Uluslararası İlişkiler ve Türk Siyasal Partileri (Ed. Nejat Doğan, Mahir Nakip), Seçkin, İstanbul, 2006 191
EKONOMİK POLİTİKALARIN KÜRESEL
EKONOMİK ENTEGRASYON VE EKONOMİK
GELİŞME ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ:
DP VE ANAP ÖRNEKLERİ
Mehmet Dikkaya
1. GİRİŞ
Tarihsel açıdan Türkiye ekonomisinin incelenmesinden elde edilecek
sonuçlar belirgin bir şekilde iki dönemin diğer dönemlerden farklı özellikler
taşıdığını göstermektedir. Bunların ilki, DP’nin iktidarda bulunduğu 1950–1960
periyodu, ikincisi Turgut Özal’ın bürokrat olarak teorik çerçevesini çizdiği ve
politik bir kişilik olarak şekillendirdiği 1980–1989 yılları arasında geçen dönemdir.
İktisat ve politika tarihçilerinin de yoğun bir çalışma alanı olan bu dönemler
kuşku götürmeyecek şekilde Türkiye’nin ekonomik ve politik değişim ve
dönüşümünü hızlandırmıştır. Her iki siyasal hareket arasında aynı zamanda bir
kısım benzerliklerin var olduğu göze çarpmaktadır. Türkiye’nin içe kapalı bir
modelden küresel anlamda daha fazla işbirliği ve entegrasyona yöneldiği söz
konusu dönemlerden ikincisinin tarihçi Zürcher’e göre Üçüncü Cumhuriyet
olarak adlandırılmasına rağmen, DP hareketinin tek parti rejiminin bir devamı
gibi algılanması bu paralelliklerin kurulmasının önemini azaltmamaktadır.
Bu çalışmada, önce her iki hareketin genel özellikleri, ortaya çıktıkları
dönemde var olan uluslararası politik/ekonomik ortam, yönelimlerde belirleyici
unsurlar olan liderlerin ekonomi-politik karakteri ve değişim ya da dönüşümün
ana eksenleri incelenecek, ardından iki siyasal zihniyetin benzerlik ve farklılıkları
değerlendirilecektir. Son olarak, Özal sonrası dönemin özet bir panoraması
çizilecektir. Bunun için, kısa teorik bir çerçeve oluşturmak amacıyla küresel
ekonomik entegrasyonun arka planı üzerinde öncelikli olarak durulacaktır.
2. KÜRESEL EKONOMİK ENTEGRASYON: TEORİK ÇERÇEVE
Ekonomik küreselleşme, artan sınır ötesi karşılıklı bağımlılığa, mal, hizmet ve
para piyasalarının entegrasyonuna işaret etmektedir (Narula, 2000: 141–142).
Sınır ötesi ekonomik faaliyetlerde yaşanan genişleme, farklı şekillerde ortaya
Yrd. Doç. Dr. Kafkas Üniversitesi, İİBF, İktisat Bölümü.
Uluslararası İlişkiler ve Türk Siyasal Partileri (Ed. Nejat Doğan, Mahir Nakip), Seçkin, İstanbul, 2006 192
çıkmaktadır: Bunlar; uluslararası ticaret, doğrudan yabancı yatırımlar ve
sermaye piyasasında yaşanan gelişmelerdir. Ulusal ekonomilerin ihracat
oranlarının artması ile küreselleşmenin ticaret boyutundaki gelişmeler açıkça
gözlenmektedir. Örneğin gelişmiş ülkelerde (GÜ) uluslararası ticaretin toplam
üretime oranı 1987 yılından 1998’e kadar %27’den %29’a, gelişmekte olan
ülkelerde (GOÜ) ise %10’dan %17’ye yükselmiştir (The World Bank, 17 Ocak
2001).
Küresel ekonomik entegrasyon, üretim faktörlerinin bir kısmının yada
tamamının uluslar arası ekonomik sisteme entegre olmasını içermesi ile küresel
liberalizasyonla eş anlı olarak gelişmektedir. Bu konuda oluşmuş olan geniş bir
ekonomik literatür, farklı tartışma noktalarına işaret etmektedir. Her şeyden
önce, bölgesel ekonomik entegrasyon girişimleriyle karşılaştırıldığında, bütüncül
ve küresel bir liberalizasyonun, ekonomik büyüme açısından daha anlamlı
sonuçlar doğurduğu ve bu tür politika tercihlerinin daha yüksek büyüme
hızlarına ulaşmayı sağladığına değinen pek çok yazar (örneğin Vamvakidis,
1999: 42)bulunmaktadır. Şayet finansal sistemde yerinde düzenlemeler yapılırsa,
finansal liberalizasyonun da ekonomik büyüme üzerinde olumlu etkileri
olabileceği de bu bağlamda ileri sürülen tezlerdendir (örneğin Balassa, 1990–
91: 66). Daha sonraki çalışmalarda (Edison, Levine vd. 2002: 772), finansal
küreselleşmenin, farklı açılımları ile birlikte genellikle açık ekonomilerde
ekonomik başarıları sürükleyeceği üzerinde durulmaktadır.
Küreselleşme faktörünün ekonomiler üzerindeki temel etkisi, kendi ulusal
ekonomilerini kontrol etme konusunda ulus-devletlerin gözle görülür bir şekilde
ağırlıklarının azalmasında gözlemlenebilir. Artık iktisat politikaları, uluslar-üstü
kurumlara ve ticaret anlaşmalarına daha fazla önem vermeye başlamıştır. Bu
durum, ulusal organlardan uluslararası kurumlara doğru kısmi bir otorite ve güç
transferinin yaşanmasından da gözlemlenebilir. Bunu doğrulayan pek çok
ekonomik gösterge ortaya çıkmakla birlikte, politik açıdan bakıldığında da
yaklaşık olarak aynı şeyler geçerlidir (Levy, 1997: 317). Yani artık uluslararası
kurumlar, hem ulusal ekonomik hem de ulusal politik kararların alınmasında
etkili olmaya başlamıştır.
Küreselleşmenin, uluslararası ekonomi-politiğin geçirdiği süreç ile de yakın
bir ilgisi vardır. Çünkü Soğuk Savaş döneminde yapılan anti-komünist amaçlı dış
yardımlar ve yatırımların küresel bir kapitalist ekonominin inşa edilmesi üzerinde
yoğun bir etkisi olmuştur. Thurow’a göre (1997: 99), komünizmin sona
ermesinden sonra küresel bir kapitalizm yaratmak için gerekli tehditler sona
ermesine rağmen, alınan tarihsel yol büyük bir farklılık meydana getirmiştir. Önü
dizginlenemeyen bu küresel ekonomi, artık düşünce biçimlerini değiştirerek
herkesin dünya görüşüne şekil vermektedir. Bağımlılık artmış, eskisine göre farklı
bir arz-talep ilişkisi meydana gelmiştir. Dünya çapındaki bankalar, çok uluslu
şirketler ve uluslararası kuruluşlar kendilerini ve çevrelerini oluşturan hak ve
çıkarlarla birbirine bağlı olmuşlardır. Sonuçta küresel ekonomi, tam anlamıyla
ve fiziki olarak limanlarda, havaalanlarında ve haberleşme sistemlerinde
sarsılmaz bir yere sahip olmuştur. Thurow’a göre, en önemlisi de zihinlerde
küresel kapitalist bir ekonominin kök salmış olmasıdır.
Uluslararası İlişkiler ve Türk Siyasal Partileri (Ed. Nejat Doğan, Mahir Nakip), Seçkin, İstanbul, 2006 193
Bu bağlamda ekonomik küreselleşme, dünya çapında ticareti artırıp
yükseltmiştir. Bu sonucun arkasında pek çok faktör vardır. İlk önce, dünya
piyasalarının entegrasyonu ve hızlı teknolojik değişme, düşük işlem ve iletişim
maliyetlerinden ortaya çıkan verimlilik kazançlarına yol açmıştır. Bu gelişmeler,
düşük maliyetler, yüksek pazar etkinliği, yüksek verimlilik, düşük ticaret engelleri
ve yeni yatırım fırsatlarının ortaya çıkması aracılığıyla rekabeti artırmıştır. Bu
sebeple rekabet, hem GÜ’leri hem de GOÜ’leri hemen hemen aynı düzeyde
etkilemiştir. Bu noktada GOÜ’lerin son yirmi yılda dünya ticaretine ve küresel
ekonomiye aktif olarak katılmaya başladıkları söylenebilir. Çünkü coğrafi
sınırlar, artık mal ve hizmetlerin tedarikinin sınırlanmasında bir faktör olmaktan
çıkmış bulunmaktadır. Başta Asya ülkeleri olmak üzere, yeni gelişen ülkelerin
(emerging markets) dünya ticaretindeki önemleri gittikçe artmaktadır. İkinci
olarak, banka dışı mali kurumların, finansal aracılık sürecindeki önemlerinin
gittikçe arttığı belirtilmelidir. Bu sebeple, daha yüksek uluslararası rekabet,
daha yüksek ekonomik gelişme, daha yüksek gelir düzeyi, daha yüksek kaliteli
ürünler ve böylece daha yüksek hayat standartları küreselleşme süreci ile
birlikte görülebilir (Erçel, 2000: 2–3)
Bütün bu gelişmeler, mevcut politik ve sosyal sistemlerin kapasitesini
dışlayarak zorlamaktadır. Küresel üretim ve pazarlama yapıları şimdi artan
hızlılık ve yayılma ile şekillenmektedir. Küresel ürünler ve ulus aşırı firmalar
tarafından üretilmiş markalar, küresel bir tüketim kültürünü kuşatmaktadır. Bu
uluslararası kültür, gelişen (ama henüz tam anlamıyla değil) haberleşme,
teknoloji, hizmetler, taşımacılık ve finans piyasaları tarafından
desteklenmektedir. Ortaya çıkan bu uluslararası sistem, yönetimlerin bir uçtan
bir uca etkin olmasını gerektirmekte; ideal anlamda, yalnızca ticaret ve
parasal akımların değil, ekonomik ve ekonomik olmayan yapıların da etkileşim
haline gelmelerini teşvik edip düzenleyen bir çatının oluşmasını da talep
etmektedir (Rhodes, 1995: 386). Bu durum ulus-devletleri, kendi yasalarını
küresel standartlarla uyumlulaştırması konusunda zorlamaktadır (çevreyi
koruyucu politikalar ve iş hayatı düzenlemeleri gibi).
