Metinler Işığında Aristoteles'in Canlıyla ve Canlının Evrimiyle İlgili Düşüncelerine...

88
METİNLER IŞIĞINDA ARİTOTELES'in CANLIYLA VE CANLININ EVRİMİYLE İLGİLİ DÜŞÜNCELERİNE PROMLEMATİK YAKLAŞIM 1 Teoman Duralı* — Ç a ğ d a ş Biyoloji Felsefesi Işığında Aristoteles Canlılar Felsefesinin Yeniden Değerlendirilmesi Konusunu işleyen Çalışmanın Programca Döküm I Aristoteles'te Bilim II Aristoteles'te Biyoloji III Aristoteles'te Evrim Sorunu VI Aristoteles'in İkilemi Ekler ile Kaynaklar Kaynakla r'a Toplu Bakış Yardımcı Kaynaklar * Çalışmada geçen Türkçeye çevrilmiş metinleri Eski Yunanca asıllanyla karşılaştırıp gerekil düzeltmeleri yapmış oîan sayın Doçent Dr. Uluğ Nutku'ya; ayrıca da basımı zor olan bu çalışmayı basmak çabasını ve başarısını göstermiş bulunan I.ÎT, Edebiyat Fakültesi Basımevinm gayretli mensuplarına teşekkür etmeği zevkli bir ödev sayıyorum.". Felsefe Ar. F. 17

Transcript of Metinler Işığında Aristoteles'in Canlıyla ve Canlının Evrimiyle İlgili Düşüncelerine...

M E T İ N L E R IŞIĞINDA ARİTOTELES' in C A N L I Y L A V E C A N L I N I N E V R İ M İ Y L E İLG İL İ DÜŞÜNCELERİNE

PROMLEMATİK Y A K L A Ş I M 1

Teoman Duralı*

— Ç a ğ d a ş B i y o l o j i F e l s e f e s i I ş ı ğ ı n d a A r i s t o t e l e s C a n l ı l a r F e l s e f e s i n i n Y e n i d e n D e ğ e r l e n d i r i l m e s i K o n u s u n u i ş l e y e n Ç a l ı ş m a n ı n P r o g r a m c a D ö k ü m

I — A r i s t o t e l e s ' t e B i l i m

I I — A r i s t o t e l e s ' t e B i y o l o j i

I I I — A r i s t o t e l e s ' t e E v r i m S o r u n u

V I — A r i s t o t e l e s ' i n İ k i l e m i

E k l e r i l e K a y n a k l a r

K a y n a k l a r ' a T o p l u B a k ı ş

Y a r d ı m c ı K a y n a k l a r

* Çalışmada geçen Türkçeye çevrilmiş metinler i E s k i Y u n a n c a asıllanyla karşılaştırıp gerek i l düzeltmeleri yapmış oîan sayın Doçent Dr . Uluğ Nutku 'ya ; ayrıca da basımı zor olan bu çalışmayı ba smak çabasını ve başarısını göstermiş bulunan I.ÎT, Edeb iya t Fakültesi Basımevinm gayret l i mensuplarına teşekkür etmeği zevk l i bir ödev sayıyorum.".

Fe lse fe A r . F . 17

OuSev u-dınv f| <pumç îioıeî Doğa Mçbir şeyi boşuna meydana getirmes.

A r i s t o t e l e s ' t e B i l i m

Günümüzde b i l im le r 2 baş döndürücü aşamalar kay­dederken, kalkıp geçmişe bakmak, şu yahut b u b i l i m i n geçmişteki 'serüven'Ierini izlemek yadırganır olmuştur. Hele t eor ik tavırlı b i l imse l araştırmanın henüz yerleşme safhasında bulunduğu, b u yüzden de ' i l i m ' i le ' fen 'nin yahu t ' b i l im ' i le ' t e kn ik ' i n sık sık karıştırıldığı ülkemiz­de ' laboratuvar erbabı* için herhang i b i r b i l i m i n t a r i ­h iy l e yahut felsefesiyle uğraşmak, anlaşılmaz b i r çeşit 'boş zaman'ı değerlendirme yo lu o larak görülmektedir. Hâlbuki bi l imde, dolayısıyla da onun uygulamaya ak ta ­rılmış kes imi o lan t ekn ik t e atılımların, t eo r ik çalışma-larca kotarılıp denel araştırmalarca denetlendiği b i r ger­çektir. Şu v a r k i teor i , malzemesini doğadan olduğu ka­dar, t a r i h t e n de devşirir. Çünkü her teor i , b i l i m i n o ânki durumuy la y a dolaylı y a da dolaysız şekilde i l i n t i l i d i r . B i l i m l e r i n be l l i b i r zaman kesidindeki durumuysa, b i r ­den meydana gelmemiştir. Her durum, kendisinden önce gelenlerce belirlenmiştir. B u bakımdan, çalıştığı alanın tarihî arkaplânmı tanıyan b i r araştırmacı, en azından, 'b i l ineni t ek ra r l amak ' t an kur tu lacak , işte deneyin, t eor i ­y i ; teorininse b i r yandan deneyi, öbür yandan da t a r i h i gereksemesi böyle olur.

Teorice değerlendirilmemiş deney ver i l e r in in , gün­del ik hayat ta kullanılabilirliği bulunsa dahî, bunlar b i ­l imse l Özellikten yoksundur lar . Z i ra , «bilime konu olan» d i yo r Aristoteles, «zorunlu olmalı, sık sık değişmemelidir artık. Zorun lu luk la , m u t l a k surette varolan, ebedîdir. Ebedî olansa, ne olagel ir ne de or tadan ka lkar . Üstelik, b i l i m biçimindeki her b i l g i , öğretilebilir c instendir (...

259

Sı5aKTT| \\o.6a emÖTfıjırj SOKET eîvaı..) Her türlü Öğretim işi içinse, 'Ana l i t ik le r 'de de belirtmiş bulunduğumuz üzere, önceden edinilmiş birtakım temel bi lg i lere ihtiyaç du­yulur . . . Başka b i r deyişle, ancak be l i r l i b i r inanca sahip (eğitim görmüş), böylelikle de başlangıç i lke l e r in i edin­miş kimse bi l imsel bi lgiye, dolayısıyla da başlangıç i lke ­lerine ulaşabilir. Z i r a başlangıç i lkeler inden çıkarım-lanmış vargıları, söz konusu i lkelerden daha i y i b i l iyorsa, o kişinin ulaşacağı b i l g i de, esasa ilişkin olmayacak» 3.

İşte, Ar istote les ' ten aktarılmış y u k a r k i parçanın son cümlesi, b i l ime dair i k i b in yıldır yapılmış bütün ta ­r i f denemelerinin özünü özetini sunmaktadır. A r i s to ­teles, gerek bu gerekse Öteki eserlerinde sunduğu ben­zeri tanımlarla, bi l imsel b i l g i y i öbür b i l g i türlerinden açıkça ayırmış, buna bağlı o larak da bi l imsel araştır­mayı başlıbaşma b i r uğraş alanı tarzında belirlemiştir.

B u r d a doğrudan canlıların araştırılmasıyla i l i n t i l i sorularımızı Aristoteles'e yöneltmeden, onun, öncelikle 'b i lg i 'y le , sonra da genel anlamda 'b i l im' le i l g i l i görüş­l e r i üstünde, az da olsa, durmak, i lerde ele alacağımız konuları daha seçikçe kavramamız bakımından yararlı o lab i l i r .

Aristoteles, henüz Akademiyada P la ton 'un öğren-cis iyken sonraki eserlerinden pek farklı b i r üslupla —söyleşi (dialog) üslubuyla— kaleme almış olduğu «Protreptikos» başlıklı yazısında ' b i l g i ' y i öncelikle 'gör­me' duyusuna bağlamıştır :

«Düşünceye ve seyre da lmak insan için her şeyin Öte­sindedir ; tıpkı görme duyusunun, bütün ötekilerden üstün olması gibi . . .

Görmeyi sadece kendis i için sevmemiz, bütün insanların düşünme i le b i lmey i sevdik ler in in ye ter l i kanıtıdır... Canlılığı cansızlıktan ayıran, b i r inc i s in in algı yet is ine sahib olmasıdır.. Görmenin, en keskin, en güçlü d u y u olması, onu bütün ötekilerden farklı kılmış­tır. Algılama gücünden ötürü hayat, ölüm karşısında terc ihe değer kabu l ed i l i rken, r u h u b i lg iye ulaştırıyor diye yeğlediğimiz algı da b i r çeşit bi lg idir . . . A m a algı-

260

n m doruğu demek olan görme, duyular arasında en arzu­lanan, en şerefli olandır. Bunun b i r l i k t e , gerek görme'den gerekse bütün öteki duyulardan, hayatın kendisinden dahî k a t ve k a t çok arzulanan, b i l ge l ik t i r . Z i r a onun, h a k i k a t i kavrayışı daha b i r güçlüdür, kuvve t l id i r , işte insanlar bundan dolayı bilgeliğe bunca susamışlardır. Onlar, b i l g i i l e bilgeliğe tu tkundur l a r , çünkü hayatı se­verler» 4 .

«Protreptikos»ta ele almağa koyulduğu b i l g i i le b i ­l i m sorununu Aristoteles, o lgunluk çağını taçlandıran «Metafiziğ»in başlangıç kesimlerinde artık enine boyuna işler :

«Bütün insanlar, doğa (<D66sı) gereği, bilmeği arzu­la r l a r . . . Y ine doğaca, hayvanlar da duyum yet is iy le do­natılmışlardır. A m a bunlardan k imis inde duyum, hafı­zaya o r t am hazırlamıştır, kimisindeyse hazırlamamış-tır. Bundan ötürü bir inc i ler , hatırlama istidadını bu lun­durmayanlara oranla daha zekidir ler, dolayısıyla da öğ­renmeğe daha yatkındırlar...

25 İnsanı saymazsak, bütün öteki hayvanlar , sadece hayâller (t&avtaöıa) i le hatırlamalara bağlı ka la rak yaşar­lar . Birtakım basit deneylere (s(i7ceıpîa) sahipt i r ler . Buna karşılık, insan türü sanat(T§xvıl)ile akılyürütme(Xoyı6[.ıoç;) düzlemlerine ulaşmıştır, insanlarda deneyi doğuran ha-

981a fızadır. Gerçekten de aynı şeye da i r birsürü hatırlama, be l l i b i r deneyi oluşturur... insanlar , b i l i m i le sanata deney aracılığıyla erişirler. N i t e k i m Polos 'un 5 çok ye r in ­de belirtmiş olduğu üzere, deney, sanatı (zanaatı), de-neysizlikse, rastlantıyı (rOpı) doğurur. Biryığm deney

5 kavramından b i r tek tümel yargı (Ka9öA,oo... •bno'k^ıç)

kaynaklandığında bütün benzer durumlara uygula^ nab i l i r sanat or taya çıkar. N i t e k i m şu be l i r l i has­talığa yakalanmış Kallias'ı, . ardından Sokrates' i , sonradan da daha başka birsürü kişiyi t ek tek şifaya kavuşturmuş şu deva hakkındaki yargımız, deneyden

10 gel ir . Hâlbuki... şu yahut b u hastalıkların tümüne de şu cins deva gerekir tarzındaki b i r yargı, artık sanat ürünü-

980a 2 1

980b 2 1

261

dür. Demekki uygulamaya-dönük hayat açısından baktı­ğımızda deneyin, sanattan (zanaattan) hiçbir farkı yok­t u r . Öyleki deney sahibi kimseler in, deneyden yoksun

15 kavram'a (^cyoç) mâlik olanlara üstünlük tasladıklarına tanık oluyoruz. B u n u n sebebi, deneyin, tek tek şeylerin, sanatın (zanaatın) ise, evrensel (tümel) olanların b i l ­g is i olması; üstelik, her uygulamanın, her yapıp etmenin, bireylere bağlı bulunmasıdır. Hek im, aslında dosdoğru

20 gelişigüzel insana değil de, temelde insan olan b i r K a l -lias'a, b i r Sokrates'e y ahu t herhangi başka b i r kimseye şifa sunar. İmdi, deneyden yoksun kavram'a sahipsek ve içerdiği bireyselliği tanımadan evrenseli b i l iyorsak,

25 uyguladığımız tedavide sık sık yanılırız. Çünkü sağlı­ğına kavuşturulacak olan, her şeyden önce, b i reydir . Bunun la b i r l i k t e , genell ikle gerek b i lmenin gerekse an­lama istidadının deneyden ziyade sanattan çıkageldiğini düşünürüz. B u sebeple de sanata (zanaata) mâlik olan­ları, deney sahiplerinden üstün tutarız.... Çünkü b i r i n ­ci ler nedeni b i l i r l e r de, ik inc i l e r bundan habersizdir ler. Gerçekten de deney sahib i olanlar, b i r şeyin varlığın­dan (tö ÖTI 'neden'inden) haber l id i r ler , aman niçinini (SıÖTt) bilmezler. Oysa sanat sahibi kimseler, ele aldık-

30 l a n şeyin niçinini de nedenini de aynı ânda b i l i r l e r . . . 681b Genell ikle, b i lmenin kanıtı, öğretilebilmektedir. İşte bu

5 sebeple sanatın, deneye oranla b i l ime daha yakın dur­duğu kanısındayız. Öğretilebilenler çünkü, sanat sahibi olanlardır, yoksa öbürleri değil.

15 .. .Sanatlar, zamanla sayıca artmışlardır. Bunlardan k i m i s i n i n konusunu gerekl i , k imis in inse sadece hoşlan-dırıcı şeyler oluşturmuştur. Hoşa giden şeyleri icad eden­ler, ötekilere oranla her saman daha bilge o larak kabu l

20 edilmişlerdir. Z i r a onlar, ihtiyaç duyu lan şeylere yönel­memişlerdir. Ayrıca, ne haz ver i c i ne de gerekl i şeylere uygulanabi len b i l imler , çeşit çeşit sanatlar meydana ge­t i r i l d i k t e n sonra keyfe hitabeden işlerle de uğraşıldığı d i ya r l a rda kuru lup kotanldılar. İşte Mısır'ın, matema­tiğe beşiklik etmesi, b u ülkede rahiplere bo l serbest za­m a n tanınmış olmasındandır.

262

25 ...Felsefe denilen b i l im , kendisine başlangıç neden­l e r i i le varlıkların i lke le r in i konu edinendir.

2 983a

10 . . .Bundan dolayı da bütün Öteki b i l imler , felsefeden daha gerekl i olmalarına rağmen, hiçbiri ona mükemmel­l i k açısından yaklaşamaz»".

B i l i m , şu hâlde, genell ikle insanların sandıklarının tersine, yalınkat duyu ve r i l e r in in istiflendiği b i r dev anbar değildir. Gerçekten de bi l imde kendi ler inden söz edilen olaylar, asıl hâllerinden öylesine uzaklaşmışlardır k i , bun lara artık 'doğal' bile denilemez. Z i r a bunlar, o l ­dukları g ib i algılanmayıp b i l imine, çağı i le ortamına gö­re, ancak bel l i birtakım şartlar —inançlar, varsayımlar, önbilgiler-— çerçevesinde kavranabi l i r ler . îşte b u ola­ğanüstü Önemli noktayı günümüzden i k i b i n küsur yıl önce Aristoteles, şaşırtıcı derecede keskince görüp bize «ikinci A n a l i t i k l e r »inde şöyle anlatmıştır :

1/31 87b «Algılama yo luy la bi l imsel b i l g i elde edilemez. Algı ,

27 yalnızca ( b u herhangi şey'e dair olmayıp da, 'böyle olan'a bi le ilişkin olsa, y ine de 'bu herhangi gey'i bel l i b i r yer

30 i le be l l i b i r ânda algılamak gerekir. Oysa her çeşit hâl için söz konusu olabilecek tümeli algılamanın imkânı y o k t u r ; çünkü o, ne 'bu'dur ne de 'şimdi'dir. Öyle olsa, o durumda her şeyin kendisine dayanılarak ölçüldüğü tümel o lmaktan çıkardı. Tümel her zaman, her yerde u y ­gulanabi l i r . §u hâlde tanıtlamaların (âıtö5&ı£ıç) , kendi­ler ine dayanılarak Ölçüp biçmeğe imkân tanıyan tümel­ler olduklarına, hurdan da tümellerin algılanamayacak­larına bakarak bi l imsel b i l g i n in algılama yo luy la devşi-

35 rilemeyeceğini açıkça görebiliriz. B i r ân için b i r üçgende açıların, i k i d ik açıya eşit olduklarını algılayabileceği­m i z i varsayalım. Y ine de ısbata (e\&y%oç) ihtiyaç du­yacağız. Isbatı da, k i m i l e r i n 7 öne sürmüş olduğu üzere, algılama yo luy la elde edemeyiz. Çünkü algı, t ike le ilişkin olmasına kargılık, b i l imsel b i lg i , ölçmede kendisine da-

263

40 yanılan tümeli kapsar. Sözgelişi ay'a g id ip güneşin ışı­ğını kessek, tutulmanın nedenini bilemeyiz. O ânda t u ­t u l m a diye b i r olaya tanık olacağız gerçi; olayı akıl yo-

88a luy l a temellendiremeyeceğiz ancak. Algı etkinliğinde, ölçmede kendisine dayanılan tümel bulunmaz da ondan. Y ine de, aynı olayın sık sık tekrarlanışıni gözleyerek burdan ölçmede kendisine dayanılan b i r tümeli türete-bileceğimizi elbette inkâr edemem. Böylece incelediğimiz olayın tanıtlanmasını sağlamış oluruz. N i t e k i m ölçmede kendisine dayanılan tümel, t ek tek olup b i ten ler in oluş­turduğu öbeklerden kotarıbr.

5 Ölçmede kendisine dayandığımız tümel, neden'e ışık tutabildiğinden, değerlidir. Sonuç olarak, y u k a r k i örneklerden de anlaşılacağı üzere, nedeni kendis i olma­yan vakaların söz konusu olduğu durumlarda tümellere ilişkin b i l g i , duyu lar yo luy la algıdan da sezgiden de üs­tündür. ..

n/19 99b

20 Daha önce belirtmiş olduğumuz üzere, i l k dolaysız Öncüller (7cpöxa6ıç) bilinmedikçe, b i l imse l b i l g i tanıtla-namaz--. B u i l k dolaysız öncüller bizde ne doğuştan ne

30 de, kendi ler i hakkında b i l g i sahibi değilsek, oluşabilir­ler. Burdan da görüldüğü g ib i , dolaysız öncüllerin bizde oluşabilmesi için, sağmakça onların seviyesini aşmayan, gerekl i b i lme şartlarının hazır bulunması zorunludur. B u aslında bütün hayvanlarda tanık olduğumuz be l i rg in b i r Özelliktir; Z i r a onlarda, duyular yo luy la algılama dediği-

35 miz, doğuştan gelen b i r ayırdetme yet is i bu lunur . Hepsin­de duyular yo luy la algılama doğuştan gelmekle b i r l i k t e , duyu lardan kazanılan izlenimler, onların k imis inde ka ­lıcı, kimisindeyse geçicidir. Böylece iz lenimler in kalıcı­lık kazanmadığı hayvanların ya algıları dışında hiç y a da yalnızca iz lenimine sahib olmadıkları şeyler hakkında b i l g i l e r i y ok tu r . İzlenimin, kalıcı b i r özellik hâlini aldığı hayvanlardaysa, hem algı etkinliği vardır hem de oluş­turulmuş i z len imler in r u h t a saklanması imkânı bulunur .

264

100a Böyle b i r kalıcılık özelliği sık sık bel ir irse, o durumda da yen i b i r ayırım daha or taya çıkar: Duyu lardan doğup da kalıcılık özelliğini kazanan iz lenimler in b i r bölümü ken­d is in i düzenleyecek güce kavuşurken öbürleri de bundan yoksun kalır. Böylelikle duyu ver is i algıdan hatırlama

5 dediğimiz olay sökün eder. Aynı şeye ilişkin sık t ekrar ­lanan hatırlamalar da bize deneyi ver i r . Çünkü b i r d iz i hatırlama, b i r tek deneyi oluşturur. Y ine deneyden —başka b i r deyişle, öbürlerinin yanında hepsini özdeş-leştiren r u h t a bütünüyle artık i s t i k r a r kazanmış tümel­d e n — sanatçının (zanaatçının) hüneri, b i l i m adamının da b i l g i s i kaynaklanır. Hüner, olageliş; bi l imse, varoluş alanlarında aranmalıdır.

Sonuç olarak şunu demek i s t i yoruz : B i l g i n i n yukar -10 da sözünü ettiğimiz hâlleri, ne be l i r l i b i r biçim altında

doğuştan b i r l i k t e g e t i r i l i r ne de daha yüksek b i l g i ka t la ­rından gel ir ler. Onlar, duyulara dayanan algı ver is id i r -ler . . .

...Mantıkça ayırıîamaz b i r m i k t a r t i k e l , y e r i n i alın­ca, i l k tümel de r u h t a be l i r i r . Her ne kadar duyuya daya­nan algı, t ike le ilişkinse de, içerdiği tümeldir. Kal l ias ' ta , sözgelişi, i l k algıladığımız, 'insan'dır, 'insan-olma'dır, yoksa 'Kall ias-olan-insan' değil. Görüldüğü g ib i , başlan­gıç durumundak i tümeller arasında da birtakım yeni ayar lar , düzenlenişler meydana gel ir. B u süreç, bölü­nemez kavramlar , hakikî tümeller iy iden i y i ye oluşun­caya dek kesilmez. Şu yahu t bu hayvan türünün, i l k i n cinse, sonra da daha kapsamlı b i r sınıfa geçişi, genel­leşme sürecindeki basamaklardır.

Artık, i l k öncüllerin, tümevarım yo luy la bi l inebi le-5 çekleri iy ice açıklık kazanmıştır. N i t e k i m duyuya da­

yalı algının, tümeli sunma tarzı tümevarımlıdır.

...Sezginin dışında, hiçbir düşünme çeşidi b i l imsel 10, b i l g i kadar düzgün değildir. îlk Öncüller, tanıtlamalar­

dan (cmoSstÇıç) , demonstratiö, burhan) daha kesin su­re t t e b i l in i r l e r . B i l imse l b i l g i n in tümüyse, g id im l id i r .

15

100b

265

Burdan da i l k öncüllere ilişkin bi l imsel b i l g i n in bulunma­yacağı anlaşılıyor. Madem sezgi dışında, b i l imse l b i l g i ­den daha doğru b i r şey bulunamaz, öyleyse i l k öncülleri de ancak sezgi yaka layab i l i r ( idrak edebi l i r ) . Buna göre, tanıtlamanın kaynağı tanıtlama, bi l imsel b i l g i n i n de kay­nağı b i l imsel b i l g i olamaz. Y ine madem bi l imsel b i l g i -

15 g i n i n yanı sıra, öbür b i r i c i k doğru düşünme tarzı sez­g id i r , öyleyse o, b i l imsel b i l g i n in çıktığı kaynaktır. Na­sıl b i l i m i n çıktığı asıl kaynak, asıl temel öncülü kavrı­yorsa, b i l i m i n tümü de, olaylar şebekesini öyle kuşa­t ıyor» 6 .

B i l i m i i l k kez bilimdışı kaygılar gözetmeksizin ko-tarıp işlemeğe çaba harcamış Ar istote les ' i b i yo lo j in in de asıl kurucusu diye kabu l edebiliriz. Çağımızda genel­l ik l e ' b i l i m ' dendiğinde hatıra ne geliyorsa, bunun h u ­dudunu Aristoteles, üç aşağı beş yukarı ana çizgileriyle belirlemiştir. Bunun la da yet inmeyip Öncelikle canlılarla i l g i l i araştırmalarını, kotarmış bulunduğu anlayış çer­çevesinde yürütmeğe çalışmış olduğunu görüyoruz. Onun en göze çarpan özelliklerinden b i r i , araştırdıklarını i l k i n sınıflayarak düzene sokmaktır. Ancak bu, araştırılan konu, düzen uğruna dondurulur , kalıplaştırılır, kısacası fedâ edi l i r anlamına asla gelmez. Tam tersine, A r i s to ­teles, araştırma konusu nasıl b i r düzenleme gerektirmiş-se, hep onu kollamağa özen göstermiştir. Aslında A r i s -to les ' in b i l im , daha da genel konuşursak, felsefe anla­yışını en özlü tarzda 'sınırlılık' sözüyle di le get i rebi l i r i z . A m a bu, hiçbir v a k i t 'son sınır' demek değildir. 'Sınır*, t e k başına amaç olamaz. Arananı, araştırılanı bel ir le­y i c i , be l i r g in kılıcı araçtır yalnızca. Aristote les ' te 'sınır', ka fa karışıklığını ve görmeği bulandıran etkenler i önle­meğe yönelik t edb i rd i r . Buna karşılık b i l g i ' n in zengin­leşip serpi lmesini engelleyen anlamına asla alınmamış­tır. 'Sınırlılık', b i r bakıma 'had 'd in i bilmeği de gerek­t i r i r 9 . Z i r a «sınır (jıspaç), her varolanın biçimsel cevheri i le mah i y e t in i (TÖ TI sıvat) ele ver i r . N i t e k i m bu, b i l g i n in olduğu kadar eşyanın da sınırıdır» 1 0. Alıntıladığımız şu

son Önermesinde Aristoteles, varolanların, b i ld ik le r imiz ­den ibaret kaldıklarını söylemek is t iyor .

İşte b u 'sınırlama' kaygısını çok kere elden bırak­maksızın Aristoteles, canlıyı gözlemlenebilir varlık ola­r a k irdelemiştir. B u r d a b iz i asıl i lg i lendiren, araştırma­larını nasıl yürütmüş, ne çeşit sonuçlar elde etmiş bu­lunduğundan çok, nasıl yürütmek istemiş, hang i hedef­lere varmağı tasarlamış olduğudur. Günümüzden baktı­ğımızda, gerek hazır bulduğu t eo r ik b i l g i n in gerekse e l in­dek i araçlar i le gereçlerin aşırı derecede yetersiz kalış­ları yüzünden, or taya koymuş olduğu salt deney ver i l e r i ­n i n , bize pek b i r şey ifade etmemeleri doğaldır 1 1. Şu var k i , yalnızca tüm b iyo lo j i alanındaki başarıları bile, ge­r ek k i m i gözlemleri ndeki gerekse birtakım akılyürütme-ler indek i yanılmalarını gölgede bıraktıklarını t es l im et­memek hak bi lmezl ik olur. B u noktayı onu yeğinlikle eleştirmiş olanlar dahî kabul etmekten kaçınmamışlar­dır. İşte George Henry Lewes'in, Aristoteles 'e a i t «Hay­vanların Oluşmasına Dair» adlı eserle i l g i l i görüşleri: «Bu, olağanüstü b i r eserdir. Gerek ayrıntılı kuşatıeılığı gerekse teor ik sezişlerinin derinliği açısından bunun b i r benzeriyle ne Eskiçağda ne de zamanımızda karşılaşabi­l i r i z . B i l i m i n o devirdeki du rumunu düşündüğümüzde 'Hayvanların Oluşmasına Dair'de* b i yo lo j in in en çetrefil sorunlarının bile nice ustaca ele alınmış olduklarını gör­mek insanı hayran bırakmağa yet iyor. . . Ar istote les için, eserini b i z im ölümsüz W i l l i a m Harvey ' in 'Oluşmaya İliş­k i n Söylevler'iyle 1 2 karşılaştırmak kadar büyük b i r övün­me vesilesi düşünemiyorum. Yen i f i z yo lo j in in kurucusu, sabırlı b i r araştırmacıydı, kıvrak b i r zekâya ve ka lbur ­üstü b i r b i l i m kafasına sahipt i . Eser i de Ar istote les in-k is ine anatomiye ilişkin bel l i birtakım ayrıntılar bakı­mından üstündür. Ancak, hepsi b u kadar : Felsefî içerik yönünden Ar istote les inkis iy le boy bi le ölçüşemez. B u yüzden de biz bugün Harvey ' in eserine, Ar is to te les ' in b i ­yo lo j i külliyatı yanında, tarihî değerden başkasını biçe­miyoruz» 1 3 .

267

Aynı şekilde George Romanes de, «çağımız düşün­cesini i k i b in yıl öncesi şartlar altında Öngörebilmiş böyle b i r dehanın Önünde» hayranlığını gizleyemiyor. Ar is tote les ' in asıl ye r in i , nesnel yöntemlere i t i ba r etme­s in in belirlemiş bulunduğuna haklı o larak işaret ediyor 1 4 . N i t e k i m bu nokta bize, Aristoteles ' ten önce de yeryü­zünün dört b i r yanında b i tk iy l e , tarımla, hayvanla ya­h u t hayvancılıkta uğraşmış nice doğa araştırmacısının niçin henüz b i l i m adamı ünvanını alamayacağını yetesiye aydınlatmaktadır. K o n u y u biraz daha deşersek, şöyle b i r manzarayla karşılaşırız : Sözünü ettiğimiz doğa araştır­macılar, ya gözlem yapmış, sonra da gözlemlemiş olduk­ları bölükpörçük görüntüleri be l i r l i i lkelere, kalkış nok­talarına bağlamağı akıllarına getirmemişlerdir — s o r u n ­la ra kısa vadel i çözüm arayanlar, bi l imsel i lke le r i gerek­semezler de ondan—; ya da başlangıç i lkelerinden çıka-rımîadıklarını deneylemek, deney yo luy la denetlemek zorunluluğunu duymamışlardır. B u i k i zıt tu tumdan na­sıl b i r inc is i kısa vadel i çıkar kaygıları güdüyor da bun­dan dolayı salt uygulamaya dönükse, ik inc i s i de öyle gözlem ver i l e r in i Önemli ölçüde dışta bırakıp gelişmeye kapalı spekulat iv sistemciliğe yöneliktir.

Aristoteles, b i l imse l b i l g i i le uygulamaya-dönük (p ra t i k ) b i l g i y i b i rb i r l e r inden ayırdığı g ib i , b i l imsel b i l ­g in in , spekülasyonlarda karşılaştığımız deneyle i l g i s i i l i ­şiği kesilmiş görüşlerden de farklı olduğunu vurgulamış­tır.

B i l i m , Aristoteles 'e bakılırsa, i k i yo ldan yürür : Tü­mevarım i le tümdengelim. «Tümevarım (fj sTtaycoyıı), b i z i başlangıç i lke le r i (dpx?ı) i le tümellere (KÖ06XOÜ) çıkar­masına karşılık tümdengelim (ö 6vXkoyı6\\6q) , tümel­lerden çıkagelir. Tümdengelim buna göre, kendi ler i baş­k a i lkelerden çıkarımlanmamış i lkelerden ka lkar . B u i l ­kelere de şu hâlde tümevarım yo luy la ulaşılabilir. B i l i m Öyleyse, kanıtlama yatkınlığıdır...» 1 5

268

— I I —

A r i s t o t e l e s ' t e B i y o l o j i

Tümevarımla b i l imc i , anlaşılacağı üzere, gözlemle­miş olduğu tek tek değişik görüntüler arasında tesbit et­tiği o r t ak n i te l ik lerden ka lka rak bütün o benzer görün­tüleri 'anlamlı' kılabilecek tümel b i r 'taşıyıcı'ya varır. Tümevarımın başlangıcında şu hâlde gözlem ver is i , baş­ka b i r deyimle, deney bu lunur . B i l imc i , daha gözlemle­memiş olduğu olayların, süreçlerin nasıl, niçin öyle ola­bileceklerine ilişkin, o belirlenmiş 'taşıyıcı'ya, ' i lke'ye, 'tümel'e dayanarak tahminler , başka deyişle, 'Önaçıkla-ma la r ' sunabi l i r . Ancak, söz konusu 'önaçıklamalar'm, inanılır, güvenilir hâle gelmeleri, başka deyişle, ' t am açık­lama ' olmaları, yeni gözlem veri lerince onaylanmalarına bağlıdır. Demek, tümevarımda olduğu üzere, tümden­gelimde de k a r a r merc i y ine gözlem ver is id ir , deneydir. Tümevarım yo luy la ulaşılacak ' o r tak taşıyıcı' (Ar i s to ­teles ' in dey imiy le (ÖTIÖKEÎÎIEVOV) yahut i lke (&p%r|) so­y u t t u r , tümeldir; ayrıca d u y u ver is i o lmaktan çok, sez­g i ürünü olmasına rağmen, deneye konu olan dünyayı aşırı raddede dışta bırakırsa, b u kere ona dayanılarak oluşturulmuş varsayım, o lay lar la yahut süreçlerle tüm­dengelim yo luy la i l g i içerisine sokulamaz. Böylelikle de b i l g i hâlini a lamayan varsayım, ya b i r yana bırakılır ya da dogmalaşır. İşte eldeki varsayımın süreklice göz­l em ver i l e r iy le denetlenebil ir durumda bulunması ge­reğini Aristote les, «Hayvanların Oluşmasına Dair» baş­lıklı eserinden alınmış şu parçasının sonunda di le get ir ­miştir :

758b

14 «Bütün... kurtçuklar ( l a rva ' l a r ) , erginleşip t a m şekillen­d ik t en sonra yumurtamsı b i r hâl alırlar; kend i l e r in i çe-

3 5 v i r e n kabuk sertleşir. B u süre içerisinde bunlar, hareket­siz kalırlar, işte b u d u r u m u arı, eşekarısı i le tırtıl k u r t -

269

çuklarmda açıkça görebiliriz. B u n u n böyle olması, k u r t ­çuğun doğasının daha t a m olgunlaşanı amış olmasından

20 i l e r i gelir...; büyüyen b ir kurtçuk, henüz yumuşak yu ­m u r t a o lmak durumundan çıkamaz...

