Biyolojik Antropoloji Bilimi, Konusu ve Bölümleri
Transcript of Biyolojik Antropoloji Bilimi, Konusu ve Bölümleri
GİRİŞ
Antropoloji en geniş anlamıyla ‘insan bilimi’dir.
Antropoloji yapmak demek insanı tanımlamak onu her yönüyle
ortaya koymak demektir. Antropoloji ilk önce insanı biyolojik
bir canlı olarak düşünür ve onun doğasını ortaya koymaya
çalışır. İnsan her ne kadar kültürüyle var oluşunu
değiştirebilen ve şekillendiren bir canlı olsa da aslında
bütün canlılar gibi DNA dizilimlerine, büyüme, gelişme ve
ölüm evresine, bu evreleri tamamlayabilmesi için enerji
kullanımına, yaşamını devam ettirebilmesi için bulunduğu
çevreye adapte olmasına, adapte olduğu çevre koşulları
içerisinde en rahat edebileceği bölgeyi bulması için hareket
yeteneğine ve sonsuza kadar yaşayamayacağı içinde kalıtsal
materyalini döllerine aktarması gerekmektedir. Bu insana
içinde yaşadığı dünyanın dayatmasıdır. Birde insanın doğaya
dayatması yani onu değiştirip şekillendirme gücü, ‘kültür’ü
vardır. İşte antropoloji doğanın yasalarıyla insana, insanın
1
‘kültür’üyle doğaya olan dayatmalarını karşılıklı ele alıp
görmeye çalışır.
Antropolojinin geniş bir bilim dalı olması, onu
tanımlanmasında ve kapsamının ortaya konmasında bazı sorunlar
yaratmıştır. İnsan, hem sosyal hem de biyolojik bir canlı
olduğundan, antropolojinin de hem sosyal hem biyolojik tarafı
vardır. Sosyal tarafı onu sosyolojiye ve psikolojiye
yakınlaştırırken, biyolojik tarafı tıp ve doğa bilimlerine
yakınlaştırır. Ayrıca insan tarihsel süreci olan ve tarihini
bilebilen bir canlı olduğu için de, tarih ve arkeoloji de
antropolojinin yakından ilgili olduğu bilimlerdir.
Antropoloji bilimini ortaya koymaya çalışırken onun
tarihsel sürecinden muhakkak bahsetmek gerekmektedir. Çünkü
antropoloji bilimi içinde bulunduğu toplumun ihtiyaçlarına
göre şekillenen bir bilim olmuştur.
Antropoloji ve ilişkin alt dalları batıdan çıkmış bir
bilimdir. Sömürgecilikle beraber yeni yerler bulmak ve
oraları kontrol altına almak maksadıyla ‘ötekini’ incelemek
batının sanayileşme süreciyle gelişir. O halde şunu
2
vurgulamak gerekir ki bir akademik disiplin olarak
antropoloji üç batılı gelenekten beslenmektedir.
1) B. Britanya’nın sömürgeciliğin, sömürge halklarını
yönetme sorunlarıyla ilişkin olarak biçimlenen bir
‘idari bilim’ gereksinimi;
2) Kuzey Amerika, özellikle ABD’nde, yitip gitmekte olan
yerli hakların ‘kültürleri’ne ilişkin araştırmalar;
3) Almanya’nın geç ulusallaşma sürecini destekleyecek
tarzda gelişen ‘halk kültürü’ araştırmaları.
Türkiye’de ilk önce ‘Türklüğü araştırmak’ maksadıyla
Türk ulusu yaratmak ve Türk tarihi oluşturmak için, biyolojik
çalışmalara ağırlık vererek İstanbul Darülfünun Tıp
Fakültesinde antropoloji bilimi kurulmuş, sonra kültürel
çalışmalar da biyolojik çalışmalara eklenerek Antropoloji ve
Etnoloji Anabilim Dalı olarak DTCF’ye taşınmıştır. Daha
sonraları ise, Türkiye’de antropoloji çalışmaları yayılmış ve
alt dallara ayrılarak farklı uzmanlık alanları
oluşturulmuştur. Fiziki Antropoloji, Sosyal Antropoloji ve
Paleoantropoloji gibi...
3
I. BÖLÜM: ANTROPOLOJİ NEDİR?
1.1- Antropolojinin Tanımı, Konusu ve Kapsamı
Antropoloji sözcüğü, etimolojik olarak ele alındığında
iki kavramın birleşmesiyle oluşmaktadır. Bunlar Latince
‘insan’ anlamına gelen Anthropos ile ‘bilim’ anlamına gelen
logos/logia kavramlarıdır. Yani Anthropology’nin tam karşılığı
‘insan bilimi’ demektir. Antropoloji insanı ve onun
hikâyesini araştırır. Onun varoluşu hakkında sorgulayıcı ve
araştırmacı bir disiplin oluşturur.
Toplum bilimlerinin en genci olan Antropoloji’nin, bir
bilim dalı olarak kurulması, 19. yüzyılın sonlarına
4
tarihlenir. Oxford İngilizce Sözlüğü, 1880’lerde Antropoloji’yi
şöyle tanımlamaktaydı:
1) En geniş anlamıyla insanın ya da insanlığın bilimi;
2) İnsan fizyolojisi ve psikolojisini kapsamak üzere,
insan doğası bilimi;
3) ‘Bir hayvan olarak insanın incelenmesi’ (Latham).
Zoolojik bir varlık olarak insanın evrimini ve bir canlı
olarak tarihçesini inceleyen bilim dalı.
Her üç tanım da, bir bilim dalı olarak antropolojinin
kurucusu kabul edilern Edward Burnett Tylor’un, Anthropology-An
Introduction to the Study of Man and Civilisation (1881) (Antropoloji-
İnsanın ve Uygarlığın İncelenmesine Giriş) başlıklı kitabında
kapsanmaktadır. Kitapta ırkların fiziksel özellikleri, dil,
yazı ve yaşam sanatları (neolitik taş aletler, tarım
araçları, silahlar, ulaşım, barınak, dokumacılık, denizcilik,
yemek pişirme, metal işçiliği, ticaret vb.), her türlü
düşünsel ve sanatsal yaratımlar (bilim ve mantık tarihi) ve
toplumsal kuramların (evlilik ve aile, adalet ve hukuk,
5
mülkiyet ve hükümet) gelişimi irdelenmekteydi (Antropoloji
Sözlüğü, 2003).
Antropoloji, insanlar ve davranışları hakkında
kullanışlı genellemeler üretmeye ve insan çeşitliliğini
mümkün mertebe anlamaya çalışan insan bilimidir.
Antropolojinin ilk ve en temel sorusu, insan çeşitliliği
üzerinedir. Antropoloji. ‘İnsanlar ilk ne zaman, nasıl ve
nerede ortaya çıktı, evrimsel süreçlerden geçerek nasıl ve
niçin günümüzdeki modern insan popülâsyonlarının belirleyici
fiziksel özelliklerini ortaya çıkardılar, nasıl oldu da
dünyanın her yerine bu kadar yayılmayı başardılar ve neden
bir birlerinden bu kadar çok, fiziksel ve kültürel
farklılıklar gösteriyorlar?’ gibi soruların cevaplarını
ortaya koymaya çalışır.
Antropolojinin konusunu ve kapsamını en geniş anlamıyla
söyleyecek olursak ‘insanın tarihsel ve coğrafik gelişiminin
ve farklılığının ortaya konulmasıdır’ diyebiliriz. İnsan
çeşitliliğiyle başından sonuna açıkça ve direk olarak
6
Antropoloji ilgilenir. İnsan popülâsyonlarını içine alan
dünyadaki her bölüm antropologların çalışma alanıdır.
Antropolojinin nasıl bir bilim olduğundan çok, ne
yaptığı ve bu işi nasıl yaptığı önemlidir. Bilim olarak
Antropoloji çalışmaları;
1) İnsan yaşamı ve kültürüne ilişkin verileri toplar ve
tanımlar
2) Açıklayıcı genel formüllere ulaşabilmek üzere
toplamış olduğu verileri sınıflandırır
3) Sınıflandırmış verilerin özelliğini oluşturan
süreçlerin ve değişimlerin kaynağını saptamaya
çalışır ve veriler arasında nedensel ilişkiler bulur.
4) İncelenen değişimler ve ilişkiler sonucunda olası
değerlendirmelerini genel prensiplerine göre tanımlar
veya öngörür.
Antropologların çalışma yerleri daha çok sahadır. Onlar
kendi çalışmaları doğrultusunda, sahadan bilgi toplarlar ve
bu bilgileri laboratuarda derleyip tüketime sunarlar. Bu saha
bazen, dünyanın küçük bilinmeyen yerleri olabilir. Buralarda
7
yaşayan değişik kültürleri incelerler ve o kültürler hakkında
bilgi toplarlar. Bunu bazen gözlemci, yazıyla, bazen
fotoğrafla, bazen de oradan getirdiği kültürel öğelerle bilim
literatürüne geçirirler. Antropologlar sadece insanları hali
hazırda veya belli bir alan içinde incelemez. O aynı zamanda
faklılık gösteren insanların gelişim aşamalarını da inceler.
Bu insanların nasıl bir tarihsel süreçten geçerek kendi
kültürlerini oluşturduklarına bakar. Bazen de günümüzden önce
yaşamış insanların yaşamlarını anlayabilmek için kazılar
yapar. Bu kazılardan topladığı alet, çanak-çömlek, sanat
ürünü veya fosil kalıntıları inceleyerek, onlar hakkında bize
bilgiler sunar. Ayrıca insanlarla ilgili örnekleri toplamakla
birlikte onları diğer disiplinlerden farklı olarak, kendi
prensiplerine göre değerlendirir.
Antropoloji çalışmalarında bilimsel terminolojinin önemi
çok büyüktür. Çeşitli kurumlarca farklı anlamlar
yüklenebilecek bazı kelimelerin bilimsel karşılıkları
bilinerek kullanılması gerekmektedir. Örneğin Antropoloji
terminolojisi içerisinde yer alan ‘insan ırkı’ kavramı ile
8
tanımlanmak istenen klan, ulus, kültür ya da dil
özelliklerinin bir ya da daha çok kalıtımsal anatomik nitelik
açısından veya bu nitelikleri oluşturan genetik özellikler
açısından bir coğrafik toplumun diğerine oranla diğerine
gösterdiği farklılıklardır. Kesinlikle bir ırkın diğerine
göre üstünlüğü kastedilmez. Aynı şekilde ‘ilkel’ kelimesi de
Antropoloji terminolojisinde teknolojik ve ekonomik yaşam
tarzının ‘ilk’eli olan anlamındadır.
1.2- Antropolojinin Bölümleri
Antropolojinin çalışma alanı sadece insan evrimsel ve
kültürel çeşitliliği değildir. Felsefe ve literatür için;
sosyoloji, psikoloji, ekonomi, tarih, insan biyolojisi, doğa
bilimleri ve belki de bütün insanla ilgili disiplinlerle elde
ettiği bilgilerin sonuçlarını katoloklayıp açığa çıkarır
(Ember, 2002). Bütün bu disiplinler antropolojiyle ve
antropolojide bütün bu disiplinlerle ilişki içerisindedir. Bu
9
durum antropolojinin farklı disiplinler aracılığıyla
genişlemesine bir yöntem bakımından bir birinden çok farklı
dallara ayrılmasına sebep vermiştir. Antropoloji çok daha
eski bir bilim olsa da konusun yerleşmesi 20 yüzyılı bulur.
Bu da antropolojinin konusunda farklı sınıflamalar ortaya
çıkarmıştır.
Örneğin Evans Pritchard (1951), Sosyal Antropoloji adlı
denemesinde antropolojiyi, temellerini ve dallarını iki
boyutlu bir modelle gösterir (Güvenç, 1999).
Antropolojinin Dalları (Evans-Pritchard, 1951)
Antropolojinin biyolojik temeline ve tarihi geleneğine
ağırlık verenler, onun doğa bilimi olduğunu ileri sürerler.
10
Etnoloji ve arkeolojinin tarihe yakınlığına ağırlık verenler,
onun bir insan bilimi (humanities) olduğunu söylerler.
Sosyal/kültürel antropolojinin sosyal bilimlere bezerliğine
dikkat edenler, onun bir çeşit ‘biyolojik sosyoloji’
olduğunda ısrar ederler. İşte bu nedenledir ki, Koestler
antropolojiyi, doğa bilimleriyle insan bilimleri arasında,
bir yere yerleştirmiştir (Güvenç, 1999).
Bilim ve Sanat Alanında Antropolojinin
Yeri (Koestler, 1964)
11
1906’da Oxford’da yeni kürsüleşen antropoloji disiplini
‘kültürel’ ve ‘fiziksel’ olmak üzere iki alt dala ayrılmış,
‘kültürel antropoloji’ içinde ise dört dal belirlenmişti:
arkeoloji, teknoloji, etnoloji ve sosyoloji (Antropoloji
Sözlüğü, 2003). Buradan yola çıkarak antropolojiyi iki temel
alt dalda incelemek doğru olacaktır. Sosyal bilimlerle iç içe
olan antropoloji Sosyal/Kültürel Antropoloji’, doğa bilimleri veya
biyolojiyle iç içe olan antropoloji Biyolojik/Fiziksel Antropoloji’ .
1.3- Sosyal/Kültürel Antropoloji
İnsanların genler aracılığıyla değil, toplumsal ve
kültürel deneyim aracılığıyla aktarılan yönlerini inceler.
Yani insanların maddi, toplumsal ve simgesel yaşamlarının
incelenmesidir. Bir başka değişle, konusu ‘kültür’dür. İlgi
alanı onu sosyoloji, hukuk, dilbilim gibi geniş bir
toplumsal/beşeri bilimler yelpazesiyle ilintili kılmaktadır
(Antropoloji sözlüğü, 2003).
Sosyal/kültürel antropoloji işe bir zamanlar ‘ilkel’
olarak adlandırılan, sanayileşmemiş, basit teknolojili,
12
toplumsal ilişkilerde uzmanlaşmaları sınırlı, küçük ölçekli
toplumların incelenmesiyle başlamıştır. Sonradan bu karmaşık
toplumlara yönelmekle birlikte, bunu basit küçük,
sanayileşmemiş toplumlardan edindiği bilgi birikiminin
ışığında gerçekleştirmiştir. Ama sosyal/kültürel
antropolojinin bir dalı, küçük ölçekli toplumlarla ilişkisini
yitirmiş değildir: Etnoloji, günümüzde yaşayan, toplumsal
örgütlenmeleri yalın, uzmanlaşma ve işbölümü oranı düşük,
göreli az nüfuslu, basit bir teknoloji kullanan,
sanayileşmemiş toplumları incelemektedir (Antropoloji
Sözlüğü, 2003).
1.4- Biyoloji/Fiziksel Antropoloji
1.4.1- Kavramı ve Tanımı
Antropoloji en geniş anlamıyla ‘insan bilimidir’ ya da
insanın karşılaştırmalı bilimidir. Zamana, yere ve duruma
göre kendi farklılıklarını ve nedenlerini ortaya koyar. Bu
13
kapsamı yüzünden verileri biriktirirken aşamalı olarak
çeşitli dallara ayrılır. Arkeoloji, etnoloji, etnografi,
linguistik, fiziksel antropoloji, paleoantropoloji gibi. Bu
tanım daha çok Amerikan antropolojisi için kullanılmaktadır.
Diğer taraftan eski dünyada antropoloji terimi sadece
biyolojik/fiziksel antropolojiyle sınırlıdır.
İnsan doğanın bir ürünüdür. Tıpkı diğer canlılar gibi o
da içinde yaşadığı çevrenin doğasına ayak uydurmuş ve bu
çevrenin dayatmaları sonucu fiziksel karakterini kazanmıştır.
İnsanı anlamak ve tanımlamak için de yaşadığı doğayı anlamak
gerekir. Bu durum, insanı tanımlamaya ve anlamaya çalışan
antropoloji bilimini, insanın doğasını ortaya koymaya iter ve
antropolojiyi doğa bilimlerinin bir parçası kılar.
Antropolojinin, insanın doğası ve fiziksel özellikleriyle
ilgilenen alt dalı Biyolojik/Fiziksel Antropoloji’dir.
İnsanın doğası biyolojik bir canlı olarak insan serüvenine
başladığını bilmek, fiziksel karakterleri ve varyasyonlarını
ortaya koymak demektir.
14
Paul Broca, fiziki antropolojiyi ‘Homo genusunun doğal
tarihi’ ve daha ayrıntılı olarak ‘tüm parçalarıyla bir bütün
olan ve doğayla olan ilişkisiyle beraber, insanlığı konu alan
çalışmaların bilimi’ şeklinde tanımlar. Bu bilim dalı kısaca
‘insan çeşitliliğini inceleyen bilim dalında’, ‘insan
bedeninin ve onun ayrılmaz fonksiyonlarının karşılaştırmalı
çalışmalarında’, ‘insan evriminin parçaları ve sebeplerini
açıklayan, geçiş ve sınıflandırmayı, fonksiyonel ve organik
farklılıkların etki eğilimlerinin araştırılmasında’ kendini
gösterir. (Comes, 1960)
Fiziki antropolojide biliminin konularının kesin bir
tanımı, sınıflandırılması ve izleyeceği yol gibi sorunların
çözümü kolay değildir. Bunun sebebi de araştırma alanının
kapsamı ve diğer bilim dallarıyla birlikte çalışma
ihtiyacının ortaya çıkıyor olmasıdır.
Fiziki antropoloji insan biyolojisi, anatomi ve
fizyolojiyle karıştırılır. Ama bu üç bilim dalıyla kendisi
arasında çok belirgin farklar vardır. Fiziki antropoloji
insanın kronolojik, ırksal, sosyal ve hatta patolojik
15
gruplandırmasına dair ne varsa kendisine konu edinmiştir. Bu
anlamda sözü edilen bilim dallarıyla aralarında yakınlık söz
konusu olsa da çalışma metotları, teknikleri ve amaçları gibi
farlılıklar açıkça ortadadır.
