M E T İ N L E R IŞIĞINDA ARİTOTELES' in C A N L I Y L A V E C A N L I N I N E V R İ M İ Y L E İLG İL İ DÜŞÜNCELERİNE
PROMLEMATİK Y A K L A Ş I M 1
Teoman Duralı*
— Ç a ğ d a ş B i y o l o j i F e l s e f e s i I ş ı ğ ı n d a A r i s t o t e l e s C a n l ı l a r F e l s e f e s i n i n Y e n i d e n D e ğ e r l e n d i r i l m e s i K o n u s u n u i ş l e y e n Ç a l ı ş m a n ı n P r o g r a m c a D ö k ü m
I — A r i s t o t e l e s ' t e B i l i m
I I — A r i s t o t e l e s ' t e B i y o l o j i
I I I — A r i s t o t e l e s ' t e E v r i m S o r u n u
V I — A r i s t o t e l e s ' i n İ k i l e m i
E k l e r i l e K a y n a k l a r
K a y n a k l a r ' a T o p l u B a k ı ş
Y a r d ı m c ı K a y n a k l a r
* Çalışmada geçen Türkçeye çevrilmiş metinler i E s k i Y u n a n c a asıllanyla karşılaştırıp gerek i l düzeltmeleri yapmış oîan sayın Doçent Dr . Uluğ Nutku 'ya ; ayrıca da basımı zor olan bu çalışmayı ba smak çabasını ve başarısını göstermiş bulunan I.ÎT, Edeb iya t Fakültesi Basımevinm gayret l i mensuplarına teşekkür etmeği zevk l i bir ödev sayıyorum.".
Fe lse fe A r . F . 17
OuSev u-dınv f| <pumç îioıeî Doğa Mçbir şeyi boşuna meydana getirmes.
A r i s t o t e l e s ' t e B i l i m
Günümüzde b i l im le r 2 baş döndürücü aşamalar kaydederken, kalkıp geçmişe bakmak, şu yahut b u b i l i m i n geçmişteki 'serüven'Ierini izlemek yadırganır olmuştur. Hele t eor ik tavırlı b i l imse l araştırmanın henüz yerleşme safhasında bulunduğu, b u yüzden de ' i l i m ' i le ' fen 'nin yahu t ' b i l im ' i le ' t e kn ik ' i n sık sık karıştırıldığı ülkemizde ' laboratuvar erbabı* için herhang i b i r b i l i m i n t a r i h iy l e yahut felsefesiyle uğraşmak, anlaşılmaz b i r çeşit 'boş zaman'ı değerlendirme yo lu o larak görülmektedir. Hâlbuki bi l imde, dolayısıyla da onun uygulamaya ak ta rılmış kes imi o lan t ekn ik t e atılımların, t eo r ik çalışma-larca kotarılıp denel araştırmalarca denetlendiği b i r gerçektir. Şu v a r k i teor i , malzemesini doğadan olduğu kadar, t a r i h t e n de devşirir. Çünkü her teor i , b i l i m i n o ânki durumuy la y a dolaylı y a da dolaysız şekilde i l i n t i l i d i r . B i l i m l e r i n be l l i b i r zaman kesidindeki durumuysa, b i r den meydana gelmemiştir. Her durum, kendisinden önce gelenlerce belirlenmiştir. B u bakımdan, çalıştığı alanın tarihî arkaplânmı tanıyan b i r araştırmacı, en azından, 'b i l ineni t ek ra r l amak ' t an kur tu lacak , işte deneyin, t eor i y i ; teorininse b i r yandan deneyi, öbür yandan da t a r i h i gereksemesi böyle olur.
Teorice değerlendirilmemiş deney ver i l e r in in , gündel ik hayat ta kullanılabilirliği bulunsa dahî, bunlar b i l imse l Özellikten yoksundur lar . Z i ra , «bilime konu olan» d i yo r Aristoteles, «zorunlu olmalı, sık sık değişmemelidir artık. Zorun lu luk la , m u t l a k surette varolan, ebedîdir. Ebedî olansa, ne olagel ir ne de or tadan ka lkar . Üstelik, b i l i m biçimindeki her b i l g i , öğretilebilir c instendir (...
259
Sı5aKTT| \\o.6a emÖTfıjırj SOKET eîvaı..) Her türlü Öğretim işi içinse, 'Ana l i t ik le r 'de de belirtmiş bulunduğumuz üzere, önceden edinilmiş birtakım temel bi lg i lere ihtiyaç duyulur . . . Başka b i r deyişle, ancak be l i r l i b i r inanca sahip (eğitim görmüş), böylelikle de başlangıç i lke l e r in i edinmiş kimse bi l imsel bi lgiye, dolayısıyla da başlangıç i lke lerine ulaşabilir. Z i r a başlangıç i lkeler inden çıkarım-lanmış vargıları, söz konusu i lkelerden daha i y i b i l iyorsa, o kişinin ulaşacağı b i l g i de, esasa ilişkin olmayacak» 3.
İşte, Ar istote les ' ten aktarılmış y u k a r k i parçanın son cümlesi, b i l ime dair i k i b in yıldır yapılmış bütün ta r i f denemelerinin özünü özetini sunmaktadır. A r i s to teles, gerek bu gerekse Öteki eserlerinde sunduğu benzeri tanımlarla, bi l imsel b i l g i y i öbür b i l g i türlerinden açıkça ayırmış, buna bağlı o larak da bi l imsel araştırmayı başlıbaşma b i r uğraş alanı tarzında belirlemiştir.
B u r d a doğrudan canlıların araştırılmasıyla i l i n t i l i sorularımızı Aristoteles'e yöneltmeden, onun, öncelikle 'b i lg i 'y le , sonra da genel anlamda 'b i l im' le i l g i l i görüşl e r i üstünde, az da olsa, durmak, i lerde ele alacağımız konuları daha seçikçe kavramamız bakımından yararlı o lab i l i r .
Aristoteles, henüz Akademiyada P la ton 'un öğren-cis iyken sonraki eserlerinden pek farklı b i r üslupla —söyleşi (dialog) üslubuyla— kaleme almış olduğu «Protreptikos» başlıklı yazısında ' b i l g i ' y i öncelikle 'görme' duyusuna bağlamıştır :
«Düşünceye ve seyre da lmak insan için her şeyin Ötesindedir ; tıpkı görme duyusunun, bütün ötekilerden üstün olması gibi . . .
Görmeyi sadece kendis i için sevmemiz, bütün insanların düşünme i le b i lmey i sevdik ler in in ye ter l i kanıtıdır... Canlılığı cansızlıktan ayıran, b i r inc i s in in algı yet is ine sahib olmasıdır.. Görmenin, en keskin, en güçlü d u y u olması, onu bütün ötekilerden farklı kılmıştır. Algılama gücünden ötürü hayat, ölüm karşısında terc ihe değer kabu l ed i l i rken, r u h u b i lg iye ulaştırıyor diye yeğlediğimiz algı da b i r çeşit bi lg idir . . . A m a algı-
260
n m doruğu demek olan görme, duyular arasında en arzulanan, en şerefli olandır. Bunun b i r l i k t e , gerek görme'den gerekse bütün öteki duyulardan, hayatın kendisinden dahî k a t ve k a t çok arzulanan, b i l ge l ik t i r . Z i r a onun, h a k i k a t i kavrayışı daha b i r güçlüdür, kuvve t l id i r , işte insanlar bundan dolayı bilgeliğe bunca susamışlardır. Onlar, b i l g i i l e bilgeliğe tu tkundur l a r , çünkü hayatı severler» 4 .
«Protreptikos»ta ele almağa koyulduğu b i l g i i le b i l i m sorununu Aristoteles, o lgunluk çağını taçlandıran «Metafiziğ»in başlangıç kesimlerinde artık enine boyuna işler :
«Bütün insanlar, doğa (<D66sı) gereği, bilmeği arzula r l a r . . . Y ine doğaca, hayvanlar da duyum yet is iy le donatılmışlardır. A m a bunlardan k imis inde duyum, hafızaya o r t am hazırlamıştır, kimisindeyse hazırlamamış-tır. Bundan ötürü bir inc i ler , hatırlama istidadını bu lundurmayanlara oranla daha zekidir ler, dolayısıyla da öğrenmeğe daha yatkındırlar...
25 İnsanı saymazsak, bütün öteki hayvanlar , sadece hayâller (t&avtaöıa) i le hatırlamalara bağlı ka la rak yaşarlar . Birtakım basit deneylere (s(i7ceıpîa) sahipt i r ler . Buna karşılık, insan türü sanat(T§xvıl)ile akılyürütme(Xoyı6[.ıoç;) düzlemlerine ulaşmıştır, insanlarda deneyi doğuran ha-
981a fızadır. Gerçekten de aynı şeye da i r birsürü hatırlama, be l l i b i r deneyi oluşturur... insanlar , b i l i m i le sanata deney aracılığıyla erişirler. N i t e k i m Polos 'un 5 çok ye r in de belirtmiş olduğu üzere, deney, sanatı (zanaatı), de-neysizlikse, rastlantıyı (rOpı) doğurur. Biryığm deney
5 kavramından b i r tek tümel yargı (Ka9öA,oo... •bno'k^ıç)
kaynaklandığında bütün benzer durumlara uygula^ nab i l i r sanat or taya çıkar. N i t e k i m şu be l i r l i hastalığa yakalanmış Kallias'ı, . ardından Sokrates' i , sonradan da daha başka birsürü kişiyi t ek tek şifaya kavuşturmuş şu deva hakkındaki yargımız, deneyden
10 gel ir . Hâlbuki... şu yahut b u hastalıkların tümüne de şu cins deva gerekir tarzındaki b i r yargı, artık sanat ürünü-
980a 2 1
980b 2 1
261
dür. Demekki uygulamaya-dönük hayat açısından baktığımızda deneyin, sanattan (zanaattan) hiçbir farkı yokt u r . Öyleki deney sahibi kimseler in, deneyden yoksun
15 kavram'a (^cyoç) mâlik olanlara üstünlük tasladıklarına tanık oluyoruz. B u n u n sebebi, deneyin, tek tek şeylerin, sanatın (zanaatın) ise, evrensel (tümel) olanların b i l g is i olması; üstelik, her uygulamanın, her yapıp etmenin, bireylere bağlı bulunmasıdır. Hek im, aslında dosdoğru
20 gelişigüzel insana değil de, temelde insan olan b i r K a l -lias'a, b i r Sokrates'e y ahu t herhangi başka b i r kimseye şifa sunar. İmdi, deneyden yoksun kavram'a sahipsek ve içerdiği bireyselliği tanımadan evrenseli b i l iyorsak,
25 uyguladığımız tedavide sık sık yanılırız. Çünkü sağlığına kavuşturulacak olan, her şeyden önce, b i reydir . Bunun la b i r l i k t e , genell ikle gerek b i lmenin gerekse anlama istidadının deneyden ziyade sanattan çıkageldiğini düşünürüz. B u sebeple de sanata (zanaata) mâlik olanları, deney sahiplerinden üstün tutarız.... Çünkü b i r i n ci ler nedeni b i l i r l e r de, ik inc i l e r bundan habersizdir ler. Gerçekten de deney sahib i olanlar, b i r şeyin varlığından (tö ÖTI 'neden'inden) haber l id i r ler , aman niçinini (SıÖTt) bilmezler. Oysa sanat sahibi kimseler, ele aldık-
30 l a n şeyin niçinini de nedenini de aynı ânda b i l i r l e r . . . 681b Genell ikle, b i lmenin kanıtı, öğretilebilmektedir. İşte bu
5 sebeple sanatın, deneye oranla b i l ime daha yakın durduğu kanısındayız. Öğretilebilenler çünkü, sanat sahibi olanlardır, yoksa öbürleri değil.
15 .. .Sanatlar, zamanla sayıca artmışlardır. Bunlardan k i m i s i n i n konusunu gerekl i , k imis in inse sadece hoşlan-dırıcı şeyler oluşturmuştur. Hoşa giden şeyleri icad edenler, ötekilere oranla her saman daha bilge o larak kabu l
20 edilmişlerdir. Z i r a onlar, ihtiyaç duyu lan şeylere yönelmemişlerdir. Ayrıca, ne haz ver i c i ne de gerekl i şeylere uygulanabi len b i l imler , çeşit çeşit sanatlar meydana get i r i l d i k t e n sonra keyfe hitabeden işlerle de uğraşıldığı d i ya r l a rda kuru lup kotanldılar. İşte Mısır'ın, matematiğe beşiklik etmesi, b u ülkede rahiplere bo l serbest zam a n tanınmış olmasındandır.
262
25 ...Felsefe denilen b i l im , kendisine başlangıç nedenl e r i i le varlıkların i lke le r in i konu edinendir.
2 983a
10 . . .Bundan dolayı da bütün Öteki b i l imler , felsefeden daha gerekl i olmalarına rağmen, hiçbiri ona mükemmell i k açısından yaklaşamaz»".
B i l i m , şu hâlde, genell ikle insanların sandıklarının tersine, yalınkat duyu ve r i l e r in in istiflendiği b i r dev anbar değildir. Gerçekten de bi l imde kendi ler inden söz edilen olaylar, asıl hâllerinden öylesine uzaklaşmışlardır k i , bun lara artık 'doğal' bile denilemez. Z i r a bunlar, o l dukları g ib i algılanmayıp b i l imine, çağı i le ortamına göre, ancak bel l i birtakım şartlar —inançlar, varsayımlar, önbilgiler-— çerçevesinde kavranabi l i r ler . îşte b u olağanüstü Önemli noktayı günümüzden i k i b i n küsur yıl önce Aristoteles, şaşırtıcı derecede keskince görüp bize «ikinci A n a l i t i k l e r »inde şöyle anlatmıştır :
1/31 87b «Algılama yo luy la bi l imsel b i l g i elde edilemez. Algı ,
27 yalnızca ( b u herhangi şey'e dair olmayıp da, 'böyle olan'a bi le ilişkin olsa, y ine de 'bu herhangi gey'i bel l i b i r yer
30 i le be l l i b i r ânda algılamak gerekir. Oysa her çeşit hâl için söz konusu olabilecek tümeli algılamanın imkânı y o k t u r ; çünkü o, ne 'bu'dur ne de 'şimdi'dir. Öyle olsa, o durumda her şeyin kendisine dayanılarak ölçüldüğü tümel o lmaktan çıkardı. Tümel her zaman, her yerde u y gulanabi l i r . §u hâlde tanıtlamaların (âıtö5&ı£ıç) , kendiler ine dayanılarak Ölçüp biçmeğe imkân tanıyan tümeller olduklarına, hurdan da tümellerin algılanamayacaklarına bakarak bi l imsel b i l g i n in algılama yo luy la devşi-
35 rilemeyeceğini açıkça görebiliriz. B i r ân için b i r üçgende açıların, i k i d ik açıya eşit olduklarını algılayabileceğim i z i varsayalım. Y ine de ısbata (e\&y%oç) ihtiyaç duyacağız. Isbatı da, k i m i l e r i n 7 öne sürmüş olduğu üzere, algılama yo luy la elde edemeyiz. Çünkü algı, t ike le ilişkin olmasına kargılık, b i l imsel b i lg i , ölçmede kendisine da-
263
40 yanılan tümeli kapsar. Sözgelişi ay'a g id ip güneşin ışığını kessek, tutulmanın nedenini bilemeyiz. O ânda t u t u l m a diye b i r olaya tanık olacağız gerçi; olayı akıl yo-
88a luy l a temellendiremeyeceğiz ancak. Algı etkinliğinde, ölçmede kendisine dayanılan tümel bulunmaz da ondan. Y ine de, aynı olayın sık sık tekrarlanışıni gözleyerek burdan ölçmede kendisine dayanılan b i r tümeli türete-bileceğimizi elbette inkâr edemem. Böylece incelediğimiz olayın tanıtlanmasını sağlamış oluruz. N i t e k i m ölçmede kendisine dayanılan tümel, t ek tek olup b i ten ler in oluşturduğu öbeklerden kotarıbr.
5 Ölçmede kendisine dayandığımız tümel, neden'e ışık tutabildiğinden, değerlidir. Sonuç olarak, y u k a r k i örneklerden de anlaşılacağı üzere, nedeni kendis i olmayan vakaların söz konusu olduğu durumlarda tümellere ilişkin b i l g i , duyu lar yo luy la algıdan da sezgiden de üstündür. ..
n/19 99b
20 Daha önce belirtmiş olduğumuz üzere, i l k dolaysız Öncüller (7cpöxa6ıç) bilinmedikçe, b i l imse l b i l g i tanıtla-namaz--. B u i l k dolaysız öncüller bizde ne doğuştan ne
30 de, kendi ler i hakkında b i l g i sahibi değilsek, oluşabilirler. Burdan da görüldüğü g ib i , dolaysız öncüllerin bizde oluşabilmesi için, sağmakça onların seviyesini aşmayan, gerekl i b i lme şartlarının hazır bulunması zorunludur. B u aslında bütün hayvanlarda tanık olduğumuz be l i rg in b i r Özelliktir; Z i r a onlarda, duyular yo luy la algılama dediği-
35 miz, doğuştan gelen b i r ayırdetme yet is i bu lunur . Hepsinde duyular yo luy la algılama doğuştan gelmekle b i r l i k t e , duyu lardan kazanılan izlenimler, onların k imis inde ka lıcı, kimisindeyse geçicidir. Böylece iz lenimler in kalıcılık kazanmadığı hayvanların ya algıları dışında hiç y a da yalnızca iz lenimine sahib olmadıkları şeyler hakkında b i l g i l e r i y ok tu r . İzlenimin, kalıcı b i r özellik hâlini aldığı hayvanlardaysa, hem algı etkinliği vardır hem de oluşturulmuş i z len imler in r u h t a saklanması imkânı bulunur .
264
100a Böyle b i r kalıcılık özelliği sık sık bel ir irse, o durumda da yen i b i r ayırım daha or taya çıkar: Duyu lardan doğup da kalıcılık özelliğini kazanan iz lenimler in b i r bölümü kend is in i düzenleyecek güce kavuşurken öbürleri de bundan yoksun kalır. Böylelikle duyu ver is i algıdan hatırlama
5 dediğimiz olay sökün eder. Aynı şeye ilişkin sık t ekrar lanan hatırlamalar da bize deneyi ver i r . Çünkü b i r d iz i hatırlama, b i r tek deneyi oluşturur. Y ine deneyden —başka b i r deyişle, öbürlerinin yanında hepsini özdeş-leştiren r u h t a bütünüyle artık i s t i k r a r kazanmış tümeld e n — sanatçının (zanaatçının) hüneri, b i l i m adamının da b i l g i s i kaynaklanır. Hüner, olageliş; bi l imse, varoluş alanlarında aranmalıdır.
Sonuç olarak şunu demek i s t i yoruz : B i l g i n i n yukar -10 da sözünü ettiğimiz hâlleri, ne be l i r l i b i r biçim altında
doğuştan b i r l i k t e g e t i r i l i r ne de daha yüksek b i l g i ka t la rından gel ir ler. Onlar, duyulara dayanan algı ver is id i r -ler . . .
...Mantıkça ayırıîamaz b i r m i k t a r t i k e l , y e r i n i alınca, i l k tümel de r u h t a be l i r i r . Her ne kadar duyuya dayanan algı, t ike le ilişkinse de, içerdiği tümeldir. Kal l ias ' ta , sözgelişi, i l k algıladığımız, 'insan'dır, 'insan-olma'dır, yoksa 'Kall ias-olan-insan' değil. Görüldüğü g ib i , başlangıç durumundak i tümeller arasında da birtakım yeni ayar lar , düzenlenişler meydana gel ir. B u süreç, bölünemez kavramlar , hakikî tümeller iy iden i y i ye oluşuncaya dek kesilmez. Şu yahu t bu hayvan türünün, i l k i n cinse, sonra da daha kapsamlı b i r sınıfa geçişi, genelleşme sürecindeki basamaklardır.
Artık, i l k öncüllerin, tümevarım yo luy la bi l inebi le-5 çekleri iy ice açıklık kazanmıştır. N i t e k i m duyuya da
yalı algının, tümeli sunma tarzı tümevarımlıdır.
...Sezginin dışında, hiçbir düşünme çeşidi b i l imsel 10, b i l g i kadar düzgün değildir. îlk Öncüller, tanıtlamalar
dan (cmoSstÇıç) , demonstratiö, burhan) daha kesin sure t t e b i l in i r l e r . B i l imse l b i l g i n in tümüyse, g id im l id i r .
15
100b
265
Burdan da i l k öncüllere ilişkin bi l imsel b i l g i n in bulunmayacağı anlaşılıyor. Madem sezgi dışında, b i l imse l b i l g i den daha doğru b i r şey bulunamaz, öyleyse i l k öncülleri de ancak sezgi yaka layab i l i r ( idrak edebi l i r ) . Buna göre, tanıtlamanın kaynağı tanıtlama, bi l imsel b i l g i n i n de kaynağı b i l imsel b i l g i olamaz. Y ine madem bi l imsel b i l g i -
15 g i n i n yanı sıra, öbür b i r i c i k doğru düşünme tarzı sezg id i r , öyleyse o, b i l imsel b i l g i n in çıktığı kaynaktır. Nasıl b i l i m i n çıktığı asıl kaynak, asıl temel öncülü kavrıyorsa, b i l i m i n tümü de, olaylar şebekesini öyle kuşat ıyor» 6 .
B i l i m i i l k kez bilimdışı kaygılar gözetmeksizin ko-tarıp işlemeğe çaba harcamış Ar istote les ' i b i yo lo j in in de asıl kurucusu diye kabu l edebiliriz. Çağımızda genell ik l e ' b i l i m ' dendiğinde hatıra ne geliyorsa, bunun h u dudunu Aristoteles, üç aşağı beş yukarı ana çizgileriyle belirlemiştir. Bunun la da yet inmeyip Öncelikle canlılarla i l g i l i araştırmalarını, kotarmış bulunduğu anlayış çerçevesinde yürütmeğe çalışmış olduğunu görüyoruz. Onun en göze çarpan özelliklerinden b i r i , araştırdıklarını i l k i n sınıflayarak düzene sokmaktır. Ancak bu, araştırılan konu, düzen uğruna dondurulur , kalıplaştırılır, kısacası fedâ edi l i r anlamına asla gelmez. Tam tersine, A r i s to teles, araştırma konusu nasıl b i r düzenleme gerektirmiş-se, hep onu kollamağa özen göstermiştir. Aslında A r i s -to les ' in b i l im , daha da genel konuşursak, felsefe anlayışını en özlü tarzda 'sınırlılık' sözüyle di le get i rebi l i r i z . A m a bu, hiçbir v a k i t 'son sınır' demek değildir. 'Sınır*, t e k başına amaç olamaz. Arananı, araştırılanı bel ir ley i c i , be l i r g in kılıcı araçtır yalnızca. Aristote les ' te 'sınır', ka fa karışıklığını ve görmeği bulandıran etkenler i önlemeğe yönelik t edb i rd i r . Buna karşılık b i l g i ' n in zenginleşip serpi lmesini engelleyen anlamına asla alınmamıştır. 'Sınırlılık', b i r bakıma 'had 'd in i bilmeği de gerekt i r i r 9 . Z i r a «sınır (jıspaç), her varolanın biçimsel cevheri i le mah i y e t in i (TÖ TI sıvat) ele ver i r . N i t e k i m bu, b i l g i n in olduğu kadar eşyanın da sınırıdır» 1 0. Alıntıladığımız şu
son Önermesinde Aristoteles, varolanların, b i ld ik le r imiz den ibaret kaldıklarını söylemek is t iyor .
İşte b u 'sınırlama' kaygısını çok kere elden bırakmaksızın Aristoteles, canlıyı gözlemlenebilir varlık olar a k irdelemiştir. B u r d a b iz i asıl i lg i lendiren, araştırmalarını nasıl yürütmüş, ne çeşit sonuçlar elde etmiş bulunduğundan çok, nasıl yürütmek istemiş, hang i hedeflere varmağı tasarlamış olduğudur. Günümüzden baktığımızda, gerek hazır bulduğu t eo r ik b i l g i n in gerekse e l indek i araçlar i le gereçlerin aşırı derecede yetersiz kalışları yüzünden, or taya koymuş olduğu salt deney ver i l e r i n i n , bize pek b i r şey ifade etmemeleri doğaldır 1 1. Şu var k i , yalnızca tüm b iyo lo j i alanındaki başarıları bile, ger ek k i m i gözlemleri ndeki gerekse birtakım akılyürütme-ler indek i yanılmalarını gölgede bıraktıklarını t es l im etmemek hak bi lmezl ik olur. B u noktayı onu yeğinlikle eleştirmiş olanlar dahî kabul etmekten kaçınmamışlardır. İşte George Henry Lewes'in, Aristoteles 'e a i t «Hayvanların Oluşmasına Dair» adlı eserle i l g i l i görüşleri: «Bu, olağanüstü b i r eserdir. Gerek ayrıntılı kuşatıeılığı gerekse teor ik sezişlerinin derinliği açısından bunun b i r benzeriyle ne Eskiçağda ne de zamanımızda karşılaşabil i r i z . B i l i m i n o devirdeki du rumunu düşündüğümüzde 'Hayvanların Oluşmasına Dair'de* b i yo lo j in in en çetrefil sorunlarının bile nice ustaca ele alınmış olduklarını görmek insanı hayran bırakmağa yet iyor. . . Ar istote les için, eserini b i z im ölümsüz W i l l i a m Harvey ' in 'Oluşmaya İlişk i n Söylevler'iyle 1 2 karşılaştırmak kadar büyük b i r övünme vesilesi düşünemiyorum. Yen i f i z yo lo j in in kurucusu, sabırlı b i r araştırmacıydı, kıvrak b i r zekâya ve ka lbur üstü b i r b i l i m kafasına sahipt i . Eser i de Ar istote les in-k is ine anatomiye ilişkin bel l i birtakım ayrıntılar bakımından üstündür. Ancak, hepsi b u kadar : Felsefî içerik yönünden Ar istote les inkis iy le boy bi le ölçüşemez. B u yüzden de biz bugün Harvey ' in eserine, Ar is to te les ' in b i yo lo j i külliyatı yanında, tarihî değerden başkasını biçemiyoruz» 1 3 .
267
Aynı şekilde George Romanes de, «çağımız düşüncesini i k i b in yıl öncesi şartlar altında Öngörebilmiş böyle b i r dehanın Önünde» hayranlığını gizleyemiyor. Ar is tote les ' in asıl ye r in i , nesnel yöntemlere i t i ba r etmes in in belirlemiş bulunduğuna haklı o larak işaret ediyor 1 4 . N i t e k i m bu nokta bize, Aristoteles ' ten önce de yeryüzünün dört b i r yanında b i tk iy l e , tarımla, hayvanla yah u t hayvancılıkta uğraşmış nice doğa araştırmacısının niçin henüz b i l i m adamı ünvanını alamayacağını yetesiye aydınlatmaktadır. K o n u y u biraz daha deşersek, şöyle b i r manzarayla karşılaşırız : Sözünü ettiğimiz doğa araştırmacılar, ya gözlem yapmış, sonra da gözlemlemiş oldukları bölükpörçük görüntüleri be l i r l i i lkelere, kalkış noktalarına bağlamağı akıllarına getirmemişlerdir — s o r u n la ra kısa vadel i çözüm arayanlar, bi l imsel i lke le r i gereksemezler de ondan—; ya da başlangıç i lkelerinden çıka-rımîadıklarını deneylemek, deney yo luy la denetlemek zorunluluğunu duymamışlardır. B u i k i zıt tu tumdan nasıl b i r inc is i kısa vadel i çıkar kaygıları güdüyor da bundan dolayı salt uygulamaya dönükse, ik inc i s i de öyle gözlem ver i l e r in i Önemli ölçüde dışta bırakıp gelişmeye kapalı spekulat iv sistemciliğe yöneliktir.
Aristoteles, b i l imse l b i l g i i le uygulamaya-dönük (p ra t i k ) b i l g i y i b i rb i r l e r inden ayırdığı g ib i , b i l imsel b i l g in in , spekülasyonlarda karşılaştığımız deneyle i l g i s i i l i şiği kesilmiş görüşlerden de farklı olduğunu vurgulamıştır.
B i l i m , Aristoteles 'e bakılırsa, i k i yo ldan yürür : Tümevarım i le tümdengelim. «Tümevarım (fj sTtaycoyıı), b i z i başlangıç i lke le r i (dpx?ı) i le tümellere (KÖ06XOÜ) çıkarmasına karşılık tümdengelim (ö 6vXkoyı6\\6q) , tümellerden çıkagelir. Tümdengelim buna göre, kendi ler i başk a i lkelerden çıkarımlanmamış i lkelerden ka lkar . B u i l kelere de şu hâlde tümevarım yo luy la ulaşılabilir. B i l i m Öyleyse, kanıtlama yatkınlığıdır...» 1 5
268
— I I —
A r i s t o t e l e s ' t e B i y o l o j i
Tümevarımla b i l imc i , anlaşılacağı üzere, gözlemlemiş olduğu tek tek değişik görüntüler arasında tesbit ettiği o r t ak n i te l ik lerden ka lka rak bütün o benzer görüntüleri 'anlamlı' kılabilecek tümel b i r 'taşıyıcı'ya varır. Tümevarımın başlangıcında şu hâlde gözlem ver is i , başka b i r deyimle, deney bu lunur . B i l imc i , daha gözlemlememiş olduğu olayların, süreçlerin nasıl, niçin öyle olabileceklerine ilişkin, o belirlenmiş 'taşıyıcı'ya, ' i lke'ye, 'tümel'e dayanarak tahminler , başka deyişle, 'Önaçıkla-ma la r ' sunabi l i r . Ancak, söz konusu 'önaçıklamalar'm, inanılır, güvenilir hâle gelmeleri, başka deyişle, ' t am açıklama ' olmaları, yeni gözlem veri lerince onaylanmalarına bağlıdır. Demek, tümevarımda olduğu üzere, tümdengelimde de k a r a r merc i y ine gözlem ver is id ir , deneydir. Tümevarım yo luy la ulaşılacak ' o r tak taşıyıcı' (Ar i s to teles ' in dey imiy le (ÖTIÖKEÎÎIEVOV) yahut i lke (&p%r|) soy u t t u r , tümeldir; ayrıca d u y u ver is i o lmaktan çok, sezg i ürünü olmasına rağmen, deneye konu olan dünyayı aşırı raddede dışta bırakırsa, b u kere ona dayanılarak oluşturulmuş varsayım, o lay lar la yahut süreçlerle tümdengelim yo luy la i l g i içerisine sokulamaz. Böylelikle de b i l g i hâlini a lamayan varsayım, ya b i r yana bırakılır ya da dogmalaşır. İşte eldeki varsayımın süreklice gözl em ver i l e r iy le denetlenebil ir durumda bulunması gereğini Aristote les, «Hayvanların Oluşmasına Dair» başlıklı eserinden alınmış şu parçasının sonunda di le get ir miştir :
758b
14 «Bütün... kurtçuklar ( l a rva ' l a r ) , erginleşip t a m şekillend ik t en sonra yumurtamsı b i r hâl alırlar; kend i l e r in i çe-
3 5 v i r e n kabuk sertleşir. B u süre içerisinde bunlar, hareketsiz kalırlar, işte b u d u r u m u arı, eşekarısı i le tırtıl k u r t -
269
çuklarmda açıkça görebiliriz. B u n u n böyle olması, k u r t çuğun doğasının daha t a m olgunlaşanı amış olmasından
20 i l e r i gelir...; büyüyen b ir kurtçuk, henüz yumuşak yu m u r t a o lmak durumundan çıkamaz...
759a X Arıların 1 da üreyişinde açıklığa kavuşmağı bekleyen pek
çok y a n var. Söylenen gerçekse, balıkların k i m i s i çift-10 leşmeden ürermiş. İşte, en azından görünüşe bakılırsa,
aynı şey arılar için de söz konusu olmalı. Arıların üreme-siyle i l g i l i üç yo l düşünülmüştür: Bun lar , ya döldöşlerini özge b i r kaynaktan devşirir, ya kend i l e r i yav ru la r ya da aralarından k i m i s i devşirir, k imis iyse doğurur... K i m i l e r i , erkekarı yavrularının devşirildiği görüşündedir.
