KİMLİĞİN DÖNÜŞÜMÜ VE KÜLTÜREL KÜRESELLEŞME

21
The Journal of Academic Social Science Studies International Journal of Social Science Doi number: http://dx.doi.org/10.9761/JASSS1859 Volume 6 Issue 7, p. 345-365, July 2013 KİMLİĞİN DÖNÜŞÜMÜ VE KÜLTÜREL KÜRESELLEŞME * TRANSFORMATION OF IDENTITY AND CULTURAL GLOBALIZATION Yrd. Doç. Dr. Zafer DURDU Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü Abstract Identity, for social scientists, is a concept considered together with the phenomenon of modernity and still continuing its dynamism in today’s world. With individual isolation within the modern societal structure, the traditional support and recognition criteria lost their importance within modern living styles and this led to a crisis for the individual. At that point, new definitions of identity and different identity types emerged. In 20 th century, new splits occurred in the concept of identity as a result of the period experienced after World War II and the process experienced after 1980. With the orientation of the demands of the communities different from the mainstream community towards political arena in 1960s, and with the influence of globalization in 1980s, the concept of identity became a phenomenon encountered more frequently. As a result of all these developments, political systems attempted to develop policies as a response to the transformation of identity. However, attempts to enable different identities to live under the same shelter in a peaceful manner resulted in political and societal problems. Multi-faceted nature of identity challenges political system – particularly the one ran under the nation state as the nation state is built on the single identity of only one nation. However, in today’ world, almost there is no state * Bu makale Crosscheck sistemi tarafından taranmış ve bu sistem sonuçlarına göre orijinal bir makale olduğu tespit edilmiştir.

Transcript of KİMLİĞİN DÖNÜŞÜMÜ VE KÜLTÜREL KÜRESELLEŞME

The Journal of Academic Social Science Studies

International Journal of Social Science

Doi number: http://dx.doi.org/10.9761/JASSS1859

Volume 6 Issue 7, p. 345-365, July 2013

KİMLİĞİN DÖNÜŞÜMÜ VE KÜLTÜREL KÜRESELLEŞME*

TRANSFORMATION OF IDENTITY AND CULTURAL GLOBALIZATION

Yrd. Doç. Dr. Zafer DURDU

Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü

Abstract

Identity, for social scientists, is a concept considered together with the

phenomenon of modernity and still continuing its dynamism in today’s world.

With individual isolation within the modern societal structure, the traditional

support and recognition criteria lost their importance within modern living

styles and this led to a crisis for the individual. At that point, new definitions of

identity and different identity types emerged. In 20th century, new splits

occurred in the concept of identity as a result of the period experienced after

World War II and the process experienced after 1980. With the orientation of the

demands of the communities different from the mainstream community

towards political arena in 1960s, and with the influence of globalization in

1980s, the concept of identity became a phenomenon encountered more

frequently. As a result of all these developments, political systems attempted to

develop policies as a response to the transformation of identity. However,

attempts to enable different identities to live under the same shelter in a

peaceful manner resulted in political and societal problems.

Multi-faceted nature of identity challenges political system – particularly

the one ran under the nation state as the nation state is built on the single

identity of only one nation. However, in today’ world, almost there is no state

* Bu makale Crosscheck sistemi tarafından taranmış ve bu sistem sonuçlarına göre orijinal bir makale olduğu

tespit edilmiştir.

346

Zafer DURDU

where people of one homogenous identity live. As such, using one homogenous

supra-identity to represent a heterogonous structure yields some sociological

problems and leads to a crisis of legitimacy for the communities having

different identities. Transition of identity from a social phenomenon to a

politicized phenomenon will continue to be an important issue of research for

social scientists in the future as it is today. From sociological perspective, the

existence of cultural diversity is a reality, and ways of meeting the political

demands of this reality should be found by social scientists and politicians.

Key Words: Identity, Culture, Globalization

Öz

Kimlik; sosyal bilimciler için modernite olgusuyla birlikte ele alınan ve

dinamizmini günümüzde hala koruyan bir kavramdır. Modern toplumsal yapı

içinde bireyin yalnızlaşması, modern yaşam biçimleri içinde geleneksel destek

ve tanınma kriterlerinin önemsizleşmesi birey için bir krize neden oldu. Bu

noktada kimliğin yeni bir tanımı ve farklı kimlik biçimleri de ortaya çıkmaya

başladı. 20. Yüzyılda gerek II. Dünya Savaşı sonrası dönem gerekse de 1980

sonrası süreç kimlikte yeni kırılmaları da beraberinde getirdi. 1960’larda ana

akım kültürden farklı olan toplulukların taleplerinin siyasal alana yönelişi,

1980’lerle birlikte küreselleşme ortamının da etkisiyle daha fazla karşılaşılan bir

olgu haline geldi. Tüm bunlar karşısında siyasal sistem kimliğin bu

dönüşümüne bir yanıt olarak politikalar geliştirmeye çalıştı ve halen de

çalışmakta. Ancak farklı kimliklerin aynı çatı altında barışçı bir biçimde bir

arada yaşayabilmesi beraberinde siyasal ve toplumsal sorunları da beraberinde

getirmektedir.

Kimliğin çoklu doğası siyasal sistemi -özellikle ulus devlet çatısı altında

devleti- zorlamaktadır. Çünkü ulus devlet tek bir ulusun tekil kimlik inşası

üzerine bina edilmiştir. Ancak günümüzde tek bir homojen kimlikte olanların

yaşamakta olduğu bir devlet neredeyse yok gibidir. İşte bu heterojen duruma

karşılık homojen tek üst kimlik sosyolojik olarak sorun yaratmakta, farklı

kimlikte olan topluluklar açısından bir meşruluk krizini doğurmaktadır.

Kimliğin toplumsal bir olgudan siyasallaşmış bir olguya dönüşmesi bugünün

olduğu gibi önümüzdeki dönemlerde de sosyal bilimcilerin gündeminde

önemli bir araştırma konusu olmaya devam edeceğinin de bir göstergesidir.

Sosyolojik olarak kültürel çeşitliliğin varlığı bir realitedir, bu realitenin siyasal

alana yönelik taleplerine demokratik çözüm önerileri sosyal bilimciler ve

siyasetçiler tarafından bulunmak zorundadır.

Anahtar Kelimeler: Kimlik, Kültür, Küreselleşme

Giriş

Bu çalışmanın hedefi modern zamanların bir sorunsalı olarak karşımıza çıkan

kimlik kavramının önce biçimlenmesi, ardından da günümüzde hala devam eden

dönüşümündeki temel parametrelere işaret etmektir. Kimliğin dönüşümü 20. yüzyılda

Kimliğin Dönüşümü ve Kültürel Küreselleşme 347

tarihsel ve toplumsal dönüşümlerdeki iki kırılma izlenerek gözlemlenebilir; birinci

kırılma II. Dünya Savaşı sonrası dönemin modernite sonrası toplum düzeninin,

uluslararası göçlerin yoğunlaştığı, kimlikle ilgili taleplerin kültürel ve siyasal alana

girmeye başlaması ile gözlemlenmiştir. 1960’larda ana akım kültürden farklı olan

toplulukların taleplerinin siyasal alana yönelişi, 1980’lerle birlikte küreselleşme

ortamının da etkisiyle kültürel kimliklerin hak taleplerini -özellikle kendi değerlerini,

geleneklerini sürdürebilme yönündeki beklentileri- de yükseltmiştir. Bu trendin en

temel sebebi II. Dünya Savaşı sonrası dünyanın ekonomik olarak yeniden

yapılandırılması sürecinin uluslararası ekonomiyi özendirmesi, gümrüklerin

azaltılması, devletin ekonomide daha fazla etkinliğidir. İstihdam açığının yüksekliği

Batılı gelişmiş ülkelerin işgücü ihtiyacını daha da arttırmış, böylece başta göçmen

işçilerin hareketliliği olmak üzere tüm dünyada nüfus hareketliliği yükselmiştir.

İkinci kırılma ise 1980 sonrası küreselleşme olarak ifade edilen dünyanın iç içe

geçmişliği, iletişimin, kültürün, tüketimin hızla yayıldığı ve yaygınlaştığı bir ortamda

kültürle birlikte kimliğin de dönüşmesine yol açmıştır. 1980’lere kadar yükselen

uluslararası iktisadi hareketlilik ve insan kaynağının da buna eklenmesi farklı etnik ve

dinsel grupların kamusal alanda daha fazla karşılaşmasına yol açmıştır. Sosyolojik

olarak bu olgu bir arada yaşama ile ilgili düzenlemelerin yapılması gerekliliğini de

beraberinde getirmiş, nitekim ülkeye sonradan gelen topluluklar örgütlenmeye,

birtakım hakları da siyasal sistemden beklemeye başlamışlardır. Azınlıklar olarak

görülen göçmenler ve farklı alt kültürlerle birlikte cinsel kimliklerini rahatça ifade

edemeyen, ayrımcılığa maruz kalan gruplar da benzeri talepleri dillendirir olmuştur.

Tüm bu topluluklar için bu süreç kendilerini tanımlamaya, kendi ilkelerini, değerlerini

keşfetmeye doğru bir yolculuğu da beraberinde getirmiştir. Hali hazırda bu ilkeleri

benimsemiş, kimlik inşasını tamamlamış olan topluluklar da kendi etki alanlarını

genişletmeye koyulmuşlardır. 1960’larda başlayan farklı kimliklerin tanınma, kendi

yaşam biçimlerinin siyasal sistem tarafından garanti altına alınması talepleri yirmi

yıllık bir sürenin sonrasında daha somut sonuçları vermeye de başlamıştır.

Çokkültürcülük politikaları daha yüksek sesle tartışılmaya başlanmış, bu politikaların

destekleyicileri ve eleştiricileri de ortaya çıkmıştır.

Kimliğin bu dönüşümü değişen dünyada bir arada yaşama pratiklerini, siyasetin

öznelerini, kurumları da etkilemekte, zorlamaktadır. Bu zorluklar ve riskler nelerdir?

