Türkiye'de kentsel koruma ve sokak sağlıklaştırma yaklaşımına genel bir bakış

14

Transcript of Türkiye'de kentsel koruma ve sokak sağlıklaştırma yaklaşımına genel bir bakış

157

SEMPOZYUMYEREL YÖNETİMLER, KENTLEŞME VE DEMOKRASİ SEMPOZYUMU

• Sadece çevre sorunları ile sınırlı olmayan, görsel, kültürel ve sosyal yönleri de içeren “etki değerlendirmesi” kültürünü kurumsal bir öğreti olarak yerleştirmek.

• UNESCO bünyesinde tartışılan, çalışılan “kültürel peyzaj” kavramının “tari-hi kent peyzajı” kavramıyla birlikte değerlendirilmesi gerektiğinden ve bütün-leşik bakış açısından söz ediliyor.

• Aynı şekilde bütünleşik bakış açısı yaklaşımının “kent planlaması” ve “mi-rasın korunması” eylemlerinde de benimsenmesi; dolayısıyla kentlerde “koru-ma alanları” veya “sit alanları” tanımları yerine “tarihi kent peyzajı” kavramı-nın yerleştirilmesi bu tavsiye kararının en önemli vurguları olarak öne çıkıyor.

Son olarak, Yerel Yönetimler Sempozyumunun konusuna bir gönderme yaparak sözlerimi bitirmek istiyorum. Bizim bu tavsiye kararlarını benimseyip içselleştire-bilmemiz için umudu yine de diri tutmamız ve mücadeleye her şeye rağmen de-vam etmemiz gerekiyor. Devamında ise şunu vurgulamak istiyorum; “kentte alı-nacak kararlara müdahil olma hakkı mücadelesi”ni şimdiye kadar gerçekleştiri-lenlerden daha fazla yapmamız gerekiyor. Bunu sürdürüyoruz, ama çok azız, daha da çoğalmak gerekiyor. Mücadele yapılmazsa, benimseme süreci gerçek-leşmez ve kent hakkı savunması sürdürülemez. Bu nedenle “müdahil olma mü-cadelesi”, “kenti, sahibi olarak benimseme ve savunma mücadelesi”, “kent hak-kı” kavramları günümüzün ve önümüzdeki yılların temel paradigması olarak yay-gınlaştırılmalıdır. Yine tartışmamız ve mücadele stratejimizi belirlememiz açısın-dan karar vermemiz gereken bir konu daha var; dün de kısmen tartışıldı. Bu süre-ci yönetirken Habermas’ın müzakereci demokrasisinin çizdiği yoldan mı gidece-ğiz –ki ta Sulukule Platformundan beri yerel yönetimlerle müzakereci bir demok-rasiyi sürdürmeye çalıştık, sonuçlar ortada– yoksa Laclau, Mouffe ve benzerleri-nin savunduğu radikal demokrasinin kurallarını mı uygulayacağız? Ya da müza-kereyi ve mücadeleyi esas alan başka hibrid bir model mi yaratacağız. Bunları tartışmanın ve bu modelleri üreterek mücadeleye devam etmenin zamanıdır diyo-rum. Sabrınızdan dolayı teşekkür ediyorum, saygılar sunuyorum.

gülsün tanyeli

İclal Hoca son noktada golü attı. Evet, nasıl mücadele edeceğiz yerel yönetim-lerle birlikte, yerel mi olacağız, yoksa merkeze boyun mu eğeceğiz? Gerçek-ten çok önemli bir sorun, gerçekten de az olduğumuz gerçeği en büyük sıkıntı-mız galiba. Çok sözü uzatmadan Zeynep Eres’e hemen bırakacağım mikrofonu. Doç. Dr. Zeynep Eres “Kentsel Kimlik, Politik Söylem ve Kültür Mirası” başlıklı ko-nuşmasını yapacak bize, yerel yönetimlerle sıkı ilişkileri olan bir başlık, buyurun.

zeynep eres

Merhabalar, ben bir koruma uzmanı mimar olarak burada bulunuyorum. Şe-hir plancısı ya da sosyolog değilim. Dolayısıyla kendi penceremden, yani ta-rihi kent merkezleri üzerinden, kentsel kimlik nedir, bunun politik söylem ola-rak ele alınışı nasıldır günümüz Türkiye’sinde soruları üzerine konuşacağım.

158

SEMPOZYUMYEREL YÖNETİMLER, KENTLEŞME VE DEMOKRASİ SEMPOZYUMU

Bizler derslerimiz ve kendi araştırmalarımız kapsamında Anadolu’da ve Trakya’da çok farklı kırsal ve kentsel yerleşimlerde tarihi çevrenin korunma-sına yönelik sit koruma projeleri hazırlarız. Bu çalışmalarda tarihi yerleşimin fiziksel nitelikleri kadar toplumsal dokusu, kültürel özellikleri de bizim için araştırılması ve anlaşılması gereken konulardır. Ben de bu çerçevede son yıllarda gözlemlediğim “kültür mirası üzerinden bir kentsel kimlik yaratma kaygısı”nın nasıl başlayıp geliştiğini, nasıl yorumlandığını kısaca değerlen-dirmek istiyorum. Kentlerin fiziksel mekânına bu kaygının bir etkisi ya da katkısı var mıdır? Örnekler üzerinden bunu tartışmak istiyorum.

