MOTİF AKADEMİ HALKBİLİMİ DERGİSİ Motif Academy Folklore Journal 2012 / 2 Balkan Özel...
Transcript of MOTİF AKADEMİ HALKBİLİMİ DERGİSİ Motif Academy Folklore Journal 2012 / 2 Balkan Özel...
MOTİF AKADEMİ HALKBİLİMİ DERGİSİ Motif Academy Folklore Journal
ISSN 1308-4445
2012 / 2 Balkan Özel Sayısı
Sahibi / Owner M. Zeki BAYKAL
Yayın Kurulu / Editorial Board
Prof. Dr. Erman ARTUN Prof. Dr. Gürbüz AKTAŞ Prof. Dr. Mehmet AÇA Prof. Dr. Metin EKİCİ
Prof. Dr. Özkul ÇOBANOĞLU Prof. Dr. Turgut KARABEY Yrd. Doç. Dr. Doğan KAYA
Sabri KOZ Tekin KOÇKAR
Editör / Editor Doç. Dr. lşıl ALTUN
Bu Sayının Editörleri / Editors of This Issue
Yrd. Doç. Dr. Fatih İYİYOL (Süleyman Şah Üniversitesi)) Doç. Dr. lşıl ALTUN
Temsilcilikler / Representation
Doç. Dr. Ağaverdi XƏLIL (Azerbaycan) Dr. Elmira MAMEDOVA (Azerbaycan)
Dizgi & Sayfa Düzenleme/ Design
Öğr. Gör. Barış AKSU (Kocaeli Üniversitesi)
Yönetim Yeri / Head Quarter Motif Halk Oyunlan Eğitim ve Öğretim Vakfı Fevzipaşa Cad. No: 361 Edirnekapı / İstanbul
Tel.: +90 212 531 61 68 - 524 23 69 - 531 87 90 Faks: +90 212 635 52 43 [email protected] http://www. motifhalkoyunlari.com
Baskı / Print Pnarbaş Matbaacılık ve Reklam Hizmetleri San. ve Tic. Ltd. Şti.
Rami Kışla Cad. Topçular İş Merkezi No:70/192 Topçular / İSTANBUL, Türkiye Tel: 0212 5675671 Faks: 0212 6136138
www.pinarbas.com.tr
Danışma Kurulu / Advisory Board
Prof. Dr. Ziyat AKKOYUNLU – Hacettepe Üniversitesi (Türkiye)
Prof. Dr. Ali Berat ALPTEKİN – Selçuk Üniversitesi (Türkiye)
Prof. Dr. Erman ARTUN – Çukurova Üniversitesi (Türkiye)
Prof. Dr. Pakize. AYTAÇ - Gazi Üniversitesi (Türkiye)
Prof. Dr. Ensar ASLAN – Dicle Üniversitesi (Türkiye)
Prof. Dr. Sarah M. ATIS – University of Wisconsin (ABD)
Prof. Dr. Richard BAUMAN – Indiana University (ABD)
Prof. Dr. Halil BUTTANRI – Osmangazi Üniversitesi (Türkiye)
Prof. Dr. Mustafa CEMİLOĞLU – Uludağ Üniversitesi (Türkiye)
Prof. Dr. Hakan CEVHER – Ege Üniversitesi (Türkiye)
Prof. Dr. Ömür CEYLAN – Kültür Üniversitesi (Türkiye)
Prof. Dr. Ali ÇELİK – Karadeniz Teknik Üniversitesi (Türkiye)
Prof. Dr. Özkul ÇOBANOĞLU – Hacettepe Üniversitesi (Türkiye)
Prof. Dr. Fikret DEĞERLİ –Yeditepe Üniversitesi (Türkiye)
Prof. Dr. Ali DUYMAZ – Balıkesir Üniversitesi (Türkiye)
Prof. Dr. Metin EKİCİ – Ege Üniversitesi (Türkiye)
Prof. Dr. Mehdi ERGÜZEL – Sakarya Üniversitesi (Türkiye)
Prof. Dr. Suat GEZGİN – İstanbul Üniversitesi (Türkiye)
Prof. Dr. Henry GLASSIE –Indiana University (ABD)
Prof. Dr. İsmail GÖRKEM – Erciyes Üniversitesi (Türkiye)
Prof. Dr. Nevzat GÖZAYDIN – Ankara Üniversitesi/Emekli (Türkiye)
Prof. Dr. Tuncer GÜLENSOY – Erciyes Üniversitesi/Emekli (Türkiye)
Prof. Dr. Umay GÜNAY – Hacettepe Üniversitesi/Emekli (KKTC)
Prof. Dr. Emine GÜRSOY-NASKALİ – Marmara Üniversitesi (Türkiye)
Prof. Dr. Abdurrahman GÜZEL – Başkent Üniversitesi (Türkiye)
Prof. Dr. Alimcan İNAYET - Ege Üniversitesi (Türkiye)
Prof. Dr. Kemal KARPAT – University of Wisconsin (ABD)
Prof. Dr. Süleyman KAYIPOV – Kırgızistan-Türkiye Manas Ünv. (Kırgızistan)
Prof. Dr. Muhtar KAZIMOĞLU - Azerbaycan Milli Bilimler Akademisi (Azerbaycan)
Prof. Dr. M. Zeki KUŞOĞLU – Marmara Üniversitesi/Emekli (Türkiye)
Prof. Dr. İrfan MORİNA –Piriştine Üniversitesi (Kosova)
Prof. Dr. Öcal OĞUZ – Gazi Üniversitesi (Türkiye)
Prof. Dr. Taciser ONUK – Gazi Üniversitesi/Emekli (Türkiye)
Prof. Dr. Tuba ÖKSE – Kocaeli Üniversitesi (Türkiye)
Prof. Dr. Can ETİLİ ÖKTEN – İstanbul Teknik Üniversitesi (Türkiye)
Prof. Dr. Nebi ÖZDEMİR – Hacettepe Üniversitesi (Türkiye)
Prof. Dr. Karl REICHL – Universität Bonn (Almanya)
Prof. Dr. Saim SAKAOĞLU – Selçuk Üniversitesi/Emekli (Türkiye)
Prof. Dr. Uli SCHAMILOGLU – University of Wisconsin–Madison (ABD)
Prof. Dr. Bilge SEYİDOĞLU – Atatürk Üniversitesi/Emekli (Türkiye)
Prof. Dr. Elfine SIBGATULLINA – Moskova (Rusya)
Prof. Dr. Kemal SILAY – Indiana University (ABD)
Prof. Dr. Esma ŞİMŞEK – Fırat Üniversitesi (Türkiye)
Prof. Dr. Münevver TEKCAN – Kocaeli Üniversitesi (Türkiye)
Prof. Dr. Ali TORUN – Dumlupınar Üniversitesi (Türkiye)
Prof. Dr. Fikret TÜRKMEN – Ege Üniversitesi (Türkiye)
Prof. Dr. Tülay UĞUZMAN – Başkent Üniversitesi (Türkiye)
Prof. Ülo VALK - University of Tartu (Estonya)
Prof. Dr. Kemal YAVUZ – İstanbul Üniversitesi (Türkiye)
Prof. Dr. Dursun YILDIRIM – Hacettepe Üniversitesi (Türkiye)
Dr. Deniz BALGAMIŞ – University of Wisconsin (ABD)
Bu Sayının Hakemleri / Referees Of This Issue
Prof. Dr. Recep DUYMAZ – Trakya Üniversitesi (Türkiye)
Prof. Dr. Cazim HACIMEYLIC – Sarejevo Üniversitesi (Bosna Hersek)
Prof. Dr. Cihan OKUYUCU – Yıldız Teknik Üniversitesi (Bosna Hesek)
Prof. Dr. Sevim PİLİÇKOVA – Kril ve Metodi Üniversitesi (Makedonya)
Prof. Dr. Behija ZLATAR – Sarajevo Üniversitesi (Bosna Hersek)
Doç. Dr. Işıl ALTUN – Kocaeli Üniversitesi (Türkiye)
Doç. Dr. Sezai COŞKUN – Yıldız Teknik Üniversitesi (Türkiye)
Doç. Dr. Bekir GÜNAY – İstanbul Üniversitesi (Türkiye)
Doç. Dr. Mehmet GÜMÜŞKILIÇ – Fatih Üniversitesi (Türkiye)
Doç. Dr. İvo HRISTOV – Sofya Üniversitesi (Bulgaristan)
Yrd. Doç. Dr. Fatih İYİYOL – Süleyman Şah Üniversitesi (Bosna Hesek)
Dr. Ferdinand CAFERAY – Beder Üniversitesi (Arnavutluk)
Yazışma Adresi: [email protected]
Motif Akademi Halkbilimi Dergisi yılda iki defa çıkar. Yayımlanan yazıların dil ve imlâ sorumluluğu yazarlarına aittir. Gönderilen yazılar iade edilmez. Yayın ilkelerine uymayan yazılar yayımlanmaz.
III
İÇİNDEKİLER
SÖZBAŞI ............................................................................................................................................... 1
SUNUŞ .................................................................................................................................................. 3
“BALKANLAR ÖZEL SAYISI” MAKALELERİ
DİVAN EDEBİYATI AÇISINDAN BİR KÜLTÜR MERKEZİ OLARAK BOSNA .....................................6 Bosnia as a Cultural Center for Divan Literature Hüseyin GÖNEL
HISTORICAL AND SOCIO-POLITICAL FEATURES OF LANGUAGE IN BOSNIA AND HERZEGOVINA ............................................................................................................................ 22 Bosna Hersek’te Dilin Tarihsel ve Sosyo-Politik Özellikleri Almasa MULALIĆ , Azamat AKBAROV
THE DYNAMICS AND FACTORS OF ETHNO-LINGUISTICS IN LANGUAGE POLICY OF WESTERN BALKAN ........................................................................................................................................ 29 Etno- Linguistiğin Batı Balkanlar Dil Politikasindaki Dinamikleri ve Etkileri Nudžejma Obralić, Azamat AKBAROV
BOŞNAK MEHMED MEYLÎ VE MANZUM TARİHLERİ.................................................................... 37 Bosniak Mehmed Meyli and the Literary Histories Fehim NAMETAK
SIRP KÜLTÜRÜNDE OSMANLI DAMGASI .................................................................................... 44 Ottoman Seal in Serbian Culture Mirjana MARİNKOVİĆ
KOSOVA’DA ÇAĞDAŞ TÜRK ÇOCUK EDEBİYATI ........................................................................ 57 Contemporary Children’s Literature in Kosova Aziz KILINÇ, Aslı TARHAN
ROMEN-TÜRK KÜLTÜREL ETKİLEŞİMİNİN ROMEN DİLİNE YANSIMALARI ................................ 67 The Effects of the Romanian-Turkish Cultural Interaction on the Romanian Language Ragıp GÖKÇEL
SULTAN ABDÜLHAMİD DÖNEMİ OSMANLI DEVLETİNDE YABANCI İŞÇİLER: KARADAĞLILAR . 83 Foreign Workers in Ottoman Empire in Abdul Hamid Era: Montenegrins Uğur ÖZCAN
BİR BALKAN ŞEHRİ OLARAK ÜSKÜP’TE ŞİKÂYET HAKKININ KULLANIMI VE ŞİKÂYET MEKANİZMASI (1649-1675) ........................................................................................................ 107 The Using of the Right of Complaint and the Complaint Mechanism in Skopje as a Balkan City (1649-1675) Murat TUĞLUCA
MODERN ÇAĞIN ÖTEKİSİ BALKANLAR VE 20.YÜZYILIN BAŞINDA AVRUPA’DAN BALKANLARA BAKMAK ..................................................................................................................................... 129 “The Othering” Of The Modern Era: The Balkans And Lookıng to Balkans From Europe at The Beginning of the 20th Century Galip ÇAĞ
IV
HER LAHZÂ BİR ALEV GİBİ HASRETİ DUYULAN KENT ÜSKÜP ................................................ 145 Always Longed City: Üsküp Maksut YİĞİTBAŞ
BOSNALI DİVAN ŞAİRLERİNDE MAHALLÎLEŞME ...................................................................... 160 "Mahallîleleşme" Process in Poetry of Bosnian Divan Poets Alena ÇATOVİÇ
BALKAN SAVAŞLARI’NDAN GÜNÜMÜZE BATI BALKANLAR VE KÜLTÜRLERARASI İLETİŞİM BAĞLAMINDA TÜRKİYE İLE İLİŞKİLER ...................................................................................... 170 West Balkans Since the Balkan Wars Until Today and the Relations With Turkey in the Context of Inter-Cultural Communication Sibel AKOVA
RUMELİ ŞAİRLERİNDEN ÂHÎ’NİN ŞİİRLERİNDE KİMSESİZLİK DUYGUSU ................................ 202 The Sense of Disolationin Poems of Ahi Who Is One of the Rumeli Poets Ahmet DOĞAN
BİR KIBRISLI TÜRK’ÜN GÖZÜNDEN:BALKANLAR’IN HRİSTİYAN TÜRK HALKI GAGAUZLAR ... 215 Through the Eyes of a Turkish Cypriot :Balkan’s Christian Turkish Gagauz People İsmail BOZKURT
1990 ÖNCESİ BALKAN (YUGOSLAVYA) TÜRKLERİNİN ÇOCUK EDEBİYATINDA OTORİTER – ANTİ OTORİTER DİL KULLANIMLARI ......................................................................................... 226 The Usage of Authoritarian – Anti-Authoritarian Language at the Children's Literature of the Balkan (Yugoslavia) Turks Before the 1990 Şenel GERÇEK
BALKANLARDA BİRLİK FORMÜLÜ............................................................................................. 234 Balkans Unity Formula Hasan YAZICI
BİR BALKAN MUHACİRİ: FİLİBELİ AHMED HİLMİ VE “HİKMET” GAZETESİNDE BALKANLAR ... 252 Filibeli Ahmed Hilmi and Balkans in the Newspaper of “Hikmet” Ahmet KOÇAK
MANEVİ MİRAS KATLİAMI; BOSNA-HERSEK’TE KENTKIRIM .................................................... 274 Destruction of the Cultural Heritage; Urbicide in Bosnia-Herzegovina Ulvi KESER
ÖZEL SAYI DIŞINDAKİ MAKALELER
POPÜLER KÜLTÜR VE TÜRKÜLERİMİZ .................................................................................... 300 Popular Culture and Turkish Folk Songs Hatice Selen TEKİN
TÜRK MUTFAĞINDAN KAYBOLAN KERKÜK YEMEKLERİ ......................................................... 326 Lost Kirkuk Dishes in Turkish Cuisine Ziyat AKKOYUNLU
KÜLTÜREL BELLEĞİN RİTÜEL YOLUYLA KURULUŞU .............................................................. 344 Constructing the Cultural Memory By the Rituals Serpil MURTEZAOĞLU
YAZI TESLİM KURALLARI ................................................................................................................. 351
HALKBİLİMİ DERGİSİ
1
SÖZBAŞI
Balkanlar, Türkoloji çalışmaları için çok önemli bir coğrafyadır. Türkoloji
çalışmalarına bu bölgede ağırlık verilmesi, gerek Türk kültürü ve tarihi açısından
gerek Türklerle etkileşim içine girmiş diğer Balkan toplumları açısından büyük
öneme sahiptir. Sırbistan’dan Karadağ’a, Makedonya’dan Kosovaya,
Arnavutluk’tan Romanya’ya kadar Türkler, Balkan coğrafyasında kadim izler
bırakmışlardır. Osmanlı İmparatorluğundan çok önceleri bölgeye yerleşen
Peçenekler, Uzlar ve Avarlar gibi Türk topluluklarının izleri günümüzde dahi
görülmektedir. Osmanlıların bölgeyi fethiyle yarımadada güçlü ve silinemez etkiler
kalmıştır. Osmanlılar, Balkan folkloru, dili, tarihi, mimarîsi, etnik yapısı, inanç
atlası üzerinde derin etkiler bırakmıştır. Bu etkiyi vurgulayan araştırmacılardan
birisi Bulgar akademisyen Maria Todorova’dır. Balkan uzmanı Maria Todorova’ya
göre; “Balkanlar Osmanlı mirasıdır, ifadesi abartılı değildir.”
Türk kültürünün Balkan coğrafyasındaki etkisini anlamamızı sağlayacak
önemli bir husus yarımadanın ismidir. Yarımadaya ismini veren “Balkan” ifadesi
Türkçe bir kelimedir. Yarımadaya isim verecek kadar bu coğrafyaya etki etmiş bir
milleti inceleyen bilim dalının yegâne çalışma alanlarından birisi Balkanlar
olmalıdır. Bu sebeple Balkanlarda Türkoloji çalışmalarına daha çok ağırlık
verilmeli ve Balkan coğrafyası daha çok gündeme getirilmelidir. Balkanlardaki
Türkoloji çalışmaları sadece Türkler açısından değil; diğer Balkan toplumları için
de büyük öneme sahiptir. Türklerle etkileşim içine girmiş bu toplumların maddî,
yazılı ve sözlü kültür unsurlarının daha kapsamlı ve derin tahlili karşılaştırmalı
çalışmalar yapılarak ortaya çıkacaktır. Mesela; Balkanlardaki Müslüman, Katolik
ve Ortodoks toplumların tarih çalışmalarının önemli kaynakları Osmanlı
arşivleridir. Bu arşivlere ulaşmadan VII asırlık bir tarihî mirasın tahlili yüzeysel
kalacaktır.
2012 yılı Balkan Savaşları’nın 100. yıldönümüne denk gelmektedir.
Savaşların sonucunda; yaşanan göçler, kurulan devletler, kültür atlasındaki
değişimler başlı başına önemli çalışma alanlarıdır. Bölgeyi şekillendiren bu önemli
savaşların 100. yılı münasebetiyle; Balkanları incelemek ve tahlil etmek için uygun
bir zamanda olduğumuz kanaatindeyim. Balkan çalışmaları için bu önemli zaman
MOTİF AKADEMİ
2
diliminin farkında olan önemli merkezlerden birisi “Motif Ailesi”dir. Balkan
Savaşlarının 100. yılı münasebetiyle kültürel çalışmaların önemli ve saygın
dergilerinden olan Motif Akademi bu sayısını Balkanlara ayırmıştır. Balkan
Savaşları’nın 100. yıldönümünde Balkan sayısı çıkarma inceliğinde bulunan Motif
Akademi’nin kıymetli yöneticilerine ve editörü Doç. Dr. Işıl ALTUN’a Balkan
araştırmaları yapan bir Türkolog olarak teşekkür ederim.
Yrd. Doç. Dr. Fatih İYİYOL*
* Süleyman Şah Üniversitesi, Balkan Çalışmaları Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü, Türk Dili
ve Edebiyatı Bölüm Başkanı, [email protected]
HALKBİLİMİ DERGİSİ
3
SUNUŞ
Değerli Okurlar,
Motif Akademi Halkbilimi Dergisi’nin 2012/1 sayısını “Balkan Dosyası”
adı altında yayımlamıştık. Balkan Savaşlarının 100. yılı münasebetiyle Balkanlar’a
ayırdığımız bu sayımızda yeterli sayıda yazıya erişemediğimizden dergimize, “Özel
Sayı” değil; “Balkan Dosyası” demeyi tercih etmiştik. Üzerinde çalışılan bir bölgenin
coğrafik genişliği, sosyal-kültürel mevzularının zenginliği aslen bir olumlulukken,
dergimizi çıkarma aşamasında zorlanmamıza neden olmuştu. Yılda iki defa
yayımlanan Motif Akademi Halkbilimi Dergisi’nin 2012/2 sayısında duyurularımızı
daha iyi yaptık, istediğimiz yazı sayına ulaştık ve bu sayıya “Balkanlar Özel Sayısı”
demeyi uygun bulduk.
Diğer sayımızda da belirttiğimiz gibi, Balkanlar’a ait pek çok bilgiyi, belgeyi
gelecek nesillere aktarmak amacıyla basıma hazırladığımız Motif Akademi Halkbilimi
Dergisi’nin Balkanlar ile Türkiye arasında kültür taşıyıcısı görevi üstlenmesini
amaçladık. Bu amaçla, Balkanlar’a ayırdığımız 2012 sayılarımızla Türkiye dışında,
Balkan yarımadasında yaşayan Türklerin sosyal, ekonomik, kültürel yapısına, dil ve
edebiyat varlıklarına, kültürel ve siyasal mevzularına; Bulgaristan’dan Makedonya’ya;
Kosova’dan Arnavutluk’a kadar hemen her ülkeden seçilmiş yazılara yer verdik.
Değerli Okurlar,
Motif Akademi Halkbilimi Dergisi yayın hayatına elektronik olarak da
devam edecektir. Elektronik ortamda belgelerin güvenilirliği ve sürekliliği en önemli
sorunlardan biri olduğu için dergimizin DOI (Sayısal Nesne Tanımlayıcı)’ye kayıtlı
olmasını önemsedik. Motif Akademi Halkbilimi Dergisi’nin tüm sayılarını; hatta
Motif Vakfı Yayınlarını elektronik ortamda bulabileceğinizi belirtmek isteriz. 2013/1
Motif Akademi Halkbilimi Dergisi’nin “Kıbrıs” konulu olacağı haberini de buradan
vermek isteriz.
2012/2 Motif Akademi Halkbilimi Dergimizin “Balkanlar Özel Sayısı” na
yazıları ile destek veren tüm yazarlarımıza ve bu sayımızın misafir editörlüğünü
üstlenen Süleyman Şah Üniversitesi Balkan Çalışmaları Araştırma ve Uygulama
Merkezi Müdürü Yrd. Doç. Dr. Fatih İyiyol’a teşekkür ediyorum.
Saygılarımla.
M. Zeki BAYKAL
MOTİF AKADEMİ
4
PREFACE
Dear Readers,
We had published 2012/1 edition of Motif Academy Folklore Magazine under
the title of “Balkan File”. We had preferred to call this edition, which was spared to
the Balkans, because of 100th anniversary of Balkan Wars, as “Balkan File” and not
“Special Balkans Edition”, since we couldn’t reach enough number letters. Despite of
the fact that the richness of social, cultural issues and the largeness of the geographical
region had a positive effect, they had also caused us to have difficulties during the
stage of publishing of our magazine. We have made our announcements better in
2012/2 edition of Motif Academy Folklore Magazine, which is published only two
times in a year, and reached the sufficient number of letters and documents. Thus we
found more convenient to name this edition as “Balkans Special Edition.
As we expressed in our earlier edition, we aimed Motif Academy Folklore
magazine, which are prepared for the purpose of transmitting lots of information,
belong to Balkans, to take the task of conveying the culture between Balkans and
Turkey to the next generations. Therefore, we gave place to articles, selected from all
countries, from Bulgaria to Macedonia, from Kosovo to Albania, and to social,
economical, cultural structures of the Turkish people, who live in Balkan Peninsula in
our 2012 editions.
Dear Readers,
Motif Academy Folklore Magazine will also maintain its publishing life in
electronic environment. Since the reliability and sustainability of subjects were very
much important in electronic environment, our magazine had to be registered in DOI
(Digital Object Identifier). We hereby would like to express that you can find all issues
of Motif Academy Folklore Magazine and Motif Foundation Publications in electronic
environment, now. We hereby would like to announce that “Cyprus” will be the
subject of 2013/1 edition of Motif Academy Folklore Magazine.
I hereby express my sincere gratitude and thanks to all our writers, who
supported us with their articles in “Balkans Special Issue” of 2012/2 Motif Academy
Folklore Magazine and Ass. Prof. Dr. Fatih Iyiyol, Director of Balkan Studies
Research and Application Centre, who contributed in this issue as Guest Editor,
Sincerely.
M. Zeki BAYKAL
MOTİF AKADEMİ
6
DİVAN EDEBİYATI AÇISINDAN BİR KÜLTÜR MERKEZİ OLARAK
BOSNA1
Bosnia as a Cultural Center for Divan Literature
Hüseyin GÖNEL*
Özet: Divan edebiyatı, Osmanlı kültür coğrafyasındaki birlik ve bütünlüğün
göstergelerinden biri belki de en dikkat çekici olanıdır. Bünyesine aldığı bütün unsurları
aynı estetik esaslarla yoğuran ve ürüne dönüştürme mucizesi gösteren Osmanlı medeniyeti
bu ahengi Bosna’da da gerçekleştirmiştir. Beş asra yakın Türk idaresinde kalan bölge
Osmanlı kültür kurumlarıyla donatılmış ve bunun neticesinde yüzü aşkın Türkçe yazan şair
ve yazar yetişmiştir. Çalışmamızda Bosna’yı bir kültür merkezi haline getiren fetih, imar,
iskân ve eğitim politikaları Divan edebiyatı açısından ele alınmıştır.
Anahtar kelimeler: Divan edebiyatı, Bosna, Osmanlı kültür merkezleri
Abstract: Divan Literature is one of the most striking indicators of the unity and
integrity in the Ottoman geography. Ottoman civilization, who blend all the components it
contains with aesthetical bases and miraculously transform them to product, performed
that miracle in Bosnia. The abundance of Ottoman cultural institutions in the region, ruled
by the Turks for approximately five centuries, was an important factor in the emergence of
the writers and poets producing literature in Turkish. In this work, policies of conquest,
reconstruction, settlement and education that make Bosnia a center of culture will be
studied in light of Divan Literature.
Key words: Divan literature, Bosnia, Ottoman cultural centers
1 Bu makale 17 Mayıs 2011 tarihinde Bosna-Hersek’in başkenti Saraybosna’da düzenlenen
“Bosna’dan Divan Şiirine Bakış” konulu panelde sunulan bildirinin yeniden gözden geçirilmiş ve
genişletilmiş halidir.
* Yrd. Doç. Dr, International Burch University, [email protected]
HALKBİLİMİ DERGİSİ
7
Giriş
Türk kültür ve medeniyeti Osmanlı Devleti ile birlikte yeni bir sürece
girmiş ve yeni bir yüz kazanmıştır. Devrin makbul gördüğü sanatların hemen her
biri Osmanlılar elinde yeniden yorumlanmış ve gelişmiştir. Nitekim “Osmanlı
döneminde meydana getirilen eserler, onu yapan millet ruhunun çeşitli şekillerde
görüntüsünden ibarettir. Başka bir söyleyişle, Selimiye taşın şiiri ise, Kanuni
Mersiyesi şiirin mimarisidir.” (Kurnaz, 2009: 203). Divan edebiyatı, mimarîde ve
musikide şaheserler ortaya koyan bu medeniyetin en önemli unsurlarından biri ve
ayrılmaz bir parçasıdır. Türk diliyle eserler verilen bu edebî geleneğin Osmanlı
kültür hayatında mühim bir yeri vardır.
Kültür bir milletin duygu ve düşüncelerinin dil, resim, müzik, mimari gibi
araçlarla görünür hale gelmesi ve bir üsluba bürünmesidir. İslamî nitelikli Türk
kültürü bu üslubun zirvesine Osmanlılarla ulaşmıştır. Osmanlıda bütün güzel
sanatların hareket noktasında ise tevhit inanışı vardır (Kurnaz, 2011: 8). Çok geniş
bir coğrafyada mimariden musikiye, tezhipten minyatüre aynı renk ve desende bir
birliğin yakalanmış olması şüphesiz yine tevhit düşüncesinin bir yansımasıdır.
Divan edebiyatı bu düşüncenin söz yoluyla ifade edildiği mahaldir.
Osmanlılarda Yıldırım Bayezid döneminden başlayarak sarayın himaye
ettiği şairler yetişmeye başlar. İlim, kültür ve sanata değer veren, kendisi de şair
olan II. Murad ile birlikte şiir/şair Osmanlı sarayında ve dolayısıyla kültür
hayatında önemli bir yer kazanır. İstanbul’un fethiyle bir ilim, kültür ve sanat
merkezi haline getirilen başkent gelişen, serpilen edebî Türkçenin ve şiirin de
merkezi olur (Şentürk ve Kartal, 2007: 202-208).
Osmanlı kültürünü besleyen asıl ana güç merkezi İstanbul ve saraydır.
İstanbul’un taşraya yansıması ilk aşamada şehzade sancaklarının küçük birer
başkent görünümü kazanması şeklinde olmuştur. İstanbul dışındaki sanatkârlar
şehzade valiler tarafından korunup gözetilmiştir. Onları örnek alan devletin ileri
gelenleri, ağa, bey ve bazı önemli zevatın düzenlediği toplantılar da bu yapının
birer uzantısı olarak kültür hayatındaki yerini almıştır (İsen, 1997: 72, 83). Böylece
şairin değerinin bilindiği şiirin başköşede olduğu edebî muhitler teşekkül etmiştir.2
Osmanlı Türk kültürü ve edebiyatı siyasî hâkimiyetin olduğu her yerde gerek
halk gerekse münevver zümre arasında benimsenmiştir. Medrese ve tekkeler, idarî ve
askerî görevliler, ilim adamları, tarikatlar ve müntesipleri, şair ve edip askerler
vasıtasıyla küçük büyük birçok merkezden gelişerek yayılmıştır (Çelebioğlu, 1994:
2 15. ve 16.yüzyıllarda edebî muhitlerin teşekkülüne dair bk. (İpekten, 1996).
MOTİF AKADEMİ
8
32). “Osmanlı mucizesinin şifrelerinden biri; mensuplarını gücü ve yeteneği
nispetinde bu eylemin etkin birer öznesi kılmayı başarmasıdır.” (Kurnaz, 2011: 8).
Osmanlı kültür hayatının bütün renklerinin ortaya konduğu şehirlerde
eğitimden sanata, mimarîden musikiye, edebiyattan yazıya kadar geniş bir alanda
kültürel bir canlılık göze çarpmaktadır. Bu alanların birbiriyle dolaylı dolaysız
bağlantısından söz etmek mümkündür. Yahya Kemal, şair ve şiir üzerine yaptığı
bir değerlendirmede zevk ve üslup birliğini yakalamış o dönem sanatlarının toplum
tarafından nasıl benimsendiğini şöyle ifade ediyor:
"Şair bütün öteki sanatlara bağlıydı. Hattat yazıyor, mücellit ciltliyor,
müzehhip tezhipliyor ve bestekâr ondaki şarkıları besteliyor. Şaire, mimar
camilerinin, mescitlerinin, saraylarının, hanlarının, medreselerinin, çeşmelerinin,
şadırvanlarının cephelerinde bir yer ayırıyordu; taşçı kitabe taşını kesiyor, hattat
kitabeyi yazıyor, hakkâk oyuyordu… Hâsılı şair bütün sanatlara, bütün hayata
böyle bağlarla bağlı ve o cemiyetin timsali idi. Şiirin aletleri, usulleri, lisanı, zevki
birdi ve her yerde aynı seviyeye hitap ediyordu. Teselya Yenişehir'deki şairin
gazelini Diyarbekir konaklarında, Urfalı şairin kasidesini Bosna-Saray
konaklarında okuyor, anlıyor, coşuyorlardı." (Okuyucu, 2006: 37).
Osmanlı Devleti’nin hâkimiyeti süresince dil bakımından da büyük bir etki
ve etkileşim gözlenmektedir. Bir imparatorluk dili olarak fethedilen topraklarda
yaşayan Türkçe bu dönemde tarihindeki en yaygın seviyeye ulaşmıştır. 1641
yılında Türkçe-İtalyanca bir sözlük hazırlayan Giovanni Molino, eserin ön sözünde
Osmanlı Devleti’nin resmi dili olan Türkçenin bu devletin sınırları içinde 55 krallık
ve beylik, 33 ulus tarafından günlük iletişimde kullanıldığını nakleder (Develi,
2006: 12).
Balkanlar ve Bosna-Hersek
Avrupa’nın güneydoğusunda yer alan Balkanlar jeopolitik konumu
dolayısıyla çok farklı kültürlerin etkisinde kalmıştır. Bu etkilerden ikisi bölgenin
kaderi üzerinde silinmez izler bırakmıştır. İlk olarak Roma imparatorluğunun ikiye
bölünmesiyle yaşanan siyasî ayrılığın mezhepsel ayrılığa dönüşmesi neticesinde
yaşanan din merkezli üstünlük kurma mücadelesi, ikinci olarak Osmanlılar eliyle
İslam’ın bölgeye yerleşmesi siyasî ve dinî bakımdan bölgeyi şekillendirmiştir. 3
3 Roma imparatoru I. Theodosius devletin topraklarının iki oğlu arasında paylaştırınca ortaya çıkan
siyasî ayrılık mezhepsel ayrılığa dönüşmüş, 1054 yılında dinî bakımdan Ortodoksluk ve Katoliklik
ortaya çıkmıştır. Bu iki mezhep birbirleriyle Balkanlarda hakimiyet sağlamak için amansız bir
mücadele içine girmiştir (Karpat, 1992: 28). Doğu Avrupa, Roma ve Bizans döneminde dil ve din
HALKBİLİMİ DERGİSİ
9
Osmanlılara kadar Roma, Bizans ve yerli hanedanların hâkimiyetinde
kalan Bosna’ya ilk Türk akınları 1386 yılında başlamıştır. 1392 yılında Üsküp’ün
fethiyle birlikte artan Osmanlı nüfuzu Bosna Kralı II.Tvrtko’nun Osmanlı
hakimiyetini kabul etmesiyle sonuçlanmıştır (1428-1429). 1463 yılında ise Bosna
Türkler tarafından fethedilmiştir. Fetihten sonra sancak ve daha sonra eyalet haline
getirilen bölgenin merkezi sırasıyla Saraybosna, Banaluka ve Travnik olmuştur.
Bölge Osmanlı döneminde Bosna, Hersek, Klis, İzvornik, Kırka, Zacesne, Bihaç
sancaklarından oluşuyordu (Djurdjev, 1992: 298; Emecen, 1992: 296).
1878’de Avusturya-Macaristan idaresine verilen Bosna-Hersek 1908
yılında resmen Osmanlı idaresinden çıkmıştır. Bu tarihe kadar yaklaşık 450 yıl
süren Osmanlı hâkimiyeti, Boşnakların İslamiyeti seçmeleri yanında halkın
gündelik hayat tarzına kadar inen derin bir kültürel etkiye yol açmıştır. Osmanlılar
tarafından kurulan veya geliştirilen yerleşim yerleri birer Türk-İslam şehrine
dönüşmüştür. Tımar sisteminin başarılı bir şekilde uygulanması ile sosyal ve
iktisadî hayatta büyük değişiklikler meydana gelmiştir (Djurdjev, 1992: 297, 298).
Bosna’da Türk-İslam Kültür Hayatının Temelleri
Bosna-Hersek bölgesi 1463 yılından başlamak üzere kademeli Osmanlı
topraklarına katılmıştır. Fetihle birlikte Osmanlıların iskân, kültür ve eğitim
politikaları önemli ölçüde etkili olmuş; birbiri ardına açılan tekkeler, camiler;
hanlar, hamamlar, kervansaraylar, çarşılar; mektep ve medreseler toplum hayatında
derin etkiler ve değişimler meydana getirmiştir. XVI. yüzyıla gelindiğinde ise
Bosna, çoğu Türkler tarafından kurulan veya geliştirilen Türk-İslam dokusuna
sahip şehirlere kavuşmuştur.
Kültür hayatımızda bazı şehirler belli dönemlerde önem kazanmıştır.4 Bu
önem genellikle şehrin stratejik konumundan kaynaklanmıştır. Tarihin her
bakımından büyük değişikliklere uğramıştır. Bölge halklarının din tercihi günümüze kadar devam
edegelen siyasî ve kültürel yapının da temelini oluşturmaktadır. Bu konuda bölgeyle ilgili Graham
E. Fuller’in “İslamsız Dünya” adlı eserindeki tespiti dikkat çekicidir: “Doğu Avrupa’da Doğu-Batı
rekabeti devam ederken Sırplar, Bulgarlar, Rumenler, Ruslar ve Arnavutluğun güneyindeki nüfus
Ortodoksluğa geçirilmişti. Öte yandan Roma da boş durmayarak Polonyalılar, Çekler, Slovaklar,
Hırvatlar, Slovenler ve Macarları Katolikliğe geçirmeyi başarmıştı. Varlıklarını günümüze kadar
koruyan bu halkların din konusunda yaptıkları seçimler gelecekteki siyasî ve kültürel yönelimlerini
de şekillendirecekti. Baltık Denizi ve eski Yugoslavya’dan Ege’ye kadar uzanan keskin bir Latin-
Ortodoks fay hattının varlığından bugün de söz etmek mümkündür.” (Fuller, 2010: 81). 4 Tezkirelerde geçen şairlerin doğum yerlerine göre sıralanan kültür merkezi şehirler için bk. (İsen,
1997: 67-70).
MOTİF AKADEMİ
10
devresinde ekonomik, sosyal ve askerî bakımdan yollar ve yol güvenliği önemli
olmuştur. Gerek haberleşme, gerek ordu sevki, gerekse ticarî malların naklinde yol
ve güzergâh emniyetine dikkat edilmiştir5
(Halaçoğlu, 2007: 164). “Osmanlı
imparatorluğunda bütün iktisadî faaliyet, yolların geçtiği yerler ile bu yolların
vardığı liman ve şehirlerde toplanmıştır.” (Halaçoğlu, 2007: 165). Bosna hem sınır
(uç) bölgesi olması, dolayısıyla Avrupa’nın içlerine doğru yapılan akınlarda üs
olması, hem de ticaret yolları üzerinde olmasından dolayı stratejik bir öneme sahip
olmuştur. Saraybosna ve Mostar gibi şehirler Dubrovnik6 ve liman bağlantısının
Balkanlara, Karadeniz’e ve İstanbul’a kadar ulaştırılmasında önem taşıyordu.
Bosna’da Türk-İslam kültürünün serpilip gelişmesi her şeyden önce
Boşnakların İslamlaşmasıyla ilgilidir. Burada asıl önemli nokta Bosnalıların
İslamiyeti Türkler vasıtasıyla tanımış olmalarıdır. Böylece Bosnalılarla din bağı da
kurulmuş oluyordu. “Din birliği üzerine kurulan büyük medeniyetler, içlerine
aldıkları çeşitli milletlerin kültürlerini az çok müşterek bir hüviyete büründürürler”
(İsen, 1997: 77). Bu ortak kimlik Osmanlı kültüründe özellikle önemli yer tutan
cami, medrese ve tekke merkezliydi. Tekke geleneğinin yaygın ve hâlâ canlı
olduğu Bosna’da Türkçe ilahiler, kasideler, gülbanklar, dualar varlığını bugün de
sürdürmektedir.7
Osmanlı idarî ve askerî sisteminde önemli bir yeri olan devşirme usulü
gayr-i Müslimleri kapsardı. Müslüman tebaadan olan Boşnaklar için bir istisna
yapılmış ve Müslüman olan Bosnalıların çocukları sadece saray ve Bostancı
Ocağına alınmıştır.8 Rivayete göre Bosna halkının İslamiyeti kabullerinden son
derece memnun olan Fatih Sultan Mehmed, kendisinden bir dilekleri olup
olmadığını sormuş; onlar da padişahın hizmetinde bulunmak istediklerini
bildirmişler. Bunun üzerine Bosnalı çocukların da saray için devşirilmesi kanun
5 Osmanlı devletinde yol ve seyahat emniyeti şehirler, kervansaraylar, kaleler ve derbent denilen
küçük kale karakolları vasıtasıyla sağlanmıştır. Müstahkem derbent tesisleri dört tarafı duvarlarla
çevrili, küçük kale şeklinde olup, yanında han, cami, mektep ve dükkânlar bulunan bir kasaba
hüviyetindedirler (Halaçoğlu, 2007: 173,174). Dubrovnik yolu üzerindeki Poçitel Köyü tipik bir
derbent örneğidir. 6 Dubrovnik, 1365’ten itibaren Osmanlı Devleti’nin himayesinde bulunan ticarî bir şehir devletidir. Asya
ve Avrupa ticaretinde önemli bir merkez olan şehir aynı zamanda İpek yolunun İstanbul-Edirne-
Sofya-Niş üzerinden Adriyatik’e ulaşan uzantısının başlangıç ve bitiş noktası kabul ediliyordu. Ayrıca
Osmanlılara tâbi bu küçük cumhuriyet ileri bir karakol görevi görerek, Avrupa’da olup bitenler,
Venedik ve Haçlı donanmaları hakkında haber kaynağıydı (Turan, 1994: 542-543). 7 Bosna Hersekte’ki tekke geleneği hakkında geniş bilgi için bk. (İyiyol, 2012). 8 Devşirme sistemi Bosna’da olduğu gibi benzer şekilde Arnavutluk’ta da uygulanmıştır. Bunun
neticesinde en az 32 Arnavut kökenli sadrazam ve çok sayıda yönetici yetişmiştir (Bilge, 1991: 386).
HALKBİLİMİ DERGİSİ
11
olmuştur9
(Yakuboğlu, 2006: 128). Devşirme çocuklara Türkçenin çok iyi
öğretildiği bilinmektedir. Türk ailelerin yanına verilenler veya saray hizmetine
alınanlar iyi derecede Türkçe öğrenir, idarî veya askerî görevleri sırasında devletin
resmi dili ile vazifelerini ifa ederlerdi.
Devlet dilinin Türkçe olması doğal bir şekilde Boşnak, Sırp ve Hırvatların
bu dilden bazı alıntılar yapmaları ile sonuçlanmıştır. En azından çarşı pazarda
sürekli artan Türk göçmenlerle, devlet görevlileriyle anlaşmak gibi ihtiyaçlarla
günlük dildeki bazı kelimeler, basit kalıplar kullanılmaya başlanmış böylece bu
dillere de pek çok Türkçe kelime girmiştir.10
Burada asıl dikkat çeken husus
Türkçeden gelen bu alıntılar Türkçe bilmeyenler için Türklerle anlaşmada basit bir
ortak dil / ortak ticaret dili (lingua franca) temelini oluşturduğu gerçeğidir (Hazai,
1; Develi, 2006: 28-29). Mesela 1664 tarihinde Mostar’ı ziyaret eden Evliya Çelebi
halkın fasih, beliğ ve şâirâne Türkçe konuştuğunu, bunun yanında Boşnakça ve
Latince konuştuğunu bildirmektedir (Aruçi, 2005: 296; Develi, 2006: 35).
Osmanlı toplumu günlük konuşma dili, din dili, edebiyat dili bakımından
da doğal olarak çok dilli bir yapıya sahipti. Medreselerde eğitim alanlar Türkçe,
Arapça ve Farsça bilirdi. Özellikle İstanbul’un fethinden sonra Türkçenin edebî dil
olarak gelişim göstermesi ve 16.yüzyılda zirveye ulaşması Müslüman olan hemen
her halktan aydınların Türkçe yazması sonucunu doğurmuştur. Türk dilinin bu
etkisi devletin bütün bölgelerinde kendini göstermiştir. Bu açıdan Bosna’da Türkçe
yazma geleneğinin sağlam bir temele dayandığı görülmektedir.11
Bosna-Hersek’te klasik tarzda verilen edebî ürünleri üç kısımda
inceleyebiliriz:
Müslüman olan Bosnalılar tarafından verilen eserler
Askerî ve idarî görevi dolayısıyla bölgede bulunanların yazdıkları
Tekke ve zaviye erbabı tarafından yazılan eserler.
9 XVI.-XVII. yüzyıllar içinde 22 Bosnalı sadrazam Osmanlı Devletinde görev yapmıştır (İsen, 1997: 519). 10 Abdullah Škaljić tarafından 1965 yılında Saraybosna’da basılan “Turcizmi u Srpskohrvatskom
Jeziku” (Sırpça-Hırvatça Dilinde Türkçe Kökenli Kelimeler) adlı sözlükte 8878 kelime ele alınmıştır. 11 “Tarihlerden anlaşıldığına göre Osmanlı kültür hayatının bir merkezde kendini göstermesi ve ürün
vermesi takribi 50-100 bazen de 150 yıl sürmektedir. Bu sürede kültür kurumlarının tesis edilmesi
ve işler hale gelmesi önem kazanmaktadır.” (Gönel, 2012:4).
MOTİF AKADEMİ
12
Osmanlıların Şehir ve Kültür Politikasının Bosna’ya Yansıması
Bilindiği gibi Osmanlı şehirleri karakteristik bir yapıya sahiptir. En küçük
yerleşim birimleri olan mahallelerden başlamak üzere şehirlere kadar bütün yapı
cami merkezlidir. Osmanlı şehirlerinde görülen benzer sosyal ve kültürel yapıyı
din birliğine bağlayan Mustafa İsen, bu birlikteliği özellikle şehirlerde
gözlemlemenin mümkün olduğunu vurgular. İsen’e göre İslam şehirde doğmuş bir
dindir ve ibadetlerin çoğu cemaatle yapılır. Bu yüzden Müslüman şehirlerin
çekirdeğinde cami bulunur. Şehirler camiler etrafında kurulur. Ana yollar, çarşı ve
öğretim kurumları cami merkezlidir.12
Yeni yerleşim yerlerine ihtiyaç
duyulduğunda da en küçük yapı birimi olan mahalleler bu usulle kurulur13
(İsen,
1997: 77-78).
“Yeni bir düşünce, hayat anlayışı ve medeniyet getiren İslamî öğreti,
anlaşılması, anlatılması ve yeniden yorumlanması için ilk dönemlerden itibaren
camilerin yanında ve onlarla iç içe eğitim öğretim merkezleri teşekkül ettirmiştir.
Daha sonra medrese adını alacak olan bu kuruluşlar yine daha sonra teşekkül
edecek olan tekkelerle birlikte şehirlerin kültürel alt yapılarını oluşturan başlıca
kurumlardır. Şehir, coğrafî konumunun kendisine sağladığı olumlu imkânlar ya da
bağlı olduğu uygarlığın kendisine olan ihtiyacı doğrultusunda siyasî ve ekonomik
açıdan gelişip serpilirken sözü edilen kültürel kurumları da tesis eder.” (İsen,
1997: 78).
Osmanlı kültür kurumlarının cami, medrese, tekke merkezinde
şekillendiğine yukarıda temas edilmişti. Bunların yanında çarşı, hamam,
kütüphane vb. yerler; konumuna göre han, kervansaray, değirmen ve hastane de
eklenmektedir. Bu kurumlar ise varlıklarını vakıflar sayesinde sürdürmektedir.
Vakıf geleneği şehrin imarından kültür hayatının devam etmesine kadar önemli bir
yere ve etkiye sahiptir.14
İmaretler her milletten ve inançtan ihtiyaç sahiplerinin
buralara akın etmesine; cami, mescit, medrese, tekke, türbe, zaviye, han, hamam,
hastane, çarşı, fırın, boyahane, salhane, su yolları ve kanalizasyon gibi eserler de
şehirlere olan ilginin artmasına sebep olmuştur (Halaçoğlu, 2007: 103).
Osmanlılarda fethedilen yerlere Türk nüfusun yerleştirilmesi bir iskân
politikası olarak uygulanmaktaydı. Türk göçüyle birlikte kültür ve dil öğeleri de
12 Camilerin bu derece merkezde olmasının sosyal hayatla da bağlantısı vardır. Çünkü Osmanlı
toplumunda camiler sadece ibadet yeri değil aynı zamanda birer mektepti. Toplanma, karar alma
ve devlet tarafından yapılan tebligatın da açıklanma yeriydi (Halaçoğlu, 2007: 154). 13 Ayrıca Osmanlı şehirlerinin teşekkülü hakkında bk. (Halaçoğlu, 2007) 14 Osmanlı Sosyal yapısı içinde vakıflar, şehrin imarı, eğitim faaliyetleri ve sosyal dayanışma gibi
önemli hizmetler gördüğüne dair bilgi için bk. (Halaçoğlu, 2007: 160-161).
HALKBİLİMİ DERGİSİ
13
göç etmiş veya diğer bir ifadeyle fetihte bulunmuştur. Özellikle dervişlerin boş ve
tenha araziler üzerinde kurdukları zaviyeler yine onların himmetleriyle büyük
kültür, imar ve din merkezleri haline gelmiştir.15
Onlar tarafından kurulan tekkeler
sosyal yardımlaşma yanında birer imar ve iskân vasıtası, yol güvenliği bakımından
birinci derecede önemli tesislerdir. Bu dervişler aynı zamanda gönüllü olarak Türk
dilini ve dinini yaymaktaydılar (Barkan, 2008: 169, 190-191). Bu bölgelerde evkaf
kayıtlarından, vakfiyelerden anlaşıldığına göre Müslümanların yaşadığı hemen her
köy ve kasabada bir tekkenin var olduğundan söz etmek mümkündür (İbrahim,
2008: 693).
Saraybosna’nın kurucusu olan İsa Bey’in henüz 15.yüzyılın ortalarında
Saraybosna’da Mevlevî Tekkesinin kurulmasını sağlaması ve İsa Bey
Vakıfnamesinin fetihten önceki bir tarihe (1462) sahip olması (Çehayiç, 2008:
743-744) dikkat çekicidir. Bu kurumları takiben bilim, kültür ve sanatın ilk
temsilcileri bu topraklarda boy vermeye başlamıştır. Meseleye edebiyat tarihi
açısından bakacak olursak bu merkezlerden yüzlerce şair ve yazar yetişmiş,
Türkçemizi zenginleştirmeye devam etmişlerdir. Bunların içinde Türkçenin ses
bayrakları sayılabilecek çok sayıda büyük sanatçı vardır (İsen, 1997: 515).
Fetihten sonra Bosna şehir ve kasabalarından büyük bir gelişme meydana
gelmiştir. Anadolu’dan ve diğer yerlerden gelen göçmenler vasıtasıyla Türk-İslam
kaynaklı hayat tarzı hâkim olmuş, klasik Türk el sanatları ziraata göre daha fazla
gelişmiştir.16
Osmanlı esnaf teşkilatı ve lonca sistemi ile birlikte dericilik,
kuyumculuk, askerî malzeme üretimi ve halkın ihtiyaçlarına yönelik esnaf kolları
büyük önem kazanmıştır (Djurdjev, 1992: 299). Evliya Çelebi Saraybosna’daki
bakır işlemeciliğinin ve Foynica’da demir silah aletleri yapımının bu hususta
meşhur yerlerden daha önde olduğunu nakleder (Evliya Çelebi, 2007: 229). Bugün
bile Bosna şehirlerinde benzer sanatların yaşatıldığını görmek mümkündür.
Osmanlı şehirlerinin siyasî ve coğrafî etkinliği oraların gelişmelerinde
büyük rol oynamıştır. Bosna’da Türkler tarafından kurulan şehirlerin tamamı
haberleşme ve nakliyatı kolaylaştırma amaçlı stratejik konuma sahip yerlerde
bulunuyordu. Çoğu Bosna şehri klasik Osmanlı şehircilik anlayışına uygun olarak
çarşı ve mahallelere bölünmüş olarak gelişti. Bunun yanında bazı idarecilerin
girişimleriyle cami, medrese, han, hamam, mektep, kütüphaneler kuruldu, vakıflar
tesis edildi. Tekkelerde dervişlerin şehir halkının manevî duygularına hitap etmesi
15 (Dervişler vasıtasıyla oluşan yerleşim birimleri hakkında ayrıntılı bilgi için bk. (Barkan, 2008;
İbrahim, 2008: 693). 16 Bu durum bölgenin dağlık oluşundan kaynaklanıyor olmalıdır.
MOTİF AKADEMİ
14
dinî kültürün gelişmesini sağladı. “Böylece Bosna şehirleri Türk gücünün kuvvetli
bir kalesi, İslam kültürünün de direği oldu.”(Djurdjev, 1992: 299-300,303).17
Bosna’da Osmanlı Eğitim Kurumları, Medreseler
Osmanlı eğitim sisteminde öğrenci mahalle imamından başlayarak en üst
kademedeki medreseye ulaşıncaya kadar devam eden eğitim hayatında ders geçme
esasına göre yükselirdi. Dersin hocası kendisinden yeterli eğitimi alan öğrencisini
daha merkezî bir yere ve daha üstün bir hocaya tavsiye ederdi. Böylece
İstanbul’daki en yüksek eğitim kurumlarına uzanan bir teamül oluşmuş olurdu.
Yüksek tahsilini tamamlayan öğrenciler diplomalarını aldıktan sonra en alt
seviyedeki medreselerden başlamak suretiyle müderris olarak atanırlardı
(Yakuboğlu, 2006: 141-142). Ayrıca medreselerde eğitim tamamen parasızdı ve
talebenin yiyecek ve giyeceği de karşılanıyordu (Halaçoğlu, 2007: 138).
Osmanlı eğitim sisteminde mektep, tekke, medrese ve yüksek medrese
olmak üzere bir sıralama vardı. Başarılı olan öğrenci hocasının referansıyla daha
yüksek seviyedeki okullarda okuma imkânı buluyordu. Yüksek seviyedeki
medreselerin İstanbul’da oluşu taşradan merkeze doğru bir akışı da tabii olarak
doğurmuş oluyordu. İmparatorluğun hemen her yanında aynı ilim ve kültür
havasının hâkim olmasının bir nedeni de bu yapılanmadır.
Bosna-Hersek’te Türkçe ile klasik tarzda eserler verilmesinin en önemli
nedeni Osmanlı eğitim sistemi olarak görülebilir. Bosna şehirlerine bakıldığında
medrese geleneğinin köklü olduğu yerlerde kültür hayatı daha hızlı gelişme
göstermiştir. Diğer bir ifadeyle medreseler üst bilgi sınıfını yetiştirmesi bakımından
şehrin klasik kültür merkezi olmasında olmazsa olmazlardan biri olmuştur.
Osmanlı medeniyetinin merkezinde dinin özünü teşkil eden tevhit anlayışı
vardır. Bu anlayış gerek medreselerde gerekse tarikatlar vasıtasıyla dergahlarda
yeni nesillere aktarılmış ve hayata hakim kılınmıştır (Aydemir, 2001:46).
“Her Osmanlı eyaletinde olduğu gibi Bosna-Hersek’te de İslamî eğitim ve
kültürün fideliklerini mektepler ve dinî kurumlar oluşturmuştu. Camilerin yanında
bulunan mektepler ve medreseler Bosna Müslümanlarının temel öğretim
müesseseleriydi (Djurdjev, 1992: 304).” Özellikle Saraybosna’nın ikinci kurucusu
kabul edilen Gazi Hüsrev Bey yoğun fetih ve gazâ faaliyetlerinin yanında bölgenin
17 1777 tarihli arşiv belgesinde Bosna “Memâlik-i Mahrûse’nin sedd-i Seddi ve serhadd-i mansûrenin
âhenîn-i kilidi Eyalet-i Bosna’da…” şeklinde “Osmanlı serhaddinin kilidi” olarak ifade
edilmektedir (Osmanlı Belgelerinde Bosna-Hersek, Belge no:35, 2009: 145-146).
HALKBİLİMİ DERGİSİ
15
İslamlaşmasında önemli rol oynayan dinî, ticarî ve kültürel tesisler yaptırmıştır.
Şehrin ortasına kurduğu külliyesi bir sembol olmuş, yüzyıllarca topluma hizmet
vermiş ve medresesinden pek çok kimse yetişmiştir (Okiç, 1996: 454).18
“Bosna’da din ya da mezhep insanlar arasındaki kimlik ayrımının odak
noktasıdır. Müslüman olan ve Osmanlı İmparatorluğunun kültür çevresine giren
Boşnaklar, Türkçe eserler vermeye başlamışlar, hatta devrin icaplarına göre Arapça
ve Farsça kitaplar da meydana getirmişlerdir.” (İsen, 1997: 519)19
. Bosnalılar yüksek
eğitim için genellikle İstanbul’a veya nadiren başka merkezlere gidiyorlardı. Dönüşte
eğitim aldıkları dil ile birlikte kültürünü de beraberlerinde getiriyorlardı. Aynı eğitim
sürecinden geçen bu kişiler fikrî ve edebî zevk birliğine sahiptiler.20
Özellikle şair ve
yazar olanlar o dönem Türk edebiyatının birer parçası haline geliyorlardı. Bu yüzden
Türkçenin Bosna’da edebî bir dil olarak varlık göstermesi ve gelişmesi ağırlıklı
olarak medrese ve tekke kültürü vasıtasıyla olmuştur denilebilir.
Gazi Hüsrev Bey kütüphanesinde bulunan yazma eserlerin çoğu Bosna ve
Balkanların çeşitli yerlerinde istinsah edilmiştir. Buralarda istinsah amaçlı özel
medreselerin bulunduğu, bunlardan birinin de özellikle Gazi Hüsrev Bey Medresesi
ve Hânkâhı olduğu ifade edilmektedir. (Karçiç, 1996: 458). Bugün Bosna-Hersek
Kütüphanelerinde bulunan Türkçe, Arapça ve Farsça yazmaların bu bölgede
çoğaltıldığı gerçeği klasik kültürün etkisini gösteren bir diğer delil olarak
görülmelidir.
18 XVII.yüzyıl seyyahı Evliya Çelebi Saraybosna’dan bahsederken: 104 mahalle, 170 mihrap, 100
adet mescit, buk’a, zaviye, 180 sıbyan mektebi, 47 tekke, 100’den fazla çeşme, 300 yerde sebil,
700 su kuyusu, 176 su değirmeni, beş hamam, 670 hanedan hamamı, üç adet ücretsiz kervansaray
şeklinde bilgi vermektedir (Evliya Çelebi, 2007: 224-226). 1875 tarihli Bosna Salnâmesine göre
Osmanlı idaresinden ayrılırken Saraybosna’da 101 cami ve mescit, 9 tekke, 17 türbe, 7 medrese, 47
mektep, 5 hamam, 3 kervansaray, 21 han, 7 köprü, 1 rüştiye, 1 idadî, 2 hastane vardır (Turan ve
İbrahimgil, 2004: 91). 19 Bosna-Hersek’te Türkçe, Arapça ve Farsça yazanlar hakkında bk. (Ljubovic, Grozdanic, 1995). 20 Osmanlı toplum yapısı, her türlü etnik ve kültürel zenginliği içinde barındırmakla birlikte kültürel
yapıda hâkim bir renge sahipti. “Türk-İslam sentezi sayılabilecek bu renk, öylesine hâkim bir eda
taşıyordu ki bu kültür dairesine giren örneğin Bağdat’ta yetişen Rûhî ile Bosna’da yetişen Kâimî,
coğrafyanın olağanüstü uzaklığına rağmen öz olarak aynı şeyleri dile getiriyorlardı.” (İsen, 1997d:
566). Bu düşünceyi desteklemesi bakımından Çehayiç’in “Bosna-Hersek’te Mevlevîler” (2008)
isimli makalesinde Farsça ve Türkçe yazan Mevlevîlerle ilgili fikir ve sanat açısından yaptığı
değerlendirmeyi aynen alıyoruz: “Mevhum ve estetik formalite açısından Farsça ve Türkçe yazılan
bölgemizdeki Mevlevî eserler, o dönemin Osmanlı-Türk edebiyatındaki akımların ve yöntemlerin
aynını ortaya aksettirmektedir.” (Çehayiç, 2008: 749).
MOTİF AKADEMİ
16
Bosna Şehirleri
Osmanlıların 15.yüzyılda Bosna-Hersek bölgesine gelişleri Balkanların
ileriki yıllardaki gelişimine damga vurmuştur. Bu etki sosyal hayatta, özellikle
şehirlerin oluşması ve gelişmesinde, İslam’ın yayılmasıyla birlikte İslam kültürü,
edebiyatı ve ilminin gelişmesinde kendini göstermiştir.21
En büyük gelişim Gazi
Hüsrev Bey zamanında gerçekleşmiş ve bundan dolayı bu dönem Saraybosna’nın
‘Altın Çağı’ olarak adlandırılmıştır. Sahip olduğu yüksek mevki ve ekonomik
durumu sayesinde Gazi Hüsrev Bey arkasında birçok önemli eser bırakmıştır.