Kimlik siyasetlerinin ulusal ve çokkültürcü versiyonlarının temel özellikleri kimliğin

dönüşümü bağlamında bu çalışmada ele alınmıştır.

1. Kimlik

Modern zamanların öne çıkan kavramlarından birisi olan ve 1960’lardan beri

sosyal bilimler literatüründeki yeri daha da önemli hale gelen, farklı biçimlerde,

içeriklerde tanımlanan kimlik kavramı kendisi ile birlikte birçok başka kavramla da

yakından ilgili olagelmiştir. Bunlar arasında birey, devlet, aile, din, siyaset, kültür,

348

Zafer DURDU

modernizm, postmodernizm, küreselleşme gibi alanlar ilk akla gelenler olarak

sıralanabilir. Weeks’in de ifade ettiği üzere kimlik, ‚bazı insanlarla nelerinizin ortak

olduğuna ve sizi başkalarından neyin farklılaştırdığına ilişkin bir ait olma sorunudur.

En temel anlamıyla size kişisel konum duygusu, bireyselliğinize değişmez bir öz verir‛

(Weeks, 1998: 85). Yapılan tanım kuşkusuz ki kimliğin sadece bir yönünü bize

gösteriyor. Kimliğin bireyin kendini tanımlaması ile ilgili olduğu bir gerçeklik olsa da

kimliğin tek bir biçimi yoktur. Kollektif kimlikler, bireyselliği geri plana iten kendini

tanıma ve tanımlama biçimleri de vardır. Peki acaba insan neden kendisini diğerinden

ayırt etmek ister? Ya da kollektif özellikli kimliklerde görülen bireyi törpüleyen,

uymaya zorlayan dürtü nedir? Bu tür sorulara farklı disiplinlerden bakarak farklı

açıklamalar getirilebilir. Sosyolojik anlamda ise sosyal bir canlı olan insanın topluluk

içinde kendisini var etmesinin, kendisini ortaya koyabilmesinin, ait olma duygusunun

dışsal bir yansımasının sonucu olduğu noktası bir başlangıç olarak alınabilir.

Kimliğin sosyolojik olarak modern toplumlara ve modernite sürecine tekabül

eden yönlerinin olduğu da önemli bir durumdur. Modern toplumsal yapı ile birlikte

geleneksel toplumun aidiyet biçimleri değişmiş, topluluk ve aile içinde tanımlanan

kimlikler parçalanmaya başlamıştır. Bireyin sanayi toplumunda, kent ortamında yalnız

olması, kendisini koruyacak geleneksel bariyerlerin etkisizleşmesi ya da zayıflaması

bireyde bir krize neden olmuştur. İşte bu durumun bir sonucu olarak bireyin kendisini

tanımlama, kendisini yeni dünyanın ve dinamiklerinin ortasında var kılabilmenin bir

biçimi olarak kimlik ortaya çıkmıştır. Birey ya kendisi ile aynı değerleri paylaşanlarla

bir araya gelerek, ya dinsel, ulusal ya da siyasal kollektifliklerin içine doğru ilerleyerek

parçalanmışlıkla mücadele etmeye, yabancılaşmışlıktan kurtulmaya çalışmıştır.

Nitekim Taylor da modern öncesi zamanlarda kimlik ve tanınma probleminden

bahsedilmediğini belirtmektedir. Bunun nedeni bireylerin kimlikleri olmaması değil,

bu kavramların bir problem yaratmaması idi (Taylor, 2000: 49-50).

Modern toplumlarda yaşayan hatta modernite sürecinin geçildiği/geçilmekte

olduğu bir dönemdeki bireyler olarak tek bir aidiyet içinde değiliz. Bu da tekil

kimliklerimizin olmadığına, olamayacağına yönelik önemli bir ipucunu da bizlere

veriyor. Bu nedenle çok farklı gruplara ait olabiliriz ve bu kolektif bütünlüklerin her

birisi de bize potansiyel olarak önemli bir kimlik kazandırabilir (Sen, 2010: 45).

Hayatın farklı yönleri ve etkileri modern dönemin insanlarını farklı kollektiviteler

içine sürükler. Sosyal bilimcilerin özellikle de 1960’lara vurgu yapması ise modernite

sonrası teorilerin biçimlenmeye başladığı, ulus-devletin tek kültür, tek dil, ortak

geçmiş ve gelecek söylemlerinin toplumun heterojen yapısı içinde bir meşruluk krizi ile

karşılaşmasından kaynaklanmaktadır. II. Dünya Savaşı sonrası artan göç dalgaları,

ulus-devletlerin uyguladığı farklı etnik, dinsel, kültürel özellikte insanların bir arada

yaşamasını zorlaştırmıştır. Devletin bu sosyolojik çoğulluğa ulus devletin klasik

versiyonu ile cevap verememesi yeni politikaların geliştirilmesinin de yollarını

aramaya neden olmuştur. Son 50 yıldır kimlik kavramının siyasal ve kültürel alanda

bu denli yer tutmasının arka planı sosyolojik heterojenliğin kendi değerleriyle, yaşam

Kimliğin Dönüşümü ve Kültürel Küreselleşme 349

biçimi ile aynı devlet çatısı altında çatışmadan bir arada yaşayabilme taleplerine

dayanmaktadır.

Gerçekten de 1960’lar bir dönemeçtir, bireyler artık merkez haline gelmiştir,

yani kendi yaşamlarına bir anlam vermek istemektedirler ki bu ikinci modernitedir.

Birey kendi üzerine düşünmekte, sorgulamakta, sormakta ama aynı zamanda kendisi

olmayı da istemektedir. Bu bağlamda kimlik bireyin bu kendi başınalığına bir çözüm

olarak devreye girmekte, parçalanmışlığı yapıştırmakta, anlam inşa etmektedir

(Bilgin, 2007: 50). Kimliğin anlam inşa etme işlevi 1980’lerle birlikte bir aşama daha

kat edecek ve küreselleşme olarak tanımlanan dünyanın küçülmesi, tek bir bütün

olması ama bir yandan da farklılıkları beslemesi kimliğin siyasal alanda daha fazla

görülen bir olgu olmasına neden olmuştur. Küreselleşmenin benzer üretim, tüketim ve

yaşam biçimlerini inşa edecek söylemleri kolaylaştırması, küresel bir kültüre doğru

gidişle ilgili göstergeler kimliğin de dönüşümüne, kimlik aramanın, kimlik inşa

etmenin, binlerce farklı kollektif kimlik oluşumunun da habercisidir.

2. Küreselleşme

Küreselleşme ile ilgili çalışmaların ve tanımlama çabalarının artmasıyla birlikte

kavramı açıklama biçimleri de bir o kadar farklılaşmıştır. Örneğin Waters’a göre

küreselleşme, üçüncü bin yıldaki insan topluluğunun değişimini anlamamızı

sağlayacak anahtar kavramdır (Waters, 2001:1). Birçok sosyal bilimci bu görüşe sıcak

bakıyor olsa da, bu anahtar kavram üzerinde ortak bir bakışın olmadığı da bir

gerçektir. Bir başka tanımlamaya göre küreselleşme; yerel, ulusal ve bölgesel ile

devamlılık üzerine oturtulabilir. Bu yaklaşımla bir uçta toplumsal ve ekonomik ilişkiler

ve yerel veya ulusal ölçekte örgütlenen ağlar varken; diğer tarafta toplumsal ve

ekonomik ilişkilerle küresel etkileşimi yaygınlaştıran ağlar yatar. Dolayısıyla

küreselleşme, insan faaliyetlerini bölgeler ve kıtalar arasında genişleten, birbirine

bağlayan ve insan ilişkilerindeki zaman-uzam sürecine vurgu yapan bir süreçtir (Held

vd, 2006: 185-86). Sürecin bu şekilde anlaşılması günümüz dünyasında toplumsal ilişki

biçimlerinin her çeşidinin artık birbirine eklemlenmeye başladığını, yani kendi sınırları

içerisine kapalı bir toplumsal yaşamın olmadığını vurgulamaktadır. Held vd.,

küreselleşme süreciyle birlikte sınırlar arası kurulan bağlantının tesadüfi ya da

rastlantısal olmadığını, aynı zamanda devletlerin ve toplulukların etkileşim içinde

olduklarını; ulaşım ve iletişim alanındaki gelişmelerin geldiği boyut nedeniyle

fikirlerin, malların, bilginin, sermayenin ve insanların küresel yayılımının hızını

arttırdığını söylemektedirler. Böylece küresel etkileşimin artan hızı ile yerel ve küresel

birbirine daha fazla bağımlı olmaya, birbirini etkilemeye başlar. Bu nedenle yurt içi

meselelerle küresel işler arasındaki sınırlar net değildir (Held vd, 2006: 186).

Küreselleşme sürecinin artan bir şekilde karşılıklı bağlantılı olmaya tekabül

ettiğini kabul eden kişilerden birisi olan Robertson da ‚küreselleşme diye adlandırılan

şeyi anlamanın en iyi yolunun, dünyanın ‚birleşik‛ hale geldiği, ama kesinlikle safdil

350

Zafer DURDU

işlevselci bir tarzda bütünleşmediği biçim sorunu üzerinde yoğunlaşmak olduğunu

düşünüyorum‛ (Robertson, 1999: 89) diyerek küresel sürecin bütünleştirici, bağlayıcı

yönüne vurgu yapmıştır. Bu söyleminin ayrıntısına bakıldığında, küreselleşme ile

sadece bütünleşmeye yol açmayan, diyalektik bir süreçten bahsettiği görülmektedir.

Gerçekten de ayrıntılı bir biçimde ve farklı deneyimlerin incelenmesinin de gösterdiği

şekilde küreselleşme süreci birbirine zıt gibi görünen sonuçlara yol açmaktadır.

Örneğin dünya çapında bir kültürel benzeşme yönünde bir eğilimle birlikte farklı

kültürlerin yerelliklerinin de ön plana çıktığı görülmektedir. Yine küreselleşme

sürecinin etnik bağları, yerel kültürleri tahrip ettiğine yönelik bulgular oldukça açık bir

gelişme iken aynı zamanda artan bir milliyetçi dalganın da yayıldığı

gözlemlenmektedir. Bu örneklerin arttırılması mümkündür, ki tüm bunlar bize

küreselleşmeyi tek yönlü bir doğrultuda açıklamaya çalışmanın yaratacağı riskleri

göstermektedir.