Bu çerçevede Türkiye’de küresel sisteme, hem ekonomik hem politik
açılardan entegre olma girişimleri 1950’lerden sonra hız kazanmaya başlamıştır.
Bu tür entegrasyon çabalarının ivme kazandığı iki dönemden ilki DP’nin
iktidarda olduğu 1950–60 periyodu ve ikincisi ise T. Özal’ın liderliğini yaptığı
ANAP’ın 1983–1991 (1989’a kadar başbakan olarak) arasında iktidarda
bulunduğu yıllardır. Her iki dönemin, halen bile özellikle kapalı ekonomi
zihniyetinin kuşattığı aydınlar ve politikacılar tarafından yoğun eleştiri konusu
yapılması, ilgili dönemlerin yakından incelenmesini gerektirmektedir.
Uluslararası İlişkiler ve Türk Siyasal Partileri (Ed. Nejat Doğan, Mahir Nakip), Seçkin, İstanbul, 2006 194
3. DP DÖNEMİ: İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NDAN SONRA ULUSLARARASI
EKONOMİK SİSTEME İLK ENTEGRASYON DENEMESİ
1923’ten II. Dünya Savaşı sonuna kadar Türkiye ekonomisini etkileyen
zihniyet açısından temel olarak iki dönemden söz edilebilir. Cumhuriyetin
ilanından Büyük Buhran’a kadar, özel sektörün geliştirilmesine yönelik
uygulanan iç ekonomik politikalar ve Osmanlı’dan kalan ekonomik mirasın
nasıl bir çerçeveye oturtulacağı yönündeki tartışmalar ağırlıklı olarak ekonomi
yönetimini etkilemiştir. Büyük Buhran sonucu devletçi ekonomik politikaların
uygulanmasında bir kısım iç ve dış nedenler bulunmaktaydı. Özel sektörün
yeterince gelişmemiş olması, Buhran’ın yol açtığı olumsuz etkiler ve Sovyetler
Birliği’nin merkezi ekonomik planlarda kaydettiği ilk dönem başarıları ile
devletçi sanayileşme dönemi başlamıştır. Bu dönemi belirleyen nedenler
arasında, Cumhuriyet elitlerinin ekonomik bağımsızlık taraftarı görüşlerinin etkin
bir rol oynaması da sayılabilir.
3a. Devletçi Sanayileşme: Büyük Buhran’dan İkinci Dünya Savaşı Sonuna
Kadar
1929 Ekonomik Bunalımı’ndan sonra içe kapanan diğer pek çok ülke gibi
Türkiye de ithalatı kısıcı önlemler alarak 1930–1941 yılları arasında ithalattan
alınan tüm vergilerin oranını yıllık ortalama %48 düzeyinde belirlemek zorunda
kalmıştır. Türkiye açısından korumacılığın en üst düzeyde uygulandığı bu
dönemde Avrupa ve SSCB ile ekonomik ilişkiler yine de çok gelişmiştir. Bu
dönemde Türkiye’nin Avrupa’ya (Almanya, Avusturya, İngiltere, İtalya ve
Fransa) olan ihracatının toplam ihracat içerisindeki payı İkinci Dünya Savaşı’nın
başladığı yıllarda en düşük düzeyi olan %41’e inmiş olmasına rağmen diğer
bazı yıllarda (örneğin 1936’da) %65’e kadar yükselmiştir. İthalat için de hemen
hemen aynı şeyler söylenebilir. Çünkü Türkiye’nin aynı ülke gurubundan yaptığı
ithalatın toplam ithalat içerisindeki payı, savaşın dozunun arttığı 1941’de %41’e
düşmüş ama 1939’da %67 düzeyine ulaşmıştır. Bu dönemin, özellikle ikinci
yarısından itibaren Almanya ile ticaret büyük gelişme göstermiştir. Bu dönemde,
yurtiçi sanayii dışarıya karşı korumak ve geliştirmek için etkin koruma
oranlarında değişiklik yapılmış ve dış ticaret açısından önem arz eden ülkelerle
gümrük oranlarını azaltan ikili ticaret anlaşmaları yapılmıştır (Tezel, 1994: 168–
169).
Özellikle II. Dünya Savaşı’na kadar Türkiye, Lozan anlaşmasından
kaynaklanan sorunlar ve kapütilasyon alışkanlıklarının devamından yana olan
tutumları nedeniyle İngiltere’yle, Osmanlı’dan kalma dış borçlar nedeniyle
Fransa’yla, Akdeniz’deki yayılmacı politikası sebebiyle İtalya ile önemli bazı
sorunlar yaşamış olsa da Nazi Almanya’sı ile iyi ilişkilerini sürdürmüştür. Diğer
taraftan Orta Doğu ve Balkanlar’da alternatif bölgesel açılımlar denemeyi de
ihmal etmeyerek Sovyetler Birliği’ni de bir ortak olarak algılamaya devam
etmiştir. Bu arada II. Dünya Savaşı’na doğru yol alan Avrupa’daki puslu
uluslararası ortam, 1939’da İngiliz-Fransız-Türk karşılıklı uluslararası yardım
anlaşmasının imzalanmasıyla sonuçlanmış ve Türkiye, Savaş süresince büyük
ölçüde tarafsız kalmayı başarmıştır (Zürcher, 2001: 292–296). Bu çerçevede,
Uluslararası İlişkiler ve Türk Siyasal Partileri (Ed. Nejat Doğan, Mahir Nakip), Seçkin, İstanbul, 2006 195
1939’a kadar Türkiye yaklaşık olarak tüm ülkelerle dostane ilişkiler kurmaya
özen göstermiş ama herhangi birisi ile aşırı bir yakınlaşmaya girmekten
kaçınmıştır (Aydın, 2000: 106).
İkinci Dünya Savaşı ve sonuçları, Türkiye’nin savaş öncesi dönemde izlediği
çok yanlı politikaları devam ettirmesini büyük ölçüde engellemiştir. Ekonomik
ve politik çizgide Batı ile daha yakın ilişkilerin kurulduğu dönem, Savaş
sonrasında ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda, Savaş’ın tartışmasız galibi olan ABD
ve onun koruması altına aldığı Batı Avrupa ile Sovyetler Birliği arasında oluşan
Soğuk Savaş ve Türkiye’ye yönelen Sovyet tehdidi Türkiye’yi tartışmasız bir
şekilde Batı kampına itmiştir.
3b. Savaş Sonrası Dönem ve DP İktidarının Ekonomi Vizyonu: 1950–1960
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan ulusal ve uluslararası politik ve
ekonomik realiteler, Türkiye’nin açık bir şekilde ABD-Batı Avrupa yanlı politikalar
izlemesini gerektirmiştir. Avrupa’nın yeniden imarı projesi, Sovyet tehdidinin
elimine edilmesi gereği, Savaş süresince yaşanan ekonomik problemler, çok
partili hayata geçiş ile birlikte daha dışa açık ve liberal politikalar izleyen bir
kadronun iktidara gelmesi vb. unsurlar bu realiteler arasında sayılabilir. Öte
yandan bu dönemde Avrupa’daki siyasal ortam, bütün Avrupa için maliyetleri
korkunç olan iki dünya savaşından çıkarılan dersler paralelinde, çatışma yerine
işbirliği mesajları vermeye başlamıştır. Türkiye’nin ABD-Batı eksenine
eklemlenmesi konusunda genellikle DP dönemi başlangıç olarak gösterilse de,
aslında savaşın hemen sonrasında, henüz iktidarı DP’ye devretmemiş olan CHP,
Truman Doktrini (1947) ve Marshall Planı (1948) aracılığıyla ABD yardımlarını
almaya başlamıştır. Buna ek olarak, Batı ile resmi bağlar kurmaya başlayan
Türkiye, 1948’de henüz yeni kurulmuş olan Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü
(OECD)’ne ve 1950’de Avrupa Konseyi’ne üye olmuştur. Türkiye’nin Avrupa
orijinli bu örgütlere üyelikleri, ülkenin ekonomik ve politik geleceği üzerinde
hayli etkili olunmuştur.
