Guraba Mecmuası 6.sayı

204
Guraba Mecmuası 6. Sayı

Transcript of Guraba Mecmuası 6.sayı

Guraba

Mecmuası

6. Sayı

Nasıl Bir Berâet ? Berâet mi Mahkûmiyet mi ?Berâet Gecesi veya kandili, Üç Aylar’ın ikincisi olan Şa’bân ayının ortasındaki, yani on dördüncü gününü on beşinci gününe bağlayan gecedir. Bu geceye Berâet yani günahlardan uzak olma, kurtulma, affolma gecesi diye isim verilmesi, bu gecenin ve gündüzünün (on dördüncü gününün) bir takım ibâdetler ile ihyâ edilmesinin günahlardan kurtuluş sebebi olduğu içindir.

 Hanbelî mezhebinin büyük hadis ve fıkıh âlimlerinden olan İbn-i Receb el-Hanbelî’nin Letâifu’l Meârif isimli eserinde bu geceve gündüzü ile alakalı uzunca yazılan çok kıymetli bilgileri vardır. Bu yazıda o malumatı burada kısaca aktarmak istedik.

 İbnü Receb el-Hanbelî, hulâsa olarak şöyle diyor:

 Ahmed b. Hanbel, Ebu Dâvud, Tirmizi, Nesâî, İbn-i Mâce, İbn-i Hibbân, Sahîh’inde ve Hâkim rivayet ettiler:

Şaban ayı yarılanınca Ramazâ-na kadar oruç tutmayınız.

 Tirmizî ve diğerleri bu hadisin Sa-hîh olduğunu söylerler. Âlimler bu hadisin Sahih olup-olmadığında, sonra da bununla amel edilip-edilmeyeceğinde anlaşmazlığa düştüler. Bir-çokları Sahihtir dediler. Tirmizi, İbn-i Hibbân, Hâkim, Tahâvî ve İbn-iAb-di’l Berr, Sahîh olduğunu söyleyen Âlimlerdendir. Şu

âlimlerden daha büyük ve daha çok ilim sahibi olan kimseler de hadisin zayıflığına hükmettiler ve Münkerdir dediler. Abdurrahmân b. Mehdî, İmâm Ahmed b. Hanbel, Ebû Zür’a ve Esrem bunlardandır. Ahmed b. Hanbel şöyle dedi: (Şu hadisin râvisi olan) Alâ, bundan daha münker bir rivayet yapmadı. Ahmed b. Hanbel şu hadisi Ramazândan önce bir veya iki gün önce oruç tutmayınız hadisiyle red-detti. Çünki bunun tersinden iki gün-den daha çok öncesinden oruç tutmanın caiz olduğunu göstermektedir. 

 Esrem şöyle demiştir: Hadislerin tamamı buna terstir. Esrem busö-züyle, Nebi sallellahu aleyhi ve sellem’in Şa’ban’ın tamamını oruçla geçirdiği ve orucunu Ramazân’a ek-lediğine ve Ramazân’dan iki gün ön-cesinden oruç tutmayı ve Ramazân’ı karşılamayı ya-sakladığına işaret et-mektedir. Şu hadis böylece(daha) Sahîh hadislere ters düşen şâz bir hadis olmuş olur.

 İmâm Tahâvî bu hadisin hükmü-nün kaldırıldığını söylemiş ve bununla amel edilmeyeceğine dair âlimlerin icmâının (söz birliğinin) olduğunu an-latmıştır.

 Başka bir takım âlimler ise bu hadis ile amel etmişlerdir. İmâm Şâfiî ve arkadaşları onlardandır. Onlar şöyle demiştir: Şa’bân’ın yarısından sonra nâfile tutmaya başlanması yasaktır.

O günleri oruçlu geçirme âdeti olmayanlar için, bizim arkadaşlarımızın (Han-belî âlimlerinin) sonradan gelenlerin-denbiride bu hususta onlara uymuş-tur. 

 Sonra, âlimler, bu Şa'bân’ın son yarısında nâfile tutulma(ma)sının te-mel sebebinin ne olduğunda anlaş-mazlığa düşmüşlerdir. (Yasaktır di-yenler) Kimisi, Ramazân ayına, on-dan olmayan günlerin eklenmesi korkusundan yasaklandığını söyle-mişlerse de bu uzak bir ihtimâldir. Böyle bir ihtimal biriki gün için söyle-nebilir. Kimileri bu yasağın, Ramazân orucu için kuvvet kazanmak sebebiyle olduğunu, şu günlerde oruç tutmanın kişiyi zayıf bırakabileceğini söylemiş-lerdir. Bu görüş Veki’den rivâyet edil-miştir.

 Nebi sallellâhu aleyhi ve sellemin Şa'bânın tamamını veya çoğununu oruçla geçirdiği rivâyetleri bu iddiayı reddetmektedir. Bütün bunlar Şa'bânın son yarısında oruç tutmakhakkındadır.

 Şa'bân’ın ortasında oruç tutmaya gelince. Bu söz birliği ile yasak değil-dir. Çünki bu, her ayın oruç tutmanın teşvîk edildiği, Eyyâm-ı Bıyz denilen ak günlerdendir. Bu günde husûsi-yetle Şa’bân ayında oruç tutma emri gelmiştir.

 İbn-i Mâce Sünen’inde Ali radiyel-lâhu anhu’dan Zayif bir isnâd ile rivâ-yet etti: Şa'bân Ayının yarısı olunca, gecesindekaim (namaz ve diğer ibâ-detlerle ayakta) gündüzünde sâim (oruçlu) olunuz. Çünki Allah Teâlâ o gecede güneşin batışında dünya se-masına iner  ve, hey! Yok mu affe-dilmek isteyen… onu affedeyim? Hey! Yok mu rızık isteyen onu rızıklandırayım?..

Hey! Yok mu belâ, musîbet ve hastalıklara tutulan, onu ondan kurtarayım?... Hey! Yok mu şöyle şöy-le? Fecir doğana kadar bu böyle devam eder.

 Şaban’ın ortası (Berâet Gecesi)nin fazileti hakkında başka birçok hadis vardır. O hadisler hakkında değişik fikirler ileri sürülmüştür. Çokları bu hadisleri Zayıf görmüş, kimisini de İbn-i Hibbân, Sahîh kabul etmiş ve Sa-hîh’inde rivâyet etmiştir. En sağ-lamlarından birisi Hz Âişe radıyellâhu anhâ hadisidir:

Ya Âişe!... Allah celle celâlühû’nun ve Resûl’ü sallallâhu aleyhi ve sellem’in sana eksiklik yapacağından mı korkmuş-tun? Ahmed b. Hanbel, Tirmizî ve İbn-i Mâce rivâyet etti: Hz. Âişeradıyellâhu anhâ şöyle dedi: (Bir de-fasında) Resûlüllâh sallellâhu aleyhi vesellem’i bulamadım ve dışarı çık-tım. Bir de ne göreyim ki O, Bekı’ me-zarlığında başını yukarı kaldırmışbir halde duruyor. Şöyle dedi:

 (Hz. Âişe radıyellâhu anhâ), Ya Resûlellah!.. Hanımlarından birinin yanına gittiğini zannettim, dedim, dedi.

Bunun üzerine Resûlullah şöyle buyurdu:

Hiç şübheniz olmasın ki, Allah Tebâreke ve Teâlâ, Şa'bân ayı-nın yarısının gecesinde (Berâet gecesinde) dünya semâsına iner ve Kelb Kabilesinin koyunlarının kılların-dan daha çok sayıda mü’mine mağfi-ret eder.

Şübheniz olmasın ki Allah celle celâlühû Şa'bân ayının ortasının gecesine yukarıdan aşağı (organla değil de kendine yakışır bir şekilde) bakar ve müşrik ve muşâhin (buğz’u hak etmeyene şiddetli buğz eden) dışında bütün yarattıklarına mağfiret eder. İbn-i Mâce Ebû Mûsâ radıyellâhu anhu’dan rivâyet ettiğine göre Nebi sallellâhu aleyhi ve sellem şöyle bu-yurdu:

Hiç şüphe-siz ki Allah celle celâlühû Şa'bân’ın ortasının gecesinde mahlûkatına ba-kar ve iki kişi hariç kullarına mağfiret eder. (İslamî ölçüler içinde kızmayı ve düşmanlığı haketmeyenlere) buğz ve düşmanlık eden ve (haksız yere) bir can alan. Ahmed b. Hanbel Abdullah b. Amr’dan, o da Nebi sallellâhu aleyhi ve sellem’den rivâyet etti:

 Bu hadisi İbn-i Hibbân, Sa-hîh’inde Muaz radıyellâhu anhu’dan Merfû’ olarak rivâyet etmiştir. Ve bir takım başka rivâyetler…

 Berâet Gecesi’ni, Tabiîn’in Şam ahâlisinden Hâlid b. Ma’dân, Mekhûl, Lukmân b. Âmir ve diğerleri bu gece-ye hürmet eder ve onda ibâdette ğayretli davranırlardı. Bu geceyi üstün tutmayı ve ona hürmet etmeyi, insan-lar onlardan aldılar. Denildiğine göre, onlara ben-i İsrâîl haberlerinden bir takımları ulaştı. Bu onlardan belde-lerde şöhret buldu. İnsanlar bu husus-ta değişik tavırlar sergiledi. Kimileri bunu onlardan kabul etti ve bu gece-ye hürmet etmekte onlara muvafakat etti. Basra âbidlerinden olan bir grup onlara uyanlardandır.

 Hicaz âlimlerinin çoğu bunun kar-şısına çıktı. Atâ ve İbn-i Ebî Müleyke onlardandır. Abdurrahmân b. Zeyd b. Eslem, bunu fâkihlerden nakletti. Bu görüş; Mâlik’in arkadaşlarının ve baş-kalarının görüşüdür. (Onlar) Şöyle dediler. Bütün bunlar bid’attir.

 Şam âlimleri bu gecenin ihyâ edilmesinde ikiye ayrıldılar:

 Birincisi Tâife: Bu gecenin mescidde cemâat ile ihyâ edilmesi müstehabdır, dediler. Hâlid b. Ma’dân, Lukmân b. Âmir ve diğerleri bu gecede en güzel elbiselerini giyi-nirler, kokulanırlar, sürme sürerler ve bu geceleri mescitte ibâdet ederlerdi.

 İshâk b. Râhûye isimli büyük ha-dis âlimi bu hususta onlara uyar ve bu gecede mescidde cemaat ile namaz kılmanın bidat olmadığını söylerdi. Bunu ondan Harb b. Kirmânî isimli Muhaddisve Fakîh Mesâil isimli ese-rinde nakletmiştir.

 İkincisi Tâife: Bu gecede, mescidlerde namaz, kıssa ve dua için toplanılması mekruhtur, dediler. Bu gecede kişinin kendi için kendi başına namaz kılması mekruh değildir. Bu İmâm Evzâî’nin görüşüdür. Doğruya en yakın olan inşâellâh bu görüşdür.

 Ömer b. Abdi’l-Azîz’den şöyle ri-vâyet edilmiştir: O, Basra’daki vazifeli memuruna şöyle yazdı: Senenin dört gecesineiyi sarıl. Zira Allah celle celâlühû bu dört gecede rahmetini fazlaca döker: Receb’in ilk gecesi, Şa'bân’ın ortasının gecesi,Ramazân bayramının gecesi, Kurbân bayramı gecesi.

 Ömer b. Abdi’l-Azîz’den yapılan bu rivayetin doğruluğu söz kaldırır.

 İmâm Şafiî rahimehullâh şöyle dedi: Bana ulaşan rivâyete göre,şu beş gecede duâ makbuldür: Cum’a gecesi, iki bayram gecesi, Receb’in başı ile Şa'bân’ın ortasının geceleri.

Bu geceler hakkında rivâyet edilenle-rin tamamını seviyorum. (veya bu ge-celerin hakkında anlatılanların tama-mını seviyorum).

 Ahmed b. Hanbel’den bu gece hakkında bir şey geldiği bilinmemek-tedir.

 Ramazân ve Kurbân bayramlarının geceleri hakkında Ahmed b. Hanbel’den yapılan iki rivâyetten, Berâet gecesinin kıyamının müstehâb olup-olmadığı hakkında iki rivâyet çı-karılmaktadır. Zira O, bir rivâyette, bayram gecelerinin kıyamını hoş kar-

şılamıştır. Çünki onun hakkında Nebi sallellâhu aleyhi ve sellem ve arka-daşlarından bir rivâyet gelmiştir. Baş-ka bir rivâyette de bunu -Tabiîn’den olan Abdurrahmân b. Yezîd bunu yaptığı için- hoş görmüştür.

 Berâet Gecesi kıyamı da böyledir. Zîrâ, bunun hakkında Nebi sallellâhu aleyhi ve sellem ve arkadaşlarından hiçbir şey mevcûd değildir. (Herhalde teferruât ve tafsîlât kasdedilmektedir veya itirazsız Sahîh yollar ile denil-mek istenmektedir. Yoksa İbn-i Mâce ve İbn-i Hibbân’ın Resûlullah sallellahu aleyhi ve sellem’den yaptık-ları rivâyetler önceden geçti)

 Berâet Gecesi hakkında Şam’ın ileri gelen âlimleri olan Tabiûn’dan rivâyet mevcûddur. (İbn-i Receb’den kıslatılarak yapılan nakil bitti)

 Kısacası bu gece birçok Muhaddis ve Müctehid’e göre değişik şekiller ile ihyâ edilebilir; değerlendirilebilir.

 Müslümânların güzel bulduğu Allah’a göre de güzeldir.

 Ancak bu geceyi ihyâ etmek, mü’minleri avutmaya ve uyutmaya sebeb yapılırsa, içinde işlenenler şim-dilerdeki gibi karışık değil de süzme ibadet bile olsa, dolayısıyla kötü olur. Yok eğer, mü’minlerin uyanmasına ve bileylenmesine sebeb yapılırsa mübah ve ruhsatlar bile olsa iyi ve güzel olur…

El verir ki şekli ve heyeti itibarıyla değilse bile, aslı bakımından Sünnet ölçülerine uyacak bir tarzda olsun. Berâet edeyim derken cezayı katlama akılsızlığı işlenmesin.

 Sahâbe efendilerimiz için, koyun ve deve kokuyorlardı, diyebilecek kadar edebsizleşebilen, terbiyesizle-şebilenler var. Belli odakların hızlı ve gayretli sulamalarıyla kısa zamanda çimlendirilip boy attırılan şu Müsteşrik tohumları artık meyve vermeye baş-ladı.

Buna rağmen gıkı bile çıkmayan sözüm ona Ehl-i Sünnet olan, amahakîkatte şu sıfatla uzaktan yakından alâkaları kalmayan fikir ve zihniyet felci geçiren alîl Müslümanlar, ivme kazanarak

devâm eden şu tereddî/ yuvarlanış hallerine rağmen neyin Berâetini bekliyorlar?!..

 -Hâşâ- Allah’dan bıkan, dîninden usanan ve artık Şerîat’i geçerakçe görmeyip değişik akçe aramak için başka sâhillere demir atan değişenle-rin Berâet ile ne işleri olabilir?!...

 Bu gece münasebetiyle, toplu din-den dönmelerin yaşanmasının sebeb ve zemînini teşkîl eden günü-müz geniş yelpâzeli şartlarının doğru tesbit ve teşhîs edilmesi,

Berâet yolunda atılacak en ciddi ve mühim ilk adım olacaktır. Dinini, iktisâdî ve si-yâsî dünyalıklar karşılığında pazarla-manın ve satmanın artık sıradan işler hâline getirildiği günümüzde, İslamî şahsiyetini/kişiliğini koruma kararı al-mak, Berâet için ilk mühim adımlar-dan biridir. İktisâdî ve siyasi ihtirasları yüzünden dînî hassasiyetleri ve esas-ları kalp akçeilân eden alçaklardan olmamak, onları teşhis ve ifşâ etmek, onlara yardımcı olmak şöyle dursun, onları hizaya sokmak, değilse, manen imhâ için en ciddi kararları almak, Berâet için mutlak lüzumlu bir şart-tır…

 Osmanlının son döneminin ateşli İslamcılarından bir sürü münevver âlimlerin(!) daha sonraları, iktisadî ve siyâsî ihtiraslarla ne denli birer İslam düşmanı haline geldiklerini İslâm’ın ve Müslümanların başına ne büyük bir bela olduklarını,Küfür cebhesinin nasıl birer cins av köpeği haline gel-diklerini düşünerek önünü iyi görme kararı almak… İşte Berâet için en büyük bir mesafeyi kat etmek teşeb-büsü…

 Hafızanallâh…. Sâdık u Masdûk’un mu’cizevî ha-beri haktır; olmaktadır ve olacaktır: İnsanlar fevc fevc/bölük bölük Alla-hın dînine girdiler; ondan fevc fevc çıkacaklardır.

 Teşrî’ (yasama-kanun yapma) ile icrayı/kanunları uygulamayı karıştıra-bilecek, birincisinin hakîkî bir hâkimiyyet diğerininise mecâzî bir mâlikiyet olduğunu kestiremeyecek kadar ahmak olanların sevk ve idâresi altındaki Müslümanların(!) Berâet beklemeleri ham hayâl değildir de nedir?!…

 Demokrasilerde hakimiyyet anlayı-şının icra(yürütme)den ibaretolmayıp esas i’tibâriyle teşrî’ (kanun yapma) bakımından olduğunu hiç değilse ansiklöpedilere bakıp anlayabilme seviyesinden uzak olan kargaların kılavuzluk yaptığı müminlere(!) Berâ-et’i Sam dayılarından başka kim ve-recek?!...

 Vatandaşlık Bilgisi yâhud Yurt Bilgisi veya Yurttaşlık Bilgisiisimli ilk mekteb kitablarından bile Yasama Hakimiyyet’i ile Yürütme salâhiyeti arasındaki farkı göremeyecek kadar kör olanların veya görüp de örtecek kadar hâinleşebilenlerin -bağışlayın- necâsetlerinde hala boncuk arayanlar boşuna Berâet beklemesinler.

“Yeryüzündekilerin çoğuna itaat edersen, elbette seni Allah celle celâ-lühû’nün yolundan (dininden) saptıra-caklardır. Onlar sadece zanna uy-maktadırlar onlar ancak yalan söyle-mektedirler”, “Onların çoğu müşrikler oldukları halde Allah celle celâlühû’na iman etmektedirler”, “Fakat insanların çoğu elbette fâsıklar (kafirler, yoldan Allah’a itaatten çıkanlar)dır.”

 Sapla samanı karıştıran ökse kuş-ları ile avlanan, onların çaldığı Sam amcalarının veya Buşh babalarına âid kaval ile suyainen, sonra da onunla yaylıma dönen Mü’minlerin Berâet beklemesi cinnet seviyesizliğinde bir bönlük…

 Allah celle celâlühû hâkim imiş; amma hâkimiyeti kullarına vermiş imiş (!...)

(Allah) celle celâlühû hükmüne hiç kimseyi ortak etmez.Mülkünü dilediğine verir âyeti celîlesinin Teşrî’/yasama değil de İc-râ/yürütme Mâlikiyetini anlattığını bi-lemeyecek şaklabanların kuyruklarına takılan -bağışlayın- davarlar nire, Berâet nire?!... Hâşâ,

 Kimi Demokrasi muhibleri/âşıkları dahî, demokrasiyi, Allah celle celâlühû’nun hükümlerinin kulla-rınkine uygun olması şeklinde anla-yıp anlatıyorlar? Allah celle celâlühû iman ve akıl vere…

, demekle başlayıp icabını yapmakla devam edecek ve noktala-nacaktır. Beraet, sadece Allah celle celâlühû’ya dönmek ile olacak, Kul-ları onun hükmüne ortak etmek veya, Hükmünü kullaragasb ettir-mek’ten tevbe edip, Hüküm (başka-larının değil) sadece ve sadece O’nundur

 Yoksa heyhât… Ya katlanılmaz uzun veya müebbed, veyahud da i’dâm-ı ebedî şeklinde bir katmerli ce-za… Neyin Berâet’i?... Bu şârtlara rağmen, dalga mı geçiliyor?!... Musta-fa Özcan’ın yazısından da anlayaca-ğınız gibi İslâm’ı içinden kemirmekle vazîfelendirilenlerin revâcda tutulup baş tâcı yapıldığı bir hengâmede kılı kıpırdamayanların Berâetle ne işi var?!.. Lütfenyazımızın burasından sonrasını o yazıyı okuduktan sonra okuyunuz.

 Sözü edilen yazıdan anlaşıldığına göre, En-Naîm ve Kurucan’ın yaptı-ğı, dinden dönmek zihniyetinin usta-ca ve şeytanca vesveseler şeklinde Müslümanlara zerkedilmesi ameliye-sinden başka bir şey değildir. Demek dinin belki devlet talebi olmayabi-lir, ha!... Ne dikkatlice ve şeytânca şuûr altı enjektesi değil mi? Değilse, ne câhilâne bir nâne yeyiş; öyle değil mi?!..

İnanmama özgürlüğü de dâhil hepsinin tasdîk ve kabûlü… Nasıl in-kâr edebilirsiniz?!.. diyen yaratıcıya meydan okuma densizliği… Râzı olunmayan ve 'âkıbet cezayla nokta-lanacak inanmama irâdesi ile hiçbir cezâî müeyyidesi olmayan inanma-ma hürriyet’ini karıştıracak âlim, kül-türlü ve süper entelektüellere ne de-nir?!.. Aynı misyonun sadece zâhirde farklı heykelleri…

Lütfedilip de dinin devletten talep ettiği ve tatbikini istediği değerler, prensipler vardır deniliyor. Acabâ?... Yanılmış olmaya-sınız bay Kurucan?.. Ya devlet, be-nim, bana göre referanslarım var-dır; dîn, ne aslıyla ne de faslıyla referansım olamaz derse, din ne di-yecek? Mâdem öyle istiyorsun, çok da mühim değil; vaz geçtim gitti, mi diyecek. İfâdelerin siyâk ve sibâ-kı/başı sonu, elbette ki, ucunun nere-

lere vardığı belli olan bu otobanı mecbûrî istikâmet olarak gösteriyor.

Boynu ilmekte olanın celladdan su taleb etmesi nevinden bir şeybu; çok fazla değil mi?.. Irzına geçmek üzere üzerine çöreklenen alçağa, mazlûmenin nâmusuma dokunma ne olursun, talebine benzer bir şey bu…Öyle değil mi?.. Böylesi bir taleb yerine getirilme şansı büyük olan (!) esaslı ve ma’kûl bir taleb değil mi?... Başta, aralarında yetki uyuşmazlığı gördüğü kavgalı olduğu Allah olmak üzere, kimseye hesâb vermeyeceği inancını taşıyan ceberût bir otorite-den, ilâhî tuğrâlı bir taleb, kendini yemek üzere ağız şapırtadan ve diş bileyleyen yamyama “acı bana, yeme beni, ne olursun” gibi ne kadar da ma’kûl ve mantıkî bir taleb, değil mi?!...

Demirel olsun, onun kafasındaki bir başkası olsun, dînin ferd tarafından bazen hiçbir şekilde bazen de kimi hallerde tatbîk edilemeyecek ahkâmı için, kaldıralım, ibtâl edelim ve ata-lım teklîfleri, onları ibâhe/olup olma-ması bir veya istihbâb/mübâhlık/olması daha iyi ama olmasa da olur derekesinedüşü-ren şunlardan daha delikanlıcadır. Bu açık inkâr ne de olsa nifâktan ve al-datmak düşüncesinden uzaktır. De-veyi yardan atlatan bir tutam ottur, diyenler müşâhede ve tecrübelerine dayanarak ne yaman demişler…

Biz dahî müşâhade ve tecrübe ettik sey-retmekte olduğumuz ibretlik manza-raya bakarak söylüyoruz; Mü’mini de dininden eden alçak dünya ve dünyalıklardır, bayım; başkası de-ğil… Hâsılı, ha en-Naîm, ha Nasrullah, ha Kurucan, ne fark eder?... Tut birisini vur ötekisine; durmadan diyaloğ yapsınlar… Müsâ-deme-i efkârlarının netîcesinde -Cenâb Şehâbeddin’in dediği gibi- çar-pışan kabaklardan ortaya çekirdekler çıksın…

Evet, söyleyin, neyin Berâeti?.. Bu Berâet talebleri mevcûd suçlara ilâve olarak alayı ve hafife almayı da bu-lundurduğundan korkarız ki, mahkû-miyeti katlama sebebi olacaktır.

 Yapıla geldiği gibi, birilerince Rablaştırılanlardan değil de,ancak Kâinatın yaratıcısı Rabbinden Berâetimizi istiyoruz… Yâ Rabbenâ!.. Biz âciziz, günâhkârız, nezdinde mahkûmiyyeti hakettik ama dînimiz olan senin dînini dünyâmız için sat-madık,Berâetimizi istiyoruz…

***

Bu sayımız, yazarlarımız Muham-med Önder hoca ile Muhammed Reşad bey’in elde olmayan sebepler-den dolayı yazılarını alamadığımız için 56 sayfa olarak hazırladık. Yazar-larımızın yazdığı sayfaları başka yazı-larla doldurmamayı münasip gödük.

7. sayımızda dopdolu bir ĞURABÂ ile buluşmak ümediyle Allah’a emanet olunuz.

Sünnet-i mutahhere etrafındaestirilen vesvese kasırgaları

münasebetiyle - 1Bundan sonra...

Hadîs ilimlerinde birilerince otorite sayılmasına ve artık kendince de böyle sanılmasına rağmen aslında bununla uzaktan

yakından alâkası olmayan Sayın Bay M. Hayri Kırbaşoğlu’nu birçok affedilmez usûlî/temel cinâyetleri husûsunda birkaç makâlemizde tenkîd ettik; bahsimizle alâkalı devirdiği çamlar ve kırdığı çanaklar ortadadır. Bu mevzûlarda O’nu îkâz ettik. Şimdi de kendisini artık panel şeklinde bir görüşmeye çağırıyoruz.

Îkâz ve da’vetimize kulak vermediği müddetçe onunla mecmûamızınsayfalarında hadîsler ve değerlendirmeleri hakkında konuşmaya devam edeceğiz; olur ki sattığımız bu aynalar bir görenin elinegeçer de işe yararlar…

Makâlemizi inşâellâh Yedi Fasıl ve Bir Netîce’de ele alacağız.

Birinci Fasıl, Cessâs’ın Mütevâtir Hadîs Anlayışı,

İkinci Fasıl, Usûl-i Fıkıhçılara Göre Sahîh Hadîs’in Ne Demek Olduğu,

Üçüncü Fasıl, Hadîslerin Kutsal Metinler Olup Olmadıkları,

Dördüncü Fasıl, Oryantalistlerin, İslâmî İlimlerdeki Tahlîllerinin İlmî Bir Değerinin Bulunup Bulunmadığı,

Beşinci Fasıl, (Bilimsellik) Veya (Objektivite Hastalığı)nın Nedemek olduğu,

Altıncı Fasıl, Hadîslerin Nebî Sallallâhu Aleyhi ve Sellem Efendimiz İle Ne Ölçüde Alâkalı Oldukları,

Yedinci Fasıl, (Kaynak Bilincinden Kaynak Metodolojisine) Sözünün Ne Demek Olduğu?

Netîce de hâsıl-ı kelâm hakkında olacaktır.. Ve minellahi’t-tevfîk…

Kırbaşoğlu yanlışlarına devâm ediyor:

(Birinci Fasıl)Cessâs’ın Mütevâtir Hadîs Anlayışı Nedir?

----------------------------------------------

İddia: “….Cassâs, ardından, kendisi bir başka taksim yaparak sözlerine şöyle devam eder:

Haberler iki kısımdır: Mütevatir ve mütevatir olmayan. Mütevatir; âdeten, pratikte, aslı olmayan bir haberi uydurmak üzere anlaşıp söz birliği etmeleri mümkün olmayan kalabalık birgrubun nakletiği haberlerdir. Mütevatir olmayan ise, aslı olmayan bir haberi uydurmak üzere anlaşmaları mümkün olan sayıda bir grubun veya tek tek şahısların naklettikleri haberlerdir.

Mütevatir de iki kısımdır: Bir kısmının kesin doğru olduğu zorunlu olarak bilinir, bir kısmı ise kesin bilgi ifâde etmez.[1]” [2]

Cevâb: Cessâs sözü edilen eserinin verilen sayfasında, budanmayan şekliyle şöyle diyor: (Mütevâtir)’e gelince, o iki kısımdır: Bir(inci) Kısmı, Haberi, -berâberinde bulunup da sahîh olduğunu (ilmi îcâb ettiren) delîller sebebiyle nazar ve istidlâl olmadan- (Iztırârî)/ kaçınılmaz olarak bilinen(Mütevâtir)dir. (İkinci) Bir Kısmı da, (İlim îcâb ettirmeyen)/(Mütevâtir)dir... Ondan/ mütevâtirden (ilim îcâb etmeyen)i de iki kısımdır: Biri, (ilm(-i Nazarî)) îcâb ettirir.Diğeri de ilim îcâb ettirmez.

Şuradaki altı çizili ibâreye dikkatle bakılacak olursa, ya müstansıh veya matbaa hatası olduğuna, yâhud da görünüründen başka bir şekilde te’vîl edilmenin lâzım geldiğine kanâat getirmeye mecbûriyet doğacaktır. İlk iki hatâ ihtimâli doğru

değilse ve son ihtimâl olan te’vîl ihtimâli doğruysa şöyle diyoruz:

Burada Cessâs’ın dediği anlaşılamadığı için fahiş bir bilgi hatâsı zuhûr etmiştir. Halbuki O’na göre (Mütevatir) iki kısımdır; birincisi (ilm(-i Iztırâri)) ifâde ederken ikincisi olan (Meşhûr) kısmı (ilm(-i Iztırârî)) ifâde etmeyip (İlm(-i Nazarî)), yani, (İstidlâlî İlim) ifâde eder. Bunun ma'nâsı şudur: Birincisi ile avâm havâss nazar ve derinliğine düşünmeden (İztırârî) yani mecbûrî olarak bir ilim sahibi olur.İkincisi ile ise böyle bir (avâm ve havâssın bilmemesi inkânsızolan) (Mecbûrî) ilim hâsıl olmaz. Aksine, (yolunu bilenlerce) delîl getirme ve derin düşünme ile (İlm (-i Nazarî)) hâsıl olur.

Cessâs’ın ibâresinde Kırbaş-oğlu’nun tercümesinde kullanılan (kesinlik) veya (kat'îlik) kelimeleri yoktur. Evet, mantık, kelâm ve Usûl-i Fıkıh kitâblarında (ilim) çoğu zaman kesin bilgi ma’nâsında ve (zann) karşılığında kullanılır. (Zann) bildiren bilgilere ise bazen mecâzen (ilim) denildiği de olur.

Cessâs’ın, (aslı olmayan bir haberi uydurmak üzere anlaşmaları ‘Mümkin’ olan sayıda bir grubun…) ifâdesindeki (İmkân), (İmkân-i Aklî) olup, bu, Şer’î cezâlardaki (iki şâhid) veya (dört şâhid) hattâ (i’tirâf), ile sâbit haberlerde dahî vardır. Zîrâ şu şâhidlerin ve i’tirâfçının yalan söylemeleri (Aklen Mümkin) ve (Muhtemel)dir. Şunların haberleri bu ma’nâda (İlm-i Zarûrî) ifâde etmez. Şâhidler haksızlık, i’tirâfçı da intihâr, şöhret bulmak veya eziyetten zevk almak (Mazoşistlik) ve benzeri sebeblerle yalan veya yanlış söylemiş olabilirler. Ancak böyle bir İmkân ve ihtimâl ne Beşerî ne de Şer’î hukûkta mu’teber kabûl edilmemiş ve tereddüt sebebi sayılmamıştır. Kırbaşoğlu’nun buradaki sözlerinde de câhilce veya kasıdlı bir saptırma vardır.

Cessâs, 'Îsâ b. Ebân’dan naklederken, (tek çeşit Mütevatir) bulunduğunu ve bunun (İlm-i Iztırârî) veya (İlm-i Zarûrî) ifâde

ettiğini, Ebû’l-Hasen el-Kerhî yoluyla da Ebû Yûsuf’dan, Recm ve mestler üzerine meshetmek gibi, (Cumhûr’a göre (Meşhûr) sayılan), onlara göre (ise) (Mütevâtir)in ikinci kısmı olduğununakletmiştir.

Cessâs sözü edilen kitâbında şöyle diyor: (Tevâtür)ün iki kısmından ikinci kısmına gelince… O, doğru olduğu istidlâl/delîllendirme ile bilinendir. Çünki, Ebû’l-Hasen(-i Kerhî) rahimehullâh Ebû Yûsûf’dan şöyle rivâyet ederdi: Kur’ân’ın neshi sâdece, mestler üzerine meshet-mek gibi ilim gerektiren (Müte-vâtir) haberle câiz olur. Bu zikrettiği sözü şunu göstermektedir: O, Mütevâtir haberlerden, doğruluğu istidlâl (delîl getirme) ile bilinenleri vardır. Çünki bu, mestler üzerine meshetmenin sıfatıdır. Zîrâ, hiç kimsenin onun sübûtu ve doğru olduğunda ıztırârî (mecbûrî) ilim bulunduğunu iddia etmesi mümkin değildir. Hâlbuki biz bu kitabın başında, ‘İsâ İbn-ü Ebân rahimehullah’dan hikâye ettik ki, O’na (İbn-ü Ebân’a) göre Mütevâtir haber, Zarûret İlmi îcâb ettiren haberdir. O, bu rütbede olmayan haberi (Mütevâtir) haberden saymaz.

Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’den, altı sınıf maldaki fazlalığın haramlığı ile Mut’a Nikâhı’nın önce mübâh, mübâhlıkdan sonra da yasaklığı hakkında gelen haberler de, mestler üzerine meshetmek gibi olan haberlerdir. Recm ve benzeri, (yalan olan) bir şey üzerinde birleşmeleri veya hata etmeleri kendileri gibi kimseler hakkında imkânsız olan ve böylece, hallerini düşünmekle doğru olduklarını bileceğimiz birtopluluk tarafından bize nakledilen haberler de onun gibidir. Ama bunlar, (Zarûrî İlim) bildirmezler. Çünki biz bu haberlerinhâlini düşündüğümüz ve doğruluklarına delîl getirdiğimiz zaman onların haberleri hakkında bizde (Zarûrî) ilim hâsıl olmaz.[3] İbn-i ‘Abbâs radıyallâhu anhumâ altı sınıf maldaki fazla verişicâiz görüyor idi. Üsâme b. Zeyd’in Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’den rivâyet ettiği (ribâ ancak veresiyede olur)[4] haberiyle (fazlasıyla vermenin ve almanın haram olduğuna dâir olan) bu habere karşı çıkıyordu. Sonra (bunun haramlığına dâir olan) haberin hâlini düşündü ve haber onun katında tevâtür

edince, kendi kavlini terk edip altı sınıf malda tefâdulun haramlığına döndü.[5] (Cessâs’dan nakil son buldu)

Şu halde Cessâs’ın (ilim hâsıl olmaz) ifâdesiyle kasdettiği, (kesinlik hâsıl olmaz) değil, (Zarûrî ilim hâsıl olmaz), ama yine, (yalan olan) bir şey üzerinde birleşmeleri veya hata etmeleri kendileri gibi kimseler hakkında imkânsız olan bir topluluk tarafından haber verilen ve “kesin” olan, (İstidlâl) yani (kesb) ile elde edilen  (Nazarî ilim hâsıl olur) demektir.

Nasıl ki, kendi başına ilim bildirmeyen, ama hâricî delîl veya karînelerle/ ipuçlarıyla ilim bildiren hâle gelen bazı (Haber-iVâhid) rivâ-yetler varsa, kendi başına ve haddizâtında ilim bildiren, lâkin hâricî delîllerle ilim bildirmeyen hâle gelen (Meş-hûr) rivâyetler de bulunur.

Nitekim, İbn-i Hacer de (Nüzhe)’sinde, bir takım karînelerle güçlenen bazı (Âhâd) haberlerin (ilim) bildirip bildirmeyeceğindeki anlaşmazlıkların (hakîkî) değil de (lafzî) olduğunu, (ilim bildirmez) diyenlerin maksadının (Zarûrî İlim) bildirmez, (ilim bildirir) diyenlerin ise, (İstidlâlî) olan (Nazarî İlim) bildirir demek olduğunu tahkîk etmiştir.[6] Şerh-i Mevâkıf, Şerh-i Akâid ve Hâşiyelerinin (İlim) ve (Nazar) bahislerine, Keşşâf-ı Istılâhât-ı Fünûn’un (İlim), (Zarûrî) ve (İstidlâlî) maddelerine bakılırsa, (Sahîh Nazar)’ın âlimlerin çoğuna göre (ilim) bildirdiği görülecektir. Allâme Sindî, (Yakînî, Nazarî’nin kasîmî/mukâbili değildir; aksine bazen Zarûrî bazen de Nazarî olur) derken ve başkasından (çünki, bazen Zannî, bazen de Yakînî olur) sözünü naklederken[7] -Allâhu a’lem- (Sahîh Nazar)la olanı kasdedip Cumhûr’un yanında yer alıyor.

Eğer Kırbaşoğlu gibi (ilim) kelimesini her zaman (kesin bilgi) olarak tercüme edecek olursak, (ilim bildirmeyenler de ikiye ayrılır; birisi ilim bildirenler, diğeri de ilim bildirmeyenler) ibâresini de (kesin bilgi bildirmeyenler de kesin bilgi bildirenler ve kesin bilgi bildirmeyenler) şeklindete’vîlsiz olarak tercüme etmemiz gerekecekti; ki, bu, bir saçmalama olurdu.

Şu bahisler başlıbaşına uzun bahisler olmakla şimdilik bu kadarla iktifâ ediyor, sözü uzatmak istemiyoruz. Yalnız şu kadar var ki, âlimlerin dilinden anlayanlar bilirler ki, aynı mertebede olmasalar da Sahîh (Nazar) ve (İstidlâl) ile hâsıl olan (İlm-i Nazarî) dahî (İlm-i Zarûrî) gibi âlimlerin çoğuna göre bir nisbette (katiyyet)/kesinlik ifâde eder. Çünki âlimlerin dilinde (ilim), (vâkı’aya uyan kesin bir i’tikâddır.)[8] (Nazarî) veya (Kesbî)olan (ilim) de mutlak olarak ve mecâz siyâkı olmayan yerlerde (ilim) olmakla vasıflandığına göre, o da (Yakînî) yani (Kat’î)’dir.

Hâsılı, ilim sâhasında dünden bu güne bir kuduz mikrobu gibi sârî olarak devâm eden belâ ve musîbetin büyük bir kısmı, dünyası ve dili bilinmeyen kimselere ve husûsan âlimlere gelişigüzel tercümânlık etmek lâubâlîlik ve cür’etidir…

(İkinci Fasıl)Usûl-i Fıkıhçılara Göre Sahîh Hadîs Demek Ne Demektir?

----------------------------------------------

İddia: Serahsî’nin ifâdesiyle, sahîh hadîs(ler) demek, Hazreti Peygamber’e ait olma ihtimali, olmama ihtimalinden fazla olan rivâyet(ler) demektir.[9] Bir başka ifadeyle, sahîh bile olsa âhâd olan bu rivâyetler zann-ı galip ifâde ederler.[10] Kaynaklarımızı dolduran bütün bu rivâyetlerin âhâd haberler kategorisine dâhil olduğunu, sahîh bile olsalar, ancak, onlarınHazreti Peygamber’e ait olma ‘ihtimalinden’ söz edebileceğini benimseyen görüşün, -hadîsçiler değil[11]- usûl-i fıkıh geleneğinde hakim olduğunu ve bizim de tamamen bu görüşte olduğumuzu özellikle vurgulamak istiyoruz. Mütevâtir, bir rivâyetin yüzde yüz Hazreti Peygamber’e ait olduğunu -ki en güzel örneğini Kur'ân’ın bize nakli oluşturmaktadır-; âhâd ise,bir haber ne kadar sahîh olursa olsun, Hazreti Peygamber’e en fazla yüzde doksan dokuz oranında ait olabileceğini gösterir; Hazreti Peygamber’e ait olma ihtimali yüzde ellinin altına düşünce hadisin zayıf olarak, Hazreti Peygamber’e ait olma

ihtimali yüzde sıfıra yaklaştıkça da mevzu olarak nitelendirilebileceği söylenebilir.”[12]

Cevâb

Bir: Serahsî’nin ifâdesi sadece Usûl-i Fıkıhçıların değil, Usûl-i Hadîsçilerin ve Usûl-i Fıkıhçıların Çoğunun görüşüdür. Lâkin bu, -anlatılmak istendiği gibi- doğru olma ihtimali olan değil, doğru olma ihtimâli çok çok kuvvetli olan veya -daha doğru bir ifâdeyle- doğru olmama ihtimali (İmkân-i Aklî) çerçevesinde az da olsa bulunan demektir ki, şu zayıf ihtimâl, delîlden doğmayan mücerred ihtimâl olduğu için işin amel yanınıdeğiştirmez. Yani amel yanıyla (kesin doğru) olmasına mâni' olmaz. Ancak, (akîde)/inanmak tarafıyla (kesinlik) bildirmez.

İki: Mes’elenin daha iyi anlaşılması için bir misâl verelim: Sayın Kırbaşoğlu’nun bir mü’min olup olmadığı Rabbi ve kendisinden başkalarına göre kesin değil muhtemeldir. Bu arada,-İslâm’a ters düşen söz ve fiilleri hesâba katılmasa bile-, (mü’minim) demesine rağmen, (Aklî İmkân) dâiresinde bir İslâm düşmanı olma (ihtimâl)i de vardır. Böyle bile olsa, kendi beyânı ve -varsa- onu nakzetmeyen zâhir haline bakılır ve zayıfihtimâller bile göz önünde bulundurularak (O, bir Mü'mindir), denilir ve cenazesi kılınır. Bütün bunlara rağmen, (Kırbaşoğlu’nun Mü'min olma ihtimâli vardır), denmez. Evet, doğrusu, aksine kesin ihtimâller bulunmadıkça İslâm üzere görülen bir kişi için, (mü’min olma ihtimâli vardır) denmez; hakkında zanlar uyandırılmaz.

Üç: Bir önceki İddiâ’nın cevâbında da işâret ettiğimiz gibi, Kurân bazen iki,[13] bazen de dört[14] âdil kişinin şâhidliği ile amel edilmesini emretmektedir. Şurası kesindir ki, akıl, busayıdaki kimselerin, rivâyetlerinde yanlışta veya yalanda birleşmelerini (Muhâl) bulmaz. Hattâ, sayı ne kadar fazla olursa olsun bunda bir (Aklî Muhâl) yine de bulunmaz. Hattâ suçi’tirâfı bile (Aklî) bir (Yakîn) ifâde etmez. İ’tirâfçının Mazoşist veya intihâr etmek isteyen bir kimse olma ihtimâli aklen bâkidir. Akla göre ortada yine de (yanlış) veya (yalan olma ihtimâli) hâlâ vardır. Mühim olan (Âdet) veya (Şerîat)’’in

bunu (İmkânsız) bulup bulmamasıdır. Hâlbuki Şerîat, -yukarıda da dediğimiz gibi- kimi zaman iki, kimi zaman da dört âdil şâhidin haberini (çok ciddî ve ağır) hukûkî netîcelerin (Yakînî/kesin olan delîl)i kabûl etmektedir. Zîrâ, (Ğalib Zann,Yakîn’e yakındır. Ekber-i Re’y, Ğâlib zann, hususan ihtiyat üzerine kurulacak şeylerde Yakîn hükmündedir. Ğâlib (zann) ihtiyatın vâcib olduğu yerlerde mütehak-kık/kesinleşen gibidir.)[15] Böyle olmasaydı, Kur’ân kimi zaman elin, kimi zaman da başın kesilmesini, bu sayılardaki şahısların şâhidliğine dayandırıyorsa, (şu çok ciddî ve ağır hukûkî netîceleri ihtimâllere dayandırıyor) mu diyecektik?.. Yine böyle olmasaydı, hem Şer’î hem de Beşerî olan hukûkî hayat felçolup işlemez hâle gelmezmiydi. O halde bütün bunlar, amelî noktada Şer’î veya Hukûkî bir (Yakîn)’in bulunmasına mâni’ değildir. Öyleyse, lütfen -akılsızca bir şekilde- sırf akıl ilehareket etmek sûretiyle Sünnet üzerinde tereddütler uyandırılmaya kalkışılmasın.

Dört: Kendilerinden nakiller yapılan şu usûlcüler, (Haber-i Vâhid ile amel etmenin vâcibliği)/farzlığı veyâ o ma’nâya gelenbir kelime ma’nâsındaki lüzûmu görüşündedirler.[16] Onların sözünü ettikleri şu aksi ihtimâl, (Vehim) mertebesini aşmaz ki,tereddüde mahal olsun. Cessâs şu nakilde bulunulan Fu-sûl’unun Haber-i Vâhid bahsinin bir çok yerinde bunu söylemektedir.[17]

Hâsılı, doğruluğu asıl olan haberlerin delîlden doğmayan mücerred (Aklî İmkân)larla asılsız olduğunu aklından zoru olmayanlar hiçbir şekilde iddia edemezler.

Beş: Hattâ Cessâs, (Haber-i Vâhid) bahsinde de, şöyle diyor: (Haber-i Vâhid)ler iki çeşittir: Birisi, kendisiyle berâber bulunan sahîhliği îcâb ettiren (-Allâhu a’lem- hâricî delîller ve) sebeblerle ilmi gerektiren Haber-i Vâhidler. Diğeri de, haberi verenin (verdiği haberin) Sahîhliğine dâir ilim îcâb ettirmeyen Haber-i Vâhidler. (İlim îcâb ettirmeyen(Haber-i Vâhid)ler) de ikiye ayrılır: Birisi, (ilim îcâb ettiren) Haber-i Vâhidler. Diğeri de onu (ilmi îcâb ettirmeyen) (ama belki de

Ümmet’in âlimlerinin ittifakla kabûlü veya başka bir sebeb ile sahîhliğ kesinleşen) (Haber-i Vâhid)ler.[18] (Bitti.)

    Hâsılı, (Mütevâtir)’in (ilm’i îcâb ettirmeyen) ikinci kısmıda, (ilmi îcâb ettiren) ve (ettirmeyen), kezâ, Haber-i Vâhid’indahî (ilim îcâb ettiren) ve (ettirmeyen) çeşitlerine ve de (ilim îcâb ettirmeyen)’in dahî (ilim îcâb ettiren) ve (ettirmeyen) kısımlarına ayrıldığı söyleniyorsa, düşünmek lâzım; ne denilmek isteniyor?...

     Ez cümle, (Habr-i Vâhid)lerde aslolan (Zann) bildirmektir;hâricî delîl ve karînelerle (İlim) bildirdikleri de olur. (Meşhûr)larda ise asıl olan (Yakîn) ma’nâsındaki (İlim) bildirmektir; hâricî delîllerle (Zann) bildirdikleri de olur. Şâyet Cessâs’ın Fusûl’undan[19] -kanâatimizce- hiçbir kitâbda bulunamayacak genişlikteki (Haber-i Vâhid) bahsi dikkatlice okunsaydı veya okunanlar anlaşılsaydı veyâhud da gizlenmeseydi bu ilmî ciddiyetsizlikler ortaya çıkmazdı. Kezâ şu sahîfelerde açıkça görülecekti ki, O, (İlm)’i çoğu zaman (Amel) karşılığında kullanmaktadır.

     Öyleyse, (Cessâs’a göre Mütevâtirin bir kısmı olan Meşhûr kesinlik bildirmez) sözü ya Cessâs’ı anlamamaktır veyâ anlamak istememektir

(Üçüncü Fasıl)Hadîsler Kutsal Metinler Değil midirler?

---------------------------------------------

İddia: Elimizdeki hadîs rivâyetlerinin kutsal metinler olmayıp sadece bazı insanların aktardığı nakillerden ibaret olduğunun göz ardı edilmesi ve bunların bilfiil Rasulullah’ın (s.a.v.) sözleri zannedilmesidir. Geçmiş yüzyıllarda olduğu gibi günümüzde de etkileri görülen bu durum, İslâm dünyasını toplumsal açıdan da olumsuz olarak etkilemektedir. Bu sebepten dolayıdır ki, hadîs rivâyetlerinin epistemolojik değeri konusuna, klasik hadîs usûlünde atfedilen oldukça cılız değere mukabil, alternatif hadîs metodolojisinde bu konu, tam tersine,son derece temel bir fonksiyona sahiptir.[20]

Cevâb: Evvelâ şunu ifâde edelim ki; neyin cılız, neyin geberik,neyin de güçlü ve kuvvetli olduğu sırf lafla belli olmaz. İddiâedilenin tam aksine, İslâmî eserlere âşina olanlar bu sözlerin hâkîkatla uzaktan yakından alâkası olmayan ve kandırma temelinedayanan vesveseler olduğunu görmekte zorluk çekmeyecektir. Sonra,

Bir: Buradaki (Kutsal Metin) ifâdesiyle ne kasdedildiğini bilmiyoruz; lâkin, bunların sıradan bir beşerin sözü gibi oldukları anlatılmak isteniyorsa, bu, mü’minlerin değil müşriklerin/kâfirlerin iddiasıdır. Hadîsler Mü’minlere göre -aşağıda da gösterileceği üzere- ma’nâları ve asılları, i’tibâriyle vahiy mahsûlüdürler. Onlarda asıl olan da lâfızlarının dahî değişmemiş olmasıdır; değişmiş olması ise ‘ârızîdır. Şâyet lafızlarda kısmî değişmeler bulunsa bile, bu, şu rivâyeti bir metin tercümesi mertebesine bile düşürmez; nerde kaldı ondan aşağı indirmiş olsun. Kur’ân tercümelerinde yapılan yanlışlıklar nasıl ki âyetleri bir yanıyla (Kutsal Metin) olmaktan çıkarmıyorsa, hadîs rivâyetlerindeki ma’nâyı bozmayan lafız değişiklikler dahî onları vahiy olmaktan düşürmez.

İki: Bir şeyi bir takım insanların nakletmesi onların (Kutsal Metin) olmasına mâni’ midir? Mâni’ ise, Kur’ân tercümeleri de dâhil ortada (Kutsal Metin) yok demektir. Yoksa, söylenmek istenen bu mudur? Kur’ânın vahiy/kutsal metin olduğunu

kabûllenemeyen müşriklerin, (yâhud iddiâ eylediğin gibi, göğü parça parça üzerimize düşürmedikçe, veya Allah’ı ve melekleri getirmedikçe sana îmân etmeyiz, dediler)[21] âyetinde haber verildiği gibi mi denmek isteniyor?!...

Üç: Evet, Allah’a, Resûlü’ne ve dolayısıyla Mü’minlerin imâmlarına göre Sünnet menba’ı hadîsler, (Kutsal Metin)lerdir/vahiylerdir. Nitekim,

İmâm Celâlüddîn es-Süyûtî,  bu husûsda şöyle diyor: (Hadîsler Allâh’ın kelâmıdır, demek câiz midir?) süâline gelince… Evet, bu sözü, (Allah’ın katındandırlar) manasında söylemek câizdir.

Çünki,

Bir): Allah celle celâlühû (O hevâdan konuşmaz; o (sözler) sadece O’na vahyedilmekte olan bir vahiydir)[22] buyurmaktadır.

İki): Ebû Dâvud (Sünen’inde) ve İbnü Hibbân Sahîh’inde Mıkdâm b. Ma’dîkerebe hadîsinden, O’nun şöyle dediğini rivâyet ettiler.

(Hey!. Bana Kitâb (Kur’ân) ve onun kadar şey (Sünnet) verildi. Benim sözüm kendisine rivâyet edilen, koltuğu üzerine oturup da“bizimle sizin aranızda Allah celle celâlü-hû’nün Kitâbı var; O’nda hangi helâl varsa onu biz de helâl kabûl ederiz; O’nda hangi haram varsa, onu haram kabûl ederiz” diyecek olan nice karnı tok kimseler gelecek. Hey!.. Şübheniz olmasın ki, Resûlüllâh sal-lallâhu aleyhi ve sellem’in haram kıldığı Allah celle celâlühû’nun haram kıldığı gibidir.)[23]

(Üç): Ebû Dâvûd, ‘Irbâz b. Sâriye radıyellâhu anhu hadîsinden benzerini (lafzı farklı olsa da aynı ma’nâda olan haberi) rivâyet etti. Onda şu ibâre de vardır:

(Hey! Şübheniz olmasın ki ben (bir şeyleri) emrettim ve bir takım şeyleri yasakladım. Şübheniz olmasın ki onlar, Kur’ân kadar veya daha fazladır.)[24]

    (Dört): Bu husûsda bunlardan da açığı, Ahmed b. Hanbel’in Ebû Ümâmetü’l-Bâhilî radıyellâhu anhu-dan yaptığı rivâyettir: O, şöyle dedi: Resûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sel-lem şöyle buyurdu:

  (Yemîn olsun ki,  Nebî sallallâ-hu aleyhi ve sellem olmayan bir adamın şefâatiyle iki kabîle Rebî’a ve Mudar (veya ikisinden birisinin)[25] halkı kadar kimse, elbette cennete girecektir. Adamın biri “Yâ Resûlel-lâh sallallâhu aleyhi ve sel-lem!..Rebî’a’nın Mudar’a göre ne nisbeti vardır ki?) dedi. Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem de, (sadece, dediğimi diyorum,) buyurdu. [26] Bu haberin isnâdı Hasendir.

(Beş): Hassân b. ‘Atıyye şöyle dedi:

   (Cibrîl aleyhisselâm, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’e Kur’ân’ı indirir gibi Sünnet’i indiriyordu.) 

Bunu, Dârimî O’ndan Sahîh bir isnâd ile rivâyet etti. Bu zât Şâm’lı olup Tâbiûn’un küçüklerinden sika/sağlam bir kimsedir. Bu rivâyet’in bir çok şâhidleri[27] vardır. [28]

Dört: Bu iddianın aksine, iyi niyyetin yanında Hadîs Usûlü’ne de yeterince âşinâ olunsaydı şu husûslardaki teferruat ve güçlütahlîller göz ardı edilemeyecekti. Ama ne yazık ki, sarfedilen ifâde-lerden şu iki hasletin de bulunmadığı açıkça görülmektedir.

Beş: Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’in vahiy olmayan ictihâd-ları var mıdır, yok mudur; varsa bunlar sadece dünyâ işlerinde midir, Âhiret işlerinde de bahis mevzûu mudur değil midir? Burada bunun münâkaşasına girmeyeceğiz. Varsa ve dînde bile iseler, İmâm Serahsî-nin de dediği gibi, yanlış olması hâlinde vahyin onu düzeltmesi lâzım geleceğine göre, düzeltilmeyen yerler vahyin tasdîkinden geçmiş demektir; dolayısıyla bu şibh-i vahiydir; vahye benzer bir şeydir. Hâsılı, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in her söz ve fiilinintamâmına yakını, sözbirliğiyle vahiydir.  Şu söz ve fiillerden

çok az bir kısmının vahiyliği, işin başında âlimler arasında münâkaşalı ise de, sonu bakımından yine (vahyin zımnen tasdîkini bulundurması) sebebiyle, sözbirliğiyle vahiydir.

(Dördüncü Fasıl)Oryantalistlerin, İslâmî İlimlerdeki Tahlîllerinin İlmî Bir Değeri Var mıdır?

----------------------------------------------

İddia: “Hadîs, siyer, mağazi ve İslâm tarihi alanlarına dâir, rivâyet malzemesinin bilimsel, epistemolojik ve tarihsel değerikonusunda, oryantalistleri, genelde Juynboll’un Muslim Tradition’da yaptığı gibi, üç ana gruba ayırmak mümkün görünmektedir:

1. Aşırı şüpheci/septikler (Goldzi-her ve Schacht gibi),

2. Aşırı iyimserler (Nabia Abbot gibi),

3. Orta yol izleyenler (Juynboll, kendisini bu kategoride zikreder)

Bu üç grup aralarındaki farklara rağmen İslâm tarihinin hakikatlerinin, mevcut rivâyet/tarih malzemesinden şu veya bu ölçüde çıkarılabileceğini kabul etmektedir. Ancak, bu üç grubundışında, bu malzeme karşısında çok radikal bir biçimde olumsuz tavır takınan dördüncü bir grup daha vardır ki, onlara revizyonistler denmektedir.”[29]

Cevâb

Bir: Onlar, İslâm’ı bir hak dîn, Kur’ân’ı İlâhî bir kitâb, Nebîmiz aleyhıssalâtü vesselâm Efendimiz’i de bir hak Nebî mı kabûl ediyorlar? Hayır… Aksine, -hâşâ- İslâm’ı uydurma bir dîn,Kur’ân’ı masal, Nebîmiz sallallâhu aleyhi ve sellem’i de yalancı bir sahtekâr kabûl ediyorlar. Öyleyse, onları İslâmî hususlardaki söz ve tavırlarında şöyle veya böyle tasnîf etmek,sınıflara ayırmak hakîkatle hangi nisbetle alâkaları

bulunabilir ve akıllı bir mü’minin ne işine yarar? Hak olan birhusûsu temelde inkar edenin o husûstaki tahlîl ve tenkîdi neticesinde hâsıl olan sözlerin hangi (epistemolojik) değeri bulunabilir?!... İslâm’ı hak dîn, Kurân’ı da hak kitâb kabûl etmeyen gâvuru, Sünnet ve malzemesi husû-sunda (aşırı iyimser) bulan (Müslüman)(!) nasıl bir Müslümândır?!... Bütün bu hususlarda bizden aşırı iyimserlik nasıl beklenebilir?.... Mine’l-ğarâib!…

İki: Oryantalistlerin (revizyonist)inden (aşırı iyimser)’ine(!)kadar hepsinin Sünnet ve Kur’ân hakkındaki görüşü aynıdır. İslâm’ın tamamını uydurma görüp inkâr edenlerin şu kayıkçı kavgası, inanan veya akıllı olan kimseler için ne ifâde edebilir? Hiçbir şey!.. Onların bir takım medihkâr ifâdeleri, ya sahtekârlık ve avlama taktikleri olup diğer iftirâlarını inandırıcı kılmak veya mes’eleye aklî ve ictimâî/sosyal buudlu bir bakış zaviyesi mahsûlüdür. Yâhud da yaptıkları, vesveselerin merhâlelerine dâir (bilerek veya bilmeyerek) yapılan iş taksîminden veya iyi polis ile kötü polis rollerinden ibârettir; başka bir şey değil… Şu halde, burada yapılan tasnîf, eğer (iğvâ ve vesvesenin ambalajlanması) iblisliği değilse, ucu henüz câhilliğin saflığına bile varamayan hafif akıllılıktır.