Thomas Friedman, küreselleşme sistemini açıklarken her biri diğeriyle örtüşen

ve diğerlerini etkileyen üç dengeden bahsetmektedir. Bunlar; ulus-devletler arasındaki

geleneksel denge, ulus-devletler ve piyasa arasındaki denge ve bireyler ile ulus-

devletler arasındaki dengedir. İlk dengede ABD’nin ön planda olduğu bir siyasal

konjonktür söz konusudur. Buna göre ABD küresel sistemde tek süper güçtür ve tüm

diğer devletler ABD’ye bağlıdır ve ABD’nin varlığı sistemin istikrarı açısından oldukça

önemlidir. İkinci önemli denge olan ulus-devlet ve piyasalar dengesi ise küresel

piyasaların tüm dünyadaki ulus-devletleri etkileme, hükümetleri düşürme gücüne

sahip olması ile ilgilidir. Piyasalar o kadar güçlüdür ki ‘sizi yok edebilir’ ve bu

piyasaların aktörleri de zaman zaman ABD olmakla birlikte, zaman zaman da ‘süper

piyasaların gizli elleri’dir. Üçüncü denge ise, bireyler ile ulus-devlet arası ilişkilerin

almış olduğu biçimdir. Friedman’a göre küreselleşme, insanların dolaşımını ve

erişimini kısıtlayan duvarların pek çoğunu yıkmıştır. Ayrıca yine bu süreçte dünyayı

bir iletişim ağıyla donatan küreselleşme, bireyleri hiç olmadıkları kadar

güçlendirmiştir. Böylece artık ‘süper-güçlendirilmiş bireyler’in olduğu bir dünyada

yaşamaktayız (Friedman, 2003: 35-37). Bu üçlü denge yaklaşımı, tam bir küreselci

açıklama olarak göze çarpmaktadır. Küreselleşme sürecinde yaşanmakta olan ABD

hegamonyasını doğrulayan Friedman, Amerika’yı bir emniyet sübabı olarak olmazsa

olmaz görmekle birlikte, ulus-devletin yetkilerini ulus-üstü şirketlerle paylaşmasını da

olumlu karşılamaktadır. Yine buradan anlaşıldığı gibi küreselleşme süreci bireyi son

derece güçlü kılmış ve böylece dünya sahnesinde bireyler artık süreci etkileyebilecek

bir duruma gelmiştir. Oldukça iyimser bir bakış açısına sahip olan Friedman,

küreselleşme denen olguyu anlamak için bu üç dengeyi bilmenin ve anlamanın

önemini vurgulayarak, küreselci taraftaki yerini almıştır. Ancak Friedman’ın

görüşlerinden farklı olarak Beck, Bauman gibi düşünürler küreselleşmeye daha

temkinli yaklaşmaktadırlar.

Küreselleşmenin kısa ama açıklayıcı bir tanımına göre küreselleşme, ‚iktidarın,

yönelimlerin, kimliklerin ve ağların görünümünü değiştirerek ulus-ötesi aktörlerin

egemen ulus-devletlerin altlarını oydukları ve bu devletlerin krizle karşılaştıkları

Kimliğin Dönüşümü ve Kültürel Küreselleşme 351

süreçleri belirtir‛ (Beck, 2006: 221). Beck, küreselleşme ile birlikte topyekün bir yeniden

yapılanmanın, değişimin ortaya çıktığını ve bundan dolayı da siyasi bir krizin

oluştuğunu söylemektedir. Kavramsallaştırmasında günümüzdeki problemler küresel

niteliktedir ve felaketler de ulusal sınırların dışına da taşan bir hale gelmiştir. Bundan

dolayı ona göre modern toplum bir risk toplumudur. Risk toplumunun 3 temel özelliği

vardır:

a-) Risk toplumu, sorunların ve ilişkilerin ulusal sınırları aştığı bir toplumdur.

b-) Risk toplumu, siyasal çatışma alanının yalnızca sınıflar/gruplar arası ilişkileri değil

sektörel ilişkileri de içerir. Bu yüzden risk tüm grupları, kesimleri etkilemektedir.

c-) Risk toplumu, geleceğin belirsiz olduğu ve ontolojik bir güvensizliğin toplumsal

ilişkilere sirayet ettiği bir toplumdur. Bunun nedeni felaket ve risklerin ulusal sınırları

aşan küresel nitelik taşımalarıdır. Bundan dolayı Beck’e göre risk toplumu

belirsizliklerle dolu bir toplum olduğu için bu belirsizliğe karşı küresel bir güven

birliğine gereksinim duymaktadır (Keyman, 1999: 27-28). Beck, risk toplumunun

önemli tehditlerinin olduğunu söylemekte, riskleri yaratanların ve risklerden kar elde

edenlerin de er ya da geç etkileyeceğini ifade etmektedir. Bu anlamda riskler yayılırken

bumerang etkisi yaratır ve zenginler ve iktidar sahipleri bile bu riskler karşısında

emniyette olamaz demektedir (Beck, 2011: 50). Beck gibi Giddens ve Bauman da

küreselleşme sürecinin güven ile ilgili problemleri arttırdığını söylemektedirler.

Giddens, zaman-uzam uzaklaşmasına gönderme yapar ve Beck’in risk toplumu

kavramsallaştırmasına büyük oranda katılır. Bauman ise küreselleşme sürecinin ifade

ettiği anlamı belirtirken, ‚şeylerin elimizden kaçtığı‛ hissi demektedir. ‚Küreselleşme

fikrinden çıkan en derin anlam, dünya meselelerinin belirsiz, kuralsız ve kendi başına

buyruk doğasıdır; bir merkezin, bir kontrol masasının, bir yönetim kurulunun, bir idari

büronun yokluğudur‛ (Bauman, 1999: 69). Bu ifadeden de anlaşıldığı üzere küresel ile

olan şey müphemliktir, belirsizliktir. Belirsizlik kavramı da Beck ve Giddens’a da

gönderme yaparak risk toplumu kavramsallaştırmasını hatırlatır. Bauman’a göre

küresel ile olan şey ‚yeni dünya düzensizliği‛nden başka bir şey değildir.

Küreselleşme; ‚<içimizden en verimli ve girişken olanların yapmayı istediği ya da

umut ettiği şeyler hakkında değildir. Neye maruz kaldığımız, başımıza ne çoraplar

örüldüğü hakkındadır‛ (Bauman, 1999: 70). Bauman’a göre küresel düzenin temel

sorunu düzenleyici fail olarak karşımıza çıkan ulus-devletin gücünün azalmasıdır.

Bunun sonucu olarak küresel dönemde kontrolsüz, denetimsiz ve geri dönüşü

olmayan bir süreci yaşamaktayız.

Küreselleşme ile ilgili yapılan çeşitli tanımlama ve kavramsallaştırma çabaları

olmakla birlikte küreselleşmenin nerede başladığı, nereye doğru gittiği veya nereye

gideceği de önemli bir tartışma konusudur. Habermas; küreselleşmeyle bitmiş,

sonlanmış bir durumdan bahsedilemeyeceğini belirtmektedir. Ona göre ‚kavram,

352

Zafer DURDU

ulaşım, iletişim ve mübadele münasebetlerinin milli sınırlardan taşacak şekilde

yoğunlaşması ve çapının büyümesini ifade etmektedir‛ (Habermas, 2002: 83).

Küreselleşmenin tarihiyle ilgili farklı yaklaşımlar olmakla birlikte, küreselleşme görece

‘yeni zamanlar’la ilişkilendirilen, henüz başlangıç aşamasında olan ve önümüzdeki

süreçte daha da hızlı bir şekilde ve farklı yönleriyle (siyasal, kültürel) de dünyada

yayılacak gibi görünmektedir. Küresel üzerine yazılan metinler ve yapılan

tartışmaların ağırlıklı merkezi ekonomi iken, günümüzde buna ilave olarak siyasal,

kültürel ve tüm diğer farklı alanların da ağırlığı eklenmiştir. Bu yönde çalışmalar

henüz az sayıda olmakla birlikte mevcut olup, küreselleşmenin kazanımları,

kaybettirdikleri, tam olarak nasıl bir süreç yaşanacağı üzerine tartışmalar da

sürmektedir.

2.1. Küreselleşme ve Kültür

Kültür kavramı oldukça geniş sayılabilecek içeriği ile ve farklı bilgi dallarının

ilgi sahasına girmesi nedeniyle interdisipliner incelemelere oldukça yatkındır. Yüzlerce

farklı tanımı yapılan kültür insanın yeryüzündeki serüveni kadar eskiye

götürülebilecek olan tüm insan edimlerini içeren bir kavramdır. İnsanın geçirdiği

değişim-dönüşüm süreçlerine, inançlarına, geleneklerine, üretim araçlarına, teknik

gelişmelere kadar her türlü maddi-manevi değişimler de kültürü etkiler.

Kültürün özellikle modernite süreci ile birlikte hızlı bir değişim geçirdiği,

mahiyetinin değiştiği, daha fazla etkileme-etkilenme sürecine maruz kaldığı; sanayi

toplumunun etkisiyle farklılaşma anlamından daha çok benzerlikler, aynılıklar

üzerinden tanımlanmaya başladığı görülmektedir. Oysa ‚kültür, ayrımlar yapma

etkinliğidir; sınıflandırma, ayırma, sınırlar çizme ve böylece insanları benzerlikle içsel

olarak birleştiren ve farklılıkla dışsal olarak ayıran insanlara atfedilen davranış

dizilerini farklılaştırma etkinliğidir‛ (Bauman, 2005: 46). Bauman’ın tanımının işaret

ettiği ayrımlar yaparak insanları birleştiren aynı zamanda ‚diğerleri‛ni dışarıda

bırakan kültür kavramının küresel süreçte bu niteliğini kaybettiğini ileri süren

tartışmalar günümüzde sıkça yapılmaktadır.

