Ekonomik Politikaların Küresel Ekonomik Entegrasyon ve Ekonomik Gelişme Üzerindeki Etkileri: DP...

19
Uluslararası İlişkiler ve Türk Siyasal Partileri (Ed. Nejat Doğan, Mahir Nakip), Seçkin, İstanbul, 2006 191 EKONOMİK POLİTİKALARIN KÜRESEL EKONOMİK ENTEGRASYON VE EKONOMİK GELİŞME ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ: DP VE ANAP ÖRNEKLERİ Mehmet Dikkaya 1. GİRİŞ Tarihsel açıdan Türkiye ekonomisinin incelenmesinden elde edilecek sonuçlar belirgin bir şekilde iki dönemin diğer dönemlerden farklı özellikler taşıdığını göstermektedir. Bunların ilki, DP’nin iktidarda bulunduğu 1950–1960 periyodu, ikincisi Turgut Özal’ın bürokrat olarak teorik çerçevesini çizdiği ve politik bir kişilik olarak şekillendirdiği 1980–1989 yılları arasında geçen dönemdir. İktisat ve politika tarihçilerinin de yoğun bir çalışma alanı olan bu dönemler kuşku götürmeyecek şekilde Türkiye’nin ekonomik ve politik değişim ve dönüşümünü hızlandırmıştır. Her iki siyasal hareket arasında aynı zamanda bir kısım benzerliklerin var olduğu göze çarpmaktadır. Türkiye’nin içe kapalı bir modelden küresel anlamda daha fazla işbirliği ve entegrasyona yöneldiği söz konusu dönemlerden ikincisinin tarihçi Zürcher’e göre Üçüncü Cumhuriyet olarak adlandırılmasına rağmen, DP hareketinin tek parti rejiminin bir devamı gibi algılanması bu paralelliklerin kurulmasının önemini azaltmamaktadır. Bu çalışmada, önce her iki hareketin genel özellikleri, ortaya çıktıkları dönemde var olan uluslararası politik/ekonomik ortam, yönelimlerde belirleyici unsurlar olan liderlerin ekonomi-politik karakteri ve değişim ya da dönüşümün ana eksenleri incelenecek, ardından iki siyasal zihniyetin benzerlik ve farklılıkları değerlendirilecektir. Son olarak, Özal sonrası dönemin özet bir panoraması çizilecektir. Bunun için, kısa teorik bir çerçeve oluşturmak amacıyla küresel ekonomik entegrasyonun arka planı üzerinde öncelikli olarak durulacaktır. 2. KÜRESEL EKONOMİK ENTEGRASYON: TEORİK ÇERÇEVE Ekonomik küreselleşme, artan sınır ötesi karşılıklı bağımlılığa, mal, hizmet ve para piyasalarının entegrasyonuna işaret etmektedir (Narula, 2000: 141–142). Sınır ötesi ekonomik faaliyetlerde yaşanan genişleme, farklı şekillerde ortaya Yrd. Doç. Dr. Kafkas Üniversitesi, İİBF, İktisat Bölümü.

Transcript of Ekonomik Politikaların Küresel Ekonomik Entegrasyon ve Ekonomik Gelişme Üzerindeki Etkileri: DP...

Uluslararası İlişkiler ve Türk Siyasal Partileri (Ed. Nejat Doğan, Mahir Nakip), Seçkin, İstanbul, 2006 191

EKONOMİK POLİTİKALARIN KÜRESEL

EKONOMİK ENTEGRASYON VE EKONOMİK

GELİŞME ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ:

DP VE ANAP ÖRNEKLERİ

Mehmet Dikkaya

1. GİRİŞ

Tarihsel açıdan Türkiye ekonomisinin incelenmesinden elde edilecek

sonuçlar belirgin bir şekilde iki dönemin diğer dönemlerden farklı özellikler

taşıdığını göstermektedir. Bunların ilki, DP’nin iktidarda bulunduğu 1950–1960

periyodu, ikincisi Turgut Özal’ın bürokrat olarak teorik çerçevesini çizdiği ve

politik bir kişilik olarak şekillendirdiği 1980–1989 yılları arasında geçen dönemdir.

İktisat ve politika tarihçilerinin de yoğun bir çalışma alanı olan bu dönemler

kuşku götürmeyecek şekilde Türkiye’nin ekonomik ve politik değişim ve

dönüşümünü hızlandırmıştır. Her iki siyasal hareket arasında aynı zamanda bir

kısım benzerliklerin var olduğu göze çarpmaktadır. Türkiye’nin içe kapalı bir

modelden küresel anlamda daha fazla işbirliği ve entegrasyona yöneldiği söz

konusu dönemlerden ikincisinin tarihçi Zürcher’e göre Üçüncü Cumhuriyet

olarak adlandırılmasına rağmen, DP hareketinin tek parti rejiminin bir devamı

gibi algılanması bu paralelliklerin kurulmasının önemini azaltmamaktadır.

Bu çalışmada, önce her iki hareketin genel özellikleri, ortaya çıktıkları

dönemde var olan uluslararası politik/ekonomik ortam, yönelimlerde belirleyici

unsurlar olan liderlerin ekonomi-politik karakteri ve değişim ya da dönüşümün

ana eksenleri incelenecek, ardından iki siyasal zihniyetin benzerlik ve farklılıkları

değerlendirilecektir. Son olarak, Özal sonrası dönemin özet bir panoraması

çizilecektir. Bunun için, kısa teorik bir çerçeve oluşturmak amacıyla küresel

ekonomik entegrasyonun arka planı üzerinde öncelikli olarak durulacaktır.

2. KÜRESEL EKONOMİK ENTEGRASYON: TEORİK ÇERÇEVE

Ekonomik küreselleşme, artan sınır ötesi karşılıklı bağımlılığa, mal, hizmet ve

para piyasalarının entegrasyonuna işaret etmektedir (Narula, 2000: 141–142).

Sınır ötesi ekonomik faaliyetlerde yaşanan genişleme, farklı şekillerde ortaya

Yrd. Doç. Dr. Kafkas Üniversitesi, İİBF, İktisat Bölümü.

Uluslararası İlişkiler ve Türk Siyasal Partileri (Ed. Nejat Doğan, Mahir Nakip), Seçkin, İstanbul, 2006 192

çıkmaktadır: Bunlar; uluslararası ticaret, doğrudan yabancı yatırımlar ve

sermaye piyasasında yaşanan gelişmelerdir. Ulusal ekonomilerin ihracat

oranlarının artması ile küreselleşmenin ticaret boyutundaki gelişmeler açıkça

gözlenmektedir. Örneğin gelişmiş ülkelerde (GÜ) uluslararası ticaretin toplam

üretime oranı 1987 yılından 1998’e kadar %27’den %29’a, gelişmekte olan

ülkelerde (GOÜ) ise %10’dan %17’ye yükselmiştir (The World Bank, 17 Ocak

2001).

Küresel ekonomik entegrasyon, üretim faktörlerinin bir kısmının yada

tamamının uluslar arası ekonomik sisteme entegre olmasını içermesi ile küresel

liberalizasyonla eş anlı olarak gelişmektedir. Bu konuda oluşmuş olan geniş bir

ekonomik literatür, farklı tartışma noktalarına işaret etmektedir. Her şeyden

önce, bölgesel ekonomik entegrasyon girişimleriyle karşılaştırıldığında, bütüncül

ve küresel bir liberalizasyonun, ekonomik büyüme açısından daha anlamlı

sonuçlar doğurduğu ve bu tür politika tercihlerinin daha yüksek büyüme

hızlarına ulaşmayı sağladığına değinen pek çok yazar (örneğin Vamvakidis,

1999: 42)bulunmaktadır. Şayet finansal sistemde yerinde düzenlemeler yapılırsa,

finansal liberalizasyonun da ekonomik büyüme üzerinde olumlu etkileri

olabileceği de bu bağlamda ileri sürülen tezlerdendir (örneğin Balassa, 1990–

91: 66). Daha sonraki çalışmalarda (Edison, Levine vd. 2002: 772), finansal

küreselleşmenin, farklı açılımları ile birlikte genellikle açık ekonomilerde

ekonomik başarıları sürükleyeceği üzerinde durulmaktadır.

Küreselleşme faktörünün ekonomiler üzerindeki temel etkisi, kendi ulusal

ekonomilerini kontrol etme konusunda ulus-devletlerin gözle görülür bir şekilde

ağırlıklarının azalmasında gözlemlenebilir. Artık iktisat politikaları, uluslar-üstü

kurumlara ve ticaret anlaşmalarına daha fazla önem vermeye başlamıştır. Bu

durum, ulusal organlardan uluslararası kurumlara doğru kısmi bir otorite ve güç

transferinin yaşanmasından da gözlemlenebilir. Bunu doğrulayan pek çok

ekonomik gösterge ortaya çıkmakla birlikte, politik açıdan bakıldığında da

yaklaşık olarak aynı şeyler geçerlidir (Levy, 1997: 317). Yani artık uluslararası

kurumlar, hem ulusal ekonomik hem de ulusal politik kararların alınmasında

etkili olmaya başlamıştır.

