Demir, Nurettin (2010). “1923-1938 Arasında Türk Dili”. Cumhuriyet Dönemi Türk Kültürü,...

28
Dil ve Edebiyat Onuncu Bölüm

Transcript of Demir, Nurettin (2010). “1923-1938 Arasında Türk Dili”. Cumhuriyet Dönemi Türk Kültürü,...

Dil ve

Edebiyat

Onu

ncu

Böl

üm

870

1923-1938 yılları arasında yayımlanan edebî kitaplardan bir demet

871

1923-1938 yılları arasına, Türkçe açısın-dan etkileri ve sonuçları başka hiçbir dö-nemle karşılaştırılamayacak gelişmeler

sığdırılmıştır. Bu kısa sürede planlı bir alfabe devrimi yapılmış, yazı diliyle konuşma dili ara-sındaki uçurumun giderilmesi ve yazım stan-dardı için adımlar atılmış, dildeki bütün yaban-cı kelimeleri atmayla bütün dillerin Türkçeden türediği gibi birbirine zıt iki aşırı yaklaşım en hararetli biçimde tartışılmış, Türkçe ilk defa kurumsal desteğe kavuşmuş ve bayram havası içinde geçen kurultaylarda tartışılmış, Türk-çenin araştırılması ve akademik öğretimi için kurumlar oluşturulmuştur. Ayrıca bu dönem-de, yıllardır eğitimi verilen Arapça ve Farsça okullardan kaldırılmış, Batı dilleri onların yeri-ni kesin olarak almıştır. Bütün bu gelişmelerde Atatürk’ün dil konusuna göstermiş olduğu eş-siz ilgi merkezi bir rol oynamıştır. Bu dönemde ayrıca dili doğrudan etkileyen dil dışı sosyal ve siyasi gelişmeler de olmuştur. Standart dilin

öğretimi ve yaygınlaşması açısından eğitim ve öğretim kurumlarının aynı çatıya bağlılığı kaçınılmaz olduğundan 3 Mart 1924 tarihinde Tevhid-i Tedrisat Kanunuyla bütün eğitim ku-rumlarının Maarif Vekaletine bağlanmasının dil dışı gelişmelerde özel bir yeri vardır.

1923-1938 arasındaki dil tartışmalarının önemli bir kısmı 18. yüzyılın son çeyreğinden itibaren yavaş yavaş gündeme gelen, Tanzi-mattan sonra yoğunlaşan ve İkinci Meşruti-yetin ardından kısmen bir sisteme kavuşan hususlardır. Bu nedenle yazının bazı bölümleri 18. yüzyılın sonlarında başlayan gelişmelere ister istemez geri dönüşler içermektedir.

1923’e Kadar13. yüzyıldan başlayarak Anadolu’da gelişmeye başlayan yazı diliyle, başlarda dini yayma amacı güden ve geniş kesimlerce anlaşılacak bir dille yazılmış eserler ortaya konmuştu. Ancak

1923-1938 Arasında Türk Dili

ATAT Ü R K D Ö N E M İ

1920

- 1

938

C U M H U R İ Y E T D Ö N E M İ T Ü R K K Ü L T Ü R Ü

Prof. Dr. Nurettin DEMİR

872

X. Bölüm: Dil ve Edebiyat

dilindeki yetersizliği açıkça ifade eder, dil so-rununa çözüm önerileri getirir. Tartışmaların Osmanlıcadaki Türkçe unsurları öne çıkarma isteğinden doğan iki ağırlık noktası vardır: yazı dilini konuşma diline yaklaştırmak anlamında dilde sadeleşme ve alfabenin ıslahı veya alfabe değişikliği. Yazı diliyle konuşma dili arasındaki uçurumu giderme, alfabeyle ilgili hususlardan daha kolay ve sorunsuz çözüme kavuşacaktır.

1911 yılında Genç Kalemler dergisi etrafında toplanan Ömer Seyfettin ve Ziya Gökalp gibi sonraki gelişmeleri etkileyen aydınların görüş-lerinden kısaca söz etmekte yarar vardır. Dil planlamasının nasıl olması gerektiği yönünde ilk ciddi girişimde bulunan bu genç aydınlar, Türkçede kullanılan Arapça ve Farsça dilbilgisi kurallarına karşıydılar. Ayrıca konuşma dilinde Türkçe eş anlamlıları bulunan Arapça ve Fars-ça kelimeleri onaylamadıkları gibi Türkçede yaygınlaşmış yabancı kökenli kelimelerin ayık-lanmasına da karşıydılar. Alfabe değişikliğini istemiyorlar, daha önce Şemseddin Sami’nin önerdiği eski Türkçe kelimelerin canlandırıl-ması, Türk dillerinden kelime alınması, kök uydurulması gibi yaklaşımlara da sıcak bakmı-yorlardı (bk. Heid 2001: 17). Daha önce Ahmet Mithat, Şemsettin Sami gibi yazarlarca da dile getirilen yeni standart dilin İstanbul ağzına, özellikle İstanbullu kadınların konuşmasına dayandırılması gerektiği görüşünü destekli-yorlardı.

Dilin İşlevleriDillerin toplumda belli işlevleri vardır. Sözlü iletişim aracı, devlet idaresi, eğitim, edebiyat, basın, ibadet gibi farklı alanlarda dile ve dilin farklı biçimlerine ihtiyaç duyulur. Bir dil, bu işlevlerin hepsini yerine getirebileceği gibi her biri veya bazıları için farklı diller de kullanılabi-lir. Bu işlevlerden bazıları için standart dile ih-tiyaç duyulur. Her doğal dil, kendi içinde çeşitli nedenlere bağlı olarak kullanılan varyantlar bütününden oluşur. Varyantlar arasında ge-niş geçerlilik ve işlev alanına sahip, okullarda öğretilen, öncelikle yazılı olan standart dilin özel bir yeri vardır. Standart dil; yazım kılavu-

İstanbul’un fethinden sonra Osmanlı yazı dili, Arapça ve Farsça söz varlığı ve sözdizimi ögeleriyle günlük dilden uzaklaşmıştı. Böylece sade konuşma dili yanında özel eğitim almış bir seçkin kesimin üstesinden gelebildiği, devlet idaresi, edebiyat ve başka bazı alanlardaki ihtiyaçları karşılayan bir yazı dili ortaya çıkmıştı. Edebiyat dilini halk diline yaklaştırma, görece anlaşılır metinler yazma çabaları köklü bir sadeleşmeye dönüşmez. Seçkin yazı diline paralel olarak daha sade bir dille yazılmış, edebi değeri ve saygınlığı divan edebiyatı ürünlerine göre daha düşük sayılan metinler ve yazı diline göre çok daha sade olan konuşma dili de varlıklarını devam ettirmiştir. Eğitim dili Arapça olduğundan eğitim alanında Türkçe açısından bir sorun olmamıştır; en azından dönemin dil durumu bu açıdan yeterince incelenmemiştir.

19. yüzyılda eğitimi geniş halk kitlelerine yayma isteği ortaya çıkar, ancak ihtiyacı kar-şılayacak bir standart dil yoktur. Matbaanın kurulması ve Batı’yla artan ilişkiler sonucu askeriye, basın, bilim, eğitim, hukuk, idare, teknik gibi alanlarda dilden beklenen yeni ihti-yaçları karşılamada yazılı varyant yetersiz ka-lır. Böylece Cumhuriyete kadar süren dil tar-tışmaları baş gösterir. Batı’yı yakından tanıyan, Fransızcadan beslenen yeni aydın kesim yazı

Genç Kalemler Dergisi

III. Türk Dil Kurultayı’nabilim adamları ve öğrencilerin yanı sıra halkın temsilcileri de dinleyici olarak katılmışlardı.

İstanbul, 1936

873

N u r e t t i n D E M İ R1 9 2 3 - 1 9 3 8 A r a s ı n d a T ü r k D i l i

zu, sözlükler ve dilbilgisi kitapları gibi başvuru kaynaklarında kodlanmıştır. Kodlanma ayrıca yazımda varyasyon azlığı anlamına gelir ki bu standart dile en çok ihtiyaç duyulan eğitim ve devlet idaresi için gereklidir. Standart daha çok yazımla ilgilidir, söz varlığı ve söz diziminde ya-zımdaki gibi bağlayıcı “doğru biçimler” belirle-mek güçtür. “Doğru biçimler” eğitim kurum-larında öğrenilir. Yerel ve sosyal iz taşımayan standart dil, standart dışı varyantlardaki değiş-melerde yön göstericidir; diğer varyantlardaki değişmeler standart dil yönünde olur. Standart varyantın sosyal prestiji, dil içindeki diğer var-yantlara göre yüksektir; konuşurların büyük bir bölümü tarafından en saygın varyant kabul edi-lir. Kullanılması diğerlerinden itibarlıdır, doğru ve güzel konuşmak isteyenlerin ulaşmaya ça-lıştıkları ideal biçim budur. Bunu konuşanlar, daha bilgili, eğitimli, aydın vs. gibi gerçekte dille ilgisi olmayan bir yığın pozitif değere, di-ğer varyantları konuşanlara oranla daha layık görülürler. İstisnaları olmakla birlikte, bir ül-kedeki kültürel gelişmişlik, ekonomi, nüfus vb. açılardan baskın olan bir bölgenin konuşması standart dile temel oluşturur. Bu, bir tür seç-medir. Seçilen varyantın geliştirilmesi ve yay-gınlaştırması, zamanla ortaya çıkan sorunların düzenlenmesi, yazım kurallarının belirlenmesi gibi konularda karar verici kurumsal bir des-tek, standart dillerin kabulü ve yaşaması için gereklidir. Dilbilimsel olarak herkes anadilini “en doğru” biçimde bildiğinden yaptırım gücü olan merkezler olmadan eğitim, devlet idaresi gibi alanlarda işlev görecek bir yazı dili birli-ği sağlamak güçtür. Kurumların ayrıca yazım kılavuzu, sözlük, gramer gibi başvuru kaynak-larını hazırlamak, yeni kelime ve terim ihtiyacı-nın karşılanmasına katkıda bulunmak gibi gö-revleri vardır. 1923’e gelindiğinde kısaca tanıtı-lan bu tür bir standart ve standardı düzenleyen kurumsal destek yoktur.

Konuşma Dili Osmanlı döneminde devlet idarecilerinin dili olduğu için başka dilleri konuşanlarca da öğ-renilen Türkçe, konuşma dili olarak doğal ge-

lişmesini sürdürmüştür. Konuşma diline geçen Arapça ve Farsça alıntılar yazı dilindeki biçim-leriyle karşılaştırınca Türkçenin yapısal özel-liklerine daha fazla uyum sağlamıştır. Özellikle transkripsiyonlu metinler olarak bilinen Arap alfabesi dışında bir alfabeyle yazılmış eserler-de, Batı dillerinde yazılmış Türkçe gramerler-deki metinlerde ve halk diline yakın eserlerde bu konuşma dilinin örneklerini bulmak müm-kündür (bk. Guzev 1990; Strauss 2000). Ancak bu dönemde günümüzdeki standart dil gibi prestijli bir konuşma varyantı; bu varyantı ko-ruyacak ve yaygınlaştıracak eğitim kurumla-rıyla iletişim araçları yoktur. Bu nedenle yerel konuşma biçimleri birbirlerini etkilememiştir. Bölgeler üstü bir standart konuşma dilinin olmamasının sonuçlarına dair ilgi çekici göz-lemler aktarılmıştır (bk. Karal 1978: 61, 94).

Meşrutiyet’ten sonra belli bir sisteme bağ-lanan sadeleşmede, standart dile İstanbul konuşmasının temel alınması önerilmiş, öne-ri bazı tartışmalara rağmen kabul görmüştür (karşı görüşler için bk. Tepeli 1999: 11). Ancak İstanbul Türkçesini bölgeler üstü bir konuşma dili olarak yaygınlaştıracak araçlar yoktur. İlk radyo yayını 1927 yılında başlar, ancak İstanbul Türkçesi, yayılmasının en etkili aracı televizyo-na kavuşmak için daha uzun yıllar bekleyecek-tir.

Standart dile İstanbul Türkçesi esas alın-makla birlikte diğer ağızlar da sadeleşmede belli bir rol oynamıştır. Arapça ve Farsça ke-limelere Türkçe karşılık bulmak için aşağıda göreceğimiz gibi halk ağzına başvurulmuş-tur. Ayrıca sade Türkçeyi korudukları düşün-cesiyle Birinci Türk Dili Kurultayına Adana ve Balıkesir’den köylüler de davet edilmiştir. Kı-saca 1923-1938 yılları arasında herkesin kendi bölgesinin konuşmasını koruduğunu, bölgeler üstü bir prestijli konuşma varyantının olmadı-ğını söyleyebiliriz; en azından elimizde bunun tersini gösteren veriler yoktur.

Devlet DiliBir devletin sınırları içerisinde idarede, hukuk-ta, eğitimde, ticarette ve resmî dil gerektiren

874

X. Bölüm: Dil ve Edebiyat

Türk Dil KurumuProf. Dr. Şükrü Halûk AKALIN

Türk dilinin öz güzelliğini ve zenginliğini mey-dana çıkarmak, onu yeryüzü dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmek amacıyla Atatürk’ün öncülüğünde, Samih Rifat Bey’in kurucu başkanlığında 12 Temmuz 1932 günü Türk Dili Tetkik Cemiyeti adıyla kurulan kültür kurumu. Cemiyetin adı 1934 yılında Türk Dili Araştırma Kurumuna dönüştürülmüş, 1936 yılında da bugünkü biçimini almıştır. Kuruluş dilekçesini ve ilk nizamnamesini “tüzüğünü” İçişleri Bakanlığına veren diğer kurucu üyeler Ruşen Eşref, Celal Sahir ve Yakup Kadri Bey-lerdir.

Tüzüğün birinci maddesinde Türkiye Cum-huriyeti Reisi Gazi Mustafa Kemal Hazretleri-nin yüksek himayeleri altında ve Ankara şeh-rinde Türk Dili Tetkik Cemiyeti adlı bir cemiyet kurulduğu belirtilmiştir. Maarif Vekilinin “fah-rî reis” olduğu ikinci maddede belirtilmiştir.

Atatürk’ün isteği doğrultusunda 26 Ey-lül 1932 tarihinde Dolmabahçe Sarayı’nda toplanan Birinci Türk Dili Kurultayı’nda ilk başkanlığına seçilen Samih Rifat’ın ölümü (3 Aralık 1932) üzerine Cemiyet, dönemin Mil-

lî Eğitim Bakanlarının onursal başkanlığında yönetilmiştir. Üçüncü Türk Dili Kurultayı’nda (1936) kabul edilen tüzük ile dönemin Kültür (1949’da kabul edilen tüzük ile Millî Eğitim) Bakanları aynı zamanda Türk Dil Kurumu Baş-kanı olarak da görev yapmışlardır. Bu durum 1951 yılında toplanan Olağanüstü Türk Dil Kurultayı’na kadar sürmüştür. Bu kurultayda kabul edilen tüzük ile Millî Eğitim Bakanları-nın aynı zamanda Türk Dil Kurumu Başkanı olmalarını sağlayan tüzük maddesi değiştiril-miş, Kurultay’da seçilen Yönetim Kurulu’nun kendi içinden seçtiği bir başkan ile yardımcı-sının Türk Dil Kurumunu yönetmesi ilkesi be-nimsenmiştir.