Kültür üzerine yapılan tartışmaların iki farklı yönüne bakıldığında; bir tarafta

küresel sürecin tüm dünyada kültürü homojenleştirdiği, evrensel bir tek kültürün

oluşmaya başladığı ileri sürülmekteyken; diğer görüşe göre evrensel bir tek kültür

mümkün değildir. Birinci görüşe göre küreselleşme dünyada mevcut kültürlerin

çeşitliliğini yansıtan bir ‘kültürel gökkuşağına’ doğru bir gidişin olmadığını ileri

sürmektedir. Aksine gelişmiş Batı ‘kültür sanayi’sinin etkisi altında, giderek

türdeşleşen bir popüler kültürün ortaya çıkış süreci yaşanmaktadır. Daha çok

‘dünyanın Amerikan’laşması olarak da açıklanan bu süreçte Batı tipi yaşam biçimleri

tüm dünyayı baskı altına almış ve tüm dünyada bir benzeşme süreci yaşanmaya

başlamıştır (Steger, 2006: 101).

J. Tomlinson, tek bir homojenleşmiş küresel kültürün doğmakta olup olmadığı

konusuna şu şekilde yaklaşıyor; ‚bu iddianın dayandığı en aşikar kanıt, dünya

çapındaki kültürel ürünlerde görülen standartlaşma ve ‚yakınlaşma‛dır.

Kimliğin Dönüşümü ve Kültürel Küreselleşme 353

Giyeceklerden yiyeceklere, müziğe, filmlere, televizyona, mimarlığa herhangi bir

göstergeyi ele alalım; belirli tarzların markaların ve pratiklerin artık küresel olarak

revaçta olduğunu ve hemen hemen dünyanın her yerinde bulunabileceğini göz ardı

edemeyiz<uluslararası havaalanları bu tür bir ‚kültürel eşzamanlılaştırma‛nın

(oldukça kendine has olsa da) başlıca örnekleridir: hemen hemen tüm dünyada

aynıdır, bir örnek bir biçimde döşenmiştir, yemekler ‚uluslararası mutfak‛tandır,

duty-free mağazalarında bildiğimiz uluslararası markaların ürünleri satıştadır‛

(Tomlinson, 2004: 118). Belki tüm yaşam alanları için örnek teşkil etmese de seçilmiş bir

yer olarak uluslararası havaalanları küresel kültür örneğine uygun görünmektedir.

Ancak şunu da belirtmek gerekir ki buradaki benzeşme yine de eksik bir benzeşmeyi

ifade eder. Çünkü davranış kalıpları ve tüketim biçimleri kültürü açıklamakta yetersiz

kalır. Kültür çok daha geniş, manevi öğeleri de olan bir içeriğe sahiptir.

Küresel kitle kültürünün ne olduğu üzerine S. Hall’ın da önemli katkıları

vardır. ‚Küresel kitle kültürü, kültürel üretimin modern araçlarının egemenliğindedir.

Dilsel sınırları hızla ve kolayca geçebilen, tüm dillerde anında konuşan görüntünün

egemenliğindedir. Popüler hayatın, eğlencenin ve dinlenmenin yeniden inşasına

doğrudan katılan görsel ve grafik sanatların her türlü müdahalesinin

egemenliğindedir‛ (Hall, 1998: 47-48). Hall bu noktadan hareketle temelde küresel

kültürün iki özelliği üzerinde durmaktadır: Birincisi, küresel kültürün Batı

merkezliliğidir. Yani Batı teknolojisi, sermayenin tekelleşmesi, tekniklerin

yoğunlaşması gibi nitelikler, süreci yönlendirmeye devam etmektedir. Bu yüzden

küresel kitle kültürü Batı merkezlidir ve daima İngilizce konuşur. İkinci özellik ise

türdeşleştirme’dir. Bu kültür homojenleştiricidir, özümseyicidir. Fakat türdeşleştirme

tamamlanmamıştır ve tamamlanmak için de çabalamaz. Farklılıkları özümseyerek

daha büyük, her şeyi kapsayan ve aslında Amerikan tarzı bir anlayışa sahiptir. Ancak

yerel sermayeler aracılığıyla, işlemeye çalışır, onları silip atmaya kalkmaz, onlar

aracılığıyla işler (Hall, 1998: 49). Böylece küresel kültür yereli de kapsayan, yerel

görünümler biçimini de alan nitelikleriyle dışarıda, öteki, yabancı gibi

dışsallaştırıcılıkların üstesinden gelmektedir. Tüketim kültürünün sürekliliği de

böylece sağlanmış olmakla kalmaz, aynı zamanda küresel ile yerel arasında da

doğrudan bağ kurulmuş olur.

Küreselleşme sürecinin homojenleştirici bir tek kültür yarattığı tezine

katılmayan ikinci görüşe göre birinci görüştekilerin kültür konusunda dünya çapında

benzerlikleri arttırdığı konusunda kötümserlerle aynı görüşü paylaşırlar. Fakat ikinci

görüştekiler bu sonucu iyi bir şey olarak görmektedirler (Steger, 2006: 104). Nitekim M.

Featherstone küresel bir kültür var mıdır? şeklinde sormuş olduğu soruya şöyle cevap

veriyor; eğer küresel bir kültürden açıkça ulus-devletin kültürüne benzer bir şey

anlıyorsak, cevap kesinlikle olumsuzdur. Küresel bir kültür kavramıyla

karşılaştırıldığında, ulus-devletin kültürünün başarısızlıkları genellikle kültürel

354

Zafer DURDU

homojenlik ve entegrasyon imajı nedeniyle hiç de az değildir. Bu anlamda bir dünya

devleti biçimi olmaksızın bütünleşmiş bir küresel kültürü tanımlamak imkansızdır

(Featherstone, 1991: 1). Featherstone’ye göre küresel bir kültür ancak bir üst kurum,

kapsayıcı bir güç olarak bir dünya devleti inşa edilirse mümkün olabilir. Bir dünya

devleti demek, dolaylı olarak tek bir toplum demektir. Tek bir toplum görüşünün ulus-

devlet formunda hayata geçirilebilmesi yaşanan tecrübelerin de gösterdiği üzere

mümkün görünmemektedir. Bunun için öncelikle ulus-devlet formunun aşılması;

farklı kültür-din-ahlak vs. içerisinde barındırabilecek ve bu farklılıkları temsil

edebilecek bir sisteme geçilmesi gerekecektir. Bu nedenle de küresel bir tek kültür

bugünün dünyasında mümkün olamayacaktır ve halihazırda da böyle bir kültür

yoktur.

Küresel süreci kültürel perspektiften inceleyen R. Robertson küreselleşmeyi -

‘toplumsal-kültürel sistem’ olarak tanımlayarak- tek kültüre doğru gidişata yol açan

bir süreç olarak görmez. O, küreselleşmenin ne iyi ne de kötü bir şey olarak

görülmesinin gerekmediğini –küreselleşmenin ahlaki karakterinin gezegenin sakinleri

tarafından tamamlanacağını iddia etmektedir. Robertson ayrıca küreselleşmenin bir

sonucu olarak dünyanın daha fazla bütünleşmiş ya da uyumlu bir yer olduğunu

söylememekte, fakat sadece birleştirilmiş ya da sistemli bir yer olduğunu

söylemektedir (Waters, 2001: 185). Nitekim Robertson, kültürel küreselleşmenin her

zaman yerel bağlamda gerçekleştiğini öne sürerek kültürel türdeşleşme tezini

reddetmekte ve kültürel alışveriş sonucunda ortaya çıkan küresel ve yerelin karmaşık

etkileşimini ifade etmek üzere ‘küreselleşme’den bahsetmektedir (Steger, 2006: 106).

Küresel süreçte kültürün tek yönlü bir ilerleyiş, değişme ve etkilenmeye maruz

kaldığını ileri sürmek kolaycı bir açıklama olacaktır. Küreselleşmenin farklı

dinamikleri olduğu gibi kültürün de birçok farklı etkilenme alanları vardır. Kültür bir

toplumun gelenek, adet, inanç ve değerleri ile yakından bağlantılıdır. Kapsayıcı bir güç

olarak küresel etkiler kültürü etkileyip, standartlaştırmaya çalışsa da tam olarak

kültürün tahrip edilmesi, ortadan kaldırılması çok da kolay değildir. Ancak şurası bir

gerçektir ki küreselleşmenin kültür üzerindeki etkilerinin gözlemlenmesi henüz çok

yeni bir durumdur ve ilerleyen süreçte küreselleşme-kültür ikilisinin etkilenme-

etkileme noktaları daha açık bir şekilde gözlemlenebilecektir.

Küreselleşmenin nasıl anlaşılması gerektiğini Kellner şu şekilde açıklıyor;

günümüz küreselleşmesi acayip bir karışım olarak hem aynılık ve tekbiçimliliğin

homojenleştirici baskıları hem de heterojenlik, farklılık ve melezlik gibi birbiriyle

çelişik demokratikleştirici ve antidemokratik eğilimlerin karışımı olarak önemlidir. Bir

taraftan küreselleşme dünyada küreselleşmiş bir kitle kültürünü yayarak her yerde

aynılık ve homojenlik yaratmaktadır. Diğer taraftan küreselleşmiş kültür her yerde

melezliği, farklılığı ve heterojenliği hızla arttırarak cesaretlendirmektedir (Kellner,

2002: 292). Küresel bağlamda kültür diyalektik bir özellik gösterir. Birbirinin zıttı gibi

görünen eğilimleri güçlendirip, ön plana çıkarabilmektedir. Bu nedenle kültür-

küreselleşme ilişkisini incelerken tek yönlü, basitleştirici ve kalıplaşmış açıklamalardan

kaçınmak daha gerçekçi/tutarlı olacaktır.

