektedir. Ancak Ea,

Ullikummi’yi omzunda büyüten Upelluri’ye: ‘Kumarbi’nin, Ullikummi’yi, Teşup’u öldürtmek için

büyüttüğünü’ söyler. Upelluri de: ‘Yeryüzü ve gökyüzünü ayırdıkları bakır bıçağı getirsinler. Biz

Kumarbi’nin bir asi olarak tanrılara karşı büyüttüğü Ullikummi’nin ayaklarının altını keseceğiz,’ der.

Ayakları yerden kesilen Ullikummi güçsüz kalır ve Teşup, Ullikummi ile savaşır. Ancak sonuç tablet kırık

olduğundan dolayı bilinmemekle birlikte herhalde zafer Teşup’undur.

52

Bu efsanenin temelinde yatan eski ve yeni tanrılar arasındaki mücadeleler Mısır, Babil ve Ugarit

mitlerindan da bilinmektedir. Bu efsane Fenikeliler aracılığıyla Yunanlılara geçmiştir. Gökyüzü

krallığında geçen Anu=Uranos, Kumarbi=Kronos, Teşup=Zeus olduğu VIII. yy. Grek şairi Hesiodos’un

Tanrıların Doğuşu (Theogonia)’sından anlaşılmaktadır. Efsaneye göre, Uranos çocuklarına kin besler ve

onları karısı Gaia’nın vücudundan gün ışığına çıkartmaz. Bunun üzerine Gaia, Kronos’u babasına karşı ayaklandırır ve Kronos babasının erkeklik organını bir orak ile keser. Buradan yeryüzüne akan kandan

(Eriny=Dişi İntikam Tanrıları) devler, Melos perileri ve uzvun denize atılması ile oluşan köpükten Aşk

Tanrısı Aphrodite doğar.

Bu arada Ullikummi efsanesinde geçen ‘Yeryüzü ve gökyüzünü ayırdıkları bakır bıçağı getirsinler,’

cümlesinden Sumerler tarafından evrenin yaratılışı konusunda kaleme alınmış efsanelerden etkilendiği

anlaşılmaktadır. Çünkü Sumerlere göre, yer ve gök önceden bitişikti sonradan ayrılmıştı: “Gök yerden

ayrıldıktan sonra, yer gökten ayrıldıktan sonra, insanın adı konulduktan sonra, An göğü alıp götürdükten

sonra, Enlil yeri alıp götürdükten sonra”.

Şimdi Hurri kökenli Hitit efsanelerini sayalım.

MEZOPOTAMYA VE KENAN KÖKENLİ MİTOSLAR Hitit mitolojisinin beslendiği kaynaklardan diğeri de Mezopotamya kökenli efsanelerdir. Bu efsaneler

içinde en önemlisi Gılgamış destanıdır. Sumer, Babil ve Hurri kültüründe görülen efsanenin Hititçe

nüshası, Enkidu’nun öldürülmesini konu edinmektedir.

Bu mitten ayrı olarak Mezopotamya sel afetlerinin anlatıldığı hem Akadca ve hem de Hititçe olarak

yazılmış Atramhaşi ve Mezopotamya Günah İneği motifinin işlendiği çiviyazılı metinler sayılabilir.

Hitit edebiyatını besleyen bir diğer kaynak Kenan kökenli efsanelerdir ve Hurrililer eliyle Hititçeye

geçmiş olan Elkunirşa-Aşertu miti bu gruba dâhil edilebilir.

MASALLAR Bütün bunlardan ayrı olarak Hitit masalları içinde değerlendirilebilecek bir grup daha vardır. Yukarıda

saydığımız Hitit masallarına ek olarak Hurrililer eliyle Hititçeye geçmiş olan ‘Gurparanzah masalı’ da

anılmaya değerdir. Masalın kahramanı olan Gurparanzah vahşi hayvanları öldürdükten sonra İmpakru ve

kahramanlardan oluşan bir grupla Akad kentine döner. Bir okçuluk yarışmasında altmış kral ve yetmiş kahramanı yenerek yiğitliğini kanıtlayan Gurparanzah güzel kokulu bir yağ sürünerek, yatmaya gider.

Masalın geri kalan kısmı metnin kırık olmasından dolayı anlaşılamamaktadır. Daha sonraki bölümlerde

ise, Aranzah nehri bir kartal gibi hızlı uçarak, Akad kentine gider ve merdiven üzerine tüner. Gurparanzah

ve diğer kahramanlar onun önünde eğilir. Aranzah, Gurparanzah’ı burada ağlar bulur ve ona: “Niçin

ağlıyorsun? Bu kutsal gözlerinden niçin yaşlar akıyor?” der. Daha sonra Aranzah, kartal gibi tünediği

yerden kalkarak, öğüt için Ana Tanrıça ve Kader Tanrıçaları’nın yanına gider.

Zalpa Kenti Öyküsü (Bir Yılda Otuz Çocuk Doğuran Kaneş Kraliçesi)

“Kaneş kraliçesi bir yılda otuz erkek çocuk doğurur ve kendi kendine: ‘doğurduklarının ne kalabalık bir

şey’ olduğunu fısıldar. Sonra bir sepeti kalafatlayarak çocuklarını bu sepete koyup onları nehre bırakır.

Nehir, çocukları Zalpuwa kentindeki denize sürükler ve tanrılar çocukları besler, büyütür.

Aradan yıllar geçmiştir, kraliçe bu kez bir yıl içinde otuz kız çocuğu dünyaya getirir ve bu çocukları

bizzat kendisi besleyip büyütür. Delikanlı olmuş kraliçenin erkek çocukları bir kervanla birlikte

annelerini bulmak umuduyla yola çıkmışlardır ve Tamarmara kentine vardıklarında oradaki kişilerle

sohbet etmeye başlarlar. Konu arasında, otuz erkek kardeşin bir yıl içinde annelerince doğurulduğunu

söylerler. Bunun üzerine bu kentin insanları, Kaneş kraliçelerinin bir yıl içinde otuz kız çocuğu

doğurduğunu, ancak kraliçenin hasretleriyle yanıp tutuştuğu erkek çocuklarının ise kaybolduğunu

söylerler. Çocuklar sevinçle: ‘annemizi bulduk!’ diye bağırışırlar.

53

Çocuklar Kaneş kentine annelerini görmeye giderler. Çocuklar annelerinin huzurunu çıktığında

annelerinin, çocuklarını tanımamaları için tanrılar, onun kalbine şüphe düşürür. Bundan dolayı anneleri

çocuklarını tanıyamaz ve üstelik kız çocuklarını da kardeşleri ile evlendirmeye yeltenir. Ancak en küçük

kardeş, ‘biz kızkardeşlerimizle evlenecek miyiz? Tanrıya karşı böyle bir hürmetsizlik ve onlarla yatmamız

doğru değildir’ diyerek itiraz eder.” Tabletin bundan sonraki kısımları kırık olduğundan, masalın diğer

ayrıntıları bilemiyoruz.

Appu ve İki Oğlu “Şudul kentinde yaşayan Appu, çok zengin biri idi ve onun çok sayıda sığır, koyun sürüleri ile hububatın

harmanlandıktan sonra yığıldığı gibi gümüşü, altını ve lapulazuli taşı vardı. O, hiçbir şeye ihtiyaç

duymuyordu ama çocuğu olmuyordu.

Düzenlenen şölenlerde herkes çocuğuna ikramlarda bulunurken Appu’nun ikramda bulunacağı hiç

kimsesi yoktu. Yine böyle düzenlenmiş bir şölenin ardından canı sıkılmış bir durumda Appu, evine gitti ve

ayakkabılarıyla birlikte yatağa uzandı, karısı da onun yanına yattı. Ama yine hiçbir şey olmamıştı. Appu

kalktı, ak bir kuzu aldı ve Güneş Tanrısı’na yalvarmaya gitti. Güneş Tanrısı onu gençleştirdikten sonra,

‘senin için çözmem gereken konu nedir?’ diye ekledi. Appu da tanrıların kendisine zenginlik vermesine

karşılık hiç çocuk bahşetmediğini söyledi. Bunun üzerine Güneş Tanrısı ona, içki içip evde karısıyla

yatmasını ve böylece tanrıların kendisine bir erkek çocuk vereceğini söyledi. Appu denileni aynen yaptı.

Appu’nun karısı gebe kalmış ve onuncu ayda bir erkek çocuk doğurmuştu. Çocuğa ‘Kötü’ adını

verdiler. Çok geçmeden Appu’nun karısı tekrar gebe kalmış ve bir erkek çocuk daha doğurmuştu. Bu

çocuğun adını da ‘İyi’ koydular.

Çocuklar büyüyüp yiğit bir erkek haline gelince baba evinden ayrılmaya karar verirler. Bunda

Kötü’nün ‘dağların ayrı ayrı yerlerde bulunduğu, nehirlerin ayrı ayrı yerlere aktığı ve pek çok tanrının

ayrı yerlerde oturduğu gibi biz de farklı yerlerde oturalım,’ telkinleri etkili olur. Bu arada iki kardeş malı

da kendi aralarında bölüşmeye başlar. Ancak malın iyisini Kötü alır, tüm kötü malı ise İyi’ye verir. Bu

mal paylaşımının adaletsiz olduğuna inanan İyi durumu mahkemeye taşır.” Ancak tabletin bundan

sonraki bölümü kırık olduğundan mahkemenin sonucunu öğrenemiyoruz.

Avcı Keşşi ve Karısı Hurrice olan Avcı Keşşi masalının, Hititçe ve Hurrice fragmanları yanında Amarna (Mısır)’da Akadca

nüshaları da ele geçmiştir. Bu masalın özeti şöyledir:

“Keşşi kötü bir adam olan Udubşarri’nin kızkardeşi güzel Şintalimeni ile evlenince tüm ilgisini

karısına göstermeye başlar. Bunun sonucunda da tanrılara libasyonları ve ekmek kurbanlarını ihmal

eder. Üstelik o, artık avlanmak için dağlara da gitmez.

Bu durum Keşşii’nin annesini de rahatsız etmektedir. Sonunda annesi Keşşi’yi ‘karın sadece senin

aşkının gayesi olmakta ve bana da hiçbir şey getirmiyorsun, üstelik avlanmaya dağlara da gitmiyorsun’

sözleriyle uyarır. Bu sözlere alınan Keşşi mızrağını ve köpeğini yanına alarak dağlara avlanmaya gider

ama tanrılar Keşşi’ye kızgındır ve ondan av etini saklamaktadırlar. Çünkü o, libasyonarı ihmal etmiştir.

Avlanamadan üç ay boyunca dağlarda başıboş gezen Keşşi artık yorgundur kente eli boş dönmek

istememektedir, üstelik hastalanmıştır.”

Metnin bundan sonraki kısımları oldukça kırıktır ve bir anlam çıkarılamamaktadır. Ancak metnin

sağlam olan kısımlarından Keşşi kentine dönmüştür ve bazı rüyalar görmektedir. Bu rüyaların yorumunu

annesine sorar. Ancak annesinin rüyaları hakkındaki yorumlarını yine metnin kırık olmasından dolayı

okuyamıyoruz.

Sonuç olarak, bir Anadolu halkı olan Hititlerin diğer ulusların edebiyatlarını kopya ederek

oluşturdukları bu efsaneler, bugün Anadolu kültüründe yaşatılmaktır. Bu konu yukarıda diğer efsaneler

işlenirken mitlerin günümüze yansımalarının üzerinde birkaç cümle ile kısaca durulmuştur. Bir Anadolu

geleneği olan yardımlaşma ve hediyeşleme kültürünün Hitit dünyasında da yaygın olduğunu ‘Güneş Tanrısı, İnek ve Balıkçı’ masalı çok güzel bir şekilde özetlemektedir:

54

“Balıkçı Urma şehrine vardı. Evine gitti ve bir sandalyeye oturdu. Balıkçı karısına şöyle söyledi:

‘Benim sana söyleyeceklerime dikkat et. Bu çocuğu al, yatak odasına git, yatağa yat ve feryat et. Bütün

kent seni işitecek ve şöyle söyleyecek: ‘Balıkçının karısı bir çocuk doğuruyor! Böylece biri bize ekmek

getirecek, diğeri bize bira getirecek ve başka biri bize daima bereketli ürün getirecek.’ Kadın zekidir. O

bizzat kendini diğerlerinin yetkilerinden ayırmaktadır. O tanrının otoritesine bağlıdır. O kadının

bağlılığında bulunur ve o, kocasının sözlerini dinlememezlik yapmaz. Balıkçının karısı adamın sözünü

işitti, yatak odasına gitti, yatağa uzandı ve feryat etmeye başladı. Kentin insanları işittiklerinde, onlar

şöyle söyledi: ‘Balıkçının karısı bir çocuk doğuruyor.’ Kentin insanları bunu söyledi ve ona bazı şeyler

getirmeye başladı. Biri ekmek getirdi ve diğerleri bira ve bereketli ürün getirdi.”

Şimdi Hitit masallarını sayalım.

HİTİT MİTOLOJİSİNİN BAŞLICA TANRI VE TANRIÇALARI Hittitlerin yerel kült merkezlerinde çeşitli ayinler düzenledikleri pek çok tanrı ve tanrıçaları vardı.

Panteonda tam bin tanrının olduğu bizzat Hititler tarafından çeşitli vesilelerle belirtilmiştir. Ancak

şimdiye kadar çivi yazılı metin ciltlerinde altı yüzün üzerinde tanrı ismi ortaya çıkarılmıştır. Bunlar

Mezopotamya, Hatti, Hurri, Luwi ve Pala orijinli tanrı ve tanrıçalardır.

Yukarıda da görüldüğü üzere Kumarbi ve Ullikummi efsanelerinde Hurrili tanrılar, Kaybolan Tanrı

Efsanelerinde ise Hattice tanrılar yoğunluktadır. Hitit mitolojisinde geçen tanrı ve tanrıçaların listesini

şöylece sıralayabiliriz.

Alalu

Eski zamanlardan beri gökyüzünde kral olan bu tanrı, Mezopotamya kökenlidir ve gökyüzünde dokuz yıl

boyunca kral olarak kalmıştır.

Anu

Mezopotamya kökenli olup Teşup’un ve Taşmişu’nun babası ve tanrıların ikincisidir. Alalu gökyüzünde

kral iken Anu da bu tanrıya sâki olarak hizmet etmiştir. Alalu’yu yendikten sonra onu yeraltına

göndermiştir. Tam dokuz yıl boyunca kalacağı gökyüzü tahtına oturmuştur.

Bu arada Kumarbi de kendisine sâki olarak hizmet etmiştir. Ancak Anu’nun Kumarbi’ye karşı savaş açması üzerine Kumarbi, Anu’nun peşine düşmüş, Anu’nun erkeklik organını ısırmış ve onu yutmuştur.

Aranzah (Dicle Nehri)

Anu ve Kumarbi’nin çocuğu, Fırtına Tanrısı ve Taşmişu’nun erkek kardeşidir.

Aştapi

Hurrice Savaş Tanrısı’nın adıdır. Sumerce karşılığı ZABABA, Hattice karşılığı ise Wurunkatte (Ülkenin

Kralı)’dir.

EA

Eski tabletlerin muhafızı olan ve iki yüzlü olarak omuzlarından fışkıran sularla oluşmuş bir nehir ile

betimlenmiştir. Eski Hitit Dönemi belgelerinde geçmemesine rağmen MÖ 14. Yüzyıl siyasi

antlaşmalarında görülür. Bu tanrının veziri İzzummi (Uşmu) ve karısı ise Damkina’dır.

Mezopotamya’da bereketi temsil eden bu tanrı, Hurri mitlerinde Bilgeliğin Kralı olarak anılmış ve MÖ 1.

bin yıla kadar işlevini sürdürmüştür. Ayrıca Yazılıkaya açık hava panteonunda EA, sırasıyla Teşup,

Taşmişu, Kumarbi, İştar-Şauşga ve hizmetçileri Ninatta-Kulitta ile beraber listelenmiştir.

55

EREŞ.KI.GAL

Fırtına Tanrısı’nın annesidir ve antlaşma metinlerinde sıkça görülen bu tanrıça mitolojide karanlık

toprağın açılması ile yeraltından Fırtına Tanrısı’nın geri getirilmesi konusunda önemli bir rol oynar.

Gökyüzünün Güneş Tanrısı Akadçadan Hitit panteonuna geçmiş olan bu tanrı, adaletin temsilcisidir ve bazen bütün tanrıların kralıdır.

Hannahanna

Eski Hitit Dönemine tarihlendirilen Kaybolan Tanrı Efsanelerinde, kaybolan tanrıların aranmasını isteyen

ve Tüm Tanrıların Annesi ya da Büyükanne unvanına sahip tanrıçadır. Bu tanrıça Gulşa, MAH ve

NIN.TU ile de eşitlenmektedir.

Mitolojide Telipinu kaybolduktan sonra Fırtına Tanrısı bu tanrıçaya şikâyette bulunur. Bunun üzerine

Hannahanna, Fırtına Tanrısı’nı Telipinu’yu bulmaya gönderir ve onu bulamayınca bu kez Hannahanna

arıyı sevk eder. Ondan, onun el ve ayaklarını sokmasını, gözlerini ve ayaklarını balmumu ile

temizlemesini ister.

Hannahanna, Fırtına Tanrısı’na, Telipinu ile Deniz Tanrısı’nın kızı ile evlenmesi sırasında başlık

parası (kuşata) ödemesini salık verir. Aynı zamanda, bu tanrıça da diğer tanrılar gibi kaybolur. O

gittiğinde, insan ve hayvanlar yavrularıyla ilgilenememiş, sığır ve koyunlar gebe kalamamıştır. Hepat

Fırtına Tanrısı’nın eşi, Tanrıların Kraliçesi olarak bilinen bu tanrıça, kutsal hayvanı arslan üzerinde

betimlenmiştir. Aynı zamanda bir boğa vücudu üzerinde insan başı ya da çift insan ayağı ile gösterilmiş ve Teşup’un Boğası olarak tanımlanan Tanrı Şarruma’nın da annesidir. Hapantaliia

Hatti kökenli bir tanrı olup Güneş Tanrısı’nın çobanıdır.

Hedammu

Tanrıları ve insanları yıldıran bir deniz canavarıdır.

İlluianka

Efsanede Fırtına Tanrısı, Kişkiluşşa şehrinde yılan İlluianka ile dövüşmüş ve ona yenilmiştir. Bunun

üzerine Fırtına Tanrısı tüm tanrıları yardıma çağırmış ve Tanrıça İnara’dan bir festival düzenlemesini

istemiştir. Festival düzenlenmiş, İlluianka ve çocukları festivalde tıka basa yemişlerdir. Ölümlü Hupaşiia

bir ip ile onları bağlamıştır. Fırtına Tanrısı da onları öldürmüştür. İmpaluri

Kumarbi’nin elçisidir.

İnara

Fırtına Tanrısı’nın kızı ve vahşi hayvanların tanrıçasıdır. Hatti kökenli bir tanrıça olup, Eski Hitit

mitlerinde görülür. Hititçe innaru- kelimesi ile sıkı bir ilişkisi olan bu tanrıça, LAMA ile eşitlenmiştir.

Kamruşepa

Büyü tanrıçasıdır. Bu tanrıçanın Hattice okunuşu Kattahziwuri’dir.

56

Kaşku

Ay Tanrısıdır. Kuababa

Ana Tanrıça’dır. Hitit öncesi dönemde de baş tanrıçadır. Hurri panteonununda da görülen bu tanrıçanın

kült merkezi Kargamış’tır. Bu tanrıça Phryg ve Roma döneminde de Kybele olarak panteondaki yerini

almıştır. Kumarbi

Hurililer tarafından Bilge Kral ve Tanrıların Babası olarak nitelendirilmiş ve tanrılar arasında üçüncüsü

sırada kabul görmüş bir Bitki Tanrısı’dır. Aynı zamanda Mezopotamya kökenli EN.LIL ve Dagan ile

eşitlenir. Kült merkezi Kuzey Mezopotamya’daki Urkiş şehri olan Kumarbi, elinde bir asa taşır.

Mitolojide Kumarbi kendisinin Tanrıların Babası olarak kalması için, Deniz Tanrısı’na, elçisi

İmpaluri tarafından haber gönderir. Deniz Tanrısı onun için bir ziyafet verir. Bu arada Kumarbi’nin

kayası Ullikummi doğar.

Lama Geyikle sembolize edilen ve Kırların Tanrısı olarak kabul görmüştür.

Mukişanu

Kumarbi’nin veziridir.

Ninatta ve Kulitta

Mitanni krallığında “Ülkenin ve Gökyüzünün Sahibesi” unvanı ile anılan Şauşga’nın hizmetçileridir. Şauşga

Bir arslan üzerinde kanatlı bir kadın formunda betimlenmiş bu tanrıça, Teşup’un kız kardeşidir. Ninive

şehri ile ilgili olarak geçen bu tanrıça, Kenan mitindeki Baal’ın kız kardeşi Anat-Aştarte ile aynı

görevlere sahiptir. İlk defa III. Ur Sülalesi döneminde görülen bu tanrıça MÖ. 8.yüzyılın sonuna kadar

işlevini sürdürmüştür. Takitiş

Tanrıça Hepat’ın hizmetçisidir. Taşmişu

Fırtına Tanrısı’nın veziri ve erkek kardeşidir. Bu tanrının Hititçe okunuşu Savaş Tanrısı olan

Şuwaliiat’tır.

Telipinu

Kaybolan Tanrı Efsanelerinin baş aktörü olan tanrıdır. Fırtına Tanrısı’nın ilk çocuğu olan Telipinu, tohum

ekmek, tarlaları sürmek, sulamak, ürünü yetiştirmek ve hasat gibi eylemleri içine alan bir tarım tanrısıdır.

II. Murşili’nin veba dualarında: “Sen Telipinu ulu bir tanrısın. Senin ismin isimler arasında uludur ve

sen tanrılar arasında ulusun.” şekliyle övülür.

Mitolojide Telipinu hiddetlenerek bozkırda kaybolur ve beraberinde ülkedeki bolluk ve bereketi de

götürür. Bunun üzerine tanrıları, insanları ve hayvanları açlıkla tehdit eder. Hannahanna’nın arısı

Telipinu’yu bulur. Onun el ve ayaklarını sokar. Gözlerini ve ayaklarını balmumu ile silerek onu temizler.

Bu duruma daha da kızan Telipinu, nehirlere büyük bir hasar verir.

57

Teşup

Mitolojide kaybolan Fırtına Tanrısı’dır. Bu tanrının Hattice okunuşu Taru olup eşinin adı Wurunkatte’dir.

Bu tanrı Luwice tarhunt- şeklinde yazılmıştır.

Öfke, hiddet ve küskünlük içinde karanlık toprağa giden Fırtına Tanrısı, Arinna şehrinin Güneş Tanrısı, EREŞ.KI.GAL ve Wuruntemu’nun yardımı ile geri getirilir. Ayrıca Fırtına Tanrısı, oğlu

Telipinu’nun kaybolması ile umudunu yitirir ve Güneş Tanrısı’na şikâyette bulunur. Hannahanna’dan ise

onu bulmasını ister.

Aynı zamanda Teşup, mitolojide Kuzey Mezopotamya’da bulunan Kummiia şehrinin Kralı, Gökyüzünün Kralı ve Hatti Ülkelerinin Beyi olarak da anılmaktadır. Tanrıların en büyüğü olan bu tanrının

eşi Hepat’tır. Onun oğlu Şarruma ve Nerik şehrinin Fırtına Tanrısı’dır. İki dağ tanrısı üzerinde sakallı bir

kişi tarafından temsil edilen Fırtına Tanrısı elinde bir asa tutar. Aynı zamanda bu tanrı hem savaşı ve hem

de zaferi simgeler. Onun kutsal boğalarından birinin adı Şeri ve diğeri Hurri (ya da Tella)’dir.

Ullikummi

Kumarbi’nin oğludur.

Upelluri

Grek dünyasında Atlas’a benzeyen ve Hurri kökenli dev tanrı olup yeraltında oturmakta ve omuzları

üzerinde de yeryüzü ile gökyüzünü taşımaktadır.

58

Özet

Hattuşa (Boğazköy) merkez olmak üzere

Anadolu’da güçlü bir krallık kurmuş olan

Hititler, kendilerine özgü bir mitoloji

yaratamamışlardır. Dolayısıyla komşu ulusların

efsanelerine kendi geleneklerini de katarak

oluşturdukları mitolojilerini dört başlık altında

değerlendirebiliriz:

A. Hatti (Anadolu) Kökenli

B. Hurri Kökenli

C. Mezopotamya ve Kenan Kökenli

D. Masallar

Bu başlıklar içinde ele aldığımız Hatti (Anadolu)

kökenli bir efsane olan ve Hitit dünyasında,

‘İlluyanka’ ve ‘Telipinu’nun Kayboluşu’ miti

olarak anılan mitler, bahar şenliklerinde

söylenegelen efsaneler olmuştur. Özellikle

Telipinu’nun kayboluşu efsanesinin, günümüz

“nevruz”’u ile sıkı ilişki içinde olduğu

anlaşılmaktadır.

Yine Hurri efsaneleri içinde özellikle Ullikummi

şarkısının Fenikeliler eliyle Grek dünyasını

etkilediği anlaşılmaktadır.

Sumer, Babil ve Hurri kültür dünyası içinde

“Tufan Olayını” ilk kez yazılı olarak çiviyazılı

belgeler üzerinde okuduğumuz ve günümüze

kadar hemen hemen aynı anlatımlarla gelebilmiş Gılgamış destanının, Hititçeye de aktarılmış olması, efsanenin ne kadar köklü bir anlatımı

olduğunu bize göstermektedir.

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi efsaneler bize

eski dünyanın gelenekleri hakkında da bazı

bilgiler verebilir. Özellikle Hitit masallarında bu

konuda bazı ipuçları yakalanabilir.

Özellikle Hitit masalları içinde “Zalpa kenti

Öyküsü”’nde, Hititler dünyasında kardeşler arası

evliliğin kesin olarak yasaklandığını ve bu eylemi

yapanın cezasının ölüm olduğunu anlamaktayız.

Yine “Appu ve İki Oğlu” masalında ‘İyi’ ve

‘Kötü’ sembollerinin kullanıldığını görmekteyiz.

Ayrıca “Avcı Keşşi ve Karısı” masalı gelin-

kaynana çekişmesinin bir örneğini yansıtır.

“Güneş Tanrısı, İnek ve Balıkçı” masalı,

Anadolu’nun kadim bir göreneği ‘yardımseverlik

ve hediyeleşme’ geleneğini yansıtması açısından

önemlidir.

59

Kendimizi Sınayalım 1. Mitoloji sözcüğü hangi kelimelerin birleş-tirilmesi ile türetilmiştir?

a. antropos+logos

b. arkheeos+logos

c. paleos+litos

d. myth+logos

e. mesos+litos

2. Hititler mitolojik metinlerini ritüeller ve büyüsel olgularla ne eşliğinde söylüyordu?

a. rahipler

b. müzik

c. kil tabletler

d. kral

e. kraliçe

3. Hitit mitolojisi hangi başlıklarla altında toplanabilir?

a. Hatti

b. Hurri-Mezopotamya

c. Hitit-Asur-Babil

d. Hurri

e. Hatti (Anadolu)-Hurri-Mezopotamya ve Ke-

nan- Masallar

4. Hatti kökenli bir mit olan ve Anadolu’da baharın müjdeleyicisi olarak tapınaklarda Geç Hitit Dönemine kadar okunan ve ‘ejderha/yılan’ anlamına gelen efsanenin adı nedir?

a. Deniz’in Kızı ve Telipinu

b. İlluyanka

c. Kamruşepa

d. Fırtına tanrısı’nın Müthiş Bir Şekilde Gürle-

mesi

e. Ebedi Olan İnsan Yolculuğu

5. ‘Tanrı Telipinu’nun Kayboluşu’ miti Hitit efsanelerinin içeriği açısından hangi kökenli efsane içinde değerlendirirlir?

a. Hatti (Anadolu) Kökenli

b. Hurri Kökenli

c. Mezopotamya

d. Kenan Kökenli

e. Masallar

6. Kumarbi (Gökteki Krallık) Şarkısı Hitit efsanelerinin içeriği bakımından hangi kökenli efsane içinde değerlendirirlir?

a. Masallar

b. Hatti Kökenli

c. Hurri Kökenli

d Mezopotamya Kökenli

e. Kenan Kökenli

7. Ullikummi Şarkısı hangi eskiçağ ulusu aracılığıyla Grek dünyasına geçmiştir?

a. Hitit

b. Asur

c. Babil

d. Sumer

e. Fenikeliler

8. Gılgamış destanı Hitit efsanelerinin içeriği bakımından hangi kökenli efsanedir?

a. Hatti Kökenli

b. Hurri Kökenli

c. Kenan Kökenli

d. Mezopotamya Kökenli

e. Masallar

60

9. Hitit mitolojisi içinde hangisi ‘Masallar’ basil-ğı altında değerlendirilir?

a. İlluyanka

b. Kumarbi Şarkısı

c. Appu ve İki Oğlu, Güneş Tanrısı, İnek ve

Balıkçı

d. Ullikummi Şarkısı

e. Telipinu’nun Kayboluşu

10. Hangi Hitit masalının Hititçe, Hurice frag-manları yanında Amarma (Mısır)’da Akadça nüshaları ele geçmiştir?

a. Ullikummi Şarkısı

b. Telipinu’nun Kayboluşu

c. Fırtına Tanrısı’nın Kayboluşu

d. Güneş tanrısı’nın kayboluşu

e. Avcı Keşi ve Karısı

Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. d Yanıtınız yanlış ise “Giriş” bölümünü

yeniden gözden geçiriniz.

2. b Yanıtınız yanlış ise “Giriş” bölümünü

yeniden gözden geçiriniz.

3. e Yanıtınız yanlış ise “Giriş” bölümünü

yeniden gözden geçiriniz.

4. b Yanıtınız yanlış ise “Hitit Efsanelerinin

İçeriği” başlıklı konuyu yeniden gözden

geçiriniz.

5. a Yanıtınız yanlış ise “Hitit Efsanelerinin

İçeriği” başlıklı konuyu yeniden gözden

geçiriniz.

6. c Yanıtınız yanlış ise “Hitit Efsanelerinin

İçeriği” başlıklı konuyu yeniden gözden

geçiriniz.

7. e Yanıtınız yanlış ise “Hitit Efsanelerinin

İçeriği” başlıklı konuyu yeniden gözden

geçiriniz.

8. d Yanıtınız yanlış ise “Hitit Efsanelerinin

İçeriği” başlıklı konuyu yeniden gözden

geçiriniz.

9. c Yanıtınız yanlış ise “Hitit Efsanelerinin

İçeriği” başlıklı konuyu yeniden gözden

geçiriniz.

10. e Yanıtınız yanlış ise “Hitit Efsanelerinin

İçeriği” başlıklı konuyu yeniden gözden

geçiriniz.

61

Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Kumarbi (Gökteki Krallık Efsanesi), Tanrı

LAMA’nın Şarkısı, Gümüş’ün Şarkısı, Hedammu

Şarkısı, Ullikummi Şarkısı

Sıra Sizde 2 Zalpa Şehri Öyküsü (Bir Yılda Otuz Çocuk

Doğuran Kaneş Kraliçesi), Appu ve İki Oğlu,

Avcı Keşşi ve Karısı, Güneş Tanrısı, İnek ve

Balıkçı Sıra Sizde 2

Yararlanılan Kaynaklar Daddi, F. P-A. M. Polvani, (1990). La Mitologia Ittita, Brescia, Paideia, 1990.

Erkut, S. (1998). “Kaniş Kraliçesinin Hikayesi”, Argos Gemicileri, VI, 1998, 21-24.

Eyüboğlu, S.- Erhat, A. (1991). Hesiodos Eseri ve Kaynakları, Ankara: Türk Tarih Kurumu

Goetze, A. (1995). “Hittite Myths, Epics and Legends”, Ancient Near Eastern Texts Relating to the Old Testament, s. 120-128.

Güterbock, H. G. (1945). Kumarbi Efsanesi, (Çev. S. Alp), Ankara.

Hoffner, H. A., Jr. (1990). Hittite Myths, Atlanta, Georgia.

Karauğuz, G. (2001). Hitit Mitolojisi, Konya: Çizgi Kitabevi.

Kınal, F. (1967). “Inanna’nın Cehenneme İnişi Efsanesi”, Tarih Araştırmaları Dergisi, III/4-5, s. 1-21.

Kramer, S. N. (1990). Tarih Sumer’de Başlar, (Çev. M. İ. Çığ), Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınevi.

Kramer, S. N. (1990). Sümer Mitolojisi (Çev. H. Koyukan), İstanbul: Kabalcı Yayınevi.

Ünal, A. (1994). “Hethitische Mythen und Epen”, Weisheitstewte, Mythen und Epen: Mythen und Epen II (Texte aus Umwelt dex Alten Testaments III/4), (Edited by Karl Hecker), Gütersloh-Gütersloher Verlagshaus, 802-865.

62

Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra;

Sumer panteonunu açıklayabilecek,

Sumer mitlerini tanımlayabilecek,

Sumer destanlarını açıklayabileceksiniz.

Anahtar Kavramlar Panteon

Mit

Epos

İnanç

Mitoloji

Tanrı

Kahraman

Ağıt

İçindekiler Giriş

Sumer Panteonu

Sumer Mitleri

Sumer Destanları

Sumer Ağıtları

4

63

GİRİŞ Aşağı Mezopotamya’ya MÖ IV. binyılın ortalarında gelerek burada kendilerine özgü bir medeniyet

geliştiren Sumerlerin Türkçemizin de içinde yer aldığı bitişken bir dil kullanan kavim oldukları, ayrıca

bölgeye geliş yönleri konusunda kesin bir bilgi olmamakla birlikte Orta Asya’dan geldikleri

anlaşılmaktadır. Sumerler Irak’ın güneyine daha önce bölgede bilinmeyen silindir mühür, ziggurat

denilen yüksek katlı tapınaklar ve çömlekçi çarkını getirmişlerdir. Bölgede daha önce tarım ve

madenciliğin gelişmiş olduğu anlaşılır. Sumerler burada kent devletleri kurarak ilk defa şehir

medeniyetini geliştirmişlerdir. Şehir meclisi, sosyal sınıflar, yönetim konuları onların eseri olarak görülür.

Onların gerçek başarıları kültürel sahada olmuştur. Çivi yazısını keşfederek kullanmaları, okullar açarak

eğitim vermeleri, gök cisimlerini izleyerek bunlara isimler, sayılar vermek suretiyle onları tespit etmeleri

ve astrolojinin kurucuları olmaları onların başarılarını gösteren en açık kanıttır. Ayın hareketlerinden bir

kameri takvim, evren ve insanla ilgili görüşlerinden de panteon (tanrılar topluluğu) ve mitler

oluşturmuşlardır. Yazılı dönem öncesi var olan kültürün yazıya aktarılmasıyla adeta her şeyin Sumer’de

başladığı şeklinde özetlenmesine sebep olmuşlardır. Hukuktan mimariye, müzikten sanat ve edebî yata

kadar her şeyin Sumerlerde varlığı anlaşılmaktadır. Yönetimden bürokrasiye, matematikten eczacılığa

kadar her konuda kafa yordukları görülmektedir. Tüm bu bilgiler önce Samiler tarafından benimsenerek

bugünkü Irak ve Suriye’nin tamamına varıp sonra Anadolu üzerinden Hurriler’den Hititlere ve oradan

batıya, Akdenizin doğusunda yaşamış olan Fenikeliler aracılığıyla ise, Hellenler’e ve oradan da Roma’ya

ulaşmıştır.

“Mit” Yunanca’da söz, öykü anlamına gelir. Mitler, ilkel insan topluluklarının, evreni, dünyayı ve

doğa olaylarını kişileştirerek yorumlamak, henüz sırrını çözemedikleri hayatın ve evrenin çeşitli görüntülerini bir anlam kolaylığına bağlamak ihtiyacından doğmuştur. Doğaüstü ve fizikötesi güçler yanı

sıra, doğa güçleriyle savaşa girmiş, onları yenmiş ya da yenememiş ilk yiğitlerin kimlik ve kişiliklerini

belirtmesiyle de mitler, eposlara, yani destanlara konu oluştururlar.

En kısa tanımıyla mitler, doğa güçlerinin kişileştirilmesi, canlı varlıklar ya da ölümsüz tanrılar halinde

tasarlanmasıdır. Eposlar ise tarihten önceki insan topluluklarının ilkel tarihleri olduğuna göre; mitlerle

eposlar arasında yer yer aynı malzemeyi kullanmak, aralarında bağlantılar olan konuları değişik oranlarda

ve farklı açılardan işlemek bakımından bir kesişme görülür.

Destan kahramanları, mitlerdeki tanrılar ve tanrısal güçlerle insanlar arasında köprüler kurmuştur. İlk

çağların insanlarında doğa güçlerinin fizik ve etik etkilerini yansıtan mitler, dinlerin de başlangıcı

sayılmakla birlikte, ilkel insanın fizik atılımlarına ek olarak metafizik ve ruhsal davranışlarını da

belgelerler. Taşıdıkları sezgi gücü, yer yer insan yaradılışındaki zaaf ve tutkuları, çağlar üstü bir

kesinliğe, çok yönlü bir kullanış imkânına bağlamış olmalarıyla mitler, bugün de sanatın yararlandığı bir

esin ve kültür kaynağıdır.

SUMER PANTEONU Sumerler Aşağı Mezopotamya’da MÖ 2700’ler civarında kendi tanrılar topluluğunu oluşturmuşlardır.

Onlar tanrıları insan şeklinde tasvir etmekteydiler. Bu durum onları diğer Önasya toplumlarından

ayırmaktadır. Mezopotamya’da hayvanlara, hayvan resimlerine tapınılmamıştır. Hayvanlar tanrıların

Sumer Mitolojisi

64

sembolü durumundadır. Tanrıların sembolü olan boynuzlu tacın kaynağı tam olarak bilinmez. Bu taç aynı

zamanda hükümdarlık sembolü olup dışardan geldiği kabul edilir. Aşağı Mezopotamya’da yer alan Sumer

kentlerinin her birinin kendine has bir tanrısı bulunmaktaydı. Bunlar, hava tanrısı, gök tanrı, güneş tanrı,

ay tanrı, yaratıcı ana tanrı, çoban tanrı ve tahıl tanrı gibi. Bunların kendi kült merkezleri vardı. Enlil’in

Nippur’da, Nanna’nın, Ur’da, Utu’nun Sippar’da, Enki’nin Eridu’da tapınakları yer almıştır. Tanrılar

yalnızca tapınakta bir yer işgal etmez aynı zamanda bilge tanrı, koruyucu tanrı, yaratıcı tanrı olarak

insanların hayatını da düzenlerdi.

Sumerler tanrıları insan şeklinde tasavvur ettikleri gibi onların yaşantısını da insanlara benzetirlerdi.

İnsanoğlu gibi onlar da yiyip-içmekte, evlenip yuva kurmaktaydılar. Onların da hırsları, arzuları vardı,

sevinçli ya da hüzünlü olduklarına inanılırdı. Şimdi belli başlı Sumer tanrılarını ele alarak konuya devam

edelim.

An/Anu An, Mezopotamya panteonunun baş tanrısı olup, göğün kişileştirilmiş halidir, kutsal rakamı 60’tır. Bütün

Mezopotamya tanrılarının en yüksek rakamıdır. Mezopotamya kozmogonisinde, An-Enlil-Enki bir üçlü

oluşturmaktadırlar. An’ın ünvanları, “tanrıların kralı”, “göğün kralı” ve “ülkelerin kralı”dır. Eski Sumer

Devrinde, An Ur ve Uruk’ta önemli unsurlardan birisidir. MÖ III. binyılın ortalarında Fara tanrı

listelerinde geçmektedir ve Uruk kralları tarafından tapınım görmüştür. Sargon dönemine ait Akadca

isimlerde geçmektedir. Eski Babil döneminde, özellikle kral kitabelerinde ve panteon listelerinde görülür,

Selevkos dönemi Uruk’ta, Anu kültünün bir versiyonu da bulunmuştur.

Tanrı Anum’un dinî hayattaki ve kültteki önemi nispeten küçüktür, yüzlerce ilahi ve duadan yalnızca

birkaçı direkt olarak ona hitap etmektedir, onun kült merkezleri Uruk’tadır. Tapınağı ise, É-anna, “Gök

tapınağı” anlamına gelir.

Boğazköy’de bulunmuş olan, “Gökteki Krallık” efsanesinde, tanrı Anu’nun Alalu ve Kumarbi ile olan

taht mücadelesi anlatılmaktadır. Anu, Hurriler tarafından kendi panteonlarına alınmış ve saygı görmüştür.

Ebla panteonunda Sunugaru olarak bilinen Ay tanrısı, Şaggar’ın eşi olarak geçmektedir.

Anunna Anunnalar bir tanrılar topluluğu olup, Eridu kentinin 50 tanrısı olarak geçer. III. Ur Devri’nde koruyucu

ve arabulucu tanrılar olarak görülür. Gudea isimli Sumer kralı onları Lagaş şehrindeki E.ninnu tapınağına

yerleştirdiğini anlatır. Enuma-eliş mitinde bunların Marduk için Babil kentini inşa ettikleri görülür.

Dünya yaratılmadan önce bunlar büyük ızdıraplar çekmişlerdir. Onlar sürekli aç kaldıklarından çayırları

yemek zorunda kalmışlardır. Bunlar önce şiddetli bir yıkıma katılmışlar, sonra da Gılgamış destanına

göre Tufan’da tövbekar olmuşlardır.

Anzu Mezopotamya mitolojisi ve ikonografisinde aslan başlı kartal şeklinde bir yaratıktır. Bu isim

IM.DUGUD.MUŞEN yada anzu olarak yazılırdı. Mezopotamya sanatında erken dönemlerden itibaren

farklı hayvanlarla birlikte görülür. Aslan başlı kartal Eski Sumer Dönemi’nde farklı sanat eserleri

üzerinde bulunur ve her biri kavgacı olarak fakat merkezi figürde iki adet yabani hayvanın yerine

konularak koruyucu görev üstlenirdi. Anzu Eski Sumer Devri şahıs adlarında geçer. Louvre Müzesinde

bulanan meşhur Akbabalar Sitelinde Ningirsu elinde bu kuşun bir heykelini tutmakta ve Gudea

kitabesinde onun yarattığı heykellerle E.ninnu tapınağını dekore ettiğini söyler. Anzu Lugalbanda ve

Enmerkar destanında akik taşı dağlarının tepesinde yuva yapmış olarak geçer. Anzu’nun yabani boğaları

akşam yemeği için yakaladığı da destanlarda anlatılmaktadır. Ninurta’nın Eridu’ya yolculuğu destanında

görülür. Orada tanrı genç Anzu ile Abzu’ya ulaşır ve dostluğunu sunar. Bazı kaynaklarda Anzu’nun

şeytan görünümü hâkimdir. Anzu tanrı banyo yaparken kader tabletlerini satarak Enlil’in güvenine ihanet

etmiştir.

65

Enlil Sumer panteonunda An’ın yerini kısa zaman içinde Enlil alarak baş tanrı olmuştur. Adının anlamı

“yeryüzünün beyi”dir. Tanrıların babası, yerin ve göğün kralı, bütün ülkelerin kralı gibi unvanlara sahipti.

Sumer düşüncesine göre kralları tahta çıkaran, ülkeye bolluk ve bereketi getiren Enlil’dir. Onun kült şehri

Nippur’dur. Bu şehirde bulunan Ekur tapınağı ona aittir. Mezopotamya tarihinin bütün devirlerinde Enlil

şahıs adlarında geçmektedir. Sumer ayinsel dualarda görülmektedir. Asur, Babil, Uruk, Kullaba ve

Elam’da tapınağı ve kültü vardır. Acemhöyük’te bulunan I. Şamşi-Adad’ın mührü üzerindeki ibarede kral

kendisini tanrı Enlil tarafından atanmış saymaktadır.

Enlil, diğer Sami halklar tarafından tapınım görmüş bir tanrıdır. Onun en büyük özelliği yaratıcı tanrı

olarak görülmesidir. Bunun yanında, bağışlayıcı, koruyucu, güçlü kuvvetli, adaletli, şefkatli bir tanrı

olarak da tapınım görmüş olduğunu gösteren kanıtlar vardır.

Enki/ Ea Sumer deniz ve okyanus tanrısıdır. Aynı zamanda bilge tanrı olup, Enlil’in kararlarına uygun olarak

planları hazırlayıp yeryüzünü düzenleyen olarak görülmüştür. Enki ve Dünya Düzeni mitinden onun

yaratıcı özelliklerini öğrenmekteyiz.

Bu tanrı adı, Sumerce É-a “suyun evi” dan gelmektedir. Eski Babil’de, Eski Sumer ve Sargon

dönemlerine ait belgelerde Ea, Akadca şahıs adlarında geçmektedir. III. Ur Devrinde kanıtlanmıştır. Bābil

ve Asur geleneğinde Ea’nın fonksiyonları Enki ile aynıdır. O bir su tanrısı olup, yaratıcı ve bilge tanrıdır.

Sami anlayışında serin su kaynakları ile alakalı gözükmektedir. Mezopotamya’da büyük tanrılar arasında

geçmektedir. Orta ve Geç Babil dönemlerinde Ea, Şamaş ve Marduk’tan oluşan üçlünün bir parçasıdır.

Akad destanlarında Ea zor görevler üstlenmektedir. Adapa mitinde, onun gerçek gücü belli değildir ve

enuma eliş destanında Marduk’tan daha kabiliyetli gözükmektedir. Halep panteonunda Mezopotamya

grubunda Ninurta ve Nisaba ile beraber geçer. Geleneksel Kuzey Suriye panteonunda, Emar, Ebla ve

Mari metinlerinde geçmektedir.

Enkidu “Güzel yerin efendisi” anlamına gelir. Gılgamış ve Huwawa, Gılgamış, Enkidu ve Yeraltı Dünyası

mitlerinde Gılgamış’ın ulağıdır. Mezopotamya mitolojisinde en büyük entrikacılardan biridir. Vücudu

kaba tüylerle kaplıdır. Ceylanlarla birlikte ot yer, hayvanlarla yakın dostluğu bulunur. Gılgamışla yüz

yüze görüşür ve onunla fikir ayrılığına düşer. Sonrasında birbirleriyle dost olurlar ve dostlukları destana

dönüşür.

Ereşkigal Sumer yeraltı dünyası tanrıçası “büyük yerin beyi” anlamına gelir. Sumer kurban listelerinde ve III. Ur

Devrine ait tapınak sunularında bilinir. Bu tanrıçaya adanmış dua ve ilahiler azdır. Bir kaç mitolojide

önemli rol oynar. Mitolojiye göre dünyanın yaratılmasından sonra yeraltı ruhlar aleminmde bulunuyordu.

İnanna’nın yeraltı dünyasına inişi mitinde tanrıçanın kız kardeşi ve kader arkadaşıdır. Eski Babil

Devri’nde Nergal’in karısı olarak görülür. Nergal ve Ereşkigal miti Orta Babil (Amarna) ve Yeni Asur

Devrine ait (Sultantepe) tabletlerde geçer.

Dumuzi Sumerlerin çoban tanrısı olup, Eski Sumer Çağı’na ait Şuruppak’tan ekonomik belgelerde, tanrı

listelerinde ve şahıs adlarında görülür. Sumer kral listelerinde iki farklı Dumuzi bulunur. Birisi çoban

Dumuzi, Tufandan önceki Babtibira’nın kralıdır. Diğeri ise balıkçı olarak Uruk’un ilk kralıdır. Uruk’tan

tapınak ilahilerinde ve kült belgelerinde geçer. III. Ur Devri kralları Uruk’un dinî ve edebî

geleneklerinin tarafını tutarak kendilerini İnanna’nın kocası rolünde Dumuzi ile eşimsemişlerdir.

66

İnanna/İştar Sumer tanrıçası olup, göğün hanımefendisi unvanı vardır. Fara tanrı listelerinde An ve Enlil’den sonra,

Enki’den önce gelmektedir. Bu tanrıça daha çok aşk ve savaşla ilgili gözükmektedir. III. binyılın

ortalarına ait Kiş kral yazıtlarında geçmektedir. Nanna ay tanrısı olup, onun kızı tanrıça İnanna ve oğlu

güneş tanrısı UTU’dur.

Mezopotamya’da iki tanrıçanın eşimsenmesi, Akadlı Sargon’un Sumer-Akad birleşik

imparatorluğunun teolojik olarak kuruluşunun bir sonucu olarak görülmektedir. Ay tanrısı Sin ile Nanna

eşitliği de buna benzer. Tanrıça İştar, Mari panteonunda yer almaktadır. Ayrıca, Ebla şahıs adlarında

geçmektedir ve Ebla’da III. ve II. binyıllarda alt tabaka Sami halkların tanrıları arasında yer almaktadır.

Kuzey Mezopotamya, Suriye ve Anadolu’da İştar Ninive Şauşga’sı olarak geçmektedir. Nuzi’de, Teşup

ve Şauşka kardeşler şeklinde görülür.

IM/ Adad Bu tanrı ismi etimolojik olarak, Arapça hadda “kırmak” ve haddat “gök gürültüsü” ile alakalıdır. Adad,

Mezopotamya’da IM logogamı ile yazılır ve Akadlı Sargon öncesi dönemde de kanıtlanmıştır. Adad’ın

esas tapınım gördüğü yer Kuzey Babilonya ve Suriye’dir. Ebla’da şahıs adlarında görülür. II. binyılda

Adad Halep şehrinin tanrısıdır. Ancak, diğer Suriye şehirlerinde ve özellikle batıda diğer fırtına tanrıları

olan Baal ve Dagan ile birleşmiştir. Adad’ın yağmur ve fırtına tanrısı olarak iki görevi vardır. Onun

bereketli yağmurları getirdiğine inanılır. Adad, Şamaş ile birlikte gökyüzünün koruyucu tanrısıdır, bu

tanrılara rahipler tarafından birlikte dua edilir. Ayrıca, Şamaş, Adad ve Marduk, Babil şehrinin

tanrısıdırlar. Ugarit’te, Hadda, Hadad olarak bilinir ve anlamı “gök gürültüsü”dür. Adad’ın, Asur’da

önemli bir tanrı oluşu onun için ilk Asur krallarının bir tapınak yaptırdığından anlaşılıyor. Adad tapınağı, I. İrişum tarafından yapılmaya başlanmış ve onun ölümünden sonra oğlu ve halefi İkunum tarafından

tamamlanmıştır. Yeni Asur Devri’nde ise, I. Tiglat-pileser Asur şehrinde bir Anu-Adad tapınağı yaptırmıştır.

Lamassular Sumer koruyucu tanrı veya demonu olup, arabulucu rolü oynamaktadır. Er Hanedan Devri Lagaş panteonundan tanınır. Bu tanrının kültü Eski Babil döneminde popülerdir. Silindir mühürler üzerinde

tasvir edilmiştir. Bu tarihten itibaren Lamassu genelde kuvvet verici koruyucu bir terim olmuştur.

Asur’da şedu ve Lamassu olarak bilinen tapınaklar ve saray tören geçit yollarının yanında dev gibi insan

başlı boğa veya aslanlar vardır. Bunların söz konusu binaları kötülüklerden koruduklarına inanılmaktadır.

67

Resim 4.1: Mezopotamya haritası (http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/1/12/Hammurabi's_Babylonia_1.svg)

Lugalbanda Sumer tanrılaştırılmış kahramanıdır. Uruk’un ilk hanedanından 3. kral olarak listelerde geçer. Enmerkarın

oğludur. Fara tanrı listelerinde Ninsu’nun kocası olarak bulunur. Eski Babil Devri’nde Nippur ve Uruk’ta

tapınım görmüştür. Gılgamış ve Huwawa destanında Ninsu’nun kocası, Gılgamış’ın babası olarak geçer.

Güney Mezopotamya belgelerinde, edebî ürünlerde görülür.

Lugalbanda’ya ait birkaç destan bulunur. Bunlardan birinde Lugalbanda’nın rakibi Mezopotamya’nın

uzak doğusunda bir yer olan Aratta’dır. Enmerkar ordusuyla dağları aşarak Aratta’yı kuşatmak üzere

varır. Lugalbanda onunladır. Bu şekilde o aniden felç geçirir ve düşmanların eline geçer. Lugalbanda ve

Anzu destanında ise, kahramanımız kendinî Zabu dağının zirvesinde yalnız bulur. Arkadaşları Aratta’ya

giderken o, güçlü Anzu kuşunu aramaya karar verir.

Nanna/Sin Ay tanrısı Nanna, Ur şehriyle alakalı olup, aynı zamanda ayın sembolik rakamı 30’dur. Nanna, Fara’da

bulunan Eski Sumer tanrı listelerinde geçmektedir. Nanna’ya en azından II. binyılın ikinci yarısına kadar

Ur’da tapınılmıştır. Onun tapınağı, É-kişnugal Sumer tapınak dualarında geçer. Akadca isimlerde

geçmektedir. Onun adına pek çok tapınaklar yapılmıştır. Ur-Nammu tarafından, Ur şehrinde yaptırılan

Ziggurat en önemlileri arasındadır. Sumer düşüncesinde, gecenin gündüzü getirdiğine inanılmaktadır.

Gece bitkilerin büyümesi, Ay tanrısı Nanna’nın bereket tanrısı olduğunu da göstermektedir. Nanna’nın

Nippur’a yolculuğu isimli metinde verimlilikle ilgilidir. Harran’da ise É-hulhul tapınağında tapınım

görmektedir. Tanrı listelerinde Sin, Şamaş, Adad ve İştar gibi büyük tanrılar arasında yer almaktadır.

Astral tanrılar arasında tanrı Sin bereket ve bolluğun sembolüdür. Pek çok dua bu tanrıya adanmıştır. Babil mitolojisinde önemli rol oynamaktadır.

68

Resim 4.2: Eski Asur uslubunda bir mühür baskısı üzerinde, kadehli tanrının huzurunda Lama, ikisi arasında hilalli kurs, boğra atları ve yürüyen adam, Özgüç-Tunca 2001, s. 48.

Ningirsu Lagaş şehrinin baş tanrısıdır. İlk defa Fara tanrı listelerinde geçer. Bütün Lagaş kralları tarafından tapınım

görmüştür. Bir şehir tanrısı olarak yalnızca sınırları koruyan biri olmayıp ayrıca ovalara bereket getiren

bir özelliğe sahiptir. Adına kanallar ve su yolları yapılmış, festivaller düzenlenmiştir. Tapınağının adı,

E.ninnu’dur. III. Ur Devri (MÖ 2100-2005)nde Gudea tarafından bu tapınak yeniden inşa edilmiştir.

Ningişzida Anlamı güzel ağacın efendisidir. Yeraltı dünyası tanrıçasıdır. Sumerce tapınak ilahilerinde onun evi

karanlık mahzendir. Lagaş beyi Gudea tarafından şehrin baş tanrısı yapılmış ve kendi şahsi tanrısı olarak

anmıştır. Ayrıca Şuruppak, Ur, Umma, Uruk’ta tapınım görmüştür. Ningişzidanın ölüler diyarının

ruhlarına ait tanrı listesinden bilgi sağlanır. Buna göre onun amblemi boynuzlu yılandır. Gılgamış onu

yeraltı dünyasını yönetmekle görevlendirmiştir.

Ninşubur/İlabrat Sumer tanrı/tanrıçası ve doğunun beycesidir. Eski Sumer Devri’nde Lagaşlı Uruiningina’nın koruyucu

tanrısıdır. Yeni Sumer Devri’nde şahıs adlarında geçmektedir. Sumer tapınak ilahilerinden Akkil’de bir

tapınağı olduğu görülmektedir. Mitolojik belgelerde Ninşubur, An ve İnanna’nın veziri olarak geçer. Er

Hanedan Devri’nde kutsal sunularda geçmektedir. İnanna’nın yeraltına inişi efsanesinde kadın olarak

görülür. Vezirlik fonksiyonları çeşitlidir. Ninşubur, Asurlular arasında tapınım görmüştür. Tanrı Aşşur ile

birlikte dua cümlelerinde geçmekte ve tanık olarak gösterilketedir (Aşşur ve atalarımızın tanrısı İlabrat

şahit olsunlar şeklinde geçer).

Nisaba Sumerce NAGA işaretiyle ve hububat çeşitlerinin farklı türlerinin determinatifiyle yazılır. İkonoğrafik

sembolü mısır başağıdır. Erken yazılı belgelerde karşımıza çıkmaktadır. Fara listelerinde geçer. Uruk’un

hanımefendisi olup Umma’da tapınım görmüştür. Lugalzaggesi, onu annesi olarak çağırmaktadır. Onun

zamanında ve takiben Akad Devri’nde bu tanrıçanın kültü Sumer şehirlerine yayılmıştır. Gudea’ya göre

o, Ningirsu ve Nanşe’nin kız kardeşidir. II. binyılın yarısında popüler bir tanrıçadır.

69

Ninhursag Lugal.e mitinde, bu unvanı oğlu Ninurta’nın düşmanları tarafından yenilip hursag kayalıklarını yığdıktan

sonra alması anlatılır. Önce Fara tanrı listelerinde geçer. Onun unvanları tanrıların anası, çocukların anası

şeklindedir. Kiş, Lagaş ve Ubeyd’de tapımı bulunur. Er Hanedan Devri’nden Eski Babil Devri’ne kadar

tanrıçanın kültü Kiş şehrinde devam etmiştir. Pek çok kral kendini onun sevgilisi olarak anmış ve onun

adına tapınaklar yaptırmıştır.

Ninurta Mezopotamya, “yıldırım, savaş ve av” tanrısı olup Sumerce “evrenin beyi” anlamına gelmektedir.