15 Kendikendüerine ürüyorsa, o takd i rde bu, ya çiftleşer ek (oxeuouevoç) ya da çiftleşmeksizin (âvotemovç)
olmalı. Çiftleşerek oluyorsa, o hâlde ya her çeşit (SKOÖTOV yEvoç) kendi çeşidini meydana get i r iyor , y a söz ko
nusu üç çeşidden b i r i , öbür i k i s i n i döllüyor ya da her b i r çeşit b i r başkasıyla birleşiyor (ÖUVSUC^ÖUGVOV) . Demek
20 istediğim şudur: Y a 'arılar' (u-eM-rcaç) , 'arılar'ın b i r
leşmesinden; 'erkekarılar' (loıcpfivaç), 'erkekarılar'ın
birleşmesinden; 'anaarılar'da (paöı&eiç) , ' anaan la r 'm birleşmesinden; ya da bütün çeşitler, be l l i b i r çeşidden —sözgelişi anaandan; yahut da 'anaarı' i le 'erkekarı'nın çiftleşmesinden meydana gel i r ler — k i m i l e r i , 'erkekarılar'ın, 'erkek ' ; 'anaarılar'msa, 'dişi'; k imi ler iyse , 'erkekarılar'ın, aslında, 'erkek* olmayıp da 'dişi'; k imi ler iyse, 'erkekarılar'ın, aslında 'erkek' olmayıp da 'dişi'; 'anaarı-
25 lar 'msa, hiç de 'dişi' olmayıp 'erkek' olduklarını Öne sürer...
759b ...'Arılar'ın (anaanlar 'm) dişi olduklarını sanmak yanlıştır. Z i r a doğa, dişileri s i lahla donatmaz. İşte, 'erkekarılar'ın iğnesi yokken, 'arılar'ın bununla donanmış bulunması tuhaftır, Bunun ters i o lan görüş, 'arılar'ın er-
5 kek olup 'erkekarılar'ın dişi oldukları da;yanlıştır. Çünkü erkek, yavrularıyla uğraşmak zahmetine asla ka t l a namaz. Oysa bilindiği üzere arılar, yavrularıyla uğra-
270
10 şırlar... Şurası da açıktır: 'Arılar'm, 'arılar'la; 'erkek-arılar'ın da 'erkekarılar'Ia çiftleşerek üremeleri imkân-
16 sızdır... Çünkü her hayvan türünde dişiler i le erkekler arasında f a r k bu lunur . . . Üstelik, fougüne değin kimse
23 'arılar'm, 'arılar'la yahut 'erkekarılar'ın, 'erkekarılar'la çiftleştiğini görmemiştir. Hâlbuki her i k i çeşit arı, dişi i le erkek olmak üzere i k i cinsiyete ayrılmış olsaydı, bunların çiftleştiklerine sayısız kere tanık o lunab i l i rd i . Ge-
25 r i y e b i r i h t i m a l daha kalıyor: Üremenin, 'anaarılar'ın birleşmesi sayesinde gerçekleşmesi. Ancak, buna da i t i raz edi lebi l i r : Gözlemlerimizden 'erkekarılar'ın işe 'ana-arılar' hiç karışmaksızm da üreyebildiklerini anlıyoruz...
30 Son olarak b i r de şu i h t i m a l i hesaba ka tab i l i r i z : B i r t a kım balıklarda (erythr inos i le channa) görüldüğü g ib i , 'arılar'da 'erkekarılar'ı çiftleşmeksizin dünyaya getire-b i l i y o rdur . Dünyaya get i rmek söz konusu olduğuna göre, 'arılar'm dişi olması gerekir. Şu var k i onlar, b i tk i lerde gördüğümüz g ib i , dişiliğin yanında erkek l ik unsurunu da taşıyabilirler. Böylece 'arılar'm, savunma organına sahib olmalarında olağandışı b i r yan görmemeliyiz. Doğal olarak, başlıbaşma erkek cinsiyet i bulunmayan varlıklara 'dişi' demenin de anlamı yok tu r . 'Erkekarılar', çiftleşmeksizin ürerler. B u , böyleyse, o takd i rde , 'işçi¬
, 35 arılar' i le 'anaarılar'ın da çiftleşmeksizin ürediklerini söyleyebiliriz. 'İşçiarılar'ın, kuluçkaya 'anaarılar' bulunmaksızın yattıklarına emin olabilsek, o v a k i t gerek 'işçiarılar'ın gerekse 'erkekarılar'ın, çiftleşmemiş 'ana-
760a arılar'dan üremiş olduklarını kamt layab i l i rd ik . Arıların 5 üreyişi, görüldüğü g ib i , oldukça acaipt i r . B u da, onların
öteki gar ip Özellikleriyle uyuşmaktadır. Arıların, çiftleşmeksizin üremesi, başka birtakım hayvan la rmk is in i andırır. Y ine de bunların eşi menendi y o k t u r demek, pek yanıltıcı olmasa gerek. Çünkü gerek barbunyalar
i i • (epoGpîvoı) gerekse han i balıkları (%evvaı) kendi türle-
10 r inden doğururlar. Arılar..., ayrı çeşidden, ama yine akrabaları olan b i r varlıktan ürerler ; ' Anan la r ' dan (fıyejıovtov : 'Hükümdar-arüar').,,
271
760b 23 . . .Kendi ler i sayıca az o lmakla b i r l i k t e , dünyaya bol m i k
ta rda arı get i rmeler i , 'anaarılar'm (fıysuovctç: 'Önderler', 'hükümdarlar'), ars lanlara benzetilmesine yo l açmıştır. A r s l an l a r (TÖV ^EÖVTÎOV) , i l k i n b i r batında beşiz doğurur-
25 lar(7iSvTe Ysvvıi6avxsç). Sonraki yavrulayışlarda sayı g i t tikçe azalır. Sonunda b ire düşer; giderek hiç doğuramaz-lar . Başlangıçta, 'hükmedenler'in (rjyejiövov) yav rusu bol , sonralarıysa az o lur . işte az sayıdaki yavru lar , gerçekten de 'hükümdar' soyundandır... Doğa (i) <D66ıç), sayıdan esirgediğini bünyeye bağışlamıştır.
Teor i (Xoyoç) açısından arıların üremesiyle i l i n t i l i o larak düşünülen vakalar işte bunlardır. Ne va r k i vaka-
30 1ar (TO 6uufîaîvovTa : Birleşmeler, çiftleşmeler), henüz yeterince temellendirilmemiştir. B i r gün temel lendir i -l i r lerse (eiXr)%xaı; Kavranabi l i r l e rs e) , o v a k i t teori lerden (T£5V löyojv) çok, duyu ver i ler ine (aL69f|6eı) söz hakkı tanımak gerekecek. Teorilere de (TOLÇ Xöyoıç) ancak görülenlerle (TOTÇ <I>aıvougvoıç) uyuştukları oranda inana-bileceğiz» 1 0*.
Eserinden buraya aktarılmış parçada da görüldüğü g ib i Ar istote les , her şeyden Önce canlıyı ince eleyip sık dokuyarak araştırmalarına konu edinmiş, sonra da canlı, onun tüm düşünce s is teminin oturduğu taban hâline gelmiştir 1 7. Gerçi gerek dura l evren anlayışı gerekse b u na bağlı o larak da fiziği, geçerakçe olmak n i t e l i k l e r in i çoktan yitirmişlerdir. Buna karşılık o, canlılar b i l iminde 'üstatlık' mertebesini X I X . yüzyılın i l k yarısına değin ko-ruyagelmiştir. Günümüzdeyse, kavramları i le görüşlerin i n çoğu, b i yo l o j i felsefesinin hâlâ gündemindedir. Z i r a b i yo l o j in in t eo r ik kes imi , fiziğin tersine, felsefeden henüz tamamıyla kopmamış olduğu şüphe götürmez. İşte bundan dolayı, başlı başına b i r t eor ik b iyo lo j iden ziyade b iyo lo j i felsefesinden söz açmak daha yerinde o lu r 1 8 .
Son derece d ikkate değer b i r nokta , Ar istote les ' in, canlılarla i l g i l i girişilmiş gözlemlerden kotarmış bu lun -
duğu aisthesis (duyumlama, algılama), aitia, aition
(neden — i l l e t , causa, Ursaohe), anaZogya (oran, andırma, andırış), ananke ( zo run lu luk ) , arke (başlangıç, temel, kaynak, i l k e ) , avtomatos (kendinden, kend i l i ğinden, rastgele, rastlantılı), dia (sebep — r a t i o , G r u n d — ) , diaresis (bölümleme, sınıflama), ta dioti
(niçin —gaye (bildiren neden—), dünamis (güç, kuvve —poten t ia , K r a f t — ) , eıdos (biçim, tür ) , endehomenon
dllös ehein (değişken, tesadüfi), energeia (etkingüç —actus , ae t io—) , enteleheia (gerçekleşmişgüç, gerçek-leşmişbiçim, gayeye erişilmişlik), epagöge (tümevar ım) , eshatos (b i rey ) , fantasia (hayâl, t asavvur ) , fora
(devinme —loco m o v e r i — ) , füsike (doğa felsefesi y ahu t b i l i m i ) , füsis (doğa10), horismos ( t a r i f ) , horos (deyim, t e r i m ) , homoiomeres (türdeş), hu heneka (hedefe yö-nelmişlik, gaye l i l i k ) , hüle (madde), hüpokeimenon ( taşıyıcı, taiban, özne —sübstratum, sub j ec tum—) , idion
(özellik), kath'hekaston (b i rey ) , katholu (tümel), M-
nesis (değişme, hareket —mot ionem, m o v i m i e n t u m — ) , kronos (zaman), logikos (dilsel, sözel, soyut ) , logistikos
(hesaplamaya, sayılamaya dayanan), logos (söz, bel irleme, formül, k u r a l , akıl i l kes i ) , metdbole (başkalaşma), morfe (biçim), noesis (düşünme), nus (alnî) , paradeig-
ma (örnek), pathetikos (duygulanma, ed i l g in l i k ) , poiesis
(imâl, yapım, üretme, üretim), polon ( n i t e l i k ) , poson
(n ice l ik ) , praksis (yapıp etme, uygulama, davranma) , proairesis ( terc ih, amaç), pros ti ( i l g i , ilişki, (bağıntı, görelil ik), protasis (öncül), psühe ( ruh , canlılık i lkes i ) , semeion (işaret), skema (şekil), stoihei (unsur ) , sul-
logismos (kıyas, tümdengelim), sümbebekos (sapma, araz ) , sümperasma (vargt), sümploke (bağlantı), sünehes (sürekli), tehne (iş, zanaat, sanat ) , telos (gaye) g ib i kavramların ve hun la r l a örülmüş i fadeler in, çağımızda yalnızca b i yo l o j i felsefesinde değil, aynı zamanda deney b i l i m i o larak b i yo l o j in in genelinde bi le, azçok değiştirilerek kullanılmağa devam edi lmeler idir . Y ine de bu, b i yo l o j in in denel i le t eo r ik — y a h u t felsefî— kes imler i , arasında adamakıllı kopukluğun, kesikliğin b u -
273
lunduğunu gizleyemez. Öncelikle denel b iyo lo j in in , b i yok imya , b iyo f i z ik , hücre f i zyo lo j is i , genetik g ib i temel seviyelerinde iş görenler, canlıya b i r kere Aristotelesçi, başka b i r anlatışla, bütüncül açıdan kesinl ik le bakmamaktadırlar. Böyle b i r bakış açısı b u kimselere alabi l diğine ıbilimdışıymış, duyguyla yüklüymüş g ib i gel ir de ondan.
Aristote les, aslında şaşırtıcı derecede düzenleyici b i r düşünme tarzına sah ipt i . Tar i fs iz , sınıflamasız iş görmemiştir 2 0. Met in ler indek i üslup, genell ikle hocası H a t o n u n k i s i n i n tersine, süssüz, şiiriyetsiz, durudur . Sunduğu ta r i f l e r i le bel ir lenimler, çoğunlukla türler inde i l k o lmakla b i r l i k t e , sallantısızdırlar. Bütün bu akılcı, b u 'b i l imc i ' yanlarına rağmen, Aristoteles, canlıyı da kucaklayan evren karşısındaki hayranlığını hiçbir v a k i t ' b i l imc i l i k ' uğruna gizlemeğe yeltenmemiştir : İnsanlar, ona kalırsa, ayın, güneşin değişen durumlarına, yıldızlara, oluşların hepsine, kısacası evrene şaşarak baktılar. İnsanı, şu hâlde, araştırmağa onun, evrene soru yöneltmek ihtiyacı sevketmiştir. Bunun yanında, düşünme etkinliğini de kamçılayan heyecandır. B u bakımdan aklıyla düzenlemenin yanı sıra insan, girişeceği gözlemleri hayâlgücünün yardımıyla tasar lar . Bundan dolayı, felsefeden Önce efsane gel ir. Efsane bize, doğa i le canlı hakkında birsürü paha biçilmez ipucu ver i r . Efsaneyi sevip tatmış kişi ancak, onu aşarak daha tutarlı, daha sağın b i l g i l e r in yo lunu gözleyebilir. He r olağan, her sağlıklı oluş, basamak basamaktır da ondan.
Aristoteles 'e göre b u şaşırma (Qaü]ia6la) , şu hayr a n bırakan şaşırtıcı olup b i ten ler (TÖ Occuuct) , felsefe yapmak gereğini doğurmuştur. «Gerçekten de zorlukla
karşılaşan, şaşıran, bilgisizliğinin farkına vanr»21.
N i t e k i m E F S A N E Y İ S E V E N (<Daou\>Toç) dahî, b i r bakıma BİLGELİĞİ S E V E N d i r (<HıXo6oOoç). Bilgeliğin b u yo ldan aranması, başka b i r anlatışla, b i l g i için b i l g in in kovuşturulması, bütün şartlar yer ine ge t i r i l d ik t en sonra başlamıştır.
Felse fe A r . F . İS
Nasıl efsane çenberinden (geçtikten sonra insanlık, felsefe ku rmak gücünü gösterabilmişse, aynı şekilde po
sitiv felsefeye başka b i r deyimle, bilime v a rmak için de spekulativ felsefe durağını arkada bırakması gerekmişt i r . Genelde felsefe, kav ram dağarını efsaneye borçlu o l duğu kadar, alışılagelmiş b i l i m anlayışı da temel k a v r a m kuruluşu i le i l ke l e r in i felsefede, öncelikle de, demin belirtildiği üzere, Ar is to te les ' in sisteminde bulmuştur. Bütün b u bel irt i lenlere denelci (eksper imental ist ) , ka yıtsızca omuz s i lk ip geçiyorsa, o durumda, y a üstünde çalıştığı alana ' ibi l im' demeyip yen i b i r ad takmalı ya da orası için yine ' b i l i m ' demekte diret iyorsa, artık A r i s t o -telesci-olmayan b u yeni 'b i l im'e eskisinden tamamıyla farklı i lke ler i le başlangıç t a r i f l e r i bulmalıdır. A m a böyle b i r durumda denelci, sıkı sıkıya sarıldığı denelci-
Uk (eksperimental ism) i lkesinden sıyrılıp t eor i c i o lmak zorunda kalacağı da apaçıktır.
Ar is to te les ' in evrene, öncelikle de canlılar evrenine duyduğu hayranlığı kend i ağzından az önce dinlemiştik. B u hayranlıkta zihnî merak la b i r l i k t e çok derinlere inen b i r sevgi de saklıdır. Oysa çağımızda sevgi türünden duygulanmaların, laboratuvar kapısında bırakılması şartını b i l imle uğraşan hemen herkes b i l i y o r ; b i lmekle de kalmayıp benimsiyor. Ancak, sırf bu yüzden, sevgin i n , her çeşit araştırma sırasında üstlenmiş olduğu gör ev i göz ardı edehi l i rmiy iz ? Sevgi ile saygı duyguları, b i l imse l merakın dizg inley ic i ler i o larak görülmelidirler. Söz konusu merak tan dolayı b i l i m i n , Öz sınırlarını zorlayıp günümüzde b i yo l o j in in ye r yer yaptığı üzere, doğrudan doğruya insanı, onun temel toplumsal özelliklerini tehdide kalkıştığında, t eh l ike l i gidişin önünü olsa olsa haya ta duyu lan sevgi i le saygı a labi l i r . îşte Aristoteles, hurda da doğrunun, sağduyunun ney i gerektirdiğini hiç sallantıya yer bırakmaksızın bildirmiştir : «Her şeyden önce, insan için i y i olanın, insana ney in m u t l u l u k sağlayabileceğinin araştırılması, maksadımızdır. İnsana yaraşanın, bedene değil, r u h a ilişkin m u t l u l u k o l -
275
duğunu vurgu lamak ist iyoruz. M u t l u l u k t a n ise, r u h a ilişkin e t k in l i k l e r i n serpi lmesini anlıyoruz. B u gerçekten de 'böyleyse, göz hastalıkları uzmanının (ö<D9aA,uouç BspccTceûöovTa) nasıl, genel tıptan anlaması beklenirse, siyasetçinin (TCO^UIKÖV) de, ruha ilişkin (Tuspi ^ u ^ v ) olanı öyle bi lmesi şarttır. Aslında siyasetçinin işi, hek imink is ine oranla daha ağırdır. Çünkü siyaset, tıptan daha önemlidir, daha saygıdeğerdir» 2 3. B u da doğaldır. Hek im, yanıldı mı, b i r beter i birkaç kişi zarar görebilir. Buna karşılık kucaklayıcı, kuşatıcı b i l gilere ve bayağı güçlü b i r sağduyuya sahib olması beklenen siyasetçi, ters kararıyla koskoca b i r t op lumu uçur u m a sürükleyebilir. N i t e k i m aynı şey, t eo r i k u r a n için de söylenebilir.
Şu v a r k i , Ar istote les ' in «yürek atışı insandan gayrı hiçbir canlıda y o k t u r ; geleceğe yönelik çeşitli beklent i l e r i o lup umut l a r besleyen b i r i c i k canlı odur da ondan» 2 3 önermesinde duygusal unsurun, b i l imsel araştırmada ne denli zararlı e tk i ler yarattığını seçikçe görebileceğimiz i l e r i sürülebilir. Hâlbuki durum, bu denli bas i t değil. Ar is tote les ' in söz konusu önermesindeki yanlışı, araştırma konusuna duygusallıkla yaklaşmasında yatmamaktadır. E l indek i maddî i le manevî i m kânlar, onu yüreğin kendi gerçekliğine uygun b i r tasv i r i n i sunmaktan yoksun bırakmışlardır. N i t ek im,bunu r a hatça öne sürmemize cevaz veren, akıl i le duygunun şaşırtıcı derecede dengelenmiş bulunduğu önermeleri de var . Bunların başındaysa, «Hayvanların Parçalarına Dair»den alıntıladığımız şu bölüm gelmektedir :
A
639a «inceleme yahu t araştırma açısından baktığımızda b i r kişi y a soylu y a da gösterişsiz b i r işin erbabı o larak görülebilir. Konusuna ya b i l imse l denilebilecek ya da eğitim görmüş diye t a r i f edilebilecek b i r kişinin işbilir t u t u m u y l a yönelip karşılaşacağı b i r i fadenin neresinin doğru,. neresinin yanlış olduğunu teşbit edebilir. Böyle
5 b i r kimse, 'genel eğitim görmüş' diye ni te lenir , B u nite- 1
276
t i k t e k i b i r kimse, böyle b i r iğin üstesinden geleibilir. A n cak onun, hemen her konuda yargıda bulunmasını bekleriz. Oysa öteki durumda olan b i r i n i n yargı yürütme kab i l i y e t in in , be l i r l i b i r b i l imle sınırlı bulunduğu açıktır. Böyle b i r kab i l i ye t sadece sınırlı b i r a lan için geçerli o lab i l i r de ondan. N i t e k i m , gerek doğanın gerekse, öteki bütün bi l imlerde olduğu üzere, doğa b i l i m i n i n araştırılmasında başta gelen şart, sıkıca belirlenmiş k u r a l l a r a sahip olmaktır. İşte bu k u r a l l a r uyarınca b i l d i r i -
10 lenler in, doğru olup olmadıklarına bakmadan önce, dile get i r i lenler in , yöntemce kabule değer görülebilip görülemeyecekleri sınanabilmelidir. Şunu kasdediyorum : İnsan, arslan yahut öküz g ib i türleri teker teker m i ( ĞKaÖTT}v oööîav ) ele almalıyız, yoksa, hepsinin paylaştığı bellibaşlı birtakım n i t e l i k l e r i m i temel dayanak olacak şekilde tesbi t etmel iy iz? N i t e k i m , u y k u , Ölüm, solu-
15 num, büyüme, çürüme, duyumlama i le benzeri olaylar, b i rb i r l e r inden değişik hayvan öbeklerinde görülmekle b i r l i k t e , aynılık gösterirler... Kaldı k i , türleri teker teker ele alırsak,aynı t a r i f l e r i birsürü değişik hayvan
20 için birçok kere tekrarlamamız zorunluluğu doğar. Çünkü yukarda belirttiğim n i t e l i k l e r in her b i r i , at larda, köpekler i le insanlarda aynı surette or taya çıkar...
25 Buna karşılık, özgül farklılıklar gösteren k i m i n i te l ik ler , genel b i r başlık altında anılırlar. Sözgelişi, hayvanların devinmesi, uçma, yüzme, yürüme, sürünme tarzında
30 tecel l i edebilir,
639b; Bundan .dolayı da, i l k elde inceleme yöntemimizi bel ir leyerek ya tüm öbeğin o r t ak yanlarını toptan d i k -
5 kate alacak, ardından özelliklerini teker teker gözden , geçireceğiz y a da doğrudan doğruya tür seviyesinde işe koyulacağız. Şu v a r k i sorun, bugüne değin t a m anlamıyla çözülememiştir. Ayrıca, henüz aydınlatılmamış b i r nok ta daha duruyor karşımızda : Doğayı araştıran da, astronomiyle uğraşan matematikçinin izinden m i g i tme l i , başka b i r anlatışla, i l k i n hayvanlarda olup b i -
10 tenler i le her b i r hayvanın tek t ek parçasını inceledikten
277
sonra bütün bunların sebepleri (6ıd) i le nedenlerini m i (cufıaç) araştırmalı; yoksa, başka b i r yo l m u ara
malı? Bundan da öte, doğal varlıkların (Ou6ucf|v) oluşmasına (yeve6ıv) yo l açan birden fazla nedenin bu-
1 5 Umduğunu bi l iyoruz . B i r yanda kendisi uğruna(xr\vB'o§
evera) varlığın olageldiği neden, öbür yanda da ha¬
reketi başlatan neden (f\ &p%i] xf\ç KIVIÎÖGCÛÇ) . B u r d a yen i b i r sorun daha or taya çıkmaktadır : B u i k i nedenden hang is i önde, hangis i arkadadır? Başta gelenin, 'gaye' (gveıca) dediğimiz neden olduğu açıktır. 'Gaye', varlığın, uğruna meydana geldiği nedendir. Z i r a 'gaye', varlığın, şeyin 'Zogros'udur, ak la dayalı gerekçes id ir . 'Logos', her v a k i t gerek sanat ürünlerinin gerekse
2 0 doğa ve r i l e r in in başlangıcındadır. Hek im (o îaıpöç) , y ahu t m imar (ö OİKO5ÖUOÇ) , b e l i r l i b i r şey tasar lar . B i r i n c i s i zihninde (f| Sıavoıa) sağlığı (f[ uyıeta) tasavvur ederken, i k inc i s i de duyularıyla (fi aı60n6ii;) binayı (fj aiKo8öjır|6ıç) algılar. B u n u gerçekleştirirken de hek im yahut m imar size bunun, hem akla dayalı gerekçelerini hem de nedenlerini (tooç X6youç KCU xâq a m a ç ) , başka b i r deyişle, niçin öyle yaptığını anlatır. Bunun la b i r l i k t e , gaye (xö eveıca) ile güzel (tâ ıca^öv), sanat eserlerinden ziyade doğada görünüme çıkar
(sv TOÎÇ XT\Ç <DÛ6SCÜÇ epyoıç f[ ev TOTÇ ıfjç TSX v î 1Ç) *
Üstelik zorunluluk, çeşitli doğa ver i ler inde değişik anlamlar kazanır. Aşağı yukarı bütün .diyalektikçilerin (rcavıeç 6xe5öv TOÎIÇ ^öyouç) kaygısı, açıklamalarını zo
runluluk (fj dvdyKT)) tabanına oturtmaktır. Şu var k i , 2 5 zorunluluğun çeşitli anlamlarını ayırdetmişlerdir. B i r
yanda ebedî (aîöıoç) varlıklara ilişkin mutlak zorun
luluk (fi â%X(bç dvdyKTi) ; ber i yandaysa, gerek doğada olagelen gerekse b ina g ib i sanat ürünü her şey, şaria
(f| ûnööeöıç) bağlı zorunluluğundur. B i r ev y a h u t herhang i başka b i r gaye gerçekleştirilecekse; şu yahu t b u cins malzemenin sağlanması zorunludur, i l k i n b i r şeyin meydana ge t i r i l i p harekete geçirilmesi, ardından buna yeni b i r şeyin eklenmesi gerekir. B u ,
278;
her şeyin kendisi için varolduğu, yapılıp edildiği gayeye erişilinceye dek böyle sürer gider. Doğada olagelenler
30 de 'bundan başka b i r yo l izlemezler. Bunun la b i r l i k t e , gerek akılyürütme gerekse zorunlu luk tarzı bakımından
640b doğa bilimi('r\ <Du6iKÎt), teorik dizimlerden (TCOV OetûpîiTiKcov ĞJix6xr|pav) ayrılır. B u konuyu başka b i r çalış
mamda işlemiş olduğumdan, burda t e k r a r deşmeyeceğim 2 4 . Sözünü ettiğim i k i tür b i l imden t eo r ik b i l imlerde ' o t o ' l a (TÖ ÖV) , doğa bi l imler indeyse 'olacak'la,
(TÖ &6ö\ıevov) işe başlıyoruz2 5. Bundan dolayı Ğa., olacak
5 olanın (sağlık, insan.. . ) be l l i b i r özelliği va r k i , b e l i r l i b i r şey, sözgelişi P, ona göre şöyle yahut böyle olsun y a h u t olagelsin deriz. Yoksa bunun ters in i , yâni b e l i r l i şey, P, şöyle yahut böyle olduğundan yahu t oluştuğundan, olacak olanın (sağlık, insan. . . ) , zo run lu luk la şimdi böyle olduğunu yahut gelecekte şöyle olacağını öne süremeyiz. Aynı akılyürütme z inc i r iy le zorunlu luk ha lkalarını sonsuza uzatmanın da imkânı y o k t u r : Sözgelişi madem A olmuş, öyleyse Z de olacak diyemeyiz. N i t e k i m b u sorunu da y ine başka b i r eserimde ele aldım2". Orda i k i çeşit zorunluluğun nerde o r taya çıktığını, zorunluluğu hesaba ka tan hang i önermelerin evr i l eb i l i r o lduğunu, nedenleriyle b i r l i k t e b e l i r t t i m .
10 Ayrıca, eski felsefecilerin ( teor ik araştırmacıların) yapmış olduğu üzere, her hayvanın oluşmasını mı yoksa şimdiki du rumunu m u inceleyeceğimizi kararlaştırma-hyız. İki inceleme çeşidi de b i rb i r inden bayağı farklı yönt emle r i g e r ek t i r i r elbette. İlk elde her öbekte gözlemlenen
15 olayların irdelenmesi, sonra da nedenlerinin b i ld i r i lmes i gerektiğini daha önce vurgulamıştım. Aynı şey oluş sürec indeki varlık incelenirken de v a r i t t i r . B u r d a da yine i l k i n varlıkları şimdiki tamamlanmış durumlarında gözlemlemek gerekir —oluş sırasında şu ank i durum, geçici o larak da olsa, son safhadır, inşaatta dahî, sürecin t ek tek basamakları, ev in tamamlanmış hâli göz önüne alınarak gerçekleştirilirler. Yoksa ev, inşaat sürecine göre biçimlenemez. Başka b i r deyişle süreç yahut oluş
279
(f\ y e v s ö ı ç ) , gerçekleşmiş olanın uğrunadır (f ) yap
yeve6ıç eveıca xf\ç, oö6ıaç İ6xıv) ; yoksa gerçekleşmiş olan, oluşun uğruna değildir (C&VOÛK fj oööıa eveıca XT\C,
ysvgöecoç) 2 7.* İşte bundan ötürü de Empedokles, hay-20 vanlar, oluşları sırasında or taya çıkan birtakım sapma
ların (TÖ 6uupfıvaroötG)ç iv xfi ysvSösı) sonucun-
25 da belirmişlerdir, demekle yanılmıştır... Onun unuttuğu nok ta la r şunlardır: Hayvanın biçimlenmesini sağlayan tohumun be l i r l i b i r özelliği 2 8 bulunmalı; ayrıca tohum, b i çimini kazanmış hayvandan hem zamanca hem de mantıkça önce varolmalıdır. Başka sözlerle söylersek: İnsan insanı doğurur; bundan ötürü de çocuğun, bel l i b i r Özell ik l e oluşması, anne-babasmm insan olmasından i l e r i
640b gel ir . . . Madem insan, böyle yahut şöyledir, öyleyse onun oluşması da zorunlu luk la böyle yahut şöyle b i r süreci izleyecek. B u da bize niçin bu parçanın, şundan önce geldiğini yetesiye açıklamaktadır. Doğada her şey işte bu yo l la oluşur.
5 Önceki çağların doğa felsefecileri (ap^aîoı Kat
•jıpcö-cot Oı^oöoOfiaavreç rcepl Oûaecoç) 2 9 , maddî i l k en in yahu t nedenin ne olduğunu, evrenin nasıl oluşmuş bulunduğunu, süreci ney in — h a r e k e t i n m i (Kivnctç), dostluğun m u (<bıXîa) , aklın mı (VODÇ) yoksa kendiken-
10 dişini m i (ÖUTOUCETOV)— boşandırdığını or taya koymağa uğraşmışlardır. Taşıyıcı (ÖÎIOKSIU-SVOV) maddenin zorunlu lukla be l l i b i r doğasının bulunduğunu sanmışlardır. N i t e k i m ateşin sıcaklık i le aydınlık, toprağmsa soğukluk i le ağırlık doğalarını bulundurdukları kanısm-daydılar. Dünyadaki düzenin işte bu doğrultuda oluşmuş
20 bulunduğunu i l e r i sürmüşlerdir... Ne va r k i , 'ateştendir' y ahu t 'topraktandır' diye k u r u c u unsurları sıralamak, b i r varlığın açıklanmasına yetmez. Yatağı y ahu t herhang i başka b i r eşyayı tasv i r etmemiz istense, yapacağımız i l k iş, onu meydana get i ren maddeden (öA,ıf)
25 —tunçtanmıdır yoksa tah tadan mı— önce biçimini (sî6oç) an la tmak olacak. „ Sözgelişi b i r ya t ak tan
28a
(K^ıvn) söz açıldığında ak la gelen be l l i b i r biçim ka zanmış maddedir. . . Artık biçim almış doğanın (TÎJV
uop^>f)v <P6mç), maddî doğadan (tfjç ûXiKf\ç Oûaecoç) çok daha temelde bulunduğu anlaşılmaktadır.
33 . . .Kendis ini doğru anlamışsak Demokritos, insanın ne olduğunu kavramak için onun şekline (tö <5%î\ııa) bak-
35 m a k yeter demiştir. B i r insanı şekli i le reng i aracılığıyla tanıyabiliriz de ondan. Şimdi, b i r cesedin şekilce görünüşü, canlı vucudunkis inden değişik o lmamakla b i r l i k t e , cesettekisi insan değildir artık. Yine, herhangi b i r tarzda —tunçtan yahut tahtadan— r yapılmış el (n %eip) , b i l -
641a diğimiz doğal elle adaş (OUCÖVUUOÇ) o lmaktan gayrı b i r aynılığı yok tur . . . B i r cesette görülen göz (öO0a\|iöç), el y a h u t herhangi başka b i r vücut üyesi de artık gerçek b i r göz yahu t el o lmak tan çıkmıştır... ( Z i r a bunların
5 hiçbiri adaşı oldukları organların görevlerini göremezl e r . . ) B u d u r u m çerçevesinde ya Demokr i tos 'un b i ld i r d i k l e r i düzeltilir ya da herhangi b i r marangozun t a h tadan yapmış bulunduğu b i r el in, gerçek olduğu iddia-
10 sına kanarız. Hayvan vücutlarının şekilleri ile nedenler i n i n oluşmasını tasv i re girişmiş f izyologlar (o£ <Du6ı-
o?.öyoı) 3 0 hep b u damarı sürmüşlerdir... Ayrıca hang i etkenle bu vücut meydana gelmiştir sorusuna da karşılık
< bulmağa çaba harcamışlardır. Aralarından k i m i s i buna 'hava' (ö S'dgpa) i le ' toprak ' (yfjv) sayesinde olmuşt u r cevabını vermiştir...» Ancak, bel l i b i r yapının nasıl meydana geldiğini Öğrenmek de yetmez. Hang i nedenin, onu hang i gaye uğruna vücuda getirdiğini de b i lmek zorundayız.