Kimliğin Dönüşümü ve Kültürel Küreselleşme 355

2.2. Küreselleşme, Yerel Kültür ve Kimlik

Küreselleşme genel olarak yapılan tanımları gereğince dünyanın küçülmesine,

ilişkilerin sıkılaşmasına, evrenselciliğe, karşılıklı bağlantılılığa vurgu yapar. Bu

anlamda küresel ile yerel (local) arasında bir çelişkinin olduğu/olacağı da önemli

iddialardan birisidir. Zamanın sıkışmasına göndermede bulunan küresel gibi yerel de

yer (place) ile ilgilidir. Yerel ayrıca akrabalık gibi, ‘yerel kahraman’ ya da ‘yöremiz’

(our neighbourhood) gibi deyimleri akla getirir. Tüm bunların gösterdiği gibi yerel çok

güçlü bir bağlantılı olma durumudur (Lechte, 2003: 142). Yerelin yakın ve güçlü

bağlantılı olma durumu onu küreselin niteliklerinden farklılaştırır. Küreselleşme ile de

ilişkilerin yoğunlaşması ve artmasından bahsedilse de, küreseldeki anlamıyla daha çok

genel anlamda tüm dünyaya yönelik bir bağlantılı olma durumu vardır. Yerelde ise

çok küçük bir yaşam alanı içerisinde, modern öncesi dönemin toplumsal ilişki yapısına

benzerlik anlatılır. Böylece küresel-yerel ilişkisinde kapsayıcı özellikleri nedeniyle

yerel aleyhine bir durumun varlığından bahsedilir. Bu da kimlik söz konusu

olduğunda otantik yaşam biçimlerinin gerilemesine de bağlı olarak kimliğin de

otantisitesini kaybetme riskinin varlığını gözler önüne sermektedir. Küresel sürecin

kültürel etkilerinin hayatın her alanına ve coğrafyasına ulaşması kuşkusuz ki

dünyanın farklı yerlerindeki kendini tanıma biçimlerinin kendine özgülüğünü de

geriletebilir.

Küresel ile yerel her zaman çatışma içinde midir? Ya da küresel her durumda

yerel olana karşı, yerel olanı yok eden bir sürece mi tekabül etmektedir? Robertson bu

ayrımlaşmanın bir yanlış düşünme biçiminden kaynaklandığını belirtmektedir. Ona

göre eğer biz dünyanın artan bir şekilde birlikteliğinden söz ediyorsak nasıl oluyor da

dünyanın yerel bölgeleri onun bir parçası olamıyor? Robertson sormuş olduğu soruya

verdiği cevabında sorunu yerel-küresel ilişkisini basitçe makro-mikro, büyük-küçük

hatları çerçevesinde düşünme yanlışlığından kaynaklandığını söylemektedir

(Robertson, 1999: 285-86). Robertson’un küresel tanımında dünyanın basit anlamda

olmasa da bütünleşmesi söz konusu olduğu için küresel-yerel çatışması bir yanlış

düşünme alışkanlığından ibarettir ve bilim adamlarına düşen de (küresel üzerine

düşünen) bu yanlışı düzeltmektir. Burada temel olarak ifade edilmekte olan sosyolojik

bir ilkenin gün yüzüne çıkarılmasıdır. Toplumsal olay ve olguların tek nedenli, tek

düze, tek yönlü neden-sonuç açıklamaları ile açıklanabilmesi eksik bir açıklamadır.

Dünyayı bu tür ikiliklerle açıklamak bizi günümüz dünyasının birbirleriyle karmaşık

ilişki ağlarıyla örülmüş yapısını anlamamızı ve açıklamamızı oldukça zorlaştırır.

Küresel-yerel tartışmasında küreselin yereli ortadan kaldırdığı anlayışına

katılmayan Morley&Robins’e göre de ‚küreselleşme, zamanımızın hakim gücü olabilir;

fakat bu, yerelliğin önemi olmadığı anlamına gelmez<Küreselleşme, aslında, yeniden

yerelleşme dinamikleriyle bağlantılıdır. Bu yeni bir yerel-küresel bağlantısının, yerel

uzamla küresel uzam arasında yeni ve karmaşık ilişkilerin oluşumudur

356

Zafer DURDU

(Morley&Robins, 1997: 161-62). Burada vurgulanan nokta, yerelin küreselleşme ile

birlikte tamamen ortadan kaybolup, silinmeyeceğidir. Hem kültürel hem de ekonomik

bakımdan yerel, küresel ile ilişkilidir ve yerel var olmaya devam edecektir. Çünkü

küresel süreçte sadece küresel yereli biçimlendiren, değiştiren, yönlendiren bir etkiye

sahip değildir. Yerel de küresel üzerinde birtakım etkileri olan niteliklere sahiptir.

Ancak birçok düşünür bu yaklaşıma katılmamakta, yerelin küresel karşısında yok

olduğunu söylemektedir. Bu genelleştirmelerin bir sonucu olarak da belki de kimliğin

dönüşümü irdelenirken küreselleşmenin dünya çapında bir tek kültür, tek kimlik inşa

edeceği ileri sürülmektedir. Bu yeni kültür ve bu kültüre uygun kimliklerin oluşumu

da küresel aktörlerin çıkarlarına göre dizayn edilecektir. Morley ve Robins de

küreselleşmenin dünyayı algılayış tarzımızı derinden etkilediğini, yeni bir yönelim ve

şaşkınlık yaratmakta olduğunu, mekanı olan ve olmayan kimlikler yarattığını ifade

etmektedirler.

Yerel-küresel bağlantısı, uzamla yer arasında, sabitlikle hareketlilik, merkezle

çevre, ‚gerçek‛ ve ‚sanal‛ uzam, içerisi ile dışarısı, uç noktalarla bölge arasındaki yeni

ilişkilerle ilintilidir. Tüm bunlar hem bireysel hem de kollektif kimlikler açısından bazı

anlamlar içerir. Bu yeni düzlemde sıkı ve katı kuralların olduğu eski düzen erimekte,

sınırlar ortadan kalkmakta, kesintiye uğramaktadır. Bu da kimliklerin katılığını,

değişmezliğini geriletmekte ve kimliği ve kaynaklarını kırılgan hale getirmektedir

(Morley&Robins, 1997: 168). Küresel yapının bu denli etkilerinin olduğu bir dünyada

kimliği değişmeyen, katı kuralları ve mekanı olan, bütünlüklü, tek yönlü bir yapı ile

tanımlamak çok zor hale gelmektedir. Kimliklerin tekil inşasının zorluğu bir yana,

kimliğin inşasındaki klasik zaman-mekan birlikteliği de siber kültür alanının bir

sonucu olarak gerilemektedir. Kimliğin toplumsal ilişkilere dayanan kökleri internet ve

sanal kültürün etkilerinin daha da artması ile kırılganlığın ötesinde bambaşka bir yöne

gitme olasılığı taşımaktadır. Bu yön küresel olanın akışkanlığına paralel olarak

kimliğin de katıdan sıvıya dönüşümüne yönelik alternatifleri akla getirmektedir.

Ancak sosyolojik temel ilkemiz bizi yine tek olası yöne gitmekten alıkoymalıdır.

Nitekim kimliğin siyasal olan ile de son yıllarda yakınlaşan doğası kimlik siyasetlerini

daha da fazla görünür kılmakta ve kimlikler belli kültürel toplulukların yaşam,

tanınma talepleri ile katılaşma eğilimleri de göstermektedir.

2.3. Küreselleşme, Ulusal Kültür ve Kimlik

Ulusal kimlik olgusu nasıl ki modernite sürecinin siyasal olarak en büyük aygıtı

olan ulus-devletle birlikte tarih sahnesindeki yerini aldıysa, halihazırda önemli kimlik

sağlayıcı ve inşa edici öğelerin başında yer alır. Ulusal bir kültürün ortak değerlere,

dile, amaçlara, vatana, ortak geçmişe vurgusu temel bir başlangıç ise ulusal kimlik de

bu kültürelliğe dayanır. ‚<Ulus fikri, XVI. Yüzyıldan itibaren, modern çağda,

İngiltere’de yavaş yavaş ortaya çıktı. Fakat yurttaşlar, kralın gücünü sınırlayacak ve bu

fikri somut bir gerçeğe dönüştürecek olan Avam Kamarası’na ve bağımsız

mahkemelere sahip olmasalardı, sonraki asırlarda İngiliz ulusu oluşmazdı. Kolektif

değerler, kurumsallaştıkları sürece ortak yaşamın oluşmasını ve sürdürülmesini

sağlıyorlar‛ (Schnapper, 1995: 59). Ulus fikri ile modernite süreci arasındaki ilişki

Kimliğin Dönüşümü ve Kültürel Küreselleşme 357

özellikle modernleşmenin zamanla toplumsal ve siyasal yaşamda yol açtığı değişim ve

dönüşümler ile yakından ilintilidir. Ulus, modernliğin yerinden çıkardığı insanlarda,

bir yere ve topluluğa aidiyet duygusunun, ‘yeniden yerleştirilme aracılığıyla’ inşa

edilmiş biçimidir. Ulus kavramı topluluk ve aile bağlarını zayıflatıcı bir etkiye sahiptir

ancak aynı zamanda kendi bütünleşmesini sağlamak için, modern bireylerin ev

özlemleri ve güvenlik arayışlarına vurgu yaparak topluluk ve aile bağlarını

kuvvetlendirmeye çalışır (Özyurt, 2005: 104-105).

Ulus kavramının modern bireyin içerisine düştüğü maddi ve manevi boşlukları

doldurmada önemli bir işlevi de olduğu söylenebilir. Modernite sürecinin temel

özelliklerinden bireyciliğin yükselişi, laikleşme, yalnızlaşma gibi durumlar karşısında

ulus olgusu bireye ait olma, aile güvenliğini sağlama, kimlik bilinci edinme vesilesi

oldu. Bu anlamı ile ulus modern toplumsal yapılanmada sahiplenilmesi istenen yeni

kutsal değer olarak sahneye çıkarak, siyasetin de meşruluk zemininin belirleyici öğesi

haline gelmiştir. Ulus kavramının özelliği Schnapper’e göre ‚<toplulukları bir

yurttaşlar cemaati şeklinde bütünleştirmesinde ve bunun aracı olan devletin eylemini

bu cemaatle meşru kılmasına dayanıyor; yani ulus, tüm yurttaşların oy hakkına sahip

olma ilkesini –yöneticilerin seçimine ve gücün kullanım yöntemleri konusunda karar

vermeye tüm yurttaşların katılımı- belirtiyor. Bu ikili katılım<siyasal meşruiyet

ilkesini simgeliyor ve demokratik ulusun hem mantığını, hem de idealini oluşturuyor‛

(Schnapper, 1995: 55).