Sanatsal değeri olan bu eserlerin şehirleşme ve inşa alanında da etkisi olmuştur.
Gazi Hüsrev Beyin başlattığı bu gelişim Osmanlı kültürünün Balkanlara
taşınmasının en uygun yolu olmuştur (Zlatar, 2010: 119-120).
Saraybosna şehri Gazi Hüsrev Bey Külliyesinin çekirdeğini oluşturduğu
Başçarşı ve onun etrafında kurulan mahallelerden oluşuyordu. Her mahalle
merkezinde cami veya tekke olmak üzere büyüklüğüne göre medrese ve
kütüphaneye de sahip oluyordu. Bunlar arasında Ali Paşa Camii, Ferhad Bey Camii
ve Külliyesi, Hünkar Camii ve Kütüphanesi, Hacı Sinan Tekkesi, Ali Fakih Camii,
Şeyh Mağribî Camii gibi eserler sayılabilir.
Gazi Hüsrev Bey Vakfiyesinde cami, yanında misafirhane, türbe, şadırvan,
çeşme, caminin karşısında medrese, onun yanında hânkâh, kütüphane, bezistan,
Taşlıhan, hamam, hanlar, Saraybosna çarşısında 200’e yakın dükkân, depo, saat
kulesi, hastane en önemli eserlerdir. Vakıf bünyesindeki hastane Saraybosna’daki ilk
hastane olduğundan ve dini inançları göz önünde bulundurmadan herkese hizmet
verdiğinden dolayı büyük önem taşımaktadır. (Zlatar, 2010: 120). Gazi Hüsrev Bey
zamanındaki şehirleşmenin en önemli delili artan mahalle sayısıdır. Ondan önce 15
olan mahalle sayısı 16.yüzyılın sonlarında 100’e ulaşmış bulunuyordu. Cami merkezli
bu mahallelerde mektep, çeşme, fırın ve bakkalın bulunması zorunluydu. Bu yüzyılın
sonlarına doğru Saraybosna klasik bir Türk-İslam şehri görüntüsüne kavuşmuştur. Bu
zamana kadar 6 cami, 23 mescit, bir medrese, altı tekke, üç hamam, iki han ve
Saraybosna çarşısında çok miktarda dükkân yapılmıştır. Böylece Saraybosna en
önemli ticaret ve kültür merkezi haline gelmiştir (Zlatar, 2010: 161-166).
Türk-İslam kültürü bakımından Bosna-Hersek’in Saraybosna’dan sonra
ikinci önemli şehri olan Mostar, özellikle Osmanlıların fethiyle birlikte gelişmiştir.
XVI. yüzyılın başlarında yapılan Sinan Paşa Camii ve Hamamı, Müslüman
21 “Balkanlarda bugün mevcut pek çok merkezî yerleşim birimini şehir haline getiren Türklerdir. Bu
yüzdendir ki Balkanlarda yakın zamana kadar hangi ırktan olursa olsun bir kimsenin şehirli
sayılabilmesi Türkçe bilme şartına bağlıydı.” (İsen, 1997: 514).
HALKBİLİMİ DERGİSİ
17
nüfusun bölgeye toplanmasını sağlamıştır. Stratejik önemi dolayısıyla Hersek
bölgesinin merkezi haline getirilen Mostar’a 1558’de inşa edilen ve cami, medrese
ve kütüphaneden oluşan Karagöz Bey Küllüyesi’nin damgasını vurduğu
söylenebilir. Ayrıca Keyvan Kâhya Camii ve Medresesi (1553), Koski Mehmed
Paşa Camii ve Medresesi (1617), Nasuh Ağa Camii (1528-29), Nezir Ağa Camii
(16.yy), Saruca İbrahim Paşa Camii (1623-24) gibi kurumların da etkisi söz
konusudur. 1874 tarihli Bosna Salnâmesi’nde Mostar’da 45 cami, beş medrese, bir
rüşdiye, 16 mektep ve 26 hanın bulunduğu kayıtlıdır (Aruçi, 2005: 296).
Dubrovnik yolu üzerinde kurulu Poçitel, etrafı kale surlarıyla çevrili bir
yerleşim birimidir. 1562-63 tarihli Şişman İbrahim Paşa Camii, onun etrafında
medrese, mektep, saat kulesi ve han yapılarından meydana gelen külliye şehrin
çekirdeğini oluşturmaktaydı (Turan ve İbrahimgil, 2004: 148-151). Ayrıca Blagay
Tekkesi bir cazibe merkezi olarak varlığını yüzyıllar boyu sürdürmüştür.
Adriyatik’e çıkan ticaret yolunun üzerinde bulunan Foça’da, Evliya
Çelebi’nin verdiği bilgilere göre 17 cami, 4 mektep, 9 han bulunuyordu. Alaca Camii
(1550-51) ise şehrin nüvesini oluşturuyordu (Turan ve İbrahimgil, 2004: 137).
Banaluka’da Arnavudiye Camii, Ferhad Paşa Camii ve han, kervansaray,
bedesten, hamam, mektep, medrese, şadırvan, çeşme, türbe vb. yapılardan oluşan
Ferhad Paşa Külliyesi şehrin merkezi konumundaydı (Turan ve İbrahimgil, 2004:
130-131).
Küçük bir yerleşim birimi olmasına karşın bir dönem sancak merkezi olan
Travnik, Osmanlı kültür kurumlarıyla donanmıştır. Evliya Çelebiye göre şehirde 17
cami, 4 medrese vardır. Alaca Cami olarak bilinen Süleyman Paşa Camii ve çarşısı,
Elçi İbrahim Paşa Medresesi, Hacı Ali Bey Camii, Travnik Kalesi ve içinde yer alan
Sultan II.Bayezid Camii bunların başlıcalarıdır (Turan ve İbrahimgil, 2004: 116-125).
Ekrem Hakkı Ayverdi tarafından Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Tapu
Kadastro Genel Müdürlüğü arşivlerindeki belgelere dayanarak yapılan araştırmaya
göre Bosna-Hersek sınırları dahilinde 1182 cami-mescit, 75 tekke, 135 türbe, 76
medrese, 874 mektep, 2 darülkurra, 2 rüştiye, 6 kütüphane, 622 han, 2 bedesten, 4
arasta, 8 kervansaray, 64 kale, 134 kule-ocak, 9 imaret, 45 hamam, 24 saat kulesi,
146 çeşme, 121 köprü, 1 su kemeri, 27 saray-konak olmak üzere 3560 adet
Osmanlı dönemi eser vardır22
(Turan ve İbrahimgil, 2004: 88).
22 Resmî kayıtlara göre Osmanlı idaresinin son dönemlerinde Bosna’da 917 mektep, 43 medrese, 28
rüşdiye vardı. Ayrıca Saraybosna’da bir askerî okul, bir öğretmen yetiştirme koleji, bir ticaret
mektebi bulunuyordu. (Djurdjev, 1992: 304).
MOTİF AKADEMİ
18
Sonuç
İfade ettiğimiz sayısal veriler çerçevesinde Bosna’da tesis edilen kurumları
ve bunların işlevlerini Türk-İslam kültürünün belgesi olarak değerlendirmek
mümkündür.
Divan şiiri ve şairi nitelik bakımından Osmanlı dönemi Türk edebiyatının
zirvesi kabul edilir. Osmanlı kültürünün asıl başarısı da mensuplarını bu kültürün
birer öznesi haline getimesidir (Kurnaz, 2011: 8). Bosna müslüman kimliğinin
verdiği olumlu imkanlarla Osmanlı Devletinin aslî unsurlarından biri olmuştur.
Osmanlı sisteminin başarıyla uygulandığı bu topraklarda Klasik edebiyat gibi
rafine bir edebî gelenek hareket ve yaşam alanı bulmuştur. Sayıları yüzlerle ifade
edilen divan şairi yetişmiştir.23
Türkçenin edebî yazı dili olarak yaşadığı ve pek çok önemli şahsiyetin
yetiştiği, eserin verildiği bu toprakları kültür merkezi yapan hususlar Osmanlı
Devleti’nin diğer kültür merkezleriyle benzer özellikler taşımaktadır. Bosna’nın
Osmanlı kültür merkezleri içinde önemli bir yere sahip olduğu görülmektedir.
Özellikle Saraybosna, Mostar, Travnik, Foça, Banaluka gibi şehirlerin klasik kültür
merkezi olma şartlarını fazlasıyla taşıdıkları aşikârdır.
Edebiyat tarihimizde ne kadar Bosnalı şairin olduğu tam olarak
bilinememektedir. Yeni araştırmalarla24
sürekli olarak artmakta olan bu sayının
Türkçe yazan bütün kalem erbabıyla birlikte 150-200 civarında olabileceğini ifade
etmek yerinde olacaktır. Bu durum her şehrin tek tek ele alındığı monografik
çalışmaları zarurî kılmaktadır.
23 “Bosnalı Divan Şairleri” ayrı bir çalışma konusu teşkil ettiğinden burada sadece sayı bakımından
temas edilmiştir. 24 İlk tespitlerde 28 civarında (İsen, 1997: 67) divan şairi Bosnalı gösterilirken bugün bu sayı 55’e
ulaşmıştır (Aydemir, 2011: 48-50). Genel olarak Türkçe yazan 100 civarında şair ve 20 kadar
yazarın varlığı bilinmektedir. Bu şairlerin 16 tanesi ise Avusturya döneminde yaşamıştır (İsen,
1997: 520-522,568).
HALKBİLİMİ DERGİSİ
19
KAYNAKLAR
ARUÇİ, Muhammed. (2005). “Mostar”. 30.cilt. Türkiye Diyanet Vakfı
İslam Ansiklopedisi. İstanbul.
AYDEMİR, Yaşar. (2011). “Divan Şiirinde Bosnalı Şairler”. Bosna’dan
Divan Şiirine Bakış. Saraybosna: International Burch University Yayınları, ss.45-65.
BARKAN, Ömer Lütfi. (2008). “İstila Devirlerinin Kolonizatör Türk
Dervişleri”. Tasavvuf Kitabı. Haz: Cemil Çiftçi. İstanbul: Kitabevi Yayınları.
BİLGE, L. Mustafa. (1991). “Arnavutluk”. 3.Cilt. Türkiye Diyanet Vakfı
İslam Ansiklopedisi. İstanbul.
ÇEHAYİÇ, Cemal. (2008). “Bosna-Hersek’te Mevleviler”. Tasavvuf
Kitabı. Haz: Cemil Çiftçi. İstanbul: Kitabevi Yayınları.
ÇELEBİOĞLU, Âmil. (1994). Kanûnî Sultan Süleyman Devri Türk
Edebiyatı. İstanbul: MEB Yayınları.
DEVELİ, Hayati. (2006). Osmanlı’nın Dili. İstanbul: 3F Yayınları.
DJURDJEV, Branislav. (1992). “Bosna-Hersek”. 6.cilt. Türkiye Diyanet
Vakfı İslam Ansiklopedisi. İstanbul.
EMECEN, Feridun. (1992). “Bosna Eyaleti”. 6.cilt. Türkiye Diyanet Vakfı
İslam Ansiklopedisi. İstanbul.
EVLİYA ÇELEBİ. (2007). Evliya Çelebi Seyahatnamesi. 5.cilt. İstanbul:
Yapı Kredi Yayınları.
FULLER, Graham E. (2010). İslamsız Dünya. Çev: Hasan Kaya. İstanbul:
Profil Yayınları.
GÖNEL, Hüseyin. (2012). “Klasik Türk Edebiyatı ve Balkanlar”.
Uluslararası I. Balkan Kongresi. Süleyman Şah Üniversitesi. İstanbul.
HALAÇOĞLU, Yusuf. (2007). XIV-XVII. Yüzyıllarda Osmanlı Devlet
Teşkilatı ve Sosyal Yapı. Ankara: Türk Tarih Kurumu.
HAZAI, György. “Osmanlı Döneminde Bir İmparatorluk Dili Olarak Türkçe”.
http://www.osmanli.org.tr/yazi.php?bolum=7&id=200. Erişim Tarihi: 11.04.2011.
İBRAHİM, Mehmet. (2008). “Eski Yugoslavya Sınırları Dâhilinde Tarikat
Hareketlerinin Tarih İçindeki Gelişimi ve Önemi”. Tasavvuf Kitabı. Haz: Cemil
Çiftçi. İstanbul: Kitabevi Yayınları.
MOTİF AKADEMİ
20
İPEKTEN, Haluk. (1996). Divan Edebiyatında Edebi Muhitler. İstanbul:
Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları.
İSEN, Mustafa. (1997). Ötelerden Bir Ses, Divan Edebiyatı ve Balkanlarda
Türk Edebiyatı Üzerine Makaleler. Ankara: Akçağ Yayınları.
İYİYOL, Fatih. (2010), Boşnak Halk Kültüründe Türk Tekke-Tasavvuf
Geleneğinin İzleri, Basılmamış Doktora tezi: Sakarya Üniversitesi, Sosyal Bilimler
Enstitüsü.
KARÇİÇ, Fikret. (1996). “Gazi Hüsrev Bey Kütüphanesi”. 13.cilt. Türkiye
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. İstanbul.
KARPAT, Kemal H. (1992). “Balkanlar”. 5.Cilt. Türkiye Diyanet Vakfı
İslam Ansiklopedisi. İstanbul.
KURNAZ, Cemâl. (2009). “Divan Edebiyatı ve Türk Kimliği”. Türk
Kimliği: Ayvaz Gökdemir'e Armağan-2, İstanbul: Ötüken Neşriyat, ss.203-239.
KURNAZ, Cemâl. (2011). “Bosna’dan Bakmak/Bosna’yla Bakmak”.
Bosna’dan Divan Şiirine Bakış, Saraybosna: International Burch University
Yayınları, ss. 8-11.
LJUBOVİĆ, Amir ve Sulejman GROZDANİĆ. (1995). Prozna Knjizevnost
Bosne i Hercegovine na Orijentalnim Jezicima. Sarajevo: Orientalni Institut u
Sarajevu.
OKİÇ, M.Tayyib. (1996). “Gazi Hüsrev Bey”. 13.cilt. Türkiye Diyanet
Vakfı İslam Ansiklopedisi. İstanbul.
OKUYUCU, Cihan. (2006). Divan Edebiyatı Estetiği. İstanbul: LM Yayınları.
Osmanlı Belgelerinde Bosna-Hersek. (2009). İstanbul: Başbakanlık Devlet
Arşivleri Genel Müdürlüğü. Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı, yayın nu:101.
ŠKALJİĆ, Abdullah. (1965). Turcizmi u Srpskohrvatskom Jeziku. Sarajevo.
ŞENTÜRK, A.Atillâ ve Ahmet KARTAL. (2007). Eski Türk Edebiyatı
Tarihi. İstanbul: Dergâh Yayınları.
TURAN, Şerafettin. (1994). “Dubrovnik”. Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi. 6.cilt. İstanbul.
TURAN, Ömer ve Mehmet Z. İBRAHİMGİL. (2004). Balkanlardaki Türk
Mimarî Eserlerinden Örnekler. Ankara: TBMM Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu
Yayınları.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
21
YAKUBOĞLU, Kenan. (2006). Osmanlı Medrese Eğitimi ve Felsefesi,
İstanbul: Gökkubbe Yayınları.
ZLATAR, Behija. (2010). Gazi Husrev-Beg. Sarajevo: Orientalni Institut u
Sarajevu.
MOTİF AKADEMİ
22
HISTORICAL AND SOCIO-POLITICAL FEATURES OF
LANGUAGE IN BOSNIA AND HERZEGOVINA
Bosna Hersek’te Dilin Tarihsel ve Sosyo-Politik Özellikleri
Almasa MULALIĆ , Azamat AKBAROV
Abstract: Bosnian language-for Balkans- has always been a very sensitive
question. Therefore, this paper deals with the reasons behind dissolution of Serbo-Croatian
language into three different languages from the historical, socio-political and linguistic
perspectives. This paper began with the historical background as inevitable introductory
framework for an understanding of language changes and transformations. Then the
second part of this paper analyzes socio-political developments and language that were
conditioned by various historical processes. An attempt has been made to present how
language was evolving from Medieval Bosančica to present day three constitutionally
accepted languages namely Bosnian, Croatian and Serbian. Furthermore, last part of the
paper deals with the main characteristics of Bosnian language in comparison to Serbian
and Croatian languages. Apart from indicating affirmed historicity of Bosnian language
this paper holds that the development of different languages in Bosnia-Herzegovina was a
result of a need for national identification. However, there are insignificant linguistic
differences among three languages that are officially used in Bosnia-Herzegovina.
Key words: Bosnia-Herzegovina, Language, Bosnian language and Serbo-
Croatian Language
Özet: Boşnakça-Balkan coğrafyası için- her zaman hassas bir konu olagelmiştir.
Bu sebeple, araştırmamız Sırp-Hırvatçanın üç farklı dile ayrılmasının altında yatan
sebepleri tarihsel, sosyo-politik ve dilbilimsel yönleriyle ele almaktadır. Araştırma,
dillerdeki değişim ve dönüşümlerin anlaşılmasında vazgeçilmez bir giriş çerçevesi olan
tarihsel arka planla başlamaktadır. Araştırmanın ikinci kısmı daha sonra çeşitli tarihsel
süreçlerle şekillenmiş olan sosyo-politik gelişmeler ışığında, dili analiz etmektedir. Ortaçağ
Boşnak Kril Alfabesi’nden anayasa ile tanınmış olan günümüz Boşnakça, Hırvatça ve
Sıpçasına dilin nasıl evrildiği ortaya koyulmaya çalışılmıştır. Ayrıca, araştırmanın son
International Burch University, Sarajevo, Bosnia and Herzegovina Associate professor, [email protected]., International Burch University, Sarajevo, Bosnia
and Herzegovina
HALKBİLİMİ DERGİSİ
23
kısmı Boşnakçanın Sırpça ve Hırvatça ile mukayesesini yaparak bu dilin ana özelliklerini
ele almaktadır. Boşnakçanın kabul edilen tarihsel gerçekliğini açıklamanın yanı sıra, bu
araştırma Bosna Hersek’te farklı dillerin gelişiminin ulusal kimliklerin belirlenmesi
ihtiyacından kaynaklandığını savunmaktadır. Ne var ki, Bosna Hersek’te resmi olarak
kullanılmakta olan üç dil arasında dilbilimsel açıdan pek az bir fark bulunmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Bosna Hersek, Dil, Boşnakça ve Sırpça-Hırvatça
Historical Background
As early as in the 1137 historical official documents indicate that Ban
Boric was the first ruler of Bosnia. After his reign Bosnia as an independent state
continued to exist, that was verified by the Kulin’s Ban Charter written in 1189.
Then, the Ottomans ruled Bosnia from 1463-1878 and this period marked the new
era in the Bosnian history. The changes in medieval Bosnian political and cultural
characteristics were obvious; however Ottomans allowed the preservation of
Bosnian Medieval identity and accepted it as an integral part of the Ottoman
Empire. The population make up during Ottoman rule changed several times. A
native Slavic-speaking Muslims community emerged and they become second
largest ethno-religious group.
During the Austro-Hungarian rule (1878-1918), Bosnia had a unique position
and was considered as a balancing Balkans country. Within Austro-Hungarian
Empire, Bosnia had significant multi-religious and multiethnic legislative
representation and coexistence. As a result, the citizens of Bosnia also identified
themselves with the state and felt that they belonged to a great Bosnian nation.
Actually, Benjamin Kallay, the Hungarian governor of Bosnia-Herzegovina attempted
to create a single uniform Bosnian nation by uniting diverse nationalities of Serbs,
Croats and Bosniacs. Due to such attempts the official language during this time was
Bosnian and people declaratively stated that they speak Bosnian language. Therefore,
the development of language was heavily shaped by the Habsburg Empire.
Due to the spreading of nationalism from the neighboring countries and the
creation of the first unified South Slavic State on the ruins of the First World War
Bosnian unifying national features including the language were greatly affected.
After the First World War, Bosnia joined the Kingdom of Serbs, Croats and
Slovenes. During this period Serbs and Croats had upper hands in political
decision-making. Later, the name Kingdom of Serbs, Croats and Slovenes changed
into the Kingdom of Yugoslavia. Due to these changes, Bosnia as a separate unit
almost disappeared (Malcolm, 1996).
MOTİF AKADEMİ
24
During the Second World War Kingdom of Yugoslavia was invaded by
Germany and after the war country was united under the firm hand of Josip Broz
Tito and the country changed the name once more; this time it was called Social
Federal Republic of Yugoslavia. Tito managed to indoctrinate people into
accepting “brotherhood and unity” as the declaration of all different religious and
ethnic people in Federation of Yugoslavia. Since 1946, due to Yugoslav
constitutional changes all laws and other legal decrees in Bosnia-Herzegovina were
published in Serbo-Croatian language.
During the 1990s the Slovenian and Croatian independence too place and
Bosnia-Herzegovina in this regard was at the cross-roads. Three predominant
groups in Bosnia were influenced by spreading of nationalism in the neighboring
countries and this resulted in the formation of three ethnically influenced social
groups namely, Croatian, Serbs and Bosniaks. Croats and Bosnaks didn’t want to
stay in the completely Serb-dominant Yugoslav Federation and they opted for
referendum (Imamovic, 1997). After the referendum, which was boycotted by the
Serbs in Bosnia, the tensions escalated and the war erupted after the declaration of
independence by Bosnian parliament. During the four year long period of war,
many atrocities were committed and when a chance for the peace agreement
materialized all sides signed the Dayton Peace Agreement (DPA) in order to stop
the war. After the war Bosnia-Herzegovina was divided into Federation of Bosnia
and Republic of Serbs.
Language and Socio-Political Circumstances
Bosnia-Herzegovina has been dealing with many socio-economic, political
and even linguistic challenges and difficulties. The main linguistic change was due
to the above-mentioned historical developments that eventually affected national
languages and their transformation into three different languages.
Usually discussions about how current Bosnian language evolved and
developed are traced back to medieval times. Bosancica is the name for old Bosnian
language that was used in Bosnia as early as from 10th century. Bosancica as a
language and its characteristic phonetic features were used for almost 10 centuries
throughout the region and especially in Bosnian (Halilovic, 1998). Kulin Ban wrote a
document in Bosancica as the oldest document written in this language. Then, the
Humac Tablet, one of the oldest Bosnian literary monuments was inscribed in
Bosancica (Lovrenovic, 2001). The inscriptions on the tomb stones are also in this
orthography (stecci). This script is very important to Bosnian linguistics and history
because this script is primary source for the beginnings of Bosnian language.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
25
Historical changes in the region further influenced language development.
When Ottomans come to Bosnia in 1463 they had a great impact on the population
from the social and linguistic perspectives. Over the period of 400 years rule many
Ottoman words entered into dictionaries of Bosnian language. Islam that was
introduced to Bosnia by the Ottomans also played a role in language development.
Migration of people and mixture of different dialects as well contributed to
language development and change in different directions (J. Donia, Fine, 1994).
Historically speaking Bosnian language has its roots intertwining throughout
political, demographical and linguistic aspects throughout the centuries on this
territory. Perhaps Ottoman influences could be traced to the first official dictionary
in Bosnia that was printed in early 1630s.
Serbo-Croatian language was the national language in former Yugoslavia,
and it was used in Bosnia and Herzegovina. This language belonged to a South
Slavic language group. The Slavs came to the Balkans (or alternately known as
Illyria) around the seventh century. These tribes eventually split the Slovenes to the
north and the Serbs and Croats to the south (Judah, 1997). With them they brought
"Paleo-Croatian" a branch of "Paleo-Slavonic" and there was very little linguistic
variation (Franolic, 1984). The standard variations of the three dialects are
comprehensible, however they differ slightly from each other in different aspects of
accent, vocabulary, phonetics, morphology and syntax. Bosnian language during
the Yugoslav time was suppressed; however after the war Bosnian language was
declared as a state language.
Before the dissolution of former Yugoslavia many debates were held among
Serbian and Croatian linguists. They proposed that Serbian-Croatian language has to
be separated and called either Serbian or Croatian language. Croatia was the first to
make Croatian language as a state language and Serbia followed this example and
made Serbian language official language of the state too. In Bosnia-Herzegovina the
situation was somehow different mainly because of demographic composition of the
population. Many uninformed observers would assume that Bosnian language never
existed on its own and that Bosniak people just followed in the footsteps and
demanded their own language based on previous decision of Serbia and Croatia.
However, based on historical facts and evidences related to the history of Bosnian
language linguists in Bosnia also made proposals and demands to make Bosnian
language official language in Bosnia (Monnesland, 2005).
Bosniak linguists also began to work on the revival of Bosnian language.
For instance, “Grammar of Bosnian Language” that was published in 1890 was
again re-published in 1994. In this publication there is a lot of indication that
Bosnian language was not something new but it had provided permanence of a
MOTİF AKADEMİ
26
concept of independent Bosnian language. Then, many linguists related their
articles to the issue of historical continuity of Bosnian language. Among them was
Dževad Jahić who in 1990 wrote an article entitled On the Vernacular and Literary
Language of Bosnian Muslims. In this article he argued that the name Bosnian has
its historical roots and that it is not related only to vernacular language of Muslim
population but that the name has its historical support as being used by all people
in Bosnia. Then, the symposium on the Bosnian language was organized jointly by
the Institute for Language and Literature in Sarajevo, the government of the
Unsko-Sanski canton, and the Federal Ministry of Education, Science, Culture, and
Sport, and was held on September 7 and 8, 1998 in Bihac. The 1998 symposium
could in this way be seen as the first Congress on Bosnian (Serbo-
Croatian/Serbian/Croatian) language in its recent history (Ford, 2002).
The year 1992 was crucial to make a final decision to adopt Bosnian
language as a state language when Serbs bombarded and shelled the Sarajevo
National Library. Prominent linguists requested from President Alija Izetbegovic to
issue an amendment to the constitution by which Bosnian language would be the
official language in Bosnia besides Serbian and Croatian languages. The legal
declaration of a separate Bosnian language occurred in 1993, when the language
law declared that there was a single official language for Bosnians: "In the
Republic of Bosnia and Herzegovina, the Ijekavian standard literary language of
the three constitutive nations is officially used, designated by one of the three
terms: Bosnian, Serbian, Croatian. Both alphabets, Latin and Cyrillic, are equal”
(Bugarski, 1992). The process of standardization of Bosnian language throughout
its history emerged and faded however it endured the most difficult times; it was
further developed and preserved its name. Despite all the outside processes the
language developed and evolved into a number of directions. The process of
standardization of Bosnian language started in 1992. The Bosnian language as a
separated Slavic one was officially inaugurated in 1996 by publishing the book S.
Halilovic “Orthography of Bosnian Language”
According to this author Bosnian language is different in comparison to
Serbian and Croatian because of the following reasons:
The use of phoneme ‘h’ is used differently from Serbians and Croats. For
example, word coffee is written and pronounced differently. Bosniaks will
pronounce it as ‘kahva’, Serbs as ‘kafa’ and Croats as ‘kava’.
Using only one form of the future tense. For example, Bosniaks will say
‘Ja su kupiti.’ (I will buy). This form is used by Croats as well but the form
‘kupicu’/ ‘ja cu da kupim’ is not used by Bosniaks.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
27
The use of iekavian sub-dialect of stokavian dialect but not ekavian one of
the same dialect.
Similarly Alija Isaković (1992), in his Dictionary of Characteristic Words
of the Bosnian Language, defined Bosnian language: “The Bosnian language is not
created within the framework of either the Serbian or the Croatian language. It is
not derived from them, but is an objective parallel language. The Bosnian language
had its own course of development up to the beginning of the twentieth century,
when political circumstances changed its public status.”
Concluding Remarks
Today Bosnian language is one of the three official languages in Bosnia-
Herzegovina. One can notice that throughout language reforms Bosnian linguists
shaped the Bosnian language in a distinctive way. Semantically, Islamic-oriental loan
words are used more frequently, while the phoneme ‘h’ has been brought back into
almost all words with that sound inside phonetically. In the reformation process the
attempts of Bosnian linguists was actually to show that Bosnian language is not just
mixture of Serbo-Croatian language, but that Bosnian language has its roots deep
down in history. There are many Turkish words in Bosnian language as a legacy of
the Ottoman rule. It is interesting to notice that many Turkisms are also used by Serbs
and Croats not only in Bosnia-Herzegovina but also in Serbia and Croatia. The
reason for this widespread use of Turkisms is that they become very common words
in everyday life of people and become part of their everyday language. Turkisms
which have their equivalents in Croatian and Serbian are less used than the Turcism
which do not have their equals in those two languages. However Turkisms are more
often used by Bosniak people than by Croats and Serbs.
Overall this paper has indicated that Bosnian language has its own
historicity. Bosnian language in the form of Bosancica dates back to the middle
ages. On the other hand, Serbo-Croatian language that also has its own historicity,
which clearly defined national identity of the Serbs and Croats. During the 1990s
although the revival of Bosnian language didn’t gain much support today Bosnian
language is vital for determining Bosniak national identity. Apart from national
identification by language among Bosniaks, Serbs and Croats, today in Bosnia-
Herzegovina there are three constitutionally accepted languages comprehensible to
all the citizens with slight variations in dialect, phonology, and phonetics.
MOTİF AKADEMİ
28
REFERENCES
Akbarov, A. (2011) “Languages for Specific Purposes in Theory and
Practice”, Cambridge Scholars Publishing, 2011, United Kingdom
Akbarov, A., & Bastug. H. (2011) “Bosnian-English-Turkish Phrase
Book”, IBU Publications, 2011, Bosnia and Herzegovina
Akbarov, A. (2010) A Cross-Linguistic Application on Idioms Rendering a
Conceptual Schema. Journal of Linguistic and Intercultural Education – JoLIE, 3
(pp.137-147). Alba Iulia, Romania
Bugarski, R and Hawkesworth. (1992). Language Planning in Yugoslavia.
Slavica Publishers.
Donia, R.J, Fine, J. 1994. Bosnia and Herzegovina: A Tradition Betrayed.
New York: Columbia University Press.
Halilović, S. (1998). Bosanski jezik, 2nd ed. Sarajevo: Baština.
Isaković, A. (1992), Dictionary of Characteristic Words of the Bosnian
Language. Sarajevo: Svjetlost.
Imamovic, M. (1997). Historija Bosnjaka. Sarajevo. Bosnjacka zajednica
kulture Preoprod.
Franolic, B. (1984). An Historical Survey of Literary Croatia. Novellas
Editions Latines.
Jelavic. B. (1983). History of the Balkans. Cambridge: Cambridge
University Press.
Judah, T. (1997). The Serbs: History, Myth and the Destruction of
Yugoslavia. New Haven: Yale University Press
Lovrenovic, I. (2001). Bosnia, A Cultural History. New York, NY: New
York University Press.
Ford, C. (2002). Language Planning in Bosnia and Herzegovina: The 1998
Bihać Symposium. SEEJ, Vol. 46, No. 2.
Malcolm, N. (1996). Bosnia: A Short History. New York, NY: New York
University Press
Mahmutcehajic R. (2000). Bosnia the Good: Tolerance and Tradition.
Budapest: Central European University Press.
Monnesland, S. (2005). Od zajedničkog standard do trostandardne
situacije. Jezik u Bosni i Hercegovini. Sarajevo: Institut za Jezik
HALKBİLİMİ DERGİSİ
29
THE DYNAMICS AND FACTORS OF ETHNO-LINGUISTICS IN
LANGUAGE POLICY OF WESTERN BALKAN
Etno- Linguistiğin Batı Balkanlar Dil Politikasindaki Dinamikleri ve Etkileri
Nudžejma Obralić, Azamat AKBAROV
Abstract: Main purpose of this paper will focus on the language development in
the Balkans region; specifically language known as Serbo-Croatian that was primarily
used as official language of the former SFRJ (Socialist Federal Republic of Yugoslavia)
while using descriptive method. While exploring history of the languages spoken in the
Balkan region, research itself will primarily focus on the Bosnia and Herzegovina and its
official language known as Bosnian being which is direct decent of the Serbo-Croatian
language. Serbo-Croatian language, not long ago was commonly used throughout the
SFRJ has been divided in to three different languages known as Bosnian, Serbian and
Croatian language, even though they all share majority of common spelling, syntax and
pronunciation. The paper itself can be used as a useful resource for the future researches
done on the language subject in the Balkan region.
Key words: the Balkan, language, nation, identity
Özet: Bu çalışmanın ana amacı Balkan coğrafyasındaki dil gelişimine, özellikle de
eski SFYC (Sosyalist Federal Yugoslavya Cumhuriyeti)’nin resmi dili olarak öncelikli
kullanıma sahip olan Sırpça-Hırvatça olarak da bilinen dilin gelişimine betimsel yöntem
kullanarak odaklanmaktır. Balkanlarda konuşulan dillerin tarihini incelerken araştırmanın
kendisi öncelikle Bosna Hersek ve onun doğrudan Sırp-Hırvatçası kökenli bir dil olan
resmi dili olarak tanınan Boşnakçaya odaklanacaktır. Kısa süre öncesine kadar SFYC’de
yaygın bir şekilde kullanılmakta olan Sırp-Hırvatça, çok sayıda ortak yazım, sözdizimi ve
telaffuz kurallarına sahip olmasına rağmen Boşnakça, Sırpça ve Hırvatça olarak bilinen üç
farklı dile ayrılmıştır. Balkan coğrafyasında dil ile ilgili yapılacak olan araştırmalarda bu
çalışma yararlı bir kaynak olarak kullanılabileceği kanaatindeyiz.
Anahtar Kelimeler: Balkanlar, dil, ulus, kimlik
International Burch University, Sarajevo, Bosnia and Herzegovina. Associate professor, [email protected], International Burch University, Sarajevo, Bosnia
and Herzegovina
MOTİF AKADEMİ
30
Introduction
Balkan and people living in this region have always been in the center of
interest and the subject of many research studies done on the issues such as;
identity, nation, culture, tradition, language, religion, history and so on. The issue
of the languages thorough the Balkans, particularly the former Yugoslavia, has
great importance as a field of the study for all, especially people living in this
region and deal with linguistics. According to the former researches conducted, by
the late 20th century approximately 27 million people in the former SFRJ were
known to communicate in the Slavic language. Following group of 12 languages
share common roots and belong to Slavic linguistic family: Bulgarian,
Macedonian, Serbo-Croatian, Check, Slovakian, Lustian, Serbian, Polish,
Ukrainian, Belarussian, and Russian. All of these languages have developed in
different ways. Surprisingly, neither great emigration during Austro-Hungarian
outbursts in the Yugoslav Kingdom, nor all the wars and different military confects
that followed in later years failed to put in the issue of the language into the
background. There were four different Yugoslav people who used Serbo/Croatian
language within the area ranging from the Slovenian/ Croatian border in the west to
the Serbian/Macedonian and Serbian/Bulgarian border in the south and the east.
Serbo/Croatian language belongs to the southwest Slavic group of languages.
Group itself is one out of four groups a Slavic language family is divided into. The
other three groups are: The Southeast Slavic which consists of Macedonian and
Bulgarian language, The Northwest Slavic consists of Czech, Slovakian, Lusatian,
Serbian and Polish and the Northeast Slavic group which combines of Ukrainian,
Belorussian, and Russian.
Historical Perspectives of Serbo-Croatian Language
Now we will shift our focus on Serbo/Croatian language. Prof. Senahid
Halilovic (1991) said that the main common language in Yugoslavia was Serbo-
Croatian language. It was primarily spoken by the Serbs, Croats, Muslims and
Montenegrins in four central republics of former SFRJ which was consisted of six
republics: Serbia, Montenegro, Macedonia, Slovenia, Croatia and Bosnia and
Herzegovina as well as two autonomous provinces Kosovo and Metohija. The term
Serbo-Croatian has been used since the beginning of the tribes of the Serbs and
Croats. It was regarded and appreciated as well as Slovenian, Bulgarian and
Macedonian. This language included literary and standard language, the speech and
idioms of people living in this area. It was the language that itself did not require
the linguistic need to be a separated language. It included all the elements of
HALKBİLİMİ DERGİSİ
31
modern languages. The differences among the languages throughout the Balkan
region are very close. It is common for the people from this area that every nation
has a separate name for their language although there are no linguistic reasons a
language can be divided and named as the two different languages. Yet people
from these areas understand and communicate with one another very well, while
speaking and the use of the same language. This situation cannot be changed by the
targeted interventions in the language by the Croatian and nor Serbian national
philology (Pohl, 1996). Many other authors claim he same thing: Leto (2001)
argues that "linguistic intelligibility between Serbs and Croats is complete, while
Trudgill (2003) also notes that Croatian and Serbian variations are completely
mutually intelligible. Therefore, the Serbs and Croats named their language as
Serbo-Croatian, whereas other nations were forced to opt for the only possible
option. Many authors think that the name of the Serbo-Croatian language was
imposed to the peoples of the former Yugoslavia. S. Woodward disagrees and
claims that language is the basis of “ethnic identity" and surely claims that "Serbo-
Croatian” was not imposed to its speakers. The Serbo-Croatian language was
semantically complete in its core, without any ideological political connotations. It
was a contentious fact that the language was called Serbo-Croatian if we note that
the characteristic of the region was that each nation has its own name for a
language. Here a new question arises - whether the Balkan-Slavic peoples are
separate and whether there are truly different languages according to the linguistic.
It is for sure that peoples and languages are not different from any linguistic point
of view. The only differences between people are those religious, ethnic and
dialectal ones. Religious, cultural and ethnic factors play an important role in the
determination of the name of the language.
Earlier Stage of Bosnian Language and Afterwards
It is true that, the Catholic and Orthodox churches, as well as the arrival of
the Turks Ottoman Empire, and thus the arrival of Islam with it in to this region,
had a major influence on the development of the language. The presence of the
Turks in the Balkans caused the present of Turkish words in Serbo-Croatian
language and the use of voices 'h' and 'f'. The Bosniaks have argued for the present
of the letter 'h', while members of the Serbian and Croatian people tented not to
pronounce these voices considering it as an innovation in language. Therefore, it is
obvious that the language has suffered from both violent and nonviolent change
throughout the centuries. However, communication among ordinary people is still
alive and active taking into the consideration that the concept of mutual
MOTİF AKADEMİ
32
intelligibility is part of the definition of language: the language is defined as a
mean of mutual understanding (Abraham, 1974; Lewandowski, 1990).
However, in early 90s of the 20th century, the Serbo-Croatian language was
replaced by other names and used in different national and religious institutions,
educational institutions, press and in academic circles. Since it was not the subject
to of legislation, different names for the Serbo-Croatian were widely spread. In
Bosnia and Herzegovina, members of the Serbian people called it Serbian, Croats
called it Croatian, whereas Bosniaks and others called it Bosnian language. There
is written evidence that the name of the Bosnian language was used in Bogomil
ethnos in the 12th century. It was one more reasons Bosniaks found as a relevant
data and enough to start clarifying that they speak Bosnian.
Most of linguists would find logical that the language was named after the
state in which it is spoken. There are three levels of language: the language of the
people, the standard language and the language in general. While the language on
the basis of similarity is treated as a "three degrees of linguistic distance: little
distance (typical for polycentric standard varieties of the same language, such as
differences between Austrian standard German and its German counterpart),
medium distance (the minimum linguistic distance between the standard variations
of different languages (Ausbau-language), such as the difference between
Luxembourgish and Germany's Standard German) and great differences (Abstand;
any two variations representing different languages, Abstand-languages) "(Ammon,
2005).
When it is applied to the language of the Serbs, Bosnians, Croats,
Montenegrins, a high level of mutual intelligibility is present. Once in The
International Criminal court prosecuting violations of humanitarian law in the
former Yugoslavia, ICTY, the translation of witness testimony who was coming
from the different ethnic group and belonging to different confession was requested
because the defendants complained he did not understand the language of
witnesses, regardless the fact that Serbo-Croatian language was used to be their and
only common language. American linguist who deals with Slavic field said that
"the differences between the standard forms of Serbo-Croatian are little enough
that a person in front of the court can not reasonably refuse an interpreter because
s/he uses a standard form of the language (Drazenovic and Carrier, 2002). Morton
Benson on this issue claims that the variation of Serbo-Croatian, used by educated
speakers is mutually intelligible variations of those in English.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
33
Linguistic Variation and Grammatical Properties
The differences between these variations can be briefly summarized as
follows: there are phonetic /orthographic differences such as mleko / mlijeko. They
are understood and well known by everyone. Practically, there are no grammatical
differences. There are differences in the lexicon or dictionary such as veljača -
februar. It must be stressed that a competent, any experienced Bosnian translator
knows the meaning of the Croatian version. The need to ask for an explanation
appeared to be very rare. In rare occasions, an American translator might need an
explanation of the speakers who speaks British English. A competent translator can
translate all three variants of Serbo-Croatian. It is clear that some linguists compare
the languages of the former Yugoslavia, with British and American English. Prof.
Dr. Riđanović (2012) as well, says that it is safe to say that British and American
English are more distant from each other than any of the four variants of
Bosnian/Croatian/Montenegrin/Serbian from any other. Prof. Dr. Dzevad Jahic
(1991) claims that Croatian, Serbian, and Bosnian language in terms of speech
have no linguistic condition to be separate languages. Differences in spelling,
syntax and pronunciation are not significant enough to be treated as separate
languages such as Serbian, Croatian and Bosnian. Linguists agree that idioms are
not decisive criteria for language separation. According to Slavic as the linguistic
discipline, there is no a single reason that the Serbian, Croatian and Bosnian might
be considered as separate languages but as variations of one language (Gröschel,
2001). Prof. Jahic (1991) agrees that these languages are neither ethnically nor
linguistically separate languages. Gröschel (2003) also notes that idioms of the
Croats, Bosniaks and Serbs as well as Montenegrins, are mutually intelligible as
they used to be before. They are even more statistically intelligible than it is the
case among other closely related languages). The present mutual intelligibility is a
sociolinguistic correlation for a structural similarity established in the linguistics.
As previously stated, the difference between languages has only a political
connotation. Today within the region of Southeast Europe, the question of
language is one of the most sensitive ones because it implies other issues, the issue
of national identity. After stating the language s/he uses a person's national and
religious commitment is evident. The language is the mean of communication as
well as national identity. Language is conceived by the people. Wiesinger (2000)
argues that the relationship between the nation and language is given by the nature,
as well as the understanding of a large group of people that they make one nation.
The issue of language and identity concerned Robert D. Greenberg. In his book
entitled Language and Identity in the Balkans, which deals with the modern
interpretation of linguistic reality within the territory of 'common Serbo-Croatian'
MOTİF AKADEMİ
34
clearly shows that this is not about linguistics and science, but the arranging of
other people's backyards. Although Josip Silic argued that R. Greenberg (1996)
does not understand many things and misunderstands a lot of things for he claims
there is no descriptive spelling; equates national with nationalist, does not
differentiate a vernacular from a dialect, nor dialects from a speech, even different
language as a system from a language as a standard, or entity from identity, etc.
Many agreed that Greenberg paid attention to the political conception of
the Balkans. Prof. Jahić explicitly says that it is absurd claim that Bosnian language
has a connotation of a political name for the language. Since 1991, Croatian
linguists are too concerned about the history of the Croatian language, which
angers linguists who argue that the interest for the history of the Croatian people
has started a long time ago.
This leads to interesting data which was analyzed by Greenberg. Among all
countries of the former republic of Yugoslavia, the most stable is Croatia, where 96
percent of residents in the survey correspond to speak Croatian. Hence, it is in this
country where there is the largest homogenization of people when it comes to the
language they speak. Meanwhile, Woodward believes that the name of the Croatian
language seemed to unite all the Croats. For Greenberg, language policy in Serbia
was used as a means to satisfy the Serbs as people and held academic status quo.
Conclusion
It is clear that the language has been called differently. However, it was
always one language. While some people tried to unite all nations in the region one
of the Balkans, others have done their best to have their language named after the
nation they belong to. Society of Bosnia-Herzegovina is a multiethnic and
multicultural with three common spoken languages. Despite attempt, officially the
people as the languages of the territory of Bosnia and Herzegovina have been
separated although it was simply impossible due to dialectic base, linguistic reasons,
as well as the ethnic and cultural integrity of these languages which are still so close.
Today, Bosnia and Herzegovina has a population of approximately four
million people who speak Bosnian, Serbian and Croatian. The development of
languages in the Balkans is the interest of all peoples. This is a new process that
goes beyond national and takes the shape of the larger culture. After all the events
in the Socialist Federal Republic of Yugoslavia all nations had a great
understanding and communication in different languages. Bosnia and Herzegovina
is interested in connecting culture and languages, meanwhile people must not lose
HALKBİLİMİ DERGİSİ
35
their national identity. When we all tend to be the part of only community, union
like the European Union and NATO forces, the peoples of the Balkan make every
effort to dissociate. We heartly hope there will be no tendency to harm other
peoples in order to achieve national and cultural goals. The tendency to be a
different requires a respect for others.
REFERENCE
Abraham, W. (1974). Terminologie zur neueren Linguistik, Tübingen.
Akbarov, A. (2011) “Languages for Specific Purposes in Theory and
Practice”, Cambridge Scholars Publishing, 2011, United Kingdom
Akbarov, A., & Bastug. H. (2011) “Bosnian-English-Turkish Phrase
Book”, IBU Publications, 2011, Bosnia and Herzegovina
Akbarov, A. (2010) A Cross-Linguistic Application on Idioms Rendering
a Conceptual Schema. Journal of Linguistic and Intercultural Education – JoLIE, 3
(pp.137-147). Alba Iulia, Romania
Čedić, I. (2001). Osnovi gramatike bosanskog jezika, Institut za jezik
Greenberg and Robert D. (1996). The Politics of Dialects Among Serbs,
Croats, and Muslims in the Former Yugoslavia in East European Politics and
Societies (Vol. 10, no. 3.)
Gröschel, B. (2001). Bosnisch oder Bosniakisch? Zur glottonymischen,
sprachpolitischen und sprachenrechtlichen Fragmentierung des Serbokroatischen«,
U. H. Waßner (ur.), Lingua et linguae. Festschrift für Clemens–Peter Herbermann
zum 60. Geburtstag, Aachen.
Halilović, S. (1991). Bosanski jezik, Biblioteka Ključanin
Jahić, Dž. (1991). Jezik bosanskih muslimana, Biblioteka Ključanin
Lewandowski, T. (1990). Linguistisches Wörterbuch, Heidelberg/ Wiesbaden.
Ohnheiser (2000). Wechselbeziehungen zwischen slawischen Sprachen,
Literaturen und Kulturen in Vergangenheit und Gegenwart, Innsbruck.
Šestić, M., & Akbarov, A. (2012) Analysis of Translations of Turkish
Lexeme in the Novel “The Bridge over the Drina”, IBU Publications, Sarajevo,
Bosnia and Herzegovina
MOTİF AKADEMİ
36
Škaljic, A. (1966). Turcizmi u srpskohrvatskom jeziku. Sarajevo: Svjetlost.
Tanović, I. (2000). Frazeologija bosanskog jezika, Dom Štampe, Zenica
Trudgill, P. (2003). A glossary of sociolinguistics, Oxford/New York.
Wiesinger, P. (2000). Nation und Sprache in Österreich, A. Gardt (ur.),
Nation und Sprache. Die Diskussion ihres Verhältnisses in Geschichte und
Gegenwart, Berlin/New York, 525–562.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
37
BOŞNAK MEHMED MEYLÎ VE MANZUM TARİHLERİ
Bosniak Mehmed Meyli and the Literary Histories
Fehim NAMETAK1
Özet: Bu çalışmada 18. yüzyılda yaşamış olan Bosnalı tarih yazarı Mehmed
Meylî'nin manzum tarihleri, muhtevası bakımından değerlendirilmekte, tarihlerde yer alan
dizelerin bir kısmı transkripsiyon şeklinde sunulmaktadır. Meylî tarihlerinin odak noktası
Avusturya-Macaristan ordu komutanı Eugen de Savoye'nin 1697'deki baskınıyla bir harabe
haline gelen Saraybosna'da cami, han, konak, çeşme gibi yapıların onarımlarıdır. Ayrıca,
saygın şahsiyetlerin ölümleri, askeri seferler ve Saraybosna’nın günlük hayatındaki diğer
gelişmeler hakkında bilgilere Meylî’nin tarihlerinde ulaşmak mümkündür. Boşnak Mehmed
Meylî’nin manzum tarihleri edebi değerinin yanı sıra, yazarın yaşadığı dönemin ekonomik,
sosyal ve politik şartlarını yansıtması ve pek çok konuda eldeki tek tarihi kaynak olması
bakımından önem arz etmektedir.
Anahtar kelimeler: Boşnak Mehmed Meylî, manzum tarihler, tarihî kaynak
Abstract: This paper discusses the contents and encloses partial transcription of
the chronograms by Bosnak Mehmed Meyli, an 18th century Bosnian historian. The
common subject of the Meyli’s poems is the restoration of mosques, khans (caravanserais),
historical mansions, fountains and other objects demolished during the invasion of Bosnia
and Sarajevo by the Austro-Hungarian military commander Eugen of Savoy in 1697.
Within the chronograms one can also come accross the information about the death of
prominent citizens, military expeditions and events from every-day llife in contemporary
Sarajevo. In addition to their literary value, the chronograms by Bosniak Mehmed Meyli
should be appreciated as a reflection of the economic, social and politic conditions of the
poets’ time and in many cases as the only relevant source for certain historical events.
Key words: Bosniak Mehmed Meyli, poem dates, historical source
1 Prof.Dr., [email protected], Sarajevo Üniversitesi, Felsefe Fakültesi, Şarkiyat Dilleri Bölümü
MOTİF AKADEMİ
38
Giriş
Osmanlılarda tarih yazımı Osmanlı Devleti’nin daha başlarından itibaren
yaygınlaşmış, devletin çöküşüne kadar çok farklı formlarda varlığını sürdürmüştür.
XIV. yüzyıla ait nesir yahut mesnevi formundaki hatırat, vakayiname veya günlük
olarak kaleme alınmış tarihler günümüze kadar ulaşmıştır. Bosna kökenli Varvari
Ali Paşa’nın mesnevi formunda yazılmış otobiyografik eseri gibi eserler de bu
türdeki literatüre örnek teşkil etmektedir. Daha sonraki yüzyıllarda Osmanlı tarihi
ile uğraşan Boşnak kökenli yazarların sayısında büyük bir artış gözlemlenmektedir.
İbrahim Alaybegoviç Peçevi, Koca Müverrih olarak tanınan Hüseyin Bosnevî,
Mehmed Halife Boşnak2 gibi isimler önde gelen Boşnak kökenli tarih yazarlarıdır.
Diğer taraftan, yerel olma özelliği taşıyan, günlük hayatın tasvir edildiği, yalnızca
yaşadıkları yerde tanınan ve kendi çevrelerinde önemli kişilikler olup, bu çevre
dışında bilinmeyen fert ve gruplara yer verilen ‘’küçük tarihler’’dediğimiz tarihleri
kaleme alan belli bir sayıda Boşnak yazar da mevcuttur. Bu yazarların en meşhuru
günlük yazarı Molla Mustafa Başeski (1731-1809)3, Bosna Tarihi yazarı Salih
Sidki Hacıhuseynoviç Müvekkit (1825-1888) ve 28 ciltlik dev Bosna Tarihi
kitabının yazarı ve bu konudaki tarihi malzemenin toplayıcısı Muhamed Enverî
Kadiç’tir.4 Başeski, Müvekkit ve Kadiç, tarihi değere sahip, ele aldıkları konuyla
uyumlu bir takım dizeleri de kaleme almışlardır. Buna benzer, XVIII. yüzyıl sonu
ile XIX. yüzyıl başında Saraybosna kadısı olarak görev yapmış Mustafa
Muhibbi’nin mecmuası da nesir yazıların yanı sıra, yaşadığı yer ve en yakın çevresi
ile ilgili büyük sayıda dizeyi de kapsamaktadır (Paić-Vukić, 2007: 27-28). Tüm bu
örnekler, Joseph fon Hammer’in Geschichte der Osmanischen Dichtkunst adlı
eserinde dile getirdiği ‘’Doğulu, kendi tarihini mensur veya manzum olarak yazar
ve bunların bütünü için tarih terimini kullanır’’ iddiasını kanıtlar niteliktedir.
Mehmed Meylî Gurani
Saraybosna’da doğup, tüm hayatını bu şehirde geçirerek yerel olayları not
alan ve Türk literatüründe mahallileşme olarak geçen edebi sürece tarihleriyle dahil
olan Mehmed Meylî Gurani (1713-1781), Osmanlı döneminin en ünlü Boşnak
günlük yazarı Molla Mustafa Başeskiya’nın çağdaşıdır. Başeskiya Günlüğü’nü
2 Peçevi ve Mehmed Halife Boşnak’ın eserlerinin Boşnakça çevirisini Fehim Nametak yapmıştır.
Peçevi (2000), Mehmed Halife Boşnak (2006) 3 Eser ‘’Ljetopis’’ adıyla Mehmed Mujezinoviç tarafından Boşnakça’ya çevirilmiştir, Sarajevo, 1986,
III. Baskı Sarajevo, 1997 4 Bu eserin yazması Gazi Hüsrev Bey Kütüphanesi’nde (özel mecmuada) bulunmaktadır.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
39
mensur olarak yazmış, eserine ancak bir kaç şiir eklemiş, Meylî ise en erken
yaşlarından beri nazımla uğraşmıştır. Kısa bir süre önce keşfedip, bilim dünyasına
tanıtmış olduğum, Meylî’nin kendi eliyle kaleme aldığı iki mecmua, gençliğinde
yazdığı, lirik ve tasavvufî öğeler bulunduran şiirlerini içermekle birlikte, daha olgun
dönemlerine ait çalışmaları, bir kısmı kendi eliyle yazılmış ve başka tarihi
kaynaklarda geçmeyen yerel olayları kapsayan manzum tarihlerdir (Nametak, 1985:
79-84).5 Şimdiye kadar keşfedilen yüzden fazla tarih vardır ve hepsi de Saraybosna
ile alakalıdır. Bundan anlaşılmaktadır ki, edebiyat eserleri de bir ülkenin genel ve
kültürel tarihi çalışmalarında birinci sınıf kaynak olarak değerlendirilebilmektedir.
XVIII. yüzyıl, Eugen de Savoye komutanlığındaki Avusturya ordusunun
1697 yılındaki baskınıyla yerle bir olmuş Saraybosna’nın çok yavaş ilerleyen ve
çetin geçen toparlanma sürecinin yüzyılıdır. Avusturya ordusunun bu baskınıyla
birlikte şehir tamamen yıkılmış, yağmalanmış ve yakılmış, şehrin sakinleri ise ya
öldürülmüş ya da buradan kaçmışlardır. Batı Balkanların en zengin çarşısı duman
ve kül altında yok olmuş, Eugen de Savoye, Viyana’ya, sayesinde en büyük Viyana
saraylarının inşa edildiği büyük bir ganimetle geri dönmüştür. Saraybosna’da 103
camiden 101’i yıkılmış, ticarî mekanlar ve konutlar da aynı oranda zarar
görmüştür. (Kemura, 1911: 5). Saraybosna, Bosna eyaletinin başşehri konumunu
kaybetmiş, gelecek 150 yılda başşehir Travnik olmuştur. Şehir, XVIII. yüzyıl
boyunca hayata dönmeye çalışmış, ancak, pek çok tarihçiye göre savaş öncesindeki
ihtişamına hiç bir zaman ulaşamamıştır. Şehrin toparlanma sürecini Meylî’nin de
aralarında olduğu yerel tarihçiler takip etmiştir. Meylî cami, han, çeşme ve diğer
yapıların yeniden inşa sürecini dizeleriyle kaydetmektedir. 1180 hicri yılında
(1766/67) Hâce Kemaleddin Camii’nin Silahdar Mehmed Paşa tarafından
onarılmasına dizelerinde yer vermiştir. Bu cami, Yugoslavya Krallığı zamanında
1940 yılında kesin olarak yıkılmıştır. (Mujezinović, 1998: 183-185). İşte, o tarih:
İftiharü’l-vüzerâ hazret-i destur-i celil
Sâhibü’l-hayri Asaf-i hüsn bi-misl ü èadil
Sihr-i sultân-i cihân yaèni Muhammed Paşa
Eylemiş mâlını hayrat-i meberrata sebil.
Câmi-i muhterek Hâce/Hâce Kemaluddini
Yeniden eyledi lillâh bina ve tekmil
Düştü yek mısraè-i zîbâ ile Meylî tarih
Barekellah èaceb câmi bi-misl ü èadil.
5 Bu mecmuadaki şiirler Lamija Hadžiosmanović ve Salih Trako tarafından derlenmiş ve
çevirilmiştir. Mehmed Mejlija Guranija, Izbor iz poezije, (1989), Sarajevo
MOTİF AKADEMİ
40
Buna benzer olarak, Meylî, Hacı Ömer Jetitza’nın hayratı olan su yolu ve
çeşmenin onarımını da kaleme almıştır. Meylî’nin verdiği bu bilgi bu konudaki tek
tarihî kaynak olma özelliğini taşımaktadır.
Hacı Ömer ol sâhib-i himem kim
Hayrat-ı câri su gibi yer yer
Ez cümle bu nev ab-ı hayâti
İcraya vafir sarf eyledi zer.
Ta menbeinden menbaèından yapdı mücedded
Hak vire ecrini der ruz-ı mahşer
Atşana Meyli tarihi söyledi
Bu çeşmeden al iç ab-ı Kevser.
Şehrin eski görünümüne kavuşması için yapılan çalışmalar ve bu yönde
inşa edilen diğer önemli yapılar da Meylî'nin dizelerinde yer bulmuştur. Nitekim,
Meylî, Saraybosna ileri gelenlerinden, fertlerinin çoğu saygın vakıflar ve kurucular
olan XVIII. yüzyıl Saraybosnası’nın en önemli ailelerinden birine mensup İsmail
Bey Cenetiç’in konağının inşasını pek ilhamlı bir tarihinde konu etmiştir.
Tealellah zehi beyt-i ferhuinceş neşat-i efza
Hoşa nev tarh-i rana cay-i bi-manend
Cenab-i İbn Cennet-zade İsmail-beg yani
Seadetle bu beyt-i dilkuşayı eyledi ibna
İçinde zevk ide evlad-i ehibba bile banisi
Olub darü’n-niam mamur ola durdukça bu dünya
Didi itmam-i salinde ekamili bu tarihi
Kıldı İsmail bey ihya bu kasr-i dilkuşa.
Bu konak 1170 yılında (1756/57) inşa edilmiştir. Meylî, bundan 8 sene
sonra Saraybosna’nın Hırvatin mahallesindeki su yolunun yeniçeri serdengeçtisi
Hacı Muhammed Ağa tarafından onarılmasıyla ilgili tarihini kaleme almıştır:
Serhayl-i serdengeçtiyan ol sahib-i hayr-ı cemil
Hacı Muhammed yani kim aga-yı bi-misl ü adil
Kıldı muvaffak ani Hakk yapdı nice hayr-i hasen
Ez cümle şimdi bu eser gufranına oldu delil.
