The Journal of Academic Social Science Studies
International Journal of Social Science
Doi number: http://dx.doi.org/10.9761/JASSS1859
Volume 6 Issue 7, p. 345-365, July 2013
KİMLİĞİN DÖNÜŞÜMÜ VE KÜLTÜREL KÜRESELLEŞME*
TRANSFORMATION OF IDENTITY AND CULTURAL GLOBALIZATION
Yrd. Doç. Dr. Zafer DURDU
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü
Abstract
Identity, for social scientists, is a concept considered together with the
phenomenon of modernity and still continuing its dynamism in today’s world.
With individual isolation within the modern societal structure, the traditional
support and recognition criteria lost their importance within modern living
styles and this led to a crisis for the individual. At that point, new definitions of
identity and different identity types emerged. In 20th century, new splits
occurred in the concept of identity as a result of the period experienced after
World War II and the process experienced after 1980. With the orientation of the
demands of the communities different from the mainstream community
towards political arena in 1960s, and with the influence of globalization in
1980s, the concept of identity became a phenomenon encountered more
frequently. As a result of all these developments, political systems attempted to
develop policies as a response to the transformation of identity. However,
attempts to enable different identities to live under the same shelter in a
peaceful manner resulted in political and societal problems.
Multi-faceted nature of identity challenges political system – particularly
the one ran under the nation state as the nation state is built on the single
identity of only one nation. However, in today’ world, almost there is no state
* Bu makale Crosscheck sistemi tarafından taranmış ve bu sistem sonuçlarına göre orijinal bir makale olduğu
tespit edilmiştir.
346
Zafer DURDU
where people of one homogenous identity live. As such, using one homogenous
supra-identity to represent a heterogonous structure yields some sociological
problems and leads to a crisis of legitimacy for the communities having
different identities. Transition of identity from a social phenomenon to a
politicized phenomenon will continue to be an important issue of research for
social scientists in the future as it is today. From sociological perspective, the
existence of cultural diversity is a reality, and ways of meeting the political
demands of this reality should be found by social scientists and politicians.
Key Words: Identity, Culture, Globalization
Öz
Kimlik; sosyal bilimciler için modernite olgusuyla birlikte ele alınan ve
dinamizmini günümüzde hala koruyan bir kavramdır. Modern toplumsal yapı
içinde bireyin yalnızlaşması, modern yaşam biçimleri içinde geleneksel destek
ve tanınma kriterlerinin önemsizleşmesi birey için bir krize neden oldu. Bu
noktada kimliğin yeni bir tanımı ve farklı kimlik biçimleri de ortaya çıkmaya
başladı. 20. Yüzyılda gerek II. Dünya Savaşı sonrası dönem gerekse de 1980
sonrası süreç kimlikte yeni kırılmaları da beraberinde getirdi. 1960’larda ana
akım kültürden farklı olan toplulukların taleplerinin siyasal alana yönelişi,
1980’lerle birlikte küreselleşme ortamının da etkisiyle daha fazla karşılaşılan bir
olgu haline geldi. Tüm bunlar karşısında siyasal sistem kimliğin bu
dönüşümüne bir yanıt olarak politikalar geliştirmeye çalıştı ve halen de
çalışmakta. Ancak farklı kimliklerin aynı çatı altında barışçı bir biçimde bir
arada yaşayabilmesi beraberinde siyasal ve toplumsal sorunları da beraberinde
getirmektedir.
Kimliğin çoklu doğası siyasal sistemi -özellikle ulus devlet çatısı altında
devleti- zorlamaktadır. Çünkü ulus devlet tek bir ulusun tekil kimlik inşası
üzerine bina edilmiştir. Ancak günümüzde tek bir homojen kimlikte olanların
yaşamakta olduğu bir devlet neredeyse yok gibidir. İşte bu heterojen duruma
karşılık homojen tek üst kimlik sosyolojik olarak sorun yaratmakta, farklı
kimlikte olan topluluklar açısından bir meşruluk krizini doğurmaktadır.
Kimliğin toplumsal bir olgudan siyasallaşmış bir olguya dönüşmesi bugünün
olduğu gibi önümüzdeki dönemlerde de sosyal bilimcilerin gündeminde
önemli bir araştırma konusu olmaya devam edeceğinin de bir göstergesidir.
Sosyolojik olarak kültürel çeşitliliğin varlığı bir realitedir, bu realitenin siyasal
alana yönelik taleplerine demokratik çözüm önerileri sosyal bilimciler ve
siyasetçiler tarafından bulunmak zorundadır.
Anahtar Kelimeler: Kimlik, Kültür, Küreselleşme
Giriş
Bu çalışmanın hedefi modern zamanların bir sorunsalı olarak karşımıza çıkan
kimlik kavramının önce biçimlenmesi, ardından da günümüzde hala devam eden
dönüşümündeki temel parametrelere işaret etmektir. Kimliğin dönüşümü 20. yüzyılda
Kimliğin Dönüşümü ve Kültürel Küreselleşme 347
tarihsel ve toplumsal dönüşümlerdeki iki kırılma izlenerek gözlemlenebilir; birinci
kırılma II. Dünya Savaşı sonrası dönemin modernite sonrası toplum düzeninin,
uluslararası göçlerin yoğunlaştığı, kimlikle ilgili taleplerin kültürel ve siyasal alana
girmeye başlaması ile gözlemlenmiştir. 1960’larda ana akım kültürden farklı olan
toplulukların taleplerinin siyasal alana yönelişi, 1980’lerle birlikte küreselleşme
ortamının da etkisiyle kültürel kimliklerin hak taleplerini -özellikle kendi değerlerini,
geleneklerini sürdürebilme yönündeki beklentileri- de yükseltmiştir. Bu trendin en
temel sebebi II. Dünya Savaşı sonrası dünyanın ekonomik olarak yeniden
yapılandırılması sürecinin uluslararası ekonomiyi özendirmesi, gümrüklerin
azaltılması, devletin ekonomide daha fazla etkinliğidir. İstihdam açığının yüksekliği
Batılı gelişmiş ülkelerin işgücü ihtiyacını daha da arttırmış, böylece başta göçmen
işçilerin hareketliliği olmak üzere tüm dünyada nüfus hareketliliği yükselmiştir.
İkinci kırılma ise 1980 sonrası küreselleşme olarak ifade edilen dünyanın iç içe
geçmişliği, iletişimin, kültürün, tüketimin hızla yayıldığı ve yaygınlaştığı bir ortamda
kültürle birlikte kimliğin de dönüşmesine yol açmıştır. 1980’lere kadar yükselen
uluslararası iktisadi hareketlilik ve insan kaynağının da buna eklenmesi farklı etnik ve
dinsel grupların kamusal alanda daha fazla karşılaşmasına yol açmıştır. Sosyolojik
olarak bu olgu bir arada yaşama ile ilgili düzenlemelerin yapılması gerekliliğini de
beraberinde getirmiş, nitekim ülkeye sonradan gelen topluluklar örgütlenmeye,
birtakım hakları da siyasal sistemden beklemeye başlamışlardır. Azınlıklar olarak
görülen göçmenler ve farklı alt kültürlerle birlikte cinsel kimliklerini rahatça ifade
edemeyen, ayrımcılığa maruz kalan gruplar da benzeri talepleri dillendirir olmuştur.
Tüm bu topluluklar için bu süreç kendilerini tanımlamaya, kendi ilkelerini, değerlerini
keşfetmeye doğru bir yolculuğu da beraberinde getirmiştir. Hali hazırda bu ilkeleri
benimsemiş, kimlik inşasını tamamlamış olan topluluklar da kendi etki alanlarını
genişletmeye koyulmuşlardır. 1960’larda başlayan farklı kimliklerin tanınma, kendi
yaşam biçimlerinin siyasal sistem tarafından garanti altına alınması talepleri yirmi
yıllık bir sürenin sonrasında daha somut sonuçları vermeye de başlamıştır.
Çokkültürcülük politikaları daha yüksek sesle tartışılmaya başlanmış, bu politikaların
destekleyicileri ve eleştiricileri de ortaya çıkmıştır.
Kimliğin bu dönüşümü değişen dünyada bir arada yaşama pratiklerini, siyasetin
öznelerini, kurumları da etkilemekte, zorlamaktadır. Bu zorluklar ve riskler nelerdir?
Kimlik siyasetlerinin ulusal ve çokkültürcü versiyonlarının temel özellikleri kimliğin
dönüşümü bağlamında bu çalışmada ele alınmıştır.
1. Kimlik
Modern zamanların öne çıkan kavramlarından birisi olan ve 1960’lardan beri
sosyal bilimler literatüründeki yeri daha da önemli hale gelen, farklı biçimlerde,
içeriklerde tanımlanan kimlik kavramı kendisi ile birlikte birçok başka kavramla da
yakından ilgili olagelmiştir. Bunlar arasında birey, devlet, aile, din, siyaset, kültür,
348
Zafer DURDU
modernizm, postmodernizm, küreselleşme gibi alanlar ilk akla gelenler olarak
sıralanabilir. Weeks’in de ifade ettiği üzere kimlik, ‚bazı insanlarla nelerinizin ortak
olduğuna ve sizi başkalarından neyin farklılaştırdığına ilişkin bir ait olma sorunudur.
En temel anlamıyla size kişisel konum duygusu, bireyselliğinize değişmez bir öz verir‛
(Weeks, 1998: 85). Yapılan tanım kuşkusuz ki kimliğin sadece bir yönünü bize
gösteriyor. Kimliğin bireyin kendini tanımlaması ile ilgili olduğu bir gerçeklik olsa da
kimliğin tek bir biçimi yoktur. Kollektif kimlikler, bireyselliği geri plana iten kendini
tanıma ve tanımlama biçimleri de vardır. Peki acaba insan neden kendisini diğerinden
ayırt etmek ister? Ya da kollektif özellikli kimliklerde görülen bireyi törpüleyen,
uymaya zorlayan dürtü nedir? Bu tür sorulara farklı disiplinlerden bakarak farklı
açıklamalar getirilebilir. Sosyolojik anlamda ise sosyal bir canlı olan insanın topluluk
içinde kendisini var etmesinin, kendisini ortaya koyabilmesinin, ait olma duygusunun
dışsal bir yansımasının sonucu olduğu noktası bir başlangıç olarak alınabilir.