759a X Arıların 1 da üreyişinde açıklığa kavuşmağı bekleyen pek

çok y a n var. Söylenen gerçekse, balıkların k i m i s i çift-10 leşmeden ürermiş. İşte, en azından görünüşe bakılırsa,

aynı şey arılar için de söz konusu olmalı. Arıların üreme-siyle i l g i l i üç yo l düşünülmüştür: Bun lar , ya döldöşlerini özge b i r kaynaktan devşirir, ya kend i l e r i yav ru la r ya da aralarından k i m i s i devşirir, k imis iyse doğurur... K i ­m i l e r i , erkekarı yavrularının devşirildiği görüşündedir.

15 Kendikendüerine ürüyorsa, o takd i rde bu, ya çiftleşe­r ek (oxeuouevoç) ya da çiftleşmeksizin (âvotemovç)

olmalı. Çiftleşerek oluyorsa, o hâlde ya her çeşit (SKOÖTOV yEvoç) kendi çeşidini meydana get i r iyor , y a söz ko­

nusu üç çeşidden b i r i , öbür i k i s i n i döllüyor ya da her b i r çeşit b i r başkasıyla birleşiyor (ÖUVSUC^ÖUGVOV) . Demek

20 istediğim şudur: Y a 'arılar' (u-eM-rcaç) , 'arılar'ın b i r ­

leşmesinden; 'erkekarılar' (loıcpfivaç), 'erkekarılar'ın

birleşmesinden; 'anaarılar'da (paöı&eiç) , ' anaan la r 'm birleşmesinden; ya da bütün çeşitler, be l l i b i r çeşidden —sözgelişi anaandan; yahut da 'anaarı' i le 'erkekarı'nın çiftleşmesinden meydana gel i r ler — k i m i l e r i , 'erkekarı­lar'ın, 'erkek ' ; 'anaarılar'msa, 'dişi'; k imi ler iyse , 'erkek­arılar'ın, aslında, 'erkek* olmayıp da 'dişi'; k imi ler iyse, 'erkekarılar'ın, aslında 'erkek' olmayıp da 'dişi'; 'anaarı-

25 lar 'msa, hiç de 'dişi' olmayıp 'erkek' olduklarını Öne sü­rer...

759b ...'Arılar'ın (anaanlar 'm) dişi olduklarını sanmak yan­lıştır. Z i r a doğa, dişileri s i lahla donatmaz. İşte, 'erkek­arılar'ın iğnesi yokken, 'arılar'ın bununla donanmış bu­lunması tuhaftır, Bunun ters i o lan görüş, 'arılar'ın er-

5 kek olup 'erkekarılar'ın dişi oldukları da;yanlıştır. Çün­kü erkek, yavrularıyla uğraşmak zahmetine asla ka t l a ­namaz. Oysa bilindiği üzere arılar, yavrularıyla uğra-

270

10 şırlar... Şurası da açıktır: 'Arılar'm, 'arılar'la; 'erkek-arılar'ın da 'erkekarılar'Ia çiftleşerek üremeleri imkân-

16 sızdır... Çünkü her hayvan türünde dişiler i le erkekler arasında f a r k bu lunur . . . Üstelik, fougüne değin kimse

23 'arılar'm, 'arılar'la yahut 'erkekarılar'ın, 'erkekarılar'la çiftleştiğini görmemiştir. Hâlbuki her i k i çeşit arı, dişi i le erkek olmak üzere i k i cinsiyete ayrılmış olsaydı, bun­ların çiftleştiklerine sayısız kere tanık o lunab i l i rd i . Ge-

25 r i y e b i r i h t i m a l daha kalıyor: Üremenin, 'anaarılar'ın birleşmesi sayesinde gerçekleşmesi. Ancak, buna da i t i ­raz edi lebi l i r : Gözlemlerimizden 'erkekarılar'ın işe 'ana-arılar' hiç karışmaksızm da üreyebildiklerini anlıyoruz...

30 Son olarak b i r de şu i h t i m a l i hesaba ka tab i l i r i z : B i r t a ­kım balıklarda (erythr inos i le channa) görüldüğü g ib i , 'arılar'da 'erkekarılar'ı çiftleşmeksizin dünyaya getire-b i l i y o rdur . Dünyaya get i rmek söz konusu olduğuna göre, 'arılar'm dişi olması gerekir. Şu var k i onlar, b i tk i lerde gördüğümüz g ib i , dişiliğin yanında erkek l ik unsurunu da taşıyabilirler. Böylece 'arılar'm, savunma organına sahib olmalarında olağandışı b i r yan görmemeliyiz. Do­ğal olarak, başlıbaşma erkek cinsiyet i bulunmayan var­lıklara 'dişi' demenin de anlamı yok tu r . 'Erkekarılar', çiftleşmeksizin ürerler. B u , böyleyse, o takd i rde , 'işçi¬

, 35 arılar' i le 'anaarılar'ın da çiftleşmeksizin ürediklerini söyleyebiliriz. 'İşçiarılar'ın, kuluçkaya 'anaarılar' bu­lunmaksızın yattıklarına emin olabilsek, o v a k i t gerek 'işçiarılar'ın gerekse 'erkekarılar'ın, çiftleşmemiş 'ana-

760a arılar'dan üremiş olduklarını kamt layab i l i rd ik . Arıların 5 üreyişi, görüldüğü g ib i , oldukça acaipt i r . B u da, onların

öteki gar ip Özellikleriyle uyuşmaktadır. Arıların, çift­leşmeksizin üremesi, başka birtakım hayvan la rmk is in i andırır. Y ine de bunların eşi menendi y o k t u r demek, pek yanıltıcı olmasa gerek. Çünkü gerek barbunyalar

i i • (epoGpîvoı) gerekse han i balıkları (%evvaı) kendi türle-

10 r inden doğururlar. Arılar..., ayrı çeşidden, ama yine akrabaları olan b i r varlıktan ürerler ; ' Anan la r ' dan (fıyejıovtov : 'Hükümdar-arüar').,,

271

760b 23 . . .Kendi ler i sayıca az o lmakla b i r l i k t e , dünyaya bol m i k ­

ta rda arı get i rmeler i , 'anaarılar'm (fıysuovctç: 'Önderler', 'hükümdarlar'), ars lanlara benzetilmesine yo l açmıştır. A r s l an l a r (TÖV ^EÖVTÎOV) , i l k i n b i r batında beşiz doğurur-

25 lar(7iSvTe Ysvvıi6avxsç). Sonraki yavrulayışlarda sayı g i t ­tikçe azalır. Sonunda b ire düşer; giderek hiç doğuramaz-lar . Başlangıçta, 'hükmedenler'in (rjyejiövov) yav rusu bol , sonralarıysa az o lur . işte az sayıdaki yavru lar , gerçekten de 'hükümdar' soyundandır... Doğa (i) <D66ıç), sayıdan esirgediğini bünyeye bağışlamıştır.

Teor i (Xoyoç) açısından arıların üremesiyle i l i n t i l i o larak düşünülen vakalar işte bunlardır. Ne va r k i vaka-

30 1ar (TO 6uufîaîvovTa : Birleşmeler, çiftleşmeler), henüz yeterince temellendirilmemiştir. B i r gün temel lendir i -l i r lerse (eiXr)%xaı; Kavranabi l i r l e rs e) , o v a k i t teori ler­den (T£5V löyojv) çok, duyu ver i ler ine (aL69f|6eı) söz hakkı tanımak gerekecek. Teorilere de (TOLÇ Xöyoıç) ancak görü­lenlerle (TOTÇ <I>aıvougvoıç) uyuştukları oranda inana-bileceğiz» 1 0*.

Eserinden buraya aktarılmış parçada da görüldüğü g ib i Ar istote les , her şeyden Önce canlıyı ince eleyip sık dokuyarak araştırmalarına konu edinmiş, sonra da can­lı, onun tüm düşünce s is teminin oturduğu taban hâline gelmiştir 1 7. Gerçi gerek dura l evren anlayışı gerekse b u ­na bağlı o larak da fiziği, geçerakçe olmak n i t e l i k l e r in i çoktan yitirmişlerdir. Buna karşılık o, canlılar b i l iminde 'üstatlık' mertebesini X I X . yüzyılın i l k yarısına değin ko-ruyagelmiştir. Günümüzdeyse, kavramları i le görüşleri­n i n çoğu, b i yo l o j i felsefesinin hâlâ gündemindedir. Z i r a b i yo l o j in in t eo r ik kes imi , fiziğin tersine, felsefeden he­nüz tamamıyla kopmamış olduğu şüphe götürmez. İşte bundan dolayı, başlı başına b i r t eor ik b iyo lo j iden ziyade b iyo lo j i felsefesinden söz açmak daha yerinde o lu r 1 8 .

Son derece d ikkate değer b i r nokta , Ar istote les ' in, canlılarla i l g i l i girişilmiş gözlemlerden kotarmış bu lun -

duğu aisthesis (duyumlama, algılama), aitia, aition

(neden — i l l e t , causa, Ursaohe), anaZogya (oran, an­dırma, andırış), ananke ( zo run lu luk ) , arke (başlangıç, temel, kaynak, i l k e ) , avtomatos (kendinden, kend i l i ­ğinden, rastgele, rastlantılı), dia (sebep — r a t i o , G r u n d — ) , diaresis (bölümleme, sınıflama), ta dioti

(niçin —gaye (bildiren neden—), dünamis (güç, kuvve —poten t ia , K r a f t — ) , eıdos (biçim, tür ) , endehomenon

dllös ehein (değişken, tesadüfi), energeia (etkingüç —actus , ae t io—) , enteleheia (gerçekleşmişgüç, gerçek-leşmişbiçim, gayeye erişilmişlik), epagöge (tümeva­r ım) , eshatos (b i rey ) , fantasia (hayâl, t asavvur ) , fora

(devinme —loco m o v e r i — ) , füsike (doğa felsefesi y ahu t b i l i m i ) , füsis (doğa10), horismos ( t a r i f ) , horos (deyim, t e r i m ) , homoiomeres (türdeş), hu heneka (hedefe yö-nelmişlik, gaye l i l i k ) , hüle (madde), hüpokeimenon ( ta­şıyıcı, taiban, özne —sübstratum, sub j ec tum—) , idion

(özellik), kath'hekaston (b i rey ) , katholu (tümel), M-

nesis (değişme, hareket —mot ionem, m o v i m i e n t u m — ) , kronos (zaman), logikos (dilsel, sözel, soyut ) , logistikos

(hesaplamaya, sayılamaya dayanan), logos (söz, bel ir­leme, formül, k u r a l , akıl i l kes i ) , metdbole (başkalaşma), morfe (biçim), noesis (düşünme), nus (alnî) , paradeig-

ma (örnek), pathetikos (duygulanma, ed i l g in l i k ) , poiesis

(imâl, yapım, üretme, üretim), polon ( n i t e l i k ) , poson

(n ice l ik ) , praksis (yapıp etme, uygulama, davranma) , proairesis ( terc ih, amaç), pros ti ( i l g i , ilişki, (bağıntı, görelil ik), protasis (öncül), psühe ( ruh , canlılık i lkes i ) , semeion (işaret), skema (şekil), stoihei (unsur ) , sul-

logismos (kıyas, tümdengelim), sümbebekos (sapma, araz ) , sümperasma (vargt), sümploke (bağlantı), sünehes (sürekli), tehne (iş, zanaat, sanat ) , telos (gaye) g ib i kavramların ve hun la r l a örülmüş i fadeler in, çağı­mızda yalnızca b i yo l o j i felsefesinde değil, aynı zamanda deney b i l i m i o larak b i yo l o j in in genelinde bi le, azçok değiştirilerek kullanılmağa devam edi lmeler idir . Y ine de bu, b i yo l o j in in denel i le t eo r ik — y a h u t felsefî— ke­s imler i , arasında adamakıllı kopukluğun, kesikliğin b u -

273

lunduğunu gizleyemez. Öncelikle denel b iyo lo j in in , b i ­yok imya , b iyo f i z ik , hücre f i zyo lo j is i , genetik g ib i temel seviyelerinde iş görenler, canlıya b i r kere Aristotelesçi, başka b i r anlatışla, bütüncül açıdan kesinl ik le bakma­maktadırlar. Böyle b i r bakış açısı b u kimselere alabi l ­diğine ıbilimdışıymış, duyguyla yüklüymüş g ib i gel ir de ondan.

Aristote les, aslında şaşırtıcı derecede düzenleyici b i r düşünme tarzına sah ipt i . Tar i fs iz , sınıflamasız iş görmemiştir 2 0. Met in ler indek i üslup, genell ikle hocası H a t o n u n k i s i n i n tersine, süssüz, şiiriyetsiz, durudur . Sunduğu ta r i f l e r i le bel ir lenimler, çoğunlukla türle­r inde i l k o lmakla b i r l i k t e , sallantısızdırlar. Bütün bu akılcı, b u 'b i l imc i ' yanlarına rağmen, Aristoteles, canlıyı da kucaklayan evren karşısındaki hayranlığını hiçbir v a k i t ' b i l imc i l i k ' uğruna gizlemeğe yeltenmemiştir : İnsanlar, ona kalırsa, ayın, güneşin değişen durumları­na, yıldızlara, oluşların hepsine, kısacası evrene şaşarak baktılar. İnsanı, şu hâlde, araştırmağa onun, evrene soru yöneltmek ihtiyacı sevketmiştir. Bunun yanında, düşünme etkinliğini de kamçılayan heyecandır. B u ba­kımdan aklıyla düzenlemenin yanı sıra insan, girişece­ği gözlemleri hayâlgücünün yardımıyla tasar lar . Bun­dan dolayı, felsefeden Önce efsane gel ir. Efsane bize, doğa i le canlı hakkında birsürü paha biçilmez ipucu ve­r i r . Efsaneyi sevip tatmış kişi ancak, onu aşarak daha tutarlı, daha sağın b i l g i l e r in yo lunu gözleyebilir. He r olağan, her sağlıklı oluş, basamak basamaktır da ondan.

Aristoteles 'e göre b u şaşırma (Qaü]ia6la) , şu hay­r a n bırakan şaşırtıcı olup b i ten ler (TÖ Occuuct) , felsefe yapmak gereğini doğurmuştur. «Gerçekten de zorlukla

karşılaşan, şaşıran, bilgisizliğinin farkına vanr»21.

N i t e k i m E F S A N E Y İ S E V E N (<Daou\>Toç) dahî, b i r ba­kıma BİLGELİĞİ S E V E N d i r (<HıXo6oOoç). Bilgeliğin b u yo ldan aranması, başka b i r anlatışla, b i l g i için b i l g in in kovuşturulması, bütün şartlar yer ine ge t i r i l d ik t en sonra başlamıştır.

Felse fe A r . F . İS

Nasıl efsane çenberinden (geçtikten sonra insanlık, felsefe ku rmak gücünü gösterabilmişse, aynı şekilde po­

sitiv felsefeye başka b i r deyimle, bilime v a rmak için de spekulativ felsefe durağını arkada bırakması gerekmiş­t i r . Genelde felsefe, kav ram dağarını efsaneye borçlu o l ­duğu kadar, alışılagelmiş b i l i m anlayışı da temel k a v r a m kuruluşu i le i l ke l e r in i felsefede, öncelikle de, demin be­lirtildiği üzere, Ar is to te les ' in sisteminde bulmuştur. Bütün b u bel irt i lenlere denelci (eksper imental ist ) , ka ­yıtsızca omuz s i lk ip geçiyorsa, o durumda, y a üstünde çalıştığı alana ' ibi l im' demeyip yen i b i r ad takmalı ya da orası için yine ' b i l i m ' demekte diret iyorsa, artık A r i s t o -telesci-olmayan b u yeni 'b i l im'e eskisinden tamamıyla farklı i lke ler i le başlangıç t a r i f l e r i bulmalıdır. A m a böyle b i r durumda denelci, sıkı sıkıya sarıldığı denelci-

Uk (eksperimental ism) i lkesinden sıyrılıp t eor i c i o lmak zorunda kalacağı da apaçıktır.

Ar is to te les ' in evrene, öncelikle de canlılar evrenine duyduğu hayranlığı kend i ağzından az önce dinlemiştik. B u hayranlıkta zihnî merak la b i r l i k t e çok derinlere inen b i r sevgi de saklıdır. Oysa çağımızda sevgi türünden duygulanmaların, laboratuvar kapısında bırakılması şartını b i l imle uğraşan hemen herkes b i l i y o r ; b i lmekle de kalmayıp benimsiyor. Ancak, sırf bu yüzden, sevgi­n i n , her çeşit araştırma sırasında üstlenmiş olduğu gö­r ev i göz ardı edehi l i rmiy iz ? Sevgi ile saygı duyguları, b i l imse l merakın dizg inley ic i ler i o larak görülmelidirler. Söz konusu merak tan dolayı b i l i m i n , Öz sınırlarını zor­layıp günümüzde b i yo l o j in in ye r yer yaptığı üzere, doğ­rudan doğruya insanı, onun temel toplumsal özelliklerini tehdide kalkıştığında, t eh l ike l i gidişin önünü olsa olsa haya ta duyu lan sevgi i le saygı a labi l i r . îşte Aristoteles, hurda da doğrunun, sağduyunun ney i gerektirdiğini hiç sallantıya yer bırakmaksızın bildirmiştir : «Her şeyden önce, insan için i y i olanın, insana ney in m u t l u ­l u k sağlayabileceğinin araştırılması, maksadımızdır. İn­sana yaraşanın, bedene değil, r u h a ilişkin m u t l u l u k o l -

275

duğunu vurgu lamak ist iyoruz. M u t l u l u k t a n ise, r u h a ilişkin e t k in l i k l e r i n serpi lmesini anlıyoruz. B u gerçek­ten de 'böyleyse, göz hastalıkları uzmanının (ö<D9aA,uouç BspccTceûöovTa) nasıl, genel tıptan anlaması beklenirse, siyasetçinin (TCO^UIKÖV) de, ruha ilişkin (Tuspi ^ u ^ v ) olanı öyle bi lmesi şarttır. Aslında siyasetçinin işi, hek imink is ine oranla daha ağırdır. Çünkü siya­set, tıptan daha önemlidir, daha saygıdeğerdir» 2 3. B u da doğaldır. Hek im, yanıldı mı, b i r beter i birkaç kişi zarar görebilir. Buna karşılık kucaklayıcı, kuşatıcı b i l ­gilere ve bayağı güçlü b i r sağduyuya sahib olması bek­lenen siyasetçi, ters kararıyla koskoca b i r t op lumu uçu­r u m a sürükleyebilir. N i t e k i m aynı şey, t eo r i k u r a n için de söylenebilir.

Şu v a r k i , Ar istote les ' in «yürek atışı insandan gayrı hiçbir canlıda y o k t u r ; geleceğe yönelik çeşitli beklen­t i l e r i o lup umut l a r besleyen b i r i c i k canlı odur da on­dan» 2 3 önermesinde duygusal unsurun, b i l imsel araştır­mada ne denli zararlı e tk i ler yarattığını seçikçe göre­bileceğimiz i l e r i sürülebilir. Hâlbuki durum, bu denli bas i t değil. Ar is tote les ' in söz konusu önermesindeki yanlışı, araştırma konusuna duygusallıkla yaklaşma­sında yatmamaktadır. E l indek i maddî i le manevî i m ­kânlar, onu yüreğin kendi gerçekliğine uygun b i r tasv i ­r i n i sunmaktan yoksun bırakmışlardır. N i t ek im,bunu r a ­hatça öne sürmemize cevaz veren, akıl i le duygunun şa­şırtıcı derecede dengelenmiş bulunduğu önermeleri de var . Bunların başındaysa, «Hayvanların Parçalarına Dair»den alıntıladığımız şu bölüm gelmektedir :

A

639a «inceleme yahu t araştırma açısından baktığımızda b i r kişi y a soylu y a da gösterişsiz b i r işin erbabı o larak görülebilir. Konusuna ya b i l imse l denilebilecek ya da eğitim görmüş diye t a r i f edilebilecek b i r kişinin işbilir t u t u m u y l a yönelip karşılaşacağı b i r i fadenin neresinin doğru,. neresinin yanlış olduğunu teşbit edebilir. Böyle

5 b i r kimse, 'genel eğitim görmüş' diye ni te lenir , B u nite- 1

276

t i k t e k i b i r kimse, böyle b i r iğin üstesinden geleibilir. A n ­cak onun, hemen her konuda yargıda bulunmasını bek­leriz. Oysa öteki durumda olan b i r i n i n yargı yürütme kab i l i y e t in in , be l i r l i b i r b i l imle sınırlı bulunduğu açıktır. Böyle b i r kab i l i ye t sadece sınırlı b i r a lan için geçerli o lab i l i r de ondan. N i t e k i m , gerek doğanın gerekse, öteki bütün bi l imlerde olduğu üzere, doğa b i l i m i n i n araş­tırılmasında başta gelen şart, sıkıca belirlenmiş k u r a l ­l a r a sahip olmaktır. İşte bu k u r a l l a r uyarınca b i l d i r i -

10 lenler in, doğru olup olmadıklarına bakmadan önce, dile get i r i lenler in , yöntemce kabule değer görülebilip görü­lemeyecekleri sınanabilmelidir. Şunu kasdediyorum : İn­san, arslan yahut öküz g ib i türleri teker teker m i ( ĞKaÖTT}v oööîav ) ele almalıyız, yoksa, hepsinin paylaş­tığı bellibaşlı birtakım n i t e l i k l e r i m i temel dayanak ola­cak şekilde tesbi t etmel iy iz? N i t e k i m , u y k u , Ölüm, solu-

15 num, büyüme, çürüme, duyumlama i le benzeri olaylar, b i rb i r l e r inden değişik hayvan öbeklerinde görülmekle b i r l i k t e , aynılık gösterirler... Kaldı k i , türleri teker teker ele alırsak,aynı t a r i f l e r i birsürü değişik hayvan

20 için birçok kere tekrarlamamız zorunluluğu doğar. Çün­kü yukarda belirttiğim n i t e l i k l e r in her b i r i , at larda, köpekler i le insanlarda aynı surette or taya çıkar...

25 Buna karşılık, özgül farklılıklar gösteren k i m i n i te l ik ler , genel b i r başlık altında anılırlar. Sözgelişi, hayvanların devinmesi, uçma, yüzme, yürüme, sürünme tarzında

30 tecel l i edebilir,

639b; Bundan .dolayı da, i l k elde inceleme yöntemimizi bel ir leyerek ya tüm öbeğin o r t ak yanlarını toptan d i k -

5 kate alacak, ardından özelliklerini teker teker gözden , geçireceğiz y a da doğrudan doğruya tür seviyesinde işe koyulacağız. Şu v a r k i sorun, bugüne değin t a m an­lamıyla çözülememiştir. Ayrıca, henüz aydınlatılmamış b i r nok ta daha duruyor karşımızda : Doğayı araştıran da, astronomiyle uğraşan matematikçinin izinden m i g i tme l i , başka b i r anlatışla, i l k i n hayvanlarda olup b i -

10 tenler i le her b i r hayvanın tek t ek parçasını inceledikten

277

sonra bütün bunların sebepleri (6ıd) i le nedenlerini m i (cufıaç) araştırmalı; yoksa, başka b i r yo l m u ara­

malı? Bundan da öte, doğal varlıkların (Ou6ucf|v) oluş­masına (yeve6ıv) yo l açan birden fazla nedenin bu-

1 5 Umduğunu bi l iyoruz . B i r yanda kendisi uğruna(xr\vB'o§

evera) varlığın olageldiği neden, öbür yanda da ha¬

reketi başlatan neden (f\ &p%i] xf\ç KIVIÎÖGCÛÇ) . B u r d a ye­n i b i r sorun daha or taya çıkmaktadır : B u i k i neden­den hang is i önde, hangis i arkadadır? Başta gelenin, 'gaye' (gveıca) dediğimiz neden olduğu açıktır. 'Ga­ye', varlığın, uğruna meydana geldiği nedendir. Z i r a 'gaye', varlığın, şeyin 'Zogros'udur, ak la dayalı gerekçe­s id ir . 'Logos', her v a k i t gerek sanat ürünlerinin gerekse

2 0 doğa ve r i l e r in in başlangıcındadır. Hek im (o îaıpöç) , y ahu t m imar (ö OİKO5ÖUOÇ) , b e l i r l i b i r şey tasar lar . B i r i n c i s i zihninde (f| Sıavoıa) sağlığı (f[ uyıeta) tasavvur ederken, i k inc i s i de duyularıyla (fi aı60n6ii;) binayı (fj aiKo8öjır|6ıç) algılar. B u n u gerçekleştirir­ken de hek im yahut m imar size bunun, hem akla dayalı gerekçelerini hem de nedenlerini (tooç X6youç KCU xâq a m a ç ) , başka b i r deyişle, niçin öyle yaptığını anla­tır. Bunun la b i r l i k t e , gaye (xö eveıca) ile güzel (tâ ıca^öv), sanat eserlerinden ziyade doğada görünüme çıkar

(sv TOÎÇ XT\Ç <DÛ6SCÜÇ epyoıç f[ ev TOTÇ ıfjç TSX v î 1Ç) *

Üstelik zorunluluk, çeşitli doğa ver i ler inde değişik an­lamlar kazanır. Aşağı yukarı bütün .diyalektikçilerin (rcavıeç 6xe5öv TOÎIÇ ^öyouç) kaygısı, açıklamalarını zo­

runluluk (fj dvdyKT)) tabanına oturtmaktır. Şu var k i , 2 5 zorunluluğun çeşitli anlamlarını ayırdetmişlerdir. B i r

yanda ebedî (aîöıoç) varlıklara ilişkin mutlak zorun­

luluk (fi â%X(bç dvdyKTi) ; ber i yandaysa, gerek doğada olagelen gerekse b ina g ib i sanat ürünü her şey, şaria

(f| ûnööeöıç) bağlı zorunluluğundur. B i r ev y a h u t her­hang i başka b i r gaye gerçekleştirilecekse; şu yahu t b u cins malzemenin sağlanması zorunludur, i l k i n b i r şeyin meydana ge t i r i l i p harekete geçirilmesi, ar­dından buna yeni b i r şeyin eklenmesi gerekir. B u ,

278;

her şeyin kendisi için varolduğu, yapılıp edildiği gayeye erişilinceye dek böyle sürer gider. Doğada olagelenler

30 de 'bundan başka b i r yo l izlemezler. Bunun la b i r l i k t e , gerek akılyürütme gerekse zorunlu luk tarzı bakımından

640b doğa bilimi('r\ <Du6iKÎt), teorik dizimlerden (TCOV OetûpîiTiKcov ĞJix6xr|pav) ayrılır. B u konuyu başka b i r çalış­

mamda işlemiş olduğumdan, burda t e k r a r deşmeyece­ğim 2 4 . Sözünü ettiğim i k i tür b i l imden t eo r ik b i l imlerde ' o t o ' l a (TÖ ÖV) , doğa bi l imler indeyse 'olacak'la,

(TÖ &6ö\ıevov) işe başlıyoruz2 5. Bundan dolayı Ğa., olacak

5 olanın (sağlık, insan.. . ) be l l i b i r özelliği va r k i , b e l i r l i b i r şey, sözgelişi P, ona göre şöyle yahut böyle olsun y a h u t olagelsin deriz. Yoksa bunun ters in i , yâni b e l i r l i şey, P, şöyle yahut böyle olduğundan yahu t oluştuğun­dan, olacak olanın (sağlık, insan. . . ) , zo run lu luk la şimdi böyle olduğunu yahut gelecekte şöyle olacağını öne süre­meyiz. Aynı akılyürütme z inc i r iy le zorunlu luk ha lka­larını sonsuza uzatmanın da imkânı y o k t u r : Sözgelişi madem A olmuş, öyleyse Z de olacak diyemeyiz. N i t e k i m b u sorunu da y ine başka b i r eserimde ele aldım2". Orda i k i çeşit zorunluluğun nerde o r taya çıktığını, zorunlu­luğu hesaba ka tan hang i önermelerin evr i l eb i l i r o ldu­ğunu, nedenleriyle b i r l i k t e b e l i r t t i m .

10 Ayrıca, eski felsefecilerin ( teor ik araştırmacıların) yapmış olduğu üzere, her hayvanın oluşmasını mı yoksa şimdiki du rumunu m u inceleyeceğimizi kararlaştırma-hyız. İki inceleme çeşidi de b i rb i r inden bayağı farklı yön­t emle r i g e r ek t i r i r elbette. İlk elde her öbekte gözlemlenen

15 olayların irdelenmesi, sonra da nedenlerinin b i ld i r i lmes i gerektiğini daha önce vurgulamıştım. Aynı şey oluş sü­rec indeki varlık incelenirken de v a r i t t i r . B u r d a da yine i l k i n varlıkları şimdiki tamamlanmış durumlarında göz­lemlemek gerekir —oluş sırasında şu ank i durum, ge­çici o larak da olsa, son safhadır, inşaatta dahî, sürecin t ek tek basamakları, ev in tamamlanmış hâli göz önüne alınarak gerçekleştirilirler. Yoksa ev, inşaat sürecine göre biçimlenemez. Başka b i r deyişle süreç yahut oluş

279

(f\ y e v s ö ı ç ) , gerçekleşmiş olanın uğrunadır (f ) yap

yeve6ıç eveıca xf\ç, oö6ıaç İ6xıv) ; yoksa gerçekleşmiş olan, oluşun uğruna değildir (C&VOÛK fj oööıa eveıca XT\C,

ysvgöecoç) 2 7.* İşte bundan ötürü de Empedokles, hay-20 vanlar, oluşları sırasında or taya çıkan birtakım sapma­

ların (TÖ 6uupfıvaroötG)ç iv xfi ysvSösı) sonucun-

25 da belirmişlerdir, demekle yanılmıştır... Onun unuttuğu nok ta la r şunlardır: Hayvanın biçimlenmesini sağlayan tohumun be l i r l i b i r özelliği 2 8 bulunmalı; ayrıca tohum, b i ­çimini kazanmış hayvandan hem zamanca hem de man­tıkça önce varolmalıdır. Başka sözlerle söylersek: İnsan insanı doğurur; bundan ötürü de çocuğun, bel l i b i r Özel­l ik l e oluşması, anne-babasmm insan olmasından i l e r i

640b gel ir . . . Madem insan, böyle yahut şöyledir, öyleyse onun oluşması da zorunlu luk la böyle yahut şöyle b i r süreci iz­leyecek. B u da bize niçin bu parçanın, şundan önce gel­diğini yetesiye açıklamaktadır. Doğada her şey işte bu yo l la oluşur.

5 Önceki çağların doğa felsefecileri (ap^aîoı Kat

•jıpcö-cot Oı^oöoOfiaavreç rcepl Oûaecoç) 2 9 , maddî i l k en in yahu t nedenin ne olduğunu, evrenin nasıl oluşmuş bulun­duğunu, süreci ney in — h a r e k e t i n m i (Kivnctç), dost­luğun m u (<bıXîa) , aklın mı (VODÇ) yoksa kendiken-

10 dişini m i (ÖUTOUCETOV)— boşandırdığını or taya koy­mağa uğraşmışlardır. Taşıyıcı (ÖÎIOKSIU-SVOV) maddenin zorunlu lukla be l l i b i r doğasının bulunduğunu sanmışlar­dır. N i t e k i m ateşin sıcaklık i le aydınlık, toprağmsa so­ğukluk i le ağırlık doğalarını bulundurdukları kanısm-daydılar. Dünyadaki düzenin işte bu doğrultuda oluşmuş

20 bulunduğunu i l e r i sürmüşlerdir... Ne va r k i , 'ateştendir' y ahu t 'topraktandır' diye k u r u c u unsurları sıralamak, b i r varlığın açıklanmasına yetmez. Yatağı y ahu t her­hang i başka b i r eşyayı tasv i r etmemiz istense, yapaca­ğımız i l k iş, onu meydana get i ren maddeden (öA,ıf)

25 —tunçtanmıdır yoksa tah tadan mı— önce biçimini (sî6oç) an la tmak olacak. „ Sözgelişi b i r ya t ak tan

28a

(K^ıvn) söz açıldığında ak la gelen be l l i b i r biçim ka ­zanmış maddedir. . . Artık biçim almış doğanın (TÎJV

uop^>f)v <P6mç), maddî doğadan (tfjç ûXiKf\ç Oûaecoç) çok daha temelde bulunduğu anlaşılmaktadır.