Bozulmuş Hırvatın suyunu mücedded yapdırup
Yer yer akıddı çeşmeler manend-i ayn-i sebil
Geldi bir arif Meyliya tarih-i itmamini didi
Al iç bu ziba çeşmeden ayn-ı hayat oldu sebil.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
41
Nihayet Meylî, Saraybosna’nın saygın şahsiyetlerinin ölümleri, askerî
seferlere çıkışları ve Bosna Hersek’in başkentinin yerel tarihi için önem arz eden
diğer gelişmeleri de tarihlerinde konu edinmiştir. Tokmo-zade Ömer tarafından
inşa edilen cami hakkında bilgiye Meylî’nin üç beytinde rastlıyoruz. 1580 tarihinde
inşa edilmiş olan bu cami de diğer pek çok cami gibi Eugen Savoyski (Eugen de
Savoye) tarafından 1697 yılında yıkılmıştır. Omer Jetitza bu camiyi 1763 tarihinde
tekrar yapmış, bu süreci şair ve tarih yazarı Mehmed Meylî dizelerine aktarmıştır:
Mefhar-i tüccar sahibü’l-hayr El-Hacı Ömer
Hasbeten lillâh yapdi böyle bir ali eser.
“İnnema yaèmuru” kelamı kalbine itdi vuzuh
İtdi bu cami-i ibna o memduhu’s-seyr
Meyliya yazdı bu vechile kalem tarihini
Kıldı bu nev cami-i itmam el-Hac Ömer.
Başçarşı’da şehrin eski bölümünde bulunan bu cami, II. Dünya
Savaşı’ndan sonra yıllarca harabe olarak kalmıştır. Bugün ise Nakşibendi tekkesi
olarak hizmet vermektedir.
Mehmed Meylî, 1177/1763-64 yılında cevher tarihli dizelerinde bir başka
caminin yenilenmesini konu etmektedir. Bu cami de yine 1697’de Eugen
Savoyski’nin baskını sırasında yıkılan Hasan Pehlivan Camii’dir. Caminin
tadilatını serdengeçti Hacı Abdullah Ağa yapmıştır. Bu tarih, Gazi Hüsrev Bey
Kütüphanesi’nde muhafaza edilen taş bir levhada bulunmakta olup, bunu
Saraybosna camilerini konu alan eserinde tıpkıbasımı ve Boşnakça çevirisiyle
birlikte ilk defa Sejfudin Kemura yayınlamıştır (Kemura, 1911: 210). Yazıt ikinci
kez Mehmed Mujezinović tarafından Islamska epigrafika Bosne i Hercegovine adlı
eserde yayınlanmıştır (Mujezinović, 1998: 484). Tarihin muhtevası şudur:
Fahr-i serdengeçdiyan el-Hacc Abdullah aga
Fi sebilillah bu nev cami’i itdi bina
Der ki Mevla’da makbul ola bu hayr-i hasen
Afv-i gufranena bais eyliye ane Huda
Harf-i menkut ile Meylî yazdı tarihini
Cami’i lillah bina kıldı Abdullah aga.
1697 yılında yıkıldıktan sonra 1166/1752-53 tarihinde Bosna valisi
Muhamed Paşa Kukavica tarafından yenilenen Duradžik Hadži Ahmed (Duracık
Hacı Ahmed) Camii’nde bulunan yazıt, Muhamed Enveri Kadiç’in (Kadızade
MOTİF AKADEMİ
42
Muhamed Enveri) yazma kitabında yer almaktadır (Kadızade: 187). Bu tarihin
tercümesini Mehmed Muyezinoviç yayınlamıştır (Mujezinović, 1958: 140-141):
Semiyy-i fahr-i alem hazret-i paşa-yi bî-hemta
Vezir-i pür kerem ali-i himem destur-i Asafra
Diyar-i Bosna’ya vali olunca izz u devletle
Gerekler yapdı ibna eyledi hayrat lâ yaksa
Hususa şimdi bir hayre muvaffak kıldı anı Hakk
Görenler dir zeki tevkif-i lutf-i Hazret-i Mevla
İdüb sarf-i himem şehr-i Saray’da yapdı bir cami
Ne yapmış böyle bir fani ne görmüş misli dünya
Ne cami kit’a-i makbule-i firdevs-i aladır.
Seza firaş olsa sakinan-i alem-i bala
Huda bani’i zişamur cihanda ber devam itsun
Esas-i devleti ruy-i fenaye görmiye asla
Temaşa iyleyüb resmin didi tarihini Meyli
Ne nazik mabed-i bala misal-i Mescid-i Aksa.
Sonuç
Sonuç olarak, Muhamed Meylî’nin vefatı da Vehab mahlasını kullanan şair
Vehbiya tarafından bir tarihinde kaydedilmiştir. Bu tarihin tıpkıbasımını ve
Boşnakça’ya tercümesini Mehmed Mujezinoviç yayınlamıştır.6
Bu tarihte
Meylî’den, ömrünü Saraybosna’da tekkede geçirmiş bir derviş olarak bahsedilir.
Meylî, 1781 tarihinde Travnik’de ölmüştür.
Ser halka-i meşihat pîş-i kudum-ı takva
Makbul-i alem-i işrak yanı Cenab-ı Meyli
Bulmuşdi tekyegâhı gerçi Saray Bosna
Mihrab-ı vahdet idi dergâh-i Hakka neyli
Ab-ı revan canı cari olunca adına
Meydan-ı zikre ihsan-ı aşkile süzdü hayli
İmdad idince Vehhab fertine oldu tarih
Kurb-i revana oldu ruh-ı revan Meylî. (Mujezinović, 1970: 238-239)
6 Tarihin tıpkıbasımı ve Boşnakça tercümesinin yayınlandığı kitap: Mehmed Mujezinović. (1998).
Islamska epigrafika u Bosni i Hercegovini I, Sarajevo
HALKBİLİMİ DERGİSİ
43
KAYNAKLAR
KADIZADE, Muhamed Enveri. Tarik-i Enveri, VI. cilt, Gazi Hüsrev Bey
Kütüphanesi, Katalog no: R2012
KEMURA, Sejfudin. (1911). Sarajevske džamije i druge javne zgrade
turske dobi, Sarajevo
NAMETAK, Fehim. (1985). „Nekoliko novih podataka o književnosti
Muslimana na orijentalnim jezicima“. Prilozi za orijentalnu filologiju, S. 34, ss.
79-84.
MUJEZINOVIĆ, Mehmed. (1998). Islamska epigrafika u Bosni i
Hercegovini I, Sarajevo
PAIĆ-VUKIĆ, Tatjana. (2007). Svijet Mustafe Muhibbija, sarajevskog
kadije. Zagreb
MOTİF AKADEMİ
44
SIRP KÜLTÜRÜNDE OSMANLI DAMGASI
Ottoman Seal in Serbian Culture
Mirjana MARİNKOVİĆ
Özet: Şüphesiz ki Balkan kültürü ve Sırp kültürü Osmanlı damgası olmadan
düşünülemez. Sırp kültüründe Osmanlı etkisini hayatın çeşitli alanlarında görmek hâlâ
mümkündür. 1459-1878 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliği altında
bulunan Sırbistan Osmanlı siyasi nüfuzu altında ve Osmanlı medeniyeti çerçevesinde
gelişmekteydi. Bu etki hem maddi hem de manevi kültürde kalıcı bir şekilde mevcuttur. İslam
dininin Balkanların siyasal ve toplumsal gelişiminde yüzyılar boyu büyük bir payı vardır.
Sırp maddî kültürünün hemen hemen bütün alanlarında Osmanlı mirası kaçınılmaz
bir olgudur. Sırp nüfusunun bir kısmı İslam’ı kabul ederek İslam hayat tarzını benimsemiş,
müslümanları ev yapımında, evlerin içlerinin düzenlenmesinde, mutfakta, giyimde taklit
etmeye başlamıştır. Diğer yandan Müslüman olmayan nüfus da hakim olan İslam
nüfusunun kültürüne ve zevkine göre yaşımışlardır. Böylece Osmanlı kültürü sırf
Müslümanları değil bütün toplumu etkilemiş oluyordu. Osmanlı etkisini şu alanlarda
gözlemleyebiliriz:
Şehir ve köy yapısı
Mimari
Ev tipi ve dekorasyonu
Yiyecek ve içecek kültürü
Giyim
Dil ve edebiyat
Psikoloji ve hayat felsefesi
Bu çalışmamızda Osmanlı kültürü ile Sırp kültürü arasındaki ilişkileri ve etkileşimi
incelemek istiyoruz. Osmanlılar Sırbistan’ı fethettikten sonra Ortaçağ Sırbistan kurumlarını,
yönetim şekillerini ve kanunlarını kendi yönetimine dahil etmişlerdir. Osmanlı egemenliği
Sırbistan’a yeni yönetim anlayışı ve yeni toplum yapısı getirmiştir. XIX. Yüzyıla gelindiğinde
Sırp yöneticileri ile Osmanlı yöneticileri arasında fark yok gibidir. Sırp Prens Miloş Belgrad
muhafızı gibi yaşamış, giyinmiş ve şehri yönetmiştir. Osmanlı egemenliğinden kurtulmayı
hayal edenler Osmanlı devlet anlayışı ve hayat modelini terketmek Avrupa modeline göre
Bu makale 24-26 Eylül 2012 tarihde Süleyman Şah Üniversitesi tarafından düzenlenen I.
Uluslararası Balkan Kongresi’nde sunulmuş tebliğin gözden geçirilmiş metnidir. Dr, [email protected], Belgrad Üniversitesi, Filoloji Fakültesi, Sırbistan.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
45
yeni bir toplum kurmak istiyorlardı. Sırp kültüründe Osmanlı damgasını sadece görünüşte
aramak yanlıştır. Bu etkiyi Sırp toplumunun hayat felsefesi ve düşünce yapısında aramamız
gerekir. Bu damganın bugün de canlı olduğunu söylemek mümkündür.
Anahtar Kelimeler: Sırp kültürü, Osmanlı İmparatorluğu, Kültür etkileşimi,
maddi kültür, manevi kültür, Balkan
Abstract: There is no doubt about the fact that Serbian culture can not be imagined
without Ottoman traces. The Ottoman influence on Serbian culture still can be seen in various
fields of life. Serbia was under the rule of the Ottoman Empire 1459-1878. developing under
the Ottoman political influence and in the framework of the Ottoman civilization. This
influence is still lasting both in material and spiritual culture. Islamic religion had a great
part in the political and social development of the Balkans through centuries.
The Ottoman legacy is an inevitable fact in almost all fields of Serbian material
culture. Since a part of the Serbian people converted to Islam and accepted Islamic way of
life, they began to imitate their Muslim neighbors in building and furnishing their homes, in
cooking and dressing. From the other side non-Muslim population was living according to
the culture and taste of the ruling Muslim population as well. Thus the Ottoman culture had
influence on the whole society not only Muslims. We can follow the Ottoman influence in
these sectors:
Urbanization and city and village structure
Architecture
Home interior design
Food culture
Language and literature
Psychology and philosophy
In this work we want to analyze relations and interactions between the Ottoman
and the Serbian culture. After the Ottoman conquest of Serbia, the Ottomans incorporated
some Serbian institutions, administrative forms and laws into their administrative system.
Nevertheless, the Ottoman rule brought new administration and new social structure. It
seems that there was no difference between Serbian and Ottoman governors in XIX century.
Serbian Prince Milosh was living, dressing and ruling as a muhafiz of Belgrade. Those who
were longing to get free from the Ottoman rule wanted to leave behind the Ottoman vision
of state and its life style and to establish a brand new society according to the European
model. It is not right to look for the Ottoman traces in Serbian culture just in the
appearance. We should look for these traces in life philosophy and mentality. It can be said
that these traces are still alive.
Key words: Serbian culture, the Ottoman Empire, Cultural interaction, material
culture, spiritual culture, the Balkans.
MOTİF AKADEMİ
46
Giriş
Ünlü Sırp mizahçısı Vladimir Bulatoviç “Her sıradan Sırp insanı ortalama
60 yıllık yaşam süresinde beş yüzyıl Türk egemenliği altında yaşıyor” demiştir. Bu
komik söz ne anlama geliyor?
Demek ki gözlerimizin önünde hala Osmanlı “hayaleti” sallanıyor. Demek
ki Osmanlı mirası en kalıcı mirasımızdır. Demek ki milli kültürümüzde ve
bilincimiz altında bu miras hala canlıdır. Kültürümüzün ve kimliğimizin çeşitli
tabakalarında Osmanlı mirası ayrılmaz bir parçadır.
Sırp kültürü Balkan kültürünün bir parçasıdır. Balkan, Türkçe “dağlık”
anlamına gelen bir sözcüktür. İsidora Sekuliç (1877-1958), bizim ünlü kadın
yazarımız - denemeci ve seyahatnameci - Balkanları çeşitli egemenlik ve
medeniyetlerin büyük bir mezarı olarak tanımlamaktadır. (Sekulić, 2003: 19)
Osmanlı’dan önceki Balkanlar, Eski Yunanistan, Roma ve Bizans’ın bir parçasıydı
veya bu medeniyetlerin etkisi altında bulunuyordu.
Hiç kuşkusuz Balkanlara en derin izleri bırakan Osmanlı medeniyetidir.
Bundan dolayı bölge için ‘Osmanlı Balkanı’ olduğunu söyleyebiliriz. ‘Osmanlı
Balkanı’ Osmanlı idari sistemine giren Balkanların bir kısmıdır. Balkanı Balkan
yapan hala mevcut Osmanlı yansılamarıdır. Bildiğimiz Balkan, bu yansımalar
olmadan düşünülemez. Bu makalenin amacı bu damgayı birkaç örnekle ve son
araştırmalara dayanarak yakından açıklayıp aydınlatmaktır. Tabii, böyle sınırlı bir
makalede bu kadar geniş bir sorunu kapsamlı bir şekilde aydınlatmak mümkün
olmayacaktır. Onun için sadece bazı gerçeklere dikkat çekmenin ilim dünyasına
faydalı olacağı kanaatindeyim.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Ortaçağ Sırp Çarlığı’na Getirdiği Değişimler
Osmanlı İmparatorluğu kurulmadan önce Sırplar ile Türkler arasında
ilişkilerin olduğu bilinmektedir. Tuna nehri havalisinde yaşayan Slav kavimleri
Hun, Peçenek, Kuman ve Bulgar kavimleriyle temasa geçmişlerdi. (Filipović,
1966:67)
Uzun süreli Osmanlı hâkimiyeti (1459-1878) Sırbistan topraklarında çeşitli
şekillerde hemen hemen bütün alanlarda kökten değişmelere neden olmuştur.
Ortaçağ Sırp Çarlığı’na nazaran Osmanli Devleti din, devlet organizasyonu, toprak
düzeni, üretim, zanaatçılık, maddi kültür, mimari, hayat felsefesi ve diğer açılardan
tamamen farklıydı. Osmanlılar beraberlerinde getirdikleri asayiş ve istikrar
sayesinde feodal anarşiyi ve parçalanmışlığı kortadan kaldırmıştı.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
47
İslam dini ve buna bağlı devlet düzeni Sırbistan’ın siyasal ve toplumsal
gelişimini etkilemiştir. Eski Sırp feodal kurumlar ve gelenekleri kaybolmuştur.
Yerlerine Osmanlı timar ve vergi sistemi gelmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun
bulunduğu geniş coğrafyada çeşitli dine mensup topluluklar yaşıyorlardı.
İmparatorluk çok dinli ve çok dilli devlet olarak düzenlenmiştir. Sultan II. Mehmet
Fatih İstanbul’u fethettikten sonra İstanbul kosmopolit bir kent oldu. İran’dan
Cezayir’e ve Arabistan’dan Viyana’ya kadar uzanan Osmanlı İmparatorluğunda
yüzyıllarca Müslümanlar, Ortodokslar, Katolikler, Protestanlar ve Yahudiler
birlikte yaşadılar. Bütün etnik ve din grupları kendileri olabiliyor, tapınaklarına
gidebiliyor, dillerini konuşabiliyor, şarkılarını söyleyebiliyor, millî kıyafetlerini
giyebiliyorlardı (Mayer, 1997: 67). İmparatorluğun dağılma döneminde çeşitli
sebeplerden dolayı (ekonomik gerileme, idarecilerin yolsuzlukları ve zorbalıkları,
milliyetçilik, büyük devletlerin gayri Müslimlerinin arzularını kışkırtmaları ve
İmparatorluğun iç işlerine karışmaları vs.) bu gruplar arasında sık sık çatışmalar
ortaya çıkmaya başladı ve bu çatışmalar devletin yıkılışına sebep oldu.
Diğer yandan nüfusun bir kısmı İslam dinini kabul etmiştir. Sırp
topraklarında sadece şehir nüfusu islamlaşmıştır. Sırplar’ın islamlaşma sürecinin
tarihi henüz kapsamlı bir bilimsel araştırma konusu olmadı. Ama bilindiği gibi,
Sırp köylüsü kendi kapalı cemiyetinde, eski ata erkil adetlere, gelenek ve
göreneklere göre, mit ve efsanelerle, yarı pagan inanış ve ritüellerle dolu basit ve
mütevazi hayatını sürdürüyordu. Bu sebeple İslam kültürü ve islamlaşma şehir
hayatına özgüdür.
Osmanlılar’ın Sırbistan’da ilk bıraktığı etki kent ve şehirlerde görülebilir.
Ortaçağ Sırp Devletinde şehirlerin sayıları azdı. Diyebiliriz ki Sırp toplumunda
gerçek şehir yapısı,; şehir yaşamı, şehir kültürü ve şehir ekonomisi Osmanlılarla
birlikte gelmiştir. 1459 yılından (Sırbistan’ın fethedildiği yıl) 1541 (Budin’in
fethedildiği yıl) ve 1552 yıllarına kadar (Temeşvara’nın fethedildiği yıl) şehir
ekonomisi ve şehir toplumunun temel taşları kurulmuştur. (Поповић, 1997: 82)
İstanbul, Sofya, Belgrad ve Budin 16. yüzyılın sonlarında Avrupa’da en büyük
şehirler arasına girmiştir. (a.g.e.) Osmanlıların Belgrad şehrinin kültüründe
bıraktıkları izleri en açık şekilde Belgrad’da görülür.
Gerçekten Belgrad Osmanlılar tarafından fethedildikten sonra yüzyıllarca
süren sınır asker kalesi görünümünü kaybedip önemli ticaret merkezi olarak
gelişmeye başlamıştır. (Đurić-Zamolo, 1977: 181, 185-186) 1521-1688 yılları
arasındaki dönemde Belgrad zenginleşmiş, kentleşmiş, yabancı tüccarlarla
dolmuştur. İlk olarak şehre Raguzalılar geldiler. Onlardan sonra Yahudiler,
Yunanlılar ve Ermeniler Belgrad’a yerleşmeye başlamışlardır. Dar sokaklarında
MOTİF AKADEMİ
48
durmadan birçok dili konuşan renk renk insanlar dolaşıyorlardı. (Велмар-
Јанковић, 2011: 71) Balkan Kapısı (Kapija Balkana) kitabında yazarımız Svetlana
Velmar-Janković şehrin çok karışık olduğunu, o zamanki Türk Belgrad'da en çok
Sırpça'nın konuşulduğunu ve bu İslam şehrinde en zengin Raguzalıların olduğunu
yazıyor. (Велмар-Јанковић, 2011: 73) Şüphesiz ki Belgrad bu kosmopolit ruhunu
167 yıl süren barış ve istikrar dönemine borçludur. 16. yüzyılın sonlarında
Belgrad’ı ziyaret eden bir Prus seyyahı şu şekilde Belgrad’ı tasvir ediyor: “...
Bütün şehir dükkancıklarla, kervansaraylarla, güzel camiler ve Türk kiliseleriyle,
Hıristiyan kiliseleriyle ve Yahudi sinagoglarıyla doludur. Bunun yanında şahane
çeşmelerle ve hamamlarla da mevcuttur. İnsan istediği herşeyi, İspanya veya
Almanya’nın en zarif şehirleinrde olduğu gibi, Belgrad’daki dükkanlardan
alabilir.” (Zirojević, 2003: 131) Buna rağmen 1688-1867 yılları arası dönem
Belgrad için durgunluk ve ekonomik stagnasyon dönemiydi. Diğer yandan, bazı
seyyahların yazdıklarına göre 14-18. yüzyıllar arasında Balkan şehirlerinde Türk
usûlü bir hayat yaşanıyordu. “Selanik, Belgrat, Sofya’da herkes çarşaf giyiyordu ve
pek çok kilise kadın ve erkekleri ayıran tahta parmaklıklarla bölünmüştü. 19.
yüzyıla kadar Belgratlı Sırp kadınlar çarşaf giyiyor kocaları da sarık sarıp nargile
içiyorlardı.” (Artun, s.a.)
Sırbistan’da Osmanlı Damgasının Mevcut Örnekleri
Osmanlı-Balkan mimarisinin baş öğeleri – kamu binaları, çarşılar ve
mahalleler – bütün Sırp şehirlerinde görmek mümkündür. Belgrad “Balkan Kapısı”
diye anılmaktadır. (Велмар-Јанковић, 2011). Türkler Balkanlara gelince yeni
mimarî üslubu getirmişlerdi. Türk mimarisinin etkisini hem kamu binalarında hem
de konut yapılarında görebiliriz. Bugün hâlâ Balkan Kapısı denebilen Belgrad’da
Osmanlı mirasımızın kalıntıları mevcuttur.
Osmanlı döneminde inşa edilmiş olan binalar mahvolduğu halde bugünkü
yer adlarında Osmanlı kalıntılarına rastlamaktayız (Теодосијевић, 2011: 381-397).
Bu yerler yada binalar bugün Belgrad’da bulunuyor. Örneğin:
Ada – ada – Belgrad’da Aca Ciganlija (Çingene Adası) ve Ada Huja var.
Avala – bu ad muhtemelen havale kelimesinden geliyor. “Dışarıdan, başka
yerden görülmeyi önlemek için yapılan engel” anlamına geliyor. (Doğan, 1990: 455)
Terazije – terazi – eskiden Belgrad’ın ana caddesinde su terazisi bulunuyordu.
Dorćol – dörtyol
HALKBİLİMİ DERGİSİ
49
Tašmajdan – taş maydanı
Karaburma – kara burun veya kaya burun
Konak – Belgrad'da Prens Miloş'un Konağı ve Prenses Ljubica'nın Konağı
bulunuyor.
Lagum – lağım – yeraltı kanalı. Bilindiği gibi Türkler Belgrad’ı fethedince
Belgrad Kalesi’ni yıkmak istiyorlardı. Bu amaçla bu yeraltı kanalleri kullanıyorlardı.
Bezistan – Bedestan
Osmanlı konut mimarisi izleri az bulunur. Kamu binaları (cami, mescit,
kervansaray, hamam, tekke, imarethane gibi) aksine konutlar en fazla ahşaptan
yapılmıştır. Köy evleri külube şeklinde çok mütevazi bir şekilde inşa edildiği için
şimdi çok nadiren rastlanır. Yine de Osmanlı egemenliğinin son döneminde zengin
Hıristiyan yöneticiler ve tüccarlar Osmanlı tarzı taş ve tuğla evler yaptırıyorlardı.
Birkaç örnek hala Sırbistan'ın şehirlerinde bulunuyor. Genellikle bu şehirlerin
merkezlerinde bulunduğu için tarihsel anıtlar olarak gezinip ziyaret edilmektedir.
Balkanlardaki Hıristiyan nüfusu Müslümanların yaptığı gibi evlerini
yaptırıp donatıyorlardı. Şehirlerde yaşayan Hıristiyanlar Türklerin ev içi unsurlarını
kabul etmişlerdir. Onun için hem Müslüman hem de Hıristiyan evlerinde benzer
mobilya ve ev eşyası bulunuyordu – sedir, sandık, rahle, şerbetlik, sehpa. Zemin
kaplamak için en fazla ahşap kullanıldı. Ahşap üstüne kilim ve seccade konuldu.
Türklerle birlikte Sırbistan’a yeni bir beslenme kültürü gelmiştir. Türklerin
getirdiği yiyecek ve içecek çeşitleri Sırp mutfağının temelidir. Sarma, biber dolma,
pilav, börek, baklava, tulumba, pekmez, reçel, kahve, şerbet vs. hem Müslüman
nüfus hem de Hıristiyan nüfus içinde çok seviliyordu. Bu yiyecek ve içeceklerin
günümüzde de sevildiği görülmektedir. Bu mirasımız Türkçe kökenli sözcükler gibi
canlı ve kalıcıdır. Osmanlılar Balkanlara gelmeden önce ahşap ve seramik kaplar
kullanılıyordu. Osmanlılar mutfaklarıyla birlikte zengin Hıristiyanların kabul ettiği
bakır, gümüş ve altın kaplar bile getirmişlerdir. (Коцић, 2011: 330-331) Tepsi, ibrik,
bakraç, leğen, saç ve buna benzer kaplar uzun zaman kullanılıyordu.
Osmanlı toplumundaki din ve sınıf ayrımı en çok giyim kuşam kültüründe
görünür. Sultan II. Mehmet Fatih döneminden itibaren tüm sınıflara özgü giyim
öngörülmüştür. Hıristiyanlar mensup olduğu mesleklerine ve sınıflarına göre
giyinmiştir. Ziraatçı, çiftçi, tüccar, çarşılı, zanaatçı vs. şehir nüfusu Müslüman
komşularını taklit ediyordu. Giyim nizamnameleri sık sık bozulurdu. Sırp dilci ve
tarih yazarı Vuk Karaciç bu konuda yazarken “elbise reaya ve Türk arasında ayrım
yapmalıdır” diye vurguluyor.
MOTİF AKADEMİ
50
Osmanlı dönemindeki toplumda hem din hem de sınıf ayrımı vardı.
Bilindiği gibi hakim olan tabaka Müslümanlardan oluşuyordu. İnsanlar hangi
milliyetten olursa olsun İslam dinini kabul edince engelsiz ve kabiliyetlerine göre
en yüksek devlet makamlarına ulaşabiliyordu. Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa
(1505-1579) bunun en açık bir örneğidir. İslamlaşan Sırpların nüfuzu bir zaman o
kadar fazlaydı ki 1420 yılından itibaren 16. yüzyılın ortalarına kadar Osmanlı
sultanları Raguzalılara Sırpça mektuplar gönderiyolardı. (Zirojević, 2007: 78). Bu
noktada Osmanlı toplumsal gerçeğinde ve siyasal hayatında çok açık bir Sırp
damgasının olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin, 1562 yılında Osmanlı elçileri ile I.
Ferdinand Habsburg arasında toplantı münasebetiyle basılmış olan kitaba nazaran,
“Türkler, Almanya ve Avusturya hükümdarlarıyla yapılan görüşmelerde Sırpça
kullanıyorlardı” (Pavlović, 1932: 175). Bir başka örnek de 15. yüzyılda Sırpça'nın
sultan sarayında öğretildiğini gösteriyor. Süleymaniye kütüphanesinde saklanan ve
paralel olarak Arapça, Farsça, Yunanca ve Sırpça cümleler ihtiva eden dört dilli
ders kitabı Osmanlı döneminde Sırpçanın ne kadar önemli olduğunu kanıtlıyor.
(Маринковић, 2010: 280-298)
Bu verimli etkileşim sırf dil konusunda kalmadı. Bilindiği gibi hukuk
alanında da bu etkileşim açıktır. Osmanlılar Sırp topraklarını fethedince yöresel ve
ekonomik hayatı düzenlemek amacıyla bazı Sırp ortaçağ nizamnameleri ve hukuk
kurumlarını benimsemişlerdir (Самарџић, 1992: 32). Osmanlı sultanlarının
çıkardığı kanunnameler Sırp toplumsal, hukuksal ve ekonomik tarihi için başlıca
kaynaklardır. Ayrıca Sırp devlet, örf ve adet hukuku hükümleri içerdiği için bir
hayli önemlidir. (Bojanić, 1974: 1) Devlet otoritelerinden ve büyük şehirlerden
uzak köylerde yaşayan nüfus yüzyıllarca kapalı ve içe dönük hayatlarını
sürdürmüşlerdir. Bu bakımdan da sınırlı bir şekilde Osmanlı damgasını bulabiliriz.
Köy hayatına özgü durgunluk ve değişimsizlik Sırp karakterinin ana çizgisi oldu.
Devlet sıradan insandan çok uzak olduğu için ve İslam prensiplerine göre kurulmuş
bir olgu olduğu için, bütün Balkanlarda devlet düşman sanılmaktaydı. Bunun için
insanlar devlete karşı güvensizlik ve korku hissediyorlardı. Hala halkımız içinde
devlet uzak ve düşman olarak görülür. Buna “reaya zihniyeti” diyoruz. Bazı
araştırmacılar ve yazarlar Balkanların statik ve değişmez olduğunu sık sık
vurgulamaktadırlar. Örneğin, Brailsford Makedonya başlıklı kitabında “bu dahice
konzvervativizm sırf Türklerin niteliği değildir. Dar ve sarp bir derbent içinde
öğretmen ve papaz olmadığı ve izole edilmiş tipik bir Slav köyü hala paganizm
zamanlarından kalma adetlerine saygı göstererek değişmez hayatını
sürdürmektedir.” (Todorova, 1999: 226)
Osmanlı damgası en fazla dilimizde bulunabilir. Şüphesizdir ki Türkçe’nin
Sırpça’ya bıraktığı izler sarsılmaz ve en kalıcı Osmanlı mirasıdır. Tarihimizde hiç
HALKBİLİMİ DERGİSİ
51
bir dil Sırpça’yı bu kadar etkilememiştir. Geçmişte sekiz binden fazla Türkçe
sözcük dilimize geçmiştir. Hayatın hemen bütün alanlarında günümüzde dahi
Türkçe sözcüklere rastlamaktayız. Yapı işlerinden evin bölümlerine ve ev eşyasına,
giyim kuşamdan yiyecek içeçeğe, günlük hayattan insanlar arası ilişkilere kadar
Türkçe sözcüklere rastlamamak mümkün değil. Hatta “bize yabancı gelmeyen bazı
Türkçe sözcükler için günümüzde artık Sırpçada aynı anlamda karşılık olabilecek
sözcükler bulamayız: jastuk ‘yastık’, jorgan ‘yorgan’, kafa ‘kahve’, kafana
‘kahvehane’, kašika ‘kaşık’, rakija ‘rakı’, čarapa ‘çorap’, pare~para ‘para’, boja
‘boya’, pekmez ‘pekmez’, kajmak ‘kaymak’, raja ‘reaya’, sarma ‘sarma’, juvka
‘yufka’, čardak ‘çardak’, kapija ‘kapı’, baksuz ‘bahtsız’, ugusruz ‘uğursuz’, kula
‘kule’, komšija ‘komşu’, imam ‘imam’, ‘muftija müftü’, džamija ‘cami’ vb.”
(Marinkoviç, 2009: 388)
Bu bağlamda Osmanlı damgasını günümüzde Sırpçada görmek
mümkündür. Sırp dilinde yerleşmiş ve en verimli Türkçe ekler – lija ‘-lı’, - dzija “-
cı”, - luk “-lık”. Türkçede –lı eki bir yerden gelen veya bir yerde oturan kişiler için
kullanılırken Sırpçada bu ek sözcüklere eklenerek yeni sözcükler türetmektedir:
nov ‘yeni’ anlamına gelir – novajlija: dug ‘uzun’ anlamına gelir – dugajlija.
Türkçedeki –cı eki, bir iş yapan ve bir mesleği olan kişilerin adlarının
türetilmesinde kullanılmaktadır: badavadžija ‘bedavacı’, miraždžija ‘mırasçı’,
sajdžija ‘saatçı’, inadžija ‘inatçı’, topdžija ‘topçu’. Fakat provodadžija,
provodadžika sözcükleri hangi dilden ve hangi kökten geliyor, bilemiyoruz.
Türkçe ekler o kadar “bizim” oldu ki Sırpça kökenli sözcüklere eklenerek
yeni türetmeler de yapıldığını görüyoruz.” (Marinković, 2009: 389)
Dilimizin reformcusu ve halk kültürümüzün verimlerini derleyen büyük
düşünürü Vuk Karaciç yaklaşık olarak 2500 Türkçe sözcük sözlüklerine
kaydetmiştir. (Пецо, 1987: 9) Bugün sekiz binden fazla Doğu dillerinden geçen
sözcük olduğunu biliyoruz. Bu kelimeler Türklerle Sırpların ortak yaşamı, hayat
koşulları, maddi kültürünün söz götürmez göstergesidir.
Sırp halkı ne kadar Türkçe biliyordu? Bu soruya şimdi cevap vermek kolay
değildir. Türkçe konuşabilenler daha rahat seyahat edebiliyor, Türklerle daha kolay
görüşebiliyor, daha başarılı ticaret yapabiliyorlardı. Birinci Sırp Ayaklanmasındaki
savaşlar sırasında (1804-1813) iki düşman taraf arasında Türkçe konuşuluyordu
(Vinaver, 1955). 1829 yılında Sırp Prensliği’ni ziyaret eden Alman
seyahatnamecisi Oto Dubislav Pirh Sırp Prensi Miloş Obrenoviç’in Türkçe
bildiğini ama hiç konuşmadığını yazıyor. (Pirh, 1900: 69) İnsanlar arasında kelime
hazinesi sayesinde hemen hemen “herkes biraz Türkçe konuşuyordu.” (Екмечић,
1989: 322)
MOTİF AKADEMİ
52
Sırp milletinin hayatındaki Osmanlı damgası en açık bir şekilde Sırbistan'ın
Osmanlı egemenliğinden bağımsızlığa kavuştuğu 19. yüzyılda görülmektedir. Bu
yüzyılın birinci yarısında hala eski Osmanlı kurumları, adetleri ve alışkanlıkları
ortadaydı. Sırp isyancıları (1804-1813) Belgrad dayılarına (Aganlı, Küçük Ali,
Molla Yüsuf, Mehmet Ağa Foçiç) karşı ayaklandılar. Birinci Sırp Ayaklanması ilk
önce yolsuzluk yapan ve Osmanlı devletine itaat etmeyen dayılara karşı başladığı
halde zamanla köklü bir toplumsal devrime dönüşmüştür. 1807 yılında Belgrad’ı
Osmanlı elinden aldığında isyancılar Belgrad'da yaşayan Türkleri katletmişlerdir.
Vuk Karaciç'in yazdığına göre Belgrad'da sırf öksüz çocuklar ve dul kadınlar
kalmışlardır. İsyancılar bunları açlık ve hastalıktan kurtarmak için iki vapurla
Anadolu'ya göndermeye karar vermişlerdir. Halbuki, Sırp isyancı Milenko
Stoykoviç Poreç şehirde vapurları durdurup en güzel kadınları ve kızları seçerek
kendisine harem edinmiştir. Bazılarını ise diğer isyancılara hediye etmiştir veya
hizmetçileriyle evlendirmiştir. (Караџић, 1969: 56)
Bu örnek gösteriyor ki Sırp yöneticiler Osmanlı hayat tarzını ve
alışkanlıklarını taklit ediyorlardı. Prens Miloş Obrenoviç hem “Türk” hem de Sırp
olarak tasvir ediliyordu. Kendisi yirmi sene Avrupa’da yaşamış olduğu halde yine
de Avrupa ile Osmanlı İmparatorluğu arasında yarı yolda kaldı. (Љушић, 1997:
280) Genellikle ala turka giyiniyordu. Bazı portrelerde ya fesli ya da türbanlı
gösterildi. Prens Miloş’un sarayı da ala turka döşenmiştir. Prenses Ljubica’nın
Konağı da bunu açıkça gösteriyor. Yeni bir devlet kurma sürecinin ilk
aşamalarında Sırp milletinin mimariden giyim kuşama kadar Türklerden takip
edecek başka örnekleri yoktu.
Osmanlı-Sırp veya İslamlık-Hıristiyanlık veya Doğu-Batı etkileşimi en
açık bir şekilde edebiyatta görülür. Herkes biliyor ki çok sayıda eşit, eş anlamlı
veya benzer anlamlı atasözlerimiz var, mesela:
Balık baştan kokar. Od glave riba smrdi.
Ayağını yorganına göre uzat. Opruži se prema guberu.
Ağaç yaş iken eğilir. Drvo se povija dok je mlado.
Bin ölçüp bir biçmeli. Sto puta meri jednom seci.
Bilmemek ayıp değil, sormamak ayıp. Nije sramota ne znati, nego je sramota
ne pitati.
Ürüyen köpek ısırmaz. Pas koji laje ne ujeda.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
53
Bilindiği gibi atasözler biriktirilmiş milli tecrübenin ve toplu hikmetin
ürünüdür. Nasrettin Hoca hikayeleri Sırp nüfusunun yaşadığı topraklarda çok
yaygındı. Sırplar arasında Nasrettin Hoca yerine Ero gelir, ama bazı hikayeler var
ki isimden başka bir şey değişmemiştir.
19. yüzyılın ikinci yarısında bütün Sırp toplumu yavaş yavaş Avrupa’dan
gelen yeni hayat tarzını, yeni üslubu, yeni beğeni sistemini benimsemeye
başlıyordu. O dönemin Osmanlı İmparatorluğu’nda olduğu gibi Sırp aydınlar,
yazarlar, politikacılar ve gençler herkes Avrupa’yı örnek alarak toplumu
geliştirmek istiyordu. Osmanlı seçkinleri ve reformcuları Osmanlı devleti ve
toplumunu muasırlaştırmakta ısrar ediyorlardı. Sırbistan Prensliği’nde ve
Krallığı’nda muasırlaşmış olmak her şeyden önce eski Türk gelenek ve
göreneklerini terkedip mahvetmek demekti. Bu yüzden o dönemde Sırp kadınların
ne zaman kayınpederlerinin ve kocalarının ayaklarını yıkamayı bıraktığı, ne zaman
yabancıların ve misafirlerin ellerini öpmez olduğu önemli bir tarihtir. (Ljušić,
1997, 287) Halbuki uzun zaman Sırp milli kimliğinde Osmanlı mirası hem içte
hem de dışta görülüyordu. Bu miras bütün Balkanlarda kaçınılmaz bir olgudur.
Bu gerçeği kanıtlamak için Sırp edebiyatına bakmak yeterlidir. Yovan İliç,
Aleksa Şantiç, Meşa Selimoviç, İvo Andriç ve diğerleri şiirleri ve romanları için bu
Osmanlı mirasını tükenmez bir kaynak keşfediyorlardı. Eski zamanlardan, tarihte
kalan insanların kaderlerinden ve hikayelerinden söz ederken bu yazarlar aslında
İnsan’dan, Hayat’tan, evrensel Değerlerden ve Gerçeklerden söz ediyorlardı.
(Танасковић: 2008,) Neden Osmanlı tarihinden esinlenmişlerdir? Çünkü
yapıtlarında onlar bu “entegral oryantalizmi” sırf kulis olarak kullanıyor, ama bu
kulis ruhumuza yakın olduğu için Osmanlı damgasının hala mevcut olduğunu
gösteriyorlar.
Sonuç
Osmanlı kültürünün ve İslam medeniyetinin Sırp kültürünün tarihî
gelişiminde büyük bir payı vardır. Osmanlılar Sırpların yaşadıkları topraklara
gelince hayatın tüm alanları büyük değişmelere uğramıştır. Osmanlı ile birlikte
önce yeni mimarlık ve şehir altyapısı gelmiştir. Günümüzde de Sırp şehirlerinde
Osmanlı döneminden kalma göze çarpan kamu ve konut mimarisinin örneklerine
rastlanabilir. Diğer yandan da Osmanlı kültürünün ve hayat tarzının etkilerini
Sırbistan’daki ev içlerinde, giyim kuşam kültüründe, beslenme alışkanlıklarında,
Sırp dilinde, sözlü ve yazılı edebiyatta, hatta hayat felsefesinde ve dünya
görüşünde dahi görmek mümkündür.
MOTİF AKADEMİ
54
Osmanlı hakimiyetinde uzun süre (1459-1878) kalan Sırbistan’da
Osmanlılar sayesinde bazı İslam kültür öğeleri benimsenerek özel bir sinkretik
kültürün oluşmuş olduğunu öne sürmek istiyoruz. Bu kültürün çeşitli tabakalarında
hâlâ yaşamakta olan Osmanlı kültür öğelerini görüyoruz.
KAYNAKLAR
Artun, Prof. Dr. Erman (tarihsiz), Osmanlının İlk Dönemlerinde Türk ve
Balkan Kültürlerinde Etkileşim, http://turkoloji.cu.edu.tr/HALKBILIM/6.php
Bojanić, Dušanka (1974), Turski zakoni i zakonski propisi iz XV i XVI veka
za Smederevsku, Kruševačku i Vidinsku oblast, Istorijski institut, Beograd
Велмар-Јанковић, Светлана (2011), Капија Балкана. Брзи водич кроз
прошлост Београда, Стубови културе, Београд
Деретић, Јован (2005), Културна историја Срба, Народна књига
Алфа, Београд
Đurić-Zamolo, Divna (1977), Beograd kao orijentalna varoš pod Turcima
1521-1867, Muzej grada Beograda
Екмечић, Милорад (1989), Стварање Југославије 1790-1918, I-II,
Просвета, Београд
Екмечић, Милорад (1997), Улога ислама у социјалном и политичком
развоју Балкана, Ислам, Балкан и велике силе (XIV-XX век), Историјски
институт, Београд, 15-53
Filipović, Milenko (1970), Orijentalna komponenta u narodnoj kulturi Južnih
Slovena, Prilozi za orijentalnu filologiju, XVI-XVII/1966-67, Sarajevo, 101-116
Jezernik, Božidar (2010), Imaginarni Turčin, XX vek, Beograd
Караџић Стеф., Вук (1969), Етнографски списи, Просвета, Београд
Караџић Стеф., Вук (1969), Историјски списи, Просвета, Београд
Коцић, Марија (2011), Оријентализација материјалне културе на
Балкану. Османски период XV-XIX век, HESPERIAedu, Београд
Љушић, Радош (1997), Турско наслеђе у Кнежевини и Краљевини
Србији, Ислам, Балкан и велике силе (XIV-XX век), Историјски институт,
Београд, 279-292
HALKBİLİMİ DERGİSİ
55
Majer, Hans Georg (1997), The Functioning of a Multi-ethnic and Multi-
religious State: The Ottoman Empire, Ислам, Балкан и велике силе (XIV-XX век),
Историјски институт, Београд, 61-70
Маринковић, Мирјана (1999), Турска канцеларија кнеза Милоша
Обреновића, Историјски институт Београд
Маринковић, Мирјана (2008), Преглед турско-српских књижевних
веза 1965-2000, Београд
Marinkoviç, Mirjana (2009), Türkçe Sözcükler Olmadan Sırpça Olur mu?,
Türk Dili, 689, Mayıs, Türk Dil Kurumu, Ankara, 387-390
Маринковић, Мирјана (2010), Српски језик у Османском царству.
Пример четворојезичног уџбеника за учење страних језика из библиотеке
султана Махмуда I, Славистика, Славистичко друштво Србије, Београд, 280-298.
Поповић, Тома (1997), Структура турског града – чаршија и махале,
Ислам, Балкан и велике силе (XIV-XX век), Историјски институт, Београд, 81-86
Пецо, Асим (1987), Турцизми у Вуковим рјечницима, Вук Караџић,
Београд
Popović, Marko; Timotijević, Miroslav; Ristović, Milan (2011), Istorija
privatnog života u Srba, Clio, Beograd
Самарџић, Радован (1992), Турци у српској историји, Зборник за
оријенталне студије, 1, Српска академија наука и уметности, Београд
Sekulić, Isidora (2003), Balkan, Plavi jahač, Beograd
Škaljić, Abdulah (1985), Turcizmi u srpskohrvatskom-hrvatskosrpskom
jeziku, Svjetlost, Sarajevo
Šop, Ivan (1982), Istok u srpskoj književnosti. Šest pisaca – šest viđenja,
Institut za književnost i umetnost, Beograd
Tanasković, Darko (2006), Islam i mi, Partenon, Beograd
Танасковић, Дарко (2008), Исламско у књижевности и култури
балканских народа, Летопис Матице српске, књ. 482, св. 4, октобар, 675-704.
Теодосијевић, Мирјана (2011), Турцизми у топонимима Београда, Анали
Филолошког факултета, 23, свеска I, Филолошки факултет, Београд, 381-397
Todorova, Marija (1999), Imaginarni Balkan, XX vek, Beograd
MOTİF AKADEMİ
56
Тричковић, Радмила (1992), Београд под турском влашћу 1521-1804,
Зборник за оријенталне студије, 1, Српска академија наука и уметности,
Београд
Zirojević, Olga (2003), Islamizacija na južnoslovenskom prostoru.
Dvoverje, Srpski genealoški centar, Beograd
Zirojević, Olga (2007), Srbija pod turskom vlašću 1459-1804, Srpski
genealoški centar, Beograd
HALKBİLİMİ DERGİSİ
57
KOSOVA’DA ÇAĞDAŞ TÜRK ÇOCUK EDEBİYATI
Contemporary Children’s Literature in Kosova
Aziz KILINÇ, Aslı TARHAN
Özet: Türk edebiyatı beslendiği kaynaklar bakımından geniş bir coğrafyaya
yayılır. Edebiyat tarihimiz irdelenecek olursa, Kosova’daki çağdaş Türk çocuk edebiyatı
tarihsel açıdan Türk edebiyatında bir geleneğin devamı niteliğinde olduğu görülür. Sosyal
dalgalanmaların etkisiyle birçok değişimin yaşandığı Balkanlar, çok kültürlü yapısıyla ve
getirdiği yeniliklerle Türk edebiyatı için güçlü bir kaynak olmuştur.
Edebiyat alanında yapılan çalışmalar incelendiğinde, en az Türkiye’deki kadar
üzerinde durulması gereken Türkiye dışında gelişen Türk edebiyatlarının da varlığı ve taşıdığı
önem ortaya çıkmaktadır. Özellikle de günümüzde Balkanlar’da Türk edebiyatı denilince ilk
akla gelen Türk çocuk edebiyatı alanındaki çalışmaların Türkiye tarafından takip edilerek
desteklenmesinin gerekliliği vurgulanmakta ve ilgi talep edilmektedir. Bu beklenti ve taleplerin
doğru değerlendirilebilmesi için, bu alanın irdelenmesi ve çözümlenmesi gerekir. Bu sebeple
bir başlangıç noktası belirlenerek kaynaklara ve eserlere ışık tutulmalıdır.
Balkan ülkeleri arasında Kosova Türkiye’yi yakından ilgilendirmektedir. Balkanlar’ın
kapılarını Osmanlı ordusuna açarak sınırlarına ilk dâhil olan Kosova’da bugün de çok sayıda
Türk yaşamaktadır. Bu nedenle Kosova’daki sosyo-kültürel hadiseler Türkiye’yi, Türk milletini
yakından ilgilendirmektedir. Bu araştırmada; kaynak taraması yöntemi kullanılarak,
Balkanlar’da gelişen Türk edebiyatının çağdaş Kosova Türk çocuk edebiyatı kapsamındaki
gelişmelerine, bu alanda yapılan çalışmalara ve eserlere yer verilmiştir.
Anahtar kelimeler: Balkanlar, Kosova, Türk edebiyatı, Çocuk edebiyatı.
Abstract: Turkish literature is fed over a wide geography in terms of resources. If
the history of literature will be examined in the Balkans appear from a historical perspective
that is a continuation of a tradition in Turkish literature. Experienced many changes in the
social impact of fluctuations in the Balkans, with its multicultural structureand has been a
powerful resource for on going in novation in the Turkish literature.
Studies in the field of literature are examined, at least until Turkey out of Turkey
need to focus on the importance of developing andemerging presence in the Turkish
Doç. Dr., [email protected], Çanakkale On sekiz Mart Üniversitesi, Eğitim Fak., Türkçe
Öğretmenliği Bölümü. Yük.Lis. Öğr., [email protected], Çanakkale On sekiz Mart Üniversitesi,
MOTİF AKADEMİ
58
literature. The first that comes to mind today, especially in the Balkans, known in Turkish
literature in the field of Turkish children's literature emphasized then ecessity of supporting
studies were followed by Turkey andattention is required. This is the correct evaluation of
the expectations and demands, this field must be examined and resolved. For this reason,
the light should be a starting point in determining the resource sandartifacts.
Turkey is closely related to Kosovo in the Balkan countries. Opening its door
stothelimits of the Ottoman Army in the Balkans today, a large number of Turks in Kosovo,
which included the first. For this reason, what is happening in Kosovo, Turkey, the Turkish
nation is closely related. In this study; resource survey of the contemporary Turkish
literature, that developed in the Balkans, using the method of the Kosovo Turkish children's
literature with in the scope of the present work was made in this area and works
Key words: The Balkans, Kosovo, Turkish literature, Children's literature
Giriş
Türk edebiyatı, Türklerin geniş coğrafyaya yayılan bir millet olmasından
dolayı, zengin kollardan beslenen bir edebiyattır. Kuzeyden güneye, doğudan
batıya birçok farklı kültürün arasında varlığını sürdürebilen bir edebiyat olması,
onun bu zenginliğini edebî ürünler olarak başarıyla yansıtabilen edebiyatçılarla
sağlanmıştır. Balkan coğrafyasından beslenen Türk edebiyatı da böyle
şekillenmiştir. Osmanlı Devleti’nin Kosova topraklarına hâkim olmasıyla beraber
Türk edebiyatı da Balkanlarda gelişmeye başlamıştır. Balkan Türk edebiyatı, Türk
edebiyatının yanı sıra Balkanlardaki ulus ve halkların edebiyatlarından da
yararlanarak beslenmiştir. Balkan Türk edebiyatı; Türk edebiyatıyla, Balkan
edebiyatlarının bir sentezidir (Dzindjiç, Tanaskoviç 1976: 221-230). Bu edebiyat
dil ve ifade imkânları itibariyle Türkçedir. Ama unutulmamalıdır ki Balkanlarda
boy verip Balkan ülkelerinin havası içinde yetişip gelişmiştir. Bu edebiyatlar konu
ve olaylara bakış açısından yaşadıkları ülkelerin özelliklerini yansıtmaktadır. Bu
nedenle Balkanlardaki Türk edebiyatları bir yandan tarihi geleneğimizden
yararlanırken diğer yandan da çağdaş Balkan edebi faaliyetlerinden de
etkilenmektedir (İsen 1997: 15).
Kültür, bir toplumu diğerinden ayırmaya yarayan, onun özelliğini temsil
eden bir işaret gibidir. Onun için kültür birliği, ırk birliğinden, hudut birliğinden
daha önemli bir özellik taşır(Topçuoğlu, 1975: 88). Osmanlı sonrası Balkan Türk
edebiyatının, Türk dili ve Türk edebiyatıyla bağı kopunca çağlar boyu süren kültür
hayatı tahribata uğramış, bundan kültür ve sanat faaliyetleri olumsuz yönde
etkilenmiştir. Bu çerçevede, Türk dünyası, Balkanlarda bu dönemde sancılı
problemli bir edebî geleneğe sahip olmuştur. 1960 yılından sonra kendi içinde bir
HALKBİLİMİ DERGİSİ
59
canlılık kazansa da geniş çevrelere sesini duyurabilmesi 1980 yılından sonra
olmuştur (Sağlam, 1996: 5).
Bir bütünü teşkil eden edebiyat kavramını zamansal ve anlamsal açıdan
bölümlere ayırmak mümkündür. Türk edebiyatı zamansal anlamda İslâmiyet
öncesi, İslâmiyet sonrası, çağdaş dönem gibi bölümlere ayrılabilirken, anlamsal
açıdan yetişkin edebiyatı ve çocuk edebiyatı şeklinde farklı kollara ayrılır.
Yetişkinler için edebî metinlerde estetik zevk arayışı mevcutken,
çocuklarda estetik zevk anlayışı biraz daha sınırlıdır. Çevresindeki her şeyi oyunla
bağdaştıran çocuk, edebiyatta da yetişkinlerden daha farklı beklentilere sahiptir.
Yetişkinlerin ve çocukların deneyimleri, yaşama bakış açıları, arzuları, hayalleri,
dünyaları çok farklıdır. Bu farklılıklar edebî ürünlere yansıtıldığı müddetçe edebî
eserlerde anlamlı bir hâle dönüşecektir. Bu yüzden çocuk edebiyatı yazarlarının
farklı bir duyarlılık ve bilinçle hareket etmelerini gerektirir. Aksi halde çocuğun
dünyasına nüfuz etmeleri mümkün değildir.
Çocuk kitapları, çocukların kişilik gelişiminde önemli etkileri olan
araçlardır. İlk çocukluk döneminden başlayan bu etkiler, ilköğretimin sonlarına
kadar sürer. Bu etkinin amaca uygun olarak gerçekleştirilmesinde en belirleyici
etken, çocukların kişilik özelliklerine uygun etkinliklerinin, uygun kitaplarla
desteklenmesi ve bütünleştirilmesidir (Sever, 2008: 49).
Kişilik gelişmesi, her insanın kendi eğilimlerine, yeteneklerine göre
gelişmesi, hayatta karşılaştığı yeni şartlara göre izleyeceği yolu kendisinin seçmesi
demektir. Böyle bir hayat ve eğitim anlayışı insanda çok çeşitli duyma, düşünme ve
hareket etme bilincinin bulunmasını gerektirir. İşte edebiyat bu bilinci uyandırmaya
yarayan araçların başında gelir. Eğitim bakımında edebiyatın değeri, insana çok
çeşitli duyma, düşünme ve hareket etme örnekleri vermesidir( Kavcar, 1999: 4).
Kosova Çağdaş Türk Edebiyatı’nın dikkat çeken bir özelliği de edebî
çalışmalarda çocuğun göz ardı edilmemiş olmasıdır. Özellikle şiir alanında önemli
eserler mevcutken edebiyatın diğer alanlarında da çocuğa gösterilen ilgi ön plâna
çıkmaktadır.
Bir neslin mirasını yeniden kendisine mal edemediği toplumlarda medeniyet
aniden ölür. Medeniyet hayatını eğitime borçludur (Durant,1978:141 ). Mevcut bilgi
ve teknikler yeni nesillere aktarılmayıp her nesil her şeyi yeniden keşfedecek olsa o
zaman hiçbir gelişme olmazdı. O halde kültür ve medeniyet bir birikimdir.
Yazı dili ister istemez eğitimin ötesinde bir birikime, bir geleneğe
yaslanmak zorundadır. Kuşkusuz Balkanların yakın döneminde böylesine bir
MOTİF AKADEMİ
60
birikimden de söz edilemez. Bunlara eklenmesi gereken çok önemli bir başka
faktör de bu yörede istisnasız bütün ülkelerde sanat ve edebiyat faaliyetlerinin
yükünü çeken unsurun öğretmenler olmasıdır. Bütün dünyası çocuk olan bu meslek
mensupları doğaldır ki sanat faaliyetlerinde de gündelik hayatlarının bu en önemli
objesini, yani çocuğu yazdıklarının merkezine koyacaklardır. Balkanlarda Türkçe
çocuk edebiyatından söz etmek, bu yöredeki Türk edebiyatından söz etmek
anlamına gelmektedir(İsen, 2008: 39).
Kosova’da 1965 yılı öncesinde edebî çalışmalar için gereken imkânları
büyük ölçüde çocuk dergilerinde bulan yazarlar, çocuk edebiyatına kayıtsız
kalmamıştır. Kosova Türk edebiyatında önemli yeri olan Hasan Mercan, Nusret
Dişo Ülkü, Nimetullah Hafız, İskender Muzbeg, Enver Baki gibi yazarların ilk
kitaplarının çocuklara yönelik eserlerden oluşması, bu yazarların edebî
çalışmalarının ortak bir özelliği olarak öne çıkmıştır. Kosova Türk edebiyatında her
türde eser veren edebiyatçılar bulunurken, özellikle çocuk edebiyatında diğer
türlere göre şiirde önemli gelişmeler gösterilmiştir.
Kosova’da Türk Çocuk Şiiri
Çocuk edebiyatı çatısı altında şiir, çocuğa sevgi, güzellik ve insanlık
duygularını kazandırmak, anadilini sevdirmek ve bu dilin zenginliklerini tanıtmak,
duygu ve düşüncelerini estetik bir biçimde aktarabilmek açısından çocuğun
dünyasında önemli yere sahip olan bir eğitim aracıdır.
Çocuk edebiyatında şiir, çocukların dil becerilerini geliştirmelerinde,
sözcüklerin büyüsünü ve dilin matematiğini kavramalarında önemli bir araçtır. Şiir
vasıtasıyla dilin gücünden yararlanabilen çocuk, yaratıcı düşüncesini de geliştirir
(Güleryüz, 2002: 274).
Kosova Türk çocuk edebiyatında şiir türü serbest nazım ağırlıklı eserlerden
oluşur. Bu türde lirizmi yansıtan eserleriyle Naim Şaban bu alanda ilk önemli
isimdir. Mizahı eserlerinde ustalıkla işleyerek Kosova Türk edebiyatında farklı bir
yere sahip olan Agim Rıfat Yeşeren’in çocuklara yönelik çalışmalarında da aynı
başarıyı devam ettirdiği görülmektedir. Şairin “Ne mi Olmak İsterim, Ne mi Olmak
İstemem” (Tan yayınları, Priştine, 1983) adlı kitabında 46 şiir yer almaktadır.
Agim Rıfat Yeşeren şiirlerinde eşek, pire, öküz gibi hayvanları, okul, kağıt,
sandalye, şişe, sofra, araba, para gibi nesneleri, burun, el ayak gibi insan
vücudunun kısımları, dağ, deniz, yol, masal, Nasrettin Hoca gibi konuları işleyip
bunlar gibi neden olmak istemediğini veya neden onlar gibi olmak istediğini
anlatıyor.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
61
Kosova Türk edebiyatında bir başka başarılı isim olarak öne çıkan ve
edebiyatın her türünde eser veren Hasan Mercan çocuk edebiyatında da aynı
üretkenliği göstermiştir. Kosova Türk çocuk edebiyatı, her iki ülkenin sanatsal
sentezini yansıtan niteliklere sahiptir. Bu özelliği edebî faaliyetlere başarılı bir
şekilde yansıtan isim Nusret Dişo Ülkü’dür. Şair, somut şiirleriyle çocuk dünyasına
hitap ederken, gereksiz didaktizmden uzak durmuştur. Şiir türünde özellikle
çocuklar için eserler veren Nimetullah Hafız, Kosova Türk çocuk edebiyatına
getirdiği yenilikleri eserleriyle somutlaştırmıştır.
Zeynel Beksaç “Sevincinin Rengini Arıyorsanız” (Birlik yayınları, Üsküp
1982), “Kavak uyur mu ?” (Birlik Yayınları, Üsküp 1987) ve “Önce sevgiye doğar
güneş” (Tan yayınları, Priştine, 1995) adlı şiir kitaplarını yayınladı. İlk kitap üç
bölüme ayrılmış 52 şiirden oluşuyor. Konular baş kahraman Semra’ya atıfla
geçiyor. İkinci kitapta 45 şiir iki bölüme ayrılmış. Hayvanları konu eden ilk
bölümdeki şiirler ‘‘Güvercinim Güvercinim’’ başlığı altında toplanmış, iki
bölümdeki şiirler kitabın adını veren ‘‘Kavak uyur mu?’’ başlığı altında toplanmış.