1.4.2- Biyolojik/Fiziksel Antropolojide Yöntemler
Fiziksel antropolojide çok fazla uzmanlık alanı
olduğundan araştırma yapılan konuya göre yararlanılan
yöntemler birbirlerinden farklıdır. Örneğin kan gruplarının
(ABO, MN, Rh vs) serolojik tespiti için kullanılan yöntemle,
fosillerin C14 ya da Fluorine gibi yaşlandırma yöntemleriyle
insan kemiklerinin kronolojisini kurma gibi yöntemler
birbirlerinden çok farklıdırlar.
E. Frizi, A. Hrdlicka ve R. Martin’in çalışmaları
fiziksel antropolojide metodolojinin ayrıntılı açıklamalarını
içeren bölümlerden oluşur. Martin’in Methods in Anthropology
(Antropolojide Yöntemler: 1928, cilt.1, s:26–116) adlı
eserinde ayırdığı bölümlerin alt ana başlıkları aşağıdaki
gibidir: (Comes, 1960)
16
a) Materyal Sağlama Yöntemleri
b) Üreme Yöntemleri
i) Piktografik (fotoğraflar, x-ray’ler)
ii) Geometrik (kefalograf, diftograf, diagraf,
streograf, parmak ve avuç içi izleri)
iii) Plastik (plaster, jelâtin ve gliserin kastı,
kafatasından eski durumu hakkında bilgi sağlamak)
c) Ölçme ve Tanımlayıcı Yöntemler (bölme, ayırma ölçüleri,
teknik farklılıklar, doğal ayırma, bedenin durumu ve ölçümler
arasında akrabalık bağı).
d) İstatiksel Yöntemler (grafiksel açıklama, hesaplama
yöntemleri, istatiksel değer, sapma, değişkenlik, çoğalma
(artış), normal frekans eğrisi, materyalin kalitesi,
istatiksel değerin kesinliğini tahmin etmek, istatiksel
verilerin grafiksel gösterimi: frekans poligonları,
dikdörtgen yöntemi, trapezoid yöntemi, kümülatif frekans
eğrisi, eğrilerin anlamları, büyüme eğrileri, bağıntı ve
grafiksel gösterim, gerileme çizgileri, dörtlü bağıntı
masaları vs…)
17
5., 6., ve 7. bölümler de tanımlayıcı taslaklar, metrik
ve grafiksel teknikler içerir. Bu teknikler antropolojideki
her öğrencinin zorunlu laboratuar pratikleridir. Onlarsız
temel teori çalışması yararsız olacaktır. (Comes, 1960)
1.4.3- Biyolojik/Fiziksel Antropolojinin Alt
Disiplinleri
Fiziksel antropolojinin çok geniş çalışma alanı vardır.
Zamanla bilgi birikiminin artması ve araştırmaların daha
ayrıntılı gerçekleştirilmesi yüzünden fiziksel antropoloji
kendi içinde uzmanlık dallarına ayrılmıştır.
Literatüre baktığımızda; Fabio Frassetto’nun çalışmaları
P. Broca’dan, P. Topinard’a, D. G. Brinton’dan, E. B. Tylor’a
kadar olan bilim insanlarının fiziksel antropoloji ana
dalları çalışmalarının tarihsel sentezini sunma gereği
duymuşlardır. S. Sergi’nin yapıtında da belirgin çağdaş
araştırmacılar tarafından yapılan ayrımları görürüz. R.
Corso, E. Von Eickstedt, E. Fischer, C. Fraipont, J.
18
Imbelloni, J. H. F. Kohlbrugge, G. Montandon, L. Nicolaeff,
B. Oetteking vb.
R. Martin kendi klasik çalışması olan Lehrbuch’ta ana
başlıkları şunlar olan sistemli bir fizik antropoloji yapıtı
ortaya koyar. Genel Bilgiler, Yöntemler, Somatometrik Teknik,
Somatoskopi Tekniği, Genel Vücut Formları, Tegumentlar ve
Tegument Organlar,
Kafatası ve Yüzün Yumuşak Bölümleri, Kraniyometrik Teknik,
Kraniyografik Teknik, Kraniyoskopik Teknik, Bir Bütün Olarak
Kafatası, Kafatasında Beyin Bölümü, Kafatasında Yüz Bölümü,
Osteometrik Teknik, Gövde İskeleti, Uzuv Kemikler.
Mevcut materyallerin yetersizliğine rağmen M. Krogman
tarafından ortaya atılan ayrım, fizik antropolojiye
gerçektende çok farklı bir yöntem sunar (Comes, 1960).
1. Fiziksel Antropolojide Yöntem
2. Osteoloji
3. İnsan Irkları
4. Prehistorya
5. Kraniyoloji
19
6. Dişler
7. İnsan Mirası
8. Sinir Sistemi
9. Mioloji (kas bilimi)
10. Kan
11. Saç ve Kıllar
12. Filogeni Çalışmaları
13. Deri Özellikleri
14. Yumuşak Bölümler
15. Beden Tipleri
16. Büyüme
17. Bir antropolog için ‘dişler’, ‘deri özellikleri’,
‘saç ve kıllık’ gibi özellikler insanın bütününü
oluşturabilmesi için çok büyük bir öneme sahiptir.
II: BÖLÜM: TARİHSEL SÜREÇ VE ANTROPOLOJİ BİLİMİ
2.1- Antik Çağda Antropoloji
20
Biyolojik Antropolojinin, sistemli bir bilim halini
alması 19. yüzyılının ikinci yarısını bulsa da, aslında
kökleri insanlık tarihi kadar eski dönemlere gider. Birçok
düşünür ve bilim adamı ‘insanın kökeni nedir?’ sorusuna yanıt
aramıştır. Fakat Biyolojik Antropoloji 25 yüzyıl boyunca bazı
etkenler yüzünden gelişemedi ve çalışmalar belli bir noktaya
kadar ilerleyebildi. İnsan, kendisinin düşünebilen bir hayvan
olduğunu kolay kavrayamadı ya da kavramak istemedi.
Doğa tarihi, başlangıç dönemi boyunca canlıların genel
tarihi olarak gelişmedi. İnsanın doğasının tarihi bilimciler,
tarihçiler ve filozofların yazdıkları üzerinden temellenerek
gelişti.
Antropolojiyle ilgili en eski ve bilinen ilk güvenilir
kaynak olarak düşünebileceğimiz kitap Kartacalı bir
denizcinin hükümeti tarafından görevlendirilmesi sonucu,
çıkmış olduğu gemi yolculuğuyla yaptığı gözlemlere dayanan
‘The Voyage of Hanno’ (Hanno’nun Seyahati, M.Ö. 1000) adlı
kitabıdır. Kartacalı gemici, Gibraltar Boğazı’nda bulunan
21
Herkül Sütunlarını (İspanya’nın Güney sahilli) geçtikten
sonra 20–25 gün boyunca yolculuk eder. Cancer ve Senegal
arasında bulunan Afrika’nın Atlantik sahillerine varır.
Burada daha önce hiç görmediği garip bir hayvan görür. Orada
bulunan yerlilerden bu hayvanın isminin ‘gorgados’ (goril)
olduğunu öğrenir. Hanno bu hayvanı şöyle tanımlar: ‘Bu vahşi
yaratık, kıllarla kaplıydı. Bizi gördüklerinde şaşırtıcı bir
çeviklik ve ataklıkla uçuruma doğru kaçtılar ve bizlere taş
fırlattılar. Buna rağmen üç tane dişi yakaladık. Ama daha
sonra elimizden kurtulmayı başardılar ve bize saldırdılar.
Biz de onları öldürmek durumunda kaldık (Comes, 1960).
Tarihin kurucusu olarak bilinen Heredotos (M.Ö.484–425)
o ünlü Historia’sında Libya, Mısır, Yunanistan, Küçük Asya,
Etiyopya ve İskit yerlileriyle ilgili olarak çok ilginç
veriler sunar. Heredotos, bu toplumların giyimde,
davranışlarda, törede, teknoloji ve politika bakımından
birbirlerinden nasıl farklı olduklarını büyük bir ustalıkla
anlatmış, başka bir deyimle, onların kültürlerini incelemiş;
tarihi olayları kültür farklarıyla açıklamaya çalışmıştır.
22
Böylece toplumlarla tarih arasındaki karşılıklı ilişkiyi
gören ve değerlendiren ilk düşünürler arasında yer almıştır.
Ayrıca o Mısırlıların ve Perslerin kafataslarını inceleyerek,
Mısırlıların kafataslarının Perslerinkinden daha kalın
olduğunu vurgulamıştır. Heredot bu farklılığın çevrenin
etkisinden kaynaklandığını savunur. Mısır geleneğinde
çocukların kafaları tıraş edilir ayrıca çocukların güneş
altında fazla kalmalarına izin verilir. Perslerde ise
çocukların dahi başları örtülüdür ve evden dışarı çıkmalarına
fazla izin verilmez. Bu çalışma ilk evrimsel ölçüttür (Comes,
1960).
Scylax, gezgin ve coğrafyacıdır. M.Ö. 450’lerde
Akdeniz’e birkaç kez yolculuk gerçekleştirmiştir.
Heredotos’tan etkilenmiş ve onun bıraktığı bilgileri tamamlar
nitelikte Hiberler (bir İspanyol kavimi), Ligurlar
(İtalya’nın güneyinde yaşayan bir halk) ve diğer kavimler
üzerinde çalışmıştır.
Pers Kralı Artarkserkses Mnemon’un fizikçisi olan
Ktesias (M.Ö. 404–358) modern bilimin onayladığı bilgiler
23
içeren anlatılar bırakmıştır. Örneğin Hindistan yerlilerini:
‘Kısa boyları, uzun saç ve sakalları, koyu cilt renkleri ve
düz burunlarıyla tanımlanan yerliler’ olarak ifade eder.
Hipokrates’in (M.Ö. 460–377) çalışmaları arasında
antropologları ilgilendiren iki önemli çalışma vardır. Bunlar
De natura hominis (İnsanın Doğası Hakkında) ve De aere, aquis et locis
(İklim, Sular ve Bölgeler Hakkında)’dır. O, insanın fiziksel
özelliğinin farklılıklarını çevresel etkenlere bağlar.
Özellikle farklı iklimlerde yaşayan grupların var olan
farklılıklarına işaret eder. Bu farklılıklar toprak, nem ve
kuraklık gibi etkenlerdir. Örneğin ‘dağ insanları uzun ve
güçlü olurlarken, kuru ve ağaçsız alanlarda yaşayan sarışın
tipler asabi ve zayıftırlar. Otlak alanların çok olduğu
bozkırlarda yaşayanlar siyah saçlı, kısa, iri yarı ve şişman
olurlar’ demiştir. Hipokrates bununla birlikte Kafkas
Bölgesi’nde bulunan deforme olmuş bazı kafataslarını çalışır
ve bunları makrokefalik olarak değerlendirir. Irk kavramının
henüz ortaya atılmadığı zamanlar için, bu çalışmalar
gerçekten de şaşırtıcı derecede ileridedir (Comes, 1960).
24
Aynı zamanda Hipokrates kazanılmış karakterlerin
aktarımı konusunda da öncülük yapar. Ona göre: ‘Eğer mavi
gözlü çocuklar mavi gözlü anne ve babadan doğuyorsa, koca
kafalı ailelerden de neden koca kafalı çocuklar doğmasın.’
Muhtemelen Hipokrates, modern biyo-tipolojinin öğretisinin
ana hatlarını oluşturan ilk düşünürdü.
Aristoteles (384–322) yazmış olduğu bazı eserlerinde
insanın doğasını anlamaya yönelik yapılan çalışmaların
ilklerini gerçekleştirmiştir. Bu eserleri; ‘On the Parts of
Animals (Hayvanların Bölümleri Üzerine), ‘On the Reproduction
of Animal (Hayvanlarda Üreme Üzerine), ve History of Animals
(Hayvanların Araştırması)’dir. Bu yazılarda doğa bilimcileri
sınıflandırma fikri ön plana çıkar. ‘Doğa belirli bir düzen
içinde cansız varlıklardan canlı varlıklara doğru geçer.
Canlıdan cansıza geçerken de arada canlı olan ama hayvan
olmayan canlılar oluşur’ der.
Aristoteles, ancak iki bin yıl sonra E. Tyson, C. White
ve Buffon’nın ortaya koyacağı ‘maymunlar ve insan için
ayırıcı bir özelliğe’ değinmiştir. O, maymunlarda ön kol
25
uzunluğunun üst kol uzunluğundan ve aynı şekilde ön bacak
uzunluğunun kalça-diz uzunluğundan daha kısa olduğunu
söylemiştir.
Aristoteles insanı bütün yönleriyle kavramaya çalışırken
kendinden sonra gelenlere doğru bir yöntem sunmuş oldu. Ne
yazık ki onun insan anatomisi hakkında yazdıkları
bulunamamıştır. Ama o, büyük çalışmaları arasında yer alan
hayvanlar üzerine yazdığı eserlerinin başında anatomik
sorunlara dikkat çeker ve karşılaştırmalı anatomik
araştırması yapar. İnsan beyninin diğer hayvanlara kıyasla
daha büyük olduğunu ve onun iki ayaklı, düşünen ve öngörü
yeteneği olan tek hayvan olduğuna işaret eder. Aynı
özellikleri çok daha sonra Linnaeus’un ve modern
antropolojinin türümüzle ilgili çalışmalarında buluruz.
Aristoteles, çocuklarda beden oranları, vücut kıllarının
dağılımı, üremenin özellikleri, kafatası ve sutür çalışmaları
gibi çalışmalarıyla geleceğe büyük bir miras ve oldukça çok
antropolojik veri bırakmıştır. Onun eserlerindeki
26
antropolojik zenginliğin sistematik çalışmanın oluşmasında
çok önemli bir yeri vardır (Comes, 1960).
Hipokrates’in ya da Aristoteles’in insan bedenini
parçalara ayırarak inceleyip incelemedikleri konusunda bir
bilgi mevcut değildir. Ama M.Ö. 323’de Ptolema hanedanının
meydana getirmiş olduğu oldukça büyük kültür merkezi olan
Aleksandria okulu, insan anatomisi ve antropolojisinin
temelini oluşturdu. Bu okul bir tıp okuluydu ve o dönemin tek
ve ilk tıp okulu olmasıyla büyük bir öneme sahipti. Burada
Erasistratus (M.Ö. 320–257) ve Herophilus (M.Ö. 335–280) kırk
yıldan daha fazla bir süre boyunca insan bedeninin kadavrası
üzerinde çalıştılar. Ne yazık ki bu bilimsel ilerleme bu iki
doğa bilimcinin ömründen daha uzun ömürlü olmadı ve
anatominin yeniden araştırılması ve önem kazanması için dört
yüz yıl geçmek zorunda kaldı.
Galen’le birlikte (M.S. 131–200) doğa bilimi çalışmaları
Yunanistan ve Mısır’dan Roma’ya geçer. Eserlerinden bazıları
‘De usum partium corporis, libri XVII (İnsan Bedeninin
Bölümlerinin Kullanımı Hakkında, 17 cilt); De anatomicis
27
administrationibus, libri XV (Anatominin Kuralları Hakkında,
15 cilt); De musculorum dissectione (Kasların Parçalara
Ayrılması Hakkında) ve kaslar, sinirler, ceninin oluşumu ve
gelişimi hakkında yazmış olduğu diğer yazılar. O dönemde
insan bedeni üzerinde çalışmalar yapmak çok büyük suçtu ve
ağır cezaları vardı. Ama Galen insan cesedi üzerinde çalışma
yapma fırsatı buldu ve özellikle de ape’ler başta olmak üzere
hayvanlar üzerinde anatomik araştırmalar gerçekleştirdi
(Comes, 1960).
‘Bütün hayvanlar içinde ape’ler iç organları, kasları,
sinirleri, atardamarları ve kemikleri bakımından insana en
yakın olan canlılardır’ demiştir. Bu düşünce Atina’da çok
yaygın bir düşünceydi ama sonraları Hıristiyanlaşan Atina, bu
düşünceyi Hıristiyan inançlarına uymadığı için reddetmeye
başladı. Bu dönemlerde anatomi çalışmaları genellikle apeler
üzerinde gerçekleşiyordu.
Antik çağ bu alanda başka önemli isimler yaratamadı.
Doğa tarihi Aristoteles’ten sonra bir çöküş yaşadı. Yaşlı
Plinius ya da Gaius Plinius Secundus (M.S. 23–79) ‘Natural
28
History (Doğa Tarihi)’ adlı eserinde sınırlı bir derleme
yapmıştır.
Bu dönemde Batı Avrupa’ya baktığımızda bilimsel hiçbir
kaynak göremeyiz. O bölgenin tarih ve coğrafya alanında
kayıtlarını Thoukydides (M.Ö. 490–396), Ksenophon (M.Ö. 444–
354), Polybius (M.Ö. 201–120), Caesar (M.Ö. 100–44), Strabo
(M.Ö. 63-M.S.19), Pomponius Mela (M.S. 12–41), Livius ya da
Titus Livius (M.Ö.59-M.S.17), Sicilialı Diodorus (M.S. 1.
yy.), Tacitus (M.S.55–117), Claudius Ptolemy (M.S. 100–178),
gibi Yunan ve Roma’dan gezgin ve krallar tutmuştur (Comes,
1960).
İnsanın açıkça ape’lerden sadece zekâsı, iki ayağı
üzerinde yürümesi, dil becerisi bakımından ayrılmış olduğu o
zamanlarda savunuluyordu ama batıda Galen’den sonra skolastik
düşünce ağır basmaya başladığından doğa bilimleri uzun zaman
boyunca başka herhangi bir ilerleme gösteremedi ve bilimsel
gelişme batıdan izlerini sildi. Bilimsel gelişme artık
Bağdat, Semerkant ve Basra gibi İslam şehirleri olan yerlere
atlamıştı.