33 . . .Kendis ini doğru anlamışsak Demokritos, insanın ne olduğunu kavramak için onun şekline (tö <5%î\ııa) bak-

35 m a k yeter demiştir. B i r insanı şekli i le reng i aracılığıyla tanıyabiliriz de ondan. Şimdi, b i r cesedin şekilce görü­nüşü, canlı vucudunkis inden değişik o lmamakla b i r l i k t e , cesettekisi insan değildir artık. Yine, herhangi b i r tarzda —tunçtan yahut tahtadan— r yapılmış el (n %eip) , b i l -

641a diğimiz doğal elle adaş (OUCÖVUUOÇ) o lmaktan gayrı b i r aynılığı yok tur . . . B i r cesette görülen göz (öO0a\|iöç), el y a h u t herhangi başka b i r vücut üyesi de artık gerçek b i r göz yahu t el o lmak tan çıkmıştır... ( Z i r a bunların

5 hiçbiri adaşı oldukları organların görevlerini göremez­l e r . . ) B u d u r u m çerçevesinde ya Demokr i tos 'un b i ld i r ­d i k l e r i düzeltilir ya da herhangi b i r marangozun t a h ­tadan yapmış bulunduğu b i r el in, gerçek olduğu iddia-

10 sına kanarız. Hayvan vücutlarının şekilleri ile nedenle­r i n i n oluşmasını tasv i re girişmiş f izyologlar (o£ <Du6ı-

o?.öyoı) 3 0 hep b u damarı sürmüşlerdir... Ayrıca hang i etkenle bu vücut meydana gelmiştir sorusuna da karşılık

< bulmağa çaba harcamışlardır. Aralarından k i m i s i buna 'hava' (ö S'dgpa) i le ' toprak ' (yfjv) sayesinde olmuş­t u r cevabını vermiştir...» Ancak, bel l i b i r yapının nasıl meydana geldiğini Öğrenmek de yetmez. Hang i nedenin, onu hang i gaye uğruna vücuda getirdiğini de b i lmek zo­rundayız.

15 «Fizyologlarca b i ld i r i l en l e r in t a t m i n edici olmadık­ları artık besbellidir. Hayvanın, her şeyden önce özelliği¬

. n i göstermeliyiz. Hayvanın özü, özelliği nedir, hang i par­çalardan oluşmuştur? Bütün bunları be l i r tmel iy iz , tıpkı yatağın biçimini anlatırken yaptığımız g ib i .

Herhang i b i r canlının biçimi, ya r u h u 0Fı>xf|) , ya r u h u n b i r parçası ya da r u h u dahî içeren daha başka b i r -

20 şey o labi l i r , Kaldıki ruh or tadan kalktıktan sonra, o

281

be l i r l i varlık, canlı değildir artık. Tıpkı masal larda taş kesilmiş hayvanlarda gördüğümüz g ib i , canlıya a i t par­çaların da, şekil dışında, eski hâlleriyle hiçbir benzer­liği kalmaz. Dediğimiz doğruysa, doğa b i l imc is i , r u h u n ne olduğunu anlayıp anlatmak Ödeviyle yükümlüdür. Ru­h u n tümünü göz önüne almasa bile, en azından, canlının öyle olmasına yo l açan o bel l i özel parçasını incelemelidir. R u h u n y a h u t ona ilişkin be l i r l i parçanın ne olduğunu

25 o r taya koymalıdır. Özünü b i l d i rd ik t en sonra da o bel i r ­l i canlının özüne bağlı arazları ( TÖV ooup&pnKÖTiov ) ele almalıdır. Bu , özellikle önemlidir, çünkü 'doğa' t e r i ­m i n i n , 'madde' i le 'öz' — b u sonuncusu hem 'hareket et­t i r i c i ' h em de 'gaye' nedeni demek t i r— olmak üzere i k i anlamı vardır. İşte r u h yahut onun herhangi b i r parçası b u i k i n c i anlamıyla canlının 'doğa'sı sayılır. Özellikle bundan dolayı, doğa b i l imiy le uğraşan, araştırmalarında

30 maddeye oranla r u h a öncelik tanımalıdır. Nasıl, b i r t ah ta parçası, yatağa yahut iskemleye vueut veriyorsa, mad­deyi canlının 'doğası' durumuna sokan da r u h t u r ; yok­sa te rs i , yâni madde, r u h u canlının 'doğası' hâline ge­t irmez.

B u söylediklerimizin ışığında bel i r iveren soru, do­ğa b i l i m i (i\ Ouan i f ı ) , r u h u n tümünü mü yoksa sadece b i r kes imin i m i iredel emelidir. Ruhun tümünü — b u ara­da z ihn i de (n voi]aıç) — ele alırsa, doğa b i l i m i n i n dı­şında b i l i m kalmaz. Böylece de zihne konu olan nesne­lere eğilmek zorunda kalacak. N i t e k i m nerde duyumla-ma la r (T<5>V aitr9r]6f:ö)ç) i le duyumlananlar (TÎÛV aîa0nT(Sv) g ib i , b i rb i r l e r i y l e i l i n t i l i b i r çift şey varsa, orda b u i k i ­s in i b i rarada inceleyecek tek, b i r tek b i l i m i n bulunması gerekir . İşte z ih in i le zihne konu olanlar böyle b i r çift oluştururlar. Bundan dolayı da her i k i alanın b i r tek b i ­l i m i bulunacak; b u da hâliyle doğa b i l i m i olacak. An l a ­şılacağı üzere, doğa bilimi, her şeyi sarıp sarmalayan

bilim durumundadır...

10 Bundan da öte, doğa bi l iminde (f| <X>UGIKÎ( ÖscopıyuiKrı) soyut lamalar ele alınamaz. Çünkü doğa, her şeyi be l l i b i r

35

641b

5

282

gaye uğruna yapmaktadır (f[ <Dumç eveıca TOÜ ÎEOISI 7cdvxa). Nasıl k i sanat eserlerinde bile sanat varsa, bize vücut veren sıcaklık,soğukluk çeşidinden maddî yapıtaşları g ib i b iz i çepeçevreleyen evrenden kaynaklanan şeylerin ken­disinde de elbette benzer b i r i l k e y ahu t neden bulunur . Gök, böyle b i r nedenle meydana gelmiş olduğu —elbette, göğün, meydana gelmiş olabileceği görüşünü benimser­sek—, y ine aynı nedene dayanarak da varoluşunu sür­dürmektedir önermesini i l e r i sürmek, bunu Ölümlüler, yâni canlılar için söylemekten daha kolaydır. He r ne olursa olsun, gök c is imler i bize oranla çok daha be l i r l i

20 b i r düzene sahib oldukları şüphe götürmez. Çünkü ölüm­lü olan, değişme i le rastlantının damgasını taşır. Bunun­l a b i r l i k t e , canlının, doğaca meydana ge t i r i l i p varo lu­şunu da doğada sürdürdüğünü, ve her ne kadar rastlantı i l e düzenlenmemişliğin en u f a k i z in i taşımıyorsa dahî, göğün salt tesadüf eseri olup birdenbire or taya çıktığını öne sürenler de var. Ne v a r k i , nerde b i r hareket engel-lenmeksizin be l l i b i r menzile yo l alıyorsa, orda hedefine

25 yönelmiş gayeli hareketten söz açılabilir. Burdan da her­hang i b i r şeyin gerçekten varo lup olmadığım açıkça an­lıyoruz —gerçekten varolanların tümüneyse, DOĞA (f| û)vaıç) diyoruz. Doğada be l i r l i b i r tohumdan tesadüf eseri varlık or taya çıkmaz. N i t e k i m A , a 'dan; B, b'den sökün eder. Aynı şekilde, b i r tesadüf eseri tohum, tesa­düf eseri bireyden çıkmaz. Bundan dolayı da tohumun kendis in i meydana get i ren birey, kaynaktır, kımıldatıcı

30 nedendir. Y a v r u da böylece tohumdan 'b i ter ' (d>ûso-0aı). Mantıkça da t o h u m u meydana get iren, tohumdan önce gel ir. Z i r a gaye, gerçekleşmiş b i r varlıktır. Buna kar -

35 şılık, t ohum, oluşturucu b i r süreçtir. He r ik is inden ön-ceyse, tohuma y o l açan varlık gel ir . . .

644b

V Doğadaki varlıklar (ıtöv oücrı&v), oluşanlar —bozu­

lan lar (YsvsCTecoç ıcaı <D9opaç) i le böyle b i r sürece hiç-

25 b i r v a k i t bağlı bulunmayanlar o lmak üzere ik i ye ayrı­

lırlar. B u i k in c i Öbekte yer alan varlıklar, yücedir (nuuxç

283

oüactç : değerli varlıklar), tanrısaldır (Ösıaç ) . Ancak, bunları inceleme imkânlarımız pek kısıtlıdır. Z i r a bun­l a ra ve bütün bi lmek için can attıklarımıza dair duyu­larımıza sunulmuş ver i son derece azdır, cılızdır. Bozul ­mağa hükümlü varlıklara, başka b i r deyişle, b i t k i l e r i le hayvanlara ilişkin b i l g i edinme imkânlarımız, önceki­lerle karşılaştırılamayacak derecede daha fazladır, daha

30 i y i d i r . Çünkü bu sonuncuların arasında yaşıyoruz. Gerek­l i zahmet i gösteren b i r i , b i tk i l e rden yahut hayvanlardan dilediğini inceleyebil ir. Sözünü ettiğimiz dallı budaklı i k i öbekten her b i r i n i n kendine has b i r albenisi vardır. Ebe­dî varlıkları kavramamız alabildiğine zorsa da, bun­ların bizde yarattıkları mükemmellik duygusu, b i z im

35 yeryüzündeki varlıklardan çok daha fazla bunlara hay­r a n kalmamıza yo l açar. Şu v a r k i , yeryüzündeki var­lıklar hakkında çok daha sağlam, çok daha sağlıklı b i l g i edinebildiğimizden, bunları ötekilere oranla daha ya-

645a kından tanıyoruz... Duyu la ra hiç de hoş gelmeyen öyle 5 hayvanlar v a r k i , doğa bunları y ine de b i l i m i le doğaya

eğilen doğuştan felsefeye yatkın araştırmacıya çekici 10 kılar. Böyle kimseler, başkalarına — b i l i m l e uğraşma­

y a n l a r a — hiçbir şey ifade etmeyen hayvanların oluş nedenlerini araştırmaktan t a r i f i imkânsız haz duyarlar. . .

15 Göze hitabetmeyen hayvanları araştırmaktan kaçınmak, pek çocukça b i r davranıştır. Her doğal varlık, hayran­lık uyandırır (ev natyı y a p toîç Ooaucoiç eveaTÎ T I Öau-

(laaröv). Anlatılanlara bakılırsa, b i r gün Herakle i tos 'u z iyarete gelenler, onu m u t f a k t a ocak başında ısınırken

20 görünce, eşikten döneyazmışlar. Bunun üzerine Herak¬leitos, 'içeri b u y u r u n ; burda dahî tanrılar vardır', demiş. Aynı şekilde bizler de her türden hayvanı incelemek ko­nusunda en u f a k b i r tereddüde dahî kapılmamalıyız. Z i r a onların hiçbirinde doğa yahu t güzellik eksik değildir (... oö icat flpöç TT|V ÇriTncav nspi SKÖ,CTTOU TÎÛV ^(bcov

7tpoaısvaı 5st UT| 8uo"û>7tou|i.evov, â ç ev arcaoıv ÖVTOÇ TIVOÇ

«PuaiKoD Kai KaA,oü).

284

25 'Güzellik'ten (xd KCI -ÖV) SÖZ açmam boşuna de­ğildir : Doğanın eserlerinde (rfjç <Dûcye(öç spyoıç) önde gelen unsur, gaye l i l i k t i r ; yoksa rastgelel ik, araz (f| tu^n) değildir. Söz konusu eserlerin, uğruna meydana geldik­l e r i maksat (svetca) yahut gaye (ueA.oç), güzel olan şeyler arasında yer alır. Bütün bu söylediklerimize rağ­men, hayvanların araştırılmasını yine de iğrenç yahut değersiz bulanlar varsa, böyle kimselere b i r de kendile-

30 r i n i incelemelerini tavsiye ederiz. Gerçekten de insan r

bedenini oluşturan k a n (tö atua), et (f| cap^), k em ik (m oaıct), damar lar (fı OXsboç) g ib i parçalara ba­karken midenin bulanması işden bi le değildir. Tartışma, aynı şekilde, hayvanın herhang i b i r yapısı y a h u t parçası üstünde yoğunlaştığında öğreticinin, kalkıp hayvana vücut vermiş malzemenin kendisinden y a h u t bu malze­men in niçin meydana geldiğinden söz etmesini ondan beklememeliyiz. O, bu parçaların, bütünlük içerisinde taşıdıkları anlamı açıklar. Nasıl, bîr ev hakkında konu-

35 şurken, onun inşaasmda kullanılmış tuğlaları, kereste i le harcı sayıp dökmezsek, buna kargılık onun sadece şekli şemailiyle i lg i lenirsek, aynı şey doğa b i l i m i için de söz konusudur. Burda b iz i y ine en çok i lg i lendiren, birleşik olandır (tfjç 6üvQEue(aç), yoksa onu meydana get i ren maddeler değil.

645b İlk işimiz, her hayvan türüne (yevoç) has n i t e l i k ­l e r i (xct Gü(ipepT|KOTa) , t ek tek Öbekleri aşarak bütün hayvanlara o r t ak olanları t a sv i r etmek, ardından da bunların nedenleri sıralamak olmalı.

Hatırlanacağı üzere, değişik hayvanlarda birçok o r t a k niteliğe tanık olunabileceğini söylemiştim. B u

5 o r tak n i te l ik lerden k i m i s i —ayak , tüy, pu l , duyu organ­ları g i b i — aynıdır (ctuıov) ; k imis iyse —birtakım hay-

10 vanların akciğeri 3 1 vardır— farklıdır; başkalarıysa, bunu bu lundurmamakla b i r l i k t e , söz konusu organın gö­r e v in i yüklenmiş b i r ine sah ip t i r ; y ine k i m i hayvanların kanı 3 2 var, k i m i s i de buna tekabül eden b i r maddeden yoksundur. . ,

285 ı

15 Her alet g ib i ; bedenin tek tek parçaları nasıl be l l i birtakım amaçlara, eylemlere hizmet eder durumdalarsa, vücudun tamamı da daha karmaşık b i r eylem uğruna varoluşunu öyle sürdürür. Y ine nasıl, testere kesmek için bulunuyor da, kesmek, testere için bulunmuyorsa — z i r a kesmek, alet ku l l anmak suret iy le o luyor—, işte aynı şekilde beden de r u h uğruna vardır (TÖ aö)\ıa naç rf|ç

20 vuxf|ç EVGKSV) . Bedenin parçalarıysa, doğaca bel l i b i r t a ­kım görevleri yerine getirecek tarzda uyarlanmışlardır» 3 3.

Ar is to te les ' in biyoloj is inde canlıyı öteki varlıklar­dan ayıran en temel Ölçü onun üreme istidadıdır. B u n u canlı, öncelikle 'cinsiyet ' denilen etkene borçludur :

B 731b

I 18 «Erkeklik ile dişiliğin, üremenin İlkeleri olduğundan

daha önce söz etmiştim. Ayrıca 'dünamis'leri i le özleri­n i n ' logos'unun ne olduğunu da söylemiştim. B i r canlı, zorunlu lukla ya erkek ya da dişi o larak dünyaya ken-

20 sine en yakın kımıldatıcı neden sayesinde gelişinin ne­deni, gaye şeklinde tecel l i eden i lked i r k i , o da üst ev­renden kaynaklanır. Şunu demek i s t i y o rum : Varo lan­lardan k i m i s i sonsuzdur, tanrısaldır; kimisiyse varo lma i le varolmamayı aynı oranda alır. Güzel ile tanrısal olan,

25 hep kend i doğasına dayanarak eyleyip yatkınlığı olan varlıklarda 'daha i y i ' n i n nedeni o lur . Buna karşılık, son­suz olmayan, varo lma i le varolmamayı üstlenir. Ayrıca, hem daha iyiye, , h e m daha kötüye yo l açtığı g ib i , her ik is inden de pay alır. Aynı şekilde r u h CFu%f|), beden­den (6(ûuaıoç) ; r u h l u (euyuxov) ruhsuz olandan

30 (d\|i6xoo) ; varo lma (TÖ eîvaı) varo lmamadan (TOÖ

ufj eıvaı) ; yaşama (TÖ Çfjv) yaşamamadan (TOU \ır\ Çfjv) daha i y i d i r . Z i r a b u nedenler sayesinde hayvanlarda üreme 'o lay ı 3 4 başgösterir. Üreyen tek tek varolanlar, sonlu o lmakla b i r l i k t e , onları kapsayan sınıflar sonsuz¬

: 35 . luğa, ebedîliğe açıktırlar... 3 5 işte bundan dolayı da i n ­sanların, hayvanların, b i t k i l e r i n hep b i r sınıfı (ysvoç)

286

vardır. B u sınıflarında temel i lkes i ' e rkek l ik* (xö appev)

732a ile 'dişilik'tir (x6 G>f\Xn). E r k e k i le dişi o lan bireylerde

' e r k ek l i k ' i l e 'dişilik', üreme uğruna (eveıca TT\Ç yevsÖBioç) bulunurlar» 3 0*.

Y u k a r k i ifadeden de görüldüğü g ib i , Ar is tote les ' in i n ­dinde 'genos' —özellikle biçimce benzer (eş) bireylerden meydana gelmiş 'sınıf—, her zaman aynı kalır. Değişme, enorm-sX o larak yalnızca bireyler için söz konusudur. A m a bunlar da, bağlı bulundukları türün kendisine has esas biçimden sapamazlar. He r canlı birey, temelde üyesi bulunduğu türün biçimini taşır. Canlı, bu temel türsel biçimine ek o larak cinsiyetine, yaşma, daha başka et­kenlere de dayanarak biçimlenir. Bun lar ise, onun kendi türü içerisindeki öteki bireylerden, başka b i r deyimle, türdeşlerinden ayırırlar. Öyleyse, gerek yukarıya ak­tarılmış gerekse az sonra kısaca söz edeceğimiz üreme i le canlıların evr imine ilişkin metinler inden Aristoteles ' ­i n , bireysel özelliklerin —görünür Özelliklerin, yâni b i ­çimlerin— değişir oldukları; buna karşılık, türsel özel­l i k l e r i n 'norm-aV o larak sabit kaldıkları, kanısını taşı­dığını öğreniyoruz.

Canlı türlerinin değişmedikleri görüşü, başkalaş­maya yer vermeyen genel evren öğretisiyle (kosmoloj i -siyle) uyuşmaktadır3 7. İşte bundan ötürü, Ar is to te les ' in genel evren öğretisinin bellibaşlı çizgileri neymiş, bun­ları da onun «Oluşma i le Bozulmaya Dair» adlı eserine göz atarak kısaca tesbit etmeliyiz,

«...'olmalıdır' (eîvaı dvdyıcn) , 'o lmayan' (ur)

etvaı) olamayacağına göre, ' zorunlu lukla o lan ' (e6xıv

dvdyKiıç) , ebedîdir' (aî8ıöv EÖTI) ; ebedî'yse

(e î dîSıov) , ' zorunlu 'dur (££, dvdyıaıç) . Öyleyse,

b i r şeyin oluşması 'zorunhı'yşa, o şeyin oluşması ebe­

dîdir; ebedîyse, zorunludur* >

B

11 338a

2 8 7

5 İmdi, b i r şeyin oluşması, mut l ak surette zorun-luysa, o şeyin oluşması döngülü (dairevî) olmalıdır; baş­k a b i r anlatışla, o şey, Önünde sonunda kendine dönecek demekt ir . Z i r a oluşma, ya sınırlı ya da sınırsız olması ge r ek i r . Smırsızsa (urj rcepaç), o durumda da ya düz çizgi, y a döngü şeklinde olmalıdır. Ancak, oluşma, ebedî ola­caksa, şu son i k i seçenekten b i r inc i s i imkânsız sayılmalı­dır. Çünkü, ister aşağıya —gelecekteki o lay lar—, ister yukarıya —geçmişteki o lay la r— doğru g i t s in , herhang i

10 sonsuz düz çizgi şeklindeki b i r yo l alış, ' kaynak ' tan (âp%i\) yoksundur. Oysa, oluşmanın kendis i zorunluy-sa, dolayısıyla da ebedîyse, kaynağı olmalıdır. Sınırlıy­sa, ebedî olamaz. Öyleyse oluşma, döngülü olmalıdır. Başka b i r anlatışla, oluşma, kendine dönmesi gerekir . Sözgelişi, b i r d i z in in be l l i b i r üyesinin oluşması zorun-luysa, ondan b i r öncekisi de zorunlu lukla oluşmuştur. B i r öncekisinin zorunlulukla oluşmuş bulunması, şu hâlde, b i r sonrak i üyenin de oluşmasını zorunlu kılacak.

15 îgte b u da hep böyle sürüp gider. Demekki m u t l a k zo­runluluğa mâlik olan, döngülü hareket (KÛTCIÇ» Kivfıöeı)

i le döngülü oluşmasıdır (ıcincîup YEVE6EI). Oluş, döngü-lüyse, onun her b i r üyesi zorunlu lukla oluşmuştur yahut oluşacaktır. B u zorun lu luk yürürlükteyse, o durumda da oluşmalar döngülü olacak.

Gök c is imler in in de hareket şekli demek olan döngülü hareket in ebedî olması, ulaştığımız vargının ak la yatkın olduğunu göstermektedir. Gök c is imler in in gerek kendi hareket ler i gerekse y o l açtıkları öteki ha­reket ler , zo run lu luk la oluşurlar. B u da böyle sürüp g i -

338b der. Çünkü döngülü hareket eden b i r şey, hareket hâ­l indek i başka b i r şeyi g e r ek t i r i r . Harekete geçirdikle­r i n i n de döngülü olmaları şarttır. N i t e k i m , üst tabaka­l a r d a k i devir ler döngülü olduklarından, güneşin (ö fıtaoç)

5 be l l i 'bir yörüngesi vardır. B u böyle olduğundan, mev­s imler de (aı âpat) döngülü tarzda oluşup kendi ler ine dönerler. Onlar, b u şekilde oluştuklarından, oluşmasına y o l açtıkları şeyler de yine böyle olur.

288

Öyleyse, bu lu t varsa, yağmurun yağması yahut yağmur yağıyorsa, b u l u t u n bulunması gerektiği g ib i , ya­ğış ile hava arasında açıkça görülen döngülü oluşmayla

10 niye her zaman karşılaşamadığı soru lab i l i r . N i t ek im , insanlar i le hayvanlar, kendilerine dönüp ik inc i kez yeniden meydana gelemezler. Gerçi her ne denli, olage-lişiniz babanızınkisini, onun olageîişiyse s iz inkis in i şart koşuyorsa da, b u doğallıkla aynı b i r e y in b i r daha doğa­cağı anlamına gelmez. B u durumdak i b i r oluş, düz çiz­g i l i b i r diz i hâlini gösterir. B u sorun 'un tartışılmasına, bütün varlıkların kendi ler ine dönüp dönmediklerinin

15 yahut k i m i varlıkların b i r ey m i ( öpıöuöj : sayıca) yoksa tür mü olarak tekrarlandıklarının sorulmasryla g i ­r i lme l id i r . Özü gereği çürümeğe, o r tadan kalkmağa hü­kümlü olmayanlar, elbette sayıca da türce de aym ka­lacaklar. Z i r a hareket, özelliğini hareke t e t t i r i l en şey­den al ır . . . » s s .

Canlı varlıkların kümelendirildikleri temel b i r i m ­l e r in değişmezliğine inanan Aristoteles 'e, günümüzde artık ğenelgeçerlik kazanmış, türlerin b i rb i r l e r inden sökün e t t i k l e r i görüşü nice ters düşmesi gerektiği or­tadadır. Ancak bunların, h e l i r l i b i r yaradanm tek tek eserleri olduklarını öne sürmemekle de İslâm ile Hıris­t i y a n Ortaçağ düşüncesinden ayrılır. Y ine de onun b u t u t u m u , Tanrısız b i r evreni tasavvur etmiş olduğu an­lamına kesinl ik le gelmemelidir. T a m tersine, Aristote­

les evren görüşünün temel ilkesi, Tanrıdır. N i t e k i m döngülü evrensel hareke t in i l k başlatıcısı Odur :

1072b «Söz konusu döngülü harekete y o l açan İlk Kımıl-datıcıdır. B u İlk Kımıldatıcı, şu hâlde, zorunludur.

10 Zorun lu olduğu ölçüde de i y i d i r . Böylelikle de hareket in i lkes id i r (sE, dvdyıcnç dpct; eötiv öv. Kcd f] dvayKr), KoAföç, KOİ OÎÎTOÎÇ dpxf|)'

İşte ye r in , göğün bağlandıkları İlke budur. O, b i z im ancak pek kısa süre boyunca yaşayabileceğimiz hayatın

15 (SıaycoyT)). 3 9 en yüce mertebesindedir. B i z i m için i m ­kânların da ötesindeki böyle b i r hayatın O, ezelden ebe-

289

de sahibid ir . Onun sevinci, ed imin in (amel inin) t a ken­d is id i r . B i z i m en büyük sevinçlerimizse, uyanıklık, ayık­lık hâlleri i le duyumlama, düşünme edimler id i r . U m u t ­lanmak İle hatırlamak ise, bu edimler aracılığıyla meydana gel ir ler . Kendinde Düşünce'ye gelince, o an-

20 cak, kendinden en i y i olanındır. E n u l u Düşünce, en yüce İyidedir (r\ u&Xı6ra tou uaUÖTa ) . A n l a r h k (vouç : Ak ı l ) , anlaşılırlığı kav rayarak kendikendis ini düşünür

(KCIT& ueTcı?aiY l v TOD vonroO) . . Daha açık b i r ifadeyle, an l a rhk (anlamagücü), kendisine konu olanla bağ k u ­ra rak , onu düşünerek anlaşılır hâle girer. Buysa, anlar-

25 lık i le anlaşılırlık arasındaki özdeşlikten i l e r i ge l i r . . .

D i r i l i k dahî Tanrıya hastır (Çtofı 6e ys i m a p ^ e ı ) ; anla­mak, yaşamaktır da ondan (fj yap voo evepyeıa ÇCÛT]). Tan­rı n i t e k i m , b u f i i l i n , bu ed imin t a kendis idir . Kendinde cevher demek olan bu edim, Onun eksiksiz gediksiz, ön-cesiz sonrasız hayatıdır. Sözün kısası, son, sınır tanıma­yan , eksiği gediği bulunmayan Canlı'ya Tanrı d iyoruz

(Çöov aıStov âpıÖTOv). D u r durak bilmez, sonsuz hayat Tanrınındır. O, hayatın t a kendis id ir çünkü» 4 0.

İlk Kımıldatıcı, madem eksik gedik, son tanımaz Canlıdır, öyleyse Onun yo l açmış olduğu tamamlanmağı gerekser, sonlu, sınırlı t e k m i l hareketler i le olup b i ten­ler de hayat doludur. He r varolan, i l k bakışta canlılık b e l i r t i s i sunmasa bi le, yine de d i r i lme imkânına sahip­t i r . Öyle olmasa, canlılar, nerden, nasıl çıkagelecekti ? Nasıl k i varlık, y ok luk tan sökün edemezse, aynı şekilde canlı da, cansızdan türeyemez. Çünkü ancak 'benzer'den 'benzer' olagelebil ir.

762a

20 «Hayvanlar i le b i tk i l e r , t op rak ta ve suda meydana

gel ir ler . Çünkü t op rak ta su, sudaysa 'soluk' (TtveCjıa) 4 1

yardır. He r 'so luk ' ta da, ' r u h sıcaklığı' (9epu6Ti]Ta \|/UXIKIÎV) bu lunur . Böylece her şeyin ' ruh ' l a dolu bulun­duğu anlaşılmaktadır. R u h da b i r kere kapsandı mı, onu kapsayan, biçim kazanıverir. N i t e k i m «isimli unsur-

Felsefe A r . F . 19

290

l a r içeren sıvıların (x£5v öcouaTiKtöv Oypföv) ısmmasıyla r u h kapsanmağa haşlanır, köpüğü andırır ıbir şey biçim-

25 lenir . Biçimlenen şey (eîvaı) bağlı bulunduğu çeşide

(TÖ ysvoç) göre ya daha değerlidir (xıuıöxnç) ya da de­

ğildir. Farklılık ise (fı 8ıaOop6x,nç) , r u h i lkes in i (xf|ç

«PX"nÇ VUXlKilÇ) barındırana (xfj nspiA.fiVeı) bağlıdır.

Farklılıkları ya ra tan 'barındıranları' da, sürecin meyda­

na geldiği yer ile 'barındırılan' (7cepıXa|ipavö(ievov)

madde (6c5jxa) bel ir ler . Sözgelişi denizde (ev 5s xfj 6aA,&xxn)

30 bo l 'topraksı' (xö yec55eç : 'topraklılık') unsur lar bu ­lunur . İşte kabukluların (Crustacea'nm) da doğası bun­dan ötürü 'topraksızdır. Tıpkı kemik ile boynuz g ib i , söz konusu 'topraksı' madde de, barındırdığı hayvanın çepe-çevresince donup sertleşir...»*2.

Aristoteles, i rdelemeler inin b i r çeşit sentez sonucu o la rak belirlemiş bulunduğu genelgeçer k u r a l l a r ile i l ­kelerden ayrılıp yeniden t ekn ik ayrıntılara daldıkça de­ğişik çapta hata lara sık sık düşmekten kendin i alakoya-mamıştır. Tekn ik imkânsızlıkların zoruy la karşılık bula­madığı sorulara geleneksel h a l k inançlarından cevap devşirmeğe girişmiş olduğunu görüyoruz. B u durumla , onun, başta, yüreği, solunma, duyumlama i le düşünme ed imler in in merkezi o larak görmesi g ib i , f i zyo lo j iye ilişkin yazılarında karşılaşıyoruz. Hâlbuki imkânların b iraz i z i n vermesi hâlinde, o kılı kırk ya ran t i t i z i rde-leyişleri, düşünürümüzü kendisinden sonrak i yakın çağ­ların bi le epey i ler is ine atabilmiştir. N i t e k i m üremeyle i l g i l i öne sürmüş olduğu görüşlerden k i m i s i , çağımızda bi le temelde geçerliliğini yitirmemiştir.

745b V I I «Önceden de belirtmiş olduğumuz üzere, diridoğu-

ran larda (xa £çpoxoKo6(.ısva) , embr iyon, (besinini anne­sinden eten (o öjı<Moç) yo luy l a sağlar... Eten, b i r mahfazada bulunup damar lar la donanmıştır. Sığır, g ib i ,

25 büyükbaş hayvanlarda etenin çok, o r t a boy hayvanlarda i k i , küçübaşlardaysa yalnızca b i r damarı vardır. Da-

291

marların sonlandığı yer, r ah imd i r . Kot i ledonlar da r a ­himdedir. . . E t en ise, bu kot i ledonlara sıkı sıkıya bağlıdır.

30 Çünkü her i k i yana ağılıp rahimde dallanıp budaklanan damar lar eteni katederler. Sonl andıkları uçlarda, ko­t i l edonlar meydana gel ir . . . Rah im ile embr iyon arasında k o r y o n ile zar lar bulunur . Embr i y on , büyüyüp ergin-

35 leştikçe, kot i ledonlar da ufalır. E n sonunda embriyon, gelişmesini tamamlayınca bun lar da kaybo lur . Doğa,

746a embriyonların besinini r a h m i n sözünü ettiğimiz yöre­sinde b i r i k t i r i r . . .

...Bütün bunlar da, girişilmiş açımlamalar (T£5V ev

15 Tctîç dvaTOfiaıç) i le araştırmaların (raîç ı6xoptaıç) sun­

duğu örneklerin (x&v itapaSsıyiiaTtov) ışığında incelen­

me l id i r (Öscopsîv)...

... Çiftleşen ( 6ovSua6uoç ) eşler ( ysveraı) doğaca

(icara Ouöıv) türdeştirler (öuoyevoç) . Bunun yanında, 30 çiftleşen hayvanlar, çoğunlukla, yaratılışça,boy boşça,

b i r de, çiftleşme mevs imi bakımından benzeşirler. Ger­çi soydaş (ırktaş) o lmayan köpeklerin, t i l k i l e r i n , k u r t ­lar ile çakalların çiftleştikleri o lur. A m a bu, pek nadir

35 görülür ...

746b Çiftleşmiş eşlerin yavrusu olarak dünyaya gelmiş bütün hayvanların da yine çiftleşme çağma g i rd ik t en sonra, yavru layab i ld ik l e r i b i l inen b i r gerçektir. B u ola-

15 yın t e k istisnası, katırlardır. Bunlar , ne kendi arala­rında ne de kendilerine yakın soydan hayvanlar la çiftle­şerek üreyebilirler. Başka b i r deyimle, kısırdırlar. N i ye herhang i b i r erkeğin yahu t dişinin kısır olduğu genel b i r sorundur. Kısır olan. kadınlar i le erkekler vardır. A t , koyun g ib i , değişik türdeki hayvanlar arasında da kısır o lan lara rastge l in i r . A m a katır olayında karşı karşıya

20 (bulunduğumuz, tamamı kısır plan b i r ırktır. B u ist is­nayı şimdilik b i r yana. bırakıp kısırlığın çeşitli nedenle­r ine b i r göz atalım. E rkek l e r i le kadınların, çiftleşmeyle i l g i l i yörelerinde b i r bozukluk varsa, doğuştan kısır¬dırlar. Böyle erkekler in sakalı çıkmaz, ayrıca hadımdır-

292

25 Iar ; kadınlar ise, ergenleşemezler. Doğuştan kısır olma­yan k i m i kimseler de, yaşları ilerledikçe cinsî i k t i da r l a ­rını y i t i r i r l e r . Aşırı derecede şişmanlarlar. Şişmanla-dıkça da vücut, tüm gücünü tüketir. K i m i zaman da or­taya çıkan birtakım hastalıklar, erkeğin sıvısı i le kadı­nın salgısını cılız, ver imsiz kılabilir. Söz konusu hasta­lıklardan yahu t bozukluklardan k i m i s i tedav i görebilir,

30 k imis iyse deva hulmaz cinstendir. Yalnız, embriyon dö­neminde başgösteren bozukluklara çoğunlukla çare bu* lunamaz. Böyleleri arasında erkeksi kadınlar (yuvaiKeç Te dppsvamoi) , âdet görmezlerken, kadınsı e rkek ler in

35 (dvSpeç 0nXt)Koı) ersuyu, hem zayıf, hem soğuktur. E r -747a suyunun bereket l i olup olmadığım ölçmenin en güveni­

l i r yo lu , suyla yapılan sınamadır. Zayıf ve soğuk ersuyu yüzeyde çözünür, bereket l i olanıysa dibe çöker. Çünkü

V I I I güçlü olan, ağırdır, dolayısıyla, dibe inmesi gerekir. Oy-5 sa gücünü yitirmiş, artık yanıp sönmüş, böylelikle de

zayıf düşmüş olan, sıvıda yüze çıkar...