DP döneminde Türkiye’deki ekonomik sistem, Batı’yla bağlantılı olarak, özel
girişimler ve yabancı yatırımlara dayalı bir şekilde modellenerek 1947–61 yılları
arasında ABD’den yaklaşık 1,4 milyar dolar askeri yardım ve 1,9 milyar dolar
ekonomik yardım alarak şekillenmiştir. 1953’e kadar gözlenen ekonomik
canlanma, özel girişimlerin genişlemesi, tarımsal üretimdeki iyileşmeler ve Kore
Savaşı nedeniyle dünya tarım fiyatlarındaki aşırı yükselmeden
kaynaklanmaktaydı. Sovyet tehdidine karşı Batı ve ABD tarafından Türkiye’ye
verilen önemin de bir yansıması olarak ortaya çıkan bu dönemden sonra
ekonomik veriler zayıflamaya başlamıştır (Aydın, 2000: 111). Buna rağmen,
1950–60 döneminde ekonomik büyüme yıllık ortalama yüzde 6,3 olarak ortaya
çıkmıştır (Mango, 1997: 11) ki bu gelişme, savaş yılları göz önünde
bulundurulduğunda, DP yöneticilerinin en büyük siyasi rakiplerini ekonomi
yönetimini bilmemekle suçlamalarını haklı çıkaracak bir rakamı temsil
etmektedir.
1950’lerden itibaren askeri ve endüstriyel çıkarların birlikteliği üç temelde
ortaya çıkmıştır (Jacoby, 2003: 676–77): İlk olarak devlet bürokrasisinde sol
Uluslararası İlişkiler ve Türk Siyasal Partileri (Ed. Nejat Doğan, Mahir Nakip), Seçkin, İstanbul, 2006 196
kanat faaliyetlerinde artış bulunmaktaydı. 1950’lerin ortalarından itibaren
yüksek enflasyon oranı ekonomide genişleyen kamu sektörünün önemli bir
kısmını proleterleştirirken pek çok kamu işçisi sosyalist akımlara katıldılar. İkincisi,
1948–58 döneminde sendikalaşma oranı yüzde beş yüz artış gösterdi.
Sınıflaşmaya dayalı bu hareket, önceden devletin elindeki sanayi sektörünün
özel sektör tarafından absorbe edilmesine karşı bir tehdit oluşturdu. Üçüncüsü,
Batı Anadolu sermayesi, güney doğunun geleneksel elitleri elinde bulunan
feodal güçleri kırmaya başlamıştır. Örneğin, Sanayi Kalkınma Bankası’nın 400
civarındaki projesinin üçte ikisi 1950–60 yılları arasında sadece Marmara
Bölgesi’ne tahsis edilmiştir. Bu paralelde, yeni bir sanayi burjuvazisi sınıfının DP
dönemi boyunca şekillenmeye başladığı görülmüştür. Fakat bu dönemde
oluşan sanayici sınıf, askeri ve sivil bürokrasi ile birlikte toplum nezdindeki
konumlarını sağlamlaştırmak adına, savaş öncesi dönemde sınırlı bir şekilde
uygulanmış olan ithal-ikameci sanayileşme modelinin yılmaz savunucuları
olmaya başlamıştır (Bayar, 1996: 777).
Esasen ithal ikameci sanayileşme ve dışa açık gelişme modelleri arasındaki
tartışmalar bu dönemin temel belirleyici unsurlarından birini oluşturmaktadır.
Boratav’a göre 1946–1953 yılları arasında daha yoğun olarak uygulanan liberal
politikalar (yani bu dönemdeki ekonomik başarılarda CHP’nin de rolünün
bulunduğunun değişik bir ifadesidir bu) dışa dönük ve tarım, madencilik, alt
yapı yatırımları ve inşaat sektörlerine ağırlık veren çabalarla sonuçlanmıştır
(Boratav, 1998: 74). Bu dönemde özellikle tarımsal üretimde gösterilen
başarıların özellikle altını çizmek gerekmektedir. Yerli sanayi burjuvazisinde
yeniden ithal ikameci özlemlerin oluşmasını teşvik eden faktörlerin en
önemlilerinden birisi olarak bu gelişme gösterilebilir.
Bu dönemde izlenen dış politikalardan birisi de yükselen Sovyet tehdidini
elimine etmek ve NATO’ya üyelik için bir garanti oluşturmak için Kore’ye asker
gönderilmesi olmuştur. CHP’nin dış politikadaki eğilimlerini pasif olarak
değerlendiren C. Bayar ve A. Menderes, Batı ve ABD yardımlarının da
güvencesi olarak gördükleri bu politikayı hayata geçirdiler. Anti-komünist
faaliyetlerin devlet eliyle desteklendiği bu dönem, bazı yazarlarca (örn.
Vander Lippe, 2000: 101) neden olduğu olumsuz ekonomik sonuçlar ileri
sürülerek 1990’lardaki Birinci Körfez Savaşı’nın yol açtığı olumsuz etkilerle
paralellik kurulmasına rağmen kanımca uzun dönemli güvenlik stratejisinin
izlenmesinde önemli bir kilometre taşı olmuştur.
Çünkü Türkiye’nin, II. Dünya Savaşı sonrası dönemde kapitalist sistemin
tartışmasız lideri olarak ABD’nin nüfuz alanında yer alması savaşın sonlarına
doğru kesinleşmişti (Boratav, 1998; 76). Yine savaş sonrası dönemde Türk dış
politikasının karşılaştığı en önemli problemlerden birisi, savaş esnasında İ.
İnönü’nün başarıyla izlediği tarafsızlık politikasının bir sonucu olarak dünya
sisteminden izole edilme olasılığı olmuştur (Türkmen, 2002: 161–62). Üstelik
Türkiye gibi jeopolitik konum itibariyle önemli bir coğrafyada bulunan orta
güçte bir ülkenin tarafsızlık politikasını sürdürmesi fazla realist değildi ve pek çok
gözlemcinin ifade ettiği gibi, Batı eksenli dış politikalara kayma talebi Batı’nın
cazibesinden ziyade Sovyet baskısının ağırlığından kaynaklanmaktaydı (Aydın,
2000: 106). Bu çerçevede ve pragmatik unsurlar göz önünde bulundurularak
Uluslararası İlişkiler ve Türk Siyasal Partileri (Ed. Nejat Doğan, Mahir Nakip), Seçkin, İstanbul, 2006 197
kamuoyundaki komünizm karşıtı ağırlık dikkate alındığında o dönem için bu
seçimi sorgulamak hayli gereksiz olacaktır.
Türkiye’nin 1950’lerde ABD-Batı Avrupa yörüngeli dış politikalar uygulamaya
başlamasının ekonomik etkileri, dönemin başlarında hemen hissedilmiştir.
DP’nin ilk yıllarında izlenen politikalarla, Türkiye’de büyük bir tarımsal genişleme
yaşanmaya başlamış, bu gelişme de dış ticarette önemli bir canlanmaya
sebep olmuştur. Bu dönemde kuşkusuz Batı Avrupa, Türkiye için en öncelikli
pazarlar haline gelmiştir. Fakat kısa liberasyon döneminde görülen dış açıklar
Milli Koruma Kanunu’nun yeniden gündeme gelmesini gerektirmiştir. Diğer
yandan, Avrupa ile savaş yıllarında büyük gerileme gösteren ticaret hızla
yükselmeye başlamıştır.
Bu dönem için altı çizilmesi gereken ve totaliter eğilimleri güçlü olan
CHP’den farklı olarak ortaya çıkan temel çizgi, dışa açıklık, tarımsal üretim
genişlemesi ve ihracı yoluyla sanayileşmenin sağlanmaya çalışılması ve Batı
merkezli küresel ekonomik bütünleşme çabalarının yoğunluk kazanması
olmuştur.
3c. ABD-Batı Merkezli Küresel Ekonomik Entegrasyona Eklemlenmenin
Sonuçları: Avrupa İle Gelişen İlişkiler
DP’nin dışa dönük vizyonu sonucu 1959’da, Avrupa’da hızla yükselmeye
başlayan entegrasyon hareketine katılmak için yapılan başvuru sonucunda 12
Eylül 1963’te AET ortaklığı elde edilmiş ve ünlü Ankara anlaşması’yla Toplulukla
olan ilişkilerin genel çerçevesi çizilmiştir (Park, 2000: 31). Türkiye’ye tam üyelik
hakkı tanıyan bu anlaşma ile Türkiye-AET ortaklığı üç dönemi kapsayacaktır:
Bunlar, hazırlık, geçiş ve nihai dönemlerdir. Ankara Anlaşması’nın 1 Aralık 1964
tarihinde yürürlüğe girmesiyle başlayan hazırlık dönemi, 1 Ocak 1973’te
yürürlüğe giren Katma Protokol ile sona ermiştir. Geçiş dönemi olarak
adlandırılan ikinci dönem, söz konusu protokolün hükümleri çerçevesinde 22 yıl
sonra 31 Aralık 1995’te Gümrük Birliği’ne (GB) geçilmesiyle sona ermiştir.