Enlil’in oğludur. Kült yeri Nippur’dadır. Ningirsu ile eşimsenmiştir. Ninurta’nın sembolik sayısı 50’dir

ve Lagaş’taki tapınağı É-ninnu “Elli’nin mabedi” anlamına gelmektedir. Savaş tanrısı olarak, Orta Asur

ve Yeni Asur dönemlerinde askerlikte özel şöhrete kavuşmuştur. Asur kralı II. Aşşur-nasir-apli,

Ninurta’ya uzun bir zafer şarkısı söylemektedir. I. Tiglat-pleser yazıtlarında ise, avcı tanrı olarak

geçmektedir. Kültepe metinlerinde, Tanrı İnimmanizi’nin Ninurta’nın veziri olduğu belirtilmektedir.

Usumi Sumerlerin iki yüzlü tanrısı Usumi, Kültepe’de bulunan Anadolu grubundaki mühür baskılarının tapınım

sahnelerinde ve tanrı alaylarında, Bābilli özelikleri ve Anadolu’da kazandığı yeni hususiyetleriyle önemli

bir yer tutmaktadır. Usumi, mühürlerde genellikle dua eden kişiyi Ea’ya haber verirken tasvir edilmiştir. Usumi’nin Anadolu grubu mühürleri üzerinde domuza binmiş olarak görünmesi, bu olayın MÖ 2.

başlarında Anadolu’da vuku bulduğunu göstermektedir. Usumi, Kültepe dışında Konya Karahöyük’te

yapılan kazılarda ortaya çıkarılan mühürler üzerinde de görülmektedir.

Sumerlerin tanrısı Ea’nın veziri olan Usumi’nin, Koloniler Çağı’nda Anadolu halkınca tapınım

gördüğü anlaşılmaktadır. Yerli üsluptaki mühürler üzerinde onun tasvirinin bulunuşu yerli halkın onun

bayramını kutlamış olduğunu gösterir. Usumi’nin Etrüskler aracılığıyla İtalya’ya götürüldüğü ve

Ianiculum kentinde tapınılmış olduğundan sonradan Roma Devri’nde bu tanrıya Ianus denildiği

anlaşılmaktadır.

Resim 4.3: Mühür baskısı üzerinde, iri bir aslanın sağrısına oturan tanrı, huzurunda başını geriye doğru çevirmiş takkeli

adam, Usmu, küçük boğa adam. Özgüç-Tunca 2001, s. 113.

70

UTU/ Şamaş

Babilonya güneş tanrısı olup, çoğunlukla UTU logogamıyla yazılmaktadır. Sargon öncesi Akadca

isimlerde geçmektedir. Şamaş, daha sonra Kenanlılar ve Araplar tarafından tanrıça olarak kabul

edilmiştir. Ancak, Sumer güneş tanrısı UTU’nun etkisiyle erkek bir tanrıya dönüşmüştür. Akadlı Şamaş, adalet tanrısı olarak önem kazanmıştır, göğün ve evrenin beyidir. Kült merkezi Sippar’dadır. Burası M.Ö.

II. ve I. binyılda önemli bir şehirdir. Akad güneş tanrısı Şamaş ile Sumerce UTU’nun eşimsenmesi

oldukça eskidir. Samice Şamaş bir tanrıçadır. Eski Sami şahıs adlarında kadın özelliği az geçer.

Şamaş, Mezopotamya’da Sin ve İştar’la birlikte bir üçlü oluştururlar. Babilli Hammurabi yazdırdığı kanun stelinde adaletin tanrısı olan Şamaş’tan kanunları alırken görülmektedir. Mari panteonunda,

“göğün güneş tanrısı” ve Şamaş önde gelmektedir. Ayrıca, şahıs adlarında da geçmektedir. Ebla

panteonunun başında alt tabakaya ait olan Kura ile iki Sami tanrısı, Fırtına tanrısı ve Güneş tanrısı Şamaş görülmektedir.

Bu konuda ayrıntılı bilgi için G. Leick’in “A Dictionary of Ancient Near Eastern Mythology,” (1991) adlı kitabını okuyabilirsiniz.

Resim 4.4: Oturan ve sağ elinde kadeh tutan tanrı ile insan başına basan sol elinde destere olan Şamaş arasında

kusarikku çifti. Özgüç-Tunca 2001, s. 80.

Şimdi Sumerlerin belli başlı tanrılarını sayalım.

SUMER MİTOSLARI Sumer Mitleri dünyanın yaratılışı, düzenlenmesi ve tanrıların eylemleri çevresinde oluşmuştur. Sumer mit

yazıcıları yazılı dönem öncesi ozanların söyledikleri destanları yazıya geçirmişlerdir. Bunlar öyküleri

anlatırken daha çok düş gücünü kullanmışlardır. Enlil’in Ninlil ile evlenmesi, Enki’nin evreni düzene

koymasıyla ilgili Sumerlerin Cennet Miti, insanın çamurdan yaratılmasıyla ilgili Enki ve Ninhursag Miti,

İnana ile Dumuzi arasındaki ilişkileri ele alan mitler, Gılgamış Destanı gibi. Enki ve Ninmah, “insanın

71

yaratılışı”, Ninurta hakkında iki mit, Ninurtanın İşleri ve Ninurta’nın Nippura Dönüşü. İnannayla ilgili

mitler şunlardır. “İnanna ve Enki”, “İnanna ve Abih Dağı’nın Fethi”, “İnanna ve Şukalletuda”,

“Bahçıvanın Ölümcül Günahı”, İnanna’nın Yeraltına İnişi. Dumuziyle ilgili mitler; “Dumuzi ile

Enkimdu”, “İnanna’nın Gönlünün Çalınması”, “Dumuzi ile İnanna’nın Evlenmesi”dir.

Dumuzi ile İnanna Miti Pek çok Sumer destanı Dumuzi ile İnanna arasında geçer. Dumuzi’nin İnanna’ya kur yapması iki

bölümde anlatılır. Çoban tanrı Dumuzi tanrıçanın gözdesi olabilmek için tarım tanrısı Enkimdu ile

rekabete girer. İkinci kısım ise Dumuzi’nin İnanna’nın eşi olduğudur ki, İnanna’nın Yeraltına İnişi mitinde anlatılır. Mit şöyledir: Bilinmeyen nedenlerle göğün kraliçesi İnanna ölüler ülkesine yani kız

kardeşi Ereşkigal’in hüküm sürdüğü dönüşü olmayan ülkeye gitmeye karar verir ve veziri Ninşubur’a üç

gün içerisinde dönmezse kendisi için yas törenleri yapmasını, sonra Nippur’un tanrısı Enlil’e, Ur kentinin

tanrısı Nanna’ya (ay tanrısı) ve Bilgelik tanrısı Enki’ye giderek yeraltı dünyasında öldürülmesini

engellemek için bunlara yalvarmasını söyler. İnanna kraliçelik elbisesini üzerine giyer, takılarını takarak

yeraltı dünyasının kapısına varır. İnanna yedi kapıyı geçerken her kapıda giysilerinden birini çıkardıktan

sonra yeraltı dünyası Anunnaki’sinin karşısına çıkar. Anunnakiler ona ölümün gözlerini çevirince İnanna

burada bir ceset olur. İnanna’nın geri dönmediğini gören veziri Ninşubur onun dediklerini yapar. Enlil ve

Nanna işe karışmak istemezler, ancak Enki İnanna’yı yeniden canlandırmayı başarır. İnanna kendisine

eşlik eden cinlerle Uruk şehrine gelerek kocası Dumuzi’yi bulur. Dumuzi onun önünde eğilmediğinden

İnanna onu kendi yerine ölüler diyarına götürmeleri için cinlere teslim eder. Dumuzi kendisini kurtarması

için güneş tanrısı Utu’ya yalvarır. Mit burada bitmekle birlikte Tammuz ayinlerinde mitin başka bir

biçimi anlatılır. Dumuzi’nin yeraltına inişiyle birlikte yeryüzünün kaosa dönmesi, İştar’ın (İnanna)

ağlayıp sızlaması ve yeraltına inerek onu kurtarması söz konusudur. Dumuzi’inin yeraltından çıkışı baharın gelişi, her tarafın yeşermesi olarak mevsimle ilgili bir anlatımdır. Bu olay Yeni Yıl törenlerinde

tanrı Dumuzi’yi temsil eden kralla tanrıça İnanna’yı temsil eden rahibelerden biri arasında

gerçekleştirilen kutsal evlilik töreniydi. Dumuzi aslında Sumerlerin Uruk kentinin kralıdır. Hayatı ve

faaliyetleri sonraki kuşaklarca bir efsaneye dönüştürüldü. Uruk şehrinin koruyucu tanrısı ise İnanna’dır.

Bu yüzden Dumuzi ile İnanna isimleri Uruk’un ilk devirlerine ait mitlerde birlikte anılır olmuştur.

Teologların Sumer panteonunu oluşturmaya başladıkları zamanda Uruk kralı eğer şehrin mutluğu ve

refahı için çalışıyorsa o zaman bu Uruklu İnanna’nın kocası olmalıdır denilerek bir ritüel haline gelmişti.

Dumuzi ile İnanna’nın evlenmesi konusunda birkaç mit veya şiirler bulunmaktadır. Birincisi İnanna

gökyüzünde şarkı söyleyip dans ederken Dumuziyle karşılaşıyor. Dumuzi İnanna ile evlenmeye razı olur.

Sonraki kısımlarda Dumuzi’nin İnanna’yı annesinden istemek üzere evlerine gelişi anlatılır. Bu mitin bir

diğer versiyonunda, İnanna’nın babası ay tanrısı Sin’den Dumuzi ile evlenmek için izin istemesi söz

konusudur. Benzer bir mitten öğrendiğimize göre, İnanna aslında çoban Dumuzi’yi değil çiftçi

Enkimdu’yu istemektedir. Ağabeyi olan güneş tanrı Utu’nun çabalarına rağmen Dumuzi’yi reddeder,

daha sonra ise Dumuzi onu ikna etmeyi başarır.

Enki ile İnanna Miti İnana, Uruk şehrinin gücünü, gönencini artırmak suretiyle burayı Sumer medeniyetinin merkezi yaparak

kendi adını da yüceltmek ister. Bu sebeple bilgelik tanrısı Enki’nin oturduğu, Abzu’nun bulunduğu Eridu

şehrine gider. İnanna Eridu’daki Abzu’ya yaklaşırken İnanna’nın çekiciliğine kapılan Enki ulağı İsimud’a

İnanna’yı çağırıp bir de sofra hazırlamasını emreder. Enki şölen sırasında sarhoş olarak İnanna’ya kutsal

bilgileri verir. İnanna kendisine verilen bu hediyeleri göğün gemisine yükleyip Uruk’a doğru yola çıkar.

Daha sonra ayılan Enki, kutsal sözlerin yerinde olmadığını görür ve onları İnanna’ya verdiğinden çok

pişman olur. Deniz ejderhalarını bu bilgileri almaları için onun peşinden gönderir. Uzun bir mücadeleden

sonra İnanna güvenlik içinde Uruk’a ulaşır ve kutsal sözleri (ME’leri) gemiden indirir.

Enki ve Ninhursag Miti Enki ve Ninhursag mitinde olaylar Dilmun’da geçmektedir. Enki önce ırmakları ve kanalları yaratır.

Tanrı Ud’un yardımıyla yeryüzüne su çıkartır ve onları depolamak için havuzlar ve sarnıçlar yapar.

72

Tarlalar suyun bolluğundan ürün verir. Rıhtımlar ve su yolları ticarete uygun hale gelir. Dilmun şimdi

cazip bir yer olmuştur. Enki suyu kıraç bölgelere sevk eder ve büyük bahçeler oluşturur. Utu buna sevinir

ve Enki ile uykuya dalar. Ninhursag ise Enki ile sekiz bitkiyi yaratmak için tohumunu değiştirmek

üzeredir. Enki tekrar bitkileri arzular ve onların doğasını öğrenmek ister. O Abzu’dan bitkilerin büyümesi

için bahçelere su taşıyacaktır. Bu, Ninhursag’ın öfkelenmesine sebep olur. Yalnız başına onların

kaderlerini öğrenmek ister, Enki’ye bedeninin sekiz parçaya ayrılması için beddua eder.

Yaratılış Miti Sumerce enuma eliş (vaktiyle göklerde) adı verilen destanda hayatın sularda başladığı anlatılır. Deniz için

kullanılan ideoğramla yazılan tanrıça Nammu gök ve yeri doğuran ana olarak betimlenmiştir. Gök tanrı

An ile yer ise, tanrıça Ki ile eşimsenmiştir. Bunların birleşmelerinden hava tanrı Enlil doğmuştur. Enlil

gök ile yeri birbirinden ayıran atmosfer olmuştur. Yaratılış mitinde; evrenin düzene konuluşunu,

yıldızların ve diğer Sumer kültür öğelerinin ortaya çıkışını açıklar. Mitte Enlil Ninlil’e tutulmuş ve

ırmakta yelken açmış iken onunla birleşmiştir ve bunun sonucunda yeraltına sürülmüştür. Ninlil de onun

peşinden ölüler diyarına girmek ister. Ninlil’in çocuğu ay-tanrı Nanna’nın göklerin ışığı altında olmak

yerine karanlık yeraltı dünyasında doğmasına yol açınca Enlil, Ninlil’in ölüler dünyasının üç ilahının

annesi olmasını ve onların Nanna’nın yerine bırakılarak onun göğe çıkmasına imkan verecek bir plan

hazırlar. Enlil tarafından yeryüzüyle gökyüzünün birbirinden ayrılması ve ay-tanrı ile güneş-tanrı ve diğer

gezegenler tarafından gökyüzünün aydınlanması sağlandıktan sonra, dünyanın düzene konulması

planlanır. Enlil’in emirlerini yerine getiren küçük tanrılar eliyle bitkiler, hayvanlar, tarım aletleri yaratılır.

Enlil sığır-tanrı Lahar ve tahıl-tanrıça Aşnan’ı tanrılara yiyecek ve içecek sağlamaları için yaratır. Mitte

bunların yeryüzünde meydana getirdikleri bolluktan bahsedilir, sonra bunlar sarhoş olup görevlerini

yerine getirmezler. Bunun üzerine tanrılar bilge tanrı Enki’ye baş vururlar fakat Enki uykudadır.

Tanrıların anası Nammu onu uyandırır. Enki’nin emriyle Nammu ve doğum tanrıçası Ninmah, derin

suların üzerindeki balçığı karıp insanı var ederler.

Enki ve Dünya Düzeni Mit sular tanrısı bilge Enki’yi tarım ve hayvancılığın verimliliğinden dolayı yüceltmektedir. Enlil’in

kutsal mekânı Abzu’nun görkemini betimler ve Abzu’nun teknesiyle bataklığa yapılan yolculuk anlatılır.

Yolculuk sonrası Magan, Meluhha ve Dilmun ülkeleri Nippur Şehri’ne Enlil’e verilmek üzere

armağanlar gönderir. Daha sonra Enki’nin kutsal mekanı Abzu’da yapılan dinî törenler anlatılır. Bundan

sonra Enki kader tanrısı olarak Sumer ülkesine bolluk ve bereket getirdiği anlatılır. Önce Dicle ırmağını tatlı suyla doldurur, Dicle ve Fırat ırmaklarının düzgün çalışabilmesi için kanal denetçisi olarak tanrı

Enbililu’yu atar. Daha sonra bataklık ve sazlığı balık ve kamışlarla doldurur. En son hayat veren

yağmurun yeryüzüne inmesini sağlayıp onu Fırtına tanrısı Adad’a emanet eder. Enki bundan sonra

Enkimdu’yu tarımla ilgili konulara bakması için atar, hayvan sürülerini çoğaltarak onların başına Çoban

tanrı Dumuzi’yi getirir. Şehirlerin sınırlarını belirler. Güneş tanrısı Utu’yu evrenin sorumluluğuna getirir.

Enlil ve Ninlil Nippur şehrinin genç kızı Ninlil, Nippur’un Nunbirdu ırmağında yıkandıktan sonra onu gören Nippur’un

delikanlısı Enlil, hemen aşık olur. Ancak Ninlil’in Enlil’i redetmesi üzerine, Enlil ulağı Nusku’ya bir

kayık getirterek onu ay tanrısı Nanna’ya hamile bırakır. Bunun üzerine Enlil ölüler diyarına sürgün edilir

ve peşinden Ninlil’de yeraltı dünyasına inerek orada üç çocuk sahibi daha olur. Sumer edebî belgelerinde

Ninlil Enlil’in eşi olarak bilinir.

Adapa Miti Adapa kelimesi Asiriologlar tarafından âdemin karşılığı olduğu kabul edilmiş ve ilk insan hakkındaki bir

mit olarak ele alınmıştır. Bu mite göre Adapa Ea’nın oğlu ve Eridu kentinin rahip kralıdır. Ea, Adapa’yı

insanın örneği olarak yaratmış ve ona bilgelik ve sonsuz hayat vermiştir. Onun görevi tanrıların sofrasına

balık hazırlamaktır. Bir gün balık tutarken esen kuvvetli bir lodosla kayığı devrilir. Bunun üzerine

sinirlenerek lodosun kanadını kırar ve lodos 7 gün esmez. Tanrı Anu bu rüzgârın 7 gün boyunca

73

esmediğini görünce ulağı Ninşuburu gönderir. Ninşubur durumu öğrenip Anu’ya bildirirce Anu

Adapa’nın huzuruna getirilmesini ister. Ea, oğlu Adapa’ya Anu’nun huzurunda nasıl davranacağını öğretir. Adapa’ya üzerine bir yas elbisesi giyerek, saçı başı darmadağın olarak karşısına çıkmasını söyler.

Göğün giriş kapısında nöbet tutan iki tanrı Tammuz ve Ningişzida ona neden yas tuttuğunu

sorduklarında, onlara ölen iki tanrının yasını tuttuğunu söyler, bu ölen iki tanrı ise onlardan başkası

değildir. Böylece gururları okşanan iki tanrı Anu’ya Adapa hakkında iyi şeyler söyleyip, onu Ea’nın

karşısına çıkarlar. Ea oğlunu Anu’nun karşısına çıktığında kendisine sunulan ölüm ekmeği ve ölüm

suyunu kabul etmemesi konusunda uyarır. Böylece Adapa göğün giriş kapısına varır ve her şey Ea’nın

dediği gibi gerçekleşir. Anu lodos rüzgârı hakkındaki açıklamalarını kabul eder. Anu Adapa’ya hayat

ekmeği ve suyunu sunmalarını ister. Adapa bunları almayıp kendisine verilen gömleği giyer. Bunun

üzerine Anu neden böyle davrandığını sorduğunda, babasının öğüdünü dinlediğini söyler. Anu ise

Adapa’ya bu hareketiyle ölümsüzlük armağanından yoksun kaldığını belirtir. Bu mitte insanoğlunun

ölümsüzlüğe ulaşamayacağı ve bunu tanrıların kendilerine sakladıkları düşüncesi anlatılmaktadır.

Sumer/Bābil Tufan Miti

Mezopotamya’da Tufan olayı Sumerler tarafından yazılmış daha sonra ise Eski Bābil’de ve Yeni Asur

Devrinde tekrar ele alındığı görülmüştür. İlk ortaya çıkan Tufan anlatımı Asur kralı Asurbanipal

kütüphanesinde bulunmuş ve yayınlanmıştır. Daha sonra Sumerce metin ele geçmiş, fakat destanın bir

fragmanı bulunduğundan tam olarak anlaşılamamıştır. Tufan olayı Yeni Asur Devri’nde yazılmış olan

Gılgamış destanının 11. tabletinde geçer. Gılgamış’ın Uruk kralı olup 126 yıl hüküm sürdüğü anlatılır.

Şehrin etrafına bir duvar yaptırmış ve suru geriden görenler bakırla kaplandığını zannedermiş. Gılgamış “insanlar ölüyorlar ben de öleceğim adım, sanım yok olacak bari adımı yaşatacak ve unutulmamı

engelleyecek bir şey yapayım” diyor. Enkidu ile arkadaş oluyorlar ve dağdan ağaçları getirmeyi

engelleyen ejderhayı öldürüyorlar. Enkidu hastalanıp ölünce, Gılgamış çok üzülüyor ve kendisinin de

öleceğini düşünerek ölümsüzlüğü aramaya başlıyor. Tek ölümsüzün Tufandan kurtulan Utnapiştim

oduğunu işitiyor ve onu aramaya koyuluyor, uzun yolculuktan sonra Maşu isimli iki tepeli bir dağa

ulaşıyor. Orada karşılaştığı akrep adamlar gitmek istediği yerin çok zorlu olduğunu belirterek onu geri

çevirmek istiyorlar, fakat Gılgamışın ısrarları üzerine kapı açılıyor ve oradan devam ediyor. Önce

karanlık bir yerden geçiyor, sonra kuzey rüzgârları yüzüne çarpıyor. Bir süre daha ilerledikten sonra

güneş ışıklarının etrafı aydınlatmakta olduğunu görürken bir bahçeye giriyor ve orada güneş tanrısı

kendisine seslenerek; “aramaya gittiğin ölümsüzlüğü bulamayacaksın, vazgeç” diyor. Gılgamış yoluna

devam ediyor, Siduru isimli yarı tanrıça bir kadınla karşılaşıyor ve o‘ da Gılgamış’a ölümsüzlüğü tanrılar

kendilerine almışlar, onu sana vermezler, sen dünyanın keyfini çıkar diyor. Gılgamış’ın ısrarlı bir şekilde

yol göstermesini istemesi üzerine, bu denizi şimdiye kadar güneş tanrısı Şamaş’tan başka aşan olmadı, bu

denizi yalnızca karşıda gördüğün Utnapiştimin kayıkçısı Urşanabi geçebilir diyor. Gılgamış Urşanabi’ye

ricada bulunuyor. O da ormandan 30 metre boyunda 20 ağaç kesip getirmesini istiyor. Gılgamış ağaçları

getiriyor ve tekneye binerek karşıya geçiyorlar. Gılgamış Utnapiştim’e buraya kadar gelebilmek için

başından geçen zorlukları anlatıyor ve ondan ölümsüzlüğü nasıl bulduğunu öğrenmek istiyor. Utnapiştim

de ona boş yere yorulduğunu çünkü Tufandan insanları kurtardığı için tanrıların ölümsüzlüğü yalnızca

kendisine ve eşine verdiklerini ve başkasına vermeyeceklerini söyleyip Tufan olayını anlatıyor.

Sumerlerin inancında yer eden büyük tanrılar toplanarak bir Tufan yapmayı planlıyorlar. Bunu haber alan

insanların yardımcısı bilge tanrı Enki Utnapiştime duvarın arkasından seslenerek, malını mülkünü sat

hemen bir gemi yap, gemiye canlılardan birer tane al diyor. Utnapiştim hızlıca gemiyi yapıyor, malını,

mülkünü, aile efradını, evcil hayvanları gemiye alıyor ve geride bıraktığı sarayını da gemiyi yapan usta

Puzur-Amurru’ya veriyor. Aniden yağmur başlıyor ve her taraf sular altında kalıyor. Böylece altı gün altı

gece boyunca sular yeryüzünü dolduruyor. Yedinci gün yağmur duruyor ve Utnapiştim karşıda bir dağ

görüyor ve gemi bu dağa oturuyor. Utnapiştim önce bir güvercin gönderiyor, güvercin konacak dal

bulamayıp geri dönüyor, sonra kırlangıcı gönderiyor o da geri gelince kargayı gönderiyor ve karga

dönmeyince suların çekildiğini düşünerek gemiden çıkıyor. Geminin oturduğu dağ Tevrat’a göre Ağrı

dağı, Kur’ana göre ise Cudi dağıdır.

Tufan olayının nerede gerçekleştiği konusunda farklı görüşler ortaya atılmıştır. Prof. Dr. Mehmet

ÖZDOĞAN Atlas Dergisi’nin Nisan 2006 sayısında, Fırat ırmağının dar bir boğazdan geçtiği ve

74

günümüzde Karakaya barajı olan yerde meydana gelen bir deprem sonucu kayaların ırmağın önünü

keserek doğal bir baraj gölü haline gelip sonra yıkılmasıyla buradan itibaren Basra körfezine kadar suların

ırmak kenarındaki tüm yerleşim yerlerinin çamur altında bıraktığını ve Fırat nehri üzerindeki bazı

höyüklerde yapılan kazılarda büyük taşların bulunduğundan hareketle Tufan olayının burada

gerçekleşmiş olduğunu belirtmiştir. Ur şehir kazılarında Wooley’in bulduğu kalın kum tabakası hemen

Tufan olayını akıllara getirmiştir. M. İlmiye Çığ ise Tufan olayının Orta Asya’da meydana geldiğini,

burada bulunan bir büyük denizin taşması sonucu Sumerlerin bölgeden kaçarak Önasya’ya geldiklerini ve

hafızalarından kaybolmayan bu olayı daha sonra yazıya geçirdiklerini söylemektedir. (Çığ, Sumerlerde

Tufan, s.84).

Sumer mitleri nelerdir, Sumerlerin evren ve insan hakkındaki düşüncelereini anlamaya çalışalım.

SUMER DESTANLARI Sumerlerin diğer kavimler gibi yazı öncesine ait olan ve kahramanlık çağı denilen dönemin olaylarını

anlatan destanları vardır. Bu destanlar, asırlar sonrasında yazıya aktarılmıştır. Bu destanlardan iki adedi

Enmerkar isimli kahramanla ilgili olup, Enmerkar ve Aratta Ülkesi ile Enmerkar ve Ensukuşşiranna’dır.

Diğer ikisi Lugalbanda ve Enmerkar ile Lugalbanda ve Hurrum dağı’dır. Diğer Sumer destanları

Gılgamış’ın etrafında şekillenmiştir. Gılgamış’ın Ölümü, Gılgamış ve Kiş Kralı Agga, Gılgamış ve

Yaşayanlar Ülkesi ile Gılgamış, Enkidu ve Ölüler Diyarı’dır.

Gılgamış ve Kiş Kralı Agga Destanı

Sumer destanlarının en kısası olup, olay yalnızca insanlarla ilgilidir. Kent devletleri arasındaki ilişkileri

dile getirir. Sumer efsanesine göre Tufan’dan hemen sonra Kiş kenti güney Mezopotamya’da hâkimdi.

Fakat Uruk kenti de güçlenmeye başlar. Bunun üzerine Kiş kralı Agga Uruk kentine bir ultimatom verir.

Gılgamış Agga’ya borun eğmektense savaşmayı yeğler. Fakat önce Uruk halkının onayını alması gerekir.

Konuyu yaşlılar heyetine götürür, ancak yaşlılar heyeti Kiş şehrine boyun eğmek ister. Hayal kırıklığına

uğrayan Gılgamış bu defa genç erkekler meclisine baş vurur. Erkekler meclisi savaş ilan eder. Gılgamış bundan çok memnun olur ve zafer kazanacağından emindir. Ancak, savaşı Agga kazanır ve Uruklular

bozguna uğrarlar. Bunun üzerine Gılgamış Uruklu kahramanlara döner ve Agga’nın karşısına çıkacak bir

gönüllü ister. Birhurturre adlı birisi gönüllü olur, ancak şehrin kapısından çıkar çıkmaz yakalanır.

Birhurturre Aggayla konuşmaya başlar, bu defa bir başka kahraman surun üzerine çıkar. Daha sonra

Gılgamış kendisi surlara tırmanır. Agga Birhurturre’yi gönderenin Gılgamış olduğunu öğrenince

kuşatmayı kaldırır. Gılgamış bu davranışından dolayı Agga’ya teşekkür eder. Destan Uruk’un kurtarıcısı

olarak Gılgamış’ın övüldüğü bir şarkıyla biter.

Gılgamış ve Yaşayanlar Ülkesi

Destan ölüm korkusu ve korkunun ölümsüz bir isim bırakma düşüncesi içinde yüceltilişidir. Ölüm düşüncesi Gılgamışa büyük ıstırap vermektedir. Uruk’ta insanların öldüklerini ve cesetlerin ırmakta yüzdüğünü gördükçe yüreği sızlar. Kendisinin de tüm ölümlüler gibi er ya da geç öleceğini anlayan Gılgamış bu kaçınılmaz sona ulaşmadan önce hiç olmazsa ismini kalıcılaştırmaya karar verir. Ünlü sedir ağaçlarını kesip Uruk’a getirmek ister. Sadık hizmetkârı Enkidu’ya da haber vererek bu planı güneş tanrısı Utu’ya açmasını öğütler, çünkü Yaşayanlar Ülkesi’nden sorumlu olan Utu’dur. Utu önce Gılgamış’ın niteliklerinden kuşku duyar. Ancak Gılgamış ısrar eder ve ricasını yineler. Bunun üzerine Utu ona acır ve yolculuğu sırasında Gılgamışı tehdit edebilecek yedi hava cinini etkisiz hale getireceğini söyler. Gılgamış Uruk şehrinden gönüllüler toplar. Gılgamış kendi ve arkadaşları için bronzdan ve ağaçtan silahlar yaptırdıktan sonra Uruk’tan Yaşayanlar Ülkesi’ne doğru yola çıkarlar. Yolculuk sırasında yedi dağ aşarlar ancak Gılgamış yedinci dağı aştıktan sonra yüreğinin sedir ağacını bulur. Baltasıyla ağacı kesip devirir. Enkidu dallarını keserken Yaşayanlar Ülkesinin bekçisi olan Huwawa adlı ejderhayı uyandırır. Huwawa Gılgamışın ağır bir uykuya dalmasını veya komaya girmesini sağlar, Gılgamış uzun zaman sonra uyandırılabilir. Bu olaya kızan Gılgamış Huwawa’nın hakkından gelmeden Uruk’a dönmeyeceğine dair ant içer. Enkidu geri dönmeleri için yalvarır, çünkü bu korkunç canavarı görmüştür

75

ve onu yenemeyeceklerini düşünür. Gılgamış ise birlikte hareket ederlerse hiçbir zarar görmeyeceklerini düşünür. Gılgamış Huwawayla yüz yüze gelir. O’nun yüzüne bir tokat vurup, üzerine bir burun halkası atarak iple bağlar. Huwawa Utu’ya yalvarır bunun üzerine Gılgamış onu serbest bırakmak ister fakat Enkidu bunu kabul etmez. Huwawa’nın sözleri üzerine onun başını keser ve Enlil’in önüne getirir. Enlil bunu görünce iki kahramana da lanet okur.

Gılgamış, Enkidu ve Ölüler Diyarı Bu destanda Gılgamış sırasıyla soylu bir şövalye, zalim bir kabadayı, çaresizlik içinde sızlanan biri, vefalı bir bey ve ölüler diyarındaki hayat hakkında bilgi edinmek üzere çırpınan bir ölümlü olarak anlatılır. Enkidu ise efendisinin uyarılarına kulak asmadığından hayatını kaybeden bir dosttur. Destanın ilk bölümünde yaratılış olayları anlatılır. İkinci bölümde Enki ile korkunç bir canavara dönüşen ölüler diyarı arasındaki mücadele anlatılır. Bu savaş gökle yerin birbirinden ayrılmasından ve tanrıça Ereşkigalin zorla yeraltı dünyasına kaçırılmasından hemen sonra başlar. Destanda savaşın sonucu anlatılmayıp, Gılgamış’ın yeni bir macerası başlar. Fırat ırmağı kenarında büyüyen bir huluppu ağacı kuvvetli bir lodosun esmesiyle sökülmüş ve uzaklara sürüklenmiştir. Ağaç burada tanrıça İnanna tarafından görülür ve onu alarak Uruk şehrindeki bahçesine getirip diker. Aradan yıllar geçmesine rağmen ağaç büyür, fakat gövdesinde dal bitmediğinden çıplak kalır. Çünkü bu ağacın dibinde yılan yuvasını kurmuş, tepesine korkunç imdugud-kuşu yavrusunu yerleştirmiştir. Bu yüzden İnanna acı acı gözyaşı döker. Güneş tanrısı olan Utu krallar diyarından çıktığında İnanna ona huluppu ağacının başına gelenleri anlatır, fakat Utu kız kardeşine yardım etmez. Bunun üzerine İnanna diğer kardeşi Gılgamışa başvurur. Gılgamış zırhını kuşanır, eline baltasını alarak yılanı öldürür. Bunu gören İmdugud kuşu yavrusunu alıp uzaklaşır. Gılgamış ve ona yardım eden Uruk’un gençleri ağacı keserek taht ve araba yapması için İnanna’ya verirler. İnanna ise ağacın dibinden bir davul ve tepesinden bir davul tokmağı yaparak bunları Gılgamış’a armağan eder. Gılgamış bu aletleri Uruk’un gençlerini savaşa götürmek için, onların eşlerini dul bırakmak için kullanır. Dul kadınların ağlamaları yüzünden bu davul ve tokmağı yeraltı dünyasına düşer. Gılgamış bunları kurtarmaya çalışsa da başarılı olamaz. Gılgamış’ın ulağı olan Enkidu yeraltı dünyasına inerek davul ve tokmağını getirmek için çalışır. Ancak Enkidu başarılı olamaz ve yeryüzüne de çıkamaz. Gılgamış bunun üzerine hemen Nippura gider ve Enlil’e olanları anlatır. Fakat Enlil yardım etmeyi reddeder. Gılgamış bu defa Eridu’ya giderek Enki’den yardım ister. Enki ona yardım edeceğini söyleyip, güneş tanrısı Utu’yu görevlendirir. O’da Enkidu’nun ruhunun yeraltından yeryüzüne çıkabileceği bir delik açar. Böylece Enkidu’nun ruhuyla buluşan Gılgamış ona yeraltında neler gördüğünü sormaya başlar.

Enmerkar ve Aratta Beyi Destan Sumerlerin önemli şehirlerinden olan Uruk’un beyi (ensi) Enmerkar ile, Hazar Denizi’nin güneyinde olacağı düşünülen Aratta ülkesi kralı arasındaki mücadeleyi anlatır. Güneş tanrısı Utu’nun oğlu olan Enmerkar, Aratta ülkesini kendine bağlı kılmak istediğinde kız kardeşi olan Sumerlerin savaş tanrıçası İnanna’ya Aratta halkının elinde bulunan değerli madenleri getirerek Eridu’da Enki adına Abzu tapınağını yapmalarını sağlaması için yalvarır. İnanna ise ona yardım etmeyi kabul eder. Öncelikle Anşan dağlarını geçmek için bir ulak/ kılavuz bulmasını öğütler. Aratta halkının kendisine boyun eğeceği konusunda güvence verir. Enmerkar ulağı bulur ve sonra Aratta beyine kendisi ve halkı için değerli madenleri getirip Eridu’da Abzu tapınağını yapmamaları halinde şehirlerini yerle bir edeceğini içeren bir mesajı ulakla gönderir. Ulak yedi dağ aştıktan sonra Aratta’ya varır. Aratta beyine efendisinin sözlerini tekrarlar ve yanıtını sorar. Ancak, Aratta beyi kendisinin İnanna’nın koruması altında bulunduğunu ve onu Aratta hükümdarı yapanın da bu tanrıça olduğunu söyleyip Enmerkara boyun eğmeyeceğini bildirir. Bunun üzerine ulak ona Enmerkarın tanrıçaya Uruk şehrinde tapınak yaptırdığını ve bu yüzden tanrıçanın ona Aratta’nın kendisine boyun eğeceğine dair söz verdiğini söyler. Bunları işiten Aratta beyi şaşırır. Aratta beyi çok miktarda tahıl göndermesi şartıyla Enmerkara boyun eğmeye hazır olduğunu söyler. Ulak hızlıca dönerek mesajı Enmerkara bildirir. Enmerkar yük hayvanlarına tahıl yükletir ve lacivert taşı ve akik isteğini bildiren mesajını da ulakla gönderir. Ulak Aratta’ya varır varmaz tahılı saray avlusuna yığar ve mesajı iletir. Tahılı gören halk çok sevinir ve Enmerkarın isteklerini vermek üzereyken Aratta beyi bunu reddeder. Ulak geri döner ve üçüncü defa Enmerkar tarafından Aratta ülkesine gönderilir. Bu defa elinde yanlıca asa bulunmaktadır. Asanın görünüşü Aratta kralını dehşete düşürür ve böylelikle Enmerkara boyun eğmeye hazırlanır. Bu defa tekraren her ikisinin birer dövüşçü seçmesi ve bunların birbiriyle karşılaşması istenir. Ulak Uruk’a gelince Enmerkar yine üç maddelik bir mesajı Aratta beyine yollar. Bu destanın devamı niteliğinde olan bir başka Sumer şiirinde olay anlatılmıştır.

76

Lugalbanda ve Enmerkar Destanı

Enmerkar’ın askerlerinden olan Uruklu Lugalbanda tehlikeli bir yolculuktan döndükten sonra efendisi ve adamlarını büyük bir sıkıntı içerisinde bulur. Zira Batı Sami kökenli Amurrular yıllarca hem Sumer ülkesini hem de Akad bölgesini yakıp yıkmışlar şimdi de Uruk’u kuşatmışlardır. Enmerkar Aratta’dan yardım çağrısında bulunmak zorunda olduğunu anlar. Fakat bu yolculuğa çıkacak bir kahraman bulamaz. Bunun üzerine Lugalbanda bu göreve gönüllü olur. Enmerkar’dan İnanna’ya götüreceği mesajı alan Lugalbanda silahlarını kuşanır ve Anşanı bir baştan bir başa kuşatan yedi dağı aşar ve Aratta’ya ulaşır. İnanna tarafından sıcak karşılanan Lugalbanda ona Enmerkarın mesajını iletir. İnanna’nın yanıtı ise belirsizdir. Bahsedilen destanlarda Sumer ülkesiyle İran’ın kuzeydoğusundaki bu kent devleti arasındaki siyasi, sosyal ve kültürel ilişkiler söz konusudur. Bu kentin Sumer kentleri gibi bir bey (ensi) tarafından yönetilmesi, Sumer tanrılarına ibadetleri, Aratta’nın maden zenginliği yanında tarım açısından fakir bir bölge olması ve belki bu yüzden ticari ilişkilerin gelişmesi söz konusudur. Lugalbanda ve Hurum dağı destanı da yine Aratta kentiyle alakalıdır. Hurum Dağı Hurrilerin ilk yurdu olan Van Gölü ile Urmiye gölü civarında olduğu kabul edilir.

Etena ile Kartal

Erken dönem Sumer Kral listelerinde Tufan’dan sonraki ilk hanedan efsanevî Kiş hanedanı olup, bu hanedanın 13. kralının adı göğe çıkan çoban Etena’dır. Bir mühür üzerinde kartalın sırtında yerden yükselen figür görülmekte ve yerde koyunlar otlamaktadır. Etena ile Kartal miti Tufan’dan sonra bir kralın çobanlığından yoksun halkın içinde bulunduğu durumu açıklamaktadır. Krallığın alametleri olan asa, taç, tiara ve çengelli çoban sopası Anu’nun huzuruna getirilmiştir. Daha sonra kader tanrıları Anunnakiler krallığın gökten yere indirilmesini istemişlerdir. Burada atanan kralın da Etana olması gerekir. Fakat krallığın devamını sağlayacak şekilde Etena’nın oğlu bulunmamaktadır. Etena güneş tanrısı Şamaş’a her gün kurban sunarken kendisine bir oğul bağışlamasını ister ve Şamaş’a “Ey tanrı bana doğum otunu göster, üzerimdeki yükü kaldır ve bana bir isim yap” demektedir. Şamaş ise Etena’ya dağı aşması gerekeceğini ve orada bir çukur göreceğini bu çukurun içerisinde tutuklu bulunan kartalı serbest bırakması halinde onu doğum otuna götüreceğini söyler. Buradan itibaren mit yılan ile kartal şeklinde anlatılmaktadır. Kartal ile yılan dost geçinirler ve kartalın yuvası bir ağacın tepesinde yer alırken yılanın yuvası ağacın altındadır. Bir süre sonra kartalın aklına kötülük düşer ve yılan uzaktayken onun yavrusunu yutar. Yılan yuvasına döndüğünde yavrusunu göremeyince yemini bozan kartalı cezalandırması için Şamaş’a baş vurur. Şamaş ise kartalı nasıl tuzağa düşüreceğini, onu çukura nasıl atacağını anlatır. Kartal bu çukurda yatarak Şamaş’tan yardım isterken; Şamaş ona Etena’yı gönderir. Etana kartalı çukurdan çıkardığı için onun isteği olan doğum otunu bulmak için onu gökyüzüne, İştar’ın yanına götürür.

Bābilonya Mitleri

MÖ II. binyıl boyunca Akadça yazılmış tabletlerde Babil mitleri diye bilinen destanlar yer almıştır. Bu destanların çoğunluğu Yeni Asur ve Yeni Babil devri arşivlerinden korunmuş olarak ele geçmiştir. Ninive, Uruk ve Babil gibi kentlerde ele geçen tabletlerin giriş bölümlerinde eski materyalin bir kopyası olarak bulunur. Mısır’daki Amarna ve Türkiye’de Boğazköy ve Sultantepe gibi merkezlerden MÖ II. binyıl ortalarına ait kaynaklarda Babil mitlerinin versiyonları ortaya çıkmıştır. Babilliler Sumer dini ve kültürünü benimsemişlerdir. Eski Babil Devri katipleri Sumer mitolojik belgelerini kendi dillerine tercüme etmişlerdir. Ayrıca Suriye ve Batı Sami geleneği de benimsenmiştir. Asur ve Babil mitlerinin hemen hemen aynı oldukları bilinmektedir.

Şimdi de Sumer kahramanlarını ve dastanlarını tekrarlayalım.

SUMER AĞITLARI Sumer ağıtları şairlerin yaşadıkları şehirlerin düşman eline geçmesi, halkın esir edilmesi, sarayların ve tapınakların yağmalanması üzerine yazdıkları şiirlerden oluşur. Sumer kentleri ilk defa Akad kralları tarafından ele geçirilmiş, yağmalanmış sonra Gutiler tarafından benzer şekilde insanlar öldürülmüş, şehirler yağmalanmıştır. Fakat gerek Akad ve gerekse Gutiler zamanından kalma ağıt bulunmayıp daha sonraki Yeni Sumer çağı (MÖ 211O-2005) veya Sumer Rönesans döneminde ortaya çıkmıştır. Bu devirde Sumerler her yönden bir Rönesans dönemi yaşamışlardır. İşte şairler bu devirde Sumer ülkesinin yeniden doğuşunu dile getirirken eski günleri hatırlayıp bir yandan o günlere ağıt yakmışlardır.

77

Elamlılar Ur şehrini yakıp yıkarak yağmalayıp kral İbbi-Sin’i de esir almışlardır. Bu olay halk üzerinde derin bir etki yaratmış ve şairler de uzun ağıtlar yazmışlardır. İbbi-Sin’den yaklaşık 50 yıl sonra İşme-Dagan tarafından Ur şehrinin yeniden kuruluşunu anlatan uzun şiirler ortaya çıkmıştır.

Nippur şehrinin yıkılışı için yakılan ağıtların ancak bir kısmı şehrin ele geçirilip yağmalanmasını anlatır. Bu belgelerin çoğunluğu ise şehrin yeniden eski haline dönmesininden bahseder.. Enlil’in acımasıyla Nippur’un yeniden eski günlerine döneceği vurgulanmaktadır. Ninlil kocası Enlil’e evini onarması için yalvarır. Enlil ve Ninlil Ekur’a (tapınağa) yerleşerek törenleri başlatır ve halkı şehre döndürür. Sonra İşme-Dagan tarafından Nippur ve diğer Sumer şehirlerinin kurtarılması, Sumer ülkesine Enlil’in bolluk ve bereket getirmesi ve kralın her şeyi düzene koyması anlatılır.

Ur-Nammu Ağıtı Yeni Sumer Çağı krallarından Ur-Nammu’nun ölümü ve ruhlar âlemine gidişini konu alan bir şiirdir. Ur-Nammu’nun sarayında sedye üzerinde yatması, halkın yas tutması söz konusudur. Sonra Ur-Nammu yeraltı dünyasındaki tanrılara hediyeler götürür. Burada rahipler tarafından kendisine ayrılan yere gelir. Kardeşi Gılgamış burada ona ölüler âleminin kurallarını öğretir. Daha sonra Ur halkının ağıtları ona ulaşır. Onun tamamlayamadığı işler, şehrin surları ve yalnız kalması üzerine üzülür. Artık ölmüştür ve onu sevenler de oldukça üzgündürler.

Agade’nin Lanetlenmesi Bu destanda Gutiler tarafından yıkılan Agade kentine karşı Sumerli bir şairin duyduğu sevinci dile getirir. Akadlı Sargon ve torunu Naram-Sin’in yaptıkları seferleri anlatan yarı-mitolojik eserlerden de anlaşıldığı üzere, bu krallar önce Sumer kentlerine saldırmış, Sumerleri hâkimiyetleri altına almışlardır. Özellikle Nippur kenti Sumer hava tanrısı Enlil’in kült merkezi olmasından dolayı tüm Sumerler için kutsal bir mekândı. Burada bulunan Enlil’e adanmış olan Ekur tapınağının Akadlı askerler tarafından yağmalanması, yıkılması Sumerlerin hafızlarından silinmemişti. Gutilerin Zagros dağlarından gelerek Akad krallığına son vermelerini ve Agade kentini ele geçirmelerini başta Sumerlerin baş tanrısı Enlil olmak üzere diğer tanrıların da bir laneti olarak göstermişlerdir. Bu destandan bir pasada şöyle deniliyor;

Ekur’a saldırmaya cesaret eden, Enlil’e karşı çıkan şehir, Agade,

Koruların toz gibi yığılsın, tuğlaların çamur olarak çukurlara dönsün,

Agade sarayın harabeye dönsün.

Öküzlerin yerine dulların boğazlansın, koyunların yerine çocukların kesilsin.

Gudea’nın Rüyası

Sumer edebî ürünlerinden olan ve döneminin en önemli belgesi niteliğindeki iki adet silindir kitabe üzerine yazdırılmış olan eser, Lağaş beyi Gudea’nın Ningirsu adına bu şehirde yaptırdığı tapınağı anlatmaktadır. Metin Gudea’nın gördüğü rüyanın anlatılmasıyla başlar. Gudea rüyasında, başında bir taç bulunan aslan başlı bir kuşun kanatları takılı ve bedeninin alt kısmı sel dalgası şeklinde olan sağında ve solunda aslanlar oturmuş muazzam büyüklükte bir adam görmüştür. Rüyasında sabah olur ve elinde bir kalem tutan ve üzerinde yedi yıldızın çizildiği tanleti inceleyen bir kadın görür. Sonra elinde üzerine bir evin planını çizdiği lapis lazuliden (yeşim taşı) yapılma bir tablet tutan kişi görülür. Ayrıca bir merkep de yerleri eşeler. Gudea bu rüyayı yorumlaması için tanrıça Nanşe’ye başvurur. Gudea tapınağa gidip kurbanlar keser ve dualar ederek rüyasını tanrıçaya anlatır. O da rüyasını yorumlar ve der ki, ilk gördüğün iri yapılı adam Ningirsu’dur. Doğan güneş Gudea’nın tanrısı Ningişzida’dır. Elinde altın kalem tutan ve yıldızların çizildiği tableti inceleyen kadın tapınağı kutsal yıldızlara uygun inşa etmeni isteyen Nidaba’dır. Tapınağın planını çizen Nindup’tur. Yeri elşeleyen merkep ise Gudea’nın kendisidir.

Gudea uykusundan kalkınca derhal Ningirsu’nun emirlerini yerine getirmeye başlar. Şehir halkına durumu bildirir. Günahkar olanlar şehirden çıkarılır, tapınak yapılana kadar hiç kimse şehirde birbirine kötü davranmayacak, kimse azarlanmayacak, tek yürek olup herkes bu inşaatın tamamlanması için çalışacaktır.

Sumer ağıtları nasıl ortaya çıkmıştır, kahramanları kimlerdir?

78

Özet

Sumerler MÖ III. binyıl başlarından itibaren Güney Mezopotamya’da insanlık tarihinde derin izler bırakan bir teoloji ve kozmogoni geliştirdiler. Sumerler evrenin ve insanın yaratılışı konusunda çeşitli düşünceler ürettiler. Onlara göre evreni oluşturan öğeler yer ve gökten ibaretti. Gök ile yer arasında “lil” adını verdikleri bir tür hava bulunuyordu. Sumerlere göre evrende hayat ilk defa suda başlamıştır. Denizle yer yüzü üzerine konulmuş kubbe şeklinde bir evren bulunuyordu. Gökle yerin ayrılmasından ve yıldızların yaratılmasından sonra ise bitki, hayvan ve insan ortaya çıkmıştı. Onlara göre yer dünyanın işleyişini sağlayan, insan şeklinde olan ancak insanlara gözükmeyen tanrılardı. Bunlar, gök, deniz, yer, hava, gezegenler, dünya üzerindeki büyük ırmaklar, dağlar, vs.den oluşmaktaydı. Sumerlere göre kentleri, sarayları, evleri, yapan ve denetleyen bir güç (insan) var ise o zaman evreni de yapan ve denetleyen daha büyük güçlerin olması ve bu güçlerin de ölümsüz varlıklar olması gerekirdi. Sumer panteonu bu varlıkların tamamından meydana gelmiştir. “Evreni oluşturan dört öğe olan yer, gök, deniz ve havayı denetleyen tanrılar diğer tanrıları da yaratmıştır” deniliyor. Yaratma tekniğiyle ilgili olarak da, monarşiden örnek alarak, şayet bir kral istediği her şeyi emirler vererek elde edebiliyorsa, ölümsüz olan insanüstü varlıklar için bu hiçde zor bir şey değildi. Evrenin her hangi bir kargaşa ve kaosa sürüklenmeden devam etmesi için de “Me” adını verdikleri bir düzenleme yapılmıtı.

Sumerler evrenin düzene sokulması ve insanın yaratılışını mitlerle anlatmışlardır. Bilge tanrı olan Enki’nin dünyaya nizam vermesi, Aşağı Mezopoyamya’da medeniyetin yükselişi olayı butür mitlerle anlatılmıştır. Dicle’nin sularının bereketli topraklarla buluşması, tarımın hayvancılığın, ticaretin gelişmesi, tümüyle uygarlığın ortaya çıkışı mitlerde yer almıştır. Öte yandan inasının neden yaratıldığı konusu işlenmiş ve tanrıların kendilerine hizmet etmeleri için insanı yarattğını düşünmüşlerdir. İnsanoğlunun ölümü ve öteki dünya anlayışı yine mit ve destanlarda yer almıştır. Ölümsüzlüğün olup olamayacağı düşünülmüş ve bunun yalnızca tanrılara ait olduğu görüşü hâkim olmuştur.

Sumer kent devletleri arasındaki mücedeleler yine destan haline getirilmiştir. Uruk ile Kiş arasındaki savaş yada daha uzaklardaki Aratta ülkesiyle olan savaş destan olarak karşımıza çıkmaktadır. Sumer şairleri kentlerinin düşman eline geçmesini ağıt şeklinde anlatmışlardır ki, bu durum Perslerin Yunan kentlerini ele geçirmesinin ardından gelişen Yunan trajedyalarını andırmaktadır.

79

Kendimizi Sınayalım 1. Sumerlerin bereket ve yaratıcı özeliği olan hava tanrısı hangisidir?

a. An

b. Enlil

c. Ea

d. İştar

e. Nanna/Sin

2. Sumerlerin aşk ve şarap tanrısı olup, mitlerde önemli rol oynayan tanrıça kimdir?

a. Utu/Şamaş

b. IM/Adad

c. İnanna/İştar

d. Ninşubur

e. Usumi

3. Sumerlerin koruyucu tanrı veya demo-nu aşağıdakilerden hangisidir?

a. Lamassu

b. Ninurta

c. Ea

d. Nisaba

e. Dumuzi

4. Aşağıdakilerden hangisi Sumerlerin iki yüzlü tanrısı olup kültü Roma’ya kadar girmiştir?

a. Enkidu

b. Enlil

c. Ningirsu

d. Anzu

e. Usumi

5. Sumer mitlerinde sıkça geçen ve İnanna’nın eşi olan Çoban tanrı hangisidir?

a. Enki

b. Dumuzi

c. Nisaba

d. Gılgamış

e. Enlil

6. Sumer düşüncesinde evreni düzene koyan tanrı hangisidir?

a. Enlil

b. Şamaş

c. Adad

d. Enki

e. İştar

7. Sumerlerin önemli kahramanlarından olan ve pek çok destanda adı geçen Uruk kralı kimdir?

a. Lugalbanda

b. Agga

c. Gılgamış

d. Gudea

e. Ur-Nammu

8. Tufan’da bir gemi yaparak insanları kurtaran kahraman kimdir?

a. Gılgamış

b. Urşanabi

c. Puzur-Amurru

d. Utnapiştim

e. Siduru

9. Sumer destanlarına gore Hazar denizinin güneyinde olacağı söylenen ülkenin adı nedir?

a. Magan

b. Meluhha

c. Aratta

d. Dilmun

e. Subartu

10. Sumer kenti Nippur’un Sargon ve Naram-Sin tarafından yağmalanmasının intikamının alındığını anlatan ağıt hangisidir?

a. Agade’nin Lanetlenmesi

b. Ur-Nammu Ağıtı

c. Lugalbanda ve Enmerkar

d. Lugalbanda ve Hurum dağı

e. Etana ile Kartal

80

Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. b Yanıtınız yanlış ise “Sumer Panteonu” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz. 2. c Yanıtınız yanlış ise “Sumer Panteonu” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

3. a Yanıtınız yanlış ise “Sumer Panteonu” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

4. e Yanıtınız yanlış ise “Sumer Panteonu” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

5. b Yanıtınız yanlış ise “Sumer Mitleri” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

6. d Yanıtınız yanlış ise “Sumer Mitleri” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

7. c Yanıtınız yanlış ise “Sumer Destanları” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

8. d Yanıtınız yanlış ise “Sumer Destanları” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

9. c Yanıtınız yanlış ise “Sumer Destanları” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

10. a Yanıtınız yanlış ise “Sumer Destanları” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Anu, Ea, Enlil, Adad, Enki, Ninurta, Ninşubur,

Nisaba, Sin, Şamaş.

Sıra Sizde 2 Dumuzi ile İnanna, Enki ile İnanna, Yaratılış Miti, Enki ve Dünya Düzeni, Tufan Miti.

Sıra Sizde 3 Gılgamış ve Kiş Kralı Agga, Gılgamış ve

Yaşayanlar Ülkesi, Gılgamış, Enkidu ve Ölüler

Diyarı, Enmerkar ve Aratta Beyi, Lugalbanda ve

Enmerkar.

Sıra Sizde 4 Sumer ağıtları şairlerin yaşadıkları şehirlerin

düşman eline geçmesi, halkın esir edilmesi,

sarayların ve tapınakların yağmalanması üzerine

ortaya çıkmıştır. Ur-Nammu, Gudea.

81

Yararlanılan Kaynaklar Leick, G. (1991), A Dictionary of Ancient Near Eastern Mythology, London-New York.

Kramer, S.N. (2002), Sumerler, (Çev. M. İ. Çığ), İstanbul: Kabalcı Yayınevi.

Çığ, M. İ. (2009), Sumerli Ludingirra, Geçmişe Dönük Bilim Kurgu, İstanbul: Kaynak Yayınları.

Çığ, M. İ. (2008), Sumerlerde Tufan, Tufanda Türkler, İstanbul: Kaynak Yayınları.

Hooke, S. H. (1995), Ortadoğu Mitolojisi, (Çev. A. Şenel), Ankara: İmge Kitabevi.

Şahin, H. A. (1998), Kültepe Metinlerinde Geçen Tanrı Adları, (Doktora Tezi) A.Ü. Sosyal Blimler Enstitüsü, Ankara.

Özgüç,N.-Tunca, Ö. (2001), Kültepe-Kaniš, Mühürlü ve Yazıtlı Kil Bullalar, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayını.

82

Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra;

Yunan mitolojisinin oluşumu ile ilgili kaynakları açıklayabilecek,

Yunan mitolojisinin ortaya çıkışı ve gelişimini tanımlayabilecek,

Yunan mitolojisinin oluşumunun başlangıç evresinde ortaya çıkan ilkeleri açıklayabilecek,

Roma mitolojisi ile ilgili temel kavramları açıklayabileceksiniz.

Anahtar Kavramlar Homeros

Hesiodos

Khaos

Gaia ve Uranus

Titanlar

Hekatonkheirler

Kykloplar

Olympian Tanrılar

İçindekiler Giriş

Yunan Mitolojisi

Mitologya Yazarları

Tanrıların Doğuşu

Olymposlu Tanrılar

Devamlı Olympos’ta Bulunmayan Tanrılar

Roma Mitolojisi

5

83

GİRİŞ Bugün dilimize batı dillerinden geçmiş olan aslı Eski Yunanca Mythologia’dan gelen mitoloji, efsaneler

bilimi olarak da adlandırılır. Mythos; söylenen, duyulan söz, çok tanrılı dinlerin tanrıları, kahramanların

üzerine anlatılan efsane, Mythologia ise bu efsaneleri inceleyen bilim diye açıklanabilir. İlkçağ

mitolojileri bugün bizim tek tanrılı dinlerden anladığımız kavramlardan çok farklıdır. Mitoloji daha çok

sanatkarın esin kaynağı olarak kullandığı malzemelerin bütünü olarak değerlendirilmelidir. Mitolojik

kavramların pek çoğu herhangi bir doğa olayının simgesidir. Örneğin Yunan mitolojisinde baş tanrılık

özelliğini taşıyan Zeus, yıldırım ve şimşeği simgeler.

İnsanın açıklayamadığı pek çok doğa olayından, çevresinde var olan fakat nasıl oluştuğunu

çözemediği en basit doğa unsuruna kadar her kavram insanın sürekli ilgisini çekmiştir. İnsan bu tanıdığı fakat oluş, sürüp gidiş nedenini açıklayamadığı kavramları kendisinden soyutlayarak kendi gücü üstünde

kavramlar olarak yorumlayıp onlara saygı duymuştur. Bu kavramların tapınılabilecek güçler olma

özelliklerini de yine o çağ insanının yaratıcı yeteneğinde aramak gerekir. İşte insanın bu yaratıcı yeteneği

mitolojinin doğmasına neden olmuştur.