15 «Fizyologlarca b i ld i r i l en l e r in t a t m i n edici olmadıkları artık besbellidir. Hayvanın, her şeyden önce özelliği¬
. n i göstermeliyiz. Hayvanın özü, özelliği nedir, hang i parçalardan oluşmuştur? Bütün bunları be l i r tmel iy iz , tıpkı yatağın biçimini anlatırken yaptığımız g ib i .
Herhang i b i r canlının biçimi, ya r u h u 0Fı>xf|) , ya r u h u n b i r parçası ya da r u h u dahî içeren daha başka b i r -
20 şey o labi l i r , Kaldıki ruh or tadan kalktıktan sonra, o
281
be l i r l i varlık, canlı değildir artık. Tıpkı masal larda taş kesilmiş hayvanlarda gördüğümüz g ib i , canlıya a i t parçaların da, şekil dışında, eski hâlleriyle hiçbir benzerliği kalmaz. Dediğimiz doğruysa, doğa b i l imc is i , r u h u n ne olduğunu anlayıp anlatmak Ödeviyle yükümlüdür. Ruh u n tümünü göz önüne almasa bile, en azından, canlının öyle olmasına yo l açan o bel l i özel parçasını incelemelidir. R u h u n y a h u t ona ilişkin be l i r l i parçanın ne olduğunu
25 o r taya koymalıdır. Özünü b i l d i rd ik t en sonra da o bel i r l i canlının özüne bağlı arazları ( TÖV ooup&pnKÖTiov ) ele almalıdır. Bu , özellikle önemlidir, çünkü 'doğa' t e r i m i n i n , 'madde' i le 'öz' — b u sonuncusu hem 'hareket ett i r i c i ' h em de 'gaye' nedeni demek t i r— olmak üzere i k i anlamı vardır. İşte r u h yahut onun herhangi b i r parçası b u i k i n c i anlamıyla canlının 'doğa'sı sayılır. Özellikle bundan dolayı, doğa b i l imiy le uğraşan, araştırmalarında
30 maddeye oranla r u h a öncelik tanımalıdır. Nasıl, b i r t ah ta parçası, yatağa yahut iskemleye vueut veriyorsa, maddeyi canlının 'doğası' durumuna sokan da r u h t u r ; yoksa te rs i , yâni madde, r u h u canlının 'doğası' hâline get irmez.
B u söylediklerimizin ışığında bel i r iveren soru, doğa b i l i m i (i\ Ouan i f ı ) , r u h u n tümünü mü yoksa sadece b i r kes imin i m i iredel emelidir. Ruhun tümünü — b u arada z ihn i de (n voi]aıç) — ele alırsa, doğa b i l i m i n i n dışında b i l i m kalmaz. Böylece de zihne konu olan nesnelere eğilmek zorunda kalacak. N i t e k i m nerde duyumla-ma la r (T<5>V aitr9r]6f:ö)ç) i le duyumlananlar (TÎÛV aîa0nT(Sv) g ib i , b i rb i r l e r i y l e i l i n t i l i b i r çift şey varsa, orda b u i k i s in i b i rarada inceleyecek tek, b i r tek b i l i m i n bulunması gerekir . İşte z ih in i le zihne konu olanlar böyle b i r çift oluştururlar. Bundan dolayı da her i k i alanın b i r tek b i l i m i bulunacak; b u da hâliyle doğa b i l i m i olacak. An l a şılacağı üzere, doğa bilimi, her şeyi sarıp sarmalayan
bilim durumundadır...
10 Bundan da öte, doğa bi l iminde (f| <X>UGIKÎ( ÖscopıyuiKrı) soyut lamalar ele alınamaz. Çünkü doğa, her şeyi be l l i b i r
35
641b
5
282
gaye uğruna yapmaktadır (f[ <Dumç eveıca TOÜ ÎEOISI 7cdvxa). Nasıl k i sanat eserlerinde bile sanat varsa, bize vücut veren sıcaklık,soğukluk çeşidinden maddî yapıtaşları g ib i b iz i çepeçevreleyen evrenden kaynaklanan şeylerin kendisinde de elbette benzer b i r i l k e y ahu t neden bulunur . Gök, böyle b i r nedenle meydana gelmiş olduğu —elbette, göğün, meydana gelmiş olabileceği görüşünü benimsersek—, y ine aynı nedene dayanarak da varoluşunu sürdürmektedir önermesini i l e r i sürmek, bunu Ölümlüler, yâni canlılar için söylemekten daha kolaydır. He r ne olursa olsun, gök c is imler i bize oranla çok daha be l i r l i
20 b i r düzene sahib oldukları şüphe götürmez. Çünkü ölümlü olan, değişme i le rastlantının damgasını taşır. Bununl a b i r l i k t e , canlının, doğaca meydana ge t i r i l i p varo luşunu da doğada sürdürdüğünü, ve her ne kadar rastlantı i l e düzenlenmemişliğin en u f a k i z in i taşımıyorsa dahî, göğün salt tesadüf eseri olup birdenbire or taya çıktığını öne sürenler de var. Ne v a r k i , nerde b i r hareket engel-lenmeksizin be l l i b i r menzile yo l alıyorsa, orda hedefine
25 yönelmiş gayeli hareketten söz açılabilir. Burdan da herhang i b i r şeyin gerçekten varo lup olmadığım açıkça anlıyoruz —gerçekten varolanların tümüneyse, DOĞA (f| û)vaıç) diyoruz. Doğada be l i r l i b i r tohumdan tesadüf eseri varlık or taya çıkmaz. N i t e k i m A , a 'dan; B, b'den sökün eder. Aynı şekilde, b i r tesadüf eseri tohum, tesadüf eseri bireyden çıkmaz. Bundan dolayı da tohumun kendis in i meydana get i ren birey, kaynaktır, kımıldatıcı
30 nedendir. Y a v r u da böylece tohumdan 'b i ter ' (d>ûso-0aı). Mantıkça da t o h u m u meydana get iren, tohumdan önce gel ir. Z i r a gaye, gerçekleşmiş b i r varlıktır. Buna kar -
35 şılık, t ohum, oluşturucu b i r süreçtir. He r ik is inden ön-ceyse, tohuma y o l açan varlık gel ir . . .
644b
V Doğadaki varlıklar (ıtöv oücrı&v), oluşanlar —bozu
lan lar (YsvsCTecoç ıcaı <D9opaç) i le böyle b i r sürece hiç-
25 b i r v a k i t bağlı bulunmayanlar o lmak üzere ik i ye ayrı
lırlar. B u i k in c i Öbekte yer alan varlıklar, yücedir (nuuxç
283
oüactç : değerli varlıklar), tanrısaldır (Ösıaç ) . Ancak, bunları inceleme imkânlarımız pek kısıtlıdır. Z i r a bunl a ra ve bütün bi lmek için can attıklarımıza dair duyularımıza sunulmuş ver i son derece azdır, cılızdır. Bozul mağa hükümlü varlıklara, başka b i r deyişle, b i t k i l e r i le hayvanlara ilişkin b i l g i edinme imkânlarımız, öncekilerle karşılaştırılamayacak derecede daha fazladır, daha
30 i y i d i r . Çünkü bu sonuncuların arasında yaşıyoruz. Gerekl i zahmet i gösteren b i r i , b i tk i l e rden yahut hayvanlardan dilediğini inceleyebil ir. Sözünü ettiğimiz dallı budaklı i k i öbekten her b i r i n i n kendine has b i r albenisi vardır. Ebedî varlıkları kavramamız alabildiğine zorsa da, bunların bizde yarattıkları mükemmellik duygusu, b i z im
35 yeryüzündeki varlıklardan çok daha fazla bunlara hayr a n kalmamıza yo l açar. Şu v a r k i , yeryüzündeki varlıklar hakkında çok daha sağlam, çok daha sağlıklı b i l g i edinebildiğimizden, bunları ötekilere oranla daha ya-
645a kından tanıyoruz... Duyu la ra hiç de hoş gelmeyen öyle 5 hayvanlar v a r k i , doğa bunları y ine de b i l i m i le doğaya
eğilen doğuştan felsefeye yatkın araştırmacıya çekici 10 kılar. Böyle kimseler, başkalarına — b i l i m l e uğraşma
y a n l a r a — hiçbir şey ifade etmeyen hayvanların oluş nedenlerini araştırmaktan t a r i f i imkânsız haz duyarlar. . .
15 Göze hitabetmeyen hayvanları araştırmaktan kaçınmak, pek çocukça b i r davranıştır. Her doğal varlık, hayranlık uyandırır (ev natyı y a p toîç Ooaucoiç eveaTÎ T I Öau-
(laaröv). Anlatılanlara bakılırsa, b i r gün Herakle i tos 'u z iyarete gelenler, onu m u t f a k t a ocak başında ısınırken
20 görünce, eşikten döneyazmışlar. Bunun üzerine Herak¬leitos, 'içeri b u y u r u n ; burda dahî tanrılar vardır', demiş. Aynı şekilde bizler de her türden hayvanı incelemek konusunda en u f a k b i r tereddüde dahî kapılmamalıyız. Z i r a onların hiçbirinde doğa yahu t güzellik eksik değildir (... oö icat flpöç TT|V ÇriTncav nspi SKÖ,CTTOU TÎÛV ^(bcov
7tpoaısvaı 5st UT| 8uo"û>7tou|i.evov, â ç ev arcaoıv ÖVTOÇ TIVOÇ
«PuaiKoD Kai KaA,oü).
284
25 'Güzellik'ten (xd KCI -ÖV) SÖZ açmam boşuna değildir : Doğanın eserlerinde (rfjç <Dûcye(öç spyoıç) önde gelen unsur, gaye l i l i k t i r ; yoksa rastgelel ik, araz (f| tu^n) değildir. Söz konusu eserlerin, uğruna meydana geldikl e r i maksat (svetca) yahut gaye (ueA.oç), güzel olan şeyler arasında yer alır. Bütün bu söylediklerimize rağmen, hayvanların araştırılmasını yine de iğrenç yahut değersiz bulanlar varsa, böyle kimselere b i r de kendile-
30 r i n i incelemelerini tavsiye ederiz. Gerçekten de insan r
bedenini oluşturan k a n (tö atua), et (f| cap^), k em ik (m oaıct), damar lar (fı OXsboç) g ib i parçalara bakarken midenin bulanması işden bi le değildir. Tartışma, aynı şekilde, hayvanın herhang i b i r yapısı y a h u t parçası üstünde yoğunlaştığında öğreticinin, kalkıp hayvana vücut vermiş malzemenin kendisinden y a h u t bu malzemen in niçin meydana geldiğinden söz etmesini ondan beklememeliyiz. O, bu parçaların, bütünlük içerisinde taşıdıkları anlamı açıklar. Nasıl, bîr ev hakkında konu-
35 şurken, onun inşaasmda kullanılmış tuğlaları, kereste i le harcı sayıp dökmezsek, buna kargılık onun sadece şekli şemailiyle i lg i lenirsek, aynı şey doğa b i l i m i için de söz konusudur. Burda b iz i y ine en çok i lg i lendiren, birleşik olandır (tfjç 6üvQEue(aç), yoksa onu meydana get i ren maddeler değil.
645b İlk işimiz, her hayvan türüne (yevoç) has n i t e l i k l e r i (xct Gü(ipepT|KOTa) , t ek tek Öbekleri aşarak bütün hayvanlara o r t ak olanları t a sv i r etmek, ardından da bunların nedenleri sıralamak olmalı.
Hatırlanacağı üzere, değişik hayvanlarda birçok o r t a k niteliğe tanık olunabileceğini söylemiştim. B u
5 o r tak n i te l ik lerden k i m i s i —ayak , tüy, pu l , duyu organları g i b i — aynıdır (ctuıov) ; k imis iyse —birtakım hay-
10 vanların akciğeri 3 1 vardır— farklıdır; başkalarıysa, bunu bu lundurmamakla b i r l i k t e , söz konusu organın gör e v in i yüklenmiş b i r ine sah ip t i r ; y ine k i m i hayvanların kanı 3 2 var, k i m i s i de buna tekabül eden b i r maddeden yoksundur. . ,
285 ı
15 Her alet g ib i ; bedenin tek tek parçaları nasıl be l l i birtakım amaçlara, eylemlere hizmet eder durumdalarsa, vücudun tamamı da daha karmaşık b i r eylem uğruna varoluşunu öyle sürdürür. Y ine nasıl, testere kesmek için bulunuyor da, kesmek, testere için bulunmuyorsa — z i r a kesmek, alet ku l l anmak suret iy le o luyor—, işte aynı şekilde beden de r u h uğruna vardır (TÖ aö)\ıa naç rf|ç
20 vuxf|ç EVGKSV) . Bedenin parçalarıysa, doğaca bel l i b i r t a kım görevleri yerine getirecek tarzda uyarlanmışlardır» 3 3.
Ar is to te les ' in biyoloj is inde canlıyı öteki varlıklardan ayıran en temel Ölçü onun üreme istidadıdır. B u n u canlı, öncelikle 'cinsiyet ' denilen etkene borçludur :
B 731b
I 18 «Erkeklik ile dişiliğin, üremenin İlkeleri olduğundan
daha önce söz etmiştim. Ayrıca 'dünamis'leri i le özlerin i n ' logos'unun ne olduğunu da söylemiştim. B i r canlı, zorunlu lukla ya erkek ya da dişi o larak dünyaya ken-
20 sine en yakın kımıldatıcı neden sayesinde gelişinin nedeni, gaye şeklinde tecel l i eden i lked i r k i , o da üst evrenden kaynaklanır. Şunu demek i s t i y o rum : Varo lanlardan k i m i s i sonsuzdur, tanrısaldır; kimisiyse varo lma i le varolmamayı aynı oranda alır. Güzel ile tanrısal olan,
25 hep kend i doğasına dayanarak eyleyip yatkınlığı olan varlıklarda 'daha i y i ' n i n nedeni o lur . Buna karşılık, sonsuz olmayan, varo lma i le varolmamayı üstlenir. Ayrıca, hem daha iyiye, , h e m daha kötüye yo l açtığı g ib i , her ik is inden de pay alır. Aynı şekilde r u h CFu%f|), bedenden (6(ûuaıoç) ; r u h l u (euyuxov) ruhsuz olandan
30 (d\|i6xoo) ; varo lma (TÖ eîvaı) varo lmamadan (TOÖ
ufj eıvaı) ; yaşama (TÖ Çfjv) yaşamamadan (TOU \ır\ Çfjv) daha i y i d i r . Z i r a b u nedenler sayesinde hayvanlarda üreme 'o lay ı 3 4 başgösterir. Üreyen tek tek varolanlar, sonlu o lmakla b i r l i k t e , onları kapsayan sınıflar sonsuz¬
: 35 . luğa, ebedîliğe açıktırlar... 3 5 işte bundan dolayı da i n sanların, hayvanların, b i t k i l e r i n hep b i r sınıfı (ysvoç)
286
vardır. B u sınıflarında temel i lkes i ' e rkek l ik* (xö appev)
732a ile 'dişilik'tir (x6 G>f\Xn). E r k e k i le dişi o lan bireylerde
' e r k ek l i k ' i l e 'dişilik', üreme uğruna (eveıca TT\Ç yevsÖBioç) bulunurlar» 3 0*.
Y u k a r k i ifadeden de görüldüğü g ib i , Ar is tote les ' in i n dinde 'genos' —özellikle biçimce benzer (eş) bireylerden meydana gelmiş 'sınıf—, her zaman aynı kalır. Değişme, enorm-sX o larak yalnızca bireyler için söz konusudur. A m a bunlar da, bağlı bulundukları türün kendisine has esas biçimden sapamazlar. He r canlı birey, temelde üyesi bulunduğu türün biçimini taşır. Canlı, bu temel türsel biçimine ek o larak cinsiyetine, yaşma, daha başka etkenlere de dayanarak biçimlenir. Bun lar ise, onun kendi türü içerisindeki öteki bireylerden, başka b i r deyimle, türdeşlerinden ayırırlar. Öyleyse, gerek yukarıya aktarılmış gerekse az sonra kısaca söz edeceğimiz üreme i le canlıların evr imine ilişkin metinler inden Aristoteles ' i n , bireysel özelliklerin —görünür Özelliklerin, yâni b i çimlerin— değişir oldukları; buna karşılık, türsel özell i k l e r i n 'norm-aV o larak sabit kaldıkları, kanısını taşıdığını öğreniyoruz.
Canlı türlerinin değişmedikleri görüşü, başkalaşmaya yer vermeyen genel evren öğretisiyle (kosmoloj i -siyle) uyuşmaktadır3 7. İşte bundan ötürü, Ar is to te les ' in genel evren öğretisinin bellibaşlı çizgileri neymiş, bunları da onun «Oluşma i le Bozulmaya Dair» adlı eserine göz atarak kısaca tesbit etmeliyiz,
«...'olmalıdır' (eîvaı dvdyıcn) , 'o lmayan' (ur)
etvaı) olamayacağına göre, ' zorunlu lukla o lan ' (e6xıv
dvdyKiıç) , ebedîdir' (aî8ıöv EÖTI) ; ebedî'yse
(e î dîSıov) , ' zorunlu 'dur (££, dvdyıaıç) . Öyleyse,
b i r şeyin oluşması 'zorunhı'yşa, o şeyin oluşması ebe
dîdir; ebedîyse, zorunludur* >
B
11 338a
2 8 7
5 İmdi, b i r şeyin oluşması, mut l ak surette zorun-luysa, o şeyin oluşması döngülü (dairevî) olmalıdır; başk a b i r anlatışla, o şey, Önünde sonunda kendine dönecek demekt ir . Z i r a oluşma, ya sınırlı ya da sınırsız olması ge r ek i r . Smırsızsa (urj rcepaç), o durumda da ya düz çizgi, y a döngü şeklinde olmalıdır. Ancak, oluşma, ebedî olacaksa, şu son i k i seçenekten b i r inc i s i imkânsız sayılmalıdır. Çünkü, ister aşağıya —gelecekteki o lay lar—, ister yukarıya —geçmişteki o lay la r— doğru g i t s in , herhang i
10 sonsuz düz çizgi şeklindeki b i r yo l alış, ' kaynak ' tan (âp%i\) yoksundur. Oysa, oluşmanın kendis i zorunluy-sa, dolayısıyla da ebedîyse, kaynağı olmalıdır. Sınırlıysa, ebedî olamaz. Öyleyse oluşma, döngülü olmalıdır. Başka b i r anlatışla, oluşma, kendine dönmesi gerekir . Sözgelişi, b i r d i z in in be l l i b i r üyesinin oluşması zorun-luysa, ondan b i r öncekisi de zorunlu lukla oluşmuştur. B i r öncekisinin zorunlulukla oluşmuş bulunması, şu hâlde, b i r sonrak i üyenin de oluşmasını zorunlu kılacak.
15 îgte b u da hep böyle sürüp gider. Demekki m u t l a k zorunluluğa mâlik olan, döngülü hareket (KÛTCIÇ» Kivfıöeı)
i le döngülü oluşmasıdır (ıcincîup YEVE6EI). Oluş, döngü-lüyse, onun her b i r üyesi zorunlu lukla oluşmuştur yahut oluşacaktır. B u zorun lu luk yürürlükteyse, o durumda da oluşmalar döngülü olacak.
Gök c is imler in in de hareket şekli demek olan döngülü hareket in ebedî olması, ulaştığımız vargının ak la yatkın olduğunu göstermektedir. Gök c is imler in in gerek kendi hareket ler i gerekse y o l açtıkları öteki hareket ler , zo run lu luk la oluşurlar. B u da böyle sürüp g i -
338b der. Çünkü döngülü hareket eden b i r şey, hareket hâl indek i başka b i r şeyi g e r ek t i r i r . Harekete geçirdikler i n i n de döngülü olmaları şarttır. N i t e k i m , üst tabakal a r d a k i devir ler döngülü olduklarından, güneşin (ö fıtaoç)
5 be l l i 'bir yörüngesi vardır. B u böyle olduğundan, mevs imler de (aı âpat) döngülü tarzda oluşup kendi ler ine dönerler. Onlar, b u şekilde oluştuklarından, oluşmasına y o l açtıkları şeyler de yine böyle olur.
288
Öyleyse, bu lu t varsa, yağmurun yağması yahut yağmur yağıyorsa, b u l u t u n bulunması gerektiği g ib i , yağış ile hava arasında açıkça görülen döngülü oluşmayla
10 niye her zaman karşılaşamadığı soru lab i l i r . N i t ek im , insanlar i le hayvanlar, kendilerine dönüp ik inc i kez yeniden meydana gelemezler. Gerçi her ne denli, olage-lişiniz babanızınkisini, onun olageîişiyse s iz inkis in i şart koşuyorsa da, b u doğallıkla aynı b i r e y in b i r daha doğacağı anlamına gelmez. B u durumdak i b i r oluş, düz çizg i l i b i r diz i hâlini gösterir. B u sorun 'un tartışılmasına, bütün varlıkların kendi ler ine dönüp dönmediklerinin
15 yahut k i m i varlıkların b i r ey m i ( öpıöuöj : sayıca) yoksa tür mü olarak tekrarlandıklarının sorulmasryla g i r i lme l id i r . Özü gereği çürümeğe, o r tadan kalkmağa hükümlü olmayanlar, elbette sayıca da türce de aym kalacaklar. Z i r a hareket, özelliğini hareke t e t t i r i l en şeyden al ır . . . » s s .
Canlı varlıkların kümelendirildikleri temel b i r i m l e r in değişmezliğine inanan Aristoteles 'e, günümüzde artık ğenelgeçerlik kazanmış, türlerin b i rb i r l e r inden sökün e t t i k l e r i görüşü nice ters düşmesi gerektiği ortadadır. Ancak bunların, h e l i r l i b i r yaradanm tek tek eserleri olduklarını öne sürmemekle de İslâm ile Hırist i y a n Ortaçağ düşüncesinden ayrılır. Y ine de onun b u t u t u m u , Tanrısız b i r evreni tasavvur etmiş olduğu anlamına kesinl ik le gelmemelidir. T a m tersine, Aristote
les evren görüşünün temel ilkesi, Tanrıdır. N i t e k i m döngülü evrensel hareke t in i l k başlatıcısı Odur :
1072b «Söz konusu döngülü harekete y o l açan İlk Kımıl-datıcıdır. B u İlk Kımıldatıcı, şu hâlde, zorunludur.
10 Zorun lu olduğu ölçüde de i y i d i r . Böylelikle de hareket in i lkes id i r (sE, dvdyıcnç dpct; eötiv öv. Kcd f] dvayKr), KoAföç, KOİ OÎÎTOÎÇ dpxf|)'
İşte ye r in , göğün bağlandıkları İlke budur. O, b i z im ancak pek kısa süre boyunca yaşayabileceğimiz hayatın
15 (SıaycoyT)). 3 9 en yüce mertebesindedir. B i z i m için i m kânların da ötesindeki böyle b i r hayatın O, ezelden ebe-
289
de sahibid ir . Onun sevinci, ed imin in (amel inin) t a kend is id i r . B i z i m en büyük sevinçlerimizse, uyanıklık, ayıklık hâlleri i le duyumlama, düşünme edimler id i r . U m u t lanmak İle hatırlamak ise, bu edimler aracılığıyla meydana gel ir ler . Kendinde Düşünce'ye gelince, o an-
20 cak, kendinden en i y i olanındır. E n u l u Düşünce, en yüce İyidedir (r\ u&Xı6ra tou uaUÖTa ) . A n l a r h k (vouç : Ak ı l ) , anlaşılırlığı kav rayarak kendikendis ini düşünür
(KCIT& ueTcı?aiY l v TOD vonroO) . . Daha açık b i r ifadeyle, an l a rhk (anlamagücü), kendisine konu olanla bağ k u ra rak , onu düşünerek anlaşılır hâle girer. Buysa, anlar-
25 lık i le anlaşılırlık arasındaki özdeşlikten i l e r i ge l i r . . .
D i r i l i k dahî Tanrıya hastır (Çtofı 6e ys i m a p ^ e ı ) ; anlamak, yaşamaktır da ondan (fj yap voo evepyeıa ÇCÛT]). Tanrı n i t e k i m , b u f i i l i n , bu ed imin t a kendis idir . Kendinde cevher demek olan bu edim, Onun eksiksiz gediksiz, ön-cesiz sonrasız hayatıdır. Sözün kısası, son, sınır tanımayan , eksiği gediği bulunmayan Canlı'ya Tanrı d iyoruz
(Çöov aıStov âpıÖTOv). D u r durak bilmez, sonsuz hayat Tanrınındır. O, hayatın t a kendis id ir çünkü» 4 0.
İlk Kımıldatıcı, madem eksik gedik, son tanımaz Canlıdır, öyleyse Onun yo l açmış olduğu tamamlanmağı gerekser, sonlu, sınırlı t e k m i l hareketler i le olup b i tenler de hayat doludur. He r varolan, i l k bakışta canlılık b e l i r t i s i sunmasa bi le, yine de d i r i lme imkânına sahipt i r . Öyle olmasa, canlılar, nerden, nasıl çıkagelecekti ? Nasıl k i varlık, y ok luk tan sökün edemezse, aynı şekilde canlı da, cansızdan türeyemez. Çünkü ancak 'benzer'den 'benzer' olagelebil ir.
762a
20 «Hayvanlar i le b i tk i l e r , t op rak ta ve suda meydana
gel ir ler . Çünkü t op rak ta su, sudaysa 'soluk' (TtveCjıa) 4 1
yardır. He r 'so luk ' ta da, ' r u h sıcaklığı' (9epu6Ti]Ta \|/UXIKIÎV) bu lunur . Böylece her şeyin ' ruh ' l a dolu bulunduğu anlaşılmaktadır. R u h da b i r kere kapsandı mı, onu kapsayan, biçim kazanıverir. N i t e k i m «isimli unsur-
Felsefe A r . F . 19
290
l a r içeren sıvıların (x£5v öcouaTiKtöv Oypföv) ısmmasıyla r u h kapsanmağa haşlanır, köpüğü andırır ıbir şey biçim-
25 lenir . Biçimlenen şey (eîvaı) bağlı bulunduğu çeşide
(TÖ ysvoç) göre ya daha değerlidir (xıuıöxnç) ya da de
ğildir. Farklılık ise (fı 8ıaOop6x,nç) , r u h i lkes in i (xf|ç
«PX"nÇ VUXlKilÇ) barındırana (xfj nspiA.fiVeı) bağlıdır.
Farklılıkları ya ra tan 'barındıranları' da, sürecin meyda
na geldiği yer ile 'barındırılan' (7cepıXa|ipavö(ievov)
madde (6c5jxa) bel ir ler . Sözgelişi denizde (ev 5s xfj 6aA,&xxn)
30 bo l 'topraksı' (xö yec55eç : 'topraklılık') unsur lar bu lunur . İşte kabukluların (Crustacea'nm) da doğası bundan ötürü 'topraksızdır. Tıpkı kemik ile boynuz g ib i , söz konusu 'topraksı' madde de, barındırdığı hayvanın çepe-çevresince donup sertleşir...»*2.
Aristoteles, i rdelemeler inin b i r çeşit sentez sonucu o la rak belirlemiş bulunduğu genelgeçer k u r a l l a r ile i l kelerden ayrılıp yeniden t ekn ik ayrıntılara daldıkça değişik çapta hata lara sık sık düşmekten kendin i alakoya-mamıştır. Tekn ik imkânsızlıkların zoruy la karşılık bulamadığı sorulara geleneksel h a l k inançlarından cevap devşirmeğe girişmiş olduğunu görüyoruz. B u durumla , onun, başta, yüreği, solunma, duyumlama i le düşünme ed imler in in merkezi o larak görmesi g ib i , f i zyo lo j iye ilişkin yazılarında karşılaşıyoruz. Hâlbuki imkânların b iraz i z i n vermesi hâlinde, o kılı kırk ya ran t i t i z i rde-leyişleri, düşünürümüzü kendisinden sonrak i yakın çağların bi le epey i ler is ine atabilmiştir. N i t e k i m üremeyle i l g i l i öne sürmüş olduğu görüşlerden k i m i s i , çağımızda bi le temelde geçerliliğini yitirmemiştir.
745b V I I «Önceden de belirtmiş olduğumuz üzere, diridoğu-
ran larda (xa £çpoxoKo6(.ısva) , embr iyon, (besinini annesinden eten (o öjı<Moç) yo luy l a sağlar... Eten, b i r mahfazada bulunup damar lar la donanmıştır. Sığır, g ib i ,
25 büyükbaş hayvanlarda etenin çok, o r t a boy hayvanlarda i k i , küçübaşlardaysa yalnızca b i r damarı vardır. Da-
291
marların sonlandığı yer, r ah imd i r . Kot i ledonlar da r a himdedir. . . E t en ise, bu kot i ledonlara sıkı sıkıya bağlıdır.
30 Çünkü her i k i yana ağılıp rahimde dallanıp budaklanan damar lar eteni katederler. Sonl andıkları uçlarda, kot i l edonlar meydana gel ir . . . Rah im ile embr iyon arasında k o r y o n ile zar lar bulunur . Embr i y on , büyüyüp ergin-
35 leştikçe, kot i ledonlar da ufalır. E n sonunda embriyon, gelişmesini tamamlayınca bun lar da kaybo lur . Doğa,
746a embriyonların besinini r a h m i n sözünü ettiğimiz yöresinde b i r i k t i r i r . . .
...Bütün bunlar da, girişilmiş açımlamalar (T£5V ev
15 Tctîç dvaTOfiaıç) i le araştırmaların (raîç ı6xoptaıç) sun
duğu örneklerin (x&v itapaSsıyiiaTtov) ışığında incelen
me l id i r (Öscopsîv)...
... Çiftleşen ( 6ovSua6uoç ) eşler ( ysveraı) doğaca
(icara Ouöıv) türdeştirler (öuoyevoç) . Bunun yanında, 30 çiftleşen hayvanlar, çoğunlukla, yaratılışça,boy boşça,
b i r de, çiftleşme mevs imi bakımından benzeşirler. Gerçi soydaş (ırktaş) o lmayan köpeklerin, t i l k i l e r i n , k u r t lar ile çakalların çiftleştikleri o lur. A m a bu, pek nadir
35 görülür ...
746b Çiftleşmiş eşlerin yavrusu olarak dünyaya gelmiş bütün hayvanların da yine çiftleşme çağma g i rd ik t en sonra, yavru layab i ld ik l e r i b i l inen b i r gerçektir. B u ola-
15 yın t e k istisnası, katırlardır. Bunlar , ne kendi aralarında ne de kendilerine yakın soydan hayvanlar la çiftleşerek üreyebilirler. Başka b i r deyimle, kısırdırlar. N i ye herhang i b i r erkeğin yahu t dişinin kısır olduğu genel b i r sorundur. Kısır olan. kadınlar i le erkekler vardır. A t , koyun g ib i , değişik türdeki hayvanlar arasında da kısır o lan lara rastge l in i r . A m a katır olayında karşı karşıya
20 (bulunduğumuz, tamamı kısır plan b i r ırktır. B u ist isnayı şimdilik b i r yana. bırakıp kısırlığın çeşitli nedenler ine b i r göz atalım. E rkek l e r i le kadınların, çiftleşmeyle i l g i l i yörelerinde b i r bozukluk varsa, doğuştan kısır¬dırlar. Böyle erkekler in sakalı çıkmaz, ayrıca hadımdır-
292
25 Iar ; kadınlar ise, ergenleşemezler. Doğuştan kısır olmayan k i m i kimseler de, yaşları ilerledikçe cinsî i k t i da r l a rını y i t i r i r l e r . Aşırı derecede şişmanlarlar. Şişmanla-dıkça da vücut, tüm gücünü tüketir. K i m i zaman da ortaya çıkan birtakım hastalıklar, erkeğin sıvısı i le kadının salgısını cılız, ver imsiz kılabilir. Söz konusu hastalıklardan yahu t bozukluklardan k i m i s i tedav i görebilir,
30 k imis iyse deva hulmaz cinstendir. Yalnız, embriyon döneminde başgösteren bozukluklara çoğunlukla çare bu* lunamaz. Böyleleri arasında erkeksi kadınlar (yuvaiKeç Te dppsvamoi) , âdet görmezlerken, kadınsı e rkek ler in
35 (dvSpeç 0nXt)Koı) ersuyu, hem zayıf, hem soğuktur. E r -747a suyunun bereket l i olup olmadığım ölçmenin en güveni
l i r yo lu , suyla yapılan sınamadır. Zayıf ve soğuk ersuyu yüzeyde çözünür, bereket l i olanıysa dibe çöker. Çünkü
V I I I güçlü olan, ağırdır, dolayısıyla, dibe inmesi gerekir. Oy-5 sa gücünü yitirmiş, artık yanıp sönmüş, böylelikle de
zayıf düşmüş olan, sıvıda yüze çıkar...