Ulus bilinci modern ulus-devlet için olmazsa olmaz bir gerekliliktir. Devlet

yurttaşlarına ortak bir köken, ortak bir tarih, acıların ve mutlulukların benzerliği gibi

vurguları benimseterek tek vücut olma idealini sağlamaya çalışır. Bunları sağlamak

için devlet, ulusun kendisini temsil edecek somut uygulamalara gider. Meydanlara,

sokaklara, havaalanlarına ya da anıtlara verilen adlar, ulusal marş, ulusal bayram, ya

da bayrak kutsal birer öğe şeklinde algılanır. Tüm bu somut uygulamaların amacı

cemaatin yani ulusun anlamını korumak, ortak mensubiyet duygusunu güçlendirmek

ve ulusal değerlerin özgünlüğüne ve önemine olan inancı sürdürmektir (Schnapper,

1995: 148-49). Ulus-devletin varlığının devamının sağlanabilmesinin temel koşulları

olarak gerekli görülen tüm bu uygulamalar, devletin hem içeride kendi toplumunun

uluslaşmasının hem de dışarıda diğer devletlere karşı meşruiyetinin temelidir.

Uluslaşma bilincini sağlayamamış ve devletle ulusun ortaklığını, aynılığını halkına

benimsetememiş olan bir devletin tarih sahnesinde uzun süre ulus-devlet formunda

kalması çok zordur. Bu nedenle 1960’lı yılların değişen kimlik talepleri, tek bir

kapsayıcı ulusal kültür içerisinde kendisini göremeyen dinsel, etnik, cinsel ya da her

türlü diğer kimlik biçimleri ulus-devletten kendi yaşam değerlerinin sürdürülebilmesi

için harekete geçmeye başlamışlardır. Son 50 yılın ulus kimliği üzerindeki bu geriletici

etkileri bir taraftan tepkileri de beraberinde getirerek ana akım ulus kültürü içinde

358

Zafer DURDU

kendisini görenlerce de milli kimliğe sıkı sıkıya sarılma, milli kimliğin daha görünür

olması gibi gelişmeleri de güçlendirdi.

1980’li yıllarla birlikte küreselleşme olgusunun ekonomik alandan başlayıp

kültürel alana dek uzanan etkileri ulusal kimliğin tekil inşasının altını oymaya, tek

kimliğin geniş kesimlerce hedef haline getirilmesine de neden oldu. Heterojen

kimliklerin homojenleşmeye karşı duruşları birçok farklı kimlikte kendi varlığını

anlamlandıranlar için bir sığınak haline geldi. Ancak tüm bunlar halihazırda en yaygın

devlet biçimi olmaya devam eden ulus devletin milli kimlikten vazgeçmesi ile

sonuçlanmadı. Aksine ulus-devlet, azınlıklarla, farklı kimlikte olanlarla birlikte

yaşamayı öngören politikalar üzerinde düşünmeye, politikalar üretmeye koyuldu.

Üzerinde uzlaşılmış tek bir çözüm üretilememiş olsa da farklılığın daha

kabullenilebilir bir realite olduğu, tek bir kimliğin katı bir yapı içinde donmuş bir

özellikte sabitlenmediği kabulünde belli bir başarı sağlandı. Ancak daha önce de

belirtildiği gibi sosyolojik olarak diyalektik işleyen bir süreç de bu gelişmelere eklendi.

Bu gelişme de ulus kavramının hala en önemli birleştirici, kimlik inşa edici güç olarak

varlığını kabul etmenin devamlılığını sağlamak isteyen ‚milliyetçi‛ ya da ‚ulusalcı‛

kimliklerin cazibesinin sürmesidir. Böylece 21. Yüzyılda kimlik olgusu küresel sürecin

heterojenliği beslemesi bir yana homojenliği korumanın da bir cephesi haline geldi.

Kimlikler üzerinden ilerleyen siyasal taleplerin çatışması, rekabeti toplumsal yapıları

ve ilişkileri de belirleyen önemli uğrak noktaları olmaya devam ediyor. Bu taleplerin

diğer ucunda kültürel çeşitlilik ve bu çeşitliliğin siyasallaştırılmış formu olan

çokkültürcülük politikası yer almaktadır.

3. Kültürel Çeşitlilik

Kültürel çeşitlilik, bir toplum içinde farklı kültürler ve kültürel bakış açıları

olması demektir. Çağdaş toplumlarda kültürel çeşitlilik insan özgürlüğünün önemli bir

bileşeni ve şartı olarak görülmektedir. İnsanlar kültürlerinden dışarı adım atmazlarsa

onun içinde hapsolurlar ve kendi kültürlerini mutlaklaştırma eğilimine kapılırlar.

Kültürel çeşitlilik bir toplum içindeki insanları kendi kültürleri içindeki çeşitlilikten de

haberdar eder ve böylece o toplumun fertleri kültürlerinin farklı etkilerin sonucu

olduğunu, farklı düşünce biçimlerini barındırdığını ve farklı yorumlara açık olduğunu

kavrar (Parekh, 2002: 215). Böylece gerek toplumsal yaşamda, gerek siyasal kültürde,

gerekse de gündelik yaşamda kültürün tek biçimli olması gerektiğine yönelik kanaatler

ve uygulamaların sakıncalarını görebilmek kolaylaşır.

Kültürel çeşitliliğin olduğu toplumlarda muhtemel problemler kültürlerin farklı

değerlerinin ve adetlerinin karşılaşması ile açığa çıkar. Daha önce de ifade edildiği

üzere çokkültürlü bir toplum iki veya daha çok sayıda kültürel topluluğu içinde

barındıran toplumdur. Çokkültürlü kavramı ile kültürel çeşitliliğin varlığı kastedilir

(Parekh, 2002: 7). Bir toplumun çokkültürlü olması demek yalnızca o toplumun

üyelerinin benimsediği örf-adet, gelenek-göreneklerin farklılığıyla sınırlı olmayıp aynı

zamanda farklı kültüre sahip olmak nedeniyle benimsenen, kendilerini bağlı

gördükleri, uymakla yükümlü hissettikleri etik değerler ve bu değerlere uygun adalet

Kimliğin Dönüşümü ve Kültürel Küreselleşme 359

anlayışları arasında da bir farklılığın bulunmasıdır (Balı, 2001: 205). ‚Bugün çoğu ülke

kültürel bakımdan çeşitlilik gösterir. Son tahminlere göre dünyadaki 184 bağımsız

devlet, bünyesinde 600 yaşayan dil grubu ve 5000 etnik grup barındırmaktadır. Çok az

ülkede, yurttaşların aynı dili konuştukları ve aynı etnik-ulusal gruba ait oldukları

söylenebilir‛ (Kymlicka, 1998: 25). Neredeyse hiçbir ulus-devlet tek bir kültüre, dile,

etnisiteye sahip değilken ve ulus-devlet; tek dil, tek ulus, tek kültür idealini sürdürmek

ve yaşatmak isterken bir arada barış içerisinde bu farklı kültürlerin ve toplulukların

yaşaması nasıl sağlanacaktır? Birçok sosyal ve siyaset bilimcinin üzerinde düşünüp

tartıştığı bu açmaz çözülmeyi beklemektedir.

Kültürel çeşitlilik günümüzde birçok devletin sınırları içindeki

toplulukların/geniş halk kitlelerinin yaşadığı/tecrübe ettiği bir olgudur. Kültürel

çeşitliliğe sahip toplumlar çokkültürlü toplumlar olarak adlandırılmaktadır.

Çokkültürlü bir toplum çeşitliliğin taleplerini görmezden gelemez. Çokkültürlü bir

toplumda kültürel farklılıklara sahip toplulukların kültürlerine saygı duymak aynı

zamanda o topluluğa mensup olanların sadakatlerinin kazanılmasını sağlar ve bu

durum farklı kültürlere sahip toplulukların geniş toplumla bütünleşmelerini

kolaylaştırır (Parekh, 2002: 252-53). Ancak şurası da bir gerçektir ki çokkültürlü bir

toplumda çoğunluğun değerlerine aykırı değerlere sahip toplulukların olma ihtimali

bulunmaktadır. Toplum, bu değerlerin tümünü hoş görmez; çünkü hem ahlaki

bakımdan kendi kültürüne ters olan birtakım uygulamaları kabul edilmez görür hem

de kendi ahlaki kültürünü korumak ister. Bu noktada eğer toplum onaylamadığı tüm

adetleri yasaklarsa, ahlaki dogmatizm ve aşırı hoşgörüsüzlük ortamı oluşabilir

(Parekh, 2002: 337). Buna benzer durumlarda siyasal sistemin devreye girerek

çoğunluğun tahakkümüne izin vermeden, azınlık kültürlerinin korunmasını ve

devamını sağlaması çokkültürcü politikaların bir gereğidir. Tarihsel süreçte farklı

kültürlerin bir aradalığı sıkıntılı olmuştur, nitekim bu olgu ile ilgili düşünürler,

siyasetçiler ve siyasal bilimciler farklı çözüm önerileri geliştirmişlerdir.

Kültürler arasında diyalog kurulması olası çatışmaları, anlaşmazlıkları

çözmeyi, birlikte yaşayabilmeyi kolaylaştıran bir durumdur. Ancak siyasal bir talep

olarak çokkültürlülüğün vurgulanması ile konunun mahiyeti farklılaşmaktadır. Bu

noktada konu genişleyerek kültürel sahadan siyasal alana doğru kaymakta ve çözüm

de zorlaşmaktadır. Siyasal alana kaymış olan bu durumda artık çokkültürlülükten

değil çokkültürcülükten bahsedilmeye başlanmış demektir.