“Önce sevgiye doğar güneş” 49 şiirden oluşmuş. Tümü hece vezin dışında yazılmış
ama çoğunda uyak uygulaması vardır. Sevgiyi, oyunu, mutluluğu, düşünceyi,
erdemliği akıcı bir dille betimleyerek ele alıyor.
Altay Suroy Recepoğlu 'nun ilk şiirleri "Birlik" Gazetesi ve "Sesler" Aylık
Toplum Sanat Dergisî'nde yayımlanmıştır. "Köprü" (çocuk şiirleri, "Birlik"
Yayınları, Üsküp 1984) çocukları ilgilendiren olay ve duyguları konu eden 38
şiirden oluşur. Şiirlerin başlıklarından anlaşıldığı gibi “Niçin Çalışıyoruz”, “Boş
Oturma”, “Gecenin Arkadaşı Kim”, “Kim Daha Sevdalı”, “Atoma Karşı Başka Bir
Atom Bulmalıdır İnsan” şiirlerin eğitici özellikleri vardır.
Nusret Dişo Ülkü değişik konularda yazdığı çocuk şiirlerini dört ayrı
kitapta topladı, “Çocuklar Ağaçlar” (Koço Raşın yayınevi, Üsküp 1963) ozanın
yayımlanan ilk kitabıdır. İki bölüme ayrılmış 26 şiirden oluşuyor. Yılçağlar,
evdekiler, kuşçazlar, hayvanlar şiirlerinde konu edilmiştir. “Çocukların Elleri” (
Tomurcuk Yayınları, Üsküp 1965) kuşlar, evcil hayvanlar, salıncak, uçurtma,
Ülker’in gelişmesi gibi konuları içeren 37 şiirden oluşuyor. “Dereden Tepeden”
(Birlik Yayınları, Üsküp 1981) okul, kitap, anne sevgisi, dersler, günler, aylar
çiçekler, bayramlar konu edilmiş 44 şiirden oluşuyor, kitapta zengin çocuk dünyası
işleniyor (Recepoğlu, 2002).
Çocuklarla ilgili şiirler yazan başka şairler de vardır; somut şiir tarzını bu
konudaki örneklerde de sürdüren Sebahattin Sezair (1948), konuca ayrı bir
çerçevede soylu şiirler geliştiren Altay Suroy (1949), pürüzsüz Türkçesiyle çocuk
dünyasına şiir yağmurları yağdıran ZeynelBeksaç (1950), gençliklerine karşın
MOTİF AKADEMİ
62
onların dünyalarını dile getiren Osman Baymak (1954), Raif Kırkul (1964)
Kosova’daki Türk çocuk şiiri mozaiğini zenginleştirmeye devam ediyorlar (İsen;
Kireççi, 2008: 46).
Kosova’da Türk Çocuk Hikâyesi
Çocuk edebiyatının temel türlerinden birini de hikâye oluşturur (Oğuzkan,
1987:214, 215). Çocuklar için yazılan hikâyelerde yer alan tasvirler yalın ve kesin
olmalı, bu örneklerde benzetme ve mecazî anlatımlara ölçülü bir şekilde yer
verilmelidir. Yine bu örneklerde, cümleler kısa, cümle düzeni doğal ve seçilen
kelimeler sade olmalıdır. Hikâyelerin konusu yaşama sevinci, aile sevgisi, tabiat,
yurt ve millet sevgisi, güzellik duygusu gibi olumlu duygu ve davranışları
kazandırıcı, geliştirici ve pekiştirici nitelik taşımalıdır. Çocuk hikâyesinde
karşımıza çıkan yalın dil, açık ve sade anlatım, mümkün olduğunca soyut
anlatımdan ve tasvirden kaçınma gibi özellikler Balkanlardaki Türk çocuk
hikâyesinde ilk göze çarpan özelliklerdir.
Kosova Türk çocuk edebiyatında, şiir türündeki verimliliğin diğer türler için
geçerli olmadığı görülüyor. Dolayısıyla hikâyede sadece sayılı isimlerin eserleri öne
çıkmaktadır. Kosova Türk edebiyatına teorik anlamda birçok yeniliği kazandıran
Süreyya Yusuf, hikâye türünün de öncü ismidir. Her türde eserleri bulunan Hasan
Mercan da hikâye türünün başarılı isimlerindendir. Bu türde en çok eser veren
edebiyatçı unvanına sahip Enver Baki ile Reşid Hanadan, İskender Muzbeğ,
Secaettin Koka, Ahmet İğciler ve Şükrü Mazrek bu türde eser veren edebiyatçılardır.
Şükrü Mazrek’in “İyi Kalpli Öğretmen” (Prizren, 1997) adlı kitabı
genellikle okul yaşantılarını ele aldığı 13 öyküden oluşmaktadır.
Nusret Dişo Ülkü'nün "Kara İsmet" adlı bir de öykü kitabı vardır. Aynı
kitap 1981 yılında İstanbul'da, "Koza Yayınları’’ tarafından "İsmet Kara" adıyla da
yayımlanmıştır.
Bir başka çocuk edebiyatı yazarı Reşit Hanedan’ın hikaye türünde yazdığı
“Yıldızlı Ev” (Tan Yayınları, Priştine “1989) ise 10 farklı hikayeden oluşmaktadır.
Çocuklara Yönelik Hazırlanan Süreli Yayınlar
Türk edebiyatının dönüm noktalarında etkisini arttırarak akımlara kaynaklık
eden, sınırlamalara direnen süreli yayınlar, Kosova Türk çocuk edebiyatında edebî
çalışmalara güç kazandırmıştır. Özellikle Türkçe edebî çalışmaların sınırlandırıldığı
HALKBİLİMİ DERGİSİ
63
dönemlerde Kosova’daki Türk edebiyatçıların süreli yayınlardan yararlanarak
faaliyetlerine devam ettiği görülüyor. Özellikle çocuklara yönelik süreli yayınlarda
edebî çalışmalar için yeterli imkânın bulunması Kosova’da Türk edebiyatının çocuk
edebiyatı ile paralel bir gelişme göstermesine neden olmuştur.
Kosova’da Türkçe edebî çalışmalara katı sınırlılıkların geldiği dönemde
Türk edebiyatçılar eserlerini Makedonya’da süreli yayın yapılan “Birlik” ( 1944)
gazetesinde, “Sevinç “(1951 ve “Tomurcuk” (1953) çocuk dergilerinde ve “Sesler”
Kültür ve sanat dergisinde yayımladılar. Kosova’daki edebî çıkış Piriştine’de 1969
yılında yayımlanmaya başlayan ‘‘Tan Gazetesi’’bünyesinde gerçekleşmiştir. Tan
Gazete Yayın Kurumu iki ayda bir “Çevren” Bilim, Toplum ve Kültür , “Kuş”
Çocuk dergisini (1979) ve “Çığ” Sanat ve edebiyat dergisini yayımladı.
Kosova’da çocuklara yönelik süreli yayınlar arasında günümüzde
faaliyetlerine son vermiş yayınlarla birlikte yayımlanmaya devam eden dergilerde
vardır. İsa Sülçevsi’nin kurucusu olduğu “Bahar” dergisi, Zeynel Beksaç’ın 1986
yılında hazırlamaya başladığı “Filiz Çocuk”, 1999 yılından bu yana Kosova’da
yayınlanan ve günümüzde de çocukların ilgiyle takip ettiği “Türkçem”, 1994’te
Balkan Aydınları Derneği bünyesinde yayınlanan “İnci”, 1979 yayımlanan “Kuş”
çocuk dergisi süreli yayınlarda öne çıkanlar arasında yer alır(Recepoğlu, 2002: 12,15).
İsa Şulçevci’nin kurucusu olduğu Bahar Derneği çatısı altında yayımlanan
‘‘Bahar’’ dergisinin Aralık 2011 sayısında, engellilere saygı gösterilmesinin
zorunluluğuna dikkat çekilen söyleşi, Türk kültüründe çocuk oyunları kapsamında
öykü ve şiirlerin yer aldığı derginin son sayısında yine bilim ve teknolojiden
yeniliklere, bir öğrencinin başarı hikâyesine ve masallara yer verilmiş.
1971 yılında adı sonradan Esin’e dönüşen Doğru Yol Dergisi’nin ilk yedi
sayısını çıkaran Zeynel Beksaç, 1986 yılında aynı derneğin Filiz çocuk dergisini
hazırladı. 1990 yılında da Tan’ın Çığ Dergisi’ni Prizren’de çıkardı.
İlk sayısı Ocak 1999 tarihinde yayımlanan Türkçem dergisi Kosova’da
gelişen Türk çocuk edebiyatına yeni bir boyut getirmeyi, ivme kazandırmayı
amaçlamaktadır. “Balkanlarda Anadil Zevkini Beraber Yaşatalım” sloganıyla 12.
yılında yayın hayatını sürdüren “Türkçem” dergisinin yeni Ocak sayısı zengin bir
içerikle okurlarıyla buluştu. Kosova’da sıkıntılı dönemlerden geçen Türkçe yayın
basın camiası içerisinde kendi imkanlarıyla ayakta durmaya çalışan “Türkçem”
dergisi, zor koşullara rağmen Türkçeyi yaşatmaya ve çocukların dünyasını aynı
kararlılıkla renklendirmeye devam ediyor.
Kosova’daki Türk çocuklarının ilgiyle takip ettiği “Bahar Çocuk ve Kültür
Dergisi” 2007 yılından beri ayda bir yayımlanmaya devam etmektedir. İçeriğiyle
MOTİF AKADEMİ
64
çocukları okumaya teşvik eden dergi, küçük okurları için bilgi ve eğlenceyi birlikte
sunuyor (Recepoğlu, 2002).
Kosova Türk Çocuk Edebiyatı’nda Halk Edebiyatı’nın Yeri
İslâmiyet öncesi göçebe bir hayat süren Türklerde edebiyat alanında bu
yaşam şeklinin izlerine rastlanır. Türk Halk Edebiyatı ürünleri geniş bir yelpazeye
dağılırken, aynı zamanda köklü bir geçmişe de sahiptir. Türk kültürünü en doğal
haliyle yansıtan halk edebiyatı ürünleri çocuk edebiyatı çatısı altında da etkili
olmuştur. Özellikle çocukların hayal gücünü geliştiren masallar, kavram bilgisini
artıran bilmeceler, dilin söyleyiş özelliklerini kazandıran maniler, tekerlemeler,
tecrübelerin somutlaştırılmış mirası atasözleri Kosova’da ve Türkiye’de bazı ufak
söyleyiş farklılıklarının dışında ortak bir kültürel mirasın aktarıcısıdır.
Türk kültür değerlerini kuşaktan kuşağa aktarmada, halk edebiyatı
ürünlerine edebi metinler içinde yer verildiği oranda bu metinlerin etkisi artar.
Ayrıca toplumsal özgünlüğün edebî eserlere yansıması da halk edebiyatı
ürünleriyle mümkündür. Kosova Türk çocuk edebiyatı türleri incelendiğinde eser
verilen türlerin tamamında halk edebiyatından yararlanıldığı dikkat çekiyor.
Aslında her iki ülkede gelişen edebiyatın bir potada sentez oluşturmasında Türk
halk edebiyatının da etkisi bulunmaktadır.
Sonuç
Osmanlı döneminde Balkanlar’daki Türk edebiyatının zirvede olduğu
görülürken, bu toprakların elden çıkması sonucunda tüm edebî çalışmalar bir anda
kesilmiştir. Ancak, siyasî ve sosyal yapı Balkan ülkelerinde genel olarak bir
duraklama yaratmış olsa da edebiyat çalışmalarının ülke bazında farklı iniş
çıkışlarının olduğu bilinmektedir. Bu farklılıkların değerlendirilmesi sonucunda
edebî çalışmaların en aktif olduğu ülkelerin başında Makedonya ile birlikte
Kosova’nın yer aldığı görülüyor.
17 Şubat 2008’de bağımsızlığını elde ederek özgürlüğüne kavuşan
Kosova'da başta Arnavutlar, Türkler ve Sırplar olmak üzere altı etnik grup
yaşamaktadır. Bu sebepten bayraklarında altı yıldız vardır ve bu anlamlı bir jest
olarak görülmektedir. Umulan bunun bir jest olarak kalmamasıdır. Türkler,
bağımsızlığın ilanından sonra kendilerini daha rahat ve özgür hissetmeye
başlamalarına rağmen ilerleyen tarihlerde Arnavutların tutum ve davranışları,
Türklerin gelecekteki durumunu belirleyecektir. Türklerin nüfusun yüzde 90’ını
HALKBİLİMİ DERGİSİ
65
oluşturan Arnavutlar’la ilişkileri iyi olmasına karşın, bağımsızlıkla birlikte
dengenin Arnavut tarafına kayması ile Türkleri asimile olma tehlikesi tehdit
etmektedir.
Balkanlar’da Türk hâkimiyetinin sona ermesinin ardından kültürel mirasın
sürdürülmesi ve Türk kimliğinin varlık mücadelesi, kültür ve sanat faaliyetlerde
etkisini göstermiştir. Türklerin Balkanlar’daki varolma mücadelesinde en önemli
etken, ortak his ve duyguları sürdürecek olan dildir. Türkçe’nin Balkanlar’da
yaşatılabilmesi adına atılabilecek en önemli adım ise edebiyatın özellikle de çocuk
edebiyatının önemi hakkında bir bilinç oluşturmaktır.
Kosova çocuk edebiyatı alanında eserlerin türlere göre dağılımı
değerlendirildiğinde özellikle şiirde bir yığılmanın olması, türler arasında denge
olmadığını gösterir. Elbette edebî türler için böyle bir dengenin kurulması zorunlu
olmasa da, özellikle şiir türünde çok sayıda eser verilirken roman türünde yok
denecek kadar az çalışmanın olması, çocuk edebiyatı alanındaki çalışmaların
tabana yayılmasını engellemektedir. Kısacası çocuğa şiir türüyle
kazandırılabilecekler ile roman türü ile kazandırılabilecekler aynı değildir. Kosova
Türk çocuk edebiyatındaki türler arası bu dengesiz dağılım, Türk edebiyatçısının
okur kitlesine aynı noktadan etki etme yanlışlığına düşürecektir.
Kosova örneği ele alınırken en fazla göze çarpan; Türkçe’nin kullanımı ve
resmi dil olarak kalması adına verilen mücadelelerdir. Bağımsız Kosova’da Türkçe
konusunda eskiye göre birçok iyileştirmenin yapılmış olmasına rağmen, resmi dil
olma konusunda istenilen sonuç henüz alınamamıştır. Dil bilincine sahip olan
Kosovalı Türk edebiyatçılar, bu durumun yarattığı olumsuzluğu, edebiyat
alanındaki çalışmalar ile ortadan kaldırmayı amaç edinmişlerdir. İnsan
topluluklarının bir arada yaşaması, birlikte hareket edebilmesi ve varlığını
sürdürebilmesi için değerler önemlidir. Ortak millî, maddî ve manevî değerleri
benimsemiş olmak, olay ve olgular karşısında aynı derecede duyarlılık ve
hassasiyet gösterebilmek, ancak ortak geçmişe sahip ve gelecekte de birliktelik
inancı olan toplulukların kabiliyetidir. İnsan ilişkilerinde ve birlikte hareket
edebilmede önemli olan değerlerin oluşmasında, devamlılığını sağlayabilmesinde
ve kazandırılmasında ise edebiyatın etkili bir unsur olduğu biliniyor. Özellikle dil
bilincinin ve kültürel değerlerin kazandırılması adına Kosova Türk edebiyatında
çocuk edebiyatı alanında yapılan çalışmalar dikkat çekmektedir. Çünkü dil bilincini
yitirmiş ortak his ve duygulardan kopmuş bireyler yetişmesini engellemek için
çocuk edebiyatının gücünden yararlanmak doğru bir seçimdir.
MOTİF AKADEMİ
66
KAYNAKLAR
DURANT, Will.(1978). Medeniyetin Temelleri. Çev: Nejat Muallimoğlu.
İstanbul
DZİNDJİÇ, Slavoljub ve TANASKOVİÇ.(1976).‘‘Poezija Turske,
Narodnosti u Jugoslaviji’’, Stremljsenga Dergisi, Priştine, yıl,17. S. 2, ss.221-230.
GÜLERYÜZ, Hasan.(2002). Yaratıcı Çocuk Edebiyatı. Ankara: Pegem
Yayıncılık.
İSEN, Mustafa. (1997). Çağdaş Prizen Şairleri, Ötelerden Bir Ses. Ankara:
s.15
İSEN, Reyhan ve Ayşe Esra KİREÇÇİ.(2008). Balkanlarda Türk Çocuk
Şiiri. İstanbul: Varlık Yayınları.
KAVCAR, Cahit.(1999). Eğitim ve Edebiyat. Ankara: Engin Yayınları.
OĞUZKAN, Ferhan. (2001).Çocuk Edebiyatı.Ankara: Anı Yayıncılık.
RECEPOĞLU, Altay Suroy. (2002). Kosova’da Türkçe Yayımlanmış
Çocuk Edebiyatı Eserleri.Prizren:BAY Dergisi, Sayı:82, s.12-15.
SAĞLAM, Feyyaz. (1996).İzmir: Ortak Türk Edebiyatı Açısından
Yunanistan Türklerinin Konumu, Önemi ve Problemleri Üzerine Düşünceleri,
Yunanistan Türkleri Edebiyatı Üzerine İncelemeler, s.1-5.
SEVER, Sedat.(2008). Çocuk ve Edebiyat. Tudem Yayınları. s. 49.
TOPÇUOĞLU, Hamide.(1976). Genel Sosyoloji Ders Notları. A.Ü.DTCF;
Felsefe Bölümü. s. 88.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
67
ROMEN-TÜRK KÜLTÜREL ETKİLEŞİMİNİN ROMEN DİLİNE
YANSIMALARI
The Effects of the Romanian-Turkish Cultural Interaction on the Romanian Language
Ragıp GÖKÇEL
Özet: Tarih boyunca çok az Avrupa ülkesi Romanya kadar yabancı güçlerle
anlaşmak zorunda kalmıştır. Bölgedeki farklı milletlerin etkisiyle ve zaman zaman hâkim
güçlerin el değiştirmesi neticesinde, Romen toplumu farklı medeniyetlerin tesiri altında
kalmıştır. Bu açıdan bakıldığında Osmanlı Devleti’nin yaklaşık 500 yıllık varlığı Romenler
üzerinde sosyal ve kültürel izler bırakmıştır. Ancak bu etkileşimin yansımaları tek taraflı
olmamış; “baskın” devletler diğer milletleri etkiledikleri gibi, karşı tarafın tesiri altında da
kalmışlardır. Günümüzde Almanya’ya “gurbetçi” olarak giden Türkler kendi yemek
kültürünün bir ürünü olan döneri Almanlara sevdirerek önemli bir sektörün oluşmasını
sağlamıştır ve Almancaya “döner” kelimesini kazandırmıştır. Aynı şekilde Osmanlı Devleti
de hükmü altındaki coğrafyadan etkilenmiştir. Osmanlıca farklı dillerden (örneğin: Farsça
ve Arapça) etkilenerek kelime hazinesine yeni kelimeler kazandırmıştır. Dahası, farklı
kültürler birbirlerini etkilemiş ve bu da geleneklerinin ve kültürel değerlerinin değişmesine
yol açmıştır. Romen ve Türk milletlerinin zaman içinde benzer kültürel değerlere
kavuşmaları ve bunun Romence üzerindeki etkilerine değinilecektir. Kültürel yakınlaşma,
evlilikler neticesinde zamanla fizyonomik benzerliklere de yol açmıştır. Çalışmamızda
çağdaş Romen kültürünün şekillenmesinde Osmanlı kültürünün, özellikle de dilinin katkısı
ve yansımaları incelenmiştir. Dilin karşılıklı anlaşma aracı olmasının yanı sıra algılama
tarzımızı ve değer yargılarımızı etkilediği de bir gerçektir. Önemle vurgulanacak bir diğer
konu da, günümüz Romence’sinde Osmanlıca (Türkçe) kökenli kelimelerin varlığı ve
kullanım alanları olacaktır. Elbette bu kelimelerin Romen diline geçişine etki eden kültürel
ve tarihî faktörlere de kısmen değerlendirilecektir.
Anahtar kelimeler: kültür, Romen, Türk, toplum, medeniyet, millet, milliyet, dil
Abstract: In the course of history, very few European Countries had to deal with
foreign powers as much as Romania. As a result of the influence of different nations and
the dominant forces changing hands from time to time, the society became influenced by a
Dr., [email protected], The University of South-East Europe LUMINA, Bükreş, Romanya,
MOTİF AKADEMİ
68
variety of civilizations. From this perspective, the existence of the Ottoman Empire in the
region for almost 500 years inevitably left social and cultural traces. However this
interaction didn’t take place one-sidedly, but just like the dominant state effect the region,
they too got influenced from the opposing side. In the near past the Turks who migrated
into Germany took with them a product of their food culture; “the doner”. This new
product attracted the interest of German and led to the formation of a new sector therefore
the word “doner” is now added to the German language. In the same way the Ottoman
Empire got influenced by the territory it dominated. The Ottoman language too being
influenced by other languages such as Persian and Arabic allowed new words to be added
in the language. Moreover, these different cultures have influenced each other, and this has
led to changes in their traditions and cultural values. As a result of living together for
centuries, as in Romania, different communities especially between the Romanian and the
Turkish nations obtained similar cultural values and thus this had influences on the spoken
language which we will discuss. These cultural convergences and marriages that took
place in time led to physiognomic similarities. In our study, we will discuss the contribution
and the axiological implications of the Ottoman culture and especially its language on the
shaping of the contemporary Romanian culture. In addition to the fact that the language
spoken being a tool for mutual agreement it is also evident that it affects the way we
perceive the world around us and our values. Another issue that ought to be emphasized is
the presence of words with Ottoman roots that we can find in the Romanian language and
their uses. The cultural and historical factors that influenced the transfer of these words
into the Romanian language will be thoroughly assessed.
Key words: culture, Romanian, Turkish, society, civilization, nation, nationality,
language
Giriş
Dil, kültürün ve değer yargılarının temel dinamiklerindendir. Dil kültüre yön
verdiği gibi, kültürler de dili etkilemiştir. Birçok sosyal bilimci için dil bir
komünikasyon aracı olmaktan çok daha önemli bir fenomendir ve dünyayı
algılamamıza da büyük bir katlı sağlar. Bu fikri ilk sahiplenen Edward Sapir bu
olguyu, “insanlar toplumlarının iletişim vasıtası olmuş hususi dile bağlı olarak yaşar
(Sapir, 1929).” Toplumlar farklı diller konuştuğunda, “içinde bulundukları dünyalar
farklı, üzerlerinde hiç de aynı etiketler olmayan dünyalardır.” Yazımız iki toplumun
(Romen-Türk) dillerinin Romanya’daki kesişim kümesi üzerine olacaktır. Romen
dilinde mevcut Osmanlı Türkçesine ait kelimeler ve etkileşimi tetikleyen sosyal ve
kültürel faktörler sosyolojik açıdan karşılaştırmalı ve tarihsel araştırma yöntemleri
birleştirilerek incelenecektir. Çalışmada ampirik araştırma yönteminden faydalanırken,
HALKBİLİMİ DERGİSİ
69
nicel (kantitatif) metodu ile elde edilen verilerin yorumlanmasında nitel1
metot
kullanılacaktır. Bu yöntemler kullanılarak değişimlerin altında yatan toplumsal ve
yapısal şartların açıklanmasına çalışılacaktır. Konu, farklı dillerdeki kaynakların yanı
sıra gözlemlerden ve mülakatlardan faydalanılarak araştırılmıştır. Aynı zamanda da
kullanılan kaynaklarda olabilecek yanlı/sübjektif veri ve yorumları minimize
edebilmek için çok sayıda kaynağa başvurulmuştur.
Romenler, diğer Balkan milletlerinden farklı olarak, Osmanlı Devletinin
doğrudan yönetimi altında olmamışlardır. İç işlerinde özerk ve bağımsız olan Eflak
ve Boğdan Prensliği, dış işlerinde Osmanlı Devletine tabii olmuşlardır. Fatih Sultan
Mehmet bölgeye Romenlerden ilk olarak güvenilir bir yönetici atamıştır. Fatih
Sultan Mehmet’ten sonraki dönemlerde de padişahın uygun gördüğü bir prens
(voyvoda) görevlendirilmiştir. Dobruca bölgesi ve Tuna boyu hariç, Türkler ile
Romenler bu topraklarda birlikte yaşamamışlardır. Osmanlı, himayesindeki Romen
halkına ne dinini ne de dilini dayatmamış ve aynı zamanda dinlerini yaşamlarına da
karışmamıştır. Bu iki milletin kültür ve dil etkileşimi bu açıdan bakıldığında
Balkanlarda farklı ve özel bir konuma sahiptir. Doğrudan Türkler tarafından iskâna
uğramayan bölgelerdeki Romen halkın, kültürel benzerliklerinin sebepleri
yazımızda değerlendirilecektir.
Genel bir çerçeveden bakıldığında, Güneydoğu Avrupa’nın en önemli
ülkelerinden Romanya’nın Çavuşesku diktatörlüğünün 1989 yılında devrilmesi ile
karşılaştığı politik ve ekonomik kararsızlık, ülkeyi sonraki yıllarda da derinden
etkilemiştir. Komünist rejimden sonraki yıllarda hazırlanan ilk demokratik Romanya
anayasası, 8 Aralık 1991 yılında kabul edilmiştir. Anayasanın üç yıl sonra 31 Ekim
2003 tarihinde 73 maddelik değişikliğinin halk oylamasıyla onaylanmasından sonra,
parlamenter demokrasiye geçiş sürecine devam eden Romanya, 2004 yılında
NATO’ya, 1 Ocak 2007’de de Avrupa Birliği’ne katılmıştır. Romanya’nın bu sürecin
ilk yıllarında izleyeceği yol, birçok Batı ülkesinin siyaset ve ilim camiası tarafından
yakından takip edilmiştir. Hitchins, devrimden sonraki yıllarda kaleme aldığı
eserinde bu kritik konudaki endişesini “…modern Romanya, doğuya mı yoksa batıya
mı ait olduğunu çıkaracak ve Avrupa’daki yerini belirleyecektir” diyerek dile
getirmektedir (Hitchins, 1992: 1064). Ülkenin takip ettiği siyasî ve ekonomik yol
haritası, market ekonomisi, meclise dayalı demokrasisi veya daha farklı modellerin
seçimi gibi siyasî yönüyle birlikte sahip olduğu doğu kültür mirası arasındaki ilişki,
batı dünyası için başlıca soru işaretlerini oluşturmuştur (Bkz. Hitchins, 1992).
Romanya’nın 1989 devriminde Avrupa’nın özellikle de Fransa’nın etkisini
1 İnsan ve grup davranışlarının sebebini anlamaya yönelik nitel (qualitative) araştırma metodundan da
faydalanılmıştır.
MOTİF AKADEMİ
70
görmekteyiz (Uricaru, 2010). Bu nedenle komünist dönemin sonlanması ile birlikte
ülke tekrar Avrupa’ya ve Avrupa değerlerine yönelmiştir. Aslında bu yöneliş ilk
değildir ve bundan takriben yüzyıl önce Romen aydınları Batı Avrupa değerlerini ve
hayat anlayışını ülkeye yerleştirmek istemişlerdir. Tuşa`nın ifadesiyle Romen
devrimcilerin 1848 yılında uygulamaya koydukları program ile ülkeyi Doğu Avrupa
modeline (buradaki kasıt Osmanlı modelidir) bağlılığından kurtararak, Batı tarzı
Fransız modeline yönelişi ile 1989’daki akım arasında benzerlikler görmekteyiz
(Tuşa, 2011: 39).
Romanya, Demirperde’nin kalkması ile birlikte siyasî ve ekonomik açıdan
çok çalkantılı bir dönemden geçerek, kendisini önemli sosyal değişimlerin de
içinde bulmuştur. Artık ideolojik dayatmalardan kurtulan genç nesil hızla sosyal
değişim içine girmişti. Sosyal değişimler, sadece çağımızda tesirli olmamış,
insanlık tarihî boyunca toplumları etkilemiştir. Yüzyıllardır Rönesans, Hümanizm,
Sanayi Devrimi vb. değişimler toplumları derinden meşgul ettiği gibi; bunlar,
beraberlerinde sosyal değişimleri yönlendirme, açıklama, anlama ve değerlendirme
arzusunu getirmiştir (Weymann, 1998: 11).
Türk-Romen Kültür Etkileşimi
Balkanların en fazla nüfusa sahip devleti olan Romanya, coğrafî olarak
Avrupa’nın güneydoğusunda ve Karadeniz ile Adriyatik arasında kalan Balkan
yarımadasının kuzey-doğusunda ve çok bereketli topraklara ve doğal kaynaklara
sahip bir bölgede bulunmaktadır. Ülke aynı zamanda da önemli ticaret, geçiş ve
bağlantı yollarının üzerinde ve yakınında bulunması nedeniyle erken Bizans
devrinde büyük göç hareketlerinin sahnesi olmuş ve Roma, Bizans ve Osmanlı
imparatorluklarının hâkimiyet alanına girmiştir. Batı ve Doğu Roma (Bizans),
Ortodoksluk ve Katoliklik, İslam dünyası ve Hristiyan dünyası, modern
zamanlarda ise Batı (NATO) ve Doğu (Varşova Paktı) arasındaki sınırlar hep
Balkan coğrafyasının üzerinden geçti (Oruç, 2009: 49). Osmanlı Devleti’nin
Balkanlardaki varlığı yaklaşık 500 yıl sürdü. Aydınlanma felsefesi 18. yüzyılda
nasyonalizm düşüncesi ile beraber Balkanlara önemli ve biçimlendirici bir etkide
bulunmuş, Avrupa’daki bütün kültürel ve ideolojik akımlarda aktif rol oynamıştır
(Todorova, 2009). Bu düşünce akımlarının Balkan ülkelerinde etkinliğinin artması
ile birlikte Türklerin siyasî ve kültürel etkinliği her açıdan zayıflamaya başlamıştır.
Netice itibari ile 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren Rusların Balkanlara girişi ve
nihayetinde 93 Harbi’nin kaybedilmesi ile Osmanlı Devleti bu coğrafyadaki
hâkimiyetini resmen kaybetmiştir. Romanya tarih boyunca kültür koridorlarının
yakınında ve çoğu zaman içinde olmuş, bu da beraberinde kültürel etkileşimi
HALKBİLİMİ DERGİSİ
71
getirmiştir. Burada konumuzla alakalı belirteceğimiz husus Romenlerin Türklerle
olan etkileşimidir. Bazı araştırmacılar Osmanlıların meydana getirdiği sosyo-
kültürel etki açısından Balkanlardaki milletleri iki grupta sınıflandırmaktadır:
Birinci grubu fetih hareketlerinden sonra büyük çoğunluğu
İslamiyet’i kabul eden Boşnaklar ve Arnavutlar; ikinci grubu ise Ortodoks-Katolik yapılarını koruyan Sırplar, Hırvatlar, Makedonlar,
Rumlar, Bulgarlar, Romenler oluşturmaktadırlar. Bu iki grubun Türk kültürüyle etkileşimi, dillerindeki Türkçe kelimelerin oranı farklı
olmuştur. (İyiyol & Kesmeci, 2011: 621).
Türklerin Karpatlar havzasına hâkim olmaları VIII. asırdan itibaren
görülmektedir. Karpatlara; VIII. asrın ilk yarısında Hunlar ve VI. asırdan VIII. asra
kadar Avarlar hâkim olmuşlardır (Rásonyi, 1938: 108). Doğrudan Türk hâkimiyeti
altında bulunan en önemli yer ise Dobruca bölgesi olmuştur. Türkler, Dobruca’yı
ilk defa Selçuklular zamanında Sarı Saltuk ve benzeri dervişlerin İslam’ı yaymak
amacıyla gelmeleriyle tanımışlardır. Osmanlı Devleti, Dobruca’yı ele geçirince
iskân politikasının sonucu olarak Anadolu’dan buraya Türkleri yerleştirirmiştir.
Kırım Türklerinin de gelmesiyle Dobruca bir Türk bölgesi halini almıştır (Aksu,
2005: 26). Osmanlı Devleti, ele geçirdiği her coğrafyada olduğu gibi burada da
camiler, hanlar, hamamlar, türbeler, çeşmeler yaptırmıştır. Burada yaşayan Türkler,
Osmanlı Devleti’nin hâkimiyeti boyunca rahat bir hayat sürdürmüşlerdir. Osmanlı
Devleti’nin 1878 Plevne Savaşı’ndan yenik çıkmasıyla birlikte bölgedeki Türklerin
durumu değişmiştir. Anadolu’ya göçler başlamış ve azınlık durumunda kalan
Dobruca Türkleri, vatan bildikleri topraklarda kimliklerini korumak için dinî,
siyasî, sosyal ve kültürel alanda faaliyetlerde bulunmuşlardır. Osmanlı Devleti’nin
bölgeden çekilmesinden Romanya’nın komünist yönetime geçişine kadar Türkler,
pek çok gazete ve dergi çıkarmışlardır. Bunların bir kısmı uzun sürerken çoğunluğu
kısa süre içinde kapanmıştır. Dobruca Türkleri siyasî ve sosyal haklarını almak ve
kendilerini korumak için teşkilatlar kurmuşlar, Komünist yönetimin iktidara
gelmesiyle, her alanda olduğu gibi kültürel alanda da haklarından mahrum
bırakıldılar (Aksu, 2005: 26).
Toplumlarda yerleşen kültürel ögeler bir toplumun milli kültürünün ruhunu
ve temel değerlerini oluşturur ve bunlar ancak başka kültürlerle karşılaşıldığında
fark edilir. Kültürün görünen tarafını dil, yemekler, mimari, edebiyat, hukuk
sistemi gibi unsurlar ile toplum içindeki gözlenebilir ritüeller ve davranış şekilleri
oluşturur. Her kültürde var olan ve çoğu zaman sadece araştırmacı bir gözle fark
edilebilen, görünmeyen değerler ise toplumun fertlerini belli bir şekilde, belli
MOTİF AKADEMİ
72
davranışlara yönlendiren, davranışın doğruluğunu bildiren ve iyi-kötü, doğru-
yanlış, anlamlı-anlamsız, faydalı-faydasız ve ulaşılmaya değer hedeflerini
belirleyen toplumsal değer yargılarıdır. Toplum, karşılıklı ilişki içinde ortak bir
hayat tarzına sahip ve aynı varlık alanını paylaşan fertlerin bir araya gelmesidir.
Milletlerin de kendi aralarında din, siyaset, aile yapısı, ekonomi, eğitim farklı ve
kendine has belirleyici farklılıkları vardır. Alexander, Kinast ve Schroll-Machl
kültürü ve milli kültürü, aynı ülkenin vatandaşlarına anlam yükleyen ve büyük
ölçüde aidiyet duygularını tanımlayan bir yönlendirme sistemi olarak
tanımlamışlardır. Milli kültürü ise, toplumun içinde doğduğu, geliştirmeye katkıda
bulunduğu aynı zamanda hayatta kalması ve bağlanması için gerekli olan kültür
olarak tanımlanabilir (Alexander, Kinast, & Schroll-Machl, 2010: 29).
Romen Dilinin Türkçe ile Etkileşimi
Romence ya da bazı kaynaklarda yazıldığı şekli ile Rumence2 Hint-Avrupa
dil grubuna aittir ve Latinceye dayanan bir dildir. Romence’nin kelime hazinesinin
çekirdeğini (ana yapısını) Latince ve bu çekirdeğe ek olarak Slav ve diğer dillerden
katkılar oluşturmaktadır. Latince kökenli diller arasında, Romence “Daco-
Romance” içinde bulunup Doğu Latincenin bir koludur ve günlük kullanımda
“Romence” olarak geçer. Kim Schulte’ye göre dört tane farklı “Daco-Romance”
dili vardır ve bunlar sıklıkla Romence’nin farklı lehçeleri olarak geçer.
“Aromanian” lehçesi, Makedonya’da, Arnavutluk’ta, kuzey Yunanistan’da,
Sırbistan’da ve Bulgaristan’da 300.000, “Megleno-Romanian” lehçesi, Kuzey
Yunanistan’da ve Makedonya’da 5.000, “İstro-Romanian” lehçesi, Hırvatistan’ın
İstirian yarımadasında 1.000 ve “Daco-Romanian” lehçesi, Romanya ve
Moldova’da yirmi beş milyon kişi tarafından konuşulmaktadır (Schulte, 2009, s.
230). Araştırmamızda “Daco-Romanian” Romence’si esas alınmıştır. “Daco-
Romanian” lehçesini de kendi içinde de iki grupta incelenebilir. Bunlardan birincisi
Muntenia, ikincisi Moldova merkezli lehçedir.
Romen toplumu 10. yüzyıldan itibaren farklı dilleri konuşan (Slav, Macar,
Türk) toplumlar tarafından coğrafî olarak sarılmıştır. Böylece Romence anadiline
sahip yerel halk uzun bir müddet Latince konuşan toplumlarla ilişkileri kesilerek
gelişmiştir. Ortaçağda Fransızca, İtalyanca ve İspanyolca’nın kaynağı olan
Latince’den kelimeler, cümle yapıları ve modelleri almaya devam ederek
gelişirken, Romence Latince’nin bu dönemdeki etkisi dışında kalarak gelişmiştir.
Daha sonraki 14. ile 19. yüzyıllar arasında Fransızca’dan, İtalyanca’dan,
2 Romence 1940’lara kadar, Romanian” yerine “Roumanian” olarak kullanılmıştır.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
73
Yunanca’dan ve Türkçe’den kısmi olarak Romence’ye asimile olmuş kelimeler
bulunmaktadır. Günümüzde, İngilizce kelimeler olduğu gibi ve bir asimilasyona
uğramadan, Romence’de kullanılmaktadır (Calabrese & Wetzels, 2009: 117).
Osmanlı’nın, Romen dilinin kelime hazinesinin şekillenmesinde
yüzyıllarca süren dil ve kültürel temaslar vasıtasıyla etkisi olmuştur. Bunu sağlayan
başlıca etkenleri şöyle sıralayabiliriz: geçici ya da kalıcı dış etkiler ile önemli
tarihsel olaylar, sosyo-ekonomik gelişmeler, ticarî faaliyetler, teknik ve bilimsel
gelişmeler, moda, reformlar, işgücü (yurtiçi ve yurtdışı) göçü, eğitim göçü, turizm
ve iş seyahatleri. Türklerle ve Osmanlı İmparatorluğu ile temaslar 14. yüzyıldan
başlayarak 18. yüzyıla kadar sürecektir ve bu yüzyıllar içinde Türkçeden
Romence’ye geçen çok sayıda kelime olmuştur (Calabrese & Wetzels, 2009:. 117-
118)3. Bu ikili ilişkilerde Türkçe önemli bir araç olmuştur ve önceleri daha küçük
sayılabilecek zümrelerin doğrudan Türklerle iletişime geçerek Türkçe
öğrenmelerini sağlamıştır. Daha sonraları Balkanlarda ve Romanya’da Türk
nüfusunun yerleşik hayata geçmesi ile birlikte, özellikle de Tuna havzası ve
Dobruca’da Türkçe kelimeler Romence’de de kullanılmaya başlamıştır (Capidan,
1942). Kullanılan bu kelimler elbette: “Bir dil başka bir dilden ödünçleme
yaptığında, çoğu zaman aldığı unsuru aynen almaz. Aldığı unsur üzerinde çok
derin ses ve anlam değişikliği yapar (Köktekin, 2007: 122)” ifadesini haklı
çıkarmıştır. Romence, Türkçe kelimeleri kendi dil yapısına adapte ederek
kullanmıştır. Bazı kelimelerin yazılışı Türkçe aslına çok benzemese de ses
benzerliği gözden kaçmamaktadır. Günümüzde özellikle yerel halkın günlük
konuşmalarında bunu görebilmekteyiz. Örneğin Tuna boyundaki Romen Giurgiu
şehrinin köylerinde evlerin çitlerine “duvar”, köylü kadınların basma başörtülerine
“çember” ve “basma” demektedirler. Yine Romence’de suçsuz birini ifade için
“basma curată4” deyimi kullanılmaktadır (Academia Romana, 2009).
Romence’de alt veri tabanındaki kelimelerin yaklaşık yüzde ikilik kısmı
Türkçe’den ödünç alınmıştır. Romence’ye en çok kelime veren 6. dildir Türkçe
(Gruyte & Haspelmath, 2009: 239). Romence veri tabanında bir tek Türkçe’den
alıntı fiilin olmaması dikkat çekicidir. Romence’nin Türkçe’den geçmiş
kelimelerinin yüzde onunu ev, ev yapısı ve ev hayatı ile ilgili sözcükler
oluşturmaktadır. Romen dilinde birçok örneği bulunmakla birlikte, aşağıda seçilen
kelimeler, yaygın olarak kullanılanlardan bazılarıdır:
3 Ancak Romen aydınlar, Türklerden bağımsızlık emaresi olarak modern Romence’yi Türkçeden geçen
“pürüzleri” yok etmeye çalışmışlardır. Bu çalışma başarılı olmuş ve neticede çok az sayıda Türkçe
kökenli kelime (%2) Romence’de varlığını sürdürebilmiştir (Calabrese & Wetzels, 2009, s. 118). 4 “Curat” kelimesi temiz anlamını taşımaktadır.
MOTİF AKADEMİ
74
Türkçe Romence Türkçe Romence
kadife catifeá kerpiç cbirpici
misafir musafír cam geam
keyif chef soba sóbă
bayram bairám5 ocak hogeág
balta baltág şerbet șerbét
Türkçe’den alınmış kültür sözcüklerinin sayısı bugünkü Balkan dillerinde,
bölgesine göre 2000-5000 kelime arasında değişmektedir; giyim kuşamda, halk
müziğinde, yeme içmede ve davranışlarda bugün bile Osmanlı mirası göze çarpar
bir kertededir (İnalcık, 2005: 31). Romence’nin, Türkçe’den kelime ödünç aldığı
diğer sözlük alanları %4,7 ile “tarım ve bitki örtüsü”, %4,5 ile “yiyecek ve içecek”
bölümü ve yine %4,5 ile “kıyafet” ile ilgili olanlardır (Gruyte & Haspelmath, 2009:
245). Örneklerde de belirttiğimiz gibi bu kelimeler Osmanlı Devleti’nin bölge ile
yakın siyasî ve ticarî bağlantıların bir sonucudur. Ticarette kullanılan kelimelere bir
örnek de “para” ve “emanet” kelimeleridir ki Romence’de aynen “pará” ve
“amanét” şeklinde geçmektedir.
Bazı durumlarda Türkçeden Romence’ye alıntı kelimeler hiçbir belirgin
semantik fark olmaksızın, mevcut öğelerin eş anlamlıları olarak geçmiştir. Bunun
belirgin örneklerinden biri, Romen kırsal kültürünün bir parçası olan, Türkçedeki
çoban kelimesinden gelen ve “păstór” kelimesinin eş anlamlısı olarak kullanılan
“cioban6” kelimesidir. Păstór kelimesi Latince kökenli olmasına rağmen Romen
halkı genellikle Türkçeden gelen “cioban” ifadesini tercih etmektedir.
Dikkat çekici bir başka nokta ise Romencedeki karşıt anlamlı sözcüklerin
olumsuz olanının Türkçeden alıntı olmasına olan eğilimidir. Buna örnek olarak
temiz ve karşıtı kirli kelimelerinin Romence’de “curat” ve karşıtı Türkçe’den alıntı
“murdar” şeklinde kullanılması gösterilebilir. Arkadaş ve düşmanın kelimeleri
“prieten” ve yine Türkçe’den alıntı “duşman” olması da bir başka örnektir (Gruyte
& Haspelmath, 2009: 245). Günümüz Romencesinde bulabileceğimiz bazı Türkçe
kelimeler dile ilk yerleştikleri anlamları ile benzer bir anlamda kullanılmaktadır:
5 Bayram Romence’de daha çok eğlence anlamında kullanılmaktadır. 6 Kelimenin yazılışı farklı olsa da okunuşu Türkçesi ile aynıdır.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
75
Romence Türkçe Romence Türkçe Romence Türkçe
anason anason cazan kazan magiun macun, reçel
arpagic arpacık dud dut sarma sarma
atlas atlas chihlimbar kehribar mucava mukavva, karton
baclava baklava chimen kimyon năut nohut
basma eşarp curmal hurma pătlăgea patlıcan
bidinea badana (fırça) fildeş fildişi satâr satır
bostan bostan ienibahar yenibahar, sidef sedef
burghiu burgu ghiveci güveç şalvari şalvar
cais kayısı harbuz karpuz şerbet şerbet
Bugünün Romencesinde dilin eğlenceli boyutunu gösteren, küçümseyen
alaycı ve ironik bir anlamda kullanılan Türkçe kelimeler de bulunmaktadır.
Örneğin: alişveriş, başca, calabalâc, fistichiu, marafet, muşteriu, tabiet, tertip,
zuluf. Kullanılan bazı kelimeler ise esas manasını kaybederek bir anlam kaymasına
uğramıştır. Hain kelimesi “kalbi bozuk/kötü” anlamında kullanılmaktadır. Bununla
birlikte halk dilinde bazı deyimler ve kelimeler aslını muhafaza ederek zamanımıza
kadar ulaşabilmiştir. Bunlara “a-şi face cheful” (keyif böyle yapılır) veya “de
haram” veya “haramul haram” örnek verilebilir.
Kaynaklar incelendiğinde günümüz Romence’sinde bulunan Türkçe kelime
adedi yaklaşık 2000 civarındadır. Bu kelimeler “Romen Dili Etimolojik Sözlüğü”
Türkçe kökenli olarak tanımladığı kelime adedidir (Ciorănescu, 2007). Ancak yine
aynı kaynakta ve benzerlerinde Arnavutça, Arapça ve Bulgarca’dan geçtiği ifade
edilen birçok kelimenin yine Osmanlı kaynaklı olduğu görülmektedir. Örnek
olarak; Arnavutçadan “aferin”, “çarşaf”, “kazan” vs., Arapça’dan “ahmak”, “kira”,
“tahin” vs. Bulgarca’dan ise “aba”, “baba”, “baklava” vs. kelimelerini verebiliriz
(Ciorănescu, 2007). Osmanlı İmparatorluğu’nun etki alanında bulunan bu ülkeler
aracılığıyla da Romence’ye Türkçe kelimelerin geçmesi tabii bir neticedir.
Doğrudan ve dolaylı olarak Türkçe’den geçen kelime sayısını tam olarak vermek
şu an için mümkün olmasa da kaynaklarda belirtilen rakamların çok üstünde
olduğunu söylemek mümkündür.
MOTİF AKADEMİ
76
Günümüz Romence’sine en çok katkı sağlayan dillerin başında Fransızca’yı
sayabiliriz. Fransızca özellikle 18. yüzyıldan itibaren Romen entelektüellerini derinden
etkilemiş, Fransızca konuşmak ve eser yazmak moda halini almıştır. Bu dönemde
Osmanlı’nın siyasî etkisinin azalması, milletlerin bağımsızlık ve milliyetçilik
akımlarının etkisi altına girmesi, Osmanlı’dan ve Türkçe’den uzaklaşmayı beraberinde
getirmiştir. Bu etkiyi Osmanlı’nın ekonomik alanlardaki güç kaybı ve ticaret yollarının
değişmesi de tetiklemiştir. Bu iki dilin Romence’ye etkisindeki temel farklılık;
Türkçe’nin geniş bir halk tabanında yerleşmesi ve gelişmesi, Fransızca’nın ise
entelektüel seviyede öğrenilerek Romen aydınları tarafından Romence’ye katkı
sağlaması maksadı ile kullanılması olmuştur. Todorova’ya göre ne kadar farklı
derecede olursa olsun bütün Balkan ülkeleri, dillerini ve yer isimlerini Türkçe’den
arındırmaya teşebbüs etmişlerdir (Todorova, 2009: 180).
Yemek Kültürü ve Yemeklerin Türkçe İsimleri
Romen mutfağında, diğer Balkan ülkelerinde olduğu gibi Türk etkisini
görmek mümkündür. Önemli bir kültürel öge olan Osmanlı mutfağının, Balkan
mutfak kültürünün oluşmasındaki yeri ve önemi uzun süre bilimsel araştırmacılar
tarafından ihmal edilmiştir. Balkanlardaki ortak veya benzer yemek kültürünün
kaynağı aslında Osmanlı olmuştur. Balkanlardaki varlığı ile Osmanlı, sınırları
içindeki farklı yemek çeşitlerini bünyesinde toplayarak ve çoğu zaman da onları
kendi damak zevkine göre sentezleyerek yeni yemek çeşitleri oluşturmuştur.
Günümüzde yemek çeşitlerinin ilk kaynağına ulaşmak çok zorlaşmıştır bu sebeple
yemeklerin isimleri ve bu isimlerin kökenleri, yemeklerin kaynağı konusunda
eldeki en önemli veriyi oluşturmaktadır.
Geleneksel Romen mutfağı tarihî dönemler içinde farklı medeniyetlerin
etkisinde kalarak, ülkenin muhtelif yörelerinde ve farklı yoğunlukta seyreden bu
etkileşim yaşanmıştır. Carmen Costea’ya göre, Romen yemek kültürü ve çeşitlerine
katkıda bulunan başlıca medeniyetleri şöyle sıralamak mümkündür: Transilvanya
(Erdel) bölgesinin çoğu kısmında Habsburg Hanedanlığı’nın; Moldova’da Rus
mutfağının, Muntenia’da ise Fransız, İtalyan ve Yunan; Dobruca’da ise Osmanlı
mutfağının ağırlıklı etkileri görülmektedir (Carmen Costea, 2011: 39). Ancak
Osmanlı mirasının en kalıcı yönünün mutfağı olduğu, inkâr edilemez bir gerçektir
(Lupşor, 2011). Çorbadan (ciorba) başlayarak, pilav (pilaf), sarma (sarmale), köfte
(chiftele) ve biber dolması (ardei umplute) ilk akla gelenlerdir. Romen halkının
geleneksel yemekleri olarak tanımladıkları yemek çeşitlerinden bazıları, kendi
damak zevkine göre ve yöresel malzemelerle zenginleştirilerek hazırlanmış Türk
yemeklerinden oluşmaktadır.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
77
Ayrıca Osmanlı-Türk mutfağından birçok yemek ve içecek çeşidinin ve
mutfak aracının ismi Türkçe’den doğrudan alınmıştır. Bu duruma; baklava
(baclavá), helva (halvá), lokum (rahat), kahve (cafea), kaymak (caimac), çullama
(ciulama), güveç (ghiveci), imambayıldı (imam-bayildi), yahni (iahnie), yoğurt
(iaurt), musakka (musaca), pastırma (pastramă), rakı (rachíu), sarma (sarmale),
salep (salép), meze (mezelíc), afyon (afion) ve turfanda (trufandá) kelimelerini
örnek olarak verebiliriz.
Türklerin ekmek yeme alışkanlığı, Romen toplumunun da belirgin bir
özelliğidir. Yemeklerin vazgeçilmezini ekmek oluşturmakta ve çoğu yemek
çeşidinin yanında ekmek katık olarak yenmektedir. Türk girişimcilerin devrim
sonrası en çok yatırımlarını fırın işletmeciliğinde yapmaları ve önemli bir pazar
payı bulmaları bu ekmek yeme kültüründen kaynaklanmaktadır.
Romen aydınlarının 18. yüzyıldan itibaren Doğu (Türk) kültüründen
uzaklaşmaları ve Batıya (Fransa’ya) yönelmeleri elbette yemek kültürüne de
yansımıştır. Ancak aydınların bu değişimi geniş halk tabanındaki Türk
yemekleriyle sevgi ve alışkanlığı yok edememiştir. Bugün Romen halkının en
meşhur ve kendi kültürünün bir ürünü gibi kabul ettiği yemeklerin, çoğunun
Osmanlı mutfağının mirası olması bu iddiayı desteklemektedir.
Ticari Faaliyetler ve Evlilikler Yoluyla Dilde Etkileşim
Ticari ilişkiler Romenleri ve Türkleri birbirlerinin dillerini öğrenmeye ve
böylelikle ticari bir fayda sağlamaya zorlamıştır. Türk tacirler 15. yüzyıldan
itibaren Karadeniz kıyılarında yerleşmeye başlamışlardır. Osmanlı Devleti’nin
Romanya ile ticari ilişkileri incelendiğinde, Balkanlarda büyüyen ve gelişen
şehirler başlangıçta idarî-askerî merkezler halinde iken, zamanla geleneksel
Osmanlı el-sanatları ve esnafın yerleşmesiyle ticarî-sanat merkezleri haline
geldikleri görülmektedir. 15. yüzyılda Osmanlıların ticari bakımdan öneminin açık
bir kanıtı, Balkanlarda Osmanlıların yoğun ticari ilişkilere girdikleri Braşov (Erdel)
gibi yabancı şehirlerde, Osmanlı gümüş akçesinin egemen bir para durumuna
gelmesidir. Bu ticaret merkezlerindeki gümrük defterleri ve keşfedilen akça
defineleri bu gerçeği ortaya koymaktadır (İnalcık, 2005: 35). 19. yüzyılda Balkan
tarihçiliğinin büyük öncüsü C. Jireöek ve onu izleyen büyük Romen tarihçisi N.
Jorga (Iorga), Balkanlarda Osmanlı imparatorluk düzeninin, bu bölgede barışı
sağlayarak ticaret ve şehirleşmeye yol açtığını belgeleriyle ortaya koymuşlardır. O
zamana kadar mevcut küçük devletlerin sınırları ve gümrükler kalktı ve yerine
Balkanlarda düşük gümrük tarifesi uygulayan güçlü birleşik bir imparatorluk
MOTİF AKADEMİ
78
düzeni geldi (İnalcık, 2005: 36). Bugünün ortak pazar benzeri bir ekonomik ve
siyasî yapı, Balkan ülkeleri ile Osmanlı Devleti arasında düzenlenmiştir.
Tarihteki ticari ilişkiler günümüzde de devam etmektedir ve Romanya
İstatistik Enstitüsü verilerine göre7 Türk şirketlerinin adedi 10.833 ile İtalya ve
Almanya’dan sonra 3. sıraya yerleşmiştir. Her ne kadar sermaye gücü
sıralamasında 11. sıraya düşse de istatistiklerde esasen Türk yatırımcıların sahibi
olduğu bazı şirketlerin, Romanya piyasasına başka AB ülkeleri üzerinden yatırım
yapmaları8, Türkiye’nin aslında daha üst seviyelerde bulunduğunu göstermektedir.
Örneğin Hollanda kaynaklı bir Türk bankası Romanya’da faaliyet göstermesine
karşılık, istatistiklerde Hollanda yatırımı olarak geçmektedir. Buna benzer başka
alanlardan da örnekler artırılabilir. Binlerce Romen vatandaşına iş imkânı sağlayan
Türk şirketleri aynı zamanda Türk ticarî kültürünün yaygınlaşmasını
sağlamaktadır. Bununla beraber günümüzdeki ticarî ilişkiler genellikle Türk
vatandaşlarının Romence öğrenmesine sebep olmuştur. Türkçe öğrenen Romenler
ise başta Türkiye’ye yerleşen ve orada çalışanlar olmuştur. Bununla birlikte Türk
müteşebbislerle çalışan personelin Türkçeye karşı ilgisi gözlemlenmektedir.
Romanya’da sadece ticaret yoluyla değil, tarih boyunca ve günümüzde
evlilikler yoluyla da yoğun kültürel etkileşimler yaşanmıştır. Bu evlilikler
sebebiyle birçok bölgede, özellikle de Tuna havzası ve Dobruca bölgesinde hâlâ
Türkçe kökenli soy isimlere rastlanmaktadır. Genellikle üç veya daha eski nesil
içinde bir Türk ile evlilik yaşandığı ve günümüze sadece soy isminin gelebildiği
görülmektedir. Romen dilinde yaygın olarak kullanılan Türkçe soy isimlerden
bazılarını örneklendirmekte faydalı olacaktır: “Baba”, “Turcescu”, “Tuzla”,
“Talaș”, “Eminescu”, “Eminovici”, “Eminoviciu”, “Pașa”, “Pașaluc”, vs. Türkçe
kelimelerden oluşturulan isimlerin yanı sıra Türk anlamında “Turc” ve “Turcescu”
da kullanılmaktadır. Bu soyismine sahip bazı kişilerle yapılan mülakatlar, bunun
sebebinin geçmişte Türklerle yapılan evlilikler olduğunu göstermektedir.
Böylelikle atalarına takılan Türkçe lakapların zamanla resmiyet kazanmış ve isim
olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Romanya’da bulunan Türkler Avrupa’daki “gurbetçi” görünüşünden farklı
bir konuma sahiptirler. Almanya’ya giden ilk üç nesil göçmenlerimizin büyük bir
çoğunluğu taşradan ve eğitim seviyesi düşük kişilerden (işçilerden) oluşmaktaydı,
oysa Romanya’da durum bundan farklı olmuştur. Demirperde’nin yıkılışından
itibaren çoğunlukla ticari faaliyetlerde bulunmak üzere, ilk başta çeşitli sebeplerle
7 Veriler 31 Aralık 2008 tarihli durumu yansıtmaktadır. 8 Garanti Bank ve Credit Europe Bank verebileceğimiz örneklerden bazılarıdır.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
79
Türkiye’de işleri iyi gitmeyen ve minimum sermayeye sahip girişimcileri, daha
sonraki dönemlerde (2000 yılı ve sonrası) sermaye gücü daha yüksek girişimciler
takip ederek ülkeye yerleşmişlerdir. Romanya’ya yerleşen Türkler arasında her
eğitim seviyesinden insan bulmak mümkün olsa da çoğunluk itibarıyla ile en az lise
düzeyinde bir eğitime sahiplerdir. İşini ve evini Romanya’ya taşıyan bu
müteşebbislerin %76’sının Romen bir eş alarak burada bir aile kurdukları ve çocuk
sahibi oldukları görmülmektedir. Yapılan gözlem ve mülakatlarla bu tip ailelerde
ana dilini daha iyi konuştukları ve babası Türk olan çocukların genellikle Türkçe
konuşmakta zorlandıkları tespit edilmiştir. İstisnai olarak bazı ailelerde çocukların
hiç Türkçe bilmedikleri de gözlenebilmektedir. Bundan rahatsız olan birçok aile,
çocuklarını Türk müteşebbislerin açtıkları okullara göndererek, çocuklarının
Türkçe öğrenmelerini sağlamaktadır.