Daha da önce söylemiş olduğum gib i , söz konusu özellik be l l i b i r ölçüde, hem insanda hem de öteki hay­van türlerinde görülür. Gelgelelim katırda kısır olan

25 bütün b i r ırktır. B u n u n nedenleriyle Empedokles i le De-mokr i t os uğraşmıştır. Ancak, Demokr i tos 'un b i l d i r d i k ­l e r i Empedoklesinki lere oranla daha anlaşılır durumda­dır. Bunun la b i r l i k t e i k i s in in de söylediği yanlıştır. Çok çeşitli hayvanların bütün çiftleşme hâllerini kavrayan toptancı açıklamalarda bulunmuşlardır. Demokri tos 'a

30 kalırsa, katırlar değişik türlerdeki hayvanların çiftleş-mesiyle meydana geldiklerinden, rahimde üremeyle i l ­g i l i geçitler bozulur. Oysa katırlarda gördüğümüz b u durumla başka hayvanlarda da karşılaşılmakla b i r l i k t e , onlar pekâlâ üreyebiliyor. Demokr i tos 'un açıklaması doğ­r u olsaydı, değişik çeşitteki anne-babadan üreyen hay­vanların tümü de, katırlarda olduğu üzere, kısır olması

35 gerekird i . Empedokles ' in gösterdiği neden ise, şöyledir : 'E rsuyunu oluşturan kısımların i k i s i de yumuşak oldu­ğundan, tohumların karışımı, yoğunlaşır. B i r yanın boş-

293

747b hıkları, öbür yanın yoğunluklarına kenetlenir. Böyle durumlarda da, tıpkı tuncun, kalayla karışması g ib i , i k i

5 yumuşak, b i r serdi meydana ge t i r i r . ' îlkin, T rob l ema-ta 'da da yazdığım üzere, tunç ile ka lay karışımı, söz ko­nusu olayın nedenini açıklamak için yanlış seçilmiş b i r örnektir. İtirazımızı daha genel açıdan or taya koyduğu­muzda şu çıkar : Kanıtlamasında Empedokles, anlaşı­lır c insteki i lkelerden kalkmamıştır. Nasıl o lu r da boş-

10 hıkları ile katılar kenetleşerek garab i le su üretirler. Bütün bunlar , anlaşılmaz iddialardandır; b u yüzden b i z i aşıyorlar... Ayrıca gerçeklik bize şunu göstermektedir : A t , i k i a tm , eşek, i k i eşeğin, katırsa, b i r at i le b i r egeğin yavrusudur. Peki a t i le eşeğin yavrusu madem b u denli yoğundur — k i , o da, nasıl olsa, iktidarsızdır—, b i r

15 erkek İle digi a t m yahut b i r erkek ile dişi<eşeğin yavrusu nasıl bereketl i o lab i l i r? . . .

B e l k i soyut b i r kanıt, buraya dek başvurulmuş olan­lardan daha güvenilir çözüm yolları Önerebilir. Z i r a b i r kanıt, nice soyut olursa, be l i r l i b i r konuya ilişkin i l -

30' kelerden onca uzaklagır. B u dediğimize uyup şimdi ye­niden katırlardaki gu kısırlık sorununa dönelim : Doğal gidişe göre, aynı türden b i r erkek i le dişinin çiftleşmesi ancak, yavrü Verebilir. N i t e k i m , b i r erkek i le dişi köpe­ğin çiftleşmesi sonucunda yine ya erkek ya da digi köpek

35 (KUCOV) doğar. A m a b i r de, erkek arslan (kemv) i le dişi köpeğin çiftleşmeleriyle or taya ne çıkabileceğini araş-

748a tır a l im . İki değişik türdeki çiftten her b i r i kend i türün­de oluşacak hayvanın t ohumunu taşır. B u böyle olunca, i k i değişik türdeki hayvandan a t (trocoç) i le eşekten

(övoç) o lma katırın (f| tfjuıovaç) üreyemeyeceği de 5 kendiüğinden anlaşılır. Katır, döldöşüne a t t an mı yoksa

eşekten m i mirasına konduğu tohumu aktaracak ? As­lında bu da, fazlaca geniş b i r kanıttır. B u yüzden de iç-lemce sallantılıdır. B e l i r l i b i r konunun başlangıç i lkele-

10 r inden ka lkmayan b i r kanıtlama, bağrında b i r şey ba­rındırmaz. Böyle kanıtlamalar, her ne denli uygun gö­zükürlerse de, esasında Öyle değildirler. Geometride

\

291

(yecöuETpıa) geçen b i r kanıtlama, sözgelişi, geometri-_ n i n i lke ler inden hareket etmesi gerekir. Aynı şey öteki

15 bütün b i l imler için de söz konusudur. . . B i r b i l i m i n kendi i lke ler inden kalkmaması, bütün doğa b i l imler inde uzak durulması gereken b i r yanlıştır. Bundan dolayı, i k i de­ğişik türden olan at i le eşeğin üreme yet is in in nedenle-

20 r i n i kendi alanımızda ka la rak araştırmalıyız...» 4 3.

Ar is to te les ' in canlılarla i l g i l i araştırmalarında n i ­reng i noktalarından b i r i üreme sorununa ilişkin olan­dır. 'Üreme'de çünkü, canlıya esas özelliğini kazandıran 'süreklilik' ile 'gelişme' saklıdır. Yalnızca canlılara da i r araştırmalarında değil, ama felsefesinin tümünde bize 'süreklilik' ile 'gelişme'yi Ar istote les kadar açıkça yan­sıtmış başka düşünürlere az rast lanabi l i r . Her şeyden önce kendi felsefesi süreklilik i le gelişme düşünceleriyle koparılmazcasma Örülüdür. Ele almış olduğu hemen her konuda yahut sorunda, orda selef lerinin k im le r o ldu­ğunu, hang i noktadan kalkıp nereye varmağı amaçla­dıklarını eleştirici b i r t u t u m l a sergilemeğe çaba harca­dığını görüyoruz. Böylece, eleştirici düşünce tarihçili­ğinin de i l k örneğini oluşturmuş bulunduğunu bel irtme­l i y i z 4 4 . Ancak, hurda söz konusu ettiğimiz 'düşünce âlemi'ndeki 'süreklilik', 'gelişme', 'serpilme', 'canlılar ev-reni 'ndeki 'üreme olayı'nı andırmaktan da öte, ona doğrudan doğruya dayanmaktadır. Çünkü canlı o lduk­larından ötürü, insanlar üremese, 'düşünce'nin 'aktarı-labilirliğ'inden de söz açılamazdı. B u bakımdan 'üre-me'nin, gerek sa l t 'canlı'lığından gerekse salt 'canlı'lı-ğınm ötesinde 'düşünen varlık' özelliğini taşımasından dolayı, insan için sunduğu önem nice vurgulansa ye­

r i d i r .

295

Canlı birey, çiftleşerek üreme yoluyla kendisine a i t be l l i birtakım temel, yâni türsel, bugünkü b i yo l o j in in d i l i y l e söylersek, genotipik, dolayısıyla da, f enot ip ik özel­l i k l e r i n i döldöşüne i l e t i r . Şüphe yok, Aristoteles, sadece çıplak gözle algılamış bulunduğu, yer yer de başkala­rından dinlemiş olduğu olaylardan ka lkarak oluşturduğu 'varsayını'la, b i yo lo j in in genetik ko lunda da i l k olmak, k u r u c u o lmak şerefini kendisine alakoymuştur :

«Evripides'in görüşüne göre, i y i a ta lardan gelmiş olmak, i y i b i r insan olarak doğmamızı t em in etmez. îy i olan, özü gereği Öyle olan kimseymiş. Ancak, b u görüş, onaylanabi l i r cinsten değildir. B i r i n i n i y i insan olarak doğması, atalarının i y i olmasından i l e r i gel ir. B u n u n se­bebi de şudur : İy i h u y l u b i r kimse, kalburüstü b i r soy­dan gel ir. Kalburüstü b i r soyda, i y i h u y l u insanlar çok­t u r da ondan. Y ine kalburüstü b i r soy, ancak hayırlı b i r kökenden türer. Çünkü köken, bo l sayıda benzer ini üre­tebi len güçtür. Şu hâlde b i r soyda, iyiliği kuşaktan k u ­şağa kalıtımla geçecek kadar i y i b i r insan varsa, o soy i y i olmağa adaydır. Söz konusu olan insan soyuysa, b i r ­çok insandır i y i h u y l u olması beklenen; at soyuysa, b i r ­çok i y i cins atın meydana gelmesi gerekir. Aynı şeyleri bütün öteki hayvan soyları hakkında da söyleyebiliriz. Öyleyse ne zengin ne de sadece i y i olan kimseler, i y i h u y l u b i r döldöşe y o l açabilir. İyi h u y l u insanlar ancak, i y i ve varlıklı o lma özellikleri çok eskilere uzanan soy­la rdan çıkabilirler. İşte bu kanıt, gerçeği çarpıtmadan di le ge t i rmekted i r : Asıl be l i r ley ic i etken, kökendir. Ya l ­nız, i y i a ta lardan gelmek, tek başına i y i h u y l u o lmak için ye te r l i değildir. îy i o lan ata lar aynı zamanda üre­me gücüne de sahib olmalıdırlar. N i t e k i m kendis i i y i huy ­l u olup da kendi benzerlerine yo l açmaktan aciz kimse, az Önce sözünü ettiğimiz işi başaramayacaktır» 4 5.

Görüldüğü g ib i Ar istote les, Î Y İ L Î K misâli, doğrudan doğruya bedende görünüre çıkmayan Özelliklerin bile, b i r çeşit kalıtım yo luy la kuşaktan kuşağa aktarıldığını vu r ­gulamıştır. O, şüphe yok, sözünü ettiğimiz varsayımını,

296

denel araştırmalardan hareketle belirlememiştir. K u ­şaklar boyu ağızdan kulağa iletilegelmiş gündelik bas­makalıp b i l g i l e r i çıplak gözle girişmiş olduğu dak ik gözlemleriyle katıştırarak kavradığı b i r temel gerçek­liği, günümüz açısından bakıldıkta epey acemice, d i le ge­tirmiştir.

Aristoteles, araştırmalar boyunca takmılması ge­reken bağımsız, duraksar t u t u m u n en Özlü örneklerini hayvanların sınıflandırılmasıyla i l g i l i girişimleri sıra­sında vermiştir. Onun biyo lo j iy le i l i n t i l i hemen hemen bütün eserlerinde sınıflama denemeleriyle karşılaşabi­l i r i z . Çeşitli ölçüler uyarınca giriştiği sınıflama deneme­ler i onu hiçbir zaman t a m anlamıyla t a t m i n etmemiş, heo daha eksiksiz b i r ölçü bulmak ülküsünün ardında koşmuştur. Hocası Platon'da olduğu üzere, onun da ge­rek genel felsefesinde gerekse canlılara ilişkin araştır­malarında temel sorun, b i r ana Ölçü bu lmak olmuştur. Şu v a r k i Ar istote les ' in, özellikle canlıların araştırılma­sında temel, değişmez, her şeyin kendisine ger i götürü­lebileceği b i r ölçü tesbit etmiş olduğu söylenemez.

Aristoteles, hayvan türlerini b i l imsel b i r özenle i n ­celeyerek bunlar hakkında b i l g i derlemenin yanı sıra bunların sınıflandırılmasına da i l k girişen araştırmacı­dır 4 3 :

643b I I I

J , 1 0 «...Sınıflamada tutu lacak en güvenilir yo l , çoğun­luk la insanların, kuşlar ile balıkları öbeklendirirken seçmiş oldukları yo ldur 4 7 . B u Öbeklerden her b i r i , öbür­ler inden çeşitli farklılıklara göre ayırdedilmiştir. Ayır­m a işi için şu hâlde ikisbolümlü (Suco-rouıa) sınıflamaya başvurulmamıştır. IkizbÖlümlü sınıflamada a) ya sözü edilen Öbeklere ulaşılamıyor; çünkü aynı Öbek, çeşitli

15 bölüklere ayrılabildiği g ib i , b i rb i r l e r ine ters düşen öbek¬* _ . 1er, aynı bölükte yer a lab i l i r ; ya da b i r farklılık bu lu ­

nacaktır: B u farklılık da ya. tek başına ya da başkala­rıyla b i ra rada bulunarak en son türü oluşturacak. Ne

297

var k i b) farklılığın farklılığını kendisine temel alanlar, bağlaçları seleserpe ku l lanarak nesir lerine b i r l i k l i sü­sünü verenler in Örneğini izlerler. Böyle b i r bölümlemenin

20 sürekliliği kısıtlıdır. Sözgelişi, bu yo l la sınıflamaya g i ­rişenlerin, hayvanları 'kanatsız' i le 'kanatlı' o lmak üze­re i k i ye ayırmış olduklarını varsayalım. Sonra, kanat-lı'ları da 'evci l ' i le -yabanıl' y ahu t 'açık' i le ' koyu ' r enk l i o larak ayırımladıklarım kabu l edelim. Burda ne 'evci l ' ne de 'açık renk l i ' , 'kanatlı'nm ayırımıdırlar (5ıaOopd). Başka b i r ayırımlaşmanm başlangıcı (sxspaç dp%fı

25 SıaOopaç) olup burda rastgele (öuupepTitcöç) buluna­b i l i r l e r , îşte belirtmiş olduğum üzere, asıl öbeğimizi birsürü ayırımcı n i te l ik le bel ir lemeliyiz. B u n u yaparken, yoksunluğu ifade eden ayırımlardan da yararlanmağı unutmamalıyız. Oysa ikizbölümlü düzenden yana çıkan­lar, bunu hiçbir v a k i t yapamazlar...

644b I V

8 Sınıflamanın en doğal, en kullanışlı olanı, şekillerin karşılaştırılmasına dayanandır. Şekle bakılarak hay­vanlar, ayrıştırılıp bel i r lenir . Böylece kuşlar (TOJV

6pvı8cov) , balıklar (x(5v Î%0ı3cov) , kafadanayaklılar (xa

uc&cnad) yahut yumuşakçalar (ret Ö6xpeıa : I s t r i t ye l e r )

10 g ib i çeşitli Öbekler (TÜ yevn) tesbi t edi lebi l ir . B u öbeklerin her b ir inde parçalar, b i rb i r l e r inden, sözgelişi insanın kemiği ile balık kılçığı g ib i , büyük Ölçüde ayrü-

15 mazlar. Daha açıkçası: Bun la r b i rb i r l e r inden yapıca ay­rılmış olmayıp farklılıklar, vücut n i te l ik ler indedir. Söz­gelişi b i r bedenin, öbürüsünden daha i r i , daha ufak, daha yumuşak, daha sert, daha kaygan, daha pürüzlü ol­ması bakımından ayrılır.

Buraya dek öyleyse: Doğa b i l i m i yönteminin(O66ecoç jıeGoöov) nasıl sınanabileceğim; doğa b i l im in in , nasıl en rahat , en düzgün tarzda incelenebileceğini ; işimize en uygun düşen sınıflamanın ne olduğunu; ikizbölümlü sınıflamanın niçin imkânsız, ayılı zamanda da gereksiz olduğunu gösterdik 4 8».

298

Çeşitli kabul ler i le vazgeçmelerin ardından A r i s t o ­teles, sınıflamasını biçimler i le üreme tarzlarının karşı­laştırılması esasına dayandırmakta karar kıldığı iz leni­m i n i sunmaktadır:

B , I 732b

15 «Aslında çeşitli sınıflar arasında kesin sınırlar bu ­lunmayıp birsürü geçiş vardır. îkiayaklıların ( t a SinoSa) hepsi diridoğuranlardan olmadığı g ib i —kuşlar y u m u r t ­lar—•, bütün yumurtlayıcılar da ((ponoKeı) ikiayaklı değil­d i r —sözgelişi, ikiayaklı o lmakla b i r l i k t e , insan, d i r i -doğuranlardandır. Dördayaklıların tümü yumurtlayıcı-la rdan olmadığı g ib i — a t da sığır da daha birsürü başka hayvan da diridoğurur—, bütün diridoğuranlar da dörd-ayakh değildir — n i t e k i m kertenkeleler, t imsahlar , daha da başka birçok hayvan dördayaklı o lmakla b i r l i k t e ,

20 y u m u r t l a r . Esasında ayaklı olup olmamayı dahî ayırıcı b i r n i t e l i k o larak ele alamayız. N i t ek im , engerekler i le köpekbalıklarında gördüğümüz g ib i , k i m i ayaksız hay­van lar diridoğururken, öteki yılanlar i le balıklarda t a ­nık olduğumuz üzere, k i m i s i de yumur t l a r . Daha önce kendi ler inden söz etmiş olduğumuz dördayaklılarda

25 rastlandığı üzere, ayaklılar arasında da yumur t l ayan la r var . Örneğini insanda gördüğümüz g ib i , ayaklılar ara­sında 'özünden diridoğuranlar'm (ev auTOÎç Se ÇÛÎOTOKEÎ)

yanında, bal ina i le yunus tak i g ib i ayaksız olup a y m şe­k i lde 'özünden diridoğuranlar' bulunur . Şu hâlde burda bölümlemeğe (5teXeıv) d ! ) y a r a r b i r aracı tesbi t edeme­d ik . Ayırımın nedeni (aîtıov Tfjç Sıa^opöç), anlaşılacağı üzere, devinme™ organları (TCOV TropsımKtov öpyâvcöv) de-

30 ğildir. Diridoğuranlar, doğaca daha olgunlaşmış olan­

lardır. Bunlar , daha salt b i r i lkeden pay alırlar (UETS-

KOVTB. KaGctpcoTspaç ap%fjç) . Solunumlayan ( d v cmveov )

hayvanlar ancak, Özlerinden diridoğururlar (ÇÎOOTOKEI

ev aOx(p). Daha olgunlaşmış ( t a TE^ECÛTEPO. : mükem­

mel, gelişmiş) olanlar, doğaca (ıfjv Ou6ıv) daha sıcak-

2 9 9

35 tırlar (tâ ÖepuÖTepa) , daha akışkandırlar (ÖYpötspa) i

buna kargılık, topraksı değildirler (uıî yeibSn).,.

733b Doğanın, oluşmayı nasıl da güzelce birçok biçim altında boşandırdığına bakmalıyız. Bütün bu biçimler, sıralar hal indedir. B i r kere, daha tam, daha sıcak olan

hayvanlar, yavrularını nitelikçe (rcoıöv) olgun hâlde 5 dünyaya get i r i r ler . Ancak, hiçbir hayvan, baştan olgun­

laşmış ölçülerine varmış y a v r u doğurmaz. Her yeni do­ğan hayvan, serpi l ip gelişerek zamanla asıl biçimi kaza­nır 5 1. Burda olgunlaşmışlıkla kasdettiğimiz, şu hâlde, sözünü ettiğimiz be l i r l i sınıfı oluşturan hayvanların, en baştan ber i yavrularını canlı dünyaya get irme özelliği¬

. d i r . Bunun ardından gelen sınıfta topladığımız hayvan­l a r en baştan olgunlaşmış yav ru la r dünyaya getirmez­ler. Bunlar , diridoğuranlardan o lmakla b i r l i k t e , i l k i n y u m u r t l a r l a r . Dış görünüşçe diridoğuranlardandırlar. Üçüncü öbekte olgunlaşmış y a v r u yerine, y u m u r t a bı-

1 0 kan la r var. Dördüncü deyse, üçüncüdekilere oranla daha soğuk olan hayvanlar da yumur t l a r , ama koyduk­ları y u m u r t a tamamlanmış değildir. Sözgelişi pu l l u

balıkların (T&V Xem5oyt&v îX@otov), kabuk lu la r (tâ ıxr>Xa-

Koötpaıca) ile kafadanayaklılar'm (râ \ıaXmaa) yumurtaları

anne-babanm dışında olgunlaşır. E n soğuk canlılar da beşinci sınıfı oluşturur. Bunlar , doğrudan doğruya y u -murt lamaz bile. Yumurtaları anne-babanm dışında

oluşur. N i t e k i m böcekler (xâ sVcoua), i l k i n kurtçuk (öÖKtiAnÇ) : La rva ) meydana get i r i r l e r . Böceğin bu

15 k r i s a l i t (f| %çv6aXXi<;) dönemi, yumurtaîagmaktan başka b i r şey değildir 5 2. B u üçüncü döneme değin çeşitli baş­kalaşma aşamalarından geçen hayvan, ancak bundan başka asıl biçimine, dolayısıyla, olgunlaşmışlığma eriş­miş sayılır.

Görüldüğü g ib i , hayvanların k i m i s i tohumdan (rö

ĞTtepuet) meydana gelmez. B u noktayı nasıl olsa daha

Önce b e l i r t t i m . Bütün kanlı hayvanlar (xd svaıjıa) oysa,

20 t o h u m aracılığıyla olagelirler. Çiftleşme sonucunda er­kek, dişiyi döller. Tohum, erkeğin döllediği dişide 'yer­leşir'. Bunun ardından yav ru , kendisine has biçimi al­mağa başlar. Söz konusu safha diridoğuranlarm kendi bedeninde, öteki hayvanlarmsa ya yumurtalarında, ya tohumlarında ya da buna benzer salgılarda yer al ır 5 3» .

— I I I —

A r i s t o t e l e s ' t e E v r i m S o r u n u

Üreme i le biçim esaslarına dayanarak giriştiği hay­vanları sınıflama işinde Aristoteles, canlılar arasında b i r sıradüzenini de imâ etmiştir. «Tek tek yazılarına bak­tığımızda» d iyor J i i rgen Bona Meyer, «'Meteoroloji'de or­ganik bileşimlere, 'Ruha Dair 'de beslenen r u h t a n akla, 'Hayvanların Parçalarına Dair 'de de ayrışmamış parça­lardan özelleşmiş olanlara yönelik basamaklı b i r yapıyla karşılaşıyoruz. Bununla b i r l i k t e , bütün yazılarında hep aşağıdan yukarıya, basitten karmaşığa yükselen b i r sı-radüzenine rastlanmaz. Yukarıdan aşağıya inen düzen­den de yer yer söz açar. B u bakımdan Ar is tote les ' in i l e r i yahut ger i işleyen b i r sıradüzenini tutarlıca izlemiş o l ­duğu söylenemez. Ne va r k i , bunu yapmamış omasını b i r eks ik l ik saymıyorum. Yukarıdan aşağıya mı yoksa bunun ters i yo la mı sapmanın yerinde olduğunu b i l d i ­recek ölçü yok tur . He r i k i durumda insan, ya kalkış ya da varış noktasıdır. İkisinde de göz önünde tuttuğumuz insandır. Şimdilerde çoğunlukla i l e r i işleyen gelişmeye açık yo lu benimsiyorsak, bu, erişilecek noktayı oluştu­r a n insanın özelliklerini daha yakından tanımamızdan-dır» 5 4 . *

işte met in ler inden anladığımız kadar Aristoteles, sınıflayışıyla canlılar evrenini düzayak süreç o larak de­ğil de, tersine basamaklı b i r sıradüzeni şeklinde görmüş-

301

tür. Canlılar evrenini basamak basamak yükselen yahu t alçalan b i r sıradüzeni biçiminde görmüş olmakla, ev r im d iye b i r olayın varolduğunu imâ etmiştir. Şu var k i Aristote les, ev r im olayını imâ etmekten de öte, ha l iy le adını 0 5 anmamakla b i r l i k t e , hemen hemen bütün yönle­r i y l e , öncelikle «Hayvanların incelenmesine Dair» baş­lıklı eserinde irdelemiştir :

vm/ı 588b «Doğa, cisimlerden hayvan hayatına doğru Öyle

5 küçük küçük adımlarla i ler ler k i , kesk in b i r sınır çekip de hang i yanda ney in bulunduğunu t a y i n etmeğe imkân y o k t u r . Y ine de c is imler in hemen üstünde b i t k i l e r i n ye r aldığım söyleyebiliriz. B i t k i l e r arasında da göster­d i k l e r i canlılık be l i r t i l er ine göre farklılaşmalar görülür. Tüm b i tk i l e r âlemi, hayvanlarınkisiyle karşılaştırıldı-

10 ğmda canlılıktan yoksun, buna karşılık öteki cisimlere göreyse, d i r i sayılabilirler. Gerçekten de, yukarıda be­lirttiğimiz üzere, b i t k i l e r arasında hayvan yönünde i ler­leyen kesintisiz b i r yükselişe tanık olunur. Denizde dahî öyle şeyler vardır k i , bunların hayvan mı yoksa b i t k i m i olduklarını t a y i n etmek imkânsızdır...

18 Duyarlılık açısından bakıldıkta, birtakım hayvan­ların b u özelliğe hiç sahib olmadıkları gözlemlenebilir... Giderek, geçiş durumundak i b i r bölük canlı, Tu lumlu la r (Ascidiacea) i le Deniz-şakayıkında (Anemonia) gördü-

20 ğümüz g ib i , etsi b i r yapıya sahipt i r . Buna karşılık sün­ger in de, her bakımdan b i r b i t k i görünüşü vardır. Böy­le l ik le de hayvanlar âleminin tamamında d i r i l i k i le ha­reke t kab i l i y e t i bakımından b i r basamaklaşmışlık göze çarpar...» 5 6

Aynı soruna Aristoteles, «Hayvanların Parçalarına Dair» başlıklı eserinde de kısaca değinmiştir :

I V / V 681a «...Doğa, c is imlerinden hayvanlara doğru basamak

13 basamak süreklice geçiş hâlindedir. Ancak, arada henüz hayvanlaşamamış varlıklar da bulunur. Bunun sonu­cunda da b i r sınıf, kendis in i ' izleyen b i r sonrakisine öy-

302

15 leşine bitişiktir k i , aradaki f a rk , sonsuz üfaklıktadır 5 7. N i t e k i m sünger, az Önce belirttiğimiz üzere, her bakım­dan b i t k i y e benzer: O, sadece b i r şeyin üstünde büyüdü-

20 ğü sürece yaşar. Onu ordan kopardığımızda ölüverir. Deniz-hıyarları da (Holothuro idea) , benzer başka b i r ­takım deniz canlıları da süngerden bel l i b i r yere bağlı yaşamadıklarından ötürü, biraz farklıdırlar. Duyum-lama gücünden yoksun olan bu canlılar, t op rak tan ko­parılmış b i tk i l e r g ib i yaşarlar... K i m i zaman Tu lumlu la r yahut bunlara benzer başka canlıları b i tk iden m i yoksa hayvandan mı saymalı, bu konuda ka ra r vermek gerçek-

25 t en de son derece zordur. Başka b i r c ismin üstünde bü­yüyerek yaşadıklarına bakarak bunlara b i t k i ; bununla b i r l i k t e , etsi b i r yapıda olduklarından, b i r çeşit duyum-lama gücüyle donanmış bulunabi lecekler ini düşünerek de hayvan dememiz gerekecek».

İşte i k i değişik eserinde i fadesini bulan türlerin de tedricen dönüşebîldikleriııe da ir düşüncelerini d ikkate al­dıktan sonra, Ar istote les ' in , canlılarla i l g i l i o larak tü­müyle durağan b i r tasavvura sahib olduğunu ısrarla, üstelik tutarlıca i l e r i sürebiîirmiyiz ? O, türlerin de dö-nüşebilirliğini kısmen gözlemlenen olayların zoruyla, kısmen de akılyürütme sonucunda kabu l etmiştir. Gerçi Ar is tote les ' in , b u gerçekliği benimsemekte çok güçlük çekmiş olduğuna daha önce de değinmiştik. B i r kere onun, paleontoloj iye ilişkin veri lerden, büyük b i r i h t i ­malle, önemli Ölçüde yoksun bulunmuş olduğunu hatır­dan çıkarmamalıyız. O, son derece cılız ve dolaylı ipuç­larını sürerek olağanüstü b i r vargıya ulaşmıştır. Ancak, yine o şaşılası sağduyusu, b u vargıyı alabildiğine abar­tıp genelleştirmesini önlemiştir. P la ton g ib i , o da, ömrü boyunca şaşmaz, dolayısıyla da, vazgeçilemez b i r temel i lke, b i r ana ölçü bulmak ülküsü peşinde koşmuştur. Söz konusu ölçü, kanıtlanmaya ihtiyaç göstermeksizin, var­olan her şeyin kanıtlanmasında kendisine ger i g idi le­bilecek i l k ve sarsılmaz müracaat (referans) merc i i gö­r e v in i görmeli. Kend i bozulmaz dengesini evrende olup

303

bi ten her şeye yansıtan kaynak örnek olmalıdır, işte bu kaynak örneğe uygun şekilde işleyen evrende beklen­medik sıçramalara, umulmadık yıkılmalar i le yeniden kuru lma lara , önceden kest ir i lemeyen oluşlara yer yok­t u r . Hemen her oluş, öncelikle de canlılar evrenindeki oluşmalar gayeler ini — b i r bakıma 'son biçim'lerini— de kendi bünyelerinde taşırlar.

Yalnız, sağlıklı, doğal gidiş b u o lmakla b i r l i k t e , olağan süreçten sapmalara da bindebir rastge l inebi l i r :

l l/ıv 415a «...Olağan gelişmesini sürdüren, sakatlanmamış,

26 kendiliğinden türeyiverme ( ysvsöıç auTouatîi , generatio spontanea) arazına uğramamış canlının en doğal işi (OüóiKróTaTov yap trâv épytov TOÎÇ Çcoöıv), kendi benze­r i n i yapmak ( t ö •rcoıfjöaı) suret iy le soyunu sürdürür. Böylelikle hayvandan hayvan (Çtöov [iev Çeöov), b i tk iden de b i t k i (OUTOV 5 s Ooxóv) türer. Heps in in de bundan m u ­radı, ölümsüz ve tanrısal olandan paylarına düşeni a l -

415b maktır. Gerçekten de canlıların her b i r i , yalnızca b u amaca yönelik olup bunun uğruna (evsıca) canlılıkla i l ­g i l i bütün görevleri ( f onks iyon ' lan ) eksiksizce yer ine getirmeğe uğraşır. 'Bunun uğruna* i fadesinin i k i anlamı vardır: ' B u amaç için' ve 'bunun yararı doğrultusunda'. Süreklice varo l anladıklarından, canlılar, sözün t a m anla­mıyla, ne ölümsüzlükten, dolayısıyla ne de tanrısallıktan

5 pay a labi l i r ler . Bozulmağa hükümlü b i r varlık, sayıca b i r ve aynı kalamaz... Sürüp giden, sayıca değil de, sa­dece bağlı bulunduğu türle özdeş ka lan canlının görün­tüsüdür (eî5sa) » 5 8 ,

Daha önce Ar istote les ' in, türlerin de, çok tedricî dahî olsa, dönüşebildiklerine işaret edén i k i parçasını ak­tarmıştık. Oysa şimdi «Ruha Dair» adlı eserinden aldı­ğımız parçada, b i r yandan yalnızca b i rey l e r in değişmeğe dönüşmeğe hükümlü bulunduklarını, buna karşılık tür­l e r in , değişmez dönüşmez olduklarını öne sürerken, Öte yandan türlerin bi le •—türün olağan, 'norm-al ' gidişinden

304

sapma yahu t kendiliğinden türeyiverme nedenleriyle— dönüşebileceklerine dair ibare var.