Kimliğin sosyolojik olarak modern toplumlara ve modernite sürecine tekabül
eden yönlerinin olduğu da önemli bir durumdur. Modern toplumsal yapı ile birlikte
geleneksel toplumun aidiyet biçimleri değişmiş, topluluk ve aile içinde tanımlanan
kimlikler parçalanmaya başlamıştır. Bireyin sanayi toplumunda, kent ortamında yalnız
olması, kendisini koruyacak geleneksel bariyerlerin etkisizleşmesi ya da zayıflaması
bireyde bir krize neden olmuştur. İşte bu durumun bir sonucu olarak bireyin kendisini
tanımlama, kendisini yeni dünyanın ve dinamiklerinin ortasında var kılabilmenin bir
biçimi olarak kimlik ortaya çıkmıştır. Birey ya kendisi ile aynı değerleri paylaşanlarla
bir araya gelerek, ya dinsel, ulusal ya da siyasal kollektifliklerin içine doğru ilerleyerek
parçalanmışlıkla mücadele etmeye, yabancılaşmışlıktan kurtulmaya çalışmıştır.
Nitekim Taylor da modern öncesi zamanlarda kimlik ve tanınma probleminden
bahsedilmediğini belirtmektedir. Bunun nedeni bireylerin kimlikleri olmaması değil,
bu kavramların bir problem yaratmaması idi (Taylor, 2000: 49-50).
Modern toplumlarda yaşayan hatta modernite sürecinin geçildiği/geçilmekte
olduğu bir dönemdeki bireyler olarak tek bir aidiyet içinde değiliz. Bu da tekil
kimliklerimizin olmadığına, olamayacağına yönelik önemli bir ipucunu da bizlere
veriyor. Bu nedenle çok farklı gruplara ait olabiliriz ve bu kolektif bütünlüklerin her
birisi de bize potansiyel olarak önemli bir kimlik kazandırabilir (Sen, 2010: 45).
Hayatın farklı yönleri ve etkileri modern dönemin insanlarını farklı kollektiviteler
içine sürükler. Sosyal bilimcilerin özellikle de 1960’lara vurgu yapması ise modernite
sonrası teorilerin biçimlenmeye başladığı, ulus-devletin tek kültür, tek dil, ortak
geçmiş ve gelecek söylemlerinin toplumun heterojen yapısı içinde bir meşruluk krizi ile
karşılaşmasından kaynaklanmaktadır. II. Dünya Savaşı sonrası artan göç dalgaları,
ulus-devletlerin uyguladığı farklı etnik, dinsel, kültürel özellikte insanların bir arada
yaşamasını zorlaştırmıştır. Devletin bu sosyolojik çoğulluğa ulus devletin klasik
versiyonu ile cevap verememesi yeni politikaların geliştirilmesinin de yollarını
aramaya neden olmuştur. Son 50 yıldır kimlik kavramının siyasal ve kültürel alanda
bu denli yer tutmasının arka planı sosyolojik heterojenliğin kendi değerleriyle, yaşam
Kimliğin Dönüşümü ve Kültürel Küreselleşme 349
biçimi ile aynı devlet çatısı altında çatışmadan bir arada yaşayabilme taleplerine
dayanmaktadır.
Gerçekten de 1960’lar bir dönemeçtir, bireyler artık merkez haline gelmiştir,
yani kendi yaşamlarına bir anlam vermek istemektedirler ki bu ikinci modernitedir.
Birey kendi üzerine düşünmekte, sorgulamakta, sormakta ama aynı zamanda kendisi
olmayı da istemektedir. Bu bağlamda kimlik bireyin bu kendi başınalığına bir çözüm
olarak devreye girmekte, parçalanmışlığı yapıştırmakta, anlam inşa etmektedir
(Bilgin, 2007: 50). Kimliğin anlam inşa etme işlevi 1980’lerle birlikte bir aşama daha
kat edecek ve küreselleşme olarak tanımlanan dünyanın küçülmesi, tek bir bütün
olması ama bir yandan da farklılıkları beslemesi kimliğin siyasal alanda daha fazla
görülen bir olgu olmasına neden olmuştur. Küreselleşmenin benzer üretim, tüketim ve
yaşam biçimlerini inşa edecek söylemleri kolaylaştırması, küresel bir kültüre doğru
gidişle ilgili göstergeler kimliğin de dönüşümüne, kimlik aramanın, kimlik inşa
etmenin, binlerce farklı kollektif kimlik oluşumunun da habercisidir.
2. Küreselleşme
Küreselleşme ile ilgili çalışmaların ve tanımlama çabalarının artmasıyla birlikte
kavramı açıklama biçimleri de bir o kadar farklılaşmıştır. Örneğin Waters’a göre
küreselleşme, üçüncü bin yıldaki insan topluluğunun değişimini anlamamızı
sağlayacak anahtar kavramdır (Waters, 2001:1). Birçok sosyal bilimci bu görüşe sıcak
bakıyor olsa da, bu anahtar kavram üzerinde ortak bir bakışın olmadığı da bir
gerçektir. Bir başka tanımlamaya göre küreselleşme; yerel, ulusal ve bölgesel ile
devamlılık üzerine oturtulabilir. Bu yaklaşımla bir uçta toplumsal ve ekonomik ilişkiler
ve yerel veya ulusal ölçekte örgütlenen ağlar varken; diğer tarafta toplumsal ve
ekonomik ilişkilerle küresel etkileşimi yaygınlaştıran ağlar yatar. Dolayısıyla
küreselleşme, insan faaliyetlerini bölgeler ve kıtalar arasında genişleten, birbirine
bağlayan ve insan ilişkilerindeki zaman-uzam sürecine vurgu yapan bir süreçtir (Held
vd, 2006: 185-86). Sürecin bu şekilde anlaşılması günümüz dünyasında toplumsal ilişki
biçimlerinin her çeşidinin artık birbirine eklemlenmeye başladığını, yani kendi sınırları
içerisine kapalı bir toplumsal yaşamın olmadığını vurgulamaktadır. Held vd.,
küreselleşme süreciyle birlikte sınırlar arası kurulan bağlantının tesadüfi ya da
rastlantısal olmadığını, aynı zamanda devletlerin ve toplulukların etkileşim içinde
olduklarını; ulaşım ve iletişim alanındaki gelişmelerin geldiği boyut nedeniyle
fikirlerin, malların, bilginin, sermayenin ve insanların küresel yayılımının hızını
arttırdığını söylemektedirler. Böylece küresel etkileşimin artan hızı ile yerel ve küresel
birbirine daha fazla bağımlı olmaya, birbirini etkilemeye başlar. Bu nedenle yurt içi
meselelerle küresel işler arasındaki sınırlar net değildir (Held vd, 2006: 186).
Küreselleşme sürecinin artan bir şekilde karşılıklı bağlantılı olmaya tekabül
ettiğini kabul eden kişilerden birisi olan Robertson da ‚küreselleşme diye adlandırılan
şeyi anlamanın en iyi yolunun, dünyanın ‚birleşik‛ hale geldiği, ama kesinlikle safdil
350
Zafer DURDU
işlevselci bir tarzda bütünleşmediği biçim sorunu üzerinde yoğunlaşmak olduğunu
düşünüyorum‛ (Robertson, 1999: 89) diyerek küresel sürecin bütünleştirici, bağlayıcı
yönüne vurgu yapmıştır. Bu söyleminin ayrıntısına bakıldığında, küreselleşme ile
sadece bütünleşmeye yol açmayan, diyalektik bir süreçten bahsettiği görülmektedir.
Gerçekten de ayrıntılı bir biçimde ve farklı deneyimlerin incelenmesinin de gösterdiği
şekilde küreselleşme süreci birbirine zıt gibi görünen sonuçlara yol açmaktadır.
Örneğin dünya çapında bir kültürel benzeşme yönünde bir eğilimle birlikte farklı
kültürlerin yerelliklerinin de ön plana çıktığı görülmektedir. Yine küreselleşme
sürecinin etnik bağları, yerel kültürleri tahrip ettiğine yönelik bulgular oldukça açık bir
gelişme iken aynı zamanda artan bir milliyetçi dalganın da yayıldığı
gözlemlenmektedir. Bu örneklerin arttırılması mümkündür, ki tüm bunlar bize
küreselleşmeyi tek yönlü bir doğrultuda açıklamaya çalışmanın yaratacağı riskleri
göstermektedir.