Türk Dil Kurumunun en önemli organı Türk Dili Kurultayı’dır. Bu kurultaylarda Kurumun tüzük ve yönergelerinin, çalışma planlarının belirlendiği, yönetim kadrosunun seçildiği gibi Türk dili ile ilgili bilimsel bildiriler de sunulup tartışılıyordu. Bu geleneğin temelleri, 26 Eylül 1932 günü Atatürk’ün öncülüğünde toplanan Birinci Türk Dili Kurultayı’nda atılmıştı.

Kurumun kuruluşunun hemen ardından, o yılın Eylül ayı sonlarında bir Dil Kurultayı’nın toplanacağı duyurulmuş ve ilgililerin bu kurultaya çağrılması istenmiştir. 3 Eylül 1932 günü basına verilen ve ertesi gün gazetelerde yer alan bir beyanname ile toplantının yapılacağı duyurulur. Kadın, erkek her yurttaşın davetli olduğunu, doğrudan doğruya çalışmak arzusunda olanların Dolmabahçe Sarayı’ndaki Cemiyet Kâtipliğine başvurmaları istenir.

Samih Rifat, Ruşen Eşref, Ragıp Hulûsi, Reşat Nuri, Dr. Ali Saim, Celal Sahir, Ahmet Cevat, Ahmet İhsan, Ali Canip, Hasan Âli, İhsan, Ruşeni, Yakup Kadri Beylerden oluşan kurul, bu büyük toplantının hazırlayıcıları olarak görev almışlardır. Kurulun çalışmaları Gazi Mustafa Kemal tarafından benimsenir ve Kurultayın toplanacağı gün, 20 Eylül 1932’de basın aracılığıyla bütün yurda duyurulur.

Söz Derleme Dergisi, I. cilt, 1939

Türk Dil Kurumu ilk binası’nın da bulunduğu Opera semti İstanbul Caddesi (günümüzde yıkılarak yerine Merkez Bankası Binası yapılmıştır), Ankara, 1930’lu yıllar

875

N u r e t t i n D E M İ R1 9 2 3 - 1 9 3 8 A r a s ı n d a T ü r k D i l i

Yaklaşık üç ay gibi çok kısa bir sürede hazır-lıkları tamamlanan Kurultay, 26 Eylül - 4 Ekim 1932 tarihleri arasında Dolmabahçe Sarayı’nda toplanır. Çağrılılar arasında dilciler olduğu ka-dar, Abdülhak Hamit, Sami Paşazade, Halit Ziya, Cenap Şahabettin, Hüseyin Cahit, Hü-seyin Rahmi, Mehmet Emin, Ahmet Haşim, Ahmet Rasim, Falih Rıfkı, Yunus Nadi gibi şair ve yazarlar da bulunuyordu.

Kurultay, Kurumun yürüteceği çalışmaların programını yapmış ve yöneticilerini seçmiştir. Kurultayda alınan kararlar, çalışmaların nasıl yapılacağını ortaya koyuyordu. Yapılması ge-reken işler şöyle sıralanmıştı: Türkçenin Sü-mer, Eti gibi en eski dillerle, Hint-Avrupa ve Sami dilleriyle karşılaştırmasının yapılması; Türkçenin tarihî gelişiminin araştırılması ve karşılaştırmalı dil bilgisinin yazılması; lehçeler ve terimler sözlüklerinin hazırlanması, Türkçe sözlük çıkarılması; halk dilindeki ve tarihî me-tinlerdeki Türkçe kökenli sözlerin derlenmesi, taranması ve yayımlanması; Türkçede söz türet-me ilkelerinin belirlenmesi ve bu ilkelere uygun biçimde Türkçe köklerden yeni sözler türetil-mesi; özellikle yazı dilinde sıkça kullanılan ya-bancı kökenli sözlerin yerini alacak öz Türkçe sözlerin önerilmesi ve yaygınlaştırılması; başka ülkelerde yayımlanan Türk dili ile ilgili yayın-ların toplanması, gerekli olanların Türkçeye çevrilmesi; Türk dili ile ilgili yazıların yer aldığı bir derginin yayımlanması; gazetelerde dil ko-nularına özel sayfa ayrılması.

Birinci Türk Dil Kurultayı’nın ardından 17 Ekim 1932 günü Cemiyetten yapılan açıkla-mada Kurultay’da dil konusunda köklü işlerin yapılmasına karar verildiği ve bu işlerin yapıl-masıyla Türk Dili Tetkik Cemiyeti Merkez He-yetinin görevlendirildiği belirtilir. Türk dilini, millî kültürün eksiksiz bir anlatım aracı hâline getirmek, çağdaş uygarlığın önüne koyduğu bütün gerekleri karşılayacak bir mükemmelli-ğe eriştirmek, temel unsurları öz Türkçe olan millî bir dil yaratmak Kurultayın amacı olarak

gösterilmişti. Halkçılık ilkesine göre halk ile aydınlar arasında mahiyet bakımından iki ayrı dilin varlığı ortadan kaldırılmalı ve millî bir dil yaratılmalıydı. Bu amacı gerçekleştirmek için Türkçeye yabancı olan unsurları yazı dilinden atmak gerekiyordu. Bunun için de yazılı kay-nakları, halk ağzında yaşayan dil malzemesini araştırarak geniş derleme ile büyük bir Türk Lûgati’nin hazırlanması, Türk lehçelerini içi-ne alacak bir Türk Lûgati meydana getirilmesi, Türkçenin yazısını, bağlı olduğu oluşum yasa-larını belirleyerek Türkçenin dil bilgisi ile söz diziminin ortaya çıkarılması sağlanmalıydı. Açıklamada terimler konusuna da önemli bir yer ayrılmıştı. Batı dillerinin hiçbirinden aşağı olmamak üzere, onlardaki yüksek kavramları anlatacak keskinliği, açıklığı taşımak üzere bi-lim dilimizin belkemiği olan terimleri de belir-lemek gerekiyordu. Bütün bunlar, en güzel en uyumlu Türkçeye bağlı kalmak ilkesini gözden uzak tutmadan yapılacaktı.

Bakanlar Kurulunca 21 Kasım 1932 tari-hinde kabul edilen 13507 sayılı Söz Derleme Talimatnâmesi ve ardından da 1933 yılı baha-rında yayımlanan beyannamelerle, daha sonra Atatürk’ün Dil Devrimi olarak adlandırılacak çalışmalar başladı. Bütün ülkede bir anda dil

Gazi Mustafa Kemal, Türk Dili Tetkik Cemiyeti (Türk Dil Kurumu) toplantısına başkanlık ederken, 4 Ocak 1933

876

X. Bölüm: Dil ve Edebiyat

Atatürk, III. Türk Dil Kurultayı’nda TDK Genel Sekreteri İbrahim Necmi

Dilmen’le, İstanbul, 24 Ağustos 1936

seferberliği başladı. Yazı ve konuşma dilinde kullanılan Arapça sözlerin Türkçe karşılıkları-nın en kısa yoldan ve az zamanda bulmak işini yurttaşların yardımıyla gerçekleştirmek için an-ket hazırlandı. Yazı dilinde kullanılmakta olan Arapça ve Farsça sözler taranarak bunlara kar-şılık aranacaklar listeler hâlinde her gün ajans, radyo ve gazetelerde bildirilmekteydi.

Ülkenin aydınlarından, okuryazarlarından da beklenenler de duyurulmaktaydı. Aydın-lara gazetelerde çıkacak, ajanslar ve radyolarla bildirilecek olan Arapça ve Farsça sözlere dü-şündükleri, beğendikleri öz Türkçe karşılıkları teklif olarak yazmak, bu karşılıkların bir sure-tini doğrudan doğruya Ankara’da Kurum mer-kezine göndermek ve bir suretini de bulunduğu yerdeki gazeteye bildirmek görevi veriliyordu.

Belirlenen amacı gerçekleştirmeye yönelik çabalarda hükûmet ve yönetim, Kurumu tam yetkiyle destekliyordu. Her ilde bir ‘dil heyeti’ kuruldu. Valinin başkanlığındaki heyette Türk Dili Tektik Cemiyetinin yerel şubelerinin üye-lerine ek olarak belediye başkanı, üst düzey bir askerî yetkili, maarif ve sağlık müdürlüklerin-den yetkililer, lise müdürleri ve diğer yetkililer bulunuyordu. Aynı şekilde her ilçede en yük-sek yerel görevlilerden oluşan benzer heyetler

kuruldu. Çoğunluğunu öğretmenlerin oluş-turduğu derleyiciler, derledikleri sözleri çeşitli bilgilerle birlikte fişlere yazıyorlar, bu fişleri Türk Dili Tektik Cemiyeti Genel Merkezine gönderiyorlardı. Cemiyet, halk ağzından söz derleme çalışmasının yanı sıra tarihî metinleri de tarayarak yazı dilinde kullanılmayan eski Türkçe sözleri ortaya koydu.

İkinci Türk Dil Kurultayının toplandığı 18 Ağustos 1934 tarihine kadar olan dönemde Türk Dili Tektik Cemiyetinin çalışmaları şöy-le özetlenebilir: Halk ağzından söz derleme işi 1933 yılının ilk ayında başlamış, Kurultaya kadar Ankara’da biriken fiş sayısı 130.000’e ulaşmıştı. Yabancı sözlere karşılık bulma işi 12 Mart 1933’te başlamış, duyurulan 1.382 Arap-ça ve Farsça söze gelen karşılıklardan 1.100’ü anket komisyonunca seçilmiş, bunlardan 640’ı Merkezce kabul edilmişti. Çeşitli kaynakla-rın taranmasıyla elde edilen 125.000’den faz-la fişten 7.572’si Osmanlıcadan Türkçeye Söz Karşılıkları Tarama Dergisi’nin birinci cildini meydana getirmişti. Çeşitli bilim dallarına ait terimleri bulmak üzere Cemiyetin Lûgat-Istı-lah Kolu 16 dala ayrılmış, hazırlanan Osmanlı-ca terimler, Türkçe karşılıkları bulunmak üzere ilgililere gönderilmişti. Türkçenin ana grameri-ni meydana getirebilmek için Gramer-Sentaks Kolu bir anket açmış ve ilgililere göndermişti.

1934 yılında bu çalışmaların ilk ürünlerin-den biri olan Osmanlıcadan Türkçeye Söz Kar-şılıkları Tarama Dergisi yayımlandı. İki ciltten oluşan ‘dergi’nin birinci cildi Osmanlıcadan Türkçeye karşılıkları içeriyordu. İkinci cilt ise Türkçeden Osmanlıcaya dizin idi.

Dergi’de madde başında yer alan Arapça, Farsça kökenli sözlere karşılık olarak Türkçe-de, tarihî ve çağdaş lehçelerde yaşayan sözler verilmişti. Ön sözde de belirtildiği gibi Arapça, Farsça kökenli sözler yerine burada karşılıkları verilen Türkçe sözlerin kullanılarak Türkçenin özleşmesi amaçlanıyordu. Bu karşılıklar, pek çok kişi tarafından kullanılmaya başlandı. Bu,

İmlâ Lûgati, 1928

877

N u r e t t i n D E M İ R1 9 2 3 - 1 9 3 8 A r a s ı n d a T ü r k D i l i

gerçekten sonuç verici bir çalışmaydı. Halkın konuşma dilinde veya Türk lehçelerinde bu-lunan sözlerin Türk yazı diline kazandırılması amaçlanıyordu. Tarama Dergisi’nin ikinci cildi gözden geçirildiğinde önerilen pek çok sözün zamanla tutulup yaygınlaştığı görülecektir: Ana yol, armağan, aydın, duyum, katıksız, ola-ğan, olgun, onarmak, onay, ondalık, oturum, ör-nek, pekişmek, sayı, tüketmek... Bununla birlikte tutulmayan, yaygınlaşmayan sözler de az değil-dir: Alağsatmak, astrav, aylandırmak, aylanç, bayağut, dığaz, dımcukmak, dırdalaş, obuçin, sağut, soksok, tımarsık, tiriklük, yavzağırmak...

Kimi sözlerin ise bugün başka anlamda kul-lanıldığı görülür. Sorun sözü “matlap, mesalih, mutalebe” karşılığında önerilmiş olmasına kar-şılık bugün “mesele” karşılığında kullanılmak-tadır. Mesele karşılığında önerilen söz ise sorum idi. Tayyare karşılığında önerilen uçkan sözü tutulmamış, aynı Dergi’de yer alan uçak sözü tutulmuştur.

Osmanlı Türkçesinde kullanılan bir söze karşılık Dergi’de birden fazla Türkçe söz öneri-liyordu. Bu durum, Arapça, Farsça söze karşılık verilen Türkçe sözlerden hangisinin kullanıla-cağı konusunda bir karışıklık yaşanmasına yol açtı. Herkes beğendiği bir sözü kullanıyordu. Dergi’de akıl sözü için yirmi sekiz karşılık bu-lunuyordu: an, ang, anlayış, arga, ay, ayla, baş, biliğ, bilgü, böğüş, düşünme, es, is, kapar, kıygı, ok, on (ön), oy, öğ (ök), sağ, sağış, sime, uğuk, us, uz, üğ, ük, zerey.

Günlük dilde canlı bir biçimde kullanılan ve kullanım sıklığı yüksek olan sözler bile Arap-ça, Farsça oldukları için dilden atılacak sözler olarak anket listesinde yer alıyordu. Türkçenin özleşmesi çalışması bir anda âdeta tasfiyecilik akımına dönüşmüştü.

İşte böyle bir ortamda 18 Ağustos 1934 günü İkinci Türk Dil Kurultayı toplanır. Prof. Meşçaninof, Prof. Samoiloviç gibi çeşitli ya-bancı Türkologların da katıldığı Kurultayda terimlerin Türkçe köklerden Türkçe eklerle türetilmesi ilkesi benimsenir. Kesin zorunluluk

durumunda, batıda kullanılan bilim ve teknik terimlerin yaşayan yabancı dillerden değil de bu dillerin ana dili sayılan eski dillerden alın-ması ilkesi de terim komisyonu raporunda yer almaktadır. Bundan anlaşılan; gerektiğinde Fransız, Alman, İngiliz dillerinden terim almak yerine bu dillere kaynaklık etmiş olan Lâtince, Grekçe gibi ölü dillerden terim alınabileceği-dir. Bu düşünce zamanla batı dillerinden geçen sözlere karşı daha ılımlı yaklaşıma dönüşecek-tir.

Tarama Dergisi’nin yayımlandığı yıldan İkinci Türk Dil Kurultayına kadar geçen süre içerisinde Kurumun tutumunda önemli deği-şiklikler ortaya çıkmıştır. 1933-1934 yıllarında desteklenen aşırı özleştirmeciliğin dil karmaşa-sına yol açtığı, Arapça ve Farsçadan alıntılanan ve gündelik hayatta kullanılan yüzlerce sözün, Türkçe karşılıkları halk tarafından benimsen-meden dilden ayıklanması belirgin bir durum-daydı.