29
2.3- İslam Dünyasında Antropoloji
Batı, orta çağla birlikte karanlık çağa girerken, doğuda
İslamiyet parlak dönemini yaşıyordu. Yunan filozoflarının
eserlerinin yeniden gün yüzüne çıkması ve irdelenmesi İslam
âlimleri sayesinde gerçekleşmiştir.
Müslümanlar, ilmin gerçek sahibi olarak Allah’ı
gördükleri için; yabancı toplumlardan bilgi almada, bu
toplumlardan çeviriler yapmakta bir sakınca görmediler. Hint,
Fars, Mezopotamya bölgesindeki birikimden ve de özellikle
Grek mirasından yararlandılar. Önceki insanların bilim ve
düşünceye katkılarını kendi eserleri sayarak, faydalı olanı
alma, faydasız olana itibar etmemeyi prensip edindiler. Grek
bilim ve düşüncesini ayrıntılarıyla çevirip korumalarına
rağmen, söz Yunan mitolojisine geldiğinde onu sadece
politeizmin (çoktanrıcılık) bir şekli olarak niteleyip
dikkate almamışlardır. (Karlığa 2004)
30
Zooloji alanında Câhız’ın Kitab el- Hayevan (Hayvanlar
Hakkında Kitap) adlı kitabı kendi döneminin en önemli
eserlerindendir. O, Aristoteles’in fikirlerinden faydalanmış,
onları hem geliştirmiş, hem de eleştirmiştir. Câhız,
zoolojiyi dini araştırmaların bir dalı haline getirmiştir
(Nasr, 1989).
Müslüman bilim adamları botanik konusunda da önemli
eserler vermişlerdir. Örneğin Ebu Hanife ed-Dineveri’nin
Kitab en-Nebat (Bitkiler Kitabı) isimli eseri muhtemelen 9.
yüzyılın en önemli botanik kitabıdır. İhvanu’s-Safa’nın, İbn
Sina’nın, İbn Bacce’nin de botanik konusundaki eserleri kendi
ve kendilerinden sonraki dönemlerde etkili olmuştur (Nasr
1989).
İslam düşüncesi, Batı’nın modern biliminin ve
biyolojisinin oluşumunda deneyci ve gözlemci yöntem arayışına
teşvik eder, kendi deney ve gözlem sonuçlarını aktarır ve de
Gerek medeniyetinin mirasıyla Batı’yı buluşturarak etkili
olur.
31
Ancak doğu’da bilim gerek İslam düşüncesinin yaygınlığı
yüzünden gerekse kendine medreseler dışında alanlar
bulamaması yüzünden dinin ve siyasetin etkisinden
kurtulamadığı için objektif bir bakış yakalayamaz. İslam
düşüncesi insanı merkeze alır ve her şeyin onun için
yaratıldığını savunur. Bu yaklaşım doğuyu homosantrik (insan
merkezci) düşünceden kurtaramaz.
2.2- Antropoloji İçin Karanlık Çağ: Orta Çağ
Üniversite olarak bilinen eğitim kurumları yaklaşık
1200’lerde kuruldu. Öğrenme merkezleri Paris, Orleans,
Bourges, Toulouse, Oxford ve Cambridge’de baş gösterdi.
Bundan önce edebiyat ve bilimle gerçek denebilecek bir ilgi
bazı manastırlarda küçük bir grup insanın elindeydi.
1240 yılında ünlü doğa bilimcileri ile Almanya
İmparatoru II. Frederick arasında bir tıp bilimi ve
antropoloji için çok önemli bir karar imzalanmıştır. Bu
32
kararnameye göre bir kimse üç yıl boyunca mantık çalışmazsa
tıp konusunda eğitim alamaz, en az 5 yıllını tıp bilimine
adamak zorundadır ve kesinlikle kadavralar üzerinde yapılan
açık ameliyatlara katılmak zorundadır. Bu kararname o dönem
için tıp biliminin ve insan kadavrası üzerinde yapılan
çalışmaların yoğun olduğunun bir belirtisidir. Ama maalesef
bu çalışmalar çok uzun sürmedi ve kilise insan bedeninin
açılıp kesilmesinin ölümcül bir günah olduğunu ilan etti
(Comes, 1960).
16.yy.’da Andreas Vesalius (1514–1564) yeni bir
anatomist ve doğa bilimci olarak ortaya çıktı. Onun yeniliği
tıbbı din dışına çıkartarak bilim tarihinde yeni bir dönemi
başlatmıştır. Vesalius Galen’in incelemelerini gözden
geçirmiş ve eksiklerini tamamlamıştır. Onun, modern anatomi
bilimini meydana getiren ünlü kitabı De humani corporis fabrica,
libri septem (Basel, 1543) (İnsan Bedeninin İşleyişi, 7
cilt)’dir. Ayrıca kafataslarından ırksal hesaplamalar yaparak
bu alanda yapılan çalışmaların öncülüğünü yapmıştır. Genoese,
Yunanlı ve Türklerin kafalarının, yumurta şeklinde olduğunu,
33
Almanların yuvarlak ve arka kısmının düz olduğunu,
Belçikalıların ise dikdörtgen kafataslarına sahip olduğunu
söylemiştir (Comes, 1960).
Vesalius döneminin tanınmış ve destekçisi olan bir bilim
adamıydı. Ama yandaşları olduğu kadar karşıtları da vardı.
Onun oldukça azimli rakibi olan Jacop Sylvius (1478–1555)
Vesalius’un görüşlerine karşıt yazılar yayımladı. Ama
Vesalius’un talebeleri bu dönemde yeni bir anatomi okulu
kurulması için hocalarına destek oldular ve bu okul sayesinde
detaylı araştırma alanları genişlemiş oldu. Bu öğrenciler
arasında; Bartholomeo Eustacchi (1520–74), Gabriele Fallopio
(1523–62) ve Realdo Columbus (1516?-59) da vardır. Vesalius
Galenci anatominin engellerini kırdı (Comes, 1960).
Bu fikirler büyük oranda anatomi bilgisini ve diğer
bilimleri de etkileyerek gelişti. Bu dönemin, anatomi
alanında yapılan çalışmalar göz önüne alındığında ‘anatomi
yüzyılı’ olarak anılmasında kuşku yoktur. Bu dönemin göze
çarpan kişileri arasında Montepellier manastırında Andre du
Laurens, Basel’de Felix Platter, Theodore Zwinger ve Caspar
34
Bauhin, Netherlands’da Gerard de Bondt ya da Bontius, Peter
Paauw, İngiltere’de William Harvey, İspanya’da Michael
Servetus vb… birçok ismi sayabiliriz (Comes, 1960) .
Bu gelişmelerin sonucunda bilimlerin her biri aşamalı
olarak bağımsızlaşan iki gruba ayrıldı. Tıp ve doğa
bilimleri. Doğa bilimleri uzunca bir süre antropolojik
bilginin de öncülüğünü yapan zoolojiyi de içeriyordu.
Seyahatler:
Tıpkı hayvan ve bitki araştırmalarında olduğu gibi
insanlara dair olan bilgiler de uzunca bir süre seyahat yapan
kişilerin günlükleri veya not defterlerine yazdıklarıyla
sınırlı kaldı. Örneğin Marco Polo (1254–1323) İran’dan Çin ve
Tibet’e uzanan bir coğrafya boyunca yaşayan orta Asya
insanlarından bahseder. Jean de Bethencourt (1339–1425)
Kanarya Adası’ndaki Guanchesler’a; Vasco da Gama (1469–1524)
ve diğer Portekizler Azores Adaları’na, Senegal’e, Sierre
Leone ve Cape of Good Hope’e; Christopher Columbus
Antilles’e; G.V. Cabral ve V. Yanez Pinzon Brezilya’ya;
35
Fernando Magellan Güney Amerika’ya (1519); Hernan Cortez
Meksika’ya (1519–47); Francisco Pixarro Peru’ya (1524-41);
Jacques Cartier Canada’ya (1534); A. Mendana ve P.F. de
Quiros Solomonlar’a, New Hebrides, Yeni Gine’ye ve Marquesas
Adaları’na yapmış oldukları seyahatlerde tanıştıkları
insanlar bu gezginlere ve Avrupa insanına ilginç gelmiştir.
Bu dönemde çok farklı ve ilkel insan ırkları bilinmeye
başlandı. Örneğin Patogonyalı devler, pigmeye yakın
Bushman’lar, Seyahayler gibi ırklar. Ele geçen materyaller
artığından ve bilgi kaynakları çoğaldığından bunları
çalışacak bilim insanlarına ihtiyaç duyulmaya başlanır
(Comes, 1960).
2.4.- Doğa Bilimleri Gelişiyor
Volcher Koyter (1534–1600) 1573 yılında ‘Zoolojik
kavramlar insan anatomisini anlamaya yönelik karşılaştırmalı
36
çalışmaların, ikincil sonuçları olarak ortaya çıkmıştır.’
demiştir. Koyter ayrıca fetus ve çocuklara yönelik özel
çalışmalar gerçekleştirmiş, kafatasındaki kıkırdakların
kemikleşerek, nasıl ortadan kalktığına dair bir araştırma
yapmıştır (Comes, 1960).
Marco Aurelio Severino (1580–1656) anatomi çalışmaları
için ‘önce memelileri parçalamak, sonra insana geçmek, en
sonda da hayvanlar âleminin geri kalanına bakmak gerek’
demiştir.
P. Belon (1517–64) çeşitli hayvan gruplarının
organlarının homolojilerini incelemiştir. Bu kişinin
çalışmasının ilk sayfasında bir kuş ve bir adamın, yüzleri
birbirlerine dönük iskelet resimleri vardır. Resmin altında
da şöyle bir yazı; ‘ Bu ikisi arasında ne kadar büyük bir
benzerlik olduğu incelenmeye değer’. Ambroise Pare (1510–90)
insanın diğer memelilerin ve kuşların iskeletlerini
karşılaştırmalı incelemesini yapmıştır.
Zooloji ve genel psikoloji, anatomi ve tıp bilimine
paralel gelişme gösterir. Bir süre sonra her bilim adamı
37
kendi sınırını belirlemek durumunda kalmıştır. İlk etapta
fizikçiler ve doğa bilimciler ayrılırken daha sonra her bilim
dalı kendi alanını belirlemiştir. Bunun sonucunda Royal
Society of London (Londra Kıraliyet Topluluğu) 1662’de,
Academie des Sciences (Bilimler Akademisi) Paris’te, 1666’da
ve hemen sonrasında Leopold-Caroline Imperial Academy
(Hükümet Akademisi) ortaya çıkmıştır (Comes, 1960).
17. yy sonu 18. yy başında çok ilgi toplayan ve zoolojik
antropoloji alanında önemli bir çalışma gerçekleştirilmiştir.
E. Tyson (1650–1708) insan anatomisiyle apelerin
anatomilerini karşılaştırmıştır. Hemen sonrasında Renato J.
C. De Garengeot (1688–1708) insanın ve köpeklerin kas
sisteminin anatomisini karşılaştırır.
John Ray (1628–1705), Linneus’tan hemen önce bitki ve
hayvan sınıflandırması üzerinde çalışmıştır. Quatrefages’e
göre o, ‘tür’ teriminin anlamını belirleyen ilk kişidir.
‘Eğer bir bitki tohumu vasıtasıyla kendine benzer bir başka
bitki ortaya çıkartabiliyorsa, aynı türe aittir’ diyerek türü
tanımlamıştır (Comes, 1960).
38
Fransız fizik ve botankçi J.Pitton de Tournefort (1656–
1708) yapıca birbirini andıran tüm bir bitki grubunu ‘genus’
olarak tanımlamıştır. Tür için de ‘bir takım karakteristik
özelliklerle birbirinden ayrılan bitkiler’ tanımını
kullanmıştır. Daha sonra da Linneus ve Buffon tür kavramına
yeni karakteristik farklılıklar eklemiştir (Comes, 1960).
Antropoloji de 18.yy.’da zoolojiden ayrılarak kendine
has çalışmalara yönelmiştir. Bu dönemin en önemli bilim
insanları Linneus, Buffon ve Blumenbach’tır.
Carl Linneus (1707–78) botanik profesörüdür. İsveç
Upsala Üniversite’sinin en gözde hocasıdır. Çok tanınmış bir
doğa bilimci ve çok inançlı bir hıristiyandır. Bu durumu onun
bütün çalışmalarına yansımıştır. Systema Nature (Doğanın
Sistemi) adlı kitabı 1735’de basılmış ama Lineus kitabı 10.
basımına kadar geliştirip değiştirmeye devam etmiştir. 10.
baskısı 1758’de olgun bir kitap ve bilim insanı karşımıza
çıkar. Lineus’un en önemli başarısı zooloji ve botanikte
sistematiği ve sınıflamayı başarmış olmasıdır.
39
Primat Takımı
1) Homo
a) Sapiens b)
Sylvestris veya Troglodytes (orangutan gibi) H. Ferus
(vahşi insan)
H. Amerikalı
H. Avrupalı
H. Asyalı
H. Asser (zenci)
H. Monstrous (anormal)
2) Simia: Maymunlar
3) Lemur
4) Vespertilio (yarasalar)
Linneus’un Sınıflandırması
Linneus bütün çalışmalarını bu konu üzerinde
yoğunlaştırmış olmasına rağmen ‘troglodytes ve insanlar
arasında herhangi bir fark keşfedemedim. Antropoidler
maymunlardan daha çok insana benzerlik gösterir’ demiştir.
‘İnsanı büyük ape olarak ayıran karakteristik bir özelliğe
rastlamadım. Bu büyük ape arasında iki ayağı üzerinde40
yürüyen, iki elini de kullanabilen, insandan daha az kıllı
öyle bireyler var ki, bazı eğitimsiz gezginler bunları
insanlarla karıştırıyor. Ama insanda var olan gözle
görülmeyen, ele tutulmayan bir ruh var. Bu ruh sayesinde
kendini biliyor ve mantığı olabiliyor. İlahi kanıta dayanarak
biliyoruz ki tanrı tek bir insan çiftini yarattı.’ Linneus’un
çalışmaları ısrarlı bir biçimde inanç ve bilimi birleştirme
çalışmalarıdır. Hatta 1762’de bir hipotez olarak ‘bütün
türlerin ilk başta tek bir tür olduğunu daha sonra karışma
yoluyla çeşitlendiğini’ söylemiş olmasına rağmen ve bunla
kendi Ortodoks tür kavramını yine ilk kendisi yıkmıştır
(Comes, 1960).
Linneus’la çağdaş olan ve morfolojik okulun
kurucularından George Louis Leclerc, Count de Buffon (1707–
88), farklı bir çizgide çalışmıştır. O, organların yapısından
çok işlevlerinin uyumuyla ilgilenerek adaptasyonun ilk
çalışmalarını başlatmıştır. Buffon için antropolojinin ilk
kurucularından olduğu söylenebilir. Doğa bilimci Doubentın
ile birlikte yazdığı Histoire naturelle generale et particuliere des
41
animaux (Hayvanların Belirli ve Genel Doğasının Tarihi)
eserde, antropolojinin özel sorunları irdelenir. a) varolma
ve türlerin varyasyonları b) insanla hayvan arasındaki
ilişkiler c) insan ırkları (Comes, 1960).
Buffon, Linneus’un katı ve geleneksel sistematiğine
karşı çıkmıştır. Onun yaşamın varlığına olan bakışı; ‘Türler,
takımlar ve sınıflar bizim yaratıcı düşüncelerimizde vardır.
Onlar geleneksel fikirlerden başka bir şey değildir. Doğada
ise sadece bireyler vardır.’ O türlerin değişebileceğini,
bir türden yeni başka bir tür türeyebileceğini tartışır.
Buffon kuşkusuz dönüşüm öncülerinden biridir ve evrim
düşüncesinin önde gelen isimlerindendir. Sonra da Lamarck,
Darwin ve Haeckel tarafından düşünceleri sahiplenilmiştir.
Örneğin onun fikrine göre; ‘Eşeğin at ailesinden atın
dejenere olmuş hali olduğunu kabul ettiğimiz gibi, maymun da
insan ailesinden insanın dejenere olmuş halidir.’ Her
canlının mensup olduğu aile tek bir kökenden geliyordu ve
ayrıca bütün ailelerde tek bir canlıdan ortaya çıkmıştı.
Fosiller için de şunu söyler Buffon, ‘Fosiller eski canlı
42
çeşitliliğinin kalıntısıdır’. Epoques de la Nature (Doğanın
Çağları) adlı eserinde yeryüzünün tarihini yedi döneme
ayırmıştır Buffon. Bu çalışmasıyla jeolojik zamanları ortaya
ilk atan bilim insanıdır (Comes, 1960).
15 Ocak 1751’de Paris Üniversitesi’nin teoloji fakültesi
Buffon’un görüşlerinin Ortodoks inancıyla ters düştüğü
gerekçesiyle Buffon’u uyarır ve düşüncelerini geri çekmesini
ister. Buffon’da bu olaydan sonra 12 Mart’da şu açıklamayı
yapar: ‘Holy Scripture (İncil’de ki insanın oluşumuyla ilgili
kutsal yazı) tekstine karşı çıkmak gibi bir niyetim yok çünkü
ben yaradılışla ilgili söylediği her şeye tamamiyle
inanıyorum’. O, var olan düşünceye alternatif bir düşünce
geliştirmemiş daha çok var olan düşünce biçiminin
yanlışlarını ortaya koyacak yeni fikirler üretmiştir. Bunu
yapmasındaki neden büyük olasılıkla, o dönemlerde politik ve
sosyal gücü elinde bulunduran kilisenin karşısında olmak
istememesindendir (Comes, 1960).