Üç: Şunlarda bizim bilmediğimiz daha sahîh menba’lar mı vardır ki onlardan faydalanıyorlar? Hayır… Kimi batı hayranı haline gelmiş kültürlülerimizin ve fâdıllarımızın[30] anlata anlata veöve öve bitiremedikleri (tertîb ve sistematiklik güzelliği) de bizce saçma bir iddiâ…

Onlarınki, ölçüsüz açık aramak veya tahlîl anbalajlı tahrîfler yapmaktan ibâret… O halde -bağışlayınız- Mü’minlerin, şunların necâsetlerinde aranıp bulunacak boncuklara hiç mi hiç ihtiyâcları yoktur.

----------------------------------------------

(Beşinci Fasıl)

(Bilimsellik) Veya (Objektivite Hastalığı) Nedir?

----------------------------------------------

     İddiâ: Hadîs ehlinin bu tutumları ise, yaptıkları derin epistemolojik incelemelerin sonucu olmayıp -çünkü bunu yapabilecek entelektüel donanıma sahip değillerdi- tam aksine, sadece bir ön kabul, hata ideolojik saiklerin yönlendirdiği birön kabul sonucu idi.[31]

Cevâb: Bu sözlerin birçok yanıyla hiçbir kıymet-i harbiyyesi yoktur.

Birincisi, Usûl-i Fıkıhçılar ile Usûl-i Hadisçilerin tahlîllerisübût noktasında olmanın ötesinde, zan ve iddia edildiği gibi bir farklılık taşımaz.

İkincisi, (entelektüel donanım) derken inkârcıların vesveseye dayanan mesnedsiz ve delîlsiz ithamları ise, doğru… Ancak, bu işin teknik incelikleri ise saçma bir iddia.

Üçüncüsü, (ön kabûl) ve (ideolojik saplantı) hadîsçilerde değil, oryantalistlerde, şakirdlerinde ve onların eserlerinden beslenenlerde bolca bulunan bir vasıftır. Yapılmakta olan (yavuz hırsız) hesâbından başka bir şey değildir.

Dördüncüsü: Bizim (bilim adamı aydınlar)ımızın (objektiflik) hastalıkları vardır ki, onlar bu anlayışlarında (objektif) değildirler. Hakîkatte ise hiçbir zaman objektif olmamışlardır.Bazı noktalardaki insâflı tavırları başka bir takım noktalardaki sübjektifliklerini gizlemek içindir.

Şu mikrob, (Objektif olmayan Objektiflik) mikrobudur. Başka bir ifâdeyle (Sübjektif Objektiflik…) Böyle bir şey olur mu? demeyin.  Zîrâ, (deme olmaz, olmaz; çünki olmaz olmaz) demişler. Aklî, Örfî ve Şer’î olan (İmtinâ’)ı/olmaz’ı inkâr mı ediyoruz? Hayır, inkâr etmiyoruz; sadece bu olmazları olduran ğarâbete dikkat çekmek istiyoruz; o kadar… Nasıl?...

 Bakınız, şöyle: Bu hastalık yeni olmadığı gibi sebebsiz de değildir. Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi nâmındaki zât,

beynindeki şiddetli zelzeleleri ve kasırgaları hemen hemen aynışiddette kalbinde de hisseden ve enfüsî-âfâkî hasarı dahî o nisbette olan son devir Osmanlı münevverlerimizden sâdece biri…Benliğini ve hücrelerini saran ama büyük nisbette zede alan îmân hassâsiyetiyle gene de (İslâm taaruzu) da’vâ ve zannıyla hakîkatte kifâyetsiz bir (İslâm müdâfası)ndan geri durmayan cins bir kafa… Yazdığı (Târîh-i İslâm), bu tesbîtimizin inkârı kabil olmayan sağlam bir vesîkasıdır. O, Târîh-i İslâm’ının husûsan altı ve yedinci sahîfelerinde, (bizde eyi târîh yazılmamış olmasını tabiî bir hâlet) olarak kabûl ederken ve garblıların ne kadar (tahlîlî ve tenkîdî târîh yazdığı)nı, ama (bunun bizde olmadığı)nı söylerken bir hayli de hakşinâslık göstererek ve İslâm Târîhi yazan Müslüman muharrirlere haklarını teslîm ederek(!) bunun da tabiî oduğunu ifâde ediyor;

bu arada da bizce sözünü ettiğimiz hastalık eseri olarak çok mühim hatâlara düşüyor ki, üç tanesi şunlardır:

Birinci Hatâ, (Avrupa ulemâsı bizim tedkîk tetebbu’de acz gösterdiğimiz İslâmiyyet’i kendi vesâitleri dâiresinde ve Mûsevîlik ve Hristiyânlığa tatbîk ettikleri usûle tevfîkan tetkîka başlamışlar ve bu yolda külliyetli eserler meydâna getirmişler) dedikten sonra, Dozi domuzunun (Târîh-İslâmiyet)’ini misâl veriyor. Hâlbuki, evvelâ, Avrupa uleması, zannedildiği ve iddia edildiği gibi, (ilmî) değil, haddi zâtında (vesvese esâsına dayanan) bir tarz-ı üslûb sahibi kimselerdir. Hele onlarda haberlerin fıkhî veya felsefesi noktasında ayağı yere basan hiçbir istidlâl/delîllendirme usûlugörülemez.

İkinci olarak, onlar, Ahmed Hilmî’nin zannettiği gibi İslâm’ı, Mûsevîlik ve Hristiyânlığa tatbîk ettikleri usûllerle tahlîl vetenkîd etmezler. Tam aksine Onların iki terâzisi vardır; birisiyle kendi dinlerini diğeriyle de İslâm’ı tartarlar. Birincisi, gözü görmeyen ve kulağı işitmeyen bir (îmân terâzisi), diğeri de gözleri kör eden ve kulakları sağırlaştıran (inkâr terâzisi)… Hem, mücerred sövmek ve hakaretten ibâret olan bu eserin sahibi Dozi, şu sözüm ona ilmî

usûlünu hangi paçavrasında kendi dîninde kullandı? Ya Kaytâno?... Diğerleri?... Lüter ve yolundakiler de dâhil hepsi kılıflanamaz saçmalıklara bile kılıf bulabiliyorlar. Kimileri en fazla işi kendi ifâdeleriyle (Alego-rık), kendi ifâdemizle (Bâtınî Te’vîl)lerle geçiştirmeye çalışıyorlar.

Doziye cevâblar (Mahsûl-i îmân oldukları) için (gayr-i ilmî) oluyor da, (mahsûl-i inkâr) olan sözüm ona tahlîlleri ne oluyorlar? (İnkâr) da bir çeşit îmân değil midir? Kompleksin bukadarı da maskaralık değil midir?

Üçüncü olarak, Meselâ, Manastırlı İsmâil Hakkı’nın reddiyesininneresi ilmî değildir, neden? Me’hazlarındaki ve muhâkemelerindeki dikkatsizlik, keşmekeşlik ve zayıflık mı? Hayır… Yoksa îmânî bir tafra koymaması mı?

Garibdir ki, bir yanda (objektiflik) için îmânın bir yana konulmasını mecbûrî görenler, aynı zamanda -sadece İslâm için olmak kaydıyla- (îmânsızlık îmânı) olan (inkâr)ı da yine olmazsa olmazların başında görüyorlar.

Dördüncü olarak, biz ulaşamadıysak, ilmî eserlerimiz yok mu demektir? Bir yanda İsnâd sistemiyle inciği cıncığı çıkarılan bilhassa harb, siyâset ve hukûk târîhi öte yanda müctehidlerin aklın çeperlerini zorlayan hatta zaman zaman akıl almaz fevkelâdelikteki fıkhî tahlîlleri Garb âlimlerinin hangi târîh felsefesi diye yutturulan dolmalarında vardır? (Târîh felsefesive tenkîdi genç) imiş!Tam aksine -belli zamanlarla ve sâhalarlasınırlı olsa da- en esaslı (târîh tenkîdi ve tahlîli) İslâm müctehidlerine âiddir. Fıkıh kitâbları-nın (İmâmet ve İmâret), (Siyer)/harb hukûku (Cezâ Fıkhı)/hukûku bahisleri. Müstakil (Siyer)/Cihâd ve Siyâset kitâbları… bu dediğimizin inkâr edilmez güçlü delîlleridir.

Beşinci olarak, dinleri ve bu arada İslâm’ı tenkîd edenler olarak sayılan Kant, İspinoza, İsterâus, Bâur ve Ronan’dan hangisi târihçi veya dîn âlimidir? Hiçbirisi… Hepsi kendine göre aklını yontup put haline getiren ve ona tapınan filozof

taslaklarıdır… Bunlar mı İslâm’a karşı ilmî ve objektif davranacaklar?...

Böyle bir süâlin cevâbı herhalde acı bir tebessümden başka bir şey olmayacaktır. Altıncı olarak, gerçi ‘İsâ aleyhisselâm’a -hâşâ- ilâh ve Allah’ın oğlu diyenlerin, Hristiyânlıktan (veya Mûsevîlikten) sonra bir dîn gelmeyeceğine inananların İslâm’ı muhâkeme husûsunda âdil ve tarafsız olamayacaklarını Şehbender-zâde de söylüyor (1/98-99); ama gene de kafa iyice karışık. Med-cezirler yaşanıyor… Oturmayan muztarib, azgın dalgalı anlayış ve düşünceler beyni ve yüreği tahrîb ediyor…

Hâsılı, aslında bir (sübje) olan insânın tam (objektif) davranması mümkin değildir. Aksi bir iddiâ ya ahmaklık, ya kompleks veya sahtekârlıktır. Bütün bunların yanında, mü’minlerin (bir kavme olan şiddetli buğzunuz sizi adâletsiz davranmanıza sevketmesin)[32] gibi nâmütenâhî ulvî olan insâf düstûrları da vardır; hatta onların her düstûru böyledir; kimseye haksızlık etmezler; kimse korkmasın ve utanmasın. Çünkionlar bütün zerreleriyle inanırlar ki, (Hiç şübhe yok ki Allah adâlet ve ihsânı emretmektedir….)[33]

(Altıncı Fasıl)Hadîsler Nebî r İle Ne  Ölçüde Alâkalıdırlar?

----------------------------------------------

İddia: Epistomolojiyle ilgili bölümü, bizim bakış açımızı büyükoranda yansıtan şu değerlendirmeyle noktalamak istiyoruz:

“Hadîs, bütünüyle Hazreti Peygamber’in sözlü ve saf öğretisini temsil etmese de, mutlak sûrette, Hazreti Peygamber’le yakın bir ilişkisinin olması yanında; özellikle bu öğretinin, ümmet tarafından ne şekilde anlaşıldığının ilk gelişimini de ortaya koymaktadır.”[34]

Cevâb: Burada da ilim değil, birçok şeytânî vesvese vardır:

Bir: Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’in getirdiği din beşeri aklın hâsılasından ibâret olan bir (öğreti) değil, (vahiy)dir. Önce, esâsen nesebi mechûl olan ve (kelime) olamayıp ma’lûl bir isimlendirme ve yakıştırmaya göre ancak (sözcük) olabilen (öğreti)’nin ne olduğunu öğrenelim. Sonra da (kültürlü) ve (entelektüel donanımlı) olabilmek için kelimelerigelişi güzel isti’mâl etmeyelim. Şâirin o güçlü ifâdesiyle kelimeleri (namluya sürülen kurşunlar) olarak bilelim ve görelim.

İki: Hadîsin, eğer diğer Şer’î delîllerin yanında bir Şer’î delîl olan Sünnet’in malzemesi olduğu anlatılmak isteniyorsa, bu doğrudur; din sadece hadîsle sâbit değildir. Ancak sözün siyak ve sibâkı bu ma’nâdan çok uzaktır.

Üç: Mü’min olduğunu söyleyen bir kimse, (Hadîs)’in (Hazreti Peygamber’le yakın bir ilişkisinin olduğu)nu değil, temel bir (Şer’î delîlin kaynağı olduğu)nu söylemelidir.

Dört: Hadîs’in, tâbi'îdir ki, dînin bir çok cihetiyle ne olduğunu göstermesi yanında, nasıl anlaşılacağında ve bazı hükümlerinin ne olduğunu bildirmesi husûsunda da mühim bir yerivardır.

Beş: Fazlurrahmân’ın şu saçmalamalarının sizin bakış açınızı (büyük oranda) değil, (tamâmen) ifâde ediyor oluşu, belki de anlayışınızı göstermekde az bile olduğu açıkça ortadadır. Bununböyle olması ise, müsbet ma'nâda ne size, ne de ona bir şey kazandırmaz. Tam aksine, bir yanıyla sizde ma’kes bulan vesveselerin asıl menbaından haber verir.

Altı: Osmanlı devrinde Meârif Nezâreti’nce kurulan (Târîh-i İslâm Encümeni Reîsliği)ne getirildiğini söyleyen,[35] Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmî,  şöyle diyor:

Metin Kutusu: Şu halde Cessâs’ın (ilim hâsıl olmaz) ifâdesiyle kasdettiği, (kesinlik hâsıl olmaz) değil, (Zarûrî ilim hâsıl olmaz), ama yine, (yalan olan) bir şey üzerinde birleşmeleri veya hata etmeleri kendileri gibi kimseler hakkında imkânsız olan bir topluluk tarafından haber verilen ve “kesin” olan,

(İstidlâl) yani (kesb) ile elde edilen (Nazarî ilim hâsıl olur)demektir.(Beşeriyet, kâinâttaki hâdiseleri ilimler ve fenlerle anlamaya ve tefsîr etmeye muktedir olamadığı zamanlarda bu hâdiseleri iyice anlamak ve sebeblerine vâkıf olmak emeliyle sırf hayallerden ibâret olan bir takım masallar îcâd etmiştir. Bunlara “esâtır/mythe” nâmı verilir. Bu masalların târih bakış noktasıyla hiçbir kıymeti yoktur. Lâkin, insanlığa en mühim rûhî tecellîleri hissettirici olmaları bakımından çok büyük ehemmiyetleri vardır.

Hakîkatte masalların insanların hayâl güçlerindeki îcâdçı isti’dâtlarının ölmez timsâlleri-dir. Bu bakımdan masalların târîh ve hikmette yeri vardır… Masallarla Hurâfelerin farkı şudur ki, birincilerin (hayâl) hâric(in)de (dünyâda) hiçbir hakîkati yoktur; sırf hayâl îcâdıdır. Hurâfeler ise, hayâl ile karıştırılmış ve değiştirilmiş doğru vâkıalardır. Hurâfeler/Légende’den hayâl ve tahrîfler ayıklanıp atılabilirse, sıradan bir târîhî vâkıa karşısında bulunulduğu görülür. Hurâfelerin târîh nokta-i nazarıyla ehemmiyeti masallardan daha büyüktür.)[36] (Bitti)

Bu sözlerde bir takım kısmî tenâkuzlar varsa da mühim ipuçları da vardır. Yukarıdaki nakilden de anlaşılacağı gibi, ilmi ve düşünen kafası olan herkes kesinlikle bilir ve anlar ki, basît romanların ve hatta (hurâfemsi masal)ların bile şu masal ve roman kahramanlarıyla ve onların bulunduğu çevre ile bir takım (yakın alâka)ları bulunabilir. (Hurâfe)lerin de hakîkat paylarıvardır. Onlar insanlarının yaşadığı toplumun kültüründen haber verebilir. Burada (Alternatif’de) hadîsler, -safça ve câhilce değilse- şeytâni bir dessâslıkla (Roman) veya (Hurâfe), hatta (Esâtîr)/masal derekesine düşürülmektedir. İlellâhi’l-müştekâ…

Yedi: Mü’minlerin şaşmaz inancı, Sünnet’in zarfı, hattâ ham maddesi olan Hadîs’in İslâm Şerî’atinin ikinci temel menbaı olduğu, bu inancı bulundurmayanların Allah’ın İslâmıyla alâkalarının olmadığı veya kalmadığıdır. Kendilerine (Mü’min) demeleri ise işi değiştirmez.

----------------------------------------------

(Yedinci Fasıl)(Kaynak Bilincinden Kaynak Metodolojisine) Sözü Ne Demektir?

----------------------------------------------

İddia: “İslâm Düşüncesinde Hadîs Metodolojisi”nde zikredilen veelinizdeki eserde de (Alternatif Hadîs Metodolojisi) zikredilecek örneklerden kolaylıkla anlaşılacağı üzere, geçmiş yüzyıllarda, halk kitleleri bir yana, ilim çevreleri bile yeterli düzeyde bir kaynak bilincine sahip görünmemektedirler. Çünkü yüzyıllarca “mu'teber” addedilen ve ilk sırada Kütüb-i Sitte’nin yer aldığı hadis kaynaklarında, azımsanmayacak sayıdaproblemli, hatalı, münker veya mevzû rivâyetlerin kendilerine yer bulabilmeleri; üstelik bunların daha sonra ayıklanması yolunda ciddi hemen hiçbir çaba harcanmaması ve neticede bu türrivâyetlerin, bu ‘mu'teber’ eserlerde bugüne kadar gelebilmeleri, bu durumu açıkça gözler önüne sermektedir.

Günümüze gelince, kaynak bilinci aşılayacak bir kaynak metodolojisi tesis edilip eğitime de dâhil edilemediğinden, bırakın sıradan Müslümanları, pek çok ilim adamı dahi, kaynaklar, bunların bize intikali, güvenilirlikleri ve ihtiva ettiği hadislerin sağlamlığı konusunda, son derece yetersiz bilgilere sahip görünmektedir.[37]

Cevâb: Burada dahî bir nice fantezik ifâdenin gölgesinde bir çok bilgi noksanlıkları ve karıştırmalar vardır: Meselâ,

Bir: Bu ifâdeler, eldeki Usûl-i Hadîs ile Usûl-i Fıkh’ın Sünnetbölümlerinin okunmamasından, okunsa bile bunun yeterince olmadığından yâhud okunanın anlaşılamamasından, değilse, kasıdlı bir menfî tavırdan haber vermektedir. (Alternatif) zâviyelerinizin vesvese ve şa’beze-sinin ise bizce hiçbir kıymet-i harbiyyesi yoktur. Şu vesveseleri size telkîn eden ve öğretenlerin inanç ve ilim dünyalarında İslâm’daki (isnâd sistemi) ve (müsbet tenkîdî bakış) zâviyesinin zerresi bile yoktur.

(İlim çevreleri bile yeterli düzeyde bir kaynak bilincine sahipgörünmemektedir) derken (görünmeyenler) sizin ölçülerinize görebelli de, şu (görmeyenler) ifâde-siyle kimleri kasd ediyorsunuz? Bu, görünür hâliyle -hiç değilse bazılarına nisbetle- pek belli değildir. Oryantalistler ve maşalarını kasdediyor-sanız, onların ölçülerine göre Kur'ân dahî aynı hükme dâhildir. Ya siz ne diyorsunuz? Eğer murâd edilen onlarınmanyetik sahasının felç olmuşları ve alîlleri ise, o da Mü’minlere göre mühim değildir… Bu dediğiniz, dar ufkunuza göredoğrudur; atladığınız veya düşdüğünüz, yâhud da birilerince atıldığınız derin ve susuz kuyunun dibinden gökyüzüne bakmakla sâhib olduğunuz şu kuyunun ağzıyla çevrili olan ufkunuza göre, isâbetlidir. Eğer, bir şekilde hidâyet-i ilâhiyye meded edip kuyudan çıkabilirseniz, ufkunuz genişleyecek ve sözünü ettiğiniz kaynak bilincine, gerçek ilim çevrelerinin nasıl sâhib olduğunu göreceksiniz. Hâsılı, dediğiniz, size ve çevrenize nisbetle doğru ise de, adım atmaktan imtinâ’ ettiğiniz iklimde bulunanlara göre ise kat’ıyyetle yalan veye en hafifinden yanlıştır. Yüz yüze gelelim, konuşalım; bu hakîkati inşâellâh siz de göreceksiniz…

İki: (Kütüb-i Sitte) Mü'minlerce elbette (mu'teber) ise de, İslâm düşmanları, Oryantalistler ve maşalarınca hâliyle mu'teber değildir. Bunun böyle olmasını mü’minler bir ma’nâda ve bir dereceye kadar anlayışla karşılarlar… Ama bir noktadan sonra asla…

Üç: (Kütüb-i Sitte)’deki (problemli, hatalı, münker ve mevzû’) olduğu iddia edilen rivâyetlerin şu (problemli..)(?) oluşları kat'î nass-larla veya kollektif aklın kesin hükmüyle midir, yoksa çarpık olan ictihâdî kriterler ile midir?

Şu sözü edilen rivâyetleri, (problemli… olmadığ)ı düşünce ve ictihâdı ile kitâblarına alan kimseler birer köylü sarı çizmeliMehmed Ağa olmadıklarına ve sahalarının hakîkî süvârîleri olduklarına göre, kesin bir i’dâm hükmünde ısrâr etmek en mülâyim ifadesiyle yobazlık olmaz mı?

Dört: Şu hükümleri vermekteki kat'î tavır nereden kaynaklanıyor? Vahiyden mi? -Değildir ya- öyleyse, onu nasıl anlayacağımızda hiç mi değişik ihtimâl yoktur? Ne bu yobazlık Allah aşkına?!.. Aklınıza dayanıyorsanız, onun bizim katımızda beş paralık bir değeri olmadığını aklımızla anladık, dersek, nebuyurursunuz?.. İşin erbâbı olan âlimlerin tenkîde dâir sözleri, bizce çok değerli ise de, şu rivâyetleri (problem)siz görüp kitâbına alanların kanaatleri dahî en az o kadar değerlidir.

Beş: Sözü edilen şu rivâyetlerin kitâblardan ayıklanması husûsuna gelince… Buna lüzûm yok. Hükümleri belli edilir, yeter. Hem, o zamanlar oryantalist veya papaz üstadlar ve onların manyetik sahası içerisindeki bir çeşit açık öğretim talebeleri yok idi, o yüzden bu ayıklamaya güç yetirilemedi ve ihtiyâc duyulmadı. Şimdi ise seleksiyoncuların yani bir tür elekçilerin önü açık… İslâm’ın -idârî ma’nâda- ne başı var, ne hâmisi… Artık Oryantalistlerin ve papazların yüksek (donanım) ve irşâdlarıyla hadîsler ayıklanabilir(!)… Ama işin esasını ve teferruatını tezgâhlayıp şekillendirenler bir yanıyla yanılıyorlar…

Kimse boşuna heveslenmesin; belli coğrafyalar ve ferdler noktasında olmasa da başkalarına nisbetle, yani mutlak ma’nâda bu dînin korunması hem naklen hem de aklen muhakkaktır. Öyleyseesaslı bir kayaya toslanılacak; sadece boynuzlar kırılmakla kalınmayacak, belki kafalar dağılacak…

El-hâsıl, (Kütüb-i Sitte)’de külle/bütüne nisbetle ender olarakbulunan (problemli oluşu münâkaşalı) çok az sayıdaki rivâyetler, (Kütüb-i Sitte)’nin (mu'teber)liğine mâni' değildir.

Altı: Günümüzü iyi bilmem ama, geçmişte kaynak ve kaynak usûlü en geniş ve en güzel bir seviyede vardı. Nitekim erbâbına ma'lûmdur. Hem, sizin (metodoloji)’niz gelişi güzel bir (eleştiri) bulundurmanın ötesinde hangi metodu ihtivâ etmektedir?!... Boş laflar…

--------------------------------------------

Netîce----------------------------------------------

Dilini bilmediğimiz ve dünyasını tanımadığımız kimselerin sözlerini kullanmak ve onlar üzerine hükümler binâ etmek çoğu zaman bizi maskara hâle düşürür. Şu sözleri kimi zaman vehim vezann heykellerimizin desteği, kimi zaman da çaka ve sükselerimizin malzemesi yapmak, işin başında nefsimizin hoşunagitse de netîcede bizi dayanılmaz bir azâba dûçâr edecektir; kazara etmese bile, en azından utandıracaktır. O bakımdan dikkatli ve temkînli olmaya mecbûruz.

Unutulmamalıdır ki, aklın, ilmin ve îmânın ışığı altında yer alan ve ayakları yere sağlam basan alabildiğine ve olabildiğince bir (muhakkıklık)/işin hakîkatini yakalayıcılık ve onu delîlleriyle isbât edicilik, inkârın karanlığındaki ilmîve aklî (müşek-kiklik)ten/şübhe uyandırıcılıktan kıyâs kaldırmayacak kadar üstün mertebede doğruya, hakka ve hakîkate götürücüdür. İslâm’ı kabûl ve tasdîk muhtevâlı olan -tâ’bîri câizse- bir (pozitif îmân), zannedildiği gibi (objektiflik)ten uzak kılan ve (sübjektif) netîcelerin âmili olan bir değer değildir.

Aksine, (İslâm’ın peşinen inkârı) mihverine dayandırılan bir (negatif îman) yani (îmansızlık îmânı) şu (sübjektivite) illetinin illetidir. Mü’minler, (Kendinizin veya ananızın babanızın ve en yakınlarınızın aleyhine bile olsa, Allah için şahidler olarak adâleti en mükemmel bir şekilde ayağa dikenler/gerçekleştirenler olunuz)1 fermânının gönüllü kurbânlarıdır. (Kültürlü)lerimiz u-tanmasın, merak etmesin ve korkmasınlar; (müsbet îmân), ha-kîkatleri örtecek bir tarafgirlik şöyle dursun, onun şâibesini bile taşımaz. Çünki îmân bir nûrdur; hakîkatleri örtmez ve gizlemez. Aksine, olduğugibi gösterir... (İnkâr îmânı) olan (Negatif)/(menfî îmân) ise bir zifiri karanlıktır ki, asıl tarafgirlik ondadır; en büyük silâhı bir şey kazandırmayan ama hakîkatlerin üzerini kalın bir

şal ile örten ve insanlığa çok şeyleri kaybettiren (müşekkikliktir)/şübhe uyandırıcılıktır.2

[1]  [Cassâs, el-Fusûl, III. 35-37’den özetle], Alternatif Hadis Metotolöjisi’nin dipnotundan alınmıştır.

[2]  Alternatif Hadis Metotolöjisi: 54

[3]  Fusûl’ün şu baskısında mühim çok hatalar vardır. Şu haberlerin hâlini düşünmez ve doğruluklarına delîl getir meyiz şeklindeki ibâre tam tersi bir ma'nâ verecek fâhiş bir tahkik hatasıdır. (Lemmâ) , (lem) şeklinde yazılmış. Aksi halde ortadatenâkuz olurdu.

[4] [Ahmed, Buhârî, ‘Adenî, Taberânî el-Kebîr, Üsâme b. Zeyd radıyellâhu anhu], Kenz: 4/115

[5] Cassâs, el-Fusûl: 3/48-49                                 

[6] İbn-ü Hacer, Nüzhe (Aliyyü’l-Kârî Hâşiyesiyle): 217

[7] Muhammed Ekrem en-Nasbûrî es-Sindî, İm’ânu’n-Nazar: 21

[8] Seyyid Şerîf, Tâ’rîfât: (İlm)maddesi.

[9] [Serahsî, el-Usûl, I. 321], Bahis mevzû’u kitâbın dipnotundan alınmıştır.

[10] [Bu hususta Kâdî Abdulcabbâr’ın aşağıdaki değerlendirmelerine tamamen katılıyoruz. Ona göre bir şey, Rasulullah tarafından yapıldığı veya söylendiği kesinleştikten sonra Sünnet adını alabilir ve delîl yerine geçer. Rasulullah’tan nakledilen âhâd haberlerde sıhhat şartlarını taşımaları durumunda sadece örfen, (‘alâ vechi’t-tâ’âruf) Sünnet adını alabilirler. Çünkü yalan ihtimali bulunduğundan haber-i vâhid için “Rasulullah şöyle buyurdu..” demek mantıken yanlış olacağından, ihtiyâten “O’ndan şöyle rivâyet edildi..” demek daha uygundur. (Fadlu’l-İ’tizal, s. 185; Şerhu Usûli’l-Hamse, s. 89)

Bir başka eserinde de benzer şeyleri söylemektedir: “Rasulullahşöyle buyurdu”, şeklinde kesinlik ifadesi kullanılmayıp

“Rivâyet edildiğine göre Rasulullah’tan şöyle haber verildi; Rasulullah’tan şöyle nakledildi..” gibi ihtimâl ifadeleri kullanılmalıdır. (el-Muğnî Ebvâbi’t-Tevhîd ve’l-Adl, XVII. 383-384)], Bahis mevzû’u kitâbın dipnotundan alınmıştır.

[11]  [Serahsî, el-Usûl, I. 321], Bahis mevzû’u olan Alternatifisimli kitâbın dipnotundan alınmıştır.

[12]  A. H. M: 55

[13] Bakara: 282

[14] Nûr: 13

[15] İbnü’l Hümâm, Fethu’l-Kadîr’in birinci cildinin başları (I-54, Dâru’l-Fikr) . Kezâ, “Ekber-i re’y, (Ğâlib Zann) ihtiyâtüzerine kurulacak şeylerde Yakîn rütbesindedir.“ (‘Amîmu’l-İhsân el-Müceddidî, Kavâid-i Fıkh: 61, 45. Kâide), “Hakîkatine vâkıf olmak mümkin olmayacak şeylerde ağırlıklı görüş (zann) hakîkat rütbesindedir.” (Aynı yer:62, 46. Kâide)

[16] Usûl-i Pezdevî: 152 (Pakistan baskısı), Usûl-i Serahsî: 1/321-323, el-Bâcî, İhkâmu’l-Fusûl: 252, İbnü’s-Sübkî, Cem’u’l-Cevâmi’ ve Şerh-i Mahallî: 2/131, Şerh-u Nüzhetü’l-Hâtır Ravdatü’n-Nâdır: 1/266-267 (Naklî Vücûb: 1/266, Aklî Vücûb: 1/267)

[17] Meselâ, “ onun için bu, Haber-i Vâhidlerle amel etmenin lüzûmunu gösterdi.”, “müftî eğer bu Resûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem’den bir eserdir; şöyle şöyledir, dese, fetvâ sorana onunla amel etmek lâzımdır…..” (88-93), “Haber-i Vâhid”in kabûl edilmesinin (onunla amel etmenin) vâcib olduğunugösteren delîller” (94)….

[18] Cessâs, El-Fusûl fi’l-Usûl: 3/63

[19] Cessâs, El-Fusûl fi’l-Usûl: 3/63-142 ve bilhassa, 89-91

[20] A. H. M: 58

[21] İsrâ: 92

[22] Necm: 3,4

[23] Ebû Dâvûd, Sünen (teferruatındaki az bir lafız farkıyla): 5/10 (4604), İbn-ü Hibbân, Sahîh (yine az bir lafız farkıyla): 1/189 H:12

[24] Ebû Dâvud, (Sünen), İmâret:33 (H:3050)

   Burada bir takım Sünnetsiz iblisler Sünnet hakkında şöyle bir iğvâ ve vesvese ile Mü’minleri şaşırtmaya Kalkışabilirler: “Kur’ân kadar veya ondan fazla” ifâdesinden kalkılarak şu rivâyetin de iki sebeble uydurma olduğu anlaşılmaktadır.

Birincisi, “Veya” tereddüdü bunun vahiy olmadığının açık alâmetidir. Vahiyde tereddüt olmaz. İ

kincisi, “Kur’ân kadar” veya “fazla” sözü ile Kur’ânın onlarca katı olan hadîsler hesâba katılırsa açık bir çelişki ile karşılaşılır… 

[25] Müsnedden ilâve.

[26]  [İmâm Ahmed b. Hanbel, Taberânî Ebû Ümâme radiyellâhu anhu’dan.  Süyûtî bu hadîse Hasen olduğuna dâir alâ met koydu. Münzirî, bunu Ahmed ceyyid/güzel bir isnâd ile rivâyet etti, dedi. Heysemî, bunu, Ahmed ve Tabrerânî bir çok isnâdla rivâyetetti; Ahmed’in ricâli Sahîh’in ricâlidir. Taberânî’nin  isnâdlarından birinin râvîlerinin Abdullah b. Meysere dışındakiler Sahîh’in râvîleridir. Bu zât da sika’dır/sağlam bir râvîdir.],  Münâvî, Feyzu’l-Kadîr: 5/ 427.

[27] Başkaların tarafından başkalarından rivâyet edilmiş rivâyetler vardır.

[28] Süyûtî, el-Hâvî li’l-Fetâvâ: 2/471-472

[29] A. H. M:58

[30] Meselâ, Elmalılı Hamdi Efendi’nin Dârulfünûn’daki vakıf ile alakalı ders notlarından toplamış Osmanlıca kitabının girişkısmına bakabilirsiniz.

[31] A. H. M:59

[32] Mâide: 8

[33] Nahl: 90

[34] A. H. M: 60

[35] Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmî, Târîh-i İslâm: 1/8

[36] Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmî, Târîh-i İslâm: 1/12-13

[37] A. H. M: 61

Fetvâları Nasıl Vereceğiz? *Kâsim bin Kutluboğa (Rh.A.-Tercüme: Emin Ali Yüksel

Bütün hamdler âlemlerin Rabbine mahsustur. Allah celle CelalühüEfendimiz Hz. Muhammed’e, âline ve Ashâb’ının tamamına salât-ü selâm etsin.

Hiçbir şeye muhtaç olmayan Rabbinin rahmetine muhtaç olan Kâsımel-Hanefî[1] (Müellif’in kendisi) şöyle der: İmâmlarımızın -Allah onlardan razı olsun- mezhebinde teşehhi[2]/istek, heva ile amel edenleri bizzat gördüm. Hatta kâdıların “görüşlerden hoşa gidenle amel etmekte bir mani mi var?” şeklindeki sözlerini işittim ve cevâben, evet vardır; kişinin hevâsına/ arzusuna tabi olması haramdır. Râcih varken mukabilindeki mercûh yok hükmündedir. Farklı hükümlerin bulunduğu mes’elede tercîhi gerektirici bir şey olmadan birini seçmek Şer’an yasaktır, dedim.

İmâm Ya’merî (V.799) Tabsiretu’l-Hükkâm fî Usûli’l-Akdiye ve Menâhici’l-Ahkâm isimli eserinde şöyle demiştir: İki kavil veyarivâyetten meşhûr (kuvvetli) olanı bilmeyen kişi, tercîh kaidelerini gözetmeden dilediğini seçip hükmedemez.

İmâm Ebû Amr İbnu’s-Salah (V.643) Edebü’l-Müftî ve’l-Müsteftî isimli eserinde şöyle demiştir:

Bil ki, Şer’î bir mes’elede fetvâ ya da amelinin, bir kavle veya bir görüşe muvafık olmasını yeterli gören ve tercîh kâidelerini gözetmeden fetvâ ve görüşlerden dilediğiyle amel eden kişi cehalete düş- müş ve İcma’ı yıkmıştır.

El-Bâcî (V.474) şöyle anlattı: Bir zaman kendisi ile ilgili birhadise vuku buldu, ulemâdan bazıları bu mes’elede el-Bâcî’ye zarar verecek bir kaville fetvâ verdiler. El-Bâcî onlara “nedenböyle fetvâ verdiniz” diye sual edince, onlar “biz bu hadisenin

senin hakkında vuku bulduğunu bilmiyorduk” dediler. El-Bâcî onlara, “bu yaptığınızın caiz olmadığı hakkında, Ehl-i icma’ arasında ihtilâf yoktur” dedi. 

İmâm Ya’merî (V.799) Tabsiretu’l-Hükkâm fî Usûli’l-Ekdiye ve Menâhici’l-Ahkâm isimli ese- rinde şöyle demiştir:

Müftînin, hükmü haber veren makamda olması, Hâkimin ise hükmü bağlayıcı kılan makamda olmasıdır. Bunun dışında, Müftî İle Hâkim arasında fark yoktur.

Usûlcüler şöyle demişlerdir: “İcma’ olundu ki; bir mes’elede bir mezhebin görüşüyle amel ettikten sonra, aynı mes’elede o görüşü taklîd etmekten (başka bir görüşü taklîd etmeye) dönmenin sahih olmadığı ittifakla sabittir.  Mezheb-de kabul edilen de budur.

İmâm Ebû’l-Hasen el-Hatîb Takiyyuddîn es-Subkî (V.756) Fetâvâ’sında şöyle demiştir:

Bir mezhebe bağlı müftî, bir Müctehid’in mezhebiyle bir mes’e-lede “şöyledir” diye, fetvâ verdiği zaman, artık o mes’elede başka bir mezhebi seçmesi ve hilâfına fetvâ vermesi yoktur. Zira bu mahza teşehhîdir.

Takiyyuddîn es-Subkî, aynı eserinde şöyle demiştir: Kişi bir imâmın mezhebine bağlanınca, başka bir mezheb (daha doğru olduğu) ona zâhir (açık) olmadıkça o imâmın mezhebiyle mükelleftir.

Mukallid’e başka bir mezheb (in doğruluğu) zâhir (açık) olmaz. Müctehid ise, Mukallid gibi değildir. Zira Müctehid bir delilden başka bir delile geçebilir. İmâm es-Sübkî bu mes’ele ile az önce naklettiğimiz muttefekun aleyh olan usûl mes’elesini açıklamaya çalışmıştır.

Es-Sübkî şöyle demiştir: Muhtelif iki ictihaddan oluşan bir hükmü taklîd etmenin sahih olmayacağı icma’ ile sabittir.

Birkaç saç telini mesh ederek abdest aldıktan sonra, üzerinde köpek necaseti (köpek teninin kişiye değmesi gibi[3]) bulunduğuhalde namaz kılan kişinin durumunu buna misal verdiler.

Şihabuddin el-Akfehsî (V. 808) Tevkîfu’l-Hükkâm alâ Ğavâ-mîzi’l-Ahkâm isimli eserinde “ic-ma ile batıldır” sözünü açıklarken demiştir:

Müleffak hüküm (bir mes’e-lede bir mezhebden bir kavil, diğer mezhebden başka bir kavil alarak hükmü telif etmek) Müslümanların icmâı ile bâtıldır. Dolayısıyla Mâli-kî bir hâkim(bir mahkemede) had cezâsını isbat etse, Şâfi’î bir hâkim de onunla hüküm verse geçerli olmaz.

Şihabuddin el-Akfehsî başka bir misal daha anlattıktan sonra şöyle dedi: Birçok cahil kâdı bunu yapıyorlar. Yani müleffak hüküm ile hüküm veriyorlar.

Ulemânın muradını anlayamayan bazıları, ne zaman İmâm Ebû Hanîfe bir görüş, İmâmeyn de ona muhâlif bir görüş belirtirse, Müftî ve Kâdı iki görüşten birini tercîh etmekte muhayyerdir/serbetdir. Âlimler böyle demişlerdir, dediler.

Ben de onlara şöyle dedim: Hayır, sizin düşündüğünüz gibi değildir.

İmâm Allame el-Hasen b. Mansur b. Mahmud el-Özcendî (V.592) yani Kâdıhan, Fetâva isimli eserinde şöyle demiştir:

Zamanınızda, Hanefî mezhebine mensub bir Müftînin, kendisinden fetvâ istenildiğinde takîb etmesi gereken usûl şöyledir:

(Bir:) Eğer hüküm ashabımız (Ebû Hanîfe ve talebelerin)den hilâf zikredilmeksizin Zâhiru’r-Rivaye’de rivâyet olunmuşsa, ona meyleder ve onunla fetvâ verir. Kendisi (mezheb içinde)  sağlam bir müctehid olsa da görüşü ile imâmlara muhalefet etmez. Zâhir olan odur ki hakk, ashabımızın dediği olup onları aşmayacağı(na inanmalı)dır. Üstelik kişinin kendi ictihadı onların ictihadına ulaşamaz.

İmâmlardan ittifakla gelen görüşe muhâlif olanların sözüne bakmaz, hüccetlerini de kabul etmez. Çünkü imâmlarımız, delilleri güzelce anlayıp sahih ve sabit olanı fasit ve asılsızolandan ayırmışlardır.

(İki:) Eğer mes’ele ashabımız arasında ihtilâflı ise bakılır, İmâm Ebû Yûsuf veya İmâm Muhammed’den biri Ebû Hanîfe ile aynı görüşte ise, Müftî doğru delillerin ve gerekçelerin bu ikisininkavlinde bulunacağından dolayı onların görüşü ile fetvâ verir.   

(Üç:) Eğer İki imâm (İmâm Ebû Yûsuf ve İmâm Muhammed) mes’elenin hükmünde, Ebû Hanî-fe’ye muhalefet etmişlerse bakılır;  ihtilâf, asrın ve zamanın (örfün) değişmesinden dolayı ise insanların hali (kötüye doğru) değiştiği için iki imâmın kavliyle hüküm verir. Mesela mahkemede zâhiri adaletle yetinmek gibi. Yine Müzaraa[4], Muamele[5] gibi mes’elelerde bütün Müteahhir/ sonraki ulemâ iki imâmın görüşünde birleştiğinden dolayı iki imâmın kavlini tercîh eder.

(Dört:) Bu anlatılan üç yerin dışında, müctehid olan Müftî muhayyerdir. Kendi görüşü ile imâm-ların sözünden hangisine kanaat getirirse onunla amel eder. Abdullah b. El-Mübarek (V.118) ise, “Müftî bu durumda da Ebû Hanîfe’nin kavlini alır”,demiştir.

(Beş:) Eğer mes’elenin hükmü Zâhiru’r-Rivâye’de değilse bakılır, eğer ashabımızın asıllarına (Mezheb anlayışına) uygunsa onunla amel edilir.

(Altı:) Eğer ashabımızdan hiçbir rivâyet yoksa bakılır, Müte-ahhir Âlimler bir görüşte ittifak et-mişlerse onunla amel edilir.

(Yedi:) Eğer Müteahhir Âlimler ihtilâf etmişlerse bu durumda ictihad eder ve kendisine göre doğru olanla fetvâ verir.

(Sekiz:) Eğer Müftî Müctehid değil Mukallid ise, cevâbı da ona izafe ederek tanıdığı en iyi Fakîhin kavli ile fetvâ verir.

(Dokuz:) Eğer tanıdığı en iyi Fakîh kendisinden uzak bir şehirde ise ona mektup yazar ve cevâ-bı araştırır. (Netîcede Müftî Allah adına konuştuğundan dolayı) Al-lah’a -helâline harâm, harâmına helâl demekle- iftira atmaktan korkması gerektiği için,  gelişi gü-zel cevap vermekten sakınır. (Kâdıhân’dan nakil bitti.)

El-Muhîtu’l-Burhânî isimli eserde, buraya kadar Müftî hakkında anlatılanların Kâdı hakkında da aynı olduğu zikredilmiştir.

İmâm Allâme Ebû Bekir Mes’ud b. Ahmed el-Kâsânî (V.587) el-Bedâiu’s-Sanâî  isimli eserin de şöyle demiştir: Kâdı ictihad ehlinden olup görüşü ile bir netîceye varırsa onunla amel etmesi vacip olur. Fakat ictihad ehlinden değilse bakılır, eğerashabımızın kavillerini biliyor ve son derece sağlam bir şekilde zihninde muhafaza ediyorsa, kavlinin doğru olduğuna inandığı imâmı taklid ederek onun kavliyle amel eder (hüküm verir).

Fakat ashabımızın kavillerini muhafaza edememiş ise yaşadığı şehirdeki Hanefî Fakîhlerin sözü ile amel eder. Eğer şehirde tek bir Hanefî Fakîh varsa, onun sözü ile amel edebilir.

Yine el-Kâsânî, Sıfâtu’l-Kadâ bahsinde şöyle demiştir: Kadâ (mahkemede hüküm vermek) halis Allah için olmalıdır. Zira kadâ ibadettir. İbadet demek amelin bütünüyle Allah rızası için olması demektir. (Kâsânî’den nakil bitti.)

Burhânu’l-Eimme es-Sadru’s-Şehîd, Hassaf’a (V.536) ait Edebu’l-Kadâ isimli eserin şerhinde şöyle der: Kâdı hükmedeceği zaman iki noktaya dikkat etmesi gerekir: Birincisi: Hüküm Ashabımız arasında ittifakî olur. Bu durumda, onunla hükmeder (başka mezhebin görüşü ile hükmetmez).  Çünkü (Mukallid), doğru görüş ashabımızın kavlinden başkası değildir (diye inanmalıdır): İkincisi: Hüküm Ashâbımız arasında ihtilâflı olur. Bu durumda Abdullah b. El-Mübarek şöyle demiştir: “Ebû Hanîfe’nin kavlini alması gerekir, çünkü onun görüşü sahabenin görüşüdür, hem de o, tabiin zamanında fetvâ vermiştir. Şu halde ihtilâf asrın ve zamanın değişmesinden kaynaklanan bir ihtilâf olmadıkça, onun

sözü daha doğru ve daha sağlamdır.” Müteahhir âlimler ise, bu durumdaki kâdının (Müctehid kâdıya) sorması gerekir, demişlerdir.

İbnu’ l-Hümam (V.861), El-Hidâye’nin şerhi olan Fethu’l-Kadîr isimli eserde, müctehidin kendi görüşüne aykırı olarak hüküm vermesindeki ihtilâfı naklettikten sonra netîce olarak şöyle demiştir:

“Kendi görüşünü unutarak veya kasıtlı terk ederek hilâfına hüküm verecek olsa, her iki vecihte de hükmünün geçerli olmayacağı ile fetvâ verilir. Devamla şöyle der: Bu görüş (hükmünün geçerli olmayacağı), imâmeynin kavli olup zamanımızdadoğru olan da bu kavil ile fetvâ verilmesidir. Zira (bu zamanda) kendi (ictihadıyla vardığı) görüşünü, kasıtlı olarak terk etmesi geçerli bir maksada dayanmaz. Olsa olsa Şer’an geçerli sayılmayacak olan hevasından dolayıdır. Kendi görüşünü unutarak başkasının görüşüyle hüküm veren kâdı’ya gelince, mukallid olan kişi onu başkasının görüşüyle hüküm vermesi için değil, kendi görüşü ile hüküm versin diye taklit etmek istemiştir.  Bu anlatılanların tamamı (mazhebde) Müctehid olan Kâdı hakkındadır. Mukallid olan Kâdı’ya gelince, mesela (Hanefîmezhebiyle amel eden devlet idaresi) onu Hanefî mezhebiyle hüküm vermesi için yetkilendirmiş ise mezhebe muhalefet etme yetkisi yoktur. Dolayısı ile mezhebe muhâlif hüküm verecek olsa, bu hüküm hakkında yetkisiz addedilir (ve hükmü geçersiz olur.)

El-Kunye isimli eserde, el-Muhît ve diğer kitablardan şöyle nakledilmiştir: Kendi görüşünün hilâfına hüküm verdiğinde, hükmünün geçerli olup olmayacağı hakkındaki muhâlif rivâyetler,Müctehid olan Kâdı hakkındadır. Mukallid olan Kâdı, mezhebine muhâlif hüküm verecek olsa, hükmü geçersiz olur. (Nakil bitti)

Ebû’l-Abbas Ahmed b. İdris el-Karâfî (V.684) şöyle demiştir: “Müftînin râcih kabul ettiği görüşle fetvâ vermesi vacip olduğu

gibi, Hâkimin de kendisine râcih olan görüşle hüküm vermesi vacip midir? Yoksa iki kavilden birini tercîh etmediği halde her hangi birisiyle hüküm verebilir mi” süâlinin cevâbı şudur: “Hâkim Müctehid ise râcih bulduğu görüşün dışında bir kavil ilefetvâ ve hüküm vermesi caiz değildir. Eğer mukallid ise, mezhebde meşhûr olan görüşü râcih bulsun bulmasın, sadece o görüşle fetvâ vermesi caizdir. Zira taklit etmiş olduğu imâmınıfetvâ hususunda taklit ettiği gibi, hüküm olarak verdiği kavli tercîh etme hususunda da taklit etmesi gerekir. Hevasına tabi olarak arzu ettiği kaville fetvâ vermesi ittifakla haramdır. Mercuh kavil ile fetvâ ve hüküm vermek ise icma’a muhâliftir.” (El-Karâfi’nin sözü burada son buldu.)

(Şimdi hangi kaville amel edeceğiz) Müctehid ve fakîh kalmadı diyerek ulemânın muradını anlamayan birisinin sözüne karşılık şöyle dedim:

Hakkında muhtelif rivâyetler bulunan mes’elelerde Abdullah b. El-Mübarek’in dediği gibi yaparız. Üstelik müctehidler yok olmadılar. Hatta, ihtilâflı mes’eleleri inceleyip sahîh olanı ayırdılar ve tercîh ettiler. Bu zatların tasnif ettikleri kitablar,

Ebû Hanîfe’nin kavlinin alınması gerektiğine şahidlik etmiştir. Ancak, bazı mes’eleler bundan müstesnadır. Onlarda, İmâm Muhammed ve İmâm Ebû Yûsuf’un kavli ile, veya ikisinden biri Ebû Hanîfe ile aynı görüşte olsa dahi diğerinin kavli ile fetvâ vermeyi tercîh etmişlerdir. Kadıhân’ın da işaret ettiği bir takım sebeblerle İmâm Ebû Hanîfe’den rivâyet bulunmayan yerlerde, iki imâmdan birinin kavlini, hatta bunun gibi (Ebû Hanîfe’den rivâyet bulunmayan) bazı mes’elelerde bütün imâmların kavlinin mukabilindeki İmâm Züfer’in kavlini tercîh etmişlerdir.  Öyleyse onların tercîhleri ve tashîhleri bâkîdir.Bize de -aynen onların hayatta olup da tercîh ettikleri görüşlebize fetvâ vermeleri gibi- râcihe/doğruluğu ağır basan ictihâdauymak ve onunla amel etmek düşer.

Şayet, “imâmlardan gelen rivâyetlerin dışında tercîh yapılmamışbir takım kaviller hikâye ediyorlar ve tashîhlerinde de

ihtilâfa düşüyorlar, (bu takdîrde ne yapmamız gerekir?)”, denilse,

(Şöyle) derim: Onlar, (Bir:)insanların halleri ve örfün değişmesini dikkate almak, (İki:)kolay ve meşakkatsiz olmak bakımından insanların haline en münâsib olanı gözetmek,1 (Üç:)teamül haline geldiği açık olanları ve (Dört:)delili kuvvetli olanları göz önünde bulundurmak gibi birtakım esaslarla amel (tercîh) etmişlerdir. Biz de onların yaptığı gibi yaparız.  Ancak bu işi öyle yaparım zannedip kendini ona zanna dayalı olarak ehil görenler değil, gerçekten bu işi yapabilecek, zayıf ile kavinin/kuvvetlinin arasını ayırabilecekolanlar yapmalıdır.

Böyle insanlar İslam âleminde mutlaka bulunur. Bu işi yapamayanlar mes’ûliyyetten kurtulmak için, yapabilenlere sormalıdır. Ve’s-selâm.

* Husûsan bu zamanda hemen hemen herkes kendisinin veya başkalarının keyfine göre fetvâ vermektedir. Siyâsî sâhibi ve hâmîsi bırakılmayan dînimiz İslâmiyet âdetâ insanların oyuncağıhâline getirildi. Zirveye tırmanan cehâlet îcâbı Usûlsüzlük birUsûl hâlini aldı. Müctehid imâmlarımız ve Tercîh sâhibi âlimlerimiz bir yana bırakılıp yeni yetme sapık câhiller fetvâ imâmları yapıldı. Aşağıda tercümesini okuyacağınız ve Fetvâ Vermenin Usûlü diyebileceğimiz yazı, Hanefî Muhaddis ve Fakihlerinin ileri gelenlerinden Kâsım b. Kutlubuğâ’nın, Muhtasaru’l-Kudûrî’de geçen farklı ictihâdlardan fetvâ için tercîh edilecek olanların hangileri olduğunu gösterdiği Tashîhu’l-Kudûrî isimli eserinin başından alınmıştır.

[1] Allame Fakih Muhaddis Hafız Müftî Ebu’l-Adl Zeynuddin Kâsımb. Kutluboğa b. Abdullah es-Sudunî el-Cemâlî el-Hanefî (V.802) yılında Kahire’de doğdu, çocukken babasını kaybederek yetim kaldı. Hayat şartları onu hafızlık yaparken terzilikle uğraşmakzorunda bıraktı. Sonra kendisinde beliren üstün zeka ve anlayışla ilimle iştigâle başlamış ve kısa zamanda ekranı

arasında ulemânın dikkatini çekmiştir. İbnu’l-Hümâm (V.861), İbn-i Hacer (V.852), Ebu’l-Abbas el-Makrizî (V.845), Kâriu’l-Hidâye (V.829), el-İzz b. Abdisselâm (V.859), Tâcuddin el-Ferğanî (V.834), el-İzz b.Cema’a ve daha birçok alimden ilim almıştır.

Genç yaşta tedrise başlamış olan Şemsuddin el-Mağribî, Ebu İshak el-Hâcendî, İbn-u İsmail el-Cevherî, İbnu’l-Aynî ve daha birçok talebeye ilim okutarak icazet vermiştir.

Zühd takva ve tevazuuyla iştihar eden Kutluboğa’nın ilminin ve fekâhatinin üstünlüğüne dair Abdulhayy el-Leknevî Fevâidu’l-Behiyye’de, Kevserî, Kutluboğa’nın Nasbu’r-Ra’ye kitabına istidrak olarak yazdığı “Minyetu’l-Elma’i bimâ Fâte’z-Zeyla’i” isimli eserinin mukaddimesinde ilminin ve fekâhetinin üstünlüğünden bahsederek onu överler. Burada Allame Keşmirî’ye ait Feyzu’l-Bâri’ isimli eserden bir nakille Kutluboğa’nın ilmîderecesini anlamaya çalışalım. İbnu’l-Hümâm’ın ölümü yaklaşıncainsanlar ondan kendi yerine bir halife bırakmasını istemişler. O da, Allâme Kâsım b. Kutluboğa demiştir. Kudûrî’ye yazdığı et-Tashîh ve’t-Tercîh (Tashîhu’l-Kudûrî) kendisinden sonra gelen ulemâya tashih hususunda kaynak olmuştur.

Geride Tefsir, Hadis, Fıkıh, Usûl-i Fıkıh, Tahriç, İlm-i Ricâl,Kelam, Tarih ve diğer ilimlere dair bir çok kıymetli eseri bırakarak (879/1474) yılında Dâru’l-Bekâ’ya intikal etmiştir. Allah rahmet etsin.

[2] Teşehhi lügatte; bir şeye aşırı istek duymaktır. Istılahta delil ve bürhanı bırakıp re’yini/görüşünü nefsinin hevasına tabi kılmaktır. (Mu’cemu lügati’l-Fukaha)

Şatibi ittibâ-i hevâyı/nefsin arzusuna uymayı açıklarken şöyle diyor: Mukallid kişinin hilâf/aksi görüş bulunan meselelerde muhayyerliği yoktur. Çünkü Müftilerden her biri kendi içtihadında doğru bulduğu delile tabi olur. Bu delil diğer müçtehidin delilinin zıddını iktiza edebilir. Şu halde her iki müçtehid birbirine zıd iki delil sahibidir.

Şimdi, mukallidin bu iki delilin gereği olan hükümden birine (zaruret veya tercihi gerektirici geçerli bir başka sebeb olmadan) tâbi olması ittibâ-i hevâdır.

Netice olarak müçtehid olan müftînin tercih, tevakkuf ve benzeri kaideleri gözetmesi vacib olduğu gibi mukallide de istediği görüşten birini alması yoktur. Zira bu Şer’î bir delilolmadan mezhebler arasındaki ruhsatları araştırmaktır. Bu ise Şer’an memnû’dur. Hasılı, şer’î bir gerekçe olmadan kafasına göre iki görüşten birini alması ittibâ-i hevâdır.

[3] Hanefi ve Maliki mezhebine göre köpek necesu’l-ayn değildir. Şafii ve Hanbeli mezhebine göre ise köpek necesu’l-ayndır.

[4] Müzaraa: Çıkan hâsılatı aralarında anlaştıkları oran nisbetinde bölüşmek üzere, bir taraftan arazi diğer taraftan emek yani ziraat/ekin ekmek üzere yapılan bir çeşit şirket akdi, ziraat ortaklığıdır. (Mecelle, 1431)

[5] Mu’amele yani Müsâkât: Çıkan meyveleri aralarında anlaştıkları oran nisbetinde bölüşmek üzere bir taraftan ağaçlar diğer taraftan iş yapmak yani ağaçları ve meyvelerini yetiştirmek üzere yapılan bir çeşit şirket akdi, bahçe-emek ortaklığıdır. (Mecelle, 1441 )

Bir Fıkıh Mevzûu (Kadının Namazı ErkektenFarklı mıdır, Değil midir?