Ankara Anlaşması ve Katma Protokol, ekonomik entegrasyonun temeli olan
mal, hizmet, sermaye ve kişilerin serbest dolaşımının gerçekleşmesini
öngörmektedir. Bu dört alanın ilki olan malların serbest dolaşımı ve GB, ilke
olarak 12 yıllık bir geçiş döneminde (bazı hassas ürünler için 22 yıl) yürürlüğe
girecek, nihai dönem GB ve ekonomi politikalarının koordinasyonu ile tam
üyelik koşullarının oluşturulması olarak belirlenmiştir. Bu aşamalardan birisi olan
Gümrük Birliği (GB) yanında, tarım ürünleri ticareti, hizmet ve işçilerin serbest
dolaşımı, yerleşme hakkı ve Birliğin diğer politikalarına zaman içerisinde katılım,
Ankara Anlaşması’nın şekillendirdiği modelin hedefleri olarak göze
çarpmaktadır (Dartan, 2004: 122).
Teknik ve teorik çerçevesi bu şekilde çizilen Türkiye-AB entegrasyonu,
1987’de tam üyelik için yapılan başvuruya kadar politik açıdan inişli çıkışlı pek
çok devre yaşamıştır. Bunların en önemlileri, Kıbrıs problemi (1974’te Türkiye’nin
adaya asker çıkarmasıyla keskinleşen ve Güney Kıbrıs’ın 2004’te AB’ye tam
üye olmasıyla iyice karmaşık bir hale gelen), 12 Eylül 1980’deki askeri darbe ile
entegrasyon bağlamında süregelen ilişkilerin dondurulması ve Türkiye’nin üniter
Uluslararası İlişkiler ve Türk Siyasal Partileri (Ed. Nejat Doğan, Mahir Nakip), Seçkin, İstanbul, 2006 198
yapısına tehdit oluşturacak ayrılıkçı akımların bazı AB üyesi ülkeler tarafından
desteklenmesi olarak gösterilebilir (Bu konularda çok keskin eleştiriler için
örneğin bkz. Wood, 1999). Bu anlamda, 1950’lerde stratejik ortaklık
çerçevesinde başlayan ikili iyi ilişkiler bazen kopma noktasına gelebilmiştir.
3d. DP ve CHP’nin Ekonomi Anlayışındaki Farklılıklar
DP’yi, tek parti iktidarı elitlerinden farklılaştıran nedenler üzerinde durulacak
olursa, DP milletvekillerinin ortalama olarak daha genç olup seçim bölgeleriyle
daha köklü ilişkilere sahip olmaları ve ticaret ve hukuk formasyonuna sahip
olanlarının fazla sayıda olması temel ayrışma noktaları olarak gösterilebilir. Bu
bağlamda iki siyasal hareket arasındaki en çarpıcı fark olarak, bürokratik veya
askeri formasyona sahip milletvekillerinin DP’de hemen hemen bulunmaması
gösterilebilir. DP’nin bu özellikleri, partinin yıldızının en fazla parladığı 1954
seçimlerini izleyen yıllarda aydın ve seçkin sınıfın temsilcilerinin (bu arada
ordunun) bu hükümetten soğumalarına da neden olmuştur (Zürcher, 2001:
321–325). Seçkin kesimde büyüyen bu hoşnutsuzluk Mayıs 1960 askeri
darbesinin yapıldığı zamana kadar devam etmiştir.
CHP döneminde pek çok imtiyazlar elde ederek, ekonomide elitist bir
model izleyen bürokrasinin (hem sivil ve hem askeri bürokrasi) egemenliği
tartışılmazdır. Tek partinin avantajlarının sonuna kadar kullanıldığı bu periyotta
parti ve bürokrasi iç içedir. Üstelik refahın geniş toplum kesimlerine yayılması
konusunda çok az şey yapılmıştır (Dikkaya, 2005: 136). DP’yi, halen geniş halk
kesimlerinin bilinçaltında önemli kılan unsur açıkça piyasa yanlısı olmaları ve
Türkiye gibi bir ülkede modernleşme hamlesinin tarımdan başlamak zorunda
olduğunu anlamaları olmuştur. Nitekim bu çerçevede Türk tarihinde ilk defa
çiftçilerin çıkarları gözetilmiş ve pek çok araçla tarımsal üretim desteklenmiştir.
Yabancı yatırımları teşvik etme açısından da büyük beklentiler olmasına
rağmen bu konuda fazla başarılı olunamamış ve yatırımların büyük kısmı yine
devlet eliyle yapılmak zorunda kalmıştır (Zürcher, 2001: 326). Bunu etkileyen
unsurlar arasında, o dönemde halen büyük ölçüde etkinliği devam eden tek
partici ve katı bürokratik zihniyet zikredilebilir. Nitekim DP’nin askeri bir
müdahale endişesi altında iktidarını devam ettirmek zorunda olması, en büyük
açmazlarından birini oluşturmuştur (Demirel, 2003: 133).
Buna rağmen DP yöneticileri, ürünün pazarlara ulaştırılmasında büyük
fonksiyon icra eden karayollarının inşasına büyük önem vermiş ve bu konuda
önemli alt yapı yatırımlarının gerçekleşmesine öncülük etmiştir. Demiryolu ve
karayolu alternatifleri arasında etkinlik açısından seçim yapmayı gerektiren bu
tartışmalar halen güncelliğini korumasına rağmen o dönemde izlenebilecek en
rasyonel politikalardan biriydi bu. Nitekim Zürcher, bu durumu “yeni yollar
ülkeyi ilk kez tam olarak birbirine bağladı ve köyleri dışarıya açtı” (Zürcher, 2001:
327) şeklinde yorumlamaktadır.
ABD-Batı eksenli küreselleşme eğilimlerini algılama ve bunun gereklerini
yapma konusunda DP elitlerinin daha fazla dışa açık ve yenilikçi oldukları
görülmektedir. AB ile entegrasyona yönelik ilk adımların temellerinin bu
dönemde atılmasından daha net anlaşılabilir bu açıklık. Nitekim 1950’lerde yüz
Uluslararası İlişkiler ve Türk Siyasal Partileri (Ed. Nejat Doğan, Mahir Nakip), Seçkin, İstanbul, 2006 199
milyon doları ancak bulan yabancı sermayeye karşı İsmet İnönü, “Afrikalı
kabilelerin kovduğu sömürgecileri ülkemize sokmayacağız” diyerek tepki
göstermişti (Akyol, 2005). Zihniyette görülen bu farklılık, her iki parti
yöneticilerinin 1950’lerin yeni şartlarını algılamadaki vizyonlarını yansıtmaktadır.
4. ASKERİ DARBELER GÖLGESİNDE GEÇEN DÖNEM: İTHAL İKAMECİLİĞİN
ZİRVE YILLARI (1960–1980)
27 Mayıs 1960 Darbesi, Türkiye’de askeri bürokrasi tarafından, yeniden
imtiyazlar elde ederek sosyo-ekonomik ve politik hayatın bütününü kontrol
etme amaçlarını gerçekleştirmeleri için büyük bir fırsat olarak algılanmıştır.
Nitekim darbeden hemen sonraki yıl büyük vergi muafiyetleri tanınan Ordu
Yardımlaşma Kurumu (OYAK) yasası çıkmış ve önemli endüstriyel yatırımlarda
(Renault, Goodyear gibi) bu kuruma büyük çıkarlar sağlanmıştır (Jacoby, 2003:
677). Bu darbenin sadece ekonomik nedenlerle yapılmamış olduğu (Demir ve
Üzümcü, 2001) çok belirgin olmasına rağmen sonuçları itibariyle askeri
bürokrasinin ekonomik kazanımları büyük olmuştur. Bizzat Menderes tarafından
komünizmin bir aracı olarak görülen planlar dönemi de izleyen yıllarda
ekonominin bütününü kapsayacak şekilde hayata geçmiştir. Planlar dönemi,
ülkenin kapalı yapısı (sosyal ve ekonomik anlamda) nedeniyle pek çok
olumsuzlukların meydana gelmesine neden olabilecek muhtemel kuşkular
içermektedir. Nitekim ikinci plandan itibaren, dış politik faktörlerin de etkisiyle
ekonomik problemler yeniden gün yüzüne çıkmıştır.
Dönemin hemen hemen bütün hükümetleri üzerinde askeri bürokrasinin
gölgesi devam etmiş ve sanayileşme adı altında, montaj sanayi temelinde
gelişmiş kompleksler inşa edilmiştir. Tek parti döneminde kemikleşen bürokrasi
de konumunu bu dönemde iyice sağlamlaştırmıştır. Çünkü planlama,
bürokrasiye büyük bir güç vermiş ve ticaret gibi bir kısım sektörler dışındaki
gelişmeler cılız kalmış ve dünya pazarlarıyla rekabet edebilecek kalitede
üretim mantığı esas alınmamıştır. Dış politika açısından ise, büyüyen sol
akımların da etkisiyle üçüncü dünyacı yaklaşımlar belirgin hale gelmeye
başlamış ve uluslararası sistemden izole edilen, geniş bir vizyona sahip
olmaktan öte bölgesel önceliklerin bir ölçüde geliştirildiği (İslam ülkeleri ile
zorunlu olarak gelişen ilişkiler çerçevesinde) bir yaklaşım izlenmeye çalışılmıştır.