Mitoloji deyince ilk akla gelen hep Yunan ve Roma mitolojileridir. Ancak her köklü ulusun birer

mitolojisi vardır. Tüm bu mitolojiler üç ana tema işlerler. Bunlar; Yaradılış, Türeyiş, Tanrıların Doğuşu.

Mezopotamya, Mısır, Anadolu ve Yunanistan’da tanrıların ortaya çıkışlarından sonra bir düzen kuran

tanrı soyundan gelenler örgütlenerek kendi soyundan gelenlere ve daha sonra ürettikleri tanrılara değişik

özellikler vererek bir düzen kurmuşlardır. Oluşturulan bu efsanevi düzen gerçekte insanların kendi günlük

yaşamları ile sıkı sıkıya bağlı ve en önemlisi tanrı tasvirleri önceleri bir takım simgelerle yapılırken daha

sonraları insan şeklinde düşünülüp, ifade edilmeleridir. Yunan ve Roma mitolojilerinde tanrı

betimlemesinin en önemli özelliği insan biçiminde gösterilmeleridir.

Bu ünitede özellikle Yunan mitolojisinin oluşumunda büyük katkısı olan Homeros ve Hesiodos’un

eserleri ve kişilikleri ayrıntılı biçimde ele alınmıştır. Özellikle Tanrıların Doğuşu adlı eseriyle Hesiodos

bu yapıtında adeta Yunan mitolojisindeki tanrısal varlıkların katalogunu vermiştir. Yunan mitolojisinin

oluşumunda geçen çeşitli varlıklar ele alınıp, özellikle Olympos’lu Tanrılar olarak bilinen tanrılar

üzerinde durulmuştur. Bunlar da iki ana başlıkta devamlı Olympos’ta yaşayanlar ve ara sıra Olympos’a

gelenler olmak üzere aktarılmıştır. Roma mitolojisi ise büyük ölçüde Yunan mitolojisinin tekrarı olduğu

için kısa bir bölümde ele alınmıştır.

YUNAN MİTOLOJİSİ Bu ünite de Yunan mitolojisinin oluşumunda önemli rolü olan antik yazarlardan Homeros ve Hesiodos

hakkında bilgi edinilecek. Hesiodos ve Homeros dışındaki antik dönem mitologya yazarları liste halinde

verilecektir. Yunan tanrılarının oluşum evreleri ve özellikle Olympian tanrılar arasında sayılan tanrılar

efsaneleri, sembolleri, egemenlik alanları, resim ve yontu sanatındaki betimleme özellikleri ve bu tanrılar

onuruna yapılmış olan Anadolu dışı ve Anadolu’daki kült alanları anlatılacaktır.

Yunan ve Roma Mitolojisi

84

YUNAN MİTOLOJİSİNİN OLUŞUMU Yunan mitosunun yazıya geçirilmesi Homeros ve Hesiodos’la başlar, ancak daha sonra Homeros ve

Hesiodos’un yarattıkları tanrı soylarına ve efsanelere eklemeler ve katkılar yapılır. Yunan mitolojisi MÖ

700 yıllarında tam olarak gelişmiştir. Yunan tanrıları hem görünüş hem de karakter olarak insanlara

benzer. İnsanlardan farklı olan yönleri ölümsüz olmaları ve özel besinlerle (ambrosia ve nektar)

beslenmeleridir.

MİTOLOGYA YAZARLARI Homeros

Grek mitolojisinin en önemli kaynağıdır. Homeros’un hakkındaki bilgilerimiz bugün bile hala çok

eksiktir. Nerede doğduğu ve yaşadığı konusunda pek çok kitap ve makale yazılmıştır. Ancak bu bilgilerin

birbiri ile örtüşmediği de görülmektedir. Homeros’a atfedilen iki eser İliada ve Odysseia’dır. Her iki

eserinde de kendisi ile ilgili hiçbir bilgiyi bulamıyoruz. Homeros’un MÖ 850 yılları civarında yaşadığı ve

İzmirli olduğu en çok kabul edilen bilgidir. Yani Homeros’un yurdunun Batı Anadolu’da Ionia

bölgesinde İzmir (Smyrna) olduğu genellikle kabul görmektedir. Homeros sözlü geleneği sürdüren bir

ozandı. Hem İliada hem de Odysseia sözlü geleneğin ürünleridir ve yazıya geçirilmeleri İlk Çağ’da

Yunanistan’da olmuştur. İliada Homeros’un Yunanca İlias adını taşıyan destanı, İlion ya da Troya olarak

adlandırılan kentin destanıdır. Destanın konusu Homeros’un yaşadığı kabul edilen tarihten yaklaşık 400

yıl önce yapıldığı kabul edilen, Tunç Çağı’nın sonlarında Akhalar ile Troyalılar arasında geçen Troya

savaşıdır. Ancak bu destanda savaşın çok kısa bir bölümü anlatılır. Savaş, Troya’lı Paris’in Miken Kralı

Agamemnon’un kardeşi Sparta kralı Menelaos’un karısı Helene’ye aşık olup, onu Troya’ya kaçırması

nedeniyle çıkmıştır.Bu olay üzerine Menelaos ve Agamemnon ile birlikte Akha ordusu Troya seferine

çıkar. Savaş bir türlü sonuçlanmayınca Akhalılar tahta at hilesine başvururlar. Tahta at içinde Trya’ya

giren Akha askerleri kenti talan edip, erkekleri öldürür, kadınları da esir alır. Bu destanda anlatılan

mitolojik öyküdür. Troya savaşının bugün kabul edilen gerçek nedeni ise Anadolu’nun zengin maden

yataklarının olması ve ticaret açısından büyük öneme sahip olan Boğazlara Akhalılar’ın sahip olmak

istemeleridir. İliada 24 bölüm ve yaklaşık 16.000 dizeden oluşur. 10 yıl süren Troya savaşının sadece 51

günlük bölümünü kapsamaktadır destan. Makedonya’lı Büyük İskender’in İliada destanını yanından hiç

ayırmadığı ve her zaman Akhilleus’a özendiği de bilinir.

Odysseia ise Ithake kralı Odysseus’un serüvenlerinin anlatıldığı bir destandır. Bu destan da 24

bölümden oluşur. Odysseus’un Troya’dan ülkesi İthake’ya dönüş yolculuğu anlatılır.

Hesiodos

Grek mitolojisi hakkındaki ikinci büyük kaynak MÖ 8. Yüzyılda yaşamış olan Hesiodos’tur.

Hesiodos’da Ionialıdır. Günümüzdeki Foça (Phokaia)’nın kuzeydoğusundaki Kyme şehrinde doğmuştur.

Babası tarım işleriyle uğraşan çiftçidir. Doğduğu şehirden Yunanistan’a, Boiotia’ya göç etmiştir.

İşler ve Günler (Erga Kai Homerai) ve Tanrıların Yaratılışı (Theogonia) adlı iki önemli yapıtı vardır.

Boiotia’daki Helikan Dağının doğusunda Askra’da yaşamıştır. Dor ve Aiolya etkilerinde, İonia lehçesi ile

yazdığı eseri 1022 heksametron dizeden oluşur.

Homeros ile Hesiodos’u karşılaştırdığımızda birbirlerine benzemedikleri dikkatimizi çeker. Homeros

kaynak yapıtlarında bize adını bile vermezken Hesiodos her iki yapıtında da adını verir, kendinden söz

eder, akrabalarını, kentini belirtir, günlük yaşamla ilgili önemli bilgiler aktarır. Örneğin Theogonia’da

Hesiodos şöyle der (Theogonia 22-25):

Bu güzel ezgiyi onlardan öğrenci Hesiodos birgün

Ulu Helikon’un yamaçlarında koyun güderken

İlkin şu sözleri söylediler bana

Kalkanlı Zeus’un kızları, Olympos’un tanrıçaları…

85

Theogonia; Arkaik Dönem’in yazınsal kaynakları arasında tutarlı bir gelişme göstererek evrenin

doğuşunu açıklayan yapıttır. Hesidos’un bu eserinde geçen bazı tanrılar Ege Bölgesi’nde öteden beri

bilinen tanrılardır. Bazıları ise Dorlar tarafından Yunanistan’a getirilmiştir.

Bu iki Mitologya yazarı dışında, MÖ 7. Yüzyılda Lesbos (Midilli) adasında yaşamış olan Sappho,

Pindaros (MÖ 518-446), Kallimakhos (MÖ 310-240) ve Theokritos (MÖ 3.yy. başları) Yunan mitoslarını

işleyen Yunan şairleridir. MÖ 5. Yüzyılda yaşamış olan üç büyük tragedya yazarı Aiskylos, Sophokles ve

Euripides ile komedya türünde yazan Aristophanesde mitolojik konuları ele almışlardır.

Ayrıca Herodot ve Eflatun (Platon)’u da saymak gerekir. Teokritos’un çağdaşı olan Bion ve Moskhos

(MS .3.yy.) Rhodoslu Apollonios mitologya ile ilgilenmişlerdir.

MS 2. Yy. Apuleius ve Lukianos’un mitoloji bakımından önemi büyüktür. Pausanias MS 2. yy da

gezip gördüğü yerlerle ilgili öyküleri kentlerin kuruluş efsaneleriyle anlatmıştır.

TANRILARIN DOĞUŞU Hesiodos’a göre evrenin başlangıcı karışıklık, belirsizlik ve sonsuz boşluk anlamına gelen Khaos’tu.

Khaos’tan yerküre ya da Toprak (Gaia ya da Ge) doğdu, Gaia Khaos’un aksine belirsiz bir boşluk

olmayıp, biçimi vardı. Gaia yani Toprak / Yerküre üzerinde tanrılar, insanlar ve hayvanlar güvenle

yürüyebilirlerdi. Gaia cinsel birleşme olmaksızın gökyüzünü (Ouonos), kendisini tümüyle

kucaklayabilsin diye dağları ve en sonunda da Deniz’i (Pontos) doğuran birincil varlıktır. Bu varlıkarın

kendi kendine üreme yani Parthenogenesis yoluyla doğurmuştur.

Theogonia’da Musalara övgü bölümünden sonra asıl konu olan evrenin yaratılışına girilir. Burada üç

öge ya da ilke sayılmaktadır. Khaos, Gaia ve Eros.

Gaia için “Eurysternos” geniş göğüslü, engin kucaklı, sağlam tabanlı denilmektedir. Eros içinse

“tanrıların en güzeli, canlıların elini ayağını çözen sıfatları ile tanrı ve insanlarda görülen sevgi, aşk

anlamı kullanılır.

Eros birleştirici yetisiyle yaratılışa olanak tanıyan ve türün sürekliliğini sağlayan güçtür. Khaos’tan

Nyx ve Erebos ilkeleri çıkar. Nyx yeryüzündeki geceyi, Erebos ise yer altı derinliklerinin yoğun sisini,

karanlığını simgeler. Nyx’ten iki ışık ilkesi olan Aither (Esir) ve Hemera (Gündüz) doğar.

Gaia ile Ouranos’un birliğinden canavar varlıklar ürerler. Bu canavarlar, evrensel dayanışmanın

gereklerine henüz boyun eğmemiş olan, yıkıcı ve yok edici doğal güçlerin temsilcileridir. Bu dev ve

canavar türü yaratıklar, Titanlar, Kykloplar ve Hekatonkheir’lerdir.

Evrenin oluşumu biçimsel olarak tamamlanınca, Titanların doğuşuyla evrende Theogonia yani

tanrıların doğuşu yer almıştır. Okeanos, Koios, Krios, Iapetos, Hyperion ve Kronos erkek Titanlardır.

Theia, Rheia, Themis, Mnemosyne, Phoibe ve Tethys ise dişi titanlardır.

Gaia, Ouranos’a üç Kyklops doğurmuştur. Alınlarının ortasında yuvarlak tek gözleri olan ve çok

büyük fiziksel güce sahip olan bu varlıkların adları: Brontes (Gök Gürültüsü),Steropes (Yıldırım) ve

Arges (Şimşek)’tir. Gaia’nın en son doğurduğu üç varlık ise Hekatonkheirler ya da yüz kollulardır.

Hekatonkheirler’in adları ise Kothos (cezalandıran), Briareus (Güçlü) ve Gyes (Çok kollu- bacaklı) dır.

Bunlar kibirli, sert hareketli ve öfkeli devlerdir. Yüz tane kolları ve elli başları vardır.

Toprak dediğimiz tanrısal varlığın ilk somut görünümü olan Gaia aynı zamanda yaşamı veren ve alan

Büyük Evrensel Anne’dir. Arkaik dönemde yaygın bir tapınım konusu olan Gaia sonraları üretkenliğin ve

yaşamın değerini kendi üzerlerinde daha iyi odaklaştıran başka dizi varlıkların gölgesinde kalmıştır. Titanlardan hem iğrenen hem de kendi iktidam olmalarından korkan Ouronos çocukları doğdukça onları

yerin derinliklerine alıyordu. Bu duruma çok üzülen Gaia bu eziyetten kurtulmak için oğullarını

korkurtur. Alı çelikten bir tırpan yapıp müthiş planını oğullarına anlattı Gaia. Bu karar karşısında devler

Gaia’nın karnında titrediler.

Gaia öfke ve hiddetle çocuklarını harekete geçirmeye razı etmek isterse de, onlar korkuya kapılırlar.

Sadece son çocuk, cingöz, kafası karışık Kronos Gaia ile birlik olup tuzak kurmayı kabul eder. İkinci

86

kuşak tanrısı Kronos, Gaia’dan aldığı tırpanla babası Ouranos’un üreme organını keser ve arkasındaki

Aigaion Pelops’a (Ege Denizi) fırlatır. Yaranın kanından gebe kalan Gaia Erinysleri (öc perileri),

Fraksinus (Ağaç Perileri) ve Nympheleri (Su perilerini) ve Gigantları (Devleri) doğurur. Erynsler aileye

ve toplumsal düzene karşı işlenen suçların öcünü almalarıyla tanınırlar. Fraksinuslar kahramanların

doğuşuyla ilgili olarak karşımıza çıkarlar. Devler ne iri yapılı ve yenilmez güçte varlıklardır. Ouronos’un

erkeklik uzvunun atıldığı denizdeki dalgaların köpüklerinden Aşk Tanrıçası Aphrodite doğmuştur.

Tanrıların gerçek öyküsü, Ouranos’un böylece yenilmesinden sonra başlar. Yunan mitolojisinin ilk büyük

adı olan Kronos dünyaya egemen olur. Gaia’nın karnında gömülü kalmaktan kurtardığı Titanlar onun

egemenliği altında aralarında tanrısal çiftler oluştururlar.

Tanrısal çiftler şunlardır;

Okeanos – Tethys

Koios – Phoibe

Hyperion – Theia

Krios – Eurybie

Kronos – Rheia

Iapetos ile Themis ise farklı eşler seçmişlerdir. Themis kendinden sonraki kuşaktan Zeus ile

evlenmiştir. Iapetos ise eş olarak Okeanos kızı Klymene’yi seçer.

Evrenin efendisi Kranos, korkuya kapılıp Ouranos gibi döllerini yok etme yoluna gitmiştir. Yalnız

yöntemi farklıdır. Kronos doğan çocukları doğar doğmaz yutmaktadır. Rheia doğan çocuklarının hemen

yutulmasına üzülür ve altıncı çocuğunu doğurmak üzereyken Ouranos ile Gaia’dan yardım ister. Rheia’yı

Gaia ve Ouromos doğurması için Girit’in bir mağarasına götürüp saklarlar. Zeus doğduktan sonra Gaia

Kronos’a bezlere sarılmış bir taş sunar. Kronos’da bunu yutar. Zeus Girit’teki mağarada Rheia’nın

rahipleri Kuret’ler tarafından büyütülür. Amaltheia adlı keçi Zeus’u sütüyle besler. Kronos ve Rheia’nın

evliliğinden Zeus, Hades, Poseidon, Hestia, Hera ve Demeter olmak üzere 6 çoçuğu olmuştur.

Zeus Kykloplarla Hekatonkheir’leri Ouronos’un kapattığı yeraltından kurtarır, buna karşılık

Kykloplar Zeus’a gök gürültüsü, şimşek ve yıldırımı bağışlar. Gök ateşi Zeus’a ölümsüzlerle ölümlüleri

buyruğu altına almasını sağlar. Ancak Zeus tüm yetkiyi ele geçirmek için Titanlarla da savaşmak

zorundadır. Titanlar iki gruba ayrılmışlardı. Okeanos, Hyperion, Themis ve Mnemosyne Zeus’un yanında

yer almışlardı. Teselya’nın Othrys ve Olympos adlı iki yüksek tepesinde süren ve adına Titanomachia

denilen savaş on yıl sürmüştür. Zorlu bir mücadeleden sonra Titanlar yenilip zincire vuruldular ve

Tartaros’a atıldılar. Tartaros’un bekçileri ise Zeus’a bağlı olan Kottos, Briereus ve Gyes idi. Dişi titanların (Metis ve Rheia’nın çabaları sonucunda) ise hiçbirisi cezalandırılmamıştır.

Yunan mitolojisi içinde Zeus baştanrıdır. Egemenliği sadece kendi gücüyle ama daha önceki

tanrılardan da yardım alarak elde ettiği için Kronosoğlu saltanat gücünü görev ve onur dağıtımıyla

gösterdi.

Zeus titanları yenmişti ama çocuklarının yenilgisine dayanamayan Gaia, Tartaros ile birleşip başında

yüz yılan bulunan Typhon’u doğurdu ve onu Zeus’a karşı kışkırttı. Zeus onu da yenerek Olympos’ta

egemenliğini sağlamlaştırdı. Kardeşleri ile evreni paylaşarak Olymposlu tanrılar kuşağını oluşturdu.

Yunan Mitolojisinin oluşumunda önemli rolü olan mitologya yazarları, önemli eserleri ve bu eserlerinin konuları nelerdir?

Yunan ve Roma Mitolojisi hakkında daha detaylı bilgi edinmek için Azra Erhat’ın Remzi Kitabevi’nden basılmış olan “Mitoloji Sözlüğü” (1972) adlı kitabını okuyabilirsiniz.

87

OLYMPOSLU TANRILAR Zeus Ares

Hera Athena

Poseidon Aphrodite

Hermes Hades

Hephaistos Dionysos

Artemis Demeter

Apollon Hestia

YUNANCA LATİNCE GÖREVİ ÖZELLİĞİ SİMGESİ Zeus Jupiter Hava Mutlak Hakimiyet Kartal, Yıldırım Hera Iuno Gök Evlilik, Saadet Tavus Kuşu Athena Minerva Şimşek Zeka Kalkan, Miğfer,

Zeytindalı Apollon Apollo Güneş, Işık Güzel Sanatlar, Edebiyat,

Kehanet Yay, Lir

Artemis Diana Ay İffet Geyik, Hilal, Yay, Ok Hermes Mercinius Yağmur Belagat Kanat, Yılanlı Asa

(Kerykeion) Hephaistos Vulcanus Yeraltı Alemi Demircilik Çekic, Örs Hestia Vesta Ocak Aile Kutsal Ateş Ares Mars Tırpan,

Fırtına Savaş Miğfer, Mızrak

Aphrodite Venus Aşk Güzellik Güvercin Demeter Ceres Toprak Bolluk, Bereket Buğday Demeti, Orak Poseidon Neptunus Deniz Hiddet, Öfke Trident, At

Yunan tanrıları, Yunanistan’da Theselya ve Makedonya arasında yer alan Olympos Dağındaki

Hephaistos’un inşa ettiği saraylarında yaşar, Nektar ve Ambrossia ile beslenirlerdi. Olympos, Zeus

dışında, Yunan mitolojisinin 12 büyük tanrısının evidir. Bu 12 büyük tanrıya, diğer ufak tanrılardan

ayırmak için Olympian veya Olymposlu Tanrılar da denir. Olympos’ta sürekli yaşayan ve her kaynakta

Olympian olarak geçen 10 tanrı vardır:

Zeus Hephaistos

Hera Aphrodite

Poseidon Athena

Ares Apollon

Hermes Artemis

Bunların dışında 12 Olymposlu tanrı arasında zaman zaman sayılan, zaman zamansa sayılmayan ve

sürekli Olympos’da bulunmayan 4 tanrı vardır. Bunlar; Hades, Demeter, Dionysos, Hestia’dır.

Olympian Tanrılar hangileridir?

http:// yunanmitolojisi.blogspot.com

88

Çizim 5.1: Parthenon Tapınağı Frizi Tanrılar Toplantısı Sahnesi

Zeus Yunan mitolojisinde bilgeliğin doruğundaki tanrıdır. Hem tanrıların hem insanların babasıdır. Titanlardan

Kronos ile Rheia’nın oğludur. İlk evliliğini akıl, sağgörü, kurnazlık ve kalleşliğin tanrıçası olan Metis ile

yapmıştır. Ancak kendisinden önceki çiftten aldığı öğütlerle yanında yatan eşi Metis’i yuttu. Çünkü kendi

yaşayışının da babası Kronos’un yazgısı gibi olacağını biliyordu. Ancak Metis’i yuttuktan sonra

dayanılmaz baş ağrıları çekti. Hermes’in gelişi ve onun hastalığının nedenini söylemesi üzerine

Hephaistos’un yaptığı balta ile baş tanrının başında bir yarık açıldı. Böylece silahlarıyla kuşanmış olarak

Athena babasının kafasından çıkarıldı. Zeus daha sonra Themis ile birleşerek, üç Hora’nın meydana gelmesini sağladı. Mevsimlerin oluşumu

ile ilişkilendirilen bu tanrısal varlıklar gökyüzünün kapılarını gözeten birer bekçiydi. Eunomia disiplinle,

Dike adaletle Eirene de barışla görevlendirilmişlerdi. Aynı ilişkiden insanların kaderini belirleyen beyaz

giysili Moiralar doğmuştur. Klotho (dokuyan), Lakhesis (dağıtan) ve Atropos (vazgeçilmeyen) dur.

Eurynome ile birlikteliğinden üç Kharıt doğmuştur. Bunlar Aglaia, Euphrosyne ve Thalia’ dir. Uyum

ve güzellik tanrıçalarıdır, bunlar.

Zeus ayrıca Mnemosyne (bellek tanrıçası) ile birleşir ve Mousa’lar dünyaya gelir. Bunlar şarkının,

düşüncenin, tarih, matematik, iyi konuşma ve bilgeliğin tanrıçalarıdır. Klio (tarih), Euterpe (nutuk),

Thalia (komedi), Melpomene (tragedia), Terpsikhore (dram), Erato (lirik koro), Polhymnia (dinsel nutuk),

Ourania (astronomi), Kalliope (destansı şiir ve güzel konuşma).

Leto da Zeus’dan gebe kalarak Apollon ve Artemis’i dünyaya getirmiştir. Hera ile evliliği ise kutsal

evlilik (Hieros Gamos) olarak kabul edilir. Zeus’un Europe ile evliliğinden Minos, Rhadamantis ve

Sarpedon doğar.

Uslanmaz çapkın Zeus kuğu görünümünde Leda ile birlikte oldu. Bu birliktelikten Helene doğdu.

Danae ile birleşmesinden ise Yunan mitolojisinin en büyük kahramanlarından biri Perseus doğdu.

Zeus sadece göksel olayları yönetmekle, yağmur yağdırmak, şimşekler, yıldırımlar fırlatmakla

kalmaz, yeryüzünde düzenin ve adaletin korunmasını sağlar. Krallık gücünün ve sosyal hiyerarşinin

kefilidir.

Zeus kült olarak Girit adasında ortaya çıkmıştır. Ancak en önemli kült merkezi Olympia’dadır.

Olympia Zeus Tapınağındaki Zeus heykeli dünyanın 7 harikasından biridir. Ayrıca ilk Olympiatlar yine

bu tanrı adına, bu şehirde başlamıştır. Anadolu’da da Zeus inancının olduğu pek çok yer

vardır.:Labraunda’da (Zeus Labrandos), Mylasa (Zeus Osopos), Olba (Zeus), Stratonikeia (Zeus

Khrysaoreus), Tralleis (Zeus Larisaios), Magnesia (Zeus Sosipolis), Euromos (Zeus), Aizonai (Zeus),

Bergama (Zeus Altarı).

Zeus görsel olarak elinde şimşek ya da asa ile sakallı bir erkek olarak betimlenmiştir. Kartal, boğa ve

şimşek en önemli sembolleri arasındadır.

89

Resim 5.1: J. Schmidt, P. Pierre Brunel (Petite Encyclopedie De La Mythologie Romaine, s. 73

Hera Olymposlu tanrıçaların en büyüğüdür. Zeus dışında bütün erkek ve kız kardeşleri gibi o da Kronos

tarafından yutulmuştur. Ama Metris’in kurnazlığı ve Zeus’un sayesinde yeniden hayata döndürülmüştür.

Hera daha sonra görkemli bir düğünle Zeus’la evlenmiştir. Hera Zeus’un usulüne uygun bir düğünle

evlendiği üçüncü kadındı. Zeus ve Hera’nın birleşmesinden Hephaistos, Ares, Elleithyia ve Hebe

dünyaya gelmiştir. Zeus ve Hera’nın düğünü Hesperidler bahçesinde olmuştur. Bir başka tradisyanda ise

bu evliliğin, İlyada’da İda dağının tepesinde gerçekleştiği belirtilir.

Hera evli kadınların koruyucusudur. Kıskanç, öfkeli ve kinci olarak nitelendirilir. Kendisine karşı sadakatsizliğinden ötürü Zeus’a sık sık öfkelenir. Yalnız Zeus’un aşıklarına değil, bunların Zeus’tan

meydana getirdikleri çocuklarını da amansızca teklif eder. Özellikle Herakles Hera’nın öfkesinden acı

çekmiştir. Çünkü on iki işin ilk önce Hera’nın kafasında doğmuş bir fikir olduğu söylenir. Hera birçok

efsanede yer almıştır. İo’ya eziyet eder. Semele’nin Zeus’la gayrimeşru oğlu Dionysos’u alıp

yetiştirdikleri için Athamos ile İno’yu cezalandırır. Artemis’e Zeus’un baştan çıkardığı Kallisto’yu

öldürmesini telkin eder. Leto’nun doğum yapmasını ve Artemis ile Apollon’un dünyaya gelmesini

engellemeye çalışır. Hera bir güzellik yarışmasına da katılır. Rakibeleri Aphrodite ve Athena idi. Bu

yarışmanın sonucu da Hera’yı öfkelendirmiştir. Hera yarışmada birinciliği kendisine vermeyen Paris’ten

öc almak için, Troyalılar’a karşı tavır almıştır.

Hera’nın simgesi tavus kuşudur. Tavus kuşunun tüylerindeki desenler, tanrıçanın İo’nun başına diktiği

gözcü Argos’un gözlerinin imajı olarak kabul ediliyordu.

Hera bir ana tanrıça figürüdür. Argos kenti bu tanrıçanın erken dönem kültür merkezidir. Sisam

adasındaki tapınağı da diğer önemli merkezdir. Tapınaklarına Heraion denir. Olympia, Korinth, Tiryns,

Perachora ve Delos adasında da tapınakları vardır. Erken arkaik dönemde bu kült özellikle Samos’ta ve

Argos’ta çok önemlidir. Burada en erken anıtsal Grek tapınakları MÖ 8.yy. inşa edilmiştir.

90

Kutsal hayvanı tavuskuşu, nar kutsal bitkisidir. Gözleri iri ve güzel, saçları gürdür. Sicilya’daki

Selinus’ta Hera tapınağı, Paestum’da ise yan yana dorik düzende iki Hera tapınağı vardır. Agrigentum’da

ise Hera ve Juno tapınağı çok iyi korunmuş durumdadır.

Poseidon Kronos ile Rheia’nın oğlu olan Poseidon denizlerin tanrısıdır ve her şeyden önce sularla ilişkili yeryüzü

olayları ile arasında bir bağ vardır. Poseidon sadece dalgaları yönetmekle kalmaz aynı zamanda fırtınalar

yaratabilir. Üç dişli yabasının bir vuruşuyla kıyılarda ki kayalıkları yerinden oynatabilir ve kaynakları

pınarları ortaya çıkarabilirdi. Gücü, egemenlik alanı sadece denizlere değil, akarsu ve göllere kadar

uzanırdı. Toprağı da allak bullak edebilen tanrı kimliğiyle ona toprağı sarsan anlamında Enosigaios

denirdi.

Tanrı ergenlik çağına gelince Halia’ya aşık olup, birlikteliklerinden 7 çocukları dünyaya gelir. Bu

çocukların sadece biri kızdır. Bu kıza Rhodos adı verilir. Bu kız Rhodos adasına adını vermiştir. Poseidon’un erkek çocukları sert ve olumsuz kişiliğe sahiptirler ve Kıbrıs’a gitmekte olan Aphrodite’nin

Rhodos adasına çıkmasına engel olurlar. Bunun üzerine Aphrodite onları okullarını kaybetmekle

cezalandırır. Poseidon’un oğulları böylece çıldırırlar ve babaları tarafından yeraltına gönderilirler.

Poseidon’un yasal karısı Amphitrite’dir. Bu evlilikten dalgaları alt üst eden ve yatıştıran Triton meydana

gelir. (Triton; Poseidon’un tek ölümsüz oğlu. Yarı insan, yarı balık, çok korkutucu bir tanrıçadır.) Başlıca

tradisyanlarda ise Poseidon’un Amphitrite’den çocuğu olmadığı aktarılmaktadır.

Poseidon’un diğer çocukları ölümlü ama insanlıktan uzak yabani kişiliklerdir. Aralarından kişiliği

olumlu olan sadece Theseus çıkmıştır.

Gaia ile olan birlikteliğinden Antaios adlı dev yaratık meydana gelir. Thoosa adlı Nympha ile

birleşmesinden tepegöz Polyphemos doğar. Magarada arkadaşlarını yiyen Polyphemos’un gözüne,

kızdırılmış zeytin dalı sokarak Odysseus kör etmiştir. Poseidon da Odysseus’u yıllarca denizden denize

atarak oğlunun intikamını almıştır.

Poseidon Troya savaşı sırasında kullanılan tahta atın bir hile olduğunu söyleyen rahip Laokoon’u ve

oğullarını yılanlarına boğdurtmuştur.

Poseidon kaybolan kızının yasını tutan Demeter’e at görünümünde yaklaşıp sahip olmuştur. Bu

birliktelikten bir kızla ünlü at Areion doğmuştur.

Sakallı ve gösterişli ve Zeus’a benzer tipte betimlenen Poseidon atlarında efendisi olduğu için bu

tanrıya Poseidon Hippies ya da at eğitici de denirdi. Deniz tanrısı idi ama yeryüzü tanrısı kimliği ile de

devler savaşına katılmıştır. Poseidon güneş altında bir yer edinmek için epey mücadele etmiştir. Çünkü

denizler ne kadar yaygın olursa olsun yeryüzünde saltanat sürebilmenin eksikliğini duyardı. Atina’nın

egemenliğini ele geçirmek için en az iki kez Pallas Athena ile karşı karşıya gelmiştir.

Poseidon’un müzelerde farklı ve gösterişli yontuları sergilenmektedir. Yunanistan ve İtalya’da pek

çok tapınağı vardır. Geniş omuzlu, uzun bukleli saçları omuzlarına kadar uzanan bu tanrı daima elinde üç

dişli yabanı ile betimlenir. Bazen bir kayaya bazen de yunus balığının sırtına basarak gösterilmiştir. Palamut, Yunus balığı, at, boğa ona adanmış hayvanlardır. Poseidon kültü Delphi, Teselya, Atina,

Korinth ve Delos’ta oldukça yaygındır. Yunanistan’da Atina’nın güneyinde Sunion’da oldukça görkemli

dor düzeninde bir tapınağı vardır. Güney İtalya’da da Paestum’da bu tanrıya atfedilmiş MÖ 5. Yy.

tarihlenen tapınak görkemlidir.

Zaman zaman yarı at, yarı yılan korkunç hayvanlar tarafından çekilen bir arabaya binmiş olarak da

temsil edilir. Arabanın çevresinde de balıklar, yunuslar her türden deniz yaratıkları ve bunların yanında

Nereus kızları, Glaukos, Proteus gibi deniz cinleri de yer alırdı.

91

Resim 5.2: P. Pierre Brunel – F. Vivier, Petite Encyclopedie, s.61.

Ares Zeus ile Hera’nın oğlu olan Ares kaba kuvvetli ve korkunç savaşı simgeler. Kan dökülmesinden zevk alan,

kalelerin talan edilmesini isteyen bir tanrı olarak pek fazla itibar eilmemiştir. Anaires (yok edici) ve

Polydakrys (göz yaşı döktüren) gibi sıfatları ile anılır. İkinci kuşak Olymposlular’dandır. Homeros

çağından itibaren en büyük savaş tanrısı olarak sayılır.

Savaş tanrısı, giriştiği çalışmalarda çoğunlukla başarısızlıkla karşılaşır, bu da onun doğasındaki

olumsuzlukları artırır. Savaş alanında ölüm saçan varlıklarla dolaşır. Yanında kardeşi kavga tanrıçası Eris

ve Aphrodite’den doğma iki oğlu Deimos (korku) ve Phobos (bozgun); ölüm tanrıdan Keresler ve

kargaşanın simgesi Kudoimos bulunur.

Ares betimlemelerinde zırhlı, miğferli, kalkan, kılıç ve mızrakla donanmış olarak görülür. Boyu

insanüstü ölçülerdir ve korkunç naralar atar. Yaya olarak savaşlara katılmayı sever, ancak dört yarış atı

koşulu arabada da görüldüğü olur.

Ares’in yarı vahşi sert iklimli, atı bol ve savaşçı halkların kol gezdikleri bir ülke olan Troya’da

oturduğu kabul edilir.

Ares Athena gibi akıllı değildir. Körü körüne ve akılsızca kavga çıkarır. Athena ise kavgada hilenin de

en az cesaret kadar öenmli olduğunu bilir. Zeki ve kurnazdır. Ares ölümsüzler ve ölümlüler arasında hiç

sevilmezken, Aphrodite’nin kalbini kazanmıştır. Aphrodite ile yakalanmamak için gözcüsü Alektryon’u

kapıya dikmiş, ancak gözcü uyuyunca, güneş tanrısı Helios aşıklarının yaptığını görüp, Hephaistos’a

haber vermiştir. Demirciler tanrısı onları yatağa bağlayarak diğer tanrıların bu olayı görmesini sağlamış ve böylece Ares rezil olmuştur. Gözcü Alektryon ise böylece uyumanın cezasını Horoz’a dönüştürülerek

çekmiştir.

Poseidon’un oğlu Hallirhotios Ares’in Aglauros’tan olma kızı Alkippe’ye bir tepenin dibinde

saldırınca Ares tarafından öldürülür. Poseidon bunun üzerine Olympos tanrılarını bu tepede toplayarak

92

Ares’i yargılar ve Olymposlu tanrılar Ares’i aklarlar. Bu mahkemeden sonra bu tepe, Areopagos yani

Ares tepesi olarak anılır.

Ares’in Pelias’un kızı Polepeia’dan da Kyknos adlı acımasız bri haydut olan oğlu doğmuştur. Bu

haydut Herakles tarafından öldürülmüştür.

Thebai’de Ares tapınağı olduğu gibi, antik yazarlar Ares’in Atina’da Agora yöresinde de bir

tapınağının olduğunu belirtirler. Ares’in en iyi bilinen yontusu Ludovisi Ares’i denilen bugün Roma’da

Terme müzesinde bulunan yontusudur.

Anadolu’da İonia bölgesinde Metropolis antik kentinde yapılan kazı çalışmaları sırasında Ares

tapınağının kalıntıları bulunmuştur. Burada tapınağa ait olması gereken sütun tamburları ve sütun

parçaları ile yontular ortaya çıkarılmıştır. Ayrıca Halikarnassos’ta yeri bilinmesine rağmen kalıntısı

olmayan bir Ares tapınağı olduğu ifade edilir. Giresun Adası’nda da tarihi kaynaklarda Amazon

kraliçelerinin, savaş tanrısı Ares adına tapınak inşa ettirdikleri ifade edilmektedir.

Ares Yunanistan’ın aksine Roma’da sevgi gören bir tanrı olmuştur. Latince adı Mars olan tanrının

Roma’daki tapınağında rahipler kurulu Mars’ın on iki kalkanını korurlar ve her yıl savaş tanrısı adına

şenlikler düzenlerler.

Roma’daki en büyük Mars tapınağı İmparator Augustus’un yaptırdığı “Mars Vindicator Tapınağı”

dır. Mars’a, boğa, erkek domuz ve koç kurban edilir. Kutsal hayvanları horoz, köpek ve akbabadır.

Hermes Zeus ile Maia’nın oğludur. Arkadhia’nın güneyinde Kyllene dağında bir mağarada doğmuştur. Hermes

doğar doğmaz kundağa sarılıp, bir sepetin içine yatırılır. Ama Hermes daha doğduğu gün kundaktan çıkıp

mağaradan uzaklaşır. Theselya’ya kadar gider. Gördüğü kaplumbağanın içini bıcakla oyup, koyun

bağırsağından 7 tel gererek bir çalgı aleti Lyrayı yapar. Karnı acıkınca da Apollon’un sürülerinin otladığı yere gelir. Oradaki hayvanları çalar. Apollon sığırlarının çalındığının farkına varır ve kehanet gücüyle bu

hırsızlığı kimin yaptığını öğrenir. Kyllene’ye mağara’ya gider. Kaplumbağadan yapılan liri görünce

sürüye karşılık bu çalgıyı Hermes’ten alır. Hermes bu şekilde elde ettiği sürüleri güderken, flütü (Syrinks

ya da Pan flüt) icad eder. Apollon bu aleti de Hermes’ten, Kerykeion adlı altın çoban değneği ve

Hermes’e kehanet dersleri verme karşılığında alır. Böylece Hermes habercilerin başı ve hırsızların

koruyucusu olur. Zeus Hermes’in becerikliliğinden duyduğu memnuniyetle onu kendine, ölüler tanrısı

Hades ve Persephone’ye hizmet etmekle görevli haberci tanrı yapar. Ölülerin ruhlarını Hades’e

götürecektir. Bu da Pskhopompos (ruhlar klavuzu) sıfatı ile açıklanabilir.

Arkadia dağlarında Odysseus’un eşi Penelope ile birleşip Pan adındaki çocuğu olur. Pan keçi ayaklı,

boynuzlu, kuyruklu, çok güzel flüt çalan ve kırlarda dolaşan kırların tanrısıdır. Hermes tüccarların da

tanrısıdır. Ayrıca çobanların tanrısı olduğunu da Kriophoros (koç taşıyan) Hermes sıfatıyla ve bu

niteliğini anımsatan heykeltıraşlık eserleri ile biliyoruz.

Hermes tüm bu özelliklerinin yanı sıra yolculara da rehberlik eden bir tanrıdır. Yollara kilometre taşı olarak dikilen Hermes heykelleri -ki bunlar Hermes büstü ve phallos simgesini taşıyan dikdörtgen formlu

kaidelerdi- bu özelliğini gösterir.

Hermes genellikle başında, Hades’in giyeni görünmez kılan başlığını, ayaklarında hızlı gitmeyi

sağlayan kanatlı sandaletleri, elinde de iki yılanın sarılı olduğu bir asa olan Kerykeion taşır pozda

betimlenmiştir. Zaman zaman başında geniş kenarlı bir şapka (petasos) bulunan tasvirleri de görülür. Bazı

betimlemelerinde elinde para kesesi tutar. Mersin ağacı, zeytin, haşhaş ona adanan bitkilerdir.

Ünlü yontucular tarafından yapılmış yontular vardır. (Praksiteles’in yaptığı kolunda çocuk Dionysos’u

taşıyan yontusu; Lysippos’un yaptığı Hermes yontusu örnek olarak verilebilir.

93

Resim 5.3: P. Pierre Brunel – F. Vivier, Petite Encyclopedie, s.69.

Hephaistos Zeus ile Hera’nın oğlu. Ancak bazen Zeus’un Athena’yı herhangi bir kadının varlığına ihtiyaç

duymaksızın dünyaya getirmiş olmasını kıskanan Hera’nın Hephaistos’u tek başına doğurmuş olduğu da

ileri sürülür.

Yaygın bir tradisyona göre Zeus, Herakles’e yaptıklarından dolayı Hera’yı zincirlerle bağlayıp

cezalandırırken Hephaistos annesine yardım etmeye çalışır. Zeus Hephaistos’u bacağından tutup

Olympos’tan aşağı atar. Bu nedenle Hephaistos topal kalır. İliada’da anlatılan başka bir versiyonda ise

Hephaistos topal doğmuştur. Çocuğunun sakatlığına utanan Hera, Hephaistos’u Olympos’tan aşağıya

atar. Hephaistos annesinden öc almak için bir altın taht yapar. Hera bu tahta oturunca tahtın etrafından

çıkan kıskaçlar tanrıçayı sarar. Hera’yı bu tahttan Ares tarafından zorla Olympos’a getirilen Hephaistos,

Olympos’a kabul edilme ve Aphrodite ile evlendirilme şartıyla kurtarmayı kabul eder.

Hephaistos çirkinliğini ve topallığını her türlü madeni işleyip olağanüstü güzellikte eserler yaratmakla

kapatmıştır. Sanatın ve işçiliğin yüceliğini simgeleyen bir tanrıdır. Güzellik ve aşk tanrıçası Aphrodite,

Kharitlerin en genci Aglaie ve zerafet perisi Kharis ile evlenmiştir.

Hephaistos heykellerinde güçlü kuvvetli, kolları adaleli, göğsü kıllı, iri yarı olarak betimlenir. Saçı

dağınık, sakalı sivri, başında deri bir takke, üzerinde bir omzunu açıkta bırakan işçi elbisesi ile gösterilir.

Adına Atina’da Akropolün kuzeybatısında MÖ 5. Yy. a ait bir tapınak yapılmıştır. Ayrıca İtalya’da

Paestum’da da bir Hephaistos Tapınağı vardır.

Anadolu’da Lykia bölgesinde Olympos yakınlarında Çıralı’da tapınağı olduğu eski kaynaklarda

belirtilmiştir. Aphrodite Homeros’a göre Aphrodite Zeus ile Okeanos kızı Dione’den doğmadır. Güzellik ve aşk tanrıçasıdır.

Etrafında Kharitler, Horalar gibi tanrılar bulunur. Hesiodos’a göre Aphrodite denizin köpüklü

dalgalarından doğmuştur. Aphrodite denizin köpüğü gibi işveli ve cilvelidir. Gönüllere aşk saçan doğayı

canlandırır. Kalplere aşk oku atan Hermes’ten olma oğlu Eros’da ondan hiç ayrılmaz.

94

Aphrodite topal tanrı Hephaistos’la evlendirilmiştir. Ama güzellik tanrıçası Ares’e aşıktı. Ares ile

birleşmesinden Phobos (Bozgun), Deimos (korku) ve Harmonia (uyum) doğar. Ayrıca Adonis, Troya

kralı soyundan Aineias’ın babası Ankhises ile de birlikte olmuştur. Hermes ile birlikteliğinden

Hermaphroditos olur. Dionysos ile sevişmesinden de Priapos doğmuştur.

Tanrıça güzeldir, işvelidir, cilvelidir ama öfkesi de, kini de, öcü de o denli korkunçtur. Sinirlendiği

Lemnoslu kadınlara ceza olarak çok kötü bir koku verir. Bazen de kızdığı kadınlara öylesine bir şehvet

verir ki, kadınlar önlerine çıkanla yatmadan duramazlar.

Yunanistan ve Roma’da güzellik ve aşk tanrıçası olarak kabul edilen Aphrodite Anadolu’da bereketi

de simgeler. Bu yönünün vurgulandığı kentlerden biri de Aphrodisias’tır. Burada Aphrodite çok memeli

olarak ve giyimli betimlenmiştir. Ayrıca Aphrodisias’ta görkemli bir tapınak da inşa edilmiştir. Ünlü

heykeltıraş Praksiteles tarafından yapılmış üç farklı tipte Aphrodite yontusu antik dünyada çok iyi

bilinirler. Birisi Knidos’luların aldığı Knidos Aphroditesi, diğeri giyinik olan Kos heykeli, üçüncüsü ise

Arles Aphroditesi denilen yarı giyimli yontudur. Tanrıçayı ilk kez Praksiteles çıplak olarak yapmış ve

kadınlığın tüm güzelliğini, cekiciliğini ve bütün hatlarını göstermiştir. Bitkilerden ve meyvelerden mersin

ağacı, haşhaş, elma, nar, gül ona adanmıştır. Serçe ve güvercin ise kutsal kuşlarıdır. Keçi, istiridye, yunus

balığı ve kaplumbağa da ona adanmıştır. Roma mitolojisinde Venüs olarak kabul görmüştür.

Apollon Zeus ve Leto’nun oğludur. Mitolojide müziğin, güzel sanatların, güneşin, ateşin ve şiirin tanrısıdır.

Ayrıca bilicilik, kehanetle de ilgilenen bir tanrıdır. Adı değişmeden Roma mitolojisine geçen tek tanrıdır.

Bu tanrının adının Yunanca olmadığı herkes tarafından bilinir. Hititçe yazıtlarda geçen APULLUNAS

tanrının adıyla benzerliği dikkat çekicidir.

Yunan mitolojisindeki en önemli tanrılardan biridir. Son yapılan araştırmalarda bu tanrının Anadolu

kökenli bir tanrı olduğu ortaya konmuştur. Apollon’un asıl doğum yerinin Patara, yani Anadolu kıyıları

(Lykia) olduğu belirtilmektedir. İliada’nın bazı bölümlerinde Apollon için Lykegenes sıfatı

kullanılmaktadır. Bu sıfat da tanrının Lykia bünyesi ile olan bağlantısını gösterir.

Yunanlılar ayrıca ana Phoibos adını da takmışlardır. Anlamı parlaktır ve tanrının ışık saçan, aydınlık

varlığını dile getirir. Ayrıca İliada da okçu, hedefi vuran ya da gümüş yaylı olarak geçmektedir Apollon.

Apollon bazı tradisyanlara göre Delos’ta doğmuştur. Bu nedenle Deloslu diye de anılır. Delos’tan

Delphoi’ye gittiği, orada canavar pythonu öldürdüğü anlatılır. Delphoi’de kahinlerin geleceği görmesine

yardım eder. O yüzden Delphoi yüzyıllarca kehanet merkezi olmuştur. Delphoi’de Pythia oyunları adını

alan cenaze töreni oyunları yapılmaktaydı. Apollon buraya üç ayaklı bir sehpa armağan etti. Bu sehpa

aynı zamanda Apollon’un sembollerinden biriydi. Pythia kehanette bulunacağı zaman bu sehpanın

üzerine oturuyordu. Apollon bu üç ayaklı sehpa için Herakles ile mücadele etmiştir. Apollon

sembollerinden biri olan Lir’i Hermes’ten sürülerini vererek almıştır. Hermes daha sonra flütü icad

etmiştir. Apollon flütü de bir altın asa (kerykeion) karşılığında almıştır ve ayrıca ona kehanet sanatını

öğretmiştir. Kehanetin ve müziğin tanrısı olan tanrı, Nymphalarla ve delikanlılarla aşkları dolayısıyla

bitkilerle ve doğayla arasında sıkı bir bağlılık bulunan Apollon aynı zamanda savaşçı bir tanrı idi.

Leto’nun kızları onurunun öcünü almak için kız kardeşi Artemis ile birlikte Niobe’nin çocuklarının

kıyımına da katılmıştır. Troya savaşında Troyalıların yanında savaşmıştır. Kurt, dişi geyik, karaca, kuğu,

çaylak, akbaba ve karga, yunus Apollon’a adanmış hayvanlardır. Bitkilerden defne de Apollon’un

simgesidir.

Anadolu’da Apollon’a tarlaların koruyucusu olarak Apollon Smintheus adıyla tapınılmıştır. Ayrıca

Klaros’da, Didim’de, Side’de, Alabanda’da, Aigai’de, Hieapolis’te de tapınakları vardır. Çok sayıda da

Apollon ayakta, sakalsız genç, yakışıklı, sıhhatli ve genellikle çıplak betimlenmiştir. Lyra, ok ve yayla

birlikte gözükmektedir. Müzisyen olarak yapılan yontularda geniş kıvrımlı uzun khiton giyer. Apollon’a

ait bilicilik merkezlerinden bir diğeri doğduğu topraklar olarak kabul edilen Patara’dır. Patara

yakınlarındaki Letoon’da Leto, Apollon ve Artemis’in tapınakları yan yanadır. Ayrıca Knidos’ta,

Kaunos’ta da tapınım alanları vardır. Apollon için Hekatos ve Hekatobolos ek adları kullanılır.

Halikarnassos, Myndos, Bargylia, Iasos, Apollonia, Salbakos, Mylasa, Thymbera diğer kült alanlarıdır.

95

Resim 5.4: P. Pierre Brunel – F. Vivier, Petite Encyclopedie, s.33.

Artemis Zeus ve Leto’nun kızıdır. Zeus’tan hamile kalan Leto’nun bu ilizleri Delos Adasında dünyaya getirdiğine

inanılırsa da Artemis Anadolulu bir tanrıçadır.

Artemis doğa tanrıçasıdır. Doğuran kadınların yardımcısı ve hayvanların koruyucusudur. Okları ile

ünlüdür. Vahşi hayvanların tanrıçası olduğunu gösteren Pothnia Theron sıfatı ile anılır. Toprak ve

bereketi de simgeler. İliada’da bu tanrıçaya ok taşıyan, ok saçan okçu tanrıça denmektedir. İliada’da

Artemis için altın yaylı, altın tahtlı denir. Troyalılardan yanadır. Niobe’nin kızları Artemis’in oklarıyla

öldürmüştür.

Artemis’in en kutsal tapınım merkezi ise Efes’teki tapınaktır. Efes’te yapılan kazılar sonucu birisi

büyük ikisi küçük üç artemis yontusu oldukça önemlidir. Bu yontular Tenea tipinin Efes’e özgü olduğunu

gösterir. Efes’li Artemis’in kaynağı Anadolulu ana tanrıçadır. Ana tanrıçanın bütün Akdeniz çevresinde

ve özellikle Orta Anadolu’da bulunmuş olan çeşitli imgeleri ve idol ve figürün ve küçük heykelleri

arasında Efesli Artemis ayrı bir yer tutar. Efes’teki Artemisison’da çok memeli, başı taclı, gövdesinde pek

çok figür bulunan, ayakta duran büyük boy yontusu ilkel bir imgenin geliştirilmiş olmalıdır. Bu şekilde

Artemis yontusu tanrıçanın doğaya egemenliğinide, yöneticilerini de simgeler. Alnında hilal taşır, böylece

ay tanrıçası olduğu belirlenir. Boynunda zodiak işaretlerinden örülmüş bir gerdanlık vardır. Onun altında

dört sıradan oluşan meme görülür. Polimaitos yani çok memeli olarak tanımlanan Artemis’in meme sayısı

17-40 arasında değişir. Ancak bunların uçları olmadığı için kimi bilginler bunlaollerı hurma ya da erkek

arı gövdeleri diye yorumlar. Ne olursa olsun bunlar Artemis’in bolluk ve bereket sembolleridir.

Artemis’in Anadolu’da pek çok tapınakları vardır. Lidyalıların başkenti olan Sardes’deki Artemis

tapınağı da önemlidir. Ayrıca Side ve Letoon’da tapınakları vardır. Letoon’daki tapınaktaki mozaiklerde

Artemis ok ve sadağı ile sembolize edilmiştir. Perge’de de ne Artemis’e Pergai yani Pergeli Artemis

olarak tapınılmıştır. Magnesia’da çağın en büyük mimarlarından Hermogenes tarafından yapılmış bir

Artemis tapınağı mevcuttur.

Athena Zeus ile Metris’in kızıdır. Metris hamileyken Zeus onu yutmuştur. Doğum zamanı gelince, Zeus kafasını

bir balta ile yarmasını Hephaistos’a emretmiştir. Böylece Athena Zeus’un kafasından silahlı bir kız olarak

fırlamıştır. Akıl, sanat, strateji ve barış tanrıçasıdır.

Mizah ve Aigis (keçi derisinden bir tür zırh ya da kalkan) ile donanmış olan tanrıça Gigantlarla

savaşta önemli rol oynar. Sembolleri kalkan, mızrak, zeytin dalı ve baykuştur. Mızrak savaşı, zeytin dalı

barışı, baykuş ise zekayı ve bilgeliği simgeler. Athena Troya savaşında Akhalar tarafını tutmuştur.

Atina’dan başka Sparta, Mepasa ve Argos şehirlerinde de tapınakları vardır.

96

Athena özel bir kalkan taşır. Bu kalkan Aegis olarak isimlendirilir. Kalkanın üzerinde Perseus’un

vermiş olduğu ve kendisine her bakanı taşa çeviren Gorgo’nun kafası bulunur. Athena Pallas Athena diye

de anılır.

Sıfatları Aigis leelhanını taşıyan Aigiokhos, gök gözlü, çakır gözlü Glaukopis ve babası güçlü olan

Obrimopatre’dir. Ayrıca bakire olduğunu ifade eden Partheno’da önemlidir.

Troya kenti de Athena’yı koruyucu tanrıça olarak seçmiş ve adına tapınak yapılmıştır. Tanrıçanın

onuruna Atina’da Panathenaia bayramları düzenlenir. Bu bayramlar Hellen dünyasında hem din, hem de

kültür ve sanat bakımından önemlidir.

Atina’daki Areios Pagos’un yani Ares’in tepesi mahkemesinin başkanıdır. Çoğunlukla Peplos giyimli

olarak betimlenir Athena.

Atina’daki ünlü Parthenon tapınağı bu tapınağa ithaf edilmiştir. Anadolu’da da Troya dışında,

Assos’ta bir Athena tapınağı daha vardır. Heykel sanatında ve figürlü vazolar üzerinde Athena ile ilgili

sahneler sevilerek tekrar edilmiştir.

Çizim 5.2: Parthenon Tapınağı Alınlık Athena’nın Doğuşu

Resim 5.5: Parthenon Tapınağı Alınlık Athena’nın Doğuşu

97

Resim 5.6: P. Pierre Brunel – F. Vivier, Petite Encyclopedie, s.63.

DEVAMLI OLYMPOS’TA BULUNMAYAN TANRILAR Hades

Kronos ile Rheia’nın oğludur. Titanlara karşı kazandığı zaferden sonra ölüler dünyası ya da Tartaros’un

yönetimi verilmiştir. Titanlara karşı savaşan Hades’e Kykloplar tarafından sihirli miğfer verilmiştir. Bu

miğferi başına takan görünmez oluyordu.

Hades ölüler dünyasına giren hiç kimsenin yeniden canlılar arasına dönmesine izin vermeyen

acımasız bir hükümdardı. Çevresinde daimon ve cinlerden oluşan yardımcıları vardı. Bunlardan birisi

sandalcı (kayıkçı) Kharon idi.

Ölülerin ruhu Hades’e ulaştığında yanlarında hep iki obolos olurdu. Bu parayı ölen kişinin yakınları

cesedin yanına bırakırdı. Tartaros’a vardıklarında ölüler kayıkçı Kharon’un ücretini bu parayla öderdi.

Kharon ruhları alır, suları ölümsüzlük veren stkys ırmağının karşı yakasına geçirirdi. Burada ayrıca üç

başlı köpek Kerberos bekçi olarak beklerdi.

Hades genellikle tanrılar toplantılarına katılmaz, yeryüzüne de nadiren çıkardı. Yeğeni Persephone’ye

aşık olup, onu Sicilya ovalarında arkadaşlarıyla çiçek toplayarak eğlendiği sırada kaçırmıştır. Kızının

kaybolması Demeter’in yas tutmasına neden olmuştur. Bunun sonucunda Demeter görevlerini yerine

getirememesi ve büyük bir kıtlık baş göstermiştir. Zeus araya girerek Hades’ten Persephone’yi annesine

geri vermesini istemiştir. Hades bu isteği kabul eder ancak Persephone’ye bir nar yedirerek yer altı

dünyasına tekrar geri dönmesiyle zorlamıştır. Bu yüzden Persephone her yılın üçte birini Hades’in

yanında geçirmek zorunda kalmıştır. Hades ile birlikte yer altı dünyasına egemen olan Persephone

zalimlikten ve acımasızlıktan yana ondan geri kalmıyordu.

Hades’in adıyla anmaktan genellikle kaçınılırdı. Çünkü onun öfkesini uyandırmaktan korkulurdu. Bu

sebeple onu anarken genellikle Plauton yani zengin sıfatı kullanılırdı. Böylece hem yerin işlenmiş toprağının hem de onun derinliklerinde sakladığı madenlerin tükenmez zenginliğe atıfta bulunulmuş olurdu. Bu nedenle de Plauton genellikle elinde zenginlik sembolü olan bereket boynuzu tutar pozda

betimlenir.

98

Demeter Kronos ile Rheia’nın kızı olan Demeter toprak ve bereket tanrıçasıdır. Homeros’un destanlarında güzel

saçlı kraliçe, güzel örgülü Demeter diye anılır. Ekinleri ve özellikle buğdayı simgeler. Demeter ile ilgili

tek efsane mevsimleri simgeleyen bir efsanedir. Demeter tapımında da, efsanesinde de kızı

Persephone’den ayrılmaz. Kimi zaman kare (genç kız) adıyla anılan Persephone ile Demeter’e iki tanrıça

denir. Persephone Demeter ile Zeus’un kızıdır. Persephone Sicilya’da Enna çayırlığında arkadaşları ile

oynarken ve çiçek toplarken birden bire yer yarılıp tanrı Hades arabasıyla ortaya çıkmış ve kızının geri

getirilmesini ister. Demeter kızının yokluğunda doğaya küstüğü için her yerde kuraklık baş göstermiştir. Bunun üzerine Zeus Demeter ve Hades’i anlaştırıp, kızın yılın içte ikisini annesinin yanında geri kalanını

da kocasının yanında geçirmesini kararlaştırır. Böylece mevsimlerin oluşumunu da bu efsane ile açıklar.