Son yıllarda Türkiye’de çok sık kullandığımız bir kavram “kentsel kimlik”. Türkiye’de kitlesel ölçekte “kentleşme” ve “kentlileşme” serüvenini Cumhuriyet ile başlatabiliriz. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında Ankara’nın imarı modern bir kentin nasıl olması gerektiğini örneklerken, dönemin yayınlarında ve top-lumsal ortamında da kentli olmanın nasıl bir davranış biçimi gerektirdiğinin örneklemesi ve hatta bunun öğretilmesi çabası vardır. Ankara ile birlikte Adana, İzmir, İstanbul gibi birçok kent için yabancı şehircilik uzmanlarına hazırlatılan kent planları da ülke ölçeğinde geniş coğrafyaya yayılmış, tek merkezli olmayan bir kentleşme arzusunu göstermektedir.

Ancak kuşkusuz kentli olmak, diğer bir deyişle kasaba ya da köy kültürünü bı-rakarak kentlileşmek, o kadar da kolay yaşanan bir süreç değildir. II. Dünya Savaşı’ndan sonra, önce yavaş yavaş, 1970’lerden itibarense çok hızla ger-çekleşen köyden kente göç sürecinde, kentlerin gecekondularla çevrildiği, kent-li olmayan kültür gruplarının kentlerin sağlıklı gelişmesini engellediği dile getiri-lir. Ama bu süreçte göçle gelinen kentlerin mekânsal ve kültürel anlamda kent iş-levini ne kadar yerine getirdiği, yerleşik kentlilerin ne kadar kent kültürü bilincine sahip olduğu da bir soru işaretidir. Türkiye’nin kentleşme serüveninde iki boyut tanımlanabilir. Bunlardan biri bir ilin köylerinin o il merkezine göç etmesi, diğe-ri de çok farklı coğrafyalardan insanların başta İstanbul olmak üzere Ankara, İz-mir, Mersin gibi büyük ticari merkezlere göç etmesi. Bu göç de kabaca iki gruba ayrılabilir. Biri doğrudan köyden kente göç edenler, bir de Anadolu kent ve ka-sabalarındaki eşraf, ileri gelen diyebileceğimiz kitlelerin iyi eğitim ve iş olanakla-rı ya da güvenlik gibi kaygılarla büyük kent merkezlerine gelmeleri.

Kentlerin tarihi merkezlerinin bu yaşananlardan nasıl etkilendiğine baktığımız-da da, her şeyden önce tarihi kentsel ortamı kendi yaşam alanı olarak görme-yerek onu terk eden, o kentin yerlileridir. Bunu da olumsuz bir eleştiri olarak söylemiyorum aslında; “asri yaşam” olarak da anılan modern yaşam koşulları-na tarihi kent çekirdeklerinin hem biçimsel özelliklerinin hem de altyapı olanak-larının elvermemesi bir sorundur. Bundan da önemlisi toplumun modernlik bek-lentisi içinde “geçmişin sürekliliğini gösteren tarihi çevrelerin” bulunmaması, yani diğer bir deyişle geçmişin günümüzdeki uzantısı olan tarihi yerleşim alan-larının utanılan bir ortam olarak algılanması nedeniyle bu alanlar terk edilmiş-tir. Hepimizin bildiği gibi birçok kentte bu merkezi alanlarda köyden gelen kit-leler kiracı olarak yerleşmiş, tek aile evi olan tarihi konaklar ekonomik kısıtlılık nedeniyle çok sayıda aile tarafından paylaşılmıştır. Mülk sahibinin bu yapıları

159

SEMPOZYUMYEREL YÖNETİMLER, KENTLEŞME VE DEMOKRASİ SEMPOZYUMU

sadece gelir kapısı olarak görmesi, kiracının da yalnızca barınak olarak gör-mesi bakımsızlık ve haraplaşma sürecini getirmiştir. Daha da kötü olan ve bu-gün Türkiye’de korunmuş ve UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne girmeye aday olabilecek düzeyi olan kent sayısının bir elin parmaklarından da az olmasının sebebi ise yalnız toplumun değil, devletin de çok uzun süre tarihi kentsel alan-ları bir kültürel değer olarak algılamamış olmasıdır. Bu bağlamda da kentsel öl-çekte korumaya yönelik uygulamacı yapılanma çok geç başlamıştır. Tarihi kent çekirdekleri imara açılmış, kat karşılığı yapılaşma ile mülk sahibini de çok mut-lu eden çok katlı betonarme çevreler oluşturulmuştur.

Türkiye’ye “kentsel sit” kavramı aslında 1973 Eski Eserler Kanunu ile yasal olarak girmiş, sit ölçeğinde tescil ve dolayısıyla devletin yasal olarak bu çevrelerin ko-runmasında sorumluluk sahibi olduğu bir düzenleme oluşturulmuştur. 1970’li yıl-larda dönemin Yüksek Koruma Kurulu olan GEEAYK da çok sayıda tarihi kentte geniş alanları kapsayan sit alanı tescilleri yapmıştır. Örneğin bugün Amasya’nın nispeten korunmuşluğunu bu kararlara borçluyuz. Ancak özellikle 1980’li yıllara gelindiğinde ülkenin hızla artan ekonomik gücü ve toprak rantı olgusu yasal ola-rak kâğıt üzerinde koruma altına alınan alanların korunamamasına neden olmuş-tur. Bir yandan her ne kadar 1983 yılında Avrupa yasalarından etkilenmiş çağ-daş kavramları da bünyesinde barındıran gelişkin bir yasa çıkarılmışsa ve yüksek kurul yerine bölgesel kurullarla alana daha iyi bir şekilde hâkim olunmaya çalı-şılmışsa da, bugün Türkiye kentlerinin tek tip betonarme apartman görüntüsü, do-layısıyla kentlerin tanımsız, kimliksiz görüntüsü de aslında bu dönemde oluşmuş-tur. Özetle, kentin yerlisi olsun göçle gelen olsun devlet olsun belediye olsun ge-nel bir “kültürel duyarsızlık” sorunundan söz edebiliriz.