Daha da önce söylemiş olduğum gib i , söz konusu özellik be l l i b i r ölçüde, hem insanda hem de öteki hayvan türlerinde görülür. Gelgelelim katırda kısır olan
25 bütün b i r ırktır. B u n u n nedenleriyle Empedokles i le De-mokr i t os uğraşmıştır. Ancak, Demokr i tos 'un b i l d i r d i k l e r i Empedoklesinki lere oranla daha anlaşılır durumdadır. Bunun la b i r l i k t e i k i s in in de söylediği yanlıştır. Çok çeşitli hayvanların bütün çiftleşme hâllerini kavrayan toptancı açıklamalarda bulunmuşlardır. Demokri tos 'a
30 kalırsa, katırlar değişik türlerdeki hayvanların çiftleş-mesiyle meydana geldiklerinden, rahimde üremeyle i l g i l i geçitler bozulur. Oysa katırlarda gördüğümüz b u durumla başka hayvanlarda da karşılaşılmakla b i r l i k t e , onlar pekâlâ üreyebiliyor. Demokr i tos 'un açıklaması doğr u olsaydı, değişik çeşitteki anne-babadan üreyen hayvanların tümü de, katırlarda olduğu üzere, kısır olması
35 gerekird i . Empedokles ' in gösterdiği neden ise, şöyledir : 'E rsuyunu oluşturan kısımların i k i s i de yumuşak olduğundan, tohumların karışımı, yoğunlaşır. B i r yanın boş-
293
747b hıkları, öbür yanın yoğunluklarına kenetlenir. Böyle durumlarda da, tıpkı tuncun, kalayla karışması g ib i , i k i
5 yumuşak, b i r serdi meydana ge t i r i r . ' îlkin, T rob l ema-ta 'da da yazdığım üzere, tunç ile ka lay karışımı, söz konusu olayın nedenini açıklamak için yanlış seçilmiş b i r örnektir. İtirazımızı daha genel açıdan or taya koyduğumuzda şu çıkar : Kanıtlamasında Empedokles, anlaşılır c insteki i lkelerden kalkmamıştır. Nasıl o lu r da boş-
10 hıkları ile katılar kenetleşerek garab i le su üretirler. Bütün bunlar , anlaşılmaz iddialardandır; b u yüzden b i z i aşıyorlar... Ayrıca gerçeklik bize şunu göstermektedir : A t , i k i a tm , eşek, i k i eşeğin, katırsa, b i r at i le b i r egeğin yavrusudur. Peki a t i le eşeğin yavrusu madem b u denli yoğundur — k i , o da, nasıl olsa, iktidarsızdır—, b i r
15 erkek İle digi a t m yahut b i r erkek ile dişi<eşeğin yavrusu nasıl bereketl i o lab i l i r? . . .
B e l k i soyut b i r kanıt, buraya dek başvurulmuş olanlardan daha güvenilir çözüm yolları Önerebilir. Z i r a b i r kanıt, nice soyut olursa, be l i r l i b i r konuya ilişkin i l -
30' kelerden onca uzaklagır. B u dediğimize uyup şimdi yeniden katırlardaki gu kısırlık sorununa dönelim : Doğal gidişe göre, aynı türden b i r erkek i le dişinin çiftleşmesi ancak, yavrü Verebilir. N i t e k i m , b i r erkek i le dişi köpeğin çiftleşmesi sonucunda yine ya erkek ya da digi köpek
35 (KUCOV) doğar. A m a b i r de, erkek arslan (kemv) i le dişi köpeğin çiftleşmeleriyle or taya ne çıkabileceğini araş-
748a tır a l im . İki değişik türdeki çiftten her b i r i kend i türünde oluşacak hayvanın t ohumunu taşır. B u böyle olunca, i k i değişik türdeki hayvandan a t (trocoç) i le eşekten
(övoç) o lma katırın (f| tfjuıovaç) üreyemeyeceği de 5 kendiüğinden anlaşılır. Katır, döldöşüne a t t an mı yoksa
eşekten m i mirasına konduğu tohumu aktaracak ? Aslında bu da, fazlaca geniş b i r kanıttır. B u yüzden de iç-lemce sallantılıdır. B e l i r l i b i r konunun başlangıç i lkele-
10 r inden ka lkmayan b i r kanıtlama, bağrında b i r şey barındırmaz. Böyle kanıtlamalar, her ne denli uygun gözükürlerse de, esasında Öyle değildirler. Geometride
\
291
(yecöuETpıa) geçen b i r kanıtlama, sözgelişi, geometri-_ n i n i lke ler inden hareket etmesi gerekir. Aynı şey öteki
15 bütün b i l imler için de söz konusudur. . . B i r b i l i m i n kendi i lke ler inden kalkmaması, bütün doğa b i l imler inde uzak durulması gereken b i r yanlıştır. Bundan dolayı, i k i değişik türden olan at i le eşeğin üreme yet is in in nedenle-
20 r i n i kendi alanımızda ka la rak araştırmalıyız...» 4 3.
Ar is to te les ' in canlılarla i l g i l i araştırmalarında n i reng i noktalarından b i r i üreme sorununa ilişkin olandır. 'Üreme'de çünkü, canlıya esas özelliğini kazandıran 'süreklilik' ile 'gelişme' saklıdır. Yalnızca canlılara da i r araştırmalarında değil, ama felsefesinin tümünde bize 'süreklilik' ile 'gelişme'yi Ar istote les kadar açıkça yansıtmış başka düşünürlere az rast lanabi l i r . Her şeyden önce kendi felsefesi süreklilik i le gelişme düşünceleriyle koparılmazcasma Örülüdür. Ele almış olduğu hemen her konuda yahut sorunda, orda selef lerinin k im le r o lduğunu, hang i noktadan kalkıp nereye varmağı amaçladıklarını eleştirici b i r t u t u m l a sergilemeğe çaba harcadığını görüyoruz. Böylece, eleştirici düşünce tarihçiliğinin de i l k örneğini oluşturmuş bulunduğunu bel irtmel i y i z 4 4 . Ancak, hurda söz konusu ettiğimiz 'düşünce âlemi'ndeki 'süreklilik', 'gelişme', 'serpilme', 'canlılar ev-reni 'ndeki 'üreme olayı'nı andırmaktan da öte, ona doğrudan doğruya dayanmaktadır. Çünkü canlı o lduklarından ötürü, insanlar üremese, 'düşünce'nin 'aktarı-labilirliğ'inden de söz açılamazdı. B u bakımdan 'üre-me'nin, gerek sa l t 'canlı'lığından gerekse salt 'canlı'lı-ğınm ötesinde 'düşünen varlık' özelliğini taşımasından dolayı, insan için sunduğu önem nice vurgulansa ye
r i d i r .
295
Canlı birey, çiftleşerek üreme yoluyla kendisine a i t be l l i birtakım temel, yâni türsel, bugünkü b i yo l o j in in d i l i y l e söylersek, genotipik, dolayısıyla da, f enot ip ik özell i k l e r i n i döldöşüne i l e t i r . Şüphe yok, Aristoteles, sadece çıplak gözle algılamış bulunduğu, yer yer de başkalarından dinlemiş olduğu olaylardan ka lkarak oluşturduğu 'varsayını'la, b i yo lo j in in genetik ko lunda da i l k olmak, k u r u c u o lmak şerefini kendisine alakoymuştur :
«Evripides'in görüşüne göre, i y i a ta lardan gelmiş olmak, i y i b i r insan olarak doğmamızı t em in etmez. îy i olan, özü gereği Öyle olan kimseymiş. Ancak, b u görüş, onaylanabi l i r cinsten değildir. B i r i n i n i y i insan olarak doğması, atalarının i y i olmasından i l e r i gel ir. B u n u n sebebi de şudur : İy i h u y l u b i r kimse, kalburüstü b i r soydan gel ir. Kalburüstü b i r soyda, i y i h u y l u insanlar çokt u r da ondan. Y ine kalburüstü b i r soy, ancak hayırlı b i r kökenden türer. Çünkü köken, bo l sayıda benzer ini üretebi len güçtür. Şu hâlde b i r soyda, iyiliği kuşaktan k u şağa kalıtımla geçecek kadar i y i b i r insan varsa, o soy i y i olmağa adaydır. Söz konusu olan insan soyuysa, b i r çok insandır i y i h u y l u olması beklenen; at soyuysa, b i r çok i y i cins atın meydana gelmesi gerekir. Aynı şeyleri bütün öteki hayvan soyları hakkında da söyleyebiliriz. Öyleyse ne zengin ne de sadece i y i olan kimseler, i y i h u y l u b i r döldöşe y o l açabilir. İyi h u y l u insanlar ancak, i y i ve varlıklı o lma özellikleri çok eskilere uzanan soyla rdan çıkabilirler. İşte bu kanıt, gerçeği çarpıtmadan di le ge t i rmekted i r : Asıl be l i r ley ic i etken, kökendir. Ya l nız, i y i a ta lardan gelmek, tek başına i y i h u y l u o lmak için ye te r l i değildir. îy i o lan ata lar aynı zamanda üreme gücüne de sahib olmalıdırlar. N i t e k i m kendis i i y i huy l u olup da kendi benzerlerine yo l açmaktan aciz kimse, az Önce sözünü ettiğimiz işi başaramayacaktır» 4 5.
Görüldüğü g ib i Ar istote les, Î Y İ L Î K misâli, doğrudan doğruya bedende görünüre çıkmayan Özelliklerin bile, b i r çeşit kalıtım yo luy la kuşaktan kuşağa aktarıldığını vu r gulamıştır. O, şüphe yok, sözünü ettiğimiz varsayımını,
296
denel araştırmalardan hareketle belirlememiştir. K u şaklar boyu ağızdan kulağa iletilegelmiş gündelik basmakalıp b i l g i l e r i çıplak gözle girişmiş olduğu dak ik gözlemleriyle katıştırarak kavradığı b i r temel gerçekliği, günümüz açısından bakıldıkta epey acemice, d i le getirmiştir.
Aristoteles, araştırmalar boyunca takmılması gereken bağımsız, duraksar t u t u m u n en Özlü örneklerini hayvanların sınıflandırılmasıyla i l g i l i girişimleri sırasında vermiştir. Onun biyo lo j iy le i l i n t i l i hemen hemen bütün eserlerinde sınıflama denemeleriyle karşılaşabil i r i z . Çeşitli ölçüler uyarınca giriştiği sınıflama denemeler i onu hiçbir zaman t a m anlamıyla t a t m i n etmemiş, heo daha eksiksiz b i r ölçü bulmak ülküsünün ardında koşmuştur. Hocası Platon'da olduğu üzere, onun da gerek genel felsefesinde gerekse canlılara ilişkin araştırmalarında temel sorun, b i r ana Ölçü bu lmak olmuştur. Şu v a r k i Ar istote les ' in, özellikle canlıların araştırılmasında temel, değişmez, her şeyin kendisine ger i götürülebileceği b i r ölçü tesbit etmiş olduğu söylenemez.
Aristoteles, hayvan türlerini b i l imsel b i r özenle i n celeyerek bunlar hakkında b i l g i derlemenin yanı sıra bunların sınıflandırılmasına da i l k girişen araştırmacıdır 4 3 :
643b I I I
J , 1 0 «...Sınıflamada tutu lacak en güvenilir yo l , çoğunluk la insanların, kuşlar ile balıkları öbeklendirirken seçmiş oldukları yo ldur 4 7 . B u Öbeklerden her b i r i , öbürler inden çeşitli farklılıklara göre ayırdedilmiştir. Ayırm a işi için şu hâlde ikisbolümlü (Suco-rouıa) sınıflamaya başvurulmamıştır. IkizbÖlümlü sınıflamada a) ya sözü edilen Öbeklere ulaşılamıyor; çünkü aynı Öbek, çeşitli
15 bölüklere ayrılabildiği g ib i , b i rb i r l e r ine ters düşen öbek¬* _ . 1er, aynı bölükte yer a lab i l i r ; ya da b i r farklılık bu lu
nacaktır: B u farklılık da ya. tek başına ya da başkalarıyla b i ra rada bulunarak en son türü oluşturacak. Ne
297
var k i b) farklılığın farklılığını kendisine temel alanlar, bağlaçları seleserpe ku l lanarak nesir lerine b i r l i k l i süsünü verenler in Örneğini izlerler. Böyle b i r bölümlemenin
20 sürekliliği kısıtlıdır. Sözgelişi, bu yo l la sınıflamaya g i rişenlerin, hayvanları 'kanatsız' i le 'kanatlı' o lmak üzere i k i ye ayırmış olduklarını varsayalım. Sonra, kanat-lı'ları da 'evci l ' i le -yabanıl' y ahu t 'açık' i le ' koyu ' r enk l i o larak ayırımladıklarım kabu l edelim. Burda ne 'evci l ' ne de 'açık renk l i ' , 'kanatlı'nm ayırımıdırlar (5ıaOopd). Başka b i r ayırımlaşmanm başlangıcı (sxspaç dp%fı
25 SıaOopaç) olup burda rastgele (öuupepTitcöç) bulunab i l i r l e r , îşte belirtmiş olduğum üzere, asıl öbeğimizi birsürü ayırımcı n i te l ik le bel ir lemeliyiz. B u n u yaparken, yoksunluğu ifade eden ayırımlardan da yararlanmağı unutmamalıyız. Oysa ikizbölümlü düzenden yana çıkanlar, bunu hiçbir v a k i t yapamazlar...
644b I V
8 Sınıflamanın en doğal, en kullanışlı olanı, şekillerin karşılaştırılmasına dayanandır. Şekle bakılarak hayvanlar, ayrıştırılıp bel i r lenir . Böylece kuşlar (TOJV
6pvı8cov) , balıklar (x(5v Î%0ı3cov) , kafadanayaklılar (xa
uc&cnad) yahut yumuşakçalar (ret Ö6xpeıa : I s t r i t ye l e r )
10 g ib i çeşitli Öbekler (TÜ yevn) tesbi t edi lebi l ir . B u öbeklerin her b ir inde parçalar, b i rb i r l e r inden, sözgelişi insanın kemiği ile balık kılçığı g ib i , büyük Ölçüde ayrü-
15 mazlar. Daha açıkçası: Bun la r b i rb i r l e r inden yapıca ayrılmış olmayıp farklılıklar, vücut n i te l ik ler indedir. Sözgelişi b i r bedenin, öbürüsünden daha i r i , daha ufak, daha yumuşak, daha sert, daha kaygan, daha pürüzlü olması bakımından ayrılır.
Buraya dek öyleyse: Doğa b i l i m i yönteminin(O66ecoç jıeGoöov) nasıl sınanabileceğim; doğa b i l im in in , nasıl en rahat , en düzgün tarzda incelenebileceğini ; işimize en uygun düşen sınıflamanın ne olduğunu; ikizbölümlü sınıflamanın niçin imkânsız, ayılı zamanda da gereksiz olduğunu gösterdik 4 8».
298
Çeşitli kabul ler i le vazgeçmelerin ardından A r i s t o teles, sınıflamasını biçimler i le üreme tarzlarının karşılaştırılması esasına dayandırmakta karar kıldığı iz lenim i n i sunmaktadır:
B , I 732b
15 «Aslında çeşitli sınıflar arasında kesin sınırlar bu lunmayıp birsürü geçiş vardır. îkiayaklıların ( t a SinoSa) hepsi diridoğuranlardan olmadığı g ib i —kuşlar y u m u r t lar—•, bütün yumurtlayıcılar da ((ponoKeı) ikiayaklı değild i r —sözgelişi, ikiayaklı o lmakla b i r l i k t e , insan, d i r i -doğuranlardandır. Dördayaklıların tümü yumurtlayıcı-la rdan olmadığı g ib i — a t da sığır da daha birsürü başka hayvan da diridoğurur—, bütün diridoğuranlar da dörd-ayakh değildir — n i t e k i m kertenkeleler, t imsahlar , daha da başka birçok hayvan dördayaklı o lmakla b i r l i k t e ,
20 y u m u r t l a r . Esasında ayaklı olup olmamayı dahî ayırıcı b i r n i t e l i k o larak ele alamayız. N i t ek im , engerekler i le köpekbalıklarında gördüğümüz g ib i , k i m i ayaksız hayvan lar diridoğururken, öteki yılanlar i le balıklarda t a nık olduğumuz üzere, k i m i s i de yumur t l a r . Daha önce kendi ler inden söz etmiş olduğumuz dördayaklılarda
25 rastlandığı üzere, ayaklılar arasında da yumur t l ayan la r var . Örneğini insanda gördüğümüz g ib i , ayaklılar arasında 'özünden diridoğuranlar'm (ev auTOÎç Se ÇÛÎOTOKEÎ)
yanında, bal ina i le yunus tak i g ib i ayaksız olup a y m şek i lde 'özünden diridoğuranlar' bulunur . Şu hâlde burda bölümlemeğe (5teXeıv) d ! ) y a r a r b i r aracı tesbi t edemed ik . Ayırımın nedeni (aîtıov Tfjç Sıa^opöç), anlaşılacağı üzere, devinme™ organları (TCOV TropsımKtov öpyâvcöv) de-
30 ğildir. Diridoğuranlar, doğaca daha olgunlaşmış olan
lardır. Bunlar , daha salt b i r i lkeden pay alırlar (UETS-
KOVTB. KaGctpcoTspaç ap%fjç) . Solunumlayan ( d v cmveov )
hayvanlar ancak, Özlerinden diridoğururlar (ÇÎOOTOKEI
ev aOx(p). Daha olgunlaşmış ( t a TE^ECÛTEPO. : mükem
mel, gelişmiş) olanlar, doğaca (ıfjv Ou6ıv) daha sıcak-
2 9 9
35 tırlar (tâ ÖepuÖTepa) , daha akışkandırlar (ÖYpötspa) i
buna kargılık, topraksı değildirler (uıî yeibSn).,.
733b Doğanın, oluşmayı nasıl da güzelce birçok biçim altında boşandırdığına bakmalıyız. Bütün bu biçimler, sıralar hal indedir. B i r kere, daha tam, daha sıcak olan
hayvanlar, yavrularını nitelikçe (rcoıöv) olgun hâlde 5 dünyaya get i r i r ler . Ancak, hiçbir hayvan, baştan olgun
laşmış ölçülerine varmış y a v r u doğurmaz. Her yeni doğan hayvan, serpi l ip gelişerek zamanla asıl biçimi kazanır 5 1. Burda olgunlaşmışlıkla kasdettiğimiz, şu hâlde, sözünü ettiğimiz be l i r l i sınıfı oluşturan hayvanların, en baştan ber i yavrularını canlı dünyaya get irme özelliği¬
. d i r . Bunun ardından gelen sınıfta topladığımız hayvanl a r en baştan olgunlaşmış yav ru la r dünyaya getirmezler. Bunlar , diridoğuranlardan o lmakla b i r l i k t e , i l k i n y u m u r t l a r l a r . Dış görünüşçe diridoğuranlardandırlar. Üçüncü öbekte olgunlaşmış y a v r u yerine, y u m u r t a bı-
1 0 kan la r var. Dördüncü deyse, üçüncüdekilere oranla daha soğuk olan hayvanlar da yumur t l a r , ama koydukları y u m u r t a tamamlanmış değildir. Sözgelişi pu l l u
balıkların (T&V Xem5oyt&v îX@otov), kabuk lu la r (tâ ıxr>Xa-
Koötpaıca) ile kafadanayaklılar'm (râ \ıaXmaa) yumurtaları
anne-babanm dışında olgunlaşır. E n soğuk canlılar da beşinci sınıfı oluşturur. Bunlar , doğrudan doğruya y u -murt lamaz bile. Yumurtaları anne-babanm dışında
oluşur. N i t e k i m böcekler (xâ sVcoua), i l k i n kurtçuk (öÖKtiAnÇ) : La rva ) meydana get i r i r l e r . Böceğin bu
15 k r i s a l i t (f| %çv6aXXi<;) dönemi, yumurtaîagmaktan başka b i r şey değildir 5 2. B u üçüncü döneme değin çeşitli başkalaşma aşamalarından geçen hayvan, ancak bundan başka asıl biçimine, dolayısıyla, olgunlaşmışlığma erişmiş sayılır.
Görüldüğü g ib i , hayvanların k i m i s i tohumdan (rö
ĞTtepuet) meydana gelmez. B u noktayı nasıl olsa daha
Önce b e l i r t t i m . Bütün kanlı hayvanlar (xd svaıjıa) oysa,
20 t o h u m aracılığıyla olagelirler. Çiftleşme sonucunda erkek, dişiyi döller. Tohum, erkeğin döllediği dişide 'yerleşir'. Bunun ardından yav ru , kendisine has biçimi almağa başlar. Söz konusu safha diridoğuranlarm kendi bedeninde, öteki hayvanlarmsa ya yumurtalarında, ya tohumlarında ya da buna benzer salgılarda yer al ır 5 3» .
— I I I —
A r i s t o t e l e s ' t e E v r i m S o r u n u
Üreme i le biçim esaslarına dayanarak giriştiği hayvanları sınıflama işinde Aristoteles, canlılar arasında b i r sıradüzenini de imâ etmiştir. «Tek tek yazılarına baktığımızda» d iyor J i i rgen Bona Meyer, «'Meteoroloji'de organik bileşimlere, 'Ruha Dair 'de beslenen r u h t a n akla, 'Hayvanların Parçalarına Dair 'de de ayrışmamış parçalardan özelleşmiş olanlara yönelik basamaklı b i r yapıyla karşılaşıyoruz. Bununla b i r l i k t e , bütün yazılarında hep aşağıdan yukarıya, basitten karmaşığa yükselen b i r sı-radüzenine rastlanmaz. Yukarıdan aşağıya inen düzenden de yer yer söz açar. B u bakımdan Ar is tote les ' in i l e r i yahut ger i işleyen b i r sıradüzenini tutarlıca izlemiş o l duğu söylenemez. Ne va r k i , bunu yapmamış omasını b i r eks ik l ik saymıyorum. Yukarıdan aşağıya mı yoksa bunun ters i yo la mı sapmanın yerinde olduğunu b i l d i recek ölçü yok tur . He r i k i durumda insan, ya kalkış ya da varış noktasıdır. İkisinde de göz önünde tuttuğumuz insandır. Şimdilerde çoğunlukla i l e r i işleyen gelişmeye açık yo lu benimsiyorsak, bu, erişilecek noktayı oluştur a n insanın özelliklerini daha yakından tanımamızdan-dır» 5 4 . *
işte met in ler inden anladığımız kadar Aristoteles, sınıflayışıyla canlılar evrenini düzayak süreç o larak değil de, tersine basamaklı b i r sıradüzeni şeklinde görmüş-
301
tür. Canlılar evrenini basamak basamak yükselen yahu t alçalan b i r sıradüzeni biçiminde görmüş olmakla, ev r im d iye b i r olayın varolduğunu imâ etmiştir. Şu var k i Aristote les, ev r im olayını imâ etmekten de öte, ha l iy le adını 0 5 anmamakla b i r l i k t e , hemen hemen bütün yönler i y l e , öncelikle «Hayvanların incelenmesine Dair» başlıklı eserinde irdelemiştir :
vm/ı 588b «Doğa, cisimlerden hayvan hayatına doğru Öyle
5 küçük küçük adımlarla i ler ler k i , kesk in b i r sınır çekip de hang i yanda ney in bulunduğunu t a y i n etmeğe imkân y o k t u r . Y ine de c is imler in hemen üstünde b i t k i l e r i n ye r aldığım söyleyebiliriz. B i t k i l e r arasında da gösterd i k l e r i canlılık be l i r t i l er ine göre farklılaşmalar görülür. Tüm b i tk i l e r âlemi, hayvanlarınkisiyle karşılaştırıldı-
10 ğmda canlılıktan yoksun, buna karşılık öteki cisimlere göreyse, d i r i sayılabilirler. Gerçekten de, yukarıda belirttiğimiz üzere, b i t k i l e r arasında hayvan yönünde i lerleyen kesintisiz b i r yükselişe tanık olunur. Denizde dahî öyle şeyler vardır k i , bunların hayvan mı yoksa b i t k i m i olduklarını t a y i n etmek imkânsızdır...
18 Duyarlılık açısından bakıldıkta, birtakım hayvanların b u özelliğe hiç sahib olmadıkları gözlemlenebilir... Giderek, geçiş durumundak i b i r bölük canlı, Tu lumlu la r (Ascidiacea) i le Deniz-şakayıkında (Anemonia) gördü-
20 ğümüz g ib i , etsi b i r yapıya sahipt i r . Buna karşılık sünger in de, her bakımdan b i r b i t k i görünüşü vardır. Böyle l ik le de hayvanlar âleminin tamamında d i r i l i k i le hareke t kab i l i y e t i bakımından b i r basamaklaşmışlık göze çarpar...» 5 6
Aynı soruna Aristoteles, «Hayvanların Parçalarına Dair» başlıklı eserinde de kısaca değinmiştir :
I V / V 681a «...Doğa, c is imlerinden hayvanlara doğru basamak
13 basamak süreklice geçiş hâlindedir. Ancak, arada henüz hayvanlaşamamış varlıklar da bulunur. Bunun sonucunda da b i r sınıf, kendis in i ' izleyen b i r sonrakisine öy-
302
15 leşine bitişiktir k i , aradaki f a rk , sonsuz üfaklıktadır 5 7. N i t e k i m sünger, az Önce belirttiğimiz üzere, her bakımdan b i t k i y e benzer: O, sadece b i r şeyin üstünde büyüdü-
20 ğü sürece yaşar. Onu ordan kopardığımızda ölüverir. Deniz-hıyarları da (Holothuro idea) , benzer başka b i r takım deniz canlıları da süngerden bel l i b i r yere bağlı yaşamadıklarından ötürü, biraz farklıdırlar. Duyum-lama gücünden yoksun olan bu canlılar, t op rak tan koparılmış b i tk i l e r g ib i yaşarlar... K i m i zaman Tu lumlu la r yahut bunlara benzer başka canlıları b i tk iden m i yoksa hayvandan mı saymalı, bu konuda ka ra r vermek gerçek-
25 t en de son derece zordur. Başka b i r c ismin üstünde büyüyerek yaşadıklarına bakarak bunlara b i t k i ; bununla b i r l i k t e , etsi b i r yapıda olduklarından, b i r çeşit duyum-lama gücüyle donanmış bulunabi lecekler ini düşünerek de hayvan dememiz gerekecek».
İşte i k i değişik eserinde i fadesini bulan türlerin de tedricen dönüşebîldikleriııe da ir düşüncelerini d ikkate aldıktan sonra, Ar istote les ' in , canlılarla i l g i l i o larak tümüyle durağan b i r tasavvura sahib olduğunu ısrarla, üstelik tutarlıca i l e r i sürebiîirmiyiz ? O, türlerin de dö-nüşebilirliğini kısmen gözlemlenen olayların zoruyla, kısmen de akılyürütme sonucunda kabu l etmiştir. Gerçi Ar is tote les ' in , b u gerçekliği benimsemekte çok güçlük çekmiş olduğuna daha önce de değinmiştik. B i r kere onun, paleontoloj iye ilişkin veri lerden, büyük b i r i h t i malle, önemli Ölçüde yoksun bulunmuş olduğunu hatırdan çıkarmamalıyız. O, son derece cılız ve dolaylı ipuçlarını sürerek olağanüstü b i r vargıya ulaşmıştır. Ancak, yine o şaşılası sağduyusu, b u vargıyı alabildiğine abartıp genelleştirmesini önlemiştir. P la ton g ib i , o da, ömrü boyunca şaşmaz, dolayısıyla da, vazgeçilemez b i r temel i lke, b i r ana ölçü bulmak ülküsü peşinde koşmuştur. Söz konusu ölçü, kanıtlanmaya ihtiyaç göstermeksizin, varolan her şeyin kanıtlanmasında kendisine ger i g idi lebilecek i l k ve sarsılmaz müracaat (referans) merc i i gör e v in i görmeli. Kend i bozulmaz dengesini evrende olup
303
bi ten her şeye yansıtan kaynak örnek olmalıdır, işte bu kaynak örneğe uygun şekilde işleyen evrende beklenmedik sıçramalara, umulmadık yıkılmalar i le yeniden kuru lma lara , önceden kest ir i lemeyen oluşlara yer yokt u r . Hemen her oluş, öncelikle de canlılar evrenindeki oluşmalar gayeler ini — b i r bakıma 'son biçim'lerini— de kendi bünyelerinde taşırlar.
Yalnız, sağlıklı, doğal gidiş b u o lmakla b i r l i k t e , olağan süreçten sapmalara da bindebir rastge l inebi l i r :
l l/ıv 415a «...Olağan gelişmesini sürdüren, sakatlanmamış,
26 kendiliğinden türeyiverme ( ysvsöıç auTouatîi , generatio spontanea) arazına uğramamış canlının en doğal işi (OüóiKróTaTov yap trâv épytov TOÎÇ Çcoöıv), kendi benzer i n i yapmak ( t ö •rcoıfjöaı) suret iy le soyunu sürdürür. Böylelikle hayvandan hayvan (Çtöov [iev Çeöov), b i tk iden de b i t k i (OUTOV 5 s Ooxóv) türer. Heps in in de bundan m u radı, ölümsüz ve tanrısal olandan paylarına düşeni a l -
415b maktır. Gerçekten de canlıların her b i r i , yalnızca b u amaca yönelik olup bunun uğruna (evsıca) canlılıkla i l g i l i bütün görevleri ( f onks iyon ' lan ) eksiksizce yer ine getirmeğe uğraşır. 'Bunun uğruna* i fadesinin i k i anlamı vardır: ' B u amaç için' ve 'bunun yararı doğrultusunda'. Süreklice varo l anladıklarından, canlılar, sözün t a m anlamıyla, ne ölümsüzlükten, dolayısıyla ne de tanrısallıktan
5 pay a labi l i r ler . Bozulmağa hükümlü b i r varlık, sayıca b i r ve aynı kalamaz... Sürüp giden, sayıca değil de, sadece bağlı bulunduğu türle özdeş ka lan canlının görüntüsüdür (eî5sa) » 5 8 ,
Daha önce Ar istote les ' in, türlerin de, çok tedricî dahî olsa, dönüşebildiklerine işaret edén i k i parçasını aktarmıştık. Oysa şimdi «Ruha Dair» adlı eserinden aldığımız parçada, b i r yandan yalnızca b i rey l e r in değişmeğe dönüşmeğe hükümlü bulunduklarını, buna karşılık türl e r in , değişmez dönüşmez olduklarını öne sürerken, Öte yandan türlerin bi le •—türün olağan, 'norm-al ' gidişinden
304
sapma yahu t kendiliğinden türeyiverme nedenleriyle— dönüşebileceklerine dair ibare var.