Çelişki g ib i görünen bu durumun ash esası nedir? Tek tek olaylarda gözle görülecek kadar be l i r l i b i r değiş­me, dönüşme, başkalaşma söz konusudur. A m a bunun yanında, olayların üstüne çıkabilen, bunları teker teker gözden geçirmekle yet inmeyip olaylar dünyasını kuşba­kışı seyredebilen kimse için kendisinden şüphe edileme­yecek kadar gerçek olan b i r DÜZEN vardır. İşte A r i s ­toteles, bakışlarını ve bunlardan edindiği ve r i l e r i değer­lendiren zekâsını yönelttiği DOĞAyı b i r l i k l i , bütünlüklü, der l i top lu , hayran olunacak b i r yapı o larak görmüş, benimsemiştir. O lay lardak i çeşitliliği, görünüşe çokluk o larak yansıyan BİRliğin be l i r t i l e r i şeklinde kabu l et­miştir. İşte oluş, algılanabilecek, düşünülebilecek her şeyin bu BİRden sökün edip yine Ona dönmesidir. B u , uyumsuz seslerin kendilerine yer bulamadıkları, döngülü b i r evrene ilişkin tasavvurdur. İstikrarlı, sağlam, d ing in, geleceğin bugünden esaslı değişiklikler göstermeyeceği inancına dayalı b i r dünya tasavvuru. Söz konusu düşün­ce doğrultusu, Aristoteles 'e atfedilen, ama gerçekten onun bunu kaleme alıp almamış olduğu bi l inmeyen, «Dünyaya Dair» başlıklı eserde ne özlü, nice saydam b i r şekilde di le getirilmiştir :

V

397a «...Her şeyin yaradanı, her şeyin en güzeli olan

'Uyuşma' (f| apuövoıct) , evrenin esenliğidir. Bundan da­h a i y i ne o lab i l i r? Tasavvur edilebilecek her şey uyumun b i r parçasıdır. Güzel olan her şey, adını 'düzenlenmişlik'-

5 ten (ıcsKo6nf|60aı) alır. B i r şey 'evren düzeni'ne (KO6UOÇ)

uygunluğu ölçüsünde 'düzenlenmiş' diye n i te lendir i leb i l i r . Çağlar çağı zamanın en şaşmaz ölçülerine uygun tarzda durmadan hareket hâlindeki göklerin düzenlenişiyle (oüpavov xa£eı) , yıldızların, güneş ile ayın yer değişti-rişleriyle (<Dopct TCÛV aöıpcov f|A,ıou xs Kaİ 6eXfjVT]ç) ne

10 . karşılagtırılabilir? Tüm. olup b i ten ler in h a r i k a yaratı-

30Ş

cısı, sırasıyla yazı (TÖ ©epoç) , kışı (6 %sın<hv) mey­dana getiren, ayın (ö afıv) , yılın (o tvıamöt;) sayılarını bel ir leyen mevs imler in (tbpccı) gösterdikleri istikrarın eşi menendi bu lunabi l i r m i? Dünya, her şeyin en gör-

15 keml is i , en parlağıdır, harekette en tez olandır, güççe de hiçbir v a k i t tükenmeyen varlıktır...5 9

V I 397b Şimdi de, dünyayı b i rarada t u t a n güç nedir, b i r de

buna kısaca göz atalım. Z i ra , ayrıntılı olmasa da, dün­yayı tasv i r ederken onun en üst merc i in i unutmak, esası

10 gözden kaçırmak olur. Her şeyin Tanrıdan geldiği, Onun, her şeyi b i z im için yaratmış olduğu, esirgeyiciliğinden yoksun ka lan b i r şeyin ayakta duramayacağı düşüncesi, insanlığın en eski geleneklerindendir. N i t e k i m bu, geç­miş çağlarda k i m i kimseler i dünyanın tanrılarla dolup

15 taştığı inancına sevketmiştir. Bunlar , her ân, her yerde tanrıları gördüğümüzü, işitip duyumladığımızı i l e r i sür­müşlerdir. Ancak onlar, Tanrının kendis i ile Onun görü­nüre çıkan güçlerini karıştırmışlardır;..» 6 0

— I V —

A r i s t o t e l e s ' i n i k i l e m i

Ar istote les canlılar evrenindeki b inb i r çeşitlilik ile gök c is imler in in sergilediği yalınkat düzgünlüğü bağ­daştırmak; bu bağdaşmışlığı ise daha kapsamlı b i r sis­t e m — b i r evren s i s t em i— içerisinde temel i lkelerden ka lka rak açıklamak uğruna araştırmaya adanmış ömrü boyunca mücadele vermiştir. Bugünkü deyimlerle söy­lersek, gök mekaniğini, b i yo l o j i i le sosyolo j iy i aynı i lke -kelerden yahut aks iyomlardan hareket edip b i r çatı a l ­tında düzenleyerek bütünleştirmek isteğinden de öte, insan hayatının en soylu i k i kes imi o lan d in i le b i l i m i kaynaştırma arzusunu süreklice duymuş olduğu izleni­m i n i onun hemen her metninden ediniyoruz. Her i k i ke-

Felse fe A r . F . 20

s i m i n kendi payına düşeni öbür yana feda etmeksizin, bu yüce hedefe ulaşılabileceğine onun kadar içten inanıp ey­leme tutarlıca aktarmağa çaba harcamış i k in c i b i r araş­tırmacıyla, b i r düşünürle t a r i h t e karşılaşıp karşılaşma­dığımız gerçekten sorulmağa değer.

İşte dine yobazca, bi l imeyse —pos i t i v is t l e rde gör­düğümüz g i b i — bağnazca b i r t u t u m l a eğilmediğini bize en seçikçe kanıtlayan belge, evrime ilişkin görüşlerini dile get iren met in le r id i r . Hayatın en olağan, en basit gündelik akışı bile, bakmasını,bilen gözlere değişmelerin, başkalaşmaların nerelere dek uzanabileceklerine dair b i r f i k i r verebi l i r . A m a deha mertebesindeki b i r b i l g in ise, 'değişme' düşüncesinin aşırı raddede vurgulanma­sının, t op lumu da onun b i rey l e r in i de nerelere sürükle­yebileceğini; top lumda da onun bireyler inde de ne g ib i onulmaz ser t l ik te sarsıntılara yo l açabileceğini kestire­b i l i r i z . Değişme olayı, b i r kere 'değişmecilik* şeklindeki b i r akım olarak 'boşandırılmağ'a görsün, artık nerde durduru lab i l i r , be l l i değil. Nes i l ler in deney imbiğinden geçerek zamanla esas k a b u l edüegelmiş ölçüleri yakıp yıkarak t op lumu ayakta t u t a n kalıcı olmağa aday değer yargılarını aşındırır. Tar ih te anılır izler bırakıp geçmişte en seçkin düşünürlerden birçoğunun, 'değişme' sorununa böylesine adımlarla yaklaşmış olması, işte bundan do­layı, boşuna değildir.

i m d i , Ar is tote les ' i büyük ölçüde kaygılandırmış olan sözünü ettiğimiz sorunlar, ondan önce de Platon'u, za­manla değişmeğe hüküm giymiş kıstasların tümünün bağlanabileceği bereket i sonsuz sınırsız0 1, öncesiz son­rasız, sağlamlığı, sarsılmazlığı soru sorgu götürmeyecek b i r T E M E L ÖLÇÜyü aramağa sevketmiştir. Söz konusu ölçü, düşünmenin değişmez düzenleyici haddi hudududur. Hâlbuki duyu lara konu olan oluşmalar i le bozulmalar evreninde ne düzen, dolayısıyla ne de had hudut vardır. Öyleyse burda kalıcı b i r şey yok tu r . Ancak, Herakleitos i le Parmenides'ten de öğrendiğimiz üzere, KALICIL IĞm bulunmadığı yerde DÜŞÜNMEĞe, düşünme doğrultu-

307

sunda da T U T A R L I C A EYLEMEĞe imkân bu lunur m u ! işte P laton 'un, «insan her geyin ölçüsüdür"2» d iyen Pro-tagoras'a kargı yeğinlikle çıkarken z ihn in i b u soru uğ­raştırıyor olmalıydı.

P la ton 'un tasavvur ettiği dünya, bugün düşündü­ğümüzün t a m tersine, E N ÜST K ISTASa göre düzenlen­miş görünüyor. Ancak, bu E N ÜST K ISTAStan türemiş ana, i k inc i l , üçüncül i le daha ötesi 'kıstaslar', E N ÜST K ISTASa oranla değişip başkalaşmaya açıktırlar. Sü­r e k l i değişen, dönüşen, başkalaşanlar ise, bu 'kıstaslar'ın, 'anaörnekler'in, 'temel-biçimler'in (fı ı8ea) 'yansılar'ı (f| efiOaötç) , 'gölgeler'i (f| öKta y ahu t xö eîSoAov) demek olan 'olaylar* (xâ Oaıvöjısva) evrenidir 6 3 . Bütün ' te-mel-biçimler', E N ÜST ÎYÎden — E N ÜST ÖLÇÜden—, yâni T A N R I D A N (o @eöç) be l l i b i r sıradüzenine uygun olarak türemişlerdir. B u bakımdan bunlar da Tanrının n i te l ik ler inden sayılırlar. A n a ni te l ik lerden de i k inc i l , üçüncül ve daha sonraki n i t e l i k l e r sökün etmişlerdir. Ana n i te l ik lerden Platon, kamunun geleneksel inançla­rına ters düşmemek kaygısından olsa gerek, yer yer 'tanrılar' diye söz etmiştir 6 4.

Görüldüğü g ib i , P laton'da OLUŞMA, varo lanlara ilişkin kümelerin b i rb i r l e r inden kör etkileşmeler yo luy la çıkagelmesi demek olan E V R İ M yerine, önce Tanrıdan ayrılıp varolanın kendi doğası uyarınca sonunda y ine O N A yaklaşmasıyla bel iren TÜRÜM 6 5 şeklinde olmak* tadır. Öyleyse burda gördüğümüz, bütün evrene yaygın b i r GAYELÎL ÎKt i r . Bundan dolayı, her varolanın kend i ­s in i hem manevî, hem maddî yönden gerçekleştirmek üzere, en düzgün, en doğru yo lu t e rc ih etmesi Akıl ge­reğidir. P la ton bize yo l açıcı nedenler i le ulaşılacak he­def ler i düşünmemenin, akılsızca b i r t u t u m olduğunu b i l ­dirmiştir 9 6. E v r e n i n asıl gidişi, temel kuruluşu gayel i o l ­duğuna göre, 'Kura l ' a göre davranmak, 'Akıl'a en uygun düşendir. Ev ren in , hem 'büyük' (makro) hem de 'u fak ' (m ik ro ) boyut larda 'Gaye-Kuralı' uyarınca aksamak-

sızın işlediğim kabu l eden b i r i için orda NEDENSİZ-NİÇİNSÎZ hiçbir olaya yahut sürece yer y o k t u r " .

İnsan, doğal, öncelikle de canlı varlık o larak her ân gerek maddece gerekse maneviyatça değişmeğe adaydır. Ayrıca nice insan b i r ey i varsa, onca kişilikle karşılaş­m a k kâbildir. Ne bu kişilikleri toplayarak, ne bunların b i r ortalamasını a larak ne de aralarından b i r i n i örnek diye seçerek b i r İNSAN T A S A V V U R U n a dayalı E V ­R E N S E L (cihanşümul) ÖLÇÜye ulaşabiliriz. Öyleyse «insan her şeyin ölçüsüdür» savını nasıl temellendirece-ğiz? P la ton için görelilik, insanlığa yönelmiş en yıkıcı

silahtır. Z i r a göreliliğin son durağı, salt şüpheciliktir k i , bunun da b i r adım ötesi hiççiliktir (n ih i l i sm) .

Şu var k i P laton 'un, sürekli değişmeler içerisinde 'bocalayan' fenomenler âleminden hiçbir kıstasın tesbi t edilemeyeceğine da i r tavizsiz kararı; b i l i m i n , b i r Ölçüde, dine feda edilmesi sonucunu da getirmiştir. Ar istote les ise, P laton 'un göreliliğe karşı duyduğu ahlâkî, giderek, dindarca t e p k i y i paylaşmakla b i r l i k t e , kurucusu sayıldığı b i l i m i hiçbir surette fedâ etmeğe yanaşmamıştır. B u d u r u m ise onun dramını oluşturmuştur: B i r i n i be r ik i s i pahasına te rc ih edemediği i k i kesim. Gerçi zaman zaman b i l i m i , temelde dinî inançların yattığı dünyagörüşü çer* çevesinde biçimlemiş olduğu iz lenimini ver iyor . N i t e k i m bütün b i l im l e r i çatısı altında derleyip toparlamağa ça­lıştığı felsefenin (metafiziğin) temel i l ke l e r in i 'İlk Fe l -sefe'de ( i l ah iya t ta ) aramıştır. Ancak, y ine birtakım eserlerinde —özellikle canlıların araştırılmasıyla i l g i l i o l an la rda— gerek yöntem olarak gözlemi gerekse b u ­n u n ve r i l e r in i baştâcı kılmış olduğu d i k k a t çekicidir. Yaşamanın bu i k i kesiminden, inanma iradesi i le bi lme tu tkusundan, hiçbir surette vazgeçememiştir.

İmdi şurda b i r ân için durup soralım: Aristoteles, 'türlerin, *ös' yahut 'taşıyıcı taban' olmadıklarını; buna karşılık b i r durumdan, b i r biçimden b i r başkasına her ân

dönüşebilecek, yalnızca kalıtım açısından benzer canlı b i ­rey le r in sınıflanmasına yarayan b i rer geçici yapma birim

309

olduklarım savunsaydı, ne o lurdu? Ev ren in akla yatkın hemen hemen hiç şaşmaz b i r gidişinin bulunduğu savını terketmek zorunda kalırdı. Böylece son çözümde, insan türünün (homo sapiens sapiens)de başkalarından türe­miş olacağı varsayımını benimsemesi, insanın biricikliği

düşüncesinden de vazgeçmesi gerekecekti. Z i r a madem türler, genelde 'değişmez öz'ler olmayıp 'neden - e tk i ' an­layışı uyarınca dönüşebilir, öyleyse, onlardan herhangi b i r i durumundak i insan da, geçmişte başka b i r türden, b iz im bugün belirleyemediğimiz b i r nedenle, dönüşerek şimdi tanıdığımız genet iko-f izyomorfolo j ik hâlini almış olması gerekir. Y ine az önce belirttiğimiz öncül uyarınca, çıkarımlayabileceğimiz b i r i l e r k i vargı da, insanın, gele­cekte her ân, önceden açıkça kestiri lemeyecek etken-kenler in dürtüsüyle insan-olmayan başka b i r türe dö­nüşmesini o lab i l i r kılacak genetik i le çevrebilimsel şart­ların doğabileceğidir. N i t e k i m bütün bu söylediklerimizi çağımızın önde gelen biyokimyacılarından ve b iyo lo j i felsefecilerinden Jacques Monod, en çarpıcı tarzda şöyle dile getirmiştir : «İmdi yaşamanın kendis i kadar canlılar evreninde yer alan insan da, koskoca b i r Monte Kar l o kumarhânesinde zarın, sonunda kendisine isâbet etmesi suret iy le or taya çıkmış olduğunu düşünmekten gayrı çıkar yo l da yok tur . Elbette, or taya çıkışımız nasıl tesadüf eseriyse, çıkmamamız da söz konusu o lab i l i rd i . O durumda da b i z i çepeçevreleyen şu esrarlı evrenin, bun­dan dolayı, büyük b i r eks ik l ik duymuş olabileceğini öne süremeyiz»1*8.

Manevî hayatımız açısından b u çeşit b i r anlayışın b i z i nerelere sürüklemiş, bize nelere mâlolmuş bulunduğu konusunda çokça tartışmağa gerek yok. B u n u nasıl olsa gün ve gün yaşıyoruz. Ancak, b u anlayışın gerçekten bilimsel olup olmadığını, kafamız iy iden iy iye şartlanma-mışsa, sorup soruştur malıyız. N i t e k i m , «doğaüstü b i r varlığın nüfuz edilemez tasarılarını taşıyan sufîce du ­yulan kader i d ikka te a lmamak yahut reddetmek başlı başına yerinde b i r görüştür. A m a gerek yaşamanın ge-

rekse onun evr imin in , yeryüzünün ve bütün unsurların bulundurdukları birtakım Özelliklerden ötürü, or taya zorunlu luk la çıkmış olduklarını kabu l etmek de y ine ye­r inde b i r görüştür» 0 0.

E v r i m i n hüküm sürdüğüne; yaşamanın, canlılığın temelinde de yine onun bulunduğuna şüphe yok. B u se­beple de canlılar b i l i m i n i n vazgeçilemez temel direği du­r u m u n a gelmiştir. Ancak, az önce Jacques Monod 'nun ağzından dile getirmiş bulunduğumuz ev r im anlayışını, Ar is tote les inkis inden daha posit iv , dolayısıyla da, daha b i l imse l saymamız için elimizde yeterince güvenile­b i l i r kanıt yok tur . Ney in tesadüf eseri o r taya çıktığını i l e r i sürebilmek için ney in zorunlu lukla belirdiğini söyle­yebi lmemiz şarttır. Herhang i b i r şeyin 'b i l imsel ' anlamda zorun lu luk la or taya çıktığını b i ld i rmek gerekir. B u n u n içinse or taya çıkana yo l açmış bulunan etkenler in tümü­nü teker teker sayıp dökmek kaçınılmaz b i r zorunluluk­t u r . H a n g i olayın yahu t sürecin meydana gelmesinde e t k i l i olmuş nedenlerin hepsini b i rer b i rer or taya sere­b i l i yoruz ? Görüldüğü g ib i , 'b i l imsel ' anlamda zorunluluk­t a n tutarlı b i r şekilde söz açmak imkânsızdır. Zorun lu­l u k t a n bi l imsel bağlamda söz açmak imkânsız olduğuna göre, onun yokumsanması, yok sayılması da, şu hâlde, saçmadır. B u , nasıl olsa olmayan b i r şeye ' y ok tur ' de­meğe benzer.

Ar is to te les ' in bütün benliğiyle bağlanmış bulunduğu zorunlu luk, 'posit iv ' , başka b i r deyimle, 'bilimsel' değil­d i r ; edoğaötesi'd\ıc, 'metafizik'ür. O, bununla 'gerek kendi z i h i n hayatım gerekse doğada seyre t t ik l e r im bana öyle­sine b i r düzen düşüncesini aşılıyor k i , ben burdan, ev­rende her şeyin zorunlu luk la olageldiğini çıkarıyorum' demeğe getirmiştir. B u durum, öncelikle canlılar için daha b i r söz konusudur. N i t ek im , «yüzeyde ka lan b i r inceleme bi le bize b iyo lo j i s is temler inin düzenlenmiş, örgütlenmiş olduklarını ifşâ etmektedir. Bun la rdak i ge­nel eğilim, düzensiz o r tamlarda düzen kurmaktır. îşte b u vakıa, b i r s is temin doğal evr imin in , düzensizliğin a r t -

3 1 1

ması doğrultusunda yol aldığını öne süren termodina­miğin i k i n c i i lkesiyle açıkça çelişmektedir» 7 0.

Zo run lu b i r gidişi yansıtan evrensel düzende her ne denl i zaman zaman zorunlu luk la meydana gelmemiş görüntüsünü yansıtan olaylar y ahu t süreçler varsa da, bunları Aristoteles, nerdeyse ' ist isnalar, kuralı bozmaz* gerekçesiyle göz ardı etmiştir. «İnsanın yapıp etmelerin­de b i le yanlışlar göze çarpabiliyor: D i l b i l g i s i uzmanı yanlış yazabi l ir , hek im ise ilâcın miktarını ve r i rken ya­nılabilir. Aynı şekilde doğanın işleyişi sırasında dahî yanlışlarla karşılaşabiliriz. İnsanın doğru düzgün yapıp etmeler i (T£%VT|) , bel l i b i r amaca (Sveıca) yönelik olan­lardır. Yanlışların or taya çıktığı durumlara gelince; ora­larda hedeften şaşıldığı görülür. Doğada da işler başka türlü olup bitmiyor» 7 1 .

N i t e k i m bugün kalıtsal işleyişte bozuklukların yahu t sapmaların sonucunda belirdiği b i ld i r i l en t ek tek m u -tasyonlar , Ar istote les ' in indinde hedef ini şaşırmış oluş­la r l a or taya çıkıveren ' h i l ka t gar ibe ler i 'd i r ( l e p a r a ) .

«Başlangıçtaki 'öküz-yüzlüler soyu'ndan gelenler, be­l i r l i gaye diye bil inene ulaşamayıp b i z im bugün t ohum dediğimiz i l k en in bozulmasından böyle olmuşlardır» 7 2.

Y ine günümüzde genell ikle kabu l gören görüşe göre, kalıtsal işleyişte meydana gelen b i r d iz i değişme, t ekn ik te r imle , t ek tek mutasyonlar, doğal ayıklanma yönünden kayırttır da ortama uyabilir ise, içerisinde olageldiği türün tümünü etkilemeğe koyu lur . Daha kısa b i r anla­tışla, t ek tek mutasyonlar, türsel olmağa yüz t u t a r . H e m kalıtımdaki hem de o r tamdak i değişmelerin yeğinlik oranı uyarınca, ya hâlihazır türde yen i b i r canlı çeşidi (varietas) be l i r i r ya da türümüz çevre şartlarının bas­kısına dayanamayıp top tan or tadan ka lka r . Bun la ra daha rahatça uyabi len mutasyon sonucu henüz meydana gelmiş çeşit de, böylelikle, yepyeni b i r tür o larak doğa­d a k i y e r i n i alır.

İmdi günümüzde, daha doğrusu, Charles Da rw in ' i n e v r im varsayımı i le Gregor Mendel ' in kalıtımla i l i n t i l i yasalarının or taya çıkmasından bu yana nerdeyse bütün b iyo l o j i çevrelerince kabu l görür olmuş yukarda anla­tılmış görüşe göre yeni canlı türlerinin oluşması i le A r i s ­toteles ' in, oluşma sırasında bel iren bozukluğun yahut sapmanın yo l açtığı ' h i l ka t gar ib e ler i 'n in yahut kendi ­liğinden türeyiverme tasavvuru arasında çarpıcı b i r ben­zer l ik vardır. Çünkü, gerek oluşma sırasındaki sapma gerekse kendiliğinden türeyiverme, karşımıza yepyeni canlılar çıkarabilir. Şu var k i , aradak i olaya/ dayalı benzerliklere karşılık, mantıkça ( l o j ik ) ve değerce (ak-s iyo lo j ik ) çok esaslı f a rk l a r var. Şöyle k i : Ar istote les ' in indinde yepyeni meydana gelen b i r canlı, biçim —morfo­

lojik b i r i m olarak, birey seviyesini aşması pek ender rast lanan b i r olaydır. Türlerin değişmediğine, yahut, en azından, değişmez gözüktüklerine kanaat getirmiştir. Günümüzdeyse, yeğin b i r dönüşüme uğrayarak oluşmuş canlıların, genotipik b i r i m olarak, varo lma şartlarına tür içeresinde kavuştukları, dolayısıyla da, köklü şe­k i lde türlerin değiştiği kanısı yaygındır. Türler, neden -

etki anlayışı uyarınca zorunlu olmayan etkenlerin e tk i -leşmesiyle olagelen gelip geçici b i rer vakıadırlar; üstelik araştırmalar, öncelikle de sınıflamalar sırasında işe ya­r a r b i r im le rd i r . Ar istote les ' te tür, b i r kere ortaya çık­tıktan sonra — d a h a ziyâde kalıtımda— çok beklenmedik b i r kaza, öyleki felâket meydana gelmedikçe, varlığını sürdürüp gider. Tür, biçim yönünden —' idea ' değil de, ' p ro to t ip ' anlamında— anaörnekliğini yaptığı bireylere biçimlerini kazandıran özdür. Burda birey ler Öyleyse, daha önce de belirtildiği üzere, neden - e tk i anlayışı uya­rınca rastlantıya, açık değil, maddî, kımıldatıcı, biçim-ley ic i i le gayeye yönlendirici nedenlerin işbirliği sonu­cunda zorunlulukla olagelirler. B u dört esas nedeni b i r -arada tesbit edemediğimiz yerde oluşun tesadüf eseri olduğunu söyleriz. A m a olup b i ten ler in iç yüzüne baka­bilsek, doğada tesadüfe yer olmadığı kanısına erişebi­l i r d i k :

313

B,8

199b «Ayrıca tohumlar arasında dahî tesadüf eseri g i b i 15 gözüken olaylar bulunur . Ancak, kendis ini tamamıyla

böyle b i r düşünüşe kaptıran, doğaca belirlenmiş olanı, öyleki doğanın kendisini inkâr eder duruma düşer. Çün­kü doğallık, içe ilişkin b i r i lkeden kaynaklanıp kesintisiz b i r hareketle be l l i b i r tamamlanmışlığa (TEİOÇ) doğru yo l almaktır. Tamamlanmışlığm kendisi , ulaşılan te­sadüfi b i r menzi l (evera) değildir. Z i r a aynı t amam­lanmışlığa her i lkeden hareket etmek suret iy le varıla­maz. Herhang i b i r engelle karşılaşılmadıkça, be l l i b i r i lke , her aynı gayeye erişmek eğilimindedir.

Şu var k i , rastgele b i r aracının sonucunda hedef te-20 sadüf eseri bel i rebi l i r . Sözgelişi yabancı b i r i n in , şöyle ge­

l ip yıkandıktan 7 3 sonra da çekip g i tmesin i tesadüf eseri sayabi l i r iz . İlk bakışta sadece yıkanmak için geldiği sanı-l ab i l i r gerçi. Ancak, aslında hiç de öyle b i r n i y e t i y o k t u . Demek bu, kazara oluverdi . N i t e k i m kazara olanlar ( E^OCOV ıtpafy]) , daha önce de belirtmiş bulunduğum üze­re 7*, arızî nedenlere (icara öuupepnKoç amoıv) daya-

25 m r l a r . Ne v a r k i b i r olay süreklice olageliyorsa, buna artık kazara yahut t a l i h eseri ijo%r|) oluyor, diyemeyiz. Engellenmedikçe, doğal varlıklar, kesintisizce süregi-derler.

Sebeb olan etkeni tesbi t edemiyoruz diye gayenin bulunmadığını öne sürmek saçmadır. N i t e k i m sanatın da kendisine gayesinin ne olduğunu sormak anlamsızdır. Öyle b i r şey sorsak, o durumda gemi inşâ sanatını (vauTcnyıa) geminin tahtasında aramak, dolayısıyla da, ge­m i l e r i n doğa ürünü olmalarını beklemek durumunda ka ­lırdık. Buna göre, sanatta bulunduğu g ib i , gaye doğada da vardır. Doğadaki gayeliliği, b i r i n i n kendikendis ini

hekimce tedavi etmesine (xıq iarpsun aüıöç eautöv) benzetebil ir iz.

Sonuçta doğanın, b i r neden olduğu, hem de b i r gaye doğrultusunda etk iyen b i r neden olduğu, artık şüpheye yer bırakmamacasına anlaşılmaktadır» 7 5.

Evrim sorunu, görüldüğü g ib i , Ar is tote les ' in ça­ğından b u yana geçmiş bulunan i k i b in küsur yıldır çok değişik yo l lar izlemiş o lmakla b i r l i k t e , köklü b i r çözüme, daha açık b i r deyişle, artık b i r daha irdelenmeği gerek­tirmeyecek şekilde vakıalardan kaynaklanan bellibaşlı bütün düğümleri çözmüş b i r cevaba kavuşmuş olduğu henüz söylenemez. He r ne kadar Ar is tote les ' in dörd elle sarılmış olduğu 'türlerin değişmezliği' inancı, yer in i , 'türlerin tümüyle değişebilirliği' varsayımına bırakmış-sa da, bu, henüz sağlam, güvenilir b i r t eo r i durumuna gelememiştir.

B i r kere 'değişebilirliğ'in oranları matemat ik kesin-lemelerle tesbi t edilmiş değil. İkincisi, matemat ik kesin-lemeler aramasak bile, 'türlerin tümüyle değişebilirliğ'i varsayımı, yine de b i r t eor i hâlini alabilmesi için şim­d i l i k , çağımız b i l i m teori ler ince öngörülen, 'doğrulana-b i l i r l i k ' i le 'yanlışlanabilirlik' kıstaslarının en azından bir ince smanabihnel id ir . Üçüncüsü, ve en önemlisi, söz konusu varsayımın, durmadan tekrarladığımız üzere, ahlâk yönünden doğuracağı sonuçları t a r t m a k gerekir.

Ahlâk yönünü b i r yana bırakırsak, sa l t b i l i m açı­sından bile Danv inc i l e r in , 'türlerin tümüyle değişebilir-liğ'i varsayımına bağladıkları aşırı umutları paylaşma­y a n çağımızın birtakım önde gelen ev r im b i l imc i l e r i vardır.

E K L E R İ L E K A Y N A K L A R

1 B i r külliyatın içerisinden birtakım metinler seçilirken, esasında bir ter ­c i h demek olan bu işin, ger i götürülebileceği herkesçe benimsenebilir genelgeçer bir kıstası bu lmak hemen hemen imkânsızdır, geçme, onu yapanın, çoğu kere, Öznel tutumu İle nesnel l ik anlayışına bağlıdır. B u r d a k i geçmeleri de nitekim, asıl i lg i alanımız çerçevesinde yaptık : Canlılar üzerine araştırmalara Aristoteles, hangi esaslardan, i lkelerden k a l k a r a k girişmiştir; bireyoluşa, özellikle de so-yoluşa ilişkin görüşleri ne le rd i r?

Söz konusu metinler, yüzyılımız da içerisinde o lmak üzere, Aristoteles 'ten sonrak i bütün çağları derinden etkilemiştir. Çünkü onlar, canlılarla .ilgili araş­tırmalar için hep k a y n a k met in durumunda kalmışlardır. Y i n e onlar, gerek bu­gün bizler için bile daha t a m anlamıyla çözülmüş sayılmayan can lmm temel prob-lematiğini i lk kez bi l imsel s istemli l ikle dile getirmeleri ; gerekse biyolojinin ol­duğu kadar felsefenin, felsefenin olduğu kada r da biyolojinin tarihî t e r im ile k a v r a m dağarlarını barındırmak bakımından paha biçilmez önem. taşırlar.

B u metinler in Önemine ilişkin bel i r tt ik ler imizin yanı sıra, bunları Türkçe­leştirmenin ne çetin bir iş olduğuna değinmeden geçmemiz 'doğru olmaz. Zorluk, i l k in Aristoteles ' in kullanmış bulunduğu ter imler İle kavramların, bugün baş­vurduklarımızdan yer yer çok farklı a n l a m taşımış olmalarından i ler i geliyor. Metinler nitekim, her ne k a d a r doğal nesnelerle, öncelikle de canlılarla i lgi l iyse de, bunlar bell i b ir felsefe anlayışı, giderek s i s temi çevçevesinde ele alınmış oldukları gözden. ırak tutulmamalıdır. Felsefî mülâhazaların işe karıştığı yerde kav r am la r üzerinde işlemler ile yorumlar da söz konusudur. K a v r a m l a r üze­r ine işlemler ile yo rumla ra giriştiğimiz düzlem ise, kültür ortamıdır. Kültür or­tamı da, özellikle başlangıçları belirsiz bir 'geçmiş zaman ' —gelenekler , göre­nekler, alışkanlıklar, âdetler, ahlâk, h a k hukuk, adalet anlayışları, üretim—'¬tüketim tarzları ile amaçları, yöneten —yönetilen ilişkileri...— tabanına oturmuş 'şimdiki zaman'dır. 'Şimdiki zaman'ı, 1) manevî tar ih arkaplânı kadar, 2) hava, su, sıcaklık, kuru luk , nem türünden ik l im şartlan ile coğrafî konum da önemli ölçüde belirler. Sözü edilen boyutlarından ik i s i yahut en azından b i r i değişti mi, kültürün kendisinde de birtakım başkalaşmalar meydana gelir. Kültürdeki baş­kalaşma oranı, boyutlardan ik is in in y ahu t bir inin değişme derecesine bağlıdır, işte zor iş, z a m a n l a başkalaşmış yahut öteden beri farklı olan kültürler arasın­da bir 'asgarî müşterek' tesbit etmektir . N i tek im, Arno ld J . Toynbee 'nin bel irt ­tiği gibi, 'herhangi bir toplumun ta r ih i ile ta r ih in yoğurup biçimlemiş bulunduğu anlayış arasındaki bağ, bir toplumun b l im anlayışı ile doğal çevresinin sunduğu biteviye görünümler arasındakine oranla çok daha sıkıdır» -—Arnold J . Toynbee : «Greek Civ i l izat ion a n d Characte rs , v i i . s ay f a ; Mentor, New York , 1953.