Buffon ‘ırk’ kelimesini kullanan ilk kişi değildir ama
‘insanlar arasındaki morfolojik farlılıklar’ anlamıyla ilk
43
kez ‘ırk’ kavramını o kullanmıştır. ‘İnsan renk olarak
beyazdan siyaha boy, kilo, çeviklik ve güç bakımından
normalden iki katı ve yarısı arasında çeşitlilik
gösterebilir. Bunlar yeme alışkanlıklarına ve iklime bağlı
varyasyonlardır. Renk ve görünüş farklılıkları siyah ve
beyazın ya da dev ve cücenin birleşmesine engel teşkil etmez.
Böylesi birleşmelerden ortaya çıkan nesil kendi arasında
üreyebilir. Aslında insanlar görünüşte çeşitlilik arz etse de
tek ve eşsiz bir türe ait olmaları da istikrarlı üremenin
göstergesidir.’ diyerek insan çeşitliliğinin sebebine açıklık
getirmiştir.
İnsan türü içindeki bireysel farlılıklara ek olarak
Buffon tam anlamıyla doğal ortamı kastederek aynı iklimsel
ortamda yaşayan canlıların benzerliğine dikkati çeker.
Bilimin ilerlemesiyle Buffon’un teorileri kanıtlandı ve
doğruluğuna işaret edildi.
Buffon antropolojinin ana hatlarını çizmiştir: a) çağlar
boyunca doğa tarihi konusu olarak algılanan insan b) ırkların
tanımı, kökeni ve karışımları c) insan özelliklerinin diğer
44
hayvanlarla fiziksel ve doğa bilimsel açıdan
karşılaştırılması d) insan kökeni ve jeolojik açıdan yeri.
Bütün bu çizdiği ana hatlar genel antropolojiyi, özel
antropolojiyi ve zoolojik antropolojiyi ifade eder.
Buffon’dan sonra insan birey olarak incelenmiştir (Comes,
1960).
J.F. Blumenbach (1753–1840) ilk kitabı De generis humani
varietate nativa (İnsan Soyunun Kökensel Çeşitliliği) 1775’de
yayınlandı. Buffon’dan esinlenen Blumenbach, Buffon’un
teorilerini tamamlayarak, karşılaştırmalı anatomi çalışmasını
Almanya’ya tanıttı. Bu bilimin tek bir alanında, yani
antropolojide öncü olmuştur. Antropoloji kavramı önceleri çok
farklı anlamlar taşıyordu (Comes, 1960).
Aristoteles insanın ahlaki doğası üzerine düşünen
kişileri ‘antropologlar’ olarak anıyordu. Daha sonraları
1501’de Magnus Hundt, 1533’te Cappella ve 1596’da C. Otho
kendi yayımlarında aynı biçimde antropoloji kavramını
kullandılar. Bununla birlikte Jean Riolano 16. yüzyılda
ortaya çıkan Anatomica seu Antropologia (Anatomiye Dair Şeyler ya
45
da Antropoloji)’de somut bir biçimde fiziksel insana dikkat
çeker. 18. yüzyılda antropoloji ‘beden ve ruhun betimlenmesi’
anlamında kullanılıyordu (Comes, 1960).
Kavram Almanya’nın felsefe dilinde genelleştirildi ve
insanı anlatan her şeye dendi. Sözgelimi E. Platner’ın
1772’de yazdığı Antropologie für Aertze und Weltweis; A. Maas’ın
1791’de yazdığı Physiognomic Antropology (Fiziksel antropoloji)
ve Königsberg Üniversitesi’de Kant tarafından yapılan
antropoloji üzerine konuşma bu bakımdan önemlidirler.
1772’lerde Encylopedie Methodique (Metodik Ansiklopedi)’de D.
Diderot ve J.le Rond d’Alembert antropolojiyi ‘insan üstüne
yapılan bir araştırma’ olarak tanımlarlar (Comes, 1960).
Blumenbach antropoloji sözcüğünü fiziksel antropoloji
anlamıyla, kitabının 1795’deki üçüncü basımının önsözünde üç
kez kullanır. Buna ilaveten de konunun ayrıntılarını da
ortaya koyar. Blumenbach’ın De generis humani varietate nativa (İnsan
Soyunun Kökensel Çeşitliliği) adlı yapıtında insan soyunun
çeşitlilikler ve türlerden meydana gelip gelmediği sorununu
46
açıklar. O bütünlüğün evrimsel kriterlerini ortaya koyar
(Comes, 1960).
2.2- Antropolojide İlk Çalışmalar
2.4.1- İlk Irksal Sınıflamalar
M.Ö. 200’lerde Çinli Father Amyot insanları renklerine
göre: açık menekşe rengi insanlar, sarımtırak insanlar, et
rengi insanlar, siyah ve beyaz insanlar diye beş gruba
ayırmıştır:
Mısır’da 17. yüzyılda 21. hanedana ait olan kral
mezarları dört insan tipi ortaya koyar. Mısırlı tipi, kızıl
ve çağdaş fellahlar; Namu, sarı renkte, kartal burunlu
olanlar, Asyalı tipine ya da Semit tipine karşılık gelir;
Nashu, zenci özellikleri taşıyan siyah ve çok kıvırcık
saçlılar; Tamahou ya da kuzey insanı, mavi gözlü sarışın
tipler.
47
İnsan tipleri üzerine ilk girişim François Bernier’ı
(1625–88) seyahatleri sırasında karşılaştığı insanları
sınıflandırmasıyla oluşur (Comes, 1960).
1) Avrupa ve Batı Asya yerlileri (Araplar, Berberiler,
Mısırlılar, Persler ve Hindular haricinde olan Asya
insanları)
2) Afrika zencileri
3) Doğu Asyalılar (düz yüzlü ve burunlu, küçük yapılı,
kıllı)
4) Kuzeyliler
Başka bir girişimde 18.yüzyılda Bradley tarafından
yapılmıştır (Comes, 1960).
Beyazlar
Sakallı
Sakalsız
(Avrupalılar)
(Amerikalılar)
Zenciler
48
Düz saçlılar
Kıvırcık saçlılar
(Abyssinianlar)
(Zenciler)
Melezler
(Mulattolar)
Ayrıca Blumenbach yöntemli bir biçimde yeteri miktarda
kraniyolojik materyal üzerinde çalıştı. O, bu çalışmaların
sonucunda insan ırkını 5 ayrı gruba ayırdı. 1) Kafkasyalı, 2)
Mongol 3) Etiyopyalı 4) Amerikalı 5) Malezyalı (Comes, 1960).
C. Pickering, kendi bilimsel çalışmasının sonucu olarak
Wilkes’le (1832–42) birlikte 1848’de insanları 11 ırka
ayırır. (Mongol, Malezyalı-Polinezyalı, Avusturalyalı,
Papualı, Zenci, Hindular, Negrit, Nubiyalı, Hottentot,
Etiyopyalı ve Beyaz ırk) (Comes, 1960).
19. yüzyılın başında Constant Dumeril’in 1806’da yapmış
olduğu sınıflama 6 ırka ayrılır: Kafkaslı, Mongol,
Hiperboreyalı, Amerikalı, Malezyalı ve Etiyopyalı;
49
Blumenbech’tan farklı olarak Hiperboreyalı vardır (Comes,
1960).
Ve tabi ki Thomas H. Huxley’in ırksal sınıflamasına da
deyinmek gerekecektir. O, insanları 5 temel gruba ayırır ve
bu gruplar içinde 14 alt ırk ortaya koyar. Zencimsi
(Bushmanlar, Zenciler, Papualılar), Avusturalyalımsı
(Avusturalyalılar, Dravidiyanlar, Etiyopyalılar),
Molgolimsiler (Molgollar, Polinezyalılar, Amerika yerlileri,
Eskimolar, Malezyalılar), sarımsılar (Kuzey Avrupalılar),
Melezimsiler (Güney Avrupalılar ve Asyada: Araplar, Afganlar,
Hindular vb gibi) (Comes, 1960).
2.4.2- Kraniyometri Çalışmalarının İlkleri
16. yüzyıldan önce Antropolojik kraniyoloji üzerine ilk
bilimsel veriler ortaya koyan kişi Vesalius’tur. Genoalar,
Türkler, Yunanlar ve Almanlar arasındaki farklılıkları
açıklayabilmek için kraniyal karşılaştırmalar yapmıştır. Bu
50
dönemde kraniyolojiyi, bireye ait kafatasının basit bir
osteolojisi olarak gören ısrarcı insanlar tarafından kabul
görüyordu (Comes, 1960).
İnsan kafatasında milimetrik hesaplar yapmak için
aletlerle ölçülmesine ilk kanıt ansiklopedist Bernard de
Palissy’nin (1510-90) çalışmasında yayımlanmıştır (Comes,
1960).
Adriaan van den Spieghel (1578–1625), Palissy’ın
fikirlerini temel alarak, çeşitli kafatasları formlarını 4
ölçüm yöntemi kullanarak akrabalık derecelerini belirlemeye
çalışmıştır. 1) Facial Çap: alınla çene arasındaki çap
uzunluğu 2) Transvers Çap: iki temporal kemik üzerindeki en
çıkıntılı noktalar arası uzaklık 3) Vertical Çap: tepe
noktasıyla foramen magnum arası uzaklık 4) Oblique Çap: tepe
noktasından mastoid çıkıntıya kadar olan uzunluk. Bu dört
uzunluğun birbirine eşit olması durumunda, kafatasının çok
iyi oranlanmış olduğunu, yüzün uzun ya da kısa olması
durumundaki varyasyonlarda kafatasının kısa ya da uzun
olacağını, tranvers uzunluğuna bağlı varyasyonlarda geniş ya
51
da dar kafatası oluşacağını, hem vertikal hem de oblik
uzunluklarındaki değişikliklerde ise yüksek veya alçak
kafatası ortaya çıkacağını söylemiştir (Comes, 1960).
Kraniyometri çalışmalarında ilk ciddiye alınabilecek
çalışmanın Louis J. Daubenton (1716–1800) tarafından ortaya
atıldığını söyleyebiliriz. Daubenton kafatasındaki foramen
magnumun, carnivorlardan (etoburlar) başlayarak insana kadar
bütün canlılardaki yerlerini belirlemiştir (Comes, 1960).
Peter Camper (1722–89) ‘gösterim metodu’ olarak andığı
kafatasına ve canlıya uygulanan norma lateralis yöntemini bularak
craniyometri alanının öncüsü olmuştur. Blumenbach Decades
Craniorum (Kafataslarının On yılı) eserinde norma verticalis ya da
superior sayesinde kraniyal çalışmayı gerçekleştirir. Prichard
da Blumenbach’ın çalışmasını norma frontalis’te uygulayarak bir
sınıflama önerir. Daha sonra Laurillard (1837) norma posterior ya
da occipitalis’i kullanırken Richard Owen norma inferior ya da
basilaris adı verilen dördüncü bir kafatası inceleme yöntemi
daha önerir. Bu dört yöntem halen kafatası incelemelerinde
kullanılmaktadır (Comes, 1960).
52
Jan van der Hoeven (1801-68)’da 11 ölçüme temellenen
insan kafatası üzerindeki çalışma için bir yöntem kurar. S.
G. Morton 1839’da Crania Americana’yı (Amerikan Kafatasları) ve
1844’de Crania Egyptiaca’yı (Mısır Kafatasları) yayımlar ve
öğrencisi de Aitken Meigs kafataslarında yaptığı ölçümlerle
monograflar yazar (Comes, 1960) .
J. Thurman ve B. Davis1856’da Crania Britannica’yı (İngiliz
Kafatasları), K. E. Von Baer 1859’da Saint Petersburg’da
Crania Select’yı (Seçilmiş Kafatasları) yayımlarlar.
İsveçli antropolog Anders Retzius (1796–1860)
kafatasında, genişlikle uzunluk arasındaki ilişkiyi kuran ilk
kişi olur (Comes, 1960).
Bu dönem boyunca kraniyometrik çalışmalar çoğalır. A.
Ecker 1864’te Crania Germaniae’yı (Alman Kafatasları), W. His
ve L. Rutimeyer 1864’te Crania Helvetica’yı (Helvet
Kafatasları), A. de Quatrefages ve E. T. Hamy 1873’te Crania
Ethnica’yı (Etniklerin Kafatasları) yayımlar ve 1861’den
sonra osteometrik ve osteolojik çalışmaların sayısı Paul
Broca ile yayılır.
53
2.4.3- Fiziksel Büyüme Araştırmalarının Başlangıcı
Çocukların ruhsal ve fiziksel gelişimi, araştırıcıların
uzun zamandan beri ilgilendikleri bir konudur. Bu alandaki
araştırmaların tarihi 16. yüzyıla dek uzanır. Ancak, ilk
dönem çalışmalarının genel karakteristiği, fizyo-somatik veya
morfolojik olmaktan çok psikolojik özellikte olmasıdır.
Dolayısıyla bu dönem çalışmaları için, “çocukların ruhsal ve
bedensel yapılarının incelenmesi” anlamına gelen paidoloji
teriminin kullanılması daha uygundur (Duyar, 1996).
Çocukların fiziksel gelişimleri ise gerçek anlamda 18.
yüzyılın ikinci yarısında ele alınmaya başlanmıştır.
Bilindiği kadarıyla, büyümeyi antropometrik teknikler
yardımıyla nicelik (kantitatif) yönünden ele alan ve ilk
büyüme çizelgelerini oluşturan kişi Christian Friedrich
Jampert’tir. Jampert, De causas incrementum corporis animalis limitantes
(Hayvan vücudunun büyümesini denetleyen etmenler) başlığını
taşıyan doktora tezinde, yetimhanede kalan kız ve erkek
çocukların büyümelerini incelemiştir (1754). Jampert, boy ve
54
ağırlığın yanı sıra kol uzunluğu, baş, kol, göğüs ve karın
çevresinin 1 yaşından 25 yaşına değin gelişimini ele
almıştır. Bu araştırma aynı zamanda bilinen en eski kesitsel
(cross-sectional) verileri de içermektedir (Duyar, 1996).
Uzunlamasına (longitudinal) nitelikli verilerle ilk
olarak 18. yüzyılın ikinci yarısında karşılaşılır. Philibert
Gueneau de Montbeillard, 1759 yılında doğan oğlunu 1777
yılına değin her altı ayda ölçmüş ve bu değerler Buffon’un
ünlü yapıtı Histoire Naturelle’de yayınlanmıştır. Bu veriler,
bireysel büyümenin genel özelliklerini yansıttığı için
günümüzde de önemini korumakta ve genel büyüme kitaplarında
yer almaktadır. Büyüme alanında matematik ve istatistiğin
yetkin kullanımı ancak 19. yüzyıl çalışmalarında karşımıza
çıkmaya başlar. Antropometrik verilerin sağlık alanında
kullanılabilirliği üzerinde ilk düşünceler de yine bu dönemde
oluşmaya başlamıştır. Bu tür çalışmalara imzasını atan en
önemli isim Quetelet’dir. Quetelet aynı zamanda, fiziksel
büyüme araştırmalarını sistematize ederek, antropometrik bir
temele oturtulmasını sağlayan kişidir (Duyar, 1996).
55
2.4.4- Prehistorya ve Paleoantropolojide İlk Çalışmalar
1815’lerde, tarihsel sürecin sonu ve ‘çağdaş
antropolojinin dönemi’ olarak kabul antropolojinin
başlangıcında bazı belirgin olaylar ortaya çıktı.
a) Biçimsel dönüşüm teorilerinin uyanışı,
b) En eski insan kalıntılarının keşfi ve aletlerin keşfi ve
sistematize edilişi, geçmiş çağlarda yaşayan insanlar
hakkında soruların yükselmesi,
c) Ulusal antropolojik toplulukların kuruluşu
d) Uluslar Arası Antropoloji Kongresinin başlangıcı
(Comes, 1960).
Jeoloji, statigrafi ve paleontoloji alanındaki
gelişmeler insanın tarih öncesi kökenine dair çok sayıda
kanıt sağlamıştır. Buna rağmen B. J. Elie de Beaumont (1798–
1874) Fransa’da, William Buckland (1784–1856) İngiltere’de
olumsuz tavırları temsil ederler. Ama resmi bilim bu alanda
yinede hızlı bir gelişme kaydedecektir.
56
Bilimsel antropolojik bilincin biçimlenmesinde katkı
sahibi olan isimler doğal olarak fiziksel antropolojide etki
buldu. Prehistorik antropoloji ya da paleoantropoloji
bilimleri ise ancak fosil ve taş alet kalıntılarının
artmasıyla gelişebildi.
1797 yılında John Frere, Hoxne’da tarih öncesine ait
bazı taş aletler keşfetti. ‘Bu silahlar bulunduğunda
karşılaşılan ilk durum bunların çok eski dönemlere ait
olduğunu düşündürttü.’ Bu açıklamalar yarım bir yüzyıldan
fazla bir süre boyunca hiç ilgi görmedi ve John Evans’ın
Abbeville’deki Boucher de Perthes kazılarına yaptığı
ziyaretin ardından ortaya koyduğu yargılardan önce de,
prehistorik önem taşıdığı düşünülmedi (Comes, 1960).
Danimarka Eski Çağlar Kraliyet Müzesi yöneticisi olan
C.J. Thomsen (1816–1865 arası dönemde), çalışmalarında
paleontolojik ve jeolojik yöntemleri kullanan ilk
paleoetnolog olur. O, sonraki çalışmalara kolaylık sağlayacak
prehistorik dönemlerin birbirleriyle ilişkili kronolojisini
kurar.
57
Paul Tournal Fransa’daki Büyük Mağara (Cavern of
Bize)’daki keşif çalışmasından sonra 1829’da şunu yazdı:
‘Jeoloji insanın soyun eskiliğini ortaya çıkardıkça, insanın
da kendini yüce görmesi için hiç bir gerekçesi olmadığının
bilincine varacaktır.’