Çelişki g ib i görünen bu durumun ash esası nedir? Tek tek olaylarda gözle görülecek kadar be l i r l i b i r değişme, dönüşme, başkalaşma söz konusudur. A m a bunun yanında, olayların üstüne çıkabilen, bunları teker teker gözden geçirmekle yet inmeyip olaylar dünyasını kuşbakışı seyredebilen kimse için kendisinden şüphe edilemeyecek kadar gerçek olan b i r DÜZEN vardır. İşte A r i s toteles, bakışlarını ve bunlardan edindiği ve r i l e r i değerlendiren zekâsını yönelttiği DOĞAyı b i r l i k l i , bütünlüklü, der l i top lu , hayran olunacak b i r yapı o larak görmüş, benimsemiştir. O lay lardak i çeşitliliği, görünüşe çokluk o larak yansıyan BİRliğin be l i r t i l e r i şeklinde kabu l etmiştir. İşte oluş, algılanabilecek, düşünülebilecek her şeyin bu BİRden sökün edip yine Ona dönmesidir. B u , uyumsuz seslerin kendilerine yer bulamadıkları, döngülü b i r evrene ilişkin tasavvurdur. İstikrarlı, sağlam, d ing in, geleceğin bugünden esaslı değişiklikler göstermeyeceği inancına dayalı b i r dünya tasavvuru. Söz konusu düşünce doğrultusu, Aristoteles 'e atfedilen, ama gerçekten onun bunu kaleme alıp almamış olduğu bi l inmeyen, «Dünyaya Dair» başlıklı eserde ne özlü, nice saydam b i r şekilde di le getirilmiştir :
V
397a «...Her şeyin yaradanı, her şeyin en güzeli olan
'Uyuşma' (f| apuövoıct) , evrenin esenliğidir. Bundan dah a i y i ne o lab i l i r? Tasavvur edilebilecek her şey uyumun b i r parçasıdır. Güzel olan her şey, adını 'düzenlenmişlik'-
5 ten (ıcsKo6nf|60aı) alır. B i r şey 'evren düzeni'ne (KO6UOÇ)
uygunluğu ölçüsünde 'düzenlenmiş' diye n i te lendir i leb i l i r . Çağlar çağı zamanın en şaşmaz ölçülerine uygun tarzda durmadan hareket hâlindeki göklerin düzenlenişiyle (oüpavov xa£eı) , yıldızların, güneş ile ayın yer değişti-rişleriyle (<Dopct TCÛV aöıpcov f|A,ıou xs Kaİ 6eXfjVT]ç) ne
10 . karşılagtırılabilir? Tüm. olup b i ten ler in h a r i k a yaratı-
30Ş
cısı, sırasıyla yazı (TÖ ©epoç) , kışı (6 %sın<hv) meydana getiren, ayın (ö afıv) , yılın (o tvıamöt;) sayılarını bel ir leyen mevs imler in (tbpccı) gösterdikleri istikrarın eşi menendi bu lunabi l i r m i? Dünya, her şeyin en gör-
15 keml is i , en parlağıdır, harekette en tez olandır, güççe de hiçbir v a k i t tükenmeyen varlıktır...5 9
V I 397b Şimdi de, dünyayı b i rarada t u t a n güç nedir, b i r de
buna kısaca göz atalım. Z i ra , ayrıntılı olmasa da, dünyayı tasv i r ederken onun en üst merc i in i unutmak, esası
10 gözden kaçırmak olur. Her şeyin Tanrıdan geldiği, Onun, her şeyi b i z im için yaratmış olduğu, esirgeyiciliğinden yoksun ka lan b i r şeyin ayakta duramayacağı düşüncesi, insanlığın en eski geleneklerindendir. N i t e k i m bu, geçmiş çağlarda k i m i kimseler i dünyanın tanrılarla dolup
15 taştığı inancına sevketmiştir. Bunlar , her ân, her yerde tanrıları gördüğümüzü, işitip duyumladığımızı i l e r i sürmüşlerdir. Ancak onlar, Tanrının kendis i ile Onun görünüre çıkan güçlerini karıştırmışlardır;..» 6 0
— I V —
A r i s t o t e l e s ' i n i k i l e m i
Ar istote les canlılar evrenindeki b inb i r çeşitlilik ile gök c is imler in in sergilediği yalınkat düzgünlüğü bağdaştırmak; bu bağdaşmışlığı ise daha kapsamlı b i r sist e m — b i r evren s i s t em i— içerisinde temel i lkelerden ka lka rak açıklamak uğruna araştırmaya adanmış ömrü boyunca mücadele vermiştir. Bugünkü deyimlerle söylersek, gök mekaniğini, b i yo l o j i i le sosyolo j iy i aynı i lke -kelerden yahut aks iyomlardan hareket edip b i r çatı a l tında düzenleyerek bütünleştirmek isteğinden de öte, insan hayatının en soylu i k i kes imi o lan d in i le b i l i m i kaynaştırma arzusunu süreklice duymuş olduğu izlenim i n i onun hemen her metninden ediniyoruz. Her i k i ke-
Felse fe A r . F . 20
s i m i n kendi payına düşeni öbür yana feda etmeksizin, bu yüce hedefe ulaşılabileceğine onun kadar içten inanıp eyleme tutarlıca aktarmağa çaba harcamış i k in c i b i r araştırmacıyla, b i r düşünürle t a r i h t e karşılaşıp karşılaşmadığımız gerçekten sorulmağa değer.
İşte dine yobazca, bi l imeyse —pos i t i v is t l e rde gördüğümüz g i b i — bağnazca b i r t u t u m l a eğilmediğini bize en seçikçe kanıtlayan belge, evrime ilişkin görüşlerini dile get iren met in le r id i r . Hayatın en olağan, en basit gündelik akışı bile, bakmasını,bilen gözlere değişmelerin, başkalaşmaların nerelere dek uzanabileceklerine dair b i r f i k i r verebi l i r . A m a deha mertebesindeki b i r b i l g in ise, 'değişme' düşüncesinin aşırı raddede vurgulanmasının, t op lumu da onun b i rey l e r in i de nerelere sürükleyebileceğini; top lumda da onun bireyler inde de ne g ib i onulmaz ser t l ik te sarsıntılara yo l açabileceğini kestireb i l i r i z . Değişme olayı, b i r kere 'değişmecilik* şeklindeki b i r akım olarak 'boşandırılmağ'a görsün, artık nerde durduru lab i l i r , be l l i değil. Nes i l ler in deney imbiğinden geçerek zamanla esas k a b u l edüegelmiş ölçüleri yakıp yıkarak t op lumu ayakta t u t a n kalıcı olmağa aday değer yargılarını aşındırır. Tar ih te anılır izler bırakıp geçmişte en seçkin düşünürlerden birçoğunun, 'değişme' sorununa böylesine adımlarla yaklaşmış olması, işte bundan dolayı, boşuna değildir.
i m d i , Ar is tote les ' i büyük ölçüde kaygılandırmış olan sözünü ettiğimiz sorunlar, ondan önce de Platon'u, zamanla değişmeğe hüküm giymiş kıstasların tümünün bağlanabileceği bereket i sonsuz sınırsız0 1, öncesiz sonrasız, sağlamlığı, sarsılmazlığı soru sorgu götürmeyecek b i r T E M E L ÖLÇÜyü aramağa sevketmiştir. Söz konusu ölçü, düşünmenin değişmez düzenleyici haddi hudududur. Hâlbuki duyu lara konu olan oluşmalar i le bozulmalar evreninde ne düzen, dolayısıyla ne de had hudut vardır. Öyleyse burda kalıcı b i r şey yok tu r . Ancak, Herakleitos i le Parmenides'ten de öğrendiğimiz üzere, KALICIL IĞm bulunmadığı yerde DÜŞÜNMEĞe, düşünme doğrultu-
307
sunda da T U T A R L I C A EYLEMEĞe imkân bu lunur m u ! işte P laton 'un, «insan her geyin ölçüsüdür"2» d iyen Pro-tagoras'a kargı yeğinlikle çıkarken z ihn in i b u soru uğraştırıyor olmalıydı.
P la ton 'un tasavvur ettiği dünya, bugün düşündüğümüzün t a m tersine, E N ÜST K ISTASa göre düzenlenmiş görünüyor. Ancak, bu E N ÜST K ISTAStan türemiş ana, i k inc i l , üçüncül i le daha ötesi 'kıstaslar', E N ÜST K ISTASa oranla değişip başkalaşmaya açıktırlar. Sür e k l i değişen, dönüşen, başkalaşanlar ise, bu 'kıstaslar'ın, 'anaörnekler'in, 'temel-biçimler'in (fı ı8ea) 'yansılar'ı (f| efiOaötç) , 'gölgeler'i (f| öKta y ahu t xö eîSoAov) demek olan 'olaylar* (xâ Oaıvöjısva) evrenidir 6 3 . Bütün ' te-mel-biçimler', E N ÜST ÎYÎden — E N ÜST ÖLÇÜden—, yâni T A N R I D A N (o @eöç) be l l i b i r sıradüzenine uygun olarak türemişlerdir. B u bakımdan bunlar da Tanrının n i te l ik ler inden sayılırlar. A n a ni te l ik lerden de i k inc i l , üçüncül ve daha sonraki n i t e l i k l e r sökün etmişlerdir. Ana n i te l ik lerden Platon, kamunun geleneksel inançlarına ters düşmemek kaygısından olsa gerek, yer yer 'tanrılar' diye söz etmiştir 6 4.
Görüldüğü g ib i , P laton'da OLUŞMA, varo lanlara ilişkin kümelerin b i rb i r l e r inden kör etkileşmeler yo luy la çıkagelmesi demek olan E V R İ M yerine, önce Tanrıdan ayrılıp varolanın kendi doğası uyarınca sonunda y ine O N A yaklaşmasıyla bel iren TÜRÜM 6 5 şeklinde olmak* tadır. Öyleyse burda gördüğümüz, bütün evrene yaygın b i r GAYELÎL ÎKt i r . Bundan dolayı, her varolanın kend i s in i hem manevî, hem maddî yönden gerçekleştirmek üzere, en düzgün, en doğru yo lu t e rc ih etmesi Akıl gereğidir. P la ton bize yo l açıcı nedenler i le ulaşılacak hedef ler i düşünmemenin, akılsızca b i r t u t u m olduğunu b i l dirmiştir 9 6. E v r e n i n asıl gidişi, temel kuruluşu gayel i o l duğuna göre, 'Kura l ' a göre davranmak, 'Akıl'a en uygun düşendir. Ev ren in , hem 'büyük' (makro) hem de 'u fak ' (m ik ro ) boyut larda 'Gaye-Kuralı' uyarınca aksamak-
sızın işlediğim kabu l eden b i r i için orda NEDENSİZ-NİÇİNSÎZ hiçbir olaya yahut sürece yer y o k t u r " .
İnsan, doğal, öncelikle de canlı varlık o larak her ân gerek maddece gerekse maneviyatça değişmeğe adaydır. Ayrıca nice insan b i r ey i varsa, onca kişilikle karşılaşm a k kâbildir. Ne bu kişilikleri toplayarak, ne bunların b i r ortalamasını a larak ne de aralarından b i r i n i örnek diye seçerek b i r İNSAN T A S A V V U R U n a dayalı E V R E N S E L (cihanşümul) ÖLÇÜye ulaşabiliriz. Öyleyse «insan her şeyin ölçüsüdür» savını nasıl temellendirece-ğiz? P la ton için görelilik, insanlığa yönelmiş en yıkıcı
silahtır. Z i r a göreliliğin son durağı, salt şüpheciliktir k i , bunun da b i r adım ötesi hiççiliktir (n ih i l i sm) .
Şu var k i P laton 'un, sürekli değişmeler içerisinde 'bocalayan' fenomenler âleminden hiçbir kıstasın tesbi t edilemeyeceğine da i r tavizsiz kararı; b i l i m i n , b i r Ölçüde, dine feda edilmesi sonucunu da getirmiştir. Ar istote les ise, P laton 'un göreliliğe karşı duyduğu ahlâkî, giderek, dindarca t e p k i y i paylaşmakla b i r l i k t e , kurucusu sayıldığı b i l i m i hiçbir surette fedâ etmeğe yanaşmamıştır. B u d u r u m ise onun dramını oluşturmuştur: B i r i n i be r ik i s i pahasına te rc ih edemediği i k i kesim. Gerçi zaman zaman b i l i m i , temelde dinî inançların yattığı dünyagörüşü çer* çevesinde biçimlemiş olduğu iz lenimini ver iyor . N i t e k i m bütün b i l im l e r i çatısı altında derleyip toparlamağa çalıştığı felsefenin (metafiziğin) temel i l ke l e r in i 'İlk Fe l -sefe'de ( i l ah iya t ta ) aramıştır. Ancak, y ine birtakım eserlerinde —özellikle canlıların araştırılmasıyla i l g i l i o l an la rda— gerek yöntem olarak gözlemi gerekse b u n u n ve r i l e r in i baştâcı kılmış olduğu d i k k a t çekicidir. Yaşamanın bu i k i kesiminden, inanma iradesi i le bi lme tu tkusundan, hiçbir surette vazgeçememiştir.
İmdi şurda b i r ân için durup soralım: Aristoteles, 'türlerin, *ös' yahut 'taşıyıcı taban' olmadıklarını; buna karşılık b i r durumdan, b i r biçimden b i r başkasına her ân
dönüşebilecek, yalnızca kalıtım açısından benzer canlı b i rey le r in sınıflanmasına yarayan b i rer geçici yapma birim
309
olduklarım savunsaydı, ne o lurdu? Ev ren in akla yatkın hemen hemen hiç şaşmaz b i r gidişinin bulunduğu savını terketmek zorunda kalırdı. Böylece son çözümde, insan türünün (homo sapiens sapiens)de başkalarından türemiş olacağı varsayımını benimsemesi, insanın biricikliği
düşüncesinden de vazgeçmesi gerekecekti. Z i r a madem türler, genelde 'değişmez öz'ler olmayıp 'neden - e tk i ' anlayışı uyarınca dönüşebilir, öyleyse, onlardan herhangi b i r i durumundak i insan da, geçmişte başka b i r türden, b iz im bugün belirleyemediğimiz b i r nedenle, dönüşerek şimdi tanıdığımız genet iko-f izyomorfolo j ik hâlini almış olması gerekir. Y ine az önce belirttiğimiz öncül uyarınca, çıkarımlayabileceğimiz b i r i l e r k i vargı da, insanın, gelecekte her ân, önceden açıkça kestiri lemeyecek etken-kenler in dürtüsüyle insan-olmayan başka b i r türe dönüşmesini o lab i l i r kılacak genetik i le çevrebilimsel şartların doğabileceğidir. N i t e k i m bütün bu söylediklerimizi çağımızın önde gelen biyokimyacılarından ve b iyo lo j i felsefecilerinden Jacques Monod, en çarpıcı tarzda şöyle dile getirmiştir : «İmdi yaşamanın kendis i kadar canlılar evreninde yer alan insan da, koskoca b i r Monte Kar l o kumarhânesinde zarın, sonunda kendisine isâbet etmesi suret iy le or taya çıkmış olduğunu düşünmekten gayrı çıkar yo l da yok tur . Elbette, or taya çıkışımız nasıl tesadüf eseriyse, çıkmamamız da söz konusu o lab i l i rd i . O durumda da b i z i çepeçevreleyen şu esrarlı evrenin, bundan dolayı, büyük b i r eks ik l ik duymuş olabileceğini öne süremeyiz»1*8.
Manevî hayatımız açısından b u çeşit b i r anlayışın b i z i nerelere sürüklemiş, bize nelere mâlolmuş bulunduğu konusunda çokça tartışmağa gerek yok. B u n u nasıl olsa gün ve gün yaşıyoruz. Ancak, b u anlayışın gerçekten bilimsel olup olmadığını, kafamız iy iden iy iye şartlanma-mışsa, sorup soruştur malıyız. N i t e k i m , «doğaüstü b i r varlığın nüfuz edilemez tasarılarını taşıyan sufîce du yulan kader i d ikka te a lmamak yahut reddetmek başlı başına yerinde b i r görüştür. A m a gerek yaşamanın ge-
rekse onun evr imin in , yeryüzünün ve bütün unsurların bulundurdukları birtakım Özelliklerden ötürü, or taya zorunlu luk la çıkmış olduklarını kabu l etmek de y ine yer inde b i r görüştür» 0 0.
E v r i m i n hüküm sürdüğüne; yaşamanın, canlılığın temelinde de yine onun bulunduğuna şüphe yok. B u sebeple de canlılar b i l i m i n i n vazgeçilemez temel direği dur u m u n a gelmiştir. Ancak, az önce Jacques Monod 'nun ağzından dile getirmiş bulunduğumuz ev r im anlayışını, Ar is tote les inkis inden daha posit iv , dolayısıyla da, daha b i l imse l saymamız için elimizde yeterince güvenileb i l i r kanıt yok tur . Ney in tesadüf eseri o r taya çıktığını i l e r i sürebilmek için ney in zorunlu lukla belirdiğini söyleyebi lmemiz şarttır. Herhang i b i r şeyin 'b i l imsel ' anlamda zorun lu luk la or taya çıktığını b i ld i rmek gerekir. B u n u n içinse or taya çıkana yo l açmış bulunan etkenler in tümünü teker teker sayıp dökmek kaçınılmaz b i r zorunlulukt u r . H a n g i olayın yahu t sürecin meydana gelmesinde e t k i l i olmuş nedenlerin hepsini b i rer b i rer or taya sereb i l i yoruz ? Görüldüğü g ib i , 'b i l imsel ' anlamda zorunlulukt a n tutarlı b i r şekilde söz açmak imkânsızdır. Zorun lul u k t a n bi l imsel bağlamda söz açmak imkânsız olduğuna göre, onun yokumsanması, yok sayılması da, şu hâlde, saçmadır. B u , nasıl olsa olmayan b i r şeye ' y ok tur ' demeğe benzer.
Ar is to te les ' in bütün benliğiyle bağlanmış bulunduğu zorunlu luk, 'posit iv ' , başka b i r deyimle, 'bilimsel' değild i r ; edoğaötesi'd\ıc, 'metafizik'ür. O, bununla 'gerek kendi z i h i n hayatım gerekse doğada seyre t t ik l e r im bana öylesine b i r düzen düşüncesini aşılıyor k i , ben burdan, evrende her şeyin zorunlu luk la olageldiğini çıkarıyorum' demeğe getirmiştir. B u durum, öncelikle canlılar için daha b i r söz konusudur. N i t ek im , «yüzeyde ka lan b i r inceleme bi le bize b iyo lo j i s is temler inin düzenlenmiş, örgütlenmiş olduklarını ifşâ etmektedir. Bun la rdak i genel eğilim, düzensiz o r tamlarda düzen kurmaktır. îşte b u vakıa, b i r s is temin doğal evr imin in , düzensizliğin a r t -
3 1 1
ması doğrultusunda yol aldığını öne süren termodinamiğin i k i n c i i lkesiyle açıkça çelişmektedir» 7 0.
Zo run lu b i r gidişi yansıtan evrensel düzende her ne denl i zaman zaman zorunlu luk la meydana gelmemiş görüntüsünü yansıtan olaylar y ahu t süreçler varsa da, bunları Aristoteles, nerdeyse ' ist isnalar, kuralı bozmaz* gerekçesiyle göz ardı etmiştir. «İnsanın yapıp etmelerinde b i le yanlışlar göze çarpabiliyor: D i l b i l g i s i uzmanı yanlış yazabi l ir , hek im ise ilâcın miktarını ve r i rken yanılabilir. Aynı şekilde doğanın işleyişi sırasında dahî yanlışlarla karşılaşabiliriz. İnsanın doğru düzgün yapıp etmeler i (T£%VT|) , bel l i b i r amaca (Sveıca) yönelik olanlardır. Yanlışların or taya çıktığı durumlara gelince; oralarda hedeften şaşıldığı görülür. Doğada da işler başka türlü olup bitmiyor» 7 1 .
N i t e k i m bugün kalıtsal işleyişte bozuklukların yahu t sapmaların sonucunda belirdiği b i ld i r i l en t ek tek m u -tasyonlar , Ar istote les ' in indinde hedef ini şaşırmış oluşla r l a or taya çıkıveren ' h i l ka t gar ibe ler i 'd i r ( l e p a r a ) .
«Başlangıçtaki 'öküz-yüzlüler soyu'ndan gelenler, bel i r l i gaye diye bil inene ulaşamayıp b i z im bugün t ohum dediğimiz i l k en in bozulmasından böyle olmuşlardır» 7 2.
Y ine günümüzde genell ikle kabu l gören görüşe göre, kalıtsal işleyişte meydana gelen b i r d iz i değişme, t ekn ik te r imle , t ek tek mutasyonlar, doğal ayıklanma yönünden kayırttır da ortama uyabilir ise, içerisinde olageldiği türün tümünü etkilemeğe koyu lur . Daha kısa b i r anlatışla, t ek tek mutasyonlar, türsel olmağa yüz t u t a r . H e m kalıtımdaki hem de o r tamdak i değişmelerin yeğinlik oranı uyarınca, ya hâlihazır türde yen i b i r canlı çeşidi (varietas) be l i r i r ya da türümüz çevre şartlarının baskısına dayanamayıp top tan or tadan ka lka r . Bun la ra daha rahatça uyabi len mutasyon sonucu henüz meydana gelmiş çeşit de, böylelikle, yepyeni b i r tür o larak doğad a k i y e r i n i alır.
İmdi günümüzde, daha doğrusu, Charles Da rw in ' i n e v r im varsayımı i le Gregor Mendel ' in kalıtımla i l i n t i l i yasalarının or taya çıkmasından bu yana nerdeyse bütün b iyo l o j i çevrelerince kabu l görür olmuş yukarda anlatılmış görüşe göre yeni canlı türlerinin oluşması i le A r i s toteles ' in, oluşma sırasında bel iren bozukluğun yahut sapmanın yo l açtığı ' h i l ka t gar ib e ler i 'n in yahut kendi liğinden türeyiverme tasavvuru arasında çarpıcı b i r benzer l ik vardır. Çünkü, gerek oluşma sırasındaki sapma gerekse kendiliğinden türeyiverme, karşımıza yepyeni canlılar çıkarabilir. Şu var k i , aradak i olaya/ dayalı benzerliklere karşılık, mantıkça ( l o j ik ) ve değerce (ak-s iyo lo j ik ) çok esaslı f a rk l a r var. Şöyle k i : Ar istote les ' in indinde yepyeni meydana gelen b i r canlı, biçim —morfo
lojik b i r i m olarak, birey seviyesini aşması pek ender rast lanan b i r olaydır. Türlerin değişmediğine, yahut, en azından, değişmez gözüktüklerine kanaat getirmiştir. Günümüzdeyse, yeğin b i r dönüşüme uğrayarak oluşmuş canlıların, genotipik b i r i m olarak, varo lma şartlarına tür içeresinde kavuştukları, dolayısıyla da, köklü şek i lde türlerin değiştiği kanısı yaygındır. Türler, neden -
etki anlayışı uyarınca zorunlu olmayan etkenlerin e tk i -leşmesiyle olagelen gelip geçici b i rer vakıadırlar; üstelik araştırmalar, öncelikle de sınıflamalar sırasında işe yar a r b i r im le rd i r . Ar istote les ' te tür, b i r kere ortaya çıktıktan sonra — d a h a ziyâde kalıtımda— çok beklenmedik b i r kaza, öyleki felâket meydana gelmedikçe, varlığını sürdürüp gider. Tür, biçim yönünden —' idea ' değil de, ' p ro to t ip ' anlamında— anaörnekliğini yaptığı bireylere biçimlerini kazandıran özdür. Burda birey ler Öyleyse, daha önce de belirtildiği üzere, neden - e tk i anlayışı uyarınca rastlantıya, açık değil, maddî, kımıldatıcı, biçim-ley ic i i le gayeye yönlendirici nedenlerin işbirliği sonucunda zorunlulukla olagelirler. B u dört esas nedeni b i r -arada tesbit edemediğimiz yerde oluşun tesadüf eseri olduğunu söyleriz. A m a olup b i ten ler in iç yüzüne bakabilsek, doğada tesadüfe yer olmadığı kanısına erişebil i r d i k :
313
B,8
199b «Ayrıca tohumlar arasında dahî tesadüf eseri g i b i 15 gözüken olaylar bulunur . Ancak, kendis ini tamamıyla
böyle b i r düşünüşe kaptıran, doğaca belirlenmiş olanı, öyleki doğanın kendisini inkâr eder duruma düşer. Çünkü doğallık, içe ilişkin b i r i lkeden kaynaklanıp kesintisiz b i r hareketle be l l i b i r tamamlanmışlığa (TEİOÇ) doğru yo l almaktır. Tamamlanmışlığm kendisi , ulaşılan tesadüfi b i r menzi l (evera) değildir. Z i r a aynı t amamlanmışlığa her i lkeden hareket etmek suret iy le varılamaz. Herhang i b i r engelle karşılaşılmadıkça, be l l i b i r i lke , her aynı gayeye erişmek eğilimindedir.
Şu var k i , rastgele b i r aracının sonucunda hedef te-20 sadüf eseri bel i rebi l i r . Sözgelişi yabancı b i r i n in , şöyle ge
l ip yıkandıktan 7 3 sonra da çekip g i tmesin i tesadüf eseri sayabi l i r iz . İlk bakışta sadece yıkanmak için geldiği sanı-l ab i l i r gerçi. Ancak, aslında hiç de öyle b i r n i y e t i y o k t u . Demek bu, kazara oluverdi . N i t e k i m kazara olanlar ( E^OCOV ıtpafy]) , daha önce de belirtmiş bulunduğum üzere 7*, arızî nedenlere (icara öuupepnKoç amoıv) daya-
25 m r l a r . Ne v a r k i b i r olay süreklice olageliyorsa, buna artık kazara yahut t a l i h eseri ijo%r|) oluyor, diyemeyiz. Engellenmedikçe, doğal varlıklar, kesintisizce süregi-derler.
Sebeb olan etkeni tesbi t edemiyoruz diye gayenin bulunmadığını öne sürmek saçmadır. N i t e k i m sanatın da kendisine gayesinin ne olduğunu sormak anlamsızdır. Öyle b i r şey sorsak, o durumda gemi inşâ sanatını (vauTcnyıa) geminin tahtasında aramak, dolayısıyla da, gem i l e r i n doğa ürünü olmalarını beklemek durumunda ka lırdık. Buna göre, sanatta bulunduğu g ib i , gaye doğada da vardır. Doğadaki gayeliliği, b i r i n i n kendikendis ini
hekimce tedavi etmesine (xıq iarpsun aüıöç eautöv) benzetebil ir iz.
Sonuçta doğanın, b i r neden olduğu, hem de b i r gaye doğrultusunda etk iyen b i r neden olduğu, artık şüpheye yer bırakmamacasına anlaşılmaktadır» 7 5.
Evrim sorunu, görüldüğü g ib i , Ar is tote les ' in çağından b u yana geçmiş bulunan i k i b in küsur yıldır çok değişik yo l lar izlemiş o lmakla b i r l i k t e , köklü b i r çözüme, daha açık b i r deyişle, artık b i r daha irdelenmeği gerektirmeyecek şekilde vakıalardan kaynaklanan bellibaşlı bütün düğümleri çözmüş b i r cevaba kavuşmuş olduğu henüz söylenemez. He r ne kadar Ar is tote les ' in dörd elle sarılmış olduğu 'türlerin değişmezliği' inancı, yer in i , 'türlerin tümüyle değişebilirliği' varsayımına bırakmış-sa da, bu, henüz sağlam, güvenilir b i r t eo r i durumuna gelememiştir.
B i r kere 'değişebilirliğ'in oranları matemat ik kesin-lemelerle tesbi t edilmiş değil. İkincisi, matemat ik kesin-lemeler aramasak bile, 'türlerin tümüyle değişebilirliğ'i varsayımı, yine de b i r t eor i hâlini alabilmesi için şimd i l i k , çağımız b i l i m teori ler ince öngörülen, 'doğrulana-b i l i r l i k ' i le 'yanlışlanabilirlik' kıstaslarının en azından bir ince smanabihnel id ir . Üçüncüsü, ve en önemlisi, söz konusu varsayımın, durmadan tekrarladığımız üzere, ahlâk yönünden doğuracağı sonuçları t a r t m a k gerekir.
Ahlâk yönünü b i r yana bırakırsak, sa l t b i l i m açısından bile Danv inc i l e r in , 'türlerin tümüyle değişebilir-liğ'i varsayımına bağladıkları aşırı umutları paylaşmay a n çağımızın birtakım önde gelen ev r im b i l imc i l e r i vardır.
E K L E R İ L E K A Y N A K L A R
1 B i r külliyatın içerisinden birtakım metinler seçilirken, esasında bir ter c i h demek olan bu işin, ger i götürülebileceği herkesçe benimsenebilir genelgeçer bir kıstası bu lmak hemen hemen imkânsızdır, geçme, onu yapanın, çoğu kere, Öznel tutumu İle nesnel l ik anlayışına bağlıdır. B u r d a k i geçmeleri de nitekim, asıl i lg i alanımız çerçevesinde yaptık : Canlılar üzerine araştırmalara Aristoteles, hangi esaslardan, i lkelerden k a l k a r a k girişmiştir; bireyoluşa, özellikle de so-yoluşa ilişkin görüşleri ne le rd i r?
Söz konusu metinler, yüzyılımız da içerisinde o lmak üzere, Aristoteles 'ten sonrak i bütün çağları derinden etkilemiştir. Çünkü onlar, canlılarla .ilgili araştırmalar için hep k a y n a k met in durumunda kalmışlardır. Y i n e onlar, gerek bugün bizler için bile daha t a m anlamıyla çözülmüş sayılmayan can lmm temel prob-lematiğini i lk kez bi l imsel s istemli l ikle dile getirmeleri ; gerekse biyolojinin olduğu kadar felsefenin, felsefenin olduğu kada r da biyolojinin tarihî t e r im ile k a v r a m dağarlarını barındırmak bakımından paha biçilmez önem. taşırlar.
B u metinler in Önemine ilişkin bel i r tt ik ler imizin yanı sıra, bunları Türkçeleştirmenin ne çetin bir iş olduğuna değinmeden geçmemiz 'doğru olmaz. Zorluk, i l k in Aristoteles ' in kullanmış bulunduğu ter imler İle kavramların, bugün başvurduklarımızdan yer yer çok farklı a n l a m taşımış olmalarından i ler i geliyor. Metinler nitekim, her ne k a d a r doğal nesnelerle, öncelikle de canlılarla i lgi l iyse de, bunlar bell i b ir felsefe anlayışı, giderek s i s temi çevçevesinde ele alınmış oldukları gözden. ırak tutulmamalıdır. Felsefî mülâhazaların işe karıştığı yerde kav r am la r üzerinde işlemler ile yorumlar da söz konusudur. K a v r a m l a r üzer ine işlemler ile yo rumla ra giriştiğimiz düzlem ise, kültür ortamıdır. Kültür ortamı da, özellikle başlangıçları belirsiz bir 'geçmiş zaman ' —gelenekler , görenekler, alışkanlıklar, âdetler, ahlâk, h a k hukuk, adalet anlayışları, üretim—'¬tüketim tarzları ile amaçları, yöneten —yönetilen ilişkileri...— tabanına oturmuş 'şimdiki zaman'dır. 'Şimdiki zaman'ı, 1) manevî tar ih arkaplânı kadar, 2) hava, su, sıcaklık, kuru luk , nem türünden ik l im şartlan ile coğrafî konum da önemli ölçüde belirler. Sözü edilen boyutlarından ik i s i yahut en azından b i r i değişti mi, kültürün kendisinde de birtakım başkalaşmalar meydana gelir. Kültürdeki başkalaşma oranı, boyutlardan ik is in in y ahu t bir inin değişme derecesine bağlıdır, işte zor iş, z a m a n l a başkalaşmış yahut öteden beri farklı olan kültürler arasında bir 'asgarî müşterek' tesbit etmektir . N i tek im, Arno ld J . Toynbee 'nin bel irt tiği gibi, 'herhangi bir toplumun ta r ih i ile ta r ih in yoğurup biçimlemiş bulunduğu anlayış arasındaki bağ, bir toplumun b l im anlayışı ile doğal çevresinin sunduğu biteviye görünümler arasındakine oranla çok daha sıkıdır» -—Arnold J . Toynbee : «Greek Civ i l izat ion a n d Characte rs , v i i . s ay f a ; Mentor, New York , 1953.
316
T a r i h i n yoğurup biçimlediği anlayışlar, en özlü şekilde doğal dillerde a n latımını bulurlar. Böylelikle bunlar arasındaki i r i l i ufaklı başkalıkların ifadesiyle de yine doğal dil lerdeki farklılıklarda karşılaşıyoruz. B e l k i ifadesini Mısırcada bulmuş olan E s k i Mısır, Sanskritçe ile Palicede bulmuş olan E s k i Hint , Çincede bulmuş olan E s k i Çin anlayışına oranla ifadesini E s k i T u n a n c a d a bulmuş olan Eskiçağ E g e düşünce düzeni birçok sebepten ötürü bize daha yakın gelebilir. He r şeyden önce Eskiçağ E g e dünyasının coğrafî konumu ile buna bağh o la rak i k l i m şartlarını önemli ölçüde paylaşıyoruz. Dolayısıyla, söz konusu Eskiçağ E g e dünyasıyla, bu a rada mensubu olduğumuz i s l a m medeniyet i a r a cılığıyla da, evrene, insana, bilgeliğe, gündelik yaşayışa ilişkin esaslı k i m i ortak kavrayışlar ile değer yargılarına sahibiz. E v e t , bütün bunlar doğru olabilir. A n cak, gözden kaçırılmaması gereken bir nokta var ; o da, Eskiçağ E g e dünyasından son derece ayrı bir kültür ortamında yaşıyor olmamızdır. B u da yine, ortak bildirişme aracı o larak E s k i Yunancayı ku l lanan toplumlardan çok farklı bir dil duyuşu üe sezigisine sahip bulunduğumuz anlamına gelir. Kaldı k i , Eskiçağ E g e dünyasında tümüyle o r tak bir di l tedavüldemiydi, sorusu da yerindedir kanısındayız. B i r kere, başlıca dört lehçe — A k a c a (Mikenler ile Knossosluîarca, A r k a t y a ile Kıbrıs'ta yaşayanlarca kullanılmıştır), E o l c a (Tesalya 'da, Beotya ' -da, Batı Anado luda konuşulmuştur), İyonca (Batı Anadoluda, At t ika 'da , Eğ -riboz'da, K i k l a d adalarında geçerliydi), Dorca (Lakonya 'da , Gir it ' te , Rodos'ta, Te ra 'da , Ahhaya 'da , Eto lya 'da , E p i r ile S ic i lya 'da kullanılmıştır)—- arasında ne denli'anlaşma ortamı kurulabilmiştir? Üstelik bütün bu birbirlerinden pek farklı lehçeler, yüzyıllar boyunca Önemli değişikliklere uğramışlardır. Ne v a r k i , M.Ö. V I . yüzyılla b i r l ikte Atina'mın, E g e , giderek bütün Akden iz havzasında etkis in i iy iden İyiye duyurmasıyla, A t t i k a İyoncası, Eskiçağın her a l andak i geneîgeçer bildirişme aracı hâlini almıştır. Çalışmamızda söz konusu olan me tinler de A t t i k a îyonyacasınm en olgun, en klâsik örneklerinden sayılmakta¬dırlar. B u n u n l a birlikte onlarda geçen kav ramla r ile ter imlerin çevirisi y ine de sorun o lmaktan geri kalmıyor. B u söylediğimizi en seçikçe belgeleyen ter imlerden b i r i "t6hne'dir, sözgelişi. A v r u p a d a yapılmış çevirilere de b aka r ak 'tebne'yi hep 'sanat ' diye Türkçeleştirmişiz. 'Sanat ' ise, çağdaş Türkçenin z ih niyet i uyarınca, bir bakıma 'bil im'in zıddı gibi görülür. M.ö. V i le I V . yüzyılların A t t i k a lehçesinde oysa, tehne' i le 'episteme' a r a smda böyle bir zıtlık söz konusu değüdi. N i t e k i m Platon 'da olduğu üzere, Aristoteles 'te de 'tekne', y e r yer 'sanat' , 'zanaat ' , ' sanayi ' , 'bi l im' anlamlarına gelebilmiştir. İmdi bu terime, y e r aldığı bağlama göre, Türkçede anlamını aşağı yukarı verebilecek birtakım karşüıklar önerilebüir; meselâ :
( a ) «Bu ter im, John L y o n s ' a bakılırsa, «hayatî o lmakla b ir l ikte , çevrilemez cinstendir. 'Sanat ' ( Ingi l izcesi , ' A r t ' ) , alışılagelmiş bir karşılıktır. Z aman zaman ancak, 'B i l im ' ( 'Science' ) bunu daha i y i karşdayabûir. 'Tehne', an l amca 'Uzmanlaşma'yı ( 'Special ization' ) imâ eder. B u bakımdan heykeltraşlıktan (sculpture) ziyâde, kunduracılık ( sheomaking ) , 'tehne'yi an lamca çağrıştırır.