Küreselleşmenin, uluslararası ekonomi-politiğin geçirdiği süreç ile de yakın

bir ilgisi vardır. Çünkü Soğuk Savaş döneminde yapılan anti-komünist amaçlı dış

yardımlar ve yatırımların küresel bir kapitalist ekonominin inşa edilmesi üzerinde

yoğun bir etkisi olmuştur. Thurow’a göre (1997: 99), komünizmin sona

ermesinden sonra küresel bir kapitalizm yaratmak için gerekli tehditler sona

ermesine rağmen, alınan tarihsel yol büyük bir farklılık meydana getirmiştir. Önü

dizginlenemeyen bu küresel ekonomi, artık düşünce biçimlerini değiştirerek

herkesin dünya görüşüne şekil vermektedir. Bağımlılık artmış, eskisine göre farklı

bir arz-talep ilişkisi meydana gelmiştir. Dünya çapındaki bankalar, çok uluslu

şirketler ve uluslararası kuruluşlar kendilerini ve çevrelerini oluşturan hak ve

çıkarlarla birbirine bağlı olmuşlardır. Sonuçta küresel ekonomi, tam anlamıyla

ve fiziki olarak limanlarda, havaalanlarında ve haberleşme sistemlerinde

sarsılmaz bir yere sahip olmuştur. Thurow’a göre, en önemlisi de zihinlerde

küresel kapitalist bir ekonominin kök salmış olmasıdır.

Uluslararası İlişkiler ve Türk Siyasal Partileri (Ed. Nejat Doğan, Mahir Nakip), Seçkin, İstanbul, 2006 193

Bu bağlamda ekonomik küreselleşme, dünya çapında ticareti artırıp

yükseltmiştir. Bu sonucun arkasında pek çok faktör vardır. İlk önce, dünya

piyasalarının entegrasyonu ve hızlı teknolojik değişme, düşük işlem ve iletişim

maliyetlerinden ortaya çıkan verimlilik kazançlarına yol açmıştır. Bu gelişmeler,

düşük maliyetler, yüksek pazar etkinliği, yüksek verimlilik, düşük ticaret engelleri

ve yeni yatırım fırsatlarının ortaya çıkması aracılığıyla rekabeti artırmıştır. Bu

sebeple rekabet, hem GÜ’leri hem de GOÜ’leri hemen hemen aynı düzeyde

etkilemiştir. Bu noktada GOÜ’lerin son yirmi yılda dünya ticaretine ve küresel

ekonomiye aktif olarak katılmaya başladıkları söylenebilir. Çünkü coğrafi

sınırlar, artık mal ve hizmetlerin tedarikinin sınırlanmasında bir faktör olmaktan

çıkmış bulunmaktadır. Başta Asya ülkeleri olmak üzere, yeni gelişen ülkelerin

(emerging markets) dünya ticaretindeki önemleri gittikçe artmaktadır. İkinci

olarak, banka dışı mali kurumların, finansal aracılık sürecindeki önemlerinin

gittikçe arttığı belirtilmelidir. Bu sebeple, daha yüksek uluslararası rekabet,

daha yüksek ekonomik gelişme, daha yüksek gelir düzeyi, daha yüksek kaliteli

ürünler ve böylece daha yüksek hayat standartları küreselleşme süreci ile

birlikte görülebilir (Erçel, 2000: 2–3)

Bütün bu gelişmeler, mevcut politik ve sosyal sistemlerin kapasitesini

dışlayarak zorlamaktadır. Küresel üretim ve pazarlama yapıları şimdi artan

hızlılık ve yayılma ile şekillenmektedir. Küresel ürünler ve ulus aşırı firmalar

tarafından üretilmiş markalar, küresel bir tüketim kültürünü kuşatmaktadır. Bu

uluslararası kültür, gelişen (ama henüz tam anlamıyla değil) haberleşme,

teknoloji, hizmetler, taşımacılık ve finans piyasaları tarafından

desteklenmektedir. Ortaya çıkan bu uluslararası sistem, yönetimlerin bir uçtan

bir uca etkin olmasını gerektirmekte; ideal anlamda, yalnızca ticaret ve

parasal akımların değil, ekonomik ve ekonomik olmayan yapıların da etkileşim

haline gelmelerini teşvik edip düzenleyen bir çatının oluşmasını da talep

etmektedir (Rhodes, 1995: 386). Bu durum ulus-devletleri, kendi yasalarını

küresel standartlarla uyumlulaştırması konusunda zorlamaktadır (çevreyi

koruyucu politikalar ve iş hayatı düzenlemeleri gibi).

Bu çerçevede Türkiye’de küresel sisteme, hem ekonomik hem politik

açılardan entegre olma girişimleri 1950’lerden sonra hız kazanmaya başlamıştır.

Bu tür entegrasyon çabalarının ivme kazandığı iki dönemden ilki DP’nin

iktidarda olduğu 1950–60 periyodu ve ikincisi ise T. Özal’ın liderliğini yaptığı

ANAP’ın 1983–1991 (1989’a kadar başbakan olarak) arasında iktidarda

bulunduğu yıllardır. Her iki dönemin, halen bile özellikle kapalı ekonomi

zihniyetinin kuşattığı aydınlar ve politikacılar tarafından yoğun eleştiri konusu

yapılması, ilgili dönemlerin yakından incelenmesini gerektirmektedir.

Uluslararası İlişkiler ve Türk Siyasal Partileri (Ed. Nejat Doğan, Mahir Nakip), Seçkin, İstanbul, 2006 194

3. DP DÖNEMİ: İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NDAN SONRA ULUSLARARASI

EKONOMİK SİSTEME İLK ENTEGRASYON DENEMESİ

1923’ten II. Dünya Savaşı sonuna kadar Türkiye ekonomisini etkileyen

zihniyet açısından temel olarak iki dönemden söz edilebilir. Cumhuriyetin

ilanından Büyük Buhran’a kadar, özel sektörün geliştirilmesine yönelik

uygulanan iç ekonomik politikalar ve Osmanlı’dan kalan ekonomik mirasın

nasıl bir çerçeveye oturtulacağı yönündeki tartışmalar ağırlıklı olarak ekonomi

yönetimini etkilemiştir. Büyük Buhran sonucu devletçi ekonomik politikaların

uygulanmasında bir kısım iç ve dış nedenler bulunmaktaydı. Özel sektörün

yeterince gelişmemiş olması, Buhran’ın yol açtığı olumsuz etkiler ve Sovyetler

Birliği’nin merkezi ekonomik planlarda kaydettiği ilk dönem başarıları ile

devletçi sanayileşme dönemi başlamıştır. Bu dönemi belirleyen nedenler

arasında, Cumhuriyet elitlerinin ekonomik bağımsızlık taraftarı görüşlerinin etkin

bir rol oynaması da sayılabilir.

3a. Devletçi Sanayileşme: Büyük Buhran’dan İkinci Dünya Savaşı Sonuna

Kadar

1929 Ekonomik Bunalımı’ndan sonra içe kapanan diğer pek çok ülke gibi

Türkiye de ithalatı kısıcı önlemler alarak 1930–1941 yılları arasında ithalattan

alınan tüm vergilerin oranını yıllık ortalama %48 düzeyinde belirlemek zorunda

kalmıştır. Türkiye açısından korumacılığın en üst düzeyde uygulandığı bu

dönemde Avrupa ve SSCB ile ekonomik ilişkiler yine de çok gelişmiştir. Bu

dönemde Türkiye’nin Avrupa’ya (Almanya, Avusturya, İngiltere, İtalya ve

Fransa) olan ihracatının toplam ihracat içerisindeki payı İkinci Dünya Savaşı’nın

başladığı yıllarda en düşük düzeyi olan %41’e inmiş olmasına rağmen diğer

bazı yıllarda (örneğin 1936’da) %65’e kadar yükselmiştir. İthalat için de hemen

hemen aynı şeyler söylenebilir. Çünkü Türkiye’nin aynı ülke gurubundan yaptığı

ithalatın toplam ithalat içerisindeki payı, savaşın dozunun arttığı 1941’de %41’e

düşmüş ama 1939’da %67 düzeyine ulaşmıştır. Bu dönemin, özellikle ikinci

yarısından itibaren Almanya ile ticaret büyük gelişme göstermiştir. Bu dönemde,

yurtiçi sanayii dışarıya karşı korumak ve geliştirmek için etkin koruma

oranlarında değişiklik yapılmış ve dış ticaret açısından önem arz eden ülkelerle

gümrük oranlarını azaltan ikili ticaret anlaşmaları yapılmıştır (Tezel, 1994: 168–

169).

Özellikle II. Dünya Savaşı’na kadar Türkiye, Lozan anlaşmasından

kaynaklanan sorunlar ve kapütilasyon alışkanlıklarının devamından yana olan

tutumları nedeniyle İngiltere’yle, Osmanlı’dan kalma dış borçlar nedeniyle

Fransa’yla, Akdeniz’deki yayılmacı politikası sebebiyle İtalya ile önemli bazı

sorunlar yaşamış olsa da Nazi Almanya’sı ile iyi ilişkilerini sürdürmüştür. Diğer

taraftan Orta Doğu ve Balkanlar’da alternatif bölgesel açılımlar denemeyi de

ihmal etmeyerek Sovyetler Birliği’ni de bir ortak olarak algılamaya devam

etmiştir. Bu arada II. Dünya Savaşı’na doğru yol alan Avrupa’daki puslu

uluslararası ortam, 1939’da İngiliz-Fransız-Türk karşılıklı uluslararası yardım

anlaşmasının imzalanmasıyla sonuçlanmış ve Türkiye, Savaş süresince büyük

ölçüde tarafsız kalmayı başarmıştır (Zürcher, 2001: 292–296). Bu çerçevede,

Uluslararası İlişkiler ve Türk Siyasal Partileri (Ed. Nejat Doğan, Mahir Nakip), Seçkin, İstanbul, 2006 195

1939’a kadar Türkiye yaklaşık olarak tüm ülkelerle dostane ilişkiler kurmaya

özen göstermiş ama herhangi birisi ile aşırı bir yakınlaşmaya girmekten

kaçınmıştır (Aydın, 2000: 106).