Derslerimizde de hep vurgularız, Avrupa’da kentsel mimarlık mirasına duyar-lılık ve koruma bilinci esas olarak II. Dünya Savaşı sonrası bombalanarak yok edilen tarihi kent çekirdeklerinin toplum psikolojisinde yarattığı büyük buhran ile paralel gelişmiştir. Bunun tabii en önemli nedeni de Avrupalıların geçmişten gelen kentlilik bilinci, kentini fiziksel çevresi ile doğası ile, görkemli anıtları ve tarihi evleri ile, meydanları ile, sokakları ile bir bütün olarak tarihi kenti, “ken-di geçmiş kültürünün sürekliliği” olarak görmesi ve onunla övünmesidir. Bir ken-ti diğerinden, komşusundan ayıran farklı kültürel özelliklerinin bilincinde olması ve bunu önemsemesidir. Tarihi kentinin geçmişiyle barışık olması ve içinde ya-şamaktan mutlu olmasıdır. Doğduğu büyüdüğü kenti kendi bireysel kimliğinin bir bileşeni olarak duyumsaması ve buna sahip çıkma güdüsüdür.

Türkiye II. Dünya Savaşına girseydi ve kentleri yok edilseydi, toplum nasıl tepki gösterirdi tabii bunu bilemeyiz, bu çok spekülatif bir düşüncedir. Ancak ben kentlerimizin tarihi çevrelerinin yaşadıkları üzerinden rahatlıkla 1980’li yıllardan itibaren kendi savaşımızı kendimizin yarattığını da söyleyebilirim. Ya da tabiri caizse kendi kendimizle savaştığımızı söyleyebilirim.

Türk toplumunun geçmişiyle olan sorunu kuşkusuz sosyologların, tarihçilerin, si-yaset bilimcilerin konusudur. Ancak yok edildiğinde yeri dolmayacak, geri dö-nüşebilir olmayan fiziksel çevre tahribatı da biz koruma mimarlarının temel soru-

160

SEMPOZYUMYEREL YÖNETİMLER, KENTLEŞME VE DEMOKRASİ SEMPOZYUMU

nudur. Bu bakış açısıyla biraz kültür mirası kavramına da girmemiz doğru olur. Öncelikle “kültür” kavramını kısaca hatırlarsak: Bu kavram için tabii çok sayıda tanımlama vardır ama özetle kültür, “insanlığın tarihsel toplumsal gelişme süre-ci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler olarak” açıklanabilir. “Kültür varlığı” ise “insanlığın gelişim sürecini somut olarak gösteren nesneler”dir, diğer bir deyişle “insanın yaratıcılığı”dır. Diğer kavram olan “miras”ın sözcük anlamı ise “bir neslin kendisinden sonra gelecek kuşaklara bıraktığı her şey”dir. Dolayı-sıyla Kültür mirasının korunması dediğimizde, “geçmişten bugüne insanın yara-tıcılığının somut verilerini, kanıtlarını koruma ve bizden sonraki kuşaklara aktar-mak sorumluluğu” anlaşılmalıdır. Kültür varlığını ve mirasını “insanlığın gelişimi-nin belgeleri” olarak tanımladığımızda ise, bu artık yerelliğin ötesinde evrensel bir boyuttur. Yani kültür varlıkları yalnız onu yarattığı varsayılan yerel bir toplulu-ğun ürünü değildir. Kültür varlığının korunması ya da korunmaması da yalnız o yerel topluluğun sorunu değildir. Kültür varlıkları, tüm insanlığın ortak uygarlığı-nın bir parçası olarak herkesin geçmişin bir parçasıdır ve herkesin bu mirastan yararlanma ve onu koruma sorumluluğu vardır. Nitekim UNESCO’nun geliştirdi-ği Dünya Mirası Listesi kavramı da buna dayanır. İnsanlığın gelişimi açısından özel önem içeren kültür varlıklarının korunması UNESCO nezdinde uluslarüstü bir evrensel koruma sorumluluğu oluşturur ki, çoğumuz izliyoruzdur, sık sık UNES-CO heyetleri İstanbul’a gelir ve Dünya Mirası’nda yer alan tarihi yarımadanın ne ölçüde korunduğu üzerine incelemeler yapar, raporlar hazırlar, tavsiyelerde bu-lunurlar. Bazen de kenti listeden çıkartma tehdidinde bulunurlar.

Bu evrensel bakış açısıyla Türkiye’nin kentsel mimarlık mirasına baktığımız-da ise, yalnız kentlilerin, yerel toplumun değil uygarlık tarihinin bir bileşe-ni olarak bu alanların korunması sorumluluğu vardır. Ancak ben şu anda Türkiye’de böyle bir bakış açısının toplumsal düzeyde olgunlaştığını görmü-yorum. Ama yine de çok umutsuz değilim. Son yıllarda –özellikle son 15 yıl içinde– ülkemizde bir kentlilik bilinci ve kente sahip çıkma yaklaşımının da yavaş yavaş gelişmekte olduğunu görmemek mümkün değil.