Abdurrahman GÜZEL

Bundan sonra…

Evet, her ne kadar İmâm Nevevî arada fark olmadığını söylediysede, Hanefîler ve Hanbelîlerde kadın ve erkeğin namazında bir takım farklar görülmektedir.

Hanefî âlimlere göre, iftitâh tekbîri, rükû’, secde ve teşehhüde/ oturmada erkeklerle kadınlar arasında bir takım farklılıklar vardır. Sözü edilen şu farklılıklar, tamamıyla setr-i avretle yani kadının avret yerlerinin daha iyi korunup anlaşılmaması esasına dayanmaktadır.

--------------------------------------------

Kadının İftitâh Tekbîrinde Ellerini Kaldırması-----------------------------------------------

Muhammed Zekeriyâ şöyle diyor:

Kadının (iftitâh tekbiri esnâ-sında) ellerini kaldırması hakkında Ahmed’den iki rivâyet vardır.

Birincisi: Biraz kaldırır. Ahmed kaldırma olmayan bir kaldırma (veya az bir kaldırma)dır, dedi.

İkincisi: Kadının elini kaldırması ona meşrû kılınmadı.

Süyûtî, Tenvîr(u’l-Havâlik)’de şöyle dedi:

Resûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Kıldığın vakit ellerini kulakların hizasına kaldır. Kadın da ellerini göğüsleri hizasına kaldırır.”[1]

Öyleyse, Şevkânî’nin ve diğerlerinin, kadınla erkeğin ellerini kaldırmalarındaki farka dâir Hanefîlerin hiçbir delîli yoktur, demeleri nazar/bakış (ve hadîs ilmi) kıtlığından doğan bir hatâdır.[2]

Demek ki, Hanefî ve Hanbelîlere göre kadın ellerini erkeklerdenaz kaldırır.

Kadının Teşehhüd Hâli-----------------------------------------------

Aynî şöyle demektedir:

Kadı İyâz bazı seleften kadının sünnetinin bağdaş kurmak olduğunu nakletmiştir. Nevevî şöyle demiştir: Kadının oturuşu, erkeğin oturuşu gibidir. (Ayni’nin sözü son buldu.)[3]

Evet, Mâlik, Ahmed ve Hanefîler bu mes'elede tevâfuk etmişlerdir. İbn-i Kudâme el-Muğnî’de şöyle demiştir: Kadın bağdaş kurarak, yâhud iki ayaklarını uzatarak ve onları sağ

tarafına koyarak oturur. Ahmed şöyle demiştir: Uzatmak bence daha güzeldir. Hallâl da bunu seçmiştir.

Ali şöyle demiştir: Kadın namaz kıldığı zaman iyice toparlansınve oyluklarını birbirine yapıştırsın. (Son)

El-Müdevvene’de açık bir şekilde şöyle demiştir: Kadın erkek gibi verek’i üzerine oturur.

Ben (Kandehlevî) şöyle diyorum:

İmam Ebû Hanîfe’nin Müs-ned’inde şöyle bir rivâyet vardır: Ebû Hanîfe Nafi’den, (O), İbn-i Ömer radıyallâhu anhüma’dan şöyle rivâyet etmiştir: İbn-i Ömer’e Resûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem zamanında kadınların nasıl namaz kılmakta olduğu sorulunca şöyle dedi: “Bağdaş kurarlardı, sonra da iyice toparlanıp büzüşmekle emrolundular.”

Aliyyü’l-Kârî hadîste geçen ihtifâz kelimesini teverrük ederek âzâlarını birbirine yapıştırırlardı şeklinde ma'nâlandırmıştır.(Son)

İbnü Ebî Şeybe’nin Musan-nef’inde Hâlid İbn-i Leclâc’a varan senediyle şöyle bir rivâyet yapmıştır:

Leclâc şöyle demiştir: Kadınlar namazda bağdaş kurmakla emro-lunmuşlardı.

Nâfi’den Safiye radıyellâhu an-hâ’nın bağdaş kurarak oturduğu rivâyet edilmiştir. Nâfi’den şöyle dediğine dâir bir rivâyet daha vardır: İbn-i Ömer’in hanımları namazda bağdaş kurarlardı.[4]

Kadının Secde Hâli---------------------------------------------

Yezid İbn-ü Ebî Habib’ten rivâyet edilmiştir.

“O namaz kılmakta olan iki kadına uğradı ve şöyle dedi: Secde ettiğiniz zaman vücudunuzun bir kısmını diğer kısmına yapıştırınız. Zîrâ kadın bu husûsta erkek gibi değildir.”[5]

Ben (Tânevî) şöyle derim: Hâfız (İbn-i Hac-er)ın sözü, onun Mür-sel’de terk edilen bir râvî olmadığını göstermektedir. Allâme Muhammed Kaim es-Sindî’nin el-Fevzu’l-Kirâm isimli eserinde şöyle denilmektedir: Bu mürsel rivâyet şu bâbtaki mevsûl iki rivâyetten daha güzeldir.(Son)

Allâme Abdulhayy rahimehul-lahu teâlâ’nın “Mecmû'atü’l-Fetâvâ” isimli eserinde böyle yazılmaktadır.[6]

Ebû Hanîfe Nâfi’den, (O da) İbn-i Ömer radıy-allâhu anhümâ’dan rivâ-yet ettiğine göre şöyle denilmektedir. İbn-i Ö-mer radıyallâhu anhü-ma’ya Resûlüllâh sallal-lâhu aleyhi ve sellem zamanında kadınlar nasıl namaz kılarlardı şeklinde sorulunca şöyle dedi:

“Kadınlar bağdaş kurarlardı. Sonra büzüşmekle emrolundular.”[7]

Ben (Tânevî) şöyle diyorum: Bu, Sahîh bir isnâddır. Onu Kadî Ömer İbnu Hasan el-Eşnânî, Ali İbn-u Muhammed el-Bezzâz’dan, (O), Ahmed İbn-u Muhammed İbn-i Hâlid’den, (O), Zirr ibn-u Necih’den, (O), İbrâhîm İbnu’l-Mehdî’den, (O), Ebû’l-Ahves İbn-u Cevâb’dan, (O), Süfyan-ı Sevrî’den, (O), Ebû Hanîfe’den senediyle rivâyet etmişlerdir.(Son).

Ben (Tânevî) şöyle diyorum: Kadı Ömer İbnu’l-Hasen el-Eşnânî, İbnu Ebî’d-Dünya ve başkalarından rivâyet etmiştir. Dâre-kutnî ve diğerleri onu zayıf bulmuşlardır.

Talha İbn-ü Muhammed, rivâyetlerini güzel yapan hadîs ehl-i cümlesinden ve hâfızlardan biriydi. Birçok hadîs rivâyet etmiştir. İnsanlar eskide ve yenide ondan hadîs almıştır. Dârekutnî’nin şeyhi hâfız Ebû Ali el-Herevî’ye onun hakkında suâl sorulduğunda, “şübhe yok ki o sadûk birisidir” dedi, demiştir. (Lisânü’l-Mîzân’dan kısaltılarak son buldu.)[8]

Ali İbn-ü Muhammed el-Bezzâz Ebû’l-Kâsım İbnu’t-Tüsterî diye tanınır. Hatîb onu târîhinde zikretmiş ve ondan hadîs yazdım demiştir.[9]

Ahmed İbn-ü Muhammed Hâlid, Ebû Saîd el-Hımsî, el-Vehbî el-Kindî’dir. Buhârî ondan Kıraat cüz’ü ve diğer eserlerinde

rivâyette bulunmuş, Yahya İbn-i Maîn’den onun sika olduğunu nakletmiştir. Dârekutnî zararsızdır demiştir. İbn-i Huzeyme Sahîh’inde onun hadîsini rivâyet etmiştir. İbn-i Hibbân es-Sikât’ında onu zikretmiştir.[10]

Zirr İbn-ü Necîh’in tercüme-i hâlini bulamadım. İbrahim İbnu’l-Mehdî’nin Hafs İbn-u Ğıyas ve başkalarından rivâyet eden el-Masîsî olduğunu zannediyorum. Onu Ebû Hâtim, İbn-i Hibbân, İbn-i Kânî’ ve diğerleri sika bulmuştur.[11]

Ahvâs İbn-ü Cevâb’ı İbnu Maîn, sika bulmuştur. Bir defasında dao kadar sağlam değildir, demiştir. Ebû Hâtim, sadûktur demiştir. İbnu Hibbân da, es-Sikât’ında hadîs rivâyet sanatını çok iyi yapan birisidir, bazen de yanılır, demiştir.[12]

Süfyan-ı Sevrî ve Ebû Hanîfe kendilerine medh ü senâ yapılmasından daha da meşhûr-durlar.

Ebu’l Ahvâs Ebû İshâk’dan, (O), Hâristen, (O), Ali radıyallahü teâlâ anhu’dan, şöyle dediğini rivâyet etmişlerdir:

Kadın secde yaptığı zaman büzüşsün, oyluklarını birbirine yapıştırsın.[13]

Derim ki; bunun Hâris’in dışındaki râvîleri Kütüb-i Sitte cemaatinin râvîleridir. Hâris de Kütüb-i Sitte’den dört Sünen’in râvîsidir. Hakkında ihtilâf edilmiştir. İbn-u Maîn onusika bulmuş, İbn-u Şahin es-Sikât’ında şöyle demiştir: Ahmed İbn-u Sâlih el-Mısrî, Haris-i A’ver, sika bir râvîdir ve ne acâib bir hıfz sâhibidir. Ali’den ne güzel rivâyetler yapmıştır.” dedi ve O’nu övdü. Onun için “Şa’bî onun yalan söylediğini söyledi” denilince “hadîsde yalan söylemezdi. Onun yalanı reyindeydi” dedi.

İbn-ü Ebî Hayseme şöyle dedi: Yahya’ya, Hâris’le ihticâc edilirmi? denildiğinde, hadîs âlimleri onun hadîsini kabûl etmeye devam etmişlerdir, diye cevâb verdi.[14] (Son)

Şu halde hadîs hasendir. Sahâbî kavli bizce hüccettir. Merfu' rivâyetlerle de kuvvetlenmiştir. Ebû İshâk her ne kadar

tedlîsçilerden idiyse de lâkin o bazı hadîsçilerin hadîsini kabûl ettikleri üçüncü tabakadandı.

Ve onun tedlîsine katlanmışlardır. Nitekim İbn-u Hacer’in Tabakâtü’l-Müdelli-sîn’inde böyle yazılıdır. Üstelik tedlîs bizce (rivâyetin sağlamlığına) zarar vermez. (Bu rivâyet) başkahadîslerle de kuvvet bulmuştur.

İbn-ü Ömer radıyallâhu anhü-ma’dan merfu' olarak rivâyet edilmiştir: “Kadın namazda oturduğu zaman oyluğunu diğer oyluğuüzerine koyar. Secde ettiği zaman da karnını oyluğuna yapıştırır en örtücü şekliyle. Zîrâ Allahü Teâlâ ona şöyle diyerek nazar eder: “Ey meleklerim! Ben sizi şâhid koştum ki bukadına mağfiret ettim.”[15]

Ben (Tânevî) derim ki;  bunun geçmiş şâhidleri de vardır.[16]

Merğînânî el-Hidâye’de erkek ile kadının namazında on üç fark zikretmiş, iftitâh tekbîrinde ellerini göğüs hizâsına kaldırması, secde ve teşehhüde kendini iyice toplamasını da bunlardan saymıştır.[17]

-----------------------------------------------

Kadının Rükû' Hâli-----------------------------------------------

Bu bahsi asıl sıralamasının dışında ele alışımızın sebebi, hakkında açık bir nass bulamayışımızdır.

Zâhidî el-Müctebâ’da, kadının rukû’da az eğileceğini, (dizlerine iyice) dayanmayacağını, parmaklarını açmayacağını, lâkin (parmaklarını) yapıştırıp iki dizi üzerine iyice koyacağını ve dizlerini biraz eğeceğini zikretmiştir.[18] İbrâhîm Halebî’nin Ğunyetü’l-Mütemellî’sinde[19] ve başkalarının başka yerlerde zikrettikleri kadının rükû'da hafifeğilmek sûretiyle rükû' yapacağı’na, (ellerini diz kapaklarına iyice dayatmayacağına) dâir olan ibâreleri vardır. Bunların aslında naklî bir delîli varsa da biz onu göremedik. Lâkin, ilim zevkini tadan kimseler, delîllerin her zaman açık

nasslardan ibâret olduğunu iddia edemezler. Onların derinliklerinde erbâbının istinbat edip çıkaracağı tükenmeyen hükümler vardır. Kıyâsın ve sâir istinbatların birer Şer’î delîl oluşları işte sözünü ettiğimiz bu hakîkate dayanmaktadır.

Bu sebeble deriz ki, iftitâh tekbîrinde, secdede ve teşehhüdde,kadınların erkeklerden ayrı bir namaz kılışının bulunduğu nasslarla sâbittir. Bunlar da, şu namaz kılış şekillerinin onuntesettürüne en elverişli oldukları esasına dayanmaktadır. Bu noktadan kalkarak fıkhî bir kıyâs olan Münâsebet yoluyla denilebilir ki; bu ma'nâ rükû' mes'elesinde de vardır. Nitekim bu, “rukû’ ediniz” nassının rükû' kelimesindeki inhinâ/öne doğru eğilme ma'nâsından da çıkarılabilir. Bu inhinâ’nın Şerîatörfünde diz kapaklarını avuçlara yerleştirerek gerçekleştiğini görüyorsak ve erkek için bu hey’et nasslarla mevcûd ise de kadınların tesettürüne en elverişli olan hey’etin / şeklin rükû' kelimesinin ma'nâsının aslında tahakkuk edebileceğini başka nasslar çerçevesinde fıkhetmek zor değildir

Netîce-----------------------------------------------

Hiç kimse, bir şekilde gırtlağından bir yerlere bağlanıp âlimlerin meydanında öttürülen, âlim pozlarındaki câhil medya kekliklerine kanmasın, aldanmasın… İşin en acı yanı ise “Ben fıkh’ı, İmâm A’zamlardan çok daha iyi bilirim; onlar bu işten anlamazlar” demeye getiren domuz ve köpek kokanlara, hatta kâfir necâseti kokanlara1[20] hamiyet sâhibi Ehl-i Sünnet(!) mü’minlerin bön bön, belki de mest ü hayran bir halde bakmaktanbaşka bir şey yapmamalarıdır. Yazıklar olsun!..

[1] İmâm Süyûtî, Tenvîru’l-Havâlik, Taberânî’den (: 1/98) Heysemî, “bunu Taberânî(el-Kebîr:22/19), Ebû Vâil’in menkıbelerinde Meymûne bint-i Hucür’den, O da halası Ümmü Yahyâbint-i Abdi’l-Cebbâr’dan rivâyet etmişdir ki, “Meymûne’yi tanımıyorum. Kalan râvîleri sağlam kimselerdir” demiştir. Mecma’u’z-Zevâid:2/103

[2] Muhammed Zekeriyyâ el-Kandehlevî, Evcezü’l-Mesâlik Şerhu Muvattâi İmâm Mâlik: 2/43

[3] Tânevî şöyle demiştir: ‘Aynî, ‘Umde (3/165)’de kadının teşehhüdü erkeğinki gibidir; Neha’î, Ebû Hanîfe ve Mâlik de bu görüştedir. Enes’ den de böyle rivâyet edilmektedir, şeklindekisözleriyle garîb bir tavır sergilemiştir: İ’lâ:3/25

[4] Muhammed Zekeriyâ el-Kandehlevî, Evcezü’l-Mesâlik Şerhu Muvattâi İmâm Mâlik: 2/118-119

[5]   Bunu Ebû Dâvûd el-Merâsil’inde ve Beyhekî iki mevsûl tarîkle rivâyet etmiştir. Lâkin bu yollardan her birinde metrûkbir râvî vardır. Et-Telhisu’l-Habîr’de böylece yazılıdır. (1/91)

[6]   [Abdulhayy el-Leknevî, Mecmû'atü’l-Fetâvâ: 1/616], Tânevî

[7]   Câmi'’u’l-Mesânid:1/400

[8]   4/491-492

[9]   Câmi'u’l-Mesânid’de böylece yazılıdır. (2/258)

[10]  Tehzibu’t-Tehzîb’de böylece yazılıdır. (1/26-27)

[11]  Tehzibu’t-Tehzîb’de böylece yazılıdır. (1/169)

[12]  Tehzibu’t-Tehzîb’de yine böyle denilmektedir.(1/192)

[13]  Bunu İmam Ebû Bekr İbn-u Ebî Şeybe Musannef’inde rivâyet etmiştir. [(Yazma 181)]

[14]  [Tehzibu’t-Tehzîb’de 2/146, 147’de böylece yazılıdır.]

[15]  [Bu hadîsi İbn-ü Adiyy el-Kâmil’de ve Beyhekî Sünen’inde rivâyet etti ve zayıf olduğunu söyledi. Kenzu’l-Ummal (4/117)’de böyledir. ]

[16]   Zafer Ahmed el-‘Usmânî et-Tânevî, İ’lâu’s-Sünen: 3/19-25

[17]   Leknevî, es-Si’âye: 2/205

[18]   Leknevî, es-Si’âye: 2/206

[19]   Ğunyetü’l-Mütemellî: 315-316

[20] Cumua Ğuslü münâsebetiyle, medyada, Sahâbe yolundakilerin(!) gözü önünde, Sahâbe efendilerimiz rıdvânullâhi aleyhim için, Goldziher’in ve bilmem başka hangi kâfirin tefsîr talabesi olması sebebiyle ve ondan ilhâm alarak onlar koyun ve deve kokuyorlardı diyebilecek kadar edebsizleşen, Onların etlerini ısıran, üzerine, o ve onun gibi gavurların necâset olan fikirlerinin pis kokuları iyice sinen ve onları neşreden satılmış ve edebsiz bir zavallı için başka ne denilebilir?!..

Vahdet-i VucudMustafa FEYZİ

Başlık olarak seçtiğim izâfet terkîbini/isim tamlamasını görüp te taklidçi cahillerin mümkinât alemine/Allah’ın dışındaki varlıklara kayıtsız şardsız hâşâ (Allah'dır) dedikleri gibi birfikre kapılmayınız. Maksadım o değildir; gerçekte de öyle olamaz. Büyük sûfîlerin hatıratının/kalblerine gelen Vâridât’ın

ikiye ayrılıp ta bir kısmı ( وس�ت� Hepsi ondanè mesleğinde) (ه�مه از�vahdet-i şuhûd'a, diğer bir kısmı ise ( (Hepsi o) ( ه�مه اوس�ت�diyerek vahdet-i vucûda kâil olmaları bir başına çene yarıştırmakdan ibârettir. Netice itibariyle bir çekişme yoktur.

وس�ت� )     diyenler Şerîat’ın zâhirini de (Hepsi ondandır) ( ه�مه از�muhafaza buyurarak herkesin anlayabileceği bir yol gösteriyorlar. Her neyi görseler, esmâ ve sıfat-ı ilâhiye, dolayısıyla, Zat-ı Mutlak'ın eserleri ve şuûnâtı olması itibariyle Hakkı görüyorlar; fakat bu ifâdeden, eserden sahibine intikal suretiyle yaratılmışlardan yaratanın varlığınıçıkarıyorlar sanılmasın. Gerçi bu bir yoldur ki, büyük ulemâ'nın beyânı üzere buna muvaffak olanlar, taklîd şübhesinden kurtulsalar da, ilmel-yakîn mertebesine terfî edemezler. Burada yaratılanlardan yaratana ulaşmak vardır.

    Bizim arz etmek istediğimiz Vahdet-i Şuhûd mertebesi bunun aksidir. Orada haktan halka inme yolu vardır. Mesela delille anlayanlar, içinde bulundukları odanın penceresinden sızan ışığı görür de onunla güneşin varlığı neticesini çıkarır.

Vahdet-i Şühûd erbabı ise, doğrudan doğruya güneşe bakar da kainatta mevcûd olan ışığın güneşten çıktığını görür, ki, işte

kelam ve lisanla söylenebilecek     ( وس�ت� Hepsi) (ه�مه از�ondan)  ve Vahdet-i Şühûd bu demektir. Bu yolun taklîdçileri her ne kadar hakikattan nasîbsiz olsalar da dinsizlik şaibesinden uzaktırlar.

    Delille anlamak ile görmek arasında hiç münâsebetin olmadığı erbabı katında bellidir. Bunun ilerisi zevkle alâkalı hallerdir.

    Vahdet-i Vücûd erbabı ise, denize bakıp da, oradaki mahlûkatın maya ve sermayesinin ancak yine kendisi/deniz olup oçeşitli mahluklar ondan ve ondaki hayat gücünden meydana gelip ve de izsiz olanların bir an bile yaşayamayacaklarını apaçık gören ve onların varlığının müstakil olmadığını bilip de hepsini nazar-ı itibardan uzaklaştırarak, yalnız denizin varlığını ileri süren kişiye benzetilebilir ki hakikaten mümkinâtın eğreti varlığının Hakk'ın Kayûmiy-yetiyle/vâr ediciliği ve ayakta tutmasıyla kaim/mevcûd olduğunda akıl ve

nakil müttefiktir.               ( ( Hepsi o dur) (ه�مه اوس�ت�

Vahdet-i Vücûd erbabı, bu mananın hakîkâtıyla ictihad etmiş oluyorlar.

    Gerek önceki Vahdet-i Şühûd ve (hepsi O’ndan) ve gerek sonraki Vahdet-i Vücûd ve  (hepsi O’dur) yollarının şu belirtilen cereyan tarzı sadece bir İlm-i Yakîn’in beyânından ibârettir. Ayne’l-Yakîn ve Hakkal-Yakîn mertebelerinin söz ve yazıyla tezahür edemeyeceği, arz ve beyana yeltenilse bile, hazırdakini aramaya çıkan kimseye, o var olan hazırın kayıblığıyla, daima aralarında uzaklık hâsıl olacağı misalini teşkil eden çıkmaz yola sapılacağı erbabı katında malumdur.

Bunun için şu arz olunan dereceden ilerisi zevkle alâkalı hallerden olmakla birlikte, kapısı da yolu da kapalı değildir.

Muhammedî irfan mektebinde ilimden sonra amelî ahlak tahsîline bağlıdır. Fakat muallimin çok mükemmel olması, talebede de kabiliyet bulun ması şarttır.

Bu yolun muhakkıkı/hakîkatine varan, Vahdet-i Şühûd erbabıyla asılda ittifak etmekle birlikte, taklîdçileri cebir yolunda, kuldan Hakk’ın teklîfinin düşeceğini[1] gerekli görmek suretiyle ayakları kayıp, şeytanın yolunda nefis ve hevâları’nın ilah edinilmiş olduğunu bile anlamayacak kadar cahildirler.

Bu davanın isbâtı ise Ehl-i Vücûd’un/Vahdet-i Vücûdçuların büyüklerinin ilâhi teklîfler/kulluk vazîfeleri ve Şerîat’ın zâhirinde Resûlüllah S izinden asla ayrılmadıkları tevâtüren sabitken taklîdçilerin, cahillerin Şer’î muamele ve Allah Y nünteklîflerinde/kullarına yüklediği vazîfelerinde tembellik ederek nefsânî şehvetlerin icrasında büyük bir faaliyetle (Hak böyle istiyor, böyle yapıyor, kim kime ibadet edecek, hak hem ibâdet eden hem de ibadet edilen olur mu? Hakkın ibadete ihtiyacı yoktur) gibi birçok yanıltıcı sözlerle kendilerini aldattıkları bir takım nefis ve hevasına meyilli ve din ilmindenasîbsizliği hasebiyle dalâlet/sapıklık yoluna hazır olan halkın avâmını iğfal ederler.

Bu hususta, Şeyh-i Ekber Muhyiddîn İbn-i A’rabî kuddise sir-ruhû gibi Sûfiyye’nin mütefekkirleri-nin önde gelenleri

melâike-i mukar-rebûn[2] gibi (ا ن� ا الا م�ا ع�لمت� ك� لاع�لم ل�ن� حان�� diyerek [3] (س�ب�kulluk secdesinden başlarını kaldıramazken, sapık

taklîdçiler,  ( ر و ك�ان" كب� ا واس�ن� ayeti celilesine münâsib olarak [4](اب��Allah’ın muhkem sınırlarına asla aldırmazlar. Ne büyük cesaret,ne muazzam cür’et!..

( عملون*" كم وم�ا ت�� لق� ayet-i celîlesinden yardımla cebir  ve [5] (وال�له خ��ibâha/ iyi kötü amellerin hepsini Allah’ın kullarına zorla yaptırması ve her günâhı mübâh görme yoluna sapanlar için bu ma- kalemize ek olacak olan diğer hitabemizde cevab vardır.[6]

Ceride-i Sûfiyye, Sayı: 65, sh. 184-1858 Zilk’ade 1331

[1] Evet, bu söz bazı muhakkıklardan da sâdır olmuştur; lâkin bunun onların yanındaki ve dilindeki ma’nâsı, esâsen bir yük veağırlık demek olan (teklîf)in, belli bir yüksek makama varan kimseler katında artık bir yük olmaktan çıkıp zevk hâlini alması, demektir. Nâşir.

[2] Melâikei kerûbiyyûn: Allah’a en yakın melekler.

[3] Bakara: 32 Meâli: (Sübhansın, ya Rabb!.. Bizim, senin bildirdiğinden başka hiçbir ilmimiz yoktur!...)

[4][4] Bakara süresi ayet 34 meali (ve o vakit meleklere “Âdem’e secde edin” dedik; derhal sec  de ettiler; ancak İblis dayattı, kibrine yediremedi ve kâfirlerden oldu.)

[5] Saffât; 96. Meâli: (Halbu ki sizi ve yaptıklarınızı Allah yarattı.)

[6] Evet, ileriki sayılarda inşâallah Ğurabâ Mecmûası olarak biz de bu mes’elelere dâir makâleler neşredeceğiz.

******************************************************************************************************************************************************

Kadîm İslam Âlimlerini Sakîm Bir Tenkit AkımıAli Eren

Bu yazımda, fikir babaları İbn-i Teymiye, fikir kaynakları da İbn-i Teymiye’nin kitapları olan ve söz, fiil ve itikadlarıyla tıpatıp Vehhâbîli-ği yansıtan bazı kimselere dikkat çekmek istiyorum.

Bu kimseler, memleketin muhtelif yerlerinde mebzul. Her halleriVeh-hâbîlikle paralellik arzettiği halde, İslam âlemi Vehhâbiliğe müsbet nazarla bakmadığı için, kendilerinin Vehhâbîolmadığını söylerler.

Fakat onları tanımak zor değildir. Zira en belirgin vasıfları, kitaplarını okuyarak yetiştikleri eski âlimleri tenkit etmektir. Vehhâbîliğin mü-meyyiz vasıflarından biri de onlardaki bu tavır olduğu halde, söz ve itikadlarıyla tipik birer Vehhâbî olan bu muhteremler ne hikmetse Veh-hâbî olmamış oluyorlar!

Ama biz işin aslına bakarız.

Müslüman bir memlekette, müs-lüman bir ana-babadan doğduğu halde İslam inancından uzak olan bir kimse, her ne kadar resmenmüslüman gözükse de nasıl ger-çekte müslüman değilse, bunun tersi de böyledir. Yani, bir kimse her ne kadar Vehhâbî değilmiş gibi gözükse de, eğer inanç/îtikad bakımından Vehhâbîlerle paralellik içindeyse, bu kimse bal gibi Vehhâbîdir.   

Her neyse… Onlar kendilerini başka gösteredursun, biz onları sıfatlarıyla tanımaya çalışalım.

Bu kimselerin sözleri yaldızlıdır. İşleri laf ebeliği, yaptıkları iş evham peşine düşüp milleti tereddüte sevk etmektir. Buna rağmen maksatları-nın ümmetin hidâyetine çalışmak,

İslam’a ve dine yardımek olduğunu söylerler.

Herhangi âlimin bir eserinde bir kalem sürçmesi görseler, bunu ele alır yola düşerler. Onu vesile ederek istismara başlar, bütün âlimlerin hatta mezheb imamlarının ve onların ictihadlarına uyanların hepsi öy-leymiş gibi itirazlarını sürdürürler.

Yegâne cehd ve gayretleri, bazı meseleler bulup onlarla avam taba-kasını tereddüte düşürüp şaşırtmak ve o mesele üzerinden müctehid im-amlara itirazda bulun-maktır. 

Bir sofinin, tasavvuf ve tarikat erbanının tevile muhtaç bir sözüne rastlasalar ona da ağıza alınma-yacak ifadelerle saldırırlar.  

Bir tefsirde İsrâiliyata ait bir kıssa görseler bu sefer de onların ağız-larında bütün müfessirler İsrâiliyat-çıdır.

Hiç bir  müctehidi beğenmedikleri için hiç bir müctehide uymayıp hiç bir mezhebe bağlı değillerdir. Ama hepsinin söyledikleri aynı olduğu için, eski âlimlere itiraz konusunda adeta aynı mezhebin mensupları gibidirler.Hiç bir müctehide uymayıp hiç bir mezhebe mensup olmamalarının sebebi, kendilerini hiç bir kimseye uymaya muhtaç görmeyecek kadar yüksekte görmeleridir.   

   Hem Peygamberimiz’in hem diğer peygamberlerin ve hem de sâlih müslümanların kabirlerini ziyaret etmenin ve şefaatlarınıistemenin dînen câiz olmadığını, câizolmamaktan da öte onlardanşefaat dilemenin şirk olduğunu söyleyip dururlar.

Onlara göre, “Şefaat Yâ Resûla-llah!” diyen, bu sözü söyler söylemez müşrik olmaktadır.

Bu itikad, esasen fikir babaları olan İbn-i Teymiyye’den gelmektedir. Nitekim İbn-i Teymiyye, “El-Furkân Beyne Evliyâi’r-Rahmân ve Evliyâi’ş-Şeytân” isimli eserinde, “Peygamber Efendimiz’in ve diğer peygamberler ile sâlih kimselerin yüzü suyu hürmetine, Allah’tan yardım isteğinde bulunanların, şirke düştüğünü” söylemektedir.

Aynı kitabın ikinci kısmında evliyâullâhın büyüklerine hakarette bulunmakta ve Muhyiddin ibn-i Arabî (k.s.) Hazretleri’ni tekfire kadar ileri gitmektedir.

İbn-i Teymiye’nin bu tavrı talebelerine de intikal etmiş, talebelerinden İbn-i Kayyim ve İbn-i Abdil Hâdî de eserlerinde,Peygamberimizin ve diğer peygamberlerin kabirlerini ziyaret edenler hakkında onun kullandığı çirkin ifadelerin benzerlerinikullanmaktan geri kalmamışlardır.

Dört mezhebe mensup bir çok âlim İbn-i Teymiyye’ye itiraz babında kalem oynatmıştır.

İbn-i Teymiyye’nin yazdıklarını esas alan Vehhâbîlerin dört mezheb mensuplarına bakış açıları, ifrat derecededir. Dört mezheb mensup-larını dalâlette ve şirkte kabul ettikleri için, tarihte  can ve mala zarar kabilinden, müslümanlara yapmadık kö-tülük bırakmadılar.

Zamanımızdaki Vehhâbîlerin gö-rünen en açık halleri, ellerindengeldiği kadar peygamber ve velilerin kabirlerinin ziyaretini engellemektir. Hac ve umrede bu tavırları açıkça görülmektedir.

Evet… Bir kimse Allah’a ait bir fiili bir peygamberin veya bir velinin yapacağına inanarak, Allah’ı bırakıp-ta Allah’tan isteyeceğini onlardan isterse ittifakla imandan çıkar. Bunu ehl-i sünnet zaten baştan kabul ediyor. Fakat böyle bir inanç taşıyan bir müslüman yoktur.

Müslümanlar şöyle inanmakta-dırlar:

Bu büyük zatlar Allah’ın sevgili ve seçkin kullarıdır. Onların Allah indinde dereceleri vardır. Onların o makamları hürmetine duâlarımızın kabul edilip isteklerimizin yerine getirilmesini Allah’tan umar ve bekleriz. Esas yaratıcı olan ise sadece Allah’tır.

Müslümanlar, bunu dilleriyle söylemeseler de kalblerinde taşıdıkları inanç budur. Bu inancı taşıyan hiç bir kimsenin de katiyen küfre düştüğü söylenemez.

Evet… Ziyaret âdâbına dikkat etmeyen bazı câhil müslümanlar bulunabilir ve vardır. Fakat tek yaratıcının Allah olduğuna inandıkları müddetçe o kimselerin dahi kâfir olduklarına hükmedilemez.

Esasen, bir kimseye kâfir demek cüretkârlığın en ilerisi olup İslam bü-yükleri bundan son derece sakın-mışlardır.  

“Dinine bağlı âlimlerin hiç biri, kıble ehli olan hiç bir kimsenin bir günahı sebebiyle kâfir olduğunu söylememiştir” diyen İmam Şârânî (k.s.) Hazretleri,El-Yevâkît ve’l- Cevâhîr adlı eserinde, Şeyhulislam Mahzûmî’den, İmam Şâfiî’nin bir sözünü nakleder. O söz şudur:

“Hevâ ve heves ehlinin, bir günahı sebebiyle kâfir olduğuna hükmetmem. Kıble ehli olan hiç bir kimsenin, bir günahı sebebiyle kâfir olduğuna hükmetmem.”

  İslam büyüklerinin sözleri böyle iken, Vehhâbîler tâbir câiz ise önlerine gelene kâfir hatta müşrik  damgası vuruyorlar. Fakat korkarız ki, yaftaladıkları kimselerin derekelerine kendileri düşmüş olmasınlar.

Seyyid Ahmed Dahlan, Veh-hâbîlere reddiye olarak kaleme aldığı Ed-Dürrü’s-Seniyye isimli risalesinde, bazı VehhâbîlerinPeygamberimiz’e noksanlık izafe eden şenî ifadeler kullandıklarını söylemektedir.

Ancak, dört mezhebe göre esas kâfir olanlar, Peygamberimiz hakkın-da şenî ifade kullananlardır.

Müslümanlar olarak bizim inancı-mıza göre Peygamberimiz Allah’ın kullarının efendisidir. Hayatında iken Allah’a en yakın vesile oydu, vefatın-dan sonra mahşerde ise üstünlüğü şefaatı ile meydana çıkacaktır.

Bu üstünlük, Buhârî ve Müs-lim’deki bir hadis-i şeriften açıkçabellidir. Peygamberimiz Salllallâhü Aleyhi ve Sellem, “Ben kıyamet günü insanların efendisiyim” bu-yurmuşlardır.

Bu gerçek şöyle anlaşılacaktır:

Mahşerde insanlar şefaat etmeleri için Âdem Aleynisselam’dan başla-yarak peygamberlerin büyüklerine varacaklar. Onların her biri insanları kendisinden sonra gelen peygambere havale edecek. Bu insanlar en son Hazreti İsa’ya gelecekler. O da, kendisine gelenleri Hazreti Resûlül-lah’a gönderecek. Peygamberimiz (s.a.v.) gelenleri kabul edip, “Ben bunun için vazifelendirildim, Ben şefaata ehilim” buyuracak ve şefaat edecek, Hazreti Allah da şefaatını kabul edecektir.

Buradaki incelik şudur: Insanlar ilk olarak Peygamberimiz’e gelebilirlerdi. Fakat Hazreti Allah onlara önce diğer büyük peygamberlere gitmelerini ilham edecek ve ifade etmeye çalıştığımız gibi en sonunda Peygamberimiz’e gelecekler ve şefaata nâil olacaklardır. Böylece Peygamberimiz’in büyüklüğü ve insanların efendisi olduğu herkes tarafından bilinmiş olacaktır.

Müslümanların avâmı her ne kadar bu inceliği bilmiyor, biliyorsa bile kelimeye dök(e)miyorsa da Peygamberimiz’in dünyave âhirette insane-ların efendisi olduğuna ve şefaatının iki âlemde de makbul olduğuna inanmakta ve muradlarına ermek için Allah’a onu vesile kılmaktadırlar.

Bu inanç, Peygamberimiz’den beri bu zamana kadar müslümanların sahip oldukları bir itikaddır. Bu inançtan ayrılanlar, ancak şeytanın oyuncağı haline gelen sapık bir güruhtur.

Bu kimseler, peygamber ve veliler hakkında “Onlar ölmüş gitmiş-lerdir” diyerek onların şefaat edemeyeceklerini, onlarla tevessül edilemeyeceğini söyleyerek Allah’ın bu sevgili kullarını diğer insanların seviyesine indirirler.

Bir de, bu tip kimseler bir taraftan İbn-i Teymiyye’yi överken diğer taraftan Hanbelî olduklarını söylerler. Oysa, o büyük imam asla onlar gibi değildi. O Ahmed ibni Hanbel rahmetüllâhi aleyh ki, Resûlüllah’ın nasıl karpuz yediğini bilmediği için, “Resûlüllah’ın yediği gibi yemeyebilirim” düşüncesiyle ömründe hiç karpuz yememişti.       

 Onun mezhebinin büyüklerinden olan büyük velî Abdülkadir Geylânî Hazretleri de “Gunye” isimli eserinde Peygamberimiz’le tevessül etmenin câiz olduğunu ifade buyurmaktadır. Sadece Abdülkadir Gey-lânî Hazretleri değil, diğer Hanbelî âlimleri debu inançtadırlar.

Başta İbni Teymiyye ve onun düşünce ve kanaatlarını kendine rehber edinen Vehhâbîliğin kurucusu Necidli Muhammed bin Adilvehhâb ve ona tâbî olanlar bu hükmün dışındadırlar.

Muhammed bin Abdilvehhab, İbni Teymiyye’den 5 asır sonra gelen ve bir İngiliz ajanının iğvasına kapılıp Vehhâbîlik belasını İslam âleminin başına saran kişidir.

Bu kafada olanların hepsi kendilerini ictihad makamında görmekte, kendilerini müctehid zannetmekte ve dört mezhebten herhangi birini taklit etmeyi reddetmektedirler. Işin garip olanı da, kendilerini doğrudan kitap ve sünnetten yani Kur’an ve hadisten hüküm çıkarma ehliyetinde görmeleridir.

Bu düşüncede oldukları yani kendilerini Kur’an ve hadise doğru-dan bağlı zannettikleri için bir mezhebe bağlı kalmayı lüzumsuzbuluyorlar.

Şeytanın kandırmasına kapıl-dıkları için düşünmüyor ve düşüne-miyorlar ki, acaba kendilerinden çok daha âlim olan mezheb imamları, Kur’an ve sünneti onlar kadar bilmiyorlar mıydı?

O mübârek imamlar Kur’an ve sünnet yolunda değil de acaba hangiyoldadırlar? Hatta o mübârek müctehid imamlar, bunlar gibi ibâdet ve tâate karşı gevşek değil, takvâ, verâ, ve zühdde okyanus gibiydiler.

Onların Kur’an ve sünneti anal-maları nerede, bu yeni türedilerin anlamaları nerede!..

Vehhâbî güruhunun fakir babası olan İbn-i Teymiyye, gerçi dalgaları kıyıyı döven büyük bir deniz gibi büyük bir âlimdir. Fakat bu büyük denizin suyu ne yazık ki tuzludur. İçilip istifade edilmeye müsait değil-dir. Kıyıları döven dalgaları,

sahile bazan inci mercan bırakırsa da bazan da taş, çör-çöp, midye kabuğu, pislik ve hayvan leşleri bırakmak-tadır.

Bu dalgalardan ne kadar istifade edilebilirse, İbn-i Teymiyye’nin kitap-larından da ancak o kadar istifade edilebilir. Inci ve mercanları midye kabuğu ve hayvan leşlerinden ayırıp istifade ebebilecek seviyede ilmi o-lanlar, buyursunlar onun kitap-larından istifade etmeye çalışsınlar. Değerse tabii…

Ne dersiniz? Acaba bu kimseleri tenkidimiz fazla mı ağır oluyor?

Onların, şefaat dileyen ve İslam büyüklerinin kabirlerini ziyaret eden müslümanları müşrik saymaları mı daha ağır, yoksa bizim onları tenkid şeklimiz mi?

Biz onları tenkitte yalnız değiliz. Muhammed bin Abdilvehhab’ınkar-deşi Süleyman bin Abdilvehhab da onların tenkitçileri arasındadır. 

Tenkit sadedinde Vehhâbîlere diyor ki:

“O kadar aşırı hareket ediyorsunuz ki, küfre bulaşan bir kimsenin üzerinde İslam alâmetlerinden bir alâmet gördüğü için Allah korkusundan dolayı onu tekfir etmekte tereddüt eden bir kimseyi bile kâfir olarak damgalıyor-sunuz.”   

 Müslümanları gelişigüzel kâfirlikle damgalamaya çalışanlar, hevâ ve heveslerinin peşine takılanlarla bid’atçı türedilerdir.Bunlar, derya gibi İslam âlimlerinin eserlerini bir tarafa bırakıp kendi sakîm anlayış-larına göre hareket edip hüküm çıkaran sapkın kimselerdir. Verdikleri hükümlerin, ne Ahmed ibn-i Hanbel hazretleriyle ne de Hanbelî mezhebiyle alâka ve münâsebeti vardır...

*****************************************************************************************************************************************************

Batı'nın İçimizdeki YeniçerileriMustafa Özcan

Tarihten bu yana hep kontra devşirmeler olmuştur. Belki de bunların en önemlilerinden birisi de talihsiz Cem Sultan'dır. Cem Sultan vakası; çaresiz bir adamın dininin düşmanları tarafından istismar edilmesidir. Lakin günümüzdeki birçok fikirdevşirmesi mazur değildir. Sözgelimi Fazlurrahman'ın ABD'ye gitmesinin nedeni kendi ifadelerine göre, Pakistan'ın tutucu ulemâsıdır.

Mevdudi gibilerinin manevi baskısını gerekçe olarak gösterir. Halbuki Eyüp Han dönemi gibi dönemlerde devletin en üst kademelerine danışmanlık yapmış nufuzlu bir adamdır. Tutucu ulemâ ifadesi işin bahanesi. Zira kendisi taşıdığı fikirlerle ve ruh haliyle kendi toplumuna yabancılaşmıştır. Asıl neden budur. Seyyid Hüseyin Nasr'ın ABD'ye gidişi de İran devrimi kaynaklıdır. Bununla birlikte, devrim ile arasında hiçbir zamankültürel bir tezad olmamıştır.

Dinin uygulanması ve toplum içinde yeri noktasında yani ideolojik bağlamda bazı sürtüşmeler varsa da son tahlilde bununo kadar da önemi yoktur. Özellikle de Veli Nasr'ın geldiği nokta göz önüne ve dikkate alındığında Sünni dünyaya yönelik hedefler noktasında Nasr ailesiyle İran Devrimi arasında hiçbirfark yoktur. Hatta ahenk ve tenasüpten söz etmemiz uygundur. Abdulkerim Suruş'un da bir nevi Batı'ya ilticasının gerisinde İran'da kendisine göre dayanılmaz atmosfer vardır. Suruş gördüğü bed muameleden ve sıkıştırmalardan dolayı soluğu Batılıülkelerde almıştır. Kendisi bu noktada haklıdır. Lakin devrime tepkisi onu Fazlurrahman çizgisine taşımıştır. Bu çizgi Batı'nın gönüllü yeniçerisi olma veya kontra devşirme olma

çizgisidir. Zamanla bu insanlar kendilerine yabancılaşıyorlar. Ankara Okulu’nun bazı üyeleri de böyledir.

Fazlurrahman'a gelecek olursak: Zımni olarak Kur'an ve Sünnet metinlerine hermönetik ve tarihsel-cilik anlayışını uygulayan Fazlurrahman'a göre, ahkâm ayetlerinin tamamı neredeyse mensuh hükmündedir (1). Fazlurrahman'ın bu anlayışı kendisinden sonra büyük bir çığır açmış ve men senne sünneten seyyieten/kim kötü bir çığır açarsa hükmüne masadak ve müstehak olmuştur. Bunun sonucu olarak bilen de bilmeyen de Kur'an ahkâmı karşısında hüküm yürütmüş ve bu anlayış Allah ve hukuku karşısında insanlara cesarete sevketmiştir.

Bu dalgalanmanın sonucunda Süleyman Demirel gibi bazı siyasetçiler 'Kur'an-ı Kerim'den 250 kadar ayeti hükümsüz bıraksak ve ayıklasak ne olur?' diye bir tartışma yürütmüş-lerdir. Fazlurrahman kendisinden sonraki bu yaklaşıma haiz bütün kuşakları etkilemiştir. Ankara Okulu, Abdulkerim Suruş bunlar arasın-dadır. Mahmud Muhammed Taha ve ABD'nin içimize saldığı devşirme yeniçeri Abdullah Ahmed Naim bunlar arasındadır.

ABD ve İngiltere gibi ülkeler Türkiye'yi ılımlı İslam laboratuarı olarak görmüşler ve içimize bu meyanda devşirmelerini gönder-mişlerdir. Abdullah Ahmed Naim'in Türkiyeüzerinde böyle bir projede yer alması ne kadar da anlamlıdır. Ona göre, Türkiye reform için müsait bir zemin ve verimli bir toprağa haizdir. Adamın bütün ezberi şu cümlede düğümlenmiş durumda: "Şeriatın Yaşanması İçin En İyisi Seküler Devlettir." Bu yönde kendisine verilen görev doğrultusunda araştırmalar yapmak üzere 'reform laboratuvarı' adde-dilen ülkemize gelmiş ve burada kendisini Yeni Aktüel dergisinden Birol Biçer bulmuş ve ikili kısmen aşağıdaki konuşmayı gerçekleş-tirmişler. Derginin girizgâhı ve akabinde gerçekleştirilen mülakat şöyle:

“ABD'nin Georgia eyaletinin başkenti Atlanta'daki Emory Üniver-sitesi'nden hukuk profesörü Sudanlı Abdullah Ahmed An-Na'im, İs-lam'da, özellikle şeriat alanında reform yapılması taraftarı. Bu konuda yazdığı "İslam ve Seküler Devlet" adlı

yeni kitabıyla ilgi odağı olan An-Na'im, seküler / laik bir devletin Müslümanlar için, hatta şeriatın yaşanması için en uygun sistem olduğunu söylüyor. Kitabı tartışmalara yol açan Abdullah Ahmed An-Na'im'e Amerika'da ulaşmaya çalışırken onu Türkiye'de bulduk! Na'im'in kastettiği Türkiye tarzı bir laiklik değil çünkü ona göre Türkiye'de devlet seküler değil, "köktenci laik"…

- Amerikan basınından izledi-ğimiz kadarıyla yeni çıkan kitabınız "İslam ve Seküler Devlet" çok ilgi çekici bulundu ve tartışmalara yol açtı. Kitabınız ve burada ifade ettiğiniz temel önermeler hakkında okuyucularımızı da bilgilendirebilir misiniz?

- Bu kitabımda "İslam devleti" düşüncesinin yanlış olduğunu İslami bir bakış açısından ortaya koyu-yorum. Bunun yanında, din ve vicdan özgürlüğü ile diğer insan haklarını koruyan seküler bir sistem altında yaşamanın Müslümanlar için en iyisi olduğunu gösteriyorum. Bir Müslüman olarak şeriata yani İslami kurallara göre yaşama irademi devletin hiçbir müdahalesi olmadan gönüllü olarak belirleyebilmeliyim. Tüm Müslümanların bildiği gibi, dini her tür amel açık ve özgür bir iradeye yani niyete göre yapılmalıdır. Başka bir ifadeyle, devletin baskısıyla yapmış olduğum dini faaliyet ve amellerimin İslami açıdan değeri olmaz.

Bununla beraber, şeriat devlet tarafından zorla kanun olarak empoze edilemez. Devletin yaptığı her şey siyasidir ve asla dini olarak nitelendirilemez. Devlet hiçbir dini inanca taraf olmaması gereken siyasi bir kurumdur. Bireylerin dini inanç ileuygulamaları devletin her türlü yönlendirmesinden bağımsız olmalıdır.

- Geleneksel düşünürlere göre görüşleriniz oldukça "aşırı". Sizin reformcu olarak nitelenmenize sebep olan temel önermeleriniz neler?

- Görüşlerim hiç de aşırı değil. Üstelik tüm görüşlerim İslami kaynaklara dayanıyor. Yapmaya çalıştığım, İslami insan

anlayışımızı modern toplumumuzun mevcut şartlarına uyumlu kılmak, artık gereksiz hale gelmiş geleneksel anlayışları dışlamak. Geleneksel anlayıştaki Müslüman düşünürlerle temel ayrılık noktam, ilk İslam düşünürleri tarafından oluşturulmuş eski usul fıkıh metodolojisini yani "Usul-u Fıkh"ı reddetmek vebugüne bağlamak. Çünkü bu metodoloji neticede insan kaynaklı, ilahi değil. Klasik fıkıhta reform çağrısında bulunuyorum çünküinsan anlayışımız ve İslami uygulamanın gelişmesi için bu gerekli.

- Çalışmanızda gördüğümüz kadarıyla İslami devletin "ütopik" ve"imkânsız" olduğuna inanıyorsunuz. Neden?

- İran ve Suudi Arabistan gibi ülkelerin "İslami devlet" oldukları iddiaları yanlıştır ve İslam'ın din hürriyetiyle ilgili temel prensiplerine aykırıdır. Birbirini sapkın ve din dışı olarak nitelendiren bu iki devlet nasıl İslami olabilir? Bu iddialar yönetici elit tarafından yönetimlerini ve Müslüman vatandaşlarına baskılarını meşrulaştırmak için uydurulmuştur.

- Seküler bir devletin "Müslü-manlar için en iyisi" olduğu görüşündesiniz.

- Seküler ya da laik bir devletten; dine karşı nötr olan, dini konularda hiçbir tavır almayan devleti kastediyorum. Pek çok Avrupa ülkesinde anlaşıldığı şekliyle sekülerlik devlet ile dinarasında hassas ve dikkatli bir anlaşma ve aracılık anlamına gelir. Sekülerlik tüm vatandaşların insan haklarını ve eşitliğini sağlamak adına dinin devletten, devletin de dinden korunmasına yöneliktir. Bu tip seküler bir devlette, Müslümanlar demokrasi süreci çerçevesinde ve şeriatı başkalarına empoze etmemek şartıyla kendi değerlerini desteklemek ve yansıtmak için siyasete katılabilirler.

- Şeriat ve seküler sistem kanun-ları arasında çıkabilecek çatışmanın çözümü nedir? Bu iki sistem ara-sında, faiz, çok eşlilik, homo-seksüellik gibi ciddi tartışma noktaları olması kaçınılmaz.

- Bir Müslüman Kur’an ve süne-tin kutsal olduğuna inanır, ancakİslam'ın bu kaynakları sadece insan tarafından anlaşılabilir veuygu-lanabilir. Bu durumda, şeriat İslam'ın kendisi gibi kutsaldeğil, insan yorumlarının bir ürünüdür. Şeriatın her insani yorumu tarihi bir bağlam içerisinde üretilmiştir ve ebedi değildir. Bin yıl önce yaşamış Müslümanlar şeriatı o zamanın şartlarına göre anlamış ve uygu-lamışlar. Ancak biz onların şeriat anlayışını bugün uygulayamayız.

İslam'ın kendisinin, insan hakları ve modern hayat için gereklidiğer ilkelerle çatışmadığına inanıyorum. Ama ilk dönem Müslümanları tarafından yapılan şeriat yorumunun modern anayasacılık, insan ve vatandaşlık hakları konusunda ciddi çatışması olduğunu düşünüyorum. Problem modern süreçte eski görüş şeriat anlayışının uygulanmasında ısrar edenlerden kaynaklanıyor. ..(2)"

Suruş gibi şeriatın yorumdan ibaret olduğunu ve dolayısıyla sahibinden başka kimseyi bağlama-yacağını söylemektedir. Böylece mezheplerin Kur'an ve sünnetten çıkardığı ahkam da ihtilaf fıkhı ve yorum olarak addedilmekte ve bunları uygulama noktasında kimse-ye bir mükellefiyet düşmediği ileri sürülmektedir. Böylece esasında teklif ortadan kalkmaktadır. Tarih-selciliğin sefaleti bu noktada da ortaya çıkmakta, geçmişte bâtinîl-erin ahkâmı iptal etmeleri ve teklifi ortadan kaldırmaları gibi teklifi ortada kaldırmaktadır. Ve tarihsel-cilik bir sistem değildir. Bir şey neye göre tarihsel ve neye göre evren-seldir? Eskiler ref'i teklifi yani teklifin iptalinibatini teville yaparken günümüzdekiler de tarihselcilik veya hermenötikle yapmaktadırlar.

Bu anlamda bu tarihselci anlayış Mute-zile'den daha fazla 'muattıla' sıfatına layıktır. İslam devleti düşüncesini Ali Abdurrazık gibi temelden reddeden An-Naim bu konudaki gerekçesini şöyle serdetmektedir: "Devletin baskısıyla yaptığımdini faaliyet ve amellerimin İslami açıdan değeri olmaz…" Elbette ifadelerinden bir kısmında dane-i hakikat vardır. Ama söyledikleri dinin bir kısmıyla diğerini iptal girişimidir.

Tam tamına Şatibi'nin öngörüsünü tasdik ve teyid eder mahiyettedir: "Bazıları dinin bir kısmını alarak diğer kısmını baltalamaktadır…" Burada da An-Naim bir iki dane-i hakikatla dinin küllî gerçeklerini red ve cerhetmeye çalışmaktadır. Muhtemelen tarihsel-ciliği ve hermönetiği de kapsayan ve içine alan yeni bir usul-u fıkıh ve yeni bir fıkıh metodolojisi inşasını teklif etmektedir. Aslında bu yönde çalışmalar yapıldı. Hemşerisi Abdul-lah Hasan et- Turabi'nin bu yönde çiziktirdikleri ve eskizleri oldu ama vardığı sonuç felaket.

Artık içtihadla serbest tefekkürü eşitlemektedir. Artık aruzu bir kenara atan serbest şiir gibi Turabi de serbest içtihaddan bahsetmektedir. Bunun hiçbir kuralı yoktur ve herkes kendisine göre bir müçtehiddir. Esasında geçen yüzyıldan beri yeni bir ilm-i kelam, yeni bir usul-u fıkıh inşası için teklifler yapılmıştır. İlmin gelişme-siyle birlikte, burhan mesleği kuvvet bulmuştur. Lakin yeni bir usul-u fıkıh inşası aslında İslam'ın genleriyle oynamaktan farksızdır. Ankara Okulu çevreside yeni bir ilmi hadis vaz'ı konusunda görüşler serdet-mektedir. Bunun irhasatı gibi yaptıkları temel şey hadis otoritesini kabul eden İmam-ı Şafii'yi cerhet-mek ve onun yerine Nasr Hamid Ebu Zeyd'i ikame etmek ve geçirmek olmuştur.

Allah'ın dininin laib ve hüzüv yani oyun ve eğlence olmasının bundan başka bir anlamı olabilir mi? Abdullah An-Naim efendi yeni usul-u fıkıh noktasında şunları söylüyor: "Geleneksel anlayıştaki Müslüman düşünürlerle temel ayrılık noktam, ilk İslam düşünürleri tara-fından oluşturulmuş eski usul fıkıh metodolojisini yani 'Usul-u Fıkıh' reddetmek ve bugüne bağlamaktır. Çünkü bu metodoloji neticede insan kaynaklı, ilahideğildir. Klasik fıkıhta reform çağrısında bulunuyorum çünkü insan anlayışımız ve İslami uygulamanın gelişmesi için bu gerekli…" Peki içtihad insan kaynaklı da vahiy değil mi? Neticeitibarıyla Cebrail de onu telakki eden Hazreti Peygamberimiz demahlukattan değil midir ? Birisi melek peygamber diğeri beşer peygamber. Zaten Nasr Hamid Ebu Zeyd, Suruş ve An-Naim'den bir adım daha ileri giderek vahyin kaynağını da sorgulamıyor mu?

Beşeri addetmiyor mu? Öyleyse onların yaptıklarının bir adım sonrası Nasr Hamid Ebu Zeyd'in mesleğine çıkıyor…

Kısaca Nasr Hamid Ebu Zeyd vahyi de beşeri görürken An-Naim ileSuruş bir adım gerisinde kalarak sadece şeriatı beşeri olarak telakki etmektedirler.

Bu reform çığırında ve çıkma-zında Türkiye'nin önemi noktasındaAn-Naim şunları söylemektedir: "Türkiye'de yaşananların çok uzak-lara kadar etkisi olacaktır. Zira, Türkiye İslam dünyasının lideri konumundadır…" Dolayısıyla Abul-lah An-Naim'iTürkiye'ye gönderen-ler işi iyi biliyorlar. Suyu başından bulandırmak istiyorlar.