İkinci Dünya Savaşı ve sonuçları, Türkiye’nin savaş öncesi dönemde izlediği

çok yanlı politikaları devam ettirmesini büyük ölçüde engellemiştir. Ekonomik

ve politik çizgide Batı ile daha yakın ilişkilerin kurulduğu dönem, Savaş

sonrasında ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda, Savaş’ın tartışmasız galibi olan ABD

ve onun koruması altına aldığı Batı Avrupa ile Sovyetler Birliği arasında oluşan

Soğuk Savaş ve Türkiye’ye yönelen Sovyet tehdidi Türkiye’yi tartışmasız bir

şekilde Batı kampına itmiştir.

3b. Savaş Sonrası Dönem ve DP İktidarının Ekonomi Vizyonu: 1950–1960

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan ulusal ve uluslararası politik ve

ekonomik realiteler, Türkiye’nin açık bir şekilde ABD-Batı Avrupa yanlı politikalar

izlemesini gerektirmiştir. Avrupa’nın yeniden imarı projesi, Sovyet tehdidinin

elimine edilmesi gereği, Savaş süresince yaşanan ekonomik problemler, çok

partili hayata geçiş ile birlikte daha dışa açık ve liberal politikalar izleyen bir

kadronun iktidara gelmesi vb. unsurlar bu realiteler arasında sayılabilir. Öte

yandan bu dönemde Avrupa’daki siyasal ortam, bütün Avrupa için maliyetleri

korkunç olan iki dünya savaşından çıkarılan dersler paralelinde, çatışma yerine

işbirliği mesajları vermeye başlamıştır. Türkiye’nin ABD-Batı eksenine

eklemlenmesi konusunda genellikle DP dönemi başlangıç olarak gösterilse de,

aslında savaşın hemen sonrasında, henüz iktidarı DP’ye devretmemiş olan CHP,

Truman Doktrini (1947) ve Marshall Planı (1948) aracılığıyla ABD yardımlarını

almaya başlamıştır. Buna ek olarak, Batı ile resmi bağlar kurmaya başlayan

Türkiye, 1948’de henüz yeni kurulmuş olan Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü

(OECD)’ne ve 1950’de Avrupa Konseyi’ne üye olmuştur. Türkiye’nin Avrupa

orijinli bu örgütlere üyelikleri, ülkenin ekonomik ve politik geleceği üzerinde

hayli etkili olunmuştur.

DP döneminde Türkiye’deki ekonomik sistem, Batı’yla bağlantılı olarak, özel

girişimler ve yabancı yatırımlara dayalı bir şekilde modellenerek 1947–61 yılları

arasında ABD’den yaklaşık 1,4 milyar dolar askeri yardım ve 1,9 milyar dolar

ekonomik yardım alarak şekillenmiştir. 1953’e kadar gözlenen ekonomik

canlanma, özel girişimlerin genişlemesi, tarımsal üretimdeki iyileşmeler ve Kore

Savaşı nedeniyle dünya tarım fiyatlarındaki aşırı yükselmeden

kaynaklanmaktaydı. Sovyet tehdidine karşı Batı ve ABD tarafından Türkiye’ye

verilen önemin de bir yansıması olarak ortaya çıkan bu dönemden sonra

ekonomik veriler zayıflamaya başlamıştır (Aydın, 2000: 111). Buna rağmen,

1950–60 döneminde ekonomik büyüme yıllık ortalama yüzde 6,3 olarak ortaya

çıkmıştır (Mango, 1997: 11) ki bu gelişme, savaş yılları göz önünde

bulundurulduğunda, DP yöneticilerinin en büyük siyasi rakiplerini ekonomi

yönetimini bilmemekle suçlamalarını haklı çıkaracak bir rakamı temsil

etmektedir.

1950’lerden itibaren askeri ve endüstriyel çıkarların birlikteliği üç temelde

ortaya çıkmıştır (Jacoby, 2003: 676–77): İlk olarak devlet bürokrasisinde sol

Uluslararası İlişkiler ve Türk Siyasal Partileri (Ed. Nejat Doğan, Mahir Nakip), Seçkin, İstanbul, 2006 196

kanat faaliyetlerinde artış bulunmaktaydı. 1950’lerin ortalarından itibaren

yüksek enflasyon oranı ekonomide genişleyen kamu sektörünün önemli bir

kısmını proleterleştirirken pek çok kamu işçisi sosyalist akımlara katıldılar. İkincisi,

1948–58 döneminde sendikalaşma oranı yüzde beş yüz artış gösterdi.

Sınıflaşmaya dayalı bu hareket, önceden devletin elindeki sanayi sektörünün

özel sektör tarafından absorbe edilmesine karşı bir tehdit oluşturdu. Üçüncüsü,

Batı Anadolu sermayesi, güney doğunun geleneksel elitleri elinde bulunan

feodal güçleri kırmaya başlamıştır. Örneğin, Sanayi Kalkınma Bankası’nın 400

civarındaki projesinin üçte ikisi 1950–60 yılları arasında sadece Marmara

Bölgesi’ne tahsis edilmiştir. Bu paralelde, yeni bir sanayi burjuvazisi sınıfının DP

dönemi boyunca şekillenmeye başladığı görülmüştür. Fakat bu dönemde

oluşan sanayici sınıf, askeri ve sivil bürokrasi ile birlikte toplum nezdindeki

konumlarını sağlamlaştırmak adına, savaş öncesi dönemde sınırlı bir şekilde

uygulanmış olan ithal-ikameci sanayileşme modelinin yılmaz savunucuları

olmaya başlamıştır (Bayar, 1996: 777).

Esasen ithal ikameci sanayileşme ve dışa açık gelişme modelleri arasındaki

tartışmalar bu dönemin temel belirleyici unsurlarından birini oluşturmaktadır.

Boratav’a göre 1946–1953 yılları arasında daha yoğun olarak uygulanan liberal

politikalar (yani bu dönemdeki ekonomik başarılarda CHP’nin de rolünün

bulunduğunun değişik bir ifadesidir bu) dışa dönük ve tarım, madencilik, alt

yapı yatırımları ve inşaat sektörlerine ağırlık veren çabalarla sonuçlanmıştır

(Boratav, 1998: 74). Bu dönemde özellikle tarımsal üretimde gösterilen

başarıların özellikle altını çizmek gerekmektedir. Yerli sanayi burjuvazisinde

yeniden ithal ikameci özlemlerin oluşmasını teşvik eden faktörlerin en

önemlilerinden birisi olarak bu gelişme gösterilebilir.

Bu dönemde izlenen dış politikalardan birisi de yükselen Sovyet tehdidini

elimine etmek ve NATO’ya üyelik için bir garanti oluşturmak için Kore’ye asker

gönderilmesi olmuştur. CHP’nin dış politikadaki eğilimlerini pasif olarak

değerlendiren C. Bayar ve A. Menderes, Batı ve ABD yardımlarının da

güvencesi olarak gördükleri bu politikayı hayata geçirdiler. Anti-komünist

faaliyetlerin devlet eliyle desteklendiği bu dönem, bazı yazarlarca (örn.

Vander Lippe, 2000: 101) neden olduğu olumsuz ekonomik sonuçlar ileri

sürülerek 1990’lardaki Birinci Körfez Savaşı’nın yol açtığı olumsuz etkilerle

paralellik kurulmasına rağmen kanımca uzun dönemli güvenlik stratejisinin

izlenmesinde önemli bir kilometre taşı olmuştur.

Çünkü Türkiye’nin, II. Dünya Savaşı sonrası dönemde kapitalist sistemin

tartışmasız lideri olarak ABD’nin nüfuz alanında yer alması savaşın sonlarına

doğru kesinleşmişti (Boratav, 1998; 76). Yine savaş sonrası dönemde Türk dış

politikasının karşılaştığı en önemli problemlerden birisi, savaş esnasında İ.

İnönü’nün başarıyla izlediği tarafsızlık politikasının bir sonucu olarak dünya

sisteminden izole edilme olasılığı olmuştur (Türkmen, 2002: 161–62). Üstelik

Türkiye gibi jeopolitik konum itibariyle önemli bir coğrafyada bulunan orta

güçte bir ülkenin tarafsızlık politikasını sürdürmesi fazla realist değildi ve pek çok

gözlemcinin ifade ettiği gibi, Batı eksenli dış politikalara kayma talebi Batı’nın

cazibesinden ziyade Sovyet baskısının ağırlığından kaynaklanmaktaydı (Aydın,

2000: 106). Bu çerçevede ve pragmatik unsurlar göz önünde bulundurularak

Uluslararası İlişkiler ve Türk Siyasal Partileri (Ed. Nejat Doğan, Mahir Nakip), Seçkin, İstanbul, 2006 197

kamuoyundaki komünizm karşıtı ağırlık dikkate alındığında o dönem için bu

seçimi sorgulamak hayli gereksiz olacaktır.

Türkiye’nin 1950’lerde ABD-Batı Avrupa yörüngeli dış politikalar uygulamaya

başlamasının ekonomik etkileri, dönemin başlarında hemen hissedilmiştir.

DP’nin ilk yıllarında izlenen politikalarla, Türkiye’de büyük bir tarımsal genişleme

yaşanmaya başlamış, bu gelişme de dış ticarette önemli bir canlanmaya

sebep olmuştur. Bu dönemde kuşkusuz Batı Avrupa, Türkiye için en öncelikli

pazarlar haline gelmiştir. Fakat kısa liberasyon döneminde görülen dış açıklar

Milli Koruma Kanunu’nun yeniden gündeme gelmesini gerektirmiştir. Diğer

yandan, Avrupa ile savaş yıllarında büyük gerileme gösteren ticaret hızla

yükselmeye başlamıştır.