1829’daki nesli tükenmiş memeli kalıntılarında insan
izine rastlanılır ve bunun üzerine Piere Ch. Schmerling
18332’de fosil insan kemikleri bulmak için araştırmalar
yapmaya başlar. Araştırmaları sonucu Schmerling, Liege
yakınlarında Engis Mağarası’nda Müsteryan kültüre ait Homo
neanderthalensis ve Aşölyen kültüre ait Homo sapiens bulur.
J. Boucher de Perthes (1783–1868), prehistoryanın bilim
sahnesindeki yerini almasını sağlayan öncülerden biridir.
1838’de De la creation: essai sur I’origine et la progression des etres
(Yaratılış Üstüne: var oluşun kökeni ve gelişimi üstüne
makaleler) bir kitapçık yayımlar. Bu kitapçığında insanın
‘antediluvian’ varlığına gönderme yapar. Fakat 1846 yılında
Abbeville’de yaptığı kazıya kadar, bahsettiği antediluvian
insanın varlığını kanıtlayamaz (Comes, 1960).
58
1854’e kadar Dr. Rigollot, Boucher de Perthes’in tezine
rakip Saint-Acheul’de bazı kazılar gerçekleştirir. Burada
çeşitli el baltaları ele geçirir.
1856’da Almanya Düsseldorf’da insan atası kabul edilen
neanderthal kafatası bulunur. Başını R. Virchow’un çektiği
bir grup tarafından insan atası olduğu reddedilse de Thomas
H. Huxley bu kafatasıyla iyi hazırlanmış bir sunum ortaya
koyar.
1858’de W. Pengelly Terbay’de İngiltere’deki Brixham
Mağarası’nda nesli tükenmiş memelilerin fosilleriyle birlikte
taş aletler bulur. Bunun üzerine İngiltere’de tarih öcesi
insanın varlığına ilişkin fikirler güçlenir.
1859’da Saint-Acheul’deki bulunutları raporlayan, J.
Prestwich On the Occurrence of Flint Implements Associated with teh Remains
of Extinct Mammalia (Soyu tükenmiş memelilerin fosil
kalıntılarıyla ilgili çakmak taşı aletlerinin durumu) ve aynı
yıl Albert Gaudry’nin Contemporaneite de I’espece humaine et des
deverses especes animales aujourd’hui eteintes (İnsan türün ataları ve
59
yaşayan memeli türlerinin ayrılmaları hakkında) kitapları
ortaya çıkartı.
Büyük İngiliz Jeolok Charles Lyell’ın ünlü çalışmasını
The Geological Evidences of the Antiquity of Man (Eski İnsanın Jeolojik
Kanıtları) 1863’de tanıtır. Bu kitapta bütün keşiflerin
eleştirel incelemesi ve tarihi anlatılır. Aynı zamanda
kalıntı kemiklerin bulgularını da içerir ve insanın tarih
öncesine kadar uzandığının kanıtı olarak onlara vurgu yapar.
Edouard Lartet (1801–71), büyük apelerin fosil
formlarından Pliopithecus ve Dryopithecus’u bularak bunları
tanımlar. Lartet, 19 Mart 1860’da yayımladığı ‘Sur I’anciennete
geologique de I’espece humaine dans I’Europe occidentale’ (Batı Avrupa’da
insan türünün eski jeolojisi) isimli bildirisini Fransız
Bilimler Akademisi’ne gönderir. Akademi metni reddedince
Londra’nın üç ayda bir çıkan ‘Jeolojik toplum’ gazetesine
yayımlatır. Ardından çalışmasını tamamlayarak Aurignac
istasyonunda ki buluntuların sonuçlarını ve insanın çok
eskiden beri var olduğunun kanıtlarını sunar. 1860 ile 1864
yılları arasında Lartet ayrıca prehistorik döneme ait Masat
60
Mağarası’nı, Bruniquel’i ve Vezere Tepesi’ni bulur. La
Madeleine’da mamut dişi bularak tükenmiş türlerle insanlar
arasındaki ilişkiye kesin bir kanıt sunar (Comes, 1960).
Antropoloji bilimlerin ortaya koyduğu bilgi birikimi ve
çalışmalarının sonucu Paris’te 19 Mart 1859’da Societe
d’Anthropologie de Paris (Paris Antropoloji Topluluğu) kurulur.
Paul Broca bu kurumun sekreteri oldu ve 19 üye arasında; A.
Bertillon, C. E. Brown, Sequard, M. de Fleury, I. Geoffroy
Saint-Hilaire, E. Godard, L. P. Gratiolet gibi isminler
vardı. 1800’lerde yine Fransa’da Societe des observateurs de I’homme
(İnsan Gözlemcileri Topluluğu), 1839 ile 1848’e tarihlenen
Paris Etnoloji Topluluğu gibi toplulukların sayısı artar ve
bunlar kamuoyuna insanın varoluşuyla ilgili kısa açıklamalar
sunarlar.
İngiltere’de ise 1843’de Londra’da Ethnological Society
(Etnoloji Topluluğu), 1863’de Anthropological Society of London
(Londra Antropoloji Topluluğu) kurulur. 1873’te bu iki
topluluk Kraliyet Antropoloji Enstitüsü adı altında birleşir.
61
Antropoloji topluluklarının oluşumu birbirlerini izledi
ve 1880’lerle birlikte şu topluluklar oluştu: Kaiserliche
Gesellschaft der Freunde der Naturkunde, Anthropologie und Etnologie
(Moscova, 1863), Sociedad Espanola de Antropologia y Etnografia
(Madrid,1865),Anthropologische Gesellschaft in Wien (1870),Berliner
Gesellschaft für Anthropogie, Ethnologie und Urgeschichte (1870), Societa
Italiana d’Antropogia e Etnologia (Florence, 1871), Anthropological Society
of Washington (1879).
Paris’te Gabriel de Mortillet tarafından 1864’te
Materiaux pour I’historie naturelle et primitive de I’homme (ilkel insanın ve
doğasının tarihi üzerine materyaller) isimli bilim dergisi
yayımlanmaya başlar. 1865’te John Lubbock Prehistoric Times
(Prehistorik Zamanlar)’ı yayımlar. Bu kitap ilk kez taşı
işleme tekniğinde Paleolitik ve Neolitik dönemlerin
belirleyici olduğundan bahseder. Aynı yıllarda E. Dupont, La
Naulette (Belçika’da) da Neanderthal alt çenesi bulur.
Tarih öncesi insan üzerindeki etkili ilerlemelere karşın
resmi bilim kendi klasik bakışını kolay kolay değiştirmez ve
bu buluntuları ve bilgileri kabul etmemekte ısrarcı davranır.
62
Böyle bir atmosferde tarih öncesi insan gerçeği üzerine
mücadeleler, sık sık yapılan kazılar ve buluntular
aracılığıyla desteklenir.
1865’te bir grup doğa bilimci ve arkeolojik prehistorik
antropoloji ve arkeolojinin sorunlarını tartışabilecekleri
uluslar arası toplantılar başlatırlar. Toplantılar yeni
fikirlerin gelişmesine ve hipotezlerin oluşmasına ön ayak
olur. Antropoloji giderek yayıldı ve diğer bilimler arasında
odak merkezi olmayı başarır.
2.3- Türlerin Değişebilirliği Teorileri
Antropoloji, evrimci bir bilim dalı olarak doğmuştur
denilebilir. 15. yüzyılın sonlarından başlamak üzere
Avrupalıların sömürgecilik ihtiyacından doğan dünya üzerine
yayılma anlayışı ve bu süreçte yeni insan toplumları ve
kültürlerinin yanı sıra, yeni bitki ve hayvan türleriyle
63
karşılaşması, bunlar arasında bir ilişki sürecinin olduğunun
gözlemlenebilmesine sebep olmuştur.
‘Evrim’ kavramı Ortaçağ ansiklopedistlerinin, Tanrı-
Melek-İnsan-Maymun-Hayvanlar-Sürüngenler-Bitkiler-
Minerallertarzında yukarıdan aşağıya hiyerarşik bir dizilim
kurgusunu (Büyük Varlık Zinciri) dile getirmekteydi. Terim
18. yüzyıl Avrupa’sında kullanımdaydı.
‘Evrim’ kavrayışı her ne kadar ‘Büyük Varlık Zinciri’
üzerine temellense de, türlerin sabitliği üzerine kurulu olan
‘Varlık Zinciri’nin tersine, zaman ve mekân içinde bir
yönelişi ve türlerin değişimini ima etmektedir.
Klasik yazarların bu konudaki imalarını bir yana
bırakırsak türlerin değişebilirliği konusu, içlerinde Charles-
Lois de Secondat yada Baron de La Brede et de Montesqueu (1689–1755),
Pierre Louis Maupertius (1698–1759) ve Denis Diderot’un (1713–84)
bulunduğu bir grup Fransız felsefecisi tarafından spekülatif
bir tarzda ele alınmıştır diyebiliriz. Seri halinde
düzenlenen farklı türlerin arasında derece derece
değişmelerin bulunabilirliği, ekilmiş bitkilerden, evcil
64
hayvanlardan yeni çeşitlerin ve altı parmaklı insanlar gibi
kalıtımsal bozuklukların çıkması, anormal doğumların ve
gelişmeyle ilgili kusurların önemi, hayvanların tarih
sahnesindeki yaşamları boyunca geçirdikleri değişmeler gibi
tümdengelim yoluyla türlerin değişebilir olması gerektiği
sonucuna varmışlardır. Diderot, daha ileri giderek, bütün
canlı varlıkların soyundan geldiği bir prototip bulunduğunu
bile öne sürmüştür. Ayrıca Diderot, değişmeyi gerçekleştiren
etkenin, çok eski bir halk inancındaki gibi, bir organizmanın
yaşamı boyunca ona damga gibi basılan özelliklerin kalıtım
yoluyla dölüne geçmesi olduğunu ortaya atmıştır. Diderot'nun
indinde bu, bir takim organların kullanılışı ya da
kullanılmayışından doğan etkilerin sözde sürdürüşünü
açıklamaya yetecekti, oysa bu konudaki ilke şuydu: Eğer bir
hayvan bir gereksinme duyarsa, bu gereksinme, onu giderecek
bir organın kökenini açıklamaya yeterlidir. (Beer, 1964 )
Bu speküasyonlara bir ölçüde katılan, Zoonomia or the Laws of
Organic Life (Zoonomi ya da Organik Yaşamın Kanunları) adlı eseri
1794 yılında basılan doktor, aynı zamanda da bir felsefeci
65
ve şair olan Erasmus Darwin’di. Önceki Fransızlar gibi,
Erasmus Darwin de türlerin değişebilirliğine şu nedenlerle
inanıyordu: Hayvanların embriyonik gelişme boyunca
geçirdikleri, özellikle tırtılın güveye, iribaşın kurbağaya
metamorfozlarında olduğu gibi, değişimler, evcileştirmeyle
melezleştirme sonucunda meydana gelen değişimler, anormal
doğumların önemi ve son olarak omurgalı hayvanların
bütünüyle yapıları arasındaki benzerlikler. Erasmus
Darwin'in ayrıca türlerdeki küçük değişikliklerin, ‘şehvet,
açlık ve tehlikeden doğan noksanlıkları gidermekten’ ve
‘türlerin kendi istekleriyle nefretleri, zevkleriyle
acıları, öfkeleri ya da arkadaşlıklarından; bunlar gibi
sonradan kazanılmış kalıpların ve eğilimlerin gelecek
kuşaklara geçmesinden’ oluştuğuna inanıyordu. Erasmus
Darwin, varolma mücadelesinde organizmaların çevreye
uymasının, korunma için renk değiştirmesinin, değişmeyi
gerçekleştiren yapay seçmeyle seksüel seçmenin, dinçliği
sürdürebilmek için çaprazlama döllemenin; şu anda bir işlevi
olmasa da önceden bir görevi olduğu varsayılan arta kalmış
66
organların, embriyonun tohumun özünde önceden oluştuğu
nosyonunun tersine kanıt olarak anormal doğumların ve altı
ayak parmaklı kediyle kıçı olmayan kümes hayvanları gibi
mutasyon örneklerinin önemini kabul ediyordu. Ama bir
organizmadaki uyum sağlamasının nasıl ortaya çıktığını
açıklamaya gelince Erasmus Darwin’in söyleyecek bir şeyi
yoktu. Ama şunu öne sürüyordu: "Öfke, duyum, irade ve
çağrışımların yönlendirdiği, yeni eğilimlerle birlikte gelen
yeni organlar, böylelikle kendi doğalarında varolan
etkinlikle, ilerlemeyi sürdürme ve bunu gelecek kuşaklara ya
da başka bir deyişle sonsuz bir dünyaya iletebilme
yeteneğine sahiptirler.
Konuya bilimsel anlamda, yeniçağlarda ilk ele alan
aslında Buffon’dur (1707–88). Ama Buffon’un düşünceleri
değişik zamanlarda çok değiştiği ve kendisi, türlerin
dönüşümüne veya nedenlerine değinmediği için bu konuda
yetersiz kalmıştır.
Türlerin değişebilirliği konusunda ki yargıları büyük
ilgi uyandıran ilk bilim insanı Jean Baptiste P. A. de
67
Monet ya da çoğunlukla anıldığı adıyla Şövalye Lamarck
(1744–1829)’tır. Haklı bir ünü olan bu doğa bilgininin
konuyla ilgili görüşleri ilk kez 1801’de basılmış ve
Lamarck görüşlerini, 1809’da Philosophie Zoologique (Zooloji
Felsefesi) adlı eserinde dile getirmiştir. Daha sonra
1815’te Histoire Naturelle des animaux sans vertebres (Omurgasızların
Doğa Tarihi) adlı eserin giriş bölümünde büyük ölçüde
genişletmiştir. Bu eserinde insanla birlikte bütün
türlerin, başka türlerden doğmuş olduğunu savunur.
İnorganik âlemde olduğu kadar organik âlemdeki bütün
değişmelerin de mucizevî müdahaleyle değil, yasaların sonucu
olabileceğine dikkatleri çekerek büyük bir hizmet yapmıştır.
Türler ile çeşitleri birbirinden ayırt etmenin güçlüğü,
belli gruplardaki canlı biçimlerinin hemen hemen hiç
kesiksiz derece derece değişmesi ve evcil ürünlerimizin
benzerliği, Lamarck'in türlerin yavaş yavaş değiştiği
sonucuna varmasına özellikle yol açmış görünmektedir. Değişme
(modification) yollarını, kısmen fiziksel yasama şartlarının
doğrudan etkisinde, kısmen de bugün varolan biçimlerin
68
çaprazlanmasında ve büyük ölçüde de parçaların ve organların
kullanılıp kullanılmamasında, yani, alışkanlığın
etkilerinde aramaktadır. Zürafanın yüksek ağaçların
sürgünlerini yemek için uyarlanmış o uzun boynu gibi
doğadaki bütün güzel uyarlanmaları, bu son etmene yoruyordu.
Aynı zamanda Lamarck, ilerleyen bir gelişme yasası olduğuna
da inanıyordu. Bu yasaya göre, bütün canlı biçimleri
ilerleme eğiliminde olduğundan, bugünkü basit canlıların
varlığını açıklamak için, böyle biçimlerin bugün de
kendiliğinden türemekte olduğunu öne sürüyordu (Beer,
1964).
1785'te James Hutton'un ortaya atıp Lyell’ın da 1830'da
c,ikan Principles of Geology (Jeolojinin ilkeleri) adlı kitabında
tek başına geliştirdiği ‘uniformitarianism’ ya da bu anda
gözlemlenen jeolojik ilkelerin ilk zamanlardakilerden farklı
olmadığı fikrini, yerkabuğundaki şiddetli değişimleri
reddedemeyecek bir noktaya getirmesidir. Lyell’ın
ilerlemeciliğe karşı çıkması, yarı bu kuramın yerkabuğundaki
şiddetli değişmeler (catastrophism) savıyla birlikte anılması,
69
yarı kendi zamanındaki fosil buluntularından elde edilen
paleontolojik kanıtların ilerlemeciliği destekleyecek
durumda olmadığı doğrultusundaki görüşünden
kaynaklanmaktadır. Bitkiler âleminin en üstündeki iki
çenekli bitkilere Karboniyer dönemin kömür yollarında,
memelilere de, ikinci tabakada rastlanmıştır. Böylelikle
Lyell ilerlemeciliği, bununla birlikte de Lamarck'ın
transmutasyon kuramını reddetmiştir. Çünkü ‘Yeni organların
büyümesi ve ötekilerin yavaş yavaş kaybolması ile ilgili
Lamarck kuramına, kaynağa benzer bir şey oluşturacak gerekli
temel değişimleri araşmaya kalkarsak hiçbir şey bulamayız’
Lyell’ın görüşüne göre Lamarck’ın kuramı kanıttan
yoksundur. Hiçbir ara biçim bilinmediğinden, türler
arasındaki farkları açıklamada, organizmaların yeterli
derecede değiştiğini öne sürmenin bol keseden konuşmak
sayılacağını düşünmüştür. Ayrıca organların gerektiğinde
ortaya çıkacakları nosyonu, sorunu bilimsel bir ortamdan
çıkarıp hayalci bir spekülasyon atmosferine sokar. Yalnız
burada, Lamarck’ın kendi evrim tablosuna insanı katmasının
70
Lyell’ı rahatsız etmekte olduğunu eklemek gerekir. Çünkü
bilimsel yaklaşımı ve jeoloji sorunlarında kutsal kitap
yorumlarını reddetmesine rağmen Lyell, henüz insan söz
konusu olduğunda, Ortodoks olmayan görüşleri kabullenmeye
hazır değildi. Sonuçta Lyell türlerin varolma
mücadelesindeki başarısızlıklarından dolayı
tükenebileceklerini kabul etmiş ve bu tükenmiş türlerin
yerine başkalarının geldiğini bilmesine rağmen, bunun nasıl
meydana geldiği ve yeni türlerin hangi süreyle ortaya
çıktığı konusunda hiçbir şey öne sürememiştir.