Geniş Kapsamlı Bir Projenin Parçası

Ahmet Kurucan, An-Naim'in neden Türkiye'de olduğunu Kitap zamanı'ndaki 'Din-devlet ilişkisinde 'uç' fikirler' başlıklı yazısında analiz ediyor. ABD, 8 İslam ülkesini pilot bölge olarak seçmiş ve bu ülkelerdeki şeriat algısını analiz ediyor. Daha doğrusu içimize saldığı yeni yeniçerilerle analiz ettiriyor. Bu ülkelerden birisi de şüphesiz Türkiye. Bu projedeyer alanlar arasında Hakan Yavuz gibi bildik isimler var. Bu isimler devşirildikten sonra yeniden Batı'nın yeniçerileri olarak içimize salınan-lardandır. Batı'nın fikir savaşındaki buyeniçeriler arasında Bessam Tibi, Abdullah An-Naim gibi isimleryer alıyor. Ahmet Kurucan'ın tahli-line geçmeden önce An-Naim'in Kur'an ayetlerini iki kısma ayırdığını hatırlatmakta yarar var. Evrensel ayetler, konjonktürel ayetler. Veya başka bir taksime göre, evrensel ayetler ile tarihsel ayetler. Ona vehocası Muhammed Mahmut Taha-ya göre, bütün Mekki ayetler evrensel Medeni ayetler ise aksine konjonktürel ve tarihseldir.Dense dense bu anlayışa 'halt etmiş' denilir. Halbuki Abdulkadir Hamid, 'Kur'an ve Siyaset' adlı kitabında siyasi düşüncenin Mekki ayetlerdeki temellerini göstermektedir. Siyaset ve devlet noktasında bir tekamül vardır ve asla Mekki ile Medeni ayetler arasında bir ayrım yoktur (3). Bu ayrım hariçte olmayan sadece bazılarının zihinlerinde olan meş'um birşizofrenidir.

Ahmet Kurucan naif tahlilinde bu hususta şunları kaydediyor: "Abdul-lah Ahmed en-Naim, Sudanlı. Dünya-ca ünlü Emory Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde öğretim görevlisi. İslam dünyasında teoloji ve siyasette reformist olarak bilinen Sudanlı Mahmud Muhammed Taha'nın görüşlerinden çok etkilen-miş.Taha, 1985'de Sudan hüküme-tince 'riddet' suçuyla idam edilmişti. İnsan hakları ve hukuk alanında uluslararası üne sahip birçok çalış-maya imza atmış olan en-Naim'in İslam ve Seküler/Laik Devlet üst başlığı ile yeni bir kitabı yayımlandı.Alt başlık ise "Şeriat'ın Geleceğini Müzakere." Kitap, Harvard Üniver-sitesi Yayınları arasından çıktı.

Üzerindeki matbaa mürekkebi kurumamış bu kitapta yer alan düşünceler, klasik anlamda çokları-nın bildiği İslam'da din-devlet ilişkisinin çok ötesinde oldukça uç sayılabilecek fikirleri ihtiva ettiği için zannediyorum ciddi tartışmalara konu olacak. Özellikle kitabın başka dillere çevrilmesi, çevrilen dillerdeki insanların tartışmaya bir şekilde katılmaları ile alan genişleyecek. Ama ihtimal akademik çevrelerle sınırlı kalacak bu tartışmalar.

Ana fikir: Laiklik

Yazar "ilmî çalışma hayatımın meyvesi" diyerek başladığı kitapta, ana fikrin şeriatın toplum hayatındaki rolünü incelemek oldu-ğunu söylüyor. Yazara göre şeriat, İslam hukuku demek. Kur'an ve sünnet özelinde konunun dinî temellerine, teolojik yorumlarına girmediğinin, hermönetik yorumlarla uğraşmadığının da ısrarla altını çiziyor. En-Naim, ayrıca seküler devlet ve İslam ile alakalı görüşlerini önce uzmanları,meslektaşları arasında müzakere etmek, fikir alış-verişinde bulunmak için kaleme aldığını, müzakerelerin genişle-mesinin kitabı netice verdiğini ifade ediyor. Bu arada Endonezya, Türkiye ve Hindistan, dile getirdiği düşüncelerini izah adına

seçilmiş üç ülke. Bu üç ülkede çeşitli uzman-lardan birebir yardım almış en-Naim.

Neler anlatıyor yazar kitapta? Bize yukarıda tartışma alanı genişleyecek dedirten görüşünü aktaralım önce; "Müslüman'ın, Müs-lümanca hayatını sürdürebilmesi ve seçme özgürlüğüne sahip olabil-mesi için tek yolu vardır; laik bir devlet."

Bu ana fikrin etrafında dönen argümanları ele alıyor yazar kitap boyunca. Birer cümle ile bunlara temas edelim; "İslamî devlet kavramı İslam tarihinde gerçekleş-memiş bir ütopyadır...Hz Peygam-ber'in (sas) ölümünden sonra dinî otorite kalmadığından İslamî devlet pratik olarak mümkün değildir… Laikdevlet, din-devlet ayrımının keskin hatlarla gerçekleştiği bir devlet düzenidir…

Laik devlet şeriat dahil herhangi bir dini doktrinden etkilenmemiş kurallara sahiptir… Devlet yönettiği halkın dini de-ğerlerini elbette nazara alacaktır; bu anlamda hiçbir devlet, nötr olamaz ve olmamalı… Şeriat, İslam hukuk-çularının yaptıkları beşerî ve dün-yevî yorumlardır; devirden devire değişebilen kuralları ihtiva eder, ebedilik ve değişmezlik vasfına sahip değildir...

Laik devlet, başarılı olmak, prensiplerini uygulayabilmek için moral değerlere yani dine; dinin de inanılan şeylerin pratiğe dönüşmesi ve değişik kesimlere kendini anlatabilmesi için seküler devlete ihtiyacı vardır…

Müslü-man'ın gayrimüslimlerle iç içe yaşadığı global dünyada birlikte huzur içinde yaşayabilmek ancak laik devletle mümkün olur… İnsanlara inanmama özgürlüğü de ancak böyle bir sistem altında verilebilir…

Faiz şeriata göre yasak olabilir ama ekonomik gereklilikler onun ekonomik sistemde yer almasını gerekli kılıyorsa, bunu ancak laik devlet yapabilir, faizi haram olarak niteleyen kişilere de seçme özgürlüğü verir... İslam'ın hangi alanda olursa olsun yapılmış bir yorumu devlet tarafından böyle inanacaksınız; uygulayacaksınız şeklinde dayatmalara konu

edilemez... Resmî İslam diye bir kavram olamaz, İslamî yorumda sivillik esastır... Devletin laik olması da yetmez; kadın-erkekeşitliği, zimmiler, cihat gibi meselelerde reform gerekir, bu da en sistemli şekilde Muhammed Taha'nın yolundan gidip Mekkî ayetlerin evrenselliğini, Medenî ayetlerin ise konjonktürel olduğunu kabulle gerçekleşir..."

Oldukça geniş çaplı sayılabilecek ölçüde bu görüşlerini açıklayan yazar kitabını şu cüm-lelerle bitiriyor: "Şeriat, Müslüman olarak benim geleceğimle alakalı hiçbir şeye sahip olamaz. Müs-lüman olarak yaşayabilmem için seküler bir devlete ihtiyacım var benim."

Kitabının yazılış aşamasını anlattığı yerlerde dile getireceği fikirlere "tentative" (kesin olmayan, farazi) vasfını taksa da,oldukça sert, keskin ve net ifadeler bunlar. Zannediyorum en-Naim'in laik dev-let uygulamasını İslamî açıdan sa-dece güzel değil, aynı zamanda gerekli ve zarurî gören bu düşün-celerini okuduktan sonra benim akademik dünyada tartışma konusu olacak tespitime katılırsınız.

Bazılarına katıldığımız, bazı-larına katılmadığımız bu görüşleristikametinde tanıtım yazısı çerçe-vesinde ana başlıklar halinde kısa bir değerlendirmede bulunacak olur-sak; önce bazı kavramların anlam çerçevesinin çok net belirlenmesi gerekir. Sözgelimi şeriat kavramı; bu kavramın oturduğu temeller, 15 asırlık tarihi süreçte bu kavram etrafında yapılan müzakereler ve hepsinden öte İslam coğrafyasındaki tatbikat farklılıklarının nazara alınması gerekir. Bizim gördüğümüz bu bağlamda yazar ile başkalarının ciddi görüş ayrılıkları var.

İkinci husus; din-devlet ilişkisinde bir din olarak İslam'ın getirdiği ana esaslar. Yazarın dediği gibi dinin belki devlet talebi olmayabilir ama dinin devletten talep ettiği ve tatbikini istediği değerler, prensipler vardır. Eşitlik, adalet, seçim, meşveret vb. evrensel prensiplerle laik devlet çatıştığında ne olacaktır? Müslüman toplumun bu husustaki öncelikleri nazara alınmadığında, o devlet çatısı altında yaşayan birey ne yapacaktır? Bugünkü siyasî coğrafyada onlarca

devlette örneğini gördüğümüz bu durum, dile getirilen görüşler arasında cevabı bulunmayan ve insanlık trajedisine kadar uzanıpçözüm bekleyen büyük bir sorundur.

İhtimal kitabın en zayıf ve en çok tartışmaya sebep olacak bölümü Mekki-Medeni ayetlerin ayırımı ve bunlara verilen evrensellik ile tarih-sellik vasıflarıdır. Ahkâm ayetlerine -kihemen hepsi Medenîdir- tarihsel dediğiniz an, Kur'an'ın neredeyse yarısı konjonktüre kurban edil-mektedir.

En-Naim'in bu kitabı ile müsademe-i efkâr adına iyi bir zemin hazır-ladığını düşünüyorum. Bekleyelim ve görelim (4)."

 Burada iki husus var. Hem Abdullah Ahmed An-Naim hem de Ahmet Kurucan kaçamak davra-nıyor. An-Naim Müslümanları ikna etmek için soft, kandırıcı ve aldatıcı bir dil kullanıyor. Hermönetiği kul-lanmadığını söylüyor. Yeni usul-u fıkıh vazederken acaba neyi kullanacak? İkincisi Ahmet Kurucan da An-Naim'i kırmamak için azami özen gösteriyor. Halbuki, 'Allah’ın dini hususunda sakın sizi re'fet ve gevşeklik almasın' tavsiyesi de neshe uğrayan hükümler arasında mı?

Sonuçta, Şeriat telakkisini araş-tırmak ve dejenere etmek için yaklaşık 8 ülke pilot bölge olarak seçilmiş. Abdullah an-Naim de üç ülke üzerinde araştırmalar gerçek-leştirmiş. Bunlar arasında Türkiye de var. Türkiye'den aldıkları sonuç-lar kendilerini tatmin etmiş görü-nüyor. Haksızlar mı? Fazlurrahman'ı keşfeden bizim ülkemiz yine An-Naim'i keşfeden de biz olduk. Belki ülkesinde bile bizim kadar tanın-mıyordur. 5

Dipnotlar

1 - Tarihsel Addedilen Ayetlerin Evrenselliği, Zeki Keskin, s: 12

2 - Yeni Aktüel, sayı : 158

3 - Kur'an ve Siyaset, İnkilap Yayınları, s: 25

4 - Din-devlet ilişkisinde 'uç' fikirler, Kitapzamanı, 7 Temmuz2008

5 - Başlık: Yâhud da LaWrensleri. Nâşir

******************************************************************************************************************************************************

Ne demektir? Mektûbât-ı لا اله الا ال�لهRebbânî’den Üçüncü Cild, Üçüncü

Mektûb-i ŞerîfTercume : Mehmed Bolubeyi

Bütün hamdler Allah celle celâlühû’ya ve (bizden) selam O’nun seçmiş olduğu kullarına olsun.

,Benzeri olmayan Allah teâlâ’dan başka, hiçbir kimse (لا اله الا ال�له)ilah olmayı ve ibâdet edilen olmayı hak edemez. O, varlığı vâcib olandır. (Varlığı kendinden olup, öncesinde yokluk bulunmayan ve kendisine yokluk bitişmeyendir. Kendinden başka olanları îcâd edendir.) Noksanlık alâmetlerinden yüce olandır. Sonradan meydana gelme sıfatlarından berîdir/uzaktır. Çünki, tam bir zelîllikden, boyun bükmekden ve gönül kırıklığından ibaret olan ibâdeti hak eden, bütün kemâlâ-tın/üstünlüklerin sâhibi olan bir zâttır.

Ve gene bu Zat, kendisinde hiçbir noksanlık bulunmayan, bütün eşyanın, var olmalarında ve varlıklarını takib eden kemâlâtı/olgunluk-ları hakkında, kendisine muhtac olduğu bir zâttır. O ise, hiçbir işte hiçbir şeye muhtac olmayandır. Zararve menfaat veren de ancak O’dur. O’nun izni olmadan, hiçbir şeyin, hiçbir kimseye, her hangi bir zararı veya menfaati ulaştırmaya gücü yetmez. Bu yüksek vasıfları zatında bulunduranise ancak Allah teâlâ hazretleridir. O’ndan başkası da böyle

olmaz. Çünki, Mevlâ celle celâlühû’dan başkası, eksikliği, fazlalığı olmadan, yukarıda sayılan kemâlât /olgunlukları ifadeeden sıfatlarla vasıflansa, onun, Mevlâ celle celâlühû’dan başkası’ olmaması gerekir. Çünki, biri diğer birinden başka olan, iki şey, biri birinden ayrı olan iki şeydir. Hâlbuki takdir ettiğimiz/var saydığımız hâldetemâyüz/ayrılık bahis mevzûu değildir.

Eğer, ayrılığın var olduğunu söyleyerek, başkalığın bulunduğunuisbât etmeye çalışsak, ikisinden birisinin noksan olması gerekir ki, bu da ulûhiyete (ilah olmaya) ve ibâdet edilen olmaya zıttır. Bu sözümüzü biraz daha açacak olursak, şöyle deriz; ikinci zat hakkında, (birinciden) temâyuzü/ayrı olmağı isbât etmek için, bu, kemâl /noksansızlık ve tâmlık ifade eden sıfatların hepsini isbât etmezsek noksan olması lazım gelir. Veya gene temâyüzü/ayrı oluşu temin etmek için noksanlıkların tamamını kaldırmayacak olsak, bu halde de nâkıs/eksik olması gerekir. Mahlûkat, herhangi bir şey hususunda kendisine muhtac değilse, hangi vesile ile ibâdet edilmeyi hak edecektir?. Eğer bu zat işlerden her hangi biri hakkında başkasına muhtac ise, noksan olur. Gene bizzat menfaat veren ve zarar veren değilse, mahlûkat, ona hangi mevzuda ihtiyac duyacaktır ve hangi sebebten onların kendisine ibâdet etmelerini hak edecektir?. Şayet, onun izni olmadan, her hangi birisinin mahlûkata zarar vermeye gücü yetecek olsa, muattal kalır/iş görmez olur. Ve ibâdet olunmayı hak edemez. O halde, netice; bu, kemâl/tamlık ve noksansızlık ifade eden vasıfları zatında toplayan ancak, her hangi bir ortağı olmayan, tek olan Zattır. Ve ibâdet olunmayı hak eden de ancak; O, her şeye galip gelen ve Bir olanZattır.

Denilse ki; bu sıfatlarda temâ-yüzün/ayrılığın bulunması, açıklandığı şekilde, noksanlığı gerektirip, bu da ilah ve ma’bûd/ibâdet olunan olmaya zıt ise de, ancak, bu, başka olan zata ait, ayrılığa sebeb olacak ve noksanlığa mani olan, başka

bir takım kemal sıfatları, -bu sıfatların neler olduğunu bilinmese de- bulunabilir.

Bu soruya şöyle cevab verilir: Bu, mahiyeti/ne olduğu binmeyen sıfatlar, ya, kemâl/tamlık ve noksansızlık ifade eden, yahut noksanlık ifade eden sıfatlardandır. Her iki takdirde de, aynı (yukarıda sözü edilen) mahzur mevzu-i bahis/söz konusu olur. Her ne kadar, bu sıfatların hususi olarak neler olduğunu bilmiyorsak da, kemâl/tâm ve noksansız olmak veyahut noksanlık ifade ettiklerini kesinlikle bilmek durumundayız. Neticede, bahsedilen kusur lazım olur.

Kemal sıfatlarını kendinde bulunduran, noksanlık sıfatlarından uzak be pâk olan Allah teâlâ ve celle celâlühû’dan başkasının, ma-bûd/ibâdet edilen olmayı hak edemeyeceğine delalet eden başka bir delil de şudur:

Muhakkak ki, Allah teâlâ ve celle celâlühû, eşyanın var olması-nın zaruriyatından/kaçınılmazların-dan olan bütün meselelerde ve var-lığı takib eden bütün kemâlâtta/ol-gunluklarda yeterli olunca, aynı za-manda eşyanın menfaat görmesi veya zarar görmesi O’na bağlı o-lunca, O’ndan başkası katıksız muattal/iş görmez olur. Hiçbir suret-de eşyanın ona ihtiyacı kalmaz.  O halde hangi cihetden, ibâdet edil-meyi hak etmesi düşünülür?. Ve ne için, eşya kendini zelîl görerek, bo-yun bükmekle ve gönül kırıklığı ile ona teveccüh edecektir.

Şerli olan kâfirler, Hak sübha-nehü ve teâlâ hazretlerinden başkasına ibâdet ederken, elleri ile yonttukları putlarını, ilâh edinirken, bozuk olan inançlarına göre, onları, Allah celle celâlühû katında şefâatçi kabul ederler. Onların vesilesiyle Allah celle celâlühû’ya yakınlık kazandıklarını zannederler. Ne büyük bir ahmaklık ve akılsızlık!… O putlarına ait bir şefâat mertebesinin bulunduğunu, Allah teâlâ ve celle celâlühû’nun onlara şefâat hususunda izin vereceğini nereden bildiler?!... Sadece evhamla/çok zayıf zanla Allah  teâlâ ve celle celâlühû’nun ibâdetine başkasını ortak etmek, mahrumiyetin ve zararın son noktasıdır.

İbadet kolay bir iş değildir ki, her taşa ve cansıza ibâdet yapılsın; her âciz ve belki ibâdet edenden daha güçsüz bir varlık hakkında ibâdete layık olması düşünülsün. İlah olmak manası gerçekleşmeksizin ibâdeti hak etmek düşünülemez… Kimde ilah olmaya elverişlilik varsa, ibâdet olunmayı hak eder. Kimdede ilah olmaya elverişlilik yoksa ibâdet olunmayı hak edemez. İlah olmaya elverişlilik ise, varlığı vâcib olmaya bağlıdır. Varlığı vâcib olmayan, ilah olmaya layık olamaz. İbadet olunmayı da hak edemez. Varlığı vâcib olmak hususunda Allah celle celâlühû’ya ortak koşmayan ama bununla beraber ibâdetde O’na ortak koşanlar ne kadar da beyinsizdirler!.. Bilmiyorlar mı ki, varlığı vâcib olmak ibâdeti hak etmenin şartıdır. O halde, varlığı vâcib olmak hususunda ortağı yoksa, ibâdeti hak etmek hususunda da ortağı yoktur. İbadeti hak etmekte ortak koşmak, aynı şekilde varlığı vâcib olmakta da ortak koşmayı gerektirir. Bu sebebten, bu pak olan kelimeyi tekrarlamakla, varlığı vâcib olmakdaki ortağı ve ibâdeti hak etmekdeki ortağı kaldırmak lazımdır. Hattâ, bu Tarîkat-ı aliyyede/çok yüce tarîkatta en mühim, en çok ihtiyac duyulan ve en faydalı olan şey, Peygam-berler salavatullahi ala nebiyyina ve aleyhim hazretlerinin davetine has olan ibâdeti hak etmekdeki ortağı kaldırmaktır. Çünki, her hangi bir Peygamberin Şeriatının lazımolduğuna inanmayan ve tevhide muhalefet edenler de, kısmen de olsa, akli delillerle varlığı vâcib olmak hususundaki ortağı kabûl etmiyorlar. Bir taneden çok varlığı vâcib olanı var kabûletmiyorlar. Ancak bunlar, ibâdeti hak etmek muamelesinden habersizdirler. Ve ibâdeti hak etmekteki ortağı kaldırmaya aldırış etmezler. Allah celle celâ-lühû’dan başkasına ibâdet etmekten de çekinmezler.

Puthaneleri tamir etmekten üşenmezler. Puthaneleri yıkanlar, Allah celle celâlühû’dan başkasına ibâdet etmeyi yasaklayanlar,ancak, Peygamberlerdir. Bu büyüklerin salava-tullahi ala nebiyyina ve aleyhim’in dilinde Müşrik; her ne kadar varlığı vâcib olmaktaki ortağı kaldırıyorsa da, Hak teâlâ hazretlerinden başkasına ibâdet etmeye esir olandır.

Çünki, O Nebîler salavatullahi ala nebiyyina ve aleyhim’in ihtimâmları/ehemmiyet vermeleri, Mevlâ celle celâlühû’dan başkasına amelle ve muâmeleyle alakalı olan ibâdeti kaldırmak hususundadır; ki bu, varlığı vâ-cib olanın ortağını kaldırmayı gerektirir. O halde, bu büyükler (salavatullahi ala nebiyyina ve aleyhim)’in, Allah celle celâlü-hû’dan başkasının ibâdet edilmeyi hak etmesini inkâr etmekten haber veren Şeriatına girmeyen kimse şirkten, içindeki ve dışındaki ilahlara ibâdet etmek şirkinin kısımlarından kurtulamaz. Çünki, bu her türlü şirkten kurtulma manasını gerçekleştirmeyi üstlenen, Peygamberler (salavatullahi ala nebiyyina ve aleyhim)’in Şeriatleridir. Ve bu büyüklerin Şeriatlerinin dışında bu tür şirkten kurtulmak ele geçecek bir şey değildir.

Mevla teâlâ ve celle celâlü-hû’nun kullarından beklediği tevhid, onların (Salavatullahi ala nebiyyina ve aleyhim) milletini/dinini kendine lüzumlu görmeksizin mümkin değildir. Allah-ü Te-bareke ve Teâlâ hazretleri Nisa sure-i celile-i cemilesinin 116.cı ayetinde meâlen şöyle buyurmaktadır; “Muhakkak ki Allah teâlâ ve celle celâlühû Kendisine ortak koşulmasının cezasını ebedi azab olarak kesin hükme bağladığı için bağışlamaz. Bunun dışındakini ise (ne kadar büyük günah olsa da, tevbe şartı koşmaksızın) dilediği kimse için bağışlar.Kim Allah celle celâlühû’ya (her hangi bir şeyi) ortak koşarsa kesinlikle (hakdan) çok uzak bir sapıklıkla sapmıştır. “

Bu ayeti celileden kasdedilen Allah teâlâ’nın ve celle celâlühûirade ettiği manadır. Şu mananın kasdedilmesi de ihtimallidir; Peygamberlerin şeriatlerini kendisine lüzumlu görmemeyi affetmez. Çünki şeriatleri kendisine lüzumlu görmemek, şirkden ayrılmayan bir düşüncedir. (Allah teâlâ cellecelâlühû’ya ortak koşmak, her hangi bir şeriati kabul etmemeyi gerektirir.) Ayet-i celilede, melzum/ken-disinden ayrı kalınmayan (şirk) zikredilmiş, lâzım/ayrılmayan (her hangi bir şeraiti kabul etmemek) kasdedilmilştir. Bu şekilde mana vermekle, vehm edilebilecek şöyle bir yanlış anlayış da kalkmışolur; Ortak koşmak af edilemeyeceği gibi, kesin delillerle sabit olan diğer şer’i hükümleri inkâr etmek de af olunmaz. O

halde, hususi ile ortak koşmanın af edilmeyeceğinin zikredilmesinin vechi/îzâh tarzı nedir? (Yani Rabbimiz celle celâlühû şirk koşulmasını af etmem demekle, kesin delillerle sabit olan Şer’i hükümlerden her hangi birisini lüzumlu görmemeyi affetmem, buyurmuş oldu. Böylece, her hangi bir şeriati kabul etmemenin kaynağı olan şirki affetmeye-ceğini söylemekle, şeraitleri lüzumlu görmemeyi affetmeyeceğini de ifade etmiş oldu.)

Ortak koşulmasını af-fetmez, tabirinin manasının, inkâr edilmesini, kabul edilmemesini affetmez.’ şeklinde olması da ihtimallidir. Çünki şeriatleri inkâr etmek, Allah-ü Sübhanehü hazretlerini kabul etmemek demektir ki, mağfiret edilmez.

Şirk ile Küfür arasındaki alaka da umum ve husûs iledır. Çünki şirk, mutlak küfre/inkâra göre daha hususi bir inkâr/kabul etmeme şeklidir. (Şeriatlerin itikada, ibâdetlere, amellere, ukubata/cezalara dair birçok hükümleri vardır. Mutlak küfür, buhükümlerden, kesin delillerle sabit olan her hangi birini kabullenmemektir ve umumilik/genellik ifade eder. Şirk ise, bu hükümlerden hususi bir hüküm olan, tevhidi inkâr/kabullenmemektir. İbâdette başkalarını Allah’a ortak yapmak küfrüdür. Hususilik ifade eder.) Mevla teâlâ ve celle celâlühû hususi bir küfür şeklini zikretmiş, umumi olarak bütünküfür şekillerini kasd etmiştir.

Şunu bilmek lazımdır ki, Allah teâlâ’dan başkasının ibâdet edil-meyi hak etmemesi bedihi/sıradan insanlara varıncaya kadarherkesin düşünmeden görüp anlayabileceği ve isbâta muhtâc olmayacak bir şekilde açık olan şeylerdendir. Bilinmesi için fikir yürütmeye gerek yoktur. Bedîhî değilse/apaçık olmasına itiraz edilse bile, en azından hadsî/birden akla düşen, sezgiyedayalı bir bilgidir. Çünki ibâdetin manasını gerektiği şekilde anlayan ve Allah teâlâ’dan başkasını layık olduğu vech ile enine, boyuna, derinlemesine düşünen kişi, hiç duraklamadan ibâdeti hak edemeyeceği ile karar verir. Bu mananın isbât edilmesi için zikredilen mukaddimeler/ön kadıyyeler/bilgiler, fikir yürütmeye ihtiyac kalmadan bilinebilecek bilgilere

tenbîh/kısa hatırlatma kabilindendir. Münazara ilminde, aşikâr olan bilgilere itiraz edilmeyeceğine göre, buradaki mukaddimelere nakz, münakaza, muaraza gibi itiraz şekilleri ilekarşı koyma imkânı yoktur. Ancak, bu mukaddimeleri firaset (müminlerde bulunan ince görüş)le anlayabilmek için iman nuru mutlaka lâzımdır. Aşikâr/apaçık olan birçok bilgi, zekâsı az vekısa görüşlü olan kimselere gizli kalabilir. Aynı şekilde, bedeni rahatsızlık (körlük, sağırlık v.b. gibi) ve ruhi rahatsızlık (akli muvazenede bozukluklar gibi) sahibi olanlar hakkında da, bedihi olan bilgilerin açık ve kapalı olanları gizli kalabilir.        

Denilse ki, Meşayihi Kiram (kaddesallahü esrarehüm) hazerâ-tının sözlerinden olan; maksudun ne ise, ma’budun odur tabirinin manası nedir; hamledilebileceği/yorulacağı doğruaçıklaması nedir?

Şöyle cevab verilir; Kişinin maksudu, o kişi tarafından kendisine teveccüh edilen/yönelinen şeydir. Bu şahıs diri olduğu müddetçe onu elde etmekten geri kalmaz ve bu hususta gevşeklik de göstermez. Onu elde etmek hususunda kendisine isabet eden bütün kırıklıklara ve zilletlere katlanır. O uğurdaki sıkıntılar kendisine kolay gelir ve maksudunu ele geçirmeyi terk etmez. Bu ise ibâdetin ifade ettiği manadır. Çünki ibâdetin ifade ettiği, Rabbinin celle celâlühû huzurunda zelîl, hor, hakir ve gönlü kırık olduğunu isbâttır. Ohalde bir şeyin maksud olması onun ma’bud olmasını lâzim getirir/gerektirir. Dolayısıyla, Hak sübhanehü’den başkasının ma’bud olmasını kaldırmak ancak Hak teâlâ celle celâlühû’dan başka maksudun kalmaması anında gerçekleşir. O(cc)’ndan başka muradın bulunmaması anında mevzu bahis olur. Bu büyük nimeti elde edebilmek için manevi bir yürüyüşle Mevlâ celle celâlühû’ya doğru yürüyen kimseye münasib olan; Kelime-i

Tayyibe’yi ( لا اله الا ال�له); (Allah celle celâlühû’dan başka hiçbir maksûdum/ yöneldiğim yoktur) manasıyla düşünmesidir. Ve bu Kelime-i Tayyibe’yi, Mevlâ celle celâlühû’dan başkasının maksud olmasından bir isim veya resim kalmayıncaya ve ondan

başka hiçbir muradı bulunmayıncaya kadar tekrar etmesi lazımdır. Ta ki, neti-cede, Allah celle celâlühû-dan başkasınınma’bud olmadığını, söylediğinde, doğru sözlü olsun. Birden çok ilahın bulunmadığını ifade ettiğinde, haklı olsun.

Bu minval /şekil üzere birden çok ilahın bulunmamasının hakikatine erişmek ve Mevlâ celle celâlühû’dan başka maksudların kaldırılmasından, O’ndan başka ma’budun bulunmadığımanasına ulaşmak, ehl-i hal katında, kamil olan imanın şartıdır.

O kamil iman da veliliğe bağlıdır. Velilik ise nefsi emmarenin heva ve arzularından ibaret olan, nefsani/içerdeki ilahların yok edilmesine bağlıdır. Nefis emmarelikten kurtulup mutmeinne olamadığı müddetçe, bu mananın geçekleşmesi düşünülemez. Nefsinitmi’nanı ise ancak (Allah’ın Râzı olduğu şeylerde) tam fani (yok olan) ve (sonra da onlarda) tam baki olduktan sonra tasavvur edilebilir. (Dönüşü olmayan fena ve beka) Bu tabirin (maksudun ne ise, ma’budun odur) ; zayıflık üzere yaratılan kullardan, çetinliği kaldırmayı bildiren ve kolaylığı ve de yumuşaklığı haber veren Şerîat-ı ğarranın zahirine göre manası şudur; Bir kimse maksudunu elde etmek hususunda, başını İslam yularından çıkarırsa (böyle bir hâle düşmekten Allah celle celâlühûya sığınırız), maksudunun meydana gelmesi için Şeriatı Ğarrânın belirlemiş olduğu sınırları aşarsa, onun maksudu, ilahı/ibâdet ettiği şey olur. Eğer kişinin hedeflediği şey böyle olmazsa; onu elde etmek veya onun meydana gelmesi hususunda Din-i Mübin-i İslâm’ın yasakladığı şeyler işlenmiyorsa, o kasd edilen şey, Şerî’at’ça yasaklanmış olmaz. Bu tür hedeflenen bir şey, sanki o kimsenin, mekasıdından (kasd ettiği şeylerden) değildir. Ve bu taleb ettiği, sanki onun istediği şeylerden değildir. Bilakis, bu şekilde, İslamın sınırlarını kollayan kimsenin kasd ettiği, hakikatde, Hak sübhanehü olur. Taleb ettiği de, Allah teâlâ ve celle celâlühû hazretlerinin, Şeriatındaki emir ve nehiyleri olur.

Elde etmeye çalıştığı şey için ise, tabiatına yerleştirilmiş olan meyletmekden başka bir maksud olma manası kalmaz. Bu bile,Şeriatın hükümlerince mağlub edilmiştir. Mevlâ celle celâlühû’dan başkasının maksud olmasını söküp atmak, imanın olgunluğuna delalet eden, Şeriatın hakikatinde, elde edilmek istenilen bir hedeftir. Çünki, Hak sübhanehü’den başkasının maksud olmasına izin verilecek olsa, bu, nefsani heveslerin karşı koymasının galebesinin yardımıyla ve nefsin hevasının istilasının imdad etmesiyle olabilir. Bunun da ötesinde, Hak teala hazretlerinin razı olduğu şeylerin aleyhine, elde edilmesi tercih edilebilir. Neticede sonsuz zarara sebeb olabilir. O halde, kamil imanda, Mevlâ celle celâlühû’dan başkasının maksud olmasını kaldırmak mutlaka lazımdır. Ta ki, bu iman yok olmak ve kendisinden dönülmesinden emin olunup korunmuş olsun… Ya Rabbi nurumuzu tamamla ve günahlarımızı mağfiret eyle..Muhakkak ki gücün her şeye yeter….(Amin!)

Tesettür ve Avret HükümleriAli Kara

Tesettür: Setr kelimesinden türemiş bir lafızdır, yani sözlükte; örtünmek, gizlenmek, bir şeyin arkasında saklanmak anlamlarına gelir.

Bir fıkıh terimi olarak tesettür, erkek veya kadının şer'an örtülmesi gereken yerlerini örtmesidir.Bir kimsenin örtmesi gereken ve başkasının bakması haram olan yerlerine “avret yeri” denir. O halde avret yerinin tarifini bilmek lazımdır.

Erkeklerde avret mahalli göbekten diz kapakları arasıdır. Kadınlarda ise yüz, el ve ayak hariç bütün bedendir. Aişe validemize -radıyellahu anha- göre sadece bir gözün açılması yeterlidir. Elin dışının avret olduğuna hükmeden alimler vardır. 

Biz İslam eserlerinden avret ve tesettürle alakalı hususları sırayla zikredeceğiz. İnşaallah noksanımızı anlayıp tamamlarız.

1-Kadının, erkeğe nisbetle avret durumu:

Cumhur ulema kadının bütün bedeninin, yabancı erkeğe nisbetle avret olduğu hükmüne gitmiştir. Ancak bu hükümden yüz ve ellerihariç bırakmışlardır, zira bunlarda muameleleri için ihtiyacı vardır. Ancak bu iki azanın açılması cevazı da fitneden emin olunması şartına bağlıdır.

Ebu Hanife’den r.aleyh, ayakların açılması cevazı rivayet edilmiştir. Yüzün ve avuçların açılması cevazı, ayet-i kerimenin beyanından anlaşılmıştır: “Ziynetlerini açmasınlar, ancak onlardan zahir olanlar müstesna.” 

Göze sürülen sürme, yüzün ziynetidir, ele takılan yüzük elin ziynetidir. Zira Esma bint-i Ebu Bekir (Allah her ikisinden de razı olsun), Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanına girmişti. Üzerinde ince bir elbise vardı, ondan yüzünü çevirdi ve buyurdu: “Ey Esma! Kadın, hayız çağına –buluğa- ulaşınca, ondan bir şeyin görünmesi uygun olmaz, ancak şu ve şu hariçtir.Bununla yüzüne ve avuçlarına işaret eyledi.” 

Hazreti Ali’ye buyurduğu rivayette: “Ya Ali! Bakışının peşine bir bakış daha ekleme. Muhakkak senin için ilk bakış vardır. Diğeri senin için değildir.” 

Bir başka rivayette İbni Abbas’ın oğlu Fazl (radıyellahu anhuma) şöyle bildirdi: “Hac yolculuğunda Resulullah sallallahualeyhi ve sellem’in redifinde-arkasında idim. Haş’amiyye isimlibir hanım gelip fetva sordu. Fazl (r.a.) ona bakıyordu. O kadında Fazl’a bakıyordu. Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem, Fazl’ın yüzünü kadından çevirdi.”

Bu rivayetleri iyi inceleyip tefekkür etmek ve her hususta serbestçe hareket  etmemek lazımdır. Avret yerlerinin küçük çocuklara açılması hususunda mezhebler arasında ihtilaf vardır.Bazıları mahremleri ile olan münasebet gibidir der. Bazıları daecnebi erkekler gibidir der. Amma buluğa yanaşmış veya avret mahalli ile diğerlerinin arasındaki farkı anlayan çocuklardan sakınmak aynen büyük erkekler gibi şarttır.

Evlenmek için görüşen erkek ve kadınların, tamamen kapalı olmayan bir yerde birbirlerine bakmasına cevaz verilmiştir.

2- Müslüman kadınların kafir kadınlarla durumu:

Kafir kadın, müslüman kadınlara göre yabancı erkek hükmündedir.Bu yüzden müslüman kadının, kafir kadının bedenine bakması caizolmaz. Müslüman kadının da bedenini onun yanında açması caiz olmaz. “… veya Müslüman kadınlara (ziynetlerini açmaları) müstesnadır.” Yani ayet-i kerimede müslüman kadınlar diye hususi zikretmesi, bu hükme kafir kadınların dahil olmadığı içindir. Hatta Ömer r.a., ehl-i kitabtan olan kadınların, müslüman hanımlar ile birlikte hamama girmesini men etmiştir.

3- Müslüman hanımların diğer müslüman hanımlara karşı avret hükmü:

Cumhur ulemanın görüşü erkeklerin erkeklere göre olan avreti gibidir. Zira iki taraf aynı cinstendir ve ekserde aralarında şehvet olmaz. Ancak fitne ve şehvet korkusu durumunda bu da haramdır.

4- Kadının mahremi olan erkeklere göre avreti:

Mahremden kasıt, ebediyyen evlenemeyeceği, neseb, süt veya hısım olmakla olan akrabalığıdır.  Fitneden ve şehvetten emin

olduğu vakitte geride sayılan avret olmayan yüz, eller ve ayaklara bakması helaldir. Zira ziynetlerin gösterilmemesini emreden ayet-i kerime, mahremlerine göstermesine cevaz vermiştir. Buna göre bileziklerin, yüzüklerin, kolyelerin ve diğer takıların takılı olduğu azalar da mahremine, fitne ve şehvetten emin olma hallerinde bakılması helal olmaktadır.

Bu sayılan mevzılara bakması helal olunca, o mevzılara da dokunması ve onunla birlikte bulunması helaldir. Yani kişi mahrem olsa da, mahremi olan kadınların çıplak olan sırtına, göğüs mevzı-sına, bacak ve baldırlarına dirseklerden yukarı kısımlarına bakamaz, zira buralar ve ötesi şehvete sebeb olan mevzılardır. Peki sokakta sırtına kadar soyunmuş kadınlara nasıl bakarız veya onlarla muhatab oluruz, hangi dine mensubuz?

Zira Allah-u Teâlâ buyurdu: “Mü’min erkeklere söyle, gözlerini yumsunlar…” 

Cariyelerin avret hükmünü yazmaya gerek yok, zira cariye hükmünü vereceğimiz kadınlar yok. Ama cariye gibi dolaşan zavallı hür kadınlar var.

5- Erkeğin, diğer erkeğe göre avreti:

Hadis-i şerifin beyanına göre göbek altı ile diz kapakları arasıdır. Alimlerin bir kısmına göre göbek deliği avret değildir. Fakat göbek deliğinin etrafı açılmaması için göbeği de kapatmak gerekir. Denize giden erkek arkadaşlarımız, haşe-maalmışlar ama göbekleri ve etrafı açık kalmış. Cahillik çok fenabir-şeydir, söz dinlememek de daha fenadır.

Erkeğin avret olmayan yerlerine, diğer erkeğin bakması ve dokunması, yine şehvetten emin olmak şartıyladır, değilse helalolmaz.

6- Yabancı kadınlara karşı erkeğin avret mahalli:

Şehvetten emin olduğu halde, göbek ve diz kapaklarından gayrı-sına bakması caizdir. Ancak diğer mezheblerde bu ayırım

olmayıp, “Müslüman hanımlara söyle gözlerini yumsunlar…” ayet-ikerimesinin umumuna göre, avret yeri ile diğer yerlerin, mahremi olmayan yabancı kadınlar tarafından bakılmasına cevaz vermemişlerdir. Diğer delilleri, a’ma olan İbn-i Ümmü Mektum’unyanlarına gelmesiyle Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in hanımlarına örtünmelerini emretmesidir. Hanımları “Ya Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem, onun gözleri görmüyor” deyince, Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem “Sizler görmüyormusunuz?” buyurdu.

7- Küçük çocukların birbirlerine göre avret hükmü:

Bazı alimler küçüklük yaşını erkek için dört ve aşağısı ile sınırlamıştır. İbni Abidin şöyle nakletmiştir; namaz emri gibi yedi yaşı itibar edilir.

Kız çocuğu için süt emme dönemi -ki iki buçuk senedir- içinde avret hükmü yoktur. Bundan sonra şehvetlenilme çağına (sekiz yaşı) doğru bakılması bakımından avret sayılmaz, dokunulması bakımından erkek tarafından yıkanmaz, bu yaştan yukarısı büyük kadınlar gibidir.

Namaz kılmaları hususunda örtünmeleri, göbek ve diz kapağı arasına kadar olan yerleri içindir. Daha fazlasının örtünmesi men-dubtur.

8- Karı-kocanın birbirlerine göre avreti:

Edeb sebebiyle, kaba avret yerlerine bakamazlar, hadis-i şerif şöyledir: “Sizden biri ehline gelince örtünsün, develer gibi çıplak olmasın.” Kaba avret yerlerinden gay-rısına bakmak her ikisi için mubahtır. Dokunma hususunda bir sınırlama yoktur.

9- Hünsây-ı Müşkil’in  avret hükmü:

Hünsânın, hiç kimsenin yanında açılmaması, yıkanmaması lazımdır, zira eğer erkek yanında açılırsa, kendisinin kadın hükmünde olması  ihtimali vardır, eğer kadın yanında açılırsa kendisinin erkek olma ihtimali vardır.

10- Namazda örtünme:

Namazda kadınların bedeni ve başı örtmesi şarttır. Bedeni gösteren ince elbiselerle namaz kılmak caiz olmaz, zira avret mahalli açık sayılır.

11- Şahitlerin bakması:

Aleyhine dava edilen kadının yüzüne şahitler bakabilir. Hakiminhüküm vermesi için, şahitlerin şahitliği yerine getirmesi için,şehvet korkusu olsa da kadının yüzüne bakması caiz olur, zira hakkın yerine getirilmesine ihtiyaç vardır.

Zina eden kadının suçunu isbat için şahitlerin avret yerine bakmasına cevaz verilmiştir, şehvet korkusu olsa bile… Zira zina davasının sabit olması için o halde iken görülmesi lazımdır. Bu bakış ile şahitler fasık olmuş sayılmazlar, zira bunda zaruret vardır.

12- Zaruretten dolayı avret mahallinin açılması:

Erkeğin erkeğe veya kadına karşı, kadının erkeğe karşı avretiniaçmasının zaruret olduğu bazı yerler vardır.

Ebe olan kadının, doğum anında doğum yapan kadının fercine bakması caizdir. Veya kadının bekar olduğunu muayene etmesi için bakması da böyledir.

Erkek doktor, eğer kadın doktor yoksa, hasta olan kadının hastaolan mahalline bakması ve dokunması caizdir. Eğer erkek veya kadın olan müslüman doktor yoksa, zimmi olan (yahudi-hristiyan)doktor için cevaz vardır. Ancak ihtiyaç mahallinden fazlasını açmamalıdır.

Banyoda yıkanan kişinin kaba avretini açmaması uygundur, ancak zaruret halinde banyo küçük ise buna cevaz verilmiştir. Hela ihtiyacını yapanların da gizlenmeleri ve insanların göreceği yerlerde açılmamaları gerekir. Bu gibi ihtiyacını gören kimseyeo anda selam verilmez, selam verilse, o kişi selamı almaz.

13- Kadının sesi mahrem midir?

Bu hususu anlamak için Ahzab suresindeki 32. ayette “Sözü yumuşatmayın” yani, erkeklerin arzusuna göre hoşlanacakları

şekilde yumuşak sesle konuşmayın buyrulmuştur. Bu yüzden kadınların seslerini erkeklere duyurmamaya dikkat etmesi en güzel olanıdır. Bu ayet-i kerimenin delaletiyle kadınların ezanokumaktan men edileceği hükmü çıkartılmıştır. Artık siz anlayınkadın öğretmenleri veya spikerlerin erkeklere ders okuması veyahaber bültenini okuması nereye girer.

Ayrıca Nur suresindeki 31. ayetin devamında “Ziynetlerinden gizledikleri bilinsin için ayaklarını yere vurmasınlar.” buyrulmakla süs eşyalarının sesini duyurmaktan men edilirseler, ya kendi seslerini işittirmek nerden mümkün olacak!

Ahzab suresi 32. ayetin devamında “evlerinde karar kılsınlar-yerleşsinler” buyrulmaktadır. Bu ayet-i kerimeyi ashabın hanımları nasıl anlamış? Zem’a kızı Sevde (r.anha)’ye denilmiş ki; Kardeşlerin dışarı çıktığı gibi sen niçin çıkmıyorsun?

Dedi ki: Vallahi muhakkak haccımı ve umremi yaptım. Sonra Allah-u Teâlâ bana -evimde yerleşmekle- emretti, Allah’a yemin olsun ki, dışarı çıkmam. Cenazesi çıkarılana kadar dışarı çıkmadı.Bizler bu ayeti nasıl anlıyoruz, ne yapıyoruz? Her fırsatta dışarı çıkmanın yolunu arıyoruz. Üstelik buna mani olmaya çalışan kocalara karşı “Bizi evlerde hapsettiniz” diyerek çıkışıyoruz. Daha ne arıyorsunuz! Sizi kimseye bulaştırmadan doğru cennete götürmek istiyorlar, onlara dua edin. Bu ayet-i kerimeyi şöyle de anlamışlardır: Dışarı çıkıncavakar ve sekinet üzere olun.

Ayetin sonrası: “İlk cahiliyye dönemindeki gibi kırıtarak-salınarak dışarı çıkmayın”

Bu kısım, cahiliyye döneminde erkeklerin önünde yürüyen ve hareketleri uygun olmayan kadınları zemmetmek ve müslüman hanımların böyle olmaması gerektiğini ifade için gelmiştir.

Ayetin son kısmı: “Ancak Allah, sizden pisliği-kötü ahlakı gidermek istiyor, ey ehli beyt!”Hitab hususi olsa da hüküm bütün hanımlara şamildir. Allahu teâlâ bu emirlerle gerekli edebi beyan etmiş ve müslüman

hanımların vasıflarının tertemiz olmasını murad etmiştir. O’nunmuradının dışına çıkmak en büyük edebsizliktir.

Bu malumatlardan sonra, asrımızın ilim ve marifet sultanı, sünnet-i seniyyeyi en iyi tatbik eden ve hanımların örtüsünü engüzel şekilde korumalarına can-ı gönülden gayret eden Mahmud Efendi k.s.’ nun, tesettür hakkındaki son derece kıymetli sözlerinden bir kaçını zikretmekle yazımızı noktalayalım: “Kadınların şerefi gizli kalmalarında ve erkeklerle görüşmemelerindedir.”

“Allah sana İslam kıyafeti verdi, sen İngiliz kıyafeti giyiyorsun. Daha bu şerefinle ne kadar oynayacaksın, dönmeyecekmisin hala İslam şekline.”

“Çarşaf giymekle büyük yiğitlik yapıyorsunuz, milletin tesettüre heves etmesine sebeb oluyorsunuz. Kimse bu işi yapamaz, ancak Cenab-ı Hak size nasib etti. Ölünceye kadar devam edelim, bunlar yüzümüzü ak edecek. Pantolonlar, bilmem neler giyenlere öldüklerinde “Sen kimin ümmetiydin, bu halin nedir?” der, sitem ederler, iyice cehalet doldu ortalık.”

“Muhterem üstadım -Ali Haydar Efendi k.s.- Rumların Ermenilerinşort giyen çocuklarını gördüğünde bu işe kızardı. Şimdi müslümanın çocuklarına şort giydiriyorlar, yabancı dil yazılı kıyafetler giydiriyorlar. “Daha bu çocuktur, zarar etmez” diyorlar. Çocuksa gavura mı benzemesi lazım?”

“İplik kadar bir şey dahi olmasın kafirlerin modasından. Çarık giy demiyoruz, ayakkabı giy ama müslümanca olsun. Bir ayakkabıyla bir elbise ile aldanan insanın hiç değeri kalır mı?”

“Manto giyilecekmiş, tepeden tırnağa kadar uzunmuş, genişmiş, miş miş miş. Miş’leri bırakalım, nefse uymayalım, çarşaf giymeklazımdır. Allah-u Teâlâ’nın Habibine ve hanımlarına benzemek lazımdır. Onun düşmanlarına zerre kadar dahi olsa benzememek lazımdır.”

Bu ve benzeri ilaç gibi mübarek sözlerini iyi anlamak lazımdır.İtirazın kimseye faydası yoktur. Netice nereye gidiyor, görmüyor muyuz? Kız erkek bir arada okulda, iş yerinde, sokaktane haltlar karıştırıyorlar, dünya alem görüyor, ama ibret alıp tevbe etmiyoruz. Hala daha okusun da diploma getirsin, maaşı olsun, kimseye muhtaç olmasın, kocasına muhtaç olmasın gibi saçma ve İslam dışı itikadlarla hangi müslümanlık davasını güderiz.

Kadının vazifesi ve yaratılış gayesi nedir? Âdem babamızın eşi olarak yaratılan Havva annemiz, onun hayat arkadaşı, evlatlarının annesi ve sükun bulacağı eşi idi. Bu nizamı bozup kadını dışarı salarsak, artık pantolonda giyer, yırtmaçlı etek de giyer, defilelere çıkar ve erkeklerin ortasında kırıtır ve alkış toplar. Başına da bir parça başörtüsü takar, altında dar pantolon. Bunun adı tesettür. Buna -üstü Fatih, altı Şişhane- derler. Allahu Teâlâ sevdiği ve beğendiği modeli göndermiş, erkek ve hanımların tabi olacağı usulü beyan etmiştir. İlim geldikten sonra yan çizenler mutlaka sorumludurlar.

Kuyudan Çıkarılan Taşlar - 1Hüseyin Avni

Bundan sonra...

Bir Profesör[1], husûsan asrımızın büyüklerinden Mahmûd Efendi Hazretleri, umûmen de geçmişten günümüze tasavvuf ve bir takım tasavvuf büyüklerini hedef alan, yer yer o büyükleri şirkle suçlayan, yer yer üslûb ve ifâde seviyesizlikleri ve dahi câhilliklerle dolu bir yazı yazmış, Mahmûd Efendi Hazretlerine göndermişti. Üslûb-i beyân ayniyle insan diye vecîz bir söz vardı.

İfâde biçimlerinden, ilim, akıl, idrâk ve irfân seviyesi böylesine dibe vuran bir kimseye cevâb vermeğe değmezdi. Ma’rûf’u emretmek ve münkerden kaçındırmak veya teblîğ etmek maksadıyle, kendisine cevâb verildiği takdîrde, bu denli seviyesiz ilim ve uslûb sâhibi birisinin, ğalib ihtimâlle, enâniyeti daha da kabarabilir, nefs-i emmâresi son derece işi azıtabilirdi. Bu yüzden onu daha fazla zarara sokmamak ve de esas itibariyle cevâba değer birisi olmadığı için, O'na cevâb verilmedi. Zîrâ, “ma’rûf”u/dince güzel veya lâzım olanı emretmek ve münker’den/ dince kötü veya yasak olandan sakındırmanın da şartları, usûlü ve üslûbu vardı;

Ağırlıklı zann ile denilenleri kabûl etmeyip daha da kötüye gitme ihtimâli bulunanlara ma’rûfu emretmek ve onları münkerdensakındırmak câiz bile değildi.[2]

Daha sonra bir takım ısrarları ve de ma’hûd yazıyı öteye beriyegönderip yayması sebebiyle mes’elenin karşılıklı görüşülmesine karar verilmiş ve görüşme gerçekleşmişti. Ancak münâzarasından maksad hakkı ortaya çıkarmak olmadığı, kendinde kibir, inad ve mukâbere doruk noktada mevcûd olduğu için görüşmeden fayda hâsıl olmadığı gibi büyük bir zarar meydana geldi. Korkulan başa gelmişti.

Mevlâ teâlâ ne güzel buyurdu:

“Yeryüzünde haksız yere kibirlenenleri, âyetlerimden[3] çevireceğim. Her bir âyeti görseler, onu tasdîk etmeyecekler. Rüşd (ve salâh) yolunu görseler, onu bir yol edinmeyecekler. Azgınlık (ve taşkınlık) yolunu görseler, onu bir yol edinecekler...”[4]

Bu âyetle anlatılanlar, kâfirler için kâmil ma'nâda, günahkâr mü'minler için kibirlenme vasfını üzerlerinde bulundurdukları nisbette tahakkuk eder.

Daha sonra, söz konusu şahıs, bu görüşmeyi hasım bellediklerinin söylediklerinden bir çoğuna yer vermeden, bir takımlarını da değiştirerek, kendi sözlerinden bir çoğunu kendince düzelterek ve te’vîl götürmeyen zırvalardan bir kısmını da hepten hazfederek, bir takım ilâvelerle “düzgün” hâle getirerek yazıya dökmüş ve bu yazıyı hem muhâtablarına hemde başkalarına göndererek vazîfesini yapmış oldu.

Daha sonra da bu yazının bir takım yerlerini metinden çıkararakve de düzgün ilâveler yaparak kitâblaş-tırmış, muhtemelen bu mühim vazîfe’nin bir mükâfâtı olarak, hasmının zâtını ve çalışmalarını ortadan kaldırmaya çalışan sultadan payını almış oldu.

Cevâb Mecbûriyeti ve Üslûbu..Böylece, bu ilim ayıbı yüz kızartıcı yazı(!)ya cevâb vermek kaçınılmaz olmuştur.

Zehebî’nin Şeyhu’l-İslâm dediği, İmâm, Muhaddis ve Müctehid Sübkî, İbnu'l-Kayyim’e yazdığı bir reddiyesinin başında şöyle diyordu:

“Bu akâid kitâbının beyitlerini yazan (İbn-i Kayyim), ismini ağzıma almaya değmez. Sözüm (tartışmam) keşke bir âlimle veya bir zâhidle, yahud dînini iyi koruyan veya haysiyyetini iyi muhafaza eden, hakkı arayan biriyle olaydı. Şu kadar var ki, kişi mü'minlerin inançlarını korumak için câhillerle ve bid’atçılarla (da) konuşmaya (tartışmaya) mecbûr kalıyor.”[5]

İmâm Sübkî böyle derken, hakîkaten çok mühim bir noktaya parmakbasıyordu.

İmâm Celâleddîn Süyûtî de, şöyle diyor:

Şübhesiz ki Allah celle celâlühû, eşsiz ve yüce Kitâb’ında, Benî İsrâîl’in ve diğerlerinin haddi aşanlarının dediklerini veinandıklarını hikaye etmiş ve onları, hakkı açıklamak ve hidâyet üzere olanlara yol göstermek için reddetmiş, düşüklüklerinden dolayı bunu terk etmemiştir. Âlimler de buna uymuşlar ve onu yaptıkları şeyler husûsunda kendilerine delîl edinmişlerdir.[6]

İmâm Sübkî’nin ve İmâm Süyûtî’nin şaşkın ve kifâyetsiz kimselere cevâb vermekteki ma'ze-retleri, burada bizim için de geçerlidir. Şöyle ki; ilk asırlardan günümüze varıncaya kadar gelmiş geçmiş ve hayâtta olan nice Allah dostuna yakıştırılan, “müşriklik”, “kula ibâdet etmek”, “Kur’ân’dan ve İslâm’dan uzaklaşmak”, “bâtıla dalmak,” “bilmemek”, “aklet-memek”, “aklını kullanmamak”, “bu yüzden tepesine pislik atılmış olmak,” “haddini aşmak”, “boyundan büyük işlere girişmek” ve “uydurmak” gibi îmân, ilim, hayâ, edeb, terbiye ve efendilik ile bağdaşmayan birçok ifâdeler karşısında bizden (yersiz bir) çelebilik ve üslûb nezâheti bekleyen, kendilerince ifâde nezîhliği ve konuşma nezâketi arayan çelebi kardeşlerimizin, bir takım sertmiş gibi görülen ifâdelerimizi ve uslûb sivriliklerimizi, gayret-i dîniyye ve asabiyyet-i îmâniyye îcâbı kabûl etmelerini istirhâm ediyoruz. Îmân, amel, ihlâs, salâh ve takvâda, numûnelerimiz olması gereken ve olan Allah celle celâlühû'nun dostlarını müdâfaada, köpekler kadar da mı sâdık olamayacağız? O köpekler ki, kendilerini besleyen sâhiblerine zarar vermek isteyenlere karşı, üzerine düşeni yapmakla gösterdiği sadâkat herkesçe ma’lûmdur. İşte bu kadarını bile bize çok görmemelerini, kibarlık ve efendiliği sırf bizden bekleyen çelebilerimizden beklemek hakkımız değil midir?

Allah celle celâlühû, bir çok münkerden sakındırmak üzere, Kur'ân’a sırt çevirenleri, arslandan kaçan yaban eşeklerine,[7]

Kitâb'ın içindekilerle amel etmeyenleri, kitâb yüklü eşeğe,[8] ğıybet edenleri de, ölü leşi yiyenlere,[9] benzetmiştir.

Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem efendimiz, kezâ, kimilerini köpeğe,[10] kimilerini domuza,[11] kimilerini pislikböceklerine,[12] kimilerini de, eşek leşi yiyenlere[13] teşbîh etmiş, soyu ve ırkıyle böbürlenenlere, 'babanınkini ısır', deyiniz ve bu dediğinizi kinâyeli olarak değil de açıkça söyleyiniz” buyurmuştur.[14] Bunları ve benzeri bu vâdîde söylenmiş bir çok ilâhî ve nebevî sözü Kur'ân’dan ve Sünnet’tenhaberi olanlar bilirler…

Bu sebeble, benim bu cevâbta geçecek olan ağır ve sivri gibi gözüken ifâde ve uslûbumu, kâmil mü'minlere yakıştırılan müşriklik, kula ibâdet etme vs. gibi, hakîkaten çok ağır ve süflî hakaretlerle yan yana getirir, insaf terazisiyle tartarsanız, inanıyorum ki, az bile demişsin diyecek ve sözlerimi bir hakaret değil de iltifat bile kabûl edeceksiniz... Yapılan bunca seviyesiz hücum ve mübtezel hakaretler karşısında bizden nezaket budalalığı bekleyenlere artık diyecek bir söz bilemiyor ve bulamıyorum. Hem, benim buradaki muhâtabım belli bir kişi değildir; hükmî şahsiyet sayılabilecek bir zihniyet ve tarzdır. O cehâlet, anlayış, idrâk, edeb ve terbiye, sanki bir "ete kemiğe bürünmüş fülân(lar) diye görünmüş" de ben onunla veya onlarla konuşuyorum. Şahısların kendileriyle işim yoktur. Tıpkı, Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem'in muayyen şahsa değil de, şu, şu işi işleyene Allah celle celâlühû la'net etsin demesi gibi.