Bu dönem için altı çizilmesi gereken ve totaliter eğilimleri güçlü olan

CHP’den farklı olarak ortaya çıkan temel çizgi, dışa açıklık, tarımsal üretim

genişlemesi ve ihracı yoluyla sanayileşmenin sağlanmaya çalışılması ve Batı

merkezli küresel ekonomik bütünleşme çabalarının yoğunluk kazanması

olmuştur.

3c. ABD-Batı Merkezli Küresel Ekonomik Entegrasyona Eklemlenmenin

Sonuçları: Avrupa İle Gelişen İlişkiler

DP’nin dışa dönük vizyonu sonucu 1959’da, Avrupa’da hızla yükselmeye

başlayan entegrasyon hareketine katılmak için yapılan başvuru sonucunda 12

Eylül 1963’te AET ortaklığı elde edilmiş ve ünlü Ankara anlaşması’yla Toplulukla

olan ilişkilerin genel çerçevesi çizilmiştir (Park, 2000: 31). Türkiye’ye tam üyelik

hakkı tanıyan bu anlaşma ile Türkiye-AET ortaklığı üç dönemi kapsayacaktır:

Bunlar, hazırlık, geçiş ve nihai dönemlerdir. Ankara Anlaşması’nın 1 Aralık 1964

tarihinde yürürlüğe girmesiyle başlayan hazırlık dönemi, 1 Ocak 1973’te

yürürlüğe giren Katma Protokol ile sona ermiştir. Geçiş dönemi olarak

adlandırılan ikinci dönem, söz konusu protokolün hükümleri çerçevesinde 22 yıl

sonra 31 Aralık 1995’te Gümrük Birliği’ne (GB) geçilmesiyle sona ermiştir.

Ankara Anlaşması ve Katma Protokol, ekonomik entegrasyonun temeli olan

mal, hizmet, sermaye ve kişilerin serbest dolaşımının gerçekleşmesini

öngörmektedir. Bu dört alanın ilki olan malların serbest dolaşımı ve GB, ilke

olarak 12 yıllık bir geçiş döneminde (bazı hassas ürünler için 22 yıl) yürürlüğe

girecek, nihai dönem GB ve ekonomi politikalarının koordinasyonu ile tam

üyelik koşullarının oluşturulması olarak belirlenmiştir. Bu aşamalardan birisi olan

Gümrük Birliği (GB) yanında, tarım ürünleri ticareti, hizmet ve işçilerin serbest

dolaşımı, yerleşme hakkı ve Birliğin diğer politikalarına zaman içerisinde katılım,

Ankara Anlaşması’nın şekillendirdiği modelin hedefleri olarak göze

çarpmaktadır (Dartan, 2004: 122).

Teknik ve teorik çerçevesi bu şekilde çizilen Türkiye-AB entegrasyonu,

1987’de tam üyelik için yapılan başvuruya kadar politik açıdan inişli çıkışlı pek

çok devre yaşamıştır. Bunların en önemlileri, Kıbrıs problemi (1974’te Türkiye’nin

adaya asker çıkarmasıyla keskinleşen ve Güney Kıbrıs’ın 2004’te AB’ye tam

üye olmasıyla iyice karmaşık bir hale gelen), 12 Eylül 1980’deki askeri darbe ile

entegrasyon bağlamında süregelen ilişkilerin dondurulması ve Türkiye’nin üniter

Uluslararası İlişkiler ve Türk Siyasal Partileri (Ed. Nejat Doğan, Mahir Nakip), Seçkin, İstanbul, 2006 198

yapısına tehdit oluşturacak ayrılıkçı akımların bazı AB üyesi ülkeler tarafından

desteklenmesi olarak gösterilebilir (Bu konularda çok keskin eleştiriler için

örneğin bkz. Wood, 1999). Bu anlamda, 1950’lerde stratejik ortaklık

çerçevesinde başlayan ikili iyi ilişkiler bazen kopma noktasına gelebilmiştir.

3d. DP ve CHP’nin Ekonomi Anlayışındaki Farklılıklar

DP’yi, tek parti iktidarı elitlerinden farklılaştıran nedenler üzerinde durulacak

olursa, DP milletvekillerinin ortalama olarak daha genç olup seçim bölgeleriyle

daha köklü ilişkilere sahip olmaları ve ticaret ve hukuk formasyonuna sahip

olanlarının fazla sayıda olması temel ayrışma noktaları olarak gösterilebilir. Bu

bağlamda iki siyasal hareket arasındaki en çarpıcı fark olarak, bürokratik veya

askeri formasyona sahip milletvekillerinin DP’de hemen hemen bulunmaması

gösterilebilir. DP’nin bu özellikleri, partinin yıldızının en fazla parladığı 1954

seçimlerini izleyen yıllarda aydın ve seçkin sınıfın temsilcilerinin (bu arada

ordunun) bu hükümetten soğumalarına da neden olmuştur (Zürcher, 2001:

321–325). Seçkin kesimde büyüyen bu hoşnutsuzluk Mayıs 1960 askeri

darbesinin yapıldığı zamana kadar devam etmiştir.

CHP döneminde pek çok imtiyazlar elde ederek, ekonomide elitist bir

model izleyen bürokrasinin (hem sivil ve hem askeri bürokrasi) egemenliği

tartışılmazdır. Tek partinin avantajlarının sonuna kadar kullanıldığı bu periyotta

parti ve bürokrasi iç içedir. Üstelik refahın geniş toplum kesimlerine yayılması

konusunda çok az şey yapılmıştır (Dikkaya, 2005: 136). DP’yi, halen geniş halk

kesimlerinin bilinçaltında önemli kılan unsur açıkça piyasa yanlısı olmaları ve

Türkiye gibi bir ülkede modernleşme hamlesinin tarımdan başlamak zorunda

olduğunu anlamaları olmuştur. Nitekim bu çerçevede Türk tarihinde ilk defa

çiftçilerin çıkarları gözetilmiş ve pek çok araçla tarımsal üretim desteklenmiştir.

Yabancı yatırımları teşvik etme açısından da büyük beklentiler olmasına

rağmen bu konuda fazla başarılı olunamamış ve yatırımların büyük kısmı yine

devlet eliyle yapılmak zorunda kalmıştır (Zürcher, 2001: 326). Bunu etkileyen

unsurlar arasında, o dönemde halen büyük ölçüde etkinliği devam eden tek

partici ve katı bürokratik zihniyet zikredilebilir. Nitekim DP’nin askeri bir

müdahale endişesi altında iktidarını devam ettirmek zorunda olması, en büyük

açmazlarından birini oluşturmuştur (Demirel, 2003: 133).

Buna rağmen DP yöneticileri, ürünün pazarlara ulaştırılmasında büyük

fonksiyon icra eden karayollarının inşasına büyük önem vermiş ve bu konuda

önemli alt yapı yatırımlarının gerçekleşmesine öncülük etmiştir. Demiryolu ve

karayolu alternatifleri arasında etkinlik açısından seçim yapmayı gerektiren bu

tartışmalar halen güncelliğini korumasına rağmen o dönemde izlenebilecek en

rasyonel politikalardan biriydi bu. Nitekim Zürcher, bu durumu “yeni yollar

ülkeyi ilk kez tam olarak birbirine bağladı ve köyleri dışarıya açtı” (Zürcher, 2001:

327) şeklinde yorumlamaktadır.

ABD-Batı eksenli küreselleşme eğilimlerini algılama ve bunun gereklerini

yapma konusunda DP elitlerinin daha fazla dışa açık ve yenilikçi oldukları

görülmektedir. AB ile entegrasyona yönelik ilk adımların temellerinin bu

dönemde atılmasından daha net anlaşılabilir bu açıklık. Nitekim 1950’lerde yüz

Uluslararası İlişkiler ve Türk Siyasal Partileri (Ed. Nejat Doğan, Mahir Nakip), Seçkin, İstanbul, 2006 199

milyon doları ancak bulan yabancı sermayeye karşı İsmet İnönü, “Afrikalı

kabilelerin kovduğu sömürgecileri ülkemize sokmayacağız” diyerek tepki

göstermişti (Akyol, 2005). Zihniyette görülen bu farklılık, her iki parti

yöneticilerinin 1950’lerin yeni şartlarını algılamadaki vizyonlarını yansıtmaktadır.

4. ASKERİ DARBELER GÖLGESİNDE GEÇEN DÖNEM: İTHAL İKAMECİLİĞİN

ZİRVE YILLARI (1960–1980)

27 Mayıs 1960 Darbesi, Türkiye’de askeri bürokrasi tarafından, yeniden

imtiyazlar elde ederek sosyo-ekonomik ve politik hayatın bütününü kontrol

etme amaçlarını gerçekleştirmeleri için büyük bir fırsat olarak algılanmıştır.

Nitekim darbeden hemen sonraki yıl büyük vergi muafiyetleri tanınan Ordu

Yardımlaşma Kurumu (OYAK) yasası çıkmış ve önemli endüstriyel yatırımlarda

(Renault, Goodyear gibi) bu kuruma büyük çıkarlar sağlanmıştır (Jacoby, 2003:

677). Bu darbenin sadece ekonomik nedenlerle yapılmamış olduğu (Demir ve

Üzümcü, 2001) çok belirgin olmasına rağmen sonuçları itibariyle askeri

bürokrasinin ekonomik kazanımları büyük olmuştur. Bizzat Menderes tarafından

komünizmin bir aracı olarak görülen planlar dönemi de izleyen yıllarda

ekonominin bütününü kapsayacak şekilde hayata geçmiştir. Planlar dönemi,

ülkenin kapalı yapısı (sosyal ve ekonomik anlamda) nedeniyle pek çok

olumsuzlukların meydana gelmesine neden olabilecek muhtemel kuşkular

içermektedir. Nitekim ikinci plandan itibaren, dış politik faktörlerin de etkisiyle

ekonomik problemler yeniden gün yüzüne çıkmıştır.