Yerleşmiş ve yaygınlaşmış yabancı kökenli sözlerin dilden atılmasının tam anlamıyla tas-fiyeciliğe döndüğü bir dönemde, yitirilen bu sözler pek çok aydının dikkatini çekiyordu.

Tam da bu günlerde, 1935 yılının sonlarına doğru Viyanalı Dr. Hermann F. Kvergic, 41

Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin süreli yayını Türk Dili,sayı 1, 1933

III. Türk Dil Kurultayı’nda Dolmabahçe Sarayı’nda bir oturum, İstanbul, 1936

878

X. Bölüm: Dil ve Edebiyat

sayfalık basılmamış bir çalışmasını Atatürk’e gön de rir. La psychologie de quelques elements des langues turques “Türk Dillerindeki Kimi Öge lerin Psikolojisi” adındaki bu eser, sosyolo-jik ve antropolojik çalışmalara da yanmaktadır. Bu veriler, psikanaliz görüşleri ile de birleştiri-lerek, insanın iç ben liği ile dış dünyası arasın-daki bağlantının dildeki seslerin sembolizmine da yandığı düşüncesiyle de pekiştirilmektedir. Dr. Hermann F. Kıvergitsch, bu düşünceden hareketle kendi yöntemini uygulayarak, Türk, Moğol, Man çu, Tunguz dilleri ile Fin, Macar, Japon, Hitit dilleri arasında bir yakınlık ol du-ğunu ortaya koyacak delilleri değerlendiriyor-du. O son bahar, İstanbul’dan Ankara’ya ra-hatsız dönen Atatürk, Kurum üyelerini ya nına çağırır ve Dr. H. F. Kvergic’in çalışmasından söz eder. Dr. Kvergic’e göre ilk tefekkür güneşle il gi lidir. Dillerin doğuşu da bu nedenle güneşe bağlanmalıdır.

Bu çalışmadan etkilenen Atatürk, konu üze-rinde çalışmaya başladı. Bu çalışmanın sonu-cunda Atatürk tarafından hazırlanan Etimoloji Morfoloji ve Fonetik Bakımından Türk Dili: Notlar, adıyla bir eser yayımlanır (1935). Bu eserde Dr. Kvergic’in çalışmasının okunduğu ve bu çalışmadan yararlanıldığı belirtilmek-

tedir. Bununla birlikte, Güneş-Dil Teorisinin Atatürk’ün bir buluşu olduğu, Atatürk tarafın-dan geliştirildiği, ancak Atatürk’ün kendi adı-nın ilân edilmemesini istediğini bilinmektedir:

Kısaca ‘Güneş-Dil Teorisi’ adıyla anılacak bu yeni düşünceye göre dilin doğuşunda ilk etken güneştir. Bu da güneşin insan varlığı üzerindeki ana işlevi ile ilgilidir. Güneş, dünya ve insanlık tarihinin gelişmesi üzerindeki bu ana işlevi ile dinî ve felsefî düşüncenin doğuşuna kaynaklık ettiği gibi dilin doğuşunda da başlıca etken ol-muştur. İnsanoğlunun içgüdüleri ile davranan bir yaratık olmaktan çıkıp düşünebilen bir var-lık hâline gelmesi ile evrende her şeyin üstünde gördüğü ilk nesne güneş olmuştur. Bu kavramı anlatan ilk ses de Türk dilinin kökü olan ağ se-sidir. Güneş-Dil Teorisi ile Türkçenin dünya dillerine, özellikle de batı dillerine kaynaklık etmiş olduğu düşüncesi işlenmeye çalışılmıştır.

Türk dilinin eskiliğini ortaya koyan bu te-ori, aynı zamanda dünyadaki dillerin de Türk dilinden kaynaklandığını ve Türkçenin bütün dillerin kökü olduğu düşüncesini de işliyordu. Yıllardır Arapça ve Farsçanın etkisi altında kalan, bir dönem Osmanlı aydınları ve yazar-ları tarafından avam dili diyerek hor görülen Türkçe için bu teori bir övünç kaynağı olmuş-tu. Aynı yıl İbrahim Necmi Dilmen, teorinin ana hatlarını ele alan ve Güneş Dil Teorisinin Ana Hatları (1935) adını taşıyan bir kaynak eser yayımladı. 1936’da da bu eserin Fransızca-ya çevirisi çıktı. Güneş-Dil Teorisini açıklayan çalışmalar birbirinin ardı sıra yayımlanıyordu. Çalışmalar ve yayınlar birbirini izlerken 24 Ağustos 1936 günü Üçüncü Türk Dil Kurul-tayı toplanır. Bu Kurultayda en fazla gündeme gelen, üzerinde durulan ve tartışılan konu Gü-neş-Dil Teorisidir.

Aralarında Dr. Kvergic’in de bulunduğu çok sayıda yabancı bilim adamı katılıyordu. Bunlar arasında Prof. Dr. Gies, Prof. Dr. M. J. Deny, D. Ross, Dr. Bombaci, Dr. Bartalini, Prof. Dr.

Atatürk, III. Türk Dil Kurultayı’nda yerli ve yabancı

dil bilginleriyle, İstanbul, 24 Ağustos 1936

Osmanlıcadan TürkçeyeSöz Karşılıkları

Tarama Dergisi, 1934

Osmanlıcadan Türkçeye Cep Kılavuzu, 1935

879

N u r e t t i n D E M İ R1 9 2 3 - 1 9 3 8 A r a s ı n d a T ü r k D i l i

G. Németh, Prof. Dr. M. Zajanczkowski, Prof. Dr. Samoiloviç gibi tanınmış Türkologlar da bulunuyordu.

Üçüncü Türk Dil Kurultayından sonra Gü-neş-Dil Teorisi üzerine çalışmalar ve yayınlar artarak sürdü. Özellikle 1936 yılında yoğun-laşan bu yayınlarda yabancı kökenli sözlerin neredeyse tamamının Türkçe kökenli olduğu ortaya konulmaya çalışılmıştı.

Güneş-Dil Teorisi, Dil Devriminde yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Te oriye göre ma-dem bütün dillerin kaynağı Türkçe idi, o halde Türkçeye bu dil lerden geçen sözlerin kökeni de Türkçe idi. Bu düşünce ile dildeki yabancı kö-kenli sözlerin atılması hareketi olan tasfiyecilik tamamen durdu.

Falih Rıfkı Atay, Atatürk’ün Osmanlı aydın-larını iki tehlikeli aşağılık duygusu içerisinde bulduğunu, bunlardan birinin Türkçenin ede-biyat ve bilim dili olmadığı noktasındaki yanlış düşünce olduğunu yazar. Diğeri ise Türklerin sadece savaştığı, bilim ve uygarlığa hizmet et-mediği konusundaki yanlış düşüncedir. Ata-türk, Türklüğü bu iki aşağılık duygusundan kurtarmak için bir tarih bilgini değilken tarihi, bir dil bilgini değilken dili eline almıştır. Türk-çenin bütün dillerin kaynağı olduğunu öne süren aşırıcılara meydan açmıştır, yardım et-miştir. Özleştirme denemesi dili iyice çıkmaza soktuğunda pek çok yabancı sözün Türkçede kalması gerçeğini görerek bu sözlerin yabancı kökenli değil de asılları Türkçe olduğunu gös-termekte işine yarayan Güneş-Dil Teorisini be-nimsemiştir.

Atatürk, Türk Dil Kurumunun bir bilim akademisine dönüşerek çalışmalarını tamamen bilimsel temellere dayalı olarak sürdürmesi için “akademi” hâline gelmesi dileğini 1 Ka-sım 1936’da TBMM’nin beşinci dönem ikinci yasama yılının açış konuşmasında seslendire-cektir. Bu arada geometri terimleri üzerine de çalışan Atatürk, çoğu Arapça kökenli terimleri Türkçeleştirmiştir.

Türk Dil Kurumuna verdiği önemi, İş Ban-kasındaki hisselerinin gelirlerinden Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumunun pay alması için vasiyetnamesine bir madde ekleyerek gös-teren Atatürk’ün ölümünden sonra Türk Dil Kurumunun Koruyucu (Hami) Başkanı İsmet İnönü olmuştur. 1940’tan son ra 1950’ye kadar olan dönemde görülen durum, yabancı sözler yerine Türk çe kök ve eklerden yeni sözlerin türetilme çalışmalarının yapılmasıdır. 1945’te Teşkilât-ı Esasiye Kanununun Anayasa adıyla Türkçeleştirilmesi, önemli bir ça lış ma dır. Aynı yıl, Türk Dil Kurumunun temel başvuru kay-naklarından Türkçe Sözlük yayımlanır.

Türkçenin özleşmesi konusu zaman zaman tartışmalara da yol açmış, toplumdaki ayrışma-lardan Türkçe de etkilenmiştir. 1982 yılında kabul edilen Anayasa’nın 134. maddesiyle Ata-türk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumunun oluşumuna dâhil edilen Türk Dil Kurumunun yeni yapısı 2876 sayılı Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Kanunu ile yeniden düzenlenmiştir. Bugün her biri ayrı ayrı tüzel kişiliğe sahip olan Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu, Atatürk Araştırma Merkezi ve Atatürk Kültür Merkezi ile birlikte Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu bağlı ku-ruluşları olarak çalışmalarını sürdürmektedir. Türk Dil Kurumu, “akademi” adını taşımasa da Atatürk’ün 1 Kasım 1936 günü TBMM açış konuşmasında belirttiği gibi bir bilim kuru-muna dönüşmüştür. Üniversitelerdeki öğretim üyelerinden oluşturulan çalışma gruplarında Türkçenin her alanında, her döneminde ve her konusunda araştırmalar yürüten Türk Dil Kurumu bu çalışmalardan elde ettiği verimle-ri, sayısı bine ulaşan yayına dönüştürmüştür. Üç ayrı süreli yayın çıkarak, bilimsel etkinlik-ler düzenleyen Türk Dil Kurumu, son yıllarda gerçekleştirdiği projelerle sözlüklerini, Yazım Kılavuzu’nu ve diğer başvuru kaynaklarını sa-nal ortama, hatta cep telefonlarına aktararak Türk dili ile ilgili en yetkin ve en etkin kurum olma özelliğini kazanmıştır.

Türkçeden OsmanlıcayaCep Kılavuzu, 1935

Ana Dilden Derlemeler, Hamit Zübeyr (Koşay) - İshak Refet (Işıtman), 1932

880

X. Bölüm: Dil ve Edebiyat

diğer durumlarda, gerek sözlü gerekse yazılı iletişimde kullanılan dil, devlet dilidir. Devlet dilinin ne olduğu genellikle anayasada belirtilir. Yasal olarak düzenlendiği için devlet kurumları arasında olduğu gibi devlet kurumlarıyla dev-letin vatandaşları arasındaki ilişkilerde de dev-let dilinin kullanılması zorunlu hâle gelir. Dev-letin üst kademesinde konuşulan veya yazılan, ağır ve çoğu zaman yalnızca ilgili kimselerin bildiği, pek üretken olmayan yazılı ve sözlü bir üslup için de devlet dili terimi kullanılabilir. Meşrutiyete kadar Osmanlıdaki durum budur: Devlet idaresinde seçkinlerin üstesinden gele-bildiği bir seçkin dil vardır. Dil Türkçedir, ancak yazı dili olarak kullanılması ve anlaşılması özel eğitim gerektirir.

İlk olarak Reisülküttab Akif Paşa (1787-1845) “Osmanlı devlet dairelerinde gelenek-sel hâle gelmiş olan, karışık ve sıkıcı ‘usul-i kalem’i terk ederek daha tabii, daha dolay-sız ve daha sade bir üslûba dönmeye çalıştı” (Lewis 1984: 424). Ancak devlet diliyle ilgili dü-zenlemeler daha sonradır. 24 Temmuz 1908’de yürürlüğe konan Kanun-i Esasi’nin 18. maddesi devlette görev almak isteyenlerin, 68. maddesi de mebus olacakların Türkçe bilmelerini şart koşar. 57. madde ise heyetler arası müzakere dilinin Türkçe olacağını belirtir. Böylece Türkçe anayasal desteğe kavuşur. Osmanlı İmparator-luğu sona erdiğinde yüksek usul-i kalem artık bitmiş, başkentlilerin konuştuğu dile dayanan esnek ve canlı ama halk dilinden hâlâ uzak bir üslup onun yerini almıştır (Lewis 1984: 426-427).

1924 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanununda devlet dilinin Türkçe olduğu açıkça belirtilir. Ancak Anayasanın yazıldığı dil konuşma dilin-den hayli uzaktır. Anayasanın dili 1945 yılında sadeleştirilir: Dille ilgili olan 2. maddenin farklı

biçimleri dildeki değişmeyi açıkça gösterecek niteliktedir: 1924’te: “Türkiye Devletinin dini, İslâmdır; resmî dili Türkçedir; makarrı Anka-ra şehridir”. 10/4/1928’de: “Türkiye Devletinin resmî dili Türkçedir; makarrı Ankara şehridir”. 5/2/1937’de: “Türkiye Devleti, Cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, lâik ve inkılâpçıdır. Resmî dili Türkçedir. Makarrı Ankara şehridir”. 1945’te sadeleştirilmiş biçim: “Türkiye Devleti cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, lâyik ve devrimcidir. Devlet dili Türkçedir. Başkent Ankara’dır”.

Edebiyat DiliOsmanlıda edebiyat dili Arapça ve Farsça öge-lerin yoğun olduğu bir Türkçeydi. Edebî gele-nek sonraki kuşaklara henüz iyi araştırılmamış kanallarla yine de başarıyla aktarılmaktaydı. Yaygınlık kazanmayan, sade bir dille yazma denemeleri olmuştu. 19. yüzyıla gelindiğinde yeni konular işlense de şiirde bu edebî dil ve biçim açısından geleneğe bağlılık sürmektedir. Buna karşılık, yeni edebî türler olan roman ve öyküde daha sade bir dil kullanılır. İlerleyen dönemde de edebi eserlerde kullanılan dil, yazı reformuna göre daha sorunsuz ve başarılı bir biçimde sadeleşir.

1898’de Mehmet Emin Yurdakul’un sade bir dille yazdığı Türkçe Şiirler isimli büyük ilgi gören kitabı yayımlanır. Meşrutiyetten sonra Türkçü-lük akımının da etkisiyle edebiyat dili, özellikle milli edebiyat dönemi yazarlarının eserlerinde konuşma diline yaklaşır. Sadeleşmede önemli bir rol oynayan ve başlarda kelime seçimin-de tereddütlü davranan Yeni Lisancılar, ayrıca hiçbir gruba dahil olmadan sade bir dille eser veren Refik Halit Karay, Mehmet Akif, Mithat Cemal gibi isimler de vardır (bk. Levend 1972: 348 vd.). Ağdalı bir dil kullanan Servet-i Fünun edebiyatının en önemli temsilcilerinden Halit Ziya eserlerini daha sonra sadeleştirmek du-rumunda kalır (Tepeli 1999).