Yontularda baygın bakışlı sarı saçları omuzlarına dökülen güzel bir kadın olarak betimlenir. Başı buğday başaklarından oluşan bir çelenkle süslenmiştir. Kimi zaman sağ elinde bir buğday başağı, sol

elinde de yanan bir meşale tutar. Bazen de bir elinde asa veya orak tuttuğu da olur.

Yunanistan’da Atina’nın batısındaki Eleusis’te Demeter tapınağı vardır. Sicilya adasında da

Agrigetitum da bir Demeter tapınağı bulunmaktadır.

Atina’da her yıl ekim ayında yalnızca kadınların katıldıkları Thesmophroia bayramı kutlanırdı ve bu

her iki tanrıçayada Thesmophoriai yani yasa getiren insanlara doğal yasaları öğreten tanrıçalar denirdi.

Anadolu’da da Pergamon, Priene ve Knidos kentlerinde bu tanrıçaya atfedilmiş kutsal alanlar vardır.

Demeter’in simgeleri başak, nergis ve haşhaştır. Sevdiği kuş turna, tercih ettiği kurban dişi domuzdur.

Genellikle oturur pozda meşaleler ve yılanlarla birlikte betimlenir.

Dionysos Zeus ile Semele’den olmadır. Büyük tanrılar arasında annesi ölümlü olan sadece Dionysos’tur. Semele

Zeus’tan kendisine tüm gücüyle görünmesini istediğinde Zeus onun hatırını kıramadı. Ancak Semele

Zeus’un çevresini saran şimşeklerin gürültüsüne dayanamayıp, yıldırıma çarpılıp öldü. Zeus Semele’nin

karnında henüz 7 aylık olan çocuğu çekip çıkardı. Onu kendi baldırına yerleştirdi. Doğum anı gelince

Zeus doğuda bulunan Nysa tepesine gidip çocuğu orada baldırından çıkardı ve onu Hermes’e emanet etti.

Hermes’te çocuğu Nymphalara büyütmeleri için verir.

Ergen olan Dionysos üzümü ve ondan nasıl faydalanılacağını keşfeder. Ama Hera onu delirtir. Tanrı

delirmiş bir halde Mısırla Suriye arasında dolaşır. Asya kıyılarını aşıp Phrygia’ya ulaşır. Burada Tanrıça

Kybele tarafından kabul edilir. Kybele onu arındırıp kendi kültü hakkında bilgilendirir. Dionysos

delilikten kurtulup önce Trakya’ya, Hindistan’a gider ve sonra da Yunanistan’a geri döner.

Üzüm suyunu yanındaki perilerle içerek şölenler düzenlediler. Dionysos alaylarına Thiasos denilirdi.

Bu şölenlere kadınlar alayı olan Bakkhalar, Nymphalar, orman ve dağ cinleri olan satyrler, Silenos’lar da

katılırdı.

Dionysos tanrılarla Gigantlar savaşında da yer almıştır. Şarap ve ilham tanrısı olan Dionysos’un

şerefine tantanalı geçit olayları düzenlenirdi. Bu geçit olaylarında bereket ve toprak cinleri maskelerle

canlandırılarak yer alırdı. Bu tören alayları daha düzenli bir formda tiyatro (komedi, tragedya ve satirik

dram) temsilcilerinin doğmasına yol açmıştır.

Betimlemelerde Dionysos’un elinde çoğunlukla şarap kabı olan Kantharos Thrysos (sarmaşık sarılı,

süslü uzun sopa) tutar. Etrafında sarmaşık dalları ve asma dalları bulunur. Boğa, eşek, keçi, tavus kuşu,

geyik, kaplan Dionysos’a adanan hayvanlardır. En önemli toprağı Anadolu’da Teos da bulunur. Ayrıca

Pergamon’da, Side ve Assos’ta da tapınakları bulunmaktadır. Ayrıca Atina’da Dionysos tiyatrosu vardır.

99

Resim 5.7: P. Pierre Brunel – F. Vivier, Petite Encyclopedie, s.73.

Evrenin efendisi olan tanrı kimdir, sembolleri ve Anadolu’da bulunan kült merkezleri nerelerdedir?

ROMA MİTOLOJİSİ Önceleri Romalılar hiçbir tanrıya tapmamışlardır. Ancak artan savaşlar ile birlikte tanrı inancı Roma’ya da gelmiştir. Romalılar genelde Yunanlıların Olympian tanrılarını kabul etmişlerdir. Sadece adlarını değiştirerek Olymposlu tanrılara tapmışlardır.

Zeus – Jupiter Poseidon – Neptunus Hestia – Vesta Hera – Iuno (Juno) Ares – Mars Hephaistos – Vulcanus Aphrodite – Venus Hermes – Mercurius Artemis – Diana Hades – Pluton Dionysos – Bakkhos Demeter - Ceres Eros - Cupid

adlarını almıştır. Apollon ise adı değişmeden Roma mitolojisine geçen tek tanrı olma özelliğini taşımaktadır.

Romalılar dürüstlük, doğruluk ve cesurluk gibi farklı anlayışları tanrılarla özdeşleştirmişlerdir. Roma mitolojisini Yunanlıların İtalya’ya yerleşmesinden sonra Yunan mitolojisinin etkisinde kalarak değişikliğe uğramıştır.

Roma mitolojisi sadece tanrılar ve doğaüstü canlıların öykülerinden oluşmuyordu, halkın ve Roma devletinin ideolojisini de yansıtıyordu.

Yunan Mitolojisinden Roma Mitolojisine Geçen Tanrılar ve Bu Tanrıların Latince İsimleri Nelerdir?

100

Özet

Yunan mitolojisinin MÖ 8. yüzyılda Homeros ile

başladığını söyleyebiliriz. Homeros’un en önemli

özelliklerinden biri, sağlam, akıcı ve zengin bir

dil kullanmasıdır. Yunanlıların yarattığı tanrılar

insan biçimindedir. Yunan mitolojisi daha çok

tanrılarla, tanrıçalarla ilgili öykülerden meydana

gelmiştir. Tanrılar Olympos adı verilen yüksek

dağlarda yaşardı. Ölümsüzlerin yurdu Olympos

değildir. Ancak yeryüzünde tek bir Olympos dağı yoktur. Yalnızca Yunanistan’da bile birçok

Olympos vardır. Sonra Girit’te, Kıbrıs’ta,

Anadolu’da yirmiden fazladır Olympos adını

taşıyan dağlar. Tanrılar evrenin egemenliğini

oldukça zorlu mücadeleler sonucunda ele

geçirmişlerdir. Evren ve onunla birlikte yeryüzü

var olmadan önce Khaos vardır. Khaos, karmaşa

ve düzensizlik ortamıdır. Khaos’tan Nyv ve

Erebos doğar. Daha sonra ise yeryüzü, toprak

anlamında Gaia doğar. Olympos’ta oturan ve

oturmayan ne kadar tanrı varsa Gaia’dan ürerler.

Gaia önce Uranus (gökyüzü), dağlar, Pontos

(deniz), orman perileri meydana gelir. Daha sonra

Gaia ve Uranus’tan dev canavar türü yaratıklar

doğar. Devamında da Yunan mitolojisini

oluşturan tanrılar, tanrısal varlıklar ürer.

Hesiodos’a göre Kronos göklerde egemenliğini

sürdürdüğü sırada ölümsüzler ilk insan soyunu

yaratmışlardı. Bu ilk soy altın soy olarak

adlandırılır. Zeus’un egemenliği sırasında ise

ikinci soy, çocuklukları yüz yıl süren gümüş soylulardır. Zeus ayrıca tunç soyluları da

yaratmıştır. Daha sonra bu soyu yok eden Zeus

kahramanlar soyunu, daha sonra da demir

soyluları yaratmıştır. Onlar yalnızca erkeklerden

oluşuyordu. Henüz kadınlar yoktu. Bu soya

Prometheus yardım ediyordu. Prometheus

tanrısal ateşten çalıp, kullanmaları için yeryüzüne

insanoğluna getirmiştir.

Zeus diğer yetkileri kardeşleri arasında

bölüştürüp, adeta bir iş bölümü yapmıştır. Olympion tanrılar ya da Olymposlu tanrılar ise

kendilerine Zeus tarafından verilen görevlerini

yerine getirmişler, her birisinin bu işlerini ve

görev alanlarını simgeleyen sembolleri ve

tapınım alanları vardır.

101

Kendimizi Sınayalım 1. Aşağıdakilerden hangisi Yunan Mitolojisinin önemli antik yazarlarındandır ?

a. Platon

b. Homeros

c. Heredot

d. Aristoteles

e. Strabon

2. Evrenin efendisi ve baş tanrı olarak bilinen tanrı kimdir ?

a. Poseidon

b. Apollon

c. Zeus

d. Dionysos

e. Ares

3. Parthenogenesis yoluyla meydana gelen varlıklar hangileridir ?

a. Ouronus - Pontos

b. Klio - Thalia

c. Melpomene - Kalliope

d. Brontes - Steropes

e. Aither - Hemera

4. Aşağıdakilerden hangisi erkek Titanlar’dan-dır ?

a. Theia

b. Rheia

c. Themis

d. Tethys

e. Kronos

5. Aşağıdakilerden hangisi dişi Titanlardan değildir ?

a. Phoibe

b. Mnemosyne

c. Iapetos

d. Theia

e. Tethys

6. Aşağıdakilerden hangisi Gaia ve Ouronus’un birleşmesiyle meydana gelen varlıklardan birisidir ?

a. Fraksinus

b. Erinysler

c. Nympheler

d. Hekatonkheirler

e. Gigantlar

7. Aşağıdaki tanrılarından hangisi Roma mitolojisinde de aynı isimle tapınım görmüştür ?

a. Ceres

b. Jupiter

c. Venus

d. Mars

e. Apollon

8. Aşağıdakilerden hangisi Olympian Tanrı-lar’dan değildir ?

a. Hera

b. Hephaistos

c. Artemis

d. Eros

e. Aphrodite

9. Aşağıdakilerden hangisi Hesiodos’un eseridir ?

a. Historia

b. İliada

c. Theogonia

d. Odysseia

e. Anabasis

10. Aşağıdaki Tanrı – Sembol eşleştirmelerinden hangisi yanlıştır ?

a. Zeus - Kartal

b. Poseidon - Trident

c. Ares - Mızrak

d. Apollon - Lir

e. Athena – Tavus Kuşu

102

Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. b Yanıtınız yanlış ise “Homeros” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

2. c Yanıtınız yanlış ise “Zeus” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

3. a Yanıtınız yanlış ise “Tanrıların Doğuşu” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

4. e Yanıtınız yanlış ise “Tanrıların Doğuşu” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

5. c Yanıtınız yanlış ise “Tanrıların Doğuşu” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

6. d Yanıtınız yanlış ise “Tanrıların Doğuşu” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

7. e Yanıtınız yanlış ise “Roma Mitolojisi” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

8. d Yanıtınız yanlış ise “Olymposlu Tanrılar” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

9. c Yanıtınız yanlış ise “Hesiodos” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

10. e Yanıtınız yanlış ise “Athena” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Yunan Mitolojisinin oluşumunda önemli rolü

olan mitologya yazarları Homeros ve

Hesiodos’tur. Homeros’un eserleri İlyada ve

Odysseia’dır. Hesiodos’un eserleri ise Erga Kai

Homerai (İşler ve Günler) ile Theogonia

(Tanrıların Yaratılışı) adlı eserlerdir.

Homeros’un İlyada isimli eseri İlion ya da Troya

olarak adlandırılan kentin destanıdır. Odysseia ise

Ithaka kralı Odysseus’un serüvenlerinin

anlatıldığı bir destandır. Bu destan 24 bölümden

oluşur.

Hesiodos eserlerinde bize kendisini tanıtır. İşler

ve Günler adlı eserinde gündelik işlerden

bahsetmiştir. Theogonia adlı eseri arkaik

dönemin yazınsal kaynakları arasında tutarlı bir

gelişme göstererek evrenin doğuşunu

açıklamaktadır.

Sıra Sizde 2 Olympian Tanrılar;

Zeus Hephaistos

Hera Aphrodite

Poseidon Athena

Ares Apollon

Hermes Artemis

Bunun dışında Olymposlu Tanrılar olarak bilinen

fakat, Olympos’ta fazla bulunmayan 4 tanrı daha

vardır. Demeter, Dionysos, Hades, Hestia.

Sıra Sizde 3 Evrenin efendisi, tanrıların başı olarak bilinen

tanrı Zeus’tur. Sembolleri; yıldırım, şimşek, asa,

kartal ve boğadır.

Anadolu’da Zeus inancının olduğu pek çok yer

vardır; Labraunda (Zeus Labrandus), Mylasa

(Zeus Osopos), Olba (Zeus), Stratonikeia (Zeus

Khrysaoreus), Tralleis (Zeus Larisaios),

Magnesia (Zeus Sosipolis), Euromos (Zeus),

Aizonai (Zeus), Bergama (Zeus Altarı) önemli

kült alanlarıdır.

Sıra Sizde 4 Yunan Mitolojisinden Roma Mitolojisine Geçen

Tanrılar ve Bu tanrıların Latince İsimleri şu

şekildedir;

Zeus – Jupiter Hermes – Mercurius

Poseidon – Neptunus Artemis – Diana

Hestia – Vesta Hades – Pluton

Hera – Iuno (Juno) Dionysos – Bakkhos

Ares – Mars Demeter – Ceres

Hephaistos – Vulcanus Eros – Cupid

Aphrodite – Venus

103

Yararlanılan Kaynaklar Erhat, A. (1972). Mitoloji Sözlüğü, İstanbul; Remzi Kitabevi.

Can, Ş. (1970). Klasik Yunan Mitolojisi, İstanbul; İnkılap – Aka Yayınevi.

Eyüboğlu, S. – Erhat, A. (1972). Hesiodos Eseri ve Kaynakları, Ankara; TTK Yayınevi.

Homeros, (1981). İliada, (Çev: A. Erhat – A. Kadir), İstanbul; Sander Yayınevi.

Grimal, P. (1997). Mitoloji Sözlüğü (Yunan – Roma), (Çev: S. Tamgüç), İstanbul: Sosyal Yayınevi,.

Boyladı, D. (1988). Mitoloji, Tanrıların Öyküsü, İstanbul: Say Yayınevi.

Graves, R. (2010), Yunan Mitleri: Tanrılar, Kahramanlar, Söylenceler, (Çev: U. Akpur), İstanbul: Say Yayınevi.

Agizza, R. (2006). Antik Yunan’da Mitoloji, (Çev: Z. Z. İlkgelen), İstanbul: Arkeoloji ve Sanat Yayınları.

Akşit, İ. (2003). Mitoloji, Ege’nin İki Yakasının Öyküsü, İstanbul: Akşit Kültür ve Turizm Yayıncılık.

Hamilton, E. (1974). Mitologya, (Çev: Ü. Tamer), İstanbul: Varlık Yayınları.

104

Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra;

Eski Türk inançlarını açıklayabilecek,

Türk mitolojisinde yaratılış, türeyiş kavramlarını tanımlayabilecek,

Türk mitolojisinde evren-kainat, yer-gök, doğum ve ölüm kavramlarını açıklayabilecek,

Türk mitolojisinde hayvanlar ve ağaçlar konularını açıklayabileceksiniz.

Anahtar Kavramlar Tanrı Din

Kamlık Yaratılış

Türeyiş Dünya

Ruh Hayvan

İçindekiler Giriş

Eski Türk İnançları

Türk Mitolojisinde Tanrılar ve Ruhlar

Türk Mitolojisinde Yaratılış ve Türeyiş

Türk Mitolojisinde Doğum ve Ölüm

Türk Mitolojisinde Hayvanlar ve Ağaçlar

6

105

GİRİŞ Türk kültürünü yakından tanımanın yolu eski ve yeni inaçlarını yakından tanımaktan geçer. Türk

kültürünün ve tarihinin ilk izleri taşlarda, kayalarda, sanat eserlerinde, halk hikâyelerinde, destanlarda ve

daha da önemlisi eski inançlarında, yani mitlerindedir.

Mit, evrenin, dünyanın ve insanın yaratılışının eski kültürlerde sembolik şekilde açıklanmasıdır.

İçinde din unsurları da taşıyan, kutsal gerçeklik olarak ele alınan mit, bir şeyin nasıl yaratıldığını, nasıl

var olmaya başladığını ve hangi maceralardan geçtiğini anlatır. Mitin konusu genellikle bir yaratılışla

ilgilidir. Mitlerdeki kişiler genellikle tanrılar ve doğaüstü varlıklardır. M. Eliade’nin ifadesiyle “Mitler, dünyanın, insanların, hayvanların ve bitkilerin kökenini açıklamanın yanı sıra bugüne kadar yaşanan önemli olayların da anlatımlarıdır”.

Türk milletinin kültüründe var olan inanmalar, tanrılar, kutsal ruhlar, olağanüstü olaylar, kahramanlar,

evren ve bütün canlıların yaratılışı hakkında sözlü ve yazılı anlatımları Türk mitolojisi olarak

değerlendiriyoruz.

Bu ünitede Türk mitolojisinin esasını oluşturan unsurlar ayrı başlıklar halinde anlatılacak ve

bilgilendirme yapılacaktır. Bazı konularda daha fazla bilgiye ulaşmak için kaynaklar önerilecektir.

ESKİ TÜRK İNANÇLARI İnanç terimi sadece “Tanrı'ya, bir dine inanma, akide, iman, itikat” anlamında kullanılmaz. İnanç; Türk

Dil Kurumu’nun tanımına gore “Bir düşünceye gönülden bağlı bulunma”, “Birine duyulan güven, inanma

duygusu” ve “İnanılan şey, görüş, öğreti” anlamlarında da kullanılır.

Eski Türk inançları ile ilgili yapılan çalışmalarda bugün Kuzeydoğu Asya ve Orta Asya önemli bir

konumdadır. Bu coğrafya ilk Türk yerleşmelerinin bulunduğu, günümüz Türklerinin ilk atalarının

yaşadığı ve halen geleneksel eski Türk inançlarının yaşatıldığı nadir bir bölgedir. Eski Türk dini hakkında

en önemli kaynağın Hoytu Tamir yazıtları olduğu ve ilk defa bu yazıtlarda Tanrı'ya Iduk sıfatı verildiği

yazılıdır.

Altay, Hakas, Tuva, Kazak, Kırgız, Teleut, Şor ve diğer Türklerin yaşadığı bu bölgeye Çarlık

Rusya’sının kontrolüne girmesi sonrasında çeşitli misyonerlerle beraber Türk kültürünü araştıran bilim

adamları da gelmiştir. 1890’ lı yıllarda ilk bilimsel araştırmalar W. Radloff, A.V. Anohin, V. İ. Verbitsky,

G. V. Ksenefontov gibi araştırmacılar tarafından yapılmıştır. Altay bölgesi Türk tarihi ve kültürü için

zengin kültür ürünlerini barındırmaktadır.

Eski Türk dini konusunda Türkiye’de ilk çalışmalar, Ziya Gökalp, M. Fuad Köprülü, Abdülkadir İnan,

İbrahim Kafesoğlu, Emel Esin gibi bilim adamları tarafından yapılmıştır.

Eski Türklerde “doğa güçlerine inanma (tabiat kültü), atalar kültü ve Gök Tanrı kültü şeklinde temel

inançlar bulunmaktadır. Tabiatta her birinin içinde gizli güçler, iyi ve kötü ruhlar, olduğuna inanılan, dağ-

tepe, orman-ağaç, yer-su, taş-kaya vb. canlı ve cansız varlıkların bulunduğuna inanılıyordu. Bu inanma

“tabiat kültü”nü oluşturuyordu. Türk kültüründe ölmüş veya yaşlı büyüklere saygıyı esas alan “atalar kültü” geçmişten günümüze önemini korumaktadır. Ölmüş ataların ruhlarına kurban kesme ve yaşayan

Türk Mitolojisi

106

büyüklere hediyeler sunma bu inanmanın uygulamalarıdır. Eski Türk inançlarında yüce, yüksek, aşkın bir

varlık ve her türlü olayın bir düzen içinde oluşmasını sağlayan varlık olarak Tanrı’nın mekânı olarak

“Gök” algılaması beraberinde “Gök Tanrı” kültünü oluşturmuştur.

Türk kültüründeki din olgusu Avrupalı ve Rus araştırmacıların köken itibariyle Avrupalı olan

tanımlamalarla Totemizm (Ongunculuk) ve Şamanizm (Kamlık) şeklinde isimlendirilmiştir. İlkel

kabilelerde görülen Totemcilik, genel mahiyeti bakımından Türkler arasında görülmemektedir. Bazı

hayvanlarla ilgili saygı göstermeden öteye geçmeyen inanmalar Totemcilikle bir tutulmuştur.

Totemciliğin esasında olmayan “kişisel mal edinme”, Türkler arasında yaygın bir uygulamadır.

Yapılan araştırmalarda eski Türklerin inançlarının başında Kamlık inancı gelmektedir. Bu inanç

doğrudan bir din değildir. Bu inanç içinde din olgusunu da barındıran bir yaşam tarzıdır. Günlük hayatın

bir parçası olan Kamlık diğer dinler gibi kurumsal bir yapı göstermemektedir. Bu yüzden de Kamlık bir

din olarak tanımlanamaz. Zaten eski Türkler de kendi dinlerine bir isimlendirme yapmamışlar ve Kamlık

inancını bir din olarak tanımlamamışlardır. Ancak Rusların bölgeye gelmesi sonrasında Rus bilim

adamları marifetiyle burada yaşayan “Kam” ve “Kamlık” inancını, Türkçe olmayan ve Tunguzcadan

gelme olduğu varsayılan “Şaman” ve “Şamanizm” terimiyle değiştirmişler ve bu şekilde yaygınlaşmasına

yol açmışlardır.

Kendisi Altaylı folklor araştırıcısı ve bir Kam olan Nadya Yuguşeva “Şamanizm kelimesini Ruslar

getirmiş Altay’a. Bizde bu kötü kelime olarak geçer. Kamlığın kaç yaşında olduğu sorusuna kimse cevap

veremez. Ben, bu inanç gökyüzüyle, ayla, güneşle, yıldızlarla yaşıttır” demektedir.

http://www.tdkdergi.gov.tr/TDD/2001s590/2001_590_20_N_YU-GUSEVA.pdf

Dünyanın farklı bölgelerinde ayrı dinlere sahip olarak yaşayan Türkler arasında halen Kamlık inancı çerçevesinde doğaya tapma, doğaüstü ruhlara inanma temeline dayalı adetler ve uygulamalar bulunmaktadır.

Türklerde Kamlık inancının merkezinde yer alan, ruhlar ve insanlar arasında iletişim kurduğuna inanılan kişi “Kam” ismiyle tanınmaktadır. Kamlar; bir takım doğaüstü güçleri olduğuna inanılan “kâhin, büyücü, hekim, bilgiç” gibi başlıca kimlikleriyle rol almış, kendilerine yardımcı ruhlar aracılığıyla kötü ve iyi ruhlarla görüşebilen ve insanların sorunlarına çare bulan kişi konumundadır.

Türklerin, tarihi süreç içerisinde Kamlık inancı dışında, Doktriner (öğreti) ve Semavî (Göksel) dinler

olarak, Budizm, Taoizm, Maniheizim, Mazdeizm, Zerdüştilik, Hristiyanlık (Nesturilik), Yahudilik ve

İslamiyet gibi dinleri benimsedikleri bilinmektedir.

TÜRK MİTOLOJİSİNDE TANRILAR VE RUHLAR Tanrılar

İnsanüstü özelliklere ve yaratıcı güçlere sahip oldukları düşünülen bazı tabiat güçlerine Tanrı tanımlaması

yapılmakta, becerilerine ve güçlerine göre de özel isimlendirmeler verilmektedir.

Eski Türk inançlarında Tanrı-Tengri kavramını yazılı belgeler olarak Elegeş, Barlık, Yenisey

yazıtlarının yanı sıra Göktürk yazıtlarından Bilgekağan, Kültigin ve Tonyukuk gibi Türk yazıtlarında

bulmaktayız. Eski Türk lehçe ve ağızlarından “Yakutça’da Tangara”, “Kumandince’de Tengere,Tegre, Tegri”, “Karaimce’de Tangrı, Tan ri”, “Çuvaşca’da Tura”, “Kırgızca’da Tengir”, Karaçay-Balkar’da

Teyri”, Tatarlar’da Tere, Tegre”, Hakasça’da Tigir”, Azerbaycan Türkçesi’nde Tanrı, Tarı”, Yakutlar’da

Tangara ve Ayıı” şeklinde geçmektedir.

Türk mitolojisinde Tanrı tanımlamaları içinde “Gök Tanrı-Kök Tengri, Kuday, Ürüng Ayıı Toyon,

Kayra Han, Abıyaş Kan, Ülgen ve Kurbıstan,Iduk” gibi isimler kullanılmaktadır. Türk mit ve

destanlarında “Gök Tanrı-Kök Tengri, Ürüng Ayıı Toyon, Kayra Han ve Ülgen” karşımıza en çok çıkan

isimlerdir.

107

Gök Tanrı-Kök Tengri

Türk mitolojisinde Tanrı-Tengri olarak genelde tek olarak “Gök Tanrı-Kök Tengri” şeklinde karşımıza

çıkmaktadır. Gökte olduğuna inanılan Tek Tanrı, Gök Tanrı bütün herşeyin hakimidir. Türk

mitolojisindeki yaratıcı, herşeyin hakimi Tanrı ifadesi tek bir varlığa ait iken daha sonraki dönemlerde

çoğulcu bir tanımlamaya uğrayarak çok tanrılı bir kalıba dönüşmüştür. Bunda hiç şüphesiz çok tanrılı

mitolojilere sahip kültürel altyapıdan gelen araştırmacı ve bilim adamlarının rolü büyüktür. Eski

Türklerin Gök Tengri ile Yağız Yir’e taptığı ve törenler yaptığı bilinir. “Yağız Yir” doyurup, besleme

kabiliyetinden dolayı bir anlamda “Bereket Tanrısı” olarak kabul edilmektedir. Türk mitlerinde ve kam

dualarında “Gök Tengri ve Yağız Yir” birlikte söylenmektedir. Orhun yazıtlarında bu ikili bir arada

yazılıdır. Yer ve göğün arasında “Orta dünya” yer almaktadır ki, bütün canlıların dünyası burasıdır.

Eski Türk inançları, eski Yunan, Roma, Hint, Mısır vb kültürlerin çok Tanrılı anlayışına

benzememektedir. Eski Türklerdeki, tabiattaki canlı veya cansız varlıklarda olduğuna inanılan bir takım

gizli güçlerin (iyi ve kötü ruhlar) Tanrı olarak isimlendirilmesiyle çok Tanrılı bir yapı ortaya çıkarılmıştır. Eski Türk düşüncesinde Tanrı; Yüce, Yüksek ve Aşkın bir varlıktır. Bu sebeple de O’nun mekânı yüksek

yerlerdir. Bu yerler arasında Gök ve yüksek dağlar başta gelir. Kaşgarlı Mahmud “Tengri” ifadesini “Ulu

Tanrı” olarak anlamlandırırken, j-P.Roux; “Tengri bir milli Tanrının tüm özelliklerine sahiptir” diyerek

Göksel dinlerdeki Tanrı kavramıyla eş tutmaktadır.

Eski Türkçe’de “kutsal-mukaddes” anlamlarında karşımıza çıkan “Kut” Tanrı-Tengri tarafından verilir

ve alınır bir özelliktir. Altay ve Yakut Türklerine göre ruh ve kut aynı anlamda kullanılmaktadır. Kut’un

anlamlarını S. Divitçioğlu “mana, saadet, talih, hâkimiyet, karizma, devlet, bereket, servet, tanrısal gücün

desteği, otonom ruhi kudret, Tanrının rahmeti, mutluluk, dini hayat ödeneği, sahibine işlerinde başarı

sağlayan ilahi kökenli uğurlu töz, egemenlik tözü” olarak sıralamaktadır. Bilge Kağan ve Kül Tigin

yazıtında “Tengri buyurduğu için, kutum olduğundan kağan olarak oturdum, hüküm sürdüm” ifadeleri

yer almaktadır. Eski Türk kültüründen var olan ve bir gelenek halinde son Osmanlı padişahı da dahil

olmak üzere bütün Türk devlet başkanlarına “Yeryüzünde Tanrı’nın Gölgesi” ünvanı verilmektedir. Bu

tanımlamayla hakanlar, kağanlar, sultanlar, padişahlar Tanrıdan kut almış, kutlu yöneticiler olarak

halklarını idare etmişlerdi. Tanrı yeryüzündeki bu temsilcileriyle insanların yaşamlarına zaman zaman

müdahalede bulunur. Onları ya ödüllendirir ya da cezalandırır. W. Radloff, Altaylar’da Hristiyan

misyonerlerin baskısı ile Hristiyan olmuş bir kamdan, kam ve Kamlık hakkında bilgi almak istediğinde

kam ona “Eski Tanrımız, kendisini terkettiğimiz için bize kâfi derecede dargındır; şimdi bir de kendisine

ihanet ettiğimizi öğrenirse ne yapar? Fakat eski dinimiz hakkında konuştuğumuzu duyar diye, Rus

Tanrısından daha fazla korkuyoruz. O zaman nasıl bir kurtuluş yolu buluruz?”

Eski Türk kültüründe hakanları, kağanları tahta çıkaran güç Gök Tanrı’dır. Bilge Kağan ve Tonyukuk

yazıtlarında yer alan “Ben ki Tengri’ye benzerim Tengriden geldim, Tengri tarafından görevlendirildim,

Tengrinin buyruğuyla kağan oldum, sana bir kağan verdim” şeklindeki ifadelerinin yanı sıra “Tengriteg

Тengride bolmuş Türk Bilge Kagan/Tanrı gibi gökte olmuş Türk Bilge Kağanı” ifadesi Gök Tanrı’ya çok

güçlü vurgu yapıldığını göstermektedir.

İbrahim Kafesoğlu, Gök Tanrı inancının Asya’daki bütün kavimlere Türklerin etkisiyle yayıldığını söylemektedir. A. Y. Ocak, Gök Tanrı inancının Türklerin İslamiyete geçişini belli bir ölçüde

kolaylaştırdığını ifade etmektedir.

Ürüng Ayıı Toyon

Türk mitolojisinde “Gökyüzü Tanrısı” olarak geçmektedir. Dünyanın ana kutu’dur. Bütün ana kutlar

ondan yaratılmıştır. Ayığ Han olarak da bilinir.

İlk insanı, güneşi, ayı, yıldızları, yeri, dağları, hayvanları O yaratmıştır. Göğün katlarındaki Tanrılar

da onun çocuklarıdır. Bunlar Ürüng Ayıı’nın görünüş değiştirmiş şekilleridir. Dokuzuncu katta O

görünür. İnsanlara yeteneklerini O verir. Tabiatın bereketli oluşunu, hayvanların çoğalmasını o sağlar. Bu

özellikleriyle Ürüng Ayıı Türk mitolojisindeki Gök Tanrı’nın kendisidir.

108

Kayra Han Türk mitolojisinde Gök Tanrı’ya verilen isimlerden biri olarak görmekteyiz. Altay Türklerine göre en

büyük tanrıdır. W. Radloff’un derlediği mitlerde “yerin yaratılmasından önce suların üstünde kaz gibi

uçan, insanı yaratan, dünyada var olan her şeyi yaratan” gerçek Tanrı’dır.

Evrenden önce var olan, dünyanın yaratılışını ve sonunu belirleyen tanrıdır. Ülgen, Mergen ve

Kızagan adlarında üç oğlu vardır. Bu oğulları aslında Tanrı’nın “iyilik-merhamet, öfke-intikam, bilgelik-

hikmet” sıfatlarınının karşılıklarıdır. Kötülüğün sembolü olarak görülen “Erlik-Şeytan”ı da O yaratmıştır. Altay ve Tuva Türklerinin dualarında sıkça adı “Tengri Kayrakan” olarak geçer. Kelime anlamı olarak

“korumak, saklamak, himaye etmek” anlamlarına gelen “Kayrakan” Tanrı’nın vasıflarını içerir. Göğün

on yedinci katında oturduğuna, kışı yeryüzünde yazı ise göklerde geçirdiğine, yıldırım ve şimşekler

çaktırdığına, kimin başına yıldırım düşürürse onun “kam” olacağına inanılır.

Ülgen Altay Türklerinin mitlerinde Gök Tanrı’nın oğlu ve gökyüzünün hakimi, iyilik ve merhamet tanrısıdır. Ay

ve güneşin arkasında ve yıldızların üstünde, göğün onaltıncı katında, Altındağ’da, altın kapılı bir sarayda,

altın tahtta oturduğuna inanılan Ülgen gökteki varlıkların hakimidir. Onların yaratıcısı ve yöneticisidir.

Yıldırımlar, şimşekler çaktırır, yağmurları yağdırır gökkuşağının yaratıcısıdr. Bolluk, bereket ve

zenginliğin kaynağıdır. Bu özellikleriyle Kayra Han’ın rol ortağıdır. Bazı mitlerde zaman zaman onun

yerini alır. Gök rengi ile ifade edilmesi, bu rengin kutsal sayılmasına ve saygı gösterilmesine yol açmıştır. A.V. Anohin, “Ülgen’e üç, altı, dokuz veya on iki yılda bir defa ayin yapılır ve bahar, yaz bazen de

sonbaharda kurban olarak da üç yaşında, boz renkli bir kısrak kesilir.” bilgilerini vermektedir.

Ülgen’in yedi oğlu (Karşıt, Puura Kaan, Burçu Kaan, Yajıl Kaan, Kara Kuş/Kartal, Paktı Kaan, Er

Kaanım) ve dokuz kızı vardır. Kızlarının özel adları bulunmamaktadır. Türk mitolojisinde Ülgen güneşi, çocukları ise gezegen ve yıldızları temsil etmektedir.

Ruhlar Ruh-İye; din biliminin insanda vücuttan ayrı bir varlık olarak kabul ettiği bedensel olmayan, özü, tini,

nefesi, can kuşu. İlkel inanmalarda, mitlerde ruhlara inanma oldukça yaygındır.

Türk mitolojisinde de tabiat gözle görünmeyen ancak yaptıklarıyla algılanan gizli güçlerle, ruhlarla

doludur. Bu ruhlar farklı kültürlerin çoklu tanrı anlayışlarıyla özdeşleştirilerek zaman zaman “tanrı”

isimlendirmeleriyle karşımıza çıkmaktadır. Ruhlar alemi olarak tanımlanan bu güçler “insanları koruyan

ruhlar, ata ruhları, kam ruhları, sahip ruhlar” şeklinde tanımlanmaktadır. Bu varlıklar gözle

görünmeden, değişkenlik kabiliyetleriyle mekan ve zamanda kılık değiştirerek dolaşabilirler.

İnsan ve hayvan ruhları bedenin ölümünden sonra yaşamaya devam eder. Eski Türk kültüründen gelen

bir inanma ile ruhlar ölümden sonra yaşadıkları mekanlara geri dönerler. Bu da ruhların ölümsüz

olduklarını ifade etmektedir. Eski Türk mitolojisinde kişi öldüğünde ruhunun kuş olup uçtuğuna

inanılmaktadır. Günümüzde de kişi sessiz sedasız öldüğünde “kuş gibi uçtu gitti” denilmektedir.

G. V. Ksenefontov, Yakut Türklerinde efsanevi kamların gökten gelmiş ruh (Uluu-Toyon’un oğlu) ile

bakirenin sevgiyle birlikteliğinden ya da kocalık vazifesini yerine getiremeyen ihtiyar kadının ölmekte

olan kocasını öpmesinden doğduklarını söylemektedir. Yakutlarda Gökyüzü (beyaz) ve yer altı (kara)

ruhları olarak temelde iki kültün var olduğu ve akağaç ve iğneli çam ağacı ile bağlantılı oldukları

bilinmektedir.

Koruyucu Ruhlar Türk mitolojisinde gizli güçleriyle tabiattaki varlıkları koruyan ve sahiplenen belli başlı Koruyucu

Ruhlar-İyelerin başında Umay- Ayıısıt, Yayık, Suyla, Karlık, Kayberen, Utkuuçi, Aan Alahçın Hatun

gelmektedir.

109

Umay Ana-Ayıısıt-Ayzıt Hatun Altay Türklerinde “Umay- Umay Ana”, Yakut Türklerinde “Ayıısıt-Ayzıt Hatun”, “doğum Tanrıçası”,

“aile, evlilik ve neslin devamının koruyucu tanrısı” olarak bilinen kutsal ruhlardandır. Tanrıça olarak

tanımlanması daha sonraki dönemlerin çoklu tanrı kültürleriyle ilişkilendirilmesindendir. Çocuğu

olmayanlara çocuk vermesi için dua edilen, bulutlara telkinde bulunan, güzelliğin sembolü olan bir

ruhtur. Bu ruha özel tören yapılır. Bu törene “Ayıısıt töreni” denir. Tören sırasında kadın yüksek sesle

gülerse kadının hamile kalacağına inanılırdı. Türk mitolojisinde, Umay-Ayıısıt gökteki süt gölünden su ve

süt getirerek çocuğun boğazına ruh ve can olarak bir damla döker ve böylece hayat devam eder. Hamile

kadınların doğum ağrılarını hafifletir ve doğumdan sonra üç gün boyunca başında bekler. Çocukların

üzerinde bulunan doğum lekeleri “Umay Ana’nın el izi” olarak bilindiği için uğurlu ve kutsal sayılır,

benli doğan çocukların mutlu olacağına inanılır.

Orta ve Kuzeydoğu Asya Türkleri’nde Umay Ana zamanla bir kült haline gelmiş ve “Umay Ana Kültü” olarak tanımlanmıştır. Bu ruh görünüş olarak bazen beyaz saçlı, beyaz kıyafetli bir insan, bazen de kuş şeklinde tasvir edilmiştir. Bu görünüş onu kanatlı melek olarak algılanmasına yol açmıştır.

Mitolojik bir varlık olarak tanınan Umay Türk kültürünün en eski yazılı taş anıtları olan Orhun yazıtlarında, Turfan metinlerinde, Kaşgarlı Mahmud’un Dîvânü Lugati't-Türk adlı eserinde de geçmektedir. Orhun yazıtlarında Gök Tanrı ile birlikte anılmakta, Kül Tigin’in onun yardımıyla dünyaya geldiği ifade edilmektedir. Kaşgarlı Mahmud, “Eğer Umay’a tapınılırsa, bir çocuk dünyaya gelir” diyerek bu inancı pekiştirmektedir. Kaşgarlı Mahmud işi biraz daha bilimselleştirerek Umay’ı doğum yapan kadının çocuğunun yanındaki eşi-plasentası olarak da değerlendirir.

Umay Ana sadece Orta Asya’ya ait mitolojik bir varlık değildir. Halen günümüzde Türk kültürünün

yaşadığı bütün coğrafyalarda varlığını sürdürmektedir.

Yayık Türk mitolojisinde, aracı ruh olarak kabul edilen bu ruh Ülgen’in bir parçası sayılmaktadır. İnsanları

kötülüklerden koruması ve tüm canlılara hayat vermesi için Ülgen tarafından yeryüzüne gönderilmiş olup

insanların arasında yaşadığına inanılmaktadır. O, dualarla yüceltilen, insanlar ile Ülgen arasında aracılık

yapan bir ruhtur. Yayık olmadan kamların göklere çıkamayacaklarına inanılır.

Altay Türkleri’nde “Atalar Kültü” açısından önemli olan “Yayık” “yaratıcı ve koruyucu” anlamına gelen adıyla “Umay” ile yakın benzerliktedir. W. Radloff’un derlediği bazı mitlerde Ülgen’in oğlu olarak geçerken Teleutlar’a göre de Ülgen’in kızıdır.

C. Beydili, Altay Türklerinin inançları arasında ırmaklar taştığı zaman “Yayık sudan çıktı” dediklerini ve on yedi deniz veya ırmağın kavşağında olan Yayık’ın taşan ve kabaran suların ruhu sayıldığını ve yeryüzündeki bütün suların onun olduğuna inandıklarını söylemektedir.

Altay Türkleri’nde büyük saygı gören “Yayık” için özel törenler yapılmaktadır. A.V. Anohin, Altaylıların “Yayık kaldırma” adını verdikleri, ilkbaharda, kısrakların ilk sağılan sütü ile yulaf ununu karıştırıp lapa hazırlayıp Yayık’a saçı saçtıkları ve dileklerde bulundukları bir törenleri olduğunu yazmaktadır.

A.V. Anohin ve C. Beydili, Altaylılarda ve Tuvalarda “Yayık”ı temsil eden beyaz kumaş parçasından yapılmış kurdelalı tasvirlerin yer aldığından söz ederler.

Suyla Altay Türkleri’nin mitlerinde güneşin ve ayın kırıntılarından yaratıldığına inanılan ve Ülgen’in

hizmetinde bulunan ruhlardan biridir. Gökte yaşadığına ve yeryüzündeki insanların koruyucusu olduğuna

inanılmaktadır. Bu ruhun otuz günlük uzaklıkta olanları görebilen at gözüne benzer gözleri bulunduğu,

uzak görüşlülüğü ile insanların hayatında olabilecekleri önceden haber veren özellikleri bulunmaktadır.

Anohin, Kamların “Suyla’yı “at gözlü atmaca” şeklinde tanımladıklarını, bu kabiliyetinden dolayı

ona “iki dilli ve kekeme” denildiğini söyler. İnsanları korumasının yanı sıra kamları da kamlık töreni

sırasında, göğe ve yeraltına yaptığı gezintilerde kötü ruhlardan koruduğuna inanılırdı. Bu törenlerde

kurban edilen hayvanların ruhlarını göğe ve yeraltına “Yayık ve Karlık” isimli ruhlarla beraber götürürdü.

110

Karlık Mitolojide çok fazla özelliklerinden söz edilmemekle beraber, Suyla ve Yayık’la ortak özellikler ve

becerilere sahip koruyucu bir ruhtur.

Anohin, Karlık’ın kurban kesme töreninde kama eşlik ettiği ve Suyla ile arasındaki yakınlığın karı-

koca arasındaki yakınlık kadar olduğunu söyler. Tören sırasında çadırın tepesindeki delikten Karlık’ın

üstüne kaşıkla su serpilmesini Y. Çoruhlu, bu ruhun işaretinin duman olduğu şeklinde yorumlamaktadır.

Kayberen Türk kültüründe “Atalar Kültü” ile de ilişkili, dağlarda yaşayan, hayvanları koruyan ve onların çoğalmasını sağlayan, kızıdırıldığında ise hayvanlara zarar veren bir ruhtur.

C. Beydili, bulundukları yerin koruyucusu olduklarını söylediği Kayberen için dağlarda tehlikeyle karşılaşan Kırgız Türklerinin “başına dolanayım Kayberen, kırk çiltan, yardım et” diyerek ondan yardım istediklerini söyler. Kayberen için Kazak Türklerindeki göze görünmeyen varlık olarak “kayıp iren” sözcüğünün kullanılmasının Anadolu Türklerindeki “kayıp erenler” sözcüğü ile eş olduğu düşünülür. Bunların göze görünmeyen, evliyaların insan kılığındaki ruhları olduğu ve dağbaşlarında yaşadıkları, bulundukları yeri koruduklarına inanılmaktadır.

Utkuuçi Mitolojide, gökte yaşadığı ve Ülgen’in elçisi olduğu bilinmektedir. Anohin, bu ismin kelime anlamı

olarak “güler yüzle karşılayan” anlamına geldiğini söyler. Gökteki ruhlara Kurban kesme töreninde

Ülgen tarafından göğün beşinci katına (altınkazık-kutup yıldızı) diğer ruhları (Suyla, Karlık ve Yayık)

karşılamaya gönderildiğini ve buradan yeryüzünden gelenlerle görüşerek Ülgen’in isteklerini iletir ve

kurbanları ona getirir. Kamların bu kattan dönüşlerinde onlara üzerine binmek üzer kaz vererek yardımcı

olur.

Aan Alahçın Hatun - Aan Darhan Hatun C. Beydili’ye göre Yakut Türklerinde hem Aan Alahçın Hatun hem de Aan Darhan Hatun olarak aynı

özellikleriyle tek ruhtur. O, insanların yaşadığı “orta dünya”nın, yerin sahibesi ve ruhu, ruhların en

büyüğü ve en saygınıdır. İnsanların tabiata zarar vermeleri halinde üzülerek ağlar. Aan Darhan Hatun ışıklı bir yüz, beyaz saçlı yaşlı bir kadın görünüşünde “soyun kutsal ağacı”ında, büyük kayın ağaçları

üzerinde yaşadığına inanılır. Kayın ağaçlarına kutsallığını o verir.

Bu kutsal ruhun sayesinde tabiattaki bütün canlılar bir ahenk içinde yaşarlar. Yaz geldiği zaman bu

soylu ağacın altında onun için kurbanlar kesilir. Onun, otların, ağaçların ve bitkilerin ruhu olan Ereke- Cereke adlı bir oğlu ve Kırbadahın Kırkıttar adında bir kızı vardır. Onların nefesleri ağaçlara çiçek açtırır

ve otları yeşertir.

KÖTÜ RUHLAR-ABAASILAR

Yakut Türklerinde yer altında yaşayan, insanalara zarar vermek için yeyryüzüne çıkan tek ayaklı, tek

gözlüdürler. Tabiatta zararlı ve çirkin görünümlü olan her şey onun ürünüdür. Yakutlar, Kötü ruhlar’ın

beyaz yüzlü, kara yağız atlara bindiklerini insanlara ve diğer canlılara hastalık ve ölüm getirdiklerine

inanmaktadırlar. Türk mitolojisinde yer alan belli başlı Kötü Ruhlar-Abaası arasında Erlik ve Al Bastı gelmektedir.

Erlik Bu isme ilk olarak Altay Türklerinin W. Radloff’un derlediği yaratılış mitinde, Tanrı’nın yanında ona

arkadaşlık ve yardım ederken rastlıyoruz. Ancak daha sonra hırs ve ihtirasına yenik düşerek kötülüğün

sembolü haline gelir. Tanrı’yla pazarlık yaparak yeryüzünde kötü ruhlu insanların kendisinin olmasını

ister.

111

Zaman zaman Altay ve Yakut Türklerinin kam dualarında Erlik’in kıyafeti ve fiziki görünüşü tasvir

edilmektedir. Anohin, bu tasvirlerde onun “atletik vücutlu, gözleri ve kaşları kapkara, ikiye ayrılarak

dizlerine kadar uzamış sakalı, kıvrılarak kulaklarına asılmış köpeğin azı dişine benzeyen bıyığı, tokmağa

benzeyen çenesi, ağaç köklerine benzeyen boynuzları, dalagalı ve kıvırcık saçları olan ihtiyar bir adam”

olarak göründüğünü söyler. Yaşadığı mekan yeraltında, kara çamurdan yapılmış, insanların göz

yaşlarından oluşan dokuz nehrin birleşerek oluşturdukları Toybodım nehrinde veya korkunç su

canavarlarının olduğu Bay Deniz’in yanındadır. Nehrin üzerinde at kılından bir köprü bulunur. Yer altı

ölmüş insanların ruhları ile doludur. Buradan çıkmak isteyenler at kılından bu köprüye basar basmaz

düşerler. Bu tasvirler İslam mitlerindeki “Kıldan ince Sırat Köprüsü, Cehennem, Şeytan, Zebani”

tasvirlerini çağrıştırmaktadır.

Yeraltındaki kötü ruhların başı olarak bilinen Erlik’in yedi veya dokuz oğlu, iki veya dokuz da kızı

bulunmaktadır. Bazı kam anlatımlarında Erlik’e kurban sunulurken Kamı yönetmekte ve yeraltına

inmesinde ona eşlik etmektedirler. Kam anlatıları ve duaları birbirinden farklı olduğundan görevleri tam

olarak belli olmasa da yer altı canavarlarını idare ettikleri sanılmaktadır. Erlik’in kızlarının genellikle

eğlence ve oyunla vakit geçirdikleri, kamları tören sırasında aldatıp baştan çıkarardıkları, onlara kanan

kamların Erlik tarafından ölüm cezasına çarptırıldıkları anlatılmaktadır.

Albastı Türk kültüründe yaygın olarak görülen bu ruh, Umay Ana ruhunun zıddı bir role sahiptir. Türklerin

yaygın olarak yaşadığı bölgelerde Al Karısı, Albıs, Alvız, Albaslı gibi farklı isimlerle karşımıza çıkan bu

ruh Kara Albastı ve Sarı Albastı şeklinde de görülür.

Bazı mitlerde iyi rolde de görünen bu ruhun ne zaman ve nasıl kötü bir ruha dönüştüğü

bilinmemektedir. Bazı anlatımlarda çirkin görünüşlü, omuzlarından geriye attığı, dizlerine kadar uzanan

göğüsleri olduğu bazılarında da güzeller güzeli bir kadın olduğu bilgisi yer alır. Genç erkeklere güzel kız,

genç kızlara da yakışıklı erkek olarak göründüğü de söylenir. Kazak ve Kırgız Türkleri Sarı Albastı’yı

sarışın Kara Albastı’yı ağırbaşlı bir kadın olarak tasvir etmektedirler.

Bazı mitlerde yer altı ve ölüler âleminin temsilcisidir. W. Radloff, Almıs adıyla verdiği bu ruhu

yeraltının büyük kötü ruhu Erlik’in hizmetkarı olduğunu söyler. Eski Türk kültüründe birine kızıldığı ve

hiddetlenildiği zaman “canını Albıslar alsın” diye beddualar yapılır.

Yeni doğan çocuklara ve doğum yapmış lohusa kadınlara zarar verirdiklerine inanılır. Doğum yapan

kadının veya yeni doğan çocukların ciğerlerini söküp suya atarlarmış. Bu ruhun tüfek sesinden,

demircilerden ve kamlardan başka hiçbir şeyden korkmadıklarını, lohusanın ve çocuğun ciğerlerini çeşitli dualar ve koyun ciğeriyle Albastı’yı kandırarak ancak kamların alıp döndüklerini söylemektedir.

Türk mitolojisinde Tanrılar konusunu ayrıntılı öğrenmek için Celal Beydili’nin Yurt Kitap-Yayın tarafından basılmış olan “Türk Mitolojisi Ansiklopedik Sözlük” (2004) kitabını okuyabilirsiniz.

TÜRK MİTOLOJİSİNDE YARATILIŞ VE TÜREYİŞ Yaratılış Evrenin-Dünyanın ve İnsanın Yaratılışı Göksel (Semavi) dinlerin kutsal kitaplarında ve hemen her kültüre ait mitlerde evrenin-dünyanın nasıl

yaratıldığına dair bilgiler yer almaktadır. Modern bilim insanları da bu konudaki bilimsel çalışmalarını

aralıksız olarak sürdürmektedir.

Mitin başlıca konusu yaratılıştır. Mitolojik ve dini metinlerde yaratılışın sebebi tam olarak alarak

anlaşılamasa da yaratma işini yapanın “Tanrı” olduğu fikri ortaktır. Tanrı’nın en temel kabiliyeti

112

“yaratma”dır. Tanrı’nın mitlerde ve kutsal kitaplarda “ol deyiverince olduruveren Tanrı” rolü çok açıktır.

Bazı mitlerde Tanrı ihtiyaç olduğunda, bazılarında ise canı istediğinde yaratma fiilini gerçekleştirir.

Her milletin Kozmogonisi olduğu gibi eski Türklerin de kendilerine ait kozmogonileri vardı. Evrenin,

dünyanın, insanın ve eşyanın yaratılışı ile ilgili olarak farklı Türk yerleşmelerinde büyük ölçüde ortak

olan mitleri bulunmaktadır. Günümüze çoğunlukla sözlü kültür olarak ulaşan bu mitler, yeni dil, yeni din

ve yeni kültür çevrelerinin etkisinde kalarak, kısmen değişikliğe uğrasalar da özelliklerini korumuştur.

B. Ögel, “Türk Mitolojisi” adlı eserinde Evrenin-dünyanın yaratılışı ile ilgili N Gorohov tarafından

Yakut Türkleri arasından derlenmiş Er-Sogotoh Destanı adıyla yarı mit yarı destan bir metin

aktarmaktadır. Bu metinde gök, yer ve insanın (erkek-dişi) yaratılışına dair bilgiler vermektedir. “Er-

Sogotoh” isimli insanın atası olarak kabul edilen bir varlık etrafında geçen olayların anlatımıdır. “Yer

altının dipsiz, geniş, sonsuz bir karaltı olduğu, göklerin en üstünde sürekli dönen dokuz adet felek çığrısı

(çarkıfelek) bulunduğu ve bunun göklerin çatısı olduğu, bu feleklerin altında göğün yedi katının yer

aldığı, bu katlar arasında pek çok âlemlerin bulunduğu, Bu göklerin ortasında Tanrı’nın cennetini

kurduğu anlatılır. Göğün altında orta dünya ile yeryüzü vardı ve burada güneş batmaz, ay eksik

olmazdı.”

Destanları mitlerden ayıran temel özellikler nelerdir?

Eski Türk inançlarında gök her zaman en kutsal varlıktır. Gök, kutsallığını bizzat Tanrı’ya mekan olmasından almaktadır. Gökyüzüne doğru tapınmak eski ve yeni Türk inançlarında önemli yer tutar. Kaşgarlı Mahmud, eski Türklerin gökyüzüne Tanrı dediklerini yazmaktadır. Türklerin atası olarak Kabul edilen Oğuz Kağan’ın gökten inen ışıktan olan hanımından Gün Han, Ay Han ve Yıldız Han ve ağaç kovuğundan doğan hanımından Gök Han, Dağ Han ve Deniz Han isimli oğulları bulunmaktadır. Gök unsurlarının başlıcaları güneş, ay ve yıldızlardır.

Dünyanın Yaratılışı Dünya mitlerinde hemen hemen ortak ifade “her yerin sularla kaplı olması”dır. Türk mitolojisinde bu

konudaki ilk mit derlemeleri yapan Verbitsky ve Radloff’un Altay ve Yakut Türkleri’nden derledikleri,

dünyanın yaratılışını anlatan çoğu manzum mitlerinde bu konuda bilgiler bulunmaktadır. Bu mitlerde bazı

göksel dinlerin etkilerini de görmek mümkündür.

B Ögel’in, W. Radloff’tan aktardığı Altay Türkleri’nin yaratılış mitinde “yer ve gök yaratılmadan

once her yerin sularla kaplı olduğu, Tanrı’nın kişi ile kaz gibi suların üzerinde uçmakta oldukları,

konacak yer olmadığı, bir gün Tanrı’nın buyruğu ile katı bir taşın yaratıldığı, insan ile birlikte taşın

üstüne çıktıkları ve yine bir gün insana sulara dalıp bir toprak getirmesini, getirilen toprağı Tanrı sulara

saçarak yerin yaratılmasını emrettiği, denizlerin karalaşarak yeryüzünün yaratıldığı, daha sonra tekrar

insana sudan bir avuç daha toprak getirmesini istediği ancak insanın hırsına kapılarak kendi içinde

toprak aldığı, denizlere saçarak kendi için yer almak istediği, Tanrı toprağı alıp sulara saçtığı, Tanrı’nın

buyruğuyla yer kalınlaşmaya başladığında insanın ağzında sakladığı toprağın da büyümeye başladığı ve

onu boğacak duruma geldiğinde de Tanrı’dan yardım istediği, Tanrı’nın tükürmesini söylediği,

tükürdüğünde dümdüz olan yeryüzünün kırışıp, dağ ve tepelerle dolduğu” manzum olarak anlatılmaktadır

B Ögelin Verbitskiy’den aktardığı Altay Türkleri’nin yaratılış mitinde ise, dünyanın ve evrenin

yaratılması biraz farklı olarak anlatılmaktadır. “Gök ve yerin olmadığı, bir deniz gibi her yerin sularla

kaplı olduğu, Tanrı Ülgen’in durmadan uçtuğu ve konacak katı bir yer aradığı, kutsal bir ilham geldiği

ve Ülgen’e önündeki şeyi tutup yakalamasını söylediği, birdenbire denizden bir taşın çıktığı ve onun

üzerine bindiği, denizde yaşadığına inanılan bir Ak Ana’ın yol göstermesiyle Tanrı Ülgen’in yerin

yaratılması emrini verdiği ve yerin yaratıldığı, daha sonra yerin üstüne göğün yaratılması emir verdiği ve

göğün yaratıldığı, Tanrı’nın isteğiyle dünyanın yanına üç balık yaratıldığı ve bu balıkların üstüne

dünyanın konduğu, ayrıca dünyanın yanına iki tane daha balık konduğu ve bir başka balığın ise başı kuzeyde olarak yere gerilmiş olduğu, bu balığın başının oynamamsı için zincirle bağlandığı, başı oynadığı takdirde suların taşıp Tufan olacağı, taşan suların dünyayı kaplayacağı, bunu kontrolünü de

113

Mandı-Şire adlı birine verdiği ve dünya yaratılınca da Tanrı’nın rahatı seçerek oturmak üzere Altın-

Dağa geçtiği” yine manzum olarak uzun uzun anlatılmaktadır.

Moğolistan’daki Göktürklere ait yazıtlarıda yer alan “üstte mavi gök, altta yağız yer kılındığı zaman,

ikisinin arasında insanoğlu yaratıldı” ve Kırgız Türkleri’nin Manas destanında yer alan “yer yer

olduğunda, su su olduğunda” ifadeleri Türk kozmolojisinde dünyanın ve kâinatın nasıl algılandığını ortaya koymaktadır.