Tevfîk sadece Allah celle celâlühû'dandır.

 -----------------------------------------------

Allah Dostlarına Yapılan Seviyesiz ve Bayağı Ta’rîzler

 -----------------------------------------------

İddiâ:

Bize Kur'ân’ı gönderen Allah teâlâ şöyle buyuruyor:

“Allah’a ve Peygamberine inandık boyun eğdik” derler. Sonra da bunun ardından içlerinden bir takımı yan çizer. Bunlar inanmış kimseler değillerdir.

Aralarında bir karar versin diye Allah’a ve elçisine çağrıldıkları zaman, içlerinden bir takımı bundan çekinirler.

Ama hak kendilerinden yana olsa bu sefer ona içten bağlı olarakgelirler.

Bunların kalplerinde bir hastalık mı var veya şüpheye mi düştüler? Yoksa Allah’ın ve elçisinin kendilerine haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır, aslında onlar zâlim kimselerdir.” (Nur 24/47-50). (sh:3)

Cevâb:

Hâricîler de Ashâb'ı "Allah celle celâlühû'nun Kitâbına çağırıyorlardı; ama onunla hiçbir alâkaları yoktu."[15]

Onlar da tıpkı sizin gibi, Ashâb'ı dînden çıkmakla ithâm ediyor, Allah’ın açık âyetlerine çağırıyorlardı. Lâkin Ali radıyallâhu anhu efendimiz’den bu söz kendisiyle bâtıl murad edilen bir hak sözdür cevabını alıyorlardı. [16]

Bu âyetler, yaşayan ve yürüyen Kur'ân olma cehd ve gayreti içerisinde olan ve hamdolsun -hüsn-i zannımızca- buna kemâl mertebede muvaffak edilen, ama hiçbir iddiâ sâhibi olmayan, yalnız, hayırlı seleflerine toz kondurmamayı, hakları olmanın ötesinde büyük bir vazîfe sayan hasım edindiğiniz kimseleri anlatmıyor; aksine, İbn-i Mesûd radıyallâhu anhu’nun ifâdesiyle,[17] Kur'ân’ı arkasına attığı hâlde Kur'ân’a çağıranları gösteriyor; kendileri bir vâdide, Kur'ân'da başka bir vadide olduğu hâlde başkalarını Kur'ân’a çağırıyormuş gibi yapıp dünyevi ikbal merdivenlerinin basamaklarında yükselmeye çalışırken o ölçüde alçalanları resmediyor; bir yanda da egolarını tatmîn eden kimseleri, tanıtıyor.

Sanırsam bu kadarını sizler de biliyorsunuzdur. Ancak ihtimâl ki, biçilen rol ve iş mes'elesi bu bilginin îcâb ettirdiği tevbeyi engelliyor.

 -----------------------------------------------

Güldüren Kof Efelenmeler

 -----------------------------------------------

İddiâ: Bir şeyh efendi ve etrafında yer alan bazı hocaların görüşleri bana soruldu, yanlış buldum. Onlardan birine dedim ki; sizin bana ulaşan görüşlerinizde yanlışlıklar buluyorum, bir araya gelelim de bunları bana izah edin. O'da konuyu kendilerine yazılı olarak iletmemi ve yapacakları bir hazırlıktan sonra görüşmemizin daha uygun olacağını söyledi. Bunun üzerine onlara bir yazı gönderdim. Altı ay sonra, başta şeyh efendi olmak üzere Tarîkatın ileri gelen hocaları ile şeyhefendinin odasında buluştuk. O görüşmeyi küçük ilâvelerle yazılı hâle getirdim.(sh:7)

Cevâb: Yani, burada, kendi eksiklik ve yanlışlıklarınızı telâfîedip, muhâtablarınızı câhil ve zavallı kimseler mertebesinde göstermek maksadıyla ilmî hıyânet sergilediğinizi siz de zımnen, hattâ açıkça i'tirâf etmiş oluyorsunuz.

İddiâ: Elinizdeki kitapçık o görüşmeye yeni ilâveler yapmak sûretiyle hazırlanmıştır.(sh:7)

Cevâb: Böylece çamurun suyunu artırmakla onu iyice sulandırmış,dehşetli bir ilmî sahtekârlık sergilemiş oldunuz. Tartıştığınızkimselerin -ki en az üç kişidirler- sözleri, kitâb’ınızın (!) onda biri kadar bile değil. Tuhaf değil mi? Sahi siz neymişsiniz öyle?!...

İddiâ: İkinci baskı için yeniden gözden geçirmiş ve Müslümanları Batıran Şirk bölümüne küçük bir ilâve yapılmıştır.Bu ilâve Osmanlı Devletinin Birinci Dünya Savaşına girme kararıile ilgili belgelerde yer alan bazı ifâdeleri kapsamaktadır. (sh:8)

Cevâb: Bu sözleri okurken, şâir A’şâ’nın;

“Bir gün bir kayayı süsen, onu zayıflatmak için,/

Ama ona zarar vermedi o vuruşu boynuzunu zayıflattı” sözüyle,

Husayn ibnu Humeyd’in,

“Ey yüksek dağı süsen!../Başa acı, dağa değil” [18] dediğini hatırladım.

 -----------------------------------------------

Kur’ân’a mı Aykırı, Kur’anâ Dayandırılan Bâtıllara mı?

 -----------------------------------------------

İddiâ: Burada Kur’an-ı Kerim’e açıkça aykırı gördüğümüz husûslara yer verdik. Kendimize ait bir söz söylememeye gayret ettik. Âyet-i kerimeleri ve yer yer hadîs-i şerîfleri konuşturmaya çalıştık.

Cevâb: Hayır, hayır, öyle değil... Bu kitâbçıkta, sadece, şeytânın, şeytânın dostlarının, câhilliğin ve nefs-i emmârenin size, Kur'ân’a aykırı gibi gösterdiği husûslara yer verdiniz veâyetleri, çok kerre nefsânî kanaat ve düşüncelerinize mesned ettiniz. Bâtıllarınızı âyete ve hadîse dayandırdınız. Siz, Kur'ân’a ve Sünnete uymadınız; Kur'ân’ı ve Sünneti kendinize uydurdunuz. Ku’rân ve Sünnet ile amel edecek yerde, Kur'ân’ı veSünneti hevânıza uydurdunuz. Tıpkı Haricilerin Hz. Ali ve diğerSahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim'i, Kur’an’ın açık âyetlerine karşı geldikleri iddiâsiyle tekfîr ederek Kur'ân’a çağırdıklarıgibi,[19] Kur'ân’ın istediği hayâtı yaşamağa nefislerini ve dünyalarını kurban edenleri Kur'ân’a çağırmışsınız.... Daha doğrusu, Kur'ân’ı payanda ettiğiniz bâtıllarınıza çağırmışsınız.

 -----------------------------------------------

Hatâlarınızdan Gerçekten Dönebilecek misiniz? Göreceğiz…

 -----------------------------------------------

İddiâ: Ama ne yaparsak yapalım insan eseri kusursuz olmuyor. Hatâlarımızı gösterirseniz düzelteceğimizi ve bunu okuyucuya inşallah duyuracağımızı ifâde etmek isterim. (sh:8)

Cevâb: Bu emmâre olan yani sürekli kötülüğü emredip duran,  nefis ile şu ahlak sizde varken, bu çok zor bir şey… Hadi, imkânsız demeyelim. İnşallah ahdinizi yerine getirirsiniz.

İddiâ: Bu çalışma yararlı olmuştur. Saplantılarına ve menfaatlerine esir olmayanlar, her fırsatta bunu ifade etmektedirler. (sh:8)

Cevâb: Doğru, şeytâna ve dostlarına elbette faydalı olmuştur,

İddiâ: Bizim yaptığımız sadece geleceğinden endişe duyanları Kur'ân ile uyarmak ve bir öğüt vermektir. (sh:8)

Cevâb: Öyle değil... Yalan veya yanlış konuşuyorsunuz. Açık olan o ki, sizin yaptığınız, hizmet etmekte olduğunuz otoriteyehizmetinizi ikmâl edip dünyalıklardan en üst seviyede faydalanmaktan ibarettir. Yaptığınızın zâhiri bunu gösteriyor. İç yüzü bu şartlar altında bizi hiçbir şekilde alâkadar etmiyor. O, sizinle Rabbiniz arasında bir şey... Hüsn-i zannımıza esas ve mesned olabilecek bütün karîne ve alâmetlerden de bizi mahrum ettiniz... Hem, hizmetinizin karşılığını da pek kısa bir zamanda hizmetkârlığını yaptığınız otoriteden aldınız.

İki cihânın Efendisi şöyle buyuruyor: “Şübhesiz ki, Ümmet'imdenbir takım insanlar dînde fıkıh sâhibi olacaklar ve Kur'an okuyacaklar. İdarecilere varalım da dünya(lık)la-rından elde edelim, dînimizi onlardan uzak tutarız, diyeceklerdir. Hâlbuki bu olmayacak.[20] Diken ağacından dikenden başka bir şey elde edilemeyeceği gibi, onlara yaklaşmaktan da, günahtan başkası elde edilmez”.[21]

Dînde fıkıh sâhibi olanları bu tehlike beklerse, ya bu işe, sizin gibi fıkıh sâhibi olduğunu sananlar, ama gerçekte fıkhın

yanından bile geçmeyen câhil kimseler soyunursa ne olur, düşünebiliyor musunuz?!... Her yanıyla tastamam bir felâket…

------------------------------------------

Tasavvuf

 -----------------------------------------------

İddiâ: Şeyh Efendi bir öğretmen, bir yol gösterici, örnek bir insan olmaya çalışmalıdır. Ama tutar onu Allah ile kul arasındabir yere yerleştirmeye, onu bir vesîle ve vâsıta kılmaya, onun ruhaniyetinden yardım istemeye, manevi himmetinden yararlanmayakalkışırsanız aşırıya kaçmış olursunuz. Bizim karşı çıktığımız bu aşırılıklardır. Kur'ân ve sünnetin çizgisi dışına taşan aşırılıkları kim, hangi ad altında yaparsa yapsın kabul etmemizsöz konusu olmaz (sh:9)

 -----------------------------------------------

"Aşırı Gitmek" Ne Demektir, Ölçüsü Nedir?

 -----------------------------------------------

Cevâb: Tabiîdir ki, her şeyin bir ölçüsü vardır. Hâliyle bu aşırı gitmek ta'bîrinin de sınırları belli olmalıdır. Neyin aşırı gitmek olduğunun ölçüsü, elbette kimilerinin putlaştırdığı cüce aklı, esîri olduğu nefsi, hizmetkârı olduğu şeytân, şeytânın uşakları ve onların sistemlerinin resmi görüşüdeğildir. Şeytânın sistemi de hasmı olduğunuz Allah dostlarını,aynı aşırılık suçlaması ile suçlamaktadırlar. Bu paralelliğinizgerçekten ibret verici bir husûstur.

Aşırılığın ölçüsü Kur'ân, Sünnet ve bu ikisinden müctehidlerin çıkardığı hükümlerdir. Câhillerin, gafillerin, İslâm dışı mihrakların iş bitirici hâinlerin, yamuk, fâsid hattâ bâtıl anlayışları değil.. İleride Allah celle celâluhu’nun izni ile inşâellâh, Kur'ân, Sünnet, Akâid ve fıkıh ölçüleri ile yapacağımız tahlîllerle, aşırılık dediğiniz şeylerin gerçekte aşırılık olmadığını, aksine onların İslâm’ın mübâh gördüğü ve

hattâ bazen de emrettiği şeyler olduğunu -görebilenlerle- hep beraber göreceğiz.

 -----------------------------------------------

Allah’a ve Kur’ân-ı Hakîmine Yapılan İftirâ…

Delîlllerin ve İçtihadların Kıymet Dereceleri Nedir?

 -----------------------------------------------

İddiâ: Bizim karşı çıktığımız sadece Kur'âna açıkça aykırı olanşeylerdir. Eğer bunlar Hanefi, Mâlikî, Eş’ari, Maturîdî gibi herhangi bir mezhebin görüşüne aykırı olsaydı bunu gözümüzde büyütüp sert tavır ortaya koymazdık. Mütevâtir olamayan hadîs-iŞerîflere aykırı bulsaydık üzerinde bu kadar durmazdık. Siz Kur'ân-ı Kerimin çok açık ifadelerine aykırı şeyler söylüyorsunuz. (sh:10)

Cevâb: Bir: Görünen o ki, siz Kur'âna ve Allah celle celâluhu’ya iftirâ ediyorsunuz. “Allah’a iftirâ edenlerden dahazâlim kimdir ki?”[22] “Aklınızı başınıza alsanız ya”[23]

İki: Doğrusu, mezheb görüşlerinin, yani müçtehidlerin Kur'ân veSünnet'ten anladıklarının sizce ne ehemmiyeti var ki? Sizin Kur'ân’ın açık âyetlerinden edindiğiniz o yüksek anlayışınız (!) hepsini bir tarafa atmaya yeter de artar bile. Öyle değil mi?

Üç: Mütevâtir olmayan hadîsler de, bâtılınızı pekiştirmiyorsa, hattâ onu ortadan kaldırıyorsa ne ifâde ederler ki? Kalan dört veya bir tane Mütevâtir hadîs’in de ma'nâsını yüksek ictihâdlarınızla hallediverirsiniz. Geriye, size karşı ileri sürülebilecek, mütevâtir olmayan (Haber-i Vahid nev'i’nden) meşhûr, sahîh, hasen ve zayıf hadîsler o kadar üzerinde durulmaya değer olmadığından, bunun yanında müçtehidlerin içtihadları zâten bir görüş ve zan olmaları sebebiyle, hevânızauymuyorsa kıymet vermeye değmez. Hattâ onları kaâle almak yer yer çok zararlı olur. Böylece geriye, büyük müçtehid ve fakîhlerin (hâşa) hidâyet ve cehâlet körlükleri yüzünden

göremedikleri, yâhud idrâksizlik şaşılığından yanlış gördükleri, fakat kimilerinin, TSE'ye uygun, kusursuz, net gösteren, gözlükleri yardımıyla açık ve berrak gördüğü, Kur'ânın açık âyetleri kalıyor...

 -------------------------------------------

Zor Verilecek Hesab  Hangisidir?

 -----------------------------------------------

İddiâ: Bunlar karşısında susarsak hesap gününün tek yetkilisi olan Allah’a, bunun hesabını veremeyiz. (sh:10)

Cevâb: Evet, Kur'ânî söz ve tavırları, Kur'âna tersmiş gibi görüp göstererek ma’lûm otoriteye yaptığınız yardımlardan dolayı vereceğiniz hesab çok çetin olacaktır. Bu noktada sadecehaksızlık karşısında sustuğunuzdan dolayı değil, ilâve olarak, hakka karşı ve bâtıldan yana olanlar lehine, ökse kuşu gibi ötüp zâlim avcılara hizmet ettiğinizden dolayı da hesabınız çokçok zor olacak, Allah celle celâluhu’ya hesab veremeyeceksiniz.Sayyâd-ı bî insâ-fa hizmet etmekten zevk alan olmak, tabiî ki, her kişinin kârı değildir…

 -----------------------------------------------

Kabir Ehlinden Yardım  İstenebilir mi?

 -----------------------------------------------

İddiâ: Kabir ehli kabirlerinde yatan ölülerdir.

Mürîd: Şu hadîsi kabul etmediğinizi söylemişsin:

İşlerinizde ne yapacağınızı şaşırdığınızda kabir ehlinden yardım isteyiniz (sh:10)

Cevâb: Şu söz ve iş, tasavvuf ehline saldıranların can simid-lerinden biri…

Mes'eleye girmeden önce, “Berzah, ölülerin hayâtı ve ölülerin işitmesi”, “kerâmet”, “keşif”, “ilhâm”, “firâset”, “sâlih rü’yâ”, “isnâd-ı mecâzî” veya “mecâz-i aklî” mes'elelerini Şer’î delîlller ışığında kısaca ele alalım ki, bunlarla yakın alâkası olan şu mes'elemizin anlaşılması daha da kolay olsun.

 -----------------------------------------------

Berzah, Ölülerin Hayâtı ve İşitmeleri

 ---------------------------------------------

Ölüm bir takım inkârcıların zannettıkleri gibi mutlak yok olmakdeğildir. Aksine dünyâ hayâtı ile Âhiret hayâtı arasında belli bir çeşit hayâttır.

Seyyid Şerîf Cürcânî şöyle diyor:

Berzah, mücerred ma’nâlarla maddî cisimler arasında olan meşhûrâlem…

Berzah, iki şey arasındaki perde, engel. Âlem-i misâl bununla (Berzah kelimesiyle) ifâde edilir. Kesîf/maddî, yoğun cisimlerle mücerred rûhlar âlemi arasındaki perdeyi kasdediyorum. Dünyâ ve Âhiret (arasındaki perde) demek istiyorum.[24]

İslâm, dünya hayâtı ile Âhiret hayâtı arasında bir çeşit âleminve hayâtın olduğunu açıkça bildirmektedir. Bu mes’eleyi birkaç fasılda ele almak nistiyoruz.

 -----------------------------------------------

Berzah Hayâtıyla Alâkalı Bir Takım Hadîsler

 -----------------------------------------------

Bir: Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem, Ehl-i Kalîb’e muttali' oldu ve buyurdu ki,

“Rabbinizin size va'dettiği (azâ-bı)ni hak/gerçek buldunuz mu?”

O’na sallallâhu aleyhi ve sel-lem'e, ‘ölülere mi sesleniyorsun?’ denildi. Bunun üzerine,

Siz, onlardan daha çok işiten kimseler değilsiniz. Ancak, onlarcevâb veremezler, buyurdu.[25]

İki: Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem efendimiz ölen müşriklere seslenerek,

“Ey Ebû Cehl İbn-i Hişâm!.. Ey Umeyye İbn-i Halef!.. Ey Utbe İbn-i Rebîa!.. Rabbinizin size va'dettiğini gerçek bulmadınız mı yoksa? Doğrusu ben, Rabbimin bana va’dettiğini kesinlikle gerçek buldum” buyurunca, Ömer radıyallâhu anhu, O’na, “Rûhsuz cesedlere nasıl konuşuyorsun, yâ Resûlellah?” dedi. Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem de, Canım elinde olan Allah celle celâlühû’ya yemîn ederim ki, söylemekte olduğumu siz onlardan daha iyi işitmiyorsunuz, buyurdu.[26]

Yukarıda geçen ve onların benzeri olan hadîslerden, yani Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’in tefsîr-lerinden şunu anlıyoruz:

Mevlâ teâlâ’nın, Sen kabirlerdeki ölülere işittiren değilsin (onlara işittiremezsin)[27] ve şübhesiz ki sen, mevtâya işittiremezsin[28] âyetler-inden murâdı, âlimlerin çoğuna göre ölüler işitmez demek değildir.[29]

Peki, hakîkatleri işittiremeyeceğimiz kâfirler, neden ölülere benzetiliyor? Buradaki Vech-i Şebeh/ benzeme yanı nedir? Müfessirlere göre, onların, işitmelerinden istifâde edememeleri, yahut işitip de cevâb verememeleridir. Yoksa, ölü-lerin işittiklerini Resûlüllah sallallâ-hu aleyhi ve sellem efendimiz haber veriyor. Ehl-i Sünnet ulemâsı da bu husûsta ittifak etmişlerdir. Bu tefsîri ve icmâ'ı, İbn-i Kesîr, Rûm sûresinin 52. âyetinin tefsîrinde birçok âlimden nakletmektedir.[30]

 ---------------------------------------------

Bir Takım Şübheler  ve Âlimlerimizin Bazı Açıklamaları

 -----------------------------------------------

Ölülerin işittiklerine dâir sahîh hadîsleri bir takım bâtıl te’vîllerle geçiştirmeye çalışan bazı bi'atçı sapıklar da var tabii... Onların bazı şübhe ve vesveselerini burada ele almak istiyoruz.

Birinci Şübhe: Ehl-i Kalîb hadîsi için, o, bir mu’cize idi diyenler var.

Cevâb: Bu kimseler bilmiyorlar mı ki, m’ucize, sâhibinden başkası tarafından açıkca görülmedikçe mu’cize olmaz. Taşların tesbîhleri gibi... Sahâbe radıyallahu anhüm, Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’in elindeki taşların tesbîhini işitmişti. Burada, ölülerin, Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’in sözlerini işitmelerinin mu’cize olması da imkânsızdır. Çünkü bu, Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’den başkasına zâhir olmamıştır. Ayrıca, O, şübhesiz, na’linlerin seslerini işitir hadîsi de gösteriyor ki, onlar, Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’in sözlerinden başkasını da işitiyorlar.

İkinci Şübhe: “Resûlüllah sallal-lâhu aleyhi ve sellem’in onları konuşturmasının (onlarla konuşuyor gibi yapmasının) dirilere va'z olduğunu” da söylüyorlar.

Cevâb: Öyle olsaydı, Hz. Ömer radıyallâhu anh şaşırarak, rûhsuzcesedlerle nasıl konuşuyorsun? der miydi?. Efendimiz sallallâhualeyhi ve sellem’in, siz onlardan daha iyi işitmezsiniz sözü, bu tutarsız anlayışa mâni’ değil midir?

Üçüncü Şübhe: Bazıları da, Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sel-lem’in (haşa) böyle bir inancı vardı da âyet o inancı düzeltmekiçin gönderildi, diyorlar.

Cevâb: Demek ki, şu zavallılar bu sözü diyebilecek kadar da şaşkınlaşabiliyorlar.

Hele bakınız şu terbiyesizliğe... Hevâdan değil de vahiyden konuşan bir kimse, kanaatle alâkası olmayan bir haber verecek ve de bu eblehlerin dediği gibi olacak. Haşa ve kellâ... Üstelik, ölülerin işitmeyeceğini ileri sürenlerin delîl olarak ileri sürdükleri âyetlerin zâhirleri, ölülerin işit-meyeceğini değil de onlara işittirilemeyeceğini göstermektedir. İşitmek ile İşittirmek arasındaki farkı görebilmek için akıllı olmak kâfidir; ayrıca âlim olmaya ihtiyac yoktur.

İmâm Sübkî rahmetüllâhi aleyhi şöyle diyor: Fakîh (ve muhaddis), Ebû Bekr İbnü’l-Arabî, “El-Eme-dü’l-Aksâ Fî-Tefsîr-i-Esmail-lahi’l-Husnâ” isimli eserinde şöyle der: Mükelleflerinkabirde diriltildikleri ve hepsine süâl sorulduğu husunda Ehl-iSünnet arasında anlaşmazlık yoktur. Seyfuddîn el-Âmidî, “Ebkâ-ru’l-Efkâr” isimli kitâbda şöyle demiştir: “Ölülerin kabirde diriltildiği, iki meleğin onları hesaba çektiği, günahkârlar vekâfirler için kabir azâbının var olduğu” husûsunda, muhâlif ortaya çıkmadan evvel Ümmet’in Selef'i ittifak etmişlerdi. Muhâlif (Mu’tezile) ortaya çıktıktan sonra, Ümmet’in çoğunluğu[31] bu inanç üzeredir.

Kurtubî şöyle demiştir: “Buna inanmak Ehl-i Sünnet’in mezhebi ve dîni olan cemâatın üzerinde bulunduğu bir inançtır” Kur'ân, kendi dilleriyle inen Sahâbe radıyallâhu anh, Nebîsi sallallâhualeyhi ve sel-lem’den, bundan başkasını anlamamıştır. Onlardan sonra gelen Tâbiîler de öyle... Mu’tezile’den bazısı da bu husûsta Ehl-i Sünnet’e muvafık olmuştur. Zırâr b. Amr, Bişr-el-Merîsi, Yahyâ İbn-i Kâmil ve Mu'tezile'den diğerleri, ölenin dirilene kadar ölü kalacağı kanaatini taşımışlardır.

Bazıları da kabir azâbını kabûl etmişlerdir.[32]

Yeryüzünde kalan (kabre gömülmeyen) ölülere gelince...

Allah celle celâlühû, -nasıl ki, Nebîler alâ Nebiyyinâ ve aleyhimüs-selâm'ın (ve bazı mü'minlerin) onları görmüş olmalarına rağmen melekleri görmekten perdelemiş ise,- mükellefleri onların başlarına gelenlerden perdelemiştir...

Dördüncü Şübhe: Bid'atçıların tutunduğu delîlller de sen şübhesiz ölülere işittiremezsin ile sen kabirdekilere işittirendeğilsin âyetle-ri ve Hz. Aişe radıyallâhu anha'nın Ehl-i Kalîb’in işittiğini inkâr etmesidir.[33]

Şübhesiz sen ölülere işittiremezsin) âyetine gelince... Biz de o inançtayız. Bizim dediğimiz, rûhları onlara iâde edildiğinde işitiyorlar şeklindedır. Sen kabirdekilere işittiremezsin âyetinin ma'nâsı ise, mevta oldukları zaman demektir.

Hz. Aişe radıyallâhu anha'nin sözüne gelince... Hz. Aişe radıyallâhu anha bilme’yi i'tirâf etmiştir.[34] O, şöyle demiştir: "Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem sadece, Onlarşu anda benim onlara dediğimin gerçek olduğunu biliyorlar, buyurdu."

Bilmek câiz olunca, işitmek de câiz olur. Çünkü, bilmek ve işitmek için hayât şarttır. Bu, Allah celle celâlühû’nun kudretinde mümkindir ve bunun hakkında sahîh rivâyetler gelmiştir. Bu yüzden, onları tasdîk etmek ve ölüye hayâtın geridöneceğine kesin inanmak vâcib olmuştur. Ondan sonra, ikinci kez ölecekler midir? Bu husûsta hadîslerde açık ifâdeler gelmemiştir. Kimi âlimler, hayât süreklidir, kimileri, zaman zamandır, demişlerdir...

Bütün bunlardan şu hulasa ortaya çıktı: Rûh, süâl anında cesedegeri çevrilir. O vakitten (haşr günü) diriltilene kadar kesintili veya devamlı olarak nimetlendirilir veya azâbla-ndırılır.[35]

Büyük müfessir ve muhaddis İmâm Kurtubî de, ölülerin işiteceklerine dâir rivâyet edilen hadîsleri zikrettikten sonra, Hz. Aişe’nin radıyallâhu anh buna karşı çıkışını da anlattı ve şöyle dedi: (Bu görüşlerin) aralarında çelişki yoktur. Müm-kindir ki kimi vakitlerde işitir kimi vakitlerde işitmezler. Zîra, eğer geneli sınırlandıracak bir sınırlandırıcı delîl varsa, genelin sınırlandırılması mümkin vedoğrudur. (İşitmez genel hükmünü) burada sınırlandıracak olan şey andığımız delîllerle mev-cûddur.

İbn-i Abdil Berr, et-Temhîd ve el-İstizkâr isimli iki kitâbındaİbnu Abbâs radıyallâhu anhümâ’nın şöyle söylediğini rivâyet etmiştir: “Kim, dünyada tanıdığı bir kardeşinin kabrine uğrar da ona selâm verirse (ölü olan kardeşi) mutlaka onu tanır ve ona, 've aleykümüsselâm' der.” Abdu’l-Hakk, bu rivâyetin isnâdının sahîh olduğunu söyledi.[36] Hâfız İbn-i Receb el-Hanbelî, “bu rivâyetin 'isnâdının sahîhliği' demek râvî-lerinintamamının güvenilir olduğu demektir. Öyledir de. Ancak hadîs ğarîb, hattâ münkerdir,” dedi.[37] İbn-i Receb'e göre sınırlandırma getirmeyen, İmâm Beyhekî ve Hâkim’in rivâyet edipde Sahîhdir dediği rivâyet daha sahîhdir.[38]

Ben (H.Avni) de derim ki, İbn-i Receb’in bu hükmü, kendi mezhebi usûlüne göre doğru olabilir. Ancak, Mezhebimiz Hanefî Mezhebi usulünce iki rivâyet arasında, çelişki, birkaç cihetdenyoktur.

Birincisi, Mefhûm-i Muhâlif, Şâri'in kelâmında fâsid istidlâllerdendir.[39] O sebeble, tanıdığı bir kardeşinin kabrine uğrar da, ona selâm verirse, o da onu tanır ve selâmınıalır, demek, tanımadığı kardeşinin kabrine uğrarsa ve ona selâmverirse, o, onu tanımaz ve selâmını almaz demek değildir.

İkincisi: Mutlak Mukayyed'e hamlolunmaz. Zîrâ, (Delîlin i’mâli (amel ettirilmesi, atılmayıp delîl olarak kullanılması), ihmâlinden /terkedilmesinden evlâdır.) Ancak, (Nâtık (Konuşan) delîl, sâmit (susan) delîle tercîh edilir, dolayısıyla Mutlak Mukayyed'e hamledilir) diyenlere, (Tercih, tearuzun (çelişmenin) fer’i(dalı)dir, burada çelişki yok ki tercîhe gidelim,) deriz. Kurtubî’nin, bu (Umûm'un, bir mu-hassıs ile tahsîsi mümkin ve sahîhtir.) kaidesine dayanarak yaptığı şu te'lîf (delîllerin barıştırılması) isâbet ihtimâlinden uzak değildir.

Böyle bir te'vîl, (Sûra üflenildiğinde artık aralarında hiç birneseb yoktur ve de birbirlerine (hiç bir şey) soramazlar”)[40] âyeti ile (birbirlerine sorarak kimisi kimisine döndü (yani

kesin dönecek))[41] âyetleri nasıl çelişmiyorsa, aksine (bazı zaman ve mekanlarda böyle, bazısında da şöyle) şeklinde anlaşılacaklarsa, cehennemliklerin yiyecekleri, bazı âyetlerde,(sadece darî),[42] (sadece ğislîn),[43] (zak-kûm)[44] olduğu söylendiğinde, aralarında bir çelişki görülmeyip yer, zaman ve şahıs ayrılığı ile te'lîf ve îzâh ediliyorsa, burada da aynıdır.

İbn-i Receb şöyle diyor: (Şübhe-siz, ölülere işittiremezsin) ve(Sen kabirdekilere işittirici değilsin/ işittiremezsin) âyetlerine gelince… Bazen işitmek mutlak[45] kullanılır ve bununla, sözü idrâk edip anlamak, bazen de bununla, o sözden faydalanmak ve ona icâbet etmek, kasdedilir. Bu âyetlerle anlatılan, birinci kasdın değil de, ikincinin olmayacağıdır. Zîrâ bunlar, hidâyete ve îmâna çağrıldığında, hidâyet ve imân’aicâbet etmeyecek olan kâfirlere hitâb siyakındadır. Nitekim Allah celle celâlühû, “Onların kalbleri var, onlarla fıkhetmezler, onların gözleri var onlarla görmezler, onların kulakları var onlarla işitmezler”[46] buyuruyor. Bu âyetler, onların işitmediği ve görmediğini bildiriyor. Zîrâ, bir şey, faydası ve semeresi olmadığında, bazen, yok kabûl edilir. Kişi,işitmekte ve görmekte olduğundan faydalanmayınca, sanki, görmedi ve işitmedi gibi olur. "Ölülerin işitmesi" âyetleri de bu mesâbededir.”[47]

İbn-i Receb'in şu sözüne iyi dikkat edilirse, O'nun,  'ölülere işitti-rilmeyeceği', kâfirlerden söz edilirken söylenmiştir; onlar işittiklerinden istifâde edemezler, ama işitirler, dediğigörülür. Allah celle celâlühû ile Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem’i karşı karşıya getirip birbirine yalanlatmamış olmak için bu hakîkate göz yumup kulak tıkamamak lâzım. Peki, mü'minler işittiklerinden istifâde ederler mi? Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’e, arkadaşları radıyallâhu anhum'a ve âlimlere göre evet... Hadîsler bunu gösteriyor.

 -----------------------------------------------

Kerâmet Ne Demekdir?

 -----------------------------------------------

Bu mes'eleyi iki fasılda ele alalım.

 -----------------------------------------------

Kerâmet’in Ta’rîfi

 -----------------------------------------------

Lüğatta, Kerâmet, kerem ma’nâ-sınadır ki, zikredildi.[48] Ve azîzlik ma’nâsınadır.[49] Istılâhta/terim olarak, “Kerâmet, nebîlik da'vâsı gütmeksizin velîden ortaya çıkan olağanüstü iş demektir.”[50] Veya “Nebîlik iddiâsı ile olmaksızın, bir şahıs tarafından zuhûr eden olağanüstü iş kerâmet, îmân ve amel-i sâlih ile beraber olmayan istidrâc, nebîlik iddiâsı ile olan damu’cize olur.”[51] “Bu olağanüstü işler bazen, mihnetlerden ve istenmeyen şeylerden kurtulmak için sıradan mü'minlerden de sâdır olur ki, buna meûnet denir.”[52]

 -----------------------------------------------

Kerâmet’in Îzâhı

 -----------------------------------------------

     Nebîlik iddiâsıyla Nebîden sâdır olan olağanüstü iş mu’cize, velî olmayan kâfirler veya âsîlerden sâdır olan olağanüstü iş istidrâc (yahut ihânet) olarak isimlendirilir.

“Velînin kerâmeti nebîsinin mu’cizesidir”.[53] Yani, o olağanüstü iş velîye bakan tarafıyla kerâmet, nebîsiyle alâkasıbakımından da mu'cizedir. Zîrâ, velînin kerâmeti, nebîsine bağlılığı sayesindedir.

Bu olağanüstü işler, az bir zamanda uzun mesâfeleri aşmak, ihtiyâc hâlinde yiyecek, içecek ve giyecek gelmesi, su üstünde yürümek ve havada uçmak gibi şeylerdir.[54]

Fahruddîn-i Râzî, "Em Hasibte enne Ashâbe'l-Kehfi" âyetinin tefsî-rinde şöyle diyor: "Aynı şekilde, kul tâatlara devâm edince, Allahın  "onun için bir kulak ve bir göz olurum"

demekte olduğu makâma varır. Allah'ın celâlinin nûru onun için bir kulak olunca yakını ve uzağı işitir. Şu nûr onun için bir göz hâline gelince yakını ve uzağı görür. Şu nûr onun için bir el olunca  zorda, kolayda, yakında ve uzakta tasarrufa/iş görmeğe muktedir olur."[55]

 -----------------------------------------------

Keşf Ne Demekdir?

 -----------------------------------------------

(Keşf), Lügatte, perdeyi kaldırmak, Istılâhta ise perde ardındaki ğaybla alâkalı ma'nâlar ile varlığı ve müşâhedesi gizli işleri görmektir”[56]

İbn-i Teymiyye de şöyle diyor: “Olağan üstü hâllerden bir takımı, mükâşefeler[57] gibi ilim, bazıları, olağan üstü tasarruflar gibi kudret ve mâlik olmak, bazıları ise, insanlaragörünürde verilmekte olan ilim, otorite, mal ve zenginlik cinsinden şeylerdir."[58]

 -----------------------------------------

İlhâm Ne Demekdir?

 ---------------------------------------------

(İlhâm), lügatte feyz yoluyla rûha atılan (bildirilen) şey (bilgi) demektir. Denilmiştir ki, bir âyet (veya hadîs) ve bir nazar ile delîl getirmeksizin kalbde meydana gelen ve amele sevk eden bir ilimdir. Bu, âlimlerce hüccet (kesin delîl) değildir. Ancak Sûfîlerce hüccettir”.[59]

Lâkin hüccet olup-olmamasının ne demek olduğu ve hiçbir şeye yaramaz demek olmadığı ve bazen ilhâmla da ilim hâsıl olduğu, ileride gelecektir.

Burada şunu da ifâde edelim ki, âlimlerce hüccet (kesin delîl) değildir; ancak Sûfîlerce hüccettir ifâdesi küllî bir kadıyye olmayıp, cüz'iyye kuvvetinde mühmel bir kadıyyedir. Nitekim ilhâm, bir yanda Seyyid Şerîf’in de işâret ettiği gibi, aynı

zamanda da Sûfiyye’nin imâm-larından olan İmâm Rebbânî gibi birçok büyük âlime göre de hüccet değildir.[60]

 -----------------------------------------------

Kerâmet, Keşf ve İlhâm'ın Şer'î  Delîllerinden Bir Kısmı

 -----------------------------------------------

Kerâmet, Keşif ve İlhâm, Kitâb, Sünnet ve Ehl-i Sünnet’in İcmâıyla sâbittir. Bu mes'eleyi de birkaç fasılda inceleyeceğiz.

 -------------------------------------------

Kur'ân'da Kerâmet,  İlhâm ve Keşif

 -----------------------------------------------

Burada Kerâmet'in hakk/mevcûd olduğunu gösteren dokuz âyet getireceğiz.

Birinci Âyet: “Hani melekler, ey Meryem! Şübhesiz Allah seni seçti, seni tertemiz etti, seni (zamanındaki) bütün âlemlerin kadınları üzerine seçti, dediler.”[61]

Melekler, Peygamber olmayan Hazreti Meryem’e bir şeyler söyledi, o da bu sözleri işitti.

İkinci Âyet: “Hani, ey Meryem! dediler, şübhesiz ki, Allah kendisinden (gelen) bir kelimeyi sana müjdeliyor, O, ismi Meryem oğlu Îsâ (aleyhisselâm) olan Mesîh (aley-hisselâm)’dir...”[62]

Üçüncü Âyet: “O’na (Hz. Meryem’e), rûhumuzu (Cebrâil’i) gönderdik. Rûhumuz O’na tam bir insan şekline büründü...”[63]

Demek ki, Hz Meryem’in gözünden perde kaldırıldı. Sizin ve bizim göremediğimiz meleği gördü. Bu, perdenin kalkıp arka

tarafın görülmesi demek değildir, diyorsanız, hitâba ehil olmayana biz de bir şey demeyiz, olur biter. Şurası da muhakkaktır ki, (âlimlerin cumhûruna göre) kadından Peygamber olmaz. Çünki Mevlâ teâlâ, “Biz senden önce ancak vahyetmekte olduğumuz erkekleri (Resûller olarak) gönderdik.” buyurdu.[64] Meleğin Hz. Meryem aleyhesselâm'a insan şeklinde (temessül ederek) gözükmesi ve ona konuşması ne oluyor? Böyle bir şey sizde vâki' oluyor mu?

 

Dördüncü Âyet: “Hani Havârî-lere, bana ve Peygamberime îmân edin, diye vahyettim (ilhâm ettim)”[65]

 

Havârîlerin Peygamber olmadığı bilinen bir gerçektir.

Beşinci Âyet: “Mûsâ aleyhisse-lâm’ın anasına, 'O’nu (Mûsâ aleyhis-selâm’ı) emzir', diye vahyettik/İlhâm ettik.”[66]

Altıncı Âyet: “Her ne zaman Zekeriyâ aleyhisselâm O’nun (Meryemaleyhesselâm’ın) yanına, mihrâ-ba girdiyse, yanında bir rızık buldu. Ey Meryem! Bu sana nereden (geldi)? dedi. (Meryem aleyhesselâm) o, Allah’ın katındandır, dedi.”[67]

Yedinci âyet: “Onlar mağaralarında üç yüz sene kaldılar ve (kalışları) dokuz (sene) de fazla oldu.”[68]

Ashâb-ı Kehf kıssası[69] olağanüstü bir iştir. Zîrâ yemeden içmeden üç yüz dokuz sene uyumak ve ölmemek herhâlde fizik üstübir şeydir. Ve bunlar Peygamberler de değillerdi.

Sekizinci Âyet: “Süleyman aley-hisselâm, yanında bulunanlara (şöyle) dedi: “Ey azîzler, ileri gelenler topluluğu!.. Onlar bana teslîm olan kimseler olarak gelmeden evvel, hanginiz bana onun (Belkıs’ın) tahtını getirebilir”?... “Yanında Kitâb'dan ilim bulunan birisi[70] ise, 'sen gözünü yumup açmadan ben sanaonu getiririm', dedi...”[71]

Allah celle celâlühû haber veriyor: Süleyman aleyhisselâm onlardan olağanüstü bir şey istiyor, bir Sıddîk da bu

olağanüstü işi, “göz yumup açıncaya kadardan daha da az bir zamanda yapabileceği”ni söylüyor.

Dokuzuncu ve müteâkıb âyet-(ler): Derken kullarımızdan (öyle) bir kul buldular ki biz ona tarafımızdan bir rahmet vermiş, kendisine nezdimizden (hâs) bir ilim öğretmiştik. Mûsâ ona:"Sana öğretilen ilmden bana da öğretmek üzere sana tâbi' olayım mı?" dedi. O da (Mûsâ-ya):"Doğrusu sen benim berâberim-de asla sabr edemezsin. (İç yüzünü) kavrayamadığın bir bilgiye nasıl sabr edersin"? dedi. O da: "Allah celle celâlühû dilerse,beni sabredici bulacaksın, sana hiçbir işte karşı gelmeyeceğim"dedi. (O da), "Bu sûretle bana tâbi' olursan artık ben, sana söylemedikçe, bana hiçbir şey sorma" dedi. Bunun üzerine kalkıpgittiler. Nihâyet (bir) gemiye bindikleri zaman o, bunu deldi. (Mûsâ) dedi ki: "İçindekileri boğasın diye mi onu deldin? Yemînolsun, büyük bir iş yaptın." (Hızır) "Sen benimle asla sabredemezsin demedim mi"? dedi. (Mûsâ):"Unuttuğum şeyden dolayı beni muâheze etme. Şu arkadaşlığımızda bana güçlük yükleme" dedi. Yine gittiler. Nihâyet bir oğlan çocuğuna rast geldikleri zaman, (Hızır) hemen onu öldürdü. (Mûsâ), "Tertemiz (ma'sûm) bir canı, bir can karşılığı olmaksızın öldürdün ha! Yemîn olsun ki, sen çok kötü bir şey yaptın"! dedi. (Hızır) "Sen benimle asla sabredemezsin demedim mi"? dedi. (Mûsâ): "Eğer, bundan sonra sana bir şey sorarsam artık benimle arkadaşlık etme. (O takdirde) tarafımdan muhakkak özre ulaşmışsındır. (Benden ayrılmakta ma'zûr sayılmışsındır) Yine gittiler. Nihâyet bir memleket halkına vardılar ki, ora ahâli-sinden yemek istedikleri halde kendilerini misâfir etmekten imtinâ' etmişlerdi. Derken, yıkılmak isteyen bir duvar buldular. O, bunu derhal doğrulttu. (Mûsâ) "İsteseydin" elbet buna karşı bir ücret alırdın" dedi. (Hızır şöyle) dedi: "İşte, bu, benimle senin ayrılışımızdır. Sana üzerinde asla sabredemediğin şeylerin iç yüzünü haber vereceğim. O gemi, denizde iş yapan yoksullarındı. Onun için ben onu kusurlu yapmak istedim ki arkalarında her (sağlam) gemiyi zorla almaktaolan bir hükümdâr vardı. Oğlana gelince: Onun anası da, babası da îmân etmiş kimselerdi. Bunun için onları bir azgınlık ve

kâfirlik bürümesinden endişe ettik de, İstedik ki onların Rabbibunun yerine kendilerine temizlikçe daha hayırlısını, merhâmetçe daha yakınını versin. Duvara gelince: Bu, o şehirde iki yetîm oğlancığındı. Altında da onlara aid bir defîne vardı.Babaları iyi bir adamdı. Binâenaleyh Rabbin diledi ki, ikisi derüşdlerine ersinler, defî-nelerini çıkarsınlar. Bu, Rabbinden bir merhâmetdi. Ben bunları kendi re'yimle yapmadım. İşte üzerlerine sabredemediğin şeylerin iç yüzü"![72]

Hızır aleyhisselâm’ın İslâm ule-mâsının çoğunluğuna göre peygamber olmadığı kabûl edilmiştir. Bu takdîrde bu görüşte olan âlimlere göre O’nun olağanüstü bir şekilde bilebildiği şu ğaybî haberler kerâmet değilse nedir?

 -----------------------------------------------

Sünnet'te Kerâmet, İlhâm ve Keşif

 -----------------------------------------------

Kerâmeti isbât eden bir çok hadîs ve rivâyet varsa da biz sadece on bir tanesini buraya alacağız:

Birinci Hadîs: “Şâyet kalblerini-zin ağnanıp yuvarlanması (Allahu a’lem ğafleti) ve çokça konuşmanız olmasaydı elbette, benim işitmekte olduğumu (kabirde olup biten şeyleri) siz de işitirdiniz.”[73]

İkinci Hadîs: “Yanımda olduğunuz hâl üzere ve zikirde devamlı olsanız, elbette yataklarınızda ve yollarınızda melekler sizinle musâfa-halaşırdı.”[74]

Sahâbe radıyallahu anhüm anlatıyor:

Üçüncü Hadîs: Usayd b. Hudayr Bakara Sûresini okurken gökten gölge gibi bir şey indi. İçinde kandillere benzer şeyler vardı.Onlar meleklerdi.[75]

Dördüncü Hadîs: Selmân ve Ebû’d-Derdâ radıyallâhu anhümâ bir çanaktan yerlerken sahan yahut içindekiler sübhânellah dedi.[76]

Beşinci Hadîs: Abbâd İbn-i Bişr ve Useyd İbn-i Useyd radıyallâhu anhümâ karanlık bir gecede Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sel-lem’in yanından çıktılar. Bir nûr, kamçı ucu gibionlara ışık verdi. Ayrıldıklarında ışık da onlarla beraber ayrıldı.[77]

Altıncı Hadîs: Hz. Ebûbekir radı-yallâhu anh evine üç misâfir götürmüştü. Onlar yedikçe, yemek artıyordu. O yemekten doymuşlardı; ama yemek ilk konulduğundan da çoktu. Hz. Ebûbekirradıyallâhu anh yemeğe bakmıştı ki, yemek olduğundan fazla idi.Onu Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’e götürdüler, birçokkimse gitmiş ondan yemiş doymuştu.[78]

Yedinci Hadîs: Hubeyb İbn-i Adıyy radıyallâhu anh Mekke'de müşriklerin elinde esirdi. Mekke’de üzüm olmadığı hâlde ona yiyeceği üzüm veriliyordu.[79]

Sekizinci Hadîs: Resûlüllah sal-lallâhu aleyhi ve Sellem’in kölesi Sefîne, arslana, Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve Sellem’in, Allah'ın Resûlü olduğunu haber verdi de, arslan O'nunla yürüyerek O'nu varmak istediği yere kadar ulaştırdı.[80]

Dokuzuncu Hadîs: Nice, saçı başı karışık, iki eski elbiseli ve hiçbir kimseni dönüp bakmayacağı ama Allah’a yemîn etse Allahınyemînini yerine getireceği kimseler vardır. Berâ İbn-i Mâlik radıyallâhu anh onlardandır.[81]

Onuncu Hadîs: Hz. Ömer radı-yallâhu anh bir orduyu Îrân’a gönderdiğinde, başına Sâriye isminde birini kumandan ta'yîn etmişti. Hz. Ömer radıyallâhu anh hutbe esnasında (hutbesini kesip) bağırmaya başladı: Ey Sâriye dağa, dağa... Sonra ordu elçisi geldi.

Hz. Ömer radıyallâhu anh ona vaziyeti sordu. O da, “Ey Mü'minlerin emîri! Bir düşmanla karşılaştık. Bizi hezîmete uğrattı. Bir de bir bağıranı işittik. "Ey Sâriye, ey Sâriye dağa, dağa!.." diye bağırıyordu. Sırtımızı dağa verdik de Allahcelle celâlühû onları hezîmete uğrattı,” dedi.[82]

On birinci Hadîs: Saîd İbn-i Zeyd radıyallâhu anh, Ervâ binti Hakîm’e, kendine yalan iftirâ ettiğinde, beddüâ etti, gözünü kör etti. Şöyle dedi: “Ey Allah’ım!.. Eğer yalan söylüyorsa gözünü kör et ve onu toprağında öldür.” Kör oldu ve toprağındaki çukura düşüp öldü.[83]

Tâbiîn, Tebe-i Tâbiîn ve sonraki sâlih kimselerden aktarılan nice ola-ğanüstü iş ve hâl, hadîs mecmû'-alarında, Ebû Nüaym’ınHılyetü'l-Evliyâ’sında, Hallâl’ın Keramâtü’l-Evliyâ’sında, Lâlikâî’nin es-Sünne-sinin son cildinde (bütün cild), İbn-ü’l-Cevzî’nin Sıfetu’s-Safvesi, Neve-vî’nin Riyazu's-Sâlihîni, İbn-i Teymiyye’nin El-Furkân’ı, Kândeh-levî’nin Hayâtü’s-Sahâbe’si ve başka kitâblarda bolca mevcûddur. Yüzlerce hattâ binlercesi...[84]

 -----------------------------------------------

Tefsîrlerde Kerâmet -----------------------------------------------

Evliyânın kerâmetinin hakk olduğu, Tefsîr kitablarında da yazılıdır.[85]

Meselâ, Kurtubî [sâbit haberlerin ve mütevâtir âyetlerin gösterdiğine göre velîlerin kerâmetleri sâbittir. Onları ancak inkârcı bir bid’atçı veya yoldan çıkmış bir fâsık inkâr edebilir.];[86] Tefsîr-i Kebir,[87] El-Bahru’l-Muhît’[88] İbn-iKesir,[89] Nesefî [şâyet velî (ğayb’dan) bir şey haber verirse ve verdiği haber ortaya çıkarsa, o, kesin konuşmamıştır; fakat,rüyasına veya firâsetine dayanarak haber vermiştir. Üstelik velînin her bir kerâmeti Resûlün mu’cizesidir.],[90] Envâru’t-Tenzîl[91] Ebû’s-Suûd,[92] Rû-hü’l-Meânî,[93] Nazmu’d-Dürer,[94] es-Sirâcü’l-Munîr,[95] Sâvî,[96] ve başka bir çok tefsîrdeaçıkça bildirilmektedir.

 -----------------------------------------------

Akâid Kitâblarında Kerâmet

 -----------------------------------------------

Kerâmetin hak olduğu, Akâid ve Kelâm kitâblarında da açıkça söylenir. Bazıları:

Akâid-i Nesefî ve Şerh-i Akâid,[97] Şerh-i Şerh-i Akâid Nibrâs,[98] Şerhu Akîdeti’t-Tahâviyye[99] Şerh-i Fıkh-ı Ekber,[100] Şerhu Cevhereti't-Tev-hîd,[101] Usûlüddîn-i Bağdâdî,[102] El-irşâd.[103] Şerhu Usûli İ’tikâdi Ehl-i Sünneh,[104] Keramâtü’l-Evliyâ,[105] A-kâid-i Adudiyye ve Şerh-i Adudiyye (Celâl),[106]Nûniyye ve Şerhleri Karsî[107] Hayâlî,[108] Uryânî[109] ve Metâlib-i İrfâniyye[110] ve bunların yanında bir çok akîde kitâbı…

 -----------------------------------------------

Fıkıh ve Usûl-i Fıkıh Kitâblarında Kerâmet

 -----------------------------------------------

Kerâmet Fıkıh Kitâblarında da kabûl edilir ve üzerine bir çok fıkhî hüküm binâ edilir. Bu kitâblardan bir kaçı: İmâm Şâtıbî, El-Muvâfakât’da bir münâsebetle, Nebîler ve velîlerin hâriku’l-âdet/olağan üstü işlerinin olduğunu kabûl ve îzâh ediyor.[111] Bu da velî için kerâmet demektir.

Fethu’l-Kadîr, Tatarhâniyye, Val-vâliciyye, Cevâhiru’l-Fetâvâ, Şerh-i Vehbâniyye, İddetü’l-Fetâvâ ve Fetâ-vâ-i İbn-i Hacer.[112] Dürrü’l-Muhtâr, Reddü’l-Muhtâr[113] ve diğerleri…

(Bir fetvâ:) “Bir kişinin üzerine bir beldede güneş kavuşsa ve (kerâmet îcâbı hızlı) adım sâhibi ise ve başka bir güneş kavuşan ufka varsa birinci beldede akşamı kılmadıysa (kıldıysa mı?) onu iade etmek ona lâzım gelmez.”[114]

İbn-i Âbidin şöyle diyor: El-hâsıl kerâmetin sübûtunda bizce hılâf yoktur. Hılâf ancak, büyük mu'cizeler cinsinden olanlardadır. İ'timâd edilen görüş de, bir sûre getirmek gibi, imkânsızlığı (Şer'î) delîlle sâbit olanlar hâric, her türlü (olağanüstü işin) kerâmet olmasının câiz olduğudur. Sözün tamâmı Fethu’l-Kadîr’dedir.[115]

Yani, bir velîden her türlü olağanüstü hâl, kerâmet olarak sâdır olabilir. Hattâ ölüleri diriltmek bile...[116]

 -----------------------------------------------

"Firâset" Ne demektir?

 -----------------------------------------------

Avâm tarafından çoğu zaman yanlış olarak “ferâset” şeklinde telaffuz edilen bu “firâset” kelimesi; “lüğatta, teşebbüs ve nazar (dikkatli bakmak) demektir. Hakîkat ehlinin (Tasavvuf ehlinin), Istılâhında ise, yakînin mukaşefesi ve ğaybin muâ-yenesidir.”[117]

Yani, lüğatte bir şeye tutunup dikkatli bakmak… Tasavvufta da kâmil îmân'ın, gizli olanı açığa çıkarması ve gaybın gözle görülmesi…

Aliyyu’l-Kârî şöyle diyor: Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem, Mü'minin firâsetinden korkunuz. Zîrâ o, Allah'ın nûru ile bakarbuyurdu. Sonra da “Şübhesiz bunda mutevessımler (üstün firâset sâhibleri) için elbette bir takım âyetler, dersler ve ibretler vardır”[118] âyetini okudu.[119]

Burada tenbîhte bulunulması gereken husûslardan biri de şudur; Firâset üç türlüdür: Birincisi, îmân-dan kaynaklanan firâset. Bunun sebebi Allah celle celâlühû’nun, kulunun kalbine atacağı bir nûrdur. Bunun hakîkati, kalbe hücûm eden ve arslanın ata saldırışı gibi ona saldıran bir hâtırdır... Bu firâset, îmânın kuvveti nisbetindedir.

Îmânı en güçlü olan, firâseti keskin olandır... İkincisi, Riyâzî firâsettir ki; açlık, uykusuzluk ve (nefsin istek ve ihtiyaçlarından) boşalmak (uzak kalmak) ile hâsıl olur... Bu, mü'minle kâfirin müşterek olduğu bir firâsettir; ne îmâna ne develîliğe delâlet etmez.... Üçüncüsü, Yaradılışla ilgili firâsettir... Normalin dışında küçük olan bir baş ile aklın küçüklüğüne delîl getirmek gibi...[120]

Benzer bilgi ondan evvel, Hanbelî ulemâsından olan Abdurrahman İbnu Ebî Bekr İbnü Dâvûd es-Sâlihî ed- Dimeşkî el-Hanbelî (ö:856) tarafından yazılan iki cilt hâlinde basılan “El-Kenzü’l-Ekber” isimli eserde daha genişçe yer almaktadır.[121]

“Şâyet şeytânlar Âdemoğullarının kalbleri üzerinde dönüp durmasalar, elbette (insanlar) semânın melekûtuna[122] bakarlardı.”[123]

Muhakkıklar şöyle demişlerdir: Şeytânlar kalbler üzerinde, kalbler ancak kötü sıfatlarla dolu olduklarında feverân ederler, dönüp dolanırlar. Zîrâ o kalbler şeytânın mer’ası (otladıkları yer)dır. Kim ki kalbini şu (kötü) sıfatlardan temizleyip sâfî hâle getirirse, şeytân, onun kalbinin etrafındadolanamaz. Artık (kalbinin) nûru ortaya çıkıp eşyayı olduğu gibi görür.[124]

“Şübhesiz ki,, Allah’ın öyle kulları vardır ki insanları tevessüm/firâsetli bakış ile tanırlar”[125]

Muhaddis ve fakîh Münâvî, bakınız bu hadîsi açıklarken ne diyor: O (Allah celle celâlühû)’nun müşâhede denizinde boğuldular, Allah celle celâlühû gözlerinden perdeyi kaldırmakla onlara cömert davrandı da, o gözlerle insanların içdünyalarını gördüler.[126]

“Ömer İbn-i Hattâb radıyallâhu anh adamın birisine, ismin nedir? dedi. O, “Cemera”dır (tutuşan ateş), dedi. Kimin oğlu? Diye sordu. (Adam) Şihâbın (yakıcı bir şeyin) oğlu, dedi. Kimlerdensin, diye sordu. (Adam), Huraka(yakmak)dan, dedi. (Ömer) evin nerdedir? Dedi. (Adam) Harretu’n-nâr’da[127] dedi. (Ömer bu yerin) neresinde diye sordu. (Adam) Zâtu lezâ'da (alevli yerinde), dedi. (Ömer) Ailene yetiş; yandılar, dedi. Dediği gibi oldu”.[128]

Câhillerin mes’eleyi karıştırmalarına meydan bırakmamak için, sözü doğru söylemek ve söyleneni de doğru anlayabilmek maksadıyla burada çok mühim bir husûsa parmak basmak isteriz:

 -----------------------------------------------

Hükmün Bir Varlığa İsnâdı

 -----------------------------------------------

Kur’an’da, bir çok âyette, hüküm mecâzî olarak hakîkî fâili ve sâhibinden başkasına dayandırılır. Buna dâir buraya yedi âyet alacağız.