1923 yılından sonra Halide Edip, Yahya Ke-mal, Yakup Kadri, Reşat Nuri, Faruk Nafiz, Ömer Seyfettin, Peyami Safa, Falih Rıfkı Atay, Nazım Hikmet, Necip Fazıl, Sait Faik, Mehmet

Mehmet Emin Yurdakul (1869-1944)

1793 yılında açılan Halıcıoğlu’nda kurulan

Mühendishane-i Berri-i Hümayun

881

N u r e t t i n D E M İ R1 9 2 3 - 1 9 3 8 A r a s ı n d a T ü r k D i l i

Akif, Hüseyin Rahmi Gürpınar gibi yazarlar İs-tanbul konuşmasına dayanan bir dille gerek şiirde gerek nesirde Türkçenin en güzel örnek-lerini ortaya koyarlar. Alfabenin değişmesiyle birlikte edebi dilde Arapça ve Farsça kelime-lerle olan sembolik bağ da kesilir ve edebiyat dili konuşma diline yaklaşır.

Eğitim DiliOsmanlı medreselerinde eğitim dili Arapçaydı. Dini bilgilerin verildiği medreselerde İslam’ın kutsal kitabının dilinin doğal bir üstünlüğü vardı. Devletin teolojik yapısı da Arapçaya bir imtiyaz sağlıyordu (bk. Karal 1978: 70). Yine de medreseler ve çocuklara dini eğitimin verildiği mahalle mekteplerinde veya kurslarda Türkçe, en azından dersler anlatılırken kullanılmış ol-malıdır. Ayrıca Enderun’da Türkçe öğretilmek-teydi. Dini eğitim Arapça ağırlıklı olsa da tarih, coğrafya, astroloji, tıp vb. başka alanlarda ya-zılmış Türkçe metinler, hatta dini metinlerin varlığı da sanıldığından daha güçlü bir Türkçe yazı geleneği eğitimi olduğunu gösterir. Çünkü eğitim verilmeden bir yazı dilinin normlarının öğretilmesi mümkün değildir.

18. yüzyılın sonlarından itibaren din dışı eği-tim veren okulların açılmaya başlanması ve Tanzimattan sonra eğitimi halka yayma arzusu Türkçeyi sadeleştirme isteğinin önemli neden-leri arasındadır. 1793 yılında açılan Mühendis-hane-i Berrî-i Hümayun’da Fransızca, İtalyan-ca ve İngilizce yanında “kimi sınıflarda Türkçe dersleri bile verilmekte”ydi (Karal 1978: 49). Mühendishanede, Fransızca zorunlu ders ola-rak okutulur, böylece Osmanlı’da ilk olarak bir Batı dili Arapça ve Farsçaya rakip olarak çıkar. Böylece Türk eğitimi Batı kaynaklarından ya-rarlanmaya başlar (Karal 1978: 50). 1827’de kurulan, Avrupalı doktorların ders verdiği as-keri Tıbbiyede eğitim dili 1870’e kadar Fransız-cadır (Karal 1978: 70). Bu dönemde gerek tıpta gerek diğer alanlarda okutulacak Türkçe kitap, Türkçe ders verecek kadrolar, derslerde kul-lanılabilecek terimler yoktur. Okullarda anadili öğretiminin gerekli olup olmadığı konusu da

1880’lerin başında daha tartışılmaktadır (Top-çuoğlu 2003: 382).

II. Meşrutiyet’in ilanıyla oluşan özgür or-tamdan hareketle farklı topluluklar kültür der-nekleri, siyasal kulüpler kurup dilleri üzerine çalışmalarını yoğunlaştırırlar. Türk aydınları da bundan etkilenir. Anayasa’ya göre devlet dili Türkçe olduğundan ilkokullarda Türkçe zo-runlu dil durumuna getirilir. Türk olmayanlar kendi dillerini de okuyacaklardır. Ortaokulda Türkçe zorunlu, bölge dili seçmelidir (tepkiler için bk. Karal 1978: 78 vd.). 1923’e gelindiğinde eğitim dili ve eğitimin halka yayılması hâlâ çok ciddi bir sorundur. Cumhuriyetten sonra eği-tim dili Türkçe olmakla birlikte, verilen dersle-rin adı henüz yeterince sade bir dil kullanılma-dığını açıkça gösterir (örnek olarak bk. Şanal ve Karagöz 2006: 197).

Eğitim ve dil etrafındaki tartışmalarda terim sorunu özel bir yer tutar. Osmanlı döneminde terim ihtiyacı da Arapçadan karşılanmaktaydı. Batıyla ilişki sonucu ortaya çıkan terim ihti-yacında da bu dile başvurulmuştu. Bu tutum Türkçenin kendi türetme imkanlarını körelt-mişti. II. Mahmut zamanından başlayarak tıp, hukuk, matematik gibi bilim dallarında terim-leri saptama yolunda bireysel çabalar görülür (Karal 1972: 72). Ziya Gökalp’ın terimler ve yeni kavramlarda sırayla halk diline başvurma, Türkçe kökler, eklerle, tamlama ve çekim yön-temleriyle türetme, tamlamasız olmak kaydıy-la Arapça ve Farsçadan alma, batıdan olduğu gibi alma şeklinde bir yaklaşımı vardır (Gökalp 2004: 120). Ancak terim ihtiyacının karşılan-masında başvurulan Arapçayı konuşan top-luluklar da İmparatorluktan koptuğundan bu uygulamanın sürdürülmesi imkânsızdır. Zaten 1 Eylül 1929’da, alfabe reformu sonucunda ih-tiyaç kalmadığı gerekçesiyle Arapça ve Farsça dersleri, yüksek öğretim programından kaldı-rılır.

Cumhuriyetten sonra terimler önemli bir sorun olmaya devam eder. Türkçenin özleş-mesi konusunda, 1923 Ağustosunda TBMM’ye, kabul görmeyen bir Türkçe kanunu önerisiyle ilk yasal girişimde bulunan Tunalı Hilmi, te-

Tunalı Hilmi Bey (1871-1928)

882

X. Bölüm: Dil ve Edebiyat

rimlerin Türkçeleştirilmesini ve okul kitapla-rının öz Türkçe kurallara göre hazırlanmasını önerir (Levend 1972: 391). 1928 yılının Aralık ayında bilimsel terimlerin tespiti ve yabancı terimlere Türkçe karşılıklar bulmak amacıyla Darülfünunda Istılahât-ı İlmiye Komisyonu ku-rulur. Komisyon kendisine gönderilen terim-lere Türkçe karşılık bulmaya çalışacak, eğer bulmazsa Latince terimleri kullanacaktır.

Terimlerin Türkçeleştirilmesi Türk Dili Kurumu’nun da görevleri arasındadır. Birinci Türk Dil Kurultayı’nda alınan kararlar arasında “ıstılâh lûgatı” hazırlanması, “ıstılâh konurken Türkçenin bütün lahikalarının araştırılmasına /…/ ehemmiyet verilme”si de vardır (Levend 1972: 417). Çeşitli bilim dallarına ait terimle-ri bulmak üzere Cemiyetin Lûgat-Istılah Kolu 16 bölüğe ayrılır, her bölük kendi konusuna ait terim kadrolarını hazırlar, kadrolar liste-ler hâlinde bastırılarak yetkililere dağıtılır ve kendilerinden, listedeki Osmanlıca terimlere karşılık bulmaları istenir (Levend 1972: 418). Cemiyetin adının Türk Dili Araştırma Kurumuna çevrildiği 18 Ağustos 1934’teki İkinci Türk Dil Kurultayında da terimlerin Türkçe köklerden Türkçe eklerle türetilmesi ilkesi benimsenir. Terim komisyonu raporunda kesin zorunluluk durumunda, batıda kullanılan bilim ve teknik terimlerinin yaşayan yabancı dillerden değil de bu dillerin ana dili sayılan Latince, Grekçe gibi ölü dillerden alınması ilkesi yer almaktadır.

Atatürk terim konusuyla da bizzat ilgilen-miş, 12 Mart 1937’de TDK’da yapılan Terim

Kolu toplantısına katılarak, üyelerle altı saat çalışmak suretiyle terim konusuna verdiği önemi göstermiştir. TDK’nca yeni baskısı ya-pılan Geometri kitabında günümüzde de kulla-nılmakta olan üçgen, dörtgen, açı gibi pek çok terimi dilimize kazandırmıştır.

Gazete ve DergilerdeEdebî türlerden farklı olarak, geniş bir okur kitlesine ulaşmak isteyen gazeteler anlaşılır bir dil türünü tercih eder. Osmanlıda ilk res-mi gazete 1831’de basılmıştır. 1840’da Ceride-i Havadis, 1860’da Tercüman-ı Ahval, 1861’de ilk büyük Türk gazetesi Tasvir-i Efkâr yayımlan-maya başlar. Gazetecilik alanında 1860’lardan sonra büyük bir gelişme olmuştur (Baysal 1981: 69). Gazete ve dergiler, yazı dilinde sa-deleşme ihtiyacını açıkça göstermekle kalma-mış aynı zamanda dil konusunun en hararetli tartışıldığı organlar olmuşlardır. Örnek olarak Şinasi, 1860’ta Tecüman-ı Ahval’in ilk sayısına yazdığı önsözde, yazıların herkesin anlayacağı bir dille olacağını açıkça belirtmiştir (Levend 1972: 83). Benzer görüşler 1862’de Münif Paşa tarafından yayımlanan Mecmua-i Fünûn’da da dile getirilmiştir. Daha sonraki gazete ve der-giler de bunların açtığı yoldan yürümüşlerdir. 19. yüzyılın sonlarında seçkin varyant, Servet-i Fünun aracılığıyla 1896-1901 arasında son bir hamle yaparsa da Türkçe ögelerin daha fazla öne çıktığı yeni yazı dili artık geri dön-dürülemez biçimde kabul görür. Özellikle II. Meşrutiyet’ten sonra yeni dilin bayraktarlığını yapan dergiler de çıkmaya başlar. Bunlar ara-sında 1911’de Ömer Seyfettin’in imzasız olarak Yeni Lisan adlı ilk başyazısının yer aldığı Genç Kalemler ve Türk Yurdu’nun önemli bir yeri vardır. Burada yazanlar sade bir üslubu tercih ederler.

İmer, 1931-1946 yılları arasında yayımlan-mış gazetelerden hareketle yaptığı istatistiksel bir çalışmada, haber dilinde 1931 yılında %35 oranında Türkçe sözcük kullanılmışken bu-nun 1933’te %44’te, 1936’da ve 1941’de %48’e yükseldiğini belirlemiştir (1998: 86). Bu veriler Cumhuriyetten sonra gazete dilinin gittikçe Türkçeleştiğini göstermektedir.

Ceride-i Havadis, sayı 1, 1840

Tercüman-ı Ahval Gazetesi’nin bir sayısı

883

N u r e t t i n D E M İ R1 9 2 3 - 1 9 3 8 A r a s ı n d a T ü r k D i l i

İbadet Dili1923-1938 yılları arasında özel bir yer işgal et-tiği için ibadet diline de kısaca temas etmek-te yarar vardır. Osmanlı döneminde ibadet dili olarak Arapça kullanılmıştır. Bazı Farsça dinî terimler de yaygındır. Ancak daha 1918 yılında yayımlanan Vatan şiirinde Ziya Gökalp ibadet dilinde Türkçeleşmenin ideolojik alt yapısını hazırlar: “Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur / Köylü anlar mânasını namazdaki du-anın.../ Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur’an okunur / Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Huda’nın.../ Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın!” 3 Şubat 1928’de Cuma vaazlarının Türkçe yapılmasının emredilmesi ibadet diliy-le ilgili önemli gelişmelerden biridir. Haziran 1928’de Fuad Köprülü başkanlığında İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde, İslamda reform konusunu incelemek ve bu konudaki önerilerini Maarif Vekâletine bildirmek üze-re bir komisyon kurulur. Komisyonun radikal önerileri arasında ibadet dilinin Türkçe olması da vardır (Sadoğlu 2003: 268 vd.). Bunu, Diya-net İşleri Başkanlığının 18 Temmuz 1932 tarihli bir genelgesi ile ezanın Türkçe okunması ta-kip edecektir. Ezanın Türkçeleştirilmesi çalış-maları bir yıl önce başlamıştı. Ezanın yeniden Arapça okunmasına ise 16 Haziran 1950’de izin verilmiştir.

Kurumlar1932 yılında Türk Dil Kurumu kuruluncaya kadar Türkçe bu tür bir kurumsal destekten mahrumdu. Türkçenin eğitim dili olmaması nedeniyle böyle bir kurumsal desteğe ihtiyaç da duyulmamıştı. Ayrıca Türk dili ile ilgili araş-tırmalar da yoktu. Türkçe öğeler için Türkçe sözlükler ve dil kurallarının belirlendiği ki-taplar eksikti (Korkmaz 2006, krş. Koç 2006). Türkçe gramer yazımı ancak 1851 yılında En-cümen-i Daniş’in kuruluşundan sonra başla-mıştır (bk. Korkmaz 2006). Osmanlıca içinde Türkçe ögeleri öne çıkarma çabaları aynı za-manda buradaki açığı göstermişti.

1923-1938 tarihleri arasında Türkçe ilk defa kurumsal desteğe kavuşmuş, ayrıca Türk dilini bütün yönleriyle araştırmak ve öğretmek ama-cıyla kurum ve kuruluşlar ortaya çıkmıştır. Bu-gün de Türk dilinin önemli ve etkin merkezleri arasında olan bu kurum ve kuruluşlar daha sonra benzerlerinin ortaya çıkmasına önayak olmuşlardır.

Cumhuriyetin kuruluşundan sonra hedefleri arasında Türk dili ile ilgili çalışmalar yapmak olan ilk kuruluş, İstanbul Darülfünunu Ede-biyat Fakültesine bağlı Türkiyat Enstitüsüdür. Bugün Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü adıyla İstanbul Üniversitesi Rektörlüğüne bağlı ola-rak çalışmalarını sürdüren Enstitü, 12 Kasım 1924 tarihinde kurulmuştur. Talimatnamesi Atatürk’ün isteği üzerine kurucu başkan Fuad Köprülü tarafından hazırlanmıştır. Enstitünün, Türk Dili ve Edebiyatının ana kaynaklarını fi-lolojik usullere göre yayımlamak, Türk dilinin metinlere dayalı gramer ve sözlüğünü yapmak, Türk kültürünün bütün kollarında araştırmalar yapmak gibi amaçları vardır (bk. Özkan 1997). Türkiyat Enstitüsü bugün üniversite bünyelerin-de yer alan benzerlerine de örnek olmuştur.