“Kentlilik bilinci” ya da “kentsel kimlik” gibi kavramlara yoğunlaşmadan önce kuşkusuz bir geleneksel dogmatik toplumsal kavram olarak hemşerilik konusuna da kısaca girmemiz gerekir. Bu kentlilik ile karışmaması gereken bir kavramdır. Hemşerilik dediğimizde kuşkusuz belli bir coğrafyadan olan insanlar topluluğunu anlıyoruz ki, özellikle göç ile yer değiştiren insanların geçmişle bağlarını güçlü tutmak ve birbirleriyle dayanışarak yeni mekânda var olabilmek için kullandıkları bir soyut kurgudur. Hemşerilik kavramı içinde, doğduğu kent ya da doğduğu kö-yün bağlı olduğu kent ile övünmek, “Adanalı”, “Antepli”, “Trabzonlu” olmak ile övünmek, o tanımlı coğrafi ortamdan çıkışlı olarak bazı bireysel karakter özellik-lerini tanımlamak ve bununla övünmek gibi olgular vardır. Ancak doğduğu, bü-yüdüğü fakat artık yaşamadığı kente ya da kasabaya soyut özlemi de içeren bu duygu, kendine maddi kültürel miras bağlamında pek bir değer biçmez. Belki çarşıdaki güzel tarihi bir cami ya da babayla gidilen tarihi han geçmişte kalan çocukluğun hoş bir anısı olarak önemlidir ama o caminin çok kötü restore edilme-si, hanın yerine iş merkezi dikilmesi hemşerilik duygusunda bir zedelenme-üzüntü oluşturmaz. Ya da doğduğu kentte yaşamını sürdürebilen bir kimse için çocuklu-

161

SEMPOZYUMYEREL YÖNETİMLER, KENTLEŞME VE DEMOKRASİ SEMPOZYUMU

ğunun geçtiği, top oynadığı dar sokaklar bir nostalji sohbeti konusudur ama o mahallenin yıkılıp apartmanlaşması, özgün karakterini yitirmesi çok rahatsız edi-ci bir durum da değildir. Yaşamın olağan döngüsü olarak algılanır.

Dolayısıyla Türkiye’de oldukça güçlü olan hemşerilik duygusu ile kentlilik bi-lincini birbirine karıştırmamamız gerekir. Hemşerilik kavramı üzerinden tari-hi kentsel alanların korunması üzerine bir model geliştirmek gerçekçi olmaz. Dolayısıyla kentlilik bilinci ve kentsel kimlik üzerine yoğunlaşmamız gerekir. Kentlilik bilincine sahip insan dediğimizde de, yine kültürel miras boyutun-dan baktığımızda, doğduğu kent olsun olmasın yaşadığı kent ile kendini öz-deşleştiren, o kenti dar sokakları, görkemli anıt yapıları ve basit evleri ile tari-hi çevresini seven, toprak altı toprak üstü kültürel değerleri ve doğası ile ken-ti zamansal derinliği olan bir bütün olarak algılayan, onu kendi bireysel kim-liğinin bir parçası, bir tamamlayıcısı olarak duyumsayan, dolayısıyla o kentte yaşamaktan mutlu olan bir kimseyi anlamamız gerekir. Kendi yaşamına say-gı duyan biri de, kuşkusuz yaşamını geçirdiği kentsel ortama da saygı du-yar ve o kentin kimliğinin korunması konusunda da kendini sorumlu hisseder.

Bu bağlamda Türkiye’ye baktığımızda Safranbolu belediyesinin çağrısı ve İTÜ-ODTÜ gibi kurumların katkısı ile 1970’li yıllarda korunması için çaba gösterilen Safranbolu, yine benzer şekilde yerel yönetimin ve duyarlı bir mimarın, Sayın Oktay Ekinci’nin, çabalarıyla 1970’lerin sonunda korunma sürecine giren Muğla ya da 1990’ların ortasında yine yerel mimarlar başta olmak üzere bir sivil toplum kuruluşu projesi olarak Çanakkale uygulamaları yerel yönetim ve duyarlı sivil toplum kuruluşlarının, meslek odalarının ve uz-manların ortak çabası ile başarılmış projeler olarak önemlidir, ancak kuşku-suz Türkiye ölçeğinde de sayıları çok azdır.

1990’ların sonundan itibaren ise Türkiye’de kentlilik bilincinin yavaş yavaş gelişmeye başladığını görüyoruz. 2000 yılında ÇEKÜL’ün önderliğinde kuru-lan Tarihi Kentler Birliği, belediyeleri koruma konusunda özendirmesi ve ödül-lendirmesi ile yerel yönetimlerin bu konuda duyarlılık geliştirmeye başlaması açısından önemlidir. Beypazarı örneği, her ne kadar restorasyon kalitesi ya da salt sokak cephesi ölçeğinde korumanın ne kadar doğru olduğu bilimsel olarak tartışılırsa da, bir kentin kendi tarihi kimliği ile övünmesi ve turizm ile birlikte kentlilerin kendi geleneksel ürünlerini pazarlayarak kendi kentlerinde yaşama olanağını sunması açısından önemlidir.

2000’lerin başında kurulan Bursa Kent Müzesi ve sonrasında birçok kentte ku-rulan kent müzeleri yine yerel yönetimlerin kentin geçmişiyle barışma, ona saygı duyma ve bunu toplumla paylaşma çabası içine girmeleri açısından önemli bir adımdır. Bu müzelerde kentin tarihsel belleği adeta yeniden yaratılmaya çalışıl-makta ve bilginin topluma sunumu konusunda da çok profesyonel başarılı uygu-lamalar yapılmaktadır. Safranbolu, Kütahya, Antep, İzmir ilk aklıma gelen örnek-ler bu konuda. Bu müzelerin bazılarında arşiv de oluşturulmaya çalışılmakta, söz-lü tarih bilgileri derlenmekte ve kentin toplumsal belleği de yeniden keşfedilerek hatta bazen de yeniden “yorumlanarak” korunmaya çalışılmaktadır.