Geoffroy Saint Hilair, oğlunun yazdığı ‘Hayatı’nda
belirtildiği gibi, 1795'te bile bizim tür dediğimiz
şeylerin, ayrı tipin yalnızca çeşitli soysuzlaşmış biçimleri
olabileceğinden şüphelenmiştir. Ayni biçimlerin, her şeyin
başlangıcından beri değişmediği kanısında olduğunu ancak
1828'de açıkça söylemiştir. Geoffroy değişme nedenini
özellikle hayat koşullarına dayandırır. Sonuçlar
açıklanırken temkinliydi ve yaşayan türlerin bugün değişime
uğramakta (modification) olduğuna inanmıyordu; oğlunun dediği
71
gibi ‘Demek ki bu, geleceğin çalışmaları durdurma gücüne
sahip bulunduğunu varsaysak bile bütünüyle geleceğe
bırakılması gereken bir problemdir.’
Dr. W.C. Wells, 1813'te, Royal Society'de, ‘Derisi kısmen
bir zencininkine benzeyen beyaz ırktan bir kadın’ üzerine
bir bildiri okudu; ama bu bildirisi, 1818'de Two Essays upon
Dew and Single Vision (Çiyle İlgili iki Deneme ve Tek Görme Gücü)
adlı eseri çıkıncaya kadar yayımlanmadı. Dr. Wells, bu
bildirisinde doğal seçilim ilkesini kesinlikle kabul
etmekte ve bu ilk açık tamıma olmaktadır; ama Dr. Wells bu
ilkeyi yalnız insan ırklarına ve belli karakterlere
uygulamaktadır. Zencilerin ve zenci-beyaz melezlerin belli
tropikal hastalıklara bağışıklıkları olduğunu belirttikten
sonra, ilk olarak, bütün hayvanların belli bir ölçüde
farklılaşmaya eğilimli olduğunu ve ikinci olarak da,
çiftçilerin seçilim yoluyla evcil hayvanların
iyileştirdiklerini saptamakta, sonra da seçilimle ilgili
şunları eklemektedir: ‘Ama burada insanın yaptığı şeyi, doğa
daha yavaş olmakla birlikte yaşadıkları ülkeye uymuş, insan
72
soyu çeşitleri oluşturmak için, aynı etkinlikle yapar
görünüyor. Afrika’nın iç bölgelerinde, tek tük dağınık
olarak yasayan ilk insanlar arasında, tesadüfen ortaya
çıkan insan çeşitlerinden biri, ülkedeki hastalıklara
dayanma bakımından, öbürlerinden daha uygun bir durumda
olacaktı. Yalnızca hastalıklara karşı dirençlerinin az
olması yüzünden değil, daha sağlıklı komşularıyla yarışacak
yetenekte olmamaları yüzünden öbür ırklar sonuçta
azalırken, bu ırk çoğalacaktır. Söylencelerden çıkarılacağı
gibi bu dinç ırkın rengi esmer olacaktı. Ama çeşitler
oluşturma eğilimi hep varolacak, zamanla daha esmer ve sonra
daha esmer bir ırk ortaya çıkacaktı: En kara ırk, iklime en
iyi uyan sayılacak ve bu ırk türemiş olduğu ülkenin biricik
ırkı olmasa bile, en etkin ve yaygın ırkı olacaktı.’ Dr.
Wells, daha sonra, ayni görüşleri soğuk iklimlerde yaşayan
insanlara uygulayarak genişletmektedir (Darwin, 2002).
1826'da, Prof. Grant, Spongilla konusundaki ilgili
yazısının sonuç paragrafında Edinburgh Philosophical Journal,
(Edinburg Felsefe Dergisi cilt:14), türlerin başka türlerden
73
türemiş olduğuna ve değişme (modification) sürecinde
yetkinleştiğine inandığını açıkça söyler. Ayni görüşe,
1834'te LanceMe yayınlanan 55. konferansında da yer
vermiştir (Darwin, 2002).
Bay Patrick Matthew, 1831'de yayınladığı Naval Timber and
Arboriculture (Gemi Kaburgası ve Agag Kültürü) adlı
çalışmasında, türlerin kökeni konusunda yazdıkları, 7 Nisan
1860’da Gardener's Chronicle'da (Bahçıvan’ın Günlüğü) adlı
eseriyle dikkatleri üzerine çekinceye kadar, gözden uzak
kaldı. O, dünyanın birçok defalar hemen hemen canlısız
kaldığını, sonra yeniden canlılarla dolduğunu düşünür. ‘Eski
toplulukların herhangi bir kalıbı ya da tohumu varolmaksızın
yeni biçimler türeyemez’ diye düşünür (Darwin, 2002).
Ünlü jeolog ve doğa bilgini Von Buch, Description Phsyique des
Isles Canaries'de, (Kanarya Adaları’nın Fiziksel tanımlanması
1836), çeşitlerin, artık çaprazlanma yeteneği olmayan
sürekli türlere yavaş yavaş değiştiği kanısında olduğunu
açıkça söylüyor (Darwin, 2002).
74
1843’te Prof. Haldeman Boston Journal of Natural History
Unied States (ABD’nin Doğa Tarihi’yle ilgili Boston
Dergisi, Cilt. 4) türlerin gelişmesi ve bunu destekleyen
kanıtları ustalıkla sunmuştur. Kendisi, değişmeden yana
olanlara eğilimli görünmektedir (Darwin, 2002).
1846'da emektar jeologlardan M.J. d'Omalius d'Halloy, kısa
fakat mükemmel bir yazıyla Bulletins de I'Acad. Royal
Bruxelles, (Brüksel Kraliyet Akademisi Bültenleri, cilt.
13), türlerin değişme (modification) yoluyla türemesini,
ayrı ayrı yaratılmış olmalarından daha muhtemel gördüğünü
açıklamıştı. Yazar bu görüşünü ilk olarak 1831'de duyurmuştu
(Darwin, 2002).
Prof. Owen, 1849'da Nature of Limbs (Uzuvların Niteliği),
şunları yazmıştır: "İlk örnek düşüncesi, bu düşüncenin
doğruluğunu gerçekten örnekleyen hayvan türleri bulunmadan
çok önce gezegenimizdeki çeşitli değişmelerde kendisini
göstermiştir. Bu türlü organik olayların düzenli bir biçimde
birbirini izlemesinin ve sürekliliğinin hangi doğa yasalarına
ya da ikincil nedenlere bağlı olabileceğini şimdilik
75
bilmiyoruz.’ 1858'de, British Association'daki konuşmasından
‘yaratıcı gücün sürekli eyleminin ya da canlı şeylerin
mukadder kılınmış oluşunun’ aksiyomu üstünde durur. Daha
sonra, coğrafi dağılmaya değinip şunları ekler: ‘Bu olaylar,
Yeni Zelanda'nın Apteriyx'i (küt kanatlı bir kuş türü) ile
İngiltere’nin kızıl ormantavuğunun, bu adalarda, oraları için
ayrı ayrı yaratılmış olduğu doğrultusundaki inancımızı
sarsmaktadır. Owen bu düşünceyi genişleterek şöyle der:
"Zoolog, kızıl-ormantavuğununki gibi örnekleri, o kuşun böyle
adalarda oraları için ayrı yaratılmış olmasına kanıt
sayarken, kızıl-ormantavuğunun oraya ve yalnızca oraya, nasıl
ulaşmış olduğunu bilmediğini özellikle dile getirmektedir:
Ayrıca bilgisizliğini böylece dile getirmekle hem kuşun, hem
de adaların kökenlerini büyük bir ilk Yaratıcı Neden’e borçlu
oldukları inancını da açıkça dile getirmektedir.’ Ayni
konuşmada bu cümleleri birbirine bağlı olarak yorumlarsak, bu
seçkin filozofun, 1858'de Apteriyx'in ve kızıl-
ormantavuğunun, kendi yurtlarında ilk defa ‘nasıl olduğunu
bilmediği’ ya da ‘ne olduğunu bilmediği’ bir süreçle ortaya
76
çıktığı konusundaki inancının sarsıldığını sezdiği anlaşılır
(Darwin, 2002).
Bay Herbert Spencer, bir denemesinde, organik varlıkların
yaratılmasına ve gelişmesine ilişkin teorileri dikkate değer
bir ustalık ve etkinlikle karşılaştırmıştır. Evcil ürünlerin
benzerliğinden, birçok türün embriyonun geçirdiği
değişikliklerden, türlerle çeşitleri ayırt etmenin güç
olmasından ve doğadaki o genel derece derece sıralanma
ilkesinden türlerin değiştiği sonucunu çıkarıyor; ve
değişmeyi (modification) koşulların farklılaşmasına yoruyor.
Yazar (1855) psikolojiyi de, her zihni gücün ve yeteneğin
derece derece sıralanma yoluyla kazanılmış olması
zorunluluğu ilkesine göre ele almıştır.
Önde gelen bir botanikçi olan M. Naudin, 1852'de türlerin
kökeni konusundaki bir yazısında Revue Horticole (Bahçecilik
Dergisi), daha sonra Nouvelles Archives du Museum, (Yeni
Müze Arşivleri cilt.50) türlerin, çeşitlerin tarımsal
şartlarda ortaya çıkışına benzer bir tarzda oluştuğuna
inandığını kesinlikle söylemiştir, söz konusu edilen ikinci
77
süreci Naudin insanın seçme (selection) yeteneğine
yormaktadır. Ama seçilimin doğada nasıl gerçekleştiğini
göstermemektedir. O da Herbert Spencer gibi, türlerin,
doğuşları sırasında, bugünkünden daha plastik olduğuna
inanmaktadır; kesinlik (finality) ilkesi dediği şeyin
özellikle altını çizerek söyle demektedir: ‘Kimine Göre
alınyazısı, kimine göre de Tanrı buyruğu olan esrarlı ve
belirlenemeyen bir güç, dünyanın varolduğu her çağında
yaşayan varlıkları sürekli olarak etkileyerek, her yaratığın
biçimini, uzamını ve sürekliliğini, onun bağlı olduğu
nesneler düzenindeki alınyazısına göre belirler. Bu güç her
üyeyi onun varlık nedeni sayılan ve doğanın genel düzeni
içinde benimsediği işlevi gerçekleştiren bir işlevle
bütünleştirir.’ (Darwin, 2002).
Ünlü jeolog Kont Keyserling, 1853'te Bulletin de la
Society Geology (Jeoloji Derneği Bülteni 2. seri, cilt.10),
tıpkı herhangi bir miyasmanın (miasma) neden oldugu
varsayılan yeni hastalıkların ortaya çıkması ve bütün
dünyaya yayılmasi gibi, varolan türlerin tohumlarının da,
78
belli dönemlerde, yasadıkları çevrenin özel nitelikteki
moleküllerinin kimyasal etkisinde kalabileceğini ve yeni
canlı biçimlerin böylelikle ortaya çıkabileceğini ileri
sürmüştür (Darwin, 2002).
Aynı yıl, 1853, Dr. Schaaffhausen, çok değerli bir
kitapçık yayınladı Verhand. des Naturhist. Vereins der
Preuss. Rheinlands, (Prusya Rheinland’i Doğa Tarihi
Derneğinin Davası) ve yeryüzündeki organik biçimlerin
ilerleyen gelişmesini savundu, Türlerin birçoğunun uzun
zaman ayni kalmış olduğu ve ancak pek azının değişmiş olduğu
sonucunu çıkarıyordu. Türlerin farklılığını, yavaş yavaş
değişmiş biçimlerin ortada bir özellik gösterenlerinin yok
olmasıyla açıklıyordu. ‘Öyleyse, yaşayan bitkiler ve
hayvanlar, tükenmiş olanlardan yeni yaratma eylemleriyle
ayrılmış değildir, tersine hepsi de onların sürekli
üremesinin sonucu olan döller sayılmalıdır.’ (Darwin,
2002).
Tamınmış bir Fransız botanikçisi olan M. Lecoq, 1854'te
şöyle yazıyordu Etudes sur Geograpk. Bot. (Botanik
79
Coğrafyası ile ilgili çalışmalar cilt. 1): ‘Görülüyor ki,
türlerin değişmezliği ya da değişebilirliği konusundaki
araştırmalarımız, bizi doğrudan doğruya, haklı ünleri olan
iki adamın, Geoffroy Saint-Hilaire ile Goethe'nin,
düşüncelerine götürmektedir.’ M. Lecoq’un o büyük eserinde
dağınık olarak bulunan bazı düşünceler, onun türlerin
değişmesi konusundaki görüşlerini nereye kadar
genişlettiğini biraz şüpheli kılmaktadır (Darwin, 2002).
Saygıdeğer Baden Powell, 1855’te, Essays on the Unity of
Worlds (Dünyanın Birliği üzerine Denemeler) adlı eserinde
‘Yaratma Felsefesi’ni ustaca ele alır. Yeni türlerin ortaya
çıkmasının ‘rasgele değil, tersine kurallı bir olay’ ya da,
Sır John Herschel'in dediği gibi, ‘hiç de mucize olmayan,
doğal bir süreç’ olduğunu ortaya koyuşu gerçekten
çarpıcıdır.
Bütün zoologların kendisine çok derin bir saygı duyduğu
Von Baer, yaklaşık 1859'da, bugün tamamıyla farklı olan
canlı biçimlerin bir tek ata-biçimden türemiş olduğu
80
inancını, özellikle coğrafi yayılma yasalarına dayanarak
savundu.
Haziran 1859'da, Prof. Huxley, Royal Institution'da,
‘Hayvan Hayatının Süreduran Tipleri" konulu bir konferans
vermişti. Huxley bu türlü durumlara değinerek söyle der: ‘Her
hayvan ve bitki türünün ya da önemli her organlaşma tipinin,
yaratıcı gücün belli bir eylemiyle oluşturulup yeryüzüne
bırakılmış olduğunu varsayarsak, bunlara benzer olguların
anlamını kavramak güçtür; böyle bir varsayımı geleneğin ve
vahyin desteklemediği ve bunun doğanın genel analojisine de
karşıt olduğu unutulmamalıdır. Öte yandan, ‘Süreduran
Tipler’, herhangi bir zamanda yaşayan türleri daha önceki
türlerin yavaş yavaş değişmelerinin sonucu sayan varsayıma
göre (savunucularından bazılarının başına iş açmış olan bu
varsayım, gerçi kanıtlanmamıştır, ama fizyolojiye güvenilir
bir dayanak sağlamaktadır) ele alınırsa, bu tiplerin varlığı,
canlı nesnelerin jeolojik zaman boyunca geçirdikleri değişme
miktarının katlandıkları değişme serisinin bütününe oranla
çok az olduğunu kanıtlar görünüyor.’ (Darwin, 2002).
81
Darwin ortaya çıkıp da evrim teorilerinin eksikliklerini
tamamlaya kadar 19. yüzyıl insanın ve diğer canlıların kökeni
hakkında birçok teori ve tartışmanın ortasında kesin
kanıtlara sahip olamadı. Darwin yaptığı gözlemler ve
çalışmalar sonunda evrimin tam olarak nasıl işlediğini
açıklayarak, birçok soruya cevap bulmuş oldu.
Charles Robert Darwin (12 Şubat 1809 – 19 Nisan 1882),
İngiliz doğa bilimci. İnsan dahil tüm canlı türlerinin doğal
seçilim yoluyla bir ya da birkaç ortak atadan evrildiğini öne
sürmüş ve bu teoriyi destekleyen pek çok kanıt sunmuştur.
Darwin'in fikirleri üzerine inşa edilen modern evrim teorisi,
bugün biyoloji biliminin temeli ve birleştirici öğesidir.
Darwin’in doğa tarihine duyduğu ilgi, önce Edinburgh
Üniversitesi'nde tıp, sonra Cambridge Üniversitesi'nde
teoloji okurken gelişti. Beagle gemisinde yaptığı beş senelik
yolculuk sırasında, zamanın meşhur jeologu Charles Lyell’ın
ortaya attığı, geçmişteki jeolojik süreçlerin bugünkülerle
aynı olduğunu savunan teoriyi destekleyecek pek çok gözlem
82
yaptı ve iyi bir jeolog olarak ünlendi. Aynı yolculukta,
canlıların coğrafi dağılımı ve fosiller üzerine yaptığı
dikkatli gözlemler sonucunda, türlerin birbirine dönüşümüyle
ilgilenmeye başladı ve 1838'de doğal seçilim fikrini
geliştirdi. Daha önce benzer fikirlerin ‘sapkınlık’ olarak
nitelendirildiğini ve bastırıldığını görmüş olduğundan, uzun
süre fikirlerini en yakın arkadaşları dışında kimseye açmadı.
Olası itirazlara en iyi şekilde cevap verebilmek için
araştırma yapmaya ve kanıt toplamaya başladı. 1858'de Alfred
Russell Wallace’dan aldığı bir mektubu okuyunca, Wallace’ın
da kendisininkine benzer bir teori geliştirdiğini anladı, ve
nihayet teorisini yayımlamaya karar verdi.
1859'da yayımladığı On the Origin of Species (Türlerin
Kökeni Üzerine) adlı kitabı, canlıların ortak atalardan
evrilerek çeşitlendiği fikrinin geniş kabul görmesini
sağladı. Daha sonra yayımladığı The Descent of Man, and
Selection in Relation to Sex (İnsanın Türeyişi ve Cinsiyete
Mahsus Seçilim) kitabında insan evrimini ve cinsel seçilim
fikrini inceledi. The Expression of the Emotions in Man and
83
Animals (İnsan ve Hayvanlarda Duyguların İfadesi) adlı
kitabında ise insanların ve hayvanların duygularını ifade
ediş şekilleri arasındaki benzerlikleri ortaya koydu.