Bu dönemdeki kurumlar arasında Türk Dil Kurumunun (TDK) özel bir yeri vardır. TDK, 12 Temmuz 1932’de Türk Dili Tedkik Cemiyeti adıy-la kurulmuş, adı 1934 yılında Türk Dili Araştır-ma Kurumuna değiştirilmiştir. TDK başlarda her yurttaşın üye olabildiği bir dernek şeklinde örgütlenmiş, devletin genel yönetim örgütünün dışında tutulmuştur (Sadoğlu 2003: 236-237). Kurulduğu günden bu yana sadece dilsel değil, kültürel tartışmaların da önemli merkezlerin-den biri olan kurum, Atatürk’ün birinci Türk Tarih Kurultayının kapanışında, Türk Tarihi Te-dkik Cemiyetine kardeş bir dil cemiyeti kurul-ması isteği üzerine Samih Rıfat başkanlığında kurulmuştur. Diğer kurucu üyeler Ruşen Eş-ref, Yakup Kadri ve Celal Sahir’dir. Konuşma diliyle yazı dilini birbirine yaklaştırmak, Türk-çenin kurallarını tespit ederek Türkçenin söz ve terim hazinesini güçlendirmek için yazılı ve sözlü kaynaklardan derleme ve taramalar yapmak; Türkçenin özleşmesine, zenginleş-

884

X. Bölüm: Dil ve Edebiyat

mesine yarayacak inceleme ve araştırmalarda bulunmak, yazım kılavuzları ve sözlükler ha-zırlamak, bunları yazdırmak ve yayımlamak; Türkçe dil bilgisi ve terimler konusunda araş-tırma ve incelemeler yapmak kurumun ya-sayla belirlenmiş görevleri arasındadır. TDK, standart dille ilgili düzenlemelerde bugün de yasal yetkili ve MEB eğitimde TDK’nın yazım kılavuzunu esas aldığı için dolaylı bir yaptırım gücüne sahiptir.

Çalışmaya konu olan tarihler arasında Türk-çenin akademik yöntemlerle araştırılması yanında akademik kurumlarda eğitim ve öğ-retimi açısından da önemli adımlar atılmıştır. Darülfünun’da 1924’ten itibaren Türk Dili Ta-rihi dersi verilmekteydi (Ata 2006: 30). Daha önce birkaç reform denemesi geçiren İstanbul Darülfünunu 1933 yılındaki yasayla İstanbul Üniversitesi adını alırken, Edebiyat Şubesin-deki dil birimleri ayrı bölümler olarak örgüt-lenmiştir. Yeni yapılanma sırasında Mehmet Fuad Köprülü başkanlığında Türk Dili Filolojisi ve Türk Edebiyatı olmak üzere iki kürsüyle Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü de kurulmuştur. Reşit

Rahmeti Arat’ın başkanlığını yaptığı Türk Dili Filolojisi kürsüsünde Ragıp Hulusi Özdem, Ah-met Caferoğlu gibi Türkolojinin önemli isimleri çalışmaktaydı. Özellikle Arat ve Caferoğlu daha sonraki Türk dili araştırmalarını da önemli öl-çüde etkileyen isimler olacaktır. İstanbul Üni-versitesinde çalışan veya buradan mezun çok sayıda akademisyen birçok Türk dili ve edebi-yatı bölümünün kuruluşuna önayak olmuştur. Ayrıca üniversitelerde günümüze kadar okutu-lan Türk Dili ders kitaplarının önemli bir kısmı bu Üniversitede çalışan dilciler tarafından ya-zılmıştır. Bu nedenle İstanbul Üniversitesi Türk dili çalışmalarında günümüzde de etkindir.

İstanbul Üniversitesi bünyesinde Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünün kurulmasından iki yıl sonra, genç Cumhuriyetin başkentinde de benzer amaçlarla bir bölüm kurulacaktır. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi 14 Haziran 1935 tarih ve 2795 sayılı kanunla kurulur, 9 Ocak 1936 tarihinde Ankara Halkevinde yapılan bir törenle açılır. Türk dilinin bilimsel yöntemlerle araştırılması fakültenin asıl görevleri arasın-dadır. DTCF’nin kuruluşu tam da Güneş Dil Te-orisinin gündemde olduğu zamana denk gelir. Bu nedenle fakültede bu teoriyi de kapsayan Türkoloji yanında Önasya dilleri, klasik diller ve yaşayan diller de okutulup öğretilecektir (bk. Ata 2006: 23). Öyle ki ilgili bölümde 1936 yılı ders kağıdında Prof. İbrahim Necmi Dilmen’in verdiği Güneş Dil Teorisi dersi de yer almakta-dır. 1940 yılında programda artık böyle bir ders görülmez (Ata 2006: 33-34). Bugün de alanın önemli kurumlarından biri olan DTCF bün-yesindeki Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü tıpkı İstanbul Üniversitesindeki gibi, başka bölüm-lerin kuruluşuna öncülük eder.

Diğerlerinden farklı olmakla birlikte Dil En-cümeni ve Dil Heyeti’nden de kısaca söz etmek gerekir. Alfabe tartışmalarının olgunlaştığı bir zamanda 26 Haziran 1928 tarihinde Atatürk’ün direktifi ve Bakanlar Kurulunun kararı ile ku-rulmuş ve Latin alfabesi temelinde, bir Türk alfabesi hazırlama görevini yüklenmiş olan Dil Encümeni, iki ay gibi kısa bir sürede yeni harf-lerin taslağını hazırlamıştır (Laut 2000: 23-25).

Gazi Mustafa Kemal’in kendi el yazısıyla Türk Dili hakkında

verdiği mesaj, 2 Eylül 1930

Türkiyat Enstitüsü’nün ilk yayınları

885

N u r e t t i n D E M İ R1 9 2 3 - 1 9 3 8 A r a s ı n d a T ü r k D i l i

Encümen 1928’in sonunda lağvedilerek, tama-men dil işleriyle meşgul olması planlanan Dil Heyeti kurulmuştur. Dil Heyetinin ilk işi, Türkçe sözcüklerden oluşan bir sözlüğün düzenlen-mesi için söz derleme çalışmalarını başlatmak olmuştur (Sadoğlu 2003: 232). Ancak Dil He-yeti 1931 Temmuzunda üyeler arasında yaban-cı kökenli kelimelere karşı farklı yaklaşımları başta olmak üzere görüş ayrılıkları nedeniyle dağılmıştır (Sadoğlu 2003: 233).

Alfabe ve YazımII. Türk Kağanlığı döneminden kalan ilk Türkçe metinler Runik alfabeyle yazılmıştı. Uygurların Doğu Türkistan’a inerek Budizmi kabul etme-lerinden sonra burada Soğdlardan alınan bir alfabeyle, büyük bir bölümü çeviri dinî metin-ler olan Türkçe eserler verilmiştir. Türk toplu-luklarının kalabalık gruplar hâlinde İslamiyeti kabul etmesinin ardından, 11. yüzyılın ikinci yarısından başlamak üzere Doğu Türkistan’da Arap harfleriyle yine öncelikle dinî metinler ya-zılmıştır. Aynı yüzyıldan itibaren Anadolu’ya ge-len kalabalık Oğuz grupları burada, 13. yüzyıl-dan başlayarak Arap alfabesinin kullanıldığı bir yazı dili geliştirmiş, başlarda dini yayma amacı güden ve geniş kesimlerce anlaşılacak bir dille yazılmış eserler ortaya koymuşlardır. Eserlerin dilinde henüz tutarlı yazım alışkanlıkları yok-tur. Bu dönemde ne bunu sağlayacak ne de dil planlaması sorunlarıyla ilgilenecek bir kurum ve siyasi birlik vardır. Türkçenin, standart biçi-mi gerektiren, eğitim başta olmak üzere belli işlev alanlarında fazla yer bulmaması, bazı iş-levler için gerekli standart biçimin eksikliğinde etkili olmuştur. Fetihten sonra İstanbul’un kül-tür ve edebiyat merkezi olmasıyla yazı dilinde de İstanbul merkezli belli normlar oluşmuş ve yaygınlaşmıştır. Bu normlar, konuşma dilinde çok daha önce başlayan değişmeye ve dilde reform çabalarına rağmen Latin harflerinin kabulüne kadar geçerli olmuştur. Türk Dünya-sında Arap harfleri, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde-ki alfabe değişikliklerine kadar kullanılmıştır. Türkçe bu dönemde doğuda Çağatayca, batıda Osmanlıca olmak üzere iki büyük kol halinde

varlığını devam ettirmiştir. Aynı alfabeyle yaz-ma ve ortak dil ögeleri sayesinde, sözlü an-laşmanın mümkün olmadığı durumlarda yazılı anlaşma kısmen mümkün olmuş, iki büyük yazı dili birbirini etkilemiştir. Geniş geçerlilik alanına sahip bu büyük diller, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde yerlerini bölgesel konuşma dille-rine dayanan yeni yazı dillerine bırakırlar (bk. Johanson 2002).

Osmanlıca, Arap harflerinin eklemelerle ge-nişletilmiş bir biçimiyle yazılmaktaydı. Arapça yazım sisteminden izler taşıyan, hece yazısı ile sesçil yazımın karışımı olan alfabe, Türkçenin ses özelliklerini yansıtmakta yetersizdi. Her şeyden önce Türkçe kökenli kelimelerde farklı fonemlerin aynı harflerle gösterilmesi önemli bir sorundu. Mesela o, ö, u, ü, v fonemleri için vav; ı, i ve y fonemleri için ya; g, k, ñ ve bazen n fonemleri için kef harfi kullanılmaktaydı.

Türkçe kelimelerde olabilecek ayrıntılar gösterilmediği gibi Türkçe ögelerin yazımında Arapça ve Farsça ögelerde olduğu kadar ke-sin yazım alışkanlıkları da yoktu. Aynı alfabeyi kullanan Arapça ve Farsçadan alınmış kelime-lerin yazımında ise başlarda bir birlik yokken, İstanbul merkezli gelişen yazılı normda oriji-nal dillerdeki gibi yazma yönünde yazım birliği ortaya çıkmıştı. Bunun sonucunda Arapça ve Farsçada fonemken Türkçede herhangi bir fo-nem değeri taşımayan sesleri gösteren harfler de kullanılır olmuştu. Mesela sabır, tesir, sene kelimelerindeki s’ler, hava, halk, hal kelimele-rindeki h’ler, zikir, zevk, zayıf, zalim kelimele-rindeki z’ler, Türkçede söyleyişte anlam ayırıcı olmamakla birlikte, kaynak dillerde farklı fo-nemler olduklarından Osmanlıcada ayrı harf-lerle gösterilmekteydi. Zamanla kelimelerin verici dildeki orijinal biçimlerine göre yazıl-ması yaygınlaşmış, klasik Osmanlı imlasının en tutarlı kuralı olan “Arapça ve Farsça keli-meler aslına göre yazılır” ilkesi ortaya çıkmıştı. Arap harflerini kullanmayan dillerden alınmış kelimeler ise söylenişlerine göre yazılmaktay-dı. Kur’an’ın yazıldığı alfabe olması nedeniyle Arap harfleri belli bir kutsallık da kazanmıştı. Hatta Arap harflerinin kullanımı, Osmanlı top-

Türkiyat Enstitüsü’nün ilk yayınları

886

X. Bölüm: Dil ve Edebiyat

Dil ve Tarih- Coğrafya FakültesiProf. Dr. Esin KÂHYA

Yeni Türkiye Cumhuriyeti siyasi, ekonomik ve kültürel yönden birçok değişimlere konu olmuş-tu. Ancak, Atatürk için bütün bu değişimlerin benimsenip kalıcı olabilmesi ve zaman içinde değişen dünyaya uyum göstererek kendini yeni-leyebilmesi için ülkede millet şuurunun yaygın-laştırılması gerektiğini düşünüyordu. Bunu sağ-layabilecek olan yolun, o milletin tarihini ve di-lini çok iyi öğretmekten geçtiğini biliyordu. Bu-nun içindir ki, 1932 yılında Türk Tarih Kurumu ve kısa bir süre sonra da Türk Dil Kurumu’nun kurulmasında öncülük etmiştir. Ancak her iki kurumun da işlevlerini yapabilmesi için yetiş-miş uzmanlara gereksinim vardır. Bunun için iki yol akla gelmiştir. Öğrenciler yurt dışına gönderilerek, yurda dönmeleri ve bu kurumlar-da görevlendirilmeleri ya da bir eğitim kurumu açıp, gerekli öğretim elemanlarını gerekiyorsa, yurt dışından getirilen öğretim elemanlarıyla da tamamlayarak bir öğretim kurumu kurulması. DTCF’nin kurulmasında bu iki noktadan ikin-

cisi etkin olmuştur. Liselerde öğretim elemanı olarak bu konuda ders veren öğretmenlerle yurt dışında eğitim görüp yurda dönmüş elemanlar bir araya getirilmiş ve bu yeni öğretim kurumun-da görevlendirilmiştir. Bu kurum aynı zamanda yeni kurulacak Ankara Üniversitesi’nin de yapı taşlarından biri olacaktır.

Atatürk’e göre, o zaman kadar biz tarihimizi yabancılardan öğrenmek zorunda kaldık; on-ların yazdığı eserleri çevirerek bilgilenmeğe ça-lıştık ve bu da pek olumlu olmadı. Bu konuyu kendimizin incelemesi zorunlu idi. Bunun için de akademik bir öğretim kurumu kurulmalıydı. Ancak bu araştırmada söz konusu olan metin-lerin incelenmesi için, araştırmacının Çince, Sanskrit dili, Arapça ve Farsça bilmesi gerekiyor-du. Araştırmacıların mevcut yayınları okuyup, değerlendirebilmeleri içinse yaşayan dilleri, yani İngilizce, Fransızca, Almanca, Rusça, Macarca bilmeleri gerekiyordu. Nitekim 1935’te kurulan DTCF’de bu disiplinlerin öğretimini yaptıran bilim dalları kuruldu.

Üzerinde yaşadığımız Anadolu toprakla-rının tarihini inceleyenler, aslında Türklerin on birinci yüzyıldan çok daha erken tarihlerde Anadolu’ya geldiğini iddia etmektedirler. Bazı dilciler de, bu bağlamda, Türkçe, Sümerce ve

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi

Dergisi, cilt 2, sayı 3, 1944

Alman Mimar Bruno Taut tarafından tasarlanan Ankara

Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesi Binası’nın ilk yıllarındaki

görüntüsü, 1940

887

N u r e t t i n D E M İ R1 9 2 3 - 1 9 3 8 A r a s ı n d a T ü r k D i l i

Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi lisans diploması, 1941

DTCF Klasik Filoloji Bölümü öğrencileri , 1940’lı yıllar

Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin Antropoloji Laboratuvarı, 1941

Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi öğrencileri, 1940’lı yıllar

diğer bazı eski dillerin Türkçe ile ilgisini göster-meğe çalışmışlardır. Bütün bunları göz önünde bulunduran Atatürk, eski dillerin ya da bir başka deyişle, klasik dilerin de tarih araştırmalarında gerekliliğini göz önünde bulundurarak, Çince Sanskrit dilinin yanı sıra, Klasik Yunanca ve La-tincenin de tarih araştırması yapacaklara öğretil-mesi gerektiğini belirtmiştir (İnan 1974: 1718).