Birinci âyet: “Onlara (mü’minlere Allah celle celâlühû’nun) âyetleri okunduğunda, âyetler onlara îmânı arttırır (kuvvetlendirir)”[129]

Îmânı arttıran/kuvvetlendiren Allah celle celâlühû olduğu hâldearttırır hükmü, şu artırmaya sebeb olduklarından âyetlere dayandırıldı.

İkinci Âyet: “Ya nasıl sakınıp korunacaksınız, küfrederseniz, çocukları kocaltan günden?”[130]

Çocukları kocaltan Allah celle celâlühû’dür. Ancak bu iş o gün olacağından hüküm, mahalline veya vaktine isnâd edilmiştir.

Üçüncü Âyet: “Hâlbuki kesinlikle, (Vedd, Suvâ’, Yeğûs, Yeûk, Nesr) bir çoklarını saptırdılar.”[131]

Hakîkatte saptıran Allah celle celâlühû'dur. Ancak, bu sapmaya onlar sebeb olduğundan hüküm onlara isnâd edilmiştir.

Dördüncü Âyet: “Ey Hâmân bana bir saray inşâ et.”[132]

Binayı hakîkatte yapacak olan ustalar ve ameleler olmasına rağmen burada yapmak onlara yaptıracak olan Hâmân'a isnâd edilmiş. Zîrâ emredip yaptırtan Hâmân olmakla yapılmaya sebeb olmuştur.

Beşinci Âyet: “Yerin bitirdiklerinden, çiftleri yaratan Allah’ıtesbîh ederim”[133]

Bitkileri bitiren gerçekte Allah olmasına rağmen burada bitirmek “yer”e isnâd edilmiş.

Altıncı Âyet: “Ey Rabbim! Gerçekten bunlar (putlar) insanlardanbir çoğunu saptırdılar”[134]

Saptıran gerçekte putlar değil Allah celle celâlühû’dur. Ama onlar sebeb oldular. Yoksa İbrahim aley-hisselâm cansız putlarıAllah celle celâlühû’ya ortak etmedi.

Yedinci Âyet: “De ki, canınızı ölüm meleği alır”.[135]

Ama çoğu kez hakîkî sâhibine dayandırılır ve sebeblere isnâd edilmesi, hakîkat itibariyle reddedilir:

 -----------------------------------------------

İşler bazen de gerçek  sâhiblerine dayandırılırlar.

 -----------------------------------------------

Bir: “Canları, -başkası değil- Allah celle celâlühû alır.”[136]

Hâlbuki biz yukarıda da geçtiği gibi, Kurân’dan biliyoruz ki, sebeb olarak “onların canlarını melekler alır.”

İki: “Onları sen öldürmedin fakat onları Allah celle celâlühû öldürdü”.[137]

Yine Kurân’dan biliyoruz ki, sebeb olarak adam öldürene kâtil/ öldüren denilir ve bundan dolayı da cezalandırılır:

“Kim bir mü’mini kasden öldürür (ve bu işini mübâh sayar) ise onun cezâsı ebedî cehennemdir.”[138]

Üç: “Sen attığında sen atmadın lâkin Allah celle celâlühû attı”.[139]

Sebeb olarak sen attın, ama hakîkat olarak sen atmadın,

Şu üç âyette işler hakîkî sâhib-lerine isnâd edilmiş, diğerlerinde ise sebeblerine veya yerlerine mecâz olarak dayandırılmış.

Hadîslerde de aynen öyledir. Bazen hakîkat, bazen mecâz olarak kullanılırlar.

Nitekim hadîsde gelmiştir:

“Kim kaymışa, düşmüşe, ğevs/ meded ederse, Allah celle celâluhûona yetmiş üç mağfiret yazar.”[140]

Hakîkatte ğevs/meded eden Allah celle celâlühû’dur.

Hâsılı, mü'minleri Kur'ân ve Sünnet istikâmetinde mecâz kullanmalarından dolayı şirkle suçlamak câhillik ve sapmışlık olduğu kadar, idrâk-sizlik ve beyinsizliktir. Elverir ki me-câzî fâili sadece sebeb bilip hakîkî fâil ve müessir kabûl etmesinler...

 -----------------------------------------------

Mübeşşirât Olan Sâlih Rü'yâlar

 -----------------------------------------------

Yusuf aleyhisselâm sûresinde rü’yâdan ne denli fazla bahsedildiğini Kur'ana dönme ihtiyacı hisseden, açık âyetleri gören her mü'min gözlüksüz bile görür, Allah celle celâlühû’nunasla kıymetsiz ve fuzûlî işlerle uğraşmadığını bilir ve tasdîk eder.

Rü’yâ ve rü’yâ ta’bîrleri hakkında onlarca âyet, yüzlerce, hattâ, isnâd-ları i’tibâriyle binlerce hadîs mev-cûddur. Hadîs mecmûaları bunlarla doludur. Meselâ, Buhârî’nin Sa-hîh’inin Rü’yâ Tabiri Kitâbı[141]’na bakabilirsiniz. Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in boş şeylerle uğraşacağını zann ve iddiâ edebilecek edebsiz ve terbiyesiz zındıklardan olmaya hiçbir mü'min cesâret edemez.

 -----------------------------------------------

Rü'yâ ile Alâkalı Bazı Âyetler

 -----------------------------------------------

Bir: Yûsuf aleyhisselâm sûresin-de bir çok âyet.[142]

İki: “Dünyâ hayâtında ve Âhiret’te işte onlar için müjde vardır.”[143]

Resûlüllah sallâhu aleyhi ve selem de bu âyeti Sâlih rü’yâ olarak tefsîr etmiştir.[144]

Üç: Yûsuf aleyhisselâm sûresin-de bir çok âyet.[145]

 -----------------------------------------------

Rü’yâ İle Alâkalı Bazı Hadîsler -----------------------------------------------

Sâlih rü'yâ ile alâkalı bir çok hadîs gelmiştir. Bir kaçı:

Bir: “Nebîlikten ancak mübeşşi-rât, müjdeciler kalmıştır. Mübeş-şirât nedir? dediler. Sâlih rü'yâdır, buyurdu.”[146]

İki: “Sâlih rü’yâ Nübüvvet’ten kırk altıda bir parçadır.”[147]

Üç: Mü’minin rü’yâsı Nübüvvet’ten kırk altıda bir parçadır.[148]

Dört: Sâlih adamdan (sâdır olan) güzel rü’yâ Nübüvvet’ten kırk altıda bir parçadır.1

Beş: “Zaman (Âhir zaman ve Kıyâmet) yaklaştığında2 mü'minin rü'yâsı nerdeyse yalan söylemez.”3

Altı:: Ubâde ibnü’s-Sâmit şöyle dedi: Allah celle celâlühû’nun,dünyâ hayâtında ve Âhiret'te işte onlar içün müjde vardır4 âyeti hakkında Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’e sordum da,O (müjde), kişinin göreceği veyâ ona gösterilecek rü’yâdır, buyurdu.5

 ---------------------------------------------

Rü'yâ, İlim Elde Etme Sebeblerinden midir, Değil midir? -----------------------------------------------

Rü’yâ’nın bir çeşit ilhâm olduğu inkâr edilmez bir hakîkattir. O sebeble aynı çerçevede düşünülmeleri gerekir. İlim sebeblerinden olmaması mes'elesi ise ayrı bir mes'eledir, ki bu

söz ulemâ tarafından belli bir ma'nâ için ifâde edilmiştir... Teftezânî’nin de ifâde ettiği gibi ilhâm (ve bu arada  bunun bir çeşidi olan rüyâ) ilim bildirmese de zann bildirir. Kesin değilse de kesin olmayan bilgi kazandırır.6

Bizce bu söz âyetler ve hadîslerle çelişmez. Ancak sizce bu açık âyet-ler ve açık hadîsler karşısında bir kıymet ifâde etmemesi gerekirdi, öyle değil mi? Tabii neyin ne kadar açık yahut kapalı olduğunu tesbit etmek de ayrı bir ilim mes'elesidir. Orası da ayrı bir bahistir.

Vâkıa, muhakkik Sûfîlerce rü’yâ-ya pek de i’timâd ve iltifât edilmez. Nitekim İmâm Rebbânînin Mektûbâ-tındaki mektûbların birçoğunda bu-nu açıkça görebiliriz. Bu, rü’yânın, aslı bakımından değil de sâlihlerin-den olup olmadığında tereddüdün bulunmasındandır. Sâlikin mertebesine göre rü’yâlarının sâlih olma şansı artar ve eksilir. Abdü’l-Hakîm-i Arvâsi rahimehullah, er-Rıyâdu’t-Tasavvufiyye isimli risâlesinde bunu vecîz bir biçimde ele alır. O, işin ba-şındaki sâlikin rü’yâsının onda bir nisbetde net, onda dokuzu bakımından ise te’vîle açık olduğunu söyler.7

Hâsılı, Allah celle celâlühû, ve Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem sâlih rü’yâyı aslı i’tibârıyla değerli buluyor ni’met velütuf kabûl ediyorsa, kimseye bir şey düşmez. (Devâm edecek)

[1] Buhârî, (6987) Ubâde İbnü’s-Sâmit radiyellâhu anhu’dan, (6988) Ebû Hureyre’den.

2 Buhârî (6983) Enes b. Mâlik radiyellâhu anhu

3     Veya, "günlerle geceler denkleştiğinde…"

4     [Buhârî, Tâ’bîr,26 Müslim, Rü’yâ, 6, Tirmizî, Rü’yâ,1,10 İbnü Mâce, Rü’yâ, 9 Dârimî, Rü’yâ,7 Ebû Hureyre ], Mu’cem:2/206

5     Yûnus aleyhisselâm sûresi:63

152 Hâkim, El-Müstedrek: 2/340. Hâkim, bu rivâyet Buhârî ve Müslim’in şartına göre sahîhtir, dedi ve Zehebî,  Müstedrek Telhîsinde O’nu doğruladı.

6 Teftâzâzânî, Şerhu’l-‘Akâid:37

7 Abdü’l-Hakim-i Arvâsi, Er-Rıyâdu’t-Tasavvu-fiyye:92-93

[1] Bu profösör Kur’an Işığında Tarikatçılığa Bakış adlı kitabın yazarı Abdulaziz Bayındır adlı şahıstır.

[2]     Fetâvâ-i Hindiyye: 5/352-353

Abdurrahmân İbnü Ebî Bekr es-Sâlihî el-Hanbelî’nin El-Kenzü’l-Ekber isimli Emr-i Bi’l-Ma’rûf ve Nehy-i Ani’l-Münker’e dâir yazdığı eserinde, bu husûsun hadîslerden delîlleri de zikredilmektedir. El-Kenz’de ayrıca büyük bir zarardan, -başka zararsız bir şekilde kaçınılamayacaksa- daha küçük bir zarar seçilerek kaçınılacağı’na dâir de hadîs vardır: (2/662-666)

[3]     Mu’cize ve Kuran âyetlerini anlamak ve idrâk etmekten

[4]     A'râf: 146.

[5]     Sübkî, es-Seyfu’s-Sakîl (Kevserî'nin Tebdîdü’z-Zalâmi'l-Muhayyim Tekmilesi ile):20-21

[6]     [İmâm Süyûtî’nin Et-Tenbie Bi Men Yeb’asühullâhu 'Alâ Re’si Külli Mie isimli eserinden], Süyûtî’nin Keşfu’s-Salsale isimli kitabına muhakkık tarafından yazılan mukaddime:49

[7]     Müddessir:51

[8]     Cümua:5

[9]     Hucurât:12

[10]    "Secdede mu'tedil olunuz. Sizden biriniz, kollarını köpeğin yere yayması gibi yere yaymasın." ([Kütüb-i Site'nin tamâmı], Âsâru's-Sünen:148

[11]    "İlmi, ehli olmayana veren kimse, cevheri, inciyi ve altunu domuzun boynuna asana benzer." (İbn-i Mâce, Sünen, Mukaddime:17, 1/146)

 

Buradaki iki benzetmenin ikincisi "ilme ehil olmayanın domuza benzetilmesidir.

[12]    "Bir takım kavimler/topluluklar bir takım adamlarla öğünüp böbürlenmelerini ya bırakırlar veya kesinlikle Allah celle celâlühû katında burnuyla pisliği yuvarlayan pislik böceğinden daha da düşük olur." [Ebû Dâvûd, Edeb:111, Tirmizî, Menâkıb:73, Ahmed İbn-i Hanbel:2/361,524], El-Mu'cem:1/350

[13]    Allah teâlâ'yı zikretmeyecekleri bir meclisden kalkan bir topluluk, ancak eşek leşi gibi bir şey(i yemek)den  kalkmışlardır." ([Ebû Dâvûd ve Hâkim], Süyûtî, Câmiu's-Sağîr:1/158. Sahîhdir.

Burada, bir meclisde zikretmeden kalkanlar, eşek leşi gibi bir leş yiyenlere benzetilmişlerdir.

[14]    "Adamı Câhiliyye/İslâm öncesi zamân (ırkçılık) izzeti ile izzetlenirken görürseniz, O'na 'babanınkini ısır' deyiniz ve (bu sözünüzü) kinâyeli de söylemeyiniz.(Açıkça söyleyiniz.):([Ahmed İbn-i Hanbel ve Tirmizî, Ubey radıyallâhu anhu'dan. Sahîhdır.], Süyûtî, Câmiu's-Sağîr:1/27)

[15]    [Ebû Dâvud, Ebû Zerr radıyallâhu anhu'dan], Tâc:5/314

[16]    [Müslim, Abdullâh İbn-i Râfi' radıyallâhu anhu'dan], Tâc:5/314

[17]    Dârimî, Sünen:1/66 H:143

[18]    İbnu Abdi’l-Berr, Câmi’u Beyâni’l-İlmi ve Fazlihî:2/1115-1116

[19]    İbn-i Hibbân, Es-Sîretü’n-Nebeviyye: 545.

[20]    Dinlerini onlardan uzak tutamayacaklar.

[21]    İbn-i Mâce, Sünen, İbn-i Abbâs radıyallahu anhümâ'dan: 1/166, H:255

[22]    En’âm: 21, 93

[23]    Bakara: 33 v.d.

[24]    Seyyid Şerîf Cürcânî, Ta’rîfât: "Berzah" maddesi

[25]    [Buhârî, (1370) Ebû Dâvud, Tirmizî, Nesâî, İbn-i Mâce, İbn-i Ömer radıyallâhu anhümâ’dan], İbn-i Receb, Ehvâlü'l-Kubûr:133

[26]    [Buhârî (3976) ve Müslim (2875), Enes radıyallahu anhu’dan], İbn-i Receb, Ehvâlü'l-Kubûr :132

[27]    Fâtır: 22

[28]    Rûm: 52, Neml 80.

[29]    İbn-i Receb el-Hanbelî, Ehvâli Kubûr: 133.

İbn-i Receb Katâde'nin de  dahil olduğu ulemâdan bir taifenin şu Hadîste geçen işitmenin bir mu'cize olduğu, başkalarınınsa işitemeyeceği görüşünde olduğunu, ama âlimlerden ekserîsinin ölülerin işitebileceği kanaatinde olduğunu söylemiştir.

[30]    İbn-i Kesîr, Tefsîru’l-Kurâni’l-Azîm: 3/439-440

[31]    Ehl-i Sünnet’in hepsi, Ehl-i Bid’at’ın da çoğu.

[32]    Ancak, Zeydiyye Mezhebinden olan Allâme Emîr San’âni şöyle diyor: Kabir azâbının inkâr edilmesi’nin Mu’tezile’ye isnâd edilmesi haksız bir isnâddır. Mu’tezile, kabir azâbını kabul etmektedir. Kitaplarında bunun varlığı benimsenmektedir; ancak, o, Dırâr İbn-i Amr tarafından inkâr edilmiştir. Oysa, bukimse Mu’tezile tarafından Mu’tezile'den kabul edilmemektedir. Aksine O, Cehmiyye'nin dallarındandır. Onlardan (Mu'tezile'den)olsa bile, bir kimsenin görüşü bütün bir mezhebi bağlamaz." (Emîr San’ânî, Cem’u’ş-Şetît Fî Şerhi Ebyâtı’t-Tesbît: 33-34'den kısaltılarak).

[33]    [Buhârî, Kitâbu'l-Meğâzî, Bâb, 8 Katlü Ebî Cehl, H. 3979-3981, c. 7/301, Müslim, Kitâbu'l-Cenâiz, Bâb:9, el-Meyyit yüazzebu bi bükâi ehlihi. H: 932. 2/643], Ehvâlü'l-Kubûr dip notu:132,

[34]    Yani, O'na göre, kabirdekiler konuşulanları bilir.

[35]    İmâm Sübkî, Şifau’s-Sikâm, 169-171’den kısaltılarak.

[36]    İmâm Kurtubî, Tezkiretü’l-Kurtubî:145

[37]    İbn-i Receb, Ehvâlü’l-Kubûr:82

[38]    İbn-i Receb, Ehvâlü’l-Kubûr:83

[39]    Yani âyet ve hadîslerin tersinden hüküm çıkarmak, yanlıştır.

[40]    Mü’minûn:101

[41]    Sâffât:27

[42]    Ğâşiye:6,

[43]    Hâkkah:36,

[44]    Vâkıa:52, Dühân:43-44,

[45]    Şöyle işitmek yâhud  böyle işitmek değil de, sadece, işitmek şeklinde kullanılır.

[46]    A'râf:179

[47]    İbn-i Receb, Ehvâlü’l-Kubûr:134-135

[48]    “Kerem” nefâset ve izzet ve şeref ma'nâsınadır ki, leîmlik ve düşüklük’ün mu kâbilidir/karşıtıdır. (Âsım Efendi, Okyanus:3/548)

[49]    Âsım Efendi, Okyanus:3/549

[50]    Teftâzânî, Şerh-i Akâid:175

[51]    Seyyid Şerîf Cürcânî, Ta'rîfât: 113

[52]    [Teftâzânî, Şerh-i Mekâsıd], İbn-i Âbidîn, Mecmûatü'r-Resâil: 2/294

[53]    Nesefî, Medârik: 4/1312 (Dâru’l-Edâ) [Cin Sûresinin 26.âyetinin tefsîri], Teftâzânî, Şerh-i Akâid:177, İbn-i Teymiyye,El-Furkân:124

[54]    Teftâzânî, Şerh-i Akâid:177

[55]    [Tefsîr-i Kebîr, (yeni baskı, Abdurrahmân Muhammed, Mısır): 21/891], Abdü'l-Hakîm Şeref, Min Akâid-i Ehli's-Sünneh:50, Münazzama-tü'd-Da'veti'l-İslâmiyye, Lahor-Pâkistân

[56]    Seyyid Şerîf Cürcânî, Ta'rîfât:113

[57]    Perdelerin açılıp ardlarındakilerin görünüp bilinmeleri

[58]    [İbn-i Teymiyye, Kitâbu’t-Tasavvuf: 298], D. Es'ad Şahmerânî, et-Tesavvuf: 155

[59]    Seyyid Şerîf Cürcânî, Ta'rîfât: 18

[60]   Bu dediğimiz Mektûbâtının bir çok yerinde yer almasına rağmen, Meselâ, birinci cildin 273. mektûbuna da bakılabilir.

[61]    Âl-i 'İmrân:42

[62]    Âl-i 'İmrân:45

[63]    Meryem aleyhesselâm sûresi:17,18,19,21

[64]    [Yûsuf aleyhisselâm sûresi: 109], Saîd Havvâ, Rûh Terbiyemiz:196-197

[65]    Mâide :111

[66]    Kasas: 7

[67]    Âl-i 'İmrân: 37

[68]    Kehf:24

[69]    Kehf:16-26

[70]    Âsef ibn-i Berhıyâ isimli bir sâlih bir kişi.

[71]    Neml:39-41

[72]    Kehf:65-82

[73]    [Ahmed İbn-i Hanbel, (5/266), Ebû  Umâme radıyallahu anh’dan], Mu’cem: 6/203

[74]    [Müslim, (Tevbe, 12,13), Tirmizî, (Kıyâme, 59), İbn Mâce, Zühd, 28, Ahmed, 2/203, 3/175, 4/178,246, Hanzala radıyallâhu anhu’dan], Mu’cem:3/325

[75]    Buhârî (5018)

[76]    [Beyhekî, Delâilü’n-Nübüvveh, (Mişkât: 546, Pâkistân baskısı)  Ebû  Nüaym, Delâilü’n-Nübüvveh (2/579-580, H: 526,527,528)]

       İbnü Hacer, “bunu, Vâkîdî,  Beyhekî delâil’de, Lâlikâî Şerhu’s-Sünn’de, ez-Zeyn ‘Âkûlî Fevâid’inde, İbnü’l-A’râbî, Kerâmâtü’l-Evliyâ’da rivâyet etmiştir” dedikten sonra, “Harmelede bunu İbnü Vehb hadîısini topladığı eserinde böylece zikretmiştir ki bu Hasen bir isnâddır” dedi. (El-Isâbe: 2/3, Sâriye tercümesi,)

[77]    Buhârî, (Mişkât:544, Pâkistân baskısı)

[78]    [Buhârî,  Menâkıb: 25, Müslim, Eşribe: 176], Mu’cem:3/59

[79]    Buhârî,  (3989)

[80]    Hâkim, Müstedrek (3/606) Hâkim bu hadîs, Müslim’in şartına göre sahîhdir dedi ve Zehebî O'nu tasdîk etti.

[81]    Tirmizî, (3854) Ebû ‘Îsâ (Tirmizî), “bu, bu vecihden Sahîh Hasen bîr hadîsdir” dedi.

[82]    Beyhekî, Delâilü’n-Nübüvveh. İbn-i Hacer (rh) el-İsâbe’de(2/3) bu haberin isnâdının Hasen olduğunu söyledi. Haberi, ayrıca, Ebû  Nüaym, Hatîb ve İbn-i Merdûye de rivâyet ettiler. (En-Nibrâs:482)

[83]    [Müslim, Müsâkât,138], Mu’cem:4/388

[84]    Yukarıdaki Sahâbe kerâmetleri -bir kaçı hariç- şu hususta kraldan çok kralcılar belki insaf eder diye, İbn-i Teymiyye'nin kitâbı el-Furkân(125-128)’den alınmıştır.

[85]    Olağanüstü iş ve hallerinin gerçek olduğu…

[86] 11/20,

[87]    10/678

[88]    2/443

[89]    1/360

[90]   4/1312 (Dâru’l-Edâ) [Cin Sûresinin 26. âyetinin tefsîri]

[91]    1/157

[92]    2/30

[93]    3/140

[94]    8/199

[95]    4/409

[96]    6/273

[97]    175

[98]    475-484

[99]    745-754.

[100]   Aliyyü’l-Kârî, Şerhu Fıkhı’l-Ekber:144, 145, 146, 147

[101]   Lekkânî, Şerhu Cevhereti’t-Tevhîd:153-154

[102]   Üstâz Ebû Mansûr Abdü’l-Kâhir el-Bağdâdî:184-185

[103]   İmâm-ul Haremeyn, el-İrşâd: 129

[104]   Lâlikâî, Şerhu Usûli İ’tikâdi Ehli’s-Sünne’nin dokuzuncu cildinin tamamı.

[105]   Hallâl, Kerâmâtü’l-Evliyâ’nın tamâmı.

[106]   Adudıddîn el-'Îcî, Metn-i Adud ve Celâleddîn ed-Devvânî, Şerh-i Adud (Celâl):123

[107]   Dâvûd-i Karsî, Şerh-i Nûniyye: 95

[108]   Ahmed İbn-i Mûsâ el-Hayâlî, Hâşiyetü’n-Nûniyye: Karsî kenarı: 95

[109]   Osmân el-Kilisî el-Uryânî: 124

[110]   Manastırlı İsmâil Hakkı, Metâlib-i İrfâniyye:95

[111]   İmâm Şâtıbî, el-Muvâfakât: 2/207-208

[112]   Abdu’l-Ğanî en-Nablusî, el-Hadîka: 1/293

[113]   İbn-i Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr: 2/867-868

[114]   Aynı yer

[115]   İbn-i Abidîn: 2/868

[116]   [İbn-i Hacer, Fetâvâ-ı- Hadîsîyye], İbn-i Abidîn Sellü’l-Hüsâmi’l-Hindî.

[117]   Seyyîd Şerîf Cürcânî: Ta’rîfât:100

Yani, şeksiz bilginin keşfedilmesi, perdenin kaldırılması ve bilinmeyenin görülmesidir.

[118]   Hicr:75

[119]   [Buhârî (Târîh), Tirmizî (Sünen), Ebû Saîd el-Hudrî radıyallahu anh’dan, Hakîm-i Tirmizî, Semmûye (Fevâid), Taberânî (el-Kebîr), Ebû Ümâme el-Bâhilî’den, İbnü Cerîr İbnü Ömer radiyellâhu anhumâ’dan

[120]   Şerhu Fıkhı’l-Ekber: 146-147

[121]   El-Kenzu’l-Ekber: 2/544

[122]   Çok büyük ma’nevî saltanatına

[123]   [Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned:2/353], El-Kenzu’l-Ekber 2/543

[124]   Aynı yer

[125]   [Hakîm-i Tirmizî Nevâdırü’l-Usûl, Bezzar, Musned, Ebû  Nüaym, Enes radıyallahu anh’dan, Hasen bir isnâd ile], Munâvî, et-Teysîr: 1/328

[126]   Aynı yer.

[127]   Ateşte yanmış gibi ufalanmış kara taşların bulunduğu yer.

[128]   [Muvatta, İsti’zân, (2/25)], El-Kenzü’l-Ekber: 2/546-547

[129]   Enfâl:2

[130]   Müzemmil:17

[131]  Nûh aleyhisselâm sûresi:7/24

[132]   Ğafir:36

[133]   Yâsîn:36

[134]   İbrâhîm:36

[135]   Secde:11

[136]   Zümer:42

[137]   Enfâl:17

[138]   Nisâ:93

[139]   Enfâl:17

[140]   [Buhârî, Târîh, Beyhekî, Şüabu'l-Îmân, Enes Radıyallâhuanhu'dan], Kenz: 3/415, H:7215.

Hadîs, başka nice değişik zayıf isnâdlarla ve farklı lafızlarla, bir çok eserlerde gelmiş olup, -Allahu a'lem- HasenLi Ğayrihî seviyesine ulaşmıştır. Âlimlerce ba'zı isnâdları için sarfedilen uydurmadır ifâdesiyle hepsini karalayan Sünnet kasablarına kimse kanmamalıdır.

[141] H: (6982-7047)

[142] Yûsuf aleyhisselâm sûresi: 4, 5, 6, 36, 37, 43, 44, 45, 46, 47, 48, 49

[143] Yûnus aleyhisselâm sûresi: 63

[144] Aşağıda gelecek dördüncü hadîs

[145]  Husûsan, 4-6, 36,37, 43-49. âyetler.

[146] Mâlik ve Buhârî, (6990) Ebû Hureyre radıyallahu anhu'dan.

[147] Buhârî, (6989) Ebû Saîd radiyellâhu anhu

[148] Buhârî, (6987) Ubâde İbnü’s-Sâmit radiyellâhu anhu’dan, (6988) Ebû Hureyre’den.

Elmalılı Hamdi Efendi'nin "Nüzûl-i Îsâ" Hakkındaki Fikri Nedir ?Mühim Bir Tenbîh:

Denilebilir ki, Hamdi Efendi'nin Tefsîr'i, bilinen birilerinin emri ve müsaadeleriyle yazılan ve bir ölçüde ilmî ağırlığıyla temâyüz etmiş ilk Türkçe tefsîrdir. Emredenin ve yazanın şahsiyeti ile yazılma zamâ-nının nazikliği sebebiyle, şu eser üzerinde engin ve derin bir ihtiyâtla durmak ve düşünmek, dînî

ve ilmî bir hassasiyet îcâbıdır. Bunun yanında, insâflı davranmak dahî büyük bir ölçüde lüzûmludur.

Emredenin şahsiyeti ve düşüncesi belli olup, üzerinde konuşmak yersizdir. Yazan ise, belli ki, âlet ilimlerinde, ma'kûlâtta (aklî ilimlerde) ve fıkıh usûlü ilminde Allâme bir zâttır. Bu dediklerimizi, menkûlâtta (naklî ilimlerde) dahî körü körüne vemesnedsiz olarak söylememizi hiçbir ilim ve insâf sahibi bizdenisteyemez. Zîrâ tefsîri şu dediğimizin en güçlü şâhididir.

Osmanlı’nın son döneminin ma'hûd şer odaklarından olan İttihâd ve Terakkî Partisi, Cum-hûriyet döneminin Halk Partisi'nin, anası ve babası sayılır. Hamdi Efendi’nin, şu İttihâd ve Terakkî Partisi ile olan alâka, dirsek teması ve teşrik-i mesâisi erbâbınca ma’lûmdur[1]. O dönemde, İttihâd ve Terakkî namına alet olduğu şerler de bilinmektedir. Ümmet’in yüz seneyiaşkın bir süredir sürmekte olan seyrinde bunların esbâb dâiresinde büyük te’sîrleri olan çok mühim icrâatlar olduğunu kimse inkâr edemez. Evet, şu cinâyet-lerden tevbe ettiği, dilden dile naklediliyor ve bizim, O'nun hakkında ayıblama yoluile söz etmemize mâni’ oluyor. Lâkin, bunun böyle olması, dînimiz için kalbimiz mesâ-besinde olan Kur’ân'ı doğru anlama husûsunda anlatılması zor bir mertebede ihtiyâtlı olmamıza hiçbir şekilde mâni’ değildir.

Abdullah İbn-i Selâm, Yehû-dîler’in eşrâfından ve ileri gelen âlimlerinden iken tevbe edip sahâbîlik ölçüsünde bir Müslüman olmuştu. O'na ve dediklerine, başta Hz. Ömer olmak üzere, Sahâbe'nin, diğer Sahâbîler’e gösterdiklerinin çok üstünde bir ihtiyâtla yaklaştığı bilinmektedir. Burada hele şu nokta, göz önünde bulundurulursa, anlatmaya çalıştığımız husûs ilim ve insâf sâhiblerince gâyet anlayışla karşılanacaktır.

Bir de, Osmanlı’nın son dönemindeki felsefiyyât[2] ve hâkim garp kültürünün kasırgaya dönüşen rüzgârları önünde siperlerinden çıkıp bağrını açarak, es yiğidin bağrına tavrı netîcesi başı dönüp sarhoş olan aydın âlimlerin o zamânlar ne kadar bol olduğunu bir düşünelim…

Hamdi Efendi ve Tefsîri hakkında serdedeceğimiz tenkîdleri doğru anlayabilmek için, Zemahşerî ve tefsîri Keşşâf’ı göz önüne getirelim.[3] Zemahşerî'nin allâmeliği Ehl-i Sünnet'çe kabûl edilmiş ve ilminden hiçbir şekilde mustağni kalınamamıştı. Buna rağmen Zemahşerî ve tefsîri Keşşâf, Ehl-i Sünnet âlimlerince büyük bir ilmî mercek altına alınmış, hakîkîve doğru İslâm anlayışı olan Ehl-i Sünnet’e karşı olan görüşleri, kenarında teker teker gösterilmişti.

Hamdi Efendi ve Tefsîr'i üzerinde de en az Zemahşerî ve Keşşâf'ı kadar, hatta daha da çok dikkatli hareket etmek mutlaka lâzımdır. Zîrâ, Zemahşerî nasıl Mu’tezile tâifesinden ve dolayısıyla Felsefe kurbanlarından idiyse, Hamdi Efendi de Felsefenin zehirinden nasîbini fazlaca alanlardandı. Üstelik aralarındaki ilmî uçurumu da unutmamak bir ilim vecîbesidir. Allah celle celâlühû’nun, Âdem aleyhisselâm’a, isimleri öğretmesi, Yıldızların şeytanları kovalaması ve şu Nüzûl-i Îsâ aleyhisselâm mes’eleleri gibi nice husûslardaki, bazen çok zayıf, bazen da apaçık bâtıl te’vîlleri, bu dediğimizin açık bir bürhânıdır.

Evet, her sâbıka her yerde, mahkûmiyyeti îcâb ettirmese de, birçok sâbıka, birçok yerde, belki hemen hemen hepsi, hemen hemen her yerde büyük bir ihtiyâtı gerektirir. Kabûl... İştikak, Belâğat, Usûl, Mantık ve muhâkeme enginliği ve derinliği çok çok mühim. Lâkin bunlar, kelâmın, bilhassa Kur'ânve Sünnet'in doğru anlaşılması için hiç mi hiç yetmez. Sözü edilen Tef-sîr'deki işâret edilen bu müsbet yanları bir nisbette kabûl etsek bile, bunlar, erbâbınca geçmiş tefsîr-lerden çok daha güzel bir şekilde çıkarılabilecek ve ondan müstağnî olunabilecekken, erbâbı olmayanlarca Türkçe tefsîrlerden bile hiçbir şekilde yeterince anlaşılamaz.

Geçmiş büyük âlimleri, çöpleri süpürgeyle süpürerek çöp küreği ile çöp sepetine atarcasına tenkîd edip çizmekte nihâyetsiz cüretkâr davranan zamâne edebsiz câhillerinin, şu insâf damlayan ta’rîzleri okudukları veya işittiklerinde, yüz

hatlarını ve ağızlarının hendesî/geometrik şekillerini görüyor ve temaşa ediyor gibiyim…

Olsun, onların her zamân iki terazisi vardır.

Veyl olsun (ölçüde ve tartıda) mutaffif olanlara… Onlar ki, insanlardan ölçüp aldıklarında tastamam ve eksiksiz alırlar. İnsanlara ölçüp verdiklerinde veya on-lara tartıp verdiklerindede eksik yaparlar.[4]

Anlayacağınız, şunlara göre muhaddislerden fakîhlere, fukahâ-dan müctehidlere, ictihâd sâhib-lerinden Ashâb’a kadar, Sahâ-be’den de Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’e kadar herkesi kıyasıya tenkîd edebilirsiniz. Muhkem İslâm kalesini yıkmak için her büyük şahsı tepeleyip yerle bir edebilirsiniz. Ama, yenilerden sâhib-lenilenleri, hele resmî mazhariyete nâil olanları ve şu kaleyi korumak ve kollamak için, onu yıkıp yerine kulübe kurmak üzere Selef-i sâlihîn’i topa tutan yenilikçileri ve yıkıcıları, -köylü Mehmed ağa bile olsalar- tenkîd edemezsiniz. Çünki, onlar artık âdetâ totem hâline getirilmişlerdir.

Hâsılı, Elmalılı, Îsâ aleyhis-selâm'ın ölüp ölmediği ve inip inmeyeceği husûsunda, ölmedi ve inecek diyorsa da, bu ölmeyip yaşamayı ve semadan inmeyi çok tuhaf bir şekilde te’vîl ediyor.O, bu ta’bîrleri kalıp olarak kabûl ediyorsa da, içlerini, oyupalâkasız ma'nâlarla dolduruyor.

Tuhaf ta'bîrini kullandım. Çünki, yapılan te’vîller (yorumlar),te’vîl kanunlarına göre yapılmayan, bâ-tınî te’vîller nev’indenşeyler… Nitekim kendi ifâdelerinden de bu açıkça görülecektir.

Öyle ya, te’vîl, biri zâhir (açık), diğeri de açık olmayan iki ihtimâli bulunduran bir sözü, yeterli delîller vasıtasıyla râcih (ağırlıklı) olan zâhir (açık) ihtimalinden çevirip, mercûh (hafif kalan, zayıf) olan hilaf-ı zâhir (görünürün tersi) ihtimale hamletmek (yormak) ise… Ölmek ve inmek lafızlarından ileride gelecek olan, mercûh da olsa, onları ölmek ve inmek ma’nâlarının hakîkatlerine ve zâhirlerine tercîh

ettirecek hangi ma’nâları gösteren hangi aklî ve naklî delîllervar?… Bulan getirsin de bakalım... Yok…

Yakın olarak beş veya altı sene evvel, Hristiyan ve Yehûdîleri cennete sokmaya çalışan, daha doğrusu çalıştırılan sözüm ona bir tefsîr profesörü, -talebelerinden bir arkadaşın anlattığınagöre- sınıfta mealen şöyle demiş: Ehl-i Sünnet taraftarlarının Hak Dini Kur'ân Dili’ne sahib çıkmalarını anlayamıyorum. Hâlbuki ben onu dokuz kez baştan aşağı okudum, ama Ehl-i Sünnetçizgisinde göremedim ve bulmadım. Evet böyle demiş.

Bilinmeli ki; İyiyi iyi yapan, sadece, kendini iyi yapacak ölçüdeki iyiliğe sahip olması değil, o iyiliği, tamamen veya gölgeleyecek miktarda hükümsüzleştirecek olan kötülüğe de sahipolmamasıdır.

Kötüyü de kötü yapan, sadece kendini kötü yapacak ölçüdeki kötülüğe sahip olması değil, o kötülüğü, tamamen veya gölgeleyecek miktarda hükümsüzleştirecek olan iyiliğe de sahip olmamasıdır.

Kendinde, kendini, kendi başına iyi yapabilecek miktarda iyilikbulunduğu halde, onun yanında taşıdığı kötülük sebebiyle iyi olamayan, hatta kötü bile olan nice şeyler var…

Yine, bir şeyi kendi başına kötü yapabilecek ölçüdeki kötülüğü kendinde bulundurduğu halde, başka iyiliği veya iyilikleri yüzünden kötü olmayan hatta iyi bile olan neler var neler…

Sözü edilen miktar ve ölçüleri kim, nasıl tesbît ve tayin edecek? Her şeyi bilen Allah celle celâlühû ve onun yanlışsız ve tastamam olarak bildirdikleri, kâmil, doğru ve tastamam olarak… Hiçbir şeyi bilmeyen, hiçbir şekilde… Her şeyi bilmeyenama bir şeyler bilenler, bildikleri ölçüde, lâkin noksan olarak…. Mutlak aklın sâhasının darlığı, semerelerinin/meyvelerinin hızla artmakta ve gelişmekte oluşundan belli değil midir? Gelişmenin olduğu yerde bir noksanlık bulunduğu aşikâr değil midir? Bir nice takıntı ve bağlantıları olan aklın ise, o bağlantılara göre isâbet şansı

ve şanssızlığı varsa da, bu, ne müsbet ne de Menfî, zirvede olmayıp, ikisinin arasında değişik noktalardadır.

ELMALILI HAMDİ EFENDİ’NİN SÖYLEDİKLERİNİN AYRI AYRI TAHLÎLİ VE TENKÎDİHamdi Efendi’nin, Hak Dini... isimli tefsîrinde, Îsâ aleyhisselâm'ın, öldürülüp öldürülmediği, ölüp ölmediği ve ÂhirZamân’da, Kıyâmet’in kopmasından evvel inip inmeyeceği husûsunda söylediklerinin bazısı:

Zîrâ Allah o mekreden su-i kasd yapan kâfir zâlimlere rağmen Îsâ’ya dedi ki, ya Îsâ! Seni ben vefât ettireceğim ve bana ref’edeceğim ih...[5]

ى) وف�7 ) ,teveffî/(ت�� ى= vefâ’dan me'hûz (alınan bir kelime) olarak/(وف�esâs-ı lügatte (Vaz'da, yani ma’nâlar karşılığında

lâfzların/kelimelerin îcâd edilmesinde) (اء ق� ي= ت� س� istîfâ gibi/(ا7"tamâmen kabzedip almak”tır. Lâkin, zîrûha (canlıya) ve bilhassa insana taalluk ettiği (onunla alâkalı olduğu) zamân vefât ettirmek, ya’ni eceline yetişdirip rûhunu kabzetmek (almak) ma’nâsında zâhir (açık) ve müteâreftir (bilinen veya örfleşen bir şeydir). Binâenaleyh (bu yüzden) bir delîl bulunmadıkça diğer bir ma’nâ ile te'vîli câiz bulunmaz. Lakin burada, mekr (tuzak kurmak) ma’nâsıyla alâkadar bulunmak üzere

(Sure-i Nîsâ da) ( "ن ك7 وه ول� لب� ا ص� لوه وم� ت� ا ق�� م وم� م ب��سم ال�له ال�رح�من" ال�رح�ي= ي= طان" ال�رح�� ي= Vا ال�له م�ن" ال�ش اعوذ� ب��هم ه ل� 7 ب� Vس� ) âyeti, onların Mesîh Îsâ ibn-i Meryem Resûlüllah’ı ne

katl, ne salbedemediklerini (öldürmediklerini ve asmadıklarını)velâkin şübheye düşürüldüklerini”[6] sarâhaten (açıkça) beyân etmiş, Hazreti Peyğamber’den dahî Îsâ ölmedi yevm-i Kıyâmet’tenevvel size dönecektir hadîsi şerifi gibi hadîsler dahî vârid

olmuş (gelmiş) bulunduğundan buradaki ك� ن= وق�� ب� seni tastamam/م�alacağım az çok hilâf-ı zâhir (açık olana ters) bir ma’nâ ile te'vîl olunmak (yorumlanmak) iktizâ etmiştir (gerekmiştir). Bunun için müfessirîn (tefsîr âlimleri) burada yedi sekiz kadarma’nâ beyân eylemişlerdir (açıklamışlardır) ki bir kaçını zikredelim:

ى) –1 وف�7 teveffî, vefât (ölmek) ma’nâsınadır. Ancak mâba'dinde/(ت��(sonrasındaki) harf-i atıf (sonrasını öncesine bağlayan harf) olan (vav) ne mukârenet (beraberlik), ne de tertîb (sıra ile getirme) iktizâ etmeyeceğinden (gerektirmeyeceğinden) burada nükteli (ince ma’nâlı) bir takdim-ü te’hîr (öne ve sona alma)

vardır. (ع ) ,ref’ (kaldırma) evvel/(زف�� ى= وف� teveffî/(canını alma)/(ت��sonra olacaktır. Bu ma’nâ Katâde’den mervîdir (rivâyet edilmiştir.) Ya’nî Îsâ aleyhisselâm, o sû-i kasd sırasında Allah'a refedilmiş (kaldırılmış) onlar katl-ü salb ettik (öldürdük astık) zannetmişler, lâkin ölmemiştir. Mamafih (bununla beraber) Kıyâmet’ten evvel vefât edecektir. Zîrâ Allah,

( ك� ن= وق�� ب� ي= م� 7� bن .yani “şübhesiz ki ben seni öldüreceğim” buyurmuştur (ا7Müslümanlar beyninde (arasında) meşhûr olan ma’nâ ve akîde (inanış) de budur. Çünki bunda hilaf-i zâhir (açık olana ters) denecek bir te’vîl (yorum) yok demektir.

Bizce bu tefsîr ve akîdenin hâsılı (kısa ve özlü ifâdesi) şu demek olur:

Kelimetün minallah (Allah'tan bir kelime) olan ve rûhulkudüs ile müeyyed bulunan (güçlendirilen) Mesîh Îsâ'nın rûhu daha kabzedilmemiştir (alınmamıştır). Rûhunun eceli gelmemiştir. Kelime daha Allah'a rücu etmemiştir (dönmemiştir). Onun daha

dünyada göreceği işler vardır. Bu bir baka-i rûhdur (rûhun ölmeyip kalmasıdır).

Fakat Hristiyanların dediği gibi uhrevi (Âhiretle alâkalı), ebedi (sürekli) bir baka-i rûh (rûhun kalışı) da değildir, bir baka-i berzahîdir (bir ara yer kalışıdır). Onun Kıyâmet’ten evvel, eceli gelecek vefat edecek, kabzolunacaktır (rûhu alınacaktır). Âhiret'te Ba’de’l-mevt (ölümden sonra) bir ba's (diriltme), bir neş'et-i uhra (başka bir oluş var) olacaktır. Rûh-ı Îsâ kabzedilmemiş olunca, Îsâ'nın Allah'a ref'i (kaldırılması), yerden kalkması hasebiyledir (bakımındandır). Ortadan kalkan Allah'a yükselib rücu' eden (dönen) odur. Binaenaleyh (bundan dolayı) Îsâ'nın haberlerde (hadîs rivâyetlerinde) varid olan (gelen); Semaya ref’i (göklere kaldırılması) ile, Kur’ân'da varid olan (gelen); Allah'a ref'i (kaldırılması) haysiyetini (yönünü) birbirine karıştırmamak iktiza eder (gerekir).

لي 7eعك� ا 7 ) ,Seni bana kaldıracağım lafzı …(زاف�� ماء7 لي ال�س 7eعك� ا 7 Semaya" …(زاف��(göklere) yükselteceğim" diye te’vîl olunmamak lâzım gelir.Çünki Sema' (gök) esma-i İlahiyyeden (Allah'ın isimlerinden) değildir. Hristiyanlar Semaya Allah, Allah'a Semadiyorlarsa da bu İslâm’da câiz değildir, O halde,

Zîrâ, “Îsâ'nın Allah'a ref' olunan (kaldırılan), cismi, semaya ref' olunan (kaldırılan) da henüz kabzedilmemiş (alınmamış) olan rûhudur,” diyebiliriz. Ve bu Sema', (gök) Sema-i Dünya (dünya göğü) olan maddi Sema' (gök) değil, rûhanî Sema-i râbia'dır (ma’nevî dördüncü gök yüzüdür) ki, leyle-i mi'raç'ta (mi’râc gecesinde) Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem, Îsâ'yı orada, Harun'u beşinci, Musa'yı altıncı, İbrahim'i yedinci Semada (gökte) görmüştü. Şu halde Îsâ'nın Sema'ya (gökyüzüne) ref'i (kaldırılması) ve Kıyâmet’ten evvel Sema'dan (gökyüzünden) Nüzûl ve rücu'unu (iniş ve dönüşünü) natık (söyleyen) ahbar (haberler) ve ehadîsi (hadîsleri), Allah'a ref' olunan (kaldırılan) cism-i Îsâ'ya (Îsâ'nın cesedine) sarf etmemelidir (yormamalıdır). Rûh-ı Îsâ (Îsâ'nın rûhu) böyle bir

bakai muvakkatle (belli bir vakitte) baki (kalıcı) olduğu gibi diğer Enbiya (peyğamberler) da böyledir.

Kabirlerindeki Enbiya (peyğamberler) hayy'dirler. (diridirler) Nitekim Kütüb-i Fıkhiyye'de (fıkıh kitâblarında) musarrahtır (açıkça bildirilmiştir). Her Peyğamberin ecel-i rûhânîsi (maddideğil de rûhî olan eceli), Ümmetinin ecelidir. Ecel-i rûhanîleri (rûhlarına âid eceli) tamam olmuş nice Enbiya (peyğamberler) vardır ki, Kur’ân'da zikredilmemişlerdir (anılmamışlardır). Yukarıda geçen âyet-i ıstıfâ (seçip alma

bildiren âyet)' mucebince (gereğince)    ( عض� ن" ت�� ها م�7 عض� ه� ت�� ي�= 7 ز ( ذ�(kimisi kimisinden olan bir nesil olarak…) silsile-i ıstıfa'da (seçme halkasına) dâhil olan e'âzım-ı rüsülün (büyük rasüllerin) aledderecât (derecelerine göre) Sema-i rûhanîde (rûhî ve ma’nevî gökyüzünde) bekaları (kalışları) devam etmektedir ki, bunlar da âl-i İbrahimdir (İbrahim aleyhisselâm'ın kendisidir), âl-i İmran (İmran'ın kendisi) da bundandır.

Cesed-i Îsâ (Îsâ'nın cesedi) Allah'a ref' edilmiş (kaldırılmış)fakat rûhi Îsâ (Îsâ'nın rûhu) da kabz edilmemiş, yani Îsâ'nın eceli gelmemiş,

Benî İsrailin su-i kasdı ve mekriyle (hilesiyle) Nasraniyet (Hristiyanlık) mahvolmamış (yok olmamış) o mekir (hile ve tuzak) içinde yaşamış ve rûhi Musa (Musa'nın rûhu) maiyetinde (beraberinde) yaşamıştır. Bunun için o mahvoldu zannedilmiş, bir avuç etba-ı Îsâ (Îsâ'ya uyup îmân edenler) pek cüz'i (azıcık) bir zamân zarfında (içinde) bu rûhtan müstefid olarak (faydanalarak) Yehûdîlerin fevkinde (üstünde) bir hayata nail olmuş (ulaşmış) ve nihâyet (sonunda) ba'si Muhammedî (Muhammed aleyhis-salâtü ve’s-selam’ın peyğamber olarak gönderilmesi) ilehepsi rûh-i Muhammedî (Muhammed aleyhis-salâtü vesselam’ın rûhu) maiyetine (beraberine) geçmiştir.[7]

Ba'dema (daha sonra) Îsâ dahi bütün Enbiya ile beraber Hazreti Muhammed maiyetindedir (beraberindedir). Bir gün gelecek, Ümmet-i Muhammedin daraldığı bir devirde AlIah'ın kelime-i

Ğarîbesi (garip kelimesi) olan rûh-i Îsâ (Îsânın rûhu) zuhûr edecek (ortaya çıkacak), Rûh-i Muhammedî (Muhammed aleyhissalatu vesselam'ın) maiyyetinde (beraberinde) hizmet edecek ve fakat Kıyâmet'den evvel vefât eyleyecektir (ölecektir).

İşte bu halin, yalnız Îsâ’ya tahsisen (âid kılınarak) beyanı (açıklanması), hüvviyyet-i Îsâ'nın (Îsâ'nın şahsının) mücerred (sırf) bir kelime-i Ğarîbe (garip kelime) olması, yani ihya-i mevtâ (ölüyü diriltme) gibi en ziyade (çok) inkâr edilen bir harika (mucize) mazhariyetinden (üzerinde gözükmesinden) ibâretbulunmak haysiyetiyledir (yönüyledir). Bu mazhariyet (bu ölüyü diriltme mücizesini üzerinde bulundurmak) Enbiya’nın hepsinde ve hele Hakîkat-i Muhammediyye'de (Muhammed aleyhisssalatu vesselam'ın hakîkat’inde) dahi mevcûd ise de, o aynı zamânda ma’rûftur (bilinendir), hakîkat-i marufedir (bilinen bir hakîkattir). Tamam hakîkate mutabık (uygun) olarak harika (mucize) ile sünnet'i camidir (içine alıcıdır), Îsâ, Adem gibi mebde-i tekamül (gelişmenin başlangıcı) olan bir şahıs, Muhammed gaye-i tekamül (tekamülün zirvesi) olan bir hakîkattir. Bunun için rûh-i Muhammedi biiznillah (Allah'ın izniyle) ihyay-i mevta (ölüyü diriltme) mucizesinde rûh-i Îsâ'yı (Îsâ'nın rûhunu) istihdam eder (hizmette kullanır). İhya-i mevta (ölüyü diriltme) Îsâ'da mücerred (yalnız) bir harika (harika mucize), Muhammed'de bir kanundur. Rûh-i Muhammedî'nin (Muhammed aleyhissalatu vesselam'ın) ıstıfâsında (seçilmesinde) rûh-i Îsâ'nın (Îsâ'nın rûhunun) da bir ıttıradı (tabi oluşu) vardır. Her harika (her mucize) ilk mazhariyete (ilk görüldüğü kimseye) nisbet olunur. Harika-i Muhammediyye (Muhammed aleyhisssalatu vesselam'a âid mucize) maiyetindeki (beraberindeki) diğer Enbiya’dan (peyğam-berlerden) gelen harika (mucize) ıttıradlarına (tabi oluşlarına) munzam olan (katılan) husûsıyyet-i kamilededir (üstün bir özelliktedir)…

2 -Ya Îsâ! Seni eceline vâfi (tam) bir sûrette (şekilde) yetireceğim (ulaştıracağım) sana kâtili (seni öldürmek isteyeni) taslit (musallat) etmiyeceğim, kendi kendine öldüreceğim ve bana ref' edeceğim (kaldıracağım).

3 -Seni kabz edeceğim (alacağım) ve şahsını yerden alıb bana ref' eyliyeceğim (kaldıracağım).

4 -Seni uyutacağım ve bana ref' edeceğim (yükselteceğim).

Bu ikisi Hasen’den ve dördüncüsü Rebi'den mervidir.

5 -Seni vâfî (tam) bir surette (şekilde) olduğun gibi rûh ve bedeninle alacağım ve bana ref' edeceğim (yükselteceğim).

6 -Bazı ulemâ (âlimler) da temamen zâhiri (açık ma’nâsı) üzere bırakarak, seni vefât ettireceğim, rûhunu kabzedeceğim ma’nâsını vermişler ve, Cenâb-ı Allah Îsâ'yı ref' edinceye (kaldırıncaya) kadar üç saat, ve bir rivâyette yedi saat vefat ettirdi diye rivâyet eylemişlerdir. Fakat bu rivâyet zaif görülmektedir. Rivâyet-i sahîha (sağlam rivâyet), kable’r refi'(yükseltmeden önce) ve hin-i ref'de (yükseltme anında) rûhunun kabzedilmemiş (alınmamış) olmasıdır. Buna da en muvafık (uygun)olan evvelkisidir.

Bu rivâyetten nihâyet şunu anlayabiliriz ki, o esnada birkaç saat kadar Nasraniyyetin (Hristiyanlığın) tamamen sönmüş olduğufikri hüküm sürmüştür. (Hamdi Efendi’nin, aktarmayı münasib gördüğümüz sözleri burada bitti.)

------------------------------------------------

Hamdi Efendi’nin Şu Te’vîlindeki Hatâları------------------------------------------------

Elmalılı’nın şu tefsîri bir çok noktadan affedilmez mühim hatâlar/yanlışlıkları bulundurmaktadır. Diğer bir takım âyetlerin tefsîrinde Nüzûl hakkında söylediklerinin tamâmının da meâli şu te'vîldir.

Bu yanlışlıkları, birkaç noktada ele alıp îzâh etmeye ve göstermeye çalışacağız:

(Birinci Nokta)

Diyor ki: Teveffî vefadan alınmış olarak luğatın aslında istifagibi tamamen kabzedip almaktır. Lakin ve bilhassa insanla alâkalı olduğunda öldürmek ma’nâsında zahir (açık) ve muteâreftir. [8] O yüzden bir delîl bulunmadıkça diğer bir ma’nâ ile yorumlanması câiz bulunmaz.

Diyoruz ki: Canlı ve bilhassa insan için kullanıldığı zamân ölüm ma’nâsında zâhir ve müteâref (açık ve örfleştirilmiş) olduğu”nun mutlak olarak iddia edilmesi affedilemez bir yanlıştır.

Allâme Zâhidü'l-Kevserî'nin de dediği gibi bu iddia, günümüz konuşmaları için kabûl edilebilirse de, Kur'ân'ın indiği zamân için geçersizdir. Aksi takdirde, Allah canları teveffî eder, ölümleri vaktinde âyetini canları alır, öldükleri vakit veya canları öldürür, öldükleri vakit şeklinde ma’nâlandırmamız gerekirdi ki burada öldüklerinde ifâdesi lağv/boşuna olurdu. Allah'ın kelâmı, onda lağv/boşuna söz bulunmasından çok daha büyüktür. (Kevserî'nin sözü bitti.)

Şu halde, canlı ve insan için olanla, cansız ve insan için olmayan ayrımı, tahakkümdür, delîlsiz bir da’vâdır.

(İkinci Nokta)

Diyor ki: Lâkin burada mekr (hile ve tuzak) ma’nâsıyla ilgili olmak üzere, Nîsâ Suresinde (Nîsâ, 4/157), onların Mesîh Meryemoğlu Îsâ aleyhisselâm'ı ne öldürdüklerini ne de astıklarını, lakin şübheye düşürüldüklerini açıkça söylemiş, Nebî sallallahüaleyhi ve sellem de hadîslerde onun ölmediğini Kıyâmet’ten öncebize döneceğini söylediğinden buradaki müteveffîke az çok zahirin, (ölümün) zıddı bir ma’nâya yorulması gerekmiştir.

Diyoruz ki: Şu âyet ve hadîsler  ( ك� ن= وق�� ب� müteveffîke’nin az çok/( م�açık ma’nâsına ters bir ma’nâya yorulmasına değil, kelimedeki aslî ve hakîkî ma’nâyı te’yîd ve takviyeye (pekiştirmeye) yaramıştır. Yani, zâhir ma’nâyı pekiştirmek içindir. Dolayısıyla, burada, hakîkat ters yüz edilmiştir.

Üstelik, sözü geçen âyet, Îsâ aleyhisselâm'ın ölmediği’ni değilde öldürülmediği’ni bildirmektedir ki, şu iki ifâde arasında büyük fark vardır. Zîrâ, insan, öldürülmese bile kendiliğinden ölmüş olabilir. Öyleyse şu âyet, Mesîh'in ölmediğinin delîli değil öldürülmediğinin delîli olabilir. Aksine bunun âyetten delîli, bizim âyet delîlleri başlığı altında getirdiğimiz âyetlerin delâletleri veya işâretleridir.

Şuraya kadar, Elmalılı, Îsâ aleyhisselâm'ın ölmediği ve Allah celle celâlühû'nun onu kendine kaldırdığını inkâr etmeyip kabûlediyor. Ancak, ölmedi, ama, nasıl ölmedi?... Allah celle celâlühû'ya kaldırıldı. Ama nasıl?