316

T a r i h i n yoğurup biçimlediği anlayışlar, en özlü şekilde doğal dillerde a n ­latımını bulurlar. Böylelikle bunlar arasındaki i r i l i ufaklı başkalıkların ifade­siyle de yine doğal dil lerdeki farklılıklarda karşılaşıyoruz. B e l k i ifadesini Mısırcada bulmuş olan E s k i Mısır, Sanskritçe ile Palicede bulmuş olan E s k i Hint , Çincede bulmuş olan E s k i Çin anlayışına oranla ifadesini E s k i T u n a n c a d a bulmuş olan Eskiçağ E g e düşünce düzeni birçok sebepten ötürü bize daha yakın gelebilir. He r şeyden önce Eskiçağ E g e dünyasının coğrafî konumu ile buna bağh o la rak i k l i m şartlarını önemli ölçüde paylaşıyoruz. Dolayısıyla, söz konusu Eskiçağ E g e dünyasıyla, bu a rada mensubu olduğumuz i s l a m medeniyet i a r a ­cılığıyla da, evrene, insana, bilgeliğe, gündelik yaşayışa ilişkin esaslı k i m i ortak kavrayışlar ile değer yargılarına sahibiz. E v e t , bütün bunlar doğru olabilir. A n ­cak, gözden kaçırılmaması gereken bir nokta var ; o da, Eskiçağ E g e dünyasın­dan son derece ayrı bir kültür ortamında yaşıyor olmamızdır. B u da yine, ortak bildirişme aracı o larak E s k i Yunancayı ku l lanan toplumlardan çok farklı bir dil duyuşu üe sezigisine sahip bulunduğumuz anlamına gelir. Kaldı k i , Eskiçağ E g e dünyasında tümüyle o r tak bir di l tedavüldemiydi, sorusu da yerindedir kanısındayız. B i r kere, başlıca dört lehçe — A k a c a (Mikenler ile Knossosluîarca, A r k a t y a ile Kıbrıs'ta yaşayanlarca kullanılmıştır), E o l c a (Tesalya 'da, Beotya ' -da, Batı Anado luda konuşulmuştur), İyonca (Batı Anadoluda, At t ika 'da , Eğ -riboz'da, K i k l a d adalarında geçerliydi), Dorca (Lakonya 'da , Gir it ' te , Rodos'ta, Te ra 'da , Ahhaya 'da , Eto lya 'da , E p i r ile S ic i lya 'da kullanılmıştır)—- arasında ne denli'anlaşma ortamı kurulabilmiştir? Üstelik bütün bu birbirlerinden pek farklı lehçeler, yüzyıllar boyunca Önemli değişikliklere uğramışlardır. Ne v a r k i , M.Ö. V I . yüzyılla b i r l ikte Atina'mın, E g e , giderek bütün Akden iz havzasında etkis in i iy iden İyiye duyurmasıyla, A t t i k a İyoncası, Eskiçağın her a l andak i geneîgeçer bildirişme aracı hâlini almıştır. Çalışmamızda söz konusu olan me ­tinler de A t t i k a îyonyacasınm en olgun, en klâsik örneklerinden sayılmakta¬dırlar. B u n u n l a birlikte onlarda geçen kav ramla r ile ter imlerin çevirisi y ine de sorun o lmaktan geri kalmıyor. B u söylediğimizi en seçikçe belgeleyen te­r imlerden b i r i "t6hne'dir, sözgelişi. A v r u p a d a yapılmış çevirilere de b aka r ak 'tebne'yi hep 'sanat ' diye Türkçeleştirmişiz. 'Sanat ' ise, çağdaş Türkçenin z ih ­niyet i uyarınca, bir bakıma 'bil im'in zıddı gibi görülür. M.ö. V i le I V . yüzyılların A t t i k a lehçesinde oysa, tehne' i le 'episteme' a r a smda böyle bir zıtlık söz konusu değüdi. N i t e k i m Platon 'da olduğu üzere, Aristoteles 'te de 'tekne', y e r yer 'sanat' , 'zanaat ' , ' sanayi ' , 'bi l im' anlamlarına gelebilmiştir. İmdi bu terime, y e r aldığı bağlama göre, Türkçede anlamını aşağı yukarı verebilecek birtakım karşüıklar önerilebüir; meselâ :

( a ) «Bu ter im, John L y o n s ' a bakılırsa, «hayatî o lmakla b ir l ikte , çevrile­mez cinstendir. 'Sanat ' ( Ingi l izcesi , ' A r t ' ) , alışılagelmiş bir karşılıktır. Z aman zaman ancak, 'B i l im ' ( 'Science' ) bunu daha i y i karşdayabûir. 'Tehne', an l amca 'Uzmanlaşma'yı ( 'Special ization' ) imâ eder. B u bakımdan heykeltraşlıktan (sculpture) ziyâde, kunduracılık ( sheomaking ) , 'tehne'yi an lamca çağrıştırır.

(b) B i z i m bugün 'sanat ' tan anladığımız, 'tĞhne'yi t am olarak yansıtmaktan uzaktır. B u n u n l a birl ikte, 'sanat ' gibi, 'tehne' de an l amca uygulamaya-dönüklüğe (pract ica l ) ağırlık verir. Y i n e de ' sanat ' bize kayıt ku ra l tannnaz bireysel y a -

317

r a t m a anlamını hatırlatır. 'Téhnë' İse, daha- ziyâde yönü yöresi iyicë belirlenmiş bilgi (knowledge) ile yapabilirliği (abil ity) ifade eder k i , biz buna bugün ge­nell ikle 'Zanaat* (Technique ' ) yahut . 'Mes lek ' ( 'Profession') diyoruz.

(c ) A n c a k 'téhnè', ' teknik ' in çağdaş anlamından daha kuşatıcıdır; daha da önemlisi, bambaşka bir düzlemde yer alır. 'Téhnê' öyleyse, ' teknik ' olmadığı gibi, 'güzel sanat la r ' anlamındaki 'sanat ' da değildir...» — J o h n L y o n s : «Structural Semantics» / «an ana lys i s of part of the vocabulary of Plato», 98. s ay f a ; B a s i l B lackwel l , Oxford, 1972.

B u çeşit mülâhazalar, yalnızca 'zeXvrf. *GÜÎ değil, a m a meselâ * eTCi6Tf| |XT| *,

'6o3>ia' 'upeTVj ' ë*bl, daha başka birsürü söz ile ter im için de bahis konusudur.

Aristoteles metinler inin Türkçeleştiriimesindeki zorluğun ik inc i başlıca se­bebi o larak da, genelde doğa bi l imleri alanında oluşturulmuş ve oturmuş bir te­r i m dağarına rahatça el a tmaktan henüz yoksun bulunması yüzünden, canlılarla i l int i l i araştırma sonuçlarını ifade edebilecek tekn ik te r imler i Aristoteles ' in, ço­ğunlukla günlük dilden derlemiş olmasını gösterebiliriz.

Çalışmamızda belirttiğimiz kaynak l a rdan d a anlaşılabileceği üzere Ar i s tote ­les' in, genellikle, i lk k e z Türkçeleştirilen yazılarını çevirirken, E s k i Y u n a n c a -dan ik inc i b ir dile yapılmış, felsefe ve filoloji âfemince de kabu l görmüş, en i t i ­barlı tercümelere dayanmağa özen gösterdik. B u n a rağmen, sayın okuyucunun karşılaşacağı her çeviri ile yorum yanlışının sorumluluğu, elbette bu çalışmayı hazırlamış olandan başkasına aid olamaz. N i t ek im yapmış olabileceğimiz çeviri i le yorum yanlışlarının daha seçikçe âlgüanabilmelerini sağlamak amacıyla Türkçe karşılıklarını Önerdiğimiz ter imler in, kavramların ve k i m i Önermelerin, öncelikle Aristoteles'çe kullanıldıkları biçimde, asıllarını d a sunmaktayız.

2 B u r d a 'bil imler'den 'doğa bi l imleri ' anlaşılmalıdır.

3 Ar istote les : «Nikomakos Ahlâkı» («Ethikön Nikomaheion»), V I . k i tap 1139b/18-36, Y u n a n c a - Fransızca, çeviren : Jean Voi lquin; Ga rn i e r Frères, P a ­ris , 1940; ,,. ing i l izce çevirisi : J . A . K . Thomson, H u g h Tredennlck, Jonathan Ba rnes ; Penguin Books, Londra , 1979.

4 Ar i s tote les - : «Protreptikos», I (20) , bkz : Werner Jaeger" : «Aristotle» —^fundamenta ls of the history of h is development*—, 69. sayfa , Amıancadan îngilizceye çeviren : R i c h a r d Robinson; Oxford Univers i ty P re s s , Londra , 1967.

5 B k z : P l a ton : «Gorgïas» (448c), Y u n a n c a - Fransızca, çeviren : A l f red

Croiset ; Société d 'Edit ion «Les Belles Lettres», Pa r i s , .1961. .-¬

6 Ar istote les i «Metafizik»: («Métaphysique») Pransızcaya çeviren : J . Tr icot , önsöz : A . Diès; L ib ra i r i e Philosophique J . Vr in , Pa r i s , 1933. «Ta Meta t a Physika» — A Rev i sed T e x t w i t h Introduction and Commentary by S i r W. D a v i d R o s s — ; Oxford, 1924.

7 «Kimileri»yle, Protagoras kasdedilmlş olmah.

318

8 Aristoteles : «ikinci Analitikler» («Analütika Hüstera» : «Analytica Posteriora»), S i r Dav id Ross'ım gözetiminde G .R .G . Mure tarafından îngilizceye çevrilmigtir; Oxford Un ive r s i ty Press , Londra , 1950.

* K r z : Immanue l K a n t : «Kritik der reinen Vernunft», B. 2 (20) , B 134, B 578; Inse lver lag , Leipzig , 1933.

9 K r z : P . J . C . J . Nuyens : «Aristoteles' Persoonlijkheid», 77. say fa «Autour d'Aristote»da, s : 69-78; Publications Univers i ta i res de Louva in , Louvain , 1955.

10 Aristoteles : «Metafizik», A., 17 (1022a/10).

11 Aslında Aristoteles ' in deney verilerinde günümüz bi l im seviyesinin açı­sından h a t a a r a m a k yersizdir , öyleki be lki densizliktir, denilebilir. Z i r a d ikkate alınması gereken yalnızca aramızdaki i k i bin küsur yıllık bilgi b i r ik imi farkı değildir. E n azından bunun kadar önemli bir başka etken de Aristoteles ' in, han­gi o r tamda eserlerini meydana getirmiş olduğudur. Görebildiğimizce, eser üe o r tam arasındaki i lgi pek zayıf. D a r an lamda büimsel, nesnel araştırma üslubu yönünden Aristoteles, nerdeyse öncesizdi, selefsizdl. Ar istoteles ' in tar ihteki bu konumunun bilincinde oluşu da bayağı i lg i çekici bir vakıadır, işte onun şu söz­le r i tesbit imizin açık belgesidir :

X X X I V 183b « imdi amacımız, konu edindiğimiz herhangi b ir sorun hakkın­

d a en genelgeçer öncüllerden (èvSoÇoTCtTCûv) k a l k a r a k akılyürütme (6uM.oyıçfi0ç) istidadını keşfetmektir. Z i r a ancak bu yoldan hem tartışma (f| ôtaXeKTÔç) he * " üe deneme sınama (fj %eıpa) s a n a k

5 edinilebilir...» Ne v a r k i maksa t , Aristoteles 'e göre, yalnızca bu s a ­natın edinilmesi olmamalıdır. N i tek im tartışma yöntemleri üe bilgi gösterisi Safsatacılık sanatında da ye r almıştır. B u nedenle i leri sü­rülen görüşün ne denli kes in olduğunu tanıtlamaktan da önemlisi, genell ikle olabüir diye kabu l gören görüşlerin desteğiyle savımızı kanıtlamağa gitmektir . Cevaptan önce gelen, doğru cevaba imkân hazırlayan i y i düzenlenmiş sorgu lama yöntemini kotarmaktır(...) «Nitekim Sokrates ' ln, sormağı, sorularına cevap aramağa terc ih etmesinin sebebi buydu. O, işte bu bağlamda, bir şey bümediğini

10 bildirmiştir...Ayrıca sormanın yahut b i r bütün o la rak sorgu lama düzeninin nasıl, sorgulayıcının akıl yürütmelerine ver i lecek cevaplar üe sunu lacak çözümlere ilişkin sorunların neler olduğunu da gös­terdik . . .

15 Burda , amaçladıklarımızı baştan sona ta tmin edici b ir düzlemde götürüp sonuçlandırdığımız açıkça ortadadır. Şu v a r kî, bu çalış­mayı hangi şartlar altında sürdürmüş olduğumdan da biraz söz etmeden geçmemeliyim. B i r kere , he r yen i keşif, önceki biryığm zahmetl i , sıkıntılı araştırmanın a z a r a z a r b i r ikmes in in sonucudur,

20 özgün keşiflerin yo l açtıkları atılımın çapı i lk in küçüktür. Ancak , bir kere boşandırnımş gelişme, z aman l a elden ele devredilerek zen-

31Ö

güıleşir. Nereye baka r s ak bakalım, 'en önemlisi başlamaktır' diyen atasözün onandığını görebiliriz. A n c a k başlamak, en önemli olduğu kadar,, en zor işdlr de. İlerde yaratacağı etki ler bakımından nice büyükse, çapı yönünden de göze bile çarpmayabilecek kada r kü-

25 çüktür. Şu va r k i , i l k başlangıç bir ke re yürürlüğe konuldu mu, sonra geliştirilip buna yeni yeni halkaların eklenmesi daha ko lay olur. . . işte burda yürütmeğe çalıştığımız, başlangıç aşamasındaki b i r araştırmadır. Onu dayatabileceğimiz, ger i götürebileceğimiz,

30 kendisinden çıkarabileceğimiz öncü yoktur...»

Aynı parçayı George J . Romanes, makalesinde bize şöyle a k ­tarır : «Dayanabileceğim bir esası, yararlanabileceğim bir numuneyi hazır bulmadım... İlk adımı atan ben oldum. Çapı u fak o lmakla bir ­l ikte , uzun boylu düşünülerek taşınılarak atılmış bir adımdır bu. Atılımın, i l k adım olduğu as la unutulmamalı; bundan dolayı da gö­rülebilecek yanlışlıklara d a h a bir insaf la bakmak gerektiğine inanı­yorum...» —«Aristotle a s a Naturalist», 289. sayfa , «The Contem­porary Review» da, s : 275-289, c i l t : L I X , J a n u a r y - J u n e 1891; I s -bister a n d Company, Londra .

Parçayı çevirmiş o lmak la birl ikte, Romanes, bunu hangi k a y ­n a k t a n almış olduğunu ne yazık k i belirtmiyor. Parçanın genel h a ­vası, Romanes ' in makalesinde aktarılanın aynısı olmasına rağmen, gerek «Loeb» dizisinde yayımlanmış olan metnin aslı, gerek E . S . Poster ' in gerekse "W.D. Ross 'un çevirileri, ifade tarzı açısından adı geçen makalede aktarılandan önemli ölçüde ayrılmaktadırlar.

B u kısa fasılanın ardından bl2 yine asıl metnimiz i izlemeği sür­dürelim :

184b «...İşte bu sıraladığım gerekçelere dayanarak derslerimizi din­leyen yahu t okuyan sizler, b i r çeşit başlangıç durumundak i araş­tırmalarımızın, öteden ber i aktarüagelen yöntemlerle karşılaştırdık-

5 ça, üstün yanlarını tesbit ederseniz, takdirinizi , eks ik ler in i görürse­niz, affmızı esirgemeyiniz» —«Safsatacdarın Çürütülmesine Dair» ( «Per i Sof ist iken Elenhon»), Y u n a n c a - ingi l izce, çeviren : E . S . Förs­te r ; «Loeb C l a s s i ca l Library», W i l l i a m Heinemann, Londra , 1965; «De Sophisticis Elenchis», I n g i l i z c e s i : W.D. Ross ile W.A. P iokard ; Oxford Un ive r s i t y Press , Londra , 1950.

12 «Exercitations Concerning Generation».

13 George H e n r y Lewes , bkz : George J . Romanes : «Aristotle as a Na tu ra ­list», 287. say fa .

14 B k z : George J . Romanes : A.g. yazı, 285. sayfa .

15 . Ar istote les : «Nikomakos Ahlâkı», V I . k i tap , (1139b/18-36).

16 Aristoteles : «Hayvanların Oluşmasına Dair» ( «Peri Zöİön Genezeos»), Y u n a n c a - ingi l izce , çeviren : A . L . Peck ; «Loeb C lass i ca l Library», W i l l i am Heinemann, Londra , 1953 **) Günümüzde arüar hakkında başlıca büinenler şun-

320

lardır : Uç çeşld arı vardır : 1 ) Olgunlaşmış dişi olan'anaarı; 2) t a m olgun­luğa ermemiş bir dişi olan işçiarı; 3) erkekarı, Anaarılar, yumurt lar . Çoğunluk­ça kabul gören görüş uyarınca, döllenmemiş yumurta la rdan erkekarılar, döl-lenmişlerdense, anaarılar ile işçiarılar çıkar. Koğanda nüfus aşırı derecede a r ­tınca, sürü hâlinde göç başgösterir. Sürü, yen i yuvasına yerleştikten sonra anaarı, 'evlenme uçuşu'na başlar. B u uçuşta kendisine • birtakım erkekarılar eş­l i k eder. Uçulacak tüni mesafenin ortalarında çiftleşilir. Ardından anaarı, y u ­v a y a döner. Y a z bittiğinde erkekarılar, işçiarıl arınca kovulur lar . Anaarılar ile işçiardar, benzer yumurta la rdan meydana gelirler. Bunun la birl ikte, a n a a n -l a r m hücreleri daha iridir. B i r anaarı ('kraliçe' yahut 'arıbeyi') kurtçuğu ( lar ­vası) gelişmesi boyunca arısütüyle beslenir — b u özel besin, işçiarüarmca h a ­zırlanır. B u n a karşılık, işçiarılara da bu besin yalnızca kısa bir süre —üç y a ­hut dört gün— boyunca veri l ir . Bunun dışında işçiarılar, balla ve sindirilmiş polenle beslenirler. Tahminlere göre, çok nadir hâllerde işçiarılar, döllenmiş yumurtadan anaarı, döllenmıemişlerdense işçiarı dünyaya getirebilirler. B i r iş­çiarı, gelişmesini üç haftada tamamlar . B i r anaarı onaltı günde; bir erkekarıysa yirmldört günde erginleşebilir.

17 K r z : F . S . Bodenheimer : «The H i s t o r y ' o f Biology», 87. s ay f a ; Dawson and Sons, Londra , 1958.

18 Teorik biyoloji, B İYOLOJİ F E L S E F E S İ denilen kendi içerisinde bir bütünlük oluşturan araştırma alanının ancak bir kes imid i r — d a h a ayrıntılı bü-gi ler İçin bkz : Teoman Duralı : «Biyoloji Felsefesine Giriş Denemesi», «Fel­sefe Arkivi»nde, s : 161-184, say ı : 22-23; I.Ü. Edeb iya t Fakültesi Yayınları, İs­tanbul, 1981.

19 Eskiçağın E g e dünyasında 'füzls' dediklerini 'doğa' sözüyle karşılamağa çalışıyoruz gerçi. A m a onların, 'füzis'le an l a tmak istedikler ini biz, 'doğa'yla t a m veremiyoruz. H e r ne denli füzis' de, 'doğa' gibi, 'füzein' masdarıyla, yâni 'doğmak'la, 'türemek'le, 'üremek'Ie, 'serpilnıek'le, 'bitmek'le, 'dallanıp budak­l a n m a k l a , 'oluşmak'la, 'o lmak' la, 'olagelmek'le, 'meydana gelmek'le i lgil iyse de, buradak i 'füzein', Türkçedeki 'doğmak'tan, 'türemek'ten, 'üremek'ten, 'serpi l -mek'ten, 'bitmek'den, 'dallanıp budakianmak ' tan, 'oluşmak'tan, 'o lmak'tan, 'olagelmek' ile 'meydana gelmek'ten âaha, sınırlı, daha belirgin bir an lamla yük­lüdür. 'Füzein', bell i b ir gayeye erişilecek 'tarzda- üreyip serpi lmek demektir. B u f i i l in isimleşmiş şekli olan 'FÜZIS ' de şu hâlde, bir —doğal— varlığın kendi l i ­ğinden başka b i r in i 'doğurma'sı, yeni 'doğan'ın da özü gereği gayesine doğru yo l a l a r a k serpil ip gelişmesi ve doğurması biçiminde tasavvur edilmiş bir düzeni düe getirir, Görüldüğü gibi 'FUZİS-de sürekli 'doğma' ile ^doğurma' etkinliği söz konusudur. 'Doğan', İlkin 'doğurucu' etkenlerde bir 'güc' o larak saklı du­r u r : ' D U N A M I S ' . Sonra 'doğum'la bir l ikte. kendinden.'gerçekleşmeğ'e koyulur ; büyür, serpüip gelişir : ' ENERGEÎA ' . Ardından 'doğuran' yahut 'doğurtan' güç­lerden b i r i hâline gelir k i , bu aşamada söz konusu varlık, kendinden kendis ini 'gerçekleştirir' artık : ' E N T E L E H E l A ' . E n sonundaysa- 'güc'ü gittikçe azalıp tükenerek varlık, 'gerçekleşmişliğ'inin doruğundan. uzaklaşmağa başlar : ' F T O R A S ' . !FUZÎS'. Öyleyse, bir. yanda 'gerçekleşmeğe teşne güc' olan 'dûna-

321

mls' i , öbür y a n d a 'kendinden gerçekleşmig güc* olan 'enteleheiâ' İte 'gerçekleş-mişliği bozulmağ'a başlayan 'ftoras'ı da; birinden ötekisine yol a l an 'süreç' olan 'energeia'yı da 'kucak layan ' 'VARLIĞ' ın ( 'UZÎA'nın) yer aldığı Öncesiz sonrasız, bir anlamda, kutsa l , tanrısal 'DÜZGÜNLÜK ' tü r ( 'KOSMC-S ' t u r ) ^ . Hiçbir -var­lık', şu durumda, ne sa l t 'dünamis'tir, ne sa l t 'enteleheiâ' ne de sa l t 'ftoras'tır. Be l i r l i b ir 'varlık', bell i bir 'dünamis'ten bell i b i r 'enteleheia'ya, bell i b ir 'ente-leheia 'dan da belli b ir ' ftoras'a geçiş durumundadır. He r belli b ir ' ftoras' yine belli bir 'dünamis'in, belli 'dünamis' belli bir ,'enteleheiâ'nm, bellf 'enteleheiâ' İse bell i bir ' ftoras 'm 'haberci 'sidir. Başka bir ifadeyle : H e r * 'düna­mis ' , a id olduğu varlığın 'telos'unu barındırmakla 'en*tele-heia'drr ( 'gaye-taşır-güç'tür). Giderek 'telos' da, serpilmiş, dallanıp, budaklanmış !dünamis'ten başka bir şey değildir. 'Varlık', şu durumda, belli b i r aşamasında 'imkân-hâ-lindeki-güç' ('dünamis') olmağa daha yakınken,. başka bir aşamasında 'etkin-leşmiş-güç' ( 'energeia' ) o larak görülür. 'Etkinleşmiş-güç' durumundaysa 'varlığ'm 'gerçekleşmiş-gaye'sl ( 'telos'u) git gide 'görünüm'e çıkar. E l d e k i 'var-lığ'ın 'telos'u ise, bu 'varlık'tan doğacak yeni 'varlığ'm 'telos'unun da 'dünamis'-İdir. öyleyse her 'telos', kendisinden sökün edecek 'telos'un 'dünamis'i, aynı soy çizgisinde türeyeceklerin de 'dünamisler'i ('5uvap,Eiç'i)dir. A m a her 'dü­namis ' de, kendisine vuout vermiş 'etken' in ^telos'udur.' İşte bu düzlemde İş­leyen ' D Ü Z G Ü N L Ü K ' ( ' K O S M O S ' ) , 'DOGA'dır ( 'FÜZÎS'tir ) —Ar i s tote les ' in 'dünamis'i i/'teîos'lu 'Füzis' anlayışıyla E s k i Çin düşüncesinin;. 'Tin/Yang'lı 'Tao ' tasavvuru karşılaştırıl abilir.

İmdi 'Füzis', palamudun, mut l aka meşe hâline gelmesi, meşeden de, mut laka

tir» diyor Aristoteles. «Başka bir anlamıyla da o, çoğalmayı sağ­layan, çoğalmaya yo l açan içkin, içe a id Uk unsurdur^ . Bu , aynı

15 zamanda he r doğal varlığın özünden, bağrından kopan i lk hareket in de i lkesidir . B i r varlığın, başka bir varlıkla y a temasa gelerek, y a doğal şekilde birleşerek yâ da embriyonlarda gördüğümüz gibi

20 kaynaşarak artması (fj aöi;iç) > 0 varlığın doğal çoğalışıdır

(f) $ur| ) • Doğal birleşme (6ûj.i<&u6iç) - temastan (d<Df|) farklı

N l Bahse konu mütalâaları önemli ölçüde S a y m Ne rmi U y g u r ' a borçluyum.

Aristoteles ' te 'dünamis', 'energeia', 'ehteleheia', 'kinezls ' sorunlarıyla i lgil i mülâhazalar için Mar t in Heideğger'in, 1931'in y a z yarıyılında okutmuş olduğu derslerden derlenmiş «Aristoteles, Metaphys ik 0 1-3, Von Wesen und W i r k ­l ichkeit der Kraft» —Vititorio K los te rmann , F r ank fu r t /Ma in 1981-başlıkh k i ­tabın öncelikle 7. satırına («Überlegungen zum Gang de r ganzen Abhandlung

über 5ovanıç u n d svgpve i a »> s - 49-56) byz. s ;

N 2 Aristoteles, «içkin unsur»la tohumu kasdetmiş olmalı.

Felsefe A r , F . 21

322)

bir şeydir, gu son anlattığımız durumda, söz konusu o lan temasın, ta kendisidir . O y s a doğal birleşmede, değişik i k i varlığı özdeşleş-t i ren bir şey vardır, işte bu şey, basit bir temas yerine, gerçek bir

26 kaynaşmaya yo l açıp varlıkları nitelikçe değü de, nicelikçe ve sü­rekl ice birleştirir. Sunî, doğal .iOİmayan ( (in <Pu6ei) * nesnenin, başka b i r deyişle, biç'imlenmemiş, kendi gücüyle değişemeyen mad ­denin, kendisinden meydana geldiği i lk unsura da doğa denir. Sözge-

1 lişi gerek -tunçtan heyke l in gerekse tunçtan yapılma öteki bütün 30 nesneler in doğası tunçtur. Aynı şekilde, tekmil ahşap nesnelerin

doğası tahtadır... Doğal varlıkları meydana getiren ateş, toprak, h a v a i le s u g i b i t e k tek unsu r l a r a da bunların topuna birden de doğa

. sözü kullanılır. Başka b i r an lamda doğa, doğal varlıkların biçimsel

35 cevher i hakkında da söylenir Asye ra ı fj Oö6ıç f\ TC&V <£û6ei ÖVTGJV

o£)6ıa...) B u d a doğanın, bir i lk, b ir temel karışım olduğunu i ler i

sürenlerin görüşüdür. Empedokles , 'hiçbir varlığın doğası yoktur ;

15a olan, sadece karışım ( Ü,ÎÇÎÇ ) i l e karışımın ayrışmasıdır (Sm'k'kafy.ç

TE |xtysvTÇov) * doğa da, insanların yakıştırdıkları bir addan bagka

bir şey değildir' demiştir. Bundan Ötürü, oluşmanın (yıyveöOaı )

y a h u t varoluşun (g îvai ) doğal i lkesini kapsamak l a bir l ikte, he r do­

ğal o la rak varolanın yahut oluşanın b i r biçim (gtSoc) i < i e görünüşü

^ (HOpOfj ) y o k s a doğasının da henüz bulunmadığı söylenir. Öyleyse doğal nesne, madde ile biçimin, birleşmesinden meydana gelir, işte gerek hayvan l a rda gerekse onların parçalarında olan da budur. Do­ğa böylelikle İlk maddeden (jzpoixy] İ5Xl\) ibaret değildir, i l k madde de, y a nesnesine göre y a da genel o larak .ilktir, esastırna. işte tunç¬

. t an yapılma nesnelerde tunç, kendis inden; imâl edilmiş nesnelere

10 göre, i lkt i r . A n c a k , genelde düşünülecek olursa, ük madde, sudur. Z i r a gerçekten de, her nesne suda erir . Ne va r k i a z y u k a r d a be­lirtildiği üzere, doğa, i l k maddeden, ana maddeden başka, biçim

(sîSÖç) yahut öz (oööıa) i c i n de denilebilir; çünkü o, oluşmanın tamamlanmış' hâlidir, sonucudur; N ihayet mecaz yol lu söylersek, her öze doğa adını da verebi l ir iz . B i r şeyin doğası, b ir bakıma, onun özüdür de ondan.

Bütün şu söylediklerimizden, en temel anlamıyla doğa'nm, tek başına hareket ler in in i lkes in i kendi bağniarmda taşıyan varlık-

N3 'Hk madde 'y i 'Asıl Madde'den ayırdetmek gerekir. 'Ük madde', b ir s on r ak i şeye göre i lkt i r , temeldir ; s on rak i de, kendis in i izleyecek şeye göre Ön­cedir, Üktir. Görüldüğü gibi, ' i l k madde* hep..görelidir. B u n a karşılık, 'Asıl Mad­de' yahut ' A n a Madde', m u t l a k anlamda, hiçbir surette belirlenmemiş olan kuvve (dünaınla)tür. . ' •:>.- S' ;

323

ların özü, cevheri, taşıyıcısı (oûöia) demek olduğu ortaya" sıkmak­tadır. Maddeye İse, ancak bu i lkeyi almağa y a t k m olduğunda doğa

15 denil ir . Ayrıca madde,yine sözü edilen i lkeden sökün eden oluğma'lle Soğalmaya bağlı bulunduğu oranda doğa adıyla anılabilir. Doğa> bu' belirtilmiş an lamda doğal varlıklara bir bakıma içkin olan hareket in

y a 'olabüir-güç', 'gûvauiç' y a da 'gerçekleşmiş-güç', 'SvxsXsxsia* tarzındaki ilkesidir» —«Metafizik» A., 5; metnin Y u n a n c a aslı için bkz : Aristotelous t a Meta t a Physika», revised text w i t h introduction a n d commentary by W.D. Ross, Clarendon Press , Oxford, 1924.

B u r a y a dek bildirilenlerden, he r ne denli 'füzis'i 'doğa'yla karşüamağa çaba harcıyorsak dahî, yine de İkinci kel imenin, b i r inciy i vermekten, yansıtmaktan uzak kaldığı (kolayca görülüyor.

B u farkldık, birçok başka sebebin yanı sıra, çağdaş Türkçe üe E s k i Y u -naneanın, genel medeniyet ta r ih i içerisinde değişik birer ifade gücü edinmele­rinden i ler i gel iyor olmalı. E s k i Yunanca , henüz yürürlükteyken insanlar , 'füzis'-Ie organik bir bütünlük içerisindeydiler. O dönemlerde 'füzis* için söz konusu olan, şüphe yok, 'doğa', daha doğrusu, onun selefi durumundaki 'tabiat' için de öyleydi. 'Füzis', insanlığın, henüz doğal, öyleki evrensel bütünlükten kopmadan önceki dönemlerde durakalmış-tır. Hâlbuki itabiat', medeniyetin genel gidişine a y a k uydu ra r ak 'doğa'laşmıştır. D a h a açıkçası: Vakt iy le 'tabiat', belli türdeş varlıklardan üreyip zorunlu lukla bel ir l i bir biçime erişmek çabasındaki varlık­ların uyumlu — o r g a n i k — bütünlüğü şeklinde anlaşılırken, aşağı yukarı X V I . yüzyıldan beri gittikçe, gelişigüzel nedenlerin, baştan nasıl olacakları iyice ke s ­t i r i lemeyen maddî etkenlerin meydana getirdikleri bir m e k a n i k süreç1 tarzında kavranılır olmuştur. O günler ile bu günler arasındaki fark, a k i m havsalanın zor kavrayabileceği kadar büyüktür. §Öyle düşünelim bir kere : Günümüzde bir yerden başka b i r yere gidecek bir kimse, arabasına b in ip : aracım sürecektir. Başka türlü söylersek : i n s a n beyni ile elinden çıkma araba, demir yahut- ben­ze r i nesneler i le biryığın madenî kablodan meydana gelmiş olup yolcu ile eşya taşımaya y a r a r bir araçtan öte b i r şey değildir. Onu sürenin d i k k a t i de a s ­falt yahut beton bir yo l ve onun kenarlarında yer a lan birsürü madenî işaret lev­hası ile ışıklı göstergeye şartlanmış' durumdadır. O kişi, mes lek ' gereği can ­lılarla uğraşsa bile, bun lar la a n c a k son derece karmaşık c ihaz lar aracılığıy­l a geçiçi b i r süre için ilişki kurmaktadır. Bunun dışında, canlıyla doğal o larak doğrudan doğruya hiçbir alışverişi yoktür. O y s a yo la atı sırtında çıkan kişi için durum böylemiydi? B in i c i s i gibi, a t da, etten 'kemikten, kandan sinirden oluş­muş, anneden doğma Mr yaratıktır. Nice duyarlıktan yoksun o lursa olsun b i ­nicis i , i s ter i s temez bir yerden s on r a onu adam ile yük taşımaya y a r a r nesne olmanın ötesinde görmek zorundadır. Z i r a demirden, plâstikten, camdan, c a m elyaftan ve daha başka malzemelerden meydana gelen ara&anın tersine, at, ken ­disini önünde sonunda canlı kanlı bir dosd o larak benimsetecektir. B inic imiz , hek im, baytar , çiftçi yahut doğa araştırmacısı olmayabil irdi . Y ine de ortamı gereği doğayla içli dışlıydı. H e r şeyden önce, ister kentli, i ster köylü olsun, herkesin, insan elinden çıkma-çevresi, çağımızdakiyle karşilaştınlmayacak k a -

324

dar dardı. B u sunj, beşerî çevrenin hemen dışında kâh tüm hışmıyla, kâh a l a ­bildiğine sevimlüiğiyle, yüceliğiyle doğa başlıyordu. Doğal çevre, aslında ye r ye r beşerî olanın içlerine de sızmaktaydı. Oturu lan konutların altında yahut bitişiğinde ye r a lan ahır,, ağıl, kümes, kulübe çeşidinden barınaklarda yaşayan­l a r a yalnızca birer alet edevat .gözüyle bakümayıp bunlar nerdeyse aileden s a ­yılırlardı. He rke s in tarlası, bağı, bostanı bu lunmasa büe, en azından bahçesi ol­muştur. Bütün bunlar İse, her insanın aklına, gönlüne, öyleki bilinçaltına do­ğadaki dengelerle, gelip geçiciliklerle üintili b ir duyuşu, bir algıgücünü 'ekmiş'tir. Nasıl, 'füze' devr i günümüzde, bozulan arabasına i lk müdahalede bulunamayan yahu t evinde atmış sigortayı değiştirmekten aciz kişinin hâli bayağ içler acı-sıysa; 'füzis' çağında, hasta lanan tavuklarına şifa sunamayanın, atını, köpeğini doğru düzgün terbiye edemeyenin yahut toprağının nite l ik ler ini yetesiye t a ­nımadan patlıcan ekenin durumu da pek pa r l ak sayılmazdı herhalde. Y i n e söz konusu çağda en basit mercek l i c ihaz lardan yoksun doğa araştırmacısının, k a l ­kıp canimin ince yapısına nüfuz etmesi tasavvur dahî edilemezdi. B u n a karşılık, daha mesleğe atılmadan önce bile onun, birtakım hayvanlar la , bitkilerle kü-çücüklüğünden beri iç içe yaşamışlıktan gelen, bunlar la ilgüi birsürü görgüye dayalı sağlam bilgiye, daha da önemlisi, sezgiye sahip bulunduğu söylenebilir, işte, gerek 'füzis'e gerekse 'füzis çağları'nm, başta Aristoteles o lmak üzere, doğa araştırmacılarına, burda kısaca dile getirilmiş görüşlerin ışığında bakmak herhalde f az l a yanıltıcı olmasa gerek.