O zamana kadar erken tarihimizi inceleyen-ler, yani Anadolu’da kazı yapanlar ve bunların değerlendirmesi ile ilgilenenler yabancılardı. Hâlbuki Atatürk’e göre, bu çalışmaları biz-zat kendimiz yapmalı ve kendi erken tarihi-mizi kendimiz belirlemeli idik. Bu bağlamda Ahlatlıbel’de yapılan kazılar çok da başarılı ol-muştu (İnan 1974: 19).

Tarih araştırmaları, dil çalışmaları ile des-teklenmediği zaman yürütülemezdi, ancak her ikisi de belli bir coğrafyada ortaya çıkmaktaydı. Dolayısıyla bu yeni kurulan öğrenim kurumun-da coğrafya da olmalı idi. Bütün bu disiplinlere dayanarak fakültenin adı tarih, dil ve coğrafya olarak belirlendi; daha sonra bu başlık Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi olarak değiştirildi.

Atatürk’ün bu fakülteden beklentilerinin en açık delili, Türk Tarih Kurumu’nun bu bünyede yer almasını istemiş olmasıdır. Böylece kaliteli Türk dili ve tarihi çalışmaları yapılabilecekti. Tarihin bize verdiği sonuçlar her zaman çok iç açıcı olmayabilir. Ama biz onların hangi şartlar-da ve nasıl olduğunu bildiğimiz takdirde tarihte

yaptığımız hataları tekrar etmeyiz; ondan ders alırız. Dolayısıyla, burada gaye, tarihî gerçekle-rin ortaya çıkarılıp genç nesillere öğretilmesi ve olumsuzlukların tekrarlanmaması idi (Kansu 1974: 53-55).

Bu gayeyle kurulmuş olan DTCF 1933 üni-versite reformundan sonra yurt dışından gelen yabancı uzmanlarla desteklenmek suretiyle ge-lişti ve zaman içinde başta yabancı dillerle ilgili olmak üzere yeni bilim dallarının ilavesiyle öğ-retim alanını genişletti. DTCF günümüzde hâ-len yaklaşık 75 anabilim dalı ve 21 bölümü ile hizmet veren, gerek öğretim alanının genişliği gerekse öğrenci sayısı olarak adeta müstakil bir üniversite görünümünde ve öğretim alanı zen-ginliği açısından dünyada bir eşi olmayan öğre-tim kurumu olarak faaliyetini sürdürmektedir.

Kaynaklar

İnan, Afet (1974), “Dil ve Tarih-Coğrafya Fakül-tesi”, Cumhuriyetin 50. Yıldönümü Anma Ki-tabı, Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi, s. 9-52.

Kansu, Şevket Aziz (1974), “Dil ve Tarih-Coğraf-ya Fakültesi’nin Açılışı ile İlgili Bir Anı”, Cum-huriyetin 50. Yıldönümü Anma Kitabı, Anka-ra: Ankara Üniversitesi Basımevi, s. 53-55.

888

X. Bölüm: Dil ve Edebiyat

raklarında Müslüman olanlarla olmayanları ayırmaktaydı (Lewis 1984: 421). Bu gerçek, 18. yüzyıldan itibaren alfabe reformu tartışmala-rında reform karşıtlarının kullandığı önemli bir koz olmuş, harflerin ıslahını veya alfabe deği-şikliğini savunanlar daha sonra alfabeyle dinin bir ilişkisi olmadığını ısrarla vurgulamaya ça-lışmışlardır. Medreselerde eğitim dilinin Arap-ça olması, edebiyatta Farsça ögelerin baskın-lığı, her iki dilden yaygın kelime ve söz dizimi kalıbı kopyaları, kelimeleri veri dildeki biçim-lerine göre yazma geleneğini desteklemiştir. Öyle ki söyleyişi tamamen Türkçeleşmiş olan kelimeler bile asıllarındaki biçimlerine göre yazılmaktaydı.

19. yüzyılın ikinci yarısı ile 20. yüzyılın alfa-be devrimine kadar olan kısmında, yazılışı ve okunuşu kolaylaştırmak, alfabeyi geniş kitle-leri eğitmekte yararlı bir araca dönüştürmek amacıyla dilin ıslahı gündeme getirilir. Dilin ıs-lahlıyla öncelikle konuşma diline yakın bir söz varlığı ve söz dizimi yanında yazımda düzen-lemeler kastediliyordu. Söz varlığında ve söz diziminde Türkçeleşme daha sorunsuz gelişir-ken alfabe konusunda zaman zaman çok sert geçen tartışmalar harf devrimine kadar sürer. 1923’e kadar harflerin ıslahı konusunda lehte

ve aleyhte çok sayıda yayın yapılır, çeşitli öneri-ler ileri sürülür. Ancak konuyla ilgili en önemli çalışmalardan birine imza atan Levend’in de dediği gibi “imlâ sorunu bilimsel konu olarak incelenmekten çok, imlânın bozukluğu bir ya-kınma halinde ileri sürülmekte ve yazının be-lirli ve esaslı bir kurala bağlanması gerektiği belirtilmektedir” (1972: 149).

Arap harflerinin ıslah edilerek Türkçe açı-sından daha kullanışlı hâle getirilmesinin mümkün olmayacağını görüp doğrudan Latin alfabesinin alınması isteğiyle alfabe değişik-liğini önerenler de vardı. Alfabe reformu kar-şıtları, yüzyıllardır meydana getirilmiş olan ürünlerin bir anda unutulacağı, geçmişle ma-nevî bağın kopacağı, o ana dek yazılan kitapla-rı anlayan kalmayacağı gibi nedenlerle alfabe değişikliğine karşı çıkıyor, eğitimin ilerlemesi-nin harfleri değiştirmekle ilgisinin olmadığına işaret ediyordu (Levend 1972: 158-159). Latin harflerinin kabulünü öneren yazılardaysa belli bir kutsallık atfedilen Arap harflerinin Kur’anla ilgisinin olmadığı özellikle vurgulanmaktaydı.

Latin alfabesi Türkçe için ilk olarak 13. yüzyıl sonlarından kalan Codex Cumanicus’ta kulla-nılmıştı. Osmanlı döneminde Fransızca başta olmak üzere Latince, İtalyanca, Almanca gibi batı dilleriyle yazılmış, Türk dili tarihi açısın-dan büyük öneme sahip gramer, dil kılavuzları, sözlük vb. eserler de vardı.

20. yüzyılın başlarında, belli durumlarla sı-nırlı da olsa Latin harfleri kullanılmaktaydı. Enver Paşa tarafından geliştirilen harflerin kullanışsızlığı savaş sırasında ortaya çıkınca Avrupa cephesindeki Türk birliklerinin resmi telgraf yazışmalarında Latin harfleri kullanıl-maya başlanmıştı. Ayrıca Talât Paşa ve Mus-tafa Kemal Atatürk de belli durumlarda Latin harflerini kullanmıştı. “Latin harfleri böylece, resmen kabul edilmeden önce, bir kullanılma aşamasından geçmiş oluyor, ama bu aşama dar bir alan içinde sıkışıp kalıyordu” (Karal 1978: 93). Bu münferit kullanımlarda şüphesiz uzun zamandır Fransızca eğitim veren okulla-rın varlığı, yeni kuşak aydınların, entelektüel beslenmelerini Batı dilleri, özellikle de Fran-

İlk Alfabe kitapçığı kapağı, İhap Hulusi, 1928

Gazi Mustafa Kemal Harf İnkılâbı’nda halka Yeni Türk

Harflerini öğretirken, Kayseri, 20 Eylül 1928

889

N u r e t t i n D E M İ R1 9 2 3 - 1 9 3 8 A r a s ı n d a T ü r k D i l i

sızca aracılığıyla gerçekleştirmeleri de önemli olmalıdır. Nitekim Fransızca hayranlığını da içine alan Batı hayranlığı dönemin edebî eser-lerinde önemli bir konu olarak işlenmekteydi.

Millî Mücadelenin zaferle sonuçlanmasının ardından 17 Şubat - 4 Mart 1923 tarihleri ara-sında ekonomik ve sosyal birçok konunun dile getirildiği İzmir İktisat Kongresi toplandı. Kong-rede Latin harflerinin kabulü yönünde bir öner-ge verilir ancak reddedilir. Yine de Kongre baş-kanı Kazım Karabekir Paşa, Hakimiyet-i Milliye gazetesine Latin harflerinin neden kabul edile-meyeceğine dair görüşlerini açıklamaktan geri durmaz (Levend 1972: 392). Tezleri arasında alfabe değişikliğini ecnebilerin telkin ettiği, değişiklik hâlinde kütüphanelerdeki kitapların okunamayacağı, değişim olması durumunda batılıların “Türkler ecnebî yazısını kabul et-mişler ve Hristiyan olmuşlardır” diyeceği, Latin harflerinin bizim dilimiz için yeterli olmayacağı gibi bir kısmı daha önce de dile getirilen görüş-ler vardır (Levend 1972: 393). Diğerleri yanın-da burada alfabeye yüklenen kutsallık, alfabe değiştirmeyle din değiştirmenin bir tutulması, alfabe değişikliğini kabulün ne kadar güç bir sosyopsikolojik sorun olduğunu göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Bu demeç, alfabe sorununun yeniden canlanmasına neden olur. Alfabe değişimi karşıtları bu sırada taraf olan-lardan fazladır.

Alfabe konusu TBMM kürsüsünde ilk olarak 25 Şubat 1924’te Maarif Vekaleti bütçesi görü-şülürken dile getirilir. Görüşmeler sırasında söz alan Şükrü Saracoğlu bütün fedakârlık-lar yapıldığı hâlde halkın hala okuyup yazma bilmediğini söylemek ve bunun sebebi olarak “Türk lisanını yazmağa müsaid” olmayan Arap harflerini göstermek suretiyle alfabe sorunu-na temas eder. Bir yıl sonra alfabe meselesi hakkında ne düşündüğünü soranlara, bu defa alfabe konusunda farklı cereyanlar olduğunu ve Maarif Vekili olduğu için bunlardan birine destek vermeyi faydalı değil zararlı gördüğünü belirtecektir (Levend 1972: 396).

28 Mart 1926 tarihinde Akşam gazetesi, “La-tin Harflerini Kabul Etmeli mi Etmemeli mi?”

başlığıyla bir soruşturma düzenler. Yanıt ve-renlerin çoğu Latin harflerini istemediklerini belirtir. Konuya başka dergi ve gazeteler de ka-rışır. Alfabe değişikliğine karşı olanlar arasın-da Fuad Köprülü, Zeki Velidi Togan gibi önemli Türkologlar da vardır.

Bu arada 1926 yılı Şubat ayında Bakü’de toplanan, Türkiye’den de katılımcıların oldu-ğu I. Türkoloji Kongresinde, Birleştirilmiş Yeni Türk Elifbası adıyla Latin temelli bir alfabe be-nimsenmiş, alfabe Sovyetler Birliğindeki Türk toplulukları tarafından kullanılmaya başlan-mıştı (bk. Akalın 1927: 7, Türk topluluklarında-ki durum için bk. Baldauf 1993; Şimşir 1992). Türkiye’de de 1927 sonları-1928 yılının ilk yarı-sı Latin alfabesine geçme yönünde yoğun tar-tışmaların yapıldığı bir dönem olur. Falih Rıf-kı Atay, Yunus Nadi, Celal Nuri, Ahmet Cevat Emre, İbrahim Necmi Dilmen gibi yazarlar dö-nemin gazetelerinde Latin harflerinin kabulü yönünde yazılar yazar. Bu arada değişiklik ta-raftarı ve karşıtı kitaplar yayımlanır (ayrıntılar için bk. Levend 1972: 399-400).

Maarif Vekilliğinin önerisi üzerine 23 Mayıs 1928 tarihli Bakanlar Kurulu toplantısında alı-nan bir kararla “lisanımızda Latin harflerinin suret ve imkan-ı tadbikını düşünmek üzere”

Millet Mekteplerinde okutulan alfabe örnekleri

Yeni harflerin kabul edildiği dönemde çeşitli kurumların basarak dağıttığı eski harflerle yenilerin karşılaştırmalı olarak gösterildiği duvar panolarından biri, 1928

890

X. Bölüm: Dil ve Edebiyat

bir Dil Encümeni kurulur. Encümen 26 Hazi-ran 1928 tarihinde çalışmalara başlar. Alfa-be raporunu yazan İbrahim Grantay raporda “hey’etimiz, doğrudan doğruya bugünkü müş-terek ve edebî lisanımızın istinad ettiği ince ve mütekâmil İstanbul konuşma dilini esas ittihaz ederek, bu dile nazarî ve amelî cihetlerde en uygun ve elverişli bir alfabe vücuda getirme-ğe çalışmıştır” diye yazar (Levend 1972: 402). Latin harflerine geçiş için 10 yıllık bir süre bi-çilmekteydi.

Alfabe devrimi asıl Atatürk’ün Latin harf-lerine geçileceğini açıkladığı 9 Ağustos 1928 tarihli Sarayburnu konuşması ile başlamıştır (Levend 1972: 402). Konuşmanın yapılmasın-dan bir hafta sonra gazetelerde yeni alfabeye yer verilmeye başlanmıştır. 29 Ağustos tarihin-de Dolmabahçe sarayında yapılan bir toplantı-da İsmet İnönü’nün önerisiyle Latin esasında Türk harflerini kabul etme kararı da alınır. 22 Eylül 1928’de Dil Encümeni çalışmalarını ta-mamlamış, Atatürk’ün düzeltmeleriyle yeni alfabeye son şekli verilmiş ve sonuç Başba-kanlığa bir tezkere ile bildirilmiştir. Tezkereden sonra Dil Heyeti İmlâ Lûgati’ni, Milli Eğitim Ba-kanlığı da Türk Harfleri Kanun Tasarısını hazır-lar (Akalın 2007: 8). Halka yabancı Arapça ve

Farsça kelimeler İmlâ Lûgati’ne alınmaz. Bu İmlâ Lûgati aynı zamanda Türkiye Cumhuriye-tinin devletçe desteklenen dil reformu yanlısı ilk yayındır. Bundan sonraki yayınlar da devlet tarafından fikren ve madden desteklenecektir (Laut 2000: 26). Latin harflerine dayanan Türk alfabesine dair kanun 1 Kasım 1928 yılında TBMM’de görüşülür ve 3 Kasım 1928 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girer. Kanunun 5. maddesi 1929 yılı Ocak ayından iti-baren Türkçe kitapların yeni Türk alfabesiyle basılmasını zorunlu kılar. Halkın kamu kurum-larına müracaatlarında Arap harflerine 1 Hazi-ran 1929 tarihine kadar müsaade edilecektir. 1 Haziran 1930 tarihinden itibaren ise resmî veya özel tüm işlemler yeni alfabeyle yapılacaktır (Sadoğlu 2003: 227).