Darwin’nin kuramı evrim tartışmalarını daha da
hareketlendirerek, bir çok bilim adamı tafarından destek
gördü. Artık evrim mekanizması nasıl çalışıyor biliniyordu.
Yine de bu kuramın açıklanamayan bir yeri vardı ki o da daha
sonra Mendel’in genetik yasalarını bulmasıyla tamamlanacaktı.
‘Kazanılmış karakterler döllere nasıl aktarılıyordu?’
Johann Gregor Mendel (22 Temmuz 1822-6 Ocak 1884) genetik
biliminin kurucusu, Avusturyalı botanik bilgini ve rahiptir.
Kalıtım biliminin öncüsü botanikçi, bitkiler üzerine yaptığı
çalışmalarda, bir türün özelliklerinin kalıtım yoluyla
sonraki kuşaklara aktarıldığını bulmuştur. Mendel’in öne
sürdüğü ilkeler, 20. yüzyılın başlarında yapılan deneylerle
doğrulandıktan sonra, kalıtım kuramının bütün canlılar için
geçerliliği saptanarak, biyolojinin temel ilkelerinden biri
haline gelmiştir.
84
1930'lar ve sonrasında Gregor Mendel tarafından ortaya
konmuş olan kalıtım kuramı, moleküler biyoloji'nin kalıtımın
moleküler temellerine dair sağladığı bilgi ve Darwin'in
kuramının bütünleştirilmesiyle evrim kuramı modern halini
aldı.
III. BÖLÜM: TÜRKİYE’DE ANTROPOLOJİ ÇALIŞMALARININ İLKLERİ
3.1- Osmanlı İmparatorluğu'nda Antropolojik Gelişmeler
19. yüzyılda, Aydınlanma Çağı sonrası batıda insanla
ilgili bilimsel çalışmalar da hız kazanmış ve yayılmıştı.
İnsanın kökeniyle ilgili yeni birçok bilimsel gelişmeler
85
ortaya çıkmıştı. Bu yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu ise ilk
dönemlerden beri devam eden dini inançların etkisinde olan
görüş ve düşünceler ‘insan varlıkların en akıllısı, en
şereflisi ve en kutsalı olduğu’ genel yargısına dayanarak,
biyolojik bir varlık olarak incelenmesine izin
verilmemiştir. Yalnız bazı 0smanlı kaynaklarında
antropoloji içerikli cümlelere rastlanmaktadır.
Osmanlı İmparatorluğu'nda doğrudan antropolojik
içerikli ilk eser Şemsettin Sami’nin 1878’de yayımlanan
İnsan isimli çalışmasıdır. İnsanın ilk ortay çıkışı ve
geçirdiği değişim basamaklarını konu almıştır. Şemsettin
Sami, İnsan isimli eserinde (risale) İnsan nedir? sorusuyla
başlamakta ve insanı konu almasının önemini ilk sayfasında
şöyle açıklamaktadır; ‘İnsan bir açıdan yeryüzünde yaşayan
binlerce hayvan türünden biridir ki söz ve idrakiyle diğer
türlerden seçkindir denilebilir. Fakat diğer bir açıdan
bakılırsa, öteki hayvanlardan ayrılan farklı özellikleri o
kadar üstün görünür ki, hayvandan sayılması pek kolay kabul
edilemez’ (Akın, 2002)
86
Şemsettin Sami’nin İnsan isimli eserini yazdığı yıla
kadar Osmanlı’da ilk çağlardan beri devam eden görüş ve
düşüncelerin etkisi ve İslam dininin insanı üstün gören
genel bakış açısı yüzünden diğer canlılar gibi biyolojik
bir varlık olarak incelenmesine izin verilmemiş, insanı
araştırmaya ve anatomik yapısının öğrenilmesi konusundaki
deneylere şiddetle karşı çıkılmıştır.
Şemsettin Sami’nin İnsan ve Yine İnsan eserlerini
bugünkü antropoloji bilgisi açısından değerlendirdiğimizde,
olumlu ve olumsuz yanlarını şöyle özetleyebiliriz; (Akın,
2002)
1) Şemsettin Sami’nin İnsan ve Yine İnsan eserleri
Osmanlı İmparatorluğu zamanında, insani biyolojik bir
varlık olarak ele alıp, doğrudan insanı inceleyen yani
antropoloji bilimi alanında yazılmış ilk eserler
olduğundan, Türk antropoloji tarihi dolayısıyla da Türk
bilim tarihi açısından önemlidir. (Akın, 2002)
2) Şemsettin Sami'nin İnsan ve Yine İnsan eserlerinde
yararlandığı kaynakları tam olarak bilmiyoruz. İnsan isimli
87
eserinde metin içinde yararlandığı kaynak veya kişilerin
isimlerine hiç rastlanmamasına karşın, Yine İnsan eserinde
kaynak yine verilmezken, insan ırklarının sınıflamasını
yaparken Blumanbach’ın sınıflandırmasını temel aldığını
yazmıştır. Bunun dışında, Virchow ve Broca'nın isimlerine
rastlanmaktadır. Eserlerin içeriği ve verdiği bilgilerden,
Bati dünyasında zamanının yeni antropoloji bilgilerini
verdiği ve Georges Louis Leclerc Buffon (1707–1788),
Histoire de la Nature (Yeryiizünün Tarihi) 36.cilt, 1749–
1788 (yayınlandığı tarih); Epoques de la Nature (Doganın
Geçirdiği Çağlar), 1778. Carl Von Linneaus (1707–1778),
Systema Nature (Doğa Sisiemetiği), 1735. J.Boucher de
Perthes (1783–1868), De I’industrie Primitive ou des arts
a' leur Orginie (İlkel Endüstri Sanatının Orjini), 1846.
Thomas Henry Huxley (1825–1895), Science and Morals (Bilim
ve Ahlak), 1886. Johann Friedrich Blumenbach (1753–1840),
Dc Generis Hu/nani Varietate Native (İnsan Türünün Doğuştan
Çeşitliliği), 1775. Charles Darwin (1809–1882), The Origin
of Species (Türlerin Kökeni), 1859. Paul Broca (1824–1880),
88
Memories Sur les Caracteres Physiques de L'Homme
Prehistorique (Tarih Öncesi İnsanın Fiziki Özellikleri),
1859; Memoires d' Anthropologie (Antropolojiyle İlgili
İncelemeler), 1871–1875. Rudolf Virchow (1821–1902), Alman,
Hücre Patologu ve Anatomist. Charles Lyell (1795-1875),
Principels of Geology (Jeolojinin Prensipleri ), 1832-
1834; The Geological Evidinces of the Antiquity of Man
(İnsanın Eskiliğinin Jeolojik Kanıtları) ,1863; Jean
Baptiste Lamarck (1744-1829), Philosophie Zoologique
(Zooloji Felsefesi), 1809 ;Histoire Naturalle des sans
Vertebres (Omurgasız Hayvanların Doğal Tarihi), 1815-1820,
gibi bilim insanlarının görüş ve eserlerinden yararlandığı
izlenimi edinilmiştir. Bunlann dışında, İslam ve Musevi
inançları ile bazı mitolojik bilgilerden de
yararlanıldığını sanmaktayız. (Akın, 2002)
3) Şemsettin Sami, Doğu ve Batı dillerinden 8 dil
bilmesi, saray mütercimliği ve başkâtipliği yapması sonucu,
istediği bilgilere daha kolay ulaşmıştır. Ş. Sami, bu iki
eserinde, insanın ilk ortaya çıkışı, çıkış zamanı ve
89
insanın yeryüzüne dağılımı, çeşitlenmesi gibi fikirleri
Batı kaynaklarından, İslam İnancından ve mitolojik
bilgilerden yararlanarak ve ustaca bunların analiz ve
sentezini yaparak, ortak yönlerini bulmaya çalışmış ve
bunda belli oranda başarılı olmuştur. (Akın, 2002)
4) Dağlıoğlu’na göre, Abdülhamid Dönemi'nde (1876–
1909) yaşaması ve sürekli evinde göz hapsinde tutulmasına
rağmen, insanın ortaya çıkışı, değişimi, gelişimi ve
dağılışı konularını, Batı dünya görüşüne yakin bir görüşle
değerlendirmesi ve bu iki eserini yayınlatabilmesi
gerçekten takdire şayandır (Akın, 2002)
5) Kendisi dil bilimci ve edebiyatçı olmasına rağmen,
farklı bilim dallarında eserler yazmıştır. Bu bilim
dallarından biri de antropoloji'dir. Antropolog olmamasına
rağmen, insanın ortaya çıkışı, gelişimi, değişimi,
yeryüzüne dağılması, ırkların ortaya çıkışı ve bunların
kültürleri, eserleri konusundaki açıklamalarında, bu konuda
Batıda yapılan kazı ve araştırmalardan yararlanması,
doğadaki kendi gözlemlerinden yerinde
90
örnekler vermesi, İnsan ve Yine İnsan eserlerinin bilimsel
nitelikli olmasını sağlamıştır. (Akın, 2002)
6) İnsan ve Yine İnsan eserlerinde Şemsettin Sami,
insanın ortaya çıkışı, değişimi ve zamanı konusundaki
açıklamalarında, Charles Lyell tarafından 19. yüzyılın
ikinci yarısının başında temeli oluşturan jeoloji
biliminden, ayrıca biyoloji, anatomi, fizyoloji,
tarih, felsefe bilimlerinden yararlanmasının, eserlerinin
başarılı olmasında payı büyüktür. (Akın, 2002)
7) Şemsettin Sami, insanın ve diğer canlıların ilk
ortaya çıkısının nasıl olduğu konusunu bilimsel olarak hiç
tartışmamıştır. İnsan isimli eserinin 27. sayfasında bunu
‘Herhalde bu konuyu çözmede bilimin aciz kalması ve
yaratılışın hikmetiyle ilişkili bir şey olduğundan, bu
bağlamda kafa yormak boşunadır. İnsanın nereden çıktığı ve
nasıl yaratıldığını düşünmektense, ne zamandan beri
yeryüzünde bulunduğu ve ilk ortaya çıkışından bu yana ne
şekilde yaşamış olduğunu araştırmakla uğraşmak daha iyidir"
ve Yine İnsan eserinin 17. sayfasında ‘Koca insan,
91
büyüklüğü akıllara durgunluk veren evrenin varoluş biçimini
öğrenmiş de kendi nefsinin yaratılış sırrını öğrenmeyi
başaramamıştır. İnsan denilen muamma, evrende kendinden
başka her şeyi keşfedecek, her meseleyi çözecektir.’
diyerek, bilimin bu konuda henüz yeterli kanıtlara sahip
olmadığını vurgulamakla beraber, kendisinin antropoloji
konusunda uzman olmaması ve Osmanlı toplumunun bu konuda
inançlarından ve tutuculuğundan kaynaklanan hassasiyetini
bildiğinden, ayrıca yazdığı eserin basılabilir iznini
alabilmesi için bu konuya girmemiş olması düşünülebilir.
Zaten bu tip risaleleri yazmaktaki amacını İnsan adlı
eserinin 1. sayfasında ‘Topluma değişik bilim dallarında
anlaşılabilir bilgiler vermek, farklı bilim dallarındaki
boşlukları doldurarak bilhassa gençlerin ve öğrencilerin
bunlardan yararlanmasını sağlamaktır" diyerek açıklamıştır.
(Akın, 2002)
8) Yine İnsan eserinin 45. sayfasında ‘Allahın ezeli
hakimiyeti daima hayvan ve bitkileri havaya uydurur. Bir
iklim ve havaya uymayan bitki ve hayvan yaşayamaz" diyerek,
92
bazı konuların açıklanmasına, inançlarıyla ilgili
görüşlerini yansıttığı gözlenmektedir. (Akın, 2002)
9) Şemsettin Sami, Yine insan eserinin 93. sayfasında
‘Bedenen Beyaz Irkı, insanoğlunun en mükemmeli ve zenci
ırkının da en geri ırkı olduğuna şüphe yoktur.’ ve "İnsan
türü içinde en güzel ve en mükemmel kafaya sahip bir kavim
varsa o da Arnavut Kavmi imiş’ diye işaret etmesi,
etnosantrizm ve homosantrizm gibi zamanında toplumlarda
yaygın olarak benimsenen, fakat bilim dünyasında kabulü
mümkün olmayan önyargılı görüşlere de yer verdiğini
gözlüyoruz. Ayrıca bu şekilde önyargılı görüşleri batılı
bilim adamlarının yayınlarında bile görebilmekteyiz,
Örneğin, batılı bilim adamları doğal çevre koşullarında
yaşayan ve çağdaş medeniyetten habersiz toplumlar için
‘vahşiler’ diye isimlendirmeleri dikkat çekicidir.
Şemsettin Sami de bu kaynaklardan yararlanmış olmalı ki
‘vahşiler’ deyimini bu doğal çevrede yasayan ve çağdaş
medeniyetten habersiz toplumlar için kullanmıştır. (Akın,
2002)
93
10) Dil bilimci ve edebiyatçı olan Şemsettin Sami
sistematikte kullanılan birimleri, bilmediğinden,
sınıflandırmada kullanılan birimlerin Türkçe
karşılıklarının tam olarak yerleşmemesinden, öneminin
anlaşılamamasından veya Sami’nin bu çalışmalarının
antropoloji alanında ilk eserlerden olması gibi nedenlerle
hatalı kullanılmış olabilir. Bunun sonucu, sınıf, takim,
cins, tür ve ırk gibi taksonomik birimleri doğru olarak
kullanamamış ve sınıflamada hatalar yapmıştır. Bu durum,
antropoloji eserlerinden olan İnsan ve Yine İnsan’ın
anlaşılmasında bazı güçlükler
yaratmıştır. Ayrıca, genetik bilimi konusunda yeterli
bilgisi olmaması sonucu; terbiye, ahlak, davranış gibi
çevresel etmenler ve eğitimle kazanılacak özelliklerin
bazılarının babadan, bazılarının anneden, oğul bireylere
geçebileceği şeklinde açıklama yapmasına neden olmuştur.
(Akın, 2002)
11) Yine İnsan adli eserinin 6. sayfasında ‘İnsan
türünün, Nuh’un evlatlarından olarak (Ham, Sam, Yafes) üç
94
takıma (Beyaz, Siyah ve Sarı ırk insanlar) ayrıldığına ait
Tevrat'tan alınan bu bilgiler, eskiden beri tarih
kitaplarında yer almakta ise de, bu konuda birçok açıklama
ve teferruattan başka hiç bir bilgi içermediği ve bu
şekilde insanları ayırmanın pozitif bilimler ve yeni
keşifler tarafından yıkılarak, gerçek durumun başka esaslar
üzerine kurulmuş olduğu anlaşılmıştır.’ diye söylemesine
rağmen, ayni eserinde bu konudaki açıklamalarında yine bu
bilgilere yer vermesi önyargılarından kurtulamadığının bir
işaretidir. (Akın, 2002)
Çalışma alanları antropoloji olmamakla birlikte,
insanın kökeni ve gelişi-mi konusunda, düşüncelerini yazan
ve dile getiren yazarlardan bazılarının isimlerini
sayabiliriz.
Baha Tevfik (1881–1914); Mülkiye mezunudur. Ernest
Haeckel'den tercüme ettiği ve Felsefe Dergisi'nde
yayınlanan Kâinatın Muammaları makalesi vardır. Baha Tevfik
bu makalesinde, Charles Darwin'in evrim teorisini
desteklediğini vurgulamıştır.
95
Salt el Husri (1884–1968); Mülkiye mezunu olup, etnografya
profesörüi olarak çalışmıştır. Cemiyetler ve Uzviyeiler
isimli makalesinde, Darwin'in evrim teorisini destekler ve
benimser nitelikte fikirleri vardır.
Bedi Nuri (1875–1913); Mülkiye mezunudur. Kabiliyet-i
İçtimaiyye adlı makalesinde, Darwin'in hayat mücadelesi
varsayımının canlıların gelişmesinde geçerli olduğu gibi,
toplum hayatında da geçerli olduğunu belirtmiştir. Aynı
zaman diliminde, Darwin'm görüşlerini benimseyenlerden Asaf
Nefi ve Suphi Ethem vardır. Canlıların sürekli değişim
içinde olduğunu fakat Darwin’in görüşüyle bunun
açıklanamayacağını savunmuşlardır.
Ethem Nejdet; ‘Hayatın evrimi tesadüfen değil, hayat
kanunlarının sonucudur. Canlılar da hayat kanunlarının
sonucudur. Aynı şekilde toplumlar da evrim kuramları ile
şekillenir’ demiştir.
Memduh Süleyman; Edward Hartmann’ın Darwinizm isimli
eserini 1911 ‘de tercüme etmiş ve Darwin’ in doğal
96
seleksiyon varsayımıyla canlıların değişiminin
açıklanamayacağını belirtmiştir.
Ahmet Mithat (1844–1912); Dünyada İnsanın Zuhuru adlı
makalesinde, insanın konuşma yeteneği ve iki ayak üzerinde
yürümesinin dışında bir hayvan sayılabileceğini fakat
Darwin'in doğal seleksiyon kuramıyla canlardaki
değişimlerin açıklanamayacağını söylemiştir.
İsmail Fenni Ertuğrul (1855–1946); Maddiyun Mezhebinin
İzmihali isimli eserinde, doğada her şeyin basit, ilkel bir
halden başlayıp, çok yavaş gelişerek kemale erdiğini
belirtmiş, eserinde devamlı Lamarck’ı desteklemiş, fakat
Darwin'in görüşlerinin ispat edilmiş bir hakikatten çok
uzak olduğunu belirterek onu eleştirmiştir.