Thomas Friedman, küreselleşme sistemini açıklarken her biri diğeriyle örtüşen
ve diğerlerini etkileyen üç dengeden bahsetmektedir. Bunlar; ulus-devletler arasındaki
geleneksel denge, ulus-devletler ve piyasa arasındaki denge ve bireyler ile ulus-
devletler arasındaki dengedir. İlk dengede ABD’nin ön planda olduğu bir siyasal
konjonktür söz konusudur. Buna göre ABD küresel sistemde tek süper güçtür ve tüm
diğer devletler ABD’ye bağlıdır ve ABD’nin varlığı sistemin istikrarı açısından oldukça
önemlidir. İkinci önemli denge olan ulus-devlet ve piyasalar dengesi ise küresel
piyasaların tüm dünyadaki ulus-devletleri etkileme, hükümetleri düşürme gücüne
sahip olması ile ilgilidir. Piyasalar o kadar güçlüdür ki ‘sizi yok edebilir’ ve bu
piyasaların aktörleri de zaman zaman ABD olmakla birlikte, zaman zaman da ‘süper
piyasaların gizli elleri’dir. Üçüncü denge ise, bireyler ile ulus-devlet arası ilişkilerin
almış olduğu biçimdir. Friedman’a göre küreselleşme, insanların dolaşımını ve
erişimini kısıtlayan duvarların pek çoğunu yıkmıştır. Ayrıca yine bu süreçte dünyayı
bir iletişim ağıyla donatan küreselleşme, bireyleri hiç olmadıkları kadar
güçlendirmiştir. Böylece artık ‘süper-güçlendirilmiş bireyler’in olduğu bir dünyada
yaşamaktayız (Friedman, 2003: 35-37). Bu üçlü denge yaklaşımı, tam bir küreselci
açıklama olarak göze çarpmaktadır. Küreselleşme sürecinde yaşanmakta olan ABD
hegamonyasını doğrulayan Friedman, Amerika’yı bir emniyet sübabı olarak olmazsa
olmaz görmekle birlikte, ulus-devletin yetkilerini ulus-üstü şirketlerle paylaşmasını da
olumlu karşılamaktadır. Yine buradan anlaşıldığı gibi küreselleşme süreci bireyi son
derece güçlü kılmış ve böylece dünya sahnesinde bireyler artık süreci etkileyebilecek
bir duruma gelmiştir. Oldukça iyimser bir bakış açısına sahip olan Friedman,
küreselleşme denen olguyu anlamak için bu üç dengeyi bilmenin ve anlamanın
önemini vurgulayarak, küreselci taraftaki yerini almıştır. Ancak Friedman’ın
görüşlerinden farklı olarak Beck, Bauman gibi düşünürler küreselleşmeye daha
temkinli yaklaşmaktadırlar.
Küreselleşmenin kısa ama açıklayıcı bir tanımına göre küreselleşme, ‚iktidarın,
yönelimlerin, kimliklerin ve ağların görünümünü değiştirerek ulus-ötesi aktörlerin
egemen ulus-devletlerin altlarını oydukları ve bu devletlerin krizle karşılaştıkları
Kimliğin Dönüşümü ve Kültürel Küreselleşme 351
süreçleri belirtir‛ (Beck, 2006: 221). Beck, küreselleşme ile birlikte topyekün bir yeniden
yapılanmanın, değişimin ortaya çıktığını ve bundan dolayı da siyasi bir krizin
oluştuğunu söylemektedir. Kavramsallaştırmasında günümüzdeki problemler küresel
niteliktedir ve felaketler de ulusal sınırların dışına da taşan bir hale gelmiştir. Bundan
dolayı ona göre modern toplum bir risk toplumudur. Risk toplumunun 3 temel özelliği
vardır:
a-) Risk toplumu, sorunların ve ilişkilerin ulusal sınırları aştığı bir toplumdur.
b-) Risk toplumu, siyasal çatışma alanının yalnızca sınıflar/gruplar arası ilişkileri değil
sektörel ilişkileri de içerir. Bu yüzden risk tüm grupları, kesimleri etkilemektedir.
c-) Risk toplumu, geleceğin belirsiz olduğu ve ontolojik bir güvensizliğin toplumsal
ilişkilere sirayet ettiği bir toplumdur. Bunun nedeni felaket ve risklerin ulusal sınırları
aşan küresel nitelik taşımalarıdır. Bundan dolayı Beck’e göre risk toplumu
belirsizliklerle dolu bir toplum olduğu için bu belirsizliğe karşı küresel bir güven
birliğine gereksinim duymaktadır (Keyman, 1999: 27-28). Beck, risk toplumunun
önemli tehditlerinin olduğunu söylemekte, riskleri yaratanların ve risklerden kar elde
edenlerin de er ya da geç etkileyeceğini ifade etmektedir. Bu anlamda riskler yayılırken
bumerang etkisi yaratır ve zenginler ve iktidar sahipleri bile bu riskler karşısında
emniyette olamaz demektedir (Beck, 2011: 50). Beck gibi Giddens ve Bauman da
küreselleşme sürecinin güven ile ilgili problemleri arttırdığını söylemektedirler.
Giddens, zaman-uzam uzaklaşmasına gönderme yapar ve Beck’in risk toplumu
kavramsallaştırmasına büyük oranda katılır. Bauman ise küreselleşme sürecinin ifade
ettiği anlamı belirtirken, ‚şeylerin elimizden kaçtığı‛ hissi demektedir. ‚Küreselleşme
fikrinden çıkan en derin anlam, dünya meselelerinin belirsiz, kuralsız ve kendi başına
buyruk doğasıdır; bir merkezin, bir kontrol masasının, bir yönetim kurulunun, bir idari
büronun yokluğudur‛ (Bauman, 1999: 69). Bu ifadeden de anlaşıldığı üzere küresel ile
olan şey müphemliktir, belirsizliktir. Belirsizlik kavramı da Beck ve Giddens’a da
gönderme yaparak risk toplumu kavramsallaştırmasını hatırlatır. Bauman’a göre
küresel ile olan şey ‚yeni dünya düzensizliği‛nden başka bir şey değildir.
Küreselleşme; ‚<içimizden en verimli ve girişken olanların yapmayı istediği ya da
umut ettiği şeyler hakkında değildir. Neye maruz kaldığımız, başımıza ne çoraplar
örüldüğü hakkındadır‛ (Bauman, 1999: 70). Bauman’a göre küresel düzenin temel
sorunu düzenleyici fail olarak karşımıza çıkan ulus-devletin gücünün azalmasıdır.
Bunun sonucu olarak küresel dönemde kontrolsüz, denetimsiz ve geri dönüşü
olmayan bir süreci yaşamaktayız.
Küreselleşme ile ilgili yapılan çeşitli tanımlama ve kavramsallaştırma çabaları
olmakla birlikte küreselleşmenin nerede başladığı, nereye doğru gittiği veya nereye
gideceği de önemli bir tartışma konusudur. Habermas; küreselleşmeyle bitmiş,
sonlanmış bir durumdan bahsedilemeyeceğini belirtmektedir. Ona göre ‚kavram,
352
Zafer DURDU
ulaşım, iletişim ve mübadele münasebetlerinin milli sınırlardan taşacak şekilde
yoğunlaşması ve çapının büyümesini ifade etmektedir‛ (Habermas, 2002: 83).
Küreselleşmenin tarihiyle ilgili farklı yaklaşımlar olmakla birlikte, küreselleşme görece
‘yeni zamanlar’la ilişkilendirilen, henüz başlangıç aşamasında olan ve önümüzdeki
süreçte daha da hızlı bir şekilde ve farklı yönleriyle (siyasal, kültürel) de dünyada
yayılacak gibi görünmektedir. Küresel üzerine yazılan metinler ve yapılan
tartışmaların ağırlıklı merkezi ekonomi iken, günümüzde buna ilave olarak siyasal,
kültürel ve tüm diğer farklı alanların da ağırlığı eklenmiştir. Bu yönde çalışmalar
henüz az sayıda olmakla birlikte mevcut olup, küreselleşmenin kazanımları,
kaybettirdikleri, tam olarak nasıl bir süreç yaşanacağı üzerine tartışmalar da
sürmektedir.
2.1. Küreselleşme ve Kültür
Kültür kavramı oldukça geniş sayılabilecek içeriği ile ve farklı bilgi dallarının
ilgi sahasına girmesi nedeniyle interdisipliner incelemelere oldukça yatkındır. Yüzlerce
farklı tanımı yapılan kültür insanın yeryüzündeki serüveni kadar eskiye
götürülebilecek olan tüm insan edimlerini içeren bir kavramdır. İnsanın geçirdiği
değişim-dönüşüm süreçlerine, inançlarına, geleneklerine, üretim araçlarına, teknik
gelişmelere kadar her türlü maddi-manevi değişimler de kültürü etkiler.
Kültürün özellikle modernite süreci ile birlikte hızlı bir değişim geçirdiği,
mahiyetinin değiştiği, daha fazla etkileme-etkilenme sürecine maruz kaldığı; sanayi
toplumunun etkisiyle farklılaşma anlamından daha çok benzerlikler, aynılıklar
üzerinden tanımlanmaya başladığı görülmektedir. Oysa ‚kültür, ayrımlar yapma
etkinliğidir; sınıflandırma, ayırma, sınırlar çizme ve böylece insanları benzerlikle içsel
olarak birleştiren ve farklılıkla dışsal olarak ayıran insanlara atfedilen davranış
dizilerini farklılaştırma etkinliğidir‛ (Bauman, 2005: 46). Bauman’ın tanımının işaret
ettiği ayrımlar yaparak insanları birleştiren aynı zamanda ‚diğerleri‛ni dışarıda
bırakan kültür kavramının küresel süreçte bu niteliğini kaybettiğini ileri süren
tartışmalar günümüzde sıkça yapılmaktadır.
Kültür üzerine yapılan tartışmaların iki farklı yönüne bakıldığında; bir tarafta
küresel sürecin tüm dünyada kültürü homojenleştirdiği, evrensel bir tek kültürün
oluşmaya başladığı ileri sürülmekteyken; diğer görüşe göre evrensel bir tek kültür
mümkün değildir. Birinci görüşe göre küreselleşme dünyada mevcut kültürlerin
çeşitliliğini yansıtan bir ‘kültürel gökkuşağına’ doğru bir gidişin olmadığını ileri
sürmektedir. Aksine gelişmiş Batı ‘kültür sanayi’sinin etkisi altında, giderek
türdeşleşen bir popüler kültürün ortaya çıkış süreci yaşanmaktadır. Daha çok
‘dünyanın Amerikan’laşması olarak da açıklanan bu süreçte Batı tipi yaşam biçimleri
tüm dünyayı baskı altına almış ve tüm dünyada bir benzeşme süreci yaşanmaya
başlamıştır (Steger, 2006: 101).