Yurt gezilerinde yeni harfleri halka tanıtma-ya başlayan Atatürk bir iki sene içinde bütün Türk toplumunun yeni harfleri öğreneceği gö-rüşündedir. Bir alfabe seferberliği başlar; Dol-mabahçe Sarayı, CHP Beyoğlu ilçe merkezi ve başka yerlerde alfabe kursları açılır (Levend 1972: 403). Böylece alfabe reformu mu yoksa başka bir alfabe mi sorunu çözümlenmiş olur. Dil Encümeni de çalışmalarına hız vermiş, 1928 yılında alfabe ve gramer raporları yanın-da alfabeyle ilgili farklı eserler de basılmıştır (eserlerin listesi hakkında bk. Levend 1972: 403 vd.).

Alfabe devrimi gerçek bir ulusal seferber-liğe dönüşür. Kanunun çıkmasından itibaren hemen uygulamaya geçilir, mektepler, halk dershaneleri ve kurslar aracılığıyla yeni alfa-beyi öğretme yönünde yoğun çaba gösterilir. Alfabe devriminin başarıya ulaşmasında ve okuma yazma oranının arttırılmasında 1 Ocak 1929’da açılan Millet Mektepleri önemli bir rol oynar (bk. Karakuş 2006: 171 vd.). Millet Mek-tepleri, Arap harfleriyle okuma yazma bilenler için 2, bilmeyenler için 4 aylık bir süreyi kapsı-yordu. Yaşları 14-40 arasında değişen ve yeni harflerle okuma yazma bilmeyen kadın-erken tüm vatandaşların zorunlu eğitimi öngörülü-yordu (Sadoğlu 2003: 228-229). Yeni alfabenin

Türk Dil Bilgisi Dersleri - Dilin Fonetik Kuruluşu ve Güneş Dil Analiz Metodu,

İ. N. Dilmen, 1936

Ankara Halkevi’nin kitaplığında kitap ve gazete

okuyanlar, 1938

891

N u r e t t i n D E M İ R1 9 2 3 - 1 9 3 8 A r a s ı n d a T ü r k D i l i

yaygınlaşması için İstanbul’da tabelalarını de-ğiştirmeyen bazı dükkanlara 27 Aralık 1928’de ceza verilmesi, hatta devlet memurlarının yeni alfabedeki yeterliliklerinin belirleneceği bir sı-nava tabi tutulması, başarısız olanların kursa alınması gibi uygulamalara da başvurulmuş-tur (Sadoğlu 2003: 228).

Anadolu’da yazılan ilk Türkçe metinlerden itibaren kullanılan Arap kökenli alfabenin bıra-kılıp Latin harflerinin kabul edilmesinin nedeni olarak sıkça Arap harflerinin Türkçeyi göster-mekte yetersiz kalması öne sürülür. Oysa en önemli neden siyasidir. Sadoğlu’nun ifadesiy-le “Cumhuriyet devrimleri arasında pek azı Kemalizm’in “batıcı” ve “ulusçu” karakterini Latin alfabesi kadar iyi sembolize edebilirdi. Batıcı; çünkü Latin harflerini kabul etmek he-def olarak gösterilen medenî dünyaya kapıları ardına kadar açmak demekti. Ulusçu; çünkü hiçbir araç Türk toplumunu yüzyıllardır birlikte yaşadığı İslâm kaynaklarından ve Arap dindar-larından bu denli koparıp farklılaştıramazdı; Arapça-Farsça etkisi altındaki Türkçeyi özgün bir imlâya kavuşturamazdı” (Sadoğlu 2003: 215). Alfabe değişiklikleri tarihte dinî, kültürel vb. değişmeler sonucu ortaya çıkar. Prensip olarak her alfabeye bir takım eklemeler yapı-larak istenilen sesi göstermek mümkündür. Ancak Cumhuriyetten sonra Arap harflerinin ıslahı yerine, batılılaşma politikasının dile yan-sıması olarak, batıyla olan iletişimi kolaylaştı-rıcı Latin alfabesi kabul edilmiştir (bk. Lewis 2004: 43). Bu yapılırken, Latin alfabesindeki harflerden bir seçme yanında ş, ğ, İ gibi ekle-meler de yapılmıştır. Bu aynı zamanda, başka bir alfabede yapılabilecek değişikliklerin Latin temelli Türk alfabesinde yapıldığı anlamına da gelir.

Arap harfleri, yukarıda işaret edildiği gibi, yerel söyleyiş farklarını korumaya elverişliydi. Bugünkü standart dil gibi baskın, eğitim, ile-tişim ve basın yayın yoluyla kendini hissettiren prestiji yüksek bir yerel konuşma biçimi yoktu. Bunun günlük hayata yansımalarının yuka-rıda işaret edilen türden ilgi çekici örnekleri

vardı. Ayrıca yüzyıllardır kullanıla gelen yazım alışkanlıklarının korunması sonucu, konuşma dilindeki değişmeler yazıya yeterince yansıma-mıştı.

Sesçil yeni harflerle yazımda İstanbul ko-nuşması esas alınmış, böylece yazım ve ko-nuşma dili arasındaki uçurum kapanmıştı. Ancak Latin temelli alfabede ver- örneğindeki “kapalı e”nin, Marmara ve Doğu Anadolu böl-geleri dışında yaygın kullanılan, baña, deñiz örneklerindeki ñ sesinin gösterilmemesi, kar ve kâr kelimelerindeki farklı k seslerini ayıra-cak harflerin eksikliği gibi hususlar zaman za-man eleştiri konusu yapılmıştır. Yine de bütün olarak bakılırsa yeni alfabe Türkçenin yapısal özelliklerini daha önce kullanılan alfabelerden daha iyi yansıtır. Bu yeni alfabenin bir işaret = bir ses prensibine büyük oranda uyması ne-deniyle yanlış biçimde “Türkçe okunduğu gibi yazılır yazıldığı gibi okunur” inancı ortaya çık-mıştır. Ancak değişime direnen yazı dili ile de-ğişime görece daha açık konuşma dili arasında her doğal dilde görülen ayrışma günümüzde ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu ayrışmanın za-manla artması sonucu yazı dilinde reform ihti-yacı ortaya çıkacaktır.

Alfabe değişikliğiyle birlikte yıllardır temelli bir kurala bağlanamayan yazı meselesi sorun

Mehmet Fuad Köprülü(1890-1966)

Millet Mektepleri, 1928

892

X. Bölüm: Dil ve Edebiyat

olmaktan çıkar. Ancak yazımla ilgili tartışma-lar bugün de sürmektedir. Günümüzde yazım ve söyleyiş sorunu olarak görülen hususların bir kısmının arkasında eski alışkanlıklar yatar. Arapça ve Farsça kökenli kelimelerin yeni al-fabeyle yazımında söyleyiş esas alınmış, Türk-çede fonem olmayan sesler için farklı işaretler kullanılmamıştır. Bu nedenle gah, kar, hal gibi yazılışları aynı ama söylenişleri farklı olan ke-limelerden en az biri Arapça ve Farsça ise özel işaretlerle eşyazımın önüne geçilmeye çalışıl-maktadır: kâr- kar, hâlâ - hala gibi. Günümüzde önemli yazım ve söyleyiş sorunları arasında al-fabe değişiminden kaynaklanan, aslında Türk-çenin yapısına daha uygun biçimler yanlış sayı-labilmektedir. Kullanılan işaretlerin karışmayı önlediği yönünde yaygın bir yanılsama vardır. Türkçe kökenli yüz, şiş, aş, eş gibi eşsesli ke-limelerde bir karışma olabileceği kimsenin aklına gelmezken, yabancı kökenli kelimelerin karışabileceğini düşünmenin dil bilimsel bir dayanağı yoktur.

Dil Planlaması ve Dil Politikası1923-1938 arası dil planlaması ve dil politika-sını, 1936 yılına kadar ve sonrası olmak üzere

iki bölüme ayırmak alışılmıştır. Birinci döne-min alfabe devrimine kadar olan kısmı alfabe ve imla tartışmalarıyla, sonrası ise Türkçenin başka dillerle olan ilişkilerini belgeleme, ya-bancı kelimelere karşılık bulma veya bunlara Türkçe köken uydurma çabalarıyla geçer. Türk Tarih tezine paralel olarak Türkçe olmayan her kelimeyi Türkçe bir kelimeyle değiştirme ça-bası bu dönemde dikkat çeker. Birinci Türk Dili Kurultayında Türkçenin farklı dillerle ilişkisini gösteren bildiriler de sunulur. 1936’dan sonra ise bir dil teorisi olmamakla birlikte Güneş Dil Teorisi adıyla bilinen yaklaşım bu çabanın ye-rini alır.

1924’te savaşlar nedeniyle uzun zamandır yenilenmeyen askeriyeye ait kılavuzların dili askerlerin anlayacağı biçime getirilir (Lewis 2004: 60). Bu tür makul düzenlemeleri ve yazı devrimini bir tarafta bırakacak olursak yaban-cı kelimelere Türkçe karşılık bulma çabası önemin çalışmalarında önemli bir yer tutar. İlk sözlük girişimine Başbakan İsmet İnö-nü önayak olur. Bu amaçla 17 Şubat 1929’da Ankara’da yapılan geniş katılımlı toplantıda ‘medeni bütün anlatışlara tam denk gelecek’ bir söz kitabı oluşturulmasının zorunluluğuna işaret eder (Sadoğlu 2003: 232). Ancak bu tür imkansız bir söz kitabı, hiçbir zaman ortaya konmayacaktır.

Türkçeleştirme çabasında başvurulan yol-lardan biri halk ağzından derleme yapmaktır. Daha 1920 yılında bu amaçla bir derleme ça-lışması başlatılmış, öğretmenlerin yardımıyla bazı kelimeler derlenmişti. Dil Encümeni 1929 yılından itibaren derlemeyi yeniden aktif hâle getirmiş, derleme faaliyeti 1931’e kadar sür-müştür. Ancak Encümenin çalışmalarından pek memnun kalınmaması ve bütçesinin ke-silmesi üzerine çalışmalar durmuştur (Levend 1972: 407, Lewis 2004: 65). O zamana kadar toplanan malzemenin bir bölümünü Hâmit Zübeyr ve İshak Refet Işıtman Anadilden Der-lemeler adıyla yayımlamıştır. Birinci Türk Dili Kurultayının kapanışında alınan kararlar doğ-rultusunda 1933 yılında bir halk ağzından söz

Bir halk evinde okuma yazma kursuna katılanlar, 1934

TBMM’nin Harf İnkılâbı Hatırası olarak 22 Mayıs 1930’da Atatürk’e

takdim ettiği levha

893

N u r e t t i n D E M İ R1 9 2 3 - 1 9 3 8 A r a s ı n d a T ü r k D i l i

derleme seferberliği başlatılmış, 1933-1934 arasında Kuruma 153.500 fiş ulaşmıştır. Bu fişlerin değerlendirilmesiyle ortaya çıkan söz-lük 1939-1951 yılları arasında basılmıştır.

Derleme yanında yabancı kökenli kelimeler için Türkçe karşılıklar da türetilmiştir. Türk Dil Kurumunca türetilen karşılıklar, üniversite-lere ve çeşitli araştırmacılara gönderilmiştir. Gelen cevaplar Kurumda incelendikten sonra Eğitim Bakanlığına aktarılmıştır. Bu karşılıklar arasında yabancı kökenli bazı kelimeleri kur-tarmak için, tesadüflerin de yardımıyla Türk-çe köken icat edilen kelimeler de vardı. Alaka yerine ilgi, farz yerine varsaymak, tespit yerine sapta-, kudsî yerine kutsal gibi yabancı karşılığı ile ses benzerliği olan kelimeler dikkat çeker (bk. Lewis 2004: 64).

Yabancı kelimelere karşılık bulma çabasında radyo, ajanslar ve gazeteler aracılığıyla halkın yardımına da başvurulmuştur. Mart-Temmuz 1933 arasında Hakimiyet-i Milliye gazetesinde her gün Arapça ve Farsça kelime listeleri ya-yımlanmış, koyu harflerle “Türk okur yazarları! Büyük dil anketi seferberliği başladı. İş başı-na!” sözleriyle okurların bunlara karşılık bul-ması istenmiştir (Levend 1972: 417). Ankette duyurulan kelimelere alınan karşılıklar Haki-miyet-i Milliye’de yayımlanmıştır. Karşılık bul-mada herhangi bir yöntem yoktur. 9 Temmuz 1933 tarihli Hakimiyet-i Milliye gazetesinde halk arasında yaygın olan kelimelerin kökenine bakılmaksızın Türkçe sayılacağı ilan edilmiş, türetilecek kelimelerin mutlaka Türkçe kökenli olması gerektiği belirtilmiştir.

Bu arada Türk lehçeleri için olanlar da dahil olmak üzere yerli ve yabancı sözlüklerle tarihi eserlerde kullanılan kelimelerden taramalar da yapılır.

Bütün bu karşılık bulma çabalarında elde edilen malzemenin yardımıyla 1934 yazında Osmanlıcadan Türkçeye Söz Karşılıkları Tara-ma Dergisi yayımlanır. 2 ciltlik bu eserde 7.000 sözcüğe yaklaşık 30.000 Türkçe karşılık öne-rilmiştir. Heid’e göre Tarama Dergisi’nin yayım-lanması özleşmeciliğin zirvesidir. Bu sözlükte kalem, hikaye, hediye, akıl gibi kelimeler için

Atatürk, Ankara’da Türk Dil Kurumu’nu ziyaret edip, terim kolu üyeleriyle altı saat çalıştıktan sonra, 12 Mart 1937

de çok sayıda karşılık yer alır. Karşılıklardan hangisinin kullanılacağı belli olmadığından tam bir kargaşa demek olan bu durumu Lewis “böylelikle bir süreliğine Babil kurulmuştur” sözleriyle anlatır (2004: 70).

Ağustos 1934’de İkinci Dil Kurultayından sonra söz derleme ve tarama işi sürer. 1935 yılı ilkbaharında gazetelerde Arapça ve Farsça ke-limeler yayımlanır ve okuyuculardan bunlara karşılık bulmaları istenir. Mart-Mayıs 1935’te seçilen sözcük listeleri halkın görüşünü almak üzere bir aylık süre verilerek gazetelerde ya-yımlanır. 1935 sonbaharında bütün bu çabanın sonucu Osmanlıcadan Türkçeye Cep Kılavuzu ve Türkçeden Osmanlıcaya Cep Kılavuzu yayım-lanır. Kılavuzlarda edebiyat ve öğretim dilinin konuşma diline yaklaştırılması esas alınır. Bu, konuşma dilindeki yabancı sözcükleri reddet-mediği için özleşmede bir tür geri adımdır. Bu sırada gazetelerde yazıları Öztürkçeleştiren “ikameciler” vardır.