Sonuç
Balkan Yarımadası, tarihin klasik döneminde “Haemus” olarak
adlandırılmış ise de sonradan bölgedeki Türk etkinliği nedeniyle Türkçe kökenli
“Balkan”9 kelimesi ile anılmaya başlanmıştır. Bölgeye verilen bu isim günümüzde
bazı kaynaklarda “Güneydoğu Avrupa” olarak değiştirilmesi çalışılsa da genelde
“Balkanlar” ismi kabul görerek hayatiyetini devam ettirmektedir. Balkan isminin
başka bir kelimeyle değişmesi bölgedeki Türk etkisinin (daha çok kültürel
anlamda) yok olduğu veya zayıfladığı anlamına gelecektir. Balkan kültürü diye
adlandırılan bölgenin benzer ve ortak kültürel mirasının aslında bölge kültürü ile
Türk kültür mirasının sentezlenmiş bir neticesi olduğunu tespit edebiliriz. Bununla
birlikte tarihî seyir içinde bu coğrafyada kurulan ulus devletler, kendi kimliklerini
oluşturabilmek için Osmanlı mirasını inkâra ya da tamamen yok etme yoluna
gitmişlerse de toplum içine yerleşen kültürel ögeleri -özellikle de dildeki
etkileşimden- ayrıştırmaya muktedir olamamışlardır. Çünkü “ülkelerin ve
halklarının siyasî ve diplomatik ilişiklerinin yanında daha zor kontrol edilebilen dil
ilişkileri vardır” (Kahl, 2009: 11). Balkan ülkelerinin Kahl’ın bu tespitine güzel bir
örnek oluşturduğu bu çalışmada müşahede edilmiştir.
Tarih bize göstermiştir ki siyasî, ticarî, dinî ve diğer sebeplere dayalı göçler
ve kıtalar arası akımların yaşandığı dönemlerde çeşitli kültürlerin karşılaşması
zorunlu olmuştur. Balkanlar, bu tür karşılaşmaların yoğunlukla yaşandığı bir bölge
olmuştur. Romanya, bölgesiyle İslam dünyası arasında tarih boyunca kültürel bir
9 Etimoloji açısından bu yarımadanın adı olan "Balkan" kelimesi, Türkçede "Dağlar" anlamını taşıyan
bir sözcüktür (Tufan, 1997). Ayrıca daha geniş bilgi için (Todorova, 2009) kaynağına bakılabilir.
MOTİF AKADEMİ
80
köprü vazifesini görmüştü ( Norris, 1993: 271). Tarihçi Theodorescu bu “kültürel
köprü” ifadesini “kültürel koridor” olarak kullanmakta ve çalışmasında önemli bir
hususa dikkat çekmektedir:
“Kültürel koridorlar hakkındaki çalışmalar önemli bir hususu dikkate
almak zorundadır: O da geç antik çağlardan, modern zamanlara kadar tarihî ve
kültürel sürekliliği içinde kesintisiz bir zincir şeklinde, farklı kültürel ve tarihsel
özellikler ile bu farklı alanlar arasında sürekli ve kesintisiz etkileşim var olduğu
gerçeğidir.” (Theodorescu, 1999: 19)
Romanya, tarihteki bu durumunu günümüzde de devam ettirmektedir.
Farklı kültür ve dinlere kaşı Alman toplumunda Türk vatandaşlarına karşı
gösterilen ön yargılı ve ırkçı (etnosentrik) yaklaşım, Romen toplumunda
görülmemektedir. Yabancı olmak (burada kastımız Türker’dir) bir aşağılama veya
ikinci sınıf muamele sebebi olmamakta, hatta zaman zaman daha yakın ve pozitif
anlamla bir ayrımcılığa yol açmaktadır. Türklerin ve Romenlerin fizyonomi
benzerliği sebebiyle, Romen toplumu içinde Türkler göze batmadıkları gibi bu
yönleri ile ayırt edilmeleri de genelde mümkün değildir. Ancak Türk
vatandaşlarının kıyafetleri, davranış şekilleri, dil vs. özellikleri yabancı uyruklu
olduklarını ele verebilmektedir.
Çağımızın en önemli problemlerinden biri olan “kültürler arası çatışmanın”
önüne geçilebilmesi, ancak aradaki benzerlik ve farklılıklara karşı hassas olmakla
mümkündür.
“Olağan kültürler arası çatışmalara meyilli yaklaşımlarımızı dönüştürme
yolunda, çok kültürlü dünyaya daha kapsayıcı bir şekilde bakabilmenin bir yolunu
geliştirebiliriz.” (Oetzel & Toomey, 2001: 195)
Bu yaklaşım yaratıcılık, adapte olabilirlik ve esneklikle birlikte farklı dünya
görüşlerine karşı bilgili ve saygılı olmayı gerektirir. Bununla birlikte çatışma
durumlarında muamele çoklu yaklaşım (multiple approach) tarzında olmalıdır. Bizim
dışımızdaki insanların yönetimine, yaklaşımlarına karşı anlık değerlendirmeler
yaparken, etnosentrik (ırkçı) önyargılarımızın ve kültür tabanlı atıflarımızın, farkında
olmamız gerekir. Balkanlardaki Türk varlığının ve kültürel mirasının bu açıdan
değerlendirilmesinde fayda ve lüzum vardır. Romanya’da yaşayan Türk toplumu,
kendi kültürünü ve değerlerini kullanarak, diğer kültür ve toplumlarla diyalog
köprülerinin kurulabileceğini göstermiştir. Romanya’da Türklere karşı sergilenen
pozitif yaklaşımının sebebini temelde Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’daki mirasında
aramalıyız. Bu bağlamda Osmanlı Devleti’nin muhtemel kültürler arası çatışmaları
önlemek için farklı kültürlerle etkili bir şekilde iletişim kurulduğu görülmektedir.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
81
KAYNAKLAR
Academia Romana. (2009). DEX - Dictionarul explicativ al limbii romane
(III b.). Bükreş: Univers Enciclopedic.
Aksu, A. (2005, Haziran). Romanya Türklerinde Kültürel Durum ve
Mektep ve Aile Mecmuası. Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,
IX(1), 11-27.
Alexander, T., Kinast, E.-U., & Schroll-Machl, S. (2010). Handbook of
Intercultural Communication and Cooperation: Basics and Areas of Application. (C.
Weston-Horsmann, Çev.) Göttingen: Vandenhoeck & Ruprecht GmbH & Co. KG.
Calabrese, A., & Wetzels, L. (2009). Loan Phonology. Amsterdam: John
Benjamins Publishing.
Capidan, T. (1942). Macedoromânii. Etnografie, istorie, limbi. Bükreş.
Carmen Costea, A. S. (2011). Invata de Toate. București: Editura ASE.
Ciorănescu, A. (2007). Dictionarul etimologic al limbii romane DER.
Bükreş: Saeculum.
Gruyte, M. d., & Haspelmath, M. (2009). Loanwords in the World's
Languages: A Comparative Handbook. (M. Haspelmath, & U. Tadmor, Dü)
Bremen: Walter de Gruyster GmbH & Co.
Hitchins, K. (1992, Ekim). Historiography of the Countries of Eastern
Europe: Romania. 97(4), 1064-1083.
İnalcık, H. (2005, Eylül). Türkler ve Balkanlar. BAL-TAM BAL-TAM(3),
20-44.
İyiyol, F., & Kesmeci, A. M. (2011). Balkan Dillerindeki Türkçe
Kelimelerin Tanımlanması Problemi Üzerine Tespitler. Turkish Studies -
International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or
Turkic, 6(4), 621-632.
Kahl, T. (2009). Das Rumänische und seine Nachbarn. T. Kahl içinde, Das
Rumänische und seine Nachbarn (s. 9-32). Berlin: Frank & Timme GmbH.
Köktekin, K. (2007). Ismarla- Fiili Üzerine. Türkiyat Araştırma Dergisi,
121-128.
Lupşor, A. (2011, Eylül). Ce am moştenit de la otomani? Historia. Ağustos
15, 2012 tarihinde http://www.historia.ro/archive/all/2011/9 adresinden alındı
MOTİF AKADEMİ
82
Norris, H. T. (1993). Islam in the Balkans: Religion and Society Between
Europe and the Arab World. Hong Kong: Univ of South Carolina Press.
Oetzel, J. G., & Toomey, T.-T. S. (2001). Managing Intercultural Conflict
Effectively. London: Saga.
Oruç, Z. (2009). Dünden Bügüne Balkan Türklüğü: Bir Analiz Denemesi.
Journal of Azerbaijani Studies, 49-59.
Rásonyi, L. (1938). Ortaçağda, Erdelde Türklüğün İzleri. Belleten, 107-122.
Sapir, E. (1929). The Status of Linguistics as a Science. Linguistic Society
of America.
Schulte, K. (2009). Loanwords in Romanian. U. T. Martin Haspelmath
içinde, Loanwords in the World's Languages:A Comparative Handbook (s. 230-
259). Bremen: Walter de Gruyter.
Theodorescu, R. (1999). Roumains et Balkaniques dans la civilisation sud-
est européenne. Bükreş, Romanya: Editura Enciclopedică.
Todorova, M. N. (2009). Imagining the Balkans. New York: Oxford
University Press.
Tuşa, E. (2011). Imaginar Politic şi Identități Colective în Dobrogea.
Bükreş: Institutul de Științe Politice și Relații Internaționale.
Uricaru, E. (2010, Eylül 14). Amprenta Influenţei Franceze. Balcanii
Europa.
Weymann, A. (1998). Sozialer Wandel: Theorien zur Dynamik der
modernen Gesellschaft (Grundlagentexte Soziologie). (B. Juventa, Dü.) München:
Juventa Verlag.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
83
SULTAN ABDÜLHAMİD DÖNEMİ OSMANLI DEVLETİNDE
YABANCI İŞÇİLER: KARADAĞLILAR1
Foreign Workers in Ottoman Empire in Abdul Hamid Era: Montenegrins
Uğur ÖZCAN
Özet: 1878 Berlin Antlaşması’yla bağımsızlığını kazanan Karadağ’da, halkın bu
fevkalade verimsiz topraklarda tek geçim kaynağı hayvancılıktı. O yıllarda kıtlıkla da karşı
karşıya kalan Karadağlılar, çareyi işçi olarak, yurt dışına göçetmekte bulmuşlardı.
Gittikleri yerlerin başında da Osmanlı Devleti geliyordu. Taşı toprağı altın diyerek
İstanbul’a gelen Kardağlılar, bekçilik, amelelik, kuyuculuk gibi güç gerektiren işlerde
çalışmışlardı. Örneğin köy bekçiliği ve orman bekçiliği, Karadağlılardan sorulur hale
gelmişti. İstanbul Büyükçekmece’de ve oraya bağlı köylerde ve çiftliklerde bekçi olarak
görev yapanların ekseriyeti Karadağlıydı. Bahçıvanlık Karadağlıların özellikle Bar Kazası
İspeç Nahiyesindeki Karadağlıların rağbet ettikleri işsahasıydı. Geçimlerini sağlamak ve
para kazanmak için İstanbul’a ve civar ülkelere giden Karadağlılar ekseriyetle taşçılık,
kaldırımcılık, kuyuculuk, rençberlik gibi işsahalarını tercih ediyorlardı. Karadağlıların
yoğun olarak çalıştığı bir diğer mekan ise hiç şüphesiz Zonguldak’daki Ereğli kömür
madenleriydi. Meadin-i Hümayunun demiryolu tünelinde bu maden işçileri, Fransız
sermayeli bir şirkete bağlı olarak çalışmışlardı. Hicaz demiryolunun yapımı sırasında da
Karadağlıların rol aldığı görülmektedir. Bu projede çalışan dört yüz elliye yakın yabancı
işçi, İtalyan ve Karadağlılardan oluşmaktaydı. Raylar için yol yapımı, tünel açma, kaya
kırma gibi beden gücü gerektiren zor işlerde Karadağlıların önemli çalışmalar yaptıkları
görülmektedir. Bu çalışmada, Osmanlı Devleti’nde ekmek parası için çalışan
Karadağlıların iş sahalarına değinilecek, onların yaşadıkları sıkıntılar ve bu sıkıntıların
Osmanlı Karadağ ilişkilerine etkileri arşiv belgeleri ışığında irdelenecektir.
Anahtar kelimeler: Karadağ, Osmanlı Devleti, Ereğli Meadin-i hümayun,
Karadağlı işçiler.
Abstract: Montenegrin people who achieved their independence with the Berlin
1 Bu makale, 24-26 Eylül 2012 tarihleri arasında Süleyman Şah Üniversitesi tarafından İstanbul’da
düzenlenen I.Uluslararası Balkan Kongresi’nde sunulan bildirinin yeniden gözden geçirilerek,
genişletilmiş halidir. Yrd. Doç. Dr., [email protected], Ahi Evran Üniversitesi, Kırşehir/Türkiye.
MOTİF AKADEMİ
84
Treaty were doing stockbreeding as the only source of living in their nonfertile lands. As
having faced a famine in those years, Montenegrins started to migrate abroad in order to
work and earn money. One of the places they preferred to go was the Ottoman Empire.
Montenegrins who came to Istanbul as if its streets were paved with gold worked in
physically demanding jobs like watchman, navvy and well-sinker. Most of the watchmen
working in some villages and ranches in Büyükçekmece in Istanbul were Montenegrin.
Village and forest guarding were firstly coming under Montenegrins. Gardening was also a
work area demanded by Montenegrins especially by ones from İspeç town of Bar district.
After having gone to Istanbul and the neighbouring countries in order to earn their keep,
Montenegrins toiled in works of stone, kerb, well etc. as countrymen. Another place where
Montenegrins worked most was the coal mines of Ereğli in Zonguldak. These coalminers
were working in railroad tunnels in Meadin-i Humayun under a company capitalized by
French. Construction of Hejaz railway was another site of labour where Montenegrins
were employed. Nearly 450 foreign workers there were composed of Italian and
Montenegrins. They laboured in physically demanding works like tunnel driving and rock
breaking for railway construction.In this paper, we will touch on the work areas of
Montenegrins who were working to earn a living for their families in the Ottoman Empire
and we will address their problems and effects of these problems on Ottoman-Montenegrin
relations in the light of some archival documents.
Key words: Montenegro, Ottoman Empire, Ereğli Meadin-i Hümayun (Imperial
Mines of Ereğli), Montenegrin Workers
Giriş
Osmanlı Devleti’nde yabancı işçilerin istihdamı çok yeni bir mevzu değildir.
İşçi olarak çok farklı ülkelerden gelip, Osmanlı sınırları içinde çalışanlar olmuştur.
Ama bunun düzenli bir hale gelmesi 19. yüzyıl ilk çeyreğiyle başlamaktadır. Dış
ülkelerden gelen insanlar, taşı toprağı altın Osmanlı topraklarını mekân
edinmişlerdir. Çoğunlukla 19.yy çiçeği burnunda bağımsız balkan devletlerinden
Anadolu’ya akın eden işçilerin mekân edindiği bu topraklar, Sırp, Macar, Hırvat,
Arnavut, İtalyan, Arnavut ve Karadağlı işçilerin ter döktüğü topraklardır.
Demiryolunun yapılmaya başlanmasıyla Anadolu’nun ücra köşelerine kadar giden
trenler, bir taraftan oralarda inşaatların birer birer yükselmesi ve verimli madenlerin
çıkartılarak limanlara taşınması anlamına gelirken, diğer taraftan müthiş bir iş gücü
ihtiyacının da beraberinde getirmişti. Abülhamid dönemiyle hız kazanan sanayileşme
hamlesi, işgücü ihtiyacını doğururken, ihaleleri alan yabancı devletler, bu
madenlerde çalıştırdıkları işçilerle büyük paralar kazanıyorlardı.
Göçün terim olarak “dinî, iktisadî, siyasî sosyal ve diğer sebeplerden
dolayı insan topluluklarının hayatlarının tamamını veya bir bölümünü geçirmek
HALKBİLİMİ DERGİSİ
85
üzere bir iskân ünitesinden, bir başkasına yerleşmek suretiyle yaptıkları coğrafi yer
değiştirme hareketidir” tanımlamasını (Akkayan, 1979:21) göz önüne aldığımızda
Karadağlıların Osmanlı şehirlerine yaptıkları göçleri iktisadi nedenlere bağlı olarak
gerçekleşen işçi göçü şeklinde izah etmemiz mümkündür. O yıllarda kıtlıkla karşı
karşıya kalan Karadağ halkı, iş için ve para kazanmak için yurtdışına kaçınılmaz
olarak göç etmeye başlamışlardı. Çiftçilik yapabilecekleri geniş tarlaların ve
ekilebilir arazilerin çok az olmasının yanında, dağlık ve sarp yamaçların fazlalığı,
tarım yapabilmelerini engelliyordu. Hayvancılıksa otlakların durumuna bağlı
olarak değişlik gösteriyordu. Zaten ağır işlerde çalışmanın, tarlada çalışarak,
yükleri eve getirmenin kadının görevi olarak görüldüğü Karadağ’da erkek, sadece
çobandı ve savaşçıydı. Eşkıyalık ve yağma ekonomisinin Karadağ’a hâkim
olduğunu ifade eden ünlü yazar Palairet bunun nedenini, erkeklerin “hayvan
hırsızlığı” ve “silahlı yol eşkıyalığı yaparken, kadının da çiftçilik yapmasına bağlar.
Prens Nikola da 1863 yılında kendisini ziyarete gelen Vikontes Strangford’un
Karadağlıların eşkıyalık ve hayvan gaspı meseleleri ilgili sorusu üzerine kendisine,
bunun kötü niyetten değil sadece yoksulluktan ve sırf alışılagelmiş yabanilikten
kaynaklandığını söylemesi (Palairet, 2000:168-169) Karadağ erkeğinin
alışkanlıklarını değiştirmenin zorluğunu çok net bir şekilde ortaya koymaktadır.
Hayatı savaş üzerine ayarlayan bu dünya görüşü, daha bebekken Karadağ erkeğinin
zihnî altyapısına ve zihin kodlarına işleniyordu.
A-Karadağ Erkekleri için “Savaş” Bitti! Şimdi “Çalışma” Zamanı
Karadağ bilindiği gibi 1878 Berlin Antlaşmasıyla bağımsızlığını kazanınca
adeta kaderiyle baş başa kalmıştı. Zira artık kendi yağıyla kavrulmak
durumundaydı. Geçmiş yılların düşmanlık merkezli yönetim anlayışının aksine,
Sultan Abdülhamid ve Prens Nikola’nın dostluk ilişkisinin bir yansıması olarak iki
taraf arasında hiç olmadığı kadar iyi ilişkiler tesis edilmişti. Eskiden, “ezelî
düşman” olarak gördükleri Türklere karşı, yağma faaliyetlerinde bulunan ve yağma
ekonomisinin hâkim olduğu Karadağ, artık modern bir devlet olmanın gereklerini
yerine getirmek durumdaydı. Artık o, Osmanlı Devleti’ne bağlı bir vasal olmaktan
çıkmış, diplomatik ilişkilerin başlatıldığı ve büyük devletlerin de tanıdığı bir devlet
olmuştu (Özcan, 2009a:150). Silahlarını bırakmamışlardı belki ama eskiden
düşman addettikleri Arnavutlardan ve Türklerden keçi ve koyun gaspının yolu da
kapanmıştı. Savaşmayı bir yaşam biçimi olarak gören Karadağ erkeğinin,
alışkanlıklarından vazgeçirmek ve çalışmasını beklemek beyhudeydi (Palairet,
2000:169). Evine ekmek götürmeyi, çocuklara bakmayı, tarlada çalışmayı
“kadınsı” gören, böylesi işleri ancak kadınların yapabileceğine inanan bir
MOTİF AKADEMİ
86
zihniyetin kadın algısının “işçi köle” bağlamının dışına çıkmaması gayet normaldi.
Bunun içindir ki, Karadağ’da savaşçı olarak doğan erkeklerin çalışması çok onurlu
bir davranış olarak görülmezken, Karadağ’a yolu düşen neredeyse bütün
yabancıların, Karadağ kadınının ağır işlerde çalıştırıldığı konusu, ortak bir kanaat
halini almıştı (Özcan, 2009b:27). Karadağ erkeğinin tek işi, soylarını düşman
saldırılarından korumaktı (Coffin, 1908:320). Savaş yoksa işleri “istirahat”etmekti
(Mercan, 1996:158-159). Bu durumda Karadağlı erkekler kahvehanelerde oturup
kahve tüketmeye başlamışlardır. Yüzyılların tortulaştırdığı bir zihniyetin dönüşümü
kolay gözükmüyordu. Prens Nikola, erkekleri çalışmaya teşvik ederek, ülkeyi
kaldırmaya ve kapalı bir toplum olmaktan çıkarmaya büyük çaba harcıyordu. Fakat
şunu da ifade etmek gerekir ki Karadağ halkına bu “kadim” geleneklerini ve
silahlarını bıraktırıp zanaat ve tarım aletlerini ellerine vermek toprağı işlettirmek
kolay bir hadise değildi. Nikola bu yönden gerçekten Karadağ halkına büyük bir
dönüşüm yaşatmış ve onları çalışmaya ve üretmeye sevk etmek için eğitmenler
getirmişti. Çalışan ve başarılı olan Karadağlıları ödüllendirerek çalışmaya teşvik
etmişti. Hatta kendisi Çetine Meydanında eline çekiç almış ve demir döverek örnek
olmuştur (Andonyan, 1999: 59).
Diğer taraftan, Karadağ’a gelen seyyahlar, ziyaretçiler ve diplomatlar,
Karadağlılara farklı ülkelerin ufkunu açmıştı. Savaşmayı bırakıp maişet derdine
düşen Karadağlılar, artık yavaş yavaş yurt dışında çalışma ve evlerine ekmek parası
götürme yolunu seçtiler. Gurbet yolunu tuttukları yerlerden biri Amerika diğeri ise
OsmanlıDevleti’ydi. Amerika hem uzak hem de bilinmedik bir yerdi onlar için ama
Osmanlı Devleti, yıllarca düşman addettikleri halde, “tebaası” olarak yaşadıkları
bir devletti. Taşı toprağı altın diyerek İstanbul’a gelen Karadağlılar ekseriyetle,
bekçilik, amelelik, kuyumculuk, taşçılık, kaldırımcılık, rençperlik gibi güç
gerektiren işlerde çalışmışlardır.
Tabii Karadağlıların sadece bağımsızlıktan sonra değil, öncesinde de
İstanbul’a çalışmaya geldiklerini hatırlatmakta yarar vardır. 1856’da 452, 1858’de
241, 1869’da 442 ve 1874’de ise 239 Karadağlı işçinin İstanbul’un çeşitli
semtlerinde muhtelif işlerde çalıştığı bilinmektedir. O dönemlerde Osmanlı
Devleti, İstanbul’da çalışan Karadağlıların ailelerini geçindirmelerinin yanında
devlete vergilerini ve borçlarını ödeyebilmelerine vesile olduğu için burada
çalışmalarında bir sakınca görmüyor ve onlara engel olmuyordu (Palairet,
2000:174). Hakeza Ereğli’deki kömür madenlerinde daha 1840 yılında bir İngiliz
şirketiyle işletim sözleşmesi yapıldığında yöre halkı yer altında çalışmaktan
kaçınırken, bunun üzerine bu işlerde tecrübeli Karadağ ve Hırvat maden işçileri
bölgeye daha o zamanlar gelmiş ve kazmacı olarak sözleşmeli statüsünde
çalışmışlardır (Quataert, 2009:94). Dolayısıyla “çalışmayı” tercih eden Karadağ
HALKBİLİMİ DERGİSİ
87
erkeği için bağımsızlık öncesinde de Osmanlı toprakları müthiş bir ekmek kapısı
olmuştur.
Bazen hayvan bakıcısı olarak karşımıza çıkan Karadağlılar bazen de
İstinye vapurunda biletçi oluyorlardı (YAHUS, 171/59). İngiliz bankerlerinin
Mısır’a göndermek üzere Anadolu’dan toplanan katırlar için 1882 yılında bakıcı
olarak tutukları kişi Karadağlıydı. Örneğin (Y.PRK. ZB, 2/15). Yine İstanbul
Büyükçekmece’de bazı köylerde ve çiftliklerde bekçi olarak görev yapanların
ekseriyeti Karadağlıydı. Orman koruyuculuğu da yapan Karadağlılar (DH.MKT,
17/1482) uzun boyları ve iri yapılarıyla “güvenlik personeli” olma profiline tamı
tamına uyuyorlardı. Banka güvenlik görevliliği, popüler işler arasındaydı. Özellikle
İstanbul’un zenginleri ve yabancı temsilcikler, büyükelçilikler Karadağlıları, iri ve
atletik yapıları nedeniyle güvenlik görevlisi olarak istihdam ediyorlardı. Zamanla
İstanbul’un en lüks binalarının önünde üniformalı ve hafif silahla görev yapar hale
gelecek olan Karadağlılardan daha zor ve ağır işlere talip olanlar da vardı. Liman
ve inşaatlarda çalışmak bunlardan birisiydi. (Palairet, 2000:175).
Bahçıvanlık ise Karadağlıların özellikle Bar Kazası İspiç Nahiyesi’nden
gelen Karadağlıların rağbet ettikleri iş sahasıydı. Zaten bu yüzden İspiç’te hem
Boşnakça hem de Türkçe konuşuluyordu. İspiçlilerin İstanbul’da bahçıvanlık işiyle
uğraşmaları, Türkçelerini geliştirmelerine vesile olmuştur (Ahmet Cevdet Paşa,
1991:190). Şemseddin Sami, geçimlerini sağlamak ve para kazanmak için
İstanbul’a ve civar ülkelere giden Karadağlıların, ekseriyetle taşçılık, kaldırımcılık,
kuyumculuk, rençperlik gibi iş sahalarında çalıştıklarını söyler (Şemseddin Sami,
1891:3636; Mehmed Suphi, 1317:22-23; Ahmet Tevfik,1329:5). Bunun yanında
Karadağlıların İstanbul’da rağbet ettiği işler arasında uşaklık, seyislik ve kapıcılık
da vardır (Palairet, 2000:175).
Karadağlıların yoğun olarak tercih ettiği işlerden birisi maden işçiliğiydi.
Kömür madenlerinde zor şartlar altında çalışan ve kazma sallayan maden işçileri,
ölümle burun buruna çalışıyorlardı. Maden işçiliğini seçenlerin gittiği yer ise
Zonguldak’taki Ereğli kömür madenleriydi. Madenciler üzerine çok nitelikli
araştırmalar yapan Tarihçi Donald Quataert, Ereğli Şirketi Osmaniyesi’nde çalışan
Sırp, İngiliz, Fransız ve Avusturyalı işçilerden bahsederken Karadağlılara
değinmeyi de unutmamıştır (Quataert, 2000:82-85). Karadağlılar, Fransız
sermayeli Ereğli Şirket-i Osmanî’nin bünyesinde uzun yıllar çalışmışlardır(İHUS,
55/1315-RA045; İHUS, 55/1315ra060). Sayıları yüz elliyi bulan bu tünel işçileri
Mart 1898’de çalışmaya başlamışlardı (İHUS, 62/1315L-028). Mesleği kendilerine
verilen ruhsat tezkirelerine “amele” olarak işlenen Karadağlı madenciler, zor ve
hummalı bir işe girişiyorlardı (İHUS, 82/1318s-21).
MOTİF AKADEMİ
88
Demiryolu inşaatları Karadağlıların bir diğer ilgi gösterdiği iş sahasıydı.
Örneğin Hicaz demiryolu yapımında 450 civarında İtalyan ve Karadağlı işçi
çalışıyordu. Raylar için yol yapımı tünel açma kaya kırma gibi gerçekten ciddi
anlamda bedensel güç gerektiren böylesi zor işlerin yapımında Karadağlıların rolü
büyüktü. İstasyon binalarının yapımı, köprü, tünel, kanal gibi inşatların yapımı,
ayrıca kayaların kırılarak ve kesilerek yollar açılması gibi gerçekten zor işlerin
yapımında Osmanlı Devleti yabancı işçilere başvurmuştur (Hülagu, 2008:96).
B-Ereğli Kömür Ma'adin-i Hümayunu ve Madencilik Mesleğinde Karadağlılar
Karadağlıların en çok rağbet ettiği iş sahalarından birisi olan maden
işçiliği, Osmanlı imparatorluğunda eskilere dayanmaktadır. 1848 yılından sonra,
Zonguldak’tan yapılan kömür ticareti Galata sarrafları ile başlamıştı (Alpdündar,
1965:128). Kurtuluş Savaşına kadar birçok ülkenin bu işe giriştiği vakidir. Kömür
havzalarında bulunan maden ocakları, yabancı şirketler tarafından kiralanmış ve
işletilmiştir. Madenlerde zor şartlar altında çalıştırılın işçilere 2,5-3 kuruş
verilmekteydi. Bu ücret ise standartların çok çok altında bir rakamdı. Adeta boğaz
tokluğuna kazma sallayan maden işçileri, bin bir türlü problemle de karşı karşıya
kalıyorlardı. Nakit yerine, ayni ödemeler yapılıyor sadece giyecek ve yiyecek
veriliyordu. Yorgun ve bitap düşen işçilerin göğüs germek zorunda olduğu bir şey
daha vardı ki o da hastalıklardı. Temizliğin ve yeterli beslenmenin olmadığı
ortamda hastalığın da kol gezmeye başlayacağı tahmin edilebiliyordu (Alpdündar,
1965:128).
Kömür ocaklarında çalıştırılan işçiler /ameleler beş sınıfta istihdam
ediliyordu. Bunlar kazmacı, amele, ester (katır) ve hayvanlarıyla kömürü aktarım
noktasına demiryolu istasyonuna ya da liman gibi aktarım noktalarına götüren
nakliye sınıfı, dördüncüsü ocaklar için kullanılan direkleri taşıyanlardı. Bunlara
sütunkeş denirdi. Beşincisi ise kayıkçılardı. Limana bırakılan kömürü, kayıklarıyla
başka limanlara taşırlardı. Yaklaşık 3000 kazmacı ve amelenin istihdam edildiği
Zonguldak, bu anlamda çok yoğun bir yerdi. Genelde işçilerin büyük çoğunluğu
civar kentlerin insanıydı. Ereğli, Hamidiyye, Bartın kazalarından işçiler olup daha
çok Ereğli ve Hamidiyye kazasındaki işçilerin istihdam edildiği görülmektedir
(Kastamonu Salnamesi, 1317:305).
Sultan Abdülaziz kömür havzasındaki üretimde belirgin bir düşüş olunca
havzaların yönetimini İdare-i Hassa'dan almış ve Bahriye Nezareti'ne vermiş,
başına da Dilaver Paşa’yı getirmişti. Dilaver Paşa 1865 yılında 8 fasıldan ve
toplamda 100 maddeden oluşan ve “Dilaver Paşa Nizamnamesi” olarak anılan bir
HALKBİLİMİ DERGİSİ
89
nizamname hazırlatmıştır. Böylece Zonguldak kömür havzası çok daha düzenli
olmuş, hem teknik hemde hukuki ve idari açıdan sistematik bir hale dönüşmüştür.
Bu nizamnameye göre işçilerin 13-50 yaş arası olması zorunlu hale getirilmiştir
(Alpdündar, 1965:128). Köylüler, yine bu nizamnameye göre havzada belirli bir
ücret ve nizamiye askerliğinden muaf tutulmak karşılığında, nöbetleşe olarak
köylerinden ayrılarak madenlerde çalıştırılacaklardı (Quataert, 2009:42).
Yine o dönemde ihtiyacı karşılamak için yabancı işçi getirme düşüncesi
olumlu sonuç vermiştir. Özellikle 18. yüzyıldan sonra Avrupa’daki teknolojik
gelişmeler yakından takip edilmeye başlanınca, yapılan teknoloji transferi, kalifiye
eleman açığını artırmıştı (Kırpık, 2004: 50). Madencilik mesleğini daha iyi
öğrenmek ve öğretmek için bu işi bilen madencilere ihtiyaç olduğundan, meslekte
tecrübeli Karadağlılar ve Sırplardan yetişmiş ameleler getirilmiştir. Karadağlı
madenciler bir taraftan amele olarak çalışırken diğer taraftan Osmanlı tebaası
madencilerin işi öğrenmelerini sağlamışlardır. Ayrıca yine bu nizamnameye göre,
işçilerin kalabilecekleri sağlıklı ortamlar oluşturularak, akşam yatıp
dinlenebilecekleri daha hijyenik koğuşlar oluşturulmuştur. Her ne kadar firar eden
işçilere fazladan çalışma cezası verilse de daha sonraları sistem biraz daha
yumuşatılmıştır.1869 yılında işçilere bir kısım haklar tanınarak, işverenlere
sorumluluklar yüklenmiş, kazalara karşı önlem alma zorunluluğu getirilmiştir
(Alpdündar, 1965:128). Karadağlı madencilerin bir noktada çalışma koşullarının
nasıl olduğuna dair ışık tutan bu bilgiler, Osmanlı Madenciliğinin gelişiminin de
göstergesi olmuştur.
Osmanlı Devleti 1870–1908 yıllar arasında maden arama imtiyazının
büyük bir oranla yabancılara vermişti. %43’lük bir oranla yabancılara verilen bu
imtiyaz, 1902–1908 yıllar arasında %75’e kadar varmıştı. 19.yüzyılın sonlarına
doğru bu bölgedeki 124 madenin %64’ünün gayrimüslimler tarafından işletiliyor
olması dikkat çekicidir. 19. yüzyıl son çeyreği bu noktada ön plana çıkmaktadır
(Kırpık, 2004:56). 1914 yılına gelindiğinde Ortadoğu’nun bu en zengin doğal
maden kaynağı Zonguldak Ereğli’de yaklaşık 10bin işçi çalışıyordu. Çünkü
Balkanlardaki ekonomik buhran kol gezerken Osmanlı Devleti’ndeki bu
gelişmeler, can suyu gibi geliyordu. Osmanlı donanmasında buhar gücü
kullanımına geçilmiş ve Batı Karadeniz'deki zengin kömür yatakları devletle
sözleşme yapan özel girişimciler tarafından işletilmeye başlamasıyla. 19. yüzyıl
sonlarına doğru Fransız sermayesiyle kurulan Fransız şirketin yörede faaliyete
başlamasıyla kömür madenlerinde çalışan işçi sayısında ve üretimde fevkalade
önemli artışlar görülmüştü (Quataert, 1999-2000:82). 1896'da, kömür çıkarma işi
Fransız sermayeli Ereğli Şirket-i Osmaniyesi’ne ihale edildikten sonra üretimde
büyük bir artış sağlanmıştır. Bu Zonguldak’ta kurulan ne ilk ne de son yabancı
MOTİF AKADEMİ
90
şirket olacaktır. Diğer yurtdışı sermayeli şirketler ve Osmanlı şirketlerinin
çalışmalarıyla kömür üretiminin 1890’ların sonlarında 200.000 tona ulaştığı
belirtilmektedir. Üretim 1911'de 900.000 tonu aşacaktır (Quataert, 1999-2000:83-
84).1897 tarihinde yine bu şirket aracılığıyla yapılan liman ve rıhtım inşaatında
çeşitli milletlerden işçiler çalıştırılmıştır. Bu inşaatta çalışan 1600 işçiden 807’sinin
yabancı olduğu söylenmektedir (Kırpık, 2004:55-56). 15 Ağustos 1887 Tarihinde
Ereğli Şirketi’nde çalışan yabancı içliler ve milliyetleri ise şu şekildedir:
Milliyeti Sayısı
Karadağlı 296
İtalyan 273
Fransız 124
Avusturyalı 71
Yunan 22
İranlı 11
İngiliz 5
Sırp 1
Belirsiz 4
TOPLAM 807
(Kırpık, 2004:55-56)
Ünlü tarihçi Donald Quataert, 1983 yılında Social Disintegration and
Popular Resistance in the Ottoman Empire adlı kitabını hazırlarken İstanbul’daki
Başbakanlık Arşivi'nde (şimdiki Başbakanlık Osmanlı Arşivi) ve Fransız maden
şirketini finanse eden (merkezi Paris'te bulunan) Credit Lyonnais Bankası’nın
arşivlerinde çok önemli belge taramaları yaptığını söylemektedir. Quataert
araştırmaları sırasında, Sırbistan, İngiltere, Fransa, Avusturya gibi pek çok ülkenin
yanında Karadağ’da Osmanlı topraklarına çalışmak için gelen, genelde erkeklerden
oluşan işçi göçüne dair muazzam bulgulara rastladığını ifade etmektedir (1999-
2000:83).
Zonguldak köylülerinin, başka şehirlerden gelen maden işçileriyle ve
yurtdışından gelen aralarında Karadağlıların da bulunduğu işçilerle birlikte
çalışmaları aynı mesaide bulunmaları, çok farklı bir deneyim kazanmalarına ve işi
HALKBİLİMİ DERGİSİ
91
daha iyi öğrenmelerine yardımcı olmuştu. Bu durum, yani rotasyon uygulaması, bu
üç kesim arasında bir iletişimin oluşmasına da neden oluyordu. İşi öğrendikçe daha
vasıflı hale geliyorlar ve işin şekli ve ağırlığı ona bağlı olarak hafifliyordu.
Yurtdışından getirilen madenciler, tabii ki yerli köylülerden daha fazla ücret
alıyorlardı. Ayrıca bu paylaşım, Zonguldaklı maden işçilerinin farklı insanlar ve
farklı dünyalarla tanışmalarını sağlıyordu. Sadece onların değil, Karadağlı maden
işçileri açısında da olumlu neticeler alınmasını sağlıyordu. Birçok iş tecrübesini
paylaşırken, öte taraftan boş zamanlarında ve aralarda birlikte vakit geçirerek
sosyal anlamda bir paylaşım sergiledikleri görülmektedir. Quataert, bu durumun
aralarında bir dayanışma ve Osmanlı harmonisinde farklı etnik grupların, renklerin
birlikte yaşama örneği sunduklarına değinse de (Quataert, 1999-2000:87) hadise
çoğu zaman bu kadar pozitif şekilde gerçekleşmiyordu. Bu çalışma ortamı
aralardaki buzları eritti mi bilinmez ama kimi zaman kopma noktasına
getirdiğinden ve geçimsizliklerin oluştuğundan şüphe yoktur. Öyle ki
Karadağlılarla Zonguldaklı köylü madenciler arasında silahlı kavgaların dahi
yaşandığı vakidir. Ama bütün bunlara rağmen, böylesi hadiseleri genele matuf
bilgiler olarak görmek yanlış olacaktır. Sonuçta uzun yıllar Karadağlı madenciler
Ereğli’de çalışmaya devam etmişlerdir. Bu süreç içerisinde de iyi ya da kötü
burada Osmanlı tebaası maden işçileriyle yaşamayı başarmışlardır.
C-Büyükçekmece’deki Karadağlı Bekçiler ve Korucular Sorunu
Karadağlıların İstanbul’da en yoğun olarak çalıştığı yerlerden birisiydi
Çekmece-i Kebir (Büyükçekmece). Karadağlılar, Büyükçekmece’ye bağlı köy ve
çiftliklerde bekçilik, koruculuk ve orman koruyuculuğu yaparak, hem geçimlerini
sağlıyorlar hem de memleketlerine para gönderiyorlardı. İri yapılı ve düzgün
vücutlu Karadağlıların bu heybetli görüntüleri, özellikle koruculuk bekçilik ve
orman bekçiliği gibi güvenlik işlerinde kendilerine yer bulmalarını sağlamıştır.
Fakat Nisan 1888 de alınan bir karar, buradaki Karadağlı işçiler adeta şoka
uğratmıştı. Bu karar gereğince Karadağlı bekçi ve korucular teker teker işten
atılmaya başlanmıştı (DH.MKT, 11/1504). Bu duruma karşı itirazlar yükselince,
işlemin hukuki dayanağının olup olmadığı sorgulanır hale geldi. Aslına bakılırsa
görünüşte tasvip edilecek bir uygulama olduğu kesinlikle söylenemezdi. Her şeye
rağmen bunun kanuni dayanağının olduğu özellikle vurgulanıyordu (DH.MKT,
1482/17).
Kazada bulunan çiftlik ve köylerdeki Karadağlılar arasında, gelişmelerden
fevkalade rahatsız olan ve “sızlananlar” durumu derhal Karadağ maslahatgüzarına
bildirmişlerdi. Karadağ Prensi Nikola’nın selamıyla gelen ve “yakinimdir” dediği
MOTİF AKADEMİ
92
bu kişilerin “yasadışı” denilerek görevden çıkartılmaları, en başta Prens Nikola’yı
üzmüştü. Hizmetlerinden ihraçlarına teşebbüs edilmesi üzerine Karadağlı işçiler,
konsoloshanelerinden şimdiye kadar hiçbir vukuatları olmadıklarına ve işe tekrar
alınmalarına yönelik tavsiyenameler, referans mektupları getirmeye başlamışlardı.
(ŞD,1913/47). Peki, bu muamelenin nedeni neydi? Durup dururken iki devlet
ilişkilerini olumsuz etkileyecek böylesi bir işe neden girişilmişti? Bunun nedeni hiç
şüphesiz yeni çıkan Vilayet Nizamnamesinden ileri geliyordu. Bu vilayet
nizamnamesinin 56. maddesi ve Usul Muhâkemâtı Cezâiye Kanunu’nun 9.
maddeleri ahkâmınca köy bekçileri ile, idaresi devlete ait olan ormanların
korucuları, adliye ve zabıta ile ilgili hususlarda polis memurları sorumlu oldukları
için, bu vazifelerin ecnebi tebaaya verilmesinin “caiz olmayacağı” belirtilmiştir.
Karadağ maslahatgüzarının olaya müdahil olmasına da pek bir anlam verilmemişti.
Zira bekçi ve korucuların istihdamı ile ilgili hususlar içişlerinin meselesi olduğu bu
nedenle konsolosların bu şekilde müdahaleye hak ve salahiyetleri olmadığı
hatırlatılmıştı. Bu nizamname gereği, bu gibi işlerde istihdam olunan ecnebilerin
ihraç edilerek, yerlerine Osmanlı tebaasından uygun kişilerin yerleştirilmesi
öngörülmüştü (DH.MKT, 1482/17). 1888 yılının sonuna kadar, buralarda çalışan
ecnebi görevliler teker teker işten çıkartılmış görevlerine son verilmişti. Son iki
Karadağlı bekçi ve korucunun da istihkakları verilerek işten çıkarılmalarıyla, bekçi
ya da korucu olarak çalışan Karadağlı kalmamıştı (DH.MKT,1571/90).
Karadağlıları endişelendiren bir diğer husus, ise “sürgün”dür. Bu uygulama
“acaba sürgün mü ediliyoruz?” düşüncesini akıllara getirmiştir. Karadağlıların
işten çıkartılmalarını yanlış algılamaları ve sanki Büyükçekmece’den sürgün
ediliyormuş gibi bir kanaate varmaları üzerine Karadağ Dersaadet maslahatgüzarı
harekete geçerek bunun ne anlama geldiğini hükümete sormuştu. Çünkü Çatalca
livasında, Karadağlıların bulundukları mahalleri terk etmeleri yönünde
emirverildiği şayiası yayılmıştı (DH.MKT, 1510/11). Aynı şekilde Küçükçekmece
kaymakamlığında da Karadağlı işçilerin kendilerinin “sürüldüğünü” iddia etmeleri
(DH.MKT, 1504/11) durumun vahametini ortaya koyuyordu. Olayın
muhataplarından Çatalca mutasarrıflığından yapılan açıklamada, sürgününün söz
konusu olmadığı ve Karadağlıların Büyükçekmece ve civarında oturmaya devam
edebilecekleri, sadece bekçilik ve koruculuk görevlerine son verildiği
belirtiliyordu. Hiç kimsenin tabiiyetine bakılarak yaşadıkları yerden
uzaklaştırmanın söz konusu olmadığına vurgu yapılıyordu (DH.MKT, 1500/37).
Ayrıca kontratlarıyla bazı köylülerin hususi hizmetlerde bulundukları ve bu
durumda söz konusu nizamname hükmünün, bu kontratların süresi doluncaya kadar
hizmetlerini yerine getirmeleri onlar için çok daha iyi olacaktı. Kanuna karşı
gelmedikleri halde karşı karşıya kaldıkları bu zarar ve ziyanın talep olunacağı da
HALKBİLİMİ DERGİSİ
93
göz önünde bulundurulursa, kime hizmet için kontrat imzaladılarsa o kişilere bu
meselenin izah edilmesi de gerekiyordu. Aksi taktirde, olay farklı bir boyut daha
kazanabilirdi (DH.MKT, 1510/11).Haziran ayında yapılan bir başka açıklamada bu
kez bu dört kazada “Kaza-i Erbaa”'da oturan Karadağlılardan temettü vergisi
alınmamasına karar verilerek teskin edilmeye çalışılmış ve bu görev sonlandırma
işleminin kanun gereği olduğu vurgusu yinelenmiştir (DH.MKT,1513/48). Ama
ileride daha detaylı göreceğimiz gibi, Karadağlılar özellikle yabancı okulların ve
konsoloslukların bekçiliğini yapmaya devam edeceklerdir.
Bu kanun acaba Karadağ vatandaşı Boşnak ve Arnavut Müslümanlara
uygulanmış mıdır? Yaptığımız araştırmalardan uygulanmadığı sonucuna
varmaktayız. Ama bununla ilgili kesin kanı oluşturabilecek deliller de çok değildir.
Mesela Haydarpaşa'da ki Anadolu Osmanlı Demiryolu Kumpanyasında bekçi
olarak görev yapan bekçibaşı Ömer vardır. Bu bekçi, I. Dünya Savaşı sırasında
orada çalışmış daha sonra ise Osmanlı hükümeti tarafından, Osmanlı
vatandaşlığına kabul edilmiştir (DH.İ.UM, 29/-3/27). Robert Koleji’nde bekçi
olarak çalışan Süleyman Yakub Çekiç isimli şahıs, Karadağ’ın Bar
kasabasındandır. Karadağ’ın Adriyatik Denizi kenarında bulunan Bar Kasabası,
Müslümanların yoğun olarak yaşadığı yerlerden birisidir. Savaş müddetince
görevini yapan bekçi Süleyman Yakup, savaşın bitmesine yakın, memleketi Bar’a
gitmesine müsaade edilmiştir (DH.EUM.5.Şb, 70/8). Arnavutköy Amerikan
Mektebi bekçisi yine bir Karadağlıydı. 1917 yılında memleketine dönmesine izin
verilen Lukiç Kola adındaki bekçinin (HR.SYS, 2134/42) bir Ortodoks Hıristiyan
olması, Müslüman olanlara ayrıcalık tanınıyor gibi bir genelleme yapmamızı
zorlaştırmaktadır.
D-Karadağ Erkeğinin Vazgeçilmezi: Silah
Karadağlı işçilerin, çalışırken vazgeçemedikleri şey silahlarıydı. Silahlarını
taşıyarak gezme adetlerinde ısrarcı olmaları, sisteme karşı daha asi ve umarsız
olmalarına yol açıyor bu da çeşitli suçları tetikliyordu. Fazla kaçırılan içkinin
neden olduğu ve neticesinde silahların konuştuğu olaylarda kontrol mekanizması
güçleşiyordu. Bu hadiseler içkiyi fazla kaçıran Karadağlı bir işçinin elinde ve
belindeki silahla sağa sola saldırması şeklinde tezahür edebiliyordu. Nitekim
1891’de Bilecik’teki demiryolu inşaatında çalışan işçilerden üç İtalyan amele,
alınan habere göre ağır şekilde yaralanmıştı. Bunun eşkıya saldırı sonucu meydana
geldiği sanılıyordu. Fakat gerçek çok geçmeden ortaya çıkmış, Karadağlı
demiryolu işçilerinin sarhoş halde İtalyan işçilere saldırdıkları ve bunun
neticesinde çıkan kavgada işçilerin yaralandığı anlaşılmıştı (DH.MKT, 1844/36).
MOTİF AKADEMİ
94
Uşak demiryolunda çalışan Karadağlılar Bilecik’dekilerden çok farklı değildi. Bu
kez kendileri gibi demiryolunda çalışan Kürtlerle kavga etmişlerdi. 1896 yılı Mayıs
ayında gerçekleşen olayda, Aleksi Marko isimli Karadağlı ölürken, diğer üç
Karadağlı da yaralanmıştı. Tedavi için derhal hastaneye kaldırılan Karadağlıların
durumu Hariciye Nazırlığına iletilmiş ve Karadağ maslahatgüzarlığıyla irtibata
geçilmişti (BEO, 804/60271).
Gerçekten küçük gibi görünen böylesi anlaşmazlıkları çözmek söz konusu
Karadağlılar olduğunda girift bir problem haline geliyor ve bir paradoksa
dönüşebiliyordu. İşin zorlaşmasına ve çok daha ilginç hale gelmesine yol açan şey
ise Karadağlı demiryolu işçilerinin yanlarından hiç eksik etmedikleri silahlarıydı.
Zira silah onlar için erkekliğin sembolü ve vazgeçilmeziydi. Doğduklarından
itibaren silahla büyütülürlerdi. Erkek çocuğu onlar için “ağzında kurşun dilinde
barut” tadıyla doğuyor, yattıkları beşiğe silah koyuluyordu. Hatta silaha
bebeklikten itibaren aşinalık kazansın diye damaklarına daha kundaktayken barut
sürüldüğü söyleniyordu. Savaşçı olarak yetiştirilen çocukların ellerine, en başlıca
vazifesine, “savaşmaya” alışmaları için silahlar veriliyordu (Trevor, 1913:47).
Dolayısıyla çalışırken dahi silahlarını yanlarında bulunduruyorlardı. Bu da incir
çekirdeğini doldurmayacak küçük tartışmaların büyüyüp bir sarmal haline
dönüşmesine ve silaha davranmakla sonuçlanan kavgalara yol açıyordu. İzmir-
Manisa-Alaşehir demiryolu hattında çalışan Karadağlılar örneğinde olduğu gibi
yanlarından eksik etmedikleri silah, doğal olarak ölümle sonuçlanan çatışmaların
çıkmasını kolaylaştırıyordu.
Bu tatsız hadise üzerine 1896 yılında, Karadağlıların elinde bulunan
silahların toplatılarak, her hangi bir olaya mahal verilmemesi yetkililere
bildirilmişti. İzmir-Manisa- Alaşehir demiryolu hattındaki meselenin araştırılması
için bölgeye gönderilen Süvari Yüzbaşı Mehmet Rifat, hazırladığı raporda ilginç
detaylar vermiştir. Hattın inşaatında sadece Karadağlıların değil Arnavutlar,
Kürtler, İtalyanlar ve Türklerin de çalıştığını ifade etmiştir. İtalyan işçilerin çok
“korkak” olduğunu, gündüzleri işleriyle meşgul olduklarını ve geceleri
barakalarından dışarı çıkmadıklarını söyleyen Mehmet Rifat, bu nedenle İtalyan
işçilerde taşkınlık vakası görülmediğini ifade etmiştir. “Kendi tebaamızdan” diye
bahsettiği Türk, Arnavut ve Kürtlere gelince, bunların Osmanlı tebaası olduğu için
her ne emir ve talimat veriliyorsa yerine getirdiklerini ve devlete karşı saygılı ve
itaatli olduklarından, reddetmeyip kabul ettiklerini vurgulamıştır (BEO,
835/62595).
“Yalnız Karadağlılardan biraz şüphe olunmaktadır” diyerek sözlerine
devam eden Mehmet Rifat, bunun nedenini de hattın, on dördüncü, on altıncı,
HALKBİLİMİ DERGİSİ
95
yirminci ve yirmi birinci kilometrelerinde bulunan mültezimlerin yanlarına
aldıkları Karadağlı kavasların hal ve tavırlarına bağlamıştır. Hat boyunca bu
şekilde 5 ya da 6 kavastan bahsedilmekteydi. Eşkıyalık yapan bu işçiler, bazı
mültezimler tarafından korunuyordu. Hepsinin neredeyse bellerinde birer ikişer
rovelver, kama, bıçak bulunmaktaydı ve aleni olarak o şekilde geziyorlardı.
Devriyeler rastlasa ve Karadağlı bu işçilere “gelin silahlarınızı teslim edin!” dese,
“ben filan kişinin kanlısıyım silah veremem!” şeklinde cevap alıyorlardı. On altıncı
ve yirminci kilometrelerdeki Karadağlı kavaslar, bir araya gelerek bazı günler yol
üzerinde bağırarak birer el tabanca atmaları üzerine o civarda bulunan Jandarma
nazırı derhal olay yerine gitmiş ve olaya müdahale etmiştir. “Niçin silah
atıyorsunuz? Yasak değil midir?” diye sorarak silahlarını teslim etmelerini
emretmiştir. Silahlarını vermeyi reddeden Karadağlılar, “yanıma gelme” diyerek
silahlarına davranmışlardır. Durum, bu raporu yazan Mehmet Rıfat’a bildirilince o
da derhal çavuş ve askerlerle desteğe gitmiştir. Onlara da direnen ve silahlarını
vermeyi reddeden Karadağlılar, teslim olmak şöyle dursun, onlara da kafa
tutmuşlardır. Durumu kurtarmak için“idare-i kelam” yapan Mehmet Rıfat sonunda
silahları teslim almayacaklarını ve bir daha böyle adaletsizlikte bulunmamalarına
yönelik birkaç nasihat dolu birkaç söz kullanarak olayı yatıştırmıştır (BEO,
835/62595).
Velhasıl silahlarını vermeyen Karadağlı işçilerin yaptıkları yanlarına kar mı
kalacaktı? Mehmet Rıfat’ın teklifi, Karadağlı işçilerin tamamen “kaldırılmasıdır”.
Büsbütün kaldırılmalarına şartlar elvermiyorsa, o halde hiç olmazsa yalnız tabanca,
bıçak, kama gibi ateşli, kesici ve delici silahların üzerlerinde bulunmalarının
engellenmesidir. Buna riayet etmeyenin işine son verilmesi gibi bir yaptırımın
uygulanması gerektiğini belirten Mehmet Rıfat, yerlerine iade ve teslim olunmak
şartıyla silahlarının teslim alınması hususunda Karadağ elçiliği tarafına kumpanya
direktörü vasıtasıyla yazı yazılmasını önermiş, ancak bu şekilde bir çözüme
ulaşılabileceğini belirtmiştir. Bu fevkalade önemli tespitler ve rapor üzerine, Serasker
Rıza Paşa da yazdığı yazıda silahların mahalli idarenin tespit ettiği bir yerde
muhafaza edilmesini istemiş ve böyle üzücü hadiselere mahal verilmemesi için
silahların toplatılmasına karar vermiştir (BEO, 835/62595).
Yönetimin bu şekilde bir karar alması yersiz değildi. İlki 1853 olmak üzere
çeşitli defalar ölümlü olaylara karışan Karadağlı madencilerden söz edebiliriz.
1853 yılında Ereğli Kömür Madeni işçilerinden Sava’nın oğlu Hırvat Pero, Bolu
Akçaşehirli Tahir adında bir şahsı katletmişti (A.MKT.NZD, 84/55). Yine 1913
yılında bir öldürme vakasına karışıp bunun sonucunda da kürek cezasına mahkûm
olan Karadağlı amele Markoviç hadisesi (DH.H, 67/68), bize Karadağlı işçilerin
silahsızlandırılma kararının ne derece haklı gerekçesi olduğunu göstermektedir.
MOTİF AKADEMİ
96
Ama şunu da unutmamak gerekir ki Karadağlı amele Markoviç’in yine ameleden
Erzincanlı Tahir’i öldürdüğü ve bunun sonucunda kürek cezasına çarptırıldığı
dönem, 1913 yani İkinci Balkan Harbi’nin olduğu dönemdedir. İki devletin fiilen
bir biriyle savaşmadığı ama Bulgaristan’a karşı savaştığı bir dönemdir.
Gerçekten bir ötekileştirme, dışlama ve kendinden olmayanı yok sayma
gibi bir durum var mıydı? Bunun izlerini, milliyetçiliğin alevlendiği İttihat ve
Terakki yönetiminde zaman zaman gördük. Lakin burada salt bir dışlama ve etnik
anlamda ötekileştirmeden ziyade, Osmanlı hükümeti, silahlılığı bir yaşam biçimi
olarak benimseyen Karadağlıların, toplumsal bir kriz anında, vereceği agresif
tepkilerden çekiniyordu. Bu önlemleri masum bir güvenlik tedbiri olarak da
görmek mümkündür. Bir taraftan, konuya “kendi ekmeğinin derdinde olan ve
ekmeğini taştan çıkaran emekçiler” algısı diğer taraftan da “hem onlara karşı
savaşıp hem onları beslemek tezatlığı” gibi iki farklı düşünce, dönemin toz duman
siyasi ortamı göz önünde bulundurulursa çok da yersiz ve nedensiz değildir. Silahlı
ecnebi bekçi ve koruculara karşı tavır 1912 yılında Balkan savaşının yaşandığı
sırada kendisini daha bariz bir şekilde göstermişti. Nafia Nazırlığı Rıhtım
kumpanyası tarafından rıhtım üzerinde güvenlik için görevlendirilen silahlı Hırvat
ve Karadağlı bekçilerin mevcudiyetinden rahatsız olmuş, işleri engellenmişti
(BEO,656/49170). Fakat aslında bu, savaş dönemine özel bir tutum değildi. Savaş
öncesinde de Mayıs 1909‘da yayınlanan bir talimatta apartman ve benzeri yerlerde
bekçilik görevi yapan Karadağlıların silah taşıma şartları tek tek belirlenmişti (ZB,
602/63). Osmanlı hükümetinin Karadağlı işçilere karşı temkinli ve tedbirli bir
tutum takınmasında, onların silaha olan düşkünlüklerinin çoğu zaman sonucu
ölümle biten kazalara kavgalara ve çatışmalara neden olmasıydı.
1917 yılında Karadağ’ın, Osmanlı vatandaşlarını tutuklaması üzerine,
Osmanlı Devleti Şubat 1917’de misliyle karşılık “Mukabele-i bilmisl” vererek 35
Karadağlıyı tutuklamıştı. Tutuklanan Karadağlılar arasında Amerika Birleşik
Devletleri’nin baş şehbenderlik kavası Zeynel, İtalya sefareti bekçisi Paulo Marco
ve Fransız sefareti bekçisi Andria Lula da vardı. Bu hadise ABD’nin dikkatini
çekmiş ve derhal İstanbul’daki elçisi kanalıyla bir muhtıra vermişti. Bu muhtırada
ismi zikredilen elçilik görevlilerinin derhal serbest bırakılması, diğerlerinin de
tutuklanma sebeplerinin ABD makamlarına açıklanması isteniyordu (HR.SYS,
2148/12). I. Dünya Savaşı’nın bütün hızıyla devam ettiği sırada, gerçekleşen bu
tutuklamalar, Karadağlı işçilerin, devletlerarası ilişkilerde koz olarak
kullanıldığının da bir göstergesi olmuştur.
Yüzyılın sonunda yoğunlaşan bu işçi göçü, bir kısım sosyal travmaları da
beraberinde getirmiştir. Gittikleri yerlerde farklı din, kültür ve çevreyle karşılaşan
HALKBİLİMİ DERGİSİ
97
Karadağlılar, sahip oldukları sosyal yapının kendilerine uyguladığı baskı nedeniyle,
zaman zaman uyuşmazlık ve anlaşmazlıklara düşmüşlerdir. Karadağlıların Osmanlı
topraklarında işçilik serüveni özellikle İstanbul’da dolgun ücretlerle iyi noktaya
gelebiliyordu. Fakat çoğunun içki ve kumar nedeniyle aldıkları dolgun ücretlerinde
hayrını görmediği anlaşılıyordu. Bu önemli sorunun farkına varan Karadağ devleti,
bunu engellemek için işçilerin başına birer “kaptan” görevlendirmiş ve uygunsuz
davranışları önlemeye çalışmıştır (Palairet, 2000:175).