Dönemin hemen hemen bütün hükümetleri üzerinde askeri bürokrasinin

gölgesi devam etmiş ve sanayileşme adı altında, montaj sanayi temelinde

gelişmiş kompleksler inşa edilmiştir. Tek parti döneminde kemikleşen bürokrasi

de konumunu bu dönemde iyice sağlamlaştırmıştır. Çünkü planlama,

bürokrasiye büyük bir güç vermiş ve ticaret gibi bir kısım sektörler dışındaki

gelişmeler cılız kalmış ve dünya pazarlarıyla rekabet edebilecek kalitede

üretim mantığı esas alınmamıştır. Dış politika açısından ise, büyüyen sol

akımların da etkisiyle üçüncü dünyacı yaklaşımlar belirgin hale gelmeye

başlamış ve uluslararası sistemden izole edilen, geniş bir vizyona sahip

olmaktan öte bölgesel önceliklerin bir ölçüde geliştirildiği (İslam ülkeleri ile

zorunlu olarak gelişen ilişkiler çerçevesinde) bir yaklaşım izlenmeye çalışılmıştır.

Tek parti dönemindeki bağımsız politikaların kötü bir kopyası olarak ifade

edilebilecek bu dönemin sonuçları, daha sonra uzun yıllar telafi edilemeyecek

kadar olumsuz şekilde ortaya çıkmıştır. Küçükömer’in “montaj ve ambalaj

sanayi” olarak tanımladığı ve finans sektörünün ya bizzat içinde olduğu ya da

bu tür bir sanayileşme modelini tamamlama işlevi gördüğü bir dönemdir bu.

Yerli katkıları daha fazla olan üretim anlayışının desteklenmemesi ve ihracata

dönük güçlü sektörlerin oluşturulamaması bu olumsuz sonuçları daha anlaşılır

kılmaktadır (Küçükömer, 1994: 133–140).

Uluslararası İlişkiler ve Türk Siyasal Partileri (Ed. Nejat Doğan, Mahir Nakip), Seçkin, İstanbul, 2006 200

4a. İthal İkameciliğin Dış Ekonomik Yansımaları: Avrupa İle Zayıflayan

İlişkiler

Tek parti zihniyetine dayalı askeri ve sivil bürokrasinin yeniden etkili olmaya

başladığı 1960 ve 1980 askeri darbe dönemleri arasında Türkiye ve Avrupa

ilişkileri, belli ölçüde Türkiye’nin GB sürecinin başlatılmasına yönelik yapması

gereken reformları gerçekleştirmemesinden de etkilenerek önemli bir ilerleme

gösterememiştir. Gerçekten, 1980’e kadar hiçbir hükümet Avrupa’nın serbest

piyasa yaklaşımı ile uyumlu bir ekonomik strateji izlememiş, bunun yerine ithal

ikameci bir kalkınma modeli uygulamayı tercih etmiştir. Türkiye’nin ithal

ikameci politikaları ile Avrupa’nın geçmiş tecrübeleri arasındaki farklılık, bu

anlamda oldukça önemli olmuştur. Çünkü 1930’lardaki Büyük Bunalım’dan

çıkardıkları dersler sonucu Avrupalı liderler, dış ticaret ve büyüme arasındaki

yakın ilişkiye sürekli önem vermiş, örneğin tarım gibi alanlarda ortak politikalarla

sonuçlanan gelişmeci bir ticaret serbestleşmesini savunmuşlardır. Buna zıt

olarak Türkiye’nin izlediği korumacı politikalar, yalnızca liberal pazar

ekonomisinin kurulmasına engel olmamış, aynı zamanda Batı Avrupa’dan

kopmasına neden olmuştur (Kahraman, 2000: 3). Bu tabloya bazı dış politik

anlaşmazlıklar da eklendiğinde, Türkiye’nin AB yolculuğunun bu dönemde

önemli bir kesintiye uğradığı belirtilebilir.

4b. İthal İkameciliğin Ekonomik Sonuçları

Beş yıllık kalkınma planları temelinde uygulanan ithal ikameci politikalar

1963–1977 yıllarında uygulanan üç plan açısından, hizmetler sektörü dışında

hemen tüm sektörlerde hedeflenen büyüme rakamlarına ulaşılamamakla

sonuçlanmıştır. Hizmetler sektörünün bir istisna oluşturmasının nedeni ise gelişen

ticaret burjuvazisinin etkinlik kazanmaya başlaması olarak görülebilir. 1978

ekonomik programının ve daha sonra militarist bir ortamda şekillenen

dördüncü planın (1979–1983) sonuçları ise ekonomik açıdan tam bir başarısızlık

olarak tarihe geçmiştir. Örneğin IV. Kalkınma Planı’ndaki büyüme hedefi %8

olmasına rağmen gerçekleşen rakam %1,7’dir (DPT, 1998; 5). Bu gelişmeler, 12

Eylül 1980 askeri darbesini Mayıs 1960 Darbesi’nden ayıran en temel farklılık

olarak ekonomik sebeplerin de etkili olduğunu hatıra getirmektedir. Fakat

diğer taraftan 12 Eylül müdahalesi, bütün demokratik yıkımlarına ve üzerinde

oluşan kuşkulara rağmen 1983 seçimlerinin sonuçları itibariyle olumlu bazı

ekonomik gelişmelerin ortaya çıkmasına da öncülük etmiştir.

1980 Darbesi’ni gerçekleştiren askeri bürokrasinin vizyonu ve amaçlarından

tamamen farklı bir düzlemde ortaya çıkan bu gelişme, Türkiye ekonomisinde

zihniyetin önemli oranda değişmesine yol açarak ekonomik yapıyı bütünüyle

etkilemiştir. Nitekim 1960–1980 döneminde toplam ihracatın yarısından fazlasını

tarım ürünlerinin oluşturmasından, planlar döneminin sanayileşme perspektifi ile

ilgili sonuçlar çıkarmak mümkündür. Sovyet planlarında (büyük ölçüde şişirilmiş)

görülen büyüme rakamlarının örnek alındığı bu dönem boyunca, dış rekabete

karşı içerde uygulanan korumacı politikalar sonucunda, iç pazarın tatlı

karlarıyla yetinmeyi yeterli gören ve politik himaye altında faaliyet gösteren bir

girişimci sınıf gelişmiş ve o dönemdeki diğer pek çok gelişmekte olan ülkede

Uluslararası İlişkiler ve Türk Siyasal Partileri (Ed. Nejat Doğan, Mahir Nakip), Seçkin, İstanbul, 2006 201

olduğu gibi (örneğin Japonya ve G. Kore) küresel rekabete hazır şirketlerin

yeşermesini sağlayamamıştır.

Nitekim 1950’de %90, 1960’ta %70 civarında seyreden ihracatın ithalatı

karşılama oranı da 1970’te %60, 1980’de %35 civarına düşmüştür. Bu yıllar

arasında, Yunanistan, İspanya ve Portekiz’e AB yolunu açan turizm

gelirlerindeki muazzam genişleme, Türkiye için 1980’e kadar sadece 326 milyon

dolarlık bir gelişmeyi ortaya çıkarabilmiştir (DPT, 1998: 39).

Kuşkusuz diğer sektörlerdeki gelişmeler ve başka makro ekonomik verilerin

incelenmesinden planlar dönemindeki başarısızlıklarla ilgili olarak daha geniş

açılım yapmayı sağlayacak sonuçlar elde etmek mümkündür. Kalkınma

planlarının bütüncül olarak beklenen ekonomik performansı sağlayamadığını

sonuç olarak belirtmek bu bağlamda yeterli olacaktır.

5. 24 OCAK 1980: EKONOMİK DÖNÜŞÜMÜN BAŞLANGICI

T. Özal’ın, önce bürokrat, daha sonra siyasi bir kişilik olarak 1980’den sonra

Türkiye ekonomisi ve dış ekonomik ilişkileri üzerindeki yadsınamaz etkisi çok

belirgindir. Karizmatik kişiliği etrafında neredeyse bütün siyasi akımlara mensup

kişileri aynı çatı altında birleştirerek 21. yüzyıl Türkiye’si üzerinde tartışılmaz izler

bırakmıştır. Nitekim Öniş’e göre, Atatürk’ten beri Türk toplumu üzerinde sadece

ekonomik anlamda değil, aynı zamanda politik, kültürel ve dış ilişkiler

konularında etkili olabilmiş en güçlü lider olarak göze çarpmaktadır (Öniş, 2004:

113).

Pek çok olumsuz şart altında hazırlanan 24 Ocak programı, özünde bir

istikrar programı olmasına rağmen bütüncül ve yapısal bir ekonomik

dönüşümün sağlanması için gerekli alt yapıyı hazırlamıştır. Programın etkin

olarak uygulandığı 1980–1988 Aralığında dışa açık ve rekabete hazır yerli

sanayiler oluşturmak için gerekli olan reformların yaklaşık tamamı hayata

geçirilmiştir (Köse, 2002; 121). Bu bağlamda, 1990’lardan sonra hız kazanmaya

başlayan küreselleşme eğilimlerine karşı Türk ekonomisinin hazırlanması işlevi

yerine getirilmiştir.