Osmanlı imparatorluğu’nun son yıllarında doğrudan
antropolojik bir araştırma olan ve 1917'de Nâfi Atuf
(Kansu)'un Muallim Dergisi'nin 11. Sayısında, Bursa'da 125
kız, 156 erkek, 7–20 yaş grubu okul çocuklarının boy ve
ağırlıklarını inceleyen bir çalışması ile Hirzsfield
tarafından 1918 yılında Makedonya'da yaşayan 500 Türk’ün
97
ABO kan grupları üzerinde yapılan antropolojik bir
araştırması vardır. Bu çalışmalar dışında Osmanlı
Dönemi’nde, doğrudan antropolojik çalışmalara literatür
taramalarında rastlanmamıştır.
3.2- Nâfi Atuf (Kansu) Ülkemizdeki İlk Büyüme Araştırması
Büyümenin nicelik yönünden ele alındığı ilk çalışma
Cumhuriyet öncesine dek uzanır. Bilindiği kadarıyla, Nâfi
Atuf (Kansu) bu tür araştırmayı gerçekleştiren ilk kişidir.
Muallim dergisinin 11’inci sayısında (1917) eski harflerle
yayınlanan bu çalışma, Bursa’da yaşayan okul çocuklarının
boy ve ağırlık büyümesini konu almaktadır. Yazar, ölçülerin
hangi tarihlerde alındığı konusunda herhangi bir bilgi
vermezken, araştırmanın 125 kız ve 156 erkek çocuk üzerinde
yürütüldüğünü belirtmektedir (Duyar, 1996).
Nâfi Atuf, çalışmanın girişinde büyüme hakkında genel
bir bilgi vererek, bu sürecin hangi etmenlerce
98
yönlendirildiği konusunda döneminin bilgi birikimini
aktarır. Verilen bu bilgilerden, Kansu’nun, büyümeyi
yalnızca kalıtsal yapının bir ürünü olarak görmediği, çevre
koşullarının da bu süreçte etkin olduğunu düşündüğü
anlaşılır. Bu görüşü yazar şu şekilde dile getirir: (Duyar,
1996).
“Gıdalarımızın, tarz-ı hayatımızın, evlerimizin,
libaslarımızın sıhhat-i bedeni yemiz üzerindeki tesir atını
(bu cetvellerden anlayabileceğimiz için) mekteplerimizin
ehemmiyet vermesi lâzımdır. ” Daha sonra Nâfi Atuf, bu
görüşlerini hayvan ve bitkiler üzerinde yapılan
araştırmaların bulgularına dayanarak temellendirir.
Fiziksel gelişimin genetik ve çevre etmenlerince ortaklaşa
belirlendiği görüşü günümüzde de benimsenen yaklaşımdır
(Duyar, 1996).
Sonraki yıllarda, yalnızca kalıtıma ya da yalnızca
çevreye ağırlık veren araştırmacıların bulunduğu da
gözönüne alınacak olursa, Kansu’nun büyüme sürecine etki
99
eden etmenleri ne denli “sağlıklı” değerlendirdiği açıklığa
kavuşur.
Dikkati çeken ikinci nokta, çalışmada büyümenin ve
antropometrik verilerin toplum sağlığı açısından öneminin
vurgulanmasıdır. Kansu, fiziksel gelişimi çevresel
koşulların ve yaşam biçiminin yansıması olarak almakta ve
çocukların okullarda önemle takip edilmesi gerektiğini
savunarak, bugün gelişmiş ülkelerin hemen hepsinde
gördüğümüz bu uygulamaya yaklaşık 80 yıl önce parmak
basmaktadır. Kansu’nun ifadelerinden bu konunun Maarif
Nezareti’nce de önemsendiği ve okullara büyümenin izlenmesi
amacıyla sağlık cüzdanlarının dağıtıldığını görmekteyiz
(Duyar, 1996).
Nâfi Atuf’un önemle üzerinde durduğu diğer bir konu da
büyümenin düşünsel gelişimle olan sıkı ilişkisidir. Ona
göre, bedensel gelişim ile düşünsel gelişim atbaşı
gitmektedir. Bu yüzden öğretmen ve eğitimcilerin fiziksel
gelişim hakkında bilgi sahibi olmaları bir zorunluluktur
(Duyar, 1996).
100
Kansu, araştırmasına konu olan öğrencilerin orta
tabakaya mensup olduğunu belirtmektedir. Bu nokta özellikle
önemlidir; çünkü ülkemizde yapılan ilk dönem büyüme
araştırmalarında örneklemin sosyoekonomik özelliklerine ya
hiç değinilmemekte ya da çok az bilgi verilmektedir. Bu tür
bilgilerin yer alması, söz konusu verilerin günümüz
değerleriyle karşılaştırılması ve büyüme sürecinde gözlenen
seküler değişimi incelememiz için olumlu noktalar olarak
karşımıza çıkar. Sonuç olarak, Nâfi Atuf’un bu çalışması
ülkemizdeki büyüme, antropometri ve çocuk sağlığı tarihi
açısından önemli bir belge durumundadır.
3.3- Türkiye’de Antropoloji Enstitüsü
Cumhuriyet Dönemini’nde ilk antropolojik çalışmalar
1925 yılında Türk Antropoloji Dergisi (Revue Turque
D’Anthropogie) adındaki derginin çıkmasıyla Türk
Antropoloji İnceleme Merkezi (Centre des Recherches
101
Anthropologiques de la Turquie) adıyla aynı yıl içinde
İstanbul Darülfünun Tıp Fakültesinde kurulmuştur. Bu
enstitünün kurucu üyeleri; Prof. Dr. Şevket Aziz Kansu,
Prof. Dr. Nurettin Ali Berkol, Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp,
Prof. Dr. Süreyya Ali, Prof. Dr. Mouchct ve Prof. Dr.
İsmail Hakkı’dır.
Türkiye Antropoloji İnceleme Merkezi kurucuları 1925
yılında kurulan kurum hakkında şu bilgileri vermişlerdir.
‘Eğer bir millet görünüş özellikleri bakımından incelemeye
layık olunmuş ise, o da bu zafer ve gelişim günlerinde
bulunan bizim milletimizdir. O halde Türklerde birçok
niteliklerin olması gerekmez mi? Siyasette nasıl milletler
arasındaki yerimizi tamamıyla istemek hakkımız ise, doğa
bilimleri arasında ırkımızı ilgilendiren yeri oluşturmakta
öyle vazifemizdir. İşte antropolojiye ilk evrede düşen iş
budur.’ (Kansu, 1940)
Böyle bir araştırmaya girmek için öncelikle Tıp
fakültesinde kurulmak üzere bir merkez oluşturmuşlardır.
Burada sistematik, nesnel, anatomik fizyolojik antropoloji
102
oluşturmak daha sonra da antropolojiyi edebiyat, hukuk ve
fen fakültelerine yaymaktır.. Amaç farklı fakültelerde
antropoloji bölümleri açarak antropolojiyi farklı farklı
alanlarda geliştirmek sonra bu bilgileri bir araya toplayıp
insan gerçekliğini ortaya koymaktır.
Ayrıca antropoloji bölümlerinde öğrenciler
yetiştirerek onlara gözlem, yüzölçümü, kompozisyon ve
litaritür öğretilecektir. Sonra bu kadrolara yetiştirilen
öğrencileri Anadolu’nun çeşitli yerlerine gözlemlerde
bulunmaları için dağıtılacaktır. İşte Türk Antropolojisinin
ilk kurulduğunda kendine amaç ve gaye edindiği çalışmalar
bunlardır. (Kansu, 1940)
1925 yılından 1929 yılları arası Haydarpaşa da bulunan
Tıp Fakültesi binasında olan Türk Antropolojisi Enstitüsü,
İstanbul ‘da ki Türk İslam mezarlarından (Karaca Ahmet)
toplanmış olan kafalar üzerinde ilk ölçüler almışlardır.
Ayrıca bu zamanda Nureddin ve arkadaşları tarafından
İstanbul’da yaşayan Türk, Rum, Ermeni ve Yahudi çocukları
üzerinde büyüme çalışmaları gerçekleştirilmiştir.
103
1933 yılında İstanbul Darülfünun’da düzeltme
çalışmaları meydana geldiği için bu tarihte Antropoloji
Enstitüsü Tıp fakültesinden İstanbul Üniversitesi Fen
Fakültesi’ne nakledilir. Antropoloji Fen Fakültesinde artık
bir kürsü olmuştur. Kürsünün başında da Dr. Şevket Aziz
Kansu vardır.
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi 1935 yılı sonbaharında
Ankara’da kurulduğu zaman bu enstitü bütün malzemesi ve
kadrosuyla Ankara’ ya nakledilir. Burada adı Antropoloji ve
Etnoloji Enstitüsü olur. Öğretim programında insan hakkında
biyolojik ve kültürel bilgiye sahip olmak vardır. Bu amaçla
antropolojiyi iki ayrı ana dala ayarak (Fizik ve Kültürel
Antropoloji) anatomik, psikolojik ve sosyolojik olmak üzere
üç farlı cepheden inceleyerek tam ve gerçek bilgiye
ulaşacaklardır. İki ana dala ayırdıkları antropolojiyi yine
kendi içlerinde de yöntem bakımından ayırarak incelemelerde
bulunmayı amaçlamışlardır.
Fizik Antropoloji
104
Zoolojik Antropoloji: İnsanın hayvanlar arasındaki
yerini inceleyerek anatomik karakterleriyle diğer fiziki
karakterlerine özellikle de insana benzeyen maymunlarla
karşılaştırmada bulunmak.
Paleontolojik Antropoloji: Jeolojik ve anatomik
kalıntılara göre insanın ne kadar geriye gittiğini tespit
etmek.
Teknolojik Kısmı: Belli başlı üretim ve endüstrilerin
uygulamalarıyla beraber kaynakların gelişimi ve coğrafik
yayılışının karşılaştırmalı incelemesi.
Etnolojik Antropoloji: İnsan ırklarını birbirlerinden
ayıran fiziki karakterlerin karşılaştırmalı incelemesi,
sınıflanması ve coğrafik dağılımının tespitini yapmak.
Kültürel Antropoloji
Arkeolojik Kısmı: İlk insanların endüstrisiyle olan
ilişkisini ortaya koymak. Tarihöncesi dönemlerin
yaşlandırılmasını yapmak.
105
Etnolojik Kısmı: Toplumların maddi kültür, dil, din ve
sosyal organizasyonları bakımından karşılaştırmalı
incelemesini yapmak.
Sosyolojik Kısmı: Eski tarihi ve özellikle kurumları
ele alarak toplumsal olayların karşılaştırmalı incelemesini
yapmak (Kansu, 1940)
Ankara’da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde,
İstanbul-Türk –İslam mezarlıklarından elde edilen kafatası
koleksiyonun yanına Anadolu’nun eski devirlerine ait beşer
iskelet daha eklenir. Ayrıca neolitik ve Bakır çağı
devirlerinden Selçuk ve Osmanlı devirlerine kadar birçok
tarihi devre ait zengin bir koleksiyon oluşturulur.
Özellikle Antropoloji Enstitüsünün kurulmasında
başrolü oynayan Şevket Aziz Kansu bu yıllarda birçok kazı
çalışmaları gerçekleştirdi: Ankara yakınlarında
Etiyokuşu’nda, Marmara Bölgesi ve Trakya’da İstanbul
Küçükçekmece’deki Yarımburgaz Mağarası’nda, Alacahöyük ve
Arslantepe’de vb. Ayrıca Kansu ürettiği bilgileri duyurmak
maksadıyla çok sayıda yayında yaparak Türk Antropoloji’sine
106
birçok kaynak oluşturdu. Kitapları arasında Antropometri
Tetkikleri İçin Rehber (1937), Prehistorya: Tarihten
Evvelki Zamanlar Bilgisi (1937), Selçuk Türkleri Hakkında
Antropolojik İlk Bir Tetkik ve Neticeleri T1937), Ankara ve
Civarının Prehistoryasında Yeni Buluşlar (1937).
Prehistorya Araştırmalarında Metodlar (1939). Antropoloji
Dersleri 1 (1939), Türk Tarih Kurumu Tarafından Yapılan
Etiyokuşu Hafriyatı Raporu (1940), Türk Antropoloji
Enstitüsü Tarihçesi (1940), İnsanlığın Kaynakları İlk
Medeniyetler (1947), Avrupa'nın İskân Tarihi, Bugünkü
Durum, Kaynaklar ve Evrim'ini (1950) vardır.
O dönemlerin yine önemli isimlerinden Nermin Erdentuğ
Türkiye’de ilk defa sosyal antropoloji ve alan araştırması
derslerini açmıştır. Erdentuğ, sosyal antropolojinin
ülkemizde tanınması ve yayılması için büyük gayret
göstermiştir. 1952–1955 yılları arasında Elazığ’ın Hal ve
Sün köylerinde yapmış olduğu incelemelerinin sonuçlarını,
Hal Köyü’nün Etnolojik Tetkiki (1956) ve Sün Koyu'nun
Etnolojik Tetkiki (1959) başlıklı kitaplarında topladı.
107
Buradaki incelemeler esnasında, ‘anket metodu’nun yanı
sıra, ‘katılarak gözlem tekniği’ni, saha araştırmasında
uygulayan ilk Türk bilim kadını oldu. Döneminde Batılı
etnologlar arasında yaygın bir bicimde kabul gören
fonksiyonalist yaklaşım çerçevesinde yürütmüş olduğu
araştırmalarını, özellikle kırsal kesimde kültür değişmesi,
kültür-eğitim ilişkisi ve kalkınma girişimlerinde
karşılaşılan çeşitli sorunlar üzerinde yoğunlaştırdı.
Jeolojinin en çok ihtiyaç duyduğu evrimsel
paleontolojinin Türkiye’deki öncüsü Muzaffer Süleyman
Şenyürek, Elmadağ, Ayaş, Kızılcahamam, Ürgüp ve Samandağ’da
kazılar yaptı ve buluntulara ilişkin sonuçları, başta Türk
Tarih Kurumu’nun yayın organı Belleten Anakara Üniversitesi
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi olmak üzere birçok
yerli ve özelliklede yabancı dergilerde yayımladı.
Pennsylvania Üniversitesi’nden Rodney Young’ın
başkanlığında yapılan Gordion kazısı esnasında, büyük bir
Tümülüs içinde bulunan ve Kral Gordios’a ait olduğu sanılan
bir iskelet de Şenyürek tarafından incelendi ve bu
108
kalıntının, altmış yaşını biraz geçmiş 159 santimetre
boyunda bir erkeğe ait olduğu açığa çıktı. Yine Kılıç
Kökten tarafından Antalya’da Karain Mağarası’nda bulunan
iki fosil diş üzerinde çalıştı ve bunların Neandertal
Adamı’na ait olduğunu belirledi. Bu buluş, Anadolu’nun eski
sakinleri konusunda bilgilerimizin artmasını sağladı.
Muzaffer Şenyürek'in bir ilki de paleoantropolojiyi
ayrı bir bölüm olarak düşünmesidir. İnsanın biyolojik
geçmişinin diğer canlılarla birlikte ortak incelenmesi
gerektiğini düşünür ve bölümü kurar. DTCF'deki bu ilk ve
tek Paleoantropoloji Bölümü, insan paleontolojisi ve
primatoloji konuları etrafında alanın en yeni bakış
açısıyla geliştirmek için büyük çaba harcamıştır Şenyürek.
Batı Avrupa'da ve Amerika'daki örnekleri arasında düzeyini
yakalayabilen bölüm yoktur.
Türkiye’de kazı çalışmaları Enver Y. Bostancı’yla hız
kazanmıştır. Özellikle ‘Anadolu’da insan evrimi’ konusunda
birçok yerde kazılar başlatmış olması, Bostancı’yı
Anadolu’nun prehistorik geçmişine çok önem verdiğini
109
göstermektedir. 1968 yılında Beldibi (Antalya) ve Mağaracık
(Antakya) onun kazı yaptığı ilk prehistorik yerleşme
merkezleridir. İleriki yıllarda Belbaşı (Antalya ) ,
Merdivenli mağara (Antakya ) , İncili mağara ( Antakya )
ve Kanal Mağarası ( Antakya ) ‘ ında kazılar yaparak
Anadolo’nun iskân tarihi ve kültürel gelişimine ışık
tutmaya çalışmıştır. Bostancının Antalya ve Antakya
illerinden sonra çalışmalarını Gaziantep’te
yoğunlaştırdığını görürüz. Bu ilde yaptığı yüzey
araştırmaları ve Dülük kazıları Anadolu’nun Paleolitik
kültürleri açısından son derece önemlidir.
Bostancının pek çok mahallesi yanında iki monografisi
ülkemizde paleoantropoloji biliminin tarihi gelişiminde
önemli kilometre taşlarını oluşturur. Doçentlik
çalışmasının temel alındığı ‘ A Biometrecal and Morphological
Study of the Astrogalıus and Calcaneus of the Roman People of Gordium in
Anatolia : Introduction to the Evolution of the Human Foot’ 1962’de Türk
Tarih Kurumu’nca yayımlanmıştır .Bostancımım diğer kitabı
Sardis Kazılarında Çıkan Kafataslarının İncelenmesi ve Eski Anadolu
110
Haklarıyla ile Olan Münasebetleri adını taşır ve 1969 yılında
Ankara üniversitesi dil ve tarih-coğrafya fakültesi
yayınları arasında çıkmıştır.
Enver Y. Bostancı yalnızca yayınlarıyla değil aynı
zamanda yetiştirdiği öğrencilere de ülkemizde
paleoantropoloji biliminin gelişmesine önemli katkılar
yapmıştır. Bugün hepsi profesör olan Erksin Güleç, Berna
Alpagut, Metin Özbek, Tuncer Korkmaz ve M.Yaşar İşcan onun
yetiştirdiği öğrenciler olup, günümüzde bu bilim dalının
gelişmesi için çaba harcayan ve bayrağı taşıyan kişilerdir
(Güleç, 1997).
111