J. Tomlinson, tek bir homojenleşmiş küresel kültürün doğmakta olup olmadığı
konusuna şu şekilde yaklaşıyor; ‚bu iddianın dayandığı en aşikar kanıt, dünya
çapındaki kültürel ürünlerde görülen standartlaşma ve ‚yakınlaşma‛dır.
Kimliğin Dönüşümü ve Kültürel Küreselleşme 353
Giyeceklerden yiyeceklere, müziğe, filmlere, televizyona, mimarlığa herhangi bir
göstergeyi ele alalım; belirli tarzların markaların ve pratiklerin artık küresel olarak
revaçta olduğunu ve hemen hemen dünyanın her yerinde bulunabileceğini göz ardı
edemeyiz<uluslararası havaalanları bu tür bir ‚kültürel eşzamanlılaştırma‛nın
(oldukça kendine has olsa da) başlıca örnekleridir: hemen hemen tüm dünyada
aynıdır, bir örnek bir biçimde döşenmiştir, yemekler ‚uluslararası mutfak‛tandır,
duty-free mağazalarında bildiğimiz uluslararası markaların ürünleri satıştadır‛
(Tomlinson, 2004: 118). Belki tüm yaşam alanları için örnek teşkil etmese de seçilmiş bir
yer olarak uluslararası havaalanları küresel kültür örneğine uygun görünmektedir.
Ancak şunu da belirtmek gerekir ki buradaki benzeşme yine de eksik bir benzeşmeyi
ifade eder. Çünkü davranış kalıpları ve tüketim biçimleri kültürü açıklamakta yetersiz
kalır. Kültür çok daha geniş, manevi öğeleri de olan bir içeriğe sahiptir.
Küresel kitle kültürünün ne olduğu üzerine S. Hall’ın da önemli katkıları
vardır. ‚Küresel kitle kültürü, kültürel üretimin modern araçlarının egemenliğindedir.
Dilsel sınırları hızla ve kolayca geçebilen, tüm dillerde anında konuşan görüntünün
egemenliğindedir. Popüler hayatın, eğlencenin ve dinlenmenin yeniden inşasına
doğrudan katılan görsel ve grafik sanatların her türlü müdahalesinin
egemenliğindedir‛ (Hall, 1998: 47-48). Hall bu noktadan hareketle temelde küresel
kültürün iki özelliği üzerinde durmaktadır: Birincisi, küresel kültürün Batı
merkezliliğidir. Yani Batı teknolojisi, sermayenin tekelleşmesi, tekniklerin
yoğunlaşması gibi nitelikler, süreci yönlendirmeye devam etmektedir. Bu yüzden
küresel kitle kültürü Batı merkezlidir ve daima İngilizce konuşur. İkinci özellik ise
türdeşleştirme’dir. Bu kültür homojenleştiricidir, özümseyicidir. Fakat türdeşleştirme
tamamlanmamıştır ve tamamlanmak için de çabalamaz. Farklılıkları özümseyerek
daha büyük, her şeyi kapsayan ve aslında Amerikan tarzı bir anlayışa sahiptir. Ancak
yerel sermayeler aracılığıyla, işlemeye çalışır, onları silip atmaya kalkmaz, onlar
aracılığıyla işler (Hall, 1998: 49). Böylece küresel kültür yereli de kapsayan, yerel
görünümler biçimini de alan nitelikleriyle dışarıda, öteki, yabancı gibi
dışsallaştırıcılıkların üstesinden gelmektedir. Tüketim kültürünün sürekliliği de
böylece sağlanmış olmakla kalmaz, aynı zamanda küresel ile yerel arasında da
doğrudan bağ kurulmuş olur.
Küreselleşme sürecinin homojenleştirici bir tek kültür yarattığı tezine
katılmayan ikinci görüşe göre birinci görüştekilerin kültür konusunda dünya çapında
benzerlikleri arttırdığı konusunda kötümserlerle aynı görüşü paylaşırlar. Fakat ikinci
görüştekiler bu sonucu iyi bir şey olarak görmektedirler (Steger, 2006: 104). Nitekim M.
Featherstone küresel bir kültür var mıdır? şeklinde sormuş olduğu soruya şöyle cevap
veriyor; eğer küresel bir kültürden açıkça ulus-devletin kültürüne benzer bir şey
anlıyorsak, cevap kesinlikle olumsuzdur. Küresel bir kültür kavramıyla
karşılaştırıldığında, ulus-devletin kültürünün başarısızlıkları genellikle kültürel
354
Zafer DURDU
homojenlik ve entegrasyon imajı nedeniyle hiç de az değildir. Bu anlamda bir dünya
devleti biçimi olmaksızın bütünleşmiş bir küresel kültürü tanımlamak imkansızdır
(Featherstone, 1991: 1). Featherstone’ye göre küresel bir kültür ancak bir üst kurum,
kapsayıcı bir güç olarak bir dünya devleti inşa edilirse mümkün olabilir. Bir dünya
devleti demek, dolaylı olarak tek bir toplum demektir. Tek bir toplum görüşünün ulus-
devlet formunda hayata geçirilebilmesi yaşanan tecrübelerin de gösterdiği üzere
mümkün görünmemektedir. Bunun için öncelikle ulus-devlet formunun aşılması;
farklı kültür-din-ahlak vs. içerisinde barındırabilecek ve bu farklılıkları temsil
edebilecek bir sisteme geçilmesi gerekecektir. Bu nedenle de küresel bir tek kültür
bugünün dünyasında mümkün olamayacaktır ve halihazırda da böyle bir kültür
yoktur.
Küresel süreci kültürel perspektiften inceleyen R. Robertson küreselleşmeyi -
‘toplumsal-kültürel sistem’ olarak tanımlayarak- tek kültüre doğru gidişata yol açan
bir süreç olarak görmez. O, küreselleşmenin ne iyi ne de kötü bir şey olarak
görülmesinin gerekmediğini –küreselleşmenin ahlaki karakterinin gezegenin sakinleri
tarafından tamamlanacağını iddia etmektedir. Robertson ayrıca küreselleşmenin bir
sonucu olarak dünyanın daha fazla bütünleşmiş ya da uyumlu bir yer olduğunu
söylememekte, fakat sadece birleştirilmiş ya da sistemli bir yer olduğunu
söylemektedir (Waters, 2001: 185). Nitekim Robertson, kültürel küreselleşmenin her
zaman yerel bağlamda gerçekleştiğini öne sürerek kültürel türdeşleşme tezini
reddetmekte ve kültürel alışveriş sonucunda ortaya çıkan küresel ve yerelin karmaşık
etkileşimini ifade etmek üzere ‘küreselleşme’den bahsetmektedir (Steger, 2006: 106).
Küresel süreçte kültürün tek yönlü bir ilerleyiş, değişme ve etkilenmeye maruz
kaldığını ileri sürmek kolaycı bir açıklama olacaktır. Küreselleşmenin farklı
dinamikleri olduğu gibi kültürün de birçok farklı etkilenme alanları vardır. Kültür bir
toplumun gelenek, adet, inanç ve değerleri ile yakından bağlantılıdır. Kapsayıcı bir güç
olarak küresel etkiler kültürü etkileyip, standartlaştırmaya çalışsa da tam olarak
kültürün tahrip edilmesi, ortadan kaldırılması çok da kolay değildir. Ancak şurası bir
gerçektir ki küreselleşmenin kültür üzerindeki etkilerinin gözlemlenmesi henüz çok
yeni bir durumdur ve ilerleyen süreçte küreselleşme-kültür ikilisinin etkilenme-
etkileme noktaları daha açık bir şekilde gözlemlenebilecektir.
Küreselleşmenin nasıl anlaşılması gerektiğini Kellner şu şekilde açıklıyor;
günümüz küreselleşmesi acayip bir karışım olarak hem aynılık ve tekbiçimliliğin
homojenleştirici baskıları hem de heterojenlik, farklılık ve melezlik gibi birbiriyle
çelişik demokratikleştirici ve antidemokratik eğilimlerin karışımı olarak önemlidir. Bir
taraftan küreselleşme dünyada küreselleşmiş bir kitle kültürünü yayarak her yerde
aynılık ve homojenlik yaratmaktadır. Diğer taraftan küreselleşmiş kültür her yerde
melezliği, farklılığı ve heterojenliği hızla arttırarak cesaretlendirmektedir (Kellner,
2002: 292). Küresel bağlamda kültür diyalektik bir özellik gösterir. Birbirinin zıttı gibi
görünen eğilimleri güçlendirip, ön plana çıkarabilmektedir. Bu nedenle kültür-
küreselleşme ilişkisini incelerken tek yönlü, basitleştirici ve kalıplaşmış açıklamalardan
kaçınmak daha gerçekçi/tutarlı olacaktır.
Kimliğin Dönüşümü ve Kültürel Küreselleşme 355
2.2. Küreselleşme, Yerel Kültür ve Kimlik
Küreselleşme genel olarak yapılan tanımları gereğince dünyanın küçülmesine,
ilişkilerin sıkılaşmasına, evrenselciliğe, karşılıklı bağlantılılığa vurgu yapar. Bu
anlamda küresel ile yerel (local) arasında bir çelişkinin olduğu/olacağı da önemli
iddialardan birisidir. Zamanın sıkışmasına göndermede bulunan küresel gibi yerel de
yer (place) ile ilgilidir. Yerel ayrıca akrabalık gibi, ‘yerel kahraman’ ya da ‘yöremiz’
(our neighbourhood) gibi deyimleri akla getirir. Tüm bunların gösterdiği gibi yerel çok
güçlü bir bağlantılı olma durumudur (Lechte, 2003: 142). Yerelin yakın ve güçlü
bağlantılı olma durumu onu küreselin niteliklerinden farklılaştırır. Küreselleşme ile de
ilişkilerin yoğunlaşması ve artmasından bahsedilse de, küreseldeki anlamıyla daha çok
genel anlamda tüm dünyaya yönelik bir bağlantılı olma durumu vardır. Yerelde ise
çok küçük bir yaşam alanı içerisinde, modern öncesi dönemin toplumsal ilişki yapısına
benzerlik anlatılır. Böylece küresel-yerel ilişkisinde kapsayıcı özellikleri nedeniyle
yerel aleyhine bir durumun varlığından bahsedilir. Bu da kimlik söz konusu
olduğunda otantik yaşam biçimlerinin gerilemesine de bağlı olarak kimliğin de
otantisitesini kaybetme riskinin varlığını gözler önüne sermektedir. Küresel sürecin
kültürel etkilerinin hayatın her alanına ve coğrafyasına ulaşması kuşkusuz ki
dünyanın farklı yerlerindeki kendini tanıma biçimlerinin kendine özgülüğünü de
geriletebilir.