(b) B i z i m bugün 'sanat ' tan anladığımız, 'tĞhne'yi t am olarak yansıtmaktan uzaktır. B u n u n l a birl ikte, 'sanat ' gibi, 'tehne' de an l amca uygulamaya-dönüklüğe (pract ica l ) ağırlık verir. Y i n e de ' sanat ' bize kayıt ku ra l tannnaz bireysel y a -
317
r a t m a anlamını hatırlatır. 'Téhnë' İse, daha- ziyâde yönü yöresi iyicë belirlenmiş bilgi (knowledge) ile yapabilirliği (abil ity) ifade eder k i , biz buna bugün genell ikle 'Zanaat* (Technique ' ) yahut . 'Mes lek ' ( 'Profession') diyoruz.
(c ) A n c a k 'téhnè', ' teknik ' in çağdaş anlamından daha kuşatıcıdır; daha da önemlisi, bambaşka bir düzlemde yer alır. 'Téhnê' öyleyse, ' teknik ' olmadığı gibi, 'güzel sanat la r ' anlamındaki 'sanat ' da değildir...» — J o h n L y o n s : «Structural Semantics» / «an ana lys i s of part of the vocabulary of Plato», 98. s ay f a ; B a s i l B lackwel l , Oxford, 1972.
B u çeşit mülâhazalar, yalnızca 'zeXvrf. *GÜÎ değil, a m a meselâ * eTCi6Tf| |XT| *,
'6o3>ia' 'upeTVj ' ë*bl, daha başka birsürü söz ile ter im için de bahis konusudur.
Aristoteles metinler inin Türkçeleştiriimesindeki zorluğun ik inc i başlıca sebebi o larak da, genelde doğa bi l imleri alanında oluşturulmuş ve oturmuş bir ter i m dağarına rahatça el a tmaktan henüz yoksun bulunması yüzünden, canlılarla i l int i l i araştırma sonuçlarını ifade edebilecek tekn ik te r imler i Aristoteles ' in, çoğunlukla günlük dilden derlemiş olmasını gösterebiliriz.
Çalışmamızda belirttiğimiz kaynak l a rdan d a anlaşılabileceği üzere Ar i s tote les' in, genellikle, i lk k e z Türkçeleştirilen yazılarını çevirirken, E s k i Y u n a n c a -dan ik inc i b ir dile yapılmış, felsefe ve filoloji âfemince de kabu l görmüş, en i t i barlı tercümelere dayanmağa özen gösterdik. B u n a rağmen, sayın okuyucunun karşılaşacağı her çeviri ile yorum yanlışının sorumluluğu, elbette bu çalışmayı hazırlamış olandan başkasına aid olamaz. N i t ek im yapmış olabileceğimiz çeviri i le yorum yanlışlarının daha seçikçe âlgüanabilmelerini sağlamak amacıyla Türkçe karşılıklarını Önerdiğimiz ter imler in, kavramların ve k i m i Önermelerin, öncelikle Aristoteles'çe kullanıldıkları biçimde, asıllarını d a sunmaktayız.
2 B u r d a 'bil imler'den 'doğa bi l imleri ' anlaşılmalıdır.
3 Ar istote les : «Nikomakos Ahlâkı» («Ethikön Nikomaheion»), V I . k i tap 1139b/18-36, Y u n a n c a - Fransızca, çeviren : Jean Voi lquin; Ga rn i e r Frères, P a ris , 1940; ,,. ing i l izce çevirisi : J . A . K . Thomson, H u g h Tredennlck, Jonathan Ba rnes ; Penguin Books, Londra , 1979.
4 Ar i s tote les - : «Protreptikos», I (20) , bkz : Werner Jaeger" : «Aristotle» —^fundamenta ls of the history of h is development*—, 69. sayfa , Amıancadan îngilizceye çeviren : R i c h a r d Robinson; Oxford Univers i ty P re s s , Londra , 1967.
5 B k z : P l a ton : «Gorgïas» (448c), Y u n a n c a - Fransızca, çeviren : A l f red
Croiset ; Société d 'Edit ion «Les Belles Lettres», Pa r i s , .1961. .-¬
6 Ar istote les i «Metafizik»: («Métaphysique») Pransızcaya çeviren : J . Tr icot , önsöz : A . Diès; L ib ra i r i e Philosophique J . Vr in , Pa r i s , 1933. «Ta Meta t a Physika» — A Rev i sed T e x t w i t h Introduction and Commentary by S i r W. D a v i d R o s s — ; Oxford, 1924.
7 «Kimileri»yle, Protagoras kasdedilmlş olmah.
318
8 Aristoteles : «ikinci Analitikler» («Analütika Hüstera» : «Analytica Posteriora»), S i r Dav id Ross'ım gözetiminde G .R .G . Mure tarafından îngilizceye çevrilmigtir; Oxford Un ive r s i ty Press , Londra , 1950.
* K r z : Immanue l K a n t : «Kritik der reinen Vernunft», B. 2 (20) , B 134, B 578; Inse lver lag , Leipzig , 1933.
9 K r z : P . J . C . J . Nuyens : «Aristoteles' Persoonlijkheid», 77. say fa «Autour d'Aristote»da, s : 69-78; Publications Univers i ta i res de Louva in , Louvain , 1955.
10 Aristoteles : «Metafizik», A., 17 (1022a/10).
11 Aslında Aristoteles ' in deney verilerinde günümüz bi l im seviyesinin açısından h a t a a r a m a k yersizdir , öyleki be lki densizliktir, denilebilir. Z i r a d ikkate alınması gereken yalnızca aramızdaki i k i bin küsur yıllık bilgi b i r ik imi farkı değildir. E n azından bunun kadar önemli bir başka etken de Aristoteles ' in, hangi o r tamda eserlerini meydana getirmiş olduğudur. Görebildiğimizce, eser üe o r tam arasındaki i lgi pek zayıf. D a r an lamda büimsel, nesnel araştırma üslubu yönünden Aristoteles, nerdeyse öncesizdi, selefsizdl. Ar istoteles ' in tar ihteki bu konumunun bilincinde oluşu da bayağı i lg i çekici bir vakıadır, işte onun şu sözle r i tesbit imizin açık belgesidir :
X X X I V 183b « imdi amacımız, konu edindiğimiz herhangi b ir sorun hakkın
d a en genelgeçer öncüllerden (èvSoÇoTCtTCûv) k a l k a r a k akılyürütme (6uM.oyıçfi0ç) istidadını keşfetmektir. Z i r a ancak bu yoldan hem tartışma (f| ôtaXeKTÔç) he * " üe deneme sınama (fj %eıpa) s a n a k
5 edinilebilir...» Ne v a r k i maksa t , Aristoteles 'e göre, yalnızca bu s a natın edinilmesi olmamalıdır. N i tek im tartışma yöntemleri üe bilgi gösterisi Safsatacılık sanatında da ye r almıştır. B u nedenle i leri sürülen görüşün ne denli kes in olduğunu tanıtlamaktan da önemlisi, genell ikle olabüir diye kabu l gören görüşlerin desteğiyle savımızı kanıtlamağa gitmektir . Cevaptan önce gelen, doğru cevaba imkân hazırlayan i y i düzenlenmiş sorgu lama yöntemini kotarmaktır(...) «Nitekim Sokrates ' ln, sormağı, sorularına cevap aramağa terc ih etmesinin sebebi buydu. O, işte bu bağlamda, bir şey bümediğini
10 bildirmiştir...Ayrıca sormanın yahut b i r bütün o la rak sorgu lama düzeninin nasıl, sorgulayıcının akıl yürütmelerine ver i lecek cevaplar üe sunu lacak çözümlere ilişkin sorunların neler olduğunu da gösterdik . . .
15 Burda , amaçladıklarımızı baştan sona ta tmin edici b ir düzlemde götürüp sonuçlandırdığımız açıkça ortadadır. Şu v a r kî, bu çalışmayı hangi şartlar altında sürdürmüş olduğumdan da biraz söz etmeden geçmemeliyim. B i r kere , he r yen i keşif, önceki biryığm zahmetl i , sıkıntılı araştırmanın a z a r a z a r b i r ikmes in in sonucudur,
20 özgün keşiflerin yo l açtıkları atılımın çapı i lk in küçüktür. Ancak , bir kere boşandırnımş gelişme, z aman l a elden ele devredilerek zen-
31Ö
güıleşir. Nereye baka r s ak bakalım, 'en önemlisi başlamaktır' diyen atasözün onandığını görebiliriz. A n c a k başlamak, en önemli olduğu kadar,, en zor işdlr de. İlerde yaratacağı etki ler bakımından nice büyükse, çapı yönünden de göze bile çarpmayabilecek kada r kü-
25 çüktür. Şu va r k i , i l k başlangıç bir ke re yürürlüğe konuldu mu, sonra geliştirilip buna yeni yeni halkaların eklenmesi daha ko lay olur. . . işte burda yürütmeğe çalıştığımız, başlangıç aşamasındaki b i r araştırmadır. Onu dayatabileceğimiz, ger i götürebileceğimiz,
30 kendisinden çıkarabileceğimiz öncü yoktur...»
Aynı parçayı George J . Romanes, makalesinde bize şöyle a k tarır : «Dayanabileceğim bir esası, yararlanabileceğim bir numuneyi hazır bulmadım... İlk adımı atan ben oldum. Çapı u fak o lmakla bir l ikte , uzun boylu düşünülerek taşınılarak atılmış bir adımdır bu. Atılımın, i l k adım olduğu as la unutulmamalı; bundan dolayı da görülebilecek yanlışlıklara d a h a bir insaf la bakmak gerektiğine inanıyorum...» —«Aristotle a s a Naturalist», 289. sayfa , «The Contemporary Review» da, s : 275-289, c i l t : L I X , J a n u a r y - J u n e 1891; I s -bister a n d Company, Londra .
Parçayı çevirmiş o lmak la birl ikte, Romanes, bunu hangi k a y n a k t a n almış olduğunu ne yazık k i belirtmiyor. Parçanın genel h a vası, Romanes ' in makalesinde aktarılanın aynısı olmasına rağmen, gerek «Loeb» dizisinde yayımlanmış olan metnin aslı, gerek E . S . Poster ' in gerekse "W.D. Ross 'un çevirileri, ifade tarzı açısından adı geçen makalede aktarılandan önemli ölçüde ayrılmaktadırlar.
B u kısa fasılanın ardından bl2 yine asıl metnimiz i izlemeği sürdürelim :
184b «...İşte bu sıraladığım gerekçelere dayanarak derslerimizi dinleyen yahu t okuyan sizler, b i r çeşit başlangıç durumundak i araştırmalarımızın, öteden ber i aktarüagelen yöntemlerle karşılaştırdık-
5 ça, üstün yanlarını tesbit ederseniz, takdirinizi , eks ik ler in i görürseniz, affmızı esirgemeyiniz» —«Safsatacdarın Çürütülmesine Dair» ( «Per i Sof ist iken Elenhon»), Y u n a n c a - ingi l izce, çeviren : E . S . Förste r ; «Loeb C l a s s i ca l Library», W i l l i a m Heinemann, Londra , 1965; «De Sophisticis Elenchis», I n g i l i z c e s i : W.D. Ross ile W.A. P iokard ; Oxford Un ive r s i t y Press , Londra , 1950.
12 «Exercitations Concerning Generation».
13 George H e n r y Lewes , bkz : George J . Romanes : «Aristotle as a Na tu ra list», 287. say fa .
14 B k z : George J . Romanes : A.g. yazı, 285. sayfa .
15 . Ar istote les : «Nikomakos Ahlâkı», V I . k i tap , (1139b/18-36).
16 Aristoteles : «Hayvanların Oluşmasına Dair» ( «Peri Zöİön Genezeos»), Y u n a n c a - ingi l izce , çeviren : A . L . Peck ; «Loeb C lass i ca l Library», W i l l i am Heinemann, Londra , 1953 **) Günümüzde arüar hakkında başlıca büinenler şun-
320
lardır : Uç çeşld arı vardır : 1 ) Olgunlaşmış dişi olan'anaarı; 2) t a m olgunluğa ermemiş bir dişi olan işçiarı; 3) erkekarı, Anaarılar, yumurt lar . Çoğunlukça kabul gören görüş uyarınca, döllenmemiş yumurta la rdan erkekarılar, döl-lenmişlerdense, anaarılar ile işçiarılar çıkar. Koğanda nüfus aşırı derecede a r tınca, sürü hâlinde göç başgösterir. Sürü, yen i yuvasına yerleştikten sonra anaarı, 'evlenme uçuşu'na başlar. B u uçuşta kendisine • birtakım erkekarılar eşl i k eder. Uçulacak tüni mesafenin ortalarında çiftleşilir. Ardından anaarı, y u v a y a döner. Y a z bittiğinde erkekarılar, işçiarıl arınca kovulur lar . Anaarılar ile işçiardar, benzer yumurta la rdan meydana gelirler. Bunun la birl ikte, a n a a n -l a r m hücreleri daha iridir. B i r anaarı ('kraliçe' yahut 'arıbeyi') kurtçuğu ( lar vası) gelişmesi boyunca arısütüyle beslenir — b u özel besin, işçiarüarmca h a zırlanır. B u n a karşılık, işçiarılara da bu besin yalnızca kısa bir süre —üç y a hut dört gün— boyunca veri l ir . Bunun dışında işçiarılar, balla ve sindirilmiş polenle beslenirler. Tahminlere göre, çok nadir hâllerde işçiarılar, döllenmiş yumurtadan anaarı, döllenmıemişlerdense işçiarı dünyaya getirebilirler. B i r işçiarı, gelişmesini üç haftada tamamlar . B i r anaarı onaltı günde; bir erkekarıysa yirmldört günde erginleşebilir.
17 K r z : F . S . Bodenheimer : «The H i s t o r y ' o f Biology», 87. s ay f a ; Dawson and Sons, Londra , 1958.
18 Teorik biyoloji, B İYOLOJİ F E L S E F E S İ denilen kendi içerisinde bir bütünlük oluşturan araştırma alanının ancak bir kes imid i r — d a h a ayrıntılı bü-gi ler İçin bkz : Teoman Duralı : «Biyoloji Felsefesine Giriş Denemesi», «Felsefe Arkivi»nde, s : 161-184, say ı : 22-23; I.Ü. Edeb iya t Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1981.
19 Eskiçağın E g e dünyasında 'füzls' dediklerini 'doğa' sözüyle karşılamağa çalışıyoruz gerçi. A m a onların, 'füzis'le an l a tmak istedikler ini biz, 'doğa'yla t a m veremiyoruz. H e r ne denli füzis' de, 'doğa' gibi, 'füzein' masdarıyla, yâni 'doğmak'la, 'türemek'le, 'üremek'Ie, 'serpilnıek'le, 'bitmek'le, 'dallanıp budakl a n m a k l a , 'oluşmak'la, 'o lmak' la, 'olagelmek'le, 'meydana gelmek'le i lgil iyse de, buradak i 'füzein', Türkçedeki 'doğmak'tan, 'türemek'ten, 'üremek'ten, 'serpi l -mek'ten, 'bitmek'den, 'dallanıp budakianmak ' tan, 'oluşmak'tan, 'o lmak'tan, 'olagelmek' ile 'meydana gelmek'ten âaha, sınırlı, daha belirgin bir an lamla yüklüdür. 'Füzein', bell i b ir gayeye erişilecek 'tarzda- üreyip serpi lmek demektir. B u f i i l in isimleşmiş şekli olan 'FÜZIS ' de şu hâlde, bir —doğal— varlığın kendi l i ğinden başka b i r in i 'doğurma'sı, yeni 'doğan'ın da özü gereği gayesine doğru yo l a l a r a k serpil ip gelişmesi ve doğurması biçiminde tasavvur edilmiş bir düzeni düe getirir, Görüldüğü gibi 'FUZİS-de sürekli 'doğma' ile ^doğurma' etkinliği söz konusudur. 'Doğan', İlkin 'doğurucu' etkenlerde bir 'güc' o larak saklı dur u r : ' D U N A M I S ' . Sonra 'doğum'la bir l ikte. kendinden.'gerçekleşmeğ'e koyulur ; büyür, serpüip gelişir : ' ENERGEÎA ' . Ardından 'doğuran' yahut 'doğurtan' güçlerden b i r i hâline gelir k i , bu aşamada söz konusu varlık, kendinden kendis ini 'gerçekleştirir' artık : ' E N T E L E H E l A ' . E n sonundaysa- 'güc'ü gittikçe azalıp tükenerek varlık, 'gerçekleşmişliğ'inin doruğundan. uzaklaşmağa başlar : ' F T O R A S ' . !FUZÎS'. Öyleyse, bir. yanda 'gerçekleşmeğe teşne güc' olan 'dûna-
321
mls' i , öbür y a n d a 'kendinden gerçekleşmig güc* olan 'enteleheiâ' İte 'gerçekleş-mişliği bozulmağ'a başlayan 'ftoras'ı da; birinden ötekisine yol a l an 'süreç' olan 'energeia'yı da 'kucak layan ' 'VARLIĞ' ın ( 'UZÎA'nın) yer aldığı Öncesiz sonrasız, bir anlamda, kutsa l , tanrısal 'DÜZGÜNLÜK ' tü r ( 'KOSMC-S ' t u r ) ^ . Hiçbir -varlık', şu durumda, ne sa l t 'dünamis'tir, ne sa l t 'enteleheiâ' ne de sa l t 'ftoras'tır. Be l i r l i b ir 'varlık', bell i bir 'dünamis'ten bell i b i r 'enteleheia'ya, bell i b ir 'ente-leheia 'dan da belli b ir ' ftoras'a geçiş durumundadır. He r belli b ir ' ftoras' yine belli bir 'dünamis'in, belli 'dünamis' belli bir ,'enteleheiâ'nm, bellf 'enteleheiâ' İse bell i bir ' ftoras 'm 'haberci 'sidir. Başka bir ifadeyle : H e r * 'dünamis ' , a id olduğu varlığın 'telos'unu barındırmakla 'en*tele-heia'drr ( 'gaye-taşır-güç'tür). Giderek 'telos' da, serpilmiş, dallanıp, budaklanmış !dünamis'ten başka bir şey değildir. 'Varlık', şu durumda, belli b i r aşamasında 'imkân-hâ-lindeki-güç' ('dünamis') olmağa daha yakınken,. başka bir aşamasında 'etkin-leşmiş-güç' ( 'energeia' ) o larak görülür. 'Etkinleşmiş-güç' durumundaysa 'varlığ'm 'gerçekleşmiş-gaye'sl ( 'telos'u) git gide 'görünüm'e çıkar. E l d e k i 'var-lığ'ın 'telos'u ise, bu 'varlık'tan doğacak yeni 'varlığ'm 'telos'unun da 'dünamis'-İdir. öyleyse her 'telos', kendisinden sökün edecek 'telos'un 'dünamis'i, aynı soy çizgisinde türeyeceklerin de 'dünamisler'i ('5uvap,Eiç'i)dir. A m a her 'dünamis ' de, kendisine vuout vermiş 'etken' in ^telos'udur.' İşte bu düzlemde İşleyen ' D Ü Z G Ü N L Ü K ' ( ' K O S M O S ' ) , 'DOGA'dır ( 'FÜZÎS'tir ) —Ar i s tote les ' in 'dünamis'i i/'teîos'lu 'Füzis' anlayışıyla E s k i Çin düşüncesinin;. 'Tin/Yang'lı 'Tao ' tasavvuru karşılaştırıl abilir.
İmdi 'Füzis', palamudun, mut l aka meşe hâline gelmesi, meşeden de, mut laka
tir» diyor Aristoteles. «Başka bir anlamıyla da o, çoğalmayı sağlayan, çoğalmaya yo l açan içkin, içe a id Uk unsurdur^ . Bu , aynı
15 zamanda he r doğal varlığın özünden, bağrından kopan i lk hareket in de i lkesidir . B i r varlığın, başka bir varlıkla y a temasa gelerek, y a doğal şekilde birleşerek yâ da embriyonlarda gördüğümüz gibi
20 kaynaşarak artması (fj aöi;iç) > 0 varlığın doğal çoğalışıdır
(f) $ur| ) • Doğal birleşme (6ûj.i<&u6iç) - temastan (d<Df|) farklı
N l Bahse konu mütalâaları önemli ölçüde S a y m Ne rmi U y g u r ' a borçluyum.
Aristoteles ' te 'dünamis', 'energeia', 'ehteleheia', 'kinezls ' sorunlarıyla i lgil i mülâhazalar için Mar t in Heideğger'in, 1931'in y a z yarıyılında okutmuş olduğu derslerden derlenmiş «Aristoteles, Metaphys ik 0 1-3, Von Wesen und W i r k l ichkeit der Kraft» —Vititorio K los te rmann , F r ank fu r t /Ma in 1981-başlıkh k i tabın öncelikle 7. satırına («Überlegungen zum Gang de r ganzen Abhandlung
über 5ovanıç u n d svgpve i a »> s - 49-56) byz. s ;
N 2 Aristoteles, «içkin unsur»la tohumu kasdetmiş olmalı.
Felsefe A r , F . 21
322)
bir şeydir, gu son anlattığımız durumda, söz konusu o lan temasın, ta kendisidir . O y s a doğal birleşmede, değişik i k i varlığı özdeşleş-t i ren bir şey vardır, işte bu şey, basit bir temas yerine, gerçek bir
26 kaynaşmaya yo l açıp varlıkları nitelikçe değü de, nicelikçe ve sürekl ice birleştirir. Sunî, doğal .iOİmayan ( (in <Pu6ei) * nesnenin, başka b i r deyişle, biç'imlenmemiş, kendi gücüyle değişemeyen mad denin, kendisinden meydana geldiği i lk unsura da doğa denir. Sözge-
1 lişi gerek -tunçtan heyke l in gerekse tunçtan yapılma öteki bütün 30 nesneler in doğası tunçtur. Aynı şekilde, tekmil ahşap nesnelerin
doğası tahtadır... Doğal varlıkları meydana getiren ateş, toprak, h a v a i le s u g i b i t e k tek unsu r l a r a da bunların topuna birden de doğa
. sözü kullanılır. Başka b i r an lamda doğa, doğal varlıkların biçimsel
35 cevher i hakkında da söylenir Asye ra ı fj Oö6ıç f\ TC&V <£û6ei ÖVTGJV
o£)6ıa...) B u d a doğanın, bir i lk, b ir temel karışım olduğunu i ler i
sürenlerin görüşüdür. Empedokles , 'hiçbir varlığın doğası yoktur ;
15a olan, sadece karışım ( Ü,ÎÇÎÇ ) i l e karışımın ayrışmasıdır (Sm'k'kafy.ç
TE |xtysvTÇov) * doğa da, insanların yakıştırdıkları bir addan bagka
bir şey değildir' demiştir. Bundan Ötürü, oluşmanın (yıyveöOaı )
y a h u t varoluşun (g îvai ) doğal i lkesini kapsamak l a bir l ikte, he r do
ğal o la rak varolanın yahut oluşanın b i r biçim (gtSoc) i < i e görünüşü
^ (HOpOfj ) y o k s a doğasının da henüz bulunmadığı söylenir. Öyleyse doğal nesne, madde ile biçimin, birleşmesinden meydana gelir, işte gerek hayvan l a rda gerekse onların parçalarında olan da budur. Doğa böylelikle İlk maddeden (jzpoixy] İ5Xl\) ibaret değildir, i l k madde de, y a nesnesine göre y a da genel o larak .ilktir, esastırna. işte tunç¬
. t an yapılma nesnelerde tunç, kendis inden; imâl edilmiş nesnelere
10 göre, i lkt i r . A n c a k , genelde düşünülecek olursa, ük madde, sudur. Z i r a gerçekten de, her nesne suda erir . Ne va r k i a z y u k a r d a belirtildiği üzere, doğa, i l k maddeden, ana maddeden başka, biçim
(sîSÖç) yahut öz (oööıa) i c i n de denilebilir; çünkü o, oluşmanın tamamlanmış' hâlidir, sonucudur; N ihayet mecaz yol lu söylersek, her öze doğa adını da verebi l ir iz . B i r şeyin doğası, b ir bakıma, onun özüdür de ondan.
Bütün şu söylediklerimizden, en temel anlamıyla doğa'nm, tek başına hareket ler in in i lkes in i kendi bağniarmda taşıyan varlık-
N3 'Hk madde 'y i 'Asıl Madde'den ayırdetmek gerekir. 'Ük madde', b ir s on r ak i şeye göre i lkt i r , temeldir ; s on rak i de, kendis in i izleyecek şeye göre Öncedir, Üktir. Görüldüğü gibi, ' i l k madde* hep..görelidir. B u n a karşılık, 'Asıl Madde' yahut ' A n a Madde', m u t l a k anlamda, hiçbir surette belirlenmemiş olan kuvve (dünaınla)tür. . ' •:>.- S' ;
323
ların özü, cevheri, taşıyıcısı (oûöia) demek olduğu ortaya" sıkmaktadır. Maddeye İse, ancak bu i lkeyi almağa y a t k m olduğunda doğa
15 denil ir . Ayrıca madde,yine sözü edilen i lkeden sökün eden oluğma'lle Soğalmaya bağlı bulunduğu oranda doğa adıyla anılabilir. Doğa> bu' belirtilmiş an lamda doğal varlıklara bir bakıma içkin olan hareket in
y a 'olabüir-güç', 'gûvauiç' y a da 'gerçekleşmiş-güç', 'SvxsXsxsia* tarzındaki ilkesidir» —«Metafizik» A., 5; metnin Y u n a n c a aslı için bkz : Aristotelous t a Meta t a Physika», revised text w i t h introduction a n d commentary by W.D. Ross, Clarendon Press , Oxford, 1924.
B u r a y a dek bildirilenlerden, he r ne denli 'füzis'i 'doğa'yla karşüamağa çaba harcıyorsak dahî, yine de İkinci kel imenin, b i r inciy i vermekten, yansıtmaktan uzak kaldığı (kolayca görülüyor.
B u farkldık, birçok başka sebebin yanı sıra, çağdaş Türkçe üe E s k i Y u -naneanın, genel medeniyet ta r ih i içerisinde değişik birer ifade gücü edinmelerinden i ler i gel iyor olmalı. E s k i Yunanca , henüz yürürlükteyken insanlar , 'füzis'-Ie organik bir bütünlük içerisindeydiler. O dönemlerde 'füzis* için söz konusu olan, şüphe yok, 'doğa', daha doğrusu, onun selefi durumundaki 'tabiat' için de öyleydi. 'Füzis', insanlığın, henüz doğal, öyleki evrensel bütünlükten kopmadan önceki dönemlerde durakalmış-tır. Hâlbuki itabiat', medeniyetin genel gidişine a y a k uydu ra r ak 'doğa'laşmıştır. D a h a açıkçası: Vakt iy le 'tabiat', belli türdeş varlıklardan üreyip zorunlu lukla bel ir l i bir biçime erişmek çabasındaki varlıkların uyumlu — o r g a n i k — bütünlüğü şeklinde anlaşılırken, aşağı yukarı X V I . yüzyıldan beri gittikçe, gelişigüzel nedenlerin, baştan nasıl olacakları iyice ke s t i r i lemeyen maddî etkenlerin meydana getirdikleri bir m e k a n i k süreç1 tarzında kavranılır olmuştur. O günler ile bu günler arasındaki fark, a k i m havsalanın zor kavrayabileceği kadar büyüktür. §Öyle düşünelim bir kere : Günümüzde bir yerden başka b i r yere gidecek bir kimse, arabasına b in ip : aracım sürecektir. Başka türlü söylersek : i n s a n beyni ile elinden çıkma araba, demir yahut- benze r i nesneler i le biryığın madenî kablodan meydana gelmiş olup yolcu ile eşya taşımaya y a r a r bir araçtan öte b i r şey değildir. Onu sürenin d i k k a t i de a s falt yahut beton bir yo l ve onun kenarlarında yer a lan birsürü madenî işaret levhası ile ışıklı göstergeye şartlanmış' durumdadır. O kişi, mes lek ' gereği can lılarla uğraşsa bile, bun lar la a n c a k son derece karmaşık c ihaz lar aracılığıyl a geçiçi b i r süre için ilişki kurmaktadır. Bunun dışında, canlıyla doğal o larak doğrudan doğruya hiçbir alışverişi yoktür. O y s a yo la atı sırtında çıkan kişi için durum böylemiydi? B in i c i s i gibi, a t da, etten 'kemikten, kandan sinirden oluşmuş, anneden doğma Mr yaratıktır. Nice duyarlıktan yoksun o lursa olsun b i nicis i , i s ter i s temez bir yerden s on r a onu adam ile yük taşımaya y a r a r nesne olmanın ötesinde görmek zorundadır. Z i r a demirden, plâstikten, camdan, c a m elyaftan ve daha başka malzemelerden meydana gelen ara&anın tersine, at, ken disini önünde sonunda canlı kanlı bir dosd o larak benimsetecektir. B inic imiz , hek im, baytar , çiftçi yahut doğa araştırmacısı olmayabil irdi . Y ine de ortamı gereği doğayla içli dışlıydı. H e r şeyden önce, ister kentli, i ster köylü olsun, herkesin, insan elinden çıkma-çevresi, çağımızdakiyle karşilaştınlmayacak k a -
324
dar dardı. B u sunj, beşerî çevrenin hemen dışında kâh tüm hışmıyla, kâh a l a bildiğine sevimlüiğiyle, yüceliğiyle doğa başlıyordu. Doğal çevre, aslında ye r ye r beşerî olanın içlerine de sızmaktaydı. Oturu lan konutların altında yahut bitişiğinde ye r a lan ahır,, ağıl, kümes, kulübe çeşidinden barınaklarda yaşayanl a r a yalnızca birer alet edevat .gözüyle bakümayıp bunlar nerdeyse aileden s a yılırlardı. He rke s in tarlası, bağı, bostanı bu lunmasa büe, en azından bahçesi olmuştur. Bütün bunlar İse, her insanın aklına, gönlüne, öyleki bilinçaltına doğadaki dengelerle, gelip geçiciliklerle üintili b ir duyuşu, bir algıgücünü 'ekmiş'tir. Nasıl, 'füze' devr i günümüzde, bozulan arabasına i lk müdahalede bulunamayan yahu t evinde atmış sigortayı değiştirmekten aciz kişinin hâli bayağ içler acı-sıysa; 'füzis' çağında, hasta lanan tavuklarına şifa sunamayanın, atını, köpeğini doğru düzgün terbiye edemeyenin yahut toprağının nite l ik ler ini yetesiye t a nımadan patlıcan ekenin durumu da pek pa r l ak sayılmazdı herhalde. Y i n e söz konusu çağda en basit mercek l i c ihaz lardan yoksun doğa araştırmacısının, k a l kıp canimin ince yapısına nüfuz etmesi tasavvur dahî edilemezdi. B u n a karşılık, daha mesleğe atılmadan önce bile onun, birtakım hayvanlar la , bitkilerle kü-çücüklüğünden beri iç içe yaşamışlıktan gelen, bunlar la ilgüi birsürü görgüye dayalı sağlam bilgiye, daha da önemlisi, sezgiye sahip bulunduğu söylenebilir, işte, gerek 'füzis'e gerekse 'füzis çağları'nm, başta Aristoteles o lmak üzere, doğa araştırmacılarına, burda kısaca dile getirilmiş görüşlerin ışığında bakmak herhalde f az l a yanıltıcı olmasa gerek.