E-Karadağlı İşçilerden Alınan Temettü Vergisi Meselesi
Temettü Osmanlı Devleti’nde ticaret, sanat, meslek erbabının senelik
gelirleri üzerinden alınan bir vergi için kullanılan tabirdir. Karadağlılar Berlin
Antlaşması’nın maddeleri gereğince Karadağ tebaasının Osmanlı tebaası gibi
telakki edilmesi lazım geleceğinden Karadağlılar temettü vergisine dâhil edilmişti.
Eskiden yabancılardan alınmıyordu ama yabancıların Osmanlı topraklarında
yerleşmeye başlamasına izin verilmesi ve ticaret yaparak mal mülk edinmesi
üzerine onlardan da alınmaya başlanmıştı. 1885 yılında %5 oranında alınan bu
vergi, 1907 yılında çıkarılan bir nizamname ile vilayet liva kaza merkezlerinde ve
nüfusu iki binden çok olan yerlerdeki ticaret sanat ve hirfet erbabından iki taksit
şeklinde alınacağı belirtilmiştir. Buna göre temettü vergisi, işbaşı, amele ve
sairlerden 10 kuruştan 250 kuruşa kadar alınmaktaydı. Kereste odun ve kömür
ameleleri ve seyyar esnaflar 10 kuruştan 50 kuruşa kadar temettü vergisi
veriyorlardı (Pakalın, 1983:453-455). 750 kuruştan 5000 kuruşa kadar temettü
vergisi ödeyen bankerler ve tacirler düşünüldüğünde işçilerin verdiği verginin, çok
cüzi bir miktar olduğu görülüyordu. Bu vergi yine de Karadağlıları
endişelendiriyordu. Ayrı bir devlet olmalarına rağmen Karadağlılardan temettü
vergisi alınmaya devam edilecek miydi? Esas soru buydu. Vardar’da demiryolu
hattında çalışan Karadağlılar kendilerinin temettü vergisinden muaf tutulmalarını
istemişler ve bu isteklerini çeşitli seferler Karadağ’ın Dersaadet maslahatgüzarı
Mitar Bakiç kanalıyla Osmanlı Hükümetine iletmişlerdi (İ.HR, 342/1311/M-23).
“Karadağlı amelenin cümlesi ancak bin nefer raddesindedir” diyorlardı. Ayrıca
Karadağ ameleleri fukaradandı. Bu nedenle söz konusu amelelerin hepsinin geçici
dahi olsa bu temettü vergisinden aflarını, doğrudan doğruya Sultan Abdülhamid’in
merhametine ve onun engin hoşgörüsüne müracaat ederek istirham ediyorlardı.
Tıpkı Karadağ’daki Osmanlı tebaasından emlak vergisinden başka hiçbir vergi
alınmadığı gibi, kendilerine de Osmanlı Devleti’nin aynı şekilde muamele etmesini
istiyorlardı (Y.PRK.BŞK, 32/51). Kazandıkları para çok fazla bir şey tutmuyordu.
Onlara göre bu kârı kediye yüklemek gibi bir şeydi. Dolayısıyla temettü vergisine
MOTİF AKADEMİ
98
itiraz edilmesinin çok önemli ve sağlam dayanakları vardı. Sonunda Karadağlıların
temettü vergisinden tamamen muaf tutulmasalar da tahsili bir sonraki dönemlere
ertelenerek kriz aşılmıştır. Böylece bir müddet daha vergi meselesi ötelenmiş oldu.
1894 yılında Dersaadette tüccar ve işbaşı olanlardan başka, şurada burada
amelelik ve bekçi ve bahçıvanlık gibi hizmetlerde bulunan Karadağlılar,
taşocaklarında çalışmakta olanlar hariç 226 kişiydi. Karadağlı tüccardan ve işbaşı
olanlardan, Memalik-i Şahâne’de muvakkaten ikametle çalışan 300-400 kişiden ve
muhtaç durumda olup eskiden beri Osmanlı Devleti’ne gelip giden Karadağlılardan
söz konusu bu vergi alınmayacaktı. 1894 yılının ortalarında alınan bu Meclis-i
Mahsusa kararında, bütün bakanların imzaları ve mühürleri vardı (İ.HR.,
344/1311/Za-08; BEO, 407/30502). O yıl tekrar tahsili ertelenen temettü vergisinin
(BEO, 438/32805), 1897 yılında benzer bir kararla tekrar ertelenmesi yinelenmiştir.
O yıllarda padişahın iradesine aykırı olarak, toplandığı iddia edilen temettü vergisi
veremeyenlere mürur tezkiresinin verilmediği yönündeki iddialar, dikkate değerdi.
Karadağ hükümeti, maslahatgüzarı kanalıyla bu muamelenin derhal men edilmesini
istemişti. Maslahatgüzarın, dersaadette çalışan Karadağlılardan usulünce alınacak
esnaf vergisine sözü yoktu. Onun demek istediği 300-400 kişilik muhtaç
gurubundan amele olarak çalışanlardan, bu yeni nizamname yürürlüğe girmeden,
bahsi geçen verginin tahsilinin ertelenmesinin iyi olacağıydı (BEO, 895/67124).
Ayrıca diplomatik girişimlere devam eden Karadağ, temettü vergisinin Ereğli
Kömür madeninde çalışan Karadağlı ameleden de Patent Nizamnamesi yürürlüğe
girinceye kadar, alınmaması istirhamında bulunmuştur (BEO, 986/73915). Yine
1899 yılında da Karadağlılardan bu verginin alınıp alınmayacağı sorunu gündeme
gelmiş ise de alınmaması yönünde karar verilmiştir (DH.MKT, 2183/121). Fakat
Karadağ tebaası tercüman ve misakçıları ahitname gereği temettü vergisini
vermekle yükümlü sayılmışlardı. Ameleden olan Karadağlılardan ise söz konusu
Patent Nizamnamesi uygulamaya konuncaya kadar geçici olarak bu vergi talep
edilmeyecekti (DH.MKT, 1252/58).
F-Ruhsatsız Çalışan Karadağlılar Sorunu
Karadağlı işçilerin çalıştırılması konusunda yapılan uygunsuzluklardan ve
ortaya çıkan sorunlar arasında izinsiz çalıştırılma meselesi ön planda geliyordu. Bu
konuda nasıl bir tedbir alınacağı da bilinmiyordu açıkçası. Hükümet derhal
harekete geçerek 1897 yılında özellikle İzmit’te Hereke Fabrika-i Hümayun'u
civarındaki bazı yerleri sahiplerinden kiralayarak kaçtıkları taş ocaklarından taş
ihraç edenleri takibe almıştı. Bu kişilerin çalıştırdığı İtalyan ve Karadağlı işçilerin
yasadışı çalıştırıldıkları anlaşılmıştı. Yasadışılığın nedeni böylesi bir istihdam için
HALKBİLİMİ DERGİSİ
99
mahalli hükümetten izin alma şartı olmasına rağmen bu yükümlüğü yerine
getirmemeleriydi (BEO, 943/70665). Ruhsatsız çalıştırılan işçilerle ilgili olarak
tedbir alınmasına ihtiyaç vardı
Zonguldak mevkiinde yabancı işçilerin mevcudu 1897 yılında Hamidiye
kaymakamlığı ile yapılan yazışmalar neticesi şu şekilde olduğu tespit edilmiştir. 64
Yunanlı, 66 Fransız, 30 İtalyan, 100 Avusturya ve Karadağlı olmak üzere toplamda
260 yabancı işçi çalışmaktaydı. Bunlardan 132’si sair mevkilerde ve 128’i de
perakende suretiyle kumpanya ve liman ocaklarında çalışıyordu. Hepsinin de
pasaportu ve mürur tezkiresi mevcuttu. Amele çalıştırma ile ilgili nizamnamenin
birinci maddesi gereğince, Dersaadet’e gelen bir ecnebi, Şehremanetine ve Zaptiye
Nezaretine, taşralarda ise taşra hükümetlerine müracaatla izin almadıkça her ne için
olursa olsun amele namıyla ya da başka bir sıfatla Osmanlı topraklarında
çalışamayacaktı (BEO, 971/72764).
Amele Tahririne Mahsus Nizamname 1888 yılında yayınlanmıştır ve sekiz
maddeden oluşmaktaydı. Resmî izin almadan işçi çalıştırılması yasaklanmıştı.
Ayrıca bu nizamnameyle zorunlu çalışma ve angaryanın önüne geçilmeye
çalışılmış, işverenlerin işçiler üzerinde baskı yolu ile cevri hizmet sözleşmesi
yapmalarının önü kapatılmıştı. Bunun yanında nizamname, ancak idarenin nezareti
altında yapılabilecek sözleşmeyle ilgili bazı tedbirler getiriyordu. Birinci maddede
Dersaadete ve Bilâd-i Selase (İstanbul- Bursa ve Selanik) kaymakamlık ve zaptiye
nezaretinden taşrada ise mahalli hükümetlerden resmi izin belgesi alınmadıkça,
Osmanlı topraklarında işçi adıyla veya başka bir ad altında insan çalıştırmasının
tamamen yasak olduğu ifade ediliyordu. Fakat bina inşaatında ve bağ ve bahçelerde
ve çiftliklerde izin alınmaksızın alelade istihdam olunan işçilerin, bu Nizamname
hükümlerinden muaf olduğu belirtilmekteydi. Altı ve yedinci maddelerde izinsiz
işçi çalıştırılanların ve çalıştırılmasına vesile olanların veya ihmali olan memurların
bir aydan üç aya kadar hapsedilebileceğine de dikkat çekilmiştir (Özdemir,
1998:886-904).
G-Ereğli’de Karadağlı Madenciler Krizi ve Krizin Aşılmasında Sultan
Abdülhamid Faktörü
1897 yılı ağustos ayında Ereğli’deki Karadağlı maden işçilerinin kavga
çıkardıkları haberleri İstanbul’u huzursuz etmişti. Bab-ı Ali olayların nedenini
sorgularken ani bir kararla Karadağlı madencilerin oradan alınarak memleketlerine
gönderilmeleri talimatını vermişti. Şeref-resan Vapuru ile İstanbul’a getirilen 200
Karadağlı maden işçisi, gemiden dahi indirilmeden doğruca memleketlerine
MOTİF AKADEMİ
100
gönderilecekti (BEO, 994/74535; İ.HUS, 55/1315- Ra060). Ereğli Meadin-i
Hümayunu demiryolu tünelinde çalışan Karadağlı işçilerin buradan da
memleketlerine gönderilmeleri düşüncesi, iki ülke arasında başlı başına bir kriz
nedeni olabileceğinden, bununla ilgili yazışmalar derhal başlatılmıştı. Bu kapsamda
Karadağ sefirinin bilgilendirilmesi için Hariciye Nezaretine yazı yazılmıştı (İ.HUS,
55/1315/Ra045). Karadağ maslahatgüzarı Mitar Bakiç, işçilerin bu şekilde
memleketlerine gönderilmesinin mümkün olmayacağını, kaldı ki hepsinin birden
suçlu olamayacağını söylüyordu. Birkaç Karadağlı amelenin yaptığı uygunsuz
davranışın bütün Karadağlılara mal etmenin yanlışlığına vurgu yaparak, kavgayı ilk
çıkaranlar ve tahrik edip yönlendirenlerin tespit edilerek cezalandırılmasının daha
doğru bir yaklaşım olacağını ısrarla vurguluyordu. Öte taraftan, aç ve sefil halde
200 kişinin gemide tutulması (BEO, 994/74535; İ.HUS, 55/1315/Ra060), iki ülke
ilişkilerine çok da yardımcı olmuyordu. Ayrıca Prens Nikola’nın bu durumdan
fevkalade teessür duyacağını da belirten Bakiç, eğer bu işçilerin hepsi sınır dışı
edilirse, ayniyle mukabelede bulunulacağını ve Karadağ’da çalışan Osmanlı tebaası
işçilerin sınır dışı edileceği uyarısında bulunarak (Y.A.HUS, 375/74), aba altından
sopa göstermeyi de ihmal etmiyordu.
Abdülhamid de olaya itidalli yaklaşıyordu. Yıldız Sarayı’nda başkâtibi
Tahsin Paşa’ya yazdırdığı iradede, konunun hassasiyeti seziliyordu. Bu insanların
mağduriyeti bir yana bu hadisenin “Prens hazretlerinin teessürüne mucib olacağı”
düşüncesi (İ.HUS, 55/60), 200 Karadağlının topyekûn memleketlerine gönderilmesi
kararından geri dönülmesi için yeterli bir nedendi. Sultan Abdülhamid’in
Karadağlıların bu taşkınlıklarına ve hırçınlıklarına geçimsizliklerine karşı, tutumuna
baktığımızda, çok soğukkanlı bir tutum sezilmektedir. Abdülhamid, Karadağlı
amelelere uygulanabilecek herhangi bir sert yaptırımın, iyi ilişkiler içinde olduğu
Prens Nikola’yı “üzeceğini” düşünmektedir. 1897 yılında Karadağlı maden işçilerin
Ereğli’de kavga etmeleri üzerine bölgeden uzaklaştırılması teklif edilince Sultan
Abdülhamid, böyle bir şeyin “Prens hazretlerinin teessürünü mûcib olacağı”
düşüncesiyle, top yekûn cezalandırmak yerine sadece olayı çıkaran kişiler hakkında
işlem yapılmasıyla yetinilmesini istemişti (İHUS, 55/1315RA060). Burada da II.
Abdülhamid, Karadağ politikasının bir parçası olan Prens Nikola ile iyi geçinme
siyasetinde, Karadağlı işçiler önemli bir argüman olduğu çok net bir şekilde görülür.
Karadağ maslahatgüzarı Mitar Bakiç’in çabaları ve Sultan Abülhamid’in
itidalli yaklaşımı, sorunun çözülmesini sağlanmıştı. Bu süreçte gemideki işçilere
ihtiyaçları olan yiyecek ve içecek verilmiş, ihtiyaçları karşılanmıştır (BEO,
994/74535). İçlerinden 85 kişinin davranışları ve tavırları güvenlik güçlerinin
dikkatini çekmiş ve onlar hakkında, bütün bu diplomatik girişimlere rağmen
gerekenin yapılacağı hatırlatılmıştı (BEO, 996/74697). İşçilerden bir kısmı
HALKBİLİMİ DERGİSİ
101
Ereğli’ye vardıklarında, iş bulma sorunuyla karşı karşıya kaldıkları için İstanbul’a
geri dönmek ve orada çalışmak istemişlerdi. İstanbul’a sırf bu nedenle dönüş yapan
150 civarında Karadağlı amele, Sultan Abdülhamid’in özel izni, müsaade-i seniyye
ile Ereğli’ye tekrar gitmişler ve işbaşı yapmışlardır (BEO, 1086/81435).
1899 Nisan ayı itibariyle Ereğli ve Zonguldak’ta 161 Karadağlı amele
bulunuyordu (BEO, 1296/97152). Bu sayı Sultan Abdülhamid’in Karadağlı
amelelerin, Ereğli Meadin-i Hümayun’a girmelerine müsaade edilmesine yönelik
yazısı nedeniyle gitgide artıyordu (İ.HUS, 74/1316/Z-19). Bu doğrultuda, işleyen
150 nefer Karadağlı ameleden, “mütebâkisinin de imrârına”izin veriliyordu (BEO,
1299/97366). Zira daha önce bu madende çalışan fakat çeşitli nedenlerden dolayı
bir kısmı Romanya başta olmak üzere farklı yerlere giden Karadağlı işçilerin,
Ereğli’ye dönmelerine izin verilmişti (BEO, 1299/97372).
Ereğli, Kozlu ve Zonguldak madenlerinde çalışma konusunda
Karadağlıların ayrıcalığı vardı adeta. Sultan Abdülhamid, Karadağ Prensi Nikola
ile dostluğunun hatırına binaen, onların çalışma izinleri konusunda çok sıkıntı
çıkardığı söylenemezdi. Madenlerde çalışmak isteyen yabancılara Karadağlı
değilse, öyle kolay kolay izin verilmiyordu. Karadağlılar haricindekilere, Nezaretin
haberi olmaksızın mürur tezkiresi verilmiyordu (DH.MKT, 2290/39). Karadağlı
amelelerden, Ereğli’ye gideceklere mürur tezkiresi verilmesi,“irade-i seniyye-i
cenab-i hilafetpenahi” gereğiydi (DH.MKT, 722/32).
1903 yılına gelindiğinde Karadağlıların “amele” sıfatıyla mürur tezkiresi
alma ayrıcalıkları devam etmişti. Başka tebaadan olanların mürur tezkireleri iptal
edilerek işten men edildiği bile olmuştu. Kömür madeninde çalışmak için
Karadağlı olmak yetmiyordu. Mürur tezkiresinde “amele” sıfatının işlenmesi
gerekiyordu. Bu sıfata sahip olmayan Karadağlılarda işten men edilebiliyordu
(DH.MKT, 722/32). Trablusgarp Savaşı ve Balkan Savaşı arifesinde 1910 yılında,
savaş rüzgârları eserken askere çağrılan Osmanlı tebaasından olup Zonguldak,
Ereğli ve Kozlu'da amele olarak çalışan kimi işçiler, askere gitmemek için
kendilerini Karadağ tebaasındanmış gibi göstererek askerlikten kurtulmaya
çalışıyorlardı. Savaşın gidip de dönmemek anlamına geldiğini, askere gitmekle
ayrıca işinden ve aşından olacağını düşünen kimi Osmanlı tebaasından ameleler,
Karadağlı amelelere gösterilen ihtimam ve özen karşısında bir an için
Karadağlıların yerinde olmak istiyorlardı. Kaldı ki kendisinin Karadağlı olduğunu
iddia eden kişilerin, Karadağ’ın bağımsızlığından evvel buralara gelip yerleştiğini
ve Osmanlı tebaası olarak kaldığını, mal ve mülk edindiğini gayrimenkul
edindiğini, mal tasarruf edindiğini bilmeyen yoktu. Normalde Karadağ tebaasına
Osmanlı memleketlerinde mülk edinme hakkı verilmediği halde, askere celbi
MOTİF AKADEMİ
102
geldiğinde birden kendilerinin “Karadağlı” olduğunu hatırlayan kişilerin, “bu mal
ve mülkü nasıl edindiniz?” sorusuna verebilecekleri cevapları yoktu. Hal bu ki
bunları çevrede öteden beri Osmanlı Tebaasından olarak tanıyorlar ve biliyorlardı.
Onlardan birisi, daha Karadağ bağımsız olmadan önce, Karadağ’ın Juretiç
sülalesinden olan ailesi, ticaret için Zonguldak’a gelen ve burada doğan Georges
Guiretivich isimli bir şahıstı. Daha sonra burada yaşamaya devam eden çocuk
büyümüş, delikanlı olmuş ve bir Rum kızıyla da evlenmişti. Rahat bir hayat
sürerken, askerlik celbi meselesi Guiretivich’in bütün düzenini bozmuştu. İtalyan
konsolosu M. Cohen’e yazdığı mektupta bu Karadağlı işçi durumunu bildirerek
kendisine yardım edilmesini istemiştir (DH.MUİ, 36/-2/26).
Savaş patlak verdiğinde hatta Karadağ resmen Osmanlı Devleti’ne savaş
ilan ettiği Ekim 1912’ de dahi Ereğli maden ocaklarında Karadağlı ameleler
çalışmaya devam etmişlerdi. Fakat bu durumdan tedirgin olan Osmanlı hükümeti,
fiilen muharebe halindeki bir devletin vatandaşlarının, kendi sınırları içindeki bir
yerde çalışıyor olmasının iyi mi yoksa kötü mü olacağını kestiremiyordu. Bu
şüpheler gidermek içinse, ciddi bir araştırmaya ihtiyaç vardı. İnceleme sonucunda
Karadağlı ameleler arasında şüpheli birisine rastlanır ve bu tespit edilirse, hiç vakit
geçirmeden merkeze bildirilmesine karar verilmişti (BEO,4100/307474). Karadağlı
amelelerin yukarda da ifade edildiği gibi İkinci Balkan Harbi sırasında ve I. Dünya
Harbi sonrasında Türkiye’de bulundukları anlaşılmaktadır. Birinci Dünya
Savaşı’ndan sonra savaş esiri olarak Toros ve Amanos tünellerinde çalıştırılmak
istenen Karadağlı ameleler, İtalyan amelelerle birlikte, tünellerde ücret almadan
harp esiri muamelesi görerek çalıştırılacaklarını duyunca buna karşı çıkmışlardır
(DH.ŞFR, 529/34). Karşı çıkmalarının nedeni bu amelelerin savaş esiri değil, uzun
yıllar bu topraklarda çalışan yabancı işçiler olmalarıydı. Savaş esiri olan İngiliz ve
Rus askerlerle beraber çalıştırılmaları onları; “bize de mi savaş esiri muamelesi
yapacaklar ve ücret ödemeyecekler.” endişesine sevk etmişti. Daha sonra
Karadağlı ve İtalyan amelelerin savaş esiri muamelesi görmeyecekleri onlara
yevmiye verileceği söylenince sular durulmuştu. Kaldı ki esir statüsündeki İngiliz
ve Rus esirleri de çalıştıkları kadar ücret alıyorlardı (DH.EUM, 5.Şb 28/14).
Karadağlı ameleler hiç şüphesiz vurdulu kırdılı işlerle gündeme gelseler de
her zaman böyle olmuyordu. 1904 yılında Avusturyalı Polyana Bleski, İzmit’in
Karasumadeni’nde Adapazarı’nda kızı Nikolina Belski’nin bir Karadağlı madenci
amele tarafından kaçırıldığını iddia ediyordu. Luka Yanoviç isimli Karadağlı maden
amelesinden şikâyetçioluyordu. Avusturya İzmir konsolosluğuna yazdığı telgrafta,
Polyana, yetkilerin burada taleplerine ve şikâyetlerine ehemmiyet vermediklerini ve
bu durum karşısındaki mağduriyetini dile getirmiştir. Eğer kaçırdığı kişi, gerçekten
Polyana’nın kızı olsaydı büyük bir skandal olabilir, bu da sorun teşkil edebilirdi.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
103
Ama iddialar tamamen gerçek dışıydı. Kaçırılan Polyana’nın kızı değil,
“yanaşması”ydı. Ayrıca zorla kaçırılmamış bilakis kendi rızasıyla gitmişti. Yapılan
araştırma sonucu Karadağlı amelenin, kıza bir kere dahi cebir ve şiddet kullanmadığı
anlaşılmıştı (DH.MKT, 835/53). Karadağlı amelenin ve kaçırdığı kız Nikolina
Belski’nin evlenip evlenmediği hayatlarının geri kalanını nerede geçirdikleri bilinmez
ama bu hadise, Osmanlı Devleti topraklarında çalışan Karadağlı işçilerin sosyal
yaşamlarının çok ilginç bir kesiti olarak tarihte yerini almıştır.
Diğer taraftan Karadağlı madencilerin çalışmak için gittikleri Zonguldak’ın
1860 yılı başlarında küçük bir köy görünümünde bir çarşı, iki cami, bir kilise, bir
hamamdan ibaret olduğu söylenmektedir. Orada yaşayanların çoğu kömür işinde
çalışmak için oraya gelip yerleşen Karadağlılardan oluşmaktaydı. Bu Karadağlı
ameleler, Ereğlili kadınlarla evlenmişlerdi. Sırpça konuşan ve Rum-Ortodoks
kilisesine bağlı oldukları için Rumcada bilen Karadağlı ameleler, Zonguldak’ın bir
nebzede olsun canlanmasını sağlamışlardır (Quataert, 2009:65).
Sonuç
19.yy itibariyle Osmanlı Devleti’ne çalışmaya gelen çeşitli milletlerden
insanlar olmuştur. Bunlar arasında Karadağlı işçiler, önemli bir yer tutmaktadır.
Gerek coğrafi yapısı gerekse de fiziki yapıları nedeniyle Karadağlıların zor
koşullara yatkın olması nedeniyle, kömür madenlerinde kazmacı, kuyucu, taş işçisi
demiryolu işçisi olarak ağır işlerde çalışabiliyorlardı. Onlardaki bu potansiyele,
ülkelerindeki verimsiz araziler ve işsizlik de eklenince, başta İstanbul olmak üzere
kömür havzalarının yoğun olduğu Zonguldak ve Ereğli’ye işçi olarak gelmeleri
kaçınılmaz olmuştur. İstanbul’da bahçıvanlık, ayrıca güvenlik görevliliği,
koruculuk, bekçilik gibi güvenliği ilgilendiren işlerde de silahlara olan hâkimiyeti,
silah tutkuları ve savaşçı kimlikleri nedeniyle rağbet edilen işçiler olmuşlardır.
Uzun boyları ve düzgün fizikleri, özellikle çiftliklerde ve yabancı konsolosluklarda
büyükelçiliklerde bekçi olarak çalıştırılmalarını sağlamıştır.
Sahip oldukları sosyo-kültürel yapı nedeniyle geldikleri yerlerde zaman
zaman uyum problemleri yaşayan ve vazgeçemedikleri silahlarıyla çıkardıkları
olaylar ve kavgalar, büyüyerek iki devlet arasında krize dahi dönüşmüştür. Bu
şekilde kriz haline dönüşen olaylar arasında temettü vergisi alınması meselesi de
vardır. Bu vergiye itiraz eden Karadağlı ameleler, temettü vergisini vermek
istememişlerdir. Bekçi ve Korucuların işten çıkarılması da ayrı bir kriz teşkil
etmiştir. Burada II. Abdülhamid’in aldığı insiyatif dikkat çekicidir. Prens Nikola ile
kurduğu dostluk, devlet ilişkilerinde de kendini göstermiştir.
MOTİF AKADEMİ
104
Karadağlı işçilerin özellikle Zonguldak Ereğli’de Ereğlili Rumlarla
evlenmeleri ve orada hayat kurmaları, toplumlar arasında çatışmalar olsa da ister
istemez böylesine insani ilişkilerle bir iletişim ve etkileşim kurmalarına vesile
olmuştur. Karadağlı işçilerin neler yaşadıkları, ne gibi sıkıntılar çektikleri şüphesiz
ki ileride daha derinlemesine incelenecek ve çok önemli çalışmalar ortaya
konacaktır. Zira bu konuda kapsamlı birçok çalışmanın yapılmasına ihtiyaç vardır.
Kiliseleriyle ve yaşam alanlarıyla zorlu iş koşulları dışında, sosyal anlamda
hayatlarını devam ettiren Karadağlı işçilerin, Türkiye’nin işçi tarihi açısından çok
önemli bir kaynak teşkil ettiği görülmektedir.
KAYNAKLAR
A-Arşiv Belgeleri
Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), Dahiliye Nezareti Mektubi Kalemi
(DH.MKT), 11/1504; 17/1482; 11/1510; 17/1482; 1571/90; 1500/37-10, 29/B/1305;
722/32, 17/Ra/1321; 1252/58, 04/R/1326; 1510/11, 18/N/1305; 1513/48, 08/L/1305;
2183/121, 18/Za/1316; 722/32, 17/Ra/1321; 835/53, 12/M/1322; 1482/17,
18/Ca/1305; 1504/11, 18/Ş/1305; 2290/39, 24/Ş /1317; 1504/11, 18/Ş/1305; 1844/36,
17/Za/1308; İrade Hususi (İ.HUS), 55/1315/Ra045, 16/Ra/1315; 74/1316/Z-19,
07/Z/1316; 55/1315/Ra060, 17/Ra/1315; 62/1315/L-028, 09/L/1315; Sadaret
Mektubi Kalemi Nezaret ve Deva'ir Evrakı (A.MKT.NZD), 84/55; Bab-ı Ali Evrak
Odası (BEO), 1296/97152, 05/Z/1316; 835/62595, 28/Ra/1314; 943/70665,
27/Za/1314; 994/74535, 17/Ra/1315; 1086/81435, 10/L/1315; 835/62595,
28/Ra/1314; 1299/97366, 09/Z/1316; 1299/97372, 09/Z/1316; 407/30502,
18/Za/1311; 4100/307474, 08/Za/1330; 438/32805, 16/M/1312; 656/49170,
24/M/1313; 804/60271, 22/M/1314; 895/67124, 13/Ş/1314; 971/72764, 29/M/1315;
986/73915, 03/Ra/1315; 994/74535, 17/Ra/1315; 996/74697, 24/Ra/1315; Emniyet-i
Umumiye Müdüriyeti Belgeleri (DH.EUM.5.Şb), 70/8, 22/Z/1336; 28/14,
09/Za/1334; Dahiliye Nezareti Hukuk Evrakı (DH.H.), 67/68, 25/Ş/1331; Dahiliye
Nezareti İdare-i Umumiye Evrakı (DH.İ.UM), 29/3/27, 18/L/1333; Dahiliye
Muhaberat-ı Umumiye İdaresi Evr. (DH.MUİ), 36/-2/26, 27/R/1328; Dahiliye
Nezareti Şifre Evrakı (DH.ŞFR), 529/34, 07/Ağ/1332; Hariciye Nezareti Siyasi
(HR.SYS), 2148/12, 22/2/1917 (Miladî); 2134/42, 20/12/1917 (Miladî); İrade
Hariciye (İ.HR), 344/1311/Za-08, 15/Za/1311; 342/1311/M-23, 13/M/1311; Şura-yı
Devlet Evrakı(ŞD), 1913/47, 30/Ra/1317; Y.PRK.BŞK, 32/51, 27/M/1311; Yıldız
Sadaret Hususi Maruzat Evrakı (YAHUS), 171/59, 10L1299; 375/74, 17/Ra/1315;
HALKBİLİMİ DERGİSİ
105
55/1315ra045; 55/1315ra060; 55/1315ra060; 62/1315L-028; 82/1318s-21, 9/S/1318;
Yıldız Perakende Evrakı Zabtiye Nezareti Maruzatı (YPRK ZB), 2/15, 05/L/1299;
Zabtiye Nezareti Evrakı (ZB), 602/63, 28/Ni/1325.
Kastamonu Salnâmesi 1317/ 1899–1900.
Düstur 1. Tertip C. 5,Başvekâlet Matbaası, Ankara 1937, s. 886–904.
B-Kitaplar ve Makaleler
AHMET CEVDET PAŞA. (1991). Tezâkir-i Cevdet, 13-20, Haz: Cavid
Baysun. Ankara: TTK.
AHMET TEVFİK. (1329). Karadağ Coğrafyası, Sırpçadan Osmanlıcaya
Ter: Mirliva Ahmed Tevfik. Muhmud Bey Matbaası: Dersaadet.
AKKAYAN, Taylan. (1979), Göç ve Değişme, İÜ Yayınları: İstanbul.
ALPDÜNDAR, Mehmet. (1965). “Ereğli Kömür İşçileri ve Sendika
Faaliyetleri” Sosyal Siyaset Konferansları Dergisi, Sayı 16. İstanbul, ss. 128.
COFFIN, Marian Cruger. (1908). “Where The East Meets West” The
National Geogrephic Magazine, Vol. 19, May 1908, No:5, ss.320.
HÜLAGU, Metin. (2008). Bir Umudun İnşası Hicaz Demiryolu, İzmir:
Yitik Hazine Yayınları.
MEHMED SUPHİ. (1317). Karadağ ve Ordusu (Karadağ’ın Ahvali
Tarihiyye ve Coğrafyasıyla Kuvve-i Askeriyesinden Bahistir). Kostantiniyye:
Kütüphane-i İslam ve Askeri.
MERCAN, Mehmet. (1996). “Sadrazam Ahmed Cevad Paşa’nın
Seyahatnamesi”, Türk Dünyası Araştırmaları, S. 102, ss. 158-159.
ÖZCAN, Uğur. (2009). II. Abdülhamit Dönemi Osmanlı–Karadağ Siyasi
İlişkileri, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Isparta.
_______. (2009). “Yabancıların Gözüyle 19. Yüzyılda Karadağ Kadını”
Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Süleyman Demirel Üniversitesi, S.
19, ss.25-37.
ÖZDEMİR, Süleyman. (1998). “Türkiye’de Zorunlu Çalışma Uygulamaları”
Sosyal Siyaset Konferansları Dergisi, S.41-42, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Yayınları.
MOTİF AKADEMİ
106
PAKALIN, Mehmet Zeki. (1983). “Temettü Vergisi”, Osmanlı Tarih
Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, C.3, MEB, İstanbul, ss. 453-455.
PALAIRET, Michael. (2000). Balkan Ekonomileri 1800-1914,
Kalkınmasız Evrim, Çev: Ayşe Edirne, İstanbul: Sabancı Üniversitesi Yayınları.
QUATAERT, Donald. (2009). Osmanlı İmparatorluğunda Madenciler ve
Devlet, Çev: Nilay Özok Gündoğan ve Azat Zana Gündoğan, İstanbul: Boğaziçi
Üniversitesi Yayınları.
_______. (1985). “19. yüzyılda Osmanlı Devletinde Madencilik”
Tanzimat’tan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, C. 4. İstanbul: İletişim Yayınları.
_______. (2000). “Zonguldak Maden İşçilerinin Hayatı1870-1920
Başlangıç Niteliğinde Bazı Gözlemler”, Toplum ve Bilim, S.83, 1999-2000 Kış,
Çev: Tansel Demirel, Birikim Yayıncılık: İstanbul.
ŞEMSEDDİN SAMİ. (1891). “Karadağ” Kamûsü’l-A’lâm, C. 5. İstanbul:
Mihran Matbaası, ss. 3636.
TREVOR, Roy. (1913). Montenegro : A Land of Warriors. London: A.&C.
Black.
KIRPIK, Cevdet. (2004). Osmanlı Devleti’nde İşçiler ve İşçi Hareketleri
(1876-1914), Yayınlanmamış Doktora Tezi, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Danışman: Prof. Dr. Bayram Kodaman, Isparta.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
107
BİR BALKAN ŞEHRİ OLARAK ÜSKÜP’TE ŞİKÂYET HAKKININ
KULLANIMI VE ŞİKÂYET MEKANİZMASI (1649-1675)1
The Using of the Right of Complaint and the Complaint Mechanism in Skopje as a Balkan City (1649-1675)
Murat TUĞLUCA*
Özet: Osmanlı Devleti’nde adaleti sağlamanın önemli bir husus olduğu
bilinmektedir. Bu yüzden adaleti sağlamak üzere çeşitli müesseseler geliştirilmiştir. Bu
müesseseler, yerine getirdikleri birçok işlevin yanında, şikâyet hakkının kullanımı amacıyla
teşkil edilen şikâyet mekanizması için de kullanılmışlardır. 17. yüzyılın ikinci yarısına
kadarki dönemde Divan-ı Hümayunda şikâyet hakkının kullanımının bir ürünü olan
hükümler, mühimme defterlerine kaydediliyordu. 1649 yılında dönemin bürokratik
ihtiyaçları çerçevesinde yaşanan ihtisaslaşmaya uygun bir şekilde şikâyet defterleri ortaya
çıkmıştır. Bu çalışmada 1649-1675 yılları arasında şikâyet mekanizmasının Üsküp ayağı,
şikâyet defterleri çerçevesinde ele alınacaktır. Şikâyet konularının oluşum süreci, şikâyet
etme biçimleri, şikâyetlerin çözüm mercileri, çözüm yöntemleri ve şikâyet konuları Üsküp
bağlamında incelenecektir. Bunun için dönemi kapsayan şikâyet defterleri taranmış ve
içlerinde Üsküp ile ilgili olan hükümler incelemeye alınmıştır. Tespit edilen hükümler
çerçevesinde, bu dönemde Üsküp’ten İmparatorluk merkezine ve doğal olarak şikâyet
defterlerine yansıyan başlıca şikâyet konularını, zulüm, eşkıyalık, gasp, alacak davaları,
vakıf meseleleri, görev ihlali ve miras ihlalleri şeklinde sıralamak mümkündür.
Anahtar kelimeler: Şikâyet Mekanizması, Şikâyet Defterleri, Osmanlı İmparatorluğu,
Üsküp.
Abstract: It was important to dispense justice in the Ottoman Empire. Because of
this, various establishment have been developed and organised. One of these establishment
was the complaint mechanism for using of the right to complain. In the “Divan-ı
Hümayun”, records of complaint was registered to the books of mühimme until the second
part of 17th century. The “books of complaints” emerged in 1649. In this study, the part of
1 Bu makale, 24-26 Eylül 2012 tarihleri arasında Süleyman Şah Üniversitesi tarafından İstanbul’da
düzenlenen I. Uluslararası Balkan Kongresi’nde sunulan bildirinin yeniden gözden geçirilerek
düzenlenmiş hâlidir. * Yrd.Doç. Dr. Ahi Evran Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü, [email protected]
MOTİF AKADEMİ
108
Skopje of complaints mechanism, dated 1649-1675 will be examined according to the books
of complaints. And also the formation process, formats, aplication boards of the
complaints, methods of solution and topics of the complaint in the context of Skopje will be
analised. This paper will be limited with just “books of complaint” that recorded in the
Prime Ministry Ottoman Archives. These books were reviewed and also hüküms(imperial
edicts) which are related to Skopje were analyzed. In the examined documents, it has been
understood that complaint topics were about oppression, debts, waqf, breach of duty,
bandit, heritage, extortion.
Key words: Complaint Mechanism, Books of Complaints, Ottoman Empire, Skopje.
Giriş
Osmanlı sınırları içerisinde bulunan herkes, karşılaştığı herhangi bir
haksızlığı bir üst mercie şikâyet yoluyla iletme hakkına sahipti. Şikâyet hakkı,
İslam kamu hukuku çerçevesinde ilkeleriyle ortaya konmuştur. Şikâyet hakkı,
haksızlığa uğradığını düşünen herhangi bir kişiye, şikâyetini doğrudan doğruya
padişaha iletme imkânı sunmaktadır (İnalcık, 2005b: 50). Bu hak, şikâyet
mekanizması dediğimiz süreçlerin, bir nevi devletle toplumun iletişimini sağlayan
araç olarak gelişimini sağlamıştır. Devlet, egemenliği altındaki toplumla böyle bir
iletişimde bulunmayı, toplumun kendi arasında yaşanması muhtemel haksızlıkları
ve padişahın taşradaki temsilcilerinin halka yahut diğer resmi görevlilere
yapabilecekleri haksızlıkları önlemek açısından oldukça önemsiyordu.
Osmanlı Devleti’ndeki adalet temelli bu anlayış, Klasik İslam düşüncesine
dayanmaktadır. Klasik İslam düşüncesi, toplumu organik bir model olarak görmüş
ve topluma ilişkin çözümlemelerini bu model çerçevesinde izah etmiştir (Farabi,
2001: 80, 81). Bu modele göre toplum, temelde dört tabakadan (erkân-ı erbaa)
oluşmaktadır. Bunlar, kılıç ehli, kalem ehli, çiftçi ve esnaf/zanaatkâr/tüccardır
(Karpat, 1968: 72). Sultanın görevi, bu dört tabakayı, adaletle ve birbirine
karışmasını engelleyerek idare etmektir (Tursun Bey, 1977: 12). Bunu sağlamanın
yolu da kuşkusuz adil bir hükümdar olmaktan geçmektedir (Sealibi, 1997: 54). Bu
bağlamda dönemin düşünürleri, adaletin önemine güçlü bir vurgu içeren “daire-i
adliye” formülünü ortaya koymuşlardır. Formül en yalın haliyle şöyle ifade
edilebilir: ordusuz hükümdar olmaz, mal olmadan ordu tutulmaz, tebaa olmadan da
mal elde edilemez, adalet sağlanmazsa da tebaa elde tutulamaz (Unan, 2004: 60).
Bir döngü şeklindeki formülün temel esprisi, devletin bekasının hükümdarın
adaletine endeksli olduğu fikridir (İnalcık, 2005a: 14). Adalet ve siyasal iktidarın
devamlılığı arasındaki paralelliğe dayalı bu anlayış, hâkimiyetini devam ettirme
kaygısıyla, topluma şikâyet hakkını tanımak zorunda kalmıştır.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
109
Osmanlı öncesi İslam devletlerinde şikâyet hakkının kullanımı için ihtisas
kurumu olarak “Divan-ı Mezalim” adıyla bir müessese teşkil edilmiştir (Maverdi,
1994: 156 vd). Osmanlı Devleti ise Mezalim Mahkemesini müessese olarak
doğrudan doğruya almak yerine bu mahkemenin fonksiyonlarını çeşitli
müesseselerin içerisine monte etmiştir. Yani Osmanlı Devleti, bir Mezalim Divanı
kurmamıştır. Devlet teşkilatı, Divan-ı Hümayun başta olmak üzere daha alt düzey
çeşitli divanlar ve daha başka müesseseler vasıtasıyla şikâyet hakkının kullanımını
mümkün kılacak şekilde tasarlanmıştır. Bu tasarım, şikâyet hakkının kullanımı için
başvuru merciinin sayısını artırmış, dolayısıyla bu hakkın daha yaygın bir şekilde
kullanımına imkân sunmuştur (Tuğluca, 2010: 26). Bir şikâyetçi, şikâyetinin
konusuna ve çapına göre en yakınındaki kadıdan başlayarak, sancak divanına,
eyalet divanına, veziriazam divanlarına, kazasker divanına, Divan-ı Hümayuna ve
eğer imkân bulabilirse doğrudan padişaha şikâyette bulunabilirdi. Sonuç itibariyle
mercilerin hepsi en üst merci olan padişah adına şikâyet kabul ediyordu. Bu
merciler içerisinde şikayet hakkının en yaygın ve kurumsal kullanımı hiç kuşkusuz
Divan-ı Hümayundur.2 Divan, padişah adına yapılan şikâyetleri kabul eder ve onun
adına çözüm üretirdi.
Bu çalışmada şikâyet mekanizmasının Üsküp3 ayağı, Divan-ı Hümayunda
karara bağlanan yakınmaların kayda geçirildiği şikâyet defterleri çerçevesinde ele
alınacaktır. Üsküp, tarihte Makedon, Roma, Bizans ve Sırp egemenliğinde bulunmuş
bir şehirdir (Kosova Vilayeti Salnamesi, 2000: 111-113). Şehir, 1389 Kosova Savaşı
akabinde 6 Ocak 1392’de Osmanlı egemenliğine girmiştir (Hoca, 1986: 123). Üsküp,
Batı Anadolu’da Saruhan bölgesinden göç ettirilen Türkmenlerin iskânı ile önemli bir
uç beyliği haline dönüşmüştür. Balkan fetihlerinin Sırbistan, Bosna ve Belgrad’ı da
içine alacak şekilde gelişmesiyle şehrin bu özelliği sona ermiştir (Ağanoğlu, 2008:
110). Üsküp, idari düzenlemeler çerçevesinde Batı Bulgaristan ve Kuzey Yunanistan
topraklarını kapsayan Üsküp Sancağının merkezi haline getirilmiştir (Hamzaoğlu,
2004: 47). İncelediğimiz dönemde Üsküp Sancağı, Rumeli Beylerbeyliğine bağlı bir
sancak konumundadır (Hezarfen Hüseyin Efendi, 1998: 117). Şehir, bu dönemde
müstahkem bir kaleye ve 70 adet mahalleye sahiptir (Evliya Çelebi, 1996: 382, 383).
Sancak merkezi olarak kendisine bağlı Kalkandelen, Pirlepe, Kırçova ve Kaçanik gibi
nahiyeleri bulunmaktadır (İE.AS., 18/1742; İE.EV., 67/7283). Bu çalışmaya,
Üsküp’ün bu nahiyeleriyle ilgili şikâyetler de dâhil edilmiştir. Dolayısıyla çalışmanın
mekân sınırlandırması Üsküp ve Üsküp Sancağına bağlı diğer idari birimler olmuştur.
2 Divan-ı Hümayun için bkz. A. Mumcu, (2007a), Divan-ı Hümayun, Phoenix Yayınevi, Ankara. 3 Üsküp kazası için bkz. M. İnbaşı, (1995), Osmanlı İdaresinde Üsküb Kazası (1455-1569), Atatürk
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Doktora Tezi, Erzurum.
MOTİF AKADEMİ
110
Bu çalışmada Üsküp Sancağında şikâyet konularının oluşum süreci, şikâyet etme
biçimleri, şikâyetlerin kabul mercileri, çözümde rol alan merciler ve görevliler, çözüm
yöntemleri ve şikâyet konuları şikâyet defterleri çerçevesinde incelenecektir.
Çalışmanın zaman sınırlandırması ise 1649-1675 yılları arası olarak belirlenmiştir.
Mevzubahis döneme, Osmanlı Devletinin dizginlerini elinde bulunduran Köprülüler,
damgasını vurmuştur. 1656’da Valide Kösem Sultanın vasıtasıyla IV. Mehmed
tarafından veziriazamlığa atanan Köprülü Mehmed Paşa, beş yıllık mücadele
akabinde hem yeniçerileri dizginlemiş hem de taşra eyaletlerinde yaşanan başıboşluğa
son vermiş, böylelikle devletin merkezi kontrolünü tekrar sağlamayı başarmıştır.
Mehmed Paşanın vefatının akabinde yerine geçen oğlu Köprülü Fazıl Ahmed Paşa,
siyasi faaliyetleri ve fetihleriyle Osmanlı İmparatorluğu’nun eski ihtişamlı günlerini
tekrar hatırlatmıştır. Bu dönemde Osmanlı Devleti’nde eski günlere dönme hülyaları
kurulmaya başlanmıştır (Öz, 2002: 723-725).
Çalışmada belirlenen tarih aralığının seçilmesinde, ilk şikâyet defterinin
ortaya çıkış tarihinin 1649 olması belirleyici olmuştur. Başbakanlık Osmanlı
Arşivinde bulunan bu defterden başlanarak ilk 10 defter incelenmek istenmiştir.
Ancak 9 numaralı defter ile 10 numaralı defter arasında tarihi devamlılık açısından
problem teşkil edecek bir fark bulunmaktaydı. 10 numaralı defter, II. Viyana
Kuşatmasından sonra tutulmuştur. Yani yukarıda kısaca değindiğimiz Osmanlı
toparlanmasının tamamen hüsrana dönüştüğü döneme ait bir defterdir. Üstelik 10
numaralı defterin kayıtlara şikâyet defteri olarak geçmesine rağmen aslında bir
Ordu Mühimme Defteri olması (Tuğluca, 2010: 10) itibariyle de bu çalışmaya
katılması mümkün görülmemiştir. Bu yüzden ilk 9 defter, bu çalışmada
kullanılmak üzere belirlenmiştir. Bunların yanında aynı dönemi ihtiva eden ve
Başbakanlık Osmanlı Arşivinde bulunmayan bir diğer şikâyet defteri de çalışmaya
katılmıştır. Bu defter, Majer (1984) tarafından tıpkıbasım ve indeksiyle yayınlanan
1675 yılına ait bir şikâyet defteridir. Bu defterin çalışmaya dâhil edilmesiyle
toplamda 10 adet şikâyet defteri incelemeye alınmış oldu. Belirlenen defterler
taranmış ve içlerinde Üsküp ile ilgili olan hükümler, çalışma için seçilmiştir. Tespit
edilen hükümler çerçevesinde bu dönemde Üsküp’ten İmparatorluk merkezine ve
doğal olarak şikâyet defterlerine yansıyan şikâyet konuları bu çalışmanın esasını
teşkil etmektedir. Taramalar neticesinde defterlerin üçünde Üsküp’le ilgili şikâyet
bulunamamıştır. Geriye kalan yedi defterde Üsküp ile ilgili toplam 86 adet şikâyet
hükmü tespit edilebilmiştir. Bu hükümlerin defterlere göre dağılımı aşağıdaki
tabloda verilmiştir.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
111
Tablo 1: Üsküp’le İlgili Hükümlerin Defterlere Göre Dağılımı
Defter Numarası Defterin Yılları Sayfa Sayısı Tespit Edilen
Hüküm Sayısı
AŞD 1 1059-1060/1649-1650 220 9
AŞD 2 1062-1063/1652-1653 352 8
AŞD 3 1064-1065/1653-1655 158 4
AŞD 4 1075-1081/1665-1670 484 17
AŞD 5 1076-1078/1666-1668 186 -
AŞD 6 1077-1078/1667-1668 191 2
AŞD 7 1081-1083/1671-1672 172 -
AŞD 8 1083/1672 490 12
AŞD 9 1091-1092/1680-1681 28 -
Majer Nüshası 1085-1086/1675 448 34
Toplam 86
I. Üsküp’te Şikâyet Mekanizmasının İşleyişi
a. Şikâyet Etme Biçimleri
Osmanlı Devleti, sahip olduğu devlet anlayışı gereği, toplumun her
kesimine şikâyet hakkı tanımıştır. Toplumun bu hakkı kullanması için de çevreden
merkeze doğru çeşitli iletişim kanalları kurulmuştur. Bu kanalların kullanım
biçimi, şikâyetçinin toplumsal konumu, ekonomik gücü, şikâyetin türü gibi
konulara bağlı olarak şekillenmekteydi. Şikâyet hakkının hangi şekilde olursa olsun
kullanımında İstanbul’a yakın olanlar her zaman önemli bir avantaja sahip
olmuştur. Nitekim dört şikâyet defteri esas alınarak yapılan bir incelemede
İmparatorluğun tamamından Divan-ı Hümayuna yapılan şikâyetlerin %63’ünün
İstanbul ile Rumeli ve Anadolu Eyaletlerinden gerçekleştiği görülmüştür (Tuğluca,
2010: 48). Bunların içerisinde en fazla yekûnu ise Rumeli Eyaleti şikâyetleri
tutmaktadır. İmparatorluk merkezine daha uzak eyaletlerden gelen şikâyetlerin
oranları ise mesafeye ve yönetim biçimine bağlı olarak azalmaktadır. Mesela yine
aynı çalışmada Mısır eyaletinden gelen şikâyetlerin oranı %1’dir. Bu da Divan-ı
Hümayun yoluyla kullanılan şikâyet hakkının teoride topluma en geniş anlamda
sunulmasına rağmen, pratikte coğrafi ve fiziki şartların kısıtlamasıyla karşı karşıya
kalındığına işaret etmektedir. Bu gerçeğin farkında olan Osmanlı karar alma
örgütü, şikâyet mekanizmasını kurarken şikâyet kabulü için tek bir müessese tesis
etmemiş daha geniş bir ağ şeklinde çeşitli müesseselere şikâyet kabul etme imkânı
MOTİF AKADEMİ
112
vermiştir. Kadı mahkemeleri, sancak divanları, eyalet divanları gibi taşradaki
müesseseler, padişah adına şikâyet kabul etmişler ve çözüm üretmişlerdir.
Böylelikle Divan-ı Hümayundan uzak bulunan bölgelerin ahalisi, şikâyet hakkını
bu müesseseler vasıtasıyla kullanma imkânına sahip olmuşlardır. Bu çalışmada
şikâyet hakkının sadece Divan-ı Hümayun kanalıyla kullanılması üzerinde
durulmuş, diğer müesseselerin bu hakkın kullanımında aldıkları rol
değerlendirmeye tabi tutulmamıştır.
Aşağıdaki grafik, Üsküp’ten Divan-ı Hümayun yoluyla kullanılan şikâyet
hakkının başvuru sürecinin hangi şekillerde ve bunların hangi oranda
gerçekleştiğini görmek üzere hazırlanmıştır. Grafikten de anlaşılacağı üzere en
yaygın kullanım biçimi doğrudan başvuru şeklinde gerçekleşmiştir. Bir
şikâyetçinin sonuca ulaşabilmesi için şikâyetini bizzat Divan-ı Hümayuna iletmesi
en etkili yöntem olmalıdır. Çağın ulaşım koşulları düşünüldüğünde bunun her
zaman mümkün olmadığı tahmin edilebilir. Dolayısıyla İmparatorluğun geniş
coğrafyasında şikâyet hakkının kullanımı için bizzat Divan-ı Hümayuna erişmek
herkesin gerçekleştirebileceği bir eylem değildi. Böyle olmakla birlikte,
İmparatorluğun tamamından Divan-ı Hümayuna yapılan şikâyetlerin %91’inin
bizzat yapıldığı tespit edilmiştir (Tuğluca, 2010: 47). Divan-ı Hümayuna doğrudan
başvuruda bulunan kişi, şikâyetini iki şekilde sunabilirdi. Birincisi, arzuhal yoluyla,
ikincisi ise sözlü bir şekilde Divan üyeleri huzurunda şikâyetini anlatmak suretiyle
gerçekleştirilirdi. Dolayısıyla arzuhal yoluyla yapılan şikâyetleri bizzat yapılan
şikâyetler olarak değerlendirmek gerekir. Zira bu durumda da şahıs, dilekçesini
Divan-ı Hümayuna kendisi ulaştırıyordu. Üsküp’ten şikâyetlerini merkeze sözlü bir
şekilde iletenlerin oranı %18’dir. Arzuhal yoluyla ise %54’tür. Hal böyle olunca
Divan-ı Hümayuna bizzat yapılan şikâyetlerin toplam oranının %72 olduğunu
söyleyebiliriz. Ankara merkezli bir başka çalışmada ise bu oranın %63 olduğu
gözlenmiştir (Taş, 2007: 192). Mevzubahis çalışmada kullanılan şikâyet defterleri,
Üsküp için yapılan bu çalışmada da kullanılan defterlerdir. Dolayısıyla aynı
dönemi kapsamaktadır. Bu iki oran, Üsküp’ten, Ankara’dan yahut İmparatorluğun
herhangi bir yerinden Divan-ı Hümayuna yapılan kişisel şikâyetlerin bizzat
başvuru şeklinde gerçekleşme oranının gayet yüksek olduğunu, dolayısıyla bu
yolun devlet tarafından sürekli açık tutulduğunu göstermektedir.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
113
Şekil 1: Şikayet hakkının kullanım biçimi
Arzuhalle şikâyetin bir diğer uygulaması da şikâyetçinin arzuhalini iletmek
üzere bir kişiyi görevlendirmesi şeklinde gerçekleşiyordu. Bu kişiler ücretle
tutulabileceği gibi şikâyetçi grubun içerisinden birisini veya bir kaçını arzuhali
Divan-ı Hümayuna iletmek üzere görevlendirdiği şahıslar da olabilirdi. Ayrıca
askerî kimliğe sahip olup kendisine bağlı adamları olan kişiler de arzuhallerini bu
adamları vasıtasıyla Divan-ı Hümayuna ulaştırabilirlerdi. Bu tür bir uygulamayla
yani arzuhali bir adam vasıtasıyla iletme oranı Üsküp’te %5’tir. Arzuhalle
şikâyetin bir diğer yöntemi de arz-ı mahzardır. Arz-ı mahzarlar bölgenin ileri
gelenleri öncülüğünde gönderilen toplu imzalı şikâyet dilekçeleridir. Bu tür
şikâyetlerin Üsküp’teki oranı %4 olmuştur.
Bir diğer şikâyet iletme biçimi de kadı arzıyla gerçekleşmekteydi. Bu
şikâyet biçimi, taşrada Padişah adına hüküm verme yetkisine sahip kadının görev
MOTİF AKADEMİ
114
tanımlarından birisini ifade etmektedir.4 Kadılar, taşrada sultanın kanunu veyahut
şeriatı uygularken kendisine yardımcı olan ehl-i örf işbirliğiyle bu görevi yerine
getirirlerdi.5 Bazı davalarda bunu gerçekleştirmek her zaman mümkün olmuyordu.
Ya ehl-i örfün kuvvetsizliğinden yahut da şikâyete konu olan şahsın zaten ehl-i
örften bir kişi olmasından kaynaklanan sebeplerle şikâyetler, mahallinde
çözümlenemediği için bu yöntemle Divan-ı Hümayunun huzuruna geliyordu.
Üsküp’te bu tarzda yapılan şikâyetlerin oranı %14 olmuştur. Kadılardan başka,
taşrada Sultanın temsilcisi olan ehl-i örf arzıyla da şikâyetler Divan-ı Hümayuna
ulaştırılabiliyordu. Bu tür uygulama, Üsküp’te %5 olmuştur.
Şikâyet mekanizmasının işleyişinde en önemli safha olan şikâyet hakkının
kullanım biçimi, Osmanlı Devleti’nin yapısına uygun olarak esnek bir şekilde dizayn
edilmiştir. Şikâyetlerin büyük oranda bizzat yapılmasına olanak tanındığı gibi bu
usulün dışındaki şikâyet başvuru kanalları da her zaman açık tutulmuştur. Böylelikle
imkânlar ve şartlar çerçevesinde her tür şikâyetin Divan-ı Hümayun'un huzuruna
gelmesi hedeflenmiştir. Bu noktada taşrada devletin temsilcisi olan kadı ve ehl-i
örfün, şikâyetlerin Divana ulaşmasında, gerektiğinde üzerlerine düşeni yerine
getirdikleri görülmektedir. Kadı ve ehl-i örf, görevlerinin gereği bu işi yerine
getirirken, Üsküp Sancağında yaşayan “ulemâ-sulehâ” şeklinde nitelendirilen ileri
gelen ilim adamları, geneli ilgilendiren ve toplumsal huzursuzluğa sebep olacak
türdeki sorunları, Divan-ı Hümayuna arz-ı mahzarlar suretiyle iletmişlerdir. Mesela
Kırçova kazasındaki ulemâ ve hutebâ, fukara ile beraber bir mahzara imza
atmışlardır. Bunlar, kazalarında bulunan Ahmed Kethüda ve Ali Çavuş gibi bazı
kişilerin ağızbirliği yapmak suretiyle kazaya vergi toplamak üzere gelen görevlilerin
işlerine karışarak ahaliden fazla vergi toplanmasına sebep olduklarını şikâyet
etmişlerdir (Majer,177b-3). Bu tür mahzarların, Divan-ı Hümayunu etkileme olanağı
daha yüksek gözükmektedir. Zira şikâyete konu olan hususlar bir veya birkaç kişiyi
ilgilendiren sorunlar olmayıp ahalinin genelinin muzdarip olduğu meselelerdi.
İmzaların çokluğu ve bu imzalarda ileri gelen ulemanın da bulunması Divan-ı
Hümayunun konuya daha dikkatle ilgilenmesini sağlamaktaydı.
4 Niğbolu Vilayeti Kanunnamesi’nden: “ve eğer kadılar vilayete zulm olduğın bilüb subaşılara
veyahud tımar erenlerine veya sancakbeği ve voyvodalarına nisbet eyleyüb reayanın üzerinden
zulmı def‛ eylemeyeler ve def‛ eylemeğe kâdir olmadığı vakit bâb-ı mu‛allâya arz eylemeyeler
azline ve redlerine sebep ola” (Akgündüz, 1991: 417). 5 Kadının taşradaki görevleri için bkz. H. İnalcık. (1957). Mahkeme (Osmanlılarda). İA (c.7, s. 149-
151). İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı; İ. Ortaylı. (1976). Osmanlı Kadısının Taşra Yönetimindeki
Rolü Üzerine. Amme İdaresi Dergisi, 9(1), 95-107; (1975). Osmanlı Kadısı Tarihi Temeli ve Yargı
Görevi. SBFD, 30(1-4), 117-128; (2001).
HALKBİLİMİ DERGİSİ
115
b. Şikâyet Eden ve Edilenlerin Kimliği
İncelenen defterler çerçevesinde, Üsküp’te şikâyet hakkını kullananlar ve
şikâyet edilenlerin toplumsal kimliklerini görmek de mümkündür. Bu çalışmada
kullanılan kimlik tanımları, Osmanlı devlet-toplum anlayışı çerçevesinde dönemin
aydınlarının toplumu izah için kullandıkları erkân-ı erba‛ada kullanılan toplumsal
zümrelerle birebir uyumludur. Bu zümreler, bireylerin toplumda yerine getirdikleri
işleve göre belirlenen bir ayrımın neticesinde oluşmuştur. Bu çerçevede şikâyet
mekanizmasının en önemli işlevi, bu dört zümrenin birbiri üzerindeki haklarını
korumak ve birbirlerinin sınırlarını aşmayı önlemek olarak ortaya çıkmaktadır.