4. Küreselleşme ve Çokkültürcülük

Kültürel çoğulculuğun sosyolojik bir olgu olarak günümüz dünyasında çok

daha fazla karşımıza çıkması olağan bir durumdur. Ulaşım imkanlarının artması,

iletişimin tüm dünyayı kapsayacak biçimde yaygınlığı, kapitalizmin Pazar

arayışlarının bir sonucu olarak ticaretin uluslararası boyutu, işgücü ihtiyaçlarının

uluslararası göçü sürekli hale getirmesi gibi birçok olgu kültürel çeşitliliği

360

Zafer DURDU

arttırmaktadır. Bu denli farklı kimlikte insanın, topluluğun bir arada yaşayabilmesi

nasıl sağlanacaktır? Olası çatışmaların önlenebilmesi, siyasal düzenlemeler, eğitim, din,

gündelik yaşamın ortak bir devlet çatısı altında barışçı bir biçimde sürdürülebilmesi

nasıl mümkündür? gibi sorular kabaca son 50 yılın cevaplanması beklenen

problemlerini işaret etmektedir. Bu sorulara siyasal sistemin yanıt verme

zorunluluğunun bir sonucu olarak üretilen çözümlerin en çok ses getireni

çokkültürcülüktür. Türkçe literatür incelendiğinde ‚multiculturalism‛ kavramı iki

biçimde çevrilmektedir; çokkültürlülük, çokkültürcülük. Bu çalışmada ele alındığı

biçimiyle çokkültürlülük; kültürel çeşitliliğie tekabül etmekte iken, çokkültürcülük

çokkültürlü bir toplumda farklı kimlikte olan toplulukların siyasal sistem karşısındaki

taleplerinin mücadelesidir.

İlk kez 1941 yılında kullanılan ‚çokkültürlü‛, ‚çokkültürlük‛ kavramları

1970’lerde Avustralya ve Kanada toplumlarının bir özelliği olan, kültürel çeşitliliği

teşvik eden devlet politikaları anlamına gelmekteydi. Sözcük 1989 yılında Oxford

Sözlük’e de girdi ve bu tarihten sonra da kamuoyunda, siyasal tartışmalarda, sivil

toplumda popülaritesi arttı. Çokkültürcülüğün farklı düzeylerde anlaşılması durumu

ile karşı karşıya kalmak mümkündür. İlk tahlil düzeyinde çokkültürcülük, farklı sosyal

çevrelerden, dini inançlardan, etnik kökenlerden veya milliyetlerden gelen bireylerin

oluşturduğu çağdaş toplumların bir özelliği olarak anlaşılmasıdır. İkinci tahlil

düzeyinde çokkültürcülük, kültürel farklılıkların toplumsal örgütlenmesine dikkat

çeker. Bu anlayışta farklılık bireysel bir olgu değil, ‚kültürel temas‛ durumlarında

karşılıklı etkileşime geçen toplumsal kurumlarda vücut bulduğu düşüncesini ifade

eder. Böylece bu anlayışta çokkültürcülük çeşitliliğe değer vermenin bir biçimi (siyasal

sisteme dahil etmeden), çoğulcu bir anlayışın uzantısıdır. Üçüncü tahlil düzeyinde ise

çokkültürcülük, birtakım özel aidiyetlerin varlığını ve değerini kabul etmekle

kalmayan, ayrıca bunları siyasi normlara ve kurumlara kaydetmeyi de öneren belirli

bir siyasi programı ifade eder (Doytcheva, 2009: 15-17). Bu tahlillerden de anlaşıldığı

üzere çokkültürcülük özellikle son tahlilde görüldüğü gibi siyasal bir programdır.

Farklılıklarla bir arada yaşarken ana akım kimlik ve kültürün dışında kendisini

hisseden toplulukların da siyasal alana girebilmesi, böylece de kendisini kendi

değerleriyle tanınan, değerli bir kimlik olarak ortaya koyabilmesi de çokkültürcü

politikaların söyleminde yer alır. Burada temel hedef heterojen toplumsal yapı içinde

siyasal alanın tekil devamlılığının yaratacağı meşruluk krizini geriletmek, sistemin

demokratik devamlılığını garanti altına almaktır.

Çokkültürcülük, modern toplumsal yaşamın ve örgütlenme biçiminin ortaya

çıkarmış olduğu yeni bir krizin –kimlik krizi- çözümünü hedefleyen bir siyaset

tarzıdır. Daha önceki çözüm stratejileri olan Genosit (soykırım), Apartayd (yasa

zoruyla yalıtma, izolasyon), Asimilasyon (zorunlu uyum, azınlığın çoğunluğa devlet

zoruyla uyması) politikaları devletler tarafından birçok ülkede ve farklı zamanlarda

uygulandı. Ancak 1960 sonrası dönemde dünya konjonktüründeki değişimler,

aşağıdan gelen taleplerin devleti zorlaması, demokrasinin demokratikleşmesi (radikal

demokrasi arayışları) çalışmaları yukarıda bahsedilen politikaların meşruluğunu bir

Kimliğin Dönüşümü ve Kültürel Küreselleşme 361

hayli geriletti. Bu nedenle başta Avustralya, Kanada gibi ülkeler olmak üzere

çokkültürcülük uygulamaları hayata geçirildi. Anık’ın ifadesinde görüldüğü üzere

çokkültürcülük; ‚bir toplumda etnik, dinsel, cinsel, kültürel, bedensel, dilsel farklılıklar

temelindeki kimliklerin kabulüne ve bireylerin ve/yahut grupların bu tür

farklılıklarından dolayı negatif ayrımcılığa maruz kalmalarının önlenmesine yönelik

bir kimlik siyasetidir‛ (Anık, 2012: 76-77). Çokkültürcülük politikaları söz konusu

olduğunda C. Taylor önemli bir uğrak noktasıdır. Taylor, Quebec sorunu üzerinden

özellikle çokkültürcülük yaklaşımını ortaya koymuş ve ülkedeki İngiliz ve Fransız

kültürünün bir arada yaşama taleplerinin çıkmazına çözüm aramıştır. Kanada’da

Quebeclilerin kendi anadilleri olarak gördükleri Fransızca’nın kendi eyaletlerinde

resmi dil olması taleplerinin zamanla Fransız yaşam biçiminin tüm özelliklerine doğru

genişlemesi karşısında hükümetin bu konudaki reformlarının Quebeclilerce yeterli

görülmemesi ülkede tam bir çıkmaza dönüşmüştür. Taylor bu noktada soruna çözüm

üretebilmek için farklılıklar politikası anlayışının izlenmesi gerektiğini ileri sürmüştür.

Bu anlayışa göre bir bireyin ya da grubun biricik, kendine has olan kimliği, onları

başkalarından ayıran özellikleridir. Farklılıklar politikası anlayışında egemen kimliğin

içinde farklı olan, azınlıkta olan kimlik eritilmemelidir (Taylor, 2000: 51-52).

Taylor’un farklılıklar politikasının temelinde evrensel bir ilke vardır. Bu ilkeye

göre birey, kimliğini de kültürünü de biçimlendirme, tanımlama gizilgücüne sahiptir.

Bu gizilgücün varlığı herkes için söz konusudur ve herkes de buna eşit saygı

göstermelidir. Taylor Saul Bellow’u ‚Zulular, bir Tolstoy çıkardıkları zaman onu

okuruz‛ şeklindeki bir sözünden dolayı eleştirir ve insanların eşitliği ilkesini

zedelediğini ifade eder. Taylor’un yaklaşımı modern yurttaşların eşitliği ile ilgilidir ve

birey ya da gruplar kamusal alanda kendi farklılığı ile birlikte yer alabilmeli,

görmezden gelinmeyen bireyler ya da gruplar olarak yaşamlarını sürdürebilme

haklarına sahip olabilmelidirler. Eğer tam tersi durum söz konusu ise hegemonyacı bir

tek kültür altında azınlık kültürleri ya da bastırılmış kültürler yabancı bir biçime

zorlanıyor demektir. Böylece alttan alta sistem insanlık dışı davranmakta ve ayrım

gözetici olmaktadır (Taylor, 2000: 54-56). Asimilasyon politikalarını eleştiren,

farklılıkların kendi kimlikleri ile sistem içinde kendi yaşam alanlarının korunması

anlayışının bir savunucusu olarak Taylor, çokkültürcü politikaları bireyin içinde

bulunduğu topluluk bağlamında kendi değerlerini, yaşam biçimlerini koruyabilmesi,

bu farklılıkların da değerli olduğu ve saygı duyulması gerekliliği bağlamına yerleştirir.

Bir kimlik siyaseti olması nedeniyle de çokkültürcülük aslında toplumsal

farklılıkları çözebilen, bir arada yaşama pratiğini demokratikleştiren sihirli bir değnek

imajı yaratmaktadır. Kimlik siyasetleri çok önemli bir siyasal ve toplumsal yeni risk

alanını da beslemektedir. Farklı kimlik özelliklerine sahip toplulukların çok çeşitli

siyasal, kültürel talepleri zaman zaman olası çatışmalara neden olabilir. Bu taleplerinin

hepsinin bir arada yaşatılabilmesi ve aynı zamanda hayata geçirilmesi nasıl mümkün

362

Zafer DURDU

olacaktır? Çokkültürlü bir devlet bu denli farklılık karşısında tüm yaşam ve tanınma

taleplerini eşit ve adil bir biçimde nasıl karşılayacaktır? gibi sorunlar ve sorular çözüm

beklemektedir.