Bir de, âyeti (هم ه ل� 7 ب� Vس�)/şübbihe lehüm kısmının Tükçeye, şübheye düşürülmek biçiminde çevrilmesi, yanlış. Neden yanlış olduğununburada tafsîlâtına girmek istemiyoruz; merak eden tefsîrlere bakabilir.

Elmalılı, devamla, müfessirlerin görüşlerini hulâsa ediyor:

(Üçüncü Nokta)

Diyor ki: Ben seni teveffî edeceğim ve kaldıracağım’daki tevef-fî, öldürmek ma'nâsındadır. Ancak, seni öldüreceğim’den sonrakivâv/ve, ne beraberlik ne de tertîb (sıra gözetmek) ma’nâsı bildirmeyeceğinden[9] burada (ince bir ma’nâya işâret eden yani, 'Îsâ aleyhisselâm'ın ilah olduğu'nu iddia eden Hristiyanlara onun bir kul olup öleceğini öncelikli olarak bildirmek gibi) bir nükteli öne arkaya alma[10] vardır. Kaldırmak önce, öldürmek de sonra olacaktır. Bu ma’nâ, Katâde'den rivâyet edilmiştir. Yani, Îsâ aleyhisselâm o su-i kasd sırasında Allah celle celâlühû’ya kaldırılmış, onlar öldürdük astık zannetmişler, lâkin ölmemiştir. Bununla beraber,Kıyâmet’ten önce ölecektir. Çünki Allah celle celâlühû ben seniöldüreceğim, buyurmuştur. Müslümanlar arasındaki meşhûr olan ma’nâ ve inanç da budur. Çünki, bunda zâhire zıt bir te’vîl (yorum) yoktur.

Diyoruz ki: Şu ifâdeler de birçok maddeyi bulundurmaktadır. Zîrâ, Katâde ve Ferrâ'dan nakledilen bu görüşteki,

(Birinci Madde): Şu görüş, netîce bakımından Müslümanların inancına uygundur, doğru…

(İkinci Madde): Lâkin iddia edildiği gibi, bu, zâhirin zıddına bir te’vîldir sözü yanlıştır. Zîrâ Resûlüllah sallallâhu aleyhi

ve sellem ve Sahâbe zamânında Kur'ân dilindeki ( ى= وف�7 teveffî’de/(ت��asıl ve zahir (açık) olan, tastamam almak ma’nâsıdır. Öldürmek ma’nâsı ise mecâz ve yorumdur. Dolayısıyla, burada zâhirin (açığın) hilâfına (aksine) yorum vardır. Üstelik kelâmda zâhir (açık) olan, takdîm ve te’hîrin (arkadakini öne ve öndekini arkaya almanın) olmamasıdır. Olmasını iddia etmek ise, delîle muhtaç bir iddia ve yorumdur. Bu bakımdan da, da’vâ doğru değildir. Hüccet ve Bürhân derecesinde, hatta Ğâlib Zann seviyesinde bile ayakları üzerine durabilecek bir tefsîr olmaktan uzaktır.

(Üçüncü Madde): Bu (Îsâ aleyhisselâm'ın ölmediği ve Allah'a kaldırıldığı'na dâir) inanç Müslümanlar arasında meşhûr olan inançtır, sözü de yanlış anlaşılmalara sebeb olabilecek bir ifâdedir. Bu inanç, Müslümanlarda meşhûr olan değil, var olan tek inançtır. Meşhûr olmayan başka sahîh veya zayıf inançlar davarmış, veya halk arasında yaygın ama birilerinin de dediği gibi, aslı olmayan folklorik bir inanç imiş gibi anlayışlar, temelinden ucuna kadar yanlış, bâtıl düşüncelerdir. Şu halde buifâde, ilmi ve aklı kıt olanlar nezdinde, böylesi bâtıl inançların da Mü’minlere âid olduğu zannını uyandırabilir. Bu tehlikesi sebebiyle, şu Müslümanlarda meşhûr olan inançtır  ifâdesi belki de kelimelerle yeterince anlatılamayacak ölçüde kaypak, zayıf ve tutarsızdır…

(Dördüncü Madde): Çünki bunda zâhire zıt bir te'vîl yoktur ifâdesi de yanlıştır… Aksine, bunda, netîce bakımından doğru olsa bile, zâhire zıt iki te’vîl vardır:

(Birincisi): Önceden de geçtiği gibi ( ى7 وف� teveffî’nin zâhiri/ (ت��tastamam almaktır. Öldürmek ise onun mecâza te'vîli(yorulması)dir.

(İkincisi): (و)/vâv” harfi tertîb ve kırân[11] ma’nâlarını hüccet seviyesinde bildirmese de, zayıf karîne (alâmet ve

işâret) olarak bu ma’nâlar (و)/vav’da asıldır. Şu halde burada bir çeşit zâhire zıt te'vîl vardır.

(Dördüncü Nokta)

Diyor ki: Bizce bu tefsîr ve akîdenin hâsılı şu demek olur: Kelimetün minallah olan ve rûhulkudüs ile müeyyed bulunan MesîhÎsâ'nın rûhu daha kabzedilmemiştir. Rûhunun eceli gelmemiştir. [2] Kelime daha Allah'a rücû’ etmemiştir. Onun daha dünyada göreceği işler vardır. Bu bir baka-i rûhdur. Fakat Hristiyanların dediği gibi uhrevî, ebedi bir baka-i rûh da değildir, bir baka-i berzahîdir. Onun Kıyâmet’ten evvel, eceli gelecek vefat edecek, kabzolunacaktır. Âhiretde Ba’de’l-mevt bir ba's bir neş'et-i uhrâ olacaktır. Rûh-ı Îsâ kabzedilmemiş olunca, Îsâ'nın Allah'a ref'i, yerden kalkması hasebiyledir. Ortadan kalkan Allah'a yükselib rücu' eden odur. Binaenaleyh Îsâ'nın haberler de varid olan Semaya refi ile Kur’ân’da varid olan Allah'a ref'i haysiyyetini birbirine karıştırmamak iktiza eder…

Diyoruz ki: Burada, bizce diye başlanan ve belirtilen görüşler bir çok cihetten İsmâiliyye Mezhebi’nin te'vîllerine taş çıkartacak bâtıl ve asılsız bâtınî te’vîllerdir. Şöyle ki,

(Birinci Cihet)

Rûhun eceli ve cesedin eceli diye bir ayrım uydurma ve dayanaksız bir ayrımdır. Hâlbuki cesedin eceli[12] rûhun ecelidir, rûhun eceli[13] de cesedin ecelidir. Böyle bir ayrım ne tıb'da ne de dinde bilinmeyen bir şeydir. Dolayısıyla bu iddia delîlsiz bir da’vâdır. Makbûl değildir. Onun ölmemiş olması, ecelinin gelmemiş olması, başka bir ta’bîrle, rûhunun

ecelinin gelmemiş olması bir beka-i rûh, bugünkü türkçeyle, cesedin değil de rûhun durması/kalması imiş. Yani bir beka-i berzahî, günümüz ifâdesiyle, dünya ile Âhiret arası kabir veya bir başka yerde durmaktır. Hristiyanların dediği gibi bir “beka-i uhrevî”, daha açığı, “Âhirette durmak” dahî değildir. Bu ma’nâda, bütün peyğamberler, hatta şu anda yaşayanların dışındaki geçmiş bütün Mü’minler ve kâfirler bir beka-i rûh yani beka-i berzahî ile (ölü değil) diridirler.

(İkinci Cihet)

Yerden kalkan, Allah'a dönen, ceseddir, sözü ne demektir? Yani,rûhu göklere çıktığına göre yerden kalkan rûh değil. Cesed yerden nasıl kalktı? Yoksa açıkça ifâde edilmeyip kuvvetle ihsâs edildiği gibi, cesedinin eceli geldi ve o öldü, ama rûhunun eceli gelmedi, o ölmedi diridir mi denilmek isteniyor? Bu nasıl bir tefsîrdir?!. Yoksa yerden kaldırıldı, bir ağacın dalında bir kuş gibi tünemekte, yâhud bir ağaç kovuğunda bir sincap gibi yatmaktadır veya kabirlerinde ölüdürler mi denilmekisteniyor? Sübhânellah!..

    (Üçüncü Cihet)

Hadîslerle haber verilen, "semaya yükselme" ile âyetlerdeki "Allah'a kaldırılma" ayrı şeyler imiş… Delîli de, "Allah'a yükseltmek, semaya yükseltmek demek olmaz"mış. “Zîrâ Allah'a, 'sema', semaya da, 'Allah' denilmez”miş. “Allah'ın isimleri tevkîfî”[14] imiş!

Tamam, tevkîfîdirler/Şâri’den işitilmeğe bağlıdırlar da, Müslümanlardan kim, sema’ya Allah, Allah’a da sema, demiştir? Böyle diyen yok. Aksine, söylenen, Allah’a demek, Allah'ın

semasına demektir, başkası değildir.Yani ( لي 7eعك� ا 7 bana/ (زاف��kaldıracağım demek, ( ماء7 لي ال�س 7eعك� ا 7 ,semâya kaldıracağım demektir /(زاف��diyen yok. Aksine (يnoعك� الي س�مان 7 ,semâma kaldıracağım demektir/ (زاف��denilmektedir. Hâsılı, Allah'a demek, sema'ya demektir; yâhud, Allah demek sema demektir, denilmiyor. Sözün özü, burada,

muzâf'ın hazfi vardır. Kur'ân haziflerle doludur. Tefsîr ve Tefsîr Ûsûlü kitâbları bu mes’eleleri bol bol gösterir ve anlatır.

İ'câz iki kısımdır; Kasr i'câzı ve hazf i'câzı faslında (bölümünde), hazf bahsini etraflıca anlatan Süyûtî, hazfin çeşitlerini misâlleriyle gösterirken muzâfın hazfi başlığı altında şöyle diyor:

Bu, Kur’ân'da çoktur. O kadar ki, İbn-i Cinnî şöyle demiştir: Bundan (muzâf’ın hazfi/silinip düşürülmesi nev’inden) Kur’ân'dabin kadar yer vardır.

(Birkaç Misâl)

------------------------------------------------

(Birinci Misâl): Hacc, bilinen aylar(ın haccı)dır veya Hacc(ın ayları) bilinen aylardır.[15]

(Hamdi Efendi burada, “Hacc ma’lûm/bilinen aylardır. Ya’nî vakt-i hacc/haccın vakti” şeklinde bir ma’nâ veriyor.[16])

(İkinci Misâl): Ancak, iyilik(in sâhibi), îmân edendir” veya, Ancak, iyilik, îmân eden(in iyiliği)dir.[17]

(Hamdi Efendi burada “birr (sâhibi)” ma’nâsı vermekle muzâf takdîr ediyor.[18])

(Üçüncü Misâl): Lâkin birr(sâhibi) korunandır.[19]

(Hamdi Efendi burada da sâhib kelimesini bir muzâf olarak takdîr ederek böyle bir ma’nâ veriyor.[20])

(Üçüncü Misâl): Size analarınız(ın nikâhı) haram kılındı.[21]

(Hamdi Efendi âyetin meâlinde size şunlar haram kılındı dedikten sonra orada nikâh kelimesi geçmediği halde tefsîrde “şunlar(ın nikâhı) haram kılındı” demektedir.[22])

(Dördüncü Misâl): Elbette size hayatın ve ölümün (azabının) ikikatını tattırırdık.[23]

(Hamdi Efendi şurada hayâtın da ölümün de katmerli(acı)sini taddırırdık demekle âyetin meâlinde acı yani azâb takdîrine ihtiyâc hissediyor.)[24]

(Beşinci Misâl): Sadakalar ancak...ve köleler(in hürriyete eriştirilmesin)dedir.[25]

Bu âyetler, şu husûsta sadece birkaç misâldir.

     Hamdi Efendi, ( ك� �oن ءز اوخ�� )[26] âyetinin de, bazı müfessirlerceRabbi(ni)n(emri) geldiği zamân şeklinde, ma’nâlandırılmış olduğunu, muzâfın hazfedildiğini yazmış ve buna i’tirâz da etmemiştir.[27]

Şimdi birisi çıkıp da, dur hele bir… Allah celle celâlühû'nun isimleri bellidir, içlerinde, ‘emr’ diye bir isim yoktur, dese,ahmak'a verilecek cevâb susmaktır deyip ona iltifât bile etmezdi; değil mi? Kendileri, âlim ve fâzıllar şöyle dursun, sıradan ilim talebelerinin bile göz ardı edemeyeceği bir husûsuhesaba katmadan böylesi bir söz söyleyene susmakla değil de sözle cevâb verecek olsaydı, cevâba nereden başlar ve nasıl cevâb verirdi, doğrusu merak ediyorum. Belli anlayışlara kilitlenerek, kuvvetli delîller sebebiyle ma'kûl, hatta muteayyin ve kat’î (belli omuş, kesinleşmiş ve mecbûri hale gelmiş) bir te'vîlden kaçıp, sözü, kendince zâhiri/ilk ve açık ma’nâsı üzerine bırakmak için birçok Aklî ve Şer'î muhalleri[28] irtikâb etmek (işlemek) işte buna derler.

(Dördüncü Cihet)

      Îsâ aleyhisselâm'ın rûhu semaya çıkarıldı, ama cesedi, Allah'a… öyle mi?

Bu, Îsâ aleyhisselâm öldü demenin acemicesi mi, ustacası mı, ne? Her iki ihtimâl de kötü…

(Beşinci Cihet)

Bu semâ, maddi semâ değil, ma’nevî semâ imiş!

Bu ayrımın mesnedi var mıdır? …Tabiî ki yoktur… Râğıb’ın  (

ل ن= kîle/denildi ki, diyerek başladığı sözler tefsîr olmaya/(ق��yetmeyecek zayıf, hattâ asılsız hikâyelerdir. Maddî semâ olamaması ise belli ki, meselenin hey’et/astronomi ilmine sığdırılamamasından başka nedir? Şimdiki pozitivist inançsızlarise oksijensiz yerde aç susuz nasıl yaşasın? diyerek bir hayli daha ileri gidiyorlar. Kaldı ki rûhun,  maddî semâda olması pekde müşkil/problem sayılmaz; delîlsiz ve karînesiz te’vîle hâcetve endîşeye mahal yoktur.

(Altıncı Cihet)

Diğer Peyğamberlerin rûhları da bu ma’nevî semada imiş!

Onların bazılarının, şehidlerin ve umum Müslümanların rûhlarının semada bulunduğuna dâir bir takım haberler varsa da,o rûhların her zamân orada durduğuna dâir bir haber yoktur. Hem, Îsâ aleyhisselâm'ın ayrıcalığını sadece, onun ölüleri diriltme mu’cizesine ilk mazhar olmakla açıklamak bir cevâb ağırlığında değildir. Zîrâ, bu mu'cize, diğer Peyğamberlerde dahî bulunduğu gibi, Ehl-i Sünnet âlimlerinin çoğuna göre, kerâmet olarak peyğamber olmayanlarda bile vardır. Bir şeyi ilkmazharına nisbet temeline dayandırmak vehmi dahî buradaki tahsîse/sınırlandırmaya asla yetmez.

(Yedinci Cihet)

Kabirlerinde enbiya diridirler. Bu, fıkıh kitâblarında açıkça bildirilmiştir. Bu ifâde ne demektir?

(Bir kere), Bu söz, eğer kısmen buna benzer ma’nâda gelen hadîsise, tercüme bozuktur. Kaldı ki, ictihâd ile bilinemeyecek bir ğayb haberi olması bakımından hadîs olmaktan aşağı düşmeyeceği,keşif mahsûlü olması takdîrinde ise, kesin ilim bildirmeyeceği için, hadîs olması kesindir.

( ون" ل ص م ي�= ه�7 وز7 ب� ى=7 ق�� اء ف� ت= اء اح� ن= 7zت �oن (El enbiyâu ahyâun fî kubûrihim yusallûne) (الاhadîsi, ya nebîler kabirlerinde diridirler. Nemâz kılarlar,[29]veya, diridirler, (başka yerde değil de) kabirlerinde kılarlar şeklinde tercüme edilebilirse de, ikincisi pek münasib düşmez. Zîrâ, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in, Mi’râc’ı esnâsında Beyt-i Makdis’de nebîlere namaz kıldırdığı, sahîh haberlerle sabittir.[30] Öyleyse rûhları kabirlerinde mahbûs değildirler. Şu halde, birinci tercüme aslına daha münâsibtir. Hatta, kesin doğru budur dahî, denilebilir. Allahu a’lem.

(İkincisi), Bu sözün aslı, fıkıh kitablarından daha önce hadîs,kitâblarındadır. Hadîs kitablarında bulunmadığı, ihsâs edilmek isteniyorsa, yanlış; hadîs kitablarında vardır. Değilse, bir eksiklik. Buradan, Îsâ aleyhisselâm da kabrindedir ve diridir (rûhuyla ise semadadır) ma’nâsı anlaşılıyor. Uyuyan  bir kimsenin rûhu başka yerlerde dolaşsa da bedeniyle bir ölçüde irtibâtı olmakla beden cansız hâle gelmiyor. Diyelim ki burada da buna benzer bir şey var. Ancak bu husûsiyyette, bir görüşe göre, bütün Mü’minler ortaktırlar.[31] Hatta, rûhlar, cesed ölmekle yok olmayacaklarına göre ve Âlem-i Berzahta (Mü’minleregöre) bir nev-i hayatla diri olduklarına göre, bu takdirde sıradan Mü’minlerle Îsâ Âleyhisselam arasında fark yoktur.

Rûhun ölümü tatması, rûhun bedenden, onda canlılık emâresini yok edecek biçimde ayrılmasıdır. Ölmesi ve yok olması değil… Ölen her hâl ü kârda bedendir.

(Sekizinci Cihet)

Her peyğamberin rûhunun eceli, Ümmetinin eceli imiş!...

Delîli? Yok… Doğrusu, her canlıda olduğu gibi, Peyğamberin rûhunun eceli, cesedinin dahî eceli olup, dünya hayatından rûhu

ve cesediyle kabir hayâtına intikal etmesidir. Hakîkat, Hamdi Efendi’nin dediği gibi ise, ma’nevî semadaki Nebî rûhlarının yaeceli geldi, rûhları öldü ve Ümmetleri de yok oldu, veya, diridirler, Ümmetleri devam ediyor? Hangisi?…

Ümmetleri kalmayan nice peyğamber’in rûhlarının eceli geldi ve öldüler, öyle mi? Hani, kabirlerinde diri idiler? Yâhud, hani rûhları ma’nevî semâda idi?

(Dokuzuncu Cihet)

Îsâ aleyhisselâm'ın cesedi Allah'a kaldırılmış[32], rûhu ise alınmamış, yani Ümmetinin eceli gelmemiş imiş!!!..

Burada, rûhun alınmaması, bir daha, Ümmet'in ecelinin gelmemesiile te’vîl ediliyor… Önceki te’vîlde ise,(ölmeyip) ma’nevî semada bulundurulması idi. Acaba, semada bulundukça eceli gelmez ve hayatiyyeti devam eder mi, denilmek isteniyor?... Peki, bir yanda Peyğamberler kabirlerinde diridirler, nemaz kılarlar"diğer yanda, "Peyğamber rûhları semadadırlar, öte yanda da, Peyğamber rûhlarının eceli Ümmetlerinin ecelidir, yokolmasıdır derken, Ümmetleri yok olmuş nice nebîlerin bulunduğunu göz önüne alırsak, ne diyeceğiz? Ümmetleri tükenip yok olan Peyğamberlerin rûhlarının eceli gelmiş olacağına, yaniölmüş olacaklarına göre, rûhları artık semada değiller midir? Yâhud, kabirlerinde diri değiller, artık nemaz kılmıyorlar mı diyeceğiz? Hayret!.. Çelişkiler yumağı!...

(Onuncu Cihet)

Rûhâniyyet-i Îsâ ile Hristiyan-lar Yehûdîlere üstün gelmişler…

Öyle mi? Îsâ aleyhisselâm'ın rûhâniyeti birilerine yardımca olacak idiyse, kendini Allah'ın oğlu ve bir rabb kabûl edenleremi, onlara nisbetle bir ölçüde tevhîd inancına yakın olan Yehûdîlere mi yardımcı olurdu? Kur'ân'ın ifâdesiyle, O'nu, Rabbve Allah celle celâlühû’nun oğlu kabûl edenler, Îsâ aleyhisselâm'ın rûhâniyyetinden nasıl faydalanabildiler?... Bu,olur mu? Hem, târîhin bildirdiğine göre, onlarınki üstünlük değil zulüm idi. Zulmedenler, zulümlerinde peyğamber

rûhâniyyetinden faydalanabilirler mi? Peyğamberler buna alet olurlar mı? Allah celle celâlühû bundan râzı olur mu? Tamam, belki istidrâc yoluyla üstün gelebilirlerdi. Ancak, Peyğamber rûhâniyetinden faydalanmak suretiyle, asla…Teslîs’i[33] kabûl etmeyen, dolayısıyla da kısmen tevhîd ehli olan Hiristiyanlarınise Yehûdîlere üstün geldiğini târîhten bilen yok… Üstelik, sonResûl sallallâhu aleyhi ve sellem’e ve son Kitâb'a îmân edib teslîm olmadıktan sonra, tevhîd ehli olmaları da ne kadar mümkindir ve tevhîdin bu kadarı ne işe yarar? Aleyhissalâtü vesselâm Efendimize ve Kur'ân'a inanıp teslîm olmayanlar, Îsâ aleyhisselâm'ın rûhâniyetinden nasıl faydalanabilirler?!.. Böyle bir şey aslâ olamaz…

(On birinci Cihet)

Ama sonra, rûh-i Îsâ rûh-i Muhammedî'nin hizmetine girecek.

Yani Îsâ aleyhisselâm'ın cesedi, daha doğrusu kendisi Allah celle celâlühû’ya döndü, O, gelmeyecek, ama rûhu,[34] Muhammed aleyhissalatü vesselâm'ın rûhunun[35] hizmetine girecek, öyle mi? Peki delîl? Ben duymadım, görmedim ve bilmiyorum. Duyan, gören ve bilen haber versin…Evet, bunu, Îsâ aleyhisselâm'ın bizzât şahsıyla başına geçeceği Ümmet-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâm’ın hâkimiyeti olarak anlamak zâten âyetlerin delâlet ve işâreti, hadîslerin de açık ifâdeleri gereğidir. Doğrusu, Îsâ aleyhisselâm'ın rûhu ve cesedi, hadîslerde de haber verildiği gibi, Aleyhissalâtü vesselâm efendimiz'in bir halîfesi olacak ve hizmetinde bulunacak.

(On ikinci Cihet)

“Rûhlarının eceli gelmiş nice peyğamberler”den bahsederken, kabirlerindeki nebîler diridirler mealindeki kendilerince de kabûl görmüş hadîsi ne yapacağız? Bazıları, deyip sınırlandırmamı yapacağız? Hangi delîl ile?.. Yoksa, rûhlarının ölmesi, Ümmetlerinin yok olup silinmesi demek olduğuna göre, hiçbir peyğamberin ümmeti yok olmadı mı denilmek isteniyor?.. Yâhud, ümmetleri yok olup silinenlerin ruhlarının eceli geldi lâkin başka bir şekilde haydırlar, mı, denilecek? Lâ havle…

(On üçüncü Cihet)

Fakat, vaktâ ki, beni, vefat ettirdin, içlerinden aldın kaldırdın, 'Seni vefât ettireceğim ve bana yükselteceğim' va’dini yerine getirdin… diyor.

Buradaki, vefât ettirdin şeklindeki tercüme, aldın ve kaldırdınkelimeleriyle, atf-ı tefsîrî olarak tefsîr ediliyorsa -ki cümlenin sonu olan seni vefât ettireceğim ve bana yükselteceğim, va’dini yerine getirdin ifâdesi bunu ihsâs ediyor- değişen bir şey yok. Müsbet menfî her şey aynen duruyor. Yok eğer, bilinen ma’nâda öldürme ma’nâsında kullanıldıysa ortada çelişki var.

------------------------------------------------

Netîce------------------------------------------------

Kısacası, Elmalılı merhûmun Tefsîrinde ölmek ve ölmemek ile inmek, görünürde kabûl edilmekle beraber, vitrinlerdeki içi boşaltılarak bir şeylerle doldurulan, canlı gibi durduğu halde canlılıkla alâkası olmayan kuşlar, tavuklar, horozlar, sincaplar ve tilkiler misâli, içlerinden asıl ma’nâlar çıkartılıp yerlerine alâkasız ma’nâlar doldurulmuş… Ve pek tabiî olarak bu noktada ölmedi ile öldü ve dahî inmeyecek ile inecek arasında hakîkatte bir fark kalmadı. Vesselâm… Eğer nasların zâhirine dokunmadan, onlar kabûllenilerek bir takım ölçülü te’vîllere gidilseydi, şunlar gayr-i meşrû bulunmayan veçelişik olmayan işârî ma’nâlar olarak bir ölçüde kabûl görebilirdi. Lâkin naslarla bu denli oynamak aklın, ilmin ve hatta denilebilir ki, îmânın çeperlerini zorlayan bir cür'et…

Hak Dini Kur’ân Dili Tefsîri’nin resmiyet ciheti ve daha çok besleme akademisyenlerin kabûlüne, kör taassub seviyesinde mazhar olmasının mühim sır ve hikmetlerinden biri de bu yanıdır, denilse yeridir.

[1]     Meselâ, Diyânet’in İslâm Ansiklopedisi'nde bile Hamdî Efendi hakkındaki yazılanları dikkatlice okursak bunu rahatlıkla göreceğiz… (11/57-58)

[2]     Felsefe ilimleriyle alâkalı olarak düşünülen, söylenen ve yazılanlar.

[3]     Teşbîh ve kıyasım sözünü ettiğim iki şahıs ve eserlerinin bütünü hakkında değildir.  Zîrâ bu saçma bir şey olurdu. Sadece “felsefe’den te’sîrlenme”deki ortak yandadır.

[4]     Mutaffifûn 1, 2, 3.

[5]     O zamân Allah celle celâlühû şöyle dedi: "Ey Îsâ, şübhesiz ki seni teveffî edeceğim, seni kendime yükselteceğim ve seni inkârcılardan temizleyeceğim. Hem sana uyanları, Kıyâmete kadar o küfredenlerin üstünde tutacağım. Sonra dönüşünüz banadır, ayrılığa düştüğünüz hususlarda aranızda hükmedeceğim."

[6]     Şurada şübbihe lehüm nazmının şübheye düşürülmek şeklinde ma'nâlandı-rılması müfessirlerin cumhûruna muhâlif olarak seçilen, hem dirâyet hem de rivâyete uymayan zayıf bir görüşe dayanmaktadır. Hamdi Efendi’yi böyle bir zayıf ve mecrûhgörüşü tercîh etmeye sevk edenin ne olduğunu doğrusu net olarakanlayamadık.

[7]     "Bu nükte, ulûhiyyeti (ilah oluşu) Allah teâlâ’dan Îsâ'ya geçerek, Allah'ı Îsâ'da fâni (eriyip yok olmuş) kılmak ve Îsâ'ya Lâhutiyyetle (ilâhî oluşla) ebedi (sürekli) bir beka-i ruh (ruh devamı) tasavvur etmek (zihinde canlandırmak) iddiasında bulunan Nesara'ya (Hristiyanlara) karşı Îsâ'nın vefatını (ölümünü) ve hâkimiyet-i ilâhîyyeyi (ilâhî egemenliği)evvel emirde (işin başında) tefhim (anlatmak) ve bununla beraber Îsâ'yı da düşmanlarına karşı tatmin eylemektir (gönül huzuruna kavuşturmaktır." (Hamdi Efendi)

Lâkin, tefsîrin lâtin harfleri ile olan tab'ında/baskısında bulunan bu ibâre, elimizdeki İslâm harfleri ile olan baskısındayoktur. Bu sebeble Üslûb olarak Hamdi Efendi’nin gibi gözüken

bu ibâre, başka birine (meselâ, elimizdeki nüshanın kâtibi kardeşi Mahmûd Yazır’a) dahî âid olabilir.

[8]     İnsanların örfleştirdiği ve tanıyıp bildiği bir ma’nâdır.

[9]     Yani, “و”/”ve” kelimesi burada öldürme ile kaldırmanın,ne aynı anda, ne de sırasıyla olacağını bildirmeyeceğinden

[10]    Sonra olacak olan “ölme”yi öne, önce olacak olan “kaldırma”yı da sonraya almak

[11]    Sonrasıyla öncesinin sıra ve beraberliği

[12]    Canlılığını kaybedecek şekilde rûhun onda durma vaktinin sonu

[13]    Cesedde durmasının son haddi. Rûh ölmez.

[14]    Allah celle celâlühû’nun ve Resûlü sallallâhu aleyhi vesellem’in bildirmesine bağlı.

[15]    Bakara:197

[16]    Hak Dînî Kur’ân Dili: 2/170

[17]    Bakara:177

[18]    Hak Dînî Kur’ân Dili: 2/67

[19]    Bakara:189

[20]    Hak Dînî Kur’ân Dili: 2/143

[21]    Nîsâ: 23

[22]    Hak Dînî Kur’ân Dili: 3/262

[23]    İsra: 75.

[24]    Hak Dînî Kur’ân Dili: 6/416

[25]    Tevbe: 60, Süyûtî, Mu'terekü'l-Akrân: 1/244.

[26]    Fecr/22.

[27]    Hak Dini Kur’ân Dili (İslâm harfleriyle): 11/326,

[28]    Aklın ve Şerîat'ın imkânsız gördüğü şeyleri

[29]    [Ebû Ya’lâ, Enes’den. Semhûdî, râvîleri sağlam kimselerdir dedi. Beyhekî de sahîh olduğunu söyledi.] Et-Teysîr:1/426

[30]    Ebû Ya’lâ ve İbn-i Asâkir, Ümmü Hâni’ radıyallâhu anhâ’dan, (Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr: 2/207-208) Nesâî ve İbnü Merdûye, Enes radıyallâhu anh’dan, (Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr: 2/185-186) Ahmed, Ebû Nüaym, Delâilde, Zıyâ, el-Muhtârede Abdullah İbn-i Abbâs radı yallâhu an hümâ’dan sahîh bir senedle, (Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr: 2/213-214) Müslim, Nesâî ve İbnü Merdûye, Ebû Hureyre radıyallâhu anhu’dan, (Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr: 2/213-21)           

[31]    Ölülerin rûhları nerede durur, sorusuna verilen cevâblarda  bu dediğimiz görülecektir. Süyûtî, Şerhu’s-Sudûr: 304-339 (Bilhassa, 313,314)

[32]    Yeryüzünden alınıp kabre veya ağaç dalına veya ağaç kovuğuna konulmuş veya bir cisim olarak hâşâ bir yerdeki Allah'ın yanına götürülmüş.

[33]    Baba, Oğul ve Rûhu’l Kudüs inancını.

[34]    Muhtemelen, Îsâ aleyhisselâm'ın ümmeti

[35]    Muhtemelen Ümmet’inin

Bir Hadis Tahlili:Vitir’den SonraOturarak Kılınan İki Rekat’ın

Sünnet’te ve Fıkıhda Yeri Yok mudur ?Bundan sonra…

Süâl: (Vitir’den sonra oturarak kılınan iki rekat’ın Sünnet’te ve fıkıhda yeri yoktur; gerçekte o,  bir bid'attir), deyip, ardından da (bid'ati işleyenler cehennemin köpekleridir) meâlinde hadîs okuyan medya ünlüleri var; ne dersiniz? Hakîkaten, bu iki rekat’ın -iddiâ edildiği gibi- Sünnet’te ve fıkıhda yeri yok mudur, bu bir bid’at midir?

Cevâb: Şu sözler ve iddiâ, Sünnet’i ve fıkhı bilmemekten kaynaklanan gelişigüzel sarf edilmiş talihsiz sözlerdir. Bunların ucu, aslında Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem, Ashâb’ı radıyallahü anhüm ve birçok âlime dayanmaktadır. Zîrâ, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimiz bu iki rek’atı hem kılmış, hem de (tavsiye ma’nâsında) emretmiş, bir çok âlim de onunla amel etmiştir.

Bu Namazla Alakalı Hadislerden Bir Takımı

------------------------------------------------

Bu husûsta birkaç hadîs nakletmek istiyoruz:

(Bir):                                        

( ن" ي= عد* ال�وت��ر زك�عن� صلى ت�� (ك�ان" ي�=ها) ى ال�له ع�ن� ى ع�ن" ام س�لمه� زض� رم�د� (ت��“Vitr’den sonra iki rekât namaz kılardı.[1]

(İki):

الس ) ن" و ه�و خ�� ي= صلى زك�عن� م ي�= Vر ث� وت�� م ت�= Vث�)ها) ى ال�له ع�ن� ه� زض� Vش nم�سلم ع�ن" ع�اب�) “Sonra vitr kılar, sonra da otura rak iki rekat namaz kılardı…”[2]

(Üç):

الس( ن" و ه�و خ�� ي= ن� ف� ي= ف� ن" خ�� ي= عد ال�وت��ر زك�عن� صلى ت�� )ك�ان" ي�=ها) ى ال�له ع�ن� ه ام س�لمه� زض� (اب��ن" م�اج�Vitr’den sonra oturarak iki hafif rekat namaz kılardı.[3]

(Dört):

الس) هما و ه�و خ�� ن= ق�راn ق�� ر ف�� عد ال�وت�� ن" ت�� ي= (زك�ع زك�عن�ها) ى ال�له ع�ن� ه� زض� Vش nط�حاوى ع�ن" ع�اب�)Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem vitr’den sonra iki rekat namazkılar, bu iki rekatte oturarak okurdu.[4]

(Beş):

) nق�را الس ت�= ر وه�و خ�� عد ال�وت�� هما ت�� صلن= �رون"  ك�ان" ي�= ها ال�كاف� =oا اي ل ب�= ل�ت� و ق�� ل�ر� ا ز� هما اذ� ن= ق�� (

ه) ى ال�له ع�ب� ي= ام�امه� زض� �oى ع�ن" ان هق� ن= zاح�مد- ط�حاوى- ب� )Şu iki rekatı vitrden sonra oturarak ve onlarda ( ها =oا اي ل ب�= ل�ت� و ق�� ل�ر� ا ز� اذ�

�رون" sûrelerini okuyarak kılardı.[5] (Zilzâl ve Kâfirûn) (ال�كاف�(Altı):

ا له ( ن� ¢oب ظ£ والا ك�ا ق� ي= ان" اس�ت� ن" ق�� ي= لب=رك�ع زك�عن� ر اخ�دك�م ق�� ا اوت�� اذ� ل ق�� ق� Vهد و ت� ا ال�سق�ر ج�� )ان" ه�د�ه( ى ال�له ع�ب� ان" زض� وب�� Vى ت� طن� - ط�حاوى- ذازق�� ان" - اب��ن" ح�ن� مه� =bي ر� ن" خ�� )ذازمى- اب��Bu sefer, şübhesiz ki zorluk ve ağırlık(ların bulunduğu bir sefer)dır. O yüzden sizden biriniz vitr kıldığında ardından hemen iki rekat kılsın. Eğer gece uyanır(ve onu kılar)sa ne a'lâ. Aksi halde, şu iki rekat onun için(gece namazı yerine)dir.[6]

------------------------------------------------

Âlimlerin Şu RivâyetlerleAlâkalı Sözleri------------------------------------------------

Allâme Zafer Ahmed et-Tânevî, İ’lâu’s-Sünen metninde Buhârî ve Müslim’in İbn-ü Ömer’den rivâyet ettikleri (gecedeki son namazınızı vitir namazı yapın) hadîsini getirdikten sonra, Şerhkısmında (vitirden sonraki iki rek’at’ın hükmü) başlığı altındahulâsa olarak şöyle dedi:

Bu hadîse muhâlif bir rivâyet gelmiştir; Müslim’deki uzun hadîsde, ((Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem vitirden) sonra oturarak iki rek’at kılardı) (sözü) vardır. Dârekutnî Sünen’inde Ümmü Seleme radıyellâhu anhâ’dan, (vitirden sonra

oturarak iki hafif rekat kılardı) hadîsini rivâyet etti. Neyl(ü’l-Evtâr)’de şöyle denilmiştir: Dârekutnî Sünen’inde, Ümmü Seleme radıyellâhu anhâ hadîsinin Sahîh olduğuna hükmetmiştir. Bu Muhammed b. Abdi’l-Melik’in Ondan yaptığı rivâyette mevcûddur ama Ebû Tâhir’in Dârekutnî’den yaptığı Sünen rivâyetinde onu Sahîh bulması yoktur. ‘Irâkî böyle dedi. Ben (Tânevî) derim ki, …hadîs Sahîh değil Hasen’dir. Dârimî, Tahâvî ve Dârekutnî Sevbân radiyellâhu anhu’dan rivâyet etmişledir ki, -lafız Tahâvî ve Dârekutnî’nindir- (Şübhesiz ki yolculuk zorluk ve meşakkattir. O halde sizden biri vitir kıldığı vakit iki rek’at kılsın. (Teheccüd için) uyanırsa ne a’lâ. Uyanmazsa, onun (teheccüdü) olurlar.) (Sünen-i Dârekutnî Şerhi) “Et-Tâ’lîku’l-Muğnî”de (Azîm Âbâdî) (isnâdı ceyyiddir/güzeldir) dedi. Âsârü’s-Sünen’de (Nîmevî) (isnâdı Hasendir) demiştir.

Kenz(ü’l-Ummâl)’de, rivâyeti, Dârekutnî’nin lafzıyla İbnü Huzeyme’nin Sahîh’ine, İbn-ü Hibbân’ın Sahîh’ine, Dârimî’ye, Tahâvî’ye, Nesâî’ye, Dârekutnî’ye, Taberânî’ye, Beyhakî’ye ve Saîd b. Mansûr’a dayandırdı. Tahâvî, Ebû Ümâme radiyellâhu anhu’dan (Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in bu iki rek’atı oturarak ve onlarda kâfirûn ve zelzele sûresini okuyarak kıldığı)nı rivâyet etmiştir.

Bu rivâyetlerle (vitri gecede son namazınız yapın) rivâyetinin te’lîfi/barıştırılması çeşitli şekillerle olur.

(Birincisi), Hâfız İbn-ü Hacer’in Feth(u’l-Bârî)’deki te’lîfi: İlim sâhiblerinden bazisi, vitirden sonra nâfile kılmanın câiz olduğuna kanaat getirdiler ve (gecedeki son namazı vitir yapın)emrini de vitri gecenin sonunda kılanlara has kıldılar.

(İkincisi), bu zayıf kul (Tânevî şöyle) der: hadîsin manâsı, (gecedeki namâzınız tek olması için gecede bir tane vitir kılın, iki defa değil; çünki, iki tane vitir kılan, son namazını tek değil çift yapmış olur) demektir..

(Üçüncüsü), Nevevî, Müslim Şerhinde, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in bu iki rek’atı kılması vitirden sonra nâfile kılmanın

ve bunun oturarak kılmanın câiz olduğunu açıklamak içindir; ki,bunları devamlı kılmayıp bir veya birkaç kez kıldı. Bu emrin bulunduğu onca meşhûr rivâyetler varken nasıl devamlı kılar. Doğrusu budur. Kâdî ‘Iyâd’ın meşhûr rivâyetleri tercîh edip bu iki rek’atı reddetmesi de doğru değildir. (Nevevî’den hulâsa nakil son buldu)

Lâkin böyle bir te’vîl, şâyet, sâdece Âişe radıyellâhu anhâ’dangelen fi’lî rivâyet bulunsaydı doğru olurdu. Bu, Sevbân’ın sözlü rivâyeti olan (iki rek’at kılsın) rivâyetine uymaz. Bu yüzden şu iki rek’atı câizliğe yormak uzak(bir ihtimâl)dır. Hattâ doğru değildir. Çünki onda müstehablık ve mendûbluğu ifâde eden emir vardır. Herhalde doğru, zikrettiğimiz ilk iki cevâbdadır.

Birinci cevâba da şöyle bir itirâz yapılabilir: Sevbân hadîsi gecenin sonunda kalkmak ümîdi olmayan ğâzîlere hâsdır. Bu yüzden onların gecenin başında vitir kılıp sonra kalkıp nâfile kılmaları îcâb eder.

Şeyh İbnü’l-Kayyim Zâdü’l-Meâd’da (1/87) şöyle dedi: Doğrusu, şu iki rek’atın Sünnet ve vitri tamamlama kanalında cereyân ettiğidir. Çünki vitir, başlıbaşına bir ibâdettir. Bilhassa vacibliğine hükmedilirse, o zaman akşamdan sonraki sünnet makamında olur. Çünki akşam gündüzün vitridir ve ondan sonraki iki rek’at onu bir tekmîldir. Gecenin vitrinden sonraki iki rek’at da öyledir. [7] (İbn-i Kayyim’in sözü bitti.)

Ben (Ubeydullâh) dahî şöyle derim: Birinci cevâba yapılacak (belli kimselere has olabilir) şeklindeki bir i’tirâz yerinde bir i’tirâz değildir. Çünki, böyle bir iddiâ delîle muhtâcdır. Delîl de bilinmemektedir. Öyleyse da’vâ yersizdir.

(Dördüncüsü): Bizce hadîse verilecek en isâbetli ma’nâ, (vitri,gecedeki vâcib (i’tikâdî ve amelî farz akşam yatsı ve vitir) namazlarınızın sonuncusu yapınız) demektir. Yani “bütün namazlarınızın sonuncusu”ndaki umûm/genellik nâfilelerle tahsîsedilmiştir.

    İmâm Tirmizî, Sünen’inde, “Bir gecede iki vitir yoktur” bâbının sonunda, şöyle demektedir: Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’i Ashâb’ından ve başkalarından bir takım ilim ehli şöyledemişlerdir: Gecenin başında kılar ve sonra uyur, sonra da gecenin sonunda uyanırsa o dilediği kadar (kazâ ve nâfile) kılar. Vitrini bozmuş olmaz. (kıldığı) vitrini olduğu gibi bırakır.

     Bu, Süfyân-i Sevrî, Mâlik, İbnü Mübârek, Şâfiî, Kûfe Ehli ve Ahmed’in kavlidir. Bu görüş (diğer görüşlerden) daha kuvvetlidir. Çünki, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’den “vitirden sonra kıldığı” bir bir çok yolla rivâyet edilmiştir…[8]

     Şu halde, “gecedeki namazların sonuncusunu vitir yapınız” hadîsinin zâhiri Dört Mezheb’in ve dışındakilerin ictihâdıyla, terkedilmiştir. “Delîlin i’mâli ihmâlinden evlâ” olduğuna göre onu tamâmen terk etmeyip bizim dediğimize yorarız.

Bunun delîli de Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in yukarıda serdettiğimiz rivâyetlerdeki fiil ve emridir. Nitekim, yatsınınfarzından önce kılınacak vitir geçersizdir. O bakımdan ayağı eniyi yere basan ve zorâkiliklerden en uzak olan te’lîf budur.  

Nebîmiz Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem'in kendi isteyerek yaptığı ve uyulmaya elverişli olan işleri dört çeşittir: Mübah, müstehâb, vâcib ve farz.

---------------------------------------------

Mes’elenin Usûl-i Fıkh Yanıyla Tahlîli------------------------------------------------

Aliyyü’l-Kârî şöyle diyor:

Usûl âlimlerimizin açıkça ifâde ettiğine göre, biz Hanefîler topluluğunca sahîh olan, Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem'in (Farz, Vâcib, Sünnet ve Mübâh’dan) belli bir şekilde yapılmış olan fiillerine, -onları o şekilde yerine getirmek husûsunda, kendine hâs olduklarına dâir delîl bulunmadığı

müddetçe- uyarız. Zikri geçen dört şekilden hangi şekil üzere olduğunu bilmediğimiz işlerini, onların en aşağı mertebesi olanmübahlık üzere yaptığını söyleriz. Bu makamda kısaca şöyle deriz: Nebîmiz Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem'in işi, ikindi namazının iki rekatında selâm vermek gibi sehven olduğu,yemek, içmek, ayağa kalkmak ve bunlardan başka tabî’at îcâbı, yâhud teheccüd, kuşluk, nikahta dörtten fazla kadın almak ve başkaları gibi kendine hâs olduğu bilinirse, bize, O’na ittibâ'lâzım gelmez.[9]

Bunların dışındaki işler olursa, denilmiştir ki, Nebîmiz Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem'e bunları, mübahlık, mendûbluk ve vâciblik şekillerinden hangi şekil üzere işlediği ortaya çıkana kadar beklemek gerekir. Çünki uymak, fiilin sıfatının bilinmesinden önce gerçekleşmez. Denilmiştir ki; yasaklık delîli bulunmadıkça ona uymak vâcibtir. Çünki Allah Teâlâ, Allah'a ve Resûlüne itaat ediniz,[10] buyurdu. İ'timâd edilen görüş, vâcibliği, veya mendûbluğu gösteren delîl bulunmadıkça, O'nun hakkında kesinleşmesi sebebiyle mübahlığa i'tikâd etmektir. Allah celle celâlühû en iyisini bilir. [11]

------------------------------------------------

İşin Furû’-i Fıkıh Tarafı------------------------------------------------

Bu hadîslerin bir kısmı İbrâhîm Halebî tarafından Ğunyetü’l-Mütemellî isimli eserinde[12] İmam Tahâvî tarafından Şerhu Meâni’l-Âsâr’da[13] zikredilmiş, bunun mübah olduğu anlatılmıştır. Allâme Bedreddin el-Aynî, Şerhu Meâni’l-Âsâr üzerine yazmış olduğu Nuhabu'l-Efkâr isimli eserinde, (hadîs vitr’den sonra namaz kılmanın câizliğini gösteriyor) demiştir.

‘Aynî, Nuhabu'l-Efkâr isimli şu kitâbının başka bir yerinde de Nevevî’nin Müslim Şerhindeki sözlerindeki gibi, (bu hadîsten şuhükümler çıkarılır), diyor:

(Birincisi), bunda vitr’den sonra nâfile kılmanın mübahlığına delâlet vardır. Bu şunu yasaklayanların aleyhinde bir hüccettir.

(İkincisi), Evzâî bunu hüccet olarak ileri sürdü ve vitr’den sonra oturarak iki rekat kılmayı mübâh gördü. Ahmed, (onu ne kılarım, ne de yasaklarım) dedi. İmam Mâlik de onu inkâr etti.

(Üçüncüsü), onda, anlattığımız gibi vitr’den sonra nâfilenin câizliği vardır.[14]

Biz de deriz ki: Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem aleyhissalâtü vesselâm’ın işleri başka delîller bulunmadığında en azından mübahlığa hamledilir/yorulur.[15] Ancak (iki rek’at kılınız) emri Nebevîsi hükmü müstehablıktan aşağı düşürmez.

------------------------------------------------

Bu İki Rek’at Sabah’ın Sünneti midir?

------------------------------------------------

Burada İmâm Tahâvî şu iki rekatın, sabah namazının iki rek’at sünneti olarak anlaşılamayacağını anlatır ve bunun iki cihetle mümkin olmayacağını ifâde eder. Birincisi olarak bunun Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in gece namazı hakkındaki bir cevâbolarak söylendiğini ikincisi olarak da takat yeteceği zaman sabahın sünnetinin oturarak kılınamayacağını söyler.[16] Üstelik Müslim’in rivâyetinin sonundaki (sonra sabah ezânı ile ıkameti arasında iki rek’at daha kılardı) sözü bunu açıkça göstermektedir.

Allâme Aynî’nin, (mübahlığına ve câizliğine delâlet vardır) demesi -Tânevî’nin de ifâde ettiği gibi- bizce eksik bir ifâdedir. Eğer Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm’ın (seferde onukılınız; gece kalkamazsanız gece kılacağınız namaz yerine geçer) sözü olmasaydı, belki böyle düşünebilirdik. Ancak şu sözden anlaşılana göre, sözlü bir te’kîdle pekişen fiilin en azından müstehâblığına hükmedilmesi îcab eder.

Üstelik Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm’ın teşri’ maksadıyla olmayan mübah işlerini ittibâ’ maksadıyla yapılması halinde müstehâblığın bahis mevzûu olacağı kitâblarımızda yazılıdır.

Hâsılı, şu namaz, Sahîh ve Hasen Sünnet’le sâbit olan ve Hanefîfıkhına hiçbir şekilde ters düşmeyen, hattâ bir çok eserinde bizzat yer alan bir namazdır. Sünnetsizlikleri, yâhud cehâlet veya tenbellikleri yüzünden onu kılmayanlar, bâri insâfa gelip yâhud edeb edip kılanlara yol kesici eşkıyâlık yapmasınlar. Kaldırılan Sünnetleri ihyâ edip ölçülemez ecir sâhibi olmak varken ve lâzım gelirken, yerleşmiş olanı imhâ etmek etmek hıyânet değilse, ğaflet ve cehâlet de mi değildir?

------------------------------------------------

Bu Namâz’ın Bir İsmi Var mıdır?

------------------------------------------------

Bu namazın belli bir isminin var olduğunu kitâblarımızda okumadık ve üstâdlarımızdan duymadık. Buna avâmdan kimilerinin (Kabir Namazı) demeleri, bir isimlendirmedir ki, isbâtı veya inkârı bizce mümkin olmadığı gibi lüzûmlu dahî değildir. Ona, dileyen, “Mahşerde işime yarar” düşüncesiyle “Mahşer Namazı” dadiyebilir. Dileyen bir başka da isim verebilir. Dileyen, isim vermeden de onu kılabilir. Dileyen de, -cesâreti varsa- “yeterince amelim var, bana başka ecir lâzım değil”, deyip onu kılmayabilir. Yalnız, (kabirde ayakta namaz kılınamaz ancak oturularak kılınabilir; onun için bu namaz da ona benzemektedir) deniliyorsa, buna da bir şey denmez. Sübûtu kabûl edildikten sonra, böyle bir isimlendirme kabûl ve red bakımından pek de mühim değildir.

------------------------------------------------

Netîce------------------------------------------------

Bütün bunlardan sonra ilim zevkini tatmış insanların şu namazı kılanlara (cehennem köpeği) yakıştırması yapmasının kendilerinegetireceği vasfı siz takdîr ediniz…

Şu mes’eleye bu kadar yer ayırmamızın asıl maksadı, hem bu namazı tanıtmak hem de onu ihyâ eden ve kılan güzîde insanlar cemâatininin amellerinin bu husûsta da Sünnet’e ve fıkıh’a ne denli uyduğunu ve güya sözüm ona ilim nâmına onlara çamur atmaya çalışanların ise câhillik ve basitliklerinin nerelere vardığını ortaya koymaktır.

Hadîs tedvîni zamanında şu hadîslerin kendisine ulaşmama imkânve ihtimâli olan İmâm Mâlik’e ve O’nu mezhebinde olan ve ictihâdîyle bir tecîhe giden Kâdî ‘Iyâd’a kınama yoluyla bir şey denilemeyecekse de artık her şey ortadayken yine de gelişi güzel konuşanlar bu namazı kılmamakla belki günâh sâhibi olmazlar; ama şu câhilâne tavırlarıyla ve dillerini şuna buna uzatmalarıyla günahkâr olacaklarında aklı başında mü’minlerce hiçbir şübhe yoktur.

[1]     Tirmizî, Sünen (471) Ümmü Seleme radıyallâhu anha’dan

[2]     Müslim, Sahîh (H:738), Nesâî (Benzer lafzını, Müctebâ:3/25, Kübrâ: 1449), Hazreti ‘Âişe radıyallâhu anha’dan.

[3]     İbn-i Mâce, Sünen (1195 ) Ümmü Seleme radıyallâhu anha’dan

[4]     İbnü Mâce (Benzer Lafzıyla) :(1196), Tahâvî Şerhu Meâni’l-Âsâr, (1/341 ) ‘Âişe radıyallâhu anha’dan

[5]     Ahmed, Müsned (5/260 ) ve Tahâvî, Şerhu Meâni’l-Âsâr (1/341 ) Ebû Umâme radıyallâhu anhu’dan

[6]     Dârimî, Sünen (1594), İbnü Huzeyme (1106), İbnü Hibbân (2577), Tahâvî, Şerhu Meânî’l-Âsâr: (341), Dârekutnî (2/39, H:1,3), Sevbân radıyallâhu anhu’dan

[7]    Zafer Ahmed ‘Usmânî et-Tânevî, İ’lâu’s-Sünen: (6/105-107)

[8]   Tirmizî, Sünen: 2/334-335

[9]    Hatta nikah gibi bazılarında câiz bile olmaz.

[10]   Âl-i ‘İmrân:32, 132

[11]   Aliyyü’l-Kârî, el-Makâetü’l-‘Azbe Fi’l-‘İmâmeti ve’l-‘Azebe isimli yazma risâle, V.1

[12]   Ğunyetü’l-Mütemellî (Şerh-i Kebîr): (428) Kezâ Halebî-i Sağîr (332)’de dahî buna işâret edilmektedir.

[13]    Tahâvî, Şerhu Meânî’l-Âsâr: 1/340-344

[14]    Nuhabu'l-Efkâr: 3/528

[15]    Aliyyü’l-Kârî İmame risâlesi (Yazma): V,1

[16]    Tahâvî, Şerhu Meânî’l-Âsâr: 1/342

Vesîle veTevessül -1-

Bundan sonra…

Âyetleri ve hadîsleri geçmiş âlimlerimizin anlayıp anlattığı gibi değil de kısır akılları ve önü alınmaz bâtıl saplantıları ile tahrîf eden bir gürûh ile başı belâda yetim ve sâhibsiz birnesiliz. İdârî yetimliğimizin yanında gayret, himmet ve cesâretten mahûm kalma ve bırakılmanın da sıkıntısını yaşiyoruz. Bütün bunlar, idârî himâyelere mazhâr olan asrın bedevî ve câhil ahmakları Yeni Hâricîlerin şirretliğine güç ve

hız kazandırmaktadır. Böylece hakk ve hakîkat haksız ve sefîl mıymıntıların elinde şerre ve şirretlere boğdurulmaktadır.

Câhillik, ğabîlik/idrâk-sizlik ve bedevîlikten başka sermâyesi olmayan şu ham Hâricîlerin işi Selef nâmına Selef'i karalamaktan ibârettir. Onların Selef dedikleri hakîkatte Selefolmayıp, Halfden/kötü sonrakilerden başkası değildir. Şunlara ilim, irfân ve cesâretle dur denilmesinin vakti çoktan geçmiştir Tahrîf ve tahrîb ederek Selef'e ters düştükleri mefhûmlardan biri de Vesîle ve Tevessüldür.

     Asrımızın dev ulemâsının daha çok sapık Sünnetsizlere cevâb vermek niyetiyle yazdıkları ise neredeyse sayılamayacak kadar çoktur. Allâme Muhammed Bahît'n, Yûsuf Dücvî'nin İmâm Kevserî'nin, Yûsuf en-Nebhânî'nin, Hamdullâh ed-Dacvî’nin, Hâmid İbn-i Merzûk’un, Hasan Sekkâf'ın, Hamzavî'nin, Ğumârîler’in Muhammed Alevî Mâlikî'nin ve diğerlerinin yazdıkları eserler, kötü taassub sâhibi olmayan ehl-i insâfın her türlü takdîrinin üstündedir.

     Şu husûsta şâz olarak gelen menfî sözler, sâdece İbn-i Teymiyye ve kör taklîdçileri İbnü'l-Kayyim, İbn-ü Abdi'l-Hâdî, İbn-ü Abdi'l-Vehhâb ve günümüzdeki fotokopilerine âiddir. Tevessül'ü reddedenlerin tek Selef'i İbn-i Teymiyye ve İbn-i Kayyim'dir. Başka da selefleri yoktur. Onların Selef derken gerçek maksadları budur. Âlimi ve câhiliyle koca bir Ümmet bir yana, şu şâz gürûh ise başka bir yana….

     Biz şu çalışmayı taraflara âid onlarca kitabı okuyarak birbakıma derlemiş olduk. Zîra şu âlimler, -müsbet ve menfî- neredeyse geriye diyecek başka bir şey de bırakma-dılar, dense yeridir. Kıymetli eserlerinden bir kısmı da Türkçeye kazandırıldı. Lâkin biz, daha çok hadîsler üzerinde sarf ettikleri mu-ğâlataların ve bedevîliklerin münâ-kaşasını esas aldık. Çünki, hadîs-den bir şey anlıyormuş gibi davranıp, o sâhaya vakit ayırmayan samîmî kimseleri aldatma ve zihinlerini karıştırma yoluna gitmektedirler. (Kendilerine verilmeyen (ni'met) ile doymuş gibi davranan, iki yalan elbisesini giyen/ tastamam yalancı gibidir)[1] hadîsindeki anlatılanlara tam uyan

şu yalancı hokkabazların balonlarının söndürülmesi elzem oldu.[2]

     Vesîle ve Tevessül ile Râbıta'yı aslında bir arada ele almak lâzımdır. Çünki Râbıta, aslında Vesîle ve Tevessül çeşitlerinden birisidir. O bakımdan Râbıta delîlleri ile onlarakarşı getirilebilecek i'tirâzlar hemen hemen aynıdır.