Atatürk, özleştirmeciler tarafından türetilen kelimeleri sahiplenir; konuşmalarında ve mek-tuplarında kullanır. Hatta Şubat 1935’te Arapça ve Farsça olan Mustafa ve Kemal adlarını bı-rakır, imzasını kısa bir süre Kamâl “tahkimat, kale, ordu, kalkan” anlamlarına gelen biçimin-de kullanır (Lewis 2004: 75). Üstün bir hitabet yeteneğine sahip olan Atatürk’ün Öztürkçe ko-nusunda en ileri gittiği konuşması İsveç veliah-

894

X. Bölüm: Dil ve Edebiyat

dı onuruna verilen bir yemekte yaptığı “Avru-panın iki bitim ucunda yerlerini berkiten ulus-larımız” diye başlayan konuşmadır (tam metin için bk. Levend 1972: 424). Konuşma, Arapça ve Farsça sözcüklerle hazırlanmış, sonradan değiştirilmiş ve Atatürk’ün diğer konuşmala-rıyla karşılaştırılınca tutuk geçmiştir. Lewis bunu “Atatürk gururlu bir insan ve kendi dilinin ustası bir kişi olarak bu kendi kendini kanatan yaradan rahatsız olmuş olmalıdır. O, Osman-lıcada az bulunur bir doğaçlama kabiliyetiyle, diğerlerinin hazırlamak için saatler harcaya-cağı, upuzun konuşmaları hazırlıksız yapar /…/ 1935’in sonuna doğru, öyle görünüyor ki Ata-türk çok iyi kullanabildiği bu aracı daha fazla yok saymamaya karar vermiştir” der (2004: 77). Bu, dil planlaması ve dil politikasında yeni bir dönemin başlangıcıdır aynı zamanda.

Güneş Dil TeorisiDöneme damgasını vuran gelişmelerden biri, Türk dilinin bütün dillerden eski olduğu ve başka dillere kaynaklık ettiği tezinin dilbilim temellerine dayandırılabileceği varsayımından doğmuş olan Güneş Dil Teorisi’dir (bk. Levend 1972: 431 vd., Özyetgin 2006). Gerçi 1869 yılın-da Mustafa Celaleddin Paşa, Türk dilinin eski ve zengin bir dil olduğunu başka dillere de yar-dım ettiğini ayrıntılı bir biçimde anlatmış, Eski Yunanca ve Latince sözcüklerin hangi Türkçe sözcüklerden geldiğini göstermek için yüzler-ce örnek vermişti: kapitol (kapı), sosciete (söz), kailos (köylü), domus (ev, dam), kefal (kafa) vb. “Celâlettin Paşa’nın üreticilik yöntemi, dil bili-minde makbul görülmese bile, yüzyıllarca ha-kir görülmüş Türk dilinin değer kazanmasında etkili olduğunda kuşku yoktur” (Karal 1978: 67).

Güneş Dil Teorisi’ni Atatürk, Viyanalı dilci F. Kvergic’in kendisine gönderdiği Moğol, Man-çu, Tunguz dilleri ile Fin, Macar, Japon, Hitit dilleri arasında yakınlık olduğunu ortaya koya-cak deliller arayan basılmamış bir broşürden hareketle geliştirmiştir. Bunun yanında tez, o zaman gündemde olan Akdeniz çevresindeki

eski kültürlerin buralara Orta Asya’dan yayıl-dığı yönündeki Türk tarih tezi ve Akdeniz çev-resindeki kültür dillerine Türkçenin öncülük ettiği biçimindeki dil tezlerini doğuran görüş-lerle beslenmiştir. Ayrıca ilk insanın Pasifik denizinde 70.000 yıl önce ortaya çıktığı; Uygur, Akad, Sümer Türklerinin Mu’daki büyük uygar-lığı dünyaya yaydıklarına dair raporlar TDK’ya ulaşmış ve bunlar Güneş Dil Teorisi açısından değerlendirilmiştir.

Viyana Üniversitesi’nde yetişmiş olan Kver-gic, sosyoloji ve antropoloji yöntemi ile elde et-tiği bilgileri, S. Freud’un psikanaliz görüşü ile birleştirerek dil akrabalıklarının araştırılma-sında kullanmak istemiştir. Atatürk’e gönder-miş olduğu broşürde, güneş adının geçmeme-sine rağmen Güneş Dil Teorisi’nin temel kav-ramlarına rastlanmaktadır. Güneş Dil Teorisi, insana kendi benliğini güneşin tanıtmış olması temel düşüncesine dayanan bir köken teorisi olarak ortaya çıkar. Buna göre insan dış alan-dan gelen etkiler altındadır ve ilk düşünme güneşle ilgilidir. Bu yüzden dillerin doğuşu da güneşe bağlanmalıdır. Çünkü insanoğlu içgü-düleri ile davranan bir yaratık olmaktan çıkıp da düşünebilen bir varlık haline gelince, evren-de her şeyin üstünde tuttuğu ilk nesne güneş olmuştur. Güneş saçtığı ışık, verdiği aydınlık ve parlaklık, taşıdığı güç, kudret ve sayısız nitelik-leri ile düşünen insanın kafasında çok yönlü bir kavram olarak belirmiştir. Bu yüzden ilk insan-lar su, ateş, toprak, büyüklük vb. bütün mad-di ve manevi kavramları birbirilerine, güneşe verdikleri tek ad ile anlatmışlardır. Bu kavramı anlatan ilk ses, birçok anlama gelebilen Türk-çe bir ağ sesidir. Zamanla, ses ile anlam ara-sındaki sembolizme dayanan ağ kavramı par-çalanıp başka ses ve kelimelerle anlatılan yeni kavramların doğmasına yol açmıştır.

Atatürk teori ile 1935 yılında ilgilenmeye başlamış; 24-31 Ağustos 1936 tarihleri arasın-da toplanan III. Türk Dil Kurultayı’nda Güneş Dil Teorisi tartışılmıştır. Ayrıca çoğu 1936 yı-lında olmak üzere 1935-1938 yılları arasında, Güneş Dil Teorisi’ni işleyen 25 kitap yayımlan-

Güneş Dil Teorisine Göre Toponomik Tetkikler II, H. Reşit Tankut, 1936

895

N u r e t t i n D E M İ R1 9 2 3 - 1 9 3 8 A r a s ı n d a T ü r k D i l i

mıştır (kitapların listesi için bk. Levend 1972: 437-438). Bu bakımdan Güneş Dil Teorisi de-yince, dil devriminin uygulama safhaları içinde 1936 yılının akla geldiği söylenir.

Atatürk, 1932 yılında dil devrimini başlattığı zaman, bu işe yön verme görevini yüklenmiş olanlar, Türkçenin hiçbir yabancı kelimeye ih-tiyacı olmadığı görüşünde idiler. Bu denenmiş ve 1932-1936 yılları arasındaki derleme ve ta-rama faaliyetlerinden elde edilen öz dil malze-mesi, beklenenden çok daha az olmuştu. Bu malzemeyle, hiçbir yabancı söz kullanılmadan yapılan konuşmalar, yazılan yazılar karışıklığa ve anlaşılmazlığa yol açmıştı. Halbuki dil dev-rimi yabancı unsurlarından ayıklanmış zengin bir Türkçeyi hedefliyordu. Yapılan denemelerle bu hedeflere ulaşılamamıştı. Ayrıca Türkçeye girmiş olan, herkesin kullandığı pek çok ya-bancı kelimenin yabancılıkları unutulmuştu. Bu kelimelerden vazgeçmek mümkün değildi. İşte yabancı kökenli olduğu varsayılan kelime-leri Türkçeden atma şeklinde gelişen özleşme faaliyetlerinin 1932-1935 yılları arasında çık-maza girdiği bir dönemde Güneş Dil Teorisi devreye girmiştir:

Türkçenin Batı dilleri başta olmak üzere kültür dillerine, hatta bütün dillere kaynaklık etmiş olduğu düşüncesinin işlenmeye çalışıl-dığı Güneş Dil Teorisi halk etimolojisi örnekleri olarak görebileceğimiz çok sayıda etimoloji de-nemesi yapılmıştır. Elektrik, tarihî metinlerde geçen yaltırık > yıltırık > ıltırık ‘parlak’ kelimesi-ne, botanik kelimesi bitki’ye götürülmüş, sosyal kelimesinin kökünün soy, termal kelimesinin kökünün ise ter olduğu ileri sürülmüştür.

Güneş Dil Teorisi, tartışmaya açıldığı III. Türk Dil Kurultayı’ndan başlayarak niteliği ve ileri sürdüğü görüşler bakımından pek çok eleştiri-ye uğramıştır. Teorideki bazı esasların Türk Dil Kurumunun o zamanki mensuplarınca bir dil kuralıymış gibi kabul edilmesi, etimolojilerin dilbilim kurallarıyla çelişmesi eleştiri konusu olmuştur. Ancak konuyla ilgili çalışmalarda, Güneş Dil Teorisi ile Atatürk’ün Türk dilinin ta-rihten önceki çağlara kadar uzanan eskiliğini

Güneş Dil Teorisi Üzerine Ders Notları, Abdülkadir İnan, 1936

ortaya koyarak, Türk milletine eski, köklü tarihi ile olduğu kadar dili ile de övünmeyi aşılamak istediği, Türk milleti için teorinin manevi bir güç kaynağı olacağı, onda derinlemesine bir tarih bilinci uyandıracağı görüşünde olduğu dile getirilmiştir (Korkmaz 1995: 782).

Güneş Dil Teorisi, dil devriminde yeni bir dö-nemin başlangıcı olmuştur. Teoriye göre bütün dillerin kaynağı Türkçe olduğuna göre, Türk-çeye bu dillerden geçen sözlerin kökeninin de Türkçe olma ihtimali vardır. Bu yüzden dildeki yabancı kelimeleri atmaya gerek kalmıyordu. Bu düşünce ile tasfiyecilik yerini, yabancı sayı-lan kelimelerin Türkçe kökenlerinin bulunma-sı çabasına bırakmıştır. Bu gelişmeyi yabancı sözcüklere Türkçe karşılık bulma faaliyetinin sona erdiği veya bir süreliğine durduğu şeklin-de yorumlayanlar da olmuştur.

Atatürk’ün pek çok yabancı sözün Türkçede kalması gerektiği gerçeğini görerek bu sözle-rin Türkçe olduğunu göstermekte işine yara-yan Güneş Dil Teorisi’ni benimsediği ve dili bir çıkmaza sokan aşırıya gidişi durdurmak için kullandığı görüşü de vardır. Buna göre Güneş Dil Teorisi, Türkçeleşmiş olsun olmasın, Türk-çeye girmiş bütün yabancı kelimeleri dilden atma amacını güden tasfiyecilik hareketinin de frenleyicisi olmuştur (bk. Korkmaz 1995: 782).

Kaynaklar

Akalın, Şükrü H. (2002), “Atatürk Döneminde Türkçe ve Türk Dil Kurumu”, Türk Dili, Sayı 607, Temmuz 2002, s. 1-58.

Ata, Aysu (2006), “Kuruluş Öyküsü”, DTCF’de Türkoloji’nin Öy-küsü (hzl. Hasan Özdemir), Hadi Şenol, Ankara: AÜ DTCF, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Yay., s. 1-48.

Baldauf, Ingeborg (1993), Schriftreform und Schriftwech-sel bei den muslimischen Russland- und Sowjettürken (1850-1937), Budapest, Akadémiai Kiadó.

Baysal, Jale (1981), “Harf Devriminden Önce ve Sonra Türk Yayın Hayatı” Harf Devriminin 50. Yılı Sempozyumu, Anka-ra: TTK, s. 61-72.

Guzev, Viktor (1990), “Die Denkmäler des Osmanisch-Türkis-chen in nichtarabischen Schrift”, Handbuch der Türkische Sprachwissenschaft, Teil I, Hrsg. von György Hazai, Buda-pest: Akadémiai Kiadó, s. 63-73.

Heid, Uriel (2001), Türkiye’de Dil Devrimi (çev. Nejlet Öztürk), İstanbul, IQ Kültür-Sanat Yayıncılık

İmer, Kâmile (1998), Türkiye’de Dil Planlaması: Türk Dil Devri-mi, Ankara: KB Yay.

896

Johanson, Lars (2002), “Türk yazı dillerinin ve yazı sistemle-rinin geçerliliğine dair” (çev. Mustafa Uğurlu), Türkbilig. Türkoloji Araştırmaları 2002/4, s. 71-79.

Karakuş, İdris (2006), Atatürk Dönemi Eğitim Sisteminde Türk-çe Öğretimi, Ankara: TDK Yay.

Karal, Enver Ziya (1978), “Osmanlı Tarihinde Türk Dili Soru-nu”, Bilim Kültür ve Öğretim Dili Olarak Türkçe, Ankara: TTK Yay., s. 7-97.

Koç, Mustafa (2006), “16. yy’da Yapılmış Osmanlı Türkçe-si Gramer Çalışması: Bünyâd-ı Şi’ri Ârif”, Kutadgubilig Felsefe-Bilim Araştırmaları Dergisi, Sayı: 9, Mart 2006, s. 209-234.

Korkmaz, Zeynep (1995), “Güneş Dil Teorisi ve Yöneldiği He-defler”, Türk Dili Üzerine Araştırmalar. Birinci Cilt. Ankara: TDK Yay., s. 779-783.

Korkmaz, Zeynep (2006), “Türkiye Türkçesindeki Gramer Çalışmaları ve Bu Çalışmaların Günümüzdeki Durumu”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı, Belleten (2002/I), s. 41-60.

Laut, Jens Peter (2000), Das Türkische als Ursprache? Spra-chwissenschaftliche Theorien in der Zeit des erwachenden türkischen Nationalismus, Wiesbaden: Harrassowitz.

Levend, Agâh Sırrı (1972), Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri, 3. bs., Ankara: TDK Yay.

Lewis, Bernard (1984), Modern Türkiye’nin Doğuşu, 2. baskı, çev. Metin Kıratlı, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yay.

Lewis, Geoffrey (2004), Trajik Başarı. Türk Dil Reformu, İstan-bul: Gelenek.

Özkan, Mustafa (1997), “Kuruluşunun 70. Yılında Türkiyat Enstitüsü”, Türkiyat Mecmuası, XX, s. 1-11.

Özyetgin, Melek (2006), “Atatürk ve Güneş Dil Teorisi”, Türk Dili 655, s. 105-114.

Sadoğlu, Hüseyin (2003), Türkiye’de Ulusçuluk ve Dil Politikala-rı, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yay.

Strauss, Johan (2000), “Konuşma”, Osmanlı İmparatorluğu’nda Yaşamak (derleyenler: François Georgeon, Paul Dumont), (çev. Maide Selen), İstanbul: İletişim, s. 307-386.

Şanal, Mustafa – Savaş Karagöz (2006), “Türk Eğitim Tarihi İçerisinde Kayseri Zincidere Köy Muallim Mektebi ve Faa-liyetleri”, Millî Eğitim, Sayı 172, Güz 2006, s. 183-202.

Şimşir, Bilal (1992), Türk Yazı Devrimi, Ankara: TTK Yay.Tepeli, Yusuf (1999), Halit Ziya’nın Mai ve Siyah’ta Yaptığı Sa-

deleştirme Üzerine Bir İnceleme, Erzurum: Atatürk Üni-versitesi Yay.

Topçuoğlu, Hayriye (2003), “Ders Kitaplarında Dil ve Edebiyat Öğretimi”, Türklük Bilimi Araştırmaları 13, Türkçenin Öğre-timi Özel Sayısı, s. 373-406.

Kız Kulesi, İstanbul, 1930’lu yıllar