Tek parti dönemindeki bağımsız politikaların kötü bir kopyası olarak ifade
edilebilecek bu dönemin sonuçları, daha sonra uzun yıllar telafi edilemeyecek
kadar olumsuz şekilde ortaya çıkmıştır. Küçükömer’in “montaj ve ambalaj
sanayi” olarak tanımladığı ve finans sektörünün ya bizzat içinde olduğu ya da
bu tür bir sanayileşme modelini tamamlama işlevi gördüğü bir dönemdir bu.
Yerli katkıları daha fazla olan üretim anlayışının desteklenmemesi ve ihracata
dönük güçlü sektörlerin oluşturulamaması bu olumsuz sonuçları daha anlaşılır
kılmaktadır (Küçükömer, 1994: 133–140).
Uluslararası İlişkiler ve Türk Siyasal Partileri (Ed. Nejat Doğan, Mahir Nakip), Seçkin, İstanbul, 2006 200
4a. İthal İkameciliğin Dış Ekonomik Yansımaları: Avrupa İle Zayıflayan
İlişkiler
Tek parti zihniyetine dayalı askeri ve sivil bürokrasinin yeniden etkili olmaya
başladığı 1960 ve 1980 askeri darbe dönemleri arasında Türkiye ve Avrupa
ilişkileri, belli ölçüde Türkiye’nin GB sürecinin başlatılmasına yönelik yapması
gereken reformları gerçekleştirmemesinden de etkilenerek önemli bir ilerleme
gösterememiştir. Gerçekten, 1980’e kadar hiçbir hükümet Avrupa’nın serbest
piyasa yaklaşımı ile uyumlu bir ekonomik strateji izlememiş, bunun yerine ithal
ikameci bir kalkınma modeli uygulamayı tercih etmiştir. Türkiye’nin ithal
ikameci politikaları ile Avrupa’nın geçmiş tecrübeleri arasındaki farklılık, bu
anlamda oldukça önemli olmuştur. Çünkü 1930’lardaki Büyük Bunalım’dan
çıkardıkları dersler sonucu Avrupalı liderler, dış ticaret ve büyüme arasındaki
yakın ilişkiye sürekli önem vermiş, örneğin tarım gibi alanlarda ortak politikalarla
sonuçlanan gelişmeci bir ticaret serbestleşmesini savunmuşlardır. Buna zıt
olarak Türkiye’nin izlediği korumacı politikalar, yalnızca liberal pazar
ekonomisinin kurulmasına engel olmamış, aynı zamanda Batı Avrupa’dan
kopmasına neden olmuştur (Kahraman, 2000: 3). Bu tabloya bazı dış politik
anlaşmazlıklar da eklendiğinde, Türkiye’nin AB yolculuğunun bu dönemde
önemli bir kesintiye uğradığı belirtilebilir.
4b. İthal İkameciliğin Ekonomik Sonuçları
Beş yıllık kalkınma planları temelinde uygulanan ithal ikameci politikalar
1963–1977 yıllarında uygulanan üç plan açısından, hizmetler sektörü dışında
hemen tüm sektörlerde hedeflenen büyüme rakamlarına ulaşılamamakla
sonuçlanmıştır. Hizmetler sektörünün bir istisna oluşturmasının nedeni ise gelişen
ticaret burjuvazisinin etkinlik kazanmaya başlaması olarak görülebilir. 1978
ekonomik programının ve daha sonra militarist bir ortamda şekillenen
dördüncü planın (1979–1983) sonuçları ise ekonomik açıdan tam bir başarısızlık
olarak tarihe geçmiştir. Örneğin IV. Kalkınma Planı’ndaki büyüme hedefi %8
olmasına rağmen gerçekleşen rakam %1,7’dir (DPT, 1998; 5). Bu gelişmeler, 12
Eylül 1980 askeri darbesini Mayıs 1960 Darbesi’nden ayıran en temel farklılık
olarak ekonomik sebeplerin de etkili olduğunu hatıra getirmektedir. Fakat
diğer taraftan 12 Eylül müdahalesi, bütün demokratik yıkımlarına ve üzerinde
oluşan kuşkulara rağmen 1983 seçimlerinin sonuçları itibariyle olumlu bazı
ekonomik gelişmelerin ortaya çıkmasına da öncülük etmiştir.
1980 Darbesi’ni gerçekleştiren askeri bürokrasinin vizyonu ve amaçlarından
tamamen farklı bir düzlemde ortaya çıkan bu gelişme, Türkiye ekonomisinde
zihniyetin önemli oranda değişmesine yol açarak ekonomik yapıyı bütünüyle
etkilemiştir. Nitekim 1960–1980 döneminde toplam ihracatın yarısından fazlasını
tarım ürünlerinin oluşturmasından, planlar döneminin sanayileşme perspektifi ile
ilgili sonuçlar çıkarmak mümkündür. Sovyet planlarında (büyük ölçüde şişirilmiş)
görülen büyüme rakamlarının örnek alındığı bu dönem boyunca, dış rekabete
karşı içerde uygulanan korumacı politikalar sonucunda, iç pazarın tatlı
karlarıyla yetinmeyi yeterli gören ve politik himaye altında faaliyet gösteren bir
girişimci sınıf gelişmiş ve o dönemdeki diğer pek çok gelişmekte olan ülkede
Uluslararası İlişkiler ve Türk Siyasal Partileri (Ed. Nejat Doğan, Mahir Nakip), Seçkin, İstanbul, 2006 201
olduğu gibi (örneğin Japonya ve G. Kore) küresel rekabete hazır şirketlerin
yeşermesini sağlayamamıştır.
Nitekim 1950’de %90, 1960’ta %70 civarında seyreden ihracatın ithalatı
karşılama oranı da 1970’te %60, 1980’de %35 civarına düşmüştür. Bu yıllar
arasında, Yunanistan, İspanya ve Portekiz’e AB yolunu açan turizm
gelirlerindeki muazzam genişleme, Türkiye için 1980’e kadar sadece 326 milyon
dolarlık bir gelişmeyi ortaya çıkarabilmiştir (DPT, 1998: 39).
Kuşkusuz diğer sektörlerdeki gelişmeler ve başka makro ekonomik verilerin
incelenmesinden planlar dönemindeki başarısızlıklarla ilgili olarak daha geniş
açılım yapmayı sağlayacak sonuçlar elde etmek mümkündür. Kalkınma
planlarının bütüncül olarak beklenen ekonomik performansı sağlayamadığını
sonuç olarak belirtmek bu bağlamda yeterli olacaktır.
5. 24 OCAK 1980: EKONOMİK DÖNÜŞÜMÜN BAŞLANGICI
T. Özal’ın, önce bürokrat, daha sonra siyasi bir kişilik olarak 1980’den sonra
Türkiye ekonomisi ve dış ekonomik ilişkileri üzerindeki yadsınamaz etkisi çok
belirgindir. Karizmatik kişiliği etrafında neredeyse bütün siyasi akımlara mensup
kişileri aynı çatı altında birleştirerek 21. yüzyıl Türkiye’si üzerinde tartışılmaz izler
bırakmıştır. Nitekim Öniş’e göre, Atatürk’ten beri Türk toplumu üzerinde sadece
ekonomik anlamda değil, aynı zamanda politik, kültürel ve dış ilişkiler
konularında etkili olabilmiş en güçlü lider olarak göze çarpmaktadır (Öniş, 2004:
113).
Pek çok olumsuz şart altında hazırlanan 24 Ocak programı, özünde bir
istikrar programı olmasına rağmen bütüncül ve yapısal bir ekonomik
dönüşümün sağlanması için gerekli alt yapıyı hazırlamıştır. Programın etkin
olarak uygulandığı 1980–1988 Aralığında dışa açık ve rekabete hazır yerli
sanayiler oluşturmak için gerekli olan reformların yaklaşık tamamı hayata
geçirilmiştir (Köse, 2002; 121). Bu bağlamda, 1990’lardan sonra hız kazanmaya
başlayan küreselleşme eğilimlerine karşı Türk ekonomisinin hazırlanması işlevi
yerine getirilmiştir.
Bu gelişmeler paralelinde Türk ekonomisinin yapısal olarak tarımsal üretim
yerine endüstriyel üretim lehine genişleme gösterdiği gözlemlenmiş, GSYİH,
1979’daki 93 milyar dolardan 1997’de 203 milyar dolara yükselmiştir. Sanayi
üretimindeki bu genişlemenin temel kaynağı olan yabancı sermaye akımları
da 1980’deki yaklaşık 100 milyon dolarlık seviyeden 1997’de 4 milyar dolara
fırlamıştır. Fakat 1991’den itibaren ülkeye yönelen sermaye akışının büyük
kaynağını hükümet borçlanması oluşturmaya başlamıştır. Dış ticaret açısından
1980–1990 arasında Türk ihracatı 4 kat, ithalat ise 4,5 kat artış göstermiş,
doğrudan yabancı yatırımlar da 75 milyon dolardan 668 milyon dolara
(1992’de) yükselmiştir (Cam, 2002: 93, 106). Sonuçta reformlar, henüz etkinliği
tam olarak kırılamamış katı bürokrasiye rağmen Türkiye ekonomisinde büyük
açılımların meydana gelmesinde aracılık etmiştir.