Küresel ile yerel her zaman çatışma içinde midir? Ya da küresel her durumda
yerel olana karşı, yerel olanı yok eden bir sürece mi tekabül etmektedir? Robertson bu
ayrımlaşmanın bir yanlış düşünme biçiminden kaynaklandığını belirtmektedir. Ona
göre eğer biz dünyanın artan bir şekilde birlikteliğinden söz ediyorsak nasıl oluyor da
dünyanın yerel bölgeleri onun bir parçası olamıyor? Robertson sormuş olduğu soruya
verdiği cevabında sorunu yerel-küresel ilişkisini basitçe makro-mikro, büyük-küçük
hatları çerçevesinde düşünme yanlışlığından kaynaklandığını söylemektedir
(Robertson, 1999: 285-86). Robertson’un küresel tanımında dünyanın basit anlamda
olmasa da bütünleşmesi söz konusu olduğu için küresel-yerel çatışması bir yanlış
düşünme alışkanlığından ibarettir ve bilim adamlarına düşen de (küresel üzerine
düşünen) bu yanlışı düzeltmektir. Burada temel olarak ifade edilmekte olan sosyolojik
bir ilkenin gün yüzüne çıkarılmasıdır. Toplumsal olay ve olguların tek nedenli, tek
düze, tek yönlü neden-sonuç açıklamaları ile açıklanabilmesi eksik bir açıklamadır.
Dünyayı bu tür ikiliklerle açıklamak bizi günümüz dünyasının birbirleriyle karmaşık
ilişki ağlarıyla örülmüş yapısını anlamamızı ve açıklamamızı oldukça zorlaştırır.
Küresel-yerel tartışmasında küreselin yereli ortadan kaldırdığı anlayışına
katılmayan Morley&Robins’e göre de ‚küreselleşme, zamanımızın hakim gücü olabilir;
fakat bu, yerelliğin önemi olmadığı anlamına gelmez<Küreselleşme, aslında, yeniden
yerelleşme dinamikleriyle bağlantılıdır. Bu yeni bir yerel-küresel bağlantısının, yerel
uzamla küresel uzam arasında yeni ve karmaşık ilişkilerin oluşumudur
356
Zafer DURDU
(Morley&Robins, 1997: 161-62). Burada vurgulanan nokta, yerelin küreselleşme ile
birlikte tamamen ortadan kaybolup, silinmeyeceğidir. Hem kültürel hem de ekonomik
bakımdan yerel, küresel ile ilişkilidir ve yerel var olmaya devam edecektir. Çünkü
küresel süreçte sadece küresel yereli biçimlendiren, değiştiren, yönlendiren bir etkiye
sahip değildir. Yerel de küresel üzerinde birtakım etkileri olan niteliklere sahiptir.
Ancak birçok düşünür bu yaklaşıma katılmamakta, yerelin küresel karşısında yok
olduğunu söylemektedir. Bu genelleştirmelerin bir sonucu olarak da belki de kimliğin
dönüşümü irdelenirken küreselleşmenin dünya çapında bir tek kültür, tek kimlik inşa
edeceği ileri sürülmektedir. Bu yeni kültür ve bu kültüre uygun kimliklerin oluşumu
da küresel aktörlerin çıkarlarına göre dizayn edilecektir. Morley ve Robins de
küreselleşmenin dünyayı algılayış tarzımızı derinden etkilediğini, yeni bir yönelim ve
şaşkınlık yaratmakta olduğunu, mekanı olan ve olmayan kimlikler yarattığını ifade
etmektedirler.
Yerel-küresel bağlantısı, uzamla yer arasında, sabitlikle hareketlilik, merkezle
çevre, ‚gerçek‛ ve ‚sanal‛ uzam, içerisi ile dışarısı, uç noktalarla bölge arasındaki yeni
ilişkilerle ilintilidir. Tüm bunlar hem bireysel hem de kollektif kimlikler açısından bazı
anlamlar içerir. Bu yeni düzlemde sıkı ve katı kuralların olduğu eski düzen erimekte,
sınırlar ortadan kalkmakta, kesintiye uğramaktadır. Bu da kimliklerin katılığını,
değişmezliğini geriletmekte ve kimliği ve kaynaklarını kırılgan hale getirmektedir
(Morley&Robins, 1997: 168). Küresel yapının bu denli etkilerinin olduğu bir dünyada
kimliği değişmeyen, katı kuralları ve mekanı olan, bütünlüklü, tek yönlü bir yapı ile
tanımlamak çok zor hale gelmektedir. Kimliklerin tekil inşasının zorluğu bir yana,
kimliğin inşasındaki klasik zaman-mekan birlikteliği de siber kültür alanının bir
sonucu olarak gerilemektedir. Kimliğin toplumsal ilişkilere dayanan kökleri internet ve
sanal kültürün etkilerinin daha da artması ile kırılganlığın ötesinde bambaşka bir yöne
gitme olasılığı taşımaktadır. Bu yön küresel olanın akışkanlığına paralel olarak
kimliğin de katıdan sıvıya dönüşümüne yönelik alternatifleri akla getirmektedir.
Ancak sosyolojik temel ilkemiz bizi yine tek olası yöne gitmekten alıkoymalıdır.
Nitekim kimliğin siyasal olan ile de son yıllarda yakınlaşan doğası kimlik siyasetlerini
daha da fazla görünür kılmakta ve kimlikler belli kültürel toplulukların yaşam,
tanınma talepleri ile katılaşma eğilimleri de göstermektedir.
2.3. Küreselleşme, Ulusal Kültür ve Kimlik
Ulusal kimlik olgusu nasıl ki modernite sürecinin siyasal olarak en büyük aygıtı
olan ulus-devletle birlikte tarih sahnesindeki yerini aldıysa, halihazırda önemli kimlik
sağlayıcı ve inşa edici öğelerin başında yer alır. Ulusal bir kültürün ortak değerlere,
dile, amaçlara, vatana, ortak geçmişe vurgusu temel bir başlangıç ise ulusal kimlik de
bu kültürelliğe dayanır. ‚<Ulus fikri, XVI. Yüzyıldan itibaren, modern çağda,
İngiltere’de yavaş yavaş ortaya çıktı. Fakat yurttaşlar, kralın gücünü sınırlayacak ve bu
fikri somut bir gerçeğe dönüştürecek olan Avam Kamarası’na ve bağımsız
mahkemelere sahip olmasalardı, sonraki asırlarda İngiliz ulusu oluşmazdı. Kolektif
değerler, kurumsallaştıkları sürece ortak yaşamın oluşmasını ve sürdürülmesini
sağlıyorlar‛ (Schnapper, 1995: 59). Ulus fikri ile modernite süreci arasındaki ilişki
Kimliğin Dönüşümü ve Kültürel Küreselleşme 357
özellikle modernleşmenin zamanla toplumsal ve siyasal yaşamda yol açtığı değişim ve
dönüşümler ile yakından ilintilidir. Ulus, modernliğin yerinden çıkardığı insanlarda,
bir yere ve topluluğa aidiyet duygusunun, ‘yeniden yerleştirilme aracılığıyla’ inşa
edilmiş biçimidir. Ulus kavramı topluluk ve aile bağlarını zayıflatıcı bir etkiye sahiptir
ancak aynı zamanda kendi bütünleşmesini sağlamak için, modern bireylerin ev
özlemleri ve güvenlik arayışlarına vurgu yaparak topluluk ve aile bağlarını
kuvvetlendirmeye çalışır (Özyurt, 2005: 104-105).
Ulus kavramının modern bireyin içerisine düştüğü maddi ve manevi boşlukları
doldurmada önemli bir işlevi de olduğu söylenebilir. Modernite sürecinin temel
özelliklerinden bireyciliğin yükselişi, laikleşme, yalnızlaşma gibi durumlar karşısında
ulus olgusu bireye ait olma, aile güvenliğini sağlama, kimlik bilinci edinme vesilesi
oldu. Bu anlamı ile ulus modern toplumsal yapılanmada sahiplenilmesi istenen yeni
kutsal değer olarak sahneye çıkarak, siyasetin de meşruluk zemininin belirleyici öğesi
haline gelmiştir. Ulus kavramının özelliği Schnapper’e göre ‚<toplulukları bir
yurttaşlar cemaati şeklinde bütünleştirmesinde ve bunun aracı olan devletin eylemini
bu cemaatle meşru kılmasına dayanıyor; yani ulus, tüm yurttaşların oy hakkına sahip
olma ilkesini –yöneticilerin seçimine ve gücün kullanım yöntemleri konusunda karar
vermeye tüm yurttaşların katılımı- belirtiyor. Bu ikili katılım<siyasal meşruiyet
ilkesini simgeliyor ve demokratik ulusun hem mantığını, hem de idealini oluşturuyor‛
(Schnapper, 1995: 55).