Bu gelişmeler paralelinde Türk ekonomisinin yapısal olarak tarımsal üretim

yerine endüstriyel üretim lehine genişleme gösterdiği gözlemlenmiş, GSYİH,

1979’daki 93 milyar dolardan 1997’de 203 milyar dolara yükselmiştir. Sanayi

üretimindeki bu genişlemenin temel kaynağı olan yabancı sermaye akımları

da 1980’deki yaklaşık 100 milyon dolarlık seviyeden 1997’de 4 milyar dolara

fırlamıştır. Fakat 1991’den itibaren ülkeye yönelen sermaye akışının büyük

kaynağını hükümet borçlanması oluşturmaya başlamıştır. Dış ticaret açısından

1980–1990 arasında Türk ihracatı 4 kat, ithalat ise 4,5 kat artış göstermiş,

doğrudan yabancı yatırımlar da 75 milyon dolardan 668 milyon dolara

(1992’de) yükselmiştir (Cam, 2002: 93, 106). Sonuçta reformlar, henüz etkinliği

tam olarak kırılamamış katı bürokrasiye rağmen Türkiye ekonomisinde büyük

açılımların meydana gelmesinde aracılık etmiştir.

Uluslararası İlişkiler ve Türk Siyasal Partileri (Ed. Nejat Doğan, Mahir Nakip), Seçkin, İstanbul, 2006 202

5a. Turgut Özal’ın Ekonomi Anlayışı ve Dış Politikada Köklü Değişim

Özal’ın dış politika vizyonunun temel belirleyicileri birkaç açıdan

yoğunlaşmaktaydı. İlk olarak, ABD’nin dünya politikalarına eşgüdüm

sağlayarak stratejik bir ortaklıkla bu ülkeyle son yirmi yılda inişli çıkışlı bir dönem

yaşayan Türkiye’ye bir kısım siyasi ve ekonomik açılımlar yapmak

düşüncesindeydi. İkincisi, AB’nin başarıyla sürdürdüğü bölgesel entegrasyona

tam katılım sağlayarak uluslararası sisteme daha etkin olarak katılmak istiyordu.

Son temel vizyon ise, ABD ve Batı ile iyi ilişkiler yanında, bir İslam birliği

düşüncesine yer vermeyecek şekilde Müslüman ülkelerle iyi ilişkiler geliştirerek

bu ülkelerin dünya sistemi ile politik ve ekonomik entegrasyonun sağlamalarına

katkıda bulunmaya çalışmıştır. Çünkü O’na göre İslam, batı yanlısı bir dış

politika ve kapitalist ekonomiyle tam olarak uyumlulaştırabilecek özellikler

taşıyordu (Aral, 2001: 76).

1983’te politik arenada baş aktör haline geldiği zaman Özal, bu

görüşlerle uyumlu bir şekilde dışa açık ve yerli sanayileri her anlamda

destekleyen bir ekonomi politikasını hayata geçirmeye çalışmıştır. 1980’lerden

itibaren Batı Avrupa’nın devletin ekonomideki rolünü azaltma çabalarıyla

paralel olarak Türkiye ekonomisinde verimlilik ve katma değer oluşturabilecek

yegâne unsur olan özel girişimlerin desteklenmesine çalışmıştır. Özal’ın “orta

direk” adını verdiği ve güçlendirmeyi hedeflediği üretici kesimler, ekonominin

hemen hemen her alanında faaliyet göstermeye başlamıştır. Bu kesimlerin

oldukça önemli bir kısmının, daha önce sanayicilik geleneğine sahip olmamış

sıradan vatandaşlardan oluşmuş olması toplumsal tabakalarda bütüncül bir

refah artışı sağlandığının göstergesi olmuştur.

Sadece iç ekonomik faaliyetler konusunda değil, uzun yıllar boyunca iş

çevrelerinde görülen dış ticaret algılamalarını da kökünden değiştiren bir

profilin kazanılması konusunda da Özal Devrimi belirleyici bir özellik

taşımaktadır. Dışa dönük sanayileşme politikasının gereklerinden olan ihracatı

teşvik mekanizmalarının hayata geçirilmesi ile bu dönemde Türk dış ticareti

büyük bir sıçrama yapmıştır. 1960–1980 yılları arasındaki merkezi ve katı

bürokratik mekanizmaların elimine edilmesinin ekonomik gelişmede büyük bir

rol oynayacağının farkında olan Özal, siyasi inisiyatifleri elde eder etmez

bürokrasinin daha fazla etkinliğini sağlayacak şekilde bürokratik yapılanmanın

politikadan uzaklaştırılmasını istemiştir. Bu amaca ulaşmak için, Heper’e göre,

“KİT’lerin özelleştirilmesi, bürokratik sürecin hızlandırılması ve kurumsal

reformların yapılması, adem-i merkeziyetçiliğin güçlendirilmesi ve merkezî

bürokrasinin gücünün azaltılması” izlenmesi gerekli temel politikalar olmuştur

(Heper, 1994: 669). Böylece klasik bürokrasinin ya da devlet aygıtının etkinliği

azaltılmıştır. Öniş, bu gelişmenin önemli bazı olumsuz sonuçlarının ortaya çıkmış

olduğunu ifade etmesine rağmen (Öniş, 2004: 114), totaliter tek parti rejimi

altında büyük bir güç yakalamış ve 1960 darbesinden sonra yeniden ekonomi-

politik öncelikleri belirler hale gelmiş bürokratik kolektivizm türü bir sistemin

devam ettirilmesi neo-liberal bir dünyada artık mümkün olamayacaktı. Nitekim

silahlandırılmış bürokratik elitlerin taraftar olmadıkları bir kişilik olarak (dünya

görüşünün oldukça farklı olması ve politik İslamcı çevrelerle bulunan

Uluslararası İlişkiler ve Türk Siyasal Partileri (Ed. Nejat Doğan, Mahir Nakip), Seçkin, İstanbul, 2006 203

geçmişteki yakınlığı bunun altında yatan nedenlerden biriydi) Özal 1983

seçimlerinde tek başına iktidar olarak işbaşına gelmiştir.

Bu bağlamda Turgut Özal’ın liberal ekonomik programı, açıkça devleti

küçültmeye yönelik olarak belirginleşmiştir. Çünkü devletçi ekonomik model,

bağımsız bir burjuvazi sınıfının ortaya çıkmasına engel olmuştur. İş adamı

öngörülerinden çok farklı düzlemde sonuçlar doğuran politik hamilik önceki

dönemlerde gerçek ekonomik başarıyı sağlayamamış ve Özal reformları bu

sistemi değiştirerek girişimcilere ekonomik ve politik bağımsızlık kazandırmayı

amaçlamıştır. Bu reformlar aracılığıyla, politize olmuş girişimci gurubun (Koç,

Sabancı ve Toprak gurupları gibi) etkisi tamamıyla kırılamamış olsa da siyaset

üzerindeki belirleyici rolleri önemli ölçüde azaltılmıştır (Kubicek, 2002: 763–764).

Bu reformların bir sonucu olarak, hem mevcut ve köklü girişimci guruplar

küreselleşen ve rekabetin olabildiğince arttığı uluslararası ekonomik sisteme

entegre olma ihtiyacı hissetmiş hem de bu farklı süreci bir fırsat olarak algılayan

yeni ve temelleri sağlam kurulan yeni (bağımsız) girişimci gurupların dünya

piyasalarında boy göstermelerine olanak sağlanmıştır.

5b. Özal Dönemi’nin Ekonomik Sonuçları: 1983–1989

İhracata yönelik sanayileşme modeli çerçevesinde ve fırsatçı bir ortamı

oluşturularak kurulmaya çalışılan bu dönemin, Türkiye’deki iş çevrelerinin

küresel bir ekonomik anlayışa ulaşmaları üzerindeki etkileri büyük olmuştur.

Planlar döneminde palazlanan ve sürekli yeni imtiyazlar elde ederek büyüyen

sanayici gurupların etkinliği azalmaya başlamış (en azından “ya yeni hal, ya

izmihlal” gerçeğiyle tanışmışlar) güçlü bir burjuvazi doğmaya başlamıştır.

Dış ticaretteki genişlemenin Türkiye ekonomisi üzerindeki etkileri bu

çerçevede netleşmeye başlamıştır. Nitekim 1983’te %62 olan ihracatın ithalatı

karşılama oranı 1988’e kadar sürekli büyüyerek %81,4’e ulaşmıştır. Tarımsal

üretimin yerini sanayi ve hizmetler sektöründeki genişleme almaya başlamış,

sanayi ürünlerinin toplam ihracat içerisindeki payı 1987’de %79’a ulaşmıştır.

Benzer bir şekilde turizm gelirleri de sürekli yükselerek 1989’da 2,5 milyar doları

aşmıştır. Bu büyümeye, ülkeye fiili olarak gelen doğrudan yabancı yatırımlar da

eşlik etmiş ve 1989’da 663 milyon dolara ulaşmıştır (DPT, 1998: 37, 39, 41).

Turgut Özal’ın öncülüğünde kaydedilen ekonomik ve politik başarıların

sebeplerinden birisi, 1970’lerin sonlarında olduğu gibi siyasal çalkantıların

yaşanmaması, tersine 1980’lerden itibaren uzun süre ekonomik ve politik karar

verici olarak liderliğini devam ettirmesi olmuştur. Bu politik istikrar çerçevesinde

1970’lerin sonlarında yaşanan derin ekonomik krizlerin tekrar etmesi önlenmiştir.

Bu bağlamda, politikaları OECD, IMF ve Dünya Bankası gibi uluslar arası

ekonomik kurumlar çevresi tarafından desteklenmiştir (Öniş, 2004: 113–114).