Kimlik siyasetleri, özellikle son 30 yılda artan bir biçimde dünyada

yaygınlaşma eğilimi içindedir. Kimlik kavramının doğası, kendini sorgulama, kendi

tikelliğinde geçmişe bir anlam verme biçimleri içerdiği için siyasal alana girişi olası

problemleri de beraberinde getirmektedir. Ulus-devlet çatısı altında biçimlenen ulusal

kimlik anlayışı aynı ulustan olmayanlara negatif, dışlayıcı ve öteki olarak bakışı

beraberinde getirmiştir. Buna bir cevap olarak da farklılıkların tanınması siyaseti

olarak çokkültürcülük doğmuştur. Kimliğin bu dönüşümü küreselleşme süreci ile daha

da hızlanmış, özellikle çokkültürcü talepler bugüne yaklaştıkça daha da görünür

duruma gelmiştir. Yalnızca kültürel yaşam formlarının kendi gelenek, görenek ve

adetlerini yaşatabileceğine dair bir garantörlük arayışından çok daha fazlası olan

çokkültürcülük olası birçok risklere de açıktır. Olası riskler kimliğin siyasallaştığı tüm

formlarda zaten söz konusudur. Nasıl ki ulusal kimlik tekil bir inşa ise ve milliyetçilik

ideolojisini besliyorsa, üstten belirlenimle kurgulanmış bir kollektivite ise ve anti

demokratik ise; çokkültürcülük de bir kimlik siyaseti olarak bireyi değil bireyin içinde

olduğu cemaati muhatap aldığı için yeni mikro milliyetçilikleri besleyebilir.

Çokkültürcü sistem bireyin önünü kapatma potansiyeline sahip olduğu için

demokrasiden de uzaklaşma riskini barındırmakta, binlerce farklı kimlik talebi ve

farklı hatta çatışabilecek değer yargılarını yeni çatışma biçimlerine taşıma riskini de

bünyesinde barındırmaktadır.

Kimliğin dönüşümü, kimlik siyasetlerinin küresel dünyada daha kolay

yaygınlaşması, hareketliliğin, akışkanlığın artması ile de yakından bağlantılıdır.

Küresel süreçler tüm dünyadaki insanların, malların yani her türlü metanın

akışkanlığını arttırıcı etkilere sahiptir. Ekonomik merkezli küreselleşmenin

yaygınlaşan etkileri dünyadaki ticari ilişkilerin çok hızlı derecede artışı, zengin ve

yoksul ikileminin ülkeler düzleminde kategori galine gelmesi gibi somut görünümlerle

gözlemlenebilmektedir. Küreselleşmenin siyasal ve toplumsal etkileri henüz kimlik

düzlemindeki sorunları tam anlamıyla gündelik yaşamımıza, siyasal alana

ulaştırmamıştır. Önümüzdeki süreçler küreselliğin etkilerinin yerleşik hale gelmesiyle

kimliği ve kimlik siyasetlerini daha acil ve çözülmesi gereken sorunlar biçiminde

karşımıza çıkaracaktır. Çünkü küreselleşmenin mantığı tek bir dünya oluşumuna

dayanmaktadır. Ancak tek dünya; tek kültür, tek kimlik, tek evrensel uygarlık, benzer

üretim ve tüketim kalıpları, yaşam biçimleri mantığı ile ilerlemek durumundadır. Oysa

toplumsal olanın doğası bu denli tekliği içermemekte, her ülkenin farklı tarihsel,

toplumsal ve kültürel arka planı olduğu bilinmektedir. Tüm bunlara ilave olarak

bugün devlet kurumu demokratik ilkeler üzerinden düşünüldüğünde keyfiyetten

uzak, insan haklarını baz alan, azınlıkları da göz önünde bulundurmak, korumak

durumunda olan bir kurumdur. Küresel süreç devletin egemenlik sınırlarını da

daraltmakta; devlet, gücünü artık ulusal ve uluslararası kurum ve kuruluşlarla

paylaşmaktadır. Tüm bu gelişmeler kimlik ile ilgili dinamik öğeleri de donmuş bir

Kimliğin Dönüşümü ve Kültürel Küreselleşme 363

biçimde ele alamayacağımızı, küreselleşmenin hızla ilerleyen karşılıklı bağımlılık

zorlamalarının kimlik siyasetlerini, kimlik taleplerini daha sık ve yoğun hale

getireceğini gösterir gibi görünmektedir.

Sonuç

Kimlik kavramını ve değişen yapısını anlamak ve açıklamak daraltılmış bakış

açıları ile sağlıklı bir biçimde başarılamaz. Kimliğin birey için anlamı modern öncesi

dönem ile modern sonrası döneme göre, bireyin içinde yer aldığı kollektif bağlılıklara

göre, toplulukların tarihsel bağlamlarına, söz konusu kimliğe mensup olanların bir

arada olmak durumunda olduğu devlet çatısına ve o devletin geleneğine göre

değişebilmektedir ki bu nedenle tarihsel-toplumsal şartlara da bakmak gereklidir. Tüm

bunların göz önünde bulundurulmadığı şartlarda kimlikle ilgili talepler anlaşılamaz ve

çözüme yönelik adımları da böyle durumlarda atmak zorlaşır.

1960 sonrası dünyada yoğun bir biçimde gündemi işgal eden kimlik ve kimliğin

dönüşümü, farklı kimliklerin siyasal ve toplumsal alanda görünür olma isteği 1980

sonrası dönemde daha da yükselen bir ivmeye ulaştı. Bu talepler karşısında en büyük

çatı olarak devletler çözüm stratejileri geliştirmeye çalışmaktalar. Toplumsal ve

kültürel çeşitliliğin bir sonucu olarak tek kültür merkezli politikalar sistemde meşruluk

krizlerini arttıracağı için geniş tabanlı, aktif katılıma dayalı bir demokratik sistemde

farklılıkların yaşamları garanti altına alınabilir. Temel hak ve hürriyetlerin tüm

yurttaşlara eşit dağıtımı, dezavantajlı bireylerin ve toplulukların ya da kimliklerin

kamusal alandaki varlığının ötekileştirmeye maruz kalmadan kabulü devlet çatısının

dağıtılmadan da kimlikle ilgili taleplerin karşılanmasında önemli bir adım olacaktır.

KAYNAKÇA

ANIK, Mehmet, (2012), Kimlik ve Çokkültürcülük Sosyolojisi, Açılımkitap Yayınları,

İstanbul.

BALI, A. Şafak, (2001), Çokkültürlülük ve Sosyal Adalet, Çizgi Kitabevi Yayınları,

Konya.

BAUMAN, Zygmunt, (1999), Küreselleşme, Çev: A. Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.

BAUMAN, Zygmunt, (2005), Bireyselleşmiş Toplum, Çev: Y. Alogan, Ayrıntı Yayınları,

İstanbul.

BECK, Ulrich, (2006), ‚Küreselleşme Nedir?, Küreselleşme Okumaları (iç.), Ed: K.

Bülbül, Kadim Yayınları, Ankara.

BECK, Ulrich, (2011), Risk Toplumu, Çev: K. Özdoğan-B. Doğan, İthaki Yayınları,

İstanbul.

364

Zafer DURDU

BİLGİN, Nuri, (2007), Kimlik inşası, Aşinakitaplar Yayınları, Ankara.

DOYTCHEVA, Milena, (2009), Çokkültürlülük, İletişim Yayınları, Çev: T.A. Onmuş,

İstanbul.

FEATHERSTONE, Mike, (1991), ‚Global Culture: An Introduction‛, Global Culture,

Nationalism and Modernity (iç.), Ed. M. Featherstone, Sage Publications,

London.

FRIEDMAN, Thomas, (2003), Lexus ve Zeytin Ağacı, Küreselleşmenin Geleceği, Çev:

E. Özsayar, Boyner Yayınları, 3. Baskı, İstanbul.

HABERMAS, Jürgen, (2002), Küreselleşme ve Milli Devletlerin Akibeti, Çev: M.

Beyaztaş, Bakış Yayınları, 2. Baskı, İstanbul.

HALL, Stuart, (1998), ‚Yerel ve Küresel: Küreselleşme ve Etniklik‛, Kültür,

Küreselleşme ve Dünya Sistemi (iç.), Der: A. King, Bilim ve Sanat Yayınları,

Çev: G. Seçkin, ü.H. Yolsal, Ankara.

HELD, David vd., (2006), ‚Küresel Dönüşümler, Siyaset, Ekonomi ve Kültür‛,

Küreselleşme Okumaları (iç.), Ed: K.Bülbül, Kadim Yayınları, Ankara.

KELLNER, Douglas, (2002), ‚Theorizing Globalization‛, American Sociological

Association, Sociological Theory, 20:3, November.

KEYMAN, Fuat E., (1999), Türkiye ve Radikal Demokrasi, Bağlam Yayınları, İstanbul.

KYMLICKA, Will, (1998), Çokkültürlü Yurttaşlık, Ayrıntı Yayınları, Çev: A. Yılmaz,

İstanbul.

LECHTE, John, (2003), Key Comtemporary Concepts, Sage Publications, London.

MORLEY, David&ROBINS, Kevin, (1997), Kimlik Mekanları, Ayrıntı Yayınları, Çev: E.

Zeybekoğlu, İstanbul.

ÖZYURT, Cevat, (2005), Küreselleşme Sürecinde Kimlik ve Farklılaşma, Açılım Kitap,

İstanbul.

PAREKH, Bhikhu, (2002), Çokkültürlülüğü Yeniden Düşünmek: Kültürel Çeşitlilik ve

Siyasi Teori, Phoenix Yayınları, Ankara.

ROBERTSON, Roland, (1999), Küreselleşme, Çev: Ü. H. Yolsal, Bilim ve Sanat Kitabevi,

Ankara.

SCHNAPPER, Dominique, (1995), Yurttaşlar Cemaati, Kesit Yayıncılık, Çev: Ö. Okur,

İstanbul.

SEN, Amartya, (2010), Kimlik ve Şiddet, Optimist Yayınları, Çev: A. Kardam, İstanbul.

STEGER, Manfred B., (2006), Küreselleşme, Çev: A. Ersoy, Dost Kitabevi, Ankara.

TAYLOR, Charles, (2000), ‚Tanınma Politikası‛ Çokkültürcülük (iç.), Der: A. Gutman,

YKY, İstanbul.

Kimliğin Dönüşümü ve Kültürel Küreselleşme 365

TOMLİNSON, John, (2004), Küreselleşme ve Kültür, Çev: A. Eker, Ayrıntı Yayınları,

Ankara.

WATERS, Malcolm, (2001), Globalization, Second Edition, Taylor&Francis –e library.

WEEKS, Jeffrey, (1998), ‚Farklılığın Değeri‛, Kimlik (iç.), Çev: İ. Sağlamer, Sarmal

Yayınevi, İstanbul.