20 S i r D a v i d W . R o s s : «Aristotle Sélections», x i i . s a y f a ; Char les Scrib-ner ' s Sons, N e w York , 1938.
21 Ar istote les : «Metafizik», A , 2, (982b/18-22) —ke l ime le rden kimisi , önemlerinden Ötürü, bu çalışmada y a yatık yâ da büyük harf ler le yazılmıştır.
22 Ar istote les : «Nikomakos Ahlâkı», I . kitap, X H X (1102a/17).
23 A r i s t o t e l e s : «Hayvanların Parçalarına Dair» ( «Peki Zöiön Morlon»), I I I . kitap, V I , (669a/2Ö), Y u n a n c a - ingi l izce, çeviren : A . L . P e c k ; «Loeb», W i l l i a m Heinemann, Londra , 1961.
24 B k z : Aristoteles : «Metafizik», 1025b - 1026a (35) —Ar i s tote les , büim-Ier l üçe ayırmıştır : 1) Teo r ik y ahu t düşüncel (zni6vi)\ir\ öiavor|TiKX|) . 2) uy -gulanıaya-dönük (èm6xi\\ir\ JCpaKTiKfj) » 3). üretici(tnı6x\]UT| mmrmctfj) • B i r i n c i tür büimlerin ödevi, o r taya yalnızca -bilgi; ik inci ler in de, h e m bilgi, hem ey l em; üçüncülerinse, bilgi üe eyleme, ek o larak maddî ürün koymaktır. Teor ik bi l imler de yine üçe ayrılırlar: 1) Doğaötesine ilişkin • öğreti (ilâhiyàt, meta f i z i k ) , i l ) matemat ik , i i i ) doğa b i l imi ( f i z ik ) ; «Seçmeler»e almış olduğumuz met-nindeyse Aristoteles, teor ik ile doğa bi l imlerini karşı karşıya getiriyor. Bunun se-bebi,doğayı sanatçı (zanaatçı) gibi görmesidir. Hâl böyle olunca, doğa bil imi de üçüncü, yâni üretici bi l imler sınıfına katılması gerekiyor. B i z insanların doğa bi l imini ele alışımız teorik t a r zda yürütülen bir inceleme olabilir; ama kendi başına görüldüğünde Boğa'nın büimi, üretkendir. , : , :. .
325
25. Teo r ik bilimlerde — m a t e m a t i k e sözgelişi— akılyürütme işlemi, belli b ir öncülle, A ' y l a başlar. Sonra bu öncülden zincir leme B ,C ,D . gibi vargıların çıkarımlanmasmı sağlar. Sözgelişi bina k u r m a y l a i lgi l i bir üretici bilimdeyse, başlangıçta D, yâni inşa edilecek binanın tasavvuru yer alır." Ardından, gerisin geriye İşleyen bir akılyürütme işlemi ile eyleme zincir i , C,B;A,' binanın ku ru l masını olabilir kılmak üzere gündeme getiri l ir .
26 B k z : Aristoteles : «Oluşma ile Bozu lmaya Dair» ( «Per i Genezeös k a i Fthoras») , 337b (25),' Y u n a n c a - İngilizce, çeviren : E . S . F o r s t e r ; «Loeb», W. Heinemann, Londra , 1955 —evr i l emez bir önermeye örnek : İnşa edilecek bir ev için temel zorunludur; 'temel atüırsa', ev de zorunlu o la rak inşa olunur' denilemez; z i r a atılmış temeli, inşaatın izlemesi zorunlu değildir.
27 K r z : P l a ton : «Filebös» (54 A - C ) , Fransızcası : «Philebe», E m i l e Chambry ; Ga rn i e r -F l ammar ion , Pa r i s , 1966 -*) Aristoteles, "bu ' s av iy i a , " 'bireysel evr im'Ier in, teki- t e k canlıların ortaya çıkmasını sağladıklarını kasdetmiş-tir. B u n a göre, her canlının kendi özelliğince -—türselliğince— belirlenmiş evr imi vardır. Can imin kendi bireyselliğinde nokta lanan evrimi, başka -^özellikle de başka türdeki— canlüarınkisinden değişiktir. Ne. v a r k i , t ek tek türlerin y a hut canlı öbeklerinin or taya çıkışını sağlamış b i r 'genel evr im ' iht imal in i de Aristoteles, d ikkate almağı ihma l etmemiştir. B u konunun enine boyuna in* celendiği, «Çalışma»mızın HI. bölümüne bkz.
28 D a h a açık b i r ifadeyle : Tohum, kendisinden oluşacak hayvanın Özell ik le r in i taşır.
29 .«Önceki çağların doğa felsefecileri»yîe Aristoteles ' in kasdettiği, maddi neden ile hareket ett ir ic i nedeni araştırmış Empedokles , Anaksagoras gibi, k i m i Sokratesöncesi düşünürlerdir.
30 «Fizyolog»la Aristoteles, doğa hakkında eser vermiş kendisinden önceki birtakım düşünürleri kasdetmiştir.
31 Aristoteles , 'akciğer'den hep teki l hâlde söz etmiştir.
32 'Kan 'dah Ar istote les ' in anladığı 'kırmızı kan'dır. «Kanlı» - «kansız» diye yapmış olduğu ayıran, her zaman, bugünkü 'omurgalı' - 'omurgasız' hayvanlar ayrımına tekabül etmez. Z i r a tabaksalyangozunda (P lanorb is ) , t i trer -s inek (Chironomus) ile kumsolucanın da (Arenicola ) görüldüğü gibi, 'omurga-şızlar'm k i m i s i kırmızı kanlıdır. Başka birtakım 'omurgasızlar'daysa kan, k a buklu larda (C rus tacea ) olduğu üzere, mavi , 'sabellidler'de de görüldüğü gibi,' yeşil olabüir; y ahu t böceklerin çoğunda rastlandığı üzere, hiçbir so lunum renk maddesi (p igment) bulunmayabi l i r .
33 Ar istote les : «Hayvanların Parçalarına Dair».
34 B u baJkurıdan karşılâştırüdıkta, 'gaye nedeni' s a l t 'mekanik ' olandan daha ' i y i ' olmalıdır.
35 B u önermesinden de anlaşılacağı" üzere Aristoteles, canlı b ireyin kendi s i , her ne denli 'sonlu' ise de, 'üreyebilirliğ'inden 'ötürü,. aynı zamanda 'sohsuzlaş-
326
tırnm'nm da imkânını taşıdığını vurgu lamak istemiştir. Canlı bireyin 'son-suzlaştıracağı' n e d i r ? Üyesi bulunduğu türün kendisine has biçimidir.
. . 36 Ar istote les : «Hayvanların Oluşmasına Dair» Üremek, olmak, oluşmak , olagelmek, doğmak demek olan gignomai f i i l inin isimleşmiş hâli genos, üreme, olma, oluşma, olagelme, doğum, asıl, soy, aile, ırk, z a m a n zaman tür, z aman z a m a n da cins anlamlarına gelir. İşte bu temel anlamları göz önünde
tuta rak Aristoteles, ysvoç ter imini çiftleşerek üreyebilen varolanların, kü-
melendlri lmesinde b i r im o larak kabul etmiştir. Ancak , 'genos'u yalnızca c a n lılarla i lgi l i eserlerinde kullanmamış, bu terimden mantığı ele aldığı çalışmalarında da yararlanmıştır.. Canlıları sınıflandırmak konusunda henüz t a m bir aydınlığa kavuşmamış olması, onu 'tür' üe 'cins ayırımını sık sık karıştırmağa sürüklemiştir. H e r ne kadar eîSoç 'tür'e, yevoç da 'chıs'e tekabül ediyor görünüyorlarsa da, Aristoteles, bu ayırımı her z aman tit izl ikle gözetmez. Gerçi ye r yer daha ufak, daha temel öbeklere 'eidos'; bunlarm da b i r a raya geler ek oluşturdukları daha geniş çaplı kümelere 'genos' demiştir. §u va r k i , 'eidos'-l a z a m a n z a m a n yalnızca- biçimce benzeşen canlıların meydana get irdikler i ; 'genos'la ise, çiftleşerek üreyebüen bireylerin oluşturdukları öbekleri kasdet-miştir. Bütün bu belirti lenlerin ışığında, yerine göre, Ar istote lesteki 'eidos'un, 'tür'le, 'genos'un, 'cins'le yahut 'genos'un, 'ttir'le, 'eidos'un ise, 'cihs'le karşılanabi lecekler ini söyleyebiliriz. . . .
37 «Aristoteles'in 'gelişme' düşüncesi, çağımız soyoluş (phylogeny) teori lerine hâkim olan görüşün tersine, türlerin ebedîliği t a savvuruna sıkı sıkıya bağlanmıştır... Onda —tıpkı çok sonraları Goethe'de de gördüğümüz g i b i— ... 'geçişler'i4 tarihle ilintisi yoktur...» —Mar j o r i e Grene : « A Po r t r a i t of A r i s -totle», 136 'ile 137. say fa la r ; The Un ive r s i ty of Chicago Press , Chicago, 1963.
Çağımızda daha ziyâde 'empiriko-positivist ' eğilimli 'düşünce erbabı'nm en çok rağbet ettiği 'hedef tahtaları'ndan biri Aristoteles ve onun uzun vadeli gelişmeyle, günümüzdeki teknik terimiyle söylersek, evrimle ilgüi olduğu iddia edilen görüşleridir. Açıkça hiçbir metninde dile, be lki aklına bile, getirmemiş olduğu, 'gelişme'yi, b i r an lamda da 'bilimseileşme'yi köstekleyici düşünceler öne sürmüş o lmak la suçlanmış, kâralanmıştır. B u suçlamaların, k a r a çalmaların en' çarpıcı olanlarından bir ini S i r Be r t r and Russell'ın ağzından dinleyel im: «. ; . i k i bin yıllık bir saltanatın sahib i Ar istote les ' i tahtından indirmek pek zor olmuştur. Yakın çağlar boyunca bilimde, mantıkta yahut felsefede i ler i atılmış her adım, Aristoteles çilerin yeğin direnişleri pahasına başarılmıştır» —«History of Western Philosophy», 212. say fa ; George A l l en and Unwin , Kent , 1967. A r i s toteles'in felsefe-bilim alanındaki 'yeterlüiğ'i — y a h u t 'yetersizliğ'i— konusunda S i r B e r t r a n d Russe l l 'm ardmdan, bir de, K a r i R a i m u n d Popper ' in dediklerine k u l a k v e r e l i m : «. . . Ar istoteles ' in Öz'e ilişkin görüşleri, bu soruna çözüm diye bir şey get i rmemekte ; burdan da öz sorununu hiçbir v a k i t kavrayamamış olduğu anlaşılıyor» —«Objeotive Knowledge*/«an evolutionary approach», 196, say fa ; T h e Clarendon Press , Oxford, 1975.
327
Doğrusu, Aristoteles ' i nasıl k i , kendisini, o r taya koymuş olduğu sav la r doğrultusunda yorumlamış olanlardan ötürü kut layamazsak , bunları yanlışlıkla, Önyargıyla yahut artniyetle saptırarak, tahr i f ederek yorumlamış bulunanlar yüzünden de kmayamayız elbette, önünde sonunda o, bir araştırmacıydı, bir düşünürdü. Yazılarının hiçbirinde 'müneccimlik' iddiasına kalkıştığına tanık olmuyoruz. Yazıp çizmiş olduklarının, Uerki çağlarda nerelere çekilebilecekler in i kestirmesine elbet İmkân yoktu. Nitekim, «çağımız biyologları, yöntemlerine niye Aristotelesçi düşüncenin en ufak b i r gölgesinin bile: vurmasına tahammül edemiyorlar» sorusuna Marjor ie Grene, «çağımız biyologları, bir bakıma, çarpıtılmış bir 'Aristotelesçiliğ'i, Ar istoteles ' in kendi asıl öğretisiyle özdeş tu tuyor lar da ondan» cevabını vermiştir —«The Understanding of Nature» / «essays in the phüosophy of biology», 98. s ay f a ; D; Reidel , Dordrecht/Hollanda, 1974.
38 Aristoteles ;• «Oluşma ile B o z u l m a y a Dair».
39 Staycoyri > güzelliğin, temaşası, uygu l amaya yönelmişliğin sonu, tüm
hayatın en yüce ülküsüdür.
40 Aristoteles ; «Metafizik».
41 Ke l ime o larak 'soluk' demek olan 'pneuma', gerek. Aristoteles ' in gerekse daha sonra Stoacılar İle Epikurosçularm indinde maddede giz l i ya tan yaşama ile ruh gücü, manevî güç, yaratıcı ateş ( ruh enerj isi ) anlamlarını almıştır.
42 Aristoteles :. «Hayvanların Oluşmasına Dair» .
43 Aristoteles : «Hayvanların Oluşmasına. Dair».
44 K r z : Werner Jaeger : «Arlstotle», 3. say fa .
45 Ar istote les : « îy l H u y l u K imse l e r i n Dünyaya Gelmesine Dair» ( «On Good Birth» ) , 4 (Rs 85, R s 94) , «The W o r k s of Arlstotle» : «Select Fragments», X I I . cilt, Ing i l izceye çeviren kuru lun başkanı : S i r D a v i d W. Ross ; Oxford Un ive r s i t y Press , Londra , 1952.
46 B k z : S i r Dav id W. R o s s : «Arlstotle», 114. s ay f a ; Methuen, Londra , 1977 —sınıflamayla ügili o l a rak Ar istote les ' in öteki görüşleri için bkz : «Hayvanların Parçalarına Dair», 644a-644b ( V ) .
47 Aristoteles, bu cümleyle 'en güvenilir yolun, sağduyuca buyurulan olduğunu' kasdediyor olmalı.
48 Ar istote les : «Hayvanların Parçalarına Dair».
49 Ar istote les ' in burda kasdettiği, «Hayvanların Parçalarına Da i rsde karşı çıktığı ikibölümlü sınıflamadır.
50 'Devinme' (TuopsutiKOV) » hayvanın, kendiliğinden yer değiştirmesi,
yol alması (^opeıa ) anlamında harekett i r —'bkz : Ar istoteles : «Hayvanların
Devinmesine Dair» ( «Per i Pore ias Zölön», 704a, I , (5 ) , Yunanca-tngi l izce , çev i ren : E . S . Fo r s t e r ; «Loeb», W. Heinemann, Londra , 1961.
328
. "Hareket ' ln (ıcıveötç) kendisine gelince, bu 'yer değiştirme', 'durum değiştirme', 'oluşma' İle 'bozulma' unsurlarını içermesi bakımından 'devinme'den daha geniştir, daha kuşatıcıdır — b k z : Aristoteles : «Ruha Dair» ( «Peri Psûhës»), I , kitap, 406a, I I I , (13) , Y u n a n c a - ingi l izce , çeviren: W.S . Het t ; «Loeb», W. Heinemann, Londra , 1957.
51 Aristoteles, bu belir lemesiyle h e m kendisinden önceki çağlar boyunca hem de kendisinden sonra aşağı yukarı i k i b in yıl süresince birçok düşünürce savunadurulmuş 'önoluş' (praeformatio) t a s avvu runa katılmayıp bir bakıma ça-ğımızdakine yaklaşan bir görüşle karşımıza çıkmıştır. N i tek im aynı noktaya günümüzün "önde. gelen, biyoloji felsefecilerinden Marjorie Grene de değinmektedir.: «Hayvanların aşama aşama geliştiklerini vurgu lamak la Aristoteles, c a n lıları» positiv yöntemlerle «araştıran kimliğini açıkça or taya koymuştur. O, öncelikle embriyolog yanıyla günümüz biyologunun hiç de yadırgamayacağı bir düle konuşmuştur» — « A Por t ra i t of Aristatle», 136. sayfa.
Sözünü ettiğimiz sorıMa yihé günümüzden Stephen J a y Gould, daha bir açıklık kazandırmaktadır: « . . . Tartışmaların çoğu, Aristoteles ' in i frat ile tefrit a r a sı orta yo l yöntemiyle çözüme kavuşturulabilmiştlr. İşte, söz konusu sorun'un çözümü de burda aranmalıdır. Bugünkü bakış açımız uyarınca, 'sıralıoluş'a. (epigénesis) bel bağlayanlar haklıydılar ': Organlar , erhbriyolójlk gelişme boyunca basit unsur lardan başlayarak aşama aşama ayrışıp serpi l ir ler. Başka bir deyişle, önceden biçimlenmiş parçalar —yâni önoluş— ypktur . Şu va r k i karmaşıklığın, biçim almamış hammaddeden sökün edemeyeceğini ısrarla savun m a k l a önoluşçular da haklıydılar. Z i r a yumurtada pat lak veren gelişmeyi düzenleyecek herhangi bir şeyin bulunması gerekir . Yalnız, onların yanıldıkları nokta, bit 'herhangi b ir şey'İ önceden biçimlenmiş parçalar o la rak benimsemeler iydi . O y s a bunun, D N A seklinde kaydedilmiş ta l imat lardan başka bir şey olmadığını artık büiyoruz». — « E v e r Since Darwin» / «reflections in natura l h i s to ry—, 205. üe 206. say fa la r ; Penguin, Middlesex, 1977.
52 K r i s a l i t dönemi, Aristoteles 'e göre, yumurtalaşmanın kuvvesidir ,
5uva|iiç idir.
53 Aristoteles : «Hayvanların Oluşmasına Dair». (Tablo için B k z . S. 338).
54 Jürgen B o n a Meyer : «Aristoteles' Thierkunde» / «ein Be i t r ag zu r Geschiclıte der Zoologie, Physiologie und alten Philosophie», 484. s a y f a ; Georg Re imer , Ber l in , 1855.
—* ) Günümüzün önde gelen evr im bil imcilerinden George Gayîord S imp-son'un da, Aristoteles ' in, sınıflandırmaya ilişkin tutumuyla ügili o l a rak JÜrgen Bona Meyer ' in üstünde durduğu husus lara , değişik açılardan, yaklaşması gerçekten de d ikkat çekicidir., Şimpşon'a bakılırsa, «insan, doğası gereği, insana ve önün i y i bulduğu şeylere yaklaşmağı i lerleme sayar . İnsanlık ta r ih i açısından bu, hem zorunlu h e m de geçerli b ir kıstasdır. Nasıl, kuşlar için kuş olmak hâline yahut _ birhücreli hayvan la r için birhücreli hayvan o lmak hâline y a k laşmak bir ölçüde, bir kıstas olabüirse, aynı şeküde insanlık düzlemine yaklaş-
329
malt da İlerlemenin pekâlâ insanî kıstası o la rak benimsenebilir. B i r insan için insan olduğundan ötürü Özür dilemeğe kalkması, yahut gerek bilimde gerekse düşünmeyle üintili öteki a lan larda İnsanmerkezci bir tu tum takınmaktan dolayı kendis ini suçlu görmesi aptallıktan öte bir şey değildir. Ancak , insan la r arasında çok daha yaygın olan, insanlık düzlemine yaklaşmanın, üerlemenin biricik ölçüsü, evr imin birsürü müracaat noktasından b i r i o larak göreli b ir geçerliliği bulunduğunu kabul etmeyip onun genelgeger olduğunu sanmak, aptallığın da âlâsıdır» —«The Meaning of Evolut ions , 242. say fa ; Y a l e Un ive r s i ty Press , N e w Haven/Connecticut , 1966 (bir inci basım : 1947).
Aristoteles ' in, 'doğanın basamaklanması'na ( sca la naturae ) a l t tan mı, üstten m i başlamalı sorusuna tek yönlü, kararlı b ir cevap verememesini biz bu gün, geçmiştekilere oranla daha i y i anlıyor, takdi r edebiliyoruz. Çünkü bugün X V . yüzyıldan beri b i r i c ik doğa bilimi o la rak kabul edilegelen fiziğin dışında da doğa bi l imlerinin varolabileceğini sezer gibi oluyoruz. Böylelikle Aristoteles ' in anlayışına, yakın çağlardaki birçok düşünüre oranla, daha bir, yaklaşıyoruz. Aslında, özellikle X V I I . yüzyılla birl ikte canlılar bi l iminin de ille f i z i k -k imya bi l imler inin, dayandığı temele oturtulması zorunlumudur, değilmidir; başka bir anlatışla, bütün bi l imler aynı ükelerden kalkılarak mı biçimlendirilmelidir sorusu çevresinde gittikçe kızışan tartışmalar yer almıştır. He r şeyden önce, canlılar bi l imi ile f i z i k - k imya bi l imlerinin aynı nesnel l ik ilkesine bağlanmaları gereğine duyulan inancın, günümüzde k i m i biyoloji felsefecilerince şüpheyle karşılanmağa başlaması k a y d a değer bir gelişmedir.
H e r i k i bi l im Öbeğinin ele aldığı konuların gösterdiği birtakım aslî n i te l ik ler bakımından, birbirlerinden nice farklı oldukları ortadadır. Canlılar bi l iminin nesnesi, düpedüz 'positiv' —'koyulmuş', 'ortada d u r a n ' — bir şey o lmaktan Öte, bell i b ir olmuşluk mertebesinden yeni belirl i bir olmuşluk mertebesine değişen, dönüşen —süreç içerisindeki— bir şeydir. A m a bir sonrak i olmuşluk mertebesine göre b i r öncekisi henüz olmamışlık. durumunu gösterir. B i r sonrakis in i hazırlay a n safhadır o. B i r sonrak is i de bir öncekisine göre olmuşlukken, kendisini i z leyecek olan bakımından ise, daha olmamışlık safhasındadır, öyleyse Ma r t in Schel lhorn ' la birl ikte, «canlılar bi l iminin başta gelen ödevi, canlı s istemlerinin Örgütlenmişlİği ile evrimine ilişkin yasaların. özgül niteliğini, örgütlenme ba samağının bağrında ya t an onun kurucu unsurları arasındaki etkileşmeleri b ir a l t örgütlenme basamağı açısından açıklamaktır» iddiasmda bulunabüiriz. N i tekim, «etkileşme.varlıkların 'gerçek gaye nedeni ' ( causa f inal is ' i )d ir . . . Canlı s istemler in in aydınlatılması işinde, gelişimlerinin ulaştığı son nokta esas alınır;, başka bir anlatışla, soru konusu olan, bu varlıkların ne zaman, nerde, nasıl olacakları değil de, şu ânda nerde, nasıl olduklarıdır. Araştırmanın bu anlayış doğrultusunda yürütülmesi, kendi doğrulanışmı da bir l ikte taşıyan, i k i temel sonuç sunmaktadır :
— E n üst, en olgun gelişme basamağının incelenmesi bize, daha alt, daha az olgun önceki gelişme basamaklarının anlaşılmasını olabilir kılacak anahtarı sunabil ir .
330
—Canlı s istemler inin tar ih sürecinde en olgun biçimlerini sunan teorik belirlemenin kullandığı kavramların birbirleriyle olan mantık bağları, en İisU
en olgun Örgütlenme basamağında bulunanı or taya çıkaran durumlar üe süreçler in tarihçe sıralanışıyla karşıtlık içerisindedir.
...Asıl olan, a l t gelişme basamakları ile üsttekileri birbirlerinden ayırmağa y a r a y a c a k bir ölçü bulmaktır. B u da, a l t gelişme basamaklarının esas alınmasıyla başarılamaz.
Söz konusu yöntemce tutumun nesnel temeli, daha üstteki, tarihçe daha olgunlaşmış gelişme basamaklarının, a l t t ak i ' daha a z olgunlaşmışları barındırmaları gerçekliğinde yatmaktadır... Tarihçe eskinin, .yenide görünüre çıktığı durumlarda, bir incinin yerine artık ikinciden kalkılarak canlı s isteminin tümü, nesnesine uygun şekilde, yansıtılabüir... Şu va r k i , bu işlemin başarılması, bize Şimdiki .basamakça kavranılmış olan daha a l t basamağa a id unsurların esk i şartlarında hangi n i te l özgüllüklere, bağlantılar ile üişküere sahib oldukları konusunda bir şey bildirmez. Z i r a her gelişme basamağında unsur lar , değişik şartl a r i le t a r z l a rda b i r a r aya gelir, bütünleşirler. H e r yeni b a samakta yeni b ir b i çim, yeni b i r nite l ik tümlüğüyle karşılaşüır. İmdi, hep Önceki gelişme basamaklarına geri dönülerek her aşama, sözünü ettiğimiz yöntemle, irdelenmelidir. . .
...Şimdiye değin, soyuluş sırasında, canlıların olgunlaşma süreci incelenmiştir. Bu , canlının olgunlaşma sürecinin anlaşılması için gerçi gereklidir, ama yeter l i değildir. Asıl yapılması gereken, kendi evr imler inin ışığında bütün örgütlenme basamaklarının dokusunu sıradüzenine (hiyerarşi'ye) . bağlı k a l a r ak araştırmaktır» —«Philosophische Bemerkungen zur Diskuss ion über die Höherentwicklung der leibenden Materie», 94., 95. ile 96. sayfa lar , «Wissenscha f tliehe Hefte der Pädagogischen Hochschule W . Ratke»de, s : 93-96, Heft 2, Köthen/DDR, 1979.
He rhang i b i r canlı sistemi, Schel lhorn 'un önerdiği yöntemle irdelendiğinde, çıkış noktasını a l t mı yoksa üst ba samak la r mı oluşturur; daha açıkçası, nedenden etkiye m i gitmeli y o k s a te rs i m i olmalı sorusu artık tartışma gündeminin dışında kalır. Araştırmanın gidişine göre, etkiye yol açan neden yahut nedeni belirleyen e tk i öncelik kazanabüir.
. Mdkanistlerin, b ir bakıma buyurdukları biçimde biyolojide yalnızca 'neden' önemsenir, 'etki ' yahut başka bir sözle 'sonuç', 'neden'in rastgele mekan ik ( f izik-sel-kimyasal)ürünü o larak kabu l edilirse, canlı s istemine dair a n c a k parça parça tasvir ler , öyleki bölükpörçük açıklamalar sunulabi l ir . A m a ister birey (in¬dividuum), ister topluluk (populatio) durumunda ele alalım, canlı sistemini, sa l t görünüşten ve sisteme bütünlüğünü kazandıran değişik birsürü parçanın ye r yer işleyişinden yer yer de etkileşmesinden ibaret saymak, ' nıekanist görüşlerin, bize miras bırakmış oldukları ağır bir yanılgıdır. Sırf f i z i k - k imya b i l imler inin neden - e tk i i lkes inin ışığında açıklamak tutkusuy la , canlılar bil imine konu olanların baş Özelliklerinden 'içliliğ'i, nedenselliğe sığmıyor, onu aşıyor gerekçesiyle s a f dışı bırakmışlardır.
«İçlilik (Innerlichkeit)», Ado l f Po r tmann 'm belirttiğine göre, «her canlının kendisine has va ro lma tarzıdır. B u n u her şeyden önce kendi yaşantımızdan
331
(E r lebn is ) k a l k a r a k başka canlılarda yakaladığımız birtakım bel irt i ler i değerlendirmek suret iy le bil iyoruz. B i r canlı, örgütlenişi bizden uzaklaştığı oranda 'içliliğ'ine ilişkin bi ld ik ler imiz de azalır. İçlilik üzerine girişeceğimiz her araştırma, içliliğini en yakından tanıdığımız yaşama biçiminden, başka bir deyişle, kendimizden, insandan hareket etmelidir, içliliğimizin zenginliğine dair b i lg imizin, b iz i canlıların içliliği hakkında, insana benzetme yoluyla , yanıltıcı tasavvur l a r a sürükleyebileceği kuşkusu, canlıya üişkin bu özelliğin tümüyle göz ardı edi l mes i saçmalığına yol açmıştır. İçliliğe değinmekten kaçınmak amacıyla h a y v a n davranışlarının mekan i s t t a sv i r i yönüne sapılmıştır. Sözümona nesnel bir adlar -dizininin (Nomenklatur ) meydana getirildiği öne sürülmüş, 'göz' yerine, 'ışık-alıcı' (Photorezeptor) dendiğinde de sorun'un, çözülebileceği sanılmıştır...»
«Biologie und Geist», 15. s ay f a Suhrkamp, F rank fur t/Ma in , 1973.
Nedense hep y a i f ra ta y a da tefrite oynanagelinmiştir. Mekanismin, bütün zorlukların üstesinden1 gelmeğe gücünün yetmeyeceği kanısına kapılanlar, ona karşı çıkan vita l isme kaymışlardır. V i ta l i smin, büimselliğin temel isterleriyle uyuşmadığına inananlarsa , he r sorunu mekan i smin buyurduğu anahta r l a r l a zorlamağa yeltenmişlerdir. Ne v a r k i , bu ik is in in dışında bir üçüncü yol yok-mudur a c a b a ? Y a h u t doğru yol , bu i k i uç nokta arasında, Ar istote les ' in «akla uygun orta»sında bulunmasın? Aristoteles 'ten beri ne yazık k i sözünü ettiğimiz iht imale değer verenler pek azınlıkta kalmışlardır. Ar istote les ' in mey dana getirmiş olduğu s istemin kendisine gelince, o da, söz konusu i k i aşırı ucun yanlılarınca çekiştiredurulmuş, sonunda da tanınmaz bir hâle sokulmuştur.
Tekrarlayalım : Canlı s istemi, gök cisimlerinin hesaba k i taba oldukça sığan düzenli hareket ler ine de b i r benzin. motorunun çalışışma da öyleki bir bi lgi sayarın işleyişine de benzetilemeyeceği gibi, hava la rda uçuşan masalımsı İfadelerle de aydınlatılamaz. Canlı sistemi, Aristoteles ' in metinlerinde de gördüğümüz gibi, öncelikle anlaşılmak ister. Anlaşılmak ise, söyleşmeği (dialog kıu --mağı) şart koşar. Söyleşi, hep mekanist in öngördüğü katı bel ir leyici {deftni-t iv ) ku r a l l a r doğrultusunda yürümeyebilir. A m a aynı zamanda Sokrates ' in an ladığı an lamdak i söyleşi, tutarsız sohbet yahut hasbıhâl, hele gelişigüzel gevezelik hiç değildir.
imdi , f i z i k - k i m y a bi l imlerinin kendileri için kabule değer görmüş oldukları b ir nesnel l ik i lkesinin, t ek yönlü işletilerek biyolojide bir saplantı hâline sokulması, bu b i l imin — y a h u t bi l imler topluluğunun— konusunu meydana getiren dallı budaklı biryığm sorun'un, yalnızca y a düzmece çözümlere kavuşturulmasına y a da çözüyoruz derken büsbütün karışık kılınmasına yaramıştır. İşte Aristoteles ' ten bu y a n a değişmemiş gözüken halis çabanın ana konusu : Canlıyla i lgi l i o larak or taya çıkmış binbir çeşit sorunu, başka araştırma a lan larına aktarmaksızm, dolayısıyla da çarpıtmaksızm, canlının kendi özelliklerine uygun b i r araştırma alanında çözmek umudunu besleyebi l irmiyiz; besleyebilir-sek, umudumuzu hang i yo l lardan nasıl gerçekleştirebiliriz?
55 Evrim, Türkçede 'yapısını değiştirmek' anlamına gelen evirmek f i i l inden türetilip evolution'a. karşılık kullanılmağa başlamıştır. X I X . yüzyılın sonlarında, yüzyılımızın da başlarında söz konusu terim, dilimizde tekâmül ke l ime-
332
siyle karşılanmıştır. A n c a k 'tekâmül', islâm felsefesinden gelen bir ter imdir ; dolayısıyla da, yüklü bir an lam dağarı vardır. 'Tekâmül', 'basitten karmaşığ'a* 'hamlıktan olmuşluğ'a, 'başlangıç durumundan tamamlanmışîığ'a, 'kemâle erişmeği öngören' gidiş 'demektir. Hâlbuki bi l im o larak evr im, böyle bir k a bulden fe rsah fe rsah uzaklardadır. «Biyolojik evrim», n i t ek im E r n s t M a y r ' m da belirttiği üzere, «canlı topluluklarının, or tama u y m a üe çeşitlilik gösterme yönünde değişmeleri tarzında» tar i f edüir. «Evrim», günümüzde konunun uz manlarınca «genellikle, bir doğrultudaki sürekli değişme şeklinde anlaşılmaktadır» — E r n s t M a y r : «Evolution», 39. sayfa , «Scientific American»da, s : 39-47, c i l t : 239, say ı : 3, eylül 1978.