Devlet, şikâyet mekanizması vasıtasıyla bu grupların haklarını birbirlerine karşı
korumaktaydı. Üsküp’te şikâyette bulunan ve şikâyet edilenlerin kimliğine göre
hazırlanan aşağıdaki grafiğe bakıldığında bu konuda en çok şikâyette bulunanların
reaya olması şaşırtıcı gelmez. Zira devletin ve şikâyet mekanizmasının en temel
görevi, taşrada devleti temsil edenlerin reayaya haksız uygulamalarından
korumaktır. Ancak grafik bize bu mekanizmanın sadece reaya için teşkil
edilmediğini hatırlatmaktadır. Çünkü reaya olmayanların şikâyetleri de
azımsanamayacak derecededir. Üsküp’te hem askerîlerin hem de kalem ehlinin
şikâyetleri yaklaşık tüm şikâyetlerin üçte birine tekabül etmektedir.
Şekil 2: Şikayet eden ve edilenlerin kimliği
Askerîlerin şikâyet ettiği zümre genel olarak yine askerîler olmuştur. Bir
asker veya kalem ehli, taşrada vakıflardan, dirliklerden yahut herhangi bir diğer
MOTİF AKADEMİ
116
gelir kapısından elde ettiği yahut elde etmesi gerektiği hakkıyla ilgili problemler
için Divan-ı Hümayunun huzuruna çıkmıştır. Doğal olarak askerîlerin bu haklarının
gaspı için karşılarına çıkınlar yine kendi sınıflarından askerî kişiler olmuştur.
Askerîlerin şikâyet ettikleri bir diğer zümrenin de reaya olduğu grafikten
görülmektedir. Askerîler, mal veya para gaspı gibi konularla yahut iskân ve vergi
tahsilinde yaşanan sorunlar sebebiyle reayayı şikâyet etmişlerdir. Mesela Pirlepe
hassı uhdesinde bulunan Mehmed adlı kişi, bu hassın gelirinin hepsini reayadan
tahsil edemediğinden şikâyetçi olmuştur.6
Reayanın reayayı şikâyet ettiği konular da görülmüştür. Bunlar eşkıyalık,
vergi usulsüzlüğü, iskân meseleleri, alacak-verecek davaları, darp ve gasp gibi
mevzularda olmuştur. Reayanın askerî ve kalem ehlini şikâyet etmeleri ise
şikâyetlerin büyük bölümünü oluşturmaktadır. Reayanın askerîleri şikâyetleri,
vergi usulsüzlükleri yani dönemin ifadesiyle zulümle ilgili konularda olmuştur.
Zulümler, kanunla belirlenen vergi miktarından fazla vergi tahsili ve bunu
gerçekleştirmek için reayayı baskı ve şiddet altında tutmak şeklinde
gerçekleşiyordu. Reayanın kalem ehliyle karşı karşıya kaldığı şikâyetlerin oranı
%10’dur. Bu şikâyetler büyük oranda kadılarla ilgili olmuştur. Kadılar, taşrada
merkezin en önemli adli ve idari temsilcisi olarak reayanın mali, idari ve askerî her
tür işinde doğrudan muhatap olduğu bir görevlidir. Bu yüzden bu işlerin
yürütülmesinde haksızlığa uğradığını düşünen reaya, kadıları şikâyet etmekten geri
durmamıştır. Dolayısıyla kadılara ilişkin şikâyetler de defterlere yansımıştır. Bazı
kadılar, vergi toplanması esnasında fazladan vergi alıyorlardı. Kadılar, kendileri
için para toplama hadisesini sadece vergi toplama zamanlarında gerçekleştirmiyor,
sebepsiz yere de para talebiyle reayayı bunaltabiliyordu. Bu tarz şikâyetlerin büyük
kısmı, Üsküp’e bağlı nahiyeler ve Üsküp dışındaki kazaların kadılarıyla ilgilidir
(AŞD, 8-26/104; AŞD, 4-34/128). Mesela Priştine kazası ahalisi kadılarını şikâyet
için Ordu-yı Hümayuna başvurmuşlar, Ordu-yı Hümayun da davanın çözümünü
Üsküp kadısına havale etmiştir (AŞD, 4-12/37).
İncelenen yedi adet şikâyet defterinde, Üsküp’le ilgili tüm şikâyetlerin
çözümünde Divan tarafından muhatap alınan yerel yetkililerin başında kadılar
gelmekteydi. Aşağıdaki grafik, yerel yetkililerin Divan tarafından muhatap alınma
oranını göstermektedir. Üsküp ile ilgili hükümlerin %54’ü sadece kadılar, %34’ü
6 Mehmed adlı şahsın acziyeti deftere şu şekilde yansımıştır: “Florine ve Pirlepe Kadılarına ve
Bostancı Ustalarından [ ] Hüküm ki Mehmed gelüb binseksen [ ] senesine mahsub olmak üzere
Pirlepe hassı bunun uhdesinde olub bir buçuk yük akçe reaya üzerinden bakayası olmağla bir kaç
def‛a emr-i şerifimle taleb itdikde edâdan ta‛allül itmeleriyle şer‛ u kânun üzere alıvirilmek içün
hükm yazılmışdır fi evahir-i r[ebiülahir] sene [10]86”(Majer, 139b-5).
HALKBİLİMİ DERGİSİ
117
diğer ehl-i örfle beraber kadılar, %6’sı ise müftülerle beraber kadılar muhatap
alınarak kaleme alınmıştır. Yani toplamda tüm hükümlerin %94’ünde kadılar,
sorunun taşradaki çözümünde esas muhatap kabul edilmiştir. Kadıların şikâyet
edildiği durumlarda da diğer kadıların sorunu çözmek üzere görevlendirildikleri
hükümlerden anlaşılmaktadır. Üsküp’e bağlı nahiyelerin ve çevre kazaların
kadılarına ilişkin yukarıda bahsedilen şikâyetlerin çözümü için de Divan-ı
Hümayun, Üsküp kadısına hitaben hükümler yazmıştır.7
Üsküp kadısından
beklenen, bu tür şikâyetlerin tahkik edilmesi ve gereğince çözülmesidir. Peki,
Üsküp Kadısı bu tür konulardan şikâyete uğrarsa Divan-ı Hümayun kimi muhatap
alacaktır? Bunun cevabı, Üsküp kadısının şikâyet edildiği bir hükümde yer
almaktadır. Hüküm Üsküp müftüsüne hitaben yazılmıştır. Bu kez Üsküp kadısı
hakkında tahkikat görevi, Üsküp müftüsüne verilmiştir (AŞD, 8-203/978). Divan-ı
Hümayun, kadılarla ilgili bu tür şikâyetlerin tahkikatları neticesinde, kadılar suçlu
bulunursa, aldıkları fazla paraların iade edilmesini ve durumun Divan-ı Hümayuna
bildirilmesini istiyordu (AŞD, 8-305/1486). Bunun dışında herhangi bir cezai
müeyyide uygulandığına dair kayıt gözükmemektedir.
Şekil 3: Üsküp’te Divan’ın muhatap aldığı yetkililer
7 Üsküp’ün nahiyesi Kalkandelen ile ilgili olarak bir örnek hüküm şu şekilde verilebilir: “Üsküb
Müftüsüne ve Kalkandelen kadısına hüküm ki Kalkandelen kasabası ahalisi dergâh-ı muallama âdem
ve arz-ı hal gönderüb sâbıkan Kalkandelen kadısı olan [ ] nam kadı hilaf-ı şer‛-i şerif iki yük akçelerin
alub ziyade zulm ve te‛addi itmeğle şer‛ile görülüb icra-yı hak olunmak içün hükm yazılmışdır
evâhir-i s[afer] sene [10]81” (AŞD, 4-278/1050).
MOTİF AKADEMİ
118
c. Çözüm Yolları
Üsküp’ten Divan-ı Hümayuna yansıyan şikâyet hükümlerine bakılarak
Divanın sorunlara ne tür çözümler ürettiği sorusuna da cevap bulunabilir.
Üsküp’ten gelen şikâyetleri değerlendiren Divan-ı Hümayun, bu şikâyetler için
genelde dört türde çözüm şekli uygulamıştır. Bunlar şikâyetlerin muhtevasına göre
değişmekteydi. Aşağıdaki grafik, bu dört tür çözüm şeklinin hangi oranda
uygulandığını göstermektedir.
Şekil 4: Divan-ı Hümayun’un şikayetlere verdiği cevaplar
Divan-ı Hümayun kendisine gelen şikâyetlerin sadece %35’ini hemen karara
bağlayarak gereğinin yapılması üzere hüküm kaydettirmiştir. Yani şikâyetlerin hepsi
doğrudan Divan-ı Hümayun marifetiyle sonuçlandırılmamaktaydı. Divan-ı
Hümayun, Üsküp’ten gelen şikâyetlerin %38’ini mahallindeki kadı yahut ehl-i örfe
havale etmiştir. Bu durum, Divan-ı Hümayunun şikâyet mekanizmasını işleyişini
tekelinde bulundurmadığını bir kez daha göstermektedir. Taşrada bulunan kadı,
yetkisini sultandan alan kişi olarak sultan adına hüküm vermekte ve şikâyet
mekanizmasının taşra ayağını teşkil etmekteydi. Kadılardan istenen, şikâyetle ilgili
konunun mahallinde tahkik edilmesi, soruşturulması ve karara bağlanmasıdır. Bu
HALKBİLİMİ DERGİSİ
119
noktada kadılardan şer‛ ve kanun çerçevesinde hareket etmesi beklenmektedir. Daha
sonra bazı önemli davaların sonucunun Divan-ı Hümayuna bildirilmesi
istenmektedir. Kimi hükümlerde “tekrar şikâyet ettirilmemek içün” kadılara ve
beylere ihtarda bulunulmaktaydı (Majer, 121a-1).
Divan-ı Hümayun, kadılardan bazı şikâyetlerin dilekçe sahiplerinin
ellerinde bulunan resmi niteliğe haiz belgelere göre çözülmesini istemekteydi.
Divan-ı Hümayuna yapılan şikâyetlerin %53’ünde şikâyetçiler, kendilerini haklı
gösteren yasal dayanaklara başvurmuşlardır. Şikâyetçilerin ellerinde
bulundurdukları, hüccet, temessük, berat gibi kendilerini haklı çıkaran ve
şikâyetlerine dayanak olabilecek belgelerin yanında, eskiden beri uygulanagelen
şer‛, kanun, kadim gibi hukukun önemli donelerine de atıfta bulunuluyordu.8
Divan-ı Hümayun, kadılara, meseleyi taşrada teftiş, tahkik ve dava ederken,
kişilerin ellerindeki bu belgelere göre hareket etmesini bildiriyordu.
Divan-ı Hümayunun şikâyetlere cevap verdiği son uygulama, şikâyet
edilen şahısların Divan-ı Hümayuna çağrılması şeklinde gerçekleşiyordu. Bu
uygulama, sorunun taşrada çözümünün mümkün olmadığı durumlar için geçerliydi.
Mesela şikâyet edilenlerin mütegallibe yahut kuvvetli bir askerî yetkili olması
durumlarında uygulanmaktaydı. Bu tür güçlü kişiler, kadıların dava görmek üzere
davetine icabet etmiyorlardı. Bu şahısların Divan-ı Hümayuna çağrılması
uygulaması, bu tür direnç gösterilerine karşı caydırıcı bir tehdit olarak görülebilir.
Böylelikle direnç göstermeye meyilli kişilerin Divan-ı Hümayunda yargılanma
korkusuyla dize getirilmesi hedeflenmiştir. Zira taşrada kadıya karşı gelebilecek
herhangi bir kuvvetin bunu, Divan-ı Hümayunda gerçekleştirmesi imkânsızdı.
II. Üsküp’te Şikâyet Konuları
Divan-ı Hümayuna yapılan şikâyetler için konu sınırlandırmasının
olmaması, defterlere her türden meselenin yansımasına sebep olmuştur. Bilimsel
araştırmalar ise sınıflandırmalara dayalı yapılmaktadır. Bu yüzden bu çalışmada
defterlerde yer alan şikâyetler çeşitli ana başlıklar altında sınıflandırma ihtiyacı
hissedilmiştir. Bu şekilde tasniflenmiş konular, kendi içlerinde daha tutarlı bir
inceleme imkânı sunmaktadır. Üsküp’le ilgili bu çalışmada incelenen yedi adet
şikâyet defterinde yer alan konular; zulüm, eşkıyalık, gasp, vakıf meseleleri,
8 Şikâyetçilerin kendi iddialarını destekleyen ve Divan-ı Hümayun tarafından kabul gören bu resmi
dayanaklar şu şekilde sıralanabilir: Kanun, defter, şeriat, kadim, hüccet, emr-i şerif, fetva, vakfiye,
ferman, temessük, sicil, hatt-ı hümayun, nazır mektubu, yeniçeri ağası mektubu, maliye emri.
MOTİF AKADEMİ
120
alacak-verecek davaları, miras ihlalleri ve görev gaspı şeklinde sıralanabilir. Bu
konular, defterlerde bir grup şeklinde toplanabilecek yekûna sahip konular olarak
karşımıza çıkmaktadır. Bunların dışında yer alabilecek kimi mevzular da şikâyet
defterlerine yansımıştır. Ancak bunlarla ilgili hükümler, fazla bir yekûn tutmadığı
için birer ana başlık haline getirilememiştir.
Defterlerde yer alan konuların ağırlığının tespiti için aşağıdaki grafik
hazırlanmıştır. Böylelikle, Üsküp’ten Divan-ı Hümayuna yansıyan şikâyet
konularının oranı tespit edilmiştir. Bu grafik bize ayrıca 17. yüzyılın üçüncü
çeyreğinde, bir Balkan şehrinde Divan-ı Hümayuna gitmeyi gerektirecek sorunları
yahut taşrada yerel yetkililerce çözümü yeterince gerçekleştirilemeyen konuların
yoğunluğunu görmemizi de sağlamaktadır. Aşağıda bu konular, kısaca sırasıyla ele
alınacaktır.
Şekil 5: Şikayet konuları
a. Zulüm
Osmanlılar, yöneticilerin reayaya karşı işlediği suçları ve halka türlü
yollarla haksız ve ağır işlerin yaptırılmasını genel olarak zulümle ifade etmişlerdir
(Mumcu, 2007b: 4). Grafikten de görüldüğü üzere Üsküp’ten Divan-ı Hümayuna
yapılan şikâyetlerde en fazla yer alan konu zulüm olmuştur. Bu durum, zulüm
hadiselerinin çok olduğunu gösterdiği gibi şikâyet mekanizmasının en temel
HALKBİLİMİ DERGİSİ
121
işlevini yerine getirir şekilde çalıştığını da göstermektedir. Osmanlı İmparatorluğu
adaleti ön plana çıkartmış bir devlet anlayışına sahipti. Bunu sağlamak için de
adalet örgütlenmesini ve şikâyet mekanizmasını kurgulamıştı. Osmanlı
İmparatorluğunun vergi tahsil sistemi (dünyadaki diğer muadillerinde olduğu gibi)
haksız uygulamalara her zaman açıktı. Bu kaçınılmaz durum, vergi toplayıcılarıyla
vergi mükelleflerinin gücünün orantısızlığından kaynaklanmaktaydı. Devleti temsil
eden vergi toplayıcılarının, bu gücün tesiriyle kanun dışına çıkma eğilimi
göstermeleri ve fazla vergi toplamaları, bu durumun tabii bir sonucudur. Osmanlı
Devleti, kaçınılmaz şekilde önünde bulduğu bu sorunu önlemek için şikâyet
mekanizmasını en yaygın biçimde kullanmaya gayret göstermiştir. Şikâyet
mekanizmasının kuruluşunun temel gayesi de devleti temsil edenlerin ahaliye
zulmetmelerini önlemekti.
İncelemekte olduğumuz 1649-1675 yılları arasında Üsküp’te olduğu gibi
öncesinde ve sonrasında Osmanlı taşrasında görev yapan ehl-i örf veya ehl-i şer‛,
ahaliye fazla vergi yükleyerek haksız kazanç elde etmek istemişlerdir. Yani bu
durum döneme ve bölgeye has bir durum değildir. Üsküp’te de bunun örnekleri
görülmüştür. Her hâl ü kârda kimi ehl-i örf ve ehl-i şer‛ ellerindeki kuvveti
kullanarak reayadan fazla vergi talebinde bulunmuşlardır (Majer, 33a-5). Bu
uygulama, fermanla yahut kanunla belirlenen bir vergiyi toplama esnasında vergi
toplamakla görevli kişilerin kendileri adına ayrıca para talep etmeleri veya almaları
şeklinde gerçekleşiyordu (Majer,103a-2). Bundan başka reayadan zorla, yem,
yemek, para almak da karşılaşılan zulüm şekilleriydi (Majer,149a-2). Her ne
şekilde olursa olsun bir şikâyet hükmünde de geçtiği üzere “memâlik-i
mahrûsemde sâkin reaya taifesinin ahvâliyle takayyüd ve ihtimam olunmak
ehemm-i mühimmât-ı umûr-ı dîn ü devletmübîn” olarak algılanmaktaydı (AŞD, 1-
188/770). Bu anlayış çerçevesinde, elimizdeki hüküm örneklerine bakarak, Divan-ı
Hümayunun Üsküp’te karşılaşılan zulüm olaylarını önlemek için gerekli tedbirleri
almaya çalıştığını söyleyebiliriz.
b. Eşkıyalık ve Gasp Hadiseleri
Üsküp’te eşkıyalık ve gaspla ilgili şikâyetler, tüm şikâyetlerin %16’sını
teşkil etmektedir. Bunlar, ev basma, hayvan gasp etme, mal ve yiyeceklerin
yağma edilmesi, gasp ve eşkıyalık esnasında cana kıyma ve yaralama hadiseleri,
şeklinde gerçeklemiştir. Bunların yanında transit ticaretle uğraşan tüccar
taifesinin malının yolda gasp edilmesi de şikayete sebep olan olaylardandı (AŞD,
2-15/57). Bu eylemlerin içerisinde, bazen eşkıyalar bölgenin yeniçerileriyle
işbirliğine giderek bu fiilleri gerçekleştirmişlerdir. Yeniçerilerden başka kimi
MOTİF AKADEMİ
122
resmi görevlilerin de bu suçlara iştirak ettikleri yahut suçluları koruma yolunu
tuttukları görülmüştür (AŞD, 1-120/532). Bu tür şikâyetlere çözüm olarak Divan-
ı Hümayun, öncelikle konunun mahallinde teftiş edilmesini ve iddialar haklı
bulunursa gasp edilen malların iade edilmesini emretmekteydi (AŞD, 2-15/59).
Ancak bu tür davaların birçoğunun Divan-ı Hümayun’da kazasker huzurunda
görülmesi isteniyordu. Zira bazı davaların mahallinde görülmesi zor oluyordu.
Çünkü mütesellim, voyvoda, ayan ve dizdar gibi yerel yöneticilerle işbirliğine
giden eşkıyaların mahallinde hakkıyla yargılanmaları her zaman mümkün
olmuyordu (Majer, 30a-8). Bunlar, kimi zaman destekçilerinden aldıkları güce
dayanarak, teftiş yahut dava için kendilerine çağrı yapıldığında itaat etmiyorlardı
(Majer, 169a-4). Bu şekilde davacının mahallinde davasını gördüremediği
durumlarda, davalıların mübaşir vasıtasıyla İstanbul’a gönderilmeleri
emrediliyordu (AŞD, 2-324/1251). Divan-ı Hümayun, yerel yetkilileri, bu tür
eşkıya tahkikatları esnasında suçsuz reayanın bir bahane ile zulme tabi
tutulmasından kaçınılması için özellikle uyarıda bulunuyordu (Majer, 96b-4).
c. Borç-Alacak Davaları
Alacak davaları, %12 oranında Divan-ı Hümayunun gündemine gelmiştir.
Alacağı olan şahıslar, borçların tahsilini yerinde gerçekleştiremedikleri için
Divan’ın yolunu tutmuşlardır (AŞD, 2-90/362). Bu tür davalarda kimi zaman yerel
mahkeme, alacaklının hakkının teslim edilmesine hükmetmesine rağmen, fiilen bu
hak teslimi olayı gerçekleştirilemiyordu. Yani borçlular ödeme yapmak
istemiyordu (AŞD, 2-176/676). Hal böyle olunca alacaklılar soluğu Divan-ı
Hümayunda alıyordu. Bunların yanında kişilere haksız yere borç isnadında bulunup
bu konuda ısrarcı olarak rahatsızlık verenler de şikâyet edilmişlerdir (AŞD, 3-
129/449; AŞD, 3-133/462). Divan-ı Hümayun, alacağa ilişkin davaların mahallinde
çözülmesini öneriyordu (AŞD, 8- 129/792). Ancak bunun gerçekleştirilmesinin
mümkün olmadığı durumlarda borçluların Divan-ı Hümayuna havale edilmesi
emrediliyordu (AŞD, 8-179/846).
d. Vakıflar
Vakıflara ilişkin şikâyetler, mütevelliler, mürtezikalar, hüddamlar, vakıf
binaları, vakıf alacaklıları ve verecekleriyle ilgiliydi. Vakıf malının korunması ve
tamiriyle ilgili meseleler ve bu meselelerden ortaya çıkan alacak davaları,
mahallinde kimi zaman çözümlenemiyordu (AŞD, 1-167/700). Zira mütevelliler
ödemelerde sorun çıkarabiliyordu. Mütevellilerin ödemelerle ilgili sorun çıkardığı
HALKBİLİMİ DERGİSİ
123
bir başka mesele de vakıf çalışanlarının ücretlerinin ödenmesiydi. Bu şikâyetlerde
mürtezikalar kimi zaman da hüddamlar, hizmetlerini yerine getirmelerine rağmen
beratlarında yer alan haklarının mütevelli tarafından verilmemesinden
yakınmışlardır (AŞD, 8-104/466; AŞD, 4-299/1158). Mütevellileri şikâyet eden bir
diğer grup da vakfa bağlı köylerin ahalisiydi. Mütevelliler, köylüyü kendi işlerinde
çalıştırıp ücretlerini vermedikleri gibi haksız yere cerime adıyla köylünün parasını
alarak zulmediyorlardı (AŞD, 4-299/1157). Mütevellilerin vakıfların bakım
masrafından ve tamirinden kaçındıkları gibi buralara harcamaları gereken paraları
zimmetlerine geçirdikleri de şikâyet edilmiştir (AŞD, 4-299/1158). Mütevelliler de
şikâyette bulunmuştur. Mesela vakfiyede yer almadığı halde bazı şahıslar, vazife
talep ediyorlar yahut vazifesi olanlar da terakki talebiyle mütevelliyi sıkıntıya
sokuyorlardı (AŞD, 4-33/126). Evladlık vakıflarda hak iddia eden evlatların
şikâyetleri de Divan’ın huzuruna ulaşmıştır (AŞD, 4-299/1159). Ayrıca ellerinde
beratı olan ve üstelik vakıf şartları çerçevesinde çeşitli hizmetlere istihdam
edilmesi gerekenlerin istihdam edilmemelerine ilişkin şikâyetler de Divan-ı
Hümayun tarafından çözümlenmesi istenen sorunlardandı (AŞD, 3-111/380).
Mesela Kaçanik Kadısının gönderdiği mektuptan anlaşıldığına göre; Kaçanik’te
bulunan Sinan Paşa caminin vaizliğini Hacı Murad adında bir kişi yapmaktadır.
Hacı Murad bu işi liyakatle sürdürmektedir. Ayrıca Şeyh Mustafa’dan aldığı bir
berat da elinde bulunmaktadır. Hal böyle iken Şeyh Mustafa’nın oğlu Mesud,
babasının bu vazifeyi kendisine daha önce verdiğini iddia etmektedir. Kadının
iddiasına göre Mesud, “avâm-ı nâssdan olup” vaaz ve nasihat etmeye liyakat ve
istidadı yoktur. Bu yüzden kadının önerisi, bu ikisinin Üsküp kadısı ve uleması
önünde bir imtihandan geçirilmeleridir. Böylelikle bu işe layık olan kişi belirlenmiş
olacaktır. Divan-ı Hümayun da gönderdiği emirde, kadının önerisine uygun bir
şekilde bu kişilerin Üsküp’te imtihandan geçirilmeleri ve sonuca göre işlem
yapılmasını bildirmektedir. Ayrıca sonucun Divan-ı Hümayuna iletilmesi de
istenmiştir (AŞD, 3-97/333).
e. Görev Gaspı ve Müdahale
Osmanlı taşrasında görevli askerîler, tevcihle elde ettikleri gelir kaynakları
ile geçimlerini sürdürmekteydiler. Üsküp’te bulunan asker ve kalem ehlinin
ellerinde bulundurdukları tasarruf hakkı, kimi zaman kendilerinden daha üst rütbeli
kişiler tarafından zorla ele geçirilmeye çalışılıyordu. Bu durumda tasarruf sahipleri,
şikâyet için Divan-ı Hümayuna başvurmak durumunda kalıyorlardı. Mesela Üsküp
Nazırı, Vulçıtrın sancağının tımar ve zeamet sahiplerinin tasarrufunda bulunan
köylerin tahvil tarihlerine düşen mahsulünü gerekçesiz bir şekilde zorla almıştır
MOTİF AKADEMİ
124
(AŞD, 8-243/1172). Bu tür gasp hadiselerini yarı askerî diyebileceğimiz
derbentçilikte de gözlemlemek mümkündür. Derbentçiler, korumakla yükümlü
oldukları derbendi korumanın karşılığında çeşitli vergilerden muaf oluyorlardı. Bu
muafiyetin getirdiği ekonomik çekicilik, bazı kişileri, derbentçilik yapan kişilerin
ellerinden bu görevi zorla almaya itiyordu. Divan-ı Hümayun bu tür görev gaspı ve
ihlali meselelerinde, taşra yetkilisinden şahısların ellerindeki berat ve benzeri
belgelere göre işlem yapılmasını emrederek bu tür müdahalelerin önüne geçmeye
çalışmıştır.
f. Miras
Askerîlerin vefatı neticesinde eğer arkalarında mirasçıları yoksa
bıraktıkları terekelerin beytülmale aktarılması gerekirdi (Akgündüz, 1990: 53). Bu
hukuki kural, bazı ailelerin miraslarının kimi yetkililer tarafından gasp edilmesine
sebep olmuştur. Mesela Girit seferinde ölen Mehmed’in 150 bin akçelik eşyasından
oluşan muhallefatını, varisi olmadığı mülahazasıyla Üsküp nazırı kabzetmiştir
(AŞD, 1-36/173). Taşrada miras mallarının paylaşımı esnasında görevli bulunan
kadılar da bu tür usulsüzlük ithamlarıyla sık sık karşı karşıya kalıyorlardı (AŞD, 1-
111/499). Bu tür şikâyetlerden anlaşıldığı kadarıyla kadılar, bazı işbirlikçileriyle
beraber, ölmüş kişilerin terekelerini mirasçılarına intikal etmeden ele
geçiriyorlardı. Kimi zaman bu miras malını gasp edenler hükümlerde mütegallibe
olarak adlandırılmaktadır. Gasp edilen miras malını bu şahıslardan almak her
zaman mümkün olmamakta hatta hiç alamadan ölenler dahi olmaktadır (Majer,
24a-1). Divan-ı Hümayun, bu davaların yerinde çözülmesini emretmekteydi.
Mahallinde çözülemediği durumlarda da Divan-ı Hümayuna gönderilmeleri
isteniyordu (AŞD, 1-111/499).
g. Diğer Konular
Yukarda mevzubahis edilen konuların dışındaki bazı meseleler, bu
tasniflerin içerisine dâhil edilememiştir. Bu tür şikâyetleri şu şekilde sıralamak
mümkündür: hırsızlık, kale neferatının maaşlarıyla ilgili şikâyetler, esnafların
şikâyetleri, iskân problemleri, hibe işlemleri, yaralama ve cana kast olayları ve
vergi tahsil edememe (AŞD, 4-198/773; AŞD, 4-459/1945; AŞD, 6-142/642;
Majer,49b-2; Majer, 66a-7; Majer, 196b-5).
HALKBİLİMİ DERGİSİ
125
Sonuç
Bu çalışmada 1649-1675 yılları arasında bir Balkan şehri olan Üsküp’te
şikâyet mekanizmasının Divan-ı Hümayun kanalıyla işleyişi incelenmiştir. Divan-ı
Hümayun, Osmanlı İmparatorluğu’nda padişah adına hüküm verme yetkisine sahip
bir teşkilattır. Tüm ihtilafların çözümünde nihaî söz söyleme yetkisi bu kurulda
bulunmaktaydı. Bu yüzden şikâyet mekanizmasının işleyişinin en tepe noktasını
Divan-ı Hümayun oluşturmaktadır. İmparatorluğun herhangi bir bölgesinde
bulunan herhangi bir kişi, karşılaştığı herhangi bir haksızlığı, Divan-ı Hümayuna,
arzuhalle, bizzat sözlü bir şekilde, kadı arzıyla veya ehl-i örf mektubuyla iletme
imkânına sahipti. Bu iletim kanalları, her daim devlet tarafından açık tutulmuştur.
İncelediğimiz dönemde Osmanlı merkezi yönetimi çeşitli iç ve dış siyasi sorunlarla
uğraşmaktaydı. İlk yıllarda hem merkez yönetiminde hem de taşra idaresinde
büyük problemler yaşanmaktaydı ve istikrar bir türlü sağlanamıyordu. Bunun
neticesinde taşrada başıbozuk eşkıya güruhları toplumsal yaşamı ağır biçimde
tehdit etmekteydi. Merkezi yönetimin başında bulunan veziriazamlık kurumu da
oldukça sarsılmıştı. Bütün bu tehditler, Köprülüler zamanında bertaraf edilmiş ve
genel bir istikrar sağlanmıştır. Bu istikrara bağlı bir şekilde dış politikada Girit’te,
Transilvanya’da, Kamaniçe’de, Orta Macaristan’da savaşlar yapılmış ve bu
savaşlarda başarılar elde edilmiştir. Bütün bu iç ve dış siyasi sorunlarla uğraşan
Osmanlı merkezi yönetimi yani Divan-ı Hümayun, bir taraftan da şikâyet
mekanizmasının işleyişini sürdürmeye devam etmiştir. Yani bir savaş ortamında,
sefer esnasında, merkezi yönetimin sarsıldığı dönemde ve taşra hâkimiyetinin
sorgulanmaya başladığı dönemlerde dahi şikâyet mekanizması ahaliden veya
askerîden gelen şikâyetleri dinlemiş, değerlendirmiş ve cevap vermiştir. 4 ve 8
numaralı şikâyet defterlerinde yer alan bazı şikâyet hükümlerinden anlaşıldığına
göre şikâyetçiler, yakınmalarını Ordu-yı Hümayuna yapmışlardır. Şikâyetçilerin
kişisel problemlerini sefer esnasında Ordu-yı Hümayunda dinleyen merkezi
yönetim, bir vakıf meselesinde haksızlığa uğrayan yahut bir kadı tarafından zulme
uğrayan kişileri dinlemekte beis görmemiş ve sorunların çözümüne ilişkin
değerlendirmelerde bulunmuşlardır. Kısacası merkezi yönetim, hem savaş hem
barış ve hem de merkezi otoritenin sarsıldığı buhranlı dönemlerde dahi şikâyet
kabulüne devam ederek mekanizmanın işleyişini sürekli açık tutmuştur.
Bu çalışma bize Üsküp bağlamında bir Balkan şehrinden İmparatorluk
merkezine yapılan şikâyetlerin genel bir panoramasını görme imkânı da vermiştir.
Buna göre 17. yüzyılın üçüncü çeyreğinde Balkan şehirlerinde ve şehrin
hinterlandında, devletin taşra teşkilatlanması, bazı sorunları yerel düzeyde
çözmekte güçlük çekmektedir. Taşra teşkilatlanmaları, merkezi otoritenin
temsilcileri olarak bu tür ihtilafların çözümü için atanmış yetkililerden
MOTİF AKADEMİ
126
oluşmaktadır. Ancak kimi zaman bu yetkililer, kişisel çıkarlarını ön planda tutarak
bu vazifelerini yerine getirmekten uzak hareketler içerisine girmişlerdir. Özellikle
ahalinin zulüm, gasp ve eşkıyalık gibi yakınmalarında şikâyete sebep olan sürecin
herhangi bir safhasında bu yerel yetkililerin parmaklarının olduğu gözlenmiştir. Bu
konuların dışında yer alan vakıf meseleleri, alacak-verecek davaları, miras malı
ihlalleri ve görev alanlarına yapılan müdahalelerin ise çoğunlukla taşrada bulunan
askerî erkânın birbirleriyle olan ekonomik pastadan kay kapma veya servet ve gelir
artırma çabalarının ürünü olduğu aşikârdır. Hal böyle olunca kimi yerel yetkililerin,
bu faaliyetleriyle taşrada sorun çözücü merciler olmak yerine soruna sebep olan
unsurlar haline dönüştükleri söylenebilir.
KAYNAKLAR
I. Başbakanlık Osmanlı Arşivi Kaynakları
A. DVN. Atik Şikâyet Defter (AŞD) I
A. DVN. Atik Şikâyet Defter II
A. DVN. Atik Şikâyet Defter III
A. DVN. Atik Şikâyet Defter IV
A. DVN. Atik Şikâyet Defter V
A. DVN. Atik Şikâyet Defter VI
A. DVN. Atik Şikâyet Defter VII
A. DVN. Atik Şikâyet Defter VIII
A. DVN. Atik Şikâyet Defter IX
İbnülemin Askeriye Tasnifi (İE.AS.)
İbnülemin Vakıf Tasnifi (İE.EV.)
II. Yayımlanmış Kaynak Eserler
EVLİYA ÇELEBİ. (1996). Seyahatname. c.5-6, İstanbul: Üçdal Neşriyat.
FARABİ. (2001). El, Medinetü’l-Fazıla. çev: N. Danışman. Ankara: Milli
Eğitim Bakanlığı Yayınları.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
127
HEZARFEN HÜSEYİN EFENDİ. (1998). Telhisü’l-Beyan Fi Kavanin-i
Âl-i Osman. Yay. haz. Sevim İlgürel. Ankara: Türk Tarih Kurumu.
(2000). Kosova Vilayeti Salnamesi 1896 (Hicri 1314) (Üsküp, Priştine,
Prizren, İpek, Yenipazar, Taşlıca). Yay. haz: Yıldırım Ağanoğlu. İstanbul: Rumeli
Türkleri Kültür ve Dayanışma Derneği Yayınları.
MAJER, Hans Georg. (1984). Das Osmanische Registerbuch der
Beschwerden (Şikayet Defteri) vom Jahre 1675. Wien: Werlag Akademie der
Wissenschaften.
Ebu’l-Hasan Habib el-MAVERDİ. (1994). el-Ahkâmü’s-Sultâniye. çev:
Ali Şafak. İstanbul: Bedir Yayınları.
Ebu Mansur es-SEALİBİ. (1997). Hükümdarlık Sanatı ( Âdabu’l-Mülûk).
çev: Sait Aykut. İstanbul: İnsan Yayınları.
TURSUN BEY. (1977). Tarih-i Ebu’l-Feth. Yay. haz. A. Mertol Tulum.
İstanbul. İstanbul: Fetih Cemiyeti.
III. Araştırma ve İncelemeler
AĞANOĞLU, H. Yıldırım. (2008). Üsküp Kitabı. İstanbul: Fide Yayınları.
AKGÜNDÜZ, Ahmet. (1990). Osmanlı Kanunnameleri ve Hukuki Tahlilleri
2. Kitap. İstanbul: Osmanlı Araştırmaları Vakfı.
................................... (1991). Osmanlı Kanunnameleri ve Hukuki Tahlilleri
3. Kitap. İstanbul: Osmanlı Araştırmaları Vakfı.
HAMZAOĞLU, Yusuf. (2004). Sırbistan Türklüğü. Üsküp: Logos Yayınevi.
HOCA, Nazif. (1993). “Üsküb”. İA, c. 13, ss. 122-127.
İNALCIK, Halil. (2005a). “Kutadgu Bilig’de Türk ve İran Siyaset Nazariye
ve Gelenekleri”. Osmanlı’da Devlet, Hukuk, Adalet. İstanbul: Eren Yayıncılık, ss.
11-23.
……………. (2005b). “Şikayet Hakkı: Arz-ı Hal ve Arz-ı Mahzarlar”.
Osmanlı’da Devlet, Hukuk, Adalet. İstanbul: Eren Yayıncılık, ss. 49-71.
....................... (1957). “Mahkeme (Osmanlılarda)”. İA, c.7, ss. 149-151.
İNBAŞI, Mehmet. (1995). Osmanlı İdaresinde Üsküb Kazası (1455-1569).
Yayınlanmamış doktora tezi. Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
MOTİF AKADEMİ
128
KARPAT, Kemal. (1968). “The Land Regime Social Structure and
Modernization in the Ottoman Empire”. Beginnings of Modernization in The
Middle East, ss. 69-90.
MUMCU, Ahmet. (2007a). Divan-ı Hümayun. Ankara: Phoenix Yayınevi.
............................. (2007b). Osmanlı Hukukunda Zulüm Kavramı. Ankara:
Phoenix Yayınevi.
ORTAYLI, İlber. (1975). “Osmanlı Kadısı Tarihi Temeli ve Yargı
Görevi”. SBFD, 30(1-4), ss. 117-128.
........................ (1976). “Osmanlı Kadısının Taşra Yönetimindeki Rolü
Üzerine”. Amme İdaresi Dergisi, 9(1), ss. 95-107.
ÖZ, Mehmet. (2002). “II. Viyana Seferine Kadar XVII. Yüzyıl”. Türkler,
c. 9, ss. 711-729.
TAŞ, Hülya. (2007). “Osmanlıda ‘Şikâyet Hakkı’nın Kullanımı Üzerine
Düşünceler”. Memleket Siyaset Yönetim, Sayı 3, ss. 186-204.
TUĞLUCA, Murat. (2010). Osmanlı’da Devlet – Toplum İlişkilerinin Açık
Alanı: Şikâyet Mekanizması ve İşleyiş Biçimi (1683-1699). Yayımlanmamış
doktora tezi. Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
UNAN, Fahri. (2004). İdeal Cemiyet İdeal Devlet İdeal Hükümdar -Kınalı-
zâde Ali’nin Medîne-i Fâzıla’sı. Ankara: Lotus Yayınevi.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
129
MODERN ÇAĞIN ÖTEKİSİ BALKANLAR VE 20.YÜZYILIN
BAŞINDA AVRUPA’DAN BALKANLARA BAKMAK
“The Othering” Of The Modern Era: The Balkans And Lookıng to Balkans From Europe at The Beginning of the 20th Century
Galip ÇAĞ
Özet: Balkan Savaşları sadece Osmanlılar / Türkler için değil Dünya’nın geri
kalan kısmı için de mühim bir hadisedir. Zira Avrupa’nın doğu ucunda yaşananların
zamanla batı kısmına tesir etmemesi düşünülemezdi. Bu noktada olanların kontrol altına
alınması ve tahlil edilmesi Batı dünyası için öncelikli bir eylem planı oldu. Savaş sırasında
ve sonunda Avrupa’da Balkanlara dair birçok şey değişti. Balkanlar artık Avrupa’nın bir
parçası değildi. Zira Osmanlı sonrasında hayal edilen yeni Avrupa’nın bitim ucunda
yaşananlar tam bir kabus ve anarşi düzenini ortaya koyuyordu. Milliyetçilik, irredentist
eğilim ve üstünlük algısının beraberinde getirdiği yıkım bölgenin ötekileştirilmesini
kaçınılmaz kıldı.
Bu çalışma 20. yüzyıl başında Avrupa’nın Balkanlara bakışında yaşanan değişim
ve bu değişimin yansımaları üzerinedir. Bu bugüne bugüne dek satır aralarında yer almış
ve aslında gerçek Balkan algısını yansıtan, ötekini ötekinin gözünden anlatan eserler
büyüteç altına alınacaktır. Ayrıca tarihi verilerin bahsi geçen kaynaklarla desteklenmesi
için zaman zaman birinci el kaynaklara da başvurulacaktır.
Anahtar Kelimeler: Balkan Savaşları, Osmanlı, Türkler, Avrupa, Öteki
Abstract: Balkan Wars are an important incident in the rest of the world, not only
for theTurks. Because what happened in the eastern end of Europe would be unthinkable
not to affect the west side by over time. At this point, those who are controlling and
analyzing a plan of action was a priority for the Western world.
During and at the end of the war, in Europe, many things have changed about the
Balkans. Now the Balkans was not a part of Europe.
This study focuses on this change and implications of this change. At the beginning
of the 20th century in Europe on the Balkans.
Keywords: The Balkan Wars, The Ottomans, The Turks, Europe, The othering.
Yrd. Doç. Dr., [email protected], Çankırı Karatekin Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü
MOTİF AKADEMİ
130
Giriş
Türklerin/Müslümanların1 Avrupa’daki varlığı Batı Dünyası’nı en başından
itibaren rahatsız etti. Zira Onlar başka, farklı idi. İlk başlarda Türklerin varlığının
rahatsız ediciliğinin en mühim sebebi askeri yetenekleri, hükmedicilikleri ve
önlenemez oluşları idi. Göçlerinin 50.yılında Attila komutasında, surlarının dibine
geldikleri İstanbul’u (Hamzaoğlu, 2000: 4), gelişlerinin 2. asrında kuşatmaları bu
korkularının aslında çok da yersiz olmadığını gösteriyordu.
Osmanlı Türklerinin 14. yüzyılda yarımadaya dâhil olmalarına değin
birçok Türk boyu ve devleti bu coğrafyayı yurt edinmiş ve burada kalıcı izler
bırakmıştır2.
Osmanlıların 15. yüzyıl itibari ile artık Balkan coğrafyasının yeni ve
değişmez hâkimi oluşu ile birlikte Batı için Balkanlar artık uzaktan bakılan,
içerisinde neler yaşandığı sadece tahmin edilebilen bir coğrafya haline gelmiştir.
Bu ayrılık neredeyse 18. yüzyıla dek sürdü. Ve bu yüzyıla gelindiğinde artık
Balkanlar Avrupa değildi.
18. yüzyılda Balkanların artık Avrupalı olmadığı gerçeği yeni bir ihtiyacı
doğurdu: bölgeye Avrupalı olmadığını gösteren yeni bir isim vermek!. 1767’de
Frederick Calverto güne dek Haemus antik adı ile bilinen bölgeye İngilizce bir
karşılık buldu: Büyük Balkan. O günden itibaren Balkanlar Doğu’nun başladığı
topraklardı3 Avrupa için.
Kaçınılmaz Ayrılık: Berlin Kongresi ve Balkanlara Elveda
Kırım Harbi, Osmanlı Devleti için ufak da olsa bir umut ışığı idi. Devrin
devi Rusya dış destekle de olsa mağlup edilmiş, Avrupa’ya hasta adamın henüz
1 Bu iki kelime Avrupa için birçok kez aynı şeyi ifade etmişti. 2 Türklerin Balkanlardaki hâkimiyetleri şüphesiz ki özellikle yerel kültüre etki etmiş ve kalıcı izler
bırakmıştır. Bugün bu izler genel manada mimarîde aranırken aslında Osmanlı öncesine, ilk Türk
yerleşimlerine dek bizi götürebilecek bazı dilsel kalıntılar bugün araştırmacılar tarafından ortaya
çıkarılmıştır, bkz. Laszlo Rasonyi, Tuna Köprüleri, Çev. H. Akın, Türk Kültürünü Araştırma
Enstitüsü, Ankara 1984; Galip Çağ, “Osmanlı Öncesi Balkanlarda Türk İzlerine Dair Toponimiler”,
Ed. Ebubekir Sofuoğlu, Şar Dağlarındaki Genetik Şifreler Gora Abidesi, UKİD Kültür Yay., İstanbul,
2007, ss. 113–120, Galip Çağ,“Makedonya Yer İsimlerinde Osmanlı Öncesi Ve Osmanlı Hakimiyeti
Sırasında Türk Yerleşimine Dair İzler, (Üsküp - Kırçova - Kalkandelen)”, Ed. Ebubekir Sofuoğlu, Şar
Dağlarındaki Genetik Şifreler Gora Abidesi, UKİD Kültür Yay., İstanbul, 2007, ss. 120–134. 3 BozidarJezernik bu ifadeyi kaleme aldığı hayli kışkırtıcı eserinde bir bölüm başlığı olarak
kullanmıştır, bkz. Bozidar Jezernik, Vahşi Avrupa, Batı’da Balkan İmajı, Terc. Haşim Koç,
Küre Yay., İstanbul, 2006, s. 1.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
131
ölmediği gösterilmişti. Ancak Paris’te yaşananlar durumun göründüğü gibi
olmadığını gösterdi. Avrupa Osmanlı’yı kendi dışında görmüş ve kendi gibi
olabilmesinin bir dizi şartını Bab-ı Ali’ye sunmuştu (Erkan, 2010: 107-108; Şahin,
2009: 289-290).
Osmanlı idaresi bir karşı hamle olarak Islahat Fermanı’nı yayınladı ise de
bu sosyal dengeyi alt üst etmekten başka bir yarar getirmedi. Dahası ferman ile
birlikte gayr-ı Müslim tebaanın beklentileri de talepleri ile ilgili cesaretleri de
fazlası ile arttı.
93 Harbi tam bir yıkımdı. Ruslar neredeyse Bab-ı Âli’ye dek ulaşmışlar,
Avrupalılar bile durumdan ürkerek müdahale etmek zorunda kalmışlardı. II.
Abdülhamit’in dış politika zekâsı sayesinde Ayastefanos Anlaşması’nın
Bulgaristan ve Rusya aleyhine bozulması devletin ömrünü birkaç sene daha uzattı.
Ancak Ayastefanos yerine imzalanan Berlin Anlaşması devletin başına sardığı
problemler açısından birçok ilki de bünyesinde barındırıyordu. O ana kadar
olmayan birçok problem ortaya çıktı. Artık Ermeniler bir problemdi, Kıbrıs bir
problemdi, Balkanlar bir problemdi.
Anlaşmanın bilançosu şu şekilde idi;
Osmanlı İmparatorluğu kendisine tabi olan Sırbistan, Bulgaristan,
Romanya ve Karadağ'ın kendi başlarına birer prenslik olmalarını kabul etti. Doğu
Rumeli vilayeti kuruldu ve Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı ancak çeşitli
imtiyazlara sahip oldu. Balkanlara dair toprak paylaşımı ise aşağıdaki gibiydi;
Bosna-Hersek imtiyazlı vilayet haline geldi.
Niş Sancağı Sırbistan'a bırakıldı.
Teselya Sancağı Yunanistan'a (1881) bırakıldı.
Dobruca Sancağı Romanya'ya bırakıldı.
Bunların dışında birkaç kaza Karadağ'a bırakıldı.
Anlaşma Balkanlarda yeni bir düzeninde habercisi gibiydi. Zira geriye
kalan Osmanlı Avrupa –ki Arnavutluk, Makedonya ve Batı Trakya ile sınırlı idi-
yeni Balkan devletçikleri için bir mücadele odağı haline gelmişti.
1878 tarihli Berlin Antlaşması'nda umduğunu bulamayan Bulgaristan
1908’de bağımsızlığını kazandıktan sonra Balkanlarda etkin bir politika izlemeye
başladı. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun 1908 yılında Bosna-Hersek'i
ilhak etmesi Sırbistan'ı da aynı yönde bir politika izlemeye itti (Çakmak, 2003: 19)
MOTİF AKADEMİ
132
1912 yılında Rusya bu iki devletin çıkarlarının çatışmaması için
Bulgaristan ve Sırbistan arasında arabuluculuk ve düzenleyicilik yapmaya başladı.
Osmanlı İmparatorluğu'na karşı yapılan ittifaka Yunanistan Krallığı ve Karadağ
Krallığı da katıldı. Sonuç bir Balkan ittifakı idi.
Tüm bunların yanında Bulgaristan'ın sınırları içerisine Makedonya'nın da
katılması ve Sırbistan'ın bağımsızlığını alması, bağımsız Sırbistan'ın ilk günden
itibaren topraklarını devamlı genişletmeye çalışması, Berlin Antlaşması'nın
Bulgaristan'da yarattığı hayal kırıklığı ve nihayet Yunanistan'ın Osmanlı Devleti
aleyhine toprak kazanmak gayesi Balkanların felaketi olan bu savaşların birkaç
görünür sebebi idi(Halaçoğlu, 2002: 290).
Balkan Harplerinin ilk kısmı bittiğinde artık Osmanlı Avrupası yoktu. Ve
Avrupa’nın paylaşmak noktasında bir türlü karar birliğine varamadığı Osmanlı
toprakları neredeyse Avrupa’nın bu yeni devletleri tarafından paylaşılacaktı. I.
Balkan Savaşı bittiğinde Avrupa’nın çok önceden vazgeçtiği, kendinden saymadığı
Balkan toprakları Arnavutluk’un bağımsızlığını saymazsak dörtlü ittifak tarafından
paylaşılmıştı. Ama bu devletler artık ulusçuluk gibi manevi bir isteklendirme
kaynağının yerine irredentist ve acımasız bir politikanın peşine düştüler. Artık
paylaşılacak bir Osmanlı Avrupası yoktu, şimdi yeni hedef bizatihi kendi toprakları
idi. İlk anlaşmazlık Yunanlar ve Bulgarlar arasında çıktı. Çok geçmeden Sırplar da
buna dâhil oldular. Ve bu andan itibaren o güne dek zaten kendilerinden
saymadıkları bir nevi Doğu’nun batı ucu gördükleri bölge hayal etmedikleri bir
kaosun merkezi haline geldi.
Avrupa’nın Doğusu, Osmanlı’nın Avrupası: Balkanların Ötekiliği
20. yüzyıl başlarında Avrupa’nın Balkanlara olan bakışını artık somut
şekilde değiştirip dile getirmesi birçok araştırmacının dikkatini çekti. Bazıları bu
durumu ifade ederken belirli ölçülerde kabul edilebilir ve haklı bir duruş yorumu
yaparken bazıları alabildiğince eleştirel bir dil kullandı. Batılı seyyahların
anlattıkları oldukça korkutucu idi. Ortaya tam bir korku kapanı çıktı. Balkanlar
şimdi bir canavarlar, ucubeler, kâbuslar ülkesi (coğrafyası) gibiydi4.
Jezernik hem kendi hem de Julia Kristeva5’dan yaptığı alıntı ile şunları
aktarıyordu:
4 Bu seyyahlarla alakalı ayrıntılı bir liste için Jezernik’in çalışma sırasında atıf yapılan eserine
bakılabilir. 5 Eseri henüz Türkçe’ye çevrilmemiş olmakla birlikte önemli bilgiler içermektedir; Julia Kristeva,
Strangers to Ourselves, New York, 1991.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
133
“Hakikaten Balkan halklarından daha net tanımlanmış bir
“öteki”ni hayal etmek bile güçtü. Bu bölge, sanki Batı’nın nesiller öncesinden reddettiği her şeyi ziyadesi ile temsil etmekte idi. Öte yandan
Balkanlar, Julia Kristeva’nın ifadesiyle “rahatsız edici derecede
yabancı” ve “bizim kendiliğimizin ötekiliği” idi.”(Jezernik, 2006: 8).
Aslına bakılırsa Balkanların ötekileşmesinin ilk safhası yaklaşık olarak 16.
yüzyılda Balkanları doğuya, Türklere dâhil ederek başlamıştı. Buna göre Türklere
dair yazılanlar coğrafik olarak Balkanlara isnat ediliyor, böylece hem Balkanları
Avrupa’nın dışında tutuluyor hem de Türkler Balkanların geri kalmışlığının,
durağanlığının, gelişmemişliğinin müsebbibi sayılıyordu.
Çalışmanın ilerleyen kısımlarında Türklerin / Balkan halklarının ahlaken
zayıf ve cüretkâr olduklarına dair iddialara elbette atıflarda bulunulacak ancak bu
kısımda oldukça ilgi çekici bir romantizm bir bilim kurgu düşünceden bahsetmek
gerekli. 16. yüzyıldan itibaren Balkan topraklarını –onlar genelde Osmanlı / Türk
diyorlar- gezen seyyahlar özellikle Balkan insanının yemek kültürsüzlüğünden
bahsederken kadınlarına özel bir parantez açıyor ve onları oldukça seviyesiz bir
üslupla tanımlıyorlardı. Pis kokan, tüylü, yağlı, vücut yapıları bozuk gibi ithamların
büyük bir rahatlık ve fütursuzlukla kullanıldığı eserlerde adeta Batı’nın her ne
sebeple olursa olsun bir Balkanlara sempati duyması istenmiyor gibidir6.
Jezernik, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Balkanları defaatle gezmiş olan Philip
Thornton’un bir eserinde ilginç bir hikâye ile karşılaşır. Thornton eserinde gezileri
sırasında bir Balkan kahvehanesinde –hangi şehir yada ülke olduğu belirtilmemiş-
doktor dostuyla otururken içeriye kuyruk sokumundan bir uzantı sarkan yada daha
açık bir ifade ile kuyruğu olan bir adamın girdiğinden ısrarla ve inatla
bahseder(Jezernik, 2006: 79). Adamdan “Arnavut” olarak bahsetmesi de hayli
ilginçtir. Jezernik, Thornton’un iddiasının peşine düşer ve onun eserinde tezine
delil olarak gösterdiği Johann Georg von Hahn’ın çalışmasına ulaşır. Von Hahn
daha net konuşmaktadır. Doğu Yunanistan’da görev yaptığı sırada özellikle
Arnavutlar içerisinde kuyruklu insanların varlığına dair sağlam delillere ulaştığını
belirtir. Ancak sonrasında Osmanlı ordusundaki hiçbir doktordan bunu teyit
edebileceği bir bilgi alamaz (Jezernik, 2006: 81). İnanılması çok zor ama konuya
dair oldukça fazla eser kaleme alınmış, hatta bu iddiayı destekleyecek çizimler
yapılmıştır. Bu durum Balkan halklarına dair Batı’da hâkim düşüncenin ne
boyutlara ulaşabildiğini gösteren dikkat çekici bir misal sadece.
6Jezernik’in sıklıkla atıfta bulunduğumuz eserinin birçok bölümünde bu konulara dair ziyadesiyle
örnek ve alıntı mevcuttur.
MOTİF AKADEMİ
134
Arnavutların kuyruklu birer ucube olduğuna dair kurguların yanında
Karadağlıların kan dökücülüğü ve kelle avcılığı çok da ağır bir itham ve tahrifat
değilmiş gibi görünüyor. Zira Bronevsky ve Durham gibi 19. yüzyıl sonu
seyyahları Karadağ’da başta kafa kesme olmak üzere uzuv keme ve bunların
teşhirine dair oldukça tafsilatlı bilgiler vermiştir. 19. Yüzyılda ve daha sonraları
Batılı seyyahlar, savaşta öldürülen düşmanların kafasını kesme geleneğini
barbarlığın güçlü bir sembolü, zulme ve vahşete yatkın Balkan halklarıyla medeni
Batı arasındaki açık farkın bir simgesi olarak görüyorlardı. Jezernik bu konuya
oldukça eleştirel yaklaşmış ve Batı’da baş kesmenin bir ceza infaz usulü olmasına
rağmen sadece Karadağlılar / Balkanlılar söz konusu olduğunda bunun bir vahşet
göstergesi olarak algılanmasının saptırmadan öte bir şey olmadığını, en basit ifade
ile bir subjektif bakış örneği olduğunu belirtir (Jezernik, 2006: 172). Zira Fransa’da
giyotin ile baş kesme cezasının 1939 kaldırıldığının bilinmesi dahi bu bakışın ne
kadar yanlı bir tutum olduğunu gösteren yeterli bir delildir.
Resim 1: Fransa’da sokak ortasında Giyotin ile idam (1900’lerin başı)
HALKBİLİMİ DERGİSİ
135
Ötekileştirmenin Resmi Belgesi: Carnegie Vakfı Raporu (1914)7
Balkanlar Avrupa’nın uygar devletlerini aslında çok uzunca bir süre pek
rahatsız etmemişti. Zira Osmanlı Türk hâkimiyeti ile birlikte burası artık Avrupa
da, Avrupalı da sayılamazdı. Dolayısıyla bölgede yaşanan çok fazla bir ilgi
uyandırmıyordu. Ancak Balkan Savaşları’nda yaşananlar Avrupa’nın bakışını
değiştirdi. Zira Artık Osmanlı, dolayısıyla da Türk egemenliğinde olmayan Balkan
devletleri ilerisi için Avrupa’nın bir parçası olmaya namzettiler. Bu noktada Balkan
Savaşları’nın sebep ve gelişim süreci onlar için çok önemli bir hal almıştı. Bu
sebep ve savaşın oluş şekli iyi şekilde irdelenmez ise ileride sınırlar içerisinde bu
“kusurlu”, “arızalı” halk topluluğunu barındırmak onlar için bir felaket olabilirdi.
Bu düşünceler sonucunda savaştan önce 1910 yılında kurulmuş olan
Uluslararası Barış İçin Carnegie Vakfı8 tarafından savaşın sebep ve gerçekleşme
sürecine dair bir inceleme komisyonu oluşturuldu. Komisyonda Fransa, ABD,
Büyük Britanya, Rusya, Almanya ve Avusturya Macaristan İmparatorluğu’nun
önde gelen siyasi ve entelektüel kişileri bulunuyordu (Todorova, 2003: 18).
Katılımcıların isimleri şunlar idi (Report of the İnternational Commission to
Inquire in to the Causes and Conduct of the Balkan Wars9, 1914: iç kapak):Josef
Redlich, Viyana Üniversitesi’nde Kamu Hukuku Profesörü (Avusturya), Baron
d’Estournelle de Constant, Senatör (Fransa), M. JustinGodart, Avukat ve
Temsilciler Birliği Üyesi (Fransa), Walther Schücking, Marburg Üniversitesi’nde
Hukuk Profesörü (Almanya), Francis W. Hirst,,The Economist baş editörü (Büyük
Britanya), Dr. H.N. Brailsford, Gazeteci (Büyük Britanya), Paul Milioukov,
7 Bu kısım “Balkan Savaşlarına Uluslararası Bir Bakış: 1914 Carnegie Vakfi Raporu”, I. Uluslar
arası Balkan Kongresi 24-26 Eylül 2012, Süleyman Şah Üniversitesi., 2012, ss. 1409-1422’dan
yola çıkılarak kaleme alınmıştır. 8 Carnegie Uluslararası Barış Vakfı (Carnegie Endowment for International Peace), ülkeler
arasında işbirliğini ilerletme hedefine bağlı, Amerika Birleşik Devletleri’nin aktif uluslararası
katılımını destekleyen, kâr amaçlı olmayan özel bir kuruluştur. 1910’da kurulan Vakıf, partiler
üstü bir siyaset gütmekte ve somut sonuçlar elde etme hedefi taşımaktadır. Bir asırlık “küresel
değişimle beraber kendini değiştirme” felsefesine sadık kalan Carnegie Uluslararası Barış
Vakfı, sahip olduğu rol ve görev konusunda bir yeniden yapılanma sürecine girmiştir. Carnegie,
kendisini uluslararası meseleleri çalışan yerel bir düşünce kuruluşundan ilk gerçek çokuluslu –
zamanla küresel- düşünce kuruluşuna dönüştürme amacındadır. Vakıf, Washington ve
Moskova’daki merkezlerine Pekin, Beyrut ve Brüksel ofislerini de eklemiştir. Bu beş
coğrafyadan ikisi dünyayı yöneten merkezler oldukları; diğer üçü ise izledikleri siyasi süreçler
ve uluslararası politikaları ile küresel barışı ve ekonomik ilerlemeyi etkileme olasılıkları en fazla
olan üç yer oldukları için seçilmişlerdir (Salem, 2010: 31). 9 Buradan sonra sadece “Report”.