Diğer taraftan, 1980’lerin başında Türkiye, ekonomiyi Tek Avrupa Pazarı’na

daha fazla entegre etmek ve ekonomik yapıyı büyük ölçüde değiştirmek için

liberal ekonomi yanlısı politikaları (24 Ocak 1980 Kararları) hayata geçirmesine

rağmen, 12 Eylül 1980 Darbesi ile ilişkiler önemli bir yara almıştı. Bu arada,

Türkiye ile benzer bir coğrafi kuşakta yer alan Yunanistan’ın 1981’de, İspanya

Uluslararası İlişkiler ve Türk Siyasal Partileri (Ed. Nejat Doğan, Mahir Nakip), Seçkin, İstanbul, 2006 204

ve Portekiz’in 1986’da Topluluğa kabul edilmesi kaçırılan fırsatların bir diğer

ifadesi olmuştur.

İki yanlı ilişkilerin yeniden canlanma trendine girmesi ve 1987’deki tam

üyelik başvurusu bu ekonomik ve politik gelişmelerin bir yansıması olarak

görülebilir. Fakat bu başvuru, dışa açık piyasa reformlarının artık Topluluğun

öncelikleri arasında olmaktan çıkmış bulunması nedeniyle ve daha ziyade

politik gerekçeler öne sürülerek 1990’da olumsuz bir şekilde yanıtlanmıştır. Tam

üyelik başvurusu konusunda zamanlamanın kötü olmasının diğer bir nedeni de

Avrupa’nın Tek Pazar oluşturmak için 1992’ye kadar daha derin bir

entegrasyon modeli üzerinde yoğunlaşması olmuştur (Kahraman, 2000: 6).

Bu gelişmelerle paralellik gösterecek şekilde, dışa açık ekonomik

politikaların uygulanmaya başladığı 1980’li yılların başında, Topluluk üyesi

ülkelerin Türkiye’nin toplam dış ticaretindeki payları azalmaya başlamış, petrol

gelirleri sürekli artan İslam ülkeleri ile ticarette önemli bir genişleme yaşanmıştır.

İran-Irak Savaşı’ndan büyük dış ticaret geliri sağlayan Türkiye için, bir yandan

ihracata yönelik sanayi kollarını geliştirmiş olmasına rağmen Ortadoğu’nun

istikrarsız yapısı nedeniyle Türkiye için 1980’lerin ortalarından itibaren Avrupa

yeniden öncelikli pazarlar haline gelmiştir. Bu bağlamda AB’ye yapılan

ihracatın, toplam ihracat içerisinde payı sürekli yükselerek 2000 yılında %68’e

ulaşmıştır. Türkiye’nin bu geçici yön değiştirmesinin altında sosyo-politik pek çok

faktör bulunmaktadır. Bunların başında 1974 Petrol Krizi’nin yol açtığı sonuçlar,

Kıbrıs Problemi nedeniyle Batı ile soğuyan ilişkiler ve 1980 Askeri Darbesi

sonrasında gelişen politik ortam bulunmaktadır (Dartan vd., 2002: 24–30). Fakat

1986’dan sonra Topluluk ülkeleri, daha istikrarlı ve gelişmiş ekonomik ilişkileri

nedeniyle Türk ihracatı için yeniden öncelikli pazarlar olarak yerini almaya

devam etmiştir.

6. DP VE ANAP: BENZERLİKLER VE FARKLILIKLAR

Her iki siyasal hareketin çıkış noktaları, icraatları ve öncelikleri açısından

değerlendirilmesinden önemli bazı benzerlikler bulunduğu anlaşılmaktadır.

Öncelikle, iki hareketin de, önceki dönemde kilitlenen ve sorunlar yumağı

haline gelen politik ve bürokratik yaklaşımlara bir tepki sonucu olarak doğduğu

ifade edilebilir. Bu bağlamda iki siyasal hareket de iktidar olur olmaz askeri ve

sivil bürokrasinin etkinliğini azaltmaya çalışmıştır. Liberal ve dışa açık politikalar

her iki söylemde de çok belirgindir. Bunu o zamana kadar süregelen genel

geçer ilkelere meydan okumak olarak da anlamak mümkündür. Nitekim her iki

parti de, tek parti ya da onun devamı çizgisindeki katı bürokratik yaklaşımlar

karşısında geniş halk kesimleri tarafından kurtarıcı olarak algılanmıştır. Bu arada

her iki siyasi oluşuma da, askeri ve sivil bürokrasi (buna bürokrasi ile yakın ilişkileri

olan bazı aydınlar da eklenebilir) tarafından kuşkuyla yaklaşılmış ve

atacakları/attıkları her adım dikkatli bir şekilde izlenmiştir.

Altyapı yatırımlarında yoğunlaşma, bu aracı kullanarak önce iç ekonomik

entegrasyonu sağlama, ardından dış pazarlara dönük üretimi artırmanın bir

aracı olarak her iki siyasal harekette de güçlü bir şekilde göze çarpmaktadır.

Dışa açıklığın diğer bir göstergesi olarak Avrupa perspektifi açısından da ortak

Uluslararası İlişkiler ve Türk Siyasal Partileri (Ed. Nejat Doğan, Mahir Nakip), Seçkin, İstanbul, 2006 205

bir zihniyetin var olduğu ifade edilebilir. ABD ve Batı eksenli küreselleşme

yaklaşımlardaki benzerlikler dikkati çekerken, bu bağlamda Komünizm ve

Totalitarizm karşıtlığı hemen hemen ortak bir yaklaşım olarak göze

çarpmaktadır. Nitekim Kore Savaşı’na asker gönderilmesi ile 1. Körfez

Savaşı’nda izlenen politikalar arasında bu açıdan bazı benzerlikler kurmak

mümkündür.

Diğer yandan, demokratik gelişmelerin her iki dönemde de hız kazanması

nedeniyle özgürlükler konusundaki yaklaşımlarda da belirgin bir benzerlik

kurulabilmesi mümkündür. DP’nin, iktidarının ikinci ayında çıkardığı Af Kanunu

ile şair Nazım Hikmet’in serbest bırakılması ve ANAP’ın yurt dışında sürgünde

yaşamaya mahkûm edilmiş sosyalist düşünürlere yönelik ılımlı politikaları bunun

göstergelerinden birisi olarak algılanabilir.

Öte yandan her iki siyasal hareket arasında, zamanın koşullarından ve

kişisel donanımlardaki farklılıklardan kaynaklanan bazı ayrışmalardan da söz

edilebilir. Örneğin ANAP, ekonomi yönetimi konusunda daha fazla yurt dışı

tecrübesine sahip ve iyi yetişmiş kadrolara sahip bulunmasına rağmen DP bu

fırsattan yoksun görünmektedir. Özellikle Özal’ın dünya vizyonu, yeni ekonomik

gerçekleri okuma ve algılama konusunda daha güçlü bir karizmatik tavır

sergilemesine katkı sağlamıştır.

Bu bağlamda ANAP’ın silahlandırılmış bürokrasi cephesinde karşı karşıya

kaldığı sorunlar DP ile karşılaştırıldığında minimal düzeyde kalmıştır. Üstelik

ANAP’ın dışa açık vizyonu daha belirgindir. Çünkü Özal ve diğer parti

kurmayları bunun en temel bir ihtiyaç olduğunu, ithal ikameciliğin zirve yaptığı

yıllarda çok iyi gözlemlemişlerdir. Buna karşın DP yöneticileri, içinden çıkmış

oldukları politik kültür nedeniyle kapalı ekonomi vizyonundan keskin bir şekilde

sıyrılmakta zorlanmıştır.

Dış politika açısından Doğu’ya (İslam ülkeleri) yönelik söylemler ANAP’ta

daha belirgindir. Böylece Türkiye, Filistin’in İsrail tarafından işgali ve Petrol krizi

çerçevesinde Doğu ile ilişkileri geliştirme fırsatı bulmuş olması sonucunda

1980’lerde Müslüman ülke pazarlarından büyük ticaret kazançları elde etmiştir.

Oysa DP, genç cumhuriyetin bilinçaltında var olan olumsuz Arap imajından

tamamen kurtulamamış görünmektedir.

7. SONUÇ VE ÖZAL SONRASI DÖNEMİN KISA ELEŞTİRİSİ

DP ve ANAP örnekleri, elitist, militarist ve bürokratik devletçi bir kalkınma

modelinin Türkiye’deki geniş halk kesimleri tarafından benimsenmediğinin

göstergeleri olmuştur. Tersine her iki örnek, dışa dönük, saydam ve fırsat eşitliği

sağlayan bir iş ortamı oluşturulduğu takdirde toplumsal kalkınma yoluyla

bütüncül bir ekonomik refah artışı sağlayabileceğini kanıtlamıştır.

İki coğrafya arasında ucu yüzyıllara varan bazı anlaşmazlık unsurları

olmasına rağmen, Batı ile yakınlaşmanın Türkiye’deki toplumsal kesimler

tarafından daha fazla tercih edildiği görülmektedir. DP ve ANAP’ın siyasi

Uluslararası İlişkiler ve Türk Siyasal Partileri (Ed. Nejat Doğan, Mahir Nakip), Seçkin, İstanbul, 2006 206

arenada öne çıkmaları, bu toplumsal tercihin politik yansıması olarak kabul

edilebilir. Avrupa ile ilişkilerin geliştirilmesi, yaklaşık iki yüzyıllık Batılılaşma ve

çağdaşlaşma amaçlarının gerçekleştirilmesi konusundaki tarihsel çabaların bir

uzantısı olarak kabul edilmiştir.