Ulus bilinci modern ulus-devlet için olmazsa olmaz bir gerekliliktir. Devlet
yurttaşlarına ortak bir köken, ortak bir tarih, acıların ve mutlulukların benzerliği gibi
vurguları benimseterek tek vücut olma idealini sağlamaya çalışır. Bunları sağlamak
için devlet, ulusun kendisini temsil edecek somut uygulamalara gider. Meydanlara,
sokaklara, havaalanlarına ya da anıtlara verilen adlar, ulusal marş, ulusal bayram, ya
da bayrak kutsal birer öğe şeklinde algılanır. Tüm bu somut uygulamaların amacı
cemaatin yani ulusun anlamını korumak, ortak mensubiyet duygusunu güçlendirmek
ve ulusal değerlerin özgünlüğüne ve önemine olan inancı sürdürmektir (Schnapper,
1995: 148-49). Ulus-devletin varlığının devamının sağlanabilmesinin temel koşulları
olarak gerekli görülen tüm bu uygulamalar, devletin hem içeride kendi toplumunun
uluslaşmasının hem de dışarıda diğer devletlere karşı meşruiyetinin temelidir.
Uluslaşma bilincini sağlayamamış ve devletle ulusun ortaklığını, aynılığını halkına
benimsetememiş olan bir devletin tarih sahnesinde uzun süre ulus-devlet formunda
kalması çok zordur. Bu nedenle 1960’lı yılların değişen kimlik talepleri, tek bir
kapsayıcı ulusal kültür içerisinde kendisini göremeyen dinsel, etnik, cinsel ya da her
türlü diğer kimlik biçimleri ulus-devletten kendi yaşam değerlerinin sürdürülebilmesi
için harekete geçmeye başlamışlardır. Son 50 yılın ulus kimliği üzerindeki bu geriletici
etkileri bir taraftan tepkileri de beraberinde getirerek ana akım ulus kültürü içinde
358
Zafer DURDU
kendisini görenlerce de milli kimliğe sıkı sıkıya sarılma, milli kimliğin daha görünür
olması gibi gelişmeleri de güçlendirdi.
1980’li yıllarla birlikte küreselleşme olgusunun ekonomik alandan başlayıp
kültürel alana dek uzanan etkileri ulusal kimliğin tekil inşasının altını oymaya, tek
kimliğin geniş kesimlerce hedef haline getirilmesine de neden oldu. Heterojen
kimliklerin homojenleşmeye karşı duruşları birçok farklı kimlikte kendi varlığını
anlamlandıranlar için bir sığınak haline geldi. Ancak tüm bunlar halihazırda en yaygın
devlet biçimi olmaya devam eden ulus devletin milli kimlikten vazgeçmesi ile
sonuçlanmadı. Aksine ulus-devlet, azınlıklarla, farklı kimlikte olanlarla birlikte
yaşamayı öngören politikalar üzerinde düşünmeye, politikalar üretmeye koyuldu.
Üzerinde uzlaşılmış tek bir çözüm üretilememiş olsa da farklılığın daha
kabullenilebilir bir realite olduğu, tek bir kimliğin katı bir yapı içinde donmuş bir
özellikte sabitlenmediği kabulünde belli bir başarı sağlandı. Ancak daha önce de
belirtildiği gibi sosyolojik olarak diyalektik işleyen bir süreç de bu gelişmelere eklendi.
Bu gelişme de ulus kavramının hala en önemli birleştirici, kimlik inşa edici güç olarak
varlığını kabul etmenin devamlılığını sağlamak isteyen ‚milliyetçi‛ ya da ‚ulusalcı‛
kimliklerin cazibesinin sürmesidir. Böylece 21. Yüzyılda kimlik olgusu küresel sürecin
heterojenliği beslemesi bir yana homojenliği korumanın da bir cephesi haline geldi.
Kimlikler üzerinden ilerleyen siyasal taleplerin çatışması, rekabeti toplumsal yapıları
ve ilişkileri de belirleyen önemli uğrak noktaları olmaya devam ediyor. Bu taleplerin
diğer ucunda kültürel çeşitlilik ve bu çeşitliliğin siyasallaştırılmış formu olan
çokkültürcülük politikası yer almaktadır.
3. Kültürel Çeşitlilik
Kültürel çeşitlilik, bir toplum içinde farklı kültürler ve kültürel bakış açıları
olması demektir. Çağdaş toplumlarda kültürel çeşitlilik insan özgürlüğünün önemli bir
bileşeni ve şartı olarak görülmektedir. İnsanlar kültürlerinden dışarı adım atmazlarsa
onun içinde hapsolurlar ve kendi kültürlerini mutlaklaştırma eğilimine kapılırlar.
Kültürel çeşitlilik bir toplum içindeki insanları kendi kültürleri içindeki çeşitlilikten de
haberdar eder ve böylece o toplumun fertleri kültürlerinin farklı etkilerin sonucu
olduğunu, farklı düşünce biçimlerini barındırdığını ve farklı yorumlara açık olduğunu
kavrar (Parekh, 2002: 215). Böylece gerek toplumsal yaşamda, gerek siyasal kültürde,
gerekse de gündelik yaşamda kültürün tek biçimli olması gerektiğine yönelik kanaatler
ve uygulamaların sakıncalarını görebilmek kolaylaşır.
Kültürel çeşitliliğin olduğu toplumlarda muhtemel problemler kültürlerin farklı
değerlerinin ve adetlerinin karşılaşması ile açığa çıkar. Daha önce de ifade edildiği
üzere çokkültürlü bir toplum iki veya daha çok sayıda kültürel topluluğu içinde
barındıran toplumdur. Çokkültürlü kavramı ile kültürel çeşitliliğin varlığı kastedilir
(Parekh, 2002: 7). Bir toplumun çokkültürlü olması demek yalnızca o toplumun
üyelerinin benimsediği örf-adet, gelenek-göreneklerin farklılığıyla sınırlı olmayıp aynı
zamanda farklı kültüre sahip olmak nedeniyle benimsenen, kendilerini bağlı
gördükleri, uymakla yükümlü hissettikleri etik değerler ve bu değerlere uygun adalet
Kimliğin Dönüşümü ve Kültürel Küreselleşme 359
anlayışları arasında da bir farklılığın bulunmasıdır (Balı, 2001: 205). ‚Bugün çoğu ülke
kültürel bakımdan çeşitlilik gösterir. Son tahminlere göre dünyadaki 184 bağımsız
devlet, bünyesinde 600 yaşayan dil grubu ve 5000 etnik grup barındırmaktadır. Çok az
ülkede, yurttaşların aynı dili konuştukları ve aynı etnik-ulusal gruba ait oldukları
söylenebilir‛ (Kymlicka, 1998: 25). Neredeyse hiçbir ulus-devlet tek bir kültüre, dile,
etnisiteye sahip değilken ve ulus-devlet; tek dil, tek ulus, tek kültür idealini sürdürmek
ve yaşatmak isterken bir arada barış içerisinde bu farklı kültürlerin ve toplulukların
yaşaması nasıl sağlanacaktır? Birçok sosyal ve siyaset bilimcinin üzerinde düşünüp
tartıştığı bu açmaz çözülmeyi beklemektedir.
Kültürel çeşitlilik günümüzde birçok devletin sınırları içindeki
toplulukların/geniş halk kitlelerinin yaşadığı/tecrübe ettiği bir olgudur. Kültürel
çeşitliliğe sahip toplumlar çokkültürlü toplumlar olarak adlandırılmaktadır.
Çokkültürlü bir toplum çeşitliliğin taleplerini görmezden gelemez. Çokkültürlü bir
toplumda kültürel farklılıklara sahip toplulukların kültürlerine saygı duymak aynı
zamanda o topluluğa mensup olanların sadakatlerinin kazanılmasını sağlar ve bu
durum farklı kültürlere sahip toplulukların geniş toplumla bütünleşmelerini
kolaylaştırır (Parekh, 2002: 252-53). Ancak şurası da bir gerçektir ki çokkültürlü bir
toplumda çoğunluğun değerlerine aykırı değerlere sahip toplulukların olma ihtimali
bulunmaktadır. Toplum, bu değerlerin tümünü hoş görmez; çünkü hem ahlaki
bakımdan kendi kültürüne ters olan birtakım uygulamaları kabul edilmez görür hem
de kendi ahlaki kültürünü korumak ister. Bu noktada eğer toplum onaylamadığı tüm
adetleri yasaklarsa, ahlaki dogmatizm ve aşırı hoşgörüsüzlük ortamı oluşabilir
(Parekh, 2002: 337). Buna benzer durumlarda siyasal sistemin devreye girerek
çoğunluğun tahakkümüne izin vermeden, azınlık kültürlerinin korunmasını ve
devamını sağlaması çokkültürcü politikaların bir gereğidir. Tarihsel süreçte farklı
kültürlerin bir aradalığı sıkıntılı olmuştur, nitekim bu olgu ile ilgili düşünürler,
siyasetçiler ve siyasal bilimciler farklı çözüm önerileri geliştirmişlerdir.
Kültürler arasında diyalog kurulması olası çatışmaları, anlaşmazlıkları
çözmeyi, birlikte yaşayabilmeyi kolaylaştıran bir durumdur. Ancak siyasal bir talep
olarak çokkültürlülüğün vurgulanması ile konunun mahiyeti farklılaşmaktadır. Bu
noktada konu genişleyerek kültürel sahadan siyasal alana doğru kaymakta ve çözüm
de zorlaşmaktadır. Siyasal alana kaymış olan bu durumda artık çokkültürlülükten
değil çokkültürcülükten bahsedilmeye başlanmış demektir.