Altaylılar ve Yakutlar evreni yukarı dünya (Gök), orta dünya (Yer-Su) ve aşağı dünya (yer altı) üç

kattan ibaret sayarlardı. Dünyanın şeklini düz, yuvarlak, dört veya sekiz köşeli olarak düşünürlerdi. I. A.

Hudyakov’un derlediği bir Yakut mitinde: “Dünyamız, Yakutlarca sekiz köşeli imiş - Yerin ortası ise sarı

göbekli imiş - Dünyanın göbeğinde bir de ağaç var imiş - Bu ağaç büyük imiş göklere çıkar imiş - …”

ifadeleri yer almaktadır. Bu ifadelerin yakın benzerleri Yakutların Er Sogotoh mit-destanında da

görülmektedir.

Y. Çoruhlu’nun, Holmberg’den aktardığı bilgilerde Kırım Türkleri (Tatarlar) “dünya okyanusunda bir

büyük balık bulunduğu, balığın üzerinde boynuzlarıyla dünyayı taşıyan bir boğa bulunduğunu” ve yine

Feridüddin Attar’ın “Mantıku’t-Tayr” adlı eserinde de “yeryüzünün öküz üzerine, öküzün de balığın

üzerine yerleştirildiği” bilgileri yer almaktadır. Halk arasında da "dünya sarı öküzün boynuzları üzerinde

durmaktadır", özellikle deprem olduğu zamanlarda "sarı öküz yine kafasını salladı" şeklinde anlatımlar

mevcuttur.

Kaşgarlı Mahmud’un Divanü Lügati't-Türk adlı eserinde yer alan dünya tasarımında Türk dünyası

yuvarlak olarak çizilmiştir.

Güneş Eski Türk inançlarında koruyucu ruh özelliğiyle her zaman ilk sırayı almıştır. Güneşe hürmet etmek,

saygı gösterme adeti çok eskilere gitmektedir. Radloff’un derlediği mitlerde Güneş-ana ve Ay-baba

inancının izleri görünmektedir. Bu mitlerde sembolik olarak güneş dişi, ay ise erkek olarak verilmektedir.

Oğuz Kağan’ın oğullarından biri olarak Gün Han’ı görmekteyiz. Eski Türkler güneşe “kün-gün”

derlerdi. Göktürkler’de ve Uygurlar’da, kağanlar “kün-aydan (güneş-ay) kut almış sayılırlardı” ve

güneşin koruyucu özelliğiyle özdeşleştirelerek güneşe benzetiliyorlardı. HunTürkleri’nde hakanların

otağlarının kapısı, doğuya, güneşin doğduğu yöne açılırdı. Hakan, önce güneşi selamlayıp, saygı

gösterrek otağından çıkardı. Güneşi üç veya dokuz defa selamlamak adetti.

Türk mitolojisinde, güneş ışıkları Tanrı’nın yeryüzüne inen nuru olarak kabul edilir. Altaylılar

güneşin göğün sekizinci katında oturduğuna inanırlardı. Koruyucu ruhlardan Yayık ve Suyla güneş ve ayın

kırıntıları, Ülgen’in parçası olarak kabul edilirdi. Kırgızistan’da Saymalıtaş ve Kazakista’da Tamgalı-

say’daki Türk kültürünün en eski resim-yazıları sayılabilecek, kayalar üzerinde bir kült olarak güneş ve

güneş adam resimlerine tanrı veya kağan sembolizmi içinde sıklıkla rastlanmaktadır.

Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig adlı eserinde gökyüzünün burçlarını sıralarken “Yaşık (güneş) oldu

dördüncü, dünyayı aydınlattı” ifadesiyle güneşi dördüncü sırada vermektedir. Güneşin yeryüzündeki

hayvan sembolü arslan olarak karşımıza çıkmaktadır. Anadolu Selçuklu sultanlarının bastırdıkları

sikkelerde ve yaptırdıkları mimari eserlerde sembolik arslan-güneş resimleri görülmektedir.

Günel tutulması olduğunda ,eski Türk kültüründe varlığı bilinen ve halen bazı yörelerde devam eden

kötü ruhların kapattığı güneşi kurtarmak için silah atmak, teneke çalmak, gürültü çıkarmak adeti devam

etmektedir.

Güneşin tanrı olarak kabul edildiği eski kültürler varmıdır?

114

Ay ve Yıldızlar Eski Türk inançlarında kutsal sayılan ay ve yıldız, gökyüzünün ikinci sırayı alan önemli unsurlarındandır.

Yaratılış mitlerinde Ay-Ata olarak erkeğin sembolü bir unsurdur. Hun hakanları ve kağanlarının geceleri

kutsal saydıkları aya tapındıkları bilinmektedir.

Türklere ait birçok eski inaçta geceleri güneş kaybolduğunda yeryüzüne Tanrının gönderdiği ışıklar

olarak kutsaldılar. Tanrı Ülgen gökyüzünde ay ve güneşin arkasında, yıldızların üstünde oturmaktadır.

Gökten yağan yağmur Ülgen’in ağzından dökülen pirinç taneleridir.

Oğuz Kağan’ın “Ay Han” adlı bir oğlu vardır. Gökten gelen ışıktan olan annenin çocuğudur. Türk

mitolojisinde ışık, insanın yaratılmasında önemli rol oynar. Bu ışık gündüz güneş, geceleri ise aydır.

Alatay Türklerinin yaratılış mitlerinde göğün yedinci katında ay ve beşinci katında Kutup yıldızı

bulunmaktadır. Eski Türk inançlarında yıldızlar ışık gelmesi için dünyanın pencereleri olduğu, Kutup

Yıldızı’nın da gök çadırını orta direk gibi tutan “göğün direği-güneş direği” olduğuna inanılırdı.

B. Ögel, Yakut Türkleri’nden “Bir zamanlar hava çok soğukmuş, bir şaman göğe çıkmış. bir ağaca

bağlı olan gezegenlerin bağlarını kesmiş, Gezegenler hızla dönünce havalar ısınmış. Şaman, elindeki

şeyleri havaya atmış, onlar da yıldız olmuşlar” şeklinde bir mit aktarmakta, gezegenlerin de göğün ilk ve

ana yıldızları olduklarının kabul edildiğini belirtmektedir.

Türklerde gezegenin karşılığı “Ülker”dir. Bundan ayrı olarak “Zühal (Satürn) (Sekentir), Müşteri

(Jüpiter) (Erentüz), Bakır-Sokum (Merih-Mars), Utarit (Merkür), Zühre (Venüs), Çolpan (Çoban

Yıldızı)” gibi yıldızlar da bulunmaktadır.

Yakut Türkleri’ne ait bir mitte Zühre (Venüs) Yıldızı ile Ülker Yıldızı arasındaki ilişki anlatılır. “Zühre

güzel bir kız, Ülker yakışıklı bir erkekmiş. Birbirlerini severlermiş. Bu sevgililer gökte ne zaman

karşılaşsalar kalplerinde aşk ve sevgi fırtınaları koparmış. Bu yüzden yeryüzünde kar fırtınaları

olurmuş” . Kırgız Türklerine gore Zühre yıldızı Ay’ın kızı, Ülker Yıldızı ise Ay’ın oğludur.

İnsanın Yaratılışı Türk kültüründe insanın yaratılışını konu alan birçok mit bulunmaktadır. Türk mitolojisinin yazıya

geçirilmiş ilk kaynaklarından olan, Göktürkler’den kalma Kül Tigin yazıtında yer alan “Yukarda mavi

gök, aşağıda yağız yer yaratıldıkta; ikisinin arasında insanoğlu yaratılmış. İnsan oğulları üzerine

ecdadım Bumin Hakan, İstemi Hakan (tahta) oturmuş, oturarak Türk milletinin ülkesini, töresini idare

edivermiş, tanzim edivermiş” sözleri Türk mitolojisinde ilk insanın yaratılışına dair en erken

kaynaklardandır.

İnsanın yaratılışı ile ilgili daha somut bilgiler, sözlü kültür ürünü olan mitlerden Radloff ve

Verbitskiy’in derleyerek yazıya geçirdiği metinlerde ortaya çıkmaktadır. Özellikle Verbitskiy’in derlediği

Altay yaratılış mitinde: “Tanrı Ülgen’in bir gün denizin sularında üzerinde üzerinde bir kil parçasıyla

yüzen bir toprak parçası gördüğü, ne olduğunu merak ederek insan olsun, insana baba olsun buyruğuyla

birden bire insan gibi bir şekle dönüşüp insanın bütün yeterliliklerine sahip ilk insanın Erlik adını

aldığı” bilgileri yer almaktadır. Mitin devamında Erlik’in kötü düşünceler taşıması sebebiyle ondan başka

“Mandı Şire” adlı bir insan daha yarattığı ancak Tanrı’nın bunula yetinmeyip “kemikleri kamıştan, etleri

topraktan” yedi kişi daha yarattığı ve “kulaklarından can (ruh), burunlarından akıl üfleyerek ruha akıl

eklediği” belirtilmektedir.

Radloff’un derlediği Altay mitinde ilk insanın yaratılışı ile ilgili, yerin yaratılmasında gökte kendisi

ile beraber “kişi”nin uçtuğu ve Tanrı’ya eşlik ettiği bilgisi yer almaktadır. Daha sonra günler geçer ve

Tanrı dolaşırken dalsız budaksız, göze hoş görünmeyen, göğe doğru uzanan bir ağaç görür ve

buyruğuyla ağacın dokuz dalı ve dokuz budağı çıkıverir. Sonra soyların türemesi için tekrar ağacın

özünden ve dallarının köklerinden “dokuz kişi ve dokuz oymak” türesin buyruğunu verir. Bunun üzerine

Tanrı katında soylar ortaya çıkar. Tanrı’nın yarattıkları arasında bir de bazı dallarından yenmesini

yasakladığı meyveler bulunan bir ağaç vardır. Daha once Tanrı’nın arkadaşı konumunda olan ve sonra

kötülüğün sembolü olan Erlik-Şeytan insanları kandırıp yasak olan meyveden yedirmiş. Bu meyveyi

yiyenler olarak, nasıl yaratıldıkları açıklanmayan Törüngei (Adem) ve Eci-Ece (Havva) ortaya

115

çıkmaktadır. Tanrı’nın buyruğuna aykırı davranıp ağacın yasak kısımlarından meyve yiyen bu kişiler

Tanrı katından çıkarılarak, Tanrı’yla birdaha yüzyüze görüşmeyecek ve bir takım cezalara çarptırarak,

onlarla kendi arasında aracılık yapacak Tanrı adına elçisi Mai-Tere adlı biri ile Yeryüzüne-Dünyaya

gönderecektir.

İlk insanın yaratılışı ile ilgili olarak A.İnan’ın Mısır’lı bir Türk tarihçisinden naklettiği bilgilerde,

“Ulu Han Ata Bitikçi” adlı Türkçe bir kitaptan alındığı belirtilen mitte : “İlk çağlarda yağmurların

getirdiği sellerin Karadağcı denilen bir dağdaki mağaraya çamur sürükleyip getirdiği, bu çamurları

insan kalıbına benzeyen yarıklara döktüğü, sui le toprağın bir sure yarıklarda kaldığı, Güneş sıcaklığının

kuvvetli olduğu Saratan (yengeç) burcundayken su ve toprak döküntülerini kızdırıp, pişirdiği, mağaranın

kadının rahmi vazifesi gördüğü, su, toprak ve güneşin sıcaklığından oluşan bu yığın üstüne dokuz ay

boyunca rüzgar estiği, ve dokuy ay sonra insan şeklinde bir yaratık çıktığı ve bu yaratığa Türkçe Ay

Atam” denildiği bilgisi bulunmaktadır. Bu ilk yaratılan erkektir. Mitin devamında “sellerin tekrar aktığı, mağaranın yarıklarını doldurduğu, Güneş Sünbüle (Başak) burcundayken, bu toprağın pişmesi zamanı

güneşin aşağı indği devre denk gelmesi sebebiyle yaratılan kişinin dişi olduğu, buna Ay-va –Ay yüzlü

adının verildiği, Ay Atam ile Ay-Va’nın evlendiği, bunlardan yarısı erkek yarısı dişi kırk çocuk dünyaya

geldiği, bunların birbirleriyle evlendiği, anne ve babaları öldükten sonra çıktıkları mağaranın ağzını

altın bir kapı ile kapatıp yanına çiçek koydukları” anlatılmaktadır. A. İnan bu metinlerde başka

kültürlerin mitlerinden de karışıklık olabileceğini söylemektedir.

Türk mitolojisinde insanın yaratılışını konu alan mitlerde ya rastlantı ya da bilinçli olarak, Tanrı’nın

buyruğuyla bir parça toprak malzeme ile yaratılmalar sözkonusudur. Bu yaratılmalarda önce erkek ve

sonra dişinin yaratılması, bunların birbirleriyle evlenerek insanların ataları olmaları da ortak anlatımlar

olarak karşımıza çıkmaktadır.

Türeyiş

Kelime olarak “aynı kökten çıkma” anlamına gelmekle beraber Türk mitolojisinde “Türeyiş”, türklerin

olağanüstü ve doğaüstü bir şekilde bedensiz veya bedenli, çeşitli canlı veya cansız varlıklarla ilişki

içerisinde “var olandan çoğalma” olarak anlam kazanmaktadır.

Türk kültüründe ışık, ağaç ve kurt’tan olağanüstü bir şekilde çoğalmaya yönelik türeyişler çeşitli mit

ve destanlarda konu olarak işlenmektedir.

Işık’tan Türeyiş

Dünya mitlerinde, ilkel ve göksel dinlerde “Işık” kutsal bir varlık olarak oldukça önemli bir rol sahibidir.

“Işık”, bazen Tanrı, bazen Tanrı’nın gözle görünen bir kısmı, bazen de Tanrı’nın eylemidir. Eski

Türkçe’de “Yaruk” olarak geçen “Işık” Tanrı’nın sıfatıdır. “Yaruk” kelimesi Divan-ı Lügat-it Türk’te ve

Kutadgu Bilig’te de sıkça geçmektedir. Kutsal dinlerde peygamberlerin mucizelerinde, ermiş-evliya

olduğu düşünülan kişilerin keramet sayılan gösterilerinde çarpıcı varlık “Işık”tır.

Türk mitolojisinde, canlıların ihtiyacı olan ışığın kaynağı gündüzleri güneş, geceleri aydır. İlk insanın

yaratılması ile ilgili A. İnan’ın aktardığı mitte, Karadağcı adlı mağaradaki insanın kaynağı çamuru,

gündüz güneş, gece ay ışıkları pişirmiştir.

Türklerin atası Oğuz Kağan’ın anlatıldığı destanın B. Ögel’in aktardığı Uygurca metinde, göğün kızı

ile evlenmesinin anlatıldığı bölüm “Işıktan türeme”nin güzel örneklerindendir. Destanın bu bölümünde

mitsel özellikler görülür. “Oğuz Kağan bir gün Tanrı’ya yalvarırken birden bire her yer kararır. Gökten,

aydan ve güneşten daha parlak bir ışık düşer. Oğuz Kağan ışığın yanına yürür ve ışığın ortasında bir

kızın oturduğunu görür. Kızın alnında ateş gibi ışığı olan bir beni vardır. Kutup Yıldızı gibi güzel bir kız,

sanki gülse güneş güler, ağlasa güneş ağlar. Birden bire kıza vurulur ve onunla hemen evlenir. Üç

çocukları olur ve isimleri Gün, Ay ve Yıldız konur.”

Z. Gökalp’in aktardığı Kırgız Türkleri’nin “Kırk Kız” adlı bir mitinde ışıktan türemenin başka bir

çeşidini görmekteyiz. “Sağın Han adlı bir Kazak hükümdârının bir sabah erken kırk câriyesi ile beraber

gezmeğe çıkarlar. Henüz güneş doğmamıştı. Bir ırmağın kenarına gelirler. Irmağın üzerine samânın nur

116

sütunu indiği için, suları gümüş gibi parlaktı. Kızlar suların güzelliğine meftun olarak parmaklarını

ırmağa daldırırlar. Bu temas neticesinde hepsi gebe kalır. Hükümdâr, bunların hepsini bir dağa sürgün

eder. Orada bunların nesli çoğalarak “Kırgız” kavmini vücûda getirirler”.

http://turkoloji.cu.edu.tr/HALKBILIM/m_naci_onal_turk_mitinin_olusumu_isigin_rolu.pdf

Ağaçtan Türeyiş

Oğuz Kağan destanında ağaçtan türemenin başka bir çeşidi bulunmaktadır. “Oğuz kağan bir gün

avlanırken, suyun ortasında bir adacık görür. Adadaki bir ağacın kovuğunda, gözleri gök renginde bir kız

bulunmaktadır. Bu kızı kutsal ruhlardan Yer-Su göndermiştir. Oğuz Kağan bu kızla evlenir ve üç oğlu

olur. Onlara, Gök Han, Dağ Han ve Deniz Han isimlerini veririr.”

Uygur Türkleri’nin “Türeyiş” destanının B. Ögel’in tespit ettiği ve yayınladığı bölümü “ağaçtan

türeme” açısından önemlidir. “Uygurlar’ın eski yurtlarında Kara-Korum adlı bir dağ vardı. Bu dağdan

Selenga ve Tola adlarında iki nehir akardı. Bir gece bu iki nehrin arasındaki bir ağaç (Kayın ağacı)

üzerine kutsal bir ışık iner. Işık indikten sonar ağaçta tıpkı gebe kadın gibi bir şişkinlik olmuş ve buradaki

halk merakla ağacı beklemeye başlamış. Işık her gece inmiş ve ağaç şişmiş. Ve dokuz ay on gün sonar

ağaç çatlamış, içinden Uygur Türkleri’nin ataları beş çocuk doğmuştur.”

Yakut Türkleri’nin Er-Sogotoh Destanı’nda “İlk insan nereden geldiğini, ona bu canı kimin verdiğini

merak eder ve herşeyin anası sayılan Ağaç Hakan’a annesinin ve babasının kim oduğunu sorar. Ağaç

dile gelir ve bütün soyunu, babasının Gök Tanrısı Er-Toyon, annesinin ise onun karısı Kübey Hatun

olduğunu ve gökte doğduğunu söyler. Anne ve babası bir gün onu kolunun altına bir tulum Hayat Suyu

vererek yere göndermiş”. Er Sogotoh Destanı’nın başka bir bölümünde ise “yanlızlıktan sıkılan ilk insan

Er Sogotoh Ağaca yanaşarak onunla“Ey benim saygı değer, güzel, yüce Tanrıçem, Bana hayatı veren, ey

benim büyük annem, varlığım, neyim varsa hep senininle dolmuştur, dünyadaki varlıklar hep senden

doğmuştur” diye konuşur.

Kurttan Türeyiş

Türk kültürünün en önemli simgesel bir hayvanı olan “Kurt”, Türk mitolojisinin de “Türeyiş” türleri

arasında en çok bilinenidir. Bozkurt, Gök Kurt, Kök Böri tanımlamaları ile Kurt, tarihsel süreçte yolu

sürekli kesişen ikilidir.

Türklerin, Ergenekon, Türeyiş, Göç ve Oğuz Kağan gibi milli destanlarında Bozkurt-Kök Böri, rehber,

yol gösterici, kurtarıcı ve anne rollerinde görünmektedir.

Göktürk ve Uygurların ataları sayılan Kao-çı adlı Türklerin doğuşu ile ilgili olarak B. Ögel’in

aktardığı bir mit şöyledir: “Kao-çı Kağan’nın çok akıllı iki kızı varmış. Babaları Kağan bu kızlarının çok

iyi ve çok akıllı oldukları için onların sıradan insanlarla değil ancak Tanrı ile evlebileceklerine karar

vermiş. Bu kararla kızlarını yüksek bir tepe üzerine koymuş ve Tanrı ile evlenmelerini beklemiş. Kızlar

bir müddet beklemişler ama Tanrı gelmemiş. Yine beklemeye devam ederken tepenin etrafında yaşlı bir

erkek kurt görünmüş. Kurt tepenin etrafında dolaşmış, oradan ayrılmamış. Kızlardan küçük olanı bu

beklediğimiz Tanrı’dır diyerek tepeden inmiş. Ablası gitmesini istememiş ama dinlemeyerek gitmiş, kurtla

evlenmiş. Kao-çı halkı bu evlilikten, kağanın kızı ve kurttan türemiş”.

Göktürkler’in soyca bir savaş sonrasında tamamen yok olmak üzereyken mitolojik bir şekilde soylarının (Aşina soyu) kurtulmasıyla ilgili bir miti yine B. Ögel aktarmaktadır. “Göktürkler Lin adlı bir memleketle savaşa girdiler, mağlup oldular ve on yaşlarında küçük bir çocuk dışında hepsi öldürüldüler. Linliler çocuk küçük olduğu için onu öldürmeyip sadece ayaklarını keserek bir bataklıkta sağ olarak bıraktılar. Bu sırada bir dişi kurt ortaya çıktı, çocuğu besleyerek büyüttü ve karı-koca hayatı sürdüler. Kurt çocuktan hamile kaldı. Lin ülkesinin kralı çocuğun yaşadığını duyunca öldürülmnesin emretti. Çocuğu öldürmeye gelen askerler, onu kurdun yanında gördüler. Kurt, Kao-ch-ang (Turfan) ülkesinde bir dağa kaçtı. Mağarada çayırlarla kaplı büyük bir ova vardı ve her tarafı yüksek dağlarla çevriliydi. Kurt bu mağarada on çocuk doğurdu. Bu çocuklar büyüdü, dışarıdan kızlar getirerek evlendiler. Her

117

birinden doğan çocukalr ayrı ayrı Türk boylarını meydana getirdiler. Göktürklerin soyu bu on boydan, Aşina boyundandır”. Göktürk kağanlarının çadırlarının önüne bu yüzden altından kurt başlı bayraklar diktikleri anlatılmaktadır.

Göktürkler’in türeyişine ilişkin anlatılan dişi kurttan türeme’ye ilişkin mitler ve destanlarda olaylar hemen hemen aynıdır.

Tufan

Bütün Dünyayı etkisi altına alan, Dünya mitolojilerinin bir çoğunda ve kutsal kitaplarda yer alan, suyla gelen felaket, “Tufan” ortak adıyla (Nuh Tufanı) bilinen, dünyanın tamamen sular altında kalmasıyla ilgili bir tabiat olayıdır.

Verbitskiy’in aktardığı yaratılış mitinde Tufan, “dünyanın altına uzanan büyük bir balığın başının az düşmesiyle başlardı ve baş aşağı düşmesin diye zincirlerle bağlanmış ve bunun kontrolü de Mandı Şire’ye verilmişti” şeklindedir.

Tufan olayının neden, nasıl, ne zaman meydana geldiği ve sonunda ne olduğu konusunda mitlerde ve kutsal dinlerin kitaplarında ortak özellikler bulunmaktadır. Ortak anlatım “dünyada kötülük ve ve fenalıkların çok artması, Tanrı’nın gönderdiği elçinin sözlerini dinlememeleri, bunun üzerine Tanrı’nın kızarak insanları cezlandırmak istemesi, elçisinden bir gemi yapmasını ve kendine inanları ve erkek-dişi olarak dünyadaki canlılardan birer veya ikişer çift gemiye almasını söylemesi, günler-geceler yağmur yağdırılması, suların yükselerek bütün dünyayı kaplaması, gemidekilerin dışında her canlının ölmesi ve sonrasında gemidekilerden bugün bütün dünyanın canlılarının yeniden çoğalması” şeklindedir.

Türk mitolojisinde Tufan, genel çerçevesi ile diğer kültürlerle paralellik göstermektedir. Ancak, olayların Tanrı, insan ve hayvan kahramanları, başladığı coğrafya ve bazı kavramlarda farklılıklar bulunmaktadır. Türklerin yaşadığı eski ve yeni coğrafyalarda bazı anlatım faklılıkları da ortaya çıkmaktadır. Tevrat, İncil ve Kur’an’la da kısmen paralellikler bulunmaktadır.

Altay ve Yakut Türkleri’nden derlenen Tufan mitlerinde, kutsal kitaplarda yer alan “Allah’ın elçisi,

Peygamber Hz. Nuh” rolü “Nama” adlı meşhur bir adam olarak karşımıza çıkmaktadır. “Allah-Rab

Allah-Tanrı” olarak “Yaratacı güç” rolü ise “Tanrı Ülgen”e verilmiştir. Ülgen, Nama’ya Tufan

olacağını, insanları ve hayvanları kurtarması için Sandal ağacından öğrettiği şekilde bir gemi yapmasını

söylemiş. Nama’nın üç oğlu dağın tepesinde gemiyi yapıp Tanrı Ülgen’in buyruğuna uyarak gemiye

bütün canlılardan almışlar. Yeryüzünü sisler kaplayıp günlerce yerin altından sular fışkırmış, gökten

yağmurlar yağmış, gemi yüzmeye başlamış, yeryüzü tamamen su altında kalmış. Sular çekilmeye

başladığında karanın görünüp görünmediğini anlamak için Nama gemiden önce kuzgun, sonra karga,

sonra saksağanı göndermiş ama onlar dönmemişler ve sonra güvercini göndermiş, güvercin ağzında bir

dal ile dönmüş (Kazak Türkleri’nde en son giden kuş olarak kırlangıçtır ve döndüğünde de ağzında kayın

ağacı dalı veya Nevruz çiçeği bulunmaktadır.), Nama diğerlerini görüp görmediğini sormuş, güvercin

onların leşe konmuş olduklarını ve yediklerini anlatmış, Nama’da “onlar kıyamete kadar leş ile

geçinsinler, sen benim sadık hizmetçim oldun, kıyamete kadar benim evladımla beraber yaşa” demiş. Dünyanın yeni soyu bunlardan türemiş. Anohin’in Altay Türkleri’nden derlediği mitte “Tufan olacağını ilk olarak demir boynuzlu, gök bir teke haber vermiş. Teke yedi gün boyunca kudurmuş gibi meleyip

dünyayı dolaşmış. Yedi gün deprem olmuş, yedi gün dağlar ateş püskürmüş, yedi gün yağmur yağmış, yedi gün fırtına olmuş, dolu yağmış, yedi gün kar yağmış” şeklinde anlatımlar bulunmaktadır. Anohin’nin

derlemesinde hem yaratışı hem de türeyiş unsurları bulunmaktadır.

Nuh Tufanı’ndan sonra, Hz. Nuh’un üç oğlundan biri olan “Yafes” Türklerin atası olarak kabul

edilmektedir. Yafes’in oğullarından birinin adının “Türk” olduğu menkıbe olarak anlatılır.

TÜRK MİTOLOJİSİNDE DOĞUM VE ÖLÜM Türk kültüründeki âdet, tören ve bayramların genel olarak “Kamlık inancı” çerçevesinde sürdürüldüğü,

uygulamaların usulünü de bu inancın belirlediği, daha sonra farklı kutsal dinleri benimsemiş olsalar dahi

bu eski inancı sürdürdüğü bilinmektedir. İslamiyeti kabul etmiş Türkler’in eski Kamlık inancı’nın

uygulamalarını İslam’ın temel ön şartlarından “Besmele” ile başlatarak veya bazen basit kavram ve isim

değiştirmeleri ile sürdürdükleri bilinmektedir.

118

Doğum Türk tarihininde mitolojik doğumun en simgeseli Oğuz Kağan’ın (Oğuz Han) doğuşudur. Bir destan

kahramanına yakışır, insanüstü doğum şekli görülmektedir. “Doğduğunda yüzü gök mavisi, ağzı kıpkızıl,

benzi ateş gibi, al al gözleri, kapkara saçları, perilerden güzel kara kaşlıydı. Annesinden bir kere süt

emmiş bir daha emmemiş, çiğ et, aş, yemek, içecek ve eğlenmek istemiş, ansızın dile gelip konuşmuş, kırk

gün içinde yürüyüp oynamıştı. Ayakları öküz ayağı gibi, bilekleri kurt bileği gibi, omuzu samur gibi,

göğsüde koca ayı gibi, vücudunun her yeri kıllarla kaplıydı, daha küçükken atları kovalar ve yakalayıp

binerdi”.

Yakut Türkleri Tanrı’dan özellikle erkek çocuk isterlerse Ak Kama başvurular, Ak Kam, çocuğu

olmayan kadınlara çocuk vermesi için koruyucu ruhlardan Ayıısıt-Umay’a dua eder, kurban sunardı.

Kadın hamile kalıp çocuk doğurduğunda Ayıısıt-Umay gökteki süt gölünden su ve süt getirerek çocuğun

boğazına ruh ve can olarak bir damla döker ve böylece hayat bulur.

A.İnan, Yakutlar’ın ilk doğuma çok önem verdiklerini anlatır. “Doğum günü yaklaşınca erkek

ormana gidip bir kayın ağacı keser. Bu ağaçtan birbuçuk arşın uzunluğunda üç kazık hazırlar. Bunlar tek

bir kayın ağacından alınmalıdır. Kiler, ev, sandıkları hep açık bırakırlar. Ateşe yağ atıp “ey doğum

Tanrısı Ayıısıt hatun ye! Yolun açık olsun” derler. Çocuk doğduğu gibi yağlı bir yemek yerler; bir hayvan

kurban keserler. Hayvanın kafasını kırmadan pişirirler. Kemiklerini bir kaba doldurup ormana götürüp

bir ağaca asarlar. Doğumun üçüncü günü Ayıısıt hatunu çıkarma âyini yapılır.”

Dede Korkut hikayelerindeki kahramanlardan Dirse Han’ın çocuğu olmamaktadır. Hanımı yol gösterir

ve büyük bir yemek düzenlemesini, ihtiyaç sahiplerine yardım etmesini ve hayır dualar almaları

gerektiğini söyler. Dirse Han bunları yapar ve ağzı dualıların hayır duaları ile bir erkek çocukları olur.

Oğlan büyür ve bir boğayı bir yumrukta yere serer ve ad olarak “Boğaç Han” adını alır.

Eski Türk adetlerinde çocuk doğduğunda hemen ad verilmezdi. Küçükken verilen isim gerçek adı

olmazdı. Gerçek ad, yay çekip, ok attıktan ve yararlı bir iş yaptıktan sonra verilirdi. Bir ad almayı henüz

hak etmemiş olanlar “adsız” olarak çağırılırlardı. Dede Korkut’ta bunun örneklerini görmekteyiz. Türk

mitolojisinde ilk yaratılanlar ve destan kahramanı olacak çocukların isimlerini Tanrılar, ruhlar ya da Dede

Korkut benzeri ak sakallı, yaşlı bilgeler verir. Oğuz Türkleri’nin bu hikâyelerinde Dede Korkut çağırılır, Dede Korkut da dua edip gence yiğitliğiyle alakalı bir isim verirdi; "... Bunun adı boz aygırlı Bamsı

Beyrek olsun, adını ben verdim yaşını Allah versin." şeklinde dua yapar. Günümüzde de çocuklara ad

koyma törenleri yapılmakta, ad koyma işini de ailenin itibar ettiği kişiler vermektedir.

Ölüm Kamlık inancında ölüm, ruhun (can-tın) bedenden çıkmasıyla gerçekleşir. Kişi ölünce “uçmağa vardı”, “kuş gibi uçtu” ifadeleri kullanılır. Altay Türkleri’nde ölen kişinin canını almaya gelen “Aldaçı” adlı bir kötü ruh vardır. Kişinin ömrü sona erdiğinde ruhunu alır ve öbür dünyaya götürür.

Eski Türk inançlarında ölümden sonra bir hayat olduğuna inanılırdı. İyi insanların ruhlarının göğe yükseldiğine inanılırdı. Eski Türklere ait mezarlara (kurganlar), ölüden ayrı olarak ölen kişinin öbür dünyada ihtiyacı olacağını düşündükleri eşyaları da yanına koymak âdeti vardı. Türklerde önemli kişilerin cesedlerinin mumyalandığı ve mezarlara (kurgan) tabutlar içinde konduğu bilinmektedir. Altaylılarda insanlar ölünce atları da yanlarında gömülürken, Kamların ölüleri atlarıyla taşınıyor ancak beraber gömülmüyordu. Bunun sebebi olarak, Kamlar ölünce ruhlarının bu dünyada yaşayan diğer kamlara yardım etmek amacıyla, “Körmös” olarak kalması gösterilmektedir.

Yakut Türkleri’nde “ölen kişinin ruhu üçüncü gün eve sıcak yemek yemek için gelir, yedinci gün yatağını döşeğini silkelemek ve sıcak yemeğini yemek için gelir. Kırkıncı gün geldiğinde ise ancak öldüğünü farkeder, evdeki malını kontrol eder ve doyuncaya kadar yemeğini yiyerek döner”. Bu sebeple ölümün üçüncü, yedinci ve kırkıncı günlerinde törenlere katılanlara yemek verilir. Bu gelenek farklı inançlara sahip hem Orta Asya hem de Anadolu Türkleri’nde küçük farklılıklarla devam etmektedir. Yedinci günü yapılan törene “konok-matem yemeği”, kırkıncı günündekine “Üzüt Bayramı” adı verilir. Altaylılar ölen kişinin ölüm yıl dönümünde “kalgan aş-son yemek” adı verilen yemekli bir anma töreni düzenlerler.

119

J-P. Roux, eski Türklerde ölümden sonra bedenden geri kalan tek bölüm olan ölen kişinin kemiklerinin kutsal kabul edildiğini, kemikleri yok etmenin hayatı, nesli yok etmek demek olduğunu, onu korumanın ölüme rağmen varlığın devamı olarak görüldüğünü söylemektedir. Ölümle ilgili âdetler bazen farklılık gösterebilmekteydi. G.V. Ksenefontov, Yakutlarda kamların ve bazı insanların cesedlerinin kemikleri etlerinden ayrılarak “Akağaç-Kayın” denilen ağaçların tepesine koyduklarını aktarmaktadır.

Eski Türklerde ilkbaharda ve yazın ölen kimselerin sonbaharda, kışın ölen kimselerin ise ilkbaharda gömüldüklerini ve “Yuğ” adı verilen büyük törenlerle gömüldükleri bilinmektedir. Bu törenlerde kurban olarak kesilen atların derileri sırıklara geçirilerek asılırdı. A. İnan’ın İbn Fadlan’dan Oğuzlar’ın ölüm törenlerine ilişkin şu bilgileri aktarır. “Onlardan biri ölürse ev gibi büyük bir çukur hazırlarlar. Ölüye ceket giydirirler, kuşağını kuşandırır, yayını yanına korlar; eline dolu tahta kadeh tutturup önüne de nebiz dolu bir tahta kap korlar. Bütün mal ve eşyasını bu eve-çukura doldurup ölüyü buraya oturturlar. Sonra çukurun üzerine topraktn kubbe gibi döşeme yaparlar. Atlarından servetine göre yüz yahut iki yüz at yahut bir baş at keserler, etlerini yerler. Başını, derisini, ayaklarını ve kuyruğunu sırıklara asıp ‘bu onun atıdır. Bununla Cennete gider’ derler. Bu ölü hayatında adam öldürmüş ve cesur bir kişi ise öldürdüğü adamlar sayısı kadar ağaçtan suret yontarlar; ve mezarın üzerine korlar. Derler ki ‘bunlar uşaklarıdır, Cennette ona hizmet edecekler”.

Ölüm törenleriyle ilgili Göktürkler’de cenaze çadıra konulur, yakınları ve akrabaları koyunlar keserek çadırın önüne yığar, çadırın etrafında at üzerinde yedi defa dolanırlar, kapının önünde saçlarını keser, sakallarını traş eder, bıçakla yüzlerini, kulaklarının uçlarını keserlerdi. Yüzlerinden kanlı gözyaşları akıtırlardı.

Yakut Türkleri’nde evvelce kişi ölünce bir gün bekletilip öyle gömülürmüş. Ölenin yanına bir kap içinde yağ koyarlarmış. G. V. Ksenefontov’un aktardığı bir Yakut hikayesinde bu âdete uygun olarak bir kadın gömülmüş ancak kadın mezara konulduktan sonra tekrar canlanmış. O zamandan beri Yakutlar’ın her ölüyü ancak ölümünden üç gün sonra gömmme âdeti başlamış.

TÜRK MİTOLOJİSİNDE HAYVANLAR VE AĞAÇLAR Hayvanlar

Türk mitolojisinde insan kahramanların kendisini ya da uzuvlarını güçlü, yararlı ve iyi işler yapan hayvanlarla özdeşleştirmeler çok yaygındır. Oğuz Kağan’ın doğduğunda onu tanımlamak için “Ayakları öküz ayağı gibi, bilekleri kurt bileği gibi, omuzu samur gibi, göğsü de koca ayı gibi”, ifadeler kullanılmaktaydı.

Ejder Türk mitolojisinde ve destanlarda ejder, “Yel Büke”, “Evren”, “Luu” olarak sıklıkla geçmektedir. Büyük

yılan şeklinde, kulaklı-boynuzlu, kanatlı, pençeli, ağzından ateşler çıkaran, gövdesi pullu bir yaratık

olarak su kaynaklarını ve yağmur bulutlarını temsil eder.

Eski Türk inançlarında bolluk, bereket, refah, güç, kuvvet ve iyilik verici olarak ortaya çıkan “ejder”, daha sonra bazı kültürlerde kötülük sembolü olarak görünmektedir.

Türk mitolojisinde yer ve gök ejderi olarak iki ejderden söz edilir. Biri erkek diğeri dişi olarak çift ejderin gök sembolü olduğu ve gökteki düzeni sağladığı ifade edilir. Çift ejder hükümdarlık sembolü olarak eski Türk bayrak ve tahtlarında kullanılmıştır. Gök Ejderi “Kök Luu” su, bolluk ve yeniden doğuş ve bereket sembolü olarak Göktürkler’de sıklıkla kullanılmıştır. Gök kubbenin en alttaki Felek çığrısını bir çift gök ejderin çevirdiğine dair bilgiler Yusuf Has Hacib’in “Kutadgu Bilig” adlı eserinde yer almaktadır.

Genellikle tek başlı olarak bilinen ejder, bazı mit ve destanlarda üç veya yedi başlı olarak ta gösterilmektedir. Sıcak mevsimlerde gökyüzüne uçtuğu, sonbaharda ise sularda gezindiği anlatılır.

Kurt Türk kültüründe en çok karşılaşılan hayvan olarak kurt “Türeyiş destanı”nda ve diğer türeyişlerde hayvan ata olarak görünmektedir. Genellikle Kök Böri-Gök Kurt-Bozkurt, Türk mitolojisinin sembol

120

hayvanı olarak yeri geldiğinde hayvancılıkla geçinen Türk boylarının korkulu rüyasıdır. İslamiyet öncesi Türklerde “yol gösterici, rehber, kurtuluşa erdiren” iyi rollerin sahibidir.

“Kurt Ana ve Kurt Ata” rolü sebebiyle totem hayvanı olarak görülen kurt, Altaylılarda “Al Böri-Al

kurt” olarak insanüstü cesarete sahip kutsal kahramanlara ve insanlara kötülük getiren kötü ruhlara

verilen sıfatlar arasındadır.

Oğuz Kağan Destanı’nda, Gök Kurt-mavi kurt “atına atla ve yola koyul Oğuz, ben senin yerine başa

geçer yolu gösteririm” diyerek rehberlik ediyordu. Kök Böri-Gök Kurt nitelemesinin temel sebebi, Gök

renginin kutsal göğün rengi ve Tanrı’nın sembolü olmasından ileri gelmektedir. Dolayısıyla da Kurt,

kutsallaştırılmış oluyor.

Altaylar, Yakutlar, Uygurlar gibi Orta Asya Türkleri, destan kahramanlarına övünülecek bir özellik

olarak kurt benzetmeleri yaparlardı. Kurt resimleri yaparlar, sancak direklerinin başına asarlar, ellerinde

kurt başlı kılıçlar taşırlardı.

Gök unsurlarından Büyükayı burcu, onu kovalayan yedi kurttan oluşuyordu.

Kartal Bütün kültürlerde “göklerin hakimi” olarak kabul edilen kartal, Türk kültüründe bu özelliğinin yanı sıra

Gök Tanrı’nın sembolü olarak kabul edilirdi. Yakutlar’da kutsal kam kuşu olarak bilinir. Yakutlara gore

ilk kam gökyüzünden yere kartallar tarafından indirilmişti. Kötü ruhları kovmak için yapılan kamlık

töreninde bayılan kamın ruhunu, kartallar bir kızağa koyarak gökyüzüne çıkarırlardı.

Mitolojik ağaç olan “Hayat Ağacı”nın üstünde çift basil bir kartal bulunur. Bu kartalın göğün beşinci

katında yaşadığına, canlılar ve insanlar arasındaki kapıda nöbet tuttuğuna inanılır. Bu kapı “Demir Kazık-

Kutup Yıldızı”nın olduğu yerdir. Sıradan canlıların yukarı geçişine izin vermediği gibi kendisi de Tanrı

katına çıkamaz. Tanrı’nın mesajlarını kamlara ve hakanlara iletir.

Oğuz Türkleri’nin kuş ongunları (sembolleri) arasında kartal da bulunmaktaydı. Kartal aynı zamanda

türeme sembolü olarak da görülür. “Tanrı insanları kötülükte korumak için kartalı gönderir, Ancak

insanlar onun dilinden anlamazlar. Kartal Tanrı’dan yardım ister, Tanrı ‘da ilk rastlayacağı insana

Kamlık kudretini vermesini ister. Kartal ağaç altında uyuyan bir kadına rastlar, onunla ilişki kurar ve

kadın hamile kalır. Ondan doğan çocuk ilk kam olur”.

Kartal, benzer mitolojik özelliklleriyle “Kara Kuş” adlı bir kuşla özdeşleşir. Kırgızların Er Töştük

destanında, desatan kahramanına yer altındayken ve yeraltından çıkarken yardım eden, kötü ruhlar

tarafından öldürüldüğünde Er Töştük’ü yeniden dirilten Kara Kuş, kartaldır.

Arslan Güç, kuvvet, kudret ve taht sembolü olarak bilinen Arslan’ın Türk kültüründe çok eski devirlerden beri

tanındığı bilinmektedir.

Hayvan mücadele sahnelerinde, özellikle arslan-boğa mücadeleleri “iyi-kötü, gece-gündüz, aydınlık-

karanlık” zıtlıklarında, başkahraman olan Arslan Gök’teki Güneş’in, Boğa ise Ay’ın yeryüzündeki

sembolüdür.

Türk kültüründe alplik ve yiğitliğin ifadesi arslan, eskiden olduğu gibi günümüzde de yeni doğan

çocuklara isim olarak verilmektedir. Birçok ünlü Türk büyüğünün adı “Arslan”dır. Aynı zamanda burç

hayvanı olarak gördüğümüz Arslan, Güneşin yakıcı sıcaklarının olduğu yaz aylarının (23 Temmuz-22

Ağustos) burcudur ve yönetici gezegeni Güneş’tir.

Boğa (Öküz) Dünya mitlerinde “güç, kuvvet, bereket, üreme” sembolü olan boğa, Türk kültüründe hükümdarın ve

gücün sembolüdür. Türk mitolojisinde ay sembolü olarak yer unsurları arasında yer almaktadır.

121

Dede Korkut hikayelerinde Boğaç Han’ın boğayı yenmesi ve ad alması, kahramanlığın göstergesi

olmuştur. Türk sanatındaki arslan-boğa, kartal-boğa gibi hayvan mücadele sahnelerinde yenilen

hayvandır. Türk kültüründe boğa, kurban hayvanıdır.

Dünyanın yaratılmasıyla ilgili anlatılan Kırım Türkleri’nin mitlerinde “balığın üzerinde boynuzlarıyla dünyayı taşıyan bir boğanın bulunduğu” anlatılmaktadır. Feridüddin Attar’ın “Mantıku’t-Tayr” adlı

eserinde de “yeryüzünün öküz üzerine, öküzün de balığın üzerine yerleştirildiği” bilgileri yer almaktadır.

Yakut Türklerinin Kamlık inancında çiçek hastalığının kötü ruhu (Hanım efendi-Sahibe) boğa

şeklinde tasavvur ediliyor ve bununla mücadele edecek kamlar da boğa şekline dönüşüyordu.

At

Türk kültüründe at çok önemlidir. Türk hakanlarına “Atın efendisi” ünvanı verilirdi. Türk mitolojisinde at,

Gök Tanrı için kurban olarak verilen hayvandır. Altay Türklerinde açık renkli atlar erkek kamların

hizmet ettiği Tanrı Ülgene kurban edilirdi. Türklerin Budist dönemlerinde açık renkli, beyaz at Buda’nın

sembolü olmuştur. Yeraltının hakimi kötü ruh olarak bilinen Erlik kara yağız ata binerdi. Eski Türklerde

mezarlarda at kurban etme âdeti yaygındır. Yas geleneği olarak ölüye kurban edilen atların kuyruklarının

bağlanması da bir gelenekti.

Türklerde at, “kahramanlık, dostluk, yiğitlik ve cesaret” sembolüdür. Türk kahraman ve beylerinin en

yakın dostu olarak görünen at, Orhun yazıtlarında önemli yer tutar. Dede Korkut hikayelerinde Bamsı

Beyrek atına “Sana at diyemem, sana kardeş derim, sen kardeşimden daha yakınsın” diye konuşur.

Eski Türklerde renklerin sembolik anlamlar taşıdığı bilinmektedir. Çin kaynaklarında Hun hakanı Mo-

Tun (Mete)’nun “askerlerini atlarının rengine gore “doru veya demir kırı atlı olanların doğuya, al atlıları güneye, ak atlıları batıya, kara yağız atlıları ise kuzeye” sevk ettiği anlatır.

At, gökteki varlıkların binek hayvanı olarak kabul edilen atlar, “kanatlı at” olarak görülürdü.

Yakutlar, atın ön ayakları bölgesinde “Cagıl” denilen büyükçe lekelerin inançlarına gore atın kanatlarını

sembolize ettiğini söylerler. Böyle atlar yüksek ruhlara sunulması için daha çok kabul görürdü ve bu

ruhlar “kanatlı taya sahip” diye adlandırılırdı. Günümüzün Altaylıları arasında “gök atları”nın anlatıldığı mitler çoktur.On iki hayvanlı Türk takviminde bulunan at, göğe ait bir usurdur. Gökteki yıldızların Gök

Tanrı Ülgen’in kazığı, Kuzeyyıldızı’na bağlanmış, otlayan atlar olarak tasavvur edilir.

Koç-Koyun-Teke

Türk kültüründe erlik, yiğitlik sembolü olarak görünmektedir. Türk kültüründe Koç, belli başlı ongunlardan (saygı gören hayvanlar) biridir. Eski Türk inançlarında geyik, teke, boğa ve koç-koyun gibi

çift tırnaklı hayvanlar geceyi sembolize etmektedir. Türk hayvan üslubunun koç-koyun-teke şeklindeki

güzel örneklerini Orta Asya’dan Anadolu’ya bir çok yerde kayalarda, mezartaşlarında ve kült

merkezlerinde resmedilmiş olarak görmekteyiz

Çin kaynaklarında, Göktürk’lerin yılın beşinci ayında büyük törenler düzenleyip Gök Tanrı’ya sayısız

koç ve at kurban ettikleri bilgisi yer almaktadır. Kam’ların elbiselerinde ve yaptıkları “koyunun göğsü sana kurban olsun, siyah yanaklı beyaz koç sana kurban olsun, kara yanaklı beyaz koçu kurban ediyoruz”

şeklinde dualarda koç-koyun motifleri oldukça önemli yer tutar.” Altay Türkleri’nin kamlarının davul

tokmaklarının ya kayın ağacından ya da dağ tekesi boynuzundan yapıldığı bilinir.

Altaylı Türklerin Tufan mitolojisinde “demir boynuzlu gök tüylü teke” Tufan’ın başlayacağını haber

vermektedir. On iki hayvanlı Türk takviminin sekizinci yılı koyun yılı’dır.

Hun Türkleri’nin Koç-Koyun ve Teke gibi hayvanların kemiklerini kötü büyülere karşı korunmak için

kullandıkları bilinir. Anadolu’da nazar-büyü geleneği içinde kurban edilen hayvanlarının boynuzlarını

evlerin kapılarına, duvarlarına asma geleneği sürmektedir.

122

Geyik Türk tarihinde kökü çok eskilere giden Geyik, kutsal bir kült hayvanıdır. Eski Türk inançlarında geceyi

temsil ettiği bilinen geyik, türeyişin de önemli sembollerindendir.

Oğuz Kağan destanında, ona yol gösteren, rehberlik eden Gök Kurt’un yerini Hun Türklerinde

geyiğin aldığını görürüz. Çin kaynaklarından alınan Göktürkler’in mitlerinde, Göktürk Hakanının

sevgilisi Deniz Tanrıçası olan bir dişi geyiktir. Bazı Türk boylarının sembol hayvanı geyiktir.

Orta Asya hayvan üslubunda, hayvan mücadele sahnelerinde mağlup olan hayvan konumundadır. Bu

anlatımlarda genellikle gök unsurları yer unsurlarına galip geldikleri için, Geyik yer unsuru olarak

değerlendirilir.

Türk mitolojisinde kılık değiştirerek geyik şeklinde görünme motifi, Anadolu’da ermiş-evliya

menkıbelerinde de karşımıza çıkmaktadır. Anadolu evliyaları sayılan Kaygusuz Abdal ve Abdal Musa

gibi şahsiyetlerin don (kılık) değiştirme menkıbeleri yaygındır. “Ormanda bir geyiğin peşine düşen

Kaygusuz Abdal, yaraladığı geyiğin bir kulubeye girdiğini görür ve peşinden girer. Karşısına Abdal

Musa çıkar ve ondan geyiği ister. Abdal Musa koltuğunun altındaki saplı oku gösterir. Kaygusuz,

yaraladığı geyiğin, geyik kılığına girmiş Abdal Musa olduğunu anlar ve ona mürid olur”. Yol gösterici

olmaktan çok insanları tuzağa düşüren hayvan rolündedir.

Bir kült hayvanı olan geyik, Orta Asya’dan Anadolu’ya taş ve kayalar üzerinde ençok işlenen

motiflerdendir. Kamların elbise ve davullarında geyik resimleri bulunmaktadır.

Balık Türk mitolojisinde Verbitskiy’in derlediği Altay yaratılış mitlerinde dünyanın yaratılışının anlatıldığı bölümde karşımıza çıkmaktadır. Dünyanın, başı kuzey doğru yere gerilmiş büyük bir balık üzerinde

durduğu, dünyanın iki yanına da dengede durması için iki balık konduğu anlatılır. Balığın başı zincirle

bağlanarak, kontrolü de Mandı Şire’ye verilmiş. Balığın başı sulara az düşse Tufan olurmuş.

Balık, mitolojideki konumuyla yer-su unsurlarındandır. Ruhlar, buralarda yaşayan hayvanların

karınlarında saklanırlar. Balık, Er Töştik Destanı ve Seyfelmölik Hikayesinde sularda saklanan ruhların

mekanıdır.

Türk kültüründe bolluk, bereket sembolü olarak görülmektedir.

Hüma Kuşu Türk kültüründe, çok yükseklerde uçan, ayakları değmeyen “Devlet kuşu” olarak tanınmaktadır.

Koruyucu ruhlardan “Umay”la benzerliği bulunmaktadır. Hüma kuşu, başına konduğu veya gölgesinin

düştüğü kişiye mutluluk ve talih getireceğine inanıldığı için “Talih Kuşu” olarak da anılmaktadır.

Şecere-i Terakime’de yirmi dört Oğuz boyunun damgaları, kuş ongunları arasında Hüma kuşu da

bulunmakta ve bu kuşun Çepni boyunun sembolü olduğu belirtilmektedir.

Eski Türk kültütünde kutsiyet taşıyan, Türk tasavvuf edebiyatında yedi kat gökleri dolaşabilen ve

cennet kuşu olan Hüma, “Hüma kuşu yükseklerden seslenir” örneğiyle türkülerimizin de

kahramanlarındandır.

Daha geniş bilgi almak için Yaşar Çoruhlu’nun Kabalcı Yayınevi tarafından basılmış olan “Türk Mitolojisinin Anahatları (2010) adlı kitabını okuyabilirsiniz.

Ağaçlar

Türk kültüründe ağaç oldukça önemlidir. Türk yaratılış ve türeyiş mitlerinde sıklıkla karşımıza çıkan bir

unsurdur. Ağaçların ruhlarını memnun ettikçe saadet, mutluluk, bolluk, bereketin artacağı ve huzurla

yaşanacağına inanılırdı.

123

Ağaçla ilgili inanmalarda “Tanrı’nın tekliğini temsil eden yalnız ağaç”, “Sığınılan tanrı’yı temsil eden

ağaç”, “Tanrı’nın ebediliğini temsil eden yapraklarını dökmeyen ağaç” şeklinde bilgiler vardır. Mitolojik

ve kutsal olarak çok fazla ağaç çeşidiyle karşılaşmayız. En çok doğal ortamda karşılaştığımız kutsal

sayılan ağaçlar olarak “Kayın-Akağaç, Çam, Ardıç, Çınar, Servi-Sedir” görülmektedir. Doğal ortamdan

tanımadığımız ancak bir çok dünya mitinde karşımıza çıkan “Hayat Ağacı”, Türk mitolojisinin de başlıca

ağacıdır. Bu başlıkta Hayat ağacı, Kayın ağacı ve Çam ağacı tanıtılacaktır.

Hayat Ağacı Türk mitolojisinde, dünya yaratıldığında göğe doğru uzanan dalsız budaksız bir ağaç vardır. Tanrı, bu

ağacın dokuz dal ve budağının çıkması, bunlardan da dokuz insan yaratılmasını emretmiştir. Bu ağaç,

Hayat ağacıdır. Hayat ağacını sıradan insanların göremeyeceği, ancak Tanrı tarafından gönderilen

hakanlar ve kamların görebileceği inancı yaygındır. Bu ağaç dünyada tek başına ve yalnızdır. Göğün

direği, göğü tutan ağaç olarak gök ile yer arasında bir köprüdür.

Yakutlara göre Hayat ağacı ilk insanın evidir. Er Sogotoh destanında ağaç anadır ve gövdesinden bir su akmaktadır. Bu akan su, Hayat Suyu’dur. Hastaları iyileştiren, ölmek üzere olanları dirilten su bu ağacın gövdesinden akmaktadır. Er Sogotoh’ta anlatılan ağacın dal ve budakları gümüşten, yaprakları altındandır.

Eski Türk inançlarında hayat ağacı dokuz dallı ve dokuz köklü olup, dokuz dalın biri Tanrı’nın evinin önündeki atını bağladığı kazık, diğer sekizi ise dünyanın sekiz yönünü temsil etmektedir. Türk kültüründe meyvesiz olarak tanınan Hayat ağacı, başka kültürlerde meyvelidir.

“Hakan Ağaç” olarak da bilinen Hayat Ağacı, hükümdar sembollerindendir. Gök Tanrı’ya kurban verme törenleri bu ağaç etrafında yapılır. Hakan, Tanrı’yla irtibatı bu ağaçla kurar. Hayat ağacının tepesinde mitolojik olarak çift başlı bir kartal bulunur. Ebedi canlılığın sembolü olan “Hayat Ağacı” kurursa dünyada hayat biter. Bütün canlıların hayatı ona bağlıdır.

Ölümsüzlüğün, ebedi hayatın sembolü olan ağaç, ölümle ilgili eski Türk inançlarında ruhu tekrar

gökyüzüne götüren bir role de sahiptir.

Kayın-Akağaç Türk mitolojisinin en önemli, kutlu ağacı kayındır. Cennette yaratıldığına inanılan kayın ağacı, Gök

Tanrı’ya sunulan kurbanların asıldığı ağaçtır. Altaylılar, kayın ağacının dünya yaratıldığında beraber

yaratıldığını söylerler. Kayın ağacına Tanrı ağacı denir. Tanrı kutunu içinde barındırır.

Yakut Türklerine göre Tanrı gökte ilk kamı yarattığı zaman, onun evinin kapısının önüne bir de sekiz

dallı bir ağaç dikmiş. Gökteki kam ebedi olarak yaşadığı için ağacı da solmadan sonsuza kadar yaşarmış.

Kam dularında kayın, “Altın yapraklı mübarek kayın, sekiz köşeli mukaddes kayın, dokuz köklü, altın yapraklı bay kayın, ey mübarek kayın ağacı, sana kara yanaklı ak kuzu kurban ediyorum” şeklindedir. Şor destanlarında, Tanrılar bazen kutsal kayın ağaçlarının tepelerinde, bazen de göğün yedinci katında yaşamaktadır. Kamların davulunun yapıldığı malzeme sembolik özellikler taşır. Genellikle kutsal kayın veya sedir ağacındandır.

Er Sogotoh destanında , Er Sogotoh’un evinin güney tarafında bir genç kız gibi güzel kayın ağacından söz edilir. Altaylılarda anlatılan bir Tufan efsanesinde, Tufandan sonra yeni dünya kayın ağacının bulunduğu yerde kurulur. Karayı gören güvercin gemiye ağzında bir kayın dalı ile döner.

Çam Çam ağacı Altaylılarda yeniden dirilişi sembolize etmektedir. Türk kültüründe çam ağaçlarından karaçam ve kızıl çam erkeği, fıstık çamı kadını sembolize eder. Bu ağaçlar Tanrı tarafından insan yaratılırken yer ve gökle birlikte yaratıldığına inanılır.

Saha Türklerinde çamın aydınlık ağaç olduğu, Tanrı kutu taşıdığı ve bu kutun Saha Türklerine sindiğine inanılmaktadır. Yakut Türklerinde kayın ağacı kadar kara çam ağaçları da kutsaldır. Altaylılarda yerin göbeğinde yeryüzünün bütün ağaçlarının en yükseği olan ve Tanrı’nın mekanına dokunan büyük bir çam büyümektedir.