Uluslararası İlişkiler ve Türk Siyasal Partileri (Ed. Nejat Doğan, Mahir Nakip), Seçkin, İstanbul, 2006 202
5a. Turgut Özal’ın Ekonomi Anlayışı ve Dış Politikada Köklü Değişim
Özal’ın dış politika vizyonunun temel belirleyicileri birkaç açıdan
yoğunlaşmaktaydı. İlk olarak, ABD’nin dünya politikalarına eşgüdüm
sağlayarak stratejik bir ortaklıkla bu ülkeyle son yirmi yılda inişli çıkışlı bir dönem
yaşayan Türkiye’ye bir kısım siyasi ve ekonomik açılımlar yapmak
düşüncesindeydi. İkincisi, AB’nin başarıyla sürdürdüğü bölgesel entegrasyona
tam katılım sağlayarak uluslararası sisteme daha etkin olarak katılmak istiyordu.
Son temel vizyon ise, ABD ve Batı ile iyi ilişkiler yanında, bir İslam birliği
düşüncesine yer vermeyecek şekilde Müslüman ülkelerle iyi ilişkiler geliştirerek
bu ülkelerin dünya sistemi ile politik ve ekonomik entegrasyonun sağlamalarına
katkıda bulunmaya çalışmıştır. Çünkü O’na göre İslam, batı yanlısı bir dış
politika ve kapitalist ekonomiyle tam olarak uyumlulaştırabilecek özellikler
taşıyordu (Aral, 2001: 76).
1983’te politik arenada baş aktör haline geldiği zaman Özal, bu
görüşlerle uyumlu bir şekilde dışa açık ve yerli sanayileri her anlamda
destekleyen bir ekonomi politikasını hayata geçirmeye çalışmıştır. 1980’lerden
itibaren Batı Avrupa’nın devletin ekonomideki rolünü azaltma çabalarıyla
paralel olarak Türkiye ekonomisinde verimlilik ve katma değer oluşturabilecek
yegâne unsur olan özel girişimlerin desteklenmesine çalışmıştır. Özal’ın “orta
direk” adını verdiği ve güçlendirmeyi hedeflediği üretici kesimler, ekonominin
hemen hemen her alanında faaliyet göstermeye başlamıştır. Bu kesimlerin
oldukça önemli bir kısmının, daha önce sanayicilik geleneğine sahip olmamış
sıradan vatandaşlardan oluşmuş olması toplumsal tabakalarda bütüncül bir
refah artışı sağlandığının göstergesi olmuştur.
Sadece iç ekonomik faaliyetler konusunda değil, uzun yıllar boyunca iş
çevrelerinde görülen dış ticaret algılamalarını da kökünden değiştiren bir
profilin kazanılması konusunda da Özal Devrimi belirleyici bir özellik
taşımaktadır. Dışa dönük sanayileşme politikasının gereklerinden olan ihracatı
teşvik mekanizmalarının hayata geçirilmesi ile bu dönemde Türk dış ticareti
büyük bir sıçrama yapmıştır. 1960–1980 yılları arasındaki merkezi ve katı
bürokratik mekanizmaların elimine edilmesinin ekonomik gelişmede büyük bir
rol oynayacağının farkında olan Özal, siyasi inisiyatifleri elde eder etmez
bürokrasinin daha fazla etkinliğini sağlayacak şekilde bürokratik yapılanmanın
politikadan uzaklaştırılmasını istemiştir. Bu amaca ulaşmak için, Heper’e göre,
“KİT’lerin özelleştirilmesi, bürokratik sürecin hızlandırılması ve kurumsal
reformların yapılması, adem-i merkeziyetçiliğin güçlendirilmesi ve merkezî
bürokrasinin gücünün azaltılması” izlenmesi gerekli temel politikalar olmuştur
(Heper, 1994: 669). Böylece klasik bürokrasinin ya da devlet aygıtının etkinliği
azaltılmıştır. Öniş, bu gelişmenin önemli bazı olumsuz sonuçlarının ortaya çıkmış
olduğunu ifade etmesine rağmen (Öniş, 2004: 114), totaliter tek parti rejimi
altında büyük bir güç yakalamış ve 1960 darbesinden sonra yeniden ekonomi-
politik öncelikleri belirler hale gelmiş bürokratik kolektivizm türü bir sistemin
devam ettirilmesi neo-liberal bir dünyada artık mümkün olamayacaktı. Nitekim
silahlandırılmış bürokratik elitlerin taraftar olmadıkları bir kişilik olarak (dünya
görüşünün oldukça farklı olması ve politik İslamcı çevrelerle bulunan
Uluslararası İlişkiler ve Türk Siyasal Partileri (Ed. Nejat Doğan, Mahir Nakip), Seçkin, İstanbul, 2006 203
geçmişteki yakınlığı bunun altında yatan nedenlerden biriydi) Özal 1983
seçimlerinde tek başına iktidar olarak işbaşına gelmiştir.
Bu bağlamda Turgut Özal’ın liberal ekonomik programı, açıkça devleti
küçültmeye yönelik olarak belirginleşmiştir. Çünkü devletçi ekonomik model,
bağımsız bir burjuvazi sınıfının ortaya çıkmasına engel olmuştur. İş adamı
öngörülerinden çok farklı düzlemde sonuçlar doğuran politik hamilik önceki
dönemlerde gerçek ekonomik başarıyı sağlayamamış ve Özal reformları bu
sistemi değiştirerek girişimcilere ekonomik ve politik bağımsızlık kazandırmayı
amaçlamıştır. Bu reformlar aracılığıyla, politize olmuş girişimci gurubun (Koç,
Sabancı ve Toprak gurupları gibi) etkisi tamamıyla kırılamamış olsa da siyaset
üzerindeki belirleyici rolleri önemli ölçüde azaltılmıştır (Kubicek, 2002: 763–764).
Bu reformların bir sonucu olarak, hem mevcut ve köklü girişimci guruplar
küreselleşen ve rekabetin olabildiğince arttığı uluslararası ekonomik sisteme
entegre olma ihtiyacı hissetmiş hem de bu farklı süreci bir fırsat olarak algılayan
yeni ve temelleri sağlam kurulan yeni (bağımsız) girişimci gurupların dünya
piyasalarında boy göstermelerine olanak sağlanmıştır.
5b. Özal Dönemi’nin Ekonomik Sonuçları: 1983–1989
İhracata yönelik sanayileşme modeli çerçevesinde ve fırsatçı bir ortamı
oluşturularak kurulmaya çalışılan bu dönemin, Türkiye’deki iş çevrelerinin
küresel bir ekonomik anlayışa ulaşmaları üzerindeki etkileri büyük olmuştur.
Planlar döneminde palazlanan ve sürekli yeni imtiyazlar elde ederek büyüyen
sanayici gurupların etkinliği azalmaya başlamış (en azından “ya yeni hal, ya
izmihlal” gerçeğiyle tanışmışlar) güçlü bir burjuvazi doğmaya başlamıştır.
Dış ticaretteki genişlemenin Türkiye ekonomisi üzerindeki etkileri bu
çerçevede netleşmeye başlamıştır. Nitekim 1983’te %62 olan ihracatın ithalatı
karşılama oranı 1988’e kadar sürekli büyüyerek %81,4’e ulaşmıştır. Tarımsal
üretimin yerini sanayi ve hizmetler sektöründeki genişleme almaya başlamış,
sanayi ürünlerinin toplam ihracat içerisindeki payı 1987’de %79’a ulaşmıştır.
Benzer bir şekilde turizm gelirleri de sürekli yükselerek 1989’da 2,5 milyar doları
aşmıştır. Bu büyümeye, ülkeye fiili olarak gelen doğrudan yabancı yatırımlar da
eşlik etmiş ve 1989’da 663 milyon dolara ulaşmıştır (DPT, 1998: 37, 39, 41).
Turgut Özal’ın öncülüğünde kaydedilen ekonomik ve politik başarıların
sebeplerinden birisi, 1970’lerin sonlarında olduğu gibi siyasal çalkantıların
yaşanmaması, tersine 1980’lerden itibaren uzun süre ekonomik ve politik karar
verici olarak liderliğini devam ettirmesi olmuştur. Bu politik istikrar çerçevesinde
1970’lerin sonlarında yaşanan derin ekonomik krizlerin tekrar etmesi önlenmiştir.
Bu bağlamda, politikaları OECD, IMF ve Dünya Bankası gibi uluslar arası
ekonomik kurumlar çevresi tarafından desteklenmiştir (Öniş, 2004: 113–114).
Diğer taraftan, 1980’lerin başında Türkiye, ekonomiyi Tek Avrupa Pazarı’na
daha fazla entegre etmek ve ekonomik yapıyı büyük ölçüde değiştirmek için
liberal ekonomi yanlısı politikaları (24 Ocak 1980 Kararları) hayata geçirmesine
rağmen, 12 Eylül 1980 Darbesi ile ilişkiler önemli bir yara almıştı. Bu arada,
Türkiye ile benzer bir coğrafi kuşakta yer alan Yunanistan’ın 1981’de, İspanya
Uluslararası İlişkiler ve Türk Siyasal Partileri (Ed. Nejat Doğan, Mahir Nakip), Seçkin, İstanbul, 2006 204
ve Portekiz’in 1986’da Topluluğa kabul edilmesi kaçırılan fırsatların bir diğer
ifadesi olmuştur.