4. Küreselleşme ve Çokkültürcülük
Kültürel çoğulculuğun sosyolojik bir olgu olarak günümüz dünyasında çok
daha fazla karşımıza çıkması olağan bir durumdur. Ulaşım imkanlarının artması,
iletişimin tüm dünyayı kapsayacak biçimde yaygınlığı, kapitalizmin Pazar
arayışlarının bir sonucu olarak ticaretin uluslararası boyutu, işgücü ihtiyaçlarının
uluslararası göçü sürekli hale getirmesi gibi birçok olgu kültürel çeşitliliği
360
Zafer DURDU
arttırmaktadır. Bu denli farklı kimlikte insanın, topluluğun bir arada yaşayabilmesi
nasıl sağlanacaktır? Olası çatışmaların önlenebilmesi, siyasal düzenlemeler, eğitim, din,
gündelik yaşamın ortak bir devlet çatısı altında barışçı bir biçimde sürdürülebilmesi
nasıl mümkündür? gibi sorular kabaca son 50 yılın cevaplanması beklenen
problemlerini işaret etmektedir. Bu sorulara siyasal sistemin yanıt verme
zorunluluğunun bir sonucu olarak üretilen çözümlerin en çok ses getireni
çokkültürcülüktür. Türkçe literatür incelendiğinde ‚multiculturalism‛ kavramı iki
biçimde çevrilmektedir; çokkültürlülük, çokkültürcülük. Bu çalışmada ele alındığı
biçimiyle çokkültürlülük; kültürel çeşitliliğie tekabül etmekte iken, çokkültürcülük
çokkültürlü bir toplumda farklı kimlikte olan toplulukların siyasal sistem karşısındaki
taleplerinin mücadelesidir.
İlk kez 1941 yılında kullanılan ‚çokkültürlü‛, ‚çokkültürlük‛ kavramları
1970’lerde Avustralya ve Kanada toplumlarının bir özelliği olan, kültürel çeşitliliği
teşvik eden devlet politikaları anlamına gelmekteydi. Sözcük 1989 yılında Oxford
Sözlük’e de girdi ve bu tarihten sonra da kamuoyunda, siyasal tartışmalarda, sivil
toplumda popülaritesi arttı. Çokkültürcülüğün farklı düzeylerde anlaşılması durumu
ile karşı karşıya kalmak mümkündür. İlk tahlil düzeyinde çokkültürcülük, farklı sosyal
çevrelerden, dini inançlardan, etnik kökenlerden veya milliyetlerden gelen bireylerin
oluşturduğu çağdaş toplumların bir özelliği olarak anlaşılmasıdır. İkinci tahlil
düzeyinde çokkültürcülük, kültürel farklılıkların toplumsal örgütlenmesine dikkat
çeker. Bu anlayışta farklılık bireysel bir olgu değil, ‚kültürel temas‛ durumlarında
karşılıklı etkileşime geçen toplumsal kurumlarda vücut bulduğu düşüncesini ifade
eder. Böylece bu anlayışta çokkültürcülük çeşitliliğe değer vermenin bir biçimi (siyasal
sisteme dahil etmeden), çoğulcu bir anlayışın uzantısıdır. Üçüncü tahlil düzeyinde ise
çokkültürcülük, birtakım özel aidiyetlerin varlığını ve değerini kabul etmekle
kalmayan, ayrıca bunları siyasi normlara ve kurumlara kaydetmeyi de öneren belirli
bir siyasi programı ifade eder (Doytcheva, 2009: 15-17). Bu tahlillerden de anlaşıldığı
üzere çokkültürcülük özellikle son tahlilde görüldüğü gibi siyasal bir programdır.
Farklılıklarla bir arada yaşarken ana akım kimlik ve kültürün dışında kendisini
hisseden toplulukların da siyasal alana girebilmesi, böylece de kendisini kendi
değerleriyle tanınan, değerli bir kimlik olarak ortaya koyabilmesi de çokkültürcü
politikaların söyleminde yer alır. Burada temel hedef heterojen toplumsal yapı içinde
siyasal alanın tekil devamlılığının yaratacağı meşruluk krizini geriletmek, sistemin
demokratik devamlılığını garanti altına almaktır.
Çokkültürcülük, modern toplumsal yaşamın ve örgütlenme biçiminin ortaya
çıkarmış olduğu yeni bir krizin –kimlik krizi- çözümünü hedefleyen bir siyaset
tarzıdır. Daha önceki çözüm stratejileri olan Genosit (soykırım), Apartayd (yasa
zoruyla yalıtma, izolasyon), Asimilasyon (zorunlu uyum, azınlığın çoğunluğa devlet
zoruyla uyması) politikaları devletler tarafından birçok ülkede ve farklı zamanlarda
uygulandı. Ancak 1960 sonrası dönemde dünya konjonktüründeki değişimler,
aşağıdan gelen taleplerin devleti zorlaması, demokrasinin demokratikleşmesi (radikal
demokrasi arayışları) çalışmaları yukarıda bahsedilen politikaların meşruluğunu bir
Kimliğin Dönüşümü ve Kültürel Küreselleşme 361
hayli geriletti. Bu nedenle başta Avustralya, Kanada gibi ülkeler olmak üzere
çokkültürcülük uygulamaları hayata geçirildi. Anık’ın ifadesinde görüldüğü üzere
çokkültürcülük; ‚bir toplumda etnik, dinsel, cinsel, kültürel, bedensel, dilsel farklılıklar
temelindeki kimliklerin kabulüne ve bireylerin ve/yahut grupların bu tür
farklılıklarından dolayı negatif ayrımcılığa maruz kalmalarının önlenmesine yönelik
bir kimlik siyasetidir‛ (Anık, 2012: 76-77). Çokkültürcülük politikaları söz konusu
olduğunda C. Taylor önemli bir uğrak noktasıdır. Taylor, Quebec sorunu üzerinden
özellikle çokkültürcülük yaklaşımını ortaya koymuş ve ülkedeki İngiliz ve Fransız
kültürünün bir arada yaşama taleplerinin çıkmazına çözüm aramıştır. Kanada’da
Quebeclilerin kendi anadilleri olarak gördükleri Fransızca’nın kendi eyaletlerinde
resmi dil olması taleplerinin zamanla Fransız yaşam biçiminin tüm özelliklerine doğru
genişlemesi karşısında hükümetin bu konudaki reformlarının Quebeclilerce yeterli
görülmemesi ülkede tam bir çıkmaza dönüşmüştür. Taylor bu noktada soruna çözüm
üretebilmek için farklılıklar politikası anlayışının izlenmesi gerektiğini ileri sürmüştür.
Bu anlayışa göre bir bireyin ya da grubun biricik, kendine has olan kimliği, onları
başkalarından ayıran özellikleridir. Farklılıklar politikası anlayışında egemen kimliğin
içinde farklı olan, azınlıkta olan kimlik eritilmemelidir (Taylor, 2000: 51-52).
Taylor’un farklılıklar politikasının temelinde evrensel bir ilke vardır. Bu ilkeye
göre birey, kimliğini de kültürünü de biçimlendirme, tanımlama gizilgücüne sahiptir.
Bu gizilgücün varlığı herkes için söz konusudur ve herkes de buna eşit saygı
göstermelidir. Taylor Saul Bellow’u ‚Zulular, bir Tolstoy çıkardıkları zaman onu
okuruz‛ şeklindeki bir sözünden dolayı eleştirir ve insanların eşitliği ilkesini
zedelediğini ifade eder. Taylor’un yaklaşımı modern yurttaşların eşitliği ile ilgilidir ve
birey ya da gruplar kamusal alanda kendi farklılığı ile birlikte yer alabilmeli,
görmezden gelinmeyen bireyler ya da gruplar olarak yaşamlarını sürdürebilme
haklarına sahip olabilmelidirler. Eğer tam tersi durum söz konusu ise hegemonyacı bir
tek kültür altında azınlık kültürleri ya da bastırılmış kültürler yabancı bir biçime
zorlanıyor demektir. Böylece alttan alta sistem insanlık dışı davranmakta ve ayrım
gözetici olmaktadır (Taylor, 2000: 54-56). Asimilasyon politikalarını eleştiren,
farklılıkların kendi kimlikleri ile sistem içinde kendi yaşam alanlarının korunması
anlayışının bir savunucusu olarak Taylor, çokkültürcü politikaları bireyin içinde
bulunduğu topluluk bağlamında kendi değerlerini, yaşam biçimlerini koruyabilmesi,
bu farklılıkların da değerli olduğu ve saygı duyulması gerekliliği bağlamına yerleştirir.
Bir kimlik siyaseti olması nedeniyle de çokkültürcülük aslında toplumsal
farklılıkları çözebilen, bir arada yaşama pratiğini demokratikleştiren sihirli bir değnek
imajı yaratmaktadır. Kimlik siyasetleri çok önemli bir siyasal ve toplumsal yeni risk
alanını da beslemektedir. Farklı kimlik özelliklerine sahip toplulukların çok çeşitli
siyasal, kültürel talepleri zaman zaman olası çatışmalara neden olabilir. Bu taleplerinin
hepsinin bir arada yaşatılabilmesi ve aynı zamanda hayata geçirilmesi nasıl mümkün
362
Zafer DURDU
olacaktır? Çokkültürlü bir devlet bu denli farklılık karşısında tüm yaşam ve tanınma
taleplerini eşit ve adil bir biçimde nasıl karşılayacaktır? gibi sorunlar ve sorular çözüm
beklemektedir.
Kimlik siyasetleri, özellikle son 30 yılda artan bir biçimde dünyada
yaygınlaşma eğilimi içindedir. Kimlik kavramının doğası, kendini sorgulama, kendi
tikelliğinde geçmişe bir anlam verme biçimleri içerdiği için siyasal alana girişi olası
problemleri de beraberinde getirmektedir. Ulus-devlet çatısı altında biçimlenen ulusal
kimlik anlayışı aynı ulustan olmayanlara negatif, dışlayıcı ve öteki olarak bakışı
beraberinde getirmiştir. Buna bir cevap olarak da farklılıkların tanınması siyaseti
olarak çokkültürcülük doğmuştur. Kimliğin bu dönüşümü küreselleşme süreci ile daha
da hızlanmış, özellikle çokkültürcü talepler bugüne yaklaştıkça daha da görünür
duruma gelmiştir. Yalnızca kültürel yaşam formlarının kendi gelenek, görenek ve
adetlerini yaşatabileceğine dair bir garantörlük arayışından çok daha fazlası olan
çokkültürcülük olası birçok risklere de açıktır. Olası riskler kimliğin siyasallaştığı tüm
formlarda zaten söz konusudur. Nasıl ki ulusal kimlik tekil bir inşa ise ve milliyetçilik
ideolojisini besliyorsa, üstten belirlenimle kurgulanmış bir kollektivite ise ve anti
demokratik ise; çokkültürcülük de bir kimlik siyaseti olarak bireyi değil bireyin içinde
olduğu cemaati muhatap aldığı için yeni mikro milliyetçilikleri besleyebilir.