Kezâ, Tevessül delîlleri de Râbıta’nın hakîkatinin bir parçası olarak temelde Râbıta'ya da birer delîldirler. Dolayısıyla Râbı-ta'ya yapılabilecek i'tiraz ve inkârlar Vesîle ve Tevessül'e dahî yapılmış olur. Hâsılı, ileride verilecek etraflı bilgilerden de anlaşılacağı gibi, Vesîle ve Tevessül bir Cins olup Râbıta Onun nevilerinden bir nev-idir/çeşitidir. Bu yüzden ayrı ayrı ele alınmaları her birinin tam anlaşılmamasına sebeb olabilir. Lâkin biz âciliyyeti sebebiyle Râbıta mes’ele-sini önceki makâlelerimizde işlemiştik; şimdi sadece Tevessülü tahkîk edeceğiz.

Biz burada Vesîle ve Tevessül bahsini bir mukaddime, beş mes’ele ve bir neticede açıklığa kavuşturmağa çalışacağız. Mukaddime, Vesîle ve Tevessül’un ne demek olduğu, Birinci Mes’ele, Tevessülün Kur'an’dan delîlleri, İkinci Mes’ele, Tevessülün Sünnetten delîlleri, Üçüncü Mes’ele Tevessül hakkında ulemânın söyledikleri, Dördüncü Mes’ele, Tevessülün bir kısmını inkâr edenlerin delîl zannettikleri şübheler, Beşinci Mes’ele, Tevessülü câiz görmeyenler, Netîce de, Tevessül’ün kısa ve hulâsa olarak Şer’î hükmü, hakkındadır.

------------------------------------------------

(Mukaddime)

Vesîle ve Tevessül Ne Demektir?------------------------------------------------

(Lüğatta Vesîle): Vesîle kendisiyle başka bir şeye yaklaşılacakşey demektir.[3] Vesîle, Vâsile; Pâdi-şâh yanındaki rütbe

derece ve yakınlık…[4] Tevessül; “Bir işle bir şeye yaklaşmaktır”.[5] Veya yakın olmak[6]

     (Istılahta Vesîle): Vesîle; aslında, kendisiyle bir şeye ulaşılan ve kendisiyle (bir şeye) yaklaşılan şey demektir. Hadîsde onunla kasdedilen, Allah Teâlâ’ya yakınlık demektir…[7]Vesîle, kendisiyle başkasına ulaşılan şey.[8]

İleride de etraflıca ele alınacak olduğu gibi, âyetlerde ve hadîslerde yer alan vesîle ve tevessül, sâlih amelleri, Esmâ-i Hüsnâ’yı, şerefli zâtları ve nasslarla yasaklanmayan yani Allahile Resûlü’nün yasaklamadığı her ne varsa onları Allah celle celâlühû'ya yaklaşmaya vâsıta/ araç etmek demektir.

------------------------------------------------

Âyette Geçen “el-Vesîle” Lafzının Tahlîli

------------------------------------------------

    (Bir): Keşşâf[9] gibi tefsîrlerde vesîleyi tefsîr ve îzâh

sadedinde yer alan, ( �ق�رب ي� ه اى ب�= وس�ل ي�� ب� Küllü mâ yütevesselü/ (ك�ل م�ا ب�=bihî, ey yütekarrebu…/kendi-siyle (bir şeye) tevessül edilen, yani yaklaşılan her bir şey şeklindeki ifâdelere bir ilim adamıgözü ile dikkatlice bakılacak olursa, Zemahşerî'nin şu ifâdelerin-deki, sûr/kuşatma içine alma lafzı olan (

Küllü/hepsi kelimesi umûm/genellik bildirir ve her bir/(ك�لvesîleyi içine alır. El verir ki, Allah celle celâlühû ve Resûlü bu sebeb ve vesîleleri belli şekillerde sınırlandırmasınveya bir kısmını yasaklamasın. Hiç bir mü’min şübhe etmez ki, Allah celle celâlühû ve Resûl’ü, vesîleleri sınırlarlarsa artıkvesîleler onlardan ibârettir, başkaları meşrû’ değildir. Yine bir takım vesîleleri yasaklarlarsa, artık onlara tutunmak câiz olmaz. Putlara ibâdeti Allah celle celâlühû'ya yaklaşmağa vesîle etmek gibi. Hâsılı bu vesîlelerden nasslarla emredilen veya bir şekilde teşvîk edilenler belli olup, ya Farz ya Vâcib ya Sünnet veya Müstehab vesîlelerdir. Şunlar, sınırlı olup güç ve tâkat sınırları içindedirler. Diğerleri ise Mübâh

vesîlelerdir ki, kişi bunlara tutunmakta serbesttir. Maksadlaragöre de hüküm alırlar.

İşte bu yüzden, vesî-leler şunlardan ibârettir, veyâ şu vesîlelerden başkası yasaktır, yâhud şu, şu vesîle yasaktır, ma'nâsında nass getirmedikçe hiçbir mü’min, şu vâsıta câiz değildir, diyemez. Derse, bilerek veya bilmeyerek ilâhlığını veya peygamberliğini ilân etmiş olur. Şâri’lik yapmaya kalkışmış olur. Biz hiç bir nass’da, vesîleler şunlardan ibârettir veya şu vesîlelerden başkası câiz değildir şeklinde ifâde görmedik…

(İki): Yine, şu âyette yer alan ( له� el-vesîle/(ال�وس�ن=kelimesindeki  (ال)/el’in ma'nâsı,  (ال)/elif-lâm'da bulunabilecek dört ma'nâdan hangisidir? Bunu ilmen doğru olarakortaya koymak da âyetin dirâyet bakımından anlaşılmasını kolaylaştıracaktır.

Bir: Ahd-i Hâricî. Âyetlerde bilinmeyen bir vesîle'den bahsedilmiş, sonradan da önce o bahsedilenden bahsedilmiştir deniliyorsa,  böyle bir şey yoktur. Dolayısıyla bu ma'nâda olamaz.

İki: Ahd-i Zihnî. Aklımızda şu vesîle'nin ma'nâsı belli olduğundan âyette bildiğimiz şu vesîle ma'nâsına el-vesîle denilmiştir, deniliyorsa, bu ihtimâl de çok zayıf olduğundan onu ta'yin edecek delîle ihtiyâç vardır. Kim bunu iddiâ ediyorsa, iddiâsını yeterli delîllerle isbât etmeye mecbûrdur. Hattâ, biz harici karînelere/ip uçlarına ilâve olarak kat'î delîllerle kesin biliyoruz ki, bu değildir. Nitekim ileride etraflıca gelecektir.

Üç: İstiğrâk. Dâhil olduğunun bütün ferdlerini içine aldığını ifâde eder, denilecek ve buna göre ma’nâ verilecek olursa ve-sîlelerin tamâmını arayın, demek olur ki, bu takdîrde,  meşrû' olmayan vesîleler de içine girer ve câiz olmaz. Veyâ, meşrû olmayan vesileleri gösteren nasslarla bu mahsustur / sınırlandırılmıştır.

Dört: Cins: Dâhil olduğu ismin cinsinden olanları içi-ne alır ki, hepsi de-mek olmaz. Buna göre vesîle cinsinden olanların nass-larla tahsîs edilen ve meşrû’ olmayanları dışarıda bı-rakılanların hâricin-deki meşrû' veya mübâh nev'inden olanlarının her bir ferdi olur. Bunlardan nasslarla belli olanlar, mahdûd olup kişinin gücü dâhilindedir. Diğerlerinde ise ferdler muhayyerdirler.

 Evet, dince şirk, küfür, harâm ve mekrûh görülen şeyler, bu hükümler ister kat'î olsun, ister ictihâdî olsun, meşrû olmayanvesîlelerdir. Şu kadar var ki, şu meşrû’ olmamak, kat’î ise, veya hilâfsız/tartışmasız ictihâd-larla sâbit ise hiç bir mü’min aksini düşünemez.

Makbûl olan ihtilâflı ictihâdlarla sâbit ise, hevâ esas alınmadıkça, tercîh erbâbın-dan dileyen dilediğini seçer. Kimsekimseye karşı çıkamaz. Lâkin, bir takım edebsiz câhillerin değil de mu’teber müctehid-lerden bir kısmının karşı çıkmasıylaihtilâflı hâle gelen vesîle ve vâsıtalardan uzak durmak da en iyisidir.

Öyleyse, İslâm’daki ve bu arada Tasavvuftaki vesîlenin hiç bir delîli olmasa bile, inkârcıların şu inkârlarına delîl lâzımdır.

Kaldı ki, bu tevessül ameli, Kitâb, Sünnet, İcmâ, Ümmet'in tatbiki ve aklın hükmü ile câiz hattâ meşrû’, istenilen ve emredilen bir şeydir. İslâm âlimlerinin bu husûsta icmâ’ları vardır.

Ancak, câhil ve sapık bir sürü,

Tevessül’ün her çeşidini inkâr etmiştir. Diğer şâzz bir gürûh ise, esma-i hüsna ve kişinin kendi ameliyle olan tevessülü kabûl etmekle berâber, başkasının amelleri ve zâtlar ile olan tevessülü meşrû' kabûl etmemişlerdir.

Zamanımızdaki kimi câhil ve idrâksizler de bunların bu temelsizgörüşlerini daha da içinden çıkılmaz bir hâle sokup işi, Allah celle celâluhu ile kul arasına aracı konmaz çizgisine getirerekbir bakıma laiklerin görüşlerini benimsediklerini i'lân etmiş

oldular. Müşriklerin meşrû' olmayan vâsıtalarından kurtulayım ve kurtarayım derken Allah celle celâlühû ve Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in emrettiği ve güzel bulduğu meşrû' vâsıtaları da meşrû' görmeyerek laiklerle aynı paraleldebir zihniyet içine girdiler; sapla samanı karıştırdılar.

Hâlbuki biraz ince bir düşünce ile bakıp zâtlarla tevessülün desâlih amellerle tevessül olduğunu anlayabilmeliydiler. Ancak, bu ölçüde akılları ve falanca zât ile tevessülün, onun amelleriyle veya onu sevme sâlih ameliyle bir tevessül olduğunufark edebilecek idrâkleri yok.. Bu husûstaki Kur'ân ve Sünnet delîllerini anlayabilecek ilim, fıkıh ve fehme sâhib bulunmamaktadırlar. Bu yüzden, güya tevhid endişesi taşıyan amagerçekte maddecilik ve laiklik ile tıpa tıp aynı olan düşüncelerinde inâd ve ısrâr ederek sadece kendilerinin değil başkalarının da sapıtmasına sebeb olmaktadırlar.

Bir yanda, kişi ile Allah celle celâluhu arasına mahlûkun vâsıta (aracı) yapılamayacağını söyleyen, öte yandan da, kişinin kendi sâlih amellerini öne sürerek tevessül edilebileceğini ifâ-de eden câhiller, Allah celle celâlu-hu’nun, Allah’tır, sizi ve yapmakta olduklarınızı yaratan[10] buyurduğunu ve amellerin de mahlûk olduğunu bilmezler mi aceb?

Vesîleler Kaç Çeşittir?------------------------------------------------

     Mes’eleye bir de bir müctehid gözüyle bakalım:

     İmâm Karâfî (Ö: 684) bu husûsta kısaca şöyle diyor:

     Bazen (vesâil)/vesîleler, (ze-râi’) kelimesiyle anlatılır.Bu (zerîa), bizim arkadaşlarımızın (Mâlikîlerin) ıstılâhıdır. Mezhebimizde meşhûr olan, bu lafızdır. Bunun içün (Seddü’z-Zerî’a) derler ki ma’nâsı, fesâdın vesîlelerinin kökünü kazımakve defetmektir. (Yâhud da suça götüren yolları tıkamak.) Artık zarar/bozukluk bulunmayan bir şey (başka bir) zarara vesîle/sebeb olursa Mâlik bu şeyi birçok sûretlerde yasaklamıştır. (Seddü’z-Zerî’a) -Mâlikîlerden birçoğunun zannettiği gibi- İmâm Mâlik’in mezhebinde bulun(up da başka mezheblerde bulunmay)an şeylerden değildir…

     Aksine, Zerâi’/vesîleler üç çeşittir:

     (Birincisi), Müslümanların yollarında kuyu kazmak gibi, Ümmet’in yasaklanmasında sözbirliği ettiği vesîlelerdir. Zîrâ bu (kuyu kazmak), insanların kuyularda helâk olmasına götüren bir vesîledir.

     ((İkinci)) bir vesîle daha vardır ki, Ümmet onun yasaklanmamasında sözbirliği etmiştir. Çünki bu yasaklanmayacakbir vesîledir/yoldur. Şarab yapılacağı korkusuyla üzüm zirâati yapmamak ve zinâ edilir korkusuyla evleri yan yana yapmamak gibi…

     ((Üçüncü)) bir kısım vesîleler daha vardır ki Ümmet bunların yasaklanıp yasaklanmaması hakkında anlaşmazlığa düşmüşdür. (Bir malı) on dirheme satıp Beş dirheme satın almak gibi…

     Bilesin ki, zerî’anın yasaklanması, nasıl (bazen) vâcib ise, açılması/serbest bırakılması da (bazen) vâcib, (bazen) mekrûh ve (bazen) mübâh olur. Çünki Zerî’a vesîle demektir. Nasıl ki haramın vesîlesi haram ise, vâcib’in vesîlesi de vâcibdir.

     Ahkâmın kaynakları iki kısımdır:

     ((Birincisi)), (Makâsıd)dır ki, bunlar maslahatları/faydaları ve mefsedetleri/zararları içinde bulundurur.

     ((İkincisi de)) (Vesîleler)dir ki bunlar şu maksadlara götüren yollardır/sebeblerdir. En yüksek mak-sadlara götüren vesîleler, vesîlelerin en üstünü, maksadların en kötüsüne götüren vesîleler, vesîlelerin en kötüsü, maksadların orta hallilerine götüren vesîleler de vesîlelerin orta hallileridir.[11] (Karâfî’den nakil son buldu)

(Birinci Mes’ele)

Vesîle ve Tevesül’ün Kurân’dan Bir Takım  Delîlleri

------------------------------------------------

Ma'nâsının şümûlü/kapsamı, bizim burada sadedinde olduğumuz Tevessül’ü de içine aldığı kanâatini taşıdığımız beş âyet getireceğiz.

---------------------------------------------

(Birinci Âyet)

O’na vesîleyi arayınız.

---------------------------------------------

(O’na[12] (ulaşmaya) vesîleyi arayınız.) [13]

Bu âyet, çerçevesini çizdiğimiz vesîle ve tevessülün de meşrû' olduğunun bir delîli olup, îmânla, amellerle ve şahıslarla tevessül etmeyi dahî içine alır. Hattâ müfterî ve gevezelerin çenebazlıklarına rağmen, tevessül denilince her ikisi de hemen akla gelir.

Bu âyetin, şahıslarla da tevessül etmeyi içine aldığını söylemek ne sırf rey/görüş iledir, ne de lüğatın genelliği iledir.[14] Aksine bu,

 

İbnu Abdi'l-Berr’in el-İstîâb’ın-daki bir rivâyette vardır: Hz.Ömer radıyellâhu anh, Hz. Abbas radıyellâhu anhümâ ile istiska ettikten sonra şöyle demişti: Vallahi bu Allah celle celâluhû'ya bir vesîledir ve O'nun katından bir rütbedir.[15]

Yine Fethu’l-Bârî’de[16] geçtiğine göre, Zübeyr İbn-i Bekkâr’ınEl-Ensâb’ında geçen, Hz. Ömer’in radıyellâhu anh şu sözünü de buna ekleyebilirsiniz; “O’nu (Abbas’ı) Allah(celle celâluhû’y)avesîle edininiz.”

Bu sözden, ondan düâ isteyiniz ma'nâsı anlaşılmaz. Zîrâ Hz. Ömer radıyellâhu anh ondan düâ istemiş, O da duâ etmek üzere öne geçmişti. Mü'minlerin Emîri’nin O'ndan duâ istemesi, O’nun da bunun için öne geçmesinden sonra, Hz. Ömer radıyellâhu anhu’nun bu sözünden ancak,

O’nunla Allah celle celâlu-hû’ya tevessül ediniz, yani, Allah celle celâluhû’ya, 'bu zâtın hatırı için, bu ihtiyacımızı yerine getir,' diye yalvarınız, ma'nâsına gelir. Nitekim Hz. Ömer radıyellâhu anhu’nun kendisi de öyle yapmıştı. (Kevserî’nin sözü bitti)

Zübeyr İbn-i Bekkâr Rivâyeti’nin Tahlîli

------------------------------------------------

Zübeyr İbn-i Bekkâr’ın el-Ensâb’ı elimizde mevcûd olmadığından senedi hakkında bir şey diyemiyeceksek de, İbn-i Hacer gibi birMuhaddisin istimâl ettiği şu rivâyet hakkında bir ölçüde peşin bir i'timâdımızın olması, aksi sübût bulmadıkça, ilme ve edebe ters mi olur, dersiniz? Hayır…

 

Ancak, buna rağmen şu rivâyeti, Zübeyr İbn-i Bekkâr yoluyla, Hâkim de, el-Müstedrek’inde yapmıştır.

----------------------------------------------

Hâkim’in Rivâyeti

----------------------------------------------

Hâkim, Ebû Zekeriyâ Yahyâ b. Muhammed el- Anberî’den O, Hasan b. Ali b. Nasr’dan. O, Zübeyr b. Bekkâr’dan, O, Sâide b. Ubeydillah el- Müzenî’den, O, Dâvûd b. Atâ el Medenî’den, O, Zeyd b. Eslem’den, O, İbn-i Ömer’den…rivâyet etti. Hâkim bu rivâyeti yapar ve susar. Bir şey demez. Bu haberde geçen, İbn-iAbbas’ın düâsının sıfatını,

Zübeyr İbn-i Bekkâr açıkladı. Zübeyr İbn-i Bekâr, bunu yine Dâvûd yoluyla, Atâ’dan, O, Zeyd İbn-i Eslem’den, O, İbn-i Ömer’den rivâyet etti….

Ömer onlara, O’nu, başınıza gelmiş olan (kuraklık) musîbeti için Allah’a vesîle edininiz, dedi.

Belâzürî, bunu, Hişâm İbn-i Sa’d yolundan, Zeyd İbn-i Eslem’den, O, İbn-i Ömer yerine Babası (Eslem)-den rivâyet etti. Muhtemeldir ki, Zeyd (İbn-i Eslem)’in iki şeyhi vardır. (İbn-i Ömer ve Babası Eslem)[17]

------------------------------------------------

Câhil Bid’atçı Elbânî, Bu Rivâyet İçin Ne diyor?

------------------------------------------------

Elbânî şöyle diyor: Bu rivâyetin sıhhatli olduğu gerçek değildir. Zîra bu rivâyet, Medîne'li Dâvûd İbn-i Atâ’dan gelmektedir. et- Takrîb’de belirtildiği gibi, O, zayıftır.

Ez-Zübeyr İbn-i Bekkâr’ın O’ndan rivâyetini, El-Hâkim (3/334) nakleder ve hakkında konuşmaz, susar. Zehebî ise buna bir açıklama getirerek, Dâvûd metrûktür, der. Ayrıca rivâyet’in senedinde çelişki (ıztırab) dahî vardır. Bildiğimiz gibi, bunu,Hişam b. Sa’d, Zeyd b. Eslem’den rivâyet etmiştir ve rivâyetinde, İbn-i Ömer yerine, babasından, demiştir.[18] (Elbânî'nin sözü bitti.)

Deriz ki: Câhilliklerin ve hâin-liklerin neresinden başlasak ki?!..

Bir: Et- Takrîb’de, zayıftır denilmektedir, doğru.

İki: Lâkin, Hâfız Alâuddin Muğlatay, İkmâlü Tehzîbi’l-Ke-mâl’de,[19] “Dâvûd’un hadîsini, Hâkim, şâhid(haber)lerde,[20] rivâyet etmektedir” demektedir. Demek ki, Hâkim bu rivâyeti, bilmeden, kendi sahîhlik şartıyla çelişkiye düşerek, yapmadı. Aksine diğer sahîh rivâyetleri pekiştirmek için yaptı.

Üç: Şâhidlerde her zaman sıhhat şartı aranmaz. Nitekim Buhârî ve Müslim’de şâhid olarak yapılan bir çok rivâyetin senedinde kendinde (şiddetli olmayan) zayıflık bulunan râvîler vardır. Ancak her zayıf râvî de şâhid ve mütâbi’ olmağa elverişli değildir.[21] Ve her zayıflıkla suçlanan râvî, her zaman hadîsizayıf yapmaz.

Dört: Zehebî, (Dâvûd terk edilen biridir) dediği yerde, başka şeyler dahî demişse de, Elbânî hâinlik yaparak, onları, Zehebî’nin şu sözünün başından makaslamıştır.

Zehebî şöyle diyordu: Bu (rivâyet), Banyâsî’nin Cüz’ünde âlî[22] bir isnâdla mevcûddur. Benzeri bir rivâyet, İbn-i Abbas’dan Sahîh olarak gelmiştir. Dâvûd ise metrûktür (kendisinden rivâyet terk edilen birisidir).[23]

Hâinliği görüyorsunuz değil mi?

Beş: Zübeyr İbn-i Bekâr ile Belâzürî’nin senedlerindeki farklılığı, yerini göstermeden, sanki kendisi bulmuş gibi, Fethu’l-Bârî’den alıp hemen, ızdırâbı yani çelişkiyi gördü ve keşfediverdi; ama aynı yerde İbn-i Hacer’in, Zeyd’in iki şeyhi olabilir, dediğini görmedi(!)

Öyle ya, olabilir ki, önce babasından almış, sonra da İbn-i Ömer’den almak şerefine kavuşmuştur. Veya, aynı hâdiseye şâhid olan babasını ve İbn-i Ömer’i dinlemiştir. Engel ne? Hevânın esîri olmak mı? Hâinliği seyrediyorsunuz değil mi? Diğer saçmalıklarla zamanınızı daha da zayi etmek istemem. Yeter…

Altı: Râvîyi veya senedi, Sağlam veya zayıf bulmak, büyük ölçüde ictihâdla alâkalı bir mes'eledir.,. Zayıftır diyenlere de vahiy gelmiyor. Öyleyse ne bildiniz, belki Dâvûd, Hâkim’e göre sağlamdır? Nitekim işinin zâhiri bunu göstermektedir.

Yedi: Kaldı ki, belli şartlarla teaddüd-i turuk/bir rivâyetin senedinin birden çok oluşu ile zayıf rivâyet hasen mertebesine çıkar. Yani, aynı mes'elede zayıflığı şiddetli olmayan değişik zayıf isnâdlarla gelen aynı haber, yolların birden fazla olmasıyla hasen mertebesine çıkar. Hasen Liğeyrihî hâline gelirve delîl olur. Burada, yollar birden çok. Dolayısıyla, Hâkim’inbu rivâyetinin başka bir rivâyete Şâhid olmadığını farzetsek bile, başlı başına delîl olurdu.

Hâsılı, taarruzları boşunadır..

İmâm Kevserî devamla şöyle dedi: İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî’de şöyle diyor: Hz. Ömer radıyellâhu anhu'nun (Abbas’la tevessül ettikleri)ne dâir olan sözünde, onların Hz. Ömer radıyellâhu anhu'dan kendileri için Hz. Abbas radıyellâhu anhu'dan yağmur duâsı istemesi ma'nâsının olduğuna delâlet yoktur. Zîrâ, iki hâlde de (bu sözde) Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’den şefâatdileyerek, Allah celle celâlü-hû'dan yağmur istemeleri ihtimâlivardır.

İbn-i Rüşeyd şöyle demiştir: İmâm Buhârî, insanların ‘imâmdan yağmur duâsı yapmasını istemeleri’ başlığı ile evlâ yolla delîlgetirmeyi murâd etti. Çünkü onlar, O’nunla Allah celle celâluhû’dan istiyorlar, Allah celle celâluhû da onlara yağmur yağdırıyorsa, (Allah celle celâluhû’dan) istemeleri için O'nu öne geçirmeleri daha münâsibdir. (Fethu’l-Bârî’den nakil bitti.)

İki hadîs Hâfızı İbn-i Hacer ve İbn-i Rüşeyd’in şu sözleri, O'nunla tevessül etmek demek, O'ndan duâ istemektir, diyerek vehimlere dalanların vehimleri(nin asılsız oldukları) hakkında hükmünü vermektedir. Tevessül ile duânın ne alâkası vardır?!.. Evet, bazen vesîle edinilen kimse, vesîle eden için duâ da

eder. Ancak, bu, tevessülün ne Şer’an ne de lüğat olarak gösterdiği bir ma'nâ değildir.[24] (Kevserî'nin sözü bitti.)

Hem, bu âyeti, aklı putlaştırarak Şer’î bir sınırlandırıcı olmadan tahsîs veya takyîd etmek, Mü'minin cesâret edebileceği bir şey değildir. Yani Allah celle celâluhû’ya yaklaşmağa vesîle (vâsıta-sebeb) arayın, sözünü sınırlandırıp, Yâ Rabb!...Şu sâlih kulunun senin yanındaki hatırı[25] için beni bağışla, diyerek Allah celle celâluhû’ya yaklaşmağı bu âyetin dışında bırakmak hangi Şer'î, aklî ve luğavî delîl ile mümkindir?

------------------------------------------------

(İkinci Âyet)

Hâlbuki onlar, kâfirlere karşı, (O'nunla Allah'dan yardım ve) fetih istiyorlardı...

------------------------------------------------

(Hâlbuki onlar (Yehûdîler) kâfirlere karşı,  (O'nunla Allah'danyardım ve ) fetih istiyorlardı..)[26]

Bu âyet-i celîlenin tefsîrinde, İbnü Ebî Hâtim[27], İbn-i Cerîr[28], Beğevî[29], Kurtubî,[30] ve Âlûsî[31] şu rivâyeti getiriyorlar:

(Yehûdîler'e bir musîbet geldiği, bir düşman ansızın onlara saldırdığı zaman, “Ey Allah’ım! Onlara karşı Âhir Zamanda gönderilecek olan, sıfatını Tevrat’ta bulmakta olduğumuz Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem ile/onun hatırına bize yardım et” diye duâ ederlerdi.)

Mühim Bir Nokta------------------------------------------------

Buradaki, rivâyetin Sahîhlik derecesinden çok, bizce en mühim noktalardan biri, onun bu büyük müfessirler ve muhaddislerce

kabûl görüp kitâblarına alınmasıdır. Böyle bir tevessülün açık âyetlere ters görülmemesidir. Hattâ bazı âyetleri daha anlaşılır kılan, tefsîr eden mâhiyyette görülmesidir. Kaldı ki bu rivâyet, İmâm Beyhekî'ye göre en az Hasen rütbesindedir. Zîrâ bu, kitâbı için gözetmeyi va'dettiği bir esastır.[32]

Peki bu İmâmlar hatâ etmiş olamazlar mı? Edebilirler... Ama sizey zavallılar!.. Siz hatâ etmezsiniz, söyledikleriniz her zamanaçık âyetlerin hükmüdür(!); değil mi?

Haya îmândandır.[33] Âmennâ…

------------------------------------------------

(Üçüncü Âyet)

Şâyet onlar kendilerine zulmettiklerinde... [34]

----------------------------------------------

(Şâyet onlar kendilerine zulmettiklerinde, sana gelseler ve Allah celle celâlühû'dan mağfiret isteseler ve Resûlullah sallallâhu aleyhi ve selem de onlar için mağfiret dilese, elbette Allah celle celâlühû'yu tevbeleri çok fazla kabûl edicive çok merhamet edici olarak bulurlardı.)

Bu âyeti ölümden öncesi ile sınırlandırmak, hevâ îcâbı olan, hiçbir delîl bulunmaksızın yapılan bir sınırlandırmadır. Mutlak’ı mutlaklığı üzere bırakmak Ehl-i Hakk olan Ehl-i Sünnet’in ittifak ettiği husûslardandır. Sınırlandırma da ancakdelîl ile olur. Hâlbuki burada âyeti sınırlandırıcı hiçbir delîl yoktur. Aksine Hanbelîlere varıncaya kadar, mezheblerin fakîhleri, bu âyetin ölümden sonrasını da içine aldığı görüşündedirler. [35]

------------------------------------------------

Utbî Kıssası[36]

------------------------------------------------

İmâm Hâfız Ebû Abdillâh Muhammed İbn-i Mûsâ İbn-i Nü’mân el- Mezâlî el Merrâküşî (607- 683) şöyle diyor: Bize rivâyet edildiğine göre Hâfız Ebû Sa’d es-Sem’ânî Ali radıyallahu anhu ve kerremellâhu vechehû’nun şöyle dediğini anlattı: Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’i defnettikten üç gün sonra yanımıza bir bedevî geldi, kendini Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabri üstüne attı, toprağından başına saçtı ve şöyle dedi:

Söyledin ve sözünü işittik. Senden anladığımızı sen Allah’tan anladın. Sana indirilen âyetler arasında, (şâyet onlar kendilerine zulmettikler vakit sana gelseler,  hemen Allahtan af isteseler ve onlar için Resûl de af isteseydi, elbette Allahcelle celâlühû’yu tevvâb ve rahîm olarak bulacaklardı) âyeti devardı. Nefsime zulmettim ve benim için af dilemen maksadıyla geldim. Bunun üzerine kabirden hemen, (bağışlandın) diye ses geldi.[37]

İmâm Ebû Abdillâh Muhammed İbn-i Mûsâ İbn-i Nu’mân el- Mezâlî el Merrâküşî, yine kendi isnâdıyla, Muhamme İbn-i Nu’mân İbn-i Şibl el-Bâhilî’den şöyle dediğini rivâyet etti:[38]

Medîneye girdim ve Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabrine vardım. Bir de gördüm ki, bir bedevî devesini hızlıca sürüyor. Hemen devesini çöktürdü ve bağladı. Sonra kabr-i şerîfe girdi ve güzelce bir selâm verip hoş bir duâ yaptı. Sonra da şöyle dedi: Anam babam hakkı içün yâ Resûlelleh sallallâhu naleyhi vesellem! Kesinlikle Allah celle celâlühû seni vahyine hâs kıldı ve sana içinde evvelkilerin ve sonrakilerin ilmini topladığı bir kitâb indirdi ve kitâbında, (şâyet onlar kendilerine zulmettikler vakit sana gelseler ve hemen Allah’dan af isteselerdi, Resûl de onlar için af isteseydi, elbette Allah celle celâlühû’yu tevvâb ve rahîm olarak bulacaklardı) buyurdu. Dediği de haktır. Ben sana günahları i’tirâf ederek, seni Rabbine şefaatçı yaparak geldim. O da (şu âyetinde) va’dettiğidir. Sonra kabre döndü ve şöyle dedi:

Ey en hayırlısı, düzlükte kemikleri gömülenlerin!.. /Ve güzel koktuğu onların güzel kokusundan düzlüğün ve yüksek tepelerin.

Sensin o Nebî ki, umulur şefâati/ Sıratta, kaydığı zamanda ayaklar.

Canımdır fedâ o kabre ki, sensin sâkini/ Ondadır afâf, ondadır cömertlik, ondadır kerem.

Sonra da bineğine binip gitti. Ancak mağfiretle gittiğinde hiç şübhe etmiyorum İnşâellah.

Muhammed İbn-ü Abdillâh el-Utbî de bu haberi anlattı ve sonuna şu ilâveyi yaptı: “Derken uyuya kaldım ve hemen Nebî sallallâhualeyhi ve sellem’i rüyâda gördüm, bana şöyle dedi: Ey Utbî! Bedevî’ye yetiş ve ona Allah celle celâlühû’nün onu bağışladığını müjdele.”

Merhûm Seyyîd Muhammed Alevî Mâlikî şöyle diyor: Bu haberi, İmâm Nevevî, (El-Îzâh: 498, el-Mecmû’: 8/276) Ebû’l-Vefâ İbn-ü Ukayl, İbn-i Kesîr, Tefsîru'l-Kurani’l-Azîm (1/520-521), Ebû Muhammed İbn-ü Kudâme, (El-Muğnî, 3:556), Ebû’l-Ferec İbn-i Kudâme, (Şerh-i Kebîr, 3: 495),Mensur İbn-i Yûnus, (Keşşafu’l-Kınâ’, 5:30), İmâm Kurtubî (El-Câmi’, 5:265) gibi büyük müfessirler ve muhaddisler nakletmiştir. Hattâ, (büyük fakîh koca muhaddis) İmâm Nevevi, Utbî’nin bedeviden naklettiği bu beytleri, Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabrini ziyâret esnasında söylemenin müstehab olduğunu söylemiştir. (El-Mecmû', 8:274), (Mâlikî’den nakil son buldu.)

Mısbâh Muhakkiki Hüseyin Muhammed Ali Şükrî bu rivâyetin İbn-i Beşküvâl’in el-Kurbetü  ilâ Rabbi’l-Âlemîne bi’s-Salâti alâ Muhammedin Seyyidi’l-Mürselîn isimli eserinin 16/Â varağında olduğunu söylemektedir.

Bu rivâyetler muhtemelen ayrı hâdiselerden haber vermektedir. Zîra, Sem’ânî, Utbî nisbetinin, Utbe ibn-i Ebî Süfyân’ın çocukları için kullanıldığını söyledikten sonra, Utbî nesebiyleanılan üç-beş kişiyi tanıtıyor. Bunların içinde Sahâbî veya tâbiî olan görülmemektedir. Bu yüzden, olabilir ki, biri diğerinden mülhem olarak gerçekleşmiştir. Hâdiselerin aynı olma

ihtimâli de vardır. Şu iki rivâyet, aynı hâdise ise Utbî Hz. Ali zamanında yaşamıştır. Bu takdîrde Utbî’nin sözünü ettiği bedevî şahıs da aynı sahâbîdir. Çünki, olabilir ki, Hz. Ali radıyallahu anh’ın gördüğü bu hâdiseye Sem’ânî'nin tanımadığı ve bilmediği bir Utbî de şâhid olmuştur.

Nevevî ve diğer büyük İmâmların hâdiseden müstehablık hükmünü çıkarmaları bu ihtimâli kuvvetlendirmektedir. İlim Semânî-nin bildiği ve söylediğiyle de sınırlı değildir. O’nun da zâten böyle bir iddiâsı yoktur. Hâdise birse de rivâyetler arasında çelişki yoktur. İki şekli de mümkindir.

----------------------------------------------

Hikâyenin Bizce En Mühim Noktalarından Bir Kısmı

------------------------------------------------

Bir: Bunca büyük muhaddisler ve müfessirlerce şu rivâyet'in kabûl görmesi ve Kur'an’ın açık âyet-lerine ters bulunmaması veşirk kabûl edilmeyip, güzel bulunarak kitâblarına alınmasıdır. Hattâ, müs-tehab kabûl edilmesidir.

İki: Bin seneyi aşkındır, hiçbir müctehid, muhaddis, müfessir ve fakîh tarafından şirk olarak görülmemesi, kimsenin Nevevî’yemüşrik damgası vurmaması… İbn-i Kesîr’in meşhûr dediği bu hikâyeye, kendisi ve hiçbir âlim tarafından karşı çıkılmaması… Bâtıl olmadığında bir çeşit sükûtî bir icmâın gerçekleşmesi gibi yanlarıdır.

Üç: Bu rivâyetin sıhhat derecesi ise daha sonra gelecek olan başka bir husûstur…

Dört: Bir de bilenler bilir ki, sahîh bir isnâdı yoksa da (müctehid ve muhaddis) insanların kabûl ettiği hadîsin sahîh olduğuna hükmedilir.[39] Hattâ, Ümmet’in kabûl ettiği hadîs, bize göre Mütevâtir ma’nâ-sındadır. Çünki, büyük imâmlarımız-dan Cessâs, Ahkâmu’l-Kurân’ında bir başka münâsebetle şöyle dedi: Ümmet bu iki hadîsi her ne kadar gelişi âhâd olan/Mütevâtir ve Meşhûr olmayan yolla olsa da kabûl ile karşılamış ve almıştır. Bu yüzden Mütevâtir kapsamında

olmuştur. Çünki, insanların kabûl ile karşılayıp aldığı Haber-iVâhidler bizce birçok yerde açıkladığımız sebeble Müte-vâtir ma’nâsındadır.[40] (Cessâs’dan nakil bitti)

Beş: Utbî kıssası, yukarıdaki nakillerde de görüldüğü gibi âlimlerimizce kabûl gören ve muhtevâ-sıyla amel etmek müstehab kabûl edilen bir haberdir. O hâlde, bir görüşe göre, -senedi zayıf bile olsa- Sahîh, hattâ, Mütevâtir ma’nâ-sındadır.

Hâsılı, Utbî’nin haber verdiği bedevi’nin bu işi bir Tevessül’den ibârettir. Hakîkî fail Allah celle celâlühû’dur. Ve siz ey câhil yobazlar!... Hangi İslâm, hangi ilim, hangi irfan ve hangi hayâ ile bu ameli şirk, ve onu kabûl eden ve bununla amel eden bunca büyükleri müşrik ve kula ibâdet eden kimseler olarak kabûl edebilirsiniz?!...

------------------------------------------------

(Dördüncü Âyet)

“O Çağırdıkları, Onların En Yakın Olanları Hangileri İse, O’na Yaklaşmağa Vesîleyi Ararlar.”

-----------------------------------------------

(O (ilahlar olarak)[41] çağır(ıp ibâdet yap)dıkları,[42] onların (Allah celle celâluhû’ya) en yakın olanları hangileri ise, (onlar yine de), O’na (Allah’a) yaklaşmağa vesîleyi ararlar.)[43]

Bu âyetteki (yed’ûne) lafzı, Selef tarafından, “sesleniyorlar” şeklinde değil de (ya’budûne), “ibâdet ediyorlar” şeklinde tefsîr edilmiştir. Nitekim bu ma’nâlandırma İbn-ü Mes’ûd’dan sahîh rivâyetlerle gelmiştir.[44] Nasıl böyle olmasın ki, İmâm Buhârî ve diğerlerinin rivâye-tine göre Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem Bedir’de geberen müşriklere seslenmiştir.[45] O’nu hangi dinsiz -hâşâ- “ölülere seslenmekle onlara ibâdet eden” biri olarak i’lân edebilir?!... Bu vesîle, amel diye de tefsîr edilmektedir ki, bu dahî doğrudur ve şahıslarla tevessülü de içine alır. Zîrâ, falanca için beni affet veya bana şu makamı ver demek, o sâlih kişiyi ben seviyorum bu bir sâlih amelimdir,

bunun veya onun sâlih amelleri hatırı için beni affet, veya bana şunu ver demektir. Yani, zâtlarla tevessül dahi her bakımdan sâlih amellerle tevessüldür...

Suâl: Peki bunlar/âyette sözü edilenler hangi sâlih zâtlarla tevessül etmiş olabilirler?

Cevâb: Muhtemelen Âdem aley-hisselâm'ın, yaptığı gibi, onlar daEfendimiz sallallâhu aleyhi ve selem ile tevessül ediyor olabilirlerdi, ki, Âdem aleyhisselâm'ın bu tevessülü sahîh bir hadîsle sâbittir, nitekim ileride gelecektir. Tevessül’ün meşrûluğu için açık bir âyet olan bu âyeti tevessül aleyhine delîl olarak görebilecek kadar ilmi ve fıkhı olanları Allah celle celâluhû nazardan saklasın!.. Bir de, (kelimeleri yerlerinden tahrîf ediyorlar)[46] âyetinde de ifâde edildiği gibi, âyetin ma'nâsını ya bilerek veya bilmeyerek değiştirilmektedir. İleride bu bahis inşallah bir daha gelecektir.

------------------------------------------------

(Beşinci Âyet)

Mûsa Aleyhisselâm’ın Taraftarlarından Olan Kişi, DüşmanlarındanOlan Kimseye Karşı Ondan Meded İstedi.[47]

------------------------------------------------

(Mûsa aleyhisselâm’ın taraftarlarından olan kişi, düşmanlarından olan kimseye karşı Ondan[48] ğavs/meded istedi.)[49]

Bu âyette Mûsâ aleyhisselâm’ın taraftarlarından olan biri düşmanlarından olan birisine karşı, bir kul olan Mûsâ aleyhisselâm'dan isti-ğase etti.[50] Bu, tevessül ma'nâsına birşeydir. Gerçekte meded istenen ve eden Allah celle celâlühûdür.

Eğer, (bu âyetteki istiğase/ meded isteme, diriden istenilen bir mededdir, dirinin medede gücü yeter, ölünün ise yetmez) diyorsanız, biz de zâten bu âyeti, (ister diri olsun, ister ölüolsun, kulun, kuldan istiğase edebileceğine dâir bir delîl

olarak buraya almıştık), deriz. İleride inşâellah İmâm Buhârî’den bunu te'yîd eden sahîh bir hadîs nakledeceğiz. Zîrâ biz Ehl-i Sünnet Müslümanlarının inancında, kudret, diri de olsa, müstakil olarak Allah celle celâluhû’dan bağımsız olarak,-O kadir kılmadıkça- bir mahlûka nisbet edilmez. Edilirse, bu, ya küfür olur, ya da sapıklık. Mahlûkun güç yetirmesi Allah celle celâluhû’nun bu gücü vermesiyle oluyorsa, -ki öyledir- bizce ölü ile diri arasında bu noktada hiçbir fark yoktur. Allah celle celâluhû mu'cize veya kerâmet yoluyla ölüye meded etme gücü vermeye kadirdir. Hattâ, ölü veya diri sıradan bir kul bile rü'yâsında (kalk namaz kıl, vakit geçmek üzere) veya (duvar üzerine yıkılacak kalk dışarı çık) diyerek size meded edebilir ki, gerçekte bu meded Allah celle celâluhû’dan, sebeb olarak da, o kuldan olur. Allah celle celâluhû’nun izni ve kadir kılmasıyla böyle bir meded olabiliyorsa, ve olmuş ise, buinançla böyle bir mededi, kuldan beklemek neden câiz olmasın?... Lâ fâile illâ Hû... Ya’nî O’ndan başka hiçbir fâil(-i hakîkî) yoktur.. Çünki, âyetlerde şöyle buyruldu: “Sizide yapmakta olduklarınızı da Allah yarattı.”[51] “Allah celle celâlühû her şeyi yaratandır.”[52]

(İnşâellâh devâm edecektir.)

[1] [Ahmed, Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Esmâ b. Ebî Bekr radıyellâhu anhâ’dan, Müslim, Âişe radıyellâhu anhâ’dan], Et-Teysîr: 2/454

[2] Şu zavallıların birçoklarıyla yurt içinde ve yurt dışında bu mevzû'da bir hayli münâzaralarımız oldu. Tek sermâyeleri câhillik, idrâksizlik, yalan ve kandırmaktan ibârettir. Münâkaşa için her zaman gözü açılmamış bilgisizleri ararlar. Hafif bir konuşmadan sonra işi şirretliğe ve ağız kalabalıklığına vardırır, haklarından gelemeyeceklerini gördükleri kimselerle bir daha bir araya gelmekten sakınırlar. Birçok da'vetlere rağmen selâmeti hep kaçmakta bulurlar. Muârızlarının eserlerini okumaya tahammül edemeyecek kadar yobazdırlar. Okusalar da bunu hakkı aramak maksadıyla yapmadıklarından gözleri doğruyu göremez halde kalırlar.

Yeryüzünde haksız yere kibirlendikleri için bütün âyetleri görseler de onlara teslîm olamazlar; hidâyet yolunu görseler onu yol edinmezler; ama sapıklık ve taşkınlık yolunu görseler onu yol edinirler. Âyet ile âyetten çıkardıkları bâtıl ve fâsidmanaları ve dahî hadîsle hadîsden anladıkları yanlış ma'nâları hep karıştırırlar; halt ederler. Birçok âlim(!) zevâtına yaptığımız nice da'vetler hep karşılıksız kalmıştır. Yine de hazırız, bekliyoruz.

[3] Sıhâh, ((و س ل/v-s-l)  maddesi), 4/1497), Muhtâru’s-Sıhah  ( ( و س ل/v-s-l)  maddesi), el-Misbah ((و س ل/v-s-l)  maddesi), Tâcu’l-Arûs ((و س ل /v-s-l)  maddesi),  [4] Kâmûsü'l-Muhît ((و س ل /v-s-l)  maddesi, 1068 )[5] Sıhâh, ((و س ل /v-s-l)  maddesi), 4/1497), Muhtâru’s-Sıhah  ( ( و س ل /v-s-l)  maddesi),[6] Ahterî, ((و س ل /v-s-l)  maddesi),[6] Ahterî, ((و س ل /v-s-l)  maddesi),[7] İbnü’l-Esîr, en-Nihâye: 5/185

[8] Seyyid Şerîf, Tâ’rifât ((و س ل /v-s-l)  maddesi ):[9] Zemahşerî, Keşşâf: 1/256. Keşşâf sâhib lüğat ma'nâsı olarakşu ifâdeyi kullanmıştır. Ondan sonraki ifâdelerinin tahlîli isebir başka husustur.

[10] Sâffât: 96

[11] İmâm Karâfî, el-Furûk: 2/59-61(den seçilerek)

[12] Allah celle celâlühû’ya (yaklaşmaya, varmaya)

[13] Mâide: 35

[14] Ma'lûmdur ki, vesîle kendisiyle başka bir şeye yaklaşılacak her bir (gayr-ı meşrû' olmayan) şey, vâsıta ve tevessül de bu vâsıtayı elde etmek ve ona tutunmak idi. Bu, sâdece lüğatın umûmu/geneli ile olsaydı, yine de istidlâle/delîl getirmeye yeterdi; ma'nâyı, delâletiyle gösteren bir delîl olurdu ki bu delîl getirmede üçüncü mertebede bir kuvvete sâhibdir..

[15] [İbn-i Hacer, Fethu'l-Bârî: 2/519], Kevserî, Makâlât: 379

[16] [İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî: 2/398-399], Kevserî, Makâlât: Aynı sahîfe.

[17] İbn- i Hacer, Fethu’l-Bârî: 3/186

[18] Tevessül: 95-96

[19] Alâuddin Muğlatay, İkmâlü Tehzîbi’l-Kemâl: 4/ 259

[20] İhticâc yani tek başına olarak delîl getirmek için değil de, getirilen hücceti te’yîd ve takviye için

[21] İbn-i Kesîr, el- Bâisü’l-Hasîs: 57, Leknevî, Zaferu’l-Emânî: 319

[22] Râvîleri diğer isnâdlara nisbetle daha az onlardan daha kıymetli veya en az onlar kadar değerli bir isnâd.

[23] Hâkim, el-Müstedrek: 3/334

[24] Yani, düâ etmek ne lûğatın ne de Şerîat’ın Tevessüle yüklediği ma'nâ değildir.

[25] Ki, bu hâtır, O’nun sâlih amelleri yüzündendir.

[26] Bakara:89

[27] İbnü Ebî Hâtim: 1/171

[28] İbnü Cerîr: 2/333-336

[29] Beğevî: 1/93

[30] Kurtubî: 2/21

[31] Rûhu’l-Meânî: 1/320

[32] Delâilü'n-Nübüvve Mukaddimesi: 1/46

[33] [Müslim, Tirmizî, İbn-ü Ömer radiyellâhu anhu’dan], et-Teysîr: 1/510

[34] Nisa: 64

[35] Allâme Ğumârî şöyle diyor: Şu âyet hayât hâlini de ölüm hâlini de içine alacak umûmî/ma'nası genel olan bir âyettir. Onu bunlardan biriyle sınırlandırmak bir delîle muhtâcdır. O daburada yoktur.

 Eğer,  Âyete, umîmî olmak/genel olmak nereden geldi ki, onu, hayât hâliyle sınırlandırmak delîle muhtâc olsun? denilse,

 Şöyle deriz: Fiilin şart siyâkında/şarttan sonra  bulunmasından. Usûlde yerleşmiş bir kâide vardır: Fiil şart siyâkında bulunursa umûmî olur. Çünki fiil, kendinde nekire bir masdarı bulundurduğu için nekire ma'nâsındadır. Nefiyden veyâ şarttan sonra gelen nekire ise vaz' bakımından umûmî/genel olur.

İbn-i Kesîr bu âyetin tefsîrinde Bedevî'nin meşhûr hikâyesini zikretti. Onu, Beyhekî Şuab(u'l-Îmân)da, İbnü'l-Cevzî, Mesîru'l-Ğarâmi's-Sâkin'de ve İbn-i Asâkir, Târîh'de, Muhammed İbn-i Harb el-Hilâl'den rivâyet ettiler. (Utbînin kıssasını anlattı.)

Hâfız İbnü Abdi'l-Hâdî el-Makdisî şöyle dedi: Bu hikâyeyi, ba'zıları Utbî'den isnâdsız olarak rivâyet ettiler. Ba'zıları onu, Muhammed İbn-i Harb el-Hilâlî'den, rivâyet etmektedir. Kimileri de onu, Muhammed İbn-i Harb'den, O, Ebû'l-Hasen ez-Za'ferânî'den, O dahî Bedevî'den rivâyet etmektedir. Beyhekî bunu, Şuabu'l-Îmân kitabında muzlim/karanlık, râvîleri tanınmayan bir isnâd ile Muhammed İbn-i Yezîd el-Basrî'den, O da Ebû Harb el-Hilâlî'den rivâyet etti……(İbnü Abdi'l-Hâdî'den nakil bitti.)

Ben (Ğumârî) de şöyle derim: İbnü Abdi'l-Hâdî’nin anlattıkları,en fazla, hikâyenin zayif olmasını gerektirir. Çünki, râvîlerinde yalancı veya yalanla ithâm edilen bi kimseyi zikretmedi. Bilhassa, onu, İbn-i Kesîr zikredip hakkında bir şey söyleyerek onu tenkîd etmedi. Aynı şekilde, önceden de geçtiği gibi onu Beyhekî de rivâyet etti. Şu hikâyeyi Hâfız Sehâvî de el-Kavlü'l-Bedî'de zikretti. Üstelik biz onu delîl olarak ileri sürmek ve onunla hüccet beyân etmek için zikretmedik. Çünki biz hikâyeleri delîl getirmez ve onları hüccet kabûl etmeyiz.

Biz onu sadece istînâs ve önceden getirdiğimiz âyetin umûm bildirdiğini îzâh için getirdik. Şu bakımdan ki, Bedevî -ki o bir Arab’dır- âyetten bunu anladı. Bununla beraber, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem rüyâ'da, onun hakkında şefâat etmesiyle,  Allah celle celâlühû'nun Bedevî'yi affettiğini haber verdi. Sonra bu kıssa için bir şâhid buldum: İbnü's-Sem'ânî, ed-Delâil'de şöyle dedi: Bize Ebû Bekr Hibetü'llâh ibnü'l-Ferec haber verdi. (O), bize, Ebû'l-Kâsim Yûsuf İbn-ü Muhammed İbn-ü Yûsuf el-Hatîb haber verdi (dedi). (O), bize Ebû'l-Kâsim Abdurrahmân İbn-ü Ömer İbn-ü Temîm el-Müeddeb haberverdi (dedi). (O), bize, İbrâhîm İbn-ü 'Allân rivâyet etti (dedi). (O), bize, Ali İbn-ü Muhammed İbn-ü Ali haber verdi,  (dedi). (O), bize Ahmed İbn-ü Heysem et-Tâî rivâyet etti (dedi). (O), bana babam, babasından, (O), seleme İbn-ü Küheyl'den, (O), Ebû Sâdık'dan, (O), Ali İbn-ü Ebî Tâlib radıyallâhu anhu'dan şöyle dediğini rivâyet etti (dedi):

Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem'i defnetmemizden sonra bir bedevî geldi ve kendini Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem'inkabri üstüne attı, topraklarından başına saçtı ve şöyle dedi: 'Yâ Resûlellah sallallâhu aleyhi ve sellem! Söz söyledin/ ve sözünü işittik. Sen Allah celle celâlühû'dan (aldın) anladın, biz de senden (alıp) anladık. Allah celle celâlühû'nun indirdikleri arasında 'Şâyet onlar kendilerine zulmettiklerindesana gelseler, Allah celle celâlühû'dan af dileseler ve Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem da onlar için af isteseydi Allah celle celâlühû'yu elbette tevvâb ve rahîm

olarak bulacaklardı' âyeti de vardı. Ben kat’iyetle, kendime zulmettim ve benim için af istemen maksadıyla geldim.'

Ardından kabirden, affedildin!... diye seslenildi. (Rivâyet sonbuldu.)

Hâfız Süyûtî, bunu Tenvîru'l-Halek'de nakletti. İbnü Abdi'l-Hâdî, es-Sârimu'l-Münkî'de bu eser'e işâret ederek, isnâdını bazı yalancılar uydurdu dedi; ama bunu delîl ile açıkla(ya)madı. İbnü Abdi'l-Hâdî -hâfız olmasına rağmen- kendi görüşü için taassubda çok inad eden biridir. (Er-Reddü'l-Muhkem: 45-47)

[36] Bu Kıssayı önceki birkaç makâlede dahî zikrettik ise de, hem şu Tevessül mes’elesiyle doğrudan alâkası bulunması ve zihinlere iyice kazınması maksadıyla burada da bir daha nakletmeyi münâsib bulduk. Muhâtab ve bize hasım olanların bir şeyi bıktıracak kadar tekrâr etmelerindeki hedeflerini bir dahadüşünmenizi istirhâm ediyoruz.

[37] Mısbâhu’z-Zalâm: 21     

 [37] [Bu rivâyeti benzeri bir lâfızla şu İmâmlar da rivâyet etti: İmâm Beyhakî, Şuabu’l-Îmân’da: 3/495,(4187), İmâm İbn-i Kesîr, Tefsîrinde: 2/306, İmâm Kurtubî, Tefsîrinde: 5/265, İmâmNesefî, Tefsîrinde: 1/234, İmâm İbn-i Kudâme, el-Muğnî’de: 3/557, İmâm İzz b. Cemâa, Hidâyetü’s-Sâlik’de: 3/1383, İmâm İbnü’l-Cevzî, Müsîrul-Ğarâmi’s-Sâkin’de: 2/301, İmâm Sâlihî Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd’da: 12/380, İmâm Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ’da: 4/1361, İmâm Ebû’l-Yümn b. Asâkir, İthâfu’z-Zâir’de: 68-69, İmâm İbnü’n-Neccâr, ed-Dürretü’s-Semîne’de: 224, İmâm İbn-i Hacer el- Heytemî, Tühfetü’z-Züvvâr’da: 55], Kitâbı tahkik edip neşredenin dıp notu: Aynı yer (22)

[37] Mısbâhu’z-Zalâm: 22-23

[38] Mâlikî, Mefâhîm: 157-158

[39] [İbn-i Abdi’l-Berr, el-İstizkâr:1/203, Süyûtî, Tedrîbu’r-Râvî: 25,  İbn-i Hümâm, Fethu’l-Kadîr: 1/217,3/143, Dârekutnî

(Mâlik’den): 4/40, Süyûtî, Teakkubât: 12,13], Tânevî, İ’lâ Mukaddimesi, Kavâid Fî Ulûmi’l-Hadîs: 39-40 

[40] [Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’ân: 1/386], Tânevî, İ’lâ Mukaddimesi, Kavâid Fî Ulûmi’l-Hadîs: 40

[41] Celaleyn (Sâvî ile): 3/497

[42] [Melekler, Mesîh ve Uzeyr aleyhimesselâm, (İbn-ü Cerîr, İbn-ü Ebî Hâtim ve İbn-ü Merdûye, İbn-i Abbas radıyallahu anhümâ’dan.)],

 Ed- Dürrü’l- Mensûr: 5/305)

[43] İsrâ: 57

[44] [Abdurrezzâk, Firyâbî, Saîd İbn-ü Mansûr, İbn-ü Ebî Şeybe,Buhârî, Nesâî, İbn-ü Cerîr, İbn-ü Ebî Hâtim, Taberânî, Hâkim, İbn-ü Merdûye ve Ebû Nüaym, İbn-ü Mes’ûd radıyellâhu anhu’dan.]Ed-Dürrü’l-Mensûr: 5/305

[45] Bir: Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem, Ehl-i Kalîb’e muttali' oldu ve buyurdu ki, Rabbinizin size va'dettiği(azâbı)ni hak/gerçek bul dunuz mu? O’na sallallâhu aleyhi ve sellem'e, ölülere mi sesleniyorsun? denildi. Bunun üzerine, Siz, onlardan daha çok işiten kimseler değilsiniz. Ancak, onlar cevâb veremezler, buyurdu.[45] [Buhârî, (1370) EbûDâvud, Tirmizî, Nesâî, İbn-i Mâce, İbn-ü Ömer radıyallâhu anhümâ’dan], İbn-i Receb, Ehvâlü'l-Kubûr: 133

İki: Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem efendimiz ölen müşriklere seslenerek, Ey Ebû Cehl İbn-i Hişâm!.. Ey Umeyye İbn-ü Halef!.. Ey Utbe İbn-i Rebîa!.. Rabbinizin size va'dettiğini gerçek bulmadınız mı yoksa? Doğrusu ben, Rabbimin bana va’dettiğini kesinlikle ger çek buldum, buyurunca, Ömer radıyallâhu anhu, O’na, Rûhsuz cesedlere nasıl konuşuyorsun, yâResûlellah? dedi. Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem de, canım elinde olan Allah celle celâlühû’ya yemîn ederim ki, söylemekte olduğumu siz onlardan daha iyi işitmiyor sunuz, buyurdu.[45] [Buhârî (3976) ve Müslim (2875), Enes radıyallahu anhu’dan], İbn-i Receb, Ehvâlü'l-Kubûr : 132  

[46] Nisâ: 46, Mâide: 13

[47] Kasas: 5

[48] Mûsâ aleyhisselâm'dan

[49] Kasas: 5

[50] O'ndan medet istedi, O'na, yetiş imdâdıma, yetiş!.. dedi.

[51] Sâffât: 96

[52] Zümer: 62