İki yanlı ilişkilerin yeniden canlanma trendine girmesi ve 1987’deki tam
üyelik başvurusu bu ekonomik ve politik gelişmelerin bir yansıması olarak
görülebilir. Fakat bu başvuru, dışa açık piyasa reformlarının artık Topluluğun
öncelikleri arasında olmaktan çıkmış bulunması nedeniyle ve daha ziyade
politik gerekçeler öne sürülerek 1990’da olumsuz bir şekilde yanıtlanmıştır. Tam
üyelik başvurusu konusunda zamanlamanın kötü olmasının diğer bir nedeni de
Avrupa’nın Tek Pazar oluşturmak için 1992’ye kadar daha derin bir
entegrasyon modeli üzerinde yoğunlaşması olmuştur (Kahraman, 2000: 6).
Bu gelişmelerle paralellik gösterecek şekilde, dışa açık ekonomik
politikaların uygulanmaya başladığı 1980’li yılların başında, Topluluk üyesi
ülkelerin Türkiye’nin toplam dış ticaretindeki payları azalmaya başlamış, petrol
gelirleri sürekli artan İslam ülkeleri ile ticarette önemli bir genişleme yaşanmıştır.
İran-Irak Savaşı’ndan büyük dış ticaret geliri sağlayan Türkiye için, bir yandan
ihracata yönelik sanayi kollarını geliştirmiş olmasına rağmen Ortadoğu’nun
istikrarsız yapısı nedeniyle Türkiye için 1980’lerin ortalarından itibaren Avrupa
yeniden öncelikli pazarlar haline gelmiştir. Bu bağlamda AB’ye yapılan
ihracatın, toplam ihracat içerisinde payı sürekli yükselerek 2000 yılında %68’e
ulaşmıştır. Türkiye’nin bu geçici yön değiştirmesinin altında sosyo-politik pek çok
faktör bulunmaktadır. Bunların başında 1974 Petrol Krizi’nin yol açtığı sonuçlar,
Kıbrıs Problemi nedeniyle Batı ile soğuyan ilişkiler ve 1980 Askeri Darbesi
sonrasında gelişen politik ortam bulunmaktadır (Dartan vd., 2002: 24–30). Fakat
1986’dan sonra Topluluk ülkeleri, daha istikrarlı ve gelişmiş ekonomik ilişkileri
nedeniyle Türk ihracatı için yeniden öncelikli pazarlar olarak yerini almaya
devam etmiştir.
6. DP VE ANAP: BENZERLİKLER VE FARKLILIKLAR
Her iki siyasal hareketin çıkış noktaları, icraatları ve öncelikleri açısından
değerlendirilmesinden önemli bazı benzerlikler bulunduğu anlaşılmaktadır.
Öncelikle, iki hareketin de, önceki dönemde kilitlenen ve sorunlar yumağı
haline gelen politik ve bürokratik yaklaşımlara bir tepki sonucu olarak doğduğu
ifade edilebilir. Bu bağlamda iki siyasal hareket de iktidar olur olmaz askeri ve
sivil bürokrasinin etkinliğini azaltmaya çalışmıştır. Liberal ve dışa açık politikalar
her iki söylemde de çok belirgindir. Bunu o zamana kadar süregelen genel
geçer ilkelere meydan okumak olarak da anlamak mümkündür. Nitekim her iki
parti de, tek parti ya da onun devamı çizgisindeki katı bürokratik yaklaşımlar
karşısında geniş halk kesimleri tarafından kurtarıcı olarak algılanmıştır. Bu arada
her iki siyasi oluşuma da, askeri ve sivil bürokrasi (buna bürokrasi ile yakın ilişkileri
olan bazı aydınlar da eklenebilir) tarafından kuşkuyla yaklaşılmış ve
atacakları/attıkları her adım dikkatli bir şekilde izlenmiştir.
Altyapı yatırımlarında yoğunlaşma, bu aracı kullanarak önce iç ekonomik
entegrasyonu sağlama, ardından dış pazarlara dönük üretimi artırmanın bir
aracı olarak her iki siyasal harekette de güçlü bir şekilde göze çarpmaktadır.
Dışa açıklığın diğer bir göstergesi olarak Avrupa perspektifi açısından da ortak
Uluslararası İlişkiler ve Türk Siyasal Partileri (Ed. Nejat Doğan, Mahir Nakip), Seçkin, İstanbul, 2006 205
bir zihniyetin var olduğu ifade edilebilir. ABD ve Batı eksenli küreselleşme
yaklaşımlardaki benzerlikler dikkati çekerken, bu bağlamda Komünizm ve
Totalitarizm karşıtlığı hemen hemen ortak bir yaklaşım olarak göze
çarpmaktadır. Nitekim Kore Savaşı’na asker gönderilmesi ile 1. Körfez
Savaşı’nda izlenen politikalar arasında bu açıdan bazı benzerlikler kurmak
mümkündür.
Diğer yandan, demokratik gelişmelerin her iki dönemde de hız kazanması
nedeniyle özgürlükler konusundaki yaklaşımlarda da belirgin bir benzerlik
kurulabilmesi mümkündür. DP’nin, iktidarının ikinci ayında çıkardığı Af Kanunu
ile şair Nazım Hikmet’in serbest bırakılması ve ANAP’ın yurt dışında sürgünde
yaşamaya mahkûm edilmiş sosyalist düşünürlere yönelik ılımlı politikaları bunun
göstergelerinden birisi olarak algılanabilir.
Öte yandan her iki siyasal hareket arasında, zamanın koşullarından ve
kişisel donanımlardaki farklılıklardan kaynaklanan bazı ayrışmalardan da söz
edilebilir. Örneğin ANAP, ekonomi yönetimi konusunda daha fazla yurt dışı
tecrübesine sahip ve iyi yetişmiş kadrolara sahip bulunmasına rağmen DP bu
fırsattan yoksun görünmektedir. Özellikle Özal’ın dünya vizyonu, yeni ekonomik
gerçekleri okuma ve algılama konusunda daha güçlü bir karizmatik tavır
sergilemesine katkı sağlamıştır.
Bu bağlamda ANAP’ın silahlandırılmış bürokrasi cephesinde karşı karşıya
kaldığı sorunlar DP ile karşılaştırıldığında minimal düzeyde kalmıştır. Üstelik
ANAP’ın dışa açık vizyonu daha belirgindir. Çünkü Özal ve diğer parti
kurmayları bunun en temel bir ihtiyaç olduğunu, ithal ikameciliğin zirve yaptığı
yıllarda çok iyi gözlemlemişlerdir. Buna karşın DP yöneticileri, içinden çıkmış
oldukları politik kültür nedeniyle kapalı ekonomi vizyonundan keskin bir şekilde
sıyrılmakta zorlanmıştır.
Dış politika açısından Doğu’ya (İslam ülkeleri) yönelik söylemler ANAP’ta
daha belirgindir. Böylece Türkiye, Filistin’in İsrail tarafından işgali ve Petrol krizi
çerçevesinde Doğu ile ilişkileri geliştirme fırsatı bulmuş olması sonucunda
1980’lerde Müslüman ülke pazarlarından büyük ticaret kazançları elde etmiştir.
Oysa DP, genç cumhuriyetin bilinçaltında var olan olumsuz Arap imajından
tamamen kurtulamamış görünmektedir.
7. SONUÇ VE ÖZAL SONRASI DÖNEMİN KISA ELEŞTİRİSİ
DP ve ANAP örnekleri, elitist, militarist ve bürokratik devletçi bir kalkınma
modelinin Türkiye’deki geniş halk kesimleri tarafından benimsenmediğinin
göstergeleri olmuştur. Tersine her iki örnek, dışa dönük, saydam ve fırsat eşitliği
sağlayan bir iş ortamı oluşturulduğu takdirde toplumsal kalkınma yoluyla
bütüncül bir ekonomik refah artışı sağlayabileceğini kanıtlamıştır.
İki coğrafya arasında ucu yüzyıllara varan bazı anlaşmazlık unsurları
olmasına rağmen, Batı ile yakınlaşmanın Türkiye’deki toplumsal kesimler
tarafından daha fazla tercih edildiği görülmektedir. DP ve ANAP’ın siyasi
Uluslararası İlişkiler ve Türk Siyasal Partileri (Ed. Nejat Doğan, Mahir Nakip), Seçkin, İstanbul, 2006 206
arenada öne çıkmaları, bu toplumsal tercihin politik yansıması olarak kabul
edilebilir. Avrupa ile ilişkilerin geliştirilmesi, yaklaşık iki yüzyıllık Batılılaşma ve
çağdaşlaşma amaçlarının gerçekleştirilmesi konusundaki tarihsel çabaların bir
uzantısı olarak kabul edilmiştir.
Türkiye’de “halka rağmen” yapılan tepeden dönüştürme ve serveti
seçkinler arasında paylaştırma dönemine her iki örnek de bir tepki olarak
doğup gelişmiş ve toplumsal tercihlerin gerçek yönünün ne olduğu konusunda
ipuçları vermiştir. Bu eksende, henüz iktidarın üç yılını doldurmuş olmasına ve
farklı siyasal eğilimleri bünyesinde değerlendirebilme konusunda esnek olup
olmadığı üzerinde derin kuşkular bulunmasına rağmen mevcut AKP hükümeti
de bu yönelimlere 21. Yüzyıl Türkiye’sinden verilen tepkileri yansıtmaktadır.