20 S i r D a v i d W . R o s s : «Aristotle Sélections», x i i . s a y f a ; Char les Scrib-ner ' s Sons, N e w York , 1938.

21 Ar istote les : «Metafizik», A , 2, (982b/18-22) —ke l ime le rden kimisi , önemlerinden Ötürü, bu çalışmada y a yatık yâ da büyük harf ler le yazılmıştır.

22 Ar istote les : «Nikomakos Ahlâkı», I . kitap, X H X (1102a/17).

23 A r i s t o t e l e s : «Hayvanların Parçalarına Dair» ( «Peki Zöiön Morlon»), I I I . kitap, V I , (669a/2Ö), Y u n a n c a - ingi l izce, çeviren : A . L . P e c k ; «Loeb», W i l l i a m Heinemann, Londra , 1961.

24 B k z : Aristoteles : «Metafizik», 1025b - 1026a (35) —Ar i s tote les , büim-Ier l üçe ayırmıştır : 1) Teo r ik y ahu t düşüncel (zni6vi)\ir\ öiavor|TiKX|) . 2) uy -gulanıaya-dönük (èm6xi\\ir\ JCpaKTiKfj) » 3). üretici(tnı6x\]UT| mmrmctfj) • B i ­r i n c i tür büimlerin ödevi, o r taya yalnızca -bilgi; ik inci ler in de, h e m bilgi, hem ey l em; üçüncülerinse, bilgi üe eyleme, ek o larak maddî ürün koymaktır. Teor ik bi l imler de yine üçe ayrılırlar: 1) Doğaötesine ilişkin • öğreti (ilâhiyàt, meta ­f i z i k ) , i l ) matemat ik , i i i ) doğa b i l imi ( f i z ik ) ; «Seçmeler»e almış olduğumuz met-nindeyse Aristoteles, teor ik ile doğa bi l imlerini karşı karşıya getiriyor. Bunun se-bebi,doğayı sanatçı (zanaatçı) gibi görmesidir. Hâl böyle olunca, doğa bil imi de üçüncü, yâni üretici bi l imler sınıfına katılması gerekiyor. B i z insanların doğa bi l imini ele alışımız teorik t a r zda yürütülen bir inceleme olabilir; ama kendi başına görüldüğünde Boğa'nın büimi, üretkendir. , : , :. .

325

25. Teo r ik bilimlerde — m a t e m a t i k e sözgelişi— akılyürütme işlemi, belli b ir öncülle, A ' y l a başlar. Sonra bu öncülden zincir leme B ,C ,D . gibi vargıların çıkarımlanmasmı sağlar. Sözgelişi bina k u r m a y l a i lgi l i bir üretici bilimdeyse, başlangıçta D, yâni inşa edilecek binanın tasavvuru yer alır." Ardından, gerisin geriye İşleyen bir akılyürütme işlemi ile eyleme zincir i , C,B;A,' binanın ku ru l ­masını olabilir kılmak üzere gündeme getiri l ir .

26 B k z : Aristoteles : «Oluşma ile Bozu lmaya Dair» ( «Per i Genezeös k a i Fthoras») , 337b (25),' Y u n a n c a - İngilizce, çeviren : E . S . F o r s t e r ; «Loeb», W. Heinemann, Londra , 1955 —evr i l emez bir önermeye örnek : İnşa edilecek bir ev için temel zorunludur; 'temel atüırsa', ev de zorunlu o la rak inşa olunur' denilemez; z i r a atılmış temeli, inşaatın izlemesi zorunlu değildir.

27 K r z : P l a ton : «Filebös» (54 A - C ) , Fransızcası : «Philebe», E m i l e Chambry ; Ga rn i e r -F l ammar ion , Pa r i s , 1966 -*) Aristoteles, "bu ' s av iy i a , " 'bi­reysel evr im'Ier in, teki- t e k canlıların ortaya çıkmasını sağladıklarını kasdetmiş-tir. B u n a göre, her canlının kendi özelliğince -—türselliğince— belirlenmiş evr imi vardır. Can imin kendi bireyselliğinde nokta lanan evrimi, başka -^özellikle de başka türdeki— canlüarınkisinden değişiktir. Ne. v a r k i , t ek tek türlerin y a ­hut canlı öbeklerinin or taya çıkışını sağlamış b i r 'genel evr im ' iht imal in i de Aristoteles, d ikkate almağı ihma l etmemiştir. B u konunun enine boyuna in* celendiği, «Çalışma»mızın HI. bölümüne bkz.

28 D a h a açık b i r ifadeyle : Tohum, kendisinden oluşacak hayvanın Özel­l ik le r in i taşır.

29 .«Önceki çağların doğa felsefecileri»yîe Aristoteles ' in kasdettiği, maddi neden ile hareket ett ir ic i nedeni araştırmış Empedokles , Anaksagoras gibi, k i m i Sokratesöncesi düşünürlerdir.

30 «Fizyolog»la Aristoteles, doğa hakkında eser vermiş kendisinden önceki birtakım düşünürleri kasdetmiştir.

31 Aristoteles , 'akciğer'den hep teki l hâlde söz etmiştir.

32 'Kan 'dah Ar istote les ' in anladığı 'kırmızı kan'dır. «Kanlı» - «kansız» diye yapmış olduğu ayıran, her zaman, bugünkü 'omurgalı' - 'omurgasız' hay­vanlar ayrımına tekabül etmez. Z i r a tabaksalyangozunda (P lanorb is ) , t i trer -s inek (Chironomus) ile kumsolucanın da (Arenicola ) görüldüğü gibi, 'omurga-şızlar'm k i m i s i kırmızı kanlıdır. Başka birtakım 'omurgasızlar'daysa kan, k a ­buklu larda (C rus tacea ) olduğu üzere, mavi , 'sabellidler'de de görüldüğü gibi,' yeşil olabüir; y ahu t böceklerin çoğunda rastlandığı üzere, hiçbir so lunum renk maddesi (p igment) bulunmayabi l i r .

33 Ar istote les : «Hayvanların Parçalarına Dair».

34 B u baJkurıdan karşılâştırüdıkta, 'gaye nedeni' s a l t 'mekanik ' olandan daha ' i y i ' olmalıdır.

35 B u önermesinden de anlaşılacağı" üzere Aristoteles, canlı b ireyin kendi ­s i , her ne denli 'sonlu' ise de, 'üreyebilirliğ'inden 'ötürü,. aynı zamanda 'sohsuzlaş-

326

tırnm'nm da imkânını taşıdığını vurgu lamak istemiştir. Canlı bireyin 'son-suzlaştıracağı' n e d i r ? Üyesi bulunduğu türün kendisine has biçimidir.

. . 36 Ar istote les : «Hayvanların Oluşmasına Dair» Üremek, olmak, oluş­mak , olagelmek, doğmak demek olan gignomai f i i l inin isimleşmiş hâli genos, üreme, olma, oluşma, olagelme, doğum, asıl, soy, aile, ırk, z a m a n zaman tür, z aman z a m a n da cins anlamlarına gelir. İşte bu temel anlamları göz önünde

tuta rak Aristoteles, ysvoç ter imini çiftleşerek üreyebilen varolanların, kü-

melendlri lmesinde b i r im o larak kabul etmiştir. Ancak , 'genos'u yalnızca c a n ­lılarla i lgi l i eserlerinde kullanmamış, bu terimden mantığı ele aldığı çalışmala­rında da yararlanmıştır.. Canlıları sınıflandırmak konusunda henüz t a m bir aydınlığa kavuşmamış olması, onu 'tür' üe 'cins ayırımını sık sık karıştırmağa sürüklemiştir. H e r ne kadar eîSoç 'tür'e, yevoç da 'chıs'e tekabül edi­yor görünüyorlarsa da, Aristoteles, bu ayırımı her z aman tit izl ikle gözetmez. Gerçi ye r yer daha ufak, daha temel öbeklere 'eidos'; bunlarm da b i r a raya gele­r ek oluşturdukları daha geniş çaplı kümelere 'genos' demiştir. §u va r k i , 'eidos'-l a z a m a n z a m a n yalnızca- biçimce benzeşen canlıların meydana get irdikler i ; 'genos'la ise, çiftleşerek üreyebüen bireylerin oluşturdukları öbekleri kasdet-miştir. Bütün bu belirti lenlerin ışığında, yerine göre, Ar istote lesteki 'eidos'un, 'tür'le, 'genos'un, 'cins'le yahut 'genos'un, 'ttir'le, 'eidos'un ise, 'cihs'le karşıla­nabi lecekler ini söyleyebiliriz. . . .

37 «Aristoteles'in 'gelişme' düşüncesi, çağımız soyoluş (phylogeny) teo­ri lerine hâkim olan görüşün tersine, türlerin ebedîliği t a savvuruna sıkı sıkıya bağlanmıştır... Onda —tıpkı çok sonraları Goethe'de de gördüğümüz g i b i— ... 'geçişler'i4 tarihle ilintisi yoktur...» —Mar j o r i e Grene : « A Po r t r a i t of A r i s -totle», 136 'ile 137. say fa la r ; The Un ive r s i ty of Chicago Press , Chicago, 1963.

Çağımızda daha ziyâde 'empiriko-positivist ' eğilimli 'düşünce erbabı'nm en çok rağbet ettiği 'hedef tahtaları'ndan biri Aristoteles ve onun uzun vadeli gelişmeyle, günümüzdeki teknik terimiyle söylersek, evrimle ilgüi olduğu iddia edilen görüşleridir. Açıkça hiçbir metninde dile, be lki aklına bile, getirmemiş olduğu, 'gelişme'yi, b i r an lamda da 'bilimseileşme'yi köstekleyici düşünceler öne sürmüş o lmak la suçlanmış, kâralanmıştır. B u suçlamaların, k a r a çalmaların en' çarpıcı olanlarından bir ini S i r Be r t r and Russell'ın ağzından dinleyel im: «. ; . i k i bin yıllık bir saltanatın sahib i Ar istote les ' i tahtından indirmek pek zor olmuştur. Yakın çağlar boyunca bilimde, mantıkta yahut felsefede i ler i atılmış her adım, Aristoteles çilerin yeğin direnişleri pahasına başarılmıştır» —«History of Western Philosophy», 212. say fa ; George A l l en and Unwin , Kent , 1967. A r i s ­toteles'in felsefe-bilim alanındaki 'yeterlüiğ'i — y a h u t 'yetersizliğ'i— konusun­da S i r B e r t r a n d Russe l l 'm ardmdan, bir de, K a r i R a i m u n d Popper ' in dediklerine k u l a k v e r e l i m : «. . . Ar istoteles ' in Öz'e ilişkin görüşleri, bu soruna çözüm diye bir şey get i rmemekte ; burdan da öz sorununu hiçbir v a k i t kavrayamamış olduğu anlaşılıyor» —«Objeotive Knowledge*/«an evolutionary approach», 196, say fa ; T h e Clarendon Press , Oxford, 1975.

327

Doğrusu, Aristoteles ' i nasıl k i , kendisini, o r taya koymuş olduğu sav la r doğrultusunda yorumlamış olanlardan ötürü kut layamazsak , bunları yanlışlıkla, Önyargıyla yahut artniyetle saptırarak, tahr i f ederek yorumlamış bulunanlar yüzünden de kmayamayız elbette, önünde sonunda o, bir araştırmacıydı, bir düşünürdü. Yazılarının hiçbirinde 'müneccimlik' iddiasına kalkıştığına tanık olmuyoruz. Yazıp çizmiş olduklarının, Uerki çağlarda nerelere çekilebilecekle­r in i kestirmesine elbet İmkân yoktu. Nitekim, «çağımız biyologları, yöntemle­rine niye Aristotelesçi düşüncenin en ufak b i r gölgesinin bile: vurmasına taham­mül edemiyorlar» sorusuna Marjor ie Grene, «çağımız biyologları, bir bakıma, çarpıtılmış bir 'Aristotelesçiliğ'i, Ar istoteles ' in kendi asıl öğretisiyle özdeş tu ­tuyor lar da ondan» cevabını vermiştir —«The Understanding of Nature» / «essays in the phüosophy of biology», 98. s ay f a ; D; Reidel , Dordrecht/Hollanda, 1974.

38 Aristoteles ;• «Oluşma ile B o z u l m a y a Dair».

39 Staycoyri > güzelliğin, temaşası, uygu l amaya yönelmişliğin sonu, tüm

hayatın en yüce ülküsüdür.

40 Aristoteles ; «Metafizik».

41 Ke l ime o larak 'soluk' demek olan 'pneuma', gerek. Aristoteles ' in gerek­se daha sonra Stoacılar İle Epikurosçularm indinde maddede giz l i ya tan yaşama ile ruh gücü, manevî güç, yaratıcı ateş ( ruh enerj isi ) anlamlarını almıştır.

42 Aristoteles :. «Hayvanların Oluşmasına Dair» .

43 Aristoteles : «Hayvanların Oluşmasına. Dair».

44 K r z : Werner Jaeger : «Arlstotle», 3. say fa .

45 Ar istote les : « îy l H u y l u K imse l e r i n Dünyaya Gelmesine Dair» ( «On Good Birth» ) , 4 (Rs 85, R s 94) , «The W o r k s of Arlstotle» : «Select Fragments», X I I . cilt, Ing i l izceye çeviren kuru lun başkanı : S i r D a v i d W. Ross ; Oxford Un ive r s i t y Press , Londra , 1952.

46 B k z : S i r Dav id W. R o s s : «Arlstotle», 114. s ay f a ; Methuen, Londra , 1977 —sınıflamayla ügili o l a rak Ar istote les ' in öteki görüşleri için bkz : «Hay­vanların Parçalarına Dair», 644a-644b ( V ) .

47 Aristoteles, bu cümleyle 'en güvenilir yolun, sağduyuca buyurulan oldu­ğunu' kasdediyor olmalı.

48 Ar istote les : «Hayvanların Parçalarına Dair».

49 Ar istote les ' in burda kasdettiği, «Hayvanların Parçalarına Da i rsde karşı çıktığı ikibölümlü sınıflamadır.

50 'Devinme' (TuopsutiKOV) » hayvanın, kendiliğinden yer değiştirmesi,

yol alması (^opeıa ) anlamında harekett i r —'bkz : Ar istoteles : «Hayvanların

Devinmesine Dair» ( «Per i Pore ias Zölön», 704a, I , (5 ) , Yunanca-tngi l izce , çe­v i ren : E . S . Fo r s t e r ; «Loeb», W. Heinemann, Londra , 1961.

328

. "Hareket ' ln (ıcıveötç) kendisine gelince, bu 'yer değiştirme', 'durum de­ğiştirme', 'oluşma' İle 'bozulma' unsurlarını içermesi bakımından 'devinme'den daha geniştir, daha kuşatıcıdır — b k z : Aristoteles : «Ruha Dair» ( «Peri Psûhës»), I , kitap, 406a, I I I , (13) , Y u n a n c a - ingi l izce , çeviren: W.S . Het t ; «Loeb», W. Heinemann, Londra , 1957.

51 Aristoteles, bu belir lemesiyle h e m kendisinden önceki çağlar boyunca hem de kendisinden sonra aşağı yukarı i k i b in yıl süresince birçok düşünürce savunadurulmuş 'önoluş' (praeformatio) t a s avvu runa katılmayıp bir bakıma ça-ğımızdakine yaklaşan bir görüşle karşımıza çıkmıştır. N i tek im aynı noktaya günümüzün "önde. gelen, biyoloji felsefecilerinden Marjorie Grene de değinmek­tedir.: «Hayvanların aşama aşama geliştiklerini vurgu lamak la Aristoteles, c a n ­lıları» positiv yöntemlerle «araştıran kimliğini açıkça or taya koymuştur. O, ön­celikle embriyolog yanıyla günümüz biyologunun hiç de yadırgamayacağı bir düle konuşmuştur» — « A Por t ra i t of Aristatle», 136. sayfa.

Sözünü ettiğimiz sorıMa yihé günümüzden Stephen J a y Gould, daha bir açık­lık kazandırmaktadır: « . . . Tartışmaların çoğu, Aristoteles ' in i frat ile tefrit a r a ­sı orta yo l yöntemiyle çözüme kavuşturulabilmiştlr. İşte, söz konusu sorun'un çözümü de burda aranmalıdır. Bugünkü bakış açımız uyarınca, 'sıralıoluş'a. (epigénesis) bel bağlayanlar haklıydılar ': Organlar , erhbriyolójlk gelişme bo­yunca basit unsur lardan başlayarak aşama aşama ayrışıp serpi l ir ler. Başka bir deyişle, önceden biçimlenmiş parçalar —yâni önoluş— ypktur . Şu va r k i karmaşıklığın, biçim almamış hammaddeden sökün edemeyeceğini ısrarla savun ­m a k l a önoluşçular da haklıydılar. Z i r a yumurtada pat lak veren gelişmeyi dü­zenleyecek herhangi bir şeyin bulunması gerekir . Yalnız, onların yanıldıkları nokta, bit 'herhangi b ir şey'İ önceden biçimlenmiş parçalar o la rak benimseme­ler iydi . O y s a bunun, D N A seklinde kaydedilmiş ta l imat lardan başka bir şey olmadığını artık büiyoruz». — « E v e r Since Darwin» / «reflections in natura l h i s to ry—, 205. üe 206. say fa la r ; Penguin, Middlesex, 1977.

52 K r i s a l i t dönemi, Aristoteles 'e göre, yumurtalaşmanın kuvvesidir ,

5uva|iiç idir.

53 Aristoteles : «Hayvanların Oluşmasına Dair». (Tablo için B k z . S. 338).

54 Jürgen B o n a Meyer : «Aristoteles' Thierkunde» / «ein Be i t r ag zu r Geschiclıte der Zoologie, Physiologie und alten Philosophie», 484. s a y f a ; Georg Re imer , Ber l in , 1855.

—* ) Günümüzün önde gelen evr im bil imcilerinden George Gayîord S imp-son'un da, Aristoteles ' in, sınıflandırmaya ilişkin tutumuyla ügili o l a rak JÜrgen Bona Meyer ' in üstünde durduğu husus lara , değişik açılardan, yaklaşması ger­çekten de d ikkat çekicidir., Şimpşon'a bakılırsa, «insan, doğası gereği, insana ve önün i y i bulduğu şeylere yaklaşmağı i lerleme sayar . İnsanlık ta r ih i açısından bu, hem zorunlu h e m de geçerli b ir kıstasdır. Nasıl, kuşlar için kuş olmak hâline yahut _ birhücreli hayvan la r için birhücreli hayvan o lmak hâline y a k ­laşmak bir ölçüde, bir kıstas olabüirse, aynı şeküde insanlık düzlemine yaklaş-

329

malt da İlerlemenin pekâlâ insanî kıstası o la rak benimsenebilir. B i r insan için insan olduğundan ötürü Özür dilemeğe kalkması, yahut gerek bilimde gerekse düşünmeyle üintili öteki a lan larda İnsanmerkezci bir tu tum takınmaktan do­layı kendis ini suçlu görmesi aptallıktan öte bir şey değildir. Ancak , insan la r arasında çok daha yaygın olan, insanlık düzlemine yaklaşmanın, üerlemenin biricik ölçüsü, evr imin birsürü müracaat noktasından b i r i o larak göreli b ir geçerliliği bulunduğunu kabul etmeyip onun genelgeger olduğunu sanmak, ap­tallığın da âlâsıdır» —«The Meaning of Evolut ions , 242. say fa ; Y a l e Un ive r s i ty Press , N e w Haven/Connecticut , 1966 (bir inci basım : 1947).

Aristoteles ' in, 'doğanın basamaklanması'na ( sca la naturae ) a l t tan mı, üstten m i başlamalı sorusuna tek yönlü, kararlı b ir cevap verememesini biz bu ­gün, geçmiştekilere oranla daha i y i anlıyor, takdi r edebiliyoruz. Çünkü bugün X V . yüzyıldan beri b i r i c ik doğa bilimi o la rak kabul edilegelen fiziğin dışında da doğa bi l imlerinin varolabileceğini sezer gibi oluyoruz. Böylelikle Aristoteles ' in anlayışına, yakın çağlardaki birçok düşünüre oranla, daha bir, yaklaşıyoruz. Aslında, özellikle X V I I . yüzyılla birl ikte canlılar bi l iminin de ille f i z i k -k imya bi l imler inin, dayandığı temele oturtulması zorunlumudur, değilmidir; başka bir anlatışla, bütün bi l imler aynı ükelerden kalkılarak mı biçimlendirilmelidir sorusu çevresinde gittikçe kızışan tartışmalar yer almıştır. He r şeyden önce, canlılar bi l imi ile f i z i k - k imya bi l imlerinin aynı nesnel l ik ilkesine bağlanmaları gereğine duyulan inancın, günümüzde k i m i biyoloji felsefecilerince şüpheyle karşılanmağa başlaması k a y d a değer bir gelişmedir.

H e r i k i bi l im Öbeğinin ele aldığı konuların gösterdiği birtakım aslî n i te l ik ­ler bakımından, birbirlerinden nice farklı oldukları ortadadır. Canlılar bi l iminin nesnesi, düpedüz 'positiv' —'koyulmuş', 'ortada d u r a n ' — bir şey o lmaktan Öte, bell i b ir olmuşluk mertebesinden yeni belirl i bir olmuşluk mertebesine değişen, dönüşen —süreç içerisindeki— bir şeydir. A m a bir sonrak i olmuşluk mertebesine göre b i r öncekisi henüz olmamışlık. durumunu gösterir. B i r sonrakis in i hazırla­y a n safhadır o. B i r sonrak is i de bir öncekisine göre olmuşlukken, kendisini i z ­leyecek olan bakımından ise, daha olmamışlık safhasındadır, öyleyse Ma r t in Schel lhorn ' la birl ikte, «canlılar bi l iminin başta gelen ödevi, canlı s istemlerinin Örgütlenmişlİği ile evrimine ilişkin yasaların. özgül niteliğini, örgütlenme ba ­samağının bağrında ya t an onun kurucu unsurları arasındaki etkileşmeleri b ir a l t örgütlenme basamağı açısından açıklamaktır» iddiasmda bulunabüiriz. N i ­tekim, «etkileşme.varlıkların 'gerçek gaye nedeni ' ( causa f inal is ' i )d ir . . . Canlı s istemler in in aydınlatılması işinde, gelişimlerinin ulaştığı son nokta esas alınır;, başka bir anlatışla, soru konusu olan, bu varlıkların ne zaman, nerde, nasıl ola­cakları değil de, şu ânda nerde, nasıl olduklarıdır. Araştırmanın bu anlayış doğrultusunda yürütülmesi, kendi doğrulanışmı da bir l ikte taşıyan, i k i temel sonuç sunmaktadır :

— E n üst, en olgun gelişme basamağının incelenmesi bize, daha alt, daha az olgun önceki gelişme basamaklarının anlaşılmasını olabilir kılacak anahtarı sunabil ir .

330

—Canlı s istemler inin tar ih sürecinde en olgun biçimlerini sunan teorik belirlemenin kullandığı kavramların birbirleriyle olan mantık bağları, en İisU

en olgun Örgütlenme basamağında bulunanı or taya çıkaran durumlar üe süreç­ler in tarihçe sıralanışıyla karşıtlık içerisindedir.

...Asıl olan, a l t gelişme basamakları ile üsttekileri birbirlerinden ayırmağa y a r a y a c a k bir ölçü bulmaktır. B u da, a l t gelişme basamaklarının esas alınma­sıyla başarılamaz.

Söz konusu yöntemce tutumun nesnel temeli, daha üstteki, tarihçe daha olgunlaşmış gelişme basamaklarının, a l t t ak i ' daha a z olgunlaşmışları barın­dırmaları gerçekliğinde yatmaktadır... Tarihçe eskinin, .yenide görünüre çıktığı durumlarda, bir incinin yerine artık ikinciden kalkılarak canlı s isteminin tümü, nesnesine uygun şekilde, yansıtılabüir... Şu va r k i , bu işlemin başarılması, bize Şimdiki .basamakça kavranılmış olan daha a l t basamağa a id unsurların esk i şartlarında hangi n i te l özgüllüklere, bağlantılar ile üişküere sahib oldukları konu­sunda bir şey bildirmez. Z i r a her gelişme basamağında unsur lar , değişik şart­l a r i le t a r z l a rda b i r a r aya gelir, bütünleşirler. H e r yeni b a samakta yeni b ir b i ­çim, yeni b i r nite l ik tümlüğüyle karşılaşüır. İmdi, hep Önceki gelişme basamak­larına geri dönülerek her aşama, sözünü ettiğimiz yöntemle, irdelenmelidir. . .

...Şimdiye değin, soyuluş sırasında, canlıların olgunlaşma süreci incelen­miştir. Bu , canlının olgunlaşma sürecinin anlaşılması için gerçi gereklidir, ama yeter l i değildir. Asıl yapılması gereken, kendi evr imler inin ışığında bütün ör­gütlenme basamaklarının dokusunu sıradüzenine (hiyerarşi'ye) . bağlı k a l a r ak araştırmaktır» —«Philosophische Bemerkungen zur Diskuss ion über die Hö­herentwicklung der leibenden Materie», 94., 95. ile 96. sayfa lar , «Wissen­scha f tliehe Hefte der Pädagogischen Hochschule W . Ratke»de, s : 93-96, Heft 2, Köthen/DDR, 1979.

He rhang i b i r canlı sistemi, Schel lhorn 'un önerdiği yöntemle irdelendiğinde, çıkış noktasını a l t mı yoksa üst ba samak la r mı oluşturur; daha açıkçası, ne­denden etkiye m i gitmeli y o k s a te rs i m i olmalı sorusu artık tartışma gün­deminin dışında kalır. Araştırmanın gidişine göre, etkiye yol açan neden yahut nedeni belirleyen e tk i öncelik kazanabüir.

. Mdkanistlerin, b ir bakıma buyurdukları biçimde biyolojide yalnızca 'neden' önemsenir, 'etki ' yahut başka bir sözle 'sonuç', 'neden'in rastgele mekan ik ( f izik-sel-kimyasal)ürünü o larak kabu l edilirse, canlı s istemine dair a n c a k parça par­ça tasvir ler , öyleki bölükpörçük açıklamalar sunulabi l ir . A m a ister birey (in¬dividuum), ister topluluk (populatio) durumunda ele alalım, canlı sistemini, sa l t görünüşten ve sisteme bütünlüğünü kazandıran değişik birsürü parçanın ye r yer işleyişinden yer yer de etkileşmesinden ibaret saymak, ' nıekanist gö­rüşlerin, bize miras bırakmış oldukları ağır bir yanılgıdır. Sırf f i z i k - k imya b i ­l imler inin neden - e tk i i lkes inin ışığında açıklamak tutkusuy la , canlılar bi­l imine konu olanların baş Özelliklerinden 'içliliğ'i, nedenselliğe sığmıyor, onu aşıyor gerekçesiyle s a f dışı bırakmışlardır.

«İçlilik (Innerlichkeit)», Ado l f Po r tmann 'm belirttiğine göre, «her canlı­nın kendisine has va ro lma tarzıdır. B u n u her şeyden önce kendi yaşantımızdan

331

(E r lebn is ) k a l k a r a k başka canlılarda yakaladığımız birtakım bel irt i ler i de­ğerlendirmek suret iy le bil iyoruz. B i r canlı, örgütlenişi bizden uzaklaştığı oranda 'içliliğ'ine ilişkin bi ld ik ler imiz de azalır. İçlilik üzerine girişeceğimiz her araş­tırma, içliliğini en yakından tanıdığımız yaşama biçiminden, başka bir deyişle, kendimizden, insandan hareket etmelidir, içliliğimizin zenginliğine dair b i lg imi­zin, b iz i canlıların içliliği hakkında, insana benzetme yoluyla , yanıltıcı tasavvur ­l a r a sürükleyebileceği kuşkusu, canlıya üişkin bu özelliğin tümüyle göz ardı edi l ­mes i saçmalığına yol açmıştır. İçliliğe değinmekten kaçınmak amacıyla h a y v a n davranışlarının mekan i s t t a sv i r i yönüne sapılmıştır. Sözümona nesnel bir adlar -dizininin (Nomenklatur ) meydana getirildiği öne sürülmüş, 'göz' yerine, 'ışık-alıcı' (Photorezeptor) dendiğinde de sorun'un, çözülebileceği sanılmıştır...»

«Biologie und Geist», 15. s ay f a Suhrkamp, F rank fur t/Ma in , 1973.

Nedense hep y a i f ra ta y a da tefrite oynanagelinmiştir. Mekanismin, bütün zorlukların üstesinden1 gelmeğe gücünün yetmeyeceği kanısına kapılanlar, ona karşı çıkan vita l isme kaymışlardır. V i ta l i smin, büimselliğin temel isterleriyle uyuşmadığına inananlarsa , he r sorunu mekan i smin buyurduğu anahta r l a r l a zorlamağa yeltenmişlerdir. Ne v a r k i , bu ik is in in dışında bir üçüncü yol yok-mudur a c a b a ? Y a h u t doğru yol , bu i k i uç nokta arasında, Ar istote les ' in «akla uygun orta»sında bulunmasın? Aristoteles 'ten beri ne yazık k i sözünü et­tiğimiz iht imale değer verenler pek azınlıkta kalmışlardır. Ar istote les ' in mey ­dana getirmiş olduğu s istemin kendisine gelince, o da, söz konusu i k i aşırı ucun yanlılarınca çekiştiredurulmuş, sonunda da tanınmaz bir hâle sokulmuştur.

Tekrarlayalım : Canlı s istemi, gök cisimlerinin hesaba k i taba oldukça sığan düzenli hareket ler ine de b i r benzin. motorunun çalışışma da öyleki bir bi lgi ­sayarın işleyişine de benzetilemeyeceği gibi, hava la rda uçuşan masalımsı İfa­delerle de aydınlatılamaz. Canlı sistemi, Aristoteles ' in metinlerinde de gördü­ğümüz gibi, öncelikle anlaşılmak ister. Anlaşılmak ise, söyleşmeği (dialog kıu --mağı) şart koşar. Söyleşi, hep mekanist in öngördüğü katı bel ir leyici {deftni-t iv ) ku r a l l a r doğrultusunda yürümeyebilir. A m a aynı zamanda Sokrates ' in an ­ladığı an lamdak i söyleşi, tutarsız sohbet yahut hasbıhâl, hele gelişigüzel geve­zelik hiç değildir.

imdi , f i z i k - k i m y a bi l imlerinin kendileri için kabule değer görmüş olduk­ları b ir nesnel l ik i lkesinin, t ek yönlü işletilerek biyolojide bir saplantı hâline sokulması, bu b i l imin — y a h u t bi l imler topluluğunun— konusunu meydana getiren dallı budaklı biryığm sorun'un, yalnızca y a düzmece çözümlere kavuş­turulmasına y a da çözüyoruz derken büsbütün karışık kılınmasına yaramıştır. İşte Aristoteles ' ten bu y a n a değişmemiş gözüken halis çabanın ana konusu : Canlıyla i lgi l i o larak or taya çıkmış binbir çeşit sorunu, başka araştırma a lan ­larına aktarmaksızm, dolayısıyla da çarpıtmaksızm, canlının kendi özelliklerine uygun b i r araştırma alanında çözmek umudunu besleyebi l irmiyiz; besleyebilir-sek, umudumuzu hang i yo l lardan nasıl gerçekleştirebiliriz?

55 Evrim, Türkçede 'yapısını değiştirmek' anlamına gelen evirmek f i i l in­den türetilip evolution'a. karşılık kullanılmağa başlamıştır. X I X . yüzyılın son­larında, yüzyılımızın da başlarında söz konusu terim, dilimizde tekâmül ke l ime-

332

siyle karşılanmıştır. A n c a k 'tekâmül', islâm felsefesinden gelen bir ter imdir ; dolayısıyla da, yüklü bir an lam dağarı vardır. 'Tekâmül', 'basitten karmaşığ'a* 'hamlıktan olmuşluğ'a, 'başlangıç durumundan tamamlanmışîığ'a, 'kemâle erişmeği öngören' gidiş 'demektir. Hâlbuki bi l im o larak evr im, böyle bir k a ­bulden fe rsah fe rsah uzaklardadır. «Biyolojik evrim», n i t ek im E r n s t M a y r ' m da belirttiği üzere, «canlı topluluklarının, or tama u y m a üe çeşitlilik gösterme yönünde değişmeleri tarzında» tar i f edüir. «Evrim», günümüzde konunun uz ­manlarınca «genellikle, bir doğrultudaki sürekli değişme şeklinde anlaşılmak­tadır» — E r n s t M a y r : «Evolution», 39. sayfa , «Scientific American»da, s : 39-47, c i l t : 239, say ı : 3, eylül 1978.