124

Altay mitlerinde çam, köknar gibi iğne yapraklı ağaçların yaz-kış yeşil kalışı Tanrı’nın duasına bağlıdır. “Tanrı, yarattığı ağaçların yararlılıklarına bakmaya karar verir. Lâdin ağacının yanındayken yağmur başlar, dalları büyük bu ağaç yağmuru geçirmez ve Tanrı ağaca dua eder. Yıl boyunca yeşil ol, kışın avcılar için çadır ol, senin bütün arkadaşların da yeşil olsunlar”.

Yakutlar, ölen kamları kızılçam ağacından oyulmuş bir tabuta koyarlar ve bu kütüğü de büyük bir kızılçam ağacının tepesine çıkarırlar. Kamın kemikleri üç defa düştüğünde, kendi soyundan gelenler tarafından toprağa verilirdi.

Eski Türk âdetlerinde, çocuğu olmayan kadınların “yuvalı kara çam” dedikleri bir ağaca gelerek, kurban edilen beyaz at derisini ağacın altına sererler ve ağacın karşısında çocukalrı olması için dua ettkleri söylenir.

Ardıç Türk dünyasında sevilen, saygı duyulan ağaçlardan biri olan Ardıç, kelime itibariyle de Türkçe’dir. Türkler arasında, Tanrı kutu taşıdığından kötü ruhların kovulmasında sihirli bir gücünün olduğuna inanılan bir ağaçtır. Ardıç ağacının Tanrı tarafından dikildiğine inanılmaktadır.

Altay Türklerinde Ardıçla tütsüleyerek temizleme âdeti yaygındır. Ağaçla ilgili olarak “Tütsü veya ilaç için Ardıç dalı veya budağı alacak kişinin mutlaka temiz olması, ağacın yanında gürültü yapılmaması, bağrılmaması, kötü sözler söylenmemesi, yakın akrabalar içinde bir yıl içinde ölen olmaması, dalı alacak kişi kadın ise hamile olmaması, ağacın yanına yürüyerek gelinmesi, yanında silah bulunmaması, kuş yuvası varsa bozulmaması” gibi inançlar bulunmaktadır. Bu inançlara aykırı davranıldığında ağacın yardım etmeyeceğine, onların hastalanıp ölebileceklerine dair inanmalar da vardır.

Servi-Sedir Tabiatta uzun ömürlü ve çok uzun boylu oluşu, onu Türk kültüründe farklı bir yere koymaktadır. Türk kültüründe yüksek yerlere, Gök Tanrı’ya yakın, Tanrı’nın mekânı yerler olarak yorumlanır. Bu ağaç diğer ağaç türlerinden daha heybetli ve büyüktür.

Bu konuda önemli bir çalışma yapan P. Ergun, V. Butanayev’den yaptığı bir derlemede “Saha Türkleri’nin inaçlarında ağaçların en kutsalının Sedir olduğu, ağaca kadınların dokunmasının, üzerine çıkmasının yasak olduğu, ancak kozalaklarına dokunabilecekleri” bilgisi yer almaktadır.

Servi-Sedir ağacının kendisine sığınanları koruyup, kolladığına dair inançlar bulunmaktadır. P. Ergun’un Altaylı Kandarakova’dan aktardığı bir derleme şöyledir “Sessiz sedir taygasında avlanan bir avcı, yorulunca dallı, budaklı bir sedir ağacının altında gecelemeye karar verir. Geniş sedir ağacının altı sıcaktır. Oraya rüzgar vurmaz. Çok ihtiyar olan sedirin üstündeki dallar aşağı doğru eğilmiştir. Dibinde ise onun ince yapraklarından yumuşak bir yatak vardır. Avcı, bu yumuşak yatakta rahatça uyur. Sabaha karşı sessiz ve iniltili bir sesle uyanır. İhtiyar sedir yanındaki genç sedirle konuşmaktadır. İhtiyar sedir, artık dayanamayacağını ve ayakta kalacak halinin kalmadığını söyler. Genç sedir, ‘o zaman neden direniyorsun, dün de aynı şeyleri söylüyordun.’ Der. İhtiyar sedir, ‘Evet’, der. ‘Fakat şimdi dibimde yorgun bir avcı uyuyor, o yüzden kendimi tuttum.’ der. Konuşmaya şahit olan avcı üzülür. Ağacı bir kaz kucaklar. Pek çok zor günde bu ağaca sığındığı hatırına gelir. Kendisini koruyup kollayan bu ağaca bird aha sarılır ve kenara çekilir. Ağaç, hafif bir iç geçirdikten sonar yere düşer.”

125

Özet

Mitleri inceleyen bir bilim olarak mitolojinin

tanınması eski olmakla beraber, Türk mitolojisi

kavram olarak çok yeni sayılır.

Türk mitolojisinin esasını “Kamlık” inancı

oluşturmaktadır. Kamlık, bir din olarak

tanımlanmamakta, bir yaşam tarzı olarak kabul

edilmektedir. Kamlık inancı içinde tanrı merkezli

din kırıntıları bulunmaktadır. Bununla beraber

esasen bir yaratıcı gücün, Gök Tanrı’nın her

şeyin hakimi olduğu, tabiatta bulun canlı ve

cansız bütün varlıkların iyilik ve kötülük

yapabilen güçlere sahip oldukları kabul

edilmektedir. Kamlık inancında törenleri yapan

kişiler “kam” olarak isimlendirilmektedir. Bu

isim eski Türk yazılı kaynaklarında da yer

almaktadır.

Türk mitolojisinde, etrafında olup bitenleri

anlamak için çevresini ve kendisini yakından

tanımak isteyen Türk’ün, gayretini görmekteyiz.

Tabiatta var olan canılarla kendilerini

özdeşleştirmeleri, ruhsal ilişki kurmaları ve

onlardan biri gibi davranış sergilemelerini

görmekteyiz.

Türk mitolojisinde; tanrılar, ruhlar, evrenin-

dünyanın yaratılışı, insanın yaratılışı, türeyişi, doğum ve ölüm âdetleri, çok karşılaşılan

hayvanlar ve kutlu ağaçları tanımış olduk.

Son zamanlarda Türk mitolojisi ile ilgili bir çok

makale ve kitap yayınlanmıştır. Bu yayınların

hemen çoğunun başvurduğu ilk kaynaklar

ortaktır. Bu kaynakların başında: W. Radloff, V.I.

Verbitskiy, A. V. Anohin, G. V. Ksenefontov, Z.

Gökalp, M. Eliade, B. Ögel, M. F. Köprülü, A.

İnan, İ. Kafesoğlu ve E. Esin gelmektedir.

Günümüzün bu konudaki araştırmacıları arasında

Y. Çoruhlu ve C. Beydili’yi görmekteyiz.

Türk mitolojisinin bütün yönlerini ayrıntılı olarak

incelemek, hiç şüphesiz çok kolay değildir.

Taşlar, kayalar, mezar anıtları, bengü taşlar ve

kitaplar gibi yazılı kaynakların yanı sıra Türk

halkının ezberinde, sözlü olarak yaşamaya devam

edenlerin de derlenmesi gerekmektedir. Bu

konudaki çalışmalar hızla sürmektedir. Biz de bu

bölümün yazımında mümkün olduğunca fazla

kaynak kullanmayı tercih ettik.

126

Kendimizi Sınayalım 1. Eski Türk kültüründe ruhlar ve insanlar arasında iletişim kurduğuna inanılan kişiye ne ad verilir?

a. Rahip

b. Kam

c. Haham

d. İmam

e. Papaz

2. Tabiattaki varlıkların ruhları olduğu şekindeki inaçlar hangi isimle tanımlanır?

a. Din

b. Tarikat

c. Kült

d. Mezhep

e. Ateizm

3. Aşağıdakilerden hangisi eski Türk Tanrılarından değildir?

a. Kayra Han

b. Ülgen

c. Ürüng Ayıı Toyon

d. Kök Tengri

e. Albıs

4. Aşağıdakilerden hangisi kötü ruhlardan biridir?

a. Umay Ana

b. Erlik

c. Yayık

d. Karluk

e. Suyla

5. “Doğum Tanrıçası”, “aile, evlilik ve neslin devamının koruyucu tanrısı” olan kutsal ruh hangisidir?

a. Umay Ana

b. Yayık

c. Erlik

d. Ülgen

e. Karluk

6. Türk mitolojisinde, ışıkları Tanrı’nın yeryüzüne inen nuru olarak kabul edilen varlık hangisidir?

a. Ay

b. Kutup Yıldızı

c. Güneş

d. Zühre

e. Çoban Yıldızı

7. Türklerde gezegen karşılığı kullanılan terim hangisidir?

a. Utarit

b. Ülker

c. Zühal

d. Müşteri

e. Bakır-Sokum

8. “Yukarda mavi gök, aşağıda yağız yer yaratıldıkta; ikisinin arasında insanoğlu yaratılmış” sözleri nerede yazılıdır?

a. Kül Tigin Anıtı

b. Tonyukuk Anıtı

c. Hoytu Tamir Anıtı

d. Bilge Kağan Anıtı

e. Oğuz Kağan Destanı

9. Evren-dünya yaratılmadan önce Tanrıyla beraber sular üzerinde uçan sonra kötü olan kimdir?

a. Oğuz Han

b. Erlik

c. Yayık

d. Mandı-Şire

e. Nama

10. Türklerin, Ergenekon, Türeyiş, Göç ve Oğuz Kağan destanlarının hayvan kahramanı hangisidir?

a. Arslan

b. Kartal

c. Boğa

d. Koç

e. Kurt

127

Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. b Yanıtınız yanlış ise “Eski Türk İnançları” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

2. c Yanıtınız yanlış ise “Eski Türk İnançları” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

3. e Yanıtınız yanlış ise “Tanrılar” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

4. b Yanıtınız yanlış ise “Ruhlar” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

5. a Yanıtınız yanlış ise “Koruyucu Ruhlar” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

6. c Yanıtınız yanlış ise “Dünyanın Yaratılışı” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

7. b Yanıtınız yanlış ise “Dünyanın Yaratılışı” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

8. a Yanıtınız yanlış ise “İnsanın Yaratılışı” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

9. b Yanıtınız yanlış ise “İnsanın Yaratılışı” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

10. e Yanıtınız yanlış ise “Türeyiş” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Destanların kahramanları olağanüstü güçlere

sahip insanlar veya hayvanlardır. Çoğunlukla

olayların geçtiği belli bir zaman ve belli bir

coğrafya bulunmaktadır. Sıra Sizde 2 Güneş tanrıları olarak, Hititlerde Ardini, Sumerlerde Utu, Mısırlılarda Ra, İnkalarda Inti, Yunanlılarda Helios ve Apollon bilinmektedir.

Yararlanılan Kaynaklar Anohin, A.V. (2006). Altay Şamanlığına Ait Materyaller (Çev. Z. Karadavut-J. Meyermanova), Konya: Kömen Yayınları.

Beydili, C. (2004). Türk Mitolojisi Ansiklopedik Sözlük (Çev. E. Eren), Ankara: Yurt Kitap-Yayın.

Çoruhlu, Y. (2010). Türk Mitolojisinin Anahatları, İstanbul: Kabalcı Yayınevi.

Divitçioğlu, S. (2000). Kök Türkler (Kut, Küç, Ülüg), İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Eliade, M. (1993), Mitlerin Özellikleri (Çev. S. Rifat), İstanbul: Simavi Yayınları.

Eliade, M. (1999). Şamanizm (Çev. İ. Birkan), Ankara: İmge Kitabevi.

Ergin, M. (1999), Dede Korkud Kitabı, İsatnbul: Boğaziçi Yayınları.

Ergun, P. (2004), Türk Kültüründe Ağaç Kültü, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları.

Işık, R. (2004), “Türklerde Ağaçla İlgili İnanışlar ve Bunlara Bağlı Kültler”, F.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, 9:2, s. 89-106.

İnan, A. (2006), Tarihte ve Bugün Şamanizm Materyaller ve Araştırmalar, Ankara: Türk Tarih Kurumu.

Kalafat, Y. (1990). Doğu Anadolu’da Eski Türk İnançlarının İzleri, Ankara: Türk Kültürü Araştırma Enstitüsü Yayınları.

Ksenefontov, G. V. (2011). Yakut Şamanlığı (Çev. A. Bağcı), Konya: Kömen Yayınları.

Küçük, S. (Yaz 2010), “Eski Türk Kültüründe Renk Kavramı”, Bilig, 54, s. 185-210.

Ocak, A. Y. (1983). Baktaşi Menâkıbnâmelerinde İslam Öncesi İnanç Motifleri, İstanbul: Enderun Kitabevi.

Orkun, H. N. (1994). Eski Türk Yazıtları, Ankara:Türk Dil Kurumu Yayınları.

Ögel, B. (2010). Türk Mitolojisi I, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.

Ögel, B. (2010). Türk Mitolojisi II, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.

Radloff, W. (1994). Sibirya’dan I-IV, İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları.

Roux, J. P. (1994). Türklerin ve Moğolların Eski Dini (Çev. A. Kazancıgil), İstanbul: İşaret Yayınları.

Roux, J. P. (2005). Orta Asya’da Kutsal Bitkiler ve Hayvanlar, (Çev. A. Kazancıgil), İstanbul: Kabalcı Yayınevi.

Roux, J. P. (2011). Eski Türk Mitolojisi (Çev. Y. S. Sağlam), Ankara: Bilge Su Yayıncılık.

128

Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra;

Hint kökenli dinleri tanımlayabilecek

Uzak Doğu kökenli dinleri tanımlayabilecek

Taoizm ve Şintoizm konularını açıklayabileceksiniz.

Anahtar Kavramlar Hinduizm Cayinizm

Sihizm Budizm

Konfüçyanizm Taoizm

Şintoizm

İçindekiler Giriş

Hint Kökenli Dinler

Uzak Doğu Kökenli Dinler

7

129

GİRİŞ Din insanla vardır. İnsanların iyi bir hayat sürmelerini amaçlar. Dinlerin kurucuları ve kutsal metinleri

vardır. Dinler, inanma duygusu üzerine kurulmuş ve insanların ihtiyaçlarına göre kurumsallaşmış sistemlerdir.

Yeryüzünde yaklaşık 6,5 milyar insanın hemen hepsi bir din mensubudur. Dinler Tarihi geçmişten

günümüze yeryüzünde yaşayan tüm insanların inandıkları dinleri inceleyen bir bilim dalıdır. Dinler Tarihi

araştırmalarında hiçbir inanç araştırma konusu dışında bırakılamaz. Günümüzde inananı bulunmayan

dinler de inceleme alanındadır.

Harita 7.1: Hint Yarımadasında mevcut dinlerin dağılım durumu

Dinler Tarihi araştırmalarını kolaylaştırmak için günümüzde yaşayan dinler değişik şekillerde tasnif

edilmiştir. Bu tasniflerin en çok benimseneni; dinlerin inanç yönünden gelişimini, birbirleriyle

etkileşimini, tarihsel değişimini ve sosyal yönlerinin anlaşılmasını kolaylaştıran coğrafi konumlarına göre

yapılan tasniftir.

Bu doğrultuda dinleri Hint ve Uzakdoğu Kökenli Dinler ile Ortadoğu Kökenli Dinler şeklinde iki

gurupta incelememiz, hemen hemen günümüzde yaşayan tüm dinleri araştırmamızı sağlayacaktır.

Hint ve Uzak Doğu Kökenli Dinler

130

HİNT KÖKENLİ DİNLER Hint Yarımadası coğrafi konumu gereği Asya, Afrika ve Uzakdoğu arasında yer almaktadır. Yaşayan

toplumların birbirleri ile olan ilişkilerini sürdürmelerinde daima kavşak konumunda bulunan, en eski

tarihi ve kültürel geçmişe sahip olan bölge halkı, birçok kültür ve medeniyetten etkilenmiş, zorlu coğrafi

şartlar inançlarının şekillenmesinde rol oynamıştır.

Bu ünitede Hint yarımadasında ve Uzakdoğu Asya’da ortaya çıkan dinler hakkında genel bilgiler

verilecektir. Hint kökenli dinler denilince: Hinduizm, Budizm, Sihizm ve Cayinizm anlatılacak, Uzak

doğu kökenli olarak ise Konfüçyanizm, Taoizm ve Şintoizm hakkında genel bilgiler verilecektir.

Hinduizm Kuruluşu ve Özellikler Hinduizm yaşayan dinler içerisinde en eski geçmişe sahip bir dindir. Günümüzde nüfusu 1 milyara yakın

olan bu dine inananların hemen hemen tamamı Hint Yarımadasında yaşamaktadırlar. Bu sebeple

Hinduizm Dinler tarihi içerisinde Milli Dinler arasında yer alır. Hinduizm adı batılı araştırmacılar

tarafından ‘Yerlilerin Dini’ anlamında kullanılmıştır. İslam Coğrafyasında bu dine din adamlarının

isimlerine atfen ‘Brahmanizm’ denilmiştir. Hinduizm’de Dharma denen bir kavram vardır. Dharma;

Kozmik düzen, kanun, şeriat, tutulan yol anlamlarına gelir. Hindular da bundan hareketle kendi dinlerine

‘Sanatana Dharma’, yani ‘Tanrı Brahma tarafından oluşturulan ebedi kozmik düzen’ derler.

Hinduizm’in ortaya çıkışı ile ilgili kesin bir tarih verilememekle birlikte Kutsal Kitapların oluşumuna

da paralel olarak Hinduizm’in tarihi süreçte geçirdiği evreleri beşe ayırabiliriz:

1. Vedalar dönemi : MÖ 2000 ile MÖ.500 arası. Bu dönemde Vedalar ve Upanişadlar tamamlandı.

2. Sutralar dönemi : MÖ ile MÖ.200 arası Kurbanların günlük yaşantıya ve kutsal metinlere girdiği dönem.

3. Destanlar dönemi : MÖ 200 ile MS.300 arası dönem. Ramayana, Mahabharata Destanları ile Manu kanunnameleri ile Bagavagita’nın yazıldığı dönem.

4. Puranalar dönemi : MS 300 ile 750 arası dönem. Hint düşüncesi üzerine yazıların oluştuğu dönem. Hinduizm bu dönemde yayılmaya başlamıştır.

5. Ortaçağ ve sonrası Hinduizm : 750 sonrası günümüze kadar Hinduizm’in Sistemleştiği, Hint felsefesinin köklü hale geldiği ve Hint kıtasında Hinduizm’in yerleştiği dönem.

Hinduizm vahiy kökenli bir dindir. Fakat bu vahiy anlayışı Ortadoğu kökenli dinlerdeki gibi Tanrı’nın

insanlara seçtiği peygamber vasıtasıyla bildirdiği hakikatler şeklinde değildir. Hinduizm’de Rişi denen

bir kavram vardır. Rişi (Peygamber)’ler İnsanın değişik evrelerden geçişi sonrası ulaştıkları bir makam

olup, kutsal metinleri en iyi anlayan ve aktaran konumundadırlar.

Hinduizm’de sosyal tabalaşmanın kazandığı bir dinsel yapı görülmektedir. Kast sistemi denilen bu

yapı kutsal kitapları Rig Veda’ya dayandırılan dini bir inançtır. Kast aynı kültürel seviyeye sahip,

meslekleri, örf adet ve gelenekleri ortak olan guruplara denilir. Hinduizm’de Kast’ı oluşturan guruplar bir

insanın uzuvlarına benzetilmekte, tüm kastların ise Tanrı’yı temsil ettiği düşünülmektedir.

Kast Sistemini oluşturan guruplar:

1. Brahminler: Din Adamlarının oluşturduğu Kasttır. Halka Kutsal metinlerin öğretilmesi ve bazı törenlerin icrasında görev alırlar.

2. Kşatriyalar: Yöneticiler, Prensler ve Askerlerin oluşturduğu Kast.

3. Vaisyalar: Tüccarlar, toprak sahipleri ve Çiftçilerin Kast’ı

4. Sudralar: İşçiler, Hizmetçiler ve Kölelerin Kast’ı

131

Kast dışında kalan ve toplumda bir görevi olmadığı düşünülen kişilere de Parya (dokunulmazlar)

denilmektedir. Kast sistemi ekonomik bir sınıflandırma ile karıştırılmamalıdır. Zira Sudra kastında olup

zengin olan birçok Hindu vardır. Kastlar arası bu dünyada geçiş yoktur. Kişinin bir üst kasta geçişi ancak

reenkarnasyonla (yeniden doğum ile) mümkündür. Farklı Kastlar arasında evlilik yapılamaz. Eğer bir

evlilik gerçekleşmişse doğan çocuk bu hayatında iki kast arasında olup, bir sonraki hayatında karmik

birikimine göre yeni bir kast’ta yer alır.

Hinduizm’in en önemli özelliklerinden birisi de Karma ve Tenasüh anlayışıdır. Hinduizm’de zaman

çizgisel değil döngüseldir. Bir Hindu doğum-yaşantı-ölüm çemberinde bir sonraki doğumunun daha üst

kastta gerçekleşmesi için mücadele eder. Buna ulaşmak, yaşantıda elde edilecek Karmik birikime

bağlıdır. Karma: yapılan işler sonucu elde edilen kazanım veya kayıplara verilen addır. Karmik birikim

ruhların bir sonraki hayatlarında daha üst veya alt kastlarda doğmasında etkindir. Buna da Tenasüh (Ruh

Göçü) denilmektedir.

Hinduizm’de İbadet ferdidir. Hintli, sabah şafaktan önce kalkar, yıkanır ve ibadetine hazırlanır.

Hinduizm’in besmelesi olarak ta ifade edilen ve Tanrı’yı hatırlatan ‘Om’ hecesini okuyarak işe başlar.

Tanrı'sının adını zikreder. Hindistan’da tapınaksız köy yoktur. İbadet evde tapınakta veya nehir kıyısında

gerçekleştirilir. Her Hindu’nun kendine ait bir tanrı heykeli vardır. İbadet bu heykelin önünde yapılır.

Evlerde Puja denilen ibadet odasında Tanrı heykellerinin konulduğu ve ibadetin gerçekleştirildiği köşeler

vardır. İbadete başlamadan önce heykelin temizliği yapılır. İbadet esnasında ise mantralar tekrarlanır. Bu

kelimelerin tekrarı ile oluşan titreşimler sayesinde Tanrı ile yakınlaşıldığı düşünülür.

Duaya başlamadan önce, Vedalar okunacağında, yemek veya herhangi bir şeye başlanılacağında

daima ‘Om’ söylenir. Sonra vedalardan en az üç kısa mantra okunur.

‘Om’ Hinduizm’de en Önemli mantradır.

Hinduizm’de Sabah, öğle ve akşam gerçekleşen günlük ibadetler dışında doğum, evlenme ve ölüm

anlarında gerçekleşen dinsel törenler de vardır. Ayrıca önemli ziyaret ve hac mekanları her hindunun

yerine getirmesi gereken dini sorumlulukları arasındadır.

Hinduizm’de Oruç halktan ziyade Brahmanlar sınıfının yaptığı bir ibadettir. Ay takvimine göre

gerçekleştirilen Oruç, her ayın başında ve ortasında tüm gün aç kalarak gerçekleştirilir.

Hinduizm’de sosyal tabalaşmanın kazandığı dinsel yapı nasıldır?

Tanrı Anlayışı Hinduizm’in Kutsal metinlerinden Rig Veda’da “Hakikatin Bir olduğu ve Tanrının farklı isimlerde

çağrıldığı” ndan bahsedilse de zamanla değişen Tanrı anlayışı birçok dinde görüldüğü gibi tek ve net bir

şekilde ifade edilmemiş, birçok Tanrı ismine yer verilmiştir. Bu sebeple Hinduizm politeist tanrı

anlayışına sahip bir dindir. Bunların içerisinden Tanrılar panteonunda en üst tabakada yer alanları:

Brahma (Yaratıcı Tanrı), Vişnu (Koruyucu Tanrı), Şiva (Yok edici, cezalandırıcı Tanrı), Agni (Ateş Tanrısı), Varuna (Kozmik düzeni sağlayan Tanrı), Soma (Ay Tanrısı), Surya (Güneş Tanrısı), İndra

(Savaş Tanrısı), Vayu (Rüzgar Tanrısı).

132

Kutsal Metinler Hinduizm’in Kutsal Metinleri Sanskritçe dili ile yazılmıştır. Birçok kutsal metin esas itibariyle ikiye ayrılır:

1. Şruti : Sanskritçede "işitilen şey" anlamına gelmektedir. Bu guruptaki metinlerin belli bir yazarı yoktur. Vahye ve ilhama dayalı metinlerdir. Kutsal kişilere (Rişiler) iletilen ilahi kayıtlar olduğuna inanılmaktadır. Vedalar, Vedalar üzerine yapılmış yorumları içeren Brahmanalar, Aranyakalar ve Upanişadlara Şruti’denir.

2. Smiriti : Halk arasında yaygın olarak anlatılan Dini Hikayeler, Atasözleri, Masallar ve Kahramanlık Destanlarından oluşan metinlerdir. Ramayana, Mahabharata, Bhagavad Gita, Puranalar’dır.

Hinduizm’de domuz eti yasaktır. Hinduizm’de İnek ve Ganj Nehri, kutsal kabul edilir. Ölen kişi yakılır ve külleri Ganj nehrine dökülür. Yüzyıl öncesine kadar kadın, ölen kocasıyla birlikte yakılırken, Şimdi bu âdet kaldırılmıştır.

Resim 7.1: Ganj nehrinde şafak ile beraber yapılan duadan bir kesit

Resim 7.2: Ganj nehrinde günde yaklaşık 200 ölü yakılır (http://pixabay.com/actions/get_image/?pk=372&t=1329231892&c=b31172f268044097b526)

133

Resim 7.3: Ganj nehrinde yakılmaya hazırlanan bir cenaze hazırlığı (http://pixabay.com/actions/get_image/?pk=372&t=1329231892&c=b31172f268044097b526)

Cayinizm Kuruluşu ve Özellikleri MÖ 6.yüzyılda ortaya çıkan bir dindir. Hinduizm’den çıkan onlarca mezhep içerisinden teşkilatlanarak din şeklini almıştır. Dünya nüfusunun yaklaşık % 0,1 inin inandığı Cayinizm, günümüzde Hindistan’ın Bihar eyaletinde yayılmış bir dindir.

MÖ 8. yüzyılda Hinduizm’e bağlı ve Kşatriya (Yönetici sınıfından) kastına mensup olan Parişva isimli bir şahsın aydınlanma sonrası ortaya koyduğu prensipleri Vardhamana Cinata geliştirmiş ve sistemleştirmiştir.

Harita 7.2: Cayinizm’in Dağılımı ve Günümüzde Bulunduğu Yerler

134

Haritalar ile ilgili daha ayrıntılı bilgi için Ahmet Aras’ın,“Dinler Coğrafyası” (2012) kitabını okuyabilirsiniz

Cina “Yenen, Galip gelen kahraman “ anlamındadır. Mahavira lakaplı Vardhamana Cinata MÖ 599-

527 yılları arasında yaşamıştır. Mahavira’nın Buda ile aynı çağda yaşamış ve birbirine çok yakın

düşünceler içermesinden dolayı Cayinizmi Budizm’in bir mezhebi gibi düşünenlerde vardır.

Cayinizm’in doktrininde hedef Hinduizm’deki reenkarnasyon (yeniden doğuş) anlayışından

kurtulmaktır. Bunun için zahidane yaşayış öne çıkarılmış, çilekeş bir hayat tarzı benimsenmiştir. Bu

doğrultuda Ahimsa denen ve herkesin ulaşmayı hedeflediği bir kavram gelişmiştir. Ahimsa: Tüm

canlılara karşı nazik davranılmasını ve şiddet uygulanmamasını benimseyen anlayıştır.

Cayinistler arasında aşırı zühtün prensip olarak benimsenmesi ve ahimsa anlayışı ile zirai faaliyetler

ve hayvancılık gelişmemiştir. Günümüzde Cayinistler genelde iş hayatında ve ticarette aktif ve

başarılıdırlar.

Cayinistler vejeteryandır. Bitkisel gıdalarla beslenerek et yemeyen bir toplumdur. Sarhoş edici

içkilerden uzak dururlar. İyi beslenme insanda dünyevi arzu ve istekleri artıracağı için, ayrıca hiçbir

canlıya şiddet uygulanamayacağı prensibi, yaşantılarını vejeteryan olarak şekillendirmelerine sebep

olmuştur.

Cayinizm’de iki mezhep ortaya çıkmıştır. Svetambaras ve Digambaras’lar. Her iki mezhebin de hedefi

yeniden doğuş çarkından kurtulmaktır. Bu durum ya her şeyin terk edilmesi ile elde edilecek veya

toplumsal yaşantı içerisinde zahidane yaşantıyla. Svetambaras’lar; ‘Beyaz giyinenler’ demektir. Din

adamlarının ve bu yolda eğitim alan öğrencilerin çoğunluğu oluşturduğu, toplumsal hayata ve iş dünyasına uyum sağlamış Cayinistler bu gurubu oluşturur. Bir Cayinist içtiği suyu ve havayı süzerek alır.

Ağızları kapalı, beyaz elbiseleri, ellerinde bir baston ve sadaka tası klasik giyim tarzlarını oluşturur.

Digambaras’lar ise her şeyi terk etme anlayışı ile çıplak yaşamı benimseyenlerdir. ‘Hava giyinenler’

olarak da isimlendirilirler. Günümüzde artık bunlar da belden aşağısını örtmektedir. Günde bir kere

yemek yerler ve çoğu zamanlarını tefekkürle geçirirler.

Her iki mezhepte din adamları ve keşişlerin kadınlarla ilişki kurmaları yasaklanmıştır. Cayinizm’de

kadınların da kurtuluşa erebileceği kabul edilmiş fakat dini hiyerarşide onlara yer verilmemiştir.

Bir Cayinist’in hedefi karma ve tenasühten kurtulup, nirvanaya ulaşmaktır. Bu da beş temel ahlaki

kurala uymakla mümkündür:

a. Öldürmemek

b. Çalmamak

c. Az mala sahip olmak

d. Yalan söylememek

e. Ailevi ilişkilerden uzak durmak

Bunların yanında bir Cayinist için Mahavira, her zaman örnek alınması gereken bir şahıstır. Manastır

yaşantısı ve kurallarını Mahavira’nın koyduğu söylenilir. Cayinist bir keşişin Burada günlük yaşamı,

Yoga ve meditasyonla, oruç tutmakla, günahı için tövbe etmekle, hizmet etme anlayışı ile çalışmakla,

mütevazi bir şekilde geçer.

Cayinizm’in sembolü ortasında tekerlekle tasvir edilen Ahimsa’yı temsil eden el’dir. Cayinist

mabetlerde bol miktarda Tanrı heykelleri vardır. Mabet girişinde İbadet günün belirli zamanlarında tüm

Cayinistler tarafından gerçekleştirilir. İbadet esnasında Mahavira ve ondan önceki 24 tane olduğu

söylenilen Tirthankaralar (Aydınlanmayı elde eden kişiler, bir tür azizler) üzerine ilahiler söylerler,

tövbede bulunurlar ve belirli hareketlerle, tefekkürle geçirirler.

135

Cayinizm’in Hinduizm’de karşı çıktığı hususlar nelerdir?

Tanrı Anlayışı Mahavira’nın Buda gibi tanrı konusunda açık ve net bir tavır koymadığını görüyoruz. Hinduizm’deki gibi

politeist bir anlayışı ikinci derecede önemli tanrılar olarak kendini gösterir. Tanrı evrenin yaratıcısı olarak

kabul edilir. Tanrısal varlıklar ölümsüz değildir. Görev ve sorumluluk alanları ile de bağlantılı olarak

göklerin tabakalarında yer almışlardır. Reenkarnasyon inancının görüntüsüne Tanrılar âleminde de

rastlanır. Tanrılar âleminin en üstünde döngüden kurtulmuşların oturduğu bir yer olduğu düşünülür. Bu

makam artık dünyaya gelmeyeceklerin ikametgâhıdır.

Kutsal Metinler

Mahavira’nın verdiği vaazlar başlangıçta sözlü olarak anlatılırken MÖ 300 yıllarında Pataliputra’da

gerçekleşen ilk konsilde vaazlarda verilen bilgilerin kaybolmakta olduğu ve bir araya getirilmesi

düşünülmüştür. Ancak MS 500’lerde Svetambaras mezhebine bağlı olanların gerçekleştirdikleri Vallabhi

konsilinde ‘Agama ve Sidhanta’ adı ile 45 bölümden oluşan kitaplar tamamlanmıştır. Cayinizm’in

doktrininin yer aldığı bu kitaplarda aynı zamanda ibadetin nasıl yapılacağına, Tirthankaralara övgülere,

Cayinistlerin ve keşişlerin uyacağı esaslara ve münzevi yaşantının özelliklerine yer verilmiştir.

Cayinizm’in sembolü ortasında tekerlekle tasvir edilen El’dir.

Resim 7.4:Bir Cayinist içtiği suyu ve havayı süzerek alır (http://historyfacebook.wikispaces.com/The+Jainists)

136

Sihizm Kuruluşu ve Özellikleri Hindistan’da 16. yüzyılda ortaya çıkan Sihizm, Hinduizm ile İslam inancının karışımı ile oluşmuş bir

dindir. Hint kökenli Milli Dinler arasında yer alır. Kurucusu Guru Nanak’tır (1469-1539). Büyük

çoğunluğu Hindistan 'ın kuzeyindeki Pencap bölgesinde Amritsar şehrinde yaşayan Sihlerin nüfusu

yaklaşık 25 milyon civarındadır. Günümüzde Hint dini ve siyasi hayatında önemli bir yer tutmaktadırlar.

Guru Nanak, Kşatriya kastına mensup bir ailede doğmuştur. Fakat fakirlik sebebiyle memleketini terk

etmiş Müslüman bir tüccarın yanında uzun yıllar hizmet etmiştir. Çevresindekileri verdiği vaazlarla

etkileyen Nanak, bir süre sonra batı Hindistan’da, İran, Irak ve Mekke’de tanınan bir kişi olmuştur.

Nanak “Tanrı’nın Birliği” ve “İnsanın Kurtuluşu” na önem vermiştir. O’na göre İnsanın kurtuluşu bu

dünya ve değerlerine bağlı olmamaktan, onun kölesi gibi davranmamaktan geçer. Kurtuluşu arayan kimse

dindarlık disiplinine uymak zorundadır. Kurtuluş disiplini demek mabette ibadet veya hac gibi görünen

davranışlar değildir. İnsanın Tanrısal hakikati benliğinde hissetmesi O’nu elde etmesi, bir anlamda Tanrı

ile bütünleşmesi gerekir.

Sihizm, Hinduizm’in gelenek ve göreneklerine, inanç haline gelmiş kültürel birikimine karşı çıkmıştır. Ayrıca Kast sisteminin ve çok Tanrılı bir hayatın karşısında yer almıştır.

Tanrı Anlayışı ve İnsan

Sih Tanrı anlayışı ile İslam’ın Tanrı anlayışı arasında paralellik vardır. Bunun sebebi Hinduizme inanan

yerli halkın Müslümanlar tarafından idare edildiği dönemlerde İslam kültür ve anlayışının Sihizmin

yayıldığı bölge halkının yaşantısında derin izler bırakmış olmasındandır.

Sihizm her yerde, her zaman var olan ve sonsuz özelliklere sahip tek bir Tanrı'ya inanç üzerine

kuruludur, bunu savunur. Putlara ve aracı Tanrılara karşıdır. Sihler Tanrı'nın bir olduğuna, kurtuluşu arzu

eden insanın samimi ilişkiler kurabileceği aşkın bir yaratık olduğuna inanırlar. Hinduizm’deki gibi

Tanrı’nın insan şekline girebileceğini düşünmezler ve Tanrı'ya herhangi bir cinsiyet atfetmezler. İnsan bu

ölümlü haliyle Tanrı’yı kavrayacak güce sahip değildir. Tanrı beş duyu ile kavranabilecek bir varlık

değildir. O, varlığının bilinmesi için insana akıl ve anlayabilme kabiliyeti vermiştir. Tanrı her yerde hazır

ve nazırdır. Tanrı’nın her şeyin yaratıcısı olduğuna inandıkları için günlük yaşantıda sadece O’na kulluk

ve ibadet etmek ön plandadır. İbadetin şekli yoktur. Amritsar’daki Altın Tapınak ibadet merkezleridir.

Orada Sihizm’in sembolü olan kutsal kitapları Adi Grant ve kılıç bulunur. Bir Sih ibadet etmeden önce

mabetteki havuzda abdeste benzer temizliğini yapar ve İbadet esnasında da Adi Grant’dan bölümler okur,

daima Tanrı adını zikreder.

Sihlere göre Tanrı katında tüm insanlar eşittir, kast, ırk, sınıf, cinsel seçim veya cinsiyet ayrımı

yapılamaz, herkesin yaşama hakkı vardır, yeryüzündeki tüm varlıklar Tanrı'nın ruhuna sahiptir, bu

nedenle saygı görmelidir. Sihler aile yaşantısını önemserler. Ölülerini Hinduizm’deki gibi yakarlar. Adi

Grant’da her Sih’in kazancının %10'unu diğer insanlara yardıma ayırması, zamanının da %10'unu

Tanrı’ya hizmet ederek geçirmesi tavsiye edilir. Maddi şeylerin biriktirilmesi, bunlara aşırı bağlılık

gösterilmesi anlamsızdır. Hintli keşişler gibi münzevi yaşam uygun görülmemiştir. Uyuşturucu, Alkol ve

tütün gibi sarhoşluk veren şeyler yasaktır.

Sihler şekli olarak iki mezhebe ayrılırlar. Nanak’a tabi olanlar saçlarını traş ederler, Khalsa’ya tabi

olanlar ise saç kesmez ve türban takarlar.

Kutsal Metinler Guru Nanak’ın ölümünden sonra onun sadık öğrencilerinden Guru Angad tarafından Nanak’ın hayatının

anlatıldığı metinler, verdiği vaazlar, Angad döneminde önde gelen öğrencilerinin anlatımları

toparlanmıştır. Adi Grant sadece bir kitap değil, bir Sih için hayatın özünün, hakikatin kavrandığı tek

kaynaktır. Günlük ibadet Adi Grant’dan pasajlar okumak ve dua etmekten ibarettir.

137

Resim 7.5: Sihizm’in Kutsal Mekanı Altın Tapınak’ın Havuzunda İbadet Öncesi Abdest Alan Bir Sih (http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/4/41/Sikh_pilgrim_at_the_Golden_Temple_%28Harmandir_Sahib%29_

in_Amritsar%2C_India.jpg

Hinduizm,Budizm ve Cayinizm konusunu ayrıntılı öğrenmek için Ali İhsan Yitik’in İzmir İlahiyat Vakfı tarafından basılmış olan “Hint Dinleri” (2005) kitabını okuyabilirsiniz.

Budizm Kuruluşu ve Özellikleri Budizm, MÖ 6. yüzyılda yaşayan Sidharta Gautama tarafından Hindistan’ın kuzey kesiminde, Kapilavastu şehrinde kurulmuş ve oradan yayılmış olan bir dindir. Günümüzde Budizm’in Uzakdoğu’da, Orta Asya’da, Japonya, Çin, Moğolistan başta olmak üzere 600 milyon inananı bulunmaktadır.

Budizm Hinduizm’deki kast sistemine karşı çıkmış ve kişinin kurtuluşa ulaşması için ruh döngüsünün kırılması felsefesini işlemiştir. Bu sebeple inananların büyük çoğunluğu Hindistan dışındandır.

Sidharta Gautama bir kral çocuğudur. İyi bir eğitim almıştır. Evli ve rahat bir hayatı varken yirmi dokuz yaşında saray dışı hayatı fark etmiş, hastalık, fakirlik, yaşlılık ve ölümü tanımıştır. Sidharta insanı kurtuluşa ulaştıracak yaşamın, zenginlik, arzu ve istekler olmadığını düşünmüş, hakikati tanımak, hayatın, ölümün, evrensel acı ve ızdırabın sebeplerini anlamak için her şeyi terk etmiş, uzun süre münzevi bir hayat yaşamıştır.

Sidharta Gautama’nın Buda lakabını alışı aydınlanma olayı sonrasıdır. “Buda” uyanmış, idrak etmiş, hakikati fark etmiş, bilinçlenmiş anlamındadır. Bir gün Neranjara nehri yakınında Bodh-Gaya denilen yerde bir incir ağacı altında otururken, otuz beş yaşında Sidharta’nın aydınlandığı ve Buda olduğuna inanılır. Sidharta Gautama Buda, o günden itibaren toplumu vaazları ile aydınlatma görevine başlamıştır.

Buda, Hinduizm’in kast sistemine karşı çıkmış, Brahmanların Hinduizm’i şekilci bir din haline sokmalarını yanlış bulduğunu, insanın kurtuluşu elde edebilmesi için ruh döngüsünü kırması gerektiği vurgulamıştır. Kurtuluş Nirvana’ya ulaşmakla mümkündür. Nirvana Budizm’in hedefi, en temel kavramı ve diğer inançlardan farklılığını oluşturan bir terimdir. Nirvana, dünyaya meyletmeyen, arzu ve isteklerini dizginleyen, acı ve ızdırablara tahammül eden, hakikat bilgisini kavrayan kişilerin ulaşacakları zirvedir. Nirvana’ya ulaşmak için arzu ve ihtirası yok etmek, kötü huy ve davranışları bırakmak, hakikati kavrayacak olgunluğa ulaşmak gerekir. Kişi Nirvana’ya ulaşınca tenasüh denilen ruh göçünden, hayatın sonsuz tekrarlanan döngüsünden kurtulacaktır.

138

Harita 7.3: Budizm’in Günümüzde Dağılımı

Nirvana’ya ulaşmanın yolu dünyayı terk etmekten, ruhsal arınma ve temizlenme egzersizlerinden, murakabe tekniğinden geçmektedir. Bu aşamada yoga ve meditasyon Budizm’de uygulanan tekniklerdendir. Yoga: Pratikte zihin ve beden bilimidir. Beden ve zihnin doğal dengesini sağlaması hedeflenir. Burada amaç Hakikatin kavranılması, benliğin tanınması ve huzura kavuşmasıdır. Meditasyon ise birçok kültürde ve dinde uygulanan manevi bir arınma tekniğidir. Meditasyon, kişinin iç huzuru, sükûneti, değişik şuur hallerini elde etmesini sağlayan, zihnin denetleme teknikleri ve deneyimlerine verilen addır.

Budizm’de önemli kavramlardan biri bir diğeri Sanga’dır. Sanga; Budist inananlar topluluğunun tümünün anlatımı için kullanılan bir ifadedir. İslam’daki ümmet kavramı ile eşdeğer görebileceğimiz bu terim Budizm’de iman ilkesi içerisinde de yerini bulmuştur. Bu ilke “Buda’ya sığınırım, Sanga’ya sığınırım, Darma’ya sığınırım” dır. Buradaki Darma, Hinduizm’deki gibi Budizm’in de benimsediği ve kanun, din, nizam, gidilen yol anlamlarında kullanılan bir terimdir.

Bir Budist dört hakikat önemlidir. Bu dünya hayatında Izdırabın ne olduğunun, Izdırabın kaynağının, ızdıraba götüren yolların ve ızdırabın nasıl kaldırılacağının bilinmesi gerekir. Izdırabın kaldırılması arzu ve isteklerin yok edilmesi ile mümkündür. Bu da sekiz kutsal yolun uygulanması ile elde edilecektir: Doğru iman, Doğru düşünce, Doğru konuşma, Doğru davranış, Doğru gayret, Doğru iş, Doğru karar, Doğru tefekkür.

Budizm’de ibadet mezheplerin yorumlarına göre farklılıklar gösterir. Bazısı sadece meditasyonu ve derin düşünceyi ibadet için yeterli görürken, bazıları günlük yaşamdaki her eylemin ibadet sayılması üzerine yorumlar geliştirmiştir. İbadet genel olarak ferdidir. Secdeye kapanarak gerçekleştirilir. Her Budist kendi usulüne göre evinde ibadetini yapar. Budist mabetlerine Pagoda denilir. Vihara ise daha büyük yapılara verilen isimdir. Buda’dan çok sonraları, içinde ibadethanenin, misafirhanenin, toplantı salonlarının bulunduğu bir tür külliye görevi olan viharalarda da toplu ibadetler gerçekleştirilmektedir. Budist din adamları ve keşişler kutsal metinlerden pasajlar okur ve tefekkürle ibadet tamamlanır. Budistler ayrıca ibadet amaçlı Mabet koridorlarında bulunan, üzerinde kutsal metinleri pitakalardan cümlelerin yazılı olduğu büyük dua tekerleri veya elerinde küçük dua çarklarını daima çevirirler.

139

Buda’dan sonra ortaya çıkan iki büyük yorum iki yaygın mezhebin doğuşuna sebep olmuştur. Güney

Budizm’i olarak ta isimlendirilen ve ferdi kurtuluşu ön plana çıkaran Srilanka, Birmanya, Laos, Tayland

ve Vietnam çevresi Budizm’e Hinayana Budizm’i denir. Kuzey Budizm’i de denilen ve toplu kurtuluşu

benimseyen, Tibet, Çin, Japonya ve Kore çevrelerinde yaygın olan Budizm’e ise Mahayana Budizm’i denir.

Budizm’deki Nirvana anlayışını açıklayın.

Tanrı Anlayışı Budizm,Tanrı konusunda açık ve net ifadeler kullanmamaktadır. Tanrı konusundaki bu ilgisizlik

sebebiyle Dinler Tarihinde zaman zaman felsefi bir hareket olduğu yönünde tartışmalara da rastlanır.

Fakat Sidharta Gautama Buda’nın Tanrıyı reddeden bir anlayışa sahip olduğunu düşünmek yanlıştır. Budizm temelde insanın acı ve ızdıraplardan kurtulmasını ve nirvana’ya ulaşmasını hedeflemiştir. Buda,

Hinduizm’deki gibi antropomorfist tanrı anlayışına ve tanrısal figürlere, şekillere ve heykellere karşı çıkmış ve sağlığında bunların mabede konulmasını yasaklamıştır. Fakat sonraki dönemlerde Buda’nın

heykelleri mabette yer almış ve Tanrıya ulaşmak için aracı tanrılar olarak kullanılmaya başlanılmıştır.

Kutsal Metinler

Buda, vaazları ile gittiği yerlerde doktrinini halka açıklarken bu anlatımlar yazıya geçirilmemişti. Yaklaşık dört asır boyunca sözlü olarak aktarılan Budizm’in Seylan’da Pali dili ile MÖ 1. yüzyılda

tripitaka (üç sepet) adıyla kitaplaştığını biliyoruz. Bu üç sepet:

1. Vinaya Pitaka : Budist cemaatin (Sanga) mabette ve günlük yaşantılarında neler yapmaları gerektiği üzerine kuralların anlatıldığı disiplinler sepetidir.

2. Sutta- Pitaka : Buda’nın konuşmaları, nasihatleri ve müritlerinin aktarımlarından oluşan öğretiler sepeti.

3. Abhidamma Pitaka: Budizm’in doktrininin, Felsefi düşüncesinin temellerinin açıklandığı, doktrinler sepetidir.

Resim 7.6: Buda’nın meditasyon halinde iken bağdaş kurmuş heykeli (http://html.rincondelvago.com/budismo_25.html)

(http://anuradhagoyal.blogspot.com/2011/04/magical-mumbai-iv-global-vipassana.html)

140

Resim 7.7: Tibet Dalaylama Tapınağında secde halinde bir Budist

(http://everydayexilephotojournalism.blogspot.com/)

Budizm’de ibadetin şeklen benzerliğini diğer dinlerle karşılaştıralım.

UZAK DOĞU KÖKENLI DİNLER Konfüçyanizm Kuruluşu ve Özellikleri MÖ 6. yüzyılda Çinli bir filozof Konfüçyüs (Kung Fu Tzu) (MÖ 551-479) tarafından kurulmuş bir dindir. Çin milli dinleri arasındadır. Çin, Kore, Japonya ve Vietnam bölgesinde insanlar tek bir inanca inanmamaktadırlar. Günlük yaşantısında Konfüçyanist uygulamalara yer verirken, düğün veya cenaze gibi durumlarda Taoist veya Budist inanç ve uygulamaları devreye girmektedir. Bu herkesin normal karşıladığı bir durumdur. Bu sebeple bölgede var olan inançların inananlarını net bir şekilde tespiti mümkün olmamaktadır.

Tarihsel geçmişi ve kültürel birikimi en zengin olan toplumlardan birisi olmasına rağmen Çin, Konfüçyüs’ün ortaya çıktığı dönemlerde sosyal ve kültürel sıkıntılar içerisindedir. Çinli filozof, bu sıkıntılara çözüm arayışını geçmişte olduğu gibi atalara saygının hakim olduğu, geleneğin ön plana çıkarıldığı bir yaşamın kurulması gerektiği düşüncesi ile ilkelerini ve felsefesini yönetime ve topluma aktarmış, bu ilkeler zamanla din halini almıştır.

Konfüçyüs, Çin’in Lu eyaletinde, soylu bir ailede dünyaya gelmiştir. Ondokuz yaşında evlenmiş, bir kızı ve birde oğlu vardır. Konfüçyüs çocukluğundan itibaren iyi bir eğitim almış, mabetlerin kütüphanelerinde ve daha sonraları da arşivlerde çalışmış, Çin tarihi ve geleneğine hakim bir kişidir. Yirmi yaşından itibaren ders vermeye başlamış, şöhreti kısa sürede yayılmıştır. O’nun bu başarısının temelinde yatan eskilerin hikmetini yeniden yorumlamak ve bunu öğretme çabası yatmaktadır.

Konfüçyanizm’de aile ve akrabalık bağları son derece önemlidir. Ahlaki anlayışın anlatımı yöneticiler için idare sanatı, soylular için siyasi ahlak, halk içinse geleneğe bağlılık şeklinde ifade edilmektedir. Bu ahlaki sistem milleti siyasi otoritenin kontrolünde huzura kavuşturmak için kurulmuştur.

Konfüçyüs’e göre mükemmel erdeme ulaşabilmenin yolu; Ağırbaşlı olmak, samimi olmak, cömert olmak, doğruluk ve nezaketten geçer.

Konfüçyüs insanın düzenli bir hayat sürdürebilmesi için yaşantısının her aşamasında ifrat ve tefritten uzak, orta yolu tutması gerektiğini, iyiliğin iyilikle, kötülüğün ise adaletle karşılık bulması gerektiğini

141

söylemiştir. Adaletin gerçekleşmesinde amirlere büyük görev düşmektedir. Amirlerin uyması gereken husus halkın güvenini kazanmasıdır. Ülkesini ahlaki erdemlerle yöneten amir, halkını doğruya iletecektir.

Tanrı Anlayışı: Konfüçyanizm Çin kültür ve tarihine ait inanç ve ibadetler birliğidir. Çin tarihinde yüce tanrı olarak

“Tien” adı verilen ve Göğün efendisi olarak ifade edilen “Gök Tanrı” anlayışı yaygındır. O’nun altında

görülmeyen varlıklar dünyası, cinler, periler ve en altta ataların ruhları bulunur.

“Tien” evreni ve insanlığı yarattıktan sonra kenara çekilmiş bir tanrı değil, insanın kaderi ile ilgilenen,

onun mutluluğunu isteyen bir tanrıdır. Konfüçyüs ‘içimdeki erdemi gök üretti’ der. Bu söz Konfüçyüs’ün

“Tien” tarafından görevlendirildiğinin ifadesidir.

http://beijingconfuciustemple.com/wp-content/uploads/2011/06/6-21.jpg)

Kutsal Metinler:

Konfüçyüs dini konulara pek değinmemiş, genelde “atalar kültü” ne dayalı Çin inanç ve davranışlarını

yeniden yaşanılır hale getirmek için arşivlerde karşılaştığı eski Çin metinlerini revize etmiş ve bunları da

öğrencilerine sözlü olarak aktarmıştır. Ölümünden sonra bu konuşmalar öğrencileri tarafından yazıya

geçirilmiştir.

Konfüçyanizm’in kutsal metinleri iki guruptur. Bunlar “Beş Klasik” ve “Dört Kitap” tır.

Beş Klasik: 1- Tarih Kitabı : Çin Tarihine ait bilgiler bulunur.

2- Değişiklikler Kitabı: Mistik ve metafizik olaylar aktarılır.

3- Şiirler Kitabı: 305 tane şiirsel anlatımın bulunduğu bölüm.

4- Törenler Kitabı : İbadetler, ayinler ve törenler hakkında bilgi verilir.

5- Güz ve Bahar Kitabı : İlkbahar ve Sonbaharla ilgili olaylar anlatılır.

Dört Kitap: 1- Konfüçyüs’ün vaazları.

2- Mensiyüs’ün sözleri : Öğrencisi Mensiyüs’ün anlatımlarını içerir.

3- Orta yol doktrini : Her konuda aşırılıktan kaçınma yolları anlatılır.

4- Büyük Bilgi : Hakikati kavrama için hazırlanan rehber.

(http://vashtijoseph.files.wordpress.com/2008/04/cao-dai-temple-vietnam-25.jpg)

Taoizm Kuruluşu ve Özellikleri

Taoizm tabiatla ilgili çok güçlü eğilimlere sahip Çinli münzeviler arasında gelişen inançlar ve

uygulamalara verilen bir isimdir. Çin dinleri arasında yer alır. Kurucusu MÖ 6. yüzyılda yaşayan ve uzun

süre sarayda arşiv memurluğu yapan Lao-Tzu’dur. Çin, Japonya, Kore ve Güneydoğu Asya civarlarında

yaygın olan Taoizm’in dünya nüfusundaki yeri % 0,1 civarındadır.

Taoizm’in kökenleri kehanet ve tabiat ruhlarına, ibadetleri ise eski Çin kültür ve mirasındaki dinsel

uygulamalara dayanır. Taoizm’in dünya görüşü Çin’de yaygın olan Yin ve Yang anlayışı üzerine

şekillenmiştir. Yin ve Yang dünyada bugün var olan gelmiş geçmiş tüm bilgi kaynaklarının temelinde

görünebilen, karşıt kutupları ve bu kutupların birbiriyle olabilecek her türlü ilişkisini ortaya koymaya

çalışır.

142

Taoizm’de hayatın gayesi sükûnettir. “Wu-vey” denen bu prensipte, İnsan harekete geçmeden önce sakin olmalı, hiçbir şey söylemeden dengeyi kavramalıdır. Tabiat kanunları her zaman mükemmeldir ve tabiat da daima güzeldir. İnsan tabiatın sesine kulak vermelidir. Yoksa bu kanunlara müdahale ederek bu güzellikleri icraatlarıyla değiştirmemelidir.

Lao-Tzu’ya göre dünyadaki tüm fenalıklar, ihtiraslar, karışıklıklar hep öğrenilen şeylerden kaynaklanmaktadır. İnsan kendini dinleyerek kendi kalbini okuma yolunu bulmalıdır. Ancak o zaman hakikat kavranır ve ezeli erdem kazanılır.

Taoizm’de ruh ölümsüzdür. İyiliklerle dolu bir yaşam sürenlerin Tao ile beraber olacağına inanılır. Örnek insan; iyi, merhametli, sadık, dürüst ve mütevazı olmalıdır

Tanrı Anlayışı Taoizm’de panteist bir tanrı anlayışı karşımıza çıkar. Lao-Tzu’ya göre yeryüzündeki her şey hatta evren Tanrı’nın bir parçası olarak düşünülmektedir. Tanrı her şeydir ve her şey Tanrı’dır. Tanrı insanın dünyasında, nesnelerde ve tabiatta her yerde varlığını gösterir. Lao-Tzu’nun, Tao olarak isimlendirdiği Tanrı görülmez, işitilmez ve kavranılmaz. O, ezeli ve ebedidir. O, her şeyin kaynağıdır, her şeyi yaratan ve besleyendir. O’nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur.

Taoist ahlak anlayışının temeli mistiktir. Dünyaya meyle karşı çıkan zahidane yaşayış ön plandadır. İnsanın vazifesi her şeyin kaynağı ve yaratıcısı olan Tao’yu övmesi ve yüceltmesidir. Lao-Tzu sağlığında Tao’dan Bir, Bir’den iki (Yin ve Yang), ikiden üç (Yin,Yang ve Nefes), üçten de evrenin yaratıldığını ifade etmiştir. Fakat daha sonraları Budizm’in de etkisi ile evrenin tanrılarla dolu olduğu anlayışı gelişmiştir.

Kutsal Metinler

Lao-Tzu, seçilen ve gidilen “yol” anlamına gelen “Tao” kavramı üzerine düşüncelerini, Çin’in geçmiş kültürel birikiminden de istifade ederek kitabı “Tao-te-King” de toplamış bu kitap daha sonra talebesi Chuang-Tzu’nun da ilaveleri ile Taoist doktrini barındıran kutsal kitap olarak kabul görmüştür.

Tao-te-King, Tao ve te hakkında seksen bir bölümün bulunduğu bir kitaptır. Kitap Tao dışında felsefi ve metafizik konuları anlatırken oldukça mistik bir dil kullanmıştır. Bu sebeple Taoist olmayanların anlamasının zorluğu sıklıkla ifade edilir.

Yin ve Yang’ın ifadesi aynı zamanda Taoizm’in sembolüdür.

Resim 7.8 : Lao-tzu'nun Quanzhou'daki heykeli (http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/d/dd/Statue_of_Lao_Tzu_in_Quanzhou.jpg)

143

Resim 7.9 : Taoist din adamları ibadet anında

Çin Dinlerinin özellikleri nelerdir?

Şintoizm Kuruluşu ve Özellikleri Şintoizm Japon milli dinidir. Şinto kelimesi “Tanrıların yolu” demektir. Japonlar’ın en eski dönemlerden

itibaren sahip oldukları inançlarının reforme edilmesi ile ortaya çıkan bir dindir. Şintoizm diğer inançlara

karşı müsamahalı olduğu için Japon halkı Şintoizm yanında Budizm ve Taoizm’e de bağlı bir yaşam

sürmektedir.