Çünkü AKP’nin iktidar olmasından önce geçen on yılın, pek çok açıdan Türkiye
ekonomisinin “soygun yılları” olarak tarihte anılacak olması yaklaşık olarak kesin
gibidir.
Bu döneme ait (1991–2001) makro ekonomik verilerin incelenmesi ile elde
edilecek sonuçlar, Özal sonrası yılların, 1960’lardan sonra yeniden ve her
türüyle bürokratik elitler tarafından ekonominin çarçur edilmesine benzer
şekilde “kırk haramiler” tarafından yağmalandığını göstermektedir. Örneğin
1991’de iktidara gelen koalisyonun yaptığı ilk icraatlardan birisi (meşhur “beş
yüz gün” sihirli çubuğu (!) çerçevesinde) olan emeklilik yaşının indirilmesi (bu
vesileyle istihdamın artacağını (!) hayal etme) ileriki yıllarda muazzam sosyal
güvenlik açıklarıyla mücadele etme gereği doğurmuştur. Buna, yönetilemez
hale gelen borçlar, güvensizleşen iş yaşamı ve büyüyen dış ticaret açıkları
eklenince krizden krize yuvarlanma kaçınılmaz olmuştur. Özellikle 2001 krizinin
her açıdan yol açtığı derin izler halen silinebilmiş değildir.
Bu şartlar altında ve problemlerin çözülmesi zor bir yumak haline gelmesiyle
birlikte, dünyanın yeni koşullarını algılayabilen ve özgürlüklerden ödün
vermeden bütüncül bir refah ve üretim artışının sağlanmasında öncülük
edebilecek birleştirici, dışa açık, karizmatik lider ve siyasi kadrolara olan
gereksinim her geçen gün artmaktadır.
Uluslararası İlişkiler ve Türk Siyasal Partileri (Ed. Nejat Doğan, Mahir Nakip), Seçkin, İstanbul, 2006 207
Kaynakça
Ahmad, Feroz ve Bedia Turgay Ahmad (1976). Türkiye’de Çok Partili Politikanın
Açıklamalı Kronolijisi 1945–1971, İstanbul: Bilgi Yayınevi.
Akyol, Taha (2005). “Yabancı Sermaye, Milliyetçilik ve AB”, Milliyet, 11 Mayıs.
Aral, Berdal (2001). “Dispensing with Tradition? Turkish Politics and
International Society during the Ozal Decade, 1983-93”, Middle Eastern
Studies, vol. 37, no.1, January, ss. 72-88.
Aydın, Mustafa (2000). “Determinants of Turkish Foreign Policy: Changing
Patterns and Conjunctures during the Cold War”, Middle Eastern Studies,
Vol. 36, No: 1, January, ss.103-139.
Balassa, Bela (1990-91). “Financial Liberalization in Developing Countries”,
Studies in Comparative International Development, Winter, Vol. 25, No: 4, ss.
56-70.
Bayar, Ali H. (1996). “The developmental State and Economic Policy in
Turkey”, Third World Quarterly, Vol. 17, No. 4, ss. 773-785.
Boratav, Korkut (1998). Türkiye İktisat Tarihi 1908-1985, İstanbul: Gerçek
Yayınevi.
Cam, Sürhan (2002). “Neo-liberalism and Labor within the Context of an
“Emerging Market” Economy-Turkey”, Capital&Class, no.77, ss. 89-114.
Dartan, Muzaffer, 2004, “Avrupa Birliği ve Türkiye-Almanya İlişkileri”, Avrupa
Birliği Üzerine Yazılar (Ed. Turgay Berksoy ve A. Kadir Işık), Ankara: Sermaye
Piyasası Kurulu Yayınları, ss. 121-153.
Dartan, Muzaffer, Esra Hatipoğlu ve Mehmet Dikkaya (2002). ECO Bölgesi:
Uluslararası Aktörlerin Rolü ve Türkiye, İstanbul: Marmara Üniversitesi Avrupa
Topluluğu Enstitüsü Yayınları.
Demir, Osman ve Adem Üzümcü (2001). “Türkiye’de Yaşanan Ara Rejimlerin
Ekonomi Açısından Değerlendirilmesi”, U.Ü. İİBF Dergisi, cilt.9, sayı.1, ss.1-19,
http://iktisat.uludag.edu.tr/dergi/9/02/
Demirel, Tanel (2003). “Soldiers and Civilians: The Dilemma of Turkish
Democracy”, Middle Eastern Studies, vol.40, no.1, ss. 127-150.
Dikkaya, Mehmet (2005). “Türkiye’de Devletçiliğin Çöküşünün Bürokratik
Nedenleri”, Sivil Bir Kamusal Alan, (Ed. Lütfi Sunar), İstanbul: Kaknüs Yayınları,
ss. 133-142.
DPT (1998). Ekonomik ve Sosyal Göstergeler (1950-1998), Ankara: Devlet
Planlama Teşkilatı Yayınları.
Edison, Hali J., Levine, Ross vd. (2002). “International Financial Integration and
Economic Growth”, Journal of International Money and Finance, No: 21,
ss.749–776.
Uluslararası İlişkiler ve Türk Siyasal Partileri (Ed. Nejat Doğan, Mahir Nakip), Seçkin, İstanbul, 2006 208
Erçel, Gazi (2000). “Globalization and International Financial Environment”, Bank of International Settlement Review, No: 79.
Heper, Metin (1994). “Bureaucracy in the Ottoman-Turkish Polity”, Handbook
of Bureaucracy (Ed. Ali Farazmand), New York: Marcel Dekker.
Jacoby, Tim (2003). “For the People, Of the People and By the Military: The
Regime Structure of Modern Turkey”, Political Studies, Vol. 51, 669–685.
Kahraman, Sevilay Elgün (2000). “Rethinking Turkey-European Union Relations
in the Light of Enlargement”, Turkish Studies, vol.1, no.1, Spring, ss. 1-20.
Köse, Salih (2002). “24 Ocak 1980 ve 5 Nisan 1994 İstikrar Programlarının
Karşılaştırılması”, Planlama Dergisi (DPT’nin Kuruluşunun 42. Yılı Özel Sayısı), ss.
119-128.
Kubicek, Paul (2002). “The Earthquake, Civil Society and Political Change in
Turkey: Assessment and Comparison with Eastern Europe”, Political Studies,
vol.50, ss. 761-778.
Küçükömer, İdris (1994). ‘Batılılaşma’ Düzenin Yabancılaşması, İstanbul:
Bağlam Yayınları.
Levy, Brigitte (1997). “Globalization and Development: Facing the
Challenges”, The Political Economy of Globalization, (ed. Satya Dev
Gupta), Boston: Kluwer Academic Publishers.
Mango, Andrew (1997). “Testing Time in Turkey”, Washington Quarterly, Vol.
20, No.1, ss.3-20.
Narula, Rajneesh and John H. Dunning (2000). “Industrial Development,
Globalization and Multinational Enterprises: New Realities for Developing
Countries”, Oxford Development Studies, Vol. 18, No: 2, ss.141-167.
Öniş, Ziya (2004). “Turgut Ozal and his Economic Legacy: Turkish Neo-
Liberalism in Critical Perspective”, Middle Eastern Studies, Vol.40, No.4, July,
ss.113 – 134.
Park, William (2000). “Turkey’s European Union Candidancy: From
Luxembourg to Helsinki-to Ankara”, Mediterranean Politics, vol.5, no.3, ss.
35-53.
Rhodes, Martin (1995). “‘Subversive Liberalism’: Market Integration,
Globalisation and the European Welfare State”, Journal of European Public
Policy, Vol. 2, No: 3, September, ss. 384-406.
The World Bank, World Development Indicators 2000,
http://www.worldbank.org/data/wdi2000/html (17 Ocak 2001).
Thurow, Lester C. (1997). Kapitalizmin Geleceği, İstanbul: Sabah Kitapları.
Türkmen, Füsun (2002). “Turkey and the Korean War”, Turkish Studies, Vol.3,
No.2, Autumn, ss. 161-180.
Uluslararası İlişkiler ve Türk Siyasal Partileri (Ed. Nejat Doğan, Mahir Nakip), Seçkin, İstanbul, 2006 209
Vamvakidis, Athanasios (1999). “Regional Trade Agreements or Broad
Liberalization: Which Path Leads to Faster Growth?”, IMF Staff Papers, Vol.
46, No: 1, March, ss. 42-68.
Vander Lippe, John M. (2000). “Forgotten Brigade of the Forgotten War:
Turkey's Participation in the Korean War”, Middle Eastern Studies, Vol. 36,
No.1, January, ss.92-102.
Zürcher, Erik Jan (2001). Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, (çev. Yasemin Saner
Gönen) İstanbul: İletişim Yayınları.
ATIF İÇİN:
Mehmet Dikkaya, “Ekonomik Politikaların Küresel Ekonomik Entegrasyon Ve
Ekonomik Gelişme Üzerindeki Etkileri: DP ve ANAP Örnekleri”, Uluslararası
İlişkiler ve Türk Siyasal Partileri (Ed. Nejat Doğan, Mahir Nakip), Seçkin Yayınları,
İstanbul, 2006, ss. 191-209.
Top Related