Görüldüğü gibi, 'evrim'de 'basitten karmaşığ'a, 'başlangıç durumundan belli b ir menzi l 'e doğru gidiş, 'daha iyi 'ye, 'daha güzeî'e yol alış çeşidinden ' in-sanbiçimci' renkler a r a m a k yersizdir. E v r i m bi l imcinin i lk elde dikkate aldığı, incelediği türün, nasıl o r taya çıkıp hangi süreçlerden sonra ortadan kalktığım yahut halâ va rsa , hang i özellikler göstererek doğal ayıklanma basınçlarının üstesinden geldiğidir, imd i bu anlamı Türkçede bize en aydınlıkça s u -nabüecek söz, şüphesiz, 'evrim'dir. Türkçenin bu terimi, söz konusu kavramın çağımızda kazanmış bulunduğu anlamı saptırmaksızm ifade etmek güoü bakı-, m m dan 'evolution'a dahî ağır basmaktadır. Z i r a 'evolution' da, 'tekâmül' gibi, düşünce geleneğinin an l am yüklerini sırtlanmış durumdadır. N i t ek im Lâtince as lmda evolutio, 'açılma', 'saçılma', 'bir şeyin içerisinden sökün etme', 'göz önü­ne serüme', 'okuma' . . . —örnek : «...şairlerin okuması...» .(«...poetarum evolu­tio...», C i c e r o : «De Finibus», I , 2 5 ) — , 'bir şeyin başta giz l i gibi duran.özünü, doğasını ayrıntılı t a r zda işleyerek geliştirme', 'gün ışığına çıkarma', 'kuvve­den fiile dönüşme' —örnek : «...her şeyin doğasını göz önüne sermek...» («...naturam r e rum omnium evolvo...», C i c e r o : «Académica», 2, 114) ; bkz : «Dictionnaire Illustré Latin-Français» par Félix Gaffiot, 611. s ay f a ; L ib ra i r i e Hachette, Pa r i s , 1934— anlamlarını barmdırmaktdır. İşte bu anlamları esas tutu la rak Ortaçağda da kullanılmağa devam edilen 'evolutio', X V I . yüzyıldan sonra ing i l izce ile Fransızca gibi bellibaşlı A v r u p a dillerinde ka leme alınmış felsefe metinlerinde de 'evolution' şeklinde gittikçe daha sık görülmeğe baş­lamıştır, işte 1677'de basılmış «Principies about the Or ig in of Man» başlıklı eserinde Hale , 'evr im' ter imini şu bağlamda kullanmıştır : «İnsanın doğası da oluşumu da, en azından insan doğasının tüm sisteminden yahut ideal ükeden k a y n a k l a n a n evrimde saklı dursa gerek» — j bkz : «The Compact Edit ion of the Oxford E n g l i s h DIctİonary»,911. s ay f a ; Oxford Un ive r s i ty Press , New Yo rk , 1971. Y i n e aynı ter imin Proudhon'un 1811'de basılmış bir metninde sosyoloji bağ­lamında geçtiğini görüyoruz : «Toplumda .her şey değişir, her şey hareket ve ev r im halindedir» — b k z : «Larousse de l a Langue Française/Lexis», 664. s ay f a ; L ib ra i r i e Larousse , Pa r i s , 1977. B u a rada 1670'de basılmış bir eserde 'evolution'-un biyoloji bağlamında da geçtiğine tanık oluyoruz. Sonra, Needham'm 1745'de yayımlanmış «Microscopio Dissections» başlıklı metninde aynı terimle, «doğa... bereketini canlıların ardı arkası kesi lmeyen evriminde gösterir.,.» tarzında karşılaşıyoruz —'bkz : «The Compact Ed i t ion of the Oxford E n g l i s h Dictionary», 911. s a y f a . - E n sonunda L y e l l ' m 1832'de, Herbert Spencer'ın 1860 'da r Char les

333

D a r v i n ' i n de 1873'de yayımlanmış eserlerinde ^evolution', bugün bildiğimiz t a ­nıdığımız an lamda kullanılmıştır.

56 Aristoteles : «Historia Animaliu-m», «The W o r k s of Aristotle», cüt : XV, Yunancadan Ingi l izceye çeviren : D ' A r c y Wentwor th Thompson, denetleyenler : J . A . S m i t h ile S i r D.W. Ros s ; Oxford Un ive r s i ty Press , Londra , 1962.

5 7 H ydp <&ü6ıç uxtapaivGi 6we%&<; drco d\j/ö%tûv eiç -cd Çö)a 5ia Tt&v

ÇCÛCOVTOV p-ev oö% ÖVTCOV Se Çröiov, OUTCÛÇ <S6TS SCOKSÎV rcajmav uaıcpov

Sıat&spsıv ©axepou ©atepov T<Ş ööveyyıç 6XXf\koıç.

58 «Ruha Dair» .

59 öncelikle kültür k u r m a başarısı karşısmda insana hay r an kalan, ona olağanüstü bir saygıyla, sevgiyle eğüen b i r kısım sanatçı, araştırmacı ile düşünür, Y a r a d a m n b i r şaheseri o larak gördükleri can lmm ve onun en olgun­laşmış şekli diye kabu l ett ik ler i insanın yurdu durumundaki yeryüzünün, evrende eşsiz bir mevk i i -işgal ettiğini; canlılığın, bu a rada da insanlığın yeryüzünden başka hiçbir dünyada or taya çıkmamış olduğunu, daha doğrusu or taya çıkmasına imkân iht imal bulunmadığmı savunadurmuşlardır. işte bu çeşit k i ­şiler, sorumluluğunun bilincinde olan şefkat dolu bir kimsenin, eşine dostuna, ai le ocağına, yerine yurduna, yurttaşlarına duyduklarını andırır b ir r u h hâ-letiyle yeryüzüne, onun üstünde yaşayan bütün canlılara, öncelikle de insana yönelmişlerdir, i m d i Aristoteles ' in, dünyamızla ügili o larak dile getirdiği ruh halet in i her şeyden önce bu yönden anlayıp değerlendirmeliyiz. B u n a karşılık aşırı positivist lerin açısından bakarsak , Ar istote les ' in görüşlerini, en hafif de­yimle, sözümona 'bi l imsel incelmişlik'ten yoksun, safdü ve gülünç bulmamız iş-den büe değildir.

E v r e n i , yeryüzünü, canlıyı ve giderek inşam katı ve sabit laboratuvarcılık sınırları içerisinde saplanıp ka lmadan açıklamağa kalkmış, yine de positiv tavrı elden bırakmamağa çaba harcamış araştırmacıların, düşünürlerin örneklerine çağımızda da rastgelmiyor değiliz.

«Denememize başlık o lan 'canlılığın yurdu o larak yeryüzü', aslında şim-düik iddia o lmaktan ziyâde soru niteliğini taşımaktadır. N i tek im doğa araştır­malarında, evrenin her y a n m a dağılmış bulunan canlılık tohumlarından, elve­rişli şartlar gerçekleştiği takdirde fil iz sürebilecek canlıların evr imi sonucunda, sözgelişi yeryüzünü kapladığına tanık olduğumuz hayatın, Öteki dünyalarda dahî belirebüeceği türünden bir görüş, birçok kanıt i ler i sürülmek suretiyle temellendirilmeğe çalışılmaktadır»n*.

«Yeryüzünden hayatın anayurdu o larak bahsediyoruz» diye sözlerini sürdü­rüyor Adol f Po r tmann . «Çünkü hayatın, canlılığın, her nasıl olmuşsa, yer ­yüzünde o r taya çıkmış olması ihtimali , evrenin herhangi başka bir köşesinde

N4 Adol f Po r tmann : «Die E r d e als He imat des Lebens», 199. sayfa, «Bio­logie und Geist»te.

334

başgösterip yeryüzüne şu yahut bu suretle aktarılmış bulunduğunu savunan öğ­retiye oranla ibize daha sağlam, daha a k l a yatkın gözüküyor»^.

«...Yerçekimiyle ve solunmamızı olabi l ir kılan havaküreyle olan bağlar sayesinde 'bilinçsiz canlılık, .bilinçli hayatın en yüksek biçimlerine, dünyamızın ortam şartlarına sıkı sıkıya u y m a k kaydıyla, önayak olmuştur»ne.

«Tüm varlığımızı yeryüzü yurdumuza bağlayan, bilmemde olmadığımız, y a ­pıları deştiğimizde, şunları görüyoruz : Kend imiz i her şeyden' önce dünyamızın yerçekim etkisinde yaşıyor buluyoruz. Sonra d a güneşin ışık alanına bilinçsiz a m a güçlü bir yönelişle, dir i kalmağı başarıyoruz. Ayrıca dünyamızm dönüşleri de, bu ışık alanının düzenini esaslı surette etkilemektedir. E n temell i Uetişim aracımız olan di l ise, bu dünyada yaşanılabilenlere ilişkin bir an l am içeriği edinmiş olup bunları ifade etme gücüyle donanmış bulunuyor.. .»n? Dolayısıyla da anlayışımızın, an l ama gücümüzün, Öyleki yönelişlerimizin, hâl hareket ler i ­mizin, kısacası yaşama r i tmimiz in tamamını dünyamızın şartları şaşmamaca-s m a belirlemektedir. Canlılar arasında yalnızca insan, yeryüzünün sınırlarım aşıp başka dünyalara g i tmek imkânına mâliktir. Çünkü bir tek o, yaratıcı akıl gücü sâyesinde yeryüzünün şartlarını başka dünyalara taşıyabilir. B u durumu işte, derinlemesine kavrayabildiğimiz takdirde, Ftolemeos 'un yeryüzümerkezci tasavvurunu saçma diye e l imizin tersiyle bir kena r a itebüirmiyiz artık? B i z insanlar , medeniye t -kur an varlıklar olduğumuzu nice vurgu la rsak vurgulayalım, önünde sonunda temelde yine canlıyız. Böyle kaldığımız1 sürece de, evreni i lk elde yeryüzüne yas l ana rak yaşayabiliriz. E v r e n e yönelttiğimiz bi l imsel bakış­larımız ise, işte bu temel yaşantımızın yapma, konstrukt iv bir uzantısıdır a n ­cak . Gerçi o durumda dünyamızın da y e r aldığı güneş sisteminin merkez i ola­r a k güneşi kabu l etmemiz zorunludur. A m a canlı insanın temel doğal merkezi , yine de, 'dünyaların en görkemlisi, en yaşanabilir özellikleri gösterir' olan yer ­yüzüdür.

Hiç olmazsa., güneş sistemimizde en yaşanabilir Özellikleri gösteren geze-: genin, yeryüzü olduğundan artık şüphemiz yoktur . P e k i nedir yeryüzünü k o m ­şularından bunca farklı kılan? Aslında bu fark, a k l a i lk gelebüecek iht imal in tersine, yeryüzü ile öteki gezegenlere vücut veren unsurların, ayrı ayrı bi­leşimlere saıhib olmasından i ler i gelmiyor. Stephen J a y Gouîd'un iddiasına göre bu fark, son derece bas i t bir nedenin sonucudur : Çeşitli büyüklükler arasındaki orantı.

«Fizik nesnelerin biçimi ile işleyişinde büyüklüğün tay in edici önemini i lk kez . koyan, Gali leo olmuştur. Aynı şekle mâlik .olsalar b i l e .—kabaca , . bütün ge­zegenler, zorun lu luk la küre şeklindedir—, i r i ve u fak cisimler, eş kuvvet denge­sine sahip 1 değildir. Değişik yarıçapları bulunan i k i kürede yüzeyin, hacme orantısını düşününüz. Yüzey, yarıçap kares inin, b ir sabitle çarpımryla; hac im ise, yarıçap küpünün, başka bir sabitle çarpımı suretiyle ölçülür. Böylece aynı

N5 Ado l f Po r tmann : A.g.e., 200. say fa . N6 Ado l f Po r tmann : A.g.e., 213. say fa . N7 Ado l f Po r tmann : A.g.e., 213. ile 214. sayfa lar .

335

şekle sahip nesneler genişledikçe hacimler, yüzeylere oranla daha çabukça ar ­ta r . . . Ta r ih in in en erken dönemlerinde yeryüzünün, komşularından faz laca de­ğişiklik göstermemiş olduğu kanısındayız. B i r vak i t l e r dünyamız da, dehşet ver ic i krater ler le dolu bir görünüm sunuyor olmalıydı. A m a onlar mi lyon larca yıl önce dünyamızın sıcaklık saçan i k i 'makine 's ince yeryüzünden silinmişlerdir. Bun la rdan içeriden çalışan 'makine ' b ir yanda yeryüzünün derinliklerinden dağ­ları fışkırttı, öte y a n d a da onları taşküre tabakalarının (l ithospheric plates) kenarından yeryüzünün derinliklerine gömdü, koca çukurları ise lâvlarla dol­durdu. Dünyamızın dışmdan gelen etki ler i a lan havaküre (atmosfer) ile akın­tıların yarattığı aşınma da, ger i k a l a n pürüzleri hızla giderdiler.

Sıcaklık saçan bu i k i 'makine' , yeryüzünün yalnız ve yalnızca oldukça ufak bir yüzeye ve geniş bir- çekim alanına sahip olabilecek büyüklüğü sâyesinde, çalışmaktadır. Merkür ile ayın ne havaküreleri ne de etkin l ik hâlinde yüzeyleri vardır. Dışardan çalışan 'makine' , etki l i olabilmek için havaküreyi şart koşar... S u buharını yeryüzünde ve ayda tutan çekim kuvvet in i hesap lamak için, mole­külün kütlesi sabit kabu l edildiğinden, gezegenin kütlesinden ve yine onun yü­zeyinden merkezine k a d a r k i mesafeden başka bir şeyi dikkate almamız ge­rekmez. B i r gezegen genişlediği oranda, kütlesi, yarıçapının küpü kada r a r ta r ; buna karşılık, yüzey - merkez mesafesinin kares i , yarıçapının ancak ka re s i kadardır. Böylece b i r gezegen, genişledikçe, havaküre taneciği üzerinde i c r a et­tiği yerçekim kuvvet i r V r s k a d a r a r ta r — k i , burda r, gezegenin yarıçapıdır. A y ile merkürde bu kuvvet, havaküreyi tu t amayacak kadar azdır — o kadar k i , en ağır tanecikler dahî uzun süre yerlerinde ka l amaz . Yeryüzünün çekimiyse, geniş ve sürekli b ir havaküreyi tutabi lecek kada r kuvvetl idir ; bu nedenle de o, • sıcaklık saçan. dış 'makine ' için aracı o lma görevini görebiliyor.

Sıcaklık, bir gezegenin içerisinden h a c m i üzerine ışınetkin ( radyoakt iv ) dalgalar hâlinde yayınlanır... Yüzeylerinin, hacimler ine aşırı orantısızlığı yü­zünden ufak gezegenler, sıcaklıklarını hızla yit i r i r , dış tabakaları da böylece soğuyup oldukça derinlemesine katılaşırlar. D a h a geniş çaplı gezegenlerse, sı­caklıklarını, böylelikle de yüzeylerinin hareketliliğini (mobil ity) muhafaza eder­ler . . .

O r t a büyüklükteki merin, a y a oranla daha çok, dünyamıza göreyse daha az devingen (dynamic ) olmalı. Aynı kabuğu artık hareket edemeyecek kadar k a i m olup iç sıcaklığın yüzeye erişmesine iz in vermez. Dünyamızın kabuğuysa, kırılabilir İncelikte olup süreklice hareket hâlindedir...

E h elverişli şartlarda bi l im, birleştiricidir. Tavanmıdaki sineğin ordaki du­ruşunu düzenleyen i lkenin, aynı zamanda dünyamızı da bütün öteki iç geze­genler arasında eşsiz kıldığını Öğrenmek, doğrusu aklımı havsalamı sarsmıyor değil — u f a k hayvan l a rdan olan sinekte yüzeyin, hacme orantısızlığı büyüktür. Böylelikle hac im üzerinde etki l i olan çekim kuvvetleri , sineğin tavanda asılı .durmasını sağlayan yüzeye yapışma gücünü kıracak raddede olmadıkları görü­lüyor. B i r tarihlerde Pasca l , gezegenlere ilişkin eğretilemesinde bilginin, feza­dak i b ir küreyi andırdığını i ler i sürmüştür : Bildiğimiz —yâni küre— nice geniş­lerse, bi lgisizl ikle .—gezegenin yüzeyiyld— olan . temasımız da onca artar . Bu ,

336

gerçekten de doğrudur.Ama yüzeyler ile hacimlere ilişkin i l key i de unutmamalı bu a rada ! Küre nice genişlerse, bi l inenin —hacmin—- , bilinmeyene —yüzeye— orantısı da o denli artar . Varsın sürsün mut lak artış gösteren bi lgisizl ik; yeter k i bi lgi lerimiz de bir parça zenginleşe!..»^

Gelgeîelim, bizi yönlendirecek b i r ic ik amaç, bilgice zenginleşmek m i olmalı ? Başka bir anlatışla, bilgi, araç mı y o k s a amaç olarak mı kabul edi lmel i? B u herhalde, W i l l i am Shakespear ' in «varolmak mı, o lmamak mı?» sorusu kadar hayatî olsa gerek.

60 Aristoteles : «Dünyaya Dair» ( «Peri Kosmou»), Y u n a n c a - İngilizce, çe­v i ren : D . J . F u r l e y ; «Loeb», W. Heinemann, Londra , 1955.

61 Bereket i sonsuz sınırsız, eşi menendi bulunmayan, yaradılmamış, a m a Tüm Y a r a t m a y a yo l açıp Yaradılmışlığı denetleyen 'Bağışlaması bol Tanrı' dü­şüncesiyle P laton 'dan önce Elealıîar ile Herak le i tos ' ta da karşılaşıyoruz; H e -

rakle itos ' tan bir örnek : «Tüm güzellik, iyüik, adi l l ik Tanrıdadır» ( Tq) u,ev ©eâ>

KaXà nâvxa m i âya&à K a i ÖÎKaıa.. ." ) • «Notes par R . Baccou dans ' L a République' de Platon», 398. say fa ; Ga rn ie r -F l ammar ion , Par i s , 1966.

62 P la ton : «Theaitetos» («Théôtète» (170e), Y u n a n c a - Fransızca, çevi­ren : Auguste Diès; Société d 'Edit ion «Les Belles Lettres», Pa r i s , 1965.

63 B k z : P l a ton : «Devlet» ( « la République») (V I/509a - 510a) .

' 64 B k z : P l a ton : «Devlet» ( « L a République») ( I I/377b - 378b).

65 E v r e n i n oluşuna ülşkin genel b ir kavrayış o larak türümle (fj eK&amjnç) emanatio, sudur ) P laton 'da karşılaşmakla birl ikte, gerek kavramın kendisi gerekse ona dayalı dünya tasavvuru i l k kez Plotinos metafiziğinde or taya çık­mıştır.

66 B k z : P l a ton : «Timaİons» ( «Timée» ) (28a) , Y u n a n c a - Fransızca, çevi­ren : A lber t R i v a u d ; Société d 'Edit ion «Les Belles Lettres», Pa r i s , 1963.

67 İşte bütün bu hususları P la ton bize Sokrates ' in ağzından «Timaips»da şöyle açıklamıştır :

28b «...Evrene ilişkin o la rak da başlangıcı varmıdır, varsa , nerde-dir; y o k s a oldum olası mı varolmuştur diye sorulmalıdır. Böyle bir soru 'nun cevabı, evet, başlangıcı vardır; E v r e n , meydana-gelmiştir şeklinde olmalıdır. Çünkü E v r e n , tutulur, görülür cinstendir; böyle­l ik le de duyular aracdığıyla algılanabilir... Düyumîanabilir şey­ler, sanıya (SôÇct) v ^ duyumlamaya (f| aI6@r|6iç) .konu ol­duklarından doğarlar, bozulurlar, değişirler. Oluşan yahut değişen

28c b i r şeye yol açan bel ir l i b ir nedenin bulunması gerektiğine de daha

önce işaret etmiştik. Bü E v r e n i n Y a r a d a n ; (fr Xloir\x^\6) üe Baba -

N8 Stephen J a y Gould : A:g.e., 195., 196., 197. ile 198. sayfa lar .

337

smı (ß norf|p) bu lmak gerçekten de olağanüstü bir başarıdır. B u

keşfi k a m u y a (IIccVTa) anlaşılır kılmağa ka lkmak , ne yazık k i ,

semeresiz bir çabadır (àôuVCCTÔV Xëy&lV '• A n l a t m a k imkânsızdır)...

29a . . .Bu E v r e n güzelse, onun Ustası da (Ô Sr|uıoupyoç) i y iy ­se, Ustanın, ebedî olan düzeni kendisine örnek olması doğaldır. T e r s i o lursa, U s t a , oluşmayı esas a lan bir örnek üstünde durması gereki rd i k i , böyle bir şey düşünmek dahî küfürdür. Onun ebedî düzeni t a s a v v u r etmeği seçmiş olması, sözü bile edilmeyecek kadar açık bir hak ikat t i r . B u E v r e n nitekim, varolabi leceklerin en güzeli­dir; onu Y a r a d a n ise, nedenlerin en ergini, en mükemmelidir. İşte bahs i geçen şartlarda doğmuş bulunan E v r e n , Y a r a d a n m düşün-

29b cesine konu olanla özdeştir. Böylece bu E v r e n , başka b i r E v r e n ör­neğine uygun şekilde kurulmuş olmak zorundadır... Değişmez, du­rağan, a n c a k düşünme yo luy la erişilebilir b ir örneğe uygun t a r z ­da yaradılmış bulunanın da değişmesine, dönüşmesine imkân iht i ­m a l yoktur...»

68 Jacques Monod : «Le H a s a r d et l a Nécessité»/«essai s u r l a philosophie naturelle de l a biologie moderne», 161. say fa ; Seuil, P a r i s 1970; aynı önerme : «On Values in the Age of Science», 24. sayfa, «The P lace of Va lue in a Wor l d of Facts»da, s : 19-27; A lmquis t och W i k s e i l Fo r l ag , Stockholm, 1970.

69 E r n e s t Schoffeniels : «L'Anti-hasard», 22. sayfa ; Gauthier -V i l la rs , P a ­ris, 1973.

70 E r n e s t Schoffeniels : A.ge, 23. sayfa .

71 Aristoteles : «Fizik» «Fûzikês Akroazeös»), 199a (35) , Y u n a n c a - A l ­manca, çeviren : C . P f an t l ; W i lhe lm Enge lmann , Leipzig , 1854; «Physica», İn-gi l izcesi : S i r D.W. R o s s ; C larendon Press , Oxford, 1962.

72 A r i s t o t e l e s : «Fizik», B , 8 (199b/5).

? 3 ' A o u 6 a n E V o 6 'yıkandı, 'yuyundu' — ' Xob® ' 'yıkanıyorum'— anlamına gelmekle bir l ikte, S i r Dav id W. Ross , bunu 'fidye ödedi' diye çevirmiştir. *Fidye ödüyorum' diye ayrıca bir mecaz anlamının bulunup bu ­lunmadığını testrit edememişliğimizden, ' ^ouco ' n u n burda esas anlamını verdik.

74 B k z : A r i s t o t e l e s : «Fizik», 196b (23-27).

75 Aristoteles : «Fizik».

Fe l se fe Ar. F . 22

K A Y N A K L A R a T o p l u B a k ı §

Kitapların, met in ler üe makale ler in künyelerine ilişkin ayrıntılı b i lg i l er için E K L E R i l e K A Y N A K L A R bölümüne bakınız.

ARİSTOTELES : « D Ü N Y A Y A D A Î R » ( «Peri Kosmou»), 336. s.

A R İ S T O T E L E S : « F İZ İK » (EMizikes Akroazeös») , 337. s.

ARİSTOTELES : « H A Y V A N L A R I N ARAŞT IR ILMAS INA DA ÎR » («Historia Anomalium») 333. s.

ARİSTOTELES : « H A Y V A N L A R I N DEVİNMESİNE D A İ R » ( «Pe­r i Poreias Zöiön», 327. s.

ARİSTOTELES : « H A Y V A N L A R I N OLUŞMASINA D A İ R » ( «Pe­r i Zöiön Genezeos»), 319. s.

ARİSTOTELES : « H A Y V A N L A R I N P A R Ç A L A R I N A DA İR » ( «Pe­r i Zöiön Möriön») , 324. s.

ARİSTOTELES : « İK İNCİ A N A L İ T İ K L E R » («Analütika Hüste-r a » ) , 318. s.

ARİSTOTELES : « İ Y İ H U Y L U K İMSELERİN D Ü N Y A Y A G E L - :

MEŞİNE DA İR » («On Good Bi r th» ) , 327. s.

ARİSTOTELES : «METAF İZ İK » («Meta t a Füzika») , 317. ile 323. sayfalar.

ARİSTOTELES : «N İKOMAKOS A H L Â K I » (Etbikön Nikoma-freiön»), 317. s.

ARİSTOTELES : «OLUŞMA ile B O Z U L M A Y A DA İR » ( «Peri Ge-nezeös k a i Fthoras» ) , 325. s.

ARİSTOTELES : «PRÖTREPTİKOS» , 317. s.

ARİSTOTELES : « R U H A DA İR » ( «Peri Psiüıes»), 328. s.

340

ARİSTOTELES : « SAFSATAC ILAR IN ÇÜRÜTÜLMESİNE D A İ R » ( «Per i Sofistikön Elenhön»), 319. s.

R. B A C C O U : « L A R E P U B L I Q U E D E PLATON» , «Notes», 336. s.

F.S. B O D E N H E I M E R : « THE H ISTORY OF BIOLOGY», 320. s.

Teoman D U R A L I : «BİYOLOJİ FELSEFESİNE GİRİŞ D E N E M E ­Sİ» , 320. s.

E F L Â T U N ( P L A T O N ) : « D E V L E T » ( La République»), 336. s.

E F L Â T U N : «F İLEBOS» ( «Phi lèbe» ) , 325. s.

E F L Â T U N : «GORGÎAS», 317. s.

E F L Â T U N : «THEAİTETOS» ( «Théétète» ) , 336. s.

E F L Â T U N : «T İMAÎOS» ( «T imée » ) , 336. s.

Félix G A F F O T : «D ICTIONAIRE L AT IN-FRANÇAIS », 332. s.

Stephan Jay G O U L D : «EVER S INCE D A R W I N » / «réfactions i n n a t u r a l history», 328. s.

Mar jo r i e G R E N E : « A P O R T R A I T O F A R I S T O T L E », 326. s.

Mar jo r i e G R E N E : « T H E U N D E R S T A N D I N G OF N A T U R E » / «es­saya i n the Philosophy of biology», 327. s.

M a r t i n H E I D E G G E R : «ARİSTOTELES, M E T A P H Y S I K , ®, 1-3, V O N W E S E N U N D W I R L I C H K E I T D E R K R A F T » , 321. (i.) s.

Werner J A E G E R : «AR ISTOTLE» / «fundamentals of the h i s to ry of h is development*, 317. s.

Immanuel K A N T : « K R İ T İ K D E R R E I N E N VERNUNFT » , 318. s.

« LAROUSSE» : « L E X I S », 332. s.

John L Y O N S : «STRUCTURAL SEMANT ICS* / «an analysis of p a r t o f the vocabulary of Plato», 317. s.

E r n s t M A Y R : «EVOLUTION» , «Scientific American»da, 332. s.

341

Jürgen Bona M E Y E R : «ARISTOTELES, TH IERKUNDE» / «ein Be i t r a g zur Geschichte der Zoologie, Physiologie u n d alten Philosophie», 328. s.

Jacques M O N O D : « L E H A S A R D E T L A NECESSITE» / «essai sur la Philosophie naturel le de la biologie moderne», 337. s.

Jacques M O N O D : «ON V A L U E S I N T H E A G E OF SCIENCE», «The Place of Values i n a W o r l d of Facts»da, 337. s.

F .J . C.J. N U Y E N S : «ARISTOTELES, PERSOONLIJKHEID» , 318 s.

«The Compact Ed i t i on of the OXFORD E N G L I S H DIC­T I O N A R Y * , 332. s.

P L A T O N : Bkz . : Eflâtun.

K a r l Ra imund POPPER : «OBJECTIVE KNOWLEDGE» / «an evo­lu t i ona ry approach*, 326. s.

Ado l f P O R T M A N N : «BIOLOGIE U N D GEIST», 330. s.

George J . R O M A N E S : «ARISTOTLE AS A NATURAL IST » , «The Contemporary Review»da, 319. s.

Sir Dav id W. ROSS : «ARISTOTLE SELECTIONS* , 324. s.

S i r Dav i d W. ROSS : «AR ISTOTLE» , 327, s.

S i r B e r t r a n d R U S S E L L : «HISTORY O F W E S T E R N P H I L O ­SOPHY*, 326. s.

M a r t i n S C H E L L H O R N : «PHILOSOPHISCHE B E M E R K U N G E N Z U R DISKUSSION D E R HÖHERENTWICKLUNG D E R L E B E N D E N MATERIE » , Wissenschaftliche Hefte der Pädagogischen Hochschule W. Ratke», 330. s.

Ernes t S C H O F F E N I E L S : « L 'ANT I -HASARD» , 337. s.

George Gay lord SIMPSON : « THE M E A N I N G OF EVOLUTION» , 328. s.

A r n o l d J . T O Y N B E E : «GREEK C I V I L I Z A T I O N A N D CHARAC­T E R * / «the self-revelation of Ancient Greek society*,

In t r oduc t i on and Trans la t ion : A r n o l d J . Toynbee, 315. s.

Y A R D I M C I K A Y N A K L A R

Çalışmada, kendi ler inden yararlanılmakla b i r l i k t e , doğrudan doğruya atıfta bulunulmayan kaynak la r :

A . B A I L L Y : «D ICTIONNAIRE GREC - FRANÇAIS » ; Hachette, Paris, 1950.

Emi le BOISACQ : «D ICTIONNAIRE E T Y M O L O G I Q U E D E L A L A N G U E GRECQUE»; L i b r a i r i e C. Kl incksieck, Paris, 1916.

«DTV-LEXIKON D E R A N T I K E » / «Philosophie, L i t e ra tur , Wissenschaft», 4 c i l t ; dtv , Münih, 1965.

Feter G R A Y : «STUDENT D I C T I O N A R Y OF BIOLOGY» ; Van Nos t rand Reinhold, New York , 1972.

Sir Paul H A R V E Y : « THE OXFORD C O M P A N I O N TO CLAS¬S I C A L L İ T E R A T Ü R E » ; Ox fo rd Un ive rs i t y Press, Londra, 1980.

I S M A I L F E N N Î : «LUGATÇE-I FELSEFE» (Arap har f ler iy le ) ; Matbaa- i Âmire; İstanbul, 1952.

Sevinç K A R O L : «ZOOLOJİ TER İMLER İ SÖZLÜĞÜ» ; T.D.K., A n ­kara , 1963.

Thomas K I E R N A N : «AR ISTOTLE D I C T I O N A R Y » , «Introduc­tion» : Theodore James; Peter Owen, Londra , 1962.

André L A L A N D E : «VOCABULAIRE T E C H N I Q U E E T CR IT IQUE D E L A PHILOSOPHIE» ; P.U.F., Paris, 1968.

Hermann M E N G E : «ALTGRIECHISCH - D E U T S C H u n d D E ­U T S C H - ALTGRIECHISCH» ; Langenscheidts Taschen­wörterbuch, Münih, 1972.

343

« P E N G U I N C O M P A N I O N TO L I T E R A T U R E » : « CLAS­S ICAL , B Y Z A N T I N E , O R I E N T A L , A F R I C A N L İTERA­TÜRE» , edited : D.R. Dudley, D.M. L a n g ; Penguin, Midd le ­sex, 1969.

F.E. PETERS : « G R E E K PHILOSOPHIC TERMS » / «a h is to r i ca l Lexicon»; New Y o r k Un ive rs i t y Press, New York , 1967.

Edouard des PLACES : « LEX IQUE D E L A L A N G U E P H I L O ­SOPHIQUE E T R E L I G I E U S E D E PLATON» , «Platon : Oeuvres Complètes» ; Société d 'Ed i t i on 'Les Belles Let tres ' , Paris, 1964.

Dagobert D. R U N E S : « D I C T I O N A R Y OF PHILOSOPHY* ; L i t t l e -f i e ld , Adams, Totowa, New Jersey, 1977.

Suat S ÎNANOĞLU : « Y U N A N C A - TÜRKÇE SÖZLÜK» ; T.T.K., Ankara , 1953.

E d w i n B. S T E E N : «D ICT IONARY OF BIOLOGY» ; Barnes and Noble, New Yo rk , 1971.

Pars TUĞLACI : « O K Y A N U S Ansik lopedik TÜRKÇE SÖZLÜK», 3 c i l t ; Pars Yayınları, İstanbul, 1971.