162

SEMPOZYUMYEREL YÖNETİMLER, KENTLEŞME VE DEMOKRASİ SEMPOZYUMU

Özellikle son birkaç yılda bazı yerel yönetimlerin arkeolojik mirasa yönelik de bir duyarlılık oluşturmaya başladığı görülüyor. Kentin tarihsel kimliğini yakın dönemle sınırlamadan kentin uzak geçmişini de onun bir parçası olarak ka-bul edip bunu toplumla paylaşılacak bir değer olarak tanımlamak, yerel yöne-timler için yeni bir algı. Bu bağlamda örneğin Kayseri Belediyesi’nin Kaniş Ka-rum Höyüğü’ne düzenlediği hafta sonu gezileri, Bursa Belediyesi’nin bir tari-höncesi dönem yeri olan Aktopraklık höyüğü arkeopark projesine büyük des-teği ve kentteki billboardlarda onu kentin geçmişi olarak halka tanıtma çaba-sı ya da Konya-Çumra Belediyesi’nin Çatalhöyük’e düzenlediği halk gezileri, İzmir-Bornova Belediyesi’nin Yeşilova Höyüğü Çocuk Eğitim Projesine desteği gibi uygulamalar, belediyelerin turistik kaygıdan öte doğrudan yerel halkın ya-şadığı kentin uzak geçmişini tanımasını amaçlayan uygulamalarıdır.

2004’te yapılan yasal düzenleme ile emlak vergisinin %10’luk kısmının kül-tür varlıklarının restorasyonu için ayrılması, yerel yönetimlerin ve il özel ida-relerinin tarihi çevre koruma konusunda uygulamacı yönlerini önemli ölçüde artırdı. Bu süreçte kısaca belediyelerin yurtdışı gezilerine de değinmek gere-kir. Birçok belediyenin kalabalık kafileler halinde çalışma toplantısı adı altın-da yurtdışı gezileri yaptığını biliyoruz. Bunlar bütçesi belediyeden çıkan har-camalar olarak eleştirilmeye açıksa da, doğrusu ben “görmenin” de önem-li olduğunu düşünüyorum. Birçok belediyeci sanırım tarihi çevre korumanın ne demek olduğunu ve bunun övünülmesi gereken bir olgu olduğunu ilk kez Avrupa’da gezdikleri kentlerde anladı. Özellikle Balkan ülkelerinde görülen iyi korunmuş durumdaki Osmanlı kentleri, korumanın yalnız İtalya, Fransa, Almanya gibi ekonomisi gelişken Batı Avrupa kültürünün bir sonucu olmadı-ğını, siyasi doktrini farklı, ekonomisi zayıf Sovyet bloğu ülkelerinde de pekâlâ tarihi çevrelere sahip çıkılmış olduğunu gösterdi. Tabii sonrasında ilk defa gö-rülen ve nedenselliği pek de anlaşılamadan doğrudan model alınarak uygu-lanmaya çalışılan kimi projeler tartışılır olabilir, ancak kent koruma kültürünün gelişmesi açısından sanırım bu “görgü”nün oluşmaya başlaması da önemli.

Bir yandan duyarlılığın gelişmesi, bir yandan da bu işe ayrılmış büyük bir pa-ranın ortaya çıkması, Türkiye’de bir tarihi çevre koruma projeleri patlaması yarattı desek çok yanlış olmaz. Anadolu’nun çeşitli yerlerinde yapılan uygu-lamalar genel olarak iki başlıkta toplanabilir. Bunlardan biri sokak sağlıklılaş-tırma projeleridir. Tarihi kent dokusunun önemli akslarını belirleyen tarihi ev-lerin yalnız sokak cephelerinin restore edildiği ve bunların içinde işçiliği kötü uygulamaların da biraz tarihsel dekor diyebileceğimiz görüntüler oluşturduğu projelerdir bunlar. Malatya, Balaban, Kemaliye, Uşak, Kütahya, Bursa gibi ülkenin farklı bölgelerinden çok sayıda örnek verilebilir bunlar için. Gazian-tep ise yerleşme ölçeğinde ve hem çarşı bölgesi hem de mahalle birimleri bi-çiminde kapsamlı uygulamaları ile daha bütüncül bir restorasyon uygulaması yapmaktadır. Birçok yerleşimde sokak sağlıklılaştırmanın yanı sıra, görkem-li konaklar da kamulaştırılarak restore edilmekte ve müze, kültür merkezi gibi kamusal işlevler verilmektedir. Divriği, Kütahya, Uşak, Malatya, Gaziantep ilk aklıma gelen örnekler bu tür uygulamalar için.

163

SEMPOZYUMYEREL YÖNETİMLER, KENTLEŞME VE DEMOKRASİ SEMPOZYUMU

Tüm bu kamusal uygulamaların yanı sıra devletin yeni düzenlemelerle özel mülklere ilişkin de fonlar oluşturmaya başlanmıştır. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın 2005 tarihli “Taşınmaz Kültür Varlıklarının Onarımına Yardım Sağlanmasına Dair Yönetmeliği” çerçevesinde sağlanan hibe fonları ile kül-tür varlığı sahibi gerçek ya da tüzel kişilere proje hazırlama ve uygulama için destek olunmaya başlanmıştır. 2985 sayılı Toplu Konut Kanunu çerçevesinde oluşturulan fonlar da, Kültür ve Turizm Bakanlığı ve TOKİ’nin ortak çalışması ile tarihi yapı sahibi gerçek ya da tüzel kişilere kredi sağlamıştır. Devletin bu tür uygulamaları ile kentlerde özel mülkiyete ait tarihi yapılarda da restoras-yon uygulamaları hız kazanmıştır.