Şintoizm kurucusu olmayan bir dindir. Üç dönemde incelenir. Bu dönemler;

1. En eski dönemlerden Budizm 'in Japonya'ya girişine kadarki dönem (MS 552).

2. Budizm, Şintoizm mücadelesinin arttığı 9.yüzyıla kadarki dönem.

3. Şintoizm'le Budizm'in birbirinden ayrıldığı, 12-19. yüzyıllar arası dönem.

Şintoizm’de geleneksel animist anlayışın tesiri ile ruhlar büyük bir öneme sahiptir. Ruhlar “kami”

olarak ifade edilir. Kami, insanın kavrayabileceği en üstün varlık demektir. Ruh insanın ölümünden sonra

yaşantısını devam ettirir. Ata ruhları yakınlarını kollama ve gözetmeye devam ederler. Ölen herkes kami

olur. Fakat her ruh tanrı olamaz. En büyük tanrı Güneş Tanrıçası Amaterasu’dur. Bu sebeple Güneşin

doğuşunu izlemek bir Şintoist’in en önemli dini görevidir.

Şintoistler için temizlik çok önemlidir. İbadet öncesi evde veya mabette her Şintoist önce temizlik

yapar, sonra özenle süslenmiş ev mihrabında veya mabette işine başlamadan önce duasını yaparak günlük

meşguliyetine geçer. Japonya’da yüz bin kadar mabet olduğu söylenir. Mabette ibadet din görevlilerinin

gözetiminde gerçekleştirilir. Din görevlisine kannuşi denir. Kannuşi’ler özel okullarda yetiştirilirler. Din

görevlilerinin evlenmesinde bir sakınca yoktur. Dinî ayin dışında sivil giyinirler. Günlük hayatlarında

mabetteki görevlerinin yanında öğretmenlik, memurluk gibi işlerde çalışırlar.

Günümüzde Japonya’da Şintoizm’den çıkmış birçok mezhep vardır. Bunlar eğitim, sağlık ve sosyal

yardım konularında devletin de desteklediği hareketlerdir. Önde gelenleri Tenrikyo ve Konkokyo

mezhepleridir.

144

Tanrı Anlayışı Şintoizm’de “Kami” kelimesi Tanrı ve ruhlar için kullanılır. Japonya’da tanrıların sayısı milyonlarla ifade

edilir. Dağ, ırmak, ağaç, gök gürültüsü, rüzgar ve ateş ilahları olduğu gibi her çeşit meslek sahibinin de

ilahı vardır. Hemen her nesne bir ilaha bağlanmıştır. Bu yönüyle Tanrı anlayışında politeizm hakimdir.

Japonya’da sekiz milyon tanrının varlığından söz edilir. Bunların en büyüğü Güneş Tanrıçası

Amaterasu’dur. Sembolü Aynadır. İmparator da Güneş Tanrıçasının oğlu, dünyanın ilahıdır.

Japonya’da Politeizm yanında geleneksel inançların tesir ettiği animist tanrı inancı da kendini gösterir.

Şintoizm’de dünya gök, yer ve yer altı olmak üzere üç tabakadan meydana gelmiştir. Tanrılar bu

tabakalardan gök ve yerde bulunurken yer altında ölüler ve devlerin bulunduğuna inanılır. Şintoistlere

göre Japonya’daki adalar Tanrıların evliliği ile oluşmuştur.

Kutsal Metinler

Şintoizm 'in kutsal metinleri ikidir:

1. Kojiki : Dünyanın yaratılışından 628 yılına kadarki Japonya’nın tarihinin anlatıldığı eser sözlü aktarılırken 712 yılında yazıya geçirilmiştir. Üç cilttir.

2. Nihongi : Bir nevi Kojiki'nin yorumudur. En eski tarihli resmi metin özelliğine sahiptir. Japonya’nın resmi tarihidir. Devlet hizmetlerinde görev alanların uyması gereken kurallar, törenler ve bayramlar, mabetler ve ayinlerden bahsedilen otuz ciltlik eser 720 yılında tamamlanmıştır

Konfüçyanizm,Taoizm ve Şintoizm konusunu ayrıntılı öğrenmek için Ekrem Sarıkçıoğlu’nun Fakülte Kitabevi tarafından basılmış olan “Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi” (2002) kitabını okuyabilirsiniz.

145

Özet

Günümüzde yeryüzünde yaklaşık 6,5 milyar

insan yaşamaktadır. Bunların hemen hepsi bir

inanç etrafında toplanmış durumdadır. Bu

toplumların inançlarını inceleyen Dinler Tarihi,

dinleri coğrafi konumlarına göre; “Hint ve

Uzakdoğu Kökenli Dinler” ve “Ortadoğu Kökenli

Dinler” şeklinde iki gruba ayırmaktadır. Bu

ünitede Hint Kökenli Dinlerden Hinduizm,

Caynizm, Sihizm ve Budizm ile Uzakdoğu

Kökenli Dinlerden de Konfüçyanizm Taoizm ve

Şintoizm’den, bu dinlerin ortaya çıkışı, kurucuları, özellikleri, tanrı anlayışı ve kutsal

metinleri ile günümüzdeki durumları hakkında

bilgi verilmiştir.

Tarihsel olarak günümüzde en eski geçmişe sahip

bir din olan Hinduizm, Hint yarımadasında

yaşayan halkın kültürel ve sosyal özelliklerinin

dinsel değerlerle birleşmesi sonucu ortaya çıkan,

yaklaşık 1 milyar inananı ile de dinler arasında

önemli bir konuma sahiptir. Hinduizm’de

“karma” ve “tenasüh” anlayışı önemlidir. Ayrıca

“Kast sistemi” sosyal yapılanmanın inançla

birleşmiş önemli bir görüntüsüdür. Toplum dört

gruba ayrılmıştır. İnsanın kurtuluşa ulaşması bu

dünyada yaptığı işler sonucu elde ettiği Karmik

birikime göre bir sonraki hayatında bir üst kastta

yer alması ile mümkündür. Hinduizm’in kutsal

metinleri Vedalar’dır. Vedalara göre tanrı tektir.

Fakat günümüzde politeist bir tanrı anlayışı yaşantıda yerini almıştır. Bu tanrıların en büyüğü

Brahma’dır.

Hinduizm’in yeniden doğuş anlayışından

kurtulmayı hedefleyen Cayinizm, Vardhamana

Cinata’nın MÖ 6. yüzyılda kurduğu bir dindir.

Zahidane yaşayış ön plana çıkartılmıştır. Bir

Cayinist, dünyevi arzu ve isteklerden uzak

durmalıdır. Ahimsa’ya uygun tarzda hiçbir

canlıya zarar vermemelidir, şiddeti yok etmelidir.

Cayinizm’de iki mezhep vardır: “Svetambaras”

ve “Digambaraslar”. Kutsal metinleri Agama ve

Sidanta’dır.

Sihizm, 15. yüzyılda Hinduizm ile İslam

inancının karışımı ile oluşmuş bir dindir.

Kurucusu Guru Narak, Tanrı birliği üzerine bu

inancı oturtmuştur. İnsanın kurtuluşu dünyaya

bağlı olmadan çalışmak ve ibadet etmekten geçer.

Sihler için Amritsar’daki Altın Tapınak ibadet

merkezidir. Kutsal metinleri Adi Grant’dır. Sihler

alkol ve tütünden uzak bir yaşam sürerler.

Saçlarıyla tanınırlar. İki mezhebe ayrılmıştır. Narak’a tabi olanlar ve Khalsa’ya tabi olanlar.

Budizm, MÖ 6. yüzyılda Hinduizm’in Kast

sistemi ve Tenasüh anlayışına karşı çıkan

Sidharta Gautama Buda tarafından kurulmuştur.

Budizm’de hedef Nirvana’ya ulaşmaktır. Bir

Budist bunun için dünyaya meyletmeden, arzu ve

isteklerini dizginleyerek, acı ve ızdıraplara

tahammül ederek, dünyayı terk ederek

yaşamalıdır. Budist topluluğa “Sanga” denir.

İbadethanelerine “Pagoda” denir ve kutsal

metinleri Pitakalar’dır. Budizm, ferdi kurtuluşu

hedef alan “Hinayana” ve toplu kurtuluşu

benimseyen “Mahayana” olmak üzere

günümüzde iki mezhebe ayrılmıştır.

Konfüçyanizm, Çin tarihi ve kültürünün MÖ 6.

yüzyılda Konfüçyüs tarafından düzenlenmesi ile

oluşan dindir. Yüce tanrı olarak “Tien” görülür.

“Atalar Kültü” hakimdir. Kutsal metinleri beş klasik ve dört kitaptır.

Taoizm, MÖ 6. yüzyılda Çin’de ortaya çıkan bu

inancın kurucusu Lao Tzu’dur. Zahidane yaşayış inancın temelini oluşturur. İnsanın arzu ve

isteklerini dizginlemesi, dünyayı terk etmesi ve

tam bir sükunet içinde sakin bir hayat (Wu-vey)

sürmesi hedeflenmiştir. Lao Tzu’ya göre ezeli ve

ebedi olan, gözle görülmeyen hiçbir şeye ihtiyacı

olmayan “Tao” isimli bir tanrı vardır. Kutsal

metinleri Tao-te-king’dir.

Şintoizm, Japon milli dinidir. Japonların en eski

dönemlerden itibaren olan inançlarının

düzenlenmesi ile ortaya çıkmıştır. Şintoizm’de

geleneksel animist anlayışların tesiri çok fazladır.

Ata ruhlarının (Kami) yaşantılarını sürdürdüğüne

inanılır. Politeist tanrı anlayışı hakimdir. En

büyük tanrı Güneş Tanrıçası Amaterasu’dur.

Kutsal metinleri Kojiki ve Nihongi’dir.

146

Kendimizi Sınayalım 1. Aşağıdaki dinlerden hangisi Hint kökenli değildir?

a. Hinduizm

b. Budizm

c. Cayinizm

d. Sihizm

e. Şintoizm

2. Hinduizm’de “yapılan işler sonucu elde edilen kazanım veya kayıplara” verilen ad nedir?

a. Karma

b. Tenasüh

c. Nirvana

d. Veda

e. Yoga

3. Aşağıdakilerden hangisi Hinduizm’in kast sisteminde yer almaz?

a. Brahminler

b. Kşatriyalar

c. Vaisyalar

d. Sudralar

e. Paryalar

4. Aşağıdakilerden hangisi Hinduizm’in kutsal metinlerinden biri değildir?

a. Veda

b. Upanişadlar

c. Brahmanalar

d. Aranyakalar

e. Tripitaka

5. Cayinizm’in doktrinlerinden oluşan ve 45 bölümden oluşan kutsal metni aşağıdakilerden hangisidir?

a. Veda

b. Upanişadlar

c. Brahmanalar

d. Adi Grant

e. Agama ve Sidanta

6. Tüm canlılara karşı nazik davranılmasını ve şiddet uygulanmamasını benimseyen anlayışa Cayinizm’de ne denir?

a. Nirvana

b. Ahimsa

c. Yoga

d. Pagoda

e. Karma

7. Aşağıdakilerden hangisi Sihizm için yanlıştır?

a. Tanrının Birliğine inanırlar.

b. Kast sistemine karşıdırlar.

c. Kurucusu Guru Nanak’tır

d. ‘Altın Tapınak’ ibadet merkezidir.

e. İnsanın Kurtuluşu Nirvana’da gerçekleşir.

8. İçinde ibadethanenin, misafirhanenin, toplantı salonlarının bulunduğu bir tür külliye görevi olan Budist yapılarına ne denir?

a. Nirvana

b. Mahayana

c. Vihara

d. Hinayana

e. Vaisya

9. Konfüçyanizm’in kurucusu kimdir?

a. Sidharta Gautama Buda

b. Vardhamana Cinata

c. Kungfu-Tzu

d. Lao-Tzu

e. Guru Nanak

10. Aşağıdakilerden hangisi Şintoizm için yanlıştır?

a. Şintoizm Japon milli dinidir.

b. Şinto kelimesi “Tanrıların yolu” demektir.

c. Kurtuluş Nirvana’ya ulaşarak elde edilir.

d. Ata ruhlarının yaşadığına inanılır ve Kami

olarak isimlendirilir.

e. En büyük Tanrı Güneş Tanrıçası

‘Amaterasu’dur.

147

Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. e Yanıtınız yanlış ise “Hint Kökenli Dinler” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

2. a Yanıtınız yanlış ise “Hinduizm’in Kuruluşu ve özellikleri” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

3. e Yanıtınız yanlış ise “Hinduizm’in Kuruluşu ve özellikleri” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

4. e Yanıtınız yanlış ise “Hinduizm’in Kutsal metinleri” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

5. e Yanıtınız yanlış ise “Cayinizm’in Kutsal metinleri” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

6. b Yanıtınız yanlış ise “Cayinizm’in Kuruluşu ve Özellikleri” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

7. e Yanıtınız yanlış ise “Sihizm’in Kuruluşu ve Özellikleri” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

8. c Yanıtınız yanlış ise “Budizm’in Kuruluşu ve Özellikleri” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

9. c Yanıtınız yanlış ise “Konfüçyanizm’in Kuruluşu ve Özellikleri” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

10. e Yanıtınız yanlış ise “Şintoizm’in Kuruluşu ve Özellikleri” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Hinduizm’de sosyal tabalaşmanın kazandığı bir

dinsel yapı görülmektedir. Buna Kast sistemi

denilir. Kast sistemi ekonomik bir oluşum

değildir. En alt kastta bulunan zengin olabilir.

Kastlar Dört sınıfa ayrılır:

1-Brahminler, 2-Kşatriyalar,

3-Vaisyalar, 4-Sudralar

Sıra Sizde 2 Cayinizm’in doktrininde hedef Hinduizm’deki

reenkarnasyon (yeniden doğuş) anlayışından

kurtulmaktır. Bunun için zahidane yaşayış öne

çıkarılmış, çilekeş bir hayat tarzı benimsenmiştir.

Sıra Sizde 3 Nirvana, Budizm’in hedefi, en temel kavramı ve

diğer inançlardan farklılığını oluşturan bir

terimdir. Nirvana, dünyaya meyletmeyen, arzu ve

isteklerini dizginleyen, acı ve ızdırablara

tahammül eden, hakikat bilgisini kavrayan

kişilerin ulaşacakları zirvedir. Nirvana’ya

ulaşmak için arzu ve ihtirasın yok edilmesi, kötü

huy ve davranışların bırakılması gerekir. Kişi Nirvana’ya ulaşınca tenasüh denilen ruh

göçünden, hayatın sonsuz tekrarlanan

döngüsünden kurtulacaktır.

Sıra Sizde 4 Çin Dinleri Konfüçyanizm ve Taoizm’dir. Her

ikisi de Çin milli dinidir. Çin tarih ve kültürüne

dayalı olarak şekillenmiştir. Konfüçyanist ahlak

anlayışının temeli dünyadaki ilişkiler ve

davranışlardır. Yüksek erdemlere sahip insanların

yetiştirilmesi hedeflenmiştir. Taoizm’de ise ahlak

anlayışının temeli mistiktir. Dünyaya meyle karşı çıkan zahidane yaşayış ön plandadır.

148

Yararlanılan Kaynaklar Adam B.- Katar M. (2006-2007). Dinler Tarihi, Eskişehir: A. Ü. Açıköğretim Fakültesi Yayınları.

Aras A. (2012). Dinler Coğrafyası, Konya: Dival Yayınları.

Aydın, M. (2010). Anahatlarıyla Dinler Tarihi, İstanbul: Ensar Neşriyat.

Aydın, M. (2005). Ansiklopedik Dinler Sözlüğü, Konya: Din Bilimleri Yayınları.

Aydın, M. (2008). Dinler Tarihine Giriş, Konya: Din Bilimleri Yayınları.

- (1999). Dinler Tarihi Araştırmaları (II), Ankara: Dinler Tarihi Derneği Yayınları.

Eliade, M. (1997). Dinler Tarihi Sözlüğü, (Çev. A. Erbaş), İstanbul: İnsan Yayınları.

Erengil, C. (2004). Budizm, İstanbul: İnsan Yayınları.

Güç, A. (2005). Dinlerde Mabet ve İbadet, İstanbul: Ensar Neşriyat.

Gündüz, Ş. (1998). Din ve İnanç Sözlüğü, Ankara: Vadi Yayınları.

Heyet (2007). Yaşayan Dünya Dinleri, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları.

Konfüçyüs (1990). Konuşmalar, (Çev. M. Özerdim), Ankara: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları.

Sarıkçıoğlu E. (2000). Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi, Isparta: Fakülte Kitabevi Yayınları.

Schimel, A. (1955). Dinler Tarihine Giriş, Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları.

Tümer, G.- Küçük, A. (1997). Dinler Tarihi, Ankara: Ocak Yayınları.

(1985). Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul: TDV Yayınları

Yitik, A. İ. (2005). Hint Dinleri, İzmir: İzmir İlahiyat Vakfı Yayınları.

Yitik, A. İ. (1996). Hint Kökenli Dinlerde Karma İnancının Tenasüh İnancıyla İlişkisi, İstanbul: Ruh ve Madde Yayınları.

150

Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra;

Ortadoğu kökenli dinlerini tanımlayabilecek,

Mecusilik, Sabiilik kavramlarını tanımlayabilecek,

Hristiyanlık ve İslamiyet kavramlarını açıklayabileksiniz.

Anahtar Kavramlar Yahudi

İsrailoğulları

Mecusi

Sabii

Tora

Hristiyan

Katolik

Protestan

İncil

İslam

Kuran

İçindekiler Giriş

Yahudilik

Mecusilik

Sabiilik

Hristiyanlık

İslamiyet

8

151

GİRİŞ Ortadoğu, Dinler Tarihi araştırmalarında önemli bir konumdadır. Yahudilik, Mecusilik, Sabiilik,

Hristiyanlık ve İslamiyet burada ortaya çıkmıştır. Günümüzde dünya nüfusunun yarısından fazlası bu

bölgede ortaya çıkan inançlara inanmaktadır. Ortadoğu’nun İnanç çeşitliliği ve kültürel zenginliği tarih

boyunca bu inançların birbirlerini dini, siyasi ve sosyal açıdan etkilemelerine de sebep olmuştur.

Bu ünitede anlatılacak olan dinler, inananı açısından değerlendirildiğinde Yahudiler yaklaşık 20

milyon, Mecusiler üçyüzbin, Sabiiler otuz bin, Hristiyanlar 1,8 milyar, Müslümanlar ise 1,3 milyar

kadardır.

Bu ünitede, dinlerin tarihsel olarak en önce tarih sahnesinde görülen Yahudilik, ardından Mecusilik,

Sabiilik ve Hristiyanlık’tan en son olarak ta İslamiyet’ten bahsedilecektir. Bu dinlerin Kuruluşu,

özellikleri, inanç ve ibadetleri ile kutsal metinleri hakkında bilgiler verilecektir.

YAHUDİLİK Yahudiliğin Tarihçesi Yahudilik tarihi Hz. İbrahim ile başlatılmaktadır. Hz. İbrahim günümüzde Basra yakınlarında

Sumerlilerin bir şehri olan Ur’da doğmuştur. Sumerliler putperestti ve çok tanrılı bir inanca bağlıydılar.

Sumer Tanrıları yeryüzünde yaşayan insan suretinde, insanüstü güçlere sahip tanrılardı. Hz. İbrahim’in

inandığı ve anlattığı din ise her şeyi gören gözeten, tek ve görünmeyen bir tanrı anlayışını telkin ediyordu.

Hz. İbrahim Tevrat’ın anlatımına göre Ur şehrinden çıkmış, ailesiyle Harran bölgesine gelmiş, oradan

Kenanlıların yaşadığı Kudüs civarlarına gelmişlerdir. Bölgedeki kuraklık sebebiyle bir süre Mısır’a gidip

orada hayvancılık yaptıktan sonra tekrar Kenan diyarına göç eden Hz. İbrahim ve ailesi artık burada

yerleşik hayata geçmiştir.

Hz. İbrahim ve eşi Sare’nin yaşları ilerlemiş olmasına rağmen çocukları olmamıştır. Sare’nin de ısrarı

ile cariyesi Hacer ile evlenen Hz. İbrahim’in İsmail adlı ilk çocuğu olmuştur. Aynı dönemde Sare’den de

İshak adlı ikinci bir oğlu olmuş, Sare’nin kıskançlığı sebebiyle Hacer ve İsmail Hz İbrahim tarafından

Mekke’ye götürülmüştür. Daha sonraki dönemlerde İsmail Arapların atası olmuş, İshak ta Yahudilerin

atası olarak kabul edilmiştir.

Tevrat’a göre Yahudilerin nesli İshak’tan itibaren oğlu Yakub ile devam etmiştir. Hz. Yakub İsrail

ünvanı verilen ve bu yönüyle öne çıkan bir peygamberdir. Bu topluluğa İsrailoğulları denmesinin sebebi

de Hz. Yakub’a verilen bu sıfat sebebiyledir. Hz. Yakup’un on iki çocuğu vardır. Bunlardan en çok sevgi

beslediği Yusuf’tur. Kardeşlerinin bu sevgi karşısındaki kıskançlıkları neticesinde Yusuf kuyuya

atılmıştır. Oradan geçen bir kervan Yusuf’u Mısır’a götürmüş ve firavunun sarayında görevli Potifar’a

satmıştır. Potifar’ın karısı Yusuf’a aşık olmuş, ilgisine karşılık göremeyince iftira ederek Yusuf’u hapse

attırmıştır. Hapisteyken firavunun bir rüyasını yorumlayan Yusuf, hapisten çıkartılmış ve firavunun

yanında ekonomi, tarım ve ziraatla ilgili işlerden sorumlu bir konuma getirilmiştir.

Yahudilik’te “İsrail, İbrani ve Yahudi” terimlerinin anlamları nedir?

Ortadoğu Kökenli Dinler

152

Yusuf Filistin bölgesindeki ailesi ve kavmini Mısır’a almış, sosyal sıkıntılara sebep olan barbar

Hiksoslar ile yerli Kıptiler arasında mümbit bir araziye İsrailoğullarını yerleştirmiştir. Böylece sosyal

problemlerin çözümü yanında ziraat ve hayvancılıkta iyi konumda olan Yahudiler sayesinde Mısır

ekonomisinde de iyileşmeler gerçekleştirmiştir. Fakat Hz. Yusuf’tan sonraki dönemlerde Mısır tahtına

geçen firavunlar İsrailoğullarını yeniden köleleştirmiş, dört yüz yıl Mısır’da eğitimsiz köle bir topluluk

olarak yaşamışlardır.

Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için Ali Sayı’nın, İz Yayınları tarafından basılmış olan “Firavun ve Haman Karşısında Hz. Musa”, (1992) adlı kitabını okuyabilirsiniz.

Yahudiler Mısırda köle olarak yaşarken Mısır firavunu bir rüya görmüş ve rüyasını kahinlere

yorumlatmıştır. Kahinler; yakında İsrailoğulları arasında bir erkek çocuğun dünyaya geleceğini ve bu

çocuğun kendisini tahtından indireceğini söylemişlerdir. Firavun bunun üzerine İsrailoğullarından doğan

tüm erkek çocuklarının öldürülmesi emrini vermiştir. O yıl doğan Musa’yı annesi ölüm korkusu ile bir

sepette Nil nehrine bırakmıştır. Firavunun kızı tarafından bulunan sepetteki sevimli çocuk, dönemin en

güçlü imparatorluğunun sarayına alınmış ve firavunun çocuğu ile beraber aynı ortamda yetişmiş, aynı

eğitimi almıştır.

Bir gün şehirde gezerken Musa, bir Mısırlı ile İsraillinin kavga ettiklerini görmüş ve aralarını

ayrıştırmak isterken Mısırlının ölümüne sebep olmuştur. Bunun üzerine Mısır’ı terek etmiş, Medyen’e

gitmiştir. Medyen’de Şuayp (Tevrat’ta Yetro) peygamberin yanında uzun yıllar çalışmış, O’nun kızı ile

evlenmiştir. Medyen’de iken Musa’ya peygamberlik verilmiş ve kavmini Mısır’dan çıkarması

emredilmiştir.

Hz. Musa görevlendirme sonrası Mısır’a gelmiş ve firavundan İsrailoğullarını serbest bırakmasını,

Mısırdan çıkışlarına izin vermesini istemiştir. Fakat Mısır ekonomik hayatında ve sosyal yapılanmasında

küçümsenemeyecek boyutta katkısı olan bu köle toplumun çıkmasına izin vermek Mısır’ın çöküşünü

hazırlayacağı için firavun Hz. Musa’nın isteğine birçok defa karşı çıkmıştır. Tevrat’ta ve Kur’an’da her

seferinde Hz. Musa tarafından mucizeler gösterildiği fakat firavunun kararını değiştirmediği felaketlerin

bu yüzden mısırlıların başına geldiği ifade edilir. Nihayetinde Firavunun kendi çocuğunu kaybetmesi

sonrası İsrailoğullarının çıkışına izin verişi ile Hz. Musa kavminin başında Mısırdan Sina yarımadasına

doğru yönelmiştir. Daha sonra pişman olan firavun da onları takip etmiştir.

Bu konuda Tevrat ve Kur’an’daki anlatımlarda paralellik vardır. Hz. Musa ve kavmi Kızıldeniz’e

gelince deniz yarılmış ve Hz. Musa kavmi ile açılan yoldan Sina Yarımadasına doğru ilerlemiştir. Ardından köklerini kurutma hevesi ile denizde açılan yola giren firavun ve askerleri İsrailoğullarının

karşıya geçişleri sonrasında denizin kapanması ile suda boğulmuşlardır.

Sıkıntılı ve zor bir yolculuk sonrası Sina yarımadasının güney ucundaki Tur dağının eteğinde yerleşen

İsrailoğulları yaşanan olayların her aşamasında Hz. Musa’ya zorluklar çıkarmıştır.

Bu olaylardan birisi Hz Musa’nın otuz günlüğüne Tur dağına çıkışıdır. Bu dönemde kavmin başında

kardeşi Hz. Harun bulunmuştur. Hz. Musa’nın kaldığı süreyi on gün uzatması kavmin içerisinde

huzursuzluğa sebep olmuş, Mısır’daki gibi gözle görülen bir tanrı anlayışı doğrultusunda kavimden

toplanan altınlarla bir buzağı heykeli yapılmıştır. Hz. Musa Tanrı tarafından kendisine verilen “On Emir”

levhaları ile döndüğü zaman kavminin yeniden inkarcı bir yapıya bürünmüş olmalarına çok üzülmüştür.

Kavmin verdiği bu sıkıntının arkasında aslında eğitimsiz ve köle anlayışına sahip bir toplumun var

oluşu yatmaktadır. Tevrat’ta İsrailoğullarının verdikleri sıkıntı sebebiyle kırk yıl çölde kalma cezası

verildiği söylenmektedir. Oysa kanaatimizce asıl sebep köleleşmiş bir toplumun Hz. Musa’nın

önderliğinde eğitim alması ve iki neslin değişimi sonrası doğum ile özgürlüğü elde edenlerin oluşturduğu

eğitimli ve inanan bir İsrailoğullarının oluşturulması düşüncesidir.

Hz. Musa kavminin başında kırk yıl Sina çölünde peygamberlik yaptı. Görevi süresince Allah’ın

vahyettiği ayetlerle On Emir levhalarını özel yapılmış Ahit Sandığı’na koymuştu. Tevrat’ta sık sık

153

vurgulanan Yahudilerin Mısır’a gelmeden önce yaşadıkları Kudüs ve civarı, Arz-ı mevut denilen kutsal

topraklara Hz. Musa kavmini götürememiştir. Sina çölünün Filistin’e yakın bölgesinde, Moeb diyarında

Hz. Musa yüz yirmi yaşında vefat etmiş ve oraya gömülmüştür. Peygamberliği döneminde Yahudilik

itikat, ibadet, ahlak ve hukukla ilgili kurallar açısından tamamlanmıştı.

Hz. Musa’dan sonra kavmin başına geçen Yeşu, İsrailoğullarını kutsal topraklara götürmüştür.

Yeşu’dan sonra bir süre lidersiz kalan İsrailoğulları Samuel peygamber ve onun kral tayin ettiği Saul

(Talut) döneminde çevrelerindeki yerleşik kabilelerle önemli savaşlar yaptılar. Bu savaşlarda büyük

başarı gösteren Hz. Davut, İsrailoğullarının yeniden bir araya gelmesini sağlamış ve Kudüs’ü fethederek

krallığını kurmuştur.

Hz. Davut ile başkent Kudüs ve çevresinde ciddi imar faaliyetlerine girişilmiştir. Su kemerleri ve

kanallarla şehrin alt yapısı tamamlanmış Kur’an’da belirtildiği gibi demir işleme alanında özellikle sanayi

kalkınması gerçekleştirilmiştir. İnanç konusunda ise halkın birliğini sağlayacak olan bir mabet inşasına

başlanmıştır. Hz. Davut’un başlattığı mabet oğlu Hz. Süleyman döneminde iken tamamlanmıştır.

Kudüs’teki Moriah Dağı’nda yapılan mabet hem Hz. Süleyman’ın krallığının yönetim merkezi hem

de Yahudi dininin ibadet merkezi olarak uzun yıllar faaliyet göstermiştir. Birinci Mabet Dönemi de

böylece başlamıştır. İsrailoğulları Hz.Süleyman’ın yönetiminde dönemin en refah toplumu ve en zengin

devleti konumuna gelmiştir. Bölgede önemli bir güç, stratejik bir merkez ve zengin bir ülke oluşu

düşmanlarını da artırmıştır.

Hz. Süleyman’ın vefatından sonra kuzeyde başkenti Samariye olan İsrail Krallığı ile güneyde başkenti Kudüs olan Yahuda Krallığı olmak üzere devlet ikiye bölünmüştür. Kısa zaman içerisinde İsrail Krallığının başındaki Yerobeam halkın Kudüs mabedine teveccühünü azaltmak için yaptırmış olduğu altın buzağılara tapmalarını istemiş, Tevrat’ın hükümlerini yürürlükten kaldırmış, putperest bir yaşantıyı kurmaya çalışmıştır. MÖ 722 yılında Mezopotamya’da hakim olan Asur İmparatorluğunun saldırısı ile İsrail Krallığı yıkılmıştır. Asur’lular krallığın her tarafını talan etmişler, Yerobeam’ın yaptırdığı mabedi yıkmışlardır.

MÖ 587 yılında ise yine Asur krallarından Buhtunnasır (Nebukadnesar) tarafından Yahuda devleti istila edilmiş, bu sefer Kudüs mabedi yıkılmış, tüm zenginlikler ile birlikte İsrailoğulları Babil şehrine sürgün edilmiştir. Mabedin yıkılışı ile birinci mabet dönemi sona ermiştir.

İsrailoğulları’nın hayatında Babil dönemi önemli izler bırakmıştır. Yaklaşık elli yıl sonra İran Kıralı Cirus tarafından Asur İmparatorluğunun yıkılması ile İsrailoğulları’na yeniden özgürlük kapıları açılmıştır. Fakat Babil’deki hayatı bırakmayıp kalanlar olduğu gibi Kudüs’e ve başka ülkelere göç edenler de olmuştur. Babil de kalan Yahudiler daha sonraki dönemlerde Yahudiliğin şekillenmesinde ve kutsal kabul edilen Talmut’un ortaya çıkmasında önemli rol oynamışlardır.

Kudüs mabedi Yerubabel döneminde, MÖ 516 yılında yeniden inşa edilmiş ve ikinci mabet dönemi başlamıştır. Yahudiliğin bu dönemde milli bir din halini almasında rol oynayan şahıs Ezra’dır. Ezra, Asurlular tarafından Kudüs yakıldığı zaman yok olan Tevrat’ı yeniden bir araya getirmiş İsrailoğullarının dağınıklığı sebebiyle yok olmaları endişesi içerisinde Yahudi anne ve babadan doğmuş olma şartını getirerek etnik kimliği öne çıkartmış, ibadet ve törenleri yeniden düzenlemiştir.

Bu konuda daha geniş bilgi için Ali Osman Kurt’un IQ Kültür Sanat Yayıncılık tarafından basılmış olan “Erken dönem Yahudi tarihi: (Yahudiliğin mimarı Ezra)” ( 2007), kitabını okuyabilirsiniz.

İkinci Mabet Dönemi MS 70 yılına kadar sürmüştür. Roma imparatorluğu idaresi altında Yahudiler dini ve siyasi baskıların artması ile isyan çıkarmışlardır. Kudüs Romalılar tarafından işgal edilmiş ve mabet tekrar yıkılmıştır. O günden itibaren Yahudilerin Kudüs’te mabetlerini bir daha inşa etmeleri mümkün olmamıştır. Romalılar dönemindeyken Yahudilerin mabedin yıkılmayan batı duvarına gelerek dua etmeleri günümüzde de halen uygulanan bir davranıştır.

İslam fetihleri sonrası huzurlu bir yaşam süren Yahudiler Haçlı seferlerinin gerçekleştiği 13. yüzyılda

bir süre sıkıntı çekseler de Selahaddin Eyyubi’nin bölgeye hakim olması ile yeniden rahat bir yaşama

kavuşmuşlardır.

154

Babil’den sonra Kuzey Afrika üzerinden İber yarımadasına giden Yahudiler, Endülüs Emevileri

döneminde yönetimde, sosyal ve kültürel yaşantıda önemli roller üstlenmişlerdir. Yahudi hukukunun

yeniden düzenlenmesinde ve Yahudi yaşantısını Tevrat ve Talmut ışığında kaleme alan Yahudi din

bilgini Maimonides (Rambam, İbni Meymun) İslam alimlerinden de ders almış eserlerini Arapça yazan

bir kişidir. Maimonides için Yahudiler “Peygamberlik Musa’ya verilmeseydi kesinlikle Maimonides’e verilirdi” derler.

Orta çağda Hristiyan kilisesinin dini problemleri bertaraf edemeyişi sosyal sıkıntıları artırmış siyasi

kırizler baş göstermiştir. Bununla beraber Yahudi düşmanlığı da kilisenin öncülüğünde işlenen bir

konudur. 11. Yüzyılda başlayan Müslümanların İber yarımadasından çıkarılması çabası 1492 yılında

İspanya Kıralı Ferdinant’ın Yahudileri de çıkartması ile bölge tamamen Hristiyanlaştırılmıştır. Bu

sıkıntılı dönemde Osmanlı padişahı II. Bayazıt Yahudilerin Osmanlı topraklarına yerleşmelerine izin

vermiş, dini işlerin yürütüldüğü hahambaşılığı kurulmuştur.

Yahudiler ülkelere göre farklılıklar olsa da Avrupa’da 20. yüzyıla kadar ciddi sıkıntılarla

karşılaşmışlardır. 19ncu yüzyıldan itibaren Amerika’ya göç eden Yahudiler Yahudi kimliği ve dini ile

ilgili yeni yorumlar yapmışlar ve yeni Yahudi mezhepleri ortaya çıkmıştır. Yine 20nci yüzyılın ortasında

Filistin’de Birleşmiş Milletlerin öncülüğünde kurulan İsrail devleti dünyanın birçok ülkesindeki

Yahudilerin buraya göç edip yerleşmelerine sebep olmuştur.

Resim 8.1: Günümüzde Kudüs’te Yahudi Mahallesinin doğusundaki, Moriah Dağı’na yapılan Mabedin sağlam kalan Batı Duvarı “Ağlama Duvarı” olarak isimlendirilmiştir.

Yahudiliğin Özellikleri Yahudiliği diğer dinlerden ayıran bazı özellikler vardır. Bunlar; Kutsal Toprak, Mabet, Seçilmişlik ve

Mesih’tir.

Kutsal Toprak

Hz. Musa’ya Medyen’de Şuayp a.s. yanında iken Allah tarafından verilen peygamberlik görevi esnasında

kavmini Mısır’dan çıkarma emri de verilmişti. İsrailoğullarının Tevrat’taki ifadesiyle kölelikten

kurtulacakları, zenginlik ve refaha kavuşacakları yer kutsal topraklar (arz-ı mevud) olarak

isimlendirilmiştir. Yeşu ile geldikleri bu topraklarda Hz. Davut döneminde devletin kurulmasıyla

155

Yahudiler yerleşik hayata geçmişlerdir. Yahudiliğin ibadet ile ilgili tüm hususlar, sosyal yaşam içerisinde

yer alan tüm kurumlar ve kanunlar ile kültürel hayattaki törenler tamamen kutsal topraklara göre

düzenlenmiş bir Yahudi’nin kutsal topraklarda yaşaması dini hayatıyla bütünleştirilmiştir.

Mabet

Yahudilik mabet merkezli bir dindir. Bu mabet yeryüzündeki herhangi bir mabet olmayıp yeri Tanrı

tarafından belirlenen ve Hz. Süleyman döneminde yapılan Kudüs’teki Süleyman Mabedi’dir. Mabedin

adı Bet-Hamikdaş’tır. Mabet ibadet merkezi olmanın yanında devletin yönetim merkezi olmuş, Tanrı için

kesilen kurbanlar burada sunulmuş Yahudi birliği bu mabet sayesinde sağlanmıştır. Bu sebeple Asurlular

ve Romalılar tarafından Kudüs’ün işgalinde yıkılan ilk yer Süleyman Mabedi olmuştur. MS 70 yılında

Romalılar tarafından yıkılan mabedin batı duvarı kalıntıları günümüzde halen Ağlama Duvarı diye

isimlendirilmiş ve her Yahudi’nin yılda bir kez ziyaret etmesi esası getirilmiştir. Seçilmişlik

Yahudilere göre Tanrı İbrahim, İshak ve Yakup ile bir ahit yapmış ve onların soyunu kendisi için özel bir

millet olarak seçmiştir. Tanrı Tevrat’ı da seçilmiş millet olarak kabul ettiği Yahudilere vermiştir. Yahudiler tarih boyunca bu anlayışla kendilerini diğer milletlerden farklı görmüşlerdir. Seçilmişlik fikri

zaman zaman diğer milletlerden üstün olduğu şeklinde de anlaşılmıştır. Kuran’daki anlatıma göre

seçilmişlik inançla birleşen bir husustur. İnsanlar arasında birbirine karşı üstünlük olmayıp Allah’a inanan

insanın üstün olduğu belirtilmiştir.

Mesih

Hz. Davut ile kurulan kırallık Yahudilerin dini ve sosyal bütünlüğünü sağlamış Yahudiler refah ve huzur

içerisinde yaşamışlardır. Asur’lular tarafından yıkılmasından sonra eski günlerin özlemi Babil sürgünü

döneminde canlanmış MS 70 yılında Roma’lıların mabedi tekrar yıkması ile de Mesih beklentisi

pekiştirilmiş bir duygudur. Mesih , İbranice Maşiah yağlanmış, kutsanmış kişi demektir. Beklenen Mesih,

Davud soyundan olacak ve Yahudileri yeniden eski refaha kavuşturacaktır. Emunot denilen onüç

maddelik iman esasları içerisinde 12. maddede Mesih’in geleceğini beklemek haktır.

Yahudiliğin Diğer Toplumlara Bakışı Yahudi hukukuna göre Yahudi olmayanlar “Nuhiler” ve putperestler olmak üzere ikiye ayrılırlar. Nuhi

denilen kişiler Hz. Nuh’un getirdiği esasları kabul eden toplumlardır. Yahudilerin gözünde bir Hristiyan

veya Müslüman Nuhi kabul edilmektedir. Fakat Hz. İsa ve Hz. Muhammed peygamber olarak kabul

edilmezler. Bir Yahudi Nuhilerle iş yapabilir, ticaret ve alışverişini gerçekleştirebilir. Fakat Nuhi

kanunlara inanmayan putperestlerle hiçbir temasta bulunamaz.

Nuhi kanunlar şunlardır:

1. Putlara tapmayacaksın,

2. Zina yapmayacaksın,

3. Kan dökmeyeceksin,

4. Adalete riayet edeceksin,

5. Hırsızlık yapmayacaksın,

6. Ana, babaya hürmet edeceksin,

7. Boğulmuş hayvan yemeyeceksin.

156

Yahudilikte İbadet Yahudilikte sabah, öğle ve akşam yapılan günlük ibadetlerin yanında cumartesi günleri Sinagogda

yapılan haftalık ibadetleri ve Yom Kippur (tövbe günü) da yapılan yıllık ibadetler vardır. İbadet esnasında

Kudüs’e dönülür. İbadet (Amida) kıyama benzer bir duruş ve dua okumaktan ibarettir.

Yahudilikte ibadet ferdi olarak evlerde gerçekleştirilir. Toplu ibadetler ise on iki yaşını geçmiş en az

on kişinin bulunduğu Sinagoglarda yapılır. Kadınlar reformist Yahudiler dışında ibadete iştirak etmezler,

Sinagogun dua salonunun dışından erkeklerin ibadetini başları örtülü olarak izlemelerine izin verilmiştir. İbadet esnasında erkekler Kipa denen bir takke takarlar. İbadetlerden önce kutsanmış suya el batırılarak

yıkanır, Yom Kippur’da ise tüm vücudun yıkanması ve yeni elbiseler giyilmesi esastır. İbadet dili

İbranicedir. İbadet esnasında ezbere okunan dualar yanında Tevrat rulolarından bazı pasajlarda okunarak

ibadet tamamlanır.

Tevrat’ta Yahudilerin yapmaları gereken üç tane bayramdan bahsedilir. Yahudilerin Mısır’dan

çıkışları anısına kutlanan Mart-Nisan ayları içerisinde sekiz gün süren Fısıh bayramı, Tevrat’ın

Yahudilere verilişi anısına Haziran ve Temmuz arasında kutlanan Şavuot bayramı ve Sina çölünde kırk

yıl kalışları anısına sekiz gün evlerinin bahçesinde çadırda kutladıkları Sukkot bayramıdır. Günümüzde Yahudi Mezhepleri Günümüzde Yahudiliğin önde gelen mezhepleri dört tanedir. Ortodoks Yahudilik, Muhafazakar

Yahudilik, Reformist Yahudilik ve Rekonstrüksiyonist (yeniden yapılanmacı) Yahudilik.

Ortodoks Yahudilik, Hz. Musa’ın getirdiği kanunlara harfiyen uyan ve mabedin yıkılışından bu yana çoğunluğu oluşturan Yahudi topluluğudur. Hem Tevrat’a hem de Talmut’a sıkıca bağlıdırlar. Bunlar geleneğe bağlıdırlar, Mesih’in geleceğine inanırlar.

Reformist Yahudilik, 18nci yüzyılın sonunda Avrupa’da ortaya çıkan ve günümüzde Amerika’da yayılan bir harekettir. Cumartesi yasaklarının bazılarını kaldırmışlar, ibadette erkek ve kadın ayrımına son vermişler, geleneğe karşı çıkmışlardır.

Muhafazakar Yahudilik, 19ncu yüzyılda ortaya çıkmış, ne Ortodokslar kadar katı ne de Reformistler

gibi geleneği dışlayan bir yapı sergilememişler, Yahudiliğin milli yapısına sahip çıkmış, Yahudi

hukukunun günün şartlarına göre değişebileceğini söylemişlerdir.

Rekonstrüksiyonist (yeniden yapılanmacı) Yahudilik, 19. yüzyılın başında üniversite hocası Amerikalı

Mordecai Menahem Kaplan tarafından kurulmuştur. O’na göre Yahudilik vahy edilmiş bir din olmaktan

ziyade dini bir medeniyettir. Yahudiler seçkin bir millet değildir. Yahudilik Yahudi halkı arasındaki ilişki

ve yaşam tarzından oluşmuştur.

Ağlama Duvarı önünde dua eden Yahudilerle ilgili görüntüler için Bakınız. http://www.themotorcyclelogs.com/2010/10/aqaba-to-lavrio-log-018-israel.html

Yahudiliğin Kutsal Metinleri Yahudiliğin Tanrı tarafından Tur dağında Hz. Musa’ya verilen On Emir’in bulunduğu levhalar ile Hz.

Musa’nın bir araya getirdiği vahiylerin bulunduğu ahit sandığı Sina çölünde iken ibadet çadırının bir

köşesinde ayrı bir bölümde korunmuştur. Ahit Sandığı Yahudilerin gözünde daima kutsal kabul

edilmiştir. Kudüs mabedinin yapımında Ahit Sandığı içinde bir oda yapılmıştır. Mabedin yıkılmasından

sonra Ahit Sandığı ve Tevrat kaybolmuş, yaklaşık 400 yıl sonra Ezra tarafından Tevrat yeniden

yazılmıştır.

Yahudilerin Tanah dedikleri 39 metinin bulunduğu kutsal kitabın ilk beş metnini Tevrat (Tora)

oluşturmaktadır. Tanah’da Hz. Musa’ya verilen On Emir’de geçen hükümler şunlardır:

1. Tanrı tektir. Başka ilahlar tanınmayacak,

2. Oyma put yapmak, ve resim yapıp tapmak yasaktır,

157

3. Tanrı adı boş yere ağza alınmayacak,

4. Cumartesi günü kutsal gündür. O gün iş yapılmayacak,

5. Ana ve babaya hürmet edilecek,

6. Öldürmek yasak,

7. Zina etmek yasak,

8. Çalmak yasak,

9. Komşuya yalancı şahitlik yapmak yasak,

10. Komşuya kötü gözle yaklaşmak yasak.

Yahudiliğin Tanah’tan ayrı bir diğer kutsal metni de Talmud’dur. Talmud, Mişna ve Gemera olmak

üzere iki bölümden oluşmaktadır. Sözlü emirlerin, kanun haline getirilmiş ilk hali olan Mişna, dil olarak

daha açık ve anlaşılır olunca ve geleneğin yazıya geçmiş halini yansıtınca Yahudiler için hayat düsturu

kabul edilmiş, hayatın her alanında, tüm eğitimlerinde Mişna üzerine yoğunlaşmışlardır. Mişna altı

bölümdür. MS 200’de Yahuda Ha-Nasi tarafından bir araya getirilmiştir. Babil’de kalan Yahudiler ve

Kudüs’teki Yahudiler Mişna’ya dört elle sarılmış ve midraş (medrese) larda din adamlarının da yaptıkları

yorumlarla eğitimlerini sürdürmüşlerdir. Babil bölgesinde yapılan yorumlar MS 500 de bir araya

getirilmiş adına Babil Gemerası denilmiştir. Mişna ile birleşen Babil Gemerası’na Babil Talmud’u

denilmiştir. Kudüs bölgesindeki yapılan yorumların bir araya getirilişi MS 400’de tamamlanmış ve buna

Kudüs Gemerası denilmiştir. Mişna ile birleşen Kudüs Gemerası’na da Kudüs Talmud’u adı verilmiştir.

Talmud içerisinde metodolojik ve tarihsel bir anlatım ve Tevrat üzerine yorumlara düzenli bir şekilde

rastlanılmamaktadır. Bölgelerin geçmiş kültürel etkilerinin de izlerinin rahatlıkla görüldüğü Talmud

içerisinde hukuki metinler (halakha) yanında İslam dünyasında israiliyyat denilen hikayeler, masallar ve

astroloji ile ilgili bilgilerin bulunduğu metinler (aggada) de vardır.

Yahudilerin hayatında 12. yüzyıl bir diğer kutsal metin Kabbala’nın kabul edildiği dönemdir. Kabbala

Yahudi mistisizminin temel kaynağıdır. Kabbala gizli bilgi, hikmet, anlamlarına gelmektedir.

Kabbala’nın vahiy sonucu olduğu kabul edilmektedir. Yahudiler Tanah ve Talmud’da verilmeyen

yaratılışla ilgili gizli sırların Kabbala da anlatıldığını düşünürler. Sefer Yesirah’ta yaratılışla ilgili

bilgilere, Sefer Bahir’de Bilgelik ve Hikmetle ilgili konulara, Sefer Zohar ise Işıklar Kitabı olup, Kurtuluş ve Kurtarıcı Mesih kavramlarına yer verilmiştir.

Yahudilikteki On Emir hükümlerini diğer inançlarla karşılaştırın.

158

MECUSİLİK Mecusiliğin Tarihçesi

Mecusilik İran ve çevresinde eski dönemlerde ortaya çıkmış ve yayılmış bir dindir. Aslında İran dini

durumu ile Hint dinleri arasında paralel birçok husus vardır. Arilerin İran üzerinden Hindistan’a gittikleri

söylenmektedir. Hinduizm’in kutsal metni Vedalar ile Mecusiliğin kutsal metni Avesta arasındaki paralel

anlatımlar bu yakınlığı ortaya koymaktadır. Mecusilik için batılı araştırmacılar Zerdüştilik demektedirler.

Ateşe tapanlar olarak ifade edilir. Mecusi terimi aslen Zerdüşt anlamına gelmektedir. Zerdüşt, bu dinin

kurucusunun adıdır.

İran’daki eski ve bozulmuş inanç yapısını düzeltmek isteyen bir reformcu olduğu da söylenen Zerdüşt, MÖ 6. yüzyılda yaşamıştır. Zerdüşt’ün Güney Azerbaycan denilen günümüzde İran’ın kuzey kısmında

yer alan bölgede doğduğu kabul edilmektedir. Eski Grek kaynaklarında Zoroaster kelimesi Zerdüşt için

kullanılmıştır. “Ateş Gibi Parlayan Yıldız” anlamına gelen Zerdüşt için bazı kaynaklarda peygamber

olduğu yorumları da vardır.

MÖ 500’lü yıllarda Pers kıralı Cyrus ve halefi Daryus döneminde Mecusilik resmi din haline

getirilmiştir. Fakat Zerdüşt monoteist (tek tanrıcı) bir anlayışı getirmiş olmasına rağmen pratikte bu inanç

dualist (iki tanrı) tanrı anlayışı olarak yayılmıştır. Sosyal yaşam ve inançtaki bozukluğun düzeltilme

çabası MS 3. yüzyılda Sasaniler döneminde gerçekleştirilmiştir. İran’da gerçekleştirilen dini reform I.

Hüsrev’den itibaren halkın Mecusiliğe inanmaya zorlanması ile yeni bir döneme girmiştir. Kutsal

metinleri Avesta bu dönemde yeniden derlenmiş ve Avesta üzerine yapılan yorumlarla Zend Avesta

yaygınlık kazanmıştır.

MS 6. yüzyıldan itibaren Mecusilikte zayıflamalar başlamış, Pers imparatorluğu çökme eşiğine

gelmiştir. İslamiyet’in gelişinden sonra İran’ın fethi ile İran’daki Mecusilerin büyük çoğunluğu

Hindistan’ın Mumbai (Bombay) şehri yakınlarına 10. yüzyılda göç etmişlerdir. Hintlilerin Pers

ülkesinden gelenler anlamında “Parsi” dedikleri bu topluluk günümüzde halen Hindistan’da yaşantılarını

sürdürmektedir.

Mecusiliğin Özellikleri

Mecusilik’te iki Tanrı anlayışı vardır. Başlangıçta Ahura Mazda iyilik ve kötülükle bağlantılı her şeyi

yaratan, gözeten ve kollayan bir konumda iken Ahura Mazda’ya iyiliklerin yaratıcısı anlamında Hürmüz,

kötülüklerin ve dünyadaki bütün fenalıkların yaratıcısı olarak ta Ehrimen,Tanrı olarak kabul edilmiştir. Oysa kutsal metinleri Gatha’larda Ahura Mazda tek Tanrı olarak ifade edilmektedir. Ahura Mazda

önceleri manevi bir nur olarak kabul edilirken Zerdüşt’ten sonra bu nur ateş olarak tasavvur edilmiş ve

ateş kültü Mecusilik’te gelişmiştir.

Ahura Mazda’nın yanında altı büyük melek bulunmaktadır. Ameşa Spentalar denen bu melekler, iyi

akıl, adalet, tanrısal irade, tevazu, mükemmeliyet ve ölümsüzlük şeklinde Ahura Mazda’nın sıfatları

olarak anlaşılır.

Mecusiliğe göre, alemin varoluş amacı kötülük ve yalanın hakikat tarafından yok edilmesidir.

Zerdüşt’e göre âlemde mücadele eden iyi ve kötü olmak üzere iki ruh vardır. İnsanoğlu bu iki ruhtan

birini seçmek zorundadır. İnsan kaderini bu seçimle belirleyecektir. Ahura Mazda iyiyi seçenlerle

olacaktır.

Mecusilik’te ahiret inancı çok canlıdır. İslamiyet’e en yakın anlayışın sergilendiği Mecusilikte hesap

gününden ve sırat köprüsünden bahsedilmektedir. Zerdüşt, vermiş olduğu vaazlarında sık sık hesap

gününden söz etmektedir. Hesap verme işi kıyamet koptuktan sonra başlayacaktır. İnsanlar bu dünyadaki

bedenleriyle dirileceklerdir. Ahura Mazda Mecusilerin beklediği Mehdi Saoşyant’ı yanına alarak adil bir

şekilde karar verecektir. İnanışa göre mahşerde tüm inananlar sorguya çekilmeden önce tek tek ruhlar

hesaba çekilecektir. Sevabı fazla olanlar “cinvat köprüsü” nden geçerek cennete, günahı fazla olanlar ise

köprüden düşerek cehenneme gideceklerdir. Sevap ve günahı eşit olanlar ise bu ikisinin arasında (Arasat)

kalacak, hesap gününü bekleyecektir.

159

Mecusilikte beklenen Mehdi kimdir?

Mecusilik’te ibadet, mabette gerçekleştirilir. Mecusi mabetlerine Ateşgede denilir. İbadetin belirli bir

günü ve vakti yoktur. Mabede giden kişi önce ellerini ve ayaklarını yıkar, ayakkabılarını çıkarır ve

günahlarının bağışlanmasını ister. Mabet içerisinde mabet görevlilerinin idaresindeki kutsal ateşin önünde

Avesta’dan bazı pasajlar okunur ve dua edilir, ibadet ferdidir. Fakat mabet görevlileri kutsal ateşin

temizlenmesi ve korunmasını günde beş defa gerçekleştirirler.

Erkek ve kız çocukları buluğ çağına geldiklerinde dini açıdan sorumluluk sahibidirler. Mecusilikte

bilinen bir oruç ibadeti yerine insanın davranışlarında düşüncelerinde ve anlatımlarında yanlışa

düşmemesi için dikkatli davranmasına yönelik uygulamalar vardır.

Mecusiliğe göre, insanları ve hayvanları öldürmek büyük günahtır. Zerdüşt kurbanı yasaklamıştır. Her

ne kadar Ahura Mazda’ya adak ve şükür kurbanını telkin etmişse de Zerdüşt’ün ölümünden sonra canlı

kurban adetine geri dönülmüştür.

Mecusiliğin Kutsal Metinleri

Mecusiliğin kutsal kitabı Gathalar ve Avesta’dır. Gathalar, Avesta’nın en eski bölümüdür. Gatha temiz ve pak şarkılar demektir. Zerdüşt’e ait olduğu hemen hemen tüm araştırmacılar tarafından kabul edilen

Gathaların bir bölümü Avesta’nın içerisinde yer almaktadır. Avesta üzerine yapılan yorumlara Zend

denilmiştir. MS 8. asırda din adamları tarafından yapılan bu yorumlar Avesta ile birleştirilmiştir. Yorumların da bulunduğu kitaba Zend Avesta denilir.

Avesta beş bölümden meydana gelmektedir :

1. Yasna : İbadet ve duaların şeklinden bahseder, Avesta’nın dil açısından en eski metnidir. Gathaların onyedi tanesi bu bölümde yer almaktadır.

2. Vispered : Tanrısal varlıklardan bahseden kısımdır.

3. Yaşt : Tanrıya karşı övgü ve yakarışlara yer verilmiştir.

4. Vendidat : Şeytanlar ve büyülere karşı sergilenecek tavır anlatılır.

5. Khordavesta : Küçük Avesta demektir. Bir yönüyle ilmihal türü bilgiler ihtiva eder.

SABİİLİK Sabiiliğin Tarihçesi

Sabiilik Ortadoğu kökenli bir inançtır. Fakat Sabiilerin inançlarının bölgede var olan kültürlerle karışmış olması araştırmacıların zaman zaman yanlış yorumlamalarına neden olmuştur. Sabiiler için bazı

kaynaklarda yıldıza tapanlar oldukları söylenilir. Bu konu İslam kaynaklarında özellikle tefsirlerde en çok

vurgulanan husustur. Bir diğer husus Sabiilerin köken olarak Babil’deki büyü ve sihrin de hakim olduğu

bir inançla bağlantılı oldukları görüşüdür. Bu görüşlerin temelinde Harranlılar bulunmaktadır.

Harranlılar tarihte yıldıza tapan bir topluluktur. Günümüzde Urfa ile Halep şehirleri arasındaki bir

bölgede yaşamış olan topluluğun inanç geçmişi çok eski yüzyıllara kadar ulaşmaktadır. Yıldıza tapma

yanında büyüsel ve sihirsel faaliyetler günlük yaşantılarında büyük öneme sahiptir. İslam fetihleri

esnasında Halep civarlarına gelen Müslüman askerlerine karşı ‘biz sabiyiz’ diyen Harranlılar, bu sayede

hayatlarını kurtarmışlardır. Kur’an’da Sabiilerin ismi geçmesinden dolayı Müslümanlar Harranlılara Ehli

Kitap muamelesi yapmışlardır. Harranlılar inanç ve yaşantılarında değişiklik yapmamışlar, Müslüman

araştırmacılar da Harranlıları Sabii olarak görüp yıldıza tapanlar olduklarını söylemişlerdir.

Oysa Sabiiler ne yıldıza tapanlardır, ne de Babil inançlarına bağlı bir topluluktur. Batılı

araştırmacılardan E.S.Drower, R.Bultmann ve K.Rudolph’un yaptıkları araştırmalar Sabiilerin Filistin ve

Ürdün bölgesinde yaşayan bir halk oldukları, inançlarının da Yahudilikle paralellik gösterdiği şeklindedir.

160

Hatta bu araştırmacılar Yahudilerin yanlış uygulamalarını dillendirdikleri için Sabiilerin Yahudiler tarafından heretik kabul edilip Filistinden çıkarıldıklarını söylemektedirler.