Türkiye’de “halka rağmen” yapılan tepeden dönüştürme ve serveti

seçkinler arasında paylaştırma dönemine her iki örnek de bir tepki olarak

doğup gelişmiş ve toplumsal tercihlerin gerçek yönünün ne olduğu konusunda

ipuçları vermiştir. Bu eksende, henüz iktidarın üç yılını doldurmuş olmasına ve

farklı siyasal eğilimleri bünyesinde değerlendirebilme konusunda esnek olup

olmadığı üzerinde derin kuşkular bulunmasına rağmen mevcut AKP hükümeti

de bu yönelimlere 21. Yüzyıl Türkiye’sinden verilen tepkileri yansıtmaktadır.

Çünkü AKP’nin iktidar olmasından önce geçen on yılın, pek çok açıdan Türkiye

ekonomisinin “soygun yılları” olarak tarihte anılacak olması yaklaşık olarak kesin

gibidir.

Bu döneme ait (1991–2001) makro ekonomik verilerin incelenmesi ile elde

edilecek sonuçlar, Özal sonrası yılların, 1960’lardan sonra yeniden ve her

türüyle bürokratik elitler tarafından ekonominin çarçur edilmesine benzer

şekilde “kırk haramiler” tarafından yağmalandığını göstermektedir. Örneğin

1991’de iktidara gelen koalisyonun yaptığı ilk icraatlardan birisi (meşhur “beş

yüz gün” sihirli çubuğu (!) çerçevesinde) olan emeklilik yaşının indirilmesi (bu

vesileyle istihdamın artacağını (!) hayal etme) ileriki yıllarda muazzam sosyal

güvenlik açıklarıyla mücadele etme gereği doğurmuştur. Buna, yönetilemez

hale gelen borçlar, güvensizleşen iş yaşamı ve büyüyen dış ticaret açıkları

eklenince krizden krize yuvarlanma kaçınılmaz olmuştur. Özellikle 2001 krizinin

her açıdan yol açtığı derin izler halen silinebilmiş değildir.

Bu şartlar altında ve problemlerin çözülmesi zor bir yumak haline gelmesiyle

birlikte, dünyanın yeni koşullarını algılayabilen ve özgürlüklerden ödün

vermeden bütüncül bir refah ve üretim artışının sağlanmasında öncülük

edebilecek birleştirici, dışa açık, karizmatik lider ve siyasi kadrolara olan

gereksinim her geçen gün artmaktadır.

Uluslararası İlişkiler ve Türk Siyasal Partileri (Ed. Nejat Doğan, Mahir Nakip), Seçkin, İstanbul, 2006 207

Kaynakça

Ahmad, Feroz ve Bedia Turgay Ahmad (1976). Türkiye’de Çok Partili Politikanın

Açıklamalı Kronolijisi 1945–1971, İstanbul: Bilgi Yayınevi.

Akyol, Taha (2005). “Yabancı Sermaye, Milliyetçilik ve AB”, Milliyet, 11 Mayıs.

Aral, Berdal (2001). “Dispensing with Tradition? Turkish Politics and

International Society during the Ozal Decade, 1983-93”, Middle Eastern

Studies, vol. 37, no.1, January, ss. 72-88.

Aydın, Mustafa (2000). “Determinants of Turkish Foreign Policy: Changing

Patterns and Conjunctures during the Cold War”, Middle Eastern Studies,

Vol. 36, No: 1, January, ss.103-139.

Balassa, Bela (1990-91). “Financial Liberalization in Developing Countries”,

Studies in Comparative International Development, Winter, Vol. 25, No: 4, ss.

56-70.

Bayar, Ali H. (1996). “The developmental State and Economic Policy in

Turkey”, Third World Quarterly, Vol. 17, No. 4, ss. 773-785.

Boratav, Korkut (1998). Türkiye İktisat Tarihi 1908-1985, İstanbul: Gerçek

Yayınevi.

Cam, Sürhan (2002). “Neo-liberalism and Labor within the Context of an

“Emerging Market” Economy-Turkey”, Capital&Class, no.77, ss. 89-114.

Dartan, Muzaffer, 2004, “Avrupa Birliği ve Türkiye-Almanya İlişkileri”, Avrupa

Birliği Üzerine Yazılar (Ed. Turgay Berksoy ve A. Kadir Işık), Ankara: Sermaye

Piyasası Kurulu Yayınları, ss. 121-153.

Dartan, Muzaffer, Esra Hatipoğlu ve Mehmet Dikkaya (2002). ECO Bölgesi:

Uluslararası Aktörlerin Rolü ve Türkiye, İstanbul: Marmara Üniversitesi Avrupa

Topluluğu Enstitüsü Yayınları.

Demir, Osman ve Adem Üzümcü (2001). “Türkiye’de Yaşanan Ara Rejimlerin

Ekonomi Açısından Değerlendirilmesi”, U.Ü. İİBF Dergisi, cilt.9, sayı.1, ss.1-19,

http://iktisat.uludag.edu.tr/dergi/9/02/

Demirel, Tanel (2003). “Soldiers and Civilians: The Dilemma of Turkish

Democracy”, Middle Eastern Studies, vol.40, no.1, ss. 127-150.

Dikkaya, Mehmet (2005). “Türkiye’de Devletçiliğin Çöküşünün Bürokratik

Nedenleri”, Sivil Bir Kamusal Alan, (Ed. Lütfi Sunar), İstanbul: Kaknüs Yayınları,

ss. 133-142.

DPT (1998). Ekonomik ve Sosyal Göstergeler (1950-1998), Ankara: Devlet

Planlama Teşkilatı Yayınları.

Edison, Hali J., Levine, Ross vd. (2002). “International Financial Integration and

Economic Growth”, Journal of International Money and Finance, No: 21,

ss.749–776.

Uluslararası İlişkiler ve Türk Siyasal Partileri (Ed. Nejat Doğan, Mahir Nakip), Seçkin, İstanbul, 2006 208

Erçel, Gazi (2000). “Globalization and International Financial Environment”, Bank of International Settlement Review, No: 79.

Heper, Metin (1994). “Bureaucracy in the Ottoman-Turkish Polity”, Handbook

of Bureaucracy (Ed. Ali Farazmand), New York: Marcel Dekker.

Jacoby, Tim (2003). “For the People, Of the People and By the Military: The

Regime Structure of Modern Turkey”, Political Studies, Vol. 51, 669–685.

Kahraman, Sevilay Elgün (2000). “Rethinking Turkey-European Union Relations

in the Light of Enlargement”, Turkish Studies, vol.1, no.1, Spring, ss. 1-20.

Köse, Salih (2002). “24 Ocak 1980 ve 5 Nisan 1994 İstikrar Programlarının

Karşılaştırılması”, Planlama Dergisi (DPT’nin Kuruluşunun 42. Yılı Özel Sayısı), ss.

119-128.

Kubicek, Paul (2002). “The Earthquake, Civil Society and Political Change in

Turkey: Assessment and Comparison with Eastern Europe”, Political Studies,

vol.50, ss. 761-778.

Küçükömer, İdris (1994). ‘Batılılaşma’ Düzenin Yabancılaşması, İstanbul:

Bağlam Yayınları.

Levy, Brigitte (1997). “Globalization and Development: Facing the

Challenges”, The Political Economy of Globalization, (ed. Satya Dev

Gupta), Boston: Kluwer Academic Publishers.

Mango, Andrew (1997). “Testing Time in Turkey”, Washington Quarterly, Vol.

20, No.1, ss.3-20.

Narula, Rajneesh and John H. Dunning (2000). “Industrial Development,

Globalization and Multinational Enterprises: New Realities for Developing

Countries”, Oxford Development Studies, Vol. 18, No: 2, ss.141-167.

Öniş, Ziya (2004). “Turgut Ozal and his Economic Legacy: Turkish Neo-

Liberalism in Critical Perspective”, Middle Eastern Studies, Vol.40, No.4, July,

ss.113 – 134.

Park, William (2000). “Turkey’s European Union Candidancy: From

Luxembourg to Helsinki-to Ankara”, Mediterranean Politics, vol.5, no.3, ss.

35-53.

Rhodes, Martin (1995). “‘Subversive Liberalism’: Market Integration,

Globalisation and the European Welfare State”, Journal of European Public

Policy, Vol. 2, No: 3, September, ss. 384-406.

The World Bank, World Development Indicators 2000,

http://www.worldbank.org/data/wdi2000/html (17 Ocak 2001).

Thurow, Lester C. (1997). Kapitalizmin Geleceği, İstanbul: Sabah Kitapları.

Türkmen, Füsun (2002). “Turkey and the Korean War”, Turkish Studies, Vol.3,

No.2, Autumn, ss. 161-180.

Uluslararası İlişkiler ve Türk Siyasal Partileri (Ed. Nejat Doğan, Mahir Nakip), Seçkin, İstanbul, 2006 209

Vamvakidis, Athanasios (1999). “Regional Trade Agreements or Broad

Liberalization: Which Path Leads to Faster Growth?”, IMF Staff Papers, Vol.

46, No: 1, March, ss. 42-68.

Vander Lippe, John M. (2000). “Forgotten Brigade of the Forgotten War:

Turkey's Participation in the Korean War”, Middle Eastern Studies, Vol. 36,

No.1, January, ss.92-102.

Zürcher, Erik Jan (2001). Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, (çev. Yasemin Saner

Gönen) İstanbul: İletişim Yayınları.

ATIF İÇİN:

Mehmet Dikkaya, “Ekonomik Politikaların Küresel Ekonomik Entegrasyon Ve

Ekonomik Gelişme Üzerindeki Etkileri: DP ve ANAP Örnekleri”, Uluslararası

İlişkiler ve Türk Siyasal Partileri (Ed. Nejat Doğan, Mahir Nakip), Seçkin Yayınları,

İstanbul, 2006, ss. 191-209.