Dolayısıyla 1983 tarihli 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yasası’nın öngördüğü devletin bir fon oluşturarak restorasyon yapması yak-laşımı, 1980’li yıllarda Antalya gibi önemli bir turistik yerleşimde uygulama olanağı bulurken ve çok uzun yıllar boyunca İstanbul’da TURİNG’in yaptığı Soğukçeşme Sokağı uygulaması tartışmalı bir tarihi sokak koruma projesi ola-rak anlatılırken, bugün Türkiye’nin her yerinde kent ve kasaba merkezlerinde çok sayıda sokak sağlıklılaştırma ve restorasyon uygulaması söz konusudur.

Bu son dönem uygulamalarında öne çıkan yaklaşım yalnız kentin kültür mira-sına sahip çıkmak değil, onun üzerinden kente bir turizm girdisi oluşturmaktır. Anadolu şehirleri –birkaçı hariç– genel olarak bugün sanayinin olmadığı, fi-nans, hizmet vb hiçbir sektörün gelişemediği, tek merkezin İstanbul olduğu bir ülkede sürekli göç veren, gençler için gelecek oluşturmayan yerlerdir. Biz Ana-dolu kentlerindeki çalışmalarımızda belediyelerin bu turizm beklentisini, kentle-rinin turistik rotalara dahil edilmesini ve hatta turistlerin gece kentlerinde konak-lamasını hayal ettiklerini hep görüyoruz. Bu yaklaşım, bir yandan küçük ölçekli kentler, kasabalar için bir ekonomik girdi oluşturmak, bir yandan da genç nüfu-su topyekûn kaybetmenin önüne geçmek için tek yol olarak görülüyor.

Ancak turizm çoğu zaman o kadar da hızlı gelişmiyor ve yalnız tarihi ev restore etmek bunun için yeterli olmuyor. Günümüzde birçok Anadolu kentin-de kamulaştırılmış, restore edilmiş ancak işlevsiz kalmış yapı görebilirsiniz. Gaziantep örneğinde olduğu gibi tüm kent çekirdeğinin turizm odaklı hale dönüştürülmesi de, turizm sektöründe bir sorun yaşandığında sürdürebilirlik açısından sorun oluşturabilir.

Burada Türkiye’nin çeşitli yerlerinden uygulamalar göstermek istiyorum (Şekil 1-15). Bu örneklerde restorasyon ve sokak sağlıklılaştırmanın teknik düzeyine fazla değinmeyeceğim. Bu uygulamaların bazıları koruma tekniği açısından başarılı, bazıları ise başarısız, ama bir anda ülkenin her yerinde başlayan restorasyon uygulamalarının Türk inşaat sektörünü hazırlıksız yakaladığı da söylenebilir. Yeterli sayıda uzmanın olmamasının yanı sıra uzman görüşüne her zaman saygı duyulmaması da, restorasyon uygulamalarındaki önemli sorunlardır. Ancak kuşkusuz restorasyonun kalitesi, başlı başına ayrı bir sem-pozyumun konusunu oluşturabilir.

164

SEMPOZYUMYEREL YÖNETİMLER, KENTLEŞME VE DEMOKRASİ SEMPOZYUMU

Şekil 1. Gaziantep’te sokak sağlıklılaştırma ve yapı restorasyonu yapılan Bey Mahallesi’nden bir görünüm, kafe-restoran olarak kullanılan evler, 2011.

Şekil 3. Kütahya’da sokak sağlıklılaştırma ve yapı restorasyonu yapılan Germiyan Sokak’tan bir görünüm; kent müzesi, el sanatları merkezi, restoran vb amaçlarla kullanılan tarihi evler, 2013.

Şekil 4. Malatya’da restore edilen bir ev dizisi (Beşkonaklar) müze, restoran, KUDEB, dernek merkezi gibi işlevler yüklenmiştir, 2011.

Şekil 2. Gaziantep Bey Mahallesi’nde belediye tarafından oyuncak müzesi olarak işlevlendirilen tarihi bir ev, 2014.

Şekil 5a. Eskişehir’de sokak sağlıklılaştırma ve yapı restorasyonu yapılan Odunpazarı’ndan bir görünüm, 2008.

Şekil 5b. Eskişehir Odunpazarı’nda yeniden işlevlendirilen tarih evleri tanıtan sokak tabelası, 2008.

165

SEMPOZYUMYEREL YÖNETİMLER, KENTLEŞME VE DEMOKRASİ SEMPOZYUMU

Şekil 6. Mardin Midyat’ta sokak sağlıklılaştırma ve sağda devlet konukevi olarak işlevlendirilen taş yapının duvarları; bölgede geçen dizi ve filmlerde sıklıkla dekor olarak kullanılan bu alan Türk turistler için önemli bir ilgi odağı, 2012.

Şekil 8. Turizm ile birlikte yeniden yaratılan çarşı mekânları ve yerel zanaatlar, Gaziantep Bakırcılar Çarşısı, 2014.

Şekil 9b. Kemaliye’de sokak cephesi yenilenen dükkân dizisinin nehre bakan arka cephesi; harap haliyle bırakılmış durumda, 2011.

Şekil 9a. Turizm odaklı sokak sağlıklılaştırma çalışması; Kemaliye’de bir dükkân dizisi, 2011.

Şekil 7a. Muğla çarşı içinde sokak sağlıklılaştırma, 2013.

Şekil 7b. Muğla Milas’ta sokak sağlıklılaştırma sürecinde tarihi dükkân dizisi, 2013.

166

SEMPOZYUMYEREL YÖNETİMLER, KENTLEŞME VE DEMOKRASİ SEMPOZYUMU

Şekil 10a. Uşak’ta sokak sağlıklılaştırma uygulaması, 2013.

Şekil 11a. Tokat Zile’de restore edilmiş ve rekonstrüksiyonu yapılan evler dizisi, 2012.