Bu tez günümüzde Basra şehri yakınlarında yaşayan Sabiilerin kutsal metinlerinde bahsedilen hususlarla örtüşmektedir. Günümüzde kendilerine Mandeen denilen bir gurup geçmişte Sabii denilen topluluğun devamı olduklarını söylemektedirler. Mandeenler Hz. Yahya’yı peygamber olarak görmektedirler. Yıldızname yerine tanrı anlayışlarından bahsedilen, insanın kurtuluşu ile ilgili hususların vurgulandığı ve ibadetlerinin anlatıldığı bir kutsal metinleri bulunmaktadır. Bu husus aslında Kur’an’ın anlatımı ile de örtüşen bir durum arz etmektedir. Zira Kur’an’da Bakara suresi 62. ayette Sabiilerin Yıldıza tapanlar değil başlangıçta Allah’a inanan bir topluluk olduğu belirtilmektedir:“Şüphesiz, inananlar, Yahudi olanlar, Hristiyanlar ve Sabiiler’den Allah'a ve ahiret gününe inanıp yararlı iş yapanların mükâfatları Rablerinin katındadır. Onlar için artık korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de."

Sabiilerin MÖ 200’lerde ortaya çıktıkları, Hristiyanlığın doğuşu öncesi gnostik akımdan etkilendiği, Yahudileri doğru yola davet ettikleri fakat kabul görmeyip Yahudilerin düşmanlıklarını kazandıkları artık kabul edilen gerçeklerdir. Yahudiler tarafından dışlanmaları ile ilgili hususlar Kutsal metinleri Ginza’ya da girmiştir.

Mandeenler, kendi dinlerinin Adem’le birlikte başladığını ileri sürerler. Kudüs’te hakim Yahudi anlayışına karşı çıkan Nasuraları ataları olarak söylerler. Nasura terimi mandeencede “gözetleyen, koruyan, muhafaza eden” anlamlarındadır. Nasuraların geçmişte Yahudiler gibi Rab Elohim’e ibadet eden ve O’na “Adonay” diye hitap eden gurup oldukları belirtilmektedir.

Mandeenlerin “Işık Peygamberi” olarak inandıkları peygamberleri Hz. Yahya’dır. Hz. Yahya Hz. İsa’nın çağdaşıdır. Aslen bir Yahudi olan Hz. Yahya, resmi Yahudi görüşlerine karşı çıkarak kendi topluluğunu kurmuştu. Hz. İsa, Hz. Yahya tarafından vaftiz edilmiştir. O’nun aykırı inanç ve uygulamaları nedeniyle huzursuz olan Yahudiler, bölgeye Roma adına egemen olan Herod Antipas’a Hz. Yahya’yı ihbar etmişler, bunun üzerine Hz. Yahya tutuklanmış ve çeşitli işkencelerden sonra başı kesilerek öldürülmüştür. O’na inananlar baskı ve zulüm altında kalmışlar, birçoğu öldürülmüş, MS 37 yılında bölgeden Mezopotamya’ya göç etmek zorunda kalmışlardır. Katliamdan kurtulup göç edenlerle ilgili Ginza’da verilen rakam 60 000’dir. Bir süre sonra da Mezopotamya’nın güney kesimlerine yerleşmişlerdir. Günümüzde sayıları kesin olmamakla birlikte otuz bin kadar oldukları tahmin edilmektedir.

Sabiiliğin Özellikleri Sabiilerin dinsel anlayışları tümüyle gnostik düalizm temeline dayanmaktadır. bu ikili anlayışta, bir yanda “ışık evreni”, diğer yanda ise “karanlık evreni” bulunmaktadır. Işık Evreni’nin yöneticisi, “Yüce Hayat”, “Kudretli Ruh” ya da “Yüceliğin Efendisi” gibi niteliklerle de adlandırılır. Işık kralı’nın, en üstün niteliklere sahip ve tüm noksan sıfatlardan uzak bulunduğuna inanılır. Düalizmin diğer yönünü oluşturan karanlık evreni de benzer bir yapılanmaya sahiptir. Bu evrenin başında, bir adı da “büyük canavar” olan Karanlık Kralı bulunur. O, kötülüklerin yaratıcısı ve yayıcısıdır. Karanlık evreni yokluk, eksiklik ve düzensizliği simgeleyen “kaos” ilkesi tarafından yaratılmıştır.

Sabiilerin İnançları içerisindeki Hayat, Ruh ve Peygamberlik anlayışı onların diğer inançlardan farklılıklarını ortaya koymaktadır. Sabiilere göre hayat, bütün varlıklardan, kutsal sudan, ışıktan ve nurdan önce vardır ve her şey onun tarafından yaratılmıştır. Yeryüzü yaratılmadan önce iyilik ve kötülük, ışık ve karanlık arasında kesin bir ayrılık söz konusudur. Ruh bu dönemde vardır ve insana hapsedilmiştir. Işık kıralı dünyayı yaratmış ve karanlık güçler dünyayı ele geçirmiştir. Işık kıralı insanı dünyayı kötülüklerden kurtarmak için göndermiştir. Yaratılan ilk insan Adem’dir. Adem’den sonra bütün insanlar dünyayı kaostan kurtarmak için mücadele etmektedir.

Sabiilerin peygamberlik anlayışı Hz. Yahya’yı Peygamber kabul etmeleri ile bağlantılıdır. Onlar Yahudiliği bozuk bir inanç, Hristiyanlığı sapık bir din olarak görürken Hz. Musa ve Hz. İsa’yı da peygamber olarak kabul etmemektedirler.

161

Sabiilerde ibadet öncesi su ile temizlik yapılmaktadır. Bu sebeple Sabiilerin mabetleri nehir kenarlarında yapılmışlardır. Mabedin ortasında devamlı akan bir havuz bulunur. Üç türlü temizlikleri vardır.

1. Masbuta: Haftada en az bir defa din adamı gözetiminde yapılan manevi temizliktir. Yahudilikteki gibi pis sayılan şeylerle temas sonrası, ölüye dokunma, evlilik ve bayram merasimleri öncesi yapılır.

2. Rişama: Gün doğmadan dini törenlerden önce yapılan abdeste benzer temizliktir. 3. Tamaşa: İslam’daki gusüle benzer. Nehre üç defa dalarak gerçekleştirilen temizlik, doğumdan

sonra, cinsel ilişkinin ardından gerçekleştirilir.

Sabiiliğin Kutsal Metinleri

Sabiilerin zengin bir kutsal kitap koleksiyonu vardır. Kutsal metinlerinin yaratılışta Tanrı tarafından Adem’e verildiğine inanırlar. Yapılan incelemeler, bu metinlerin genellikle MS 2-3. yüzyıllarda derlendiğini ortaya koymuştur. Sabiiler’in kutsal metinleri Aramice’nin lehçelerinden biri olan Mandeence ile yazılmıştır. Günümüzde Arapça konuşan Mandeenler, bu dili sadece ibadet dili olarak kullanırlar. Mandeence’yi okuyup yazabilme ayrıcalığı yalnızca din adamlarına aittir. Kutsal metinlerin en önemlileri üç ayrı kitaptır: “Ginza”, “Draşia d’Yahya” ve “Qolasta”.

“Ginza” Hazine anlamındadır, yaklaşık 600 sayfadır ve “Adem’in Kitabı” diye de adlandırılır. Çeşitli dualar, teoloji, mitoloji, ölüm ve ölüm sonrası gibi konuları içerir.

“Draşia d’Yahya” (Yahya’nın Öğretileri), Hz. Yahya’nın yaşamını ve öğretilerini konu alan bir kitaptır. 37 bölümden meydana gelmiştir.

Bir diğer kutsal metin “Qolasta” dır. Övgü anlamına gelmektedir. Temizlik, vaftiz, ibadetlerle ilgili dualar ve çeşitli günlük uygulamalarla ölüm konuları anlatıldığı bir kitaptır.

Gnostisizm nedir? Gnostik düşünce ile gelişen dinler nelerdir. Araştıralım.

Sabiilik konusunda daha geniş bilgi için, Şinasi Gündüz’ün Vadi Yayınları tarafından basılmış olan “Son Gnostikler Sabiiler” (1995) kitabını okuyabilirisiniz.

HRİSTİYANLIK Günümüzde dünya üzerinde nüfusu en kalabalık olan din Hristiyanlıktır. Filistin bölgesinde doğmuştur. Fakat bugün Avrupa, Kuzey Amerika ve Avustralya da yaklaşık 1,8 milyar nüfusa sahiptir. Hristiyan kelimesi İbranice, “Maşiah” karşılığında Grekçe, “Hıristos” kelimesinden gelmektedir. “Yağlanarak kutsanmış” anlamındadır.

Hz. İsa’nın tebliği ile ortaya çıkan Hristiyanlık sosyal ve kültürel birçok etkilerle bazı değişimlere uğramış ve günümüzdeki durumuna gelmiştir. Filistin bölgesi Roma imparatorluğunun hakimiyeti altında iken Yahudiler, çeşitli mezheplere bölünmüş, dini konular çıkar meselesi haline gelmiştir. Kudüs’teki mabet ticaret haneye dönüştürülmüş inanç şekilci bir yapıya büründürülmüştür. Yahudiler zaman zaman tek tanrı inancına sahip olduklarını ve putperest inancına sahip olan Romalılardan kurtulmaları gerektiğini vurgulamışlar, buna paralel kurtarıcı Mesih anlayışı güçlenmiştir. Beklenen Mesih Hz. Davud’un soyundan olacak ve Yahudileri zulümden kurtaracak, eski zenginlik ve refaha kavuşturacaktır.

Hristiyanlığın Tarihçesi Hz. İsa böyle bir ortamda gelmiş bir Yahudi’dir. O’nun doğuşu dünyada her şeyin bir sebep sonuç ilişkisi içerisinde olduğu anlayışına sahip olan Yahudiler tarafından kabul edilememişti. İsa, bir mucize olarak Bakire Meryem’in babasız bir şekilde hamile kalışı sonrasında dünyaya gelmiş dönemin tüm anlayışlarını alt üst etmiştir. Hz. Meryem’i Yahudiler iffetsizlikle suçlamışlardır. Fakat Hristiyanlar ve Müslümanlar

162

ufak ayrıntılar dışında O’nun hamile kalışı ve İsa’nın doğumu ile ilgili hususlarda aynı yaklaşımı göstermektedirler.

Hz. İsa’nın tebliğe ne zaman başladığı net olarak bilinmemektedir. Fakat O’nun mesajları sadece Yahudilere değil, tüm insanlığadır. O, zenginlik getirmek yerine kurtuluşun fakirlikte olduğunu vurgulamıştır. İsa’nın “gömleğini isteyene abanı ver”, “bir yanağına vurana öbür yanağını çevir” söylemleri Yahudilerin kabul edemeyeceği ifadelerdir.

Hz. İsa kendisinden önceki Yahudi peygamberleri gibi topluma gerekli uyarıları yapmış ve etrafında bir cemaat oluşturmuştur. Yahudilerden O’na inanan bu ilk guruba Havariler denilmektedir. Hz. İsa’nın Yahudilerin mevcut dindarlık anlayışlarını eleştirmesi, O’na inanmayan Yahudileri rahatsız etmiştir. Yahudilerin İsa hakkında Roma’lı yöneticilere, İsa’nın yönetime karşı tehdit oluşturacağını söylemeleri İsa’nın çarmıha gerilmesine sebep olmuştur. Hristiyanlıkta İsa çarmıha gerildikten üç gün sonra dirilerek bir süre Havarileriyle birlikte yaşamış ve ondan sonra göğe yükselmiştir. Bu durum O’na inananların sayısını da artırmıştır.

Hristiyanlık, kısa bir süre sonra Yahudi olmayanların arasında da yayılmıştır. Burada en büyük gayret Pavlos’a aittir. Pavlos Tarsus’lu bir Yahudi din adamı olarak vazife yaparken, Şam yolunda geçirmiş olduğu bir vizyon ile Hristiyanlığı kabul eden bir şahıstır. İsa ile bizzat görüşmeyen ve Havariler arasında yer almayan Pavlos, İsa’nın “Beni izle” demesi üzerine Hristiyan olmuştur. Yahudilerin dışındaki toplumlarda Hristiyanlığı yaydığı için de kendisine “Yabancıların Havarisi” denilmiştir.

Yahudilerin ibadet ve geleneklerine uyum sağlayamayan ve Hristiyanlığı benimseyen putperest kökenli kişilerle Yahudiler arasındaki problemler artmıştı. Yahudilikten Hristiyanlığa gelenler örf ve adetlerinde taviz vermemişler, Yahudilikteki uygulamaları aynen devam ettirmişlerdir. Bunlara Yahudi-Hristiyan (Judeo-Cretien) topluluk denilmiştir. Putperestlikten Hristiyanlığa geçenler için Pavlos’un öncülüğünde 52 yılında Kudüs’te gerçekleştirilen ilk bölgesel konsilde Yahudi olmayanlardan Hristiyanlığı kabul edenler için Yahudi geleneklerine uyma zorunluluğu kaldırılmış ve pagan unsurlar yumuşatılarak Hristiyanlık tarafından kabul edilmiştir. Bu karar Pavlos’un Petrus ve Yakub ile arasını açmış putperestlikten gelen Hristiyanlar ile Yahudi kökenli Hristiyanların kesin olarak ayrılmalarına sebep olmuştur. Kısa bir süre sonra verilen bu tavizin ardından Yahudi olmayan toplumlardaki Hristiyanlığı benimseyenler artmış ve Hristiyanlık pagan kökenli Hristiyanların hakimiyetine girmiştir. Kudüs’te Yakub’un liderliğindeki ilk Yahudi-Hristiyan (Judeo-Cretien) topluluk ise Yakub’un öldürülmesi, 70 yılında Romalıların mabedi yıkmaları ve Kudüs’ü yakmaları sonrasında iyice zayıflamışlar 4. yüzyıldan itibaren de tamamen kaybolmuşlardır.

Pavlos’un etkisiyle farklı bir yöne giren Hristiyanlık putperest inancın savunucusu Romalı idarecileri rahatsız etmiştir. Hristiyanlara karşı baskıyı artıran Roma, iki asır boyunca geçmişteki putperest inancı ile dini ve siyasi birliğini sağlama çabası göstermiştir. Fakat baskı ve zulme rağmen Hristiyanlığın hızla yer altı şehirleri ve mağaralarda yayılmasının önüne geçilemeyince 313 yılında imparator Konstantin tarafından Milan fermanı ile Hristiyanlık din olarak tanınmıştır. Hristiyanlığın serbest bırakılması sonrası her bölgede farklı inanç ve uygulamalar görülmüştür. Havarilere ait olduğu söylenen onlarca İncil ortaya çıkmıştır.

İmparator Konstantin inanç faklılığının ve İncil çeşitliliğinin meydana getirdiği sosyal sıkıntıları gidermek ve inanç birliği sağlamak amacıyla İznik’te 325 yılında ilk genel konsili gerçekleştirmiştir. Konsilde tanrısal anlayış içerisinde baba ve oğul kavramları kabul edilmiş, onlarca İncil’den en yaygın olan dört tanesi sahih (kanonik) kabul edilmiştir.

Konsil nedir? Yapılan konsiller hakkında bilgi toplayınız.

Konsiller konusunda daha ayrıntılı bilgi için, Mehmet Aydın’ın Selçuk Üniversitesi Yayınları tarafından basılmış olan “Hristiyan Genel Konsilleri ve II.Vatikan Konsili” (1991) kitabını okuyabilirsiniz.

381 yılında İmparator Teodosius döneminde İstanbul’da gerçekleştirilen I.İstanbul konsilinde de

Tanrısal üçlüğün üçüncüsü olan Kutsal Ruh kavramı kabul edilmiş ve böylece Teslis akidesi Baba-Oğul-

Kutsal Ruh şeklinde tamamlanmıştır. Ayrıca Hristiyanlık resmen Roma devlet dini olmuştur. İmparator

163

Teodosius, Roma İmparatorluğunun her tarafında putperestliği yasaklamıştır. Böylece siyasi düzeni inanç

birlikteliği ile sağlamayı düşünen Roma İmparatorları kilisenin koruyucusu olmuşlar ve her dönemde

Hristiyan inancı konusunda aktif rol almışlardır.

Hristiyan kilisesinin ilk dönemdeki şekillenmesi Roma İmparatorluğunun idari yapısının aynısıdır.

Merkeziyetçi bir anlayışla kurulan Papalık ve alt birimlerinin başına getirilen yöneticilerin unvan ve

görevleri Roma siyasi literatüründe kullanılan unvanların aynısıdır. Roma putperest yönetimi liderine

verilen Pontif unvanı bugün Papa için kullanılmaktadır.

395 yılında Roma İmparatorluğunun doğu ve batı olmak üzere ikiye bölünmesinden sonra İstanbul ile

Roma kiliseleri arasında dini ve siyasi liderlik tartışmaları da başlamıştır. Batı Roma İmparatorluğunun

zayıflaması ile Papa, batı dünyasının dini ve siyasi lideri konumuna gelmiştir. Doğuda Antakya Kilisesi,

İskenderiye Kilisesi ve İstanbul Kilisesi Roma Kilisesinin bu liderliğine sıcak bakmamışlardır. Aslında bu

mücadelenin temelinde Helenistik felsefe ve Grek kültürünün temsilcisi konumundaki İstanbul

Kilisesinin Latin kültür ve yaşayışının temsilcisi kabul edilen Roma kilisesiyle geçmiş kültürel

faklılıklardan kaynaklanan bir mücadelesi görülmektedir. Bu durum daha sonra iki ayrı mezhebin ortaya

çıkışına da sebep olacaktır.

Hristiyanlık tarihinde 431 yılında Efes’te ve 451 yılında Kadıköy’de gerçekleştirilen konsillerin de

ayrı bir önemi vardır. Efes konsilinde İstanbul piskoposu Nestoryus’un, İsa’da biri beşeri diğeri ilahi iki

tabiat (Diyofizit) olduğunu söylemesi Konsili yöneten Cyrill ve taraftarlarınca reddedilmiş, İsa’da ilahi

tabiatın üstün olduğu tek tabiat (monofizit) anlayışı benimsenmiştir. Nestoryus ve taraftarları da aforoz

edilmiştir. Nesturilik adı ile ortaya çıkan mezhep Irak, İran ve Hindistan taraflarında yayılmıştır. Yaklaşık

yirmi yıl sonra 451 yılında Monofizit anlayışın yerine Diyofizit anlayışın Kadıköy konsilinde kabul

edilmesiyle doğuda bulunan Ermeni Kilisesi, Antakya Süryani Kilisesi ve İskenderiye Kilisesi kararı

kabul etmemişler ve merkezi yönetime karşı çıkmışlardır. Bu kiliselere ayrılmış doğu kiliseleri

denilmektedir.

Hristiyan kiliselerindeki diğer önemli bölünme 1054 tarihinde gerçekleşmiş, temelde iki farklı

kültürden gelen İstanbul Kilisesi “Rum Ortodoks Kilisesi” adı ile Roma Kilisesi ise “Latin Katolik

Kilisesi” adı ile birbirinden ayrılmıştır. Ayrılığın sebebi “Kutsal Ruh”un nereden çıktığı tartışmasıdır.

Ortodoks kilisesi Kutsal Ruh’un sadece babadan çıktığını kabul ederken, Katolik kilisesi babadan ve

oğuldan birlikte çıktığına inanmaktadır.

Kiliselerdeki bu ayrılık yönetimlerin kabullenemediği bir husus olmuştur. Buna dönemin sosyal ve

siyasi krizleri de eklenince Katolik Kilisesi çözümü Haçlı seferlerini desteklemekte bulmuştur. 12 ve 13.

yüzyıllarda gerçekleştirilen ve Kudüs’ü kurtarma sloganı ile hareket eden Batı dünyası İstanbul’da bir

Latin devleti, Antakya ve Kudüs çevresinde de Latin kontlukları kurmuştur. Fakat Latin Katolik Kilisesi

Haçlı seferleri ile kaybolan nüfuzunu yeniden kazanamamış, tam tersine halkın isteklerine çözüm

164

getiremeyişi, dini konulardaki bozulmalar, kilisenin kurduğu Engizisyon mahkemeleri gibi kurumların

yayılışı yeni sosyal ve dini problemlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

16. yüzyılın başında bir Alman rahibi olan Martin Luther tarafından Katolik Kilisesinin yanlışlarını

düzeltmek için başlatılan hareket kısa zamanda tüm Avrupa’ya yayılmış Fransa’da Jean Calvin,

İsviçre’de Huldrich Zwingli tarafından desteklenmiştir. Katolikler tarafından kendilerini protesto eden bu

yeni harekete Protestanlık denilmiştir. Katolik Kilisesi bu reform hareketine tepkisiz kalmamış ve bir

karşı reform hareketi başlatmıştır. Fakat bu da birlik açısından başarılı olamamıştır. Protestan Kiliseleri

esas itibarıyla Papalık otoritesine karşı çıkışları, Kutsal metni herkesin okuyup anlayabileceği gibi temel

hususlara farklı bakışı sebebiyle günümüzde elinin üstünde bir sayıya ulaşmışlardır. II.Vatikan Konsili

sonrası Papalık ve Protestan Kiliseler Birliği arasında köklü husumetlere son vermek için diyalog

çağrıları yapılmış ve bu yönde çalışmalar başlatılmıştır.

Hristiyanlığın Özellikleri Hristiyanlığın da her dinde olduğu gibi kendine ait bazı özellikleri vardır. Bunlar Kilise, Sakramentler,

Mesih anlayışı gibi kavramlarıdır.

Kilise Kilise, Grekçe Eclesia kelimesinden gelmekte topluluk, cemaat anlamları taşımaktadır. Hristiyanlığa göre

Hz. İsa’nın yolunu benimseyenleri ifade eder. Başlangıçta ilk Hristiyanlar arasında kilise kelimesi

mabetten çok topluluğu ifade için kullanılmıştır. Roma İmparatorluğunun 313 yılındaki Milan fermanıyla

Hristiyanlığa serbestlik getirmesinden sonra kilise kelimesi mabed anlamında da kullanılmaya

başlanmıştır. Orta çağ kilisenin geliştiği dönemdir. Başlangıçta Roma putperest mabetleri olan dikdörtgen

yapılı Bazilikaların iki kenarına yapılan odalarla Haç görünümlü kilise inşası yaygınlaşmıştır. 16. yüzyıla

kadar kiliselerde oturma yerleri yoktur. Bu dönemden itibaren görkemli katedraller yapılmış ve cemaatin

oturduğu yerler düzenlenmiştir.

Katolik kilisesinde kilise kavramı İsa’nın mistik bedenini, inananlar da onun uzuvlarını oluşturur.

Kilisenin oluşabilmesi için Rahibin varlığı esastır. Ortodoks kiliselerinde ise kilise İsa’nın bedeni, kutsal

ruhun mabedi ve Tanrının cemaati olarak görülür. Protestan Kilislerinde cemaatin olduğu yerde kilise

kurulur, kilisede bir rahibin bulunma mecburiyeti yoktur.

Sakramentler Sakrament inancın göstergesi için yapılan dinsel törenlere verilen isimdir. Hristiyanlara göre İsa

yaşamaya devam etmektedir. Onun görünmeyen eylemleri Sakramentlerin yapılmasıyla anlaşılır. Hristiyan bir kişi Sakramentlere katıldığı takdirde Tanrı’nın lutfuna ulaşır. Hristiyan mezheplerinin hepsi

bu Sakramentlerden ilk ikisini yani; Vaftiz ve Evharistiya’yı kabul etmektedirler. Katolik ve Ortodoks

kiliseleri ile ayrılmış Doğu kiliseleri bu iki sakramente ilave olarak konfirmasyon, tövbe, son yağlama,

ruhbanlık, evlilik sakramentlerini de kabul etmektedirler.

1. Vaftiz: Yeni doğan çocuğu suya daldırma veya vücudunun belirli kısımlarını yıkamak suretiyle yapılan Hristiyanlığa giriş merasimidir. Baba-oğul-kutsal ruh adına vaftiz yapılır. Katoliklere göre Hz. Adem’in işlemiş olduğu günah nesilden nesile aktarılmaktadır. Kişi vaftiz olunca bu günahlardan kurtulur ve günahsız bir hayata başlar. Ortodokslarda ise kişi günahsızdır, günahlı olan yer dünyadır. Doğan kişinin dünyadaki günahlardan korunması için vaftiz gerçekleştirilir.

2. Evharistiya(Komünyon): Şükretmek anlamında kullanılan evharistiya İsa’nın havarilerle yediği son akşam yemeğinin hatırasına yapılan bir törendir. Bu ayin Pavlos tarafından sakramentler arasına katılmıştır. İsa çarmıhta kendini kurban etmiş, Hristiyanlarda evharistiya ayini ile kurban olan İsa ile bütünleşmişlerdir. Katolik ve Ortodoks kilisesinde İsa ile bütünleşmenin hem bedensel hem de ruhsal olarak gerçekleştiği düşünülmektedir. Protestan kiliselerinde ise bütünleşmenin ruhsal olduğu görüşü ağırlıktadır. Zwingli ve taraftarları ise İsa ile ne bedensel ne de ruhsal bütünleşmenin olamayacağını bu ayinin sembolik olduğu görüşündedirler.

165

3. Konfirmasyon(Kuvvetlendirme): Doğum ile gerçekleştirilen vaftiz töreni kişinin kendi iradesi ile gerçekleştirilmemektedir. Buluğ çağı dediğimiz bir dönemde özgür iradesi ile kişinin kilisede yeniden vaftiz olması ayinine Konfirmasyon denilmektedir.

4. Ruhbanlık: Din hizmetleri sınıfında yer alan kişilerin hiyerarşik basamakları geçmesi törenle gerçekleştirilmektedir. Kişi bu törenlerdeki kutsama ile rahip, piskopos gibi görevlere gelir. Protestanlıkta ruhbanlık yoktur.

5. Tövbe(Günah itirafı): Kişi bir günah işlemişse vaftizin etkisini yeniden kazanmak için günahından kurtulması gerekir. Bu yapılan günah itirafı töreni ile gerçekleşir. Kişinin itirafını rahip Tanrı adına affeder. Bazen kefaret olarak ceza verilebilir. Protestanlık bu sakramenti de kabul etmemektedir.

6. Son yağlama: Hastalıkta ve özellikle ölüm esnasında kişinin rahatlaması için yapılan törendir. Hastanın iyileşmesi veya ölümün rahat olabilmesi için kutsanmış yağ sürülür. Bu yağ sayesinde İsa’nın o kişiyi yalnız bırakmayacağı düşünülür.

7. Evlilik(Nikah): Hristiyanlıkta evlilik, Tanrı ile ve O’nun kilisesi ile bütünleşmeyi sembolize eder. Ayin ile iki kişi kilisede kutsal bir bağla bağlanmışlardır. Hristiyanlıktaki bu dini vecibenin yerine getirilmiş olması sebebiyle evlilik sonrası ayrılma demek kiliseden ayrılma anlamına gelecek olup dinen yapılmış bir işin inkarı ve terk edilmesi demektir. Katolik kilisesinde bu sebeple boşanma kesinlikle yasaktır. Ortodoks kilisesinde ise boşanma belli şartlara bağlıdır. Protestan kiliselerinde bu sakrament kabul edilmemektedir.

Mesih Mesih fikri Hristiyanlığın Yahudilikten aldığı bir kavramdır. Hristiyanlar Yahudilerin beklediği Mesih’in

İsa olduğunu iddia etmektedirler. Mesih olan İsa, insanları günahlardan kurtarmak için kendini çarmıhta

feda etmiş ve göğe yükselmiştir. Kıyamete yakın bir zamanda O, tekrar dünyaya gelecek, Tanrısal

kırallığı yeniden kuracaktır. Hristiyanlar da bu Tanrısal kırallıkta huzurlu bir yaşam süreceklerdir.

Katolikler İsa’nın gelişinin ne zaman olduğunun bilinemeyeceğini ve hayatın buna göre düzenlenmesinin

yanlış olacağını söylerler. Protestanlar ise, özellikle Evanjelistler İsa’nın gelişinin yakın olduğuna

inanırlar.

Hristiyanlığın Diğer İnançlara Bakışı Hristiyanlık için Yahudiliğin önemli bir yeri vardır. Zira Hz. İsa Yahudi soyundan gelmiştir. İlk

Hristiyanlar Yahudi asıllıdır ve Yahudi kutsal metinleri Hristiyanların da kabul ettikleri kutsal

metinleridir. Hristiyanlığın gelişi ile Yahudiliğin iptal edildiğini, Yahudilerin Hristiyanlığa girerek

kurtuluşa erebileceklerini söylerler. Bu konuda şu iddialarda bulunurlar, eski ahitte geleceği bildirilen

Mesih, haça gerilen Mesih İsa’dır. İsa’nın haça gerilmesinin cezası olarak Kudüs’teki Süleyman mabedi

yıkılmıştır. Yahudilerin seçilmişliği, onların işledikleri günahlar sebebiyle Hristiyanlara geçmiştir.

Hristiyanların İslam’a bakışı Yahudiliğe bakışlarından farklıdır. Zira Hristiyanlıktan sonra farklı bir

coğrafi ortamda ortaya çıkan İslam, Yahudilik ve Hristiyanlıktan bağımsız gelişmiştir. Bu sebeple

Hristiyanlarla Müslümanlar arsında Yahudilik’teki gibi Mesih inancı ve seçilmişlik kavramı yoktur.

İslamı Hristiyanlık’tan ayrılmış bir mezhep olarak gören bazı kişilerle geçmişte ve günümüzde reddiyeler

tarzında eserler kaleme alınmıştır. Bunun ötesinde teolojik meselelerde tartışmalara girilmemiştir. II.

Vatikan konsili sonrası kilise İslam’a ve Müslümanlara karşı saygılı bir tutum sergilemeye başlamıştır. Müslümanlarla diyolog kurulması için çalışmalara girişilmiştir.

Hristiyanlığın Kutsal Metinleri Hristiyanlığın kutsal kitabı “Kitabı Mukaddes” olarak isimlendirilir. Kitabı Mukaddes Yahudilerin Tanah

dedikleri Hristiyanların eski ahit olarak isimlendirdikleri 39 kitap ile Tanrı’nın insanlığa karşı sevgisi

neticesinde yeniden gerçekleştirdiği yeni ahit metinlerinden oluşmaktadır. Yeni Ahit 27 bölümden

oluşmaktadır. Bunun ilk dördü İnciller, Pavlos’un yazmış olduğu Resullerin işleri ile 21 mektup ve vahiy

bölümlerinden oluşmaktadır. Hristiyanlar dört İncil’den ilk üçüne muhteva açısından benzerlikleri

sebebiyle “Sinoptik” İnciller demektedirler. İnciller Hristiyan inancına göre Rab İsa Mesih’in kelamının

166

daha sonradan yazıya geçirilmiş halidir. Hristiyanlığın başlangıcında bir araya getirilmemeleri sebebiyle

daha sonra onlarca farklı İncil ortaya çıkmıştır. 325 yılında İznik’te gerçekleştirilen ilk konsilde bu

farklılığı ortadan kaldırmak, kitap ve inanç birlikteliği sağlamak amacıyla yaygın olmayan bütün İnciller

toplatılmış ve yok edilmiştir.

Hristiyanlara göre mevcut İnciller arasında birbirlerini tutmayan ifadelerin bulunması normaldir.

Çünkü bu İncillerdeki ifadeler İsa’ya vahy edilmemiştir. İsa bir peygamber değil Tanrı olarak

görülmektedir. Dolayısıyla İnciller İncil yazarları (Evanjelistler) tarafından kaleme alınmış kutsal ruhun

kontrolünde yazdırılmıştır.

Hristiyanlık konusunu ayrıntılı öğrenmek için Mehmet Aydın’ın Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları tarafından basılmış olan “Hristiyan Kaynaklarına Göre Hristiyanlık” (1995) ve Şinasi Gündüz’ün İsam Yayınları tarafından basılmış olan “Hristiyanlık” (2006) kitaplarını okuyabilirsiniz.

İSLÂMİYET İslam kelimesi sözlükte itaat etmek, boyun eğmek, bağlanmak, bir şeye teslim olmak anlamlarına gelir.

Müslüman ise, Allah’a teslim olup ona itaat eden Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği her şeyi benimseyen ve

bunu yaşantısında gösteren kişiye verilen isimdir. İslamiyet Ortadoğu kökenli bir dindir. Günümüzde

yeryüzünde yaklaşık 1,3 milyar inananı ile her kıtada yaygın olan bir dindir.

İslamiyet’in Tarihçesi

İslamiyet 7. yüzyılın başında Arabistan’da doğmuştur. Arap yarımadasındaki yerleşim yerleri arasında

kavşak konumunda bulunan Mekke Mö. 19. yüzyılda Hz. İbrahim’in eşi Hacer ve oğlu İsmail’i getirdiği

ve Kabe’yi inşa ettiği bir şehirdir.

Arap toplumu İslam’ın doğuşundan önce dini, sosyal ve ahlaki bir çöküntü içerisinde bulunmaktaydı.

Kız çocukları diri diri gömülüyor, halk putlara tapıyordu. Kabe putların konulduğu ve ziyaret edilen bir

mekana dönüşmüştü. Her kabilenin bir putu olup en büyüklerinin adı Hubel idi. Araplar putperest

olmalarına rağmen Allah’ı tanıyorlardı. Fakat putları Allah’a ulaşmak için aracı olarak kullanıyorlardı.

Çünkü Arap toplumunda az sayıda da olsa putları reddeden ve tek Tanrı fikrini benimseyen kişilerde

vardı. Bunlara Hanif denilirdi.

Arap yarımadasında putperestler ve Hanifler’den ayrı Hristiyanlar da vardı. Hristiyanlar çoğunlukla

Necran çevrelerinde ve Medine’de bulunmaktaydı. Yemen, Hayber, Taif ve Medine’de önemli miktarda

Yahudi vardı.

İslam’ın ortaya çıktığı dönemde Arabistan ve çevresinde savaş, haksızlık, mezhep çatışması, kan

davaları, kabilecilik anlayışları vb. olaylar yaygınlaşmıştı. Yanlış yorum ve uygulamalar sebebiyle

peygamberlerin tebliğ ettiği dinler bozulmuş, yeniden canlandırılması gerekmiştir. Allah, bunun için Arap

toplumundan bir peygamber seçmişti. Bu son peygamber Hz. Muhammed’di.

Hz. Muhammed 571 yılında Mekke’de dünyaya geldi. Doğmadan önce babasını, altı yaşında iken de

annesini kaybetti. Küçük yaşta yetim ve öksüz kalan Hz. Muhammed’i dedesi Abdülmuttalip vefatına

167

kadar himaye etmiş daha sonra amcası Ebu Talip gençliğinde O’nun ticaretle meşgul olmasında ön ayak

olmuştur. 25 yaşında iken Hz. Hatice ile evlenmiştir. Hz. Hatice’den altı çocuğu olmuştur.

Hz. Muhammed kendisine peygamberlik görevi gelmeden önce sevilen ve güvenilen bir kişidir. Bundan dolayı Mekke’liler O’na el-Emin (güvenilen kişi) sıfatını vermişlerdi. O, peygamberlik öncesinde tefekkür etmek amacıyla zaman zaman Mekke’de bulunan Hira mağarasına gidiyordu. 610 yılında bir gün bu mağarada iken O’na “Oku!” emriyle ilk vahiy geldi. Cebrail aracılığıyla gelen bu ilk vahiy ile peygamberliği başlamıştı. Hz. Muhammed başından geçenleri eşi Hz. Hatice’ye anlattı. Hz. Hatice O’na iman ederek ilk Müslümanlardan oldu. Ardından Hz. Ali, Hz. Ebu Bekir ve Zeyd bin Harise İslamiyet’e girdi, İslam hızla yayılmaya başladı. İslamiyet Hz. Muhammed’e 23 yılda gelen vahiyle tamamlandı.

Hz. Peygamber ilk vahyinden itibaren Mekke ve çevresinde halkın ileri gelenlerinden ciddi tepkilerle karşılaşmıştır. O’nu bu davasından vazgeçirmek için büyük vaatlerde bulunmalarına rağmen O’nun tebliğ vazifesini engelleyememişler fakat kendisine ve arkadaşlarına sıkıntı vermişlerdir. Bunun üzerine Hz. Muhammed iman edenlerle birlikte 622 yılında Medine’ye hicret etmişlerdir. İslamiyet Medine de güçlenmiş kurumsallaşmış ve peygamberin önderliğinde bir İslam devleti kurulmuştur. 632 yılında peygamberimiz vefat ettiği zaman Arap yarımadasının Hicaz ve Yemen bölgesinin büyük çoğunluğu İslamiyet’i kabul etmişti.

Hz. Muhammed’den sonra yönetime geçen dört halife döneminde tüm Arap yarımadası İslam devletine katılmıştı. Emeviler döneminde Kuzey Afrika ve oradan Avrupa’ya doğru Abbasiler döneminde de İran ve Orta Asya’ya doğru genişleyen İslam toprakları 12. yüzyılda Anadolu ve 15nci yüzyılda Balkanların da İslamiyet’i kabul etmesi ile günümüzde Uzakdoğu’dan Orta Avrupa’ya kadar geniş bir alana yayılmıştır.

İslamiyet’in Özellikleri İslamiyet Hz. Muhammed’in peygamberliği ile tamamlanmış ve son şeklini almıştır. Kutsal kitabı Kuranı Kerimde belirtilen özellikleri şu şekildedir.

İslam’ın inanç ilkeleri ve iman esasları Kuran’da belirtilmiştir. İslam inanç ilkelerinin başında Allah’a iman gelir. İslam Allah’ın varlığı ve birliğini vurgular. Tevhit inancı doğrultusunda Kur’an İslam öncesi Arap toplumunun putperestliğini eleştirir. Yahudilerin ve Hristiyanların bozulmuş Tanrı anlayışlarını belirttikten sonra onları da tevhit inancına davet eder. İslam’ın ortaya koyduğu Allah, yaratılmışlara benzemeyen, her şeyin sebebi ve yaratıcısı olan hiçbir konuda ortağı olmayan kendi bilgi ve kudreti dışında hiçbir şeyin var olamadığı ve hiçbir şeye muhtaç olmayan bir varlıktır.

İslam’da peygamberler dahil hiçbir insan olağanüstü ilahi özellikler taşımaz. Bu yönüyle hiçbir varlık mutlak manada mükemmel olamaz. Mükemmel olan sadece Allah’tır.

İslamiyet’te ruhbanlık yoktur. İslam din adamları sınıfını kabul etmez. Bu konuda Kur’an’da Hristiyanlar eleştirilmiştir. İslam, insanla Allah arasına aracı girmesini de kabul etmez. Herkes Allah’a doğrudan ulaşabilir ve iyi amelleriyle Allah’ın rızasını kazanabilir.

Hristiyanlıktaki Hz. İsa’nın konumunu İslamiyet’in insana bakışı ile karşılaştıralım.

İslam dini bütün insanları doğuştan hür ve günahsız kabul eder. Günah ve sevap kavramları insanları ergenlikleri sonrasında hür iradeleriyle elde ettikleri kazanımlardır. Yoksa Hristiyanlıktaki gibi Hz. Adem’den bugüne babadan oğla aktarıla gelen bir günah kavramı İslam tarafından kabul edilmemektedir.

İslamiyet’te iman esasları arasında kurtarıcı bir Mesih inancı bulunmaz. Kuran’da Mesih anlayışına yer verilmemiştir. Yahudiler Mesih beklentisi içerisindeyken Hz. İsa gelmiş O’nu kabul etmemişler, Hz. İsa da Kur’an’ın ifadesi ile kendinden sonra bir peygamber geleceğini belirtmiştir. Müslüman halklar arasında zaman zaman ortaya çıkan Mesih anlayışı kültürel etkileşimle girmiştir.

İslam’ın ibadet anlayışı kişinin bütün hayatını kapsayan bir olgudur. Müslüman’ın çalışması, uyuması, yemesi ve yürümesi gibi bütün davranışları ibadet olarak değerlendirilir. İbadetlerde asıl olan şey imanla birlikte niyet, ihlas ve takva ile ifade edilebilecek samimiyettir. Hac hariç ibadetler belirli bir yere bağlı olmaksızın her yerde yapılabilir. Ferdi ibadet yanında cemaatle de ibadet vardır. Günlük beş vakit namazın yanında haftalık Cuma namazı kuranda emredilen ibadetlerdendir. İslam’da günlük ibadetler

168

güneşe göre, yıllık ibadetler ise ayın hareketlerine göre belirlenir. Yıllık ibadetler içerisinde oruç ibadeti, bir ay güneşin doğuşundan batışına kadar Allah için aç kalınarak gerçekleştirilir. Zekat, malı olanın belirlenen ölçülerde yılını doldurması sonrası ihtiyaç sahiplerine verilerek sosyal sıkıntıları gidermeyi de amaçlayan bir ibadettir. Hac ise Müslüman’ın ömründe bir kere Kabe’yi ziyaret ederek gerçekleştirebileceği ibadettir.

İslam’da ahirete iman, iman esaslarındandır. Kuranda birçok yerde Allaha iman ile birlikte zikredilmesi ahrete imanın önemli oluşundandır. Ahiret alemi; mahşer, cennet ve cehennemden oluşmaktadır. Mahşer, kıyamet koptuktan sonra bütün insanların toplandığı yerdir. Cennet, mükafatların, cehennem ise cezaların verileceği mekandır. Allah insanların yaptıkları her şeyden haberdardır ve kıyamet koptuktan sonra onları hesaba çekecektir. Hesap sonunda iyiler mükafatlandırılacak kötüler ise cezalandırılacaktır.

http://www.vizem.gen.tr/wp-content/uploads/2010/09/kabe-resimleri-kabe-de-namaz-k%C4%B1lanlar.jpg

İslamiyet’in Kutsal Metni İslamiyetin kutsal metni Kuranı Kerim’dir. Kuran temel kaynaktır. İslam’ın inanç, ibadet ve ahlak esasları Kuran’a dayanır. Kuran tek kutsal metin, ilahi kitaptır. Hz. Muhammed’e 610-632 yılları arasında nazil olmuştur. Kuran ayetleri Hz. Muhammed zamanında yazılı ve sözlü olarak korunmuş vefatından hemen sonra Hz. Ebu Bekir döneminde kitap haline getirilmiş, Hz. Osman zamanında çoğaltılarak Müslümanların istifadesine sunulmuştur. Kuran günümüze kadar hem yazılı olarak hem de ezberleme yolu ile peygamber dönemindeki orijinal hali bozulmadan ve değiştirilmeden gelen son ilahi kitaptır.

114 sureden meydana gelen Kuran ayetlerinin sayısı 6236’dır. Bazı kaynaklarda verilen farklı rakamlar Kuran ayetlerinin eksik veya fazla oluşundan değil, bazı ayetlerin birleştirilmesi veya her surenin başında bulunan besmelenin tek mi ayrı ayrı mı sayılacağı şeklindeki farklı görüşlerden ortaya çıkmaktadır.

Kur’an’ın oluşumu ile ilgili daha geniş bilgi için, Muhammed Hamidullah’ın Beyan Yayınları tarafından yayınlanmış olan “Kur’an Tarihi” (2001) kitabını okuyabilirsiniz.

169

Özet

Bu ünitede Ortadoğu kökenli Dinler denilince

Yahudilik, Mecusilik, Sabiilik, Hristiyanlık ve

İslamiyet hakkında bilgiler verilmiştir.

Yahudilik : Tarihlerini Hz. İbrahimle başlatırlar.

Dönemin önde gelen önemli merkezi Mısır’a

yerleşen İsrailoğulları Firavunlar tarafından

zamanla köleleştirilmişlerdir. Zulüm ve işkence

altındaki kavmi Hz. Musa Mısırdan çıkarmış, Sina çölünde 40 yıl eğitmiş, kavim Arzı Mevud

denilen Filistin bölgesine göç edip yerleşmiştir. Kudüs’te devlet kuran yahudiler, Asurluların

istilası ile Babil’e sürülmüşler, Pers kıralı

sayesinde kurtulmuşlardır. O günden buyana

dünya üzerine dağılmış haldedirler.

Yahudiler Tek Tanrı inancına sahiptirler. Kutsal

metinleri Tahakh’tır. Tora (tevrat) Hz. Musa’ya

verilen bölümdür. Günümüzde yaklaşık 20

milyon kadar nüfusları vardır. Ortodoks,

Muhafazakar ve Reformist mezhepleri vardır.

Mecusilik : İran kökenli dinin kurucusu olarak

Zerdüşt kabul edilir. MÖ 6. yüzyılda ortaya

çıkmış, eski iran inançları üzerinde reform

gerçekleşmiştir. Zerdüşt Tek tanrı anlayışını ortaya koymasına rağmen sonradan iyilik ve

kötülük tanrısı şeklinde iki tanrılı bir anlayış Mecusilik’te yayılmıştır. Ahiret anlayışı ve hesap

günü ile ilgili kavramlar oldukça canlıdır. Kutsal

metinleri Avestadır. Ateş önemli bir semboldür.

Mabetlerine Ateşgede denilir. Günümüzde 300

bin kadar Mecusi Hindistan’da Parsi adı ile

yaşamaktadır.

Sabiilik : MÖ 2. yüzyılda Filistin ve Ürdün

bölgesinde ortaya çıkan sabiilik, daha sonra Hz.

Yahya’yı peygamber olarak kabul etmişlerdir.

Yahudilerin yanlış tutum ve dvranışlarına karşı çıkmaları sebebiyle bölge dışına sürülen sabiiler

Basra civarlarına göç etmişlerdir. Gnostik

anlayışın tesiri ile inançları şekillenmiştir. Kutsal

metinleri Ginza’dır. Günümzde yaklaşık 30 bin

kadardırlar.

Hristiyanlık : Filistinde dünyaya gelen ve

Yahudiler arasında yetişen Hz. İsa tarafından

kurulmuş bir inançtır. Hz. İsa’nın vefatı sonrası

Pavlos tarafından şekillenen Hristiyanlık yayılma

alanı bulduğu Romalıların benimsemesi ile

birçok putperest döneme ait inanç esaslarını da

bünyesine katmıştır.

Hristiyan inanç birliğinin sağlanması için konsil

adıyla birçok toplantı düzenlenmiştir.Fakat her

toplantı nerdeyse yeni bir ayrılık ve mezhebin

doğmasına da zemin hazırlamıştır. Hristiyanlık

bugün Katolik, Ortodoks ve Protestanlık dışında

Ayrılmış doğu kiliseleri de denen Mezheplere

ayrılmıştır.

Kutsal Kitapları İncildir. Tanrı anlayışı ile ilgili

Baba-Oğul-Kutsal Ruh üçlemesini tek tanrı

inancı olarak ifade eden Hristiyanların

günümüzdeki nüfusu yaklaşık 1,8 milyar

kadardır.

İslamiyet :MS 7. yüzyılda Arap Yarımadasında

ortaya çıkan bir dindir. Mekke’de dünyaya gelen

Hz. Muhammed kırk yaşında, 610 yılında

Peygamber olmuş ve halkını Bir olan Allah’a

iman etmeye çağırmıştır. Mekkelilerin inkarları

ve baskıları sonrasında Medine’ye 622 yılında

göç eden Hz. Peygamber, orada İslam Devletini

kurmuştur. Kısa sürede tüm Arabistan Müslüman

olmuş, 632 yılında Hz. Muhammed’in vefatı

sonrasında da hızla yayılmaya devam etmiştir.

İslam’da din adamları sınıfı yoktur. Tüm insanlar

Allah katında eşittir. İbadetleri oruç ve zekat gibi

ferdi olabileceği gibi hem ferdi hem de toplu

yapılan namaz gibi ibadetleri de vardır. Ahiret

inancı önemli bir yer işgal eder ve bu husus

kutsal kitap Kur’an’da sıklıkla vurgulanır.

Günümüzde yaklaşık 1,3 milyar inananı

bulunmaktadır.

170

Kendimizi Sınayalım 1. Yahudilerin atası kabul edilen ilk peygamber aşağıdakilerden hangisidir?

a. Hz. İbrahim

b. Hz. Musa

c. Hz. Davut

d. Hz. Süleyman

e. Hz. İsa

2. Aşağıdakilerden hangisi İsrailoğulları için yanlıştır?

a. Hz. Musa’ya peygamberlik verildiğinde

Kavmini Mısır’dan çıkarma görevi de

verilmiştir.

b. Hz. Musa’ya Tur dağında “On Emir”

verilmiştir.

c. Yahudilik tek tanrı anlayışına sahip bir dindir.

d. İsrailoğulları Hz. Davut döneminde

Devletlerini kurmuşlardır.

e. Babil sürgününden sonra Devletleri İranlılar

tarafından yıkılmıştır.

3. Yahudilerin Kutsal metinleri aşağıdakilerden hangisinde yer almaktadır?

a. Tora-Mişna-Gemera

b. Mişna-Talmud-Kabbala

c. TaNaKh-Talmud-Kabbala

d. TaNaKh-Talmud-Gemera

e. Mişna- Halakha- TaNaKh

4. Mecusiliğin Kurucusu kimdir?

a. Musa

b. Yahya

c. Davut

d. Zerdüşt

e. İsa

5. Aşağıdakilerden hangisi Mecusilik için yanlıştır?

a. İyilik ve Kötülük olmak üzere ikili Tanrı

anlayışı vardır.

b. Kutsal metinleri Avesta’dır.

c. MÖ 6. Yüzyılda Zerdüşt tarafından

kurulmuştur.

d. Günümüzde yaşayan Mecusilere Parsi adı

verilmektedir.

e. Mecusilikte Ahiret anlayışı ve hesap günü

konuları müphemdir.

6. Aşağıdakilerden Hangisi Sabiilik için yanlıştır?

a. Sabiiler Hz. Yahya’yı Peygamber kabul

ederler

b. Sabiililer Yıldıza tapan bir topluluktur.

c. Kutsal Metinlerinin en önemlisi Ginza’dır

d. Yahudiler tarafından sürülmüşler, günümüzde

Basra civarlarında yaşamaktadırlar.

e. İnanç esaslarının şekillenişinde Gnostisizmin

tesiri çok olmuştur.

7. Aşağıdakilerden hangisi Hristiyanlık’ta sakramentler arasında yer almaz?

a. Vaftiz

b. Evharistiya

c. Tövbe

d. Ruhbanlık

e. Kilise

8. 16. yüzyılda Papalık otoritesine karşı çıkan, ve İncil’i herkesin okuyup anlayabileceği anlayışını yayan Hristiyan mezhebi hangisidir?

a. Katolik

b. Ortodoks

c. Protestan

d. Süryani

e. Nesturi

171

9. Hz. Muhammed Mekkeli müşriklerin Müs-lümanlara verdiği sıkıntılar sebebiyle hangi tarihte Medine’ye hicret etmiştir?

a. 571

b. 610

c. 622

d. 632

e. 681

10. Aşağıdakilerden hangisi İslamiyet için yanlıştır?

a. İslam Medine’de ortaya çıkmıştır.

b. İslam’da tek tanrı inancı vardır.

c. Kutsal metni Kur’an-ı Kerim’dir.

d. İslam’da ruhbanlık yoktur.

e. Hz. Muhammed’in ilk eşi Hz. Hatice’dir.

Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. a Yanıtınız yanlış ise “Yahudiliğin Tarihçesi” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

2. e Yanıtınız yanlış ise “Yahudiliğin Tarihçesi” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

3. c Yanıtınız yanlış ise “Yahudi Kutsal Metinleri” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

4. d Yanıtınız yanlış ise “Mecusiliğin Tarihçesi.” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

5. e Yanıtınız yanlış ise “Mecusiliğin Özellikleri.” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

6. b Yanıtınız yanlış ise “Sabiiliğin özellikleri ” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

7. e Yanıtınız yanlış ise “Hristiyanlığın Özellikleri Konusunda Sakramentler” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

8. c Yanıtınız yanlış ise “Hristiyanlığın Tarihçesi” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

9. c Yanıtınız yanlış ise “İslamiyet’in Tarihçesi.” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

10. a Yanıtınız yanlış ise “İslamiyet’in Tarihçesi” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

172

Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Yahudilik’te İsrail, İbrani ve Yahudi terimleri:

İbrani: “Nehrin öte tarafından gelenler”

anlamında Kenanlılar tarafından Hz. İbrahim ve

ailesi için kullanılmış bir terimdir. İbraniler

terimi yanında konuşulan dil için İbranice ifadesi

günümüzde halen kullanılmaktadır.

İsrail: Hz. Yakub’un lakabıdır. Tevrat’taki

anlatıma göre bir gece sehere kadar Yakub bir

adamla güreşmiş ve onu yenmiştir. İsrail

(Mücadeleyi kazanan) lakabı bu sebeple verilmiş, kavme de İsrailoğulları denilmiştir.

Yahudi:Babil sürgününde ortaya çıkan bir

terimdir. Davut Krallığının ikiye bölünmesi

sonrası kuzey devletine İsrail, güneydeki devlete

ise Yahuda denilmiştir. Sürgünde Babillilerin

“Yahudalılar” anlamında “Yahudi” terimini

kullanımı, sonradan kavim tarafından da

benimsenmiştir.

Sıra Sizde 2 Mecusilikte beklenen mehdi, Zerdüşt’ün

soyundan babasız olarak dünyaya gelecek olan

Saoşyant’tır. Saoşyant, dünyanın ömrü sona

erdikten sonra ortaya çıkacak ve bin yıllık bir

mücadeleyle kötülüğe galip gelecek ilahi iradeyi

hâkim kılacaktır.

Sıra Sizde 3 Gnostisizm ‘Bilinircilik’ olarak da ifade edilir.

Grekçe gnostikos “bilgiye sahip insan”

sözcüğünden türetilmiştir. Bu akımın

savunucuları, dinlerin mutlak bilgiyi sağlamada

yetersiz oldukları görüşündedirler. Hristiyanlığın

ortaya çıktığı dönemlerde Hristiyanlık üzerinde

de önemli tesirler bırakmıştır. Gnostisizmi

savunanlar gerçekte dar bir tarikat yaşamı

sürdürürler ve çileciliği savunurlar. Temel inanç

esasları ve ibadet şekillerinde gnostizmin hakim

olduğu dinlerde bulunmaktadır. Bunlar: Sabiilik,

Manihezim ve Hermetisizm´ dir.

Sıra Sizde 4 Hristiyanlıkta konsil, her bölgeden din

adamlarının katıldığı itikadi konularda aynılığı sağlamak için gerçekleştirilen ve kararlar alınan

dini toplantılardır. Bölgesel ve genel olmak üzere

iki tür konsil yapılmıştır. 21 genel konsilin ilki

325 yılında İznik’te gerçekleştirilmiş, sonuncusu

1965 yılında tamamlanan II. Vatikan konsilidir.

Konsillerde alınan kararlar tüm Hristiyanların

uymak zorunda olduğu kararlardır. İlk iki

konsilde Tanrı anlayışında yer alan “Baba-Oğul

ve Kutsal Ruh” kabul edilmiş, Kutsal metinleri

İnciller yine bu konsillerde düzenlenmişlerdir.

173

Yararlanılan Kaynaklar Adam Baki; Katar Mehmet,(2006-2007) Dinler Tarihi, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi, Açıköğretim Fakültesi Yayınları,.

Aras Ahmet,(2012), Dinler Coğrafyası, Konya: Dival Yayınları.

Aydın, Fuat, (2004), Yahudilik, İstanbul: İnsan Yayınları,.

Aydın, Mahmut (2010), Anahatlarıyla Dinler Tarihi, İstanbul: Ensar Neşriyat§.

Aydın, Mehmet (2005), Ansiklopedik Dinler Sözlüğü, Konya: Din Bilimleri Yayınları.

Aydın, Mehmet (2008), Dinler Tarihine Giriş, Konya: Din Bilimleri Yayınları.

Aydın, Mehmet, (1995), Hristiyan kaynaklarına göre Hristiyanlık, Ankara: T.Diyanet Vakfı Yayınları.

Aydın, Mehmet, (1991), Hristiyan Genel Konsilleri ve II.Vatikan Konsili, Konya: Selçuk Üniversitesi Yayınları.

Dinler Tarihi Araştırmaları (II), (1999) Ankara: Dinler Tarihi Derneği Yayınları.

Doğan, Hatice, (2010), Maymonides’in Hayatı ve Eserleri, İstanbul: Gözlem Gazetecilik Basın ve Yayın A.Ş.

Eliade, Mircea (1997), Dinler Tarihi Sözlüğü, (Çev: Ali Erbaş), İstanbul: İnsan Yayınları.

Güç, Ahmet (2005), Dinlerde Mabet ve İbadet, İstanbul: Ensar Neşriyat.

Gündüz, Şinasi, (1998), Din ve İnanç Sözlüğü, Ankara: Vadi Yayınları.

Gündüz, Şinasi,(2006), Hristiyanlık, İstanbul: İsam Yayınları.

Gündüz, Şinasi,(1995), Son Gnostikler Sabiiler, Ankara: Vadi Yayınları.

Gürkan, Salime Leyla, (2008), Yahudilik, İstanbul: İsam Yayınları.

Hamidullah, Muhammed, (2001), Kur’an Tarihi, İstanbul: Beyan Yayınları.

Heyet (2007), Yaşayan Dünya Dinleri, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları.

Kurt, Ali Osman,(2007) Erken dönem Yahudi tarihi:(Yahudiliğin mimarı Ezra), İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık.

Sarıkçıoğlu Ekrem (2000), Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi, Isparta: Fakülte Kitabevi Yayınları.

Sayı, Ali, (1992), Firavun Ve Haman Karşısında Hz. Musa, İstanbul: İz Yayınları.

Schimel, Annamarie (1955), Dinler Tarihine Giriş, Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları.

Tümer, Günay – Küçük, Abdurrahman (1997), Dinler Tarihi, Ankara: Ocak Yayınları.

(1985), Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul: TDV Yayınları.