Çokkültürcü sistem bireyin önünü kapatma potansiyeline sahip olduğu için
demokrasiden de uzaklaşma riskini barındırmakta, binlerce farklı kimlik talebi ve
farklı hatta çatışabilecek değer yargılarını yeni çatışma biçimlerine taşıma riskini de
bünyesinde barındırmaktadır.
Kimliğin dönüşümü, kimlik siyasetlerinin küresel dünyada daha kolay
yaygınlaşması, hareketliliğin, akışkanlığın artması ile de yakından bağlantılıdır.
Küresel süreçler tüm dünyadaki insanların, malların yani her türlü metanın
akışkanlığını arttırıcı etkilere sahiptir. Ekonomik merkezli küreselleşmenin
yaygınlaşan etkileri dünyadaki ticari ilişkilerin çok hızlı derecede artışı, zengin ve
yoksul ikileminin ülkeler düzleminde kategori galine gelmesi gibi somut görünümlerle
gözlemlenebilmektedir. Küreselleşmenin siyasal ve toplumsal etkileri henüz kimlik
düzlemindeki sorunları tam anlamıyla gündelik yaşamımıza, siyasal alana
ulaştırmamıştır. Önümüzdeki süreçler küreselliğin etkilerinin yerleşik hale gelmesiyle
kimliği ve kimlik siyasetlerini daha acil ve çözülmesi gereken sorunlar biçiminde
karşımıza çıkaracaktır. Çünkü küreselleşmenin mantığı tek bir dünya oluşumuna
dayanmaktadır. Ancak tek dünya; tek kültür, tek kimlik, tek evrensel uygarlık, benzer
üretim ve tüketim kalıpları, yaşam biçimleri mantığı ile ilerlemek durumundadır. Oysa
toplumsal olanın doğası bu denli tekliği içermemekte, her ülkenin farklı tarihsel,
toplumsal ve kültürel arka planı olduğu bilinmektedir. Tüm bunlara ilave olarak
bugün devlet kurumu demokratik ilkeler üzerinden düşünüldüğünde keyfiyetten
uzak, insan haklarını baz alan, azınlıkları da göz önünde bulundurmak, korumak
durumunda olan bir kurumdur. Küresel süreç devletin egemenlik sınırlarını da
daraltmakta; devlet, gücünü artık ulusal ve uluslararası kurum ve kuruluşlarla
paylaşmaktadır. Tüm bu gelişmeler kimlik ile ilgili dinamik öğeleri de donmuş bir
Kimliğin Dönüşümü ve Kültürel Küreselleşme 363
biçimde ele alamayacağımızı, küreselleşmenin hızla ilerleyen karşılıklı bağımlılık
zorlamalarının kimlik siyasetlerini, kimlik taleplerini daha sık ve yoğun hale
getireceğini gösterir gibi görünmektedir.
Sonuç
Kimlik kavramını ve değişen yapısını anlamak ve açıklamak daraltılmış bakış
açıları ile sağlıklı bir biçimde başarılamaz. Kimliğin birey için anlamı modern öncesi
dönem ile modern sonrası döneme göre, bireyin içinde yer aldığı kollektif bağlılıklara
göre, toplulukların tarihsel bağlamlarına, söz konusu kimliğe mensup olanların bir
arada olmak durumunda olduğu devlet çatısına ve o devletin geleneğine göre
değişebilmektedir ki bu nedenle tarihsel-toplumsal şartlara da bakmak gereklidir. Tüm
bunların göz önünde bulundurulmadığı şartlarda kimlikle ilgili talepler anlaşılamaz ve
çözüme yönelik adımları da böyle durumlarda atmak zorlaşır.
1960 sonrası dünyada yoğun bir biçimde gündemi işgal eden kimlik ve kimliğin
dönüşümü, farklı kimliklerin siyasal ve toplumsal alanda görünür olma isteği 1980
sonrası dönemde daha da yükselen bir ivmeye ulaştı. Bu talepler karşısında en büyük
çatı olarak devletler çözüm stratejileri geliştirmeye çalışmaktalar. Toplumsal ve
kültürel çeşitliliğin bir sonucu olarak tek kültür merkezli politikalar sistemde meşruluk
krizlerini arttıracağı için geniş tabanlı, aktif katılıma dayalı bir demokratik sistemde
farklılıkların yaşamları garanti altına alınabilir. Temel hak ve hürriyetlerin tüm
yurttaşlara eşit dağıtımı, dezavantajlı bireylerin ve toplulukların ya da kimliklerin
kamusal alandaki varlığının ötekileştirmeye maruz kalmadan kabulü devlet çatısının
dağıtılmadan da kimlikle ilgili taleplerin karşılanmasında önemli bir adım olacaktır.
KAYNAKÇA
ANIK, Mehmet, (2012), Kimlik ve Çokkültürcülük Sosyolojisi, Açılımkitap Yayınları,
İstanbul.
BALI, A. Şafak, (2001), Çokkültürlülük ve Sosyal Adalet, Çizgi Kitabevi Yayınları,
Konya.
BAUMAN, Zygmunt, (1999), Küreselleşme, Çev: A. Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
BAUMAN, Zygmunt, (2005), Bireyselleşmiş Toplum, Çev: Y. Alogan, Ayrıntı Yayınları,
İstanbul.
BECK, Ulrich, (2006), ‚Küreselleşme Nedir?, Küreselleşme Okumaları (iç.), Ed: K.
Bülbül, Kadim Yayınları, Ankara.
BECK, Ulrich, (2011), Risk Toplumu, Çev: K. Özdoğan-B. Doğan, İthaki Yayınları,
İstanbul.
364
Zafer DURDU
BİLGİN, Nuri, (2007), Kimlik inşası, Aşinakitaplar Yayınları, Ankara.
DOYTCHEVA, Milena, (2009), Çokkültürlülük, İletişim Yayınları, Çev: T.A. Onmuş,
İstanbul.
FEATHERSTONE, Mike, (1991), ‚Global Culture: An Introduction‛, Global Culture,
Nationalism and Modernity (iç.), Ed. M. Featherstone, Sage Publications,
London.
FRIEDMAN, Thomas, (2003), Lexus ve Zeytin Ağacı, Küreselleşmenin Geleceği, Çev:
E. Özsayar, Boyner Yayınları, 3. Baskı, İstanbul.
HABERMAS, Jürgen, (2002), Küreselleşme ve Milli Devletlerin Akibeti, Çev: M.
Beyaztaş, Bakış Yayınları, 2. Baskı, İstanbul.
HALL, Stuart, (1998), ‚Yerel ve Küresel: Küreselleşme ve Etniklik‛, Kültür,
Küreselleşme ve Dünya Sistemi (iç.), Der: A. King, Bilim ve Sanat Yayınları,
Çev: G. Seçkin, ü.H. Yolsal, Ankara.
HELD, David vd., (2006), ‚Küresel Dönüşümler, Siyaset, Ekonomi ve Kültür‛,
Küreselleşme Okumaları (iç.), Ed: K.Bülbül, Kadim Yayınları, Ankara.
KELLNER, Douglas, (2002), ‚Theorizing Globalization‛, American Sociological
Association, Sociological Theory, 20:3, November.
KEYMAN, Fuat E., (1999), Türkiye ve Radikal Demokrasi, Bağlam Yayınları, İstanbul.
KYMLICKA, Will, (1998), Çokkültürlü Yurttaşlık, Ayrıntı Yayınları, Çev: A. Yılmaz,
İstanbul.
LECHTE, John, (2003), Key Comtemporary Concepts, Sage Publications, London.
MORLEY, David&ROBINS, Kevin, (1997), Kimlik Mekanları, Ayrıntı Yayınları, Çev: E.
Zeybekoğlu, İstanbul.
ÖZYURT, Cevat, (2005), Küreselleşme Sürecinde Kimlik ve Farklılaşma, Açılım Kitap,
İstanbul.
PAREKH, Bhikhu, (2002), Çokkültürlülüğü Yeniden Düşünmek: Kültürel Çeşitlilik ve
Siyasi Teori, Phoenix Yayınları, Ankara.
ROBERTSON, Roland, (1999), Küreselleşme, Çev: Ü. H. Yolsal, Bilim ve Sanat Kitabevi,
Ankara.
SCHNAPPER, Dominique, (1995), Yurttaşlar Cemaati, Kesit Yayıncılık, Çev: Ö. Okur,
İstanbul.
SEN, Amartya, (2010), Kimlik ve Şiddet, Optimist Yayınları, Çev: A. Kardam, İstanbul.
STEGER, Manfred B., (2006), Küreselleşme, Çev: A. Ersoy, Dost Kitabevi, Ankara.
TAYLOR, Charles, (2000), ‚Tanınma Politikası‛ Çokkültürcülük (iç.), Der: A. Gutman,
YKY, İstanbul.
Kimliğin Dönüşümü ve Kültürel Küreselleşme 365
TOMLİNSON, John, (2004), Küreselleşme ve Kültür, Çev: A. Eker, Ayrıntı Yayınları,
Ankara.
WATERS, Malcolm, (2001), Globalization, Second Edition, Taylor&Francis –e library.
WEEKS, Jeffrey, (1998), ‚Farklılığın Değeri‛, Kimlik (iç.), Çev: İ. Sağlamer, Sarmal
Yayınevi, İstanbul.
Top Related