Şekil 12. Adana’da bir sokakta restore edilmiş yapılar dizisi; soldaki özel mülkiyette, sağdaki kamulaştırılmış ve belediye tarafından sinema müzesi olarak işlevlendirilmiş, 2011.

Şekil 10b. Uşak’ta sokak sağlıklılaştırma çalışmalarının sınırında harap ancak özgün değerlerini koruyan bir tarihi ev, 2013.

Şekil 11b. Tokat Zile’de restore edilmiş yapılar ve henüz restorasyon sürecine girmemiş özgün karakterini koruyan tarihi yapı, 2012.

Şekil 13. Amasya İl Özel İdaresi tarafından restore edilmiş ve müze olarak kullanılan tarihi konak, 2012.

167

SEMPOZYUMYEREL YÖNETİMLER, KENTLEŞME VE DEMOKRASİ SEMPOZYUMU

Son yıllarda hem yerel yönetimler hem de devlet nezdinde öne çıkan bir konu da UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alma kaygısıdır. Bugün birçok ken-timiz gerek arkeolojik varlıklarıyla gerek tarihi kentsel çevresi ile bu listede yer almaya büyük önem veriyor. Bu da hem kent kimliğinin bir övünç kayna-ğı olarak görülmesi, hem de turizm beklentisi nedeniyle önemseniyor. Örne-ğin Gaziantep’te yer alan iki arkeolojik alan (Yesemek ve Zeugma) 2012’de geçici listeye alındığında belediye köprülerin üzerine dev pankartlar asarak kentliye bunu duyurmuştu. Bu bağlamda Mardin’i biraz trajikomik bir örnek olarak değerlendirebiliriz. 2000 yılında geçici listeye alınan Mardin, önemli koruma sorunları içerdiği için bir türlü ana listeye girememektedir. Ancak ye-rel yönetim bunu o kadar çok istemektedir ki, 2012’de TOKİ ile bir anlaşma yapılarak, kentteki niteliksiz yapıların yıkılması hak sahiplerine kent dışında TOKİ’nin konut yapması ve böylece Mardin’in tarihsel görünümüne yeniden kavuşarak Dünya Mirası Listesi’ne girmesi amaçlanmıştır. Yani özetle çok de-ğil bundan 30 yıl önce başlayan kentsel tahribat sürecinin sonunda Mardin şimdi filmi geri sarmaya ve geçmişine dönmeye çalışmaktadır.

Şimdiye kadar sizlere Anadolu’nun penceresinden bakarak bir genel değerlen-dirmede bulunmaya çalıştım, kuşkusuz ayrıntıda farklı uygulama ve yaklaşımlar

Şekil 14. Kastamonu Daday’da restore edilmiş, halk eğitim merkezi olarak işlevlendirilmeye çalışılan tarihi konak, 2012.

Şekil 15a. Sivas Divriği’de müze olarak işlevlendirilen konak, 2012.

Şekil 15b. Sivas Divriği’de restore edilmiş ve işlevlendirmeyi bekleyen konak, 2012.

168

SEMPOZYUMYEREL YÖNETİMLER, KENTLEŞME VE DEMOKRASİ SEMPOZYUMU

da vardır. Ancak herhalde esas olarak ana soru İstanbul’un bu hikâyenin için-de nereye oturduğudur. İstanbul’da 1990’ların ortasında başlatılan Fener-Balat Rehabilitasyon Projesi dönemin Fatih Belediyesi’nin Avrupa Konseyi ile birlikte giriştiği ve konunun uzmanlarının geniş bir danışma kurulu oluşturarak katkıda bulunduğu önemli bir proje idi. Uygulama sürecinde de koruma uzmanı mimar-ların etkin bir şekilde yer aldığı, fiziki mekân kalitesini yükseltme açısından iyi bir proje idi. Daha da önemlisi projede bu mahallelerde yaşayan halkın uygu-lama sonrasında da orada yaşamını sürdürmesi öngörülmüş ve buna göre ya-sal düzenlemeler yapılmıştı. Bu bağlamda Fener-Balat uygulaması gelecek için bir örnek proje olması gerekirken, sonrasında yaşanan Sulukule, Tarlabaşı, Ay-vansaray gibi “yıkarak yenileme” projeleri, yalnız fiziksel çevreyi değil kentin toplumsal belleğini ve yaşanmışlığını da silmeyi amaçlayan vahşi uygulamalar olarak tarihe geçti. Tarihi yarımada gibi 8000 yıllık bir kültürel birikime ay top-rağı muamelesi yapan bu projelerin herhangi bir şekilde iyimser bakış açısıyla değerlendirilmesi mümkün değildir.