Görüldüğü gibi, 'evrim'de 'basitten karmaşığ'a, 'başlangıç durumundan belli b ir menzi l 'e doğru gidiş, 'daha iyi 'ye, 'daha güzeî'e yol alış çeşidinden ' in-sanbiçimci' renkler a r a m a k yersizdir. E v r i m bi l imcinin i lk elde dikkate aldığı, incelediği türün, nasıl o r taya çıkıp hangi süreçlerden sonra ortadan kalktığım yahut halâ va rsa , hang i özellikler göstererek doğal ayıklanma basınçlarının üstesinden geldiğidir, imd i bu anlamı Türkçede bize en aydınlıkça s u -nabüecek söz, şüphesiz, 'evrim'dir. Türkçenin bu terimi, söz konusu kavramın çağımızda kazanmış bulunduğu anlamı saptırmaksızm ifade etmek güoü bakı-, m m dan 'evolution'a dahî ağır basmaktadır. Z i r a 'evolution' da, 'tekâmül' gibi, düşünce geleneğinin an l am yüklerini sırtlanmış durumdadır. N i t ek im Lâtince as lmda evolutio, 'açılma', 'saçılma', 'bir şeyin içerisinden sökün etme', 'göz önüne serüme', 'okuma' . . . —örnek : «...şairlerin okuması...» .(«...poetarum evolutio...», C i c e r o : «De Finibus», I , 2 5 ) — , 'bir şeyin başta giz l i gibi duran.özünü, doğasını ayrıntılı t a r zda işleyerek geliştirme', 'gün ışığına çıkarma', 'kuvveden fiile dönüşme' —örnek : «...her şeyin doğasını göz önüne sermek...» («...naturam r e rum omnium evolvo...», C i c e r o : «Académica», 2, 114) ; bkz : «Dictionnaire Illustré Latin-Français» par Félix Gaffiot, 611. s ay f a ; L ib ra i r i e Hachette, Pa r i s , 1934— anlamlarını barmdırmaktdır. İşte bu anlamları esas tutu la rak Ortaçağda da kullanılmağa devam edilen 'evolutio', X V I . yüzyıldan sonra ing i l izce ile Fransızca gibi bellibaşlı A v r u p a dillerinde ka leme alınmış felsefe metinlerinde de 'evolution' şeklinde gittikçe daha sık görülmeğe başlamıştır, işte 1677'de basılmış «Principies about the Or ig in of Man» başlıklı eserinde Hale , 'evr im' ter imini şu bağlamda kullanmıştır : «İnsanın doğası da oluşumu da, en azından insan doğasının tüm sisteminden yahut ideal ükeden k a y n a k l a n a n evrimde saklı dursa gerek» — j bkz : «The Compact Edit ion of the Oxford E n g l i s h DIctİonary»,911. s ay f a ; Oxford Un ive r s i ty Press , New Yo rk , 1971. Y i n e aynı ter imin Proudhon'un 1811'de basılmış bir metninde sosyoloji bağlamında geçtiğini görüyoruz : «Toplumda .her şey değişir, her şey hareket ve ev r im halindedir» — b k z : «Larousse de l a Langue Française/Lexis», 664. s ay f a ; L ib ra i r i e Larousse , Pa r i s , 1977. B u a rada 1670'de basılmış bir eserde 'evolution'-un biyoloji bağlamında da geçtiğine tanık oluyoruz. Sonra, Needham'm 1745'de yayımlanmış «Microscopio Dissections» başlıklı metninde aynı terimle, «doğa... bereketini canlıların ardı arkası kesi lmeyen evriminde gösterir.,.» tarzında karşılaşıyoruz —'bkz : «The Compact Ed i t ion of the Oxford E n g l i s h Dictionary», 911. s a y f a . - E n sonunda L y e l l ' m 1832'de, Herbert Spencer'ın 1860 'da r Char les
333
D a r v i n ' i n de 1873'de yayımlanmış eserlerinde ^evolution', bugün bildiğimiz t a nıdığımız an lamda kullanılmıştır.
56 Aristoteles : «Historia Animaliu-m», «The W o r k s of Aristotle», cüt : XV, Yunancadan Ingi l izceye çeviren : D ' A r c y Wentwor th Thompson, denetleyenler : J . A . S m i t h ile S i r D.W. Ros s ; Oxford Un ive r s i ty Press , Londra , 1962.
5 7 H ydp <&ü6ıç uxtapaivGi 6we%&<; drco d\j/ö%tûv eiç -cd Çö)a 5ia Tt&v
ÇCÛCOVTOV p-ev oö% ÖVTCOV Se Çröiov, OUTCÛÇ <S6TS SCOKSÎV rcajmav uaıcpov
Sıat&spsıv ©axepou ©atepov T<Ş ööveyyıç 6XXf\koıç.
58 «Ruha Dair» .
59 öncelikle kültür k u r m a başarısı karşısmda insana hay r an kalan, ona olağanüstü bir saygıyla, sevgiyle eğüen b i r kısım sanatçı, araştırmacı ile düşünür, Y a r a d a m n b i r şaheseri o larak gördükleri can lmm ve onun en olgunlaşmış şekli diye kabu l ett ik ler i insanın yurdu durumundaki yeryüzünün, evrende eşsiz bir mevk i i -işgal ettiğini; canlılığın, bu a rada da insanlığın yeryüzünden başka hiçbir dünyada or taya çıkmamış olduğunu, daha doğrusu or taya çıkmasına imkân iht imal bulunmadığmı savunadurmuşlardır. işte bu çeşit k i şiler, sorumluluğunun bilincinde olan şefkat dolu bir kimsenin, eşine dostuna, ai le ocağına, yerine yurduna, yurttaşlarına duyduklarını andırır b ir r u h hâ-letiyle yeryüzüne, onun üstünde yaşayan bütün canlılara, öncelikle de insana yönelmişlerdir, i m d i Aristoteles ' in, dünyamızla ügili o larak dile getirdiği ruh halet in i her şeyden önce bu yönden anlayıp değerlendirmeliyiz. B u n a karşılık aşırı positivist lerin açısından bakarsak , Ar istote les ' in görüşlerini, en hafif deyimle, sözümona 'bi l imsel incelmişlik'ten yoksun, safdü ve gülünç bulmamız iş-den büe değildir.
E v r e n i , yeryüzünü, canlıyı ve giderek inşam katı ve sabit laboratuvarcılık sınırları içerisinde saplanıp ka lmadan açıklamağa kalkmış, yine de positiv tavrı elden bırakmamağa çaba harcamış araştırmacıların, düşünürlerin örneklerine çağımızda da rastgelmiyor değiliz.
«Denememize başlık o lan 'canlılığın yurdu o larak yeryüzü', aslında şim-düik iddia o lmaktan ziyâde soru niteliğini taşımaktadır. N i tek im doğa araştırmalarında, evrenin her y a n m a dağılmış bulunan canlılık tohumlarından, elverişli şartlar gerçekleştiği takdirde fil iz sürebilecek canlıların evr imi sonucunda, sözgelişi yeryüzünü kapladığına tanık olduğumuz hayatın, Öteki dünyalarda dahî belirebüeceği türünden bir görüş, birçok kanıt i ler i sürülmek suretiyle temellendirilmeğe çalışılmaktadır»n*.
«Yeryüzünden hayatın anayurdu o larak bahsediyoruz» diye sözlerini sürdürüyor Adol f Po r tmann . «Çünkü hayatın, canlılığın, her nasıl olmuşsa, yer yüzünde o r taya çıkmış olması ihtimali , evrenin herhangi başka bir köşesinde
N4 Adol f Po r tmann : «Die E r d e als He imat des Lebens», 199. sayfa, «Biologie und Geist»te.
334
başgösterip yeryüzüne şu yahut bu suretle aktarılmış bulunduğunu savunan öğretiye oranla ibize daha sağlam, daha a k l a yatkın gözüküyor»^.
«...Yerçekimiyle ve solunmamızı olabi l ir kılan havaküreyle olan bağlar sayesinde 'bilinçsiz canlılık, .bilinçli hayatın en yüksek biçimlerine, dünyamızın ortam şartlarına sıkı sıkıya u y m a k kaydıyla, önayak olmuştur»ne.
«Tüm varlığımızı yeryüzü yurdumuza bağlayan, bilmemde olmadığımız, y a pıları deştiğimizde, şunları görüyoruz : Kend imiz i her şeyden' önce dünyamızın yerçekim etkisinde yaşıyor buluyoruz. Sonra d a güneşin ışık alanına bilinçsiz a m a güçlü bir yönelişle, dir i kalmağı başarıyoruz. Ayrıca dünyamızm dönüşleri de, bu ışık alanının düzenini esaslı surette etkilemektedir. E n temell i Uetişim aracımız olan di l ise, bu dünyada yaşanılabilenlere ilişkin bir an l am içeriği edinmiş olup bunları ifade etme gücüyle donanmış bulunuyor.. .»n? Dolayısıyla da anlayışımızın, an l ama gücümüzün, Öyleki yönelişlerimizin, hâl hareket ler i mizin, kısacası yaşama r i tmimiz in tamamını dünyamızın şartları şaşmamaca-s m a belirlemektedir. Canlılar arasında yalnızca insan, yeryüzünün sınırlarım aşıp başka dünyalara g i tmek imkânına mâliktir. Çünkü bir tek o, yaratıcı akıl gücü sâyesinde yeryüzünün şartlarını başka dünyalara taşıyabilir. B u durumu işte, derinlemesine kavrayabildiğimiz takdirde, Ftolemeos 'un yeryüzümerkezci tasavvurunu saçma diye e l imizin tersiyle bir kena r a itebüirmiyiz artık? B i z insanlar , medeniye t -kur an varlıklar olduğumuzu nice vurgu la rsak vurgulayalım, önünde sonunda temelde yine canlıyız. Böyle kaldığımız1 sürece de, evreni i lk elde yeryüzüne yas l ana rak yaşayabiliriz. E v r e n e yönelttiğimiz bi l imsel bakışlarımız ise, işte bu temel yaşantımızın yapma, konstrukt iv bir uzantısıdır a n cak . Gerçi o durumda dünyamızın da y e r aldığı güneş sisteminin merkez i olar a k güneşi kabu l etmemiz zorunludur. A m a canlı insanın temel doğal merkezi , yine de, 'dünyaların en görkemlisi, en yaşanabilir özellikleri gösterir' olan yer yüzüdür.
Hiç olmazsa., güneş sistemimizde en yaşanabilir Özellikleri gösteren geze-: genin, yeryüzü olduğundan artık şüphemiz yoktur . P e k i nedir yeryüzünü k o m şularından bunca farklı kılan? Aslında bu fark, a k l a i lk gelebüecek iht imal in tersine, yeryüzü ile öteki gezegenlere vücut veren unsurların, ayrı ayrı bileşimlere saıhib olmasından i ler i gelmiyor. Stephen J a y Gouîd'un iddiasına göre bu fark, son derece bas i t bir nedenin sonucudur : Çeşitli büyüklükler arasındaki orantı.
«Fizik nesnelerin biçimi ile işleyişinde büyüklüğün tay in edici önemini i lk kez . koyan, Gali leo olmuştur. Aynı şekle mâlik .olsalar b i l e .—kabaca , . bütün gezegenler, zorun lu luk la küre şeklindedir—, i r i ve u fak cisimler, eş kuvvet dengesine sahip 1 değildir. Değişik yarıçapları bulunan i k i kürede yüzeyin, hacme orantısını düşününüz. Yüzey, yarıçap kares inin, b ir sabitle çarpımryla; hac im ise, yarıçap küpünün, başka bir sabitle çarpımı suretiyle ölçülür. Böylece aynı
N5 Ado l f Po r tmann : A.g.e., 200. say fa . N6 Ado l f Po r tmann : A.g.e., 213. say fa . N7 Ado l f Po r tmann : A.g.e., 213. ile 214. sayfa lar .
335
şekle sahip nesneler genişledikçe hacimler, yüzeylere oranla daha çabukça ar ta r . . . Ta r ih in in en erken dönemlerinde yeryüzünün, komşularından faz laca değişiklik göstermemiş olduğu kanısındayız. B i r vak i t l e r dünyamız da, dehşet ver ic i krater ler le dolu bir görünüm sunuyor olmalıydı. A m a onlar mi lyon larca yıl önce dünyamızın sıcaklık saçan i k i 'makine 's ince yeryüzünden silinmişlerdir. Bun la rdan içeriden çalışan 'makine ' b ir yanda yeryüzünün derinliklerinden dağları fışkırttı, öte y a n d a da onları taşküre tabakalarının (l ithospheric plates) kenarından yeryüzünün derinliklerine gömdü, koca çukurları ise lâvlarla doldurdu. Dünyamızın dışmdan gelen etki ler i a lan havaküre (atmosfer) ile akıntıların yarattığı aşınma da, ger i k a l a n pürüzleri hızla giderdiler.
Sıcaklık saçan bu i k i 'makine' , yeryüzünün yalnız ve yalnızca oldukça ufak bir yüzeye ve geniş bir- çekim alanına sahip olabilecek büyüklüğü sâyesinde, çalışmaktadır. Merkür ile ayın ne havaküreleri ne de etkin l ik hâlinde yüzeyleri vardır. Dışardan çalışan 'makine' , etki l i olabilmek için havaküreyi şart koşar... S u buharını yeryüzünde ve ayda tutan çekim kuvvet in i hesap lamak için, molekülün kütlesi sabit kabu l edildiğinden, gezegenin kütlesinden ve yine onun yüzeyinden merkezine k a d a r k i mesafeden başka bir şeyi dikkate almamız gerekmez. B i r gezegen genişlediği oranda, kütlesi, yarıçapının küpü kada r a r ta r ; buna karşılık, yüzey - merkez mesafesinin kares i , yarıçapının ancak ka re s i kadardır. Böylece b i r gezegen, genişledikçe, havaküre taneciği üzerinde i c r a ettiği yerçekim kuvvet i r V r s k a d a r a r ta r — k i , burda r, gezegenin yarıçapıdır. A y ile merkürde bu kuvvet, havaküreyi tu t amayacak kadar azdır — o kadar k i , en ağır tanecikler dahî uzun süre yerlerinde ka l amaz . Yeryüzünün çekimiyse, geniş ve sürekli b ir havaküreyi tutabi lecek kada r kuvvetl idir ; bu nedenle de o, • sıcaklık saçan. dış 'makine ' için aracı o lma görevini görebiliyor.
Sıcaklık, bir gezegenin içerisinden h a c m i üzerine ışınetkin ( radyoakt iv ) dalgalar hâlinde yayınlanır... Yüzeylerinin, hacimler ine aşırı orantısızlığı yüzünden ufak gezegenler, sıcaklıklarını hızla yit i r i r , dış tabakaları da böylece soğuyup oldukça derinlemesine katılaşırlar. D a h a geniş çaplı gezegenlerse, sıcaklıklarını, böylelikle de yüzeylerinin hareketliliğini (mobil ity) muhafaza ederler . . .
O r t a büyüklükteki merin, a y a oranla daha çok, dünyamıza göreyse daha az devingen (dynamic ) olmalı. Aynı kabuğu artık hareket edemeyecek kadar k a i m olup iç sıcaklığın yüzeye erişmesine iz in vermez. Dünyamızın kabuğuysa, kırılabilir İncelikte olup süreklice hareket hâlindedir...
E h elverişli şartlarda bi l im, birleştiricidir. Tavanmıdaki sineğin ordaki duruşunu düzenleyen i lkenin, aynı zamanda dünyamızı da bütün öteki iç gezegenler arasında eşsiz kıldığını Öğrenmek, doğrusu aklımı havsalamı sarsmıyor değil — u f a k hayvan l a rdan olan sinekte yüzeyin, hacme orantısızlığı büyüktür. Böylelikle hac im üzerinde etki l i olan çekim kuvvetleri , sineğin tavanda asılı .durmasını sağlayan yüzeye yapışma gücünü kıracak raddede olmadıkları görülüyor. B i r tarihlerde Pasca l , gezegenlere ilişkin eğretilemesinde bilginin, fezadak i b ir küreyi andırdığını i ler i sürmüştür : Bildiğimiz —yâni küre— nice genişlerse, bi lgisizl ikle .—gezegenin yüzeyiyld— olan . temasımız da onca artar . Bu ,
336
gerçekten de doğrudur.Ama yüzeyler ile hacimlere ilişkin i l key i de unutmamalı bu a rada ! Küre nice genişlerse, bi l inenin —hacmin—- , bilinmeyene —yüzeye— orantısı da o denli artar . Varsın sürsün mut lak artış gösteren bi lgisizl ik; yeter k i bi lgi lerimiz de bir parça zenginleşe!..»^
Gelgeîelim, bizi yönlendirecek b i r ic ik amaç, bilgice zenginleşmek m i olmalı ? Başka bir anlatışla, bilgi, araç mı y o k s a amaç olarak mı kabul edi lmel i? B u herhalde, W i l l i am Shakespear ' in «varolmak mı, o lmamak mı?» sorusu kadar hayatî olsa gerek.
60 Aristoteles : «Dünyaya Dair» ( «Peri Kosmou»), Y u n a n c a - İngilizce, çev i ren : D . J . F u r l e y ; «Loeb», W. Heinemann, Londra , 1955.
61 Bereket i sonsuz sınırsız, eşi menendi bulunmayan, yaradılmamış, a m a Tüm Y a r a t m a y a yo l açıp Yaradılmışlığı denetleyen 'Bağışlaması bol Tanrı' düşüncesiyle P laton 'dan önce Elealıîar ile Herak le i tos ' ta da karşılaşıyoruz; H e -
rakle itos ' tan bir örnek : «Tüm güzellik, iyüik, adi l l ik Tanrıdadır» ( Tq) u,ev ©eâ>
KaXà nâvxa m i âya&à K a i ÖÎKaıa.. ." ) • «Notes par R . Baccou dans ' L a République' de Platon», 398. say fa ; Ga rn ie r -F l ammar ion , Par i s , 1966.
62 P la ton : «Theaitetos» («Théôtète» (170e), Y u n a n c a - Fransızca, çeviren : Auguste Diès; Société d 'Edit ion «Les Belles Lettres», Pa r i s , 1965.
63 B k z : P l a ton : «Devlet» ( « la République») (V I/509a - 510a) .
' 64 B k z : P l a ton : «Devlet» ( « L a République») ( I I/377b - 378b).
65 E v r e n i n oluşuna ülşkin genel b ir kavrayış o larak türümle (fj eK&amjnç) emanatio, sudur ) P laton 'da karşılaşmakla birl ikte, gerek kavramın kendisi gerekse ona dayalı dünya tasavvuru i l k kez Plotinos metafiziğinde or taya çıkmıştır.
66 B k z : P l a ton : «Timaİons» ( «Timée» ) (28a) , Y u n a n c a - Fransızca, çeviren : A lber t R i v a u d ; Société d 'Edit ion «Les Belles Lettres», Pa r i s , 1963.
67 İşte bütün bu hususları P la ton bize Sokrates ' in ağzından «Timaips»da şöyle açıklamıştır :
28b «...Evrene ilişkin o la rak da başlangıcı varmıdır, varsa , nerde-dir; y o k s a oldum olası mı varolmuştur diye sorulmalıdır. Böyle bir soru 'nun cevabı, evet, başlangıcı vardır; E v r e n , meydana-gelmiştir şeklinde olmalıdır. Çünkü E v r e n , tutulur, görülür cinstendir; böylel ik le de duyular aracdığıyla algılanabilir... Düyumîanabilir şeyler, sanıya (SôÇct) v ^ duyumlamaya (f| aI6@r|6iç) .konu olduklarından doğarlar, bozulurlar, değişirler. Oluşan yahut değişen
28c b i r şeye yol açan bel ir l i b ir nedenin bulunması gerektiğine de daha
önce işaret etmiştik. Bü E v r e n i n Y a r a d a n ; (fr Xloir\x^\6) üe Baba -
N8 Stephen J a y Gould : A:g.e., 195., 196., 197. ile 198. sayfa lar .
337
smı (ß norf|p) bu lmak gerçekten de olağanüstü bir başarıdır. B u
keşfi k a m u y a (IIccVTa) anlaşılır kılmağa ka lkmak , ne yazık k i ,
semeresiz bir çabadır (àôuVCCTÔV Xëy&lV '• A n l a t m a k imkânsızdır)...
29a . . .Bu E v r e n güzelse, onun Ustası da (Ô Sr|uıoupyoç) i y iy se, Ustanın, ebedî olan düzeni kendisine örnek olması doğaldır. T e r s i o lursa, U s t a , oluşmayı esas a lan bir örnek üstünde durması gereki rd i k i , böyle bir şey düşünmek dahî küfürdür. Onun ebedî düzeni t a s a v v u r etmeği seçmiş olması, sözü bile edilmeyecek kadar açık bir hak ikat t i r . B u E v r e n nitekim, varolabi leceklerin en güzelidir; onu Y a r a d a n ise, nedenlerin en ergini, en mükemmelidir. İşte bahs i geçen şartlarda doğmuş bulunan E v r e n , Y a r a d a n m düşün-
29b cesine konu olanla özdeştir. Böylece bu E v r e n , başka b i r E v r e n örneğine uygun şekilde kurulmuş olmak zorundadır... Değişmez, durağan, a n c a k düşünme yo luy la erişilebilir b ir örneğe uygun t a r z da yaradılmış bulunanın da değişmesine, dönüşmesine imkân iht i m a l yoktur...»
68 Jacques Monod : «Le H a s a r d et l a Nécessité»/«essai s u r l a philosophie naturelle de l a biologie moderne», 161. say fa ; Seuil, P a r i s 1970; aynı önerme : «On Values in the Age of Science», 24. sayfa, «The P lace of Va lue in a Wor l d of Facts»da, s : 19-27; A lmquis t och W i k s e i l Fo r l ag , Stockholm, 1970.
69 E r n e s t Schoffeniels : «L'Anti-hasard», 22. sayfa ; Gauthier -V i l la rs , P a ris, 1973.
70 E r n e s t Schoffeniels : A.ge, 23. sayfa .
71 Aristoteles : «Fizik» «Fûzikês Akroazeös»), 199a (35) , Y u n a n c a - A l manca, çeviren : C . P f an t l ; W i lhe lm Enge lmann , Leipzig , 1854; «Physica», İn-gi l izcesi : S i r D.W. R o s s ; C larendon Press , Oxford, 1962.
72 A r i s t o t e l e s : «Fizik», B , 8 (199b/5).
? 3 ' A o u 6 a n E V o 6 'yıkandı, 'yuyundu' — ' Xob® ' 'yıkanıyorum'— anlamına gelmekle bir l ikte, S i r Dav id W. Ross , bunu 'fidye ödedi' diye çevirmiştir. *Fidye ödüyorum' diye ayrıca bir mecaz anlamının bulunup bu lunmadığını testrit edememişliğimizden, ' ^ouco ' n u n burda esas anlamını verdik.
74 B k z : A r i s t o t e l e s : «Fizik», 196b (23-27).
75 Aristoteles : «Fizik».
Fe l se fe Ar. F . 22
K A Y N A K L A R a T o p l u B a k ı §
Kitapların, met in ler üe makale ler in künyelerine ilişkin ayrıntılı b i lg i l er için E K L E R i l e K A Y N A K L A R bölümüne bakınız.
ARİSTOTELES : « D Ü N Y A Y A D A Î R » ( «Peri Kosmou»), 336. s.
A R İ S T O T E L E S : « F İZ İK » (EMizikes Akroazeös») , 337. s.
ARİSTOTELES : « H A Y V A N L A R I N ARAŞT IR ILMAS INA DA ÎR » («Historia Anomalium») 333. s.
ARİSTOTELES : « H A Y V A N L A R I N DEVİNMESİNE D A İ R » ( «Per i Poreias Zöiön», 327. s.
ARİSTOTELES : « H A Y V A N L A R I N OLUŞMASINA D A İ R » ( «Per i Zöiön Genezeos»), 319. s.
ARİSTOTELES : « H A Y V A N L A R I N P A R Ç A L A R I N A DA İR » ( «Per i Zöiön Möriön») , 324. s.
ARİSTOTELES : « İK İNCİ A N A L İ T İ K L E R » («Analütika Hüste-r a » ) , 318. s.
ARİSTOTELES : « İ Y İ H U Y L U K İMSELERİN D Ü N Y A Y A G E L - :
MEŞİNE DA İR » («On Good Bi r th» ) , 327. s.
ARİSTOTELES : «METAF İZ İK » («Meta t a Füzika») , 317. ile 323. sayfalar.
ARİSTOTELES : «N İKOMAKOS A H L Â K I » (Etbikön Nikoma-freiön»), 317. s.
ARİSTOTELES : «OLUŞMA ile B O Z U L M A Y A DA İR » ( «Peri Ge-nezeös k a i Fthoras» ) , 325. s.
ARİSTOTELES : «PRÖTREPTİKOS» , 317. s.
ARİSTOTELES : « R U H A DA İR » ( «Peri Psiüıes»), 328. s.
340
ARİSTOTELES : « SAFSATAC ILAR IN ÇÜRÜTÜLMESİNE D A İ R » ( «Per i Sofistikön Elenhön»), 319. s.
R. B A C C O U : « L A R E P U B L I Q U E D E PLATON» , «Notes», 336. s.
F.S. B O D E N H E I M E R : « THE H ISTORY OF BIOLOGY», 320. s.
Teoman D U R A L I : «BİYOLOJİ FELSEFESİNE GİRİŞ D E N E M E Sİ» , 320. s.
E F L Â T U N ( P L A T O N ) : « D E V L E T » ( La République»), 336. s.
E F L Â T U N : «F İLEBOS» ( «Phi lèbe» ) , 325. s.
E F L Â T U N : «GORGÎAS», 317. s.
E F L Â T U N : «THEAİTETOS» ( «Théétète» ) , 336. s.
E F L Â T U N : «T İMAÎOS» ( «T imée » ) , 336. s.
Félix G A F F O T : «D ICTIONAIRE L AT IN-FRANÇAIS », 332. s.
Stephan Jay G O U L D : «EVER S INCE D A R W I N » / «réfactions i n n a t u r a l history», 328. s.
Mar jo r i e G R E N E : « A P O R T R A I T O F A R I S T O T L E », 326. s.
Mar jo r i e G R E N E : « T H E U N D E R S T A N D I N G OF N A T U R E » / «essaya i n the Philosophy of biology», 327. s.
M a r t i n H E I D E G G E R : «ARİSTOTELES, M E T A P H Y S I K , ®, 1-3, V O N W E S E N U N D W I R L I C H K E I T D E R K R A F T » , 321. (i.) s.
Werner J A E G E R : «AR ISTOTLE» / «fundamentals of the h i s to ry of h is development*, 317. s.
Immanuel K A N T : « K R İ T İ K D E R R E I N E N VERNUNFT » , 318. s.
« LAROUSSE» : « L E X I S », 332. s.
John L Y O N S : «STRUCTURAL SEMANT ICS* / «an analysis of p a r t o f the vocabulary of Plato», 317. s.
E r n s t M A Y R : «EVOLUTION» , «Scientific American»da, 332. s.
341
Jürgen Bona M E Y E R : «ARISTOTELES, TH IERKUNDE» / «ein Be i t r a g zur Geschichte der Zoologie, Physiologie u n d alten Philosophie», 328. s.
Jacques M O N O D : « L E H A S A R D E T L A NECESSITE» / «essai sur la Philosophie naturel le de la biologie moderne», 337. s.
Jacques M O N O D : «ON V A L U E S I N T H E A G E OF SCIENCE», «The Place of Values i n a W o r l d of Facts»da, 337. s.
F .J . C.J. N U Y E N S : «ARISTOTELES, PERSOONLIJKHEID» , 318 s.
«The Compact Ed i t i on of the OXFORD E N G L I S H DICT I O N A R Y * , 332. s.
P L A T O N : Bkz . : Eflâtun.
K a r l Ra imund POPPER : «OBJECTIVE KNOWLEDGE» / «an evolu t i ona ry approach*, 326. s.
Ado l f P O R T M A N N : «BIOLOGIE U N D GEIST», 330. s.
George J . R O M A N E S : «ARISTOTLE AS A NATURAL IST » , «The Contemporary Review»da, 319. s.
Sir Dav id W. ROSS : «ARISTOTLE SELECTIONS* , 324. s.
S i r Dav i d W. ROSS : «AR ISTOTLE» , 327, s.
S i r B e r t r a n d R U S S E L L : «HISTORY O F W E S T E R N P H I L O SOPHY*, 326. s.
M a r t i n S C H E L L H O R N : «PHILOSOPHISCHE B E M E R K U N G E N Z U R DISKUSSION D E R HÖHERENTWICKLUNG D E R L E B E N D E N MATERIE » , Wissenschaftliche Hefte der Pädagogischen Hochschule W. Ratke», 330. s.
Ernes t S C H O F F E N I E L S : « L 'ANT I -HASARD» , 337. s.
George Gay lord SIMPSON : « THE M E A N I N G OF EVOLUTION» , 328. s.
A r n o l d J . T O Y N B E E : «GREEK C I V I L I Z A T I O N A N D CHARACT E R * / «the self-revelation of Ancient Greek society*,
In t r oduc t i on and Trans la t ion : A r n o l d J . Toynbee, 315. s.
Y A R D I M C I K A Y N A K L A R
Çalışmada, kendi ler inden yararlanılmakla b i r l i k t e , doğrudan doğruya atıfta bulunulmayan kaynak la r :
A . B A I L L Y : «D ICTIONNAIRE GREC - FRANÇAIS » ; Hachette, Paris, 1950.
Emi le BOISACQ : «D ICTIONNAIRE E T Y M O L O G I Q U E D E L A L A N G U E GRECQUE»; L i b r a i r i e C. Kl incksieck, Paris, 1916.
«DTV-LEXIKON D E R A N T I K E » / «Philosophie, L i t e ra tur , Wissenschaft», 4 c i l t ; dtv , Münih, 1965.
Feter G R A Y : «STUDENT D I C T I O N A R Y OF BIOLOGY» ; Van Nos t rand Reinhold, New York , 1972.
Sir Paul H A R V E Y : « THE OXFORD C O M P A N I O N TO CLAS¬S I C A L L İ T E R A T Ü R E » ; Ox fo rd Un ive rs i t y Press, Londra, 1980.
I S M A I L F E N N Î : «LUGATÇE-I FELSEFE» (Arap har f ler iy le ) ; Matbaa- i Âmire; İstanbul, 1952.
Sevinç K A R O L : «ZOOLOJİ TER İMLER İ SÖZLÜĞÜ» ; T.D.K., A n kara , 1963.
Thomas K I E R N A N : «AR ISTOTLE D I C T I O N A R Y » , «Introduction» : Theodore James; Peter Owen, Londra , 1962.
André L A L A N D E : «VOCABULAIRE T E C H N I Q U E E T CR IT IQUE D E L A PHILOSOPHIE» ; P.U.F., Paris, 1968.
Hermann M E N G E : «ALTGRIECHISCH - D E U T S C H u n d D E U T S C H - ALTGRIECHISCH» ; Langenscheidts Taschenwörterbuch, Münih, 1972.
343
« P E N G U I N C O M P A N I O N TO L I T E R A T U R E » : « CLASS ICAL , B Y Z A N T I N E , O R I E N T A L , A F R I C A N L İTERATÜRE» , edited : D.R. Dudley, D.M. L a n g ; Penguin, Midd le sex, 1969.
F.E. PETERS : « G R E E K PHILOSOPHIC TERMS » / «a h is to r i ca l Lexicon»; New Y o r k Un ive rs i t y Press, New York , 1967.
Edouard des PLACES : « LEX IQUE D E L A L A N G U E P H I L O SOPHIQUE E T R E L I G I E U S E D E PLATON» , «Platon : Oeuvres Complètes» ; Société d 'Ed i t i on 'Les Belles Let tres ' , Paris, 1964.
Dagobert D. R U N E S : « D I C T I O N A R Y OF PHILOSOPHY* ; L i t t l e -f i e ld , Adams, Totowa, New Jersey, 1977.
Suat S ÎNANOĞLU : « Y U N A N C A - TÜRKÇE SÖZLÜK» ; T.T.K., Ankara , 1953.
E d w i n B. S T E E N : «D ICT IONARY OF BIOLOGY» ; Barnes and Noble, New Yo rk , 1971.
Pars TUĞLACI : « O K Y A N U S Ansik lopedik TÜRKÇE SÖZLÜK», 3 c i l t ; Pars Yayınları, İstanbul, 1971.
Top Related