İstanbul ölçeğinde bir diğer önemli konu da “ihya” olarak tanımlanan rekons-trüksiyon projeleridir. İstanbullular Taksim Topçu Kışlası’nın ihyası projesi ile bu kavramla tanıştılar ve kitlesel olarak da buna karşı çıktılar. Ancak şu anda tarihi yarımada için planlanan 100’den fazla ihya projesi var, bunların bir kısmı yapıldı bitti. Bu projelere baktığımızda bunların genelinin cami, mescit, medrese gibi Osmanlı yapıları olduğunu görüyoruz. Özellikle Menderes dö-neminde yol yapımı için yıkılan bu tür yapılar yerlerinde de yol olduğu için etraftaki boş alanlarda yeniden inşa edilmek istenmektedir. Bu haliyle bugün geçerli koruma mevzuatına dahi uymayan bu projeler, Koruma Kurulu’ndan da onay alarak sözde yasal süreci tamamlayarak, mimarların ve koruma uz-manlarının da katkılarıyla elbirliğiyle uygulama aşamasına gelmektedir. Bu süreçte bizim mesleki sorumluluğumuzu zaten 27 Aralık’ta İstanbul Şubedeki bir toplantıda etraflıca değerlendirmiştik.1 Ben şimdi bu projelerde karar veri-ci otorite olan belediye ve Vakıflar Bölge Müdürlüğü üzerinden konuyu ele al-mak istiyorum. Belediyeyi yerel yönetim, Vakıfları merkezi yönetimin temsilci-si olarak ele aldığımızda her ikisini de, geçmişte aslında hiç var olmamış gö-rüntülerin peşinde koşan hayalperest kurumlar olarak değerlendirebiliriz. Bu-gün yerinde olmayan, teknik detayları ve yeri tam olarak bilinmeyen yapıla-rın taklitlerini kentin orasına burasına yerleştirmek, her şeyden önce kentliye yalan söylemektir. Eğer bu projelerin çoğunluğu uygulanırsa, siz ya da ço-cuklarınız Dünya Mirası Listesi’ndeki tarihi İstanbul’u keşfetmek, yaşamak için tarihi yarımadaya gittiğinizde, geçmişte hiç var olmamış bir sahte kent ile kar-şılaşacaksınız ve üstelik bunu da bilemeyeceksiniz.

Bu uygulamalar, geçmişten seçilmiş bir dönemin kentsel mekânda canlandı-rılması çabasıdır, belli bir politik söylem bağlamında kentsel kimlik tanımla-ma çabasıdır. Ancak bugün var olmayanın üzerinden bir tarihi kimlik yaratı-lamaz. Yerel olsun merkezi olsun yönetici erkin kendi politik söylemini dile ge-tirmek için kültür mirasını bir araç olarak kullanması kabul edilemez.

1 http://www.mimarist.tv/ “Rekonstrüksiyon: Tarihin Yeniden Kurgulanması” başlıklı 27.12.2013 tarihli panel, TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi.

169

SEMPOZYUMYEREL YÖNETİMLER, KENTLEŞME VE DEMOKRASİ SEMPOZYUMU

Gezi Parkı direnişinde biz İstanbullu olarak tanımlanacak kentli bir gücün ol-duğunu gördük, Yenikapı kazılarında ortaya çıkan 8000 yıllık ayak izlerinin İstanbulluları heyecanlandırdığını gördük, Emek Sineması eylemleri kentsel kimliği önemseyen, kültür mirasına sahip çıkma kaygısı olan kentliler oldu-ğunu gösterdi. Bu kentlilerin kaçı İstanbul’da doğmuştur kaçı Anadolu’dan Trakya’dan gelmiştir bilinmez ama İstanbullu oldukları, kentli oldukları ke-sindir.

İstanbul’un penceresinden baktığımızda, bu yoğun rant ortamında kenti ko-ruyabilecek gücü de, kentliler ile birlikte dürüst bilim insanlarının, uzmanların ve meslek odalarının ortaklaşa çabası oluşturacaktır. Teşekkür ederim.

gülsün tanyeli

Zeynep Eres’e teşekkür ediyoruz. Gerçekten 20. yüzyılın son çeyreğinde ne-redeyse ortaklaşa bir dil olarak yerel yönetimlerin seçim sözlerinin arasında sit alanlarının kaldırılması ya da eski eserlerin sayısının azaltılması ortaklaşa bir vaatti seçmenlere, yine de o noktadan bugünlere geldik. Bilmiyorum ne kadar ümitli olmalıyız? Zeynep bize oldukça başta bir pembe tablo çizdi, ama İstanbul’a gelince olayın şekli değişiyor açıkçası. Çok konuşmamız gere-ken konu var, ama şimdi sözü yine Zeynep’in bildirisinin içinde de değindiği yerel yönetimlerin, kent yönetimlerinin ilgi alanı içerisine giren, daha önce daha ağırlıklı biçimde merkezi otoritenin karar verici olduğu bir alanda ko-nuşacak Ahmet Yaraş. Oldukça da geniş deneyimiyle, bilgi birikimiyle bize bu konunun arakesiti, arkeoloji ve yerel yönetim arakesitinde bir konuşma yapacak, buyurun.

ahmet yaraş

Teşekkür ederim. Sempozyuma katkı için teklif geldiğinde öncelikle İstanbul olduğu için İstanbul’dan örnekler vereyim, konuşmamı bunun üzerine kur-gulayayım istemiştim. Dünkü birinci oturumda konuşmacılar işin ekonomik boyutunu, özellikle Sevgili Mücella Yapıcının sadece İstanbul için planlanan kent katliamına dair akıllara durgunluk verecek örneklerden sonra benim anlatacağım gerçekten iki tane çanak-çömlek parçasından ibaret kalıyor. Adamlar bir metropolü değil, hektar hektar alanı hörgücüyle götürüyorlar ve ben onların deyimiyle ya da genel bir deyimle Müslüman mahallesinde sal-yangoz satacağım şimdi sizlere, yani bu çanak-çömleklerin ne kadar önemli olduğunu ve insan yaşamı için vazgeçilmez öneme sahip olduğunu anlatma-ya çalışacağım ki, onların deyimiyle salyangozdan başka bir şey değil.

Biz arkeologlar zaten biraz bu hamurla yoğruluyoruz, ama öyle bir ortam-da yaşıyoruz ki, sonuçta gencecik çocuklara devletin polisleri, magandaları pusu kuruyorlar ve sokaklarda öldüresiye dövüyorlar. Sokak cellatları var ve böyle bir ortamda biz çanak-çömleğin öneminden bahsedeceğiz ki, tam da böyle bir yönetimde işte metro projesi için, iki tane çanak- çömlek için bizi 5 yıldan beri bekletiyorsunuz, diyen bir idareciyle karşı karşıyayız.