MOTİF AKADEMİ
136
Profesör, Duma10
Üyesi (Rusya), Samuel T. Dutton, Columbia Üniversitesi, Eğitim
Fakültesi Profesörü (ABD).
Rapor ilk kez 1914’te yayınlandı11
. Genel olarak Balkan halklarının
birbirleri olan mücadelelerinin kökleri, savaşan tarafların nitelikleri ve birbirlerine
karşı besledikleri niyetleri içeren raporun en dikkat çekici kısımları şüphesiz ki
Baron d’Estournelle de Constant’ın kaleme aldığı girişte bulunmaktaydı. Ancak bu
girişe geçmeden evvel Vakıf’ın müdür vekili NicholasMurrayButtler’ın bu raporun
hazırlanmasına dair kaleme aldığı ve çalışmanın önsözü hükmünde olan metni
incelemekte fayda vardır.
Butler öncelikle Balkan Savaşları’nın “Uygar Dünya” nın bir uyanışı olarak
niteliyor ve aslında bilerek ya da bilmeyerek Balkanları ötekileştirmenin en belirgin
şeklini burada gerçekleştiriyor. Zira bu ifade dahi Uygar Dünya ile Balkanlar arasında
büyük bir uçurum koymaktadır. Ona göre o güne dek bir şekilde Uygar Dünya’nın ilgi
alanının dışında kalan Balkanlar bahsi geçen savaşların oluşturduğu şartlarla birlikte
artık Avrupa için yeni bir odak noktası idi. Bu sert giriş sonrasında Butler, Balkan
Savaşları’na dair o güne değin hazırlanan raporların bir takım abartma, saptırma ve
söylentiler ile yanlış bir bakış açısı oluşturduğunu dolayısıyla da tarafsız ve bağımsız
bir heyet tarafından hazırlanacak bir raporunun gerekliliğini vurgular. Neticede bu
düşünce ve motivasyon ile Division of İntercourse and Education of Carnegie
Endowmentfor International Peace ‘in 1913’te kurulduğunu ifade eder.
Butler önsözün son kısmında raporun ön yargısız, tarafsız ve nazik bir dille
kaleme alındığının da altına çizmektedir. Ancak Butler’ın bu değerlendirmeleri göz
önüne bulundurulduğunda, şu soru akla gelmektedir: Gerçekten de rapor bu minval
üzere mi hazırlanmıştır?
Bu sorunun cevabını doğru bir şekilde verebilmek için raporun hem
muhteva hem de üslup açısından iyi değerlendirilmesi gerekmekte. Bu manada
eseri oluşturan bölüm başlıklarını görmek oldukça önemlidir. Buna göre eseri
oluşturan bölümler şu şekilde sıralanmaktadır:
10 Tam adı Devlet Duması olan meclis 1993 Anayasasıyla kurulmuştur. Aynı anayasaya göre
Parlamentonun diğer kanadı Federasyon Konseyi adını alır. Meclisin 450 üyesi dört yıl süreyle
seçilir. 1993, 1995, 1999 ve 2004 seçimlerinde meclis üyelerinin yarısı nisbi temsil yöntemiyle,
diğer yarısı ise tek kişilik dar bölge yöntemiyle seçilmiştir. 2007 seçimlerinde ise tüm Duma
üyeleri nispi temsil yöntemiyle seçilecektir. Milletvekili seçilme yaşı 21'dir. 11 Yayının tam künyesi şu şekildedir; Report of the İnternational Commission to Inquire in tothe
Causes and Conduct of the Balkan Wars, Carnegie Endowment for International Peace,
Division of İntercourse and Education, Puplication: 4, Publishing by the Endowment,
Washington, D.C., 1914.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
137
Bölüm 1: İki Balkan Savaşı’nın Kökü
Bölüm 2: Savaş ve Muharip Olmayan Nüfus
Bölüm 3:Bulgarlar, Türkler ve Sırplar
Bölüm 4: Savaş ve Milliyetçiler
Bölüm 5: Savaş ve Uluslararası Hukuk
Bölüm 6: Savaşın Ekonomik Sonuçları
Bölüm 7: Savaşın Ahlaki ve Sosyal Sonuçları ve Makedonya’nın
Geleceğine Bakış
Bahsi geçen bu yedi bölüm kendi içerisinde de birçok alt başlığa
ayrılmıştır. Şimdi bu alt başlıklara geçmeden evvel Baron d’Estournelle de
Constant’ınrapora hazırladığı giriş kısmından bazı alıntılar ile çalışmanın
muhtevasına bakmakta fayda vardır.
Baron d’Estournelle de Constantgiriş yazısına “niçin bu rapor”, “niçin bu
soruşturma” soruları ile başlar ve öncelikli olarak uzun uzun raporun hazırlanma
sebebini anlatır. Özellikle o güne değin Gladstone, Bryce, Victor Berard, Pierre
Quillard, Anatoleleroy-Beaulieu ve DenysCochin gibi bir çok önemli düşünür ve
siyaset adamının hazırladığı yada söylem bazında sunduğu değerlendirmelere
rağmen yeni bir raporun hazırlanma gereksinimine ciddi vurgular yapar.
Baron daha sonra Avrupa ve Amerika’nın durumunu karşılaştırır. Ancak
ifadelerinde bir Fransız senatör olması hasebiyle olsa gerektir ki biz derken
Avrupa’yı kasteder sanki. Ona göre Amerika onlara yani Avrupa’ya göre daha
genç ve cevvaldir(Report, 1914: 2). Bu gençlikten olsa gerektir ki boyun eğmeye,
sessizliğe ve geri çekilmeye daha tepkilidir.
Baron sözlerine Yunan hayranlığını ifade ederek devam eder ve onların
bağımsızlık mücadelesinin kendisine her zaman ilham verdiğini belirtir. Akabinde
de Bulgarlardan, Sırplardan, Karadağlılardan, Arnavutlardan ve diğer Balkan
halklarından bahseder. Burada özellikle Berlin Barışı sonrasında (1879-80) kurulan
uluslararası komisyon üyeliği sırasında görev yaptığı Karadağ’a özel bir de
parantez açarak övgüler yağdırır. Bu bölümün sonunda da şu soruyu sorar tüm
samimiyeti! ile:
Tüm bu halkların ve ulusların 20. yüzyıl Avrupasında yaşadıkları bu
mahrumiyet için ne söylemeliyiz?
MOTİF AKADEMİ
138
Raporun buraya kadar ki kısmından da anlaşılacağı üzere Vakıf’ın Balkan
uluslarına özellikle de bu savaş sırasındaki ve sonrasında haliyle bakışı oldukça
anaç ve merhametlidir. Zira raporun ilerleyen safhalarında da beklenmedik
ifadelerle bu anaç tavır kendini bir nevi günah çıkarma şeklinde de gösterecektir
zaten.
Baron, giriş kısmında bu raporun hazırlanmasına dair bir takım itirazları da
cevaplar. Zira özellikle hazırlanan raporun sonuçlarına dair tereddüt ve korkular
dikkat çekicidir. İtiraz sahiplerine göre savaşların sebeplerine dair sonuçları bu
bölge için bir kader çizgisi olduğu sonucuna varılması durumunda var olan
düşmanlıkların güçlenmesi kaçınılmazdır. Ancak Baron net bir şekilde Vakıf’ın ve
raporunun ana gayesinin bölgedeki gölgelerin ve uzun süren bir gecenin ortaya
çıkardığı tehlikelerin ortadan kaldırılması olduğunu belirtir (Report, 1914: 4).
Baron, buraya kadar olan cümlelerinde kendisine / kendilerine oldukça
güvenen ve emin bir kurumsal hava verse de bu noktadan itibaren aslında Balkan
Savaşları’nın Avrupa’da ve Batı Dünyası’nın tamamında ne denli bir korku ve
gerilim yarattığını anlamak çok güç değildir. Ona göre Balkan Savaşları herhangi
bir ders çıkarmadan öylece maziye terk edilecek ya da kolayca unutulacak bir
hadise değildir. Ve bir öngörü olarak tekrarlanması muhtemel bir hadisedir
(Report, 1914: 5).
Baron bu bölümün sonunda Balkan Savaşları’nın birbirlerinden ayrılması
gerektiğini zira karakter olarak oldukça farklı olduklarını belirtir ve bu noktada
oluşturulan komisyonun hikâyesini ortaya koyar. Bu raporun güvenilirliği ve
kifayeti açısından oldukça önemlidir.
Raporu hazırlayan komisyon üyelerine düzülen uzun ve gösterişli
methiyede özellikle hakikat, bağımsızlık ve önyargısızlık kelimeleri bilhassa
önemlidir. Zira komisyon üyelerinin bu çalışmaya başlamaları ile birlikte normal
hayatları ortadan kalkacak sadece ve sadece peşine düştükleri hakikati
arayacaklardır. Baron bu kısımda komisyonun oluşum ve üyelerin burada görev
alışlarını da uzun uzun anlatır (Report, 1914: 6).
Komisyonun bir araya gelmesi sonunda Paris’ten yola çıkan heyet bir iki
durağa daha uğradıktan sonra 2 Ağustos 1913’te Belgrat’a ulaşır. O sırada Sırplar
kazandıkları büyük zaferin sarhoşluğundadır. Komisyon, Sırp hükümeti ile
olayların kendilerine ait versiyonları konusunda bir dizi görüşme yapar. Özellikle
ülkenin finans kaynakları konusunda bilgi talep ederler. Komisyonun bu yönde bir
sorgulamaya gitmesinde Balkan Harplerinin bu önemli failinin arkasında
olduklarını düşündükleri güç odaklarını tespit etmeye çalıştıkları izlenimi
HALKBİLİMİ DERGİSİ
139
uyanmaktadır. Baron bu konudaki ve Sırpların olayları nakledişlerindeki bir takım
çelişkili durumları direkt olmasa da ifadelerinin satır aralarında hissettirmektedir
(Report, 1914: 9) .
Rapor
Carnegie Vakfı Raporu’nun böyle bir çalışmaya konu olacak birçok
özelliği var. Bunlardan en önemlisi de raporun ilk yayınlanışından neredeyse 100
yıl sonra dahi Balkanlarda patlak veren bir savaşın genel görünümü olarak yeniden
sunulması. Bu durumda rapora Balkanlara dair bir genelleme bir forrmülasyon
çabası ve hatta bir çözümleme de denebilir. Ancak Dünya’nın bilhassa 2. Dünya
Savaşı sonrasında yaşadığı değişim ve “yeni dünya düzenin” ortaya çıkardığı kutup
kavramının yansımaları artık yeni bir değerlendirmenin Dünyanın geneli için
olduğu kadar Balkanlar içinde gerekliliğini net bir şekilde ortaya koyuyordu.
Ancak ne yazık ki bu raporun 1990’larda yaşananlar sonrasında bir kez daha ortaya
çıkarılması aslında değişen dünyanın aksine Batı’nın Balkanlara bakışında çok da
radikal bir değişim yada dönüşümün olmadığı açıkça gösteriyordu.
Rapor’da sunulan harita ve fotoğraflar oldukça titiz bir çalışma sonrasında
belirlenmiş ve konu bütünlüğüne göre raporun içerisine yerleştirilmiştir.
Eserin birinci bölümünün Balkan Savaşları’nın sebeplerine ayrılması tabii
ki şaşırtıcı değildir. Zira bu bölüm aslında tüm raporun ana gayesidir. Zira raporun
temel çıkış noktası Avrupa için, Batı için bir vahşet sahası olan Balkan Harplerinin
sebeplerinin ileride gerçekleşecek benzer bir hadisenin önüne geçebilmek için net
bir şekilde ortaya konabilmesi mühim bir gereksinimdi. Bu bölümde Balkan
etnografyası ve ulusçu özlemlerden, otonomi mücadelelerinden ve Balkan müttefik
devletlerinden bahsedilmekte özellikle ikinci savaşta aralarında meydana gelen
ayrılıklardan bahsedilmektedir. Bu bölümde Kanchev’in hazırladığı mühim
istatistikî nüfus çalışmasına atıflarda da bulunulmuştur.
Bu bölümün son kısmında Londra ve Bükreş Anlaşmaları sonucunda
bölgesel sınır değişiklikleri ortaya konulmuş, bu sayede öncelikle savaşın maddi
kazanım ve kayıpları tespit edilmiştir. Bu noktada ilk hüküm Balkan Müttefik
devletlerinin istediklerini alıp alamadıklarına dair olmuştur.
MOTİF AKADEMİ
140
Resim 2: Savaş Sonunda Sınır
Değişikliklerini Gösteren, Rapor’da
Yer Alan Bir Harita
İkinci bölümde yazar hadiseleri hem acı hem de sürükleyici olarak
betimler. Çünkü daha ilk cümlesinde Avrupa’nın Balkan Savaşlarına bakışını
oldukça kısa ve net olarak açıklar. Rapora göre Avrupalılar Balkan Savaşlarını bir
kurtuluş savaşı olarak görmektedir. Balkan halklarının Türkler tarafından maruz
bırakıldıkları 500 yıllık esaretten kurtulma savaşı ve bunun getirdiği isyan, yıkım,
katliam…(Report, 1914: 70). Burada vurgulanan ve Balkan halklarını birer
keşmekeş kaynağı gösteren en mühim aşama savaş sırasında yaşananlardır. Yani
aslında raporda vurguların Balkan ülkelerinin uzun zamandır bir hesaplaşmaya
çevirdikleri Türkleri sözde onlar üzerindeki baskıcı tavrı ve sonuçları değil, bu
halkların Balkan Harpleri sırasında birbirlerine gösterdikleri kin ve nefrettir.
Yakılan yıkılan köyler birçok kez bu yıkımın en mühim delili olarak sunulmuştur
(Report, 1914: 73). Bu yıkıma örnek olarak Dohato (Doxato) Köyü verilebilir.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
141
Kavala ile Drama arasında bulunan bu yerleşim merkezinde 2.700 Yunan köylü
yaşıyordu ve savaş sırasında yaşanan yıkım sonrasın 270 hanede geriye sadece 30
ev kalmıştı.
Anlaşılacağı üzere bu bölüm zaman zaman Türk ve Müslüman ahaliye de
atıflarda bulunarak askeri birlikler arasında kalan sivil ve muharip olmayan halkın
içine düştükleri kötü durum üzerine değerlendirmelere yer verilmiştir.
Raporun üçüncü bölümünde genel olarak Edirne’nin Bulgarlar tarafından
kuşatılması ve alınması hadisesi üzerinde yoğunlaşılmış, yaşananlar üzerinde
değerlendirmelerde bulunulmuştur.
Raporun bu bölümünde ilgi çeken noktalardan biri de Bulgar birliklerinin
Çatalca’ya ulaştığı noktada Komisyon’un buradaki değerlendirmeleridir. Zira bu
kısımda bölgede yaşadığı varsayılan bir kişiden yapılan aktarmada Türklerin
Bulgar köylerine baskınlar düzenleyerek buralarda bir anlamda çapul faaliyeti
yaptıkları iddia edilmektedir. Bu tarz hikâyelere raporda sıklıkla tesadüf
edilmektedir.
Ancak aslında Batı’nın gözünü asıl korkutan ve Balkanları tam bir kan
çukuru olarak gösteren hadiseler ikinci savaş sırasında gerçekleşmiştir. Raporda
Sırpların Bulgar birliklerine karşı giriştikleri katliamlardan büyük bir dehşetle
bahsedilmektedir. Kulak, burun, ağız kesme, göz oyma gibi birçok hadise rapor
edilmektedir. Hatta buna dair bir liste dahi verilmektedir. Aslına bakılırsa Rapor’un
bizler için de can alıcı noktalarından en önemlisi de bu kısmıdır. Zira Türk
tarafında Balkan Savaşı algısı genel manada iç dinamiklerde yaşanan sarsıntılar,
Osmanlı devlet yapısında meydana gelen ayrılıklar üzerinde bir eleştirel bakışla
değerlendirilirken hadisenin bu katliam boyutu Batı’da sıklıkla değerlendirmeye
alınmıştır12
.
Rapor’un bundan sonraki bölümlerinde genel manada savaşın sonuçları ve
yıkımları üzerinde durulmuş son bölümünde ise Makedonya üzerinden Balkanların
geleceğine dair bir kestirim çalışması yapılmıştır. Özellikle savaş sonrasında ortaya
çıkan ve göç ve mülteci sorunu bu kısımda birçok görselle anlatılmaktadır.
Şüphesiz raporun somut veriler sunması noktasında değerlendirilmesi
gereken mühim kısımlarından biri de bu son bölümdür. Zira aynı raporun belki de
12 Örneğin Bozidar Jezernik’in Wild Europe, The Balkans in the Gaze of Western Travellers isimli
eserinde hadise oldukça ayrıntılı bir şekilde nakledilmiş, hatta organ kesme hadisesi bilhassa
Karadağlılar arasında özel bir gelenek olarak belirtilmiştir. Bkz. BozidarJezernik, Wild
Europe, The Balkans in the Gaze of Western Travellers, Sagl Books, 2004.
MOTİF AKADEMİ
142
1990’larda bir kez daha ortaya çıkmasında Batı’nın Balkanlara bakışı ve çıkardığı
sonuçlarda ne denli haklı olduğu vurgusu yapılmış olma ihtimali yüksektir.
Sonuç
Şüphesiz Osmanlı sonrasında Dünya’da büyük bir boşluk oluştu. Özellikle
Avrupa’da ortadan kalan mirasın paylaşımı bir Dünya Savaşı’na bile sebep oldu.
Osmanlı sonrasında ortalığa akim olan bu toz bulutu soğuk savaş döneminin sona
ermesi ile büyük ölçüde dağıldı. Ancak bahsi geçen toz bulutunun hiç dağılmadığı
bir yer daha vardı: Balkanlar
550 yıllık Türk İslam hâkimiyeti Balkanları bir şekilde Avrupalılıktan
çıkarıp farklı bir evren haline getirdi. Bu noktada birçok araştırmacı bu sürecin
bölgeyi büyük güçlerin, hegoman katı monarşilerin esiri olmaktan kurtardığını
iddia etse de Batı gücü bunu hiçbir zaman kabul edemedi. Osmanlı elinde evrilen
bölge Avrupa’nın dışında bir yaşam alanı olarak görüldü. Fransız İhtilali bu
yapının Avrupa lehine bozulması ve yüzyıllardır beklenen Osmanlısız/ Türksüz/
Müslümansız Avrupa’nın oluşturulması için büyük bir şafaktı. Nitekim 20. Yüzyıl
başına kadar da büyük oranda bu şekilde gerçekleşti. Ancak Balkan Savaşları tüm
planları alt üst etti. Batı Osmanlı’ya karşı geliştirdiği projesi şimdi kendi kıyısında
bir kara delik gibi yaklaşan herkesi içine çeken bir problemler yumağı haline
gelmişti.
Bu durum da iki yol vardı:
1- Başarabilirlerse Balkanları dönüştürmek
2- Başaramazlarsa burayı tam manası ile reddetmek, dışlamak. Ancak;
bunu yaparken de burayı yeniden doğunun eline bırakmamak.
Avrupa’nın hâkim güçleri önce ilk yolu denedilerse de başarılı olamadılar.
Zira o güne kadar yönetim erkine ve özgürlüğe sahip olmayan bu Osmanlı
medeniyet kalıntısı bölge değişime direniyordu. Bu durum da kaçınılmaz olan oldu
ve bölge Avrupa’nın dışında bir tecrit bölgesi ilan edildi. Artık Balkanlar
Avrupa’nın ortaçağ karanlığının bir kalıntısı, geri kalmışlık simgesi, Osmanlı’nın
bölgeye kabul ettirdiği geri kalmış, karanlık doğu imajının bir yansıması idi.
Tito’nun Yugoslavya’ya hâkim olması ile birlikte değişen idari ve federatif
yapının görece özgürlükçü ortamı buradaki katı algısı bir nebze de olsa yumuşattı.
Çok sürmedi ve Tito’nun gerçek düşüncesi uygulamaya kondu. Artık Türk ve
Müslümanlar sadece çentikler ile değil partizanlarla da mücadele etmek zorunda
HALKBİLİMİ DERGİSİ
143
idi. Bu noktadan itibaren Balkanlarda bugüne dek sürecek içe dönük kaotik ortam
bölgenin karakteristiği olacaktır.
Yugoslavya’nın dağılması ile birlikte Balkanların kaderinde yeni bir
dönem başlayacaktır. Dışa kapalı ve baskı merkezli yapının yerini daha liberal bir
yapının alacağını düşünenlerin ilk yanılgıları da bu döneme rastlar. Çünkü Sırp
baskısı gitgide etkisini arttırmış ve bölgede yeni bir Yugoslavya kurmak için
girişimlerini en sert şekilde başlatmıştı.
Mücadele bir anda geçmişin bir hesaplaşmasına dönüşünce Batılı güçler ilk
etapta ne yapacaklarını bilemediler. Günü kurtaran biraz da sorunu görmezden
gelen tavır 1992 yılı ile birlikte ortaya çıkan savaş ve katliam görüntüleri ile
değişmeye mecbur bırakıldı. BM ve NATO’nun kendinden olmayan ve yüzyıllardır
Avrupa dışında bırakılan bu coğrafyada etkin bir rol oynaması sorunu bitiren ve
Sırpların kafasına inen bir demir yumruk olması tabiî ki beklenmiyordu. Ancak
savaş boyunca yaşananlar ve son noktada Srebrenitsa’da 8300 kişinin Hollanda
korumasında olmalarına rağmen Sırpların Akrepler adı verilen birliklerine teslim
edilmeleri buranın Avrupa’nın hemen yanıbaşında bir öteki haline getirilişinin en
büyük göstergesi idi. İyice görülmüştü ki Balkanlar Avrupa’nın göremeyeceği
kadar uzak ta kalmıştı…
Bugün AB’nin Balkan ülkelerine aday ülke statüsü vermesi durumu çok da
değiştiren bir anlayışın göstergesi değildir. Zira bölgeyi ötekileştiren etnik algı,
tarihi miras ve Avrupalılık vasfı dışında sahip olunan nitelikleri büyük oranda bu
ülkelerden arındırıldı. Şimdi ortada uzun savaş yılları sonucunda yıpranmış,
gelişememiş ve muhtaç durumda ülkeler bütünlüğü var. Kosova’nın bağımsızlığı
özellikle Türkiye’nin hızlı bir şekilde burayı tanıması ile ilişkilerde yeni bir dönüm
noktası. Halen süren gerilim Balkanların Osmanlı dönemindeki sükûnetine
kavuşma dileğinin gerçekleşmesi için daha vakit olduğunu göstermekte.
Son söz; Balkanlar Avrupa’nın dışına atılalı 800 yıl oldu. Bogomillerin
yaşadıkları, Latinlerin Haçlı Seferleri sırasındaki faaliyetleri ve sonrasında Türk
hâkimiyetindeki uyumlu tavır bu ötekileştirmenin en mühim kırılmaları oldu.
Yugoslavya’nın dağılması ile başlayan sürecin Kosova’nın bağımsızlığı ile yeni bir
mecraya kavuştuğu dönemde Balkanların yanı başında şimdi iki büyük dayanak
noktası var. AB ve Türkiye. Rüzgârın ne yana eseceği henüz belli değil. Ama
gerçek olan şu ki söylemler değişse de zihinlerin değişmesi o kadar kolay
olmayacak. O zaman yapılacak şey önce geriye sonra da ileriye bakmak. Orada ne
görüleceğini zaman gösterecek.
MOTİF AKADEMİ
144
KAYNAKLAR
Bozidar, Jezernik (2004), Wild Europe, The Balkans in the Gaze of
Western Travellers, Sagl Books.
Çağ, Galip (2007), “Osmanlı Öncesi Balkanlarda Türk İzlerine Dair
Toponimiler”, Ed. Ebubekir Sofuoğlu, Şar Dağlarındaki Genetik Şifreler Gora
Abidesi, UKİD Kültür Yay., İstanbul, ss. 113–120.
Çağ, Galip (2007),“Makedonya Yer İsimlerinde Osmanlı Öncesi Ve
Osmanlı Hakimiyeti Sırasında Türk Yerleşimine Dair İzler, (Üsküp - Kırçova -
Kalkandelen)”, Ed. Ebubekir Sofuoğlu, Şar Dağlarındaki Genetik Şifreler Gora
Abidesi, UKİD Kültür Yay., İstanbul, ss. 120–134.
Çağ, Galip (2012), “Balkan Savaşlarına Uluslararası BirBakış: 1914
Carnegie Vakfı Raporu”, I. Uluslar arası Balkan Kongresi 24-26 Eylül 2012,
Süleyman Şah Üniversitesi.,ss. 1409-1422.
Erkan, Süleyman “Savaş ve Barış Bağlamında XIX. Yüzyıl Uluslar arası
İlişkileri’nin Özellikleri”, SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi, Sosyal Bilimler Dergisi,
Aralık 2010, Sayı:22, ss. 93-115.
Jezernik, Bozidar (2006), Vahşi Avrupa, Batı’da Balkan İmajı, Terc. Haşim
Koç, Küre Yay., İstanbul.
Halaçoğlu, Ahmet, “Balkan Savaşları (1912-1913)”, TÜRKLER, XIII,
Ankara, 2002, ss. 296-307.
Kristeva Julia (1991), Strangers to Ourselves, New York.
Rasonyi, Laszlo (1984), Tuna Köprüleri, Çev. H. Akın, Türk Kültürünü
Araştırma Enstitüsü, Ankara.
Report of the İnternational Commission to Inquire in to the Causes and
Conduct of the Balkan Wars,(1914) Carnegie Endowment for International Peace,
Division of Intercourse and Education, Puplication: 4, Publishing by the
Endowment, Washington, D.C..
Salem, P. (2010), Ortadoğu’nun Doğusunda İşbirliği Tesisi, Çev. Enis
Erdem Aydın ve Gökçe Perçinoğlu, Sayı 24, Haziran 2010, Carnegie Orta Doğu
Merkezi Yay.
Şahin, Hasan, “Doğu Sorunu Çerçevesinde Osmanlı - Fransız İlişkileri
[Başlangıcından Paris Barışı’na (1856)]”, A.Ü. Türkiyat Enstitüsü Dergisi, Sayı:40,
Erzurum 2009, ss. 277-315.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
145
HER LAHZÂ BİR ALEV GİBİ HASRETİ DUYULAN KENT1 ÜSKÜP
Always Longed City: Üsküp
Maksut YİĞİTBAŞ
Özet: Balkanların belki de en Türk ve Müslüman olan şehri Üsküp’te doğan büyük
şairimiz Yahya Kemal Beyatlı, çocukluğunun geçtiği bu diyarda millî ve manevî benliğini
duyumsamıştır. Doğduğu bu vatan parçasına ve özelde Üsküp’e ömrü boyunca hasret
duymuştur. Aydın ve şair kimliğinin gelişmesinde önemli rol oynayan Paris’te tahsili
sürecinde millet mefhumunu, mekân ve medeniyet şairi olma şuurunu edinir. Bu idrak ve
şuur doğduğu diyarlara olan ilgisini ziyadeleştirmiş, oraların vatan topraklarından
kopuşunu bir ömür boyu sızı olarak içinde yaşatmıştır. Düzyazı ve şiirlerinde bu
özlemlerini dile getirmiş, Balkanlardaki Türk izinin derinliğine ve geçmişine dikkat
çekmiştir. Açık Deniz şiiri bu bağlamda söylediği lirik şiirlerden sadece biridir.
Anahtar kelimeler: Yahya Kemal Beyatlı, Balkanlar, Üsküp, Paris, İstanbul, Açık
Deniz şiiri, özlem.
Absract:Yahya Kemal Beyatlı born in Üsküp which Muslim and Türkish city in the
Balkans. He realized that there are own national and spiritual identity. He heard there
always craving. He completed training in Paris. Yahya Kemal obtained the identity of
intellectuals and poets. He expressed regret that his writing and poems in Üsküp and
Balkans. He wanted to draw attention to the Turkish traces there. Açık Deniz was written
fort his topic.
Key words: Yahya Kemal Beyatlı, Balkans, Üsküp, Paris, İstanbul, Açık Deniz
poem, longing.
1 Bu makale, 24-26 Eylül Tarihleri arasında Süleyman Şah Üniversitesi’nde yapılan ‘Dün, Yarın ve
Değişim’ başlıklı I. Uluslararası Balkan Kongresi’de sunulan bildirimizin genişletilmiş biçiminden
oluşmaktadır. Yrd. Doç Dr., Ahi Evran Üniversitesi., Fen- Edebiyat. Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü,
Kırşehir, [email protected].
MOTİF AKADEMİ
146
Giriş
Yahya Kemal, Türk şiir geleneğinin yirminci yüzyıldaki en önemli
isimlerindendir. Modern Türk şiirine Ahmet Haşim ile birlikte düzen veren bir
şairdir. Mektepte, Paris’te hem millet mefhumunu hem de edebiyat mevzusunu
âleminde problem edinen, Anadolu’da vücut bulan Türk-İslam medeniyetine eşlik
eden şiirinin, düşüncesinin ve tarihinin peşinde olmayı kendine ilke edinmiş bir
medeniyet sanatkârıdır. Onu ve şiirini farklılaştıran en önemli husus
medeniyetimizi mekân, millet ve tarih bağlamında köklü şiir geleneğimizin
adesesine tabi kılarak dile getirişidir. Zira o, Hariciye’de diplomat, dostlar arasında
Türk’ün tarihini yorumlayan bir mütefekkir, hepsinden öte gönüllerde yer etmiş
büyük bir şairdir. Geleneği üreten ve sonraki nesle aktaran Yahya Kemal, bize ait
geçmişin reel ve somut unsurlarını, medeniyeti idrak biçimine dönüştürür.
İstanbul’un pek çok mekânı özellikle Kocamustafa Paşa ve Atik Valde gibi
semtleri onda millî ruhu temsil eden mekânlara dönüşür. Balkanlar ise yitik vatan
parçalarıdır. Mekâna sinen ve onunla var olan millet olma şuuruna Şerif Aktaş
Hoca, ‘Millî Romantizm’ adını verir. Adına ister ‘Millî Romantizm’ diyelim,
istenirse ‘Kolektif Ruh’, bu kerteye varmış olan bir algıya ancak mekâna sinen
ruhu yakalamakla varılır.
Balkanlar ve bu coğrafyanın belki de en çok Türk ve bir o kadar Müslüman
kenti olan Üsküp şairimizin doğduğu şehirdir. Kaybolan Şehir şiirinde:
Üsküp ki Şardağında devâmıydı Bursa’nın (Beyatlı, 1992: 71)
diyen şairimiz için bu kent ondaki millet bilincinin oluşumunda önemli rol oynar.
İlk gençliğini burada geçiren Beyatlı’nın Paris’te geçen yüksek öğrenim dönemi
ona ilave pek çok değeri ihsas ettirmiştir. Türklüğün var olduğu vatan telakkisi;
bunu tarih ve kültür şuuru ile şiirine taşıma gayreti… Bu düşünceler onu bir ömür
meşgul etmiştir. Şiir vadisinde emellerinin çoğuna ulaşmıştır. Bugün her biri birer
tarih, kültür ve sanat abidesi denilebilecek şiirleri her platformda zevkle
dinlenmekte, lirik biçimde Türk’ün kültür ve mana dünyasını ihsas ettirmektedirler.
Makalemizde Yahya Kemal Beyatlı’nın Açık Deniz şiiri ekseninde
Balkanlara ve özellikle Üsküp’e bakışını ele almaya çalışacağız. Oralarda yaşamış
olmanın millî idrakine yansımasını, vatandan ayrılmasının ruhunda uyandırdığı his
buhranını Açık Deniz şiirini ontolojik olarak çözümlerken de dikkatlere sunmaya
çalışacağız.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
147
1. Yahya Kemal ve Üsküp
Ahmet Âgah adıyla 1884 yılında, dönem itibariyle Balkan şehirlerimizden
Üsküp’te dünyaya gözlerini açan Yahya Kemal Beyatlı’nın baba tarafı Niş’e (Nis,
Sırbistan), anne tarafıysa Vranya’ya (Bulgaristan) dayanır. Anne ve Baba soyu, III
Mustafa dönemi paşalarından, Şehsuvar Paşa’da birleşir. Yahya Kemal, soyadı
kanunun çıkması üzerine aile nâmının günümüz Türkçe’sindeki karşılığını,
Beyatlı’yı seçer. Annesi, Nakiye Hanım Encüme-i Şuârâ şairlerinden Leskofçalı
Galib Bey’in yeğenidir. Dinî ve millî terbiyesinde annesinin etkisi oldukça fazladır.
Ona Muhammediye okur, Kur’an-ı Kerim öğretir. Annesinin etkisine refakat eden
önemli bir unsur vardır: mekân olarak Üsküp ve buranın dinî ve millî dokusu.
Anılarında, bu etkiye değinir: “O yaşlarda ben, Üsküp minarelerinden yükselen
ezan seslerini duyarak, içim bu seslerle dolarak yetişiyordum.” (Banarlı, 1997: 26)
Muhayyilesi her an eski ile irtibatı kurma, hâlde geçmişi yaşama ya da görme
yeteneğine sahip olan şairimiz, beş yaşında ilk mektep eğitimine II. Murat devrinde
yapılan, eski ancak adı Yeni olan bir mahalle mektebinde başlar. Kente nazır bir tepede
kurulan beş asırlık bu mektepte Ahmet Âgah çocuk idrakiyle şehre sinen milliyetimizi
ve kıta Avrupa’sında geçmişten o zamana değişmeden kalan Şarkı duyumsar.
Hatıralarında bu olayın şahsiyetinin inşasındaki etkisini, Üsküp’ü ve bütünüyle
Balkanları bir vatan olarak görme biçiminde aktarır: “Yeni Mekteb’e girdim. Bu yeni
mektep Üsküp’ün en mübârek tepesi üzerinde olan Sultan Murâd Câmii’nin
arkasındaydı… Sultan Murâd-ı Sânî o tepede mârûf câmiini bina ettiği zaman etrafına,
medrese, imâret ilâve ederken onu da ilâve etmişti… İşte hoca karşısında ilk defa ders
gördüğüm yer, daha İstanbul fethedilmeden önce vücuda gelen ve o zamandan beri
hiçbir şeyi değiştirilmemiş olan bu lâtîf yerdi. Eğer oraya gönderil(me)miş olsaydım,
tahsilim doğrudan doğruya bir yeni maârif mektebinde başlasaydı milliyetimin en hoş
bir hâtırasından mahrum kalmış olurdum. Çocukluğumda olsun birkaç sene güzel
mâzimiz içinde yaşamış oldum.” (Beyatlı, 2008: 21) Mahalle mektebinde verilmekte
olan eğitimle bir türlü okumaya geçemeyen Beyatlı, henüz açılmış olan ve kısmen
modern eğitim sunan ‘Mekteb-i Edeb’te çok kısa sürede okumaya başlar. Buradaki
eğitimini 1895’te tamamlar, ailesi onu Üsküp Îdâdisi’ne gönderir, Selanik’e göç
mevzusu üzerine de Selanik Îdâdisi’ne yazdırır. 1897 senesi aile dramlarının başladığı
yıldır. “Babam Selanik’e nakl-i hane etmek istiyordu. Niyeti eğlenmekti. Üsküp’teki
evin eşyasını sattı… Eşyanın tellâllar elinde satılması, hassas bir kadın olan annemi
çok üzdü. Annem verem oldu ve beş ayda öldü.” (Banarlı, 1997: 28-29)
Onun şahsında ve dolayısıyla sanatında Üsküp, ilkin aile bakımından,
sonrasında tinsel şahsiyetinin oluşumu açısından nihayetinde de çocukluk
dünyasını besleyen salt mekân olarak yer tutar. Fakat bu üç hususiyet çoğu kez bir
MOTİF AKADEMİ
148
hamule şeklinde şairimizin anı nitelikli düzyazılarında ve şiirlerinde görülürler.
Mekân olarak vatan; millet bağlamında tarihî geçmiş ve anne özdeşleşmesini
Yahya Kemal’in şahsına duyumsatan Üsküp’tür. Bir anlamda bu kent annesinin
mücessemleşmiş hali, anayurdudur. Onun ölümü ile Üsküp’ün vatan topraklarından
ayrılması arasında fark yoktur. Süheyl Ünver, Yahya Kemal’in Koca Mustâfapaşa
ve Atîk Valde gibi semtlere sıkça gidişini, bu semtlerin Üsküp’ü andırmasından
ötürü olduğunu belirtir. (Ünver, 2000: 140) Bu dikkat bizlere Koca Mustâpaşa
şiirinin niçin şu mısralarla sonlandığını izah etmektedir:
Derler: İnsanda derin bir yaradır köksüzlük;
Budur âlemde hudutsuz ve hazîn öksüzlük.
Sızlatır bâzı saatler dayanılmaz bir acı,
Kökü toprakta kalıp kendi kesilmiş ağacı.
Rûh arar başka tesellî her esen rüzgârda.
Ne yazık! Doğmuyoruz şimdi o topraklarda! (Beyatlı, 1992: 45-46)
Üsküp Yahya Kemal için, babadan ziyade anneyi imleyen, özlem diyarıdır.
Henüz onüç yaşındayken annesini yitiren şairimiz bu erken ölümden babasını
sorumlu tutar. Annesi bir mazlûmedir, yitirilmemesi gereken değerken haksızlığa
uğramıştır, tıpkı yitirilen Balkanlar gibi. Bu yıllarda Balkanlar, Müslüman Türk’ün
oralardan koparılışını netice verecek faciaların arifesindedir. Babası fikir bakımından
yeninin o dönemdeki temsili olan İttihatçı zihniyete yakındır. Bu bağlamda yapılan
toplantılara katılır. Metaneli bu coğrafyada bütün sorunların kaynağı olarak II.
Abdülhamit ve siyaseti hedeftedir. Babası genç Yahya Kemal’i de toplantılara
götürür, nitekim onun Jöntürk tahayyülü bu yaşlarda başlar. (Beyatlı, 2008: 60)
Marry Lynne Ellis, Heidegger’den hareketle, zamanı birbirini takip eden
‘şimdi’ler olarak ele alan kavrayışların aslında ölümün olmadığı sonsuz bir
sürekliliği ima ettiğini belirtir. (Ellis, 2011-2012: 69) Yahya Kemal’de süreklilik
fikri Türk’ün yaşadığı mekânlara zamanın sinmesiyle süregider. Yitirilen her vatan
parçası, Müslüman- Türk olmuş ise onda ıstıraba neden olur. Bizce Üsküp’ü
imleyen, Koca Mustâpaşa’nın son mısrası bu onulmaz yaranın, milletin
sürekliliğini ve mekâna sinen ruhun kutsiyetini çok güzel vurgulamaktadır:
Ne yazık! Doğmuyoruz şimdi o topraklarda! (Beyatlı, 1992: 46)
şimdi doğup yaşanmayan o topraklar Beyatlı’ya göre Anadolu’dan farksızdır:
Üsküp ki Şar-dağı’ında devamıydı Bursa’nın (Beyatlı, 1992: 71)
HALKBİLİMİ DERGİSİ
149
Serhatteki bu Anadolu kentinde lalası Hüseyin’den Budin, Belgrad,
Leskofça Türküleri ve Battal Gazi Destanı’nı, annesinden Muhammediye dinler.
Muhammediye’nin mısralarının şahsiyetine etkisi hakkında söyledikleri dikkate
değerdir: “… öz maceramızı, evimizin, mahallemizin, Üsküb’ün ve müphem
surette bütün milletimizin dünya ve âhiret macerâsı gibi gelirdi. Daha o yaşta,
Yazıcızâde Mehmed Efendi’nin Türklükle İslâmlığı yoğuran, millî, İslâmî harsini
benliğimde hissetmeğe başlamıştım” (Banarlı, 1997: 23-25).
II. Abdülhamit’in hallinin üzerinden çok geçmeden bu vatan parçası
anavatandan ayrılır. Buralardan kopuş annesinden ayrılma ile eşdeğerdir, zira
Üsküp gibi millî ve manevî hasletlere sahip, erdemli bir kadın olan annesinin
mezarı bu kenttedir. İçinde ilk aşkının da yer aldığı, bütün güzel anılarının vatanını
ebedî kaybetme Yahya Kemal’i son derece üzer. Bundan olsa gerek 1911’de
yazmaya başladığı ve ancak 1925’te tamamladığı, en uzun sürede yazdığım şiirim
dediği Açık Deniz’de özlemini ve hüznünü dile getirmiştir. Beşir Ayvazoğlu,
şairimiz için hazırladığı ansiklopedik biyografi eserinde Süheyl Ünver’den
hareketle onun Üsküp’e ve orada yaşadığı asûde günlerin özlemiyle, çok sevmesine
karşın İstanbul’da dahi kendini hep ‘muhacir’ olarak gördüğünü belirtir.
(Ayvazoğlu, 2008: 527) 1895’te Selanik’e giden aile, iki yıl sonra Nakiye
Hanım’ın ölümüne yakın tekrar Üsküp’e dönerler, ancak annesi çok sevdiği bu
Müslüman şehirde hayata gözlerini yumar.
Entelektüel ve Sanatkâr Kimliğin İnşâsı: Paris ve İstanbul
1902’de Yahya Kemal, ailenin göçleri ve dramından dolayı
tamamlayamadığı îdâdi eğitimi için bu kez İstanbul’a gönderilir. Ancak 1903’te
onsekizine henüz varmış bu taşra genci her bakımdan hazırlıksız şekilde Paris’e
gider, dönem adlandırılmasıyla bu bir ‘firâr’dır. Paris’e gitmesinde kendisini
etkileyen en önemli kişi, Serezli Şekip Bey’dir (Banarlı, 1997: 41). Ailesi ile
teması neticesinde gelen para yardımıyla birlikte Quartier Latin’de bir otele
yerleşir. Paris’te Ulûm-ı Siyasîye Mektebi’nde tahsile başlayan Beyatlı,
hocalarından Albert Sorel’in derslerinden etkilenir. Onun için Paris bir mektep;
kentin ünlü cafe’lerinde sohbet halkaları kuran devrin ünlü tarihçi ve şairleri
hocaları olur. Sorel’in ders ve sohbetleri için: “Sorel kendinden evvel Fransız
tarihçiliğinde büyük merhale katetmiş Michelet gibi, Camille Julian gibi, tarih
ortasında Fransızlığı arama usullerini anlatıyor, tarih musâhebelerini, ilmin ve
talâkatin en cazip bir terkîbi hâline koyuyordu.” (Banarlı, 1997: 43) der. Kendisine
yakın iki önemli isim, Süheyl Ünver ve Ahmet Hamdi Tanpınar bu talâkatin
lezzetine üstadın sohbetlerinde tanık olduklarını anılarında dile getirirler.
MOTİF AKADEMİ
150
İlk şiiri Hâtıra’yı 1901 yılında Üsküp’te kaleme alır ve A. Âgah imzasıyla
İstanbul’da yayımlanmakta olan Musavver Terakki dergisine gönderir. Bu yıllarda
dönemin önde gelen şairlerinden, Abdülhak Hamid ve Muallim Naci etkisindedir.
Servet-i Fünûn şairlerini kendine yakın hissetmez. Paris’te şiir anlayışı noktasında
tam bir arayış içerisindedir. Önce Victor Hugo’yu okur, ardından Baudelaireperest
olma kertesinde bu şairin şiirleri üzerinde durur. Baudelaire’den sonra diğer bir
sembolist şair, Paul Verlaine’nın müptelası olur. Fakat adını andığımız şairlere
göre şiir sanatı noktasında geri bir şair, José Maria de Heredia’yı üstat edinir.
Kendi ifadesiyle Heredia o devirde (1842-1905) yaşamış ve gecikmiş bir klâsik
şairdi, ancak kendisi için bir talihti. Onu okurken şiirin asıl madenine dokunduğunu
düşünür. Heredia’ya bağlanmasında sanat görüşlerinin benzeşmesinin önemli rol
oynadığını, bunun anlayışla karşılanması gerektiğini dile getirir: “Maamâfih şiirde
devirlerin bir tekâmülünü gözeten edebiyat müverrihleri hem kendileri
aldanıyorlar, hem de kaari’lerini aldatıyorlar. Bunu kendi üzerimde de tecrübe
ettim.” (Beyatlı, 2008: 107)
Avrupa başkenti diyebileceğimiz Paris’ten her ne kadar bir diploma
alamadan yurda dönmüşse de orada geçirdiği dokuz yıl millî bir intibaha,
milletimiz ve Anadolu gerçeğini mekân-millet bağlamındaki idrakine vesile
olmuştur. Mekânın ruha, ruhun mekâna sinmesi Yahya Kemal’in dikkatini hep
çekmiştir. Mekân içerikli Süleymaniye’de Bayram Sabahı, Koca Mustâpaşa,
Kaybolan Şehir, Eylül Sonu, Gece ve diğer şiirlerini bu dikkatle okumak gerekir.
Mekân ya da diğer deyişle vatanın kimlik inşasında önemli etmen olduğunu
Paris’teki tahsilinde, onu Ahmet Âgah’tan Yahya Kemal’e dönüştüren ders, sohbet
ve okumalarından edinir: “Bir gün, bir mecmûada, Fustel de Coulange’ın esaslı
tilmizi olan profesör ve müverrih Camilla Julian’ın bir cümlesini okudum. Bu
cümle benim, milliyetimizin ve vatanımızın teşekkülüne dâir dağınık
düşüncelerimi birdenbire yeni bir istikamete sevketti. Camilla Julian’ın cümlesi
şuydu. ‘Fransız milletini, bin yılda Fransız toprağı yarattı’ düşünmeğe başladım.
Acaba bizi de Malazgird’den, 1071’den sonraki sekiz yüz senede Türkiye’nin
toprağı yaratmamış mıydı?... Bu noktadan hareket ettim. (Banarlı, 1997: 47)
Paris’ten, 1912 yılında ‘mektepten memlekete’ dönen şairimiz için
İstanbul’a alışmak zaman alır, lakin Türk-İslâm medeniyetinin temerküz ettiği
payitahta aklının yanı sıra gönlüyle de bağlanışı çok zaman almaz. Balkan
facialarının ve dramının henüz yaşanmaya başladığı bu süreçte hadiselerden önemli
ölçüde etkilenir. 1925’te tamamlayacağı Açık Deniz şiirini bu yıllarda yazmaya
başlar. Millet, vatan ve tarih gibi mefhumlar sanatkâr mizacında şaşırtıcı tespitleri
netice vermektedir: Paris’te aldığı eğitim ufkunu muazzam şekilde açmıştır.
Müslüman Türk’ün başkentinde kente sinen Türk ruhunu yakalamaya çalışır.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
151
Cami, medrese, türbelerin yanında semtler, özellikle Üsküdar, Fatih, Koca
Mustâfapaşa ve Atik Valde sık uğradığı yerlerdir. O, payitahtı Türk yapan değerleri
bulmak için tahsilini ikmale çalışan bir keşşaftır. Üstadının gösterdiği ufku kendine
hedef edinen; zaman ve mekâna sinen ruhu pek çok eserinde yansıtan önemli
tilmizlerinden Ahmet Hamdi Tanpınar, hocasından kendine miras kalan bu
anlayışla ilgili anılarını bizlerle paylaşır: “Sık sık İstanbul içinde gezerdik. Camiler,
eski surlar, Boğaziçi köyleri, Yahya Kemal’in görmekten bıkmadığı şeylerdi. Kaç
defa fetih muhasarasının topoğrafyasını beraberce tekrarladık. Fatih ordusunun
geçtiği yoldan geçerek Beyazıt’a ve Ayasofya’ya geldik. Bu gezintilerde
rastladığımız insanları Yahya Kemal âdeta o tarihî günün ışığında görmeye
çalışıyordu. Muhayyilesi, istediği anda geçmiş zamanın emrine girerdi. Bu
muhayyile hemen her dakika aslında çok basit, fakat hepimiz için çok şaşırtıcı
gerçekler keşfederdi. (Tanpınar, 2011: 30)
2. Açık Deniz’in Ontolojik Çözümlemesi
Ontoloji
İlk felsefe olmanın yanında bu ilmin disiplinine de sahip olan (Cevizci,
2002: 774) ontolojinin geçmişi Aristoteles’e uzanır. ‘Varlıkbilim’ demektir. (TDK,
1988: 1111) Yunan dilinde, ontos (varlık) ve logos (bilgi) sözcüklerinin
birleşiminden meydana gelmiştir. Ortaçağ ve Aydınlanma dönemi Avrupa’sında
felsefî bir disiplin olarak daha fazla gelişme göstermiştir. Yirminci yüzyılın ilk
yarısında Polonyalı estetikçi Roman Ingarden, ontolojik tabakalardan hareketle sanat
eserinin varlık tabakalarından söz açar. Ingarden’in metodolojisinin ardından Alman
estetikçi Nicolai Hartman, sanat eserlerinin yapı analizlerini ortaya koyar. Her iki
estetik ve sanat düşünüründen hareketle, aynı zamanda onların yaklaşımlarına yeni
yorumlar katan İsmail Tunalı 1965’te Sanat Ontolojisi adlı eserini kaleme alır.
Yahya Kemal gibi Balkanlarda, Silistre-Romanya’da doğan İsmail
Tunalı’nın bu eseri Türk sanat ve estetik alanlarında önemli bir kaynak özelliği
gösterip sanat ürünlerine ontolojik bakışta bir başucu eseridir. Açık Deniz şiirinin
ontolojik çözümlenmesinde referans olarak Sanat Ontolojisi’ni tercih ettik. Tunalı,
Roman Ingarden ve daha çok Nicolai Hartman’dan hareketle sanat eserini ‘ön yapı’
ve ‘arka yapı’ olarak iki kısma ayırır. Buna göre ‘ön yapı’ okurun edebi metni
anlamada karşılaştığı ilk tabakadır. Ön yapı sadece ontolojik özellikleri olan bir
tabaka değil, eserin işitsel ve görsel yönüne ait maddî yapısıdır. Buna göre harfler,
heceler, kelimeler, edebî sanatlar (daha çok söz sanatları), ölçü, redif, kafiye, mısra
ve nazım şekli gibi şiirin biçiminde algıladıklarımızdır.
MOTİF AKADEMİ
152
İçyapı, irreel varlık alanı olan ‘arka yapı’ kendi içinde şu tabakalara ayrılır:
1. Anlam (Semantik) Tabakası: Kelime (Cocnitiv) Semantiği ve Cümle
Semantiği. Bu tabakada önemli olan tek tek kelimelerin anlamı değil, bağlam
içinde edindikleri anlamdır. Anlam tabakasında şiir dilini oluşturan mecazlar,
imgeler, deyim ve atasözleri şiirin ait olduğu dönemin kültür dilindeki işlevleri
yönüyle ele alınabilir. Bu dil ögeleri, esere katkıları yönüyle değerlendirilir.
2. Nesne/Obje Tabakası: Anlam katmanına çok yakın bir konumda yer alan
nesne tabakası eserde tasviri edilen varlıklardır. İlgiyi üzerine çeken bu objeler,
insanların ve olayların konu edindiği nesnelerdir. Nesne tabakası bizi varlığın
özüne götürüp, anlam dünyası ve alınyazısı tabakasında ufuk açıcı olur. Bu
yönüyle nesne tabakası her iki tabakaya yakın durur.
3. Karakter Tabakası: Şâirin ruh dünyası, yetiştiği ortam, kültürel arka
planı, bakış açısı ve psikolojik dünyası üzerinde durulan tabakadır.
4. Alınyazısı/Kader Tabakası: İsmail Tunalı bu tabakada, Hartmann’ın
tiyatroya dayandırdığı kahramanın alınyazısı yerine daha genel olanı, metafizik
temayı tercih eder. Bireyden genele uzanan bu anlayışta beşeri alınyazısı (ölüm,
aşk vb.) ölçü alınır. Böylelikle Hartmann’ın tiyatroya ve salt kahramana münhasır
kıldığı alınyazısı tabakasını Tunalı diğer edebî türlere uygulayarak bu tabakaya
metafizik/kaderi bir boyut katar. (Tunalı, 2011: 111-113)
Açık Deniz
Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum;
Her lâhza bir alev gibi hasretti duyduğum.
Kalbimde vardı 'Byron'u bedbaht eden melâl
Gezdim o yaşta dağları, hulyâm içinde lâl...
Aldım Rakofça kırlarının hür havâsını,
Duydum, akıncı cedlerimin ihtirâsını,
Her yaz, şimâle doğru asırlarca bir koşu...
Bağrımda bir akis gibi kalmış uğultulu...
Mağlûpken ordu, yaslı dururken bütün vatan,
Rü'yâma girdi her gece bir fâtihâne zan.
Hicretlerin bakıyyesi hicranlı duygular...
Mahzun hudutların ötesinden akan sular,
Gönlümde hep o zanla berâber çağıldadı,
Bildim nedir ufuktaki sonsuzluğun tadı!
Bir gün dedim ki 'istemem artık ne yer ne yâr! '
HALKBİLİMİ DERGİSİ
153
Çıktım sürekli gurbete, gezdim diyar diyar;
Gittim son diyâra ki serhaddedir yerin,
Hâlâ dilimdedir tuzu engin denizlerin!
Garbin ucunda, son kıyıdan en gürültülü
Bir med zamânı, gökyüzü kurşunla örtülü,
Gördüm deniz dedikleri bin başlı ejderi;
Gördüm güzel vücûdunu zümrütliyen deri
Keskin bir ürperişle kımıldadı anbean;
Baktım ve anladım ki o ejderdi canlanan.
Sonsuz ufuktan âh o ne coşkun gelişti o!
Birden nasıl toparlanarak kükremişti o!
Yelken, vapur ne varsa kaçışmış limanlara,
Yalnız onundu koskoca meydan ve manzara!
Yalnız o kalmış ortada, âsi ve bağrı hûn,
Bin mağra ağzı açmış, ulurken uzun uzun...
Sezdim bir âşina gibi, heybetli hüznünü!
Rûhunla karşı karşıya kaldım o med günü,
Şekvânı dinledim, ezelî muztarip deniz!
Duydum ki rûhumuzla bu gurbette sendeniz,
Dindirmez anladım bunu hiç bir güzel kıyı;
Bir bitmeyen susuzluğa benzer bu ağrıyı. (Beyatlı, 1992: 8-10)
Süleymaniye’de Bayram Sabahı gibi Açık Deniz de Yahya Kemal
Beyatlı’nın kendi ifadesinden hareketle söylersek uzun sürede yazdığı şiirlerden
biridir: “Bu manzûme en uzun zamanda yazdığım şiirdir ve benim hayâtımı ihtivâ
eden bir hikâyedir.” (Beyatlı, 2008: 263) Bir şiiri uzun sürede yazma, eserin
abidevî hususiyeti dikkate alındığında şair için, armağan ettiği milletine verdiği
değeri düşündürür. Beyatlı millî romantiğimizdir. Açık Deniz, kendisinin bireysel
dünyasından milletinin büyük tahassüsüne uzanan, her ikisini aynı düzlemde
okuyucuya sunan bir manzumedir.
Onu, sanatını ve şiirini en iyi tanıyanların biri olan Ahmet Hamdi
Tanpınar, Açık Deniz şiirinin merkezine ‘susuzluk’ kelimesini koyar. (Tanpınar,
2011: 59). Bu susuzluk kendi bireyselliğine, annesini dikkate alaraktan söylersek
asûde çocukluğuna ve nostaljisine; akıncı cedlerinin (Şehsuvar’oğludur kendileri)
ve Osmanlı Devlet-i Alî’sinin kutlu ve ihtişamlı günlerine duyulan susuzluktur.
Şiir, bu bağlamda iç içe geçmiş iki bölümü içerir. deniz metaforuyla birlikte
düşünüldüğünde çok güzel bir şiirsel matristir susuzluk.
MOTİF AKADEMİ
154
Açık Deniz Şiirinin Ontolojik Bağlamda Dış Yapısı:
Neoklasik olan şairimiz bu şiirinde de aruz veznini tercih etmiş ve şiirini
bu veznin mef û lü / fâ i lâ tü / me fâ î lü / fâ i lün kalıbıyla yazmıştır. Kelimelerin
daha çok açık hecelerle bitimine uygun bu kalıp deniz imiyle birlikte
düşünülmelidir, deniz bakıldığında sonsuzluk hissi uyandırır. Şiirde sözcüklerin
önemli bir kısmının sessizlerle bitirilmesi, denizin kapsayıcılığını biçimsel olarak
temsil etmekle birlikte ölçüyle de uyum sağlanmıştır.
Açık Deniz, beyit biçiminde yazılmamıştır, ancak her iki dize birbirleriyle
kafiyelidir.
aa, bb, cc, …
Bu kafiye düzeni mesnevi nazım şeklinde yer alır, mesneviler daha çok bir
sergüzeşti konu edinirler, Açık Deniz’de şairimiz kendisinin ve milletinin
sergüzeştini şiir diliyle anlatmak istemiştir. Yahya Kemal, şiirin tınısallığına büyük
katkı sağlayan aruz ölçüsünden hemen hiç ödün vermeyen şairimizdir. Tevfik
Fikret ve Mehmet Akif’in bu vezni Türk ölçüsü haline getirecek ölçüde kullanım
yeteneğine ve bir anlamda geleneğine önemli bir halka olmuştur. Belki de aruzla
yazma geleneği onunla son bulmuştur. Aruzun yanı sıra İslâmiyet öncesi Türk şiiri
devresine ait bir kafiyelendirme çeşidi olan mısra başı ses benzeşmesi ya da
kafiyesini pek çok şiiriyle birlikte Açık Deniz’de de kullanmıştır. Bu tercihini
geleneği sürdürme isteğine ve şiirin tınısallığına katkı bağlamında düşünmek
gerekir. Zira Yahya Kemal, şiiri musikinin ‘kız kardeş’i olarak görmüştür.
Şiirin mısra içi ses benzeşmeleri ve mısra başı kafiyeleri/ ses benzeşmeleri
koyu punto ile, mısra sonu redif ve kafiyeleri italik biçimde yazılarak şiirin
biçimsel yapısı dikkatlere sunulmaya çalışılmıştır. Öte yandan ‘m’ sessizlerinin
şiirdeki yoğunluğu şairimizin kendi geçmişine dikkat açısından, birinci tekil şahıs
eki olarak düşünülmelidir.
Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum;
Her lâhza bir alev gibi hasretti duyduğum.
Kalbimde vardı 'Byron'u bedbaht eden melâl
Gezdim o yaşta dağları, hulyâm içinde lâl...
Aldım Rakofça kırlarının hür havâsını,
Duydum, akıncı cedlerimin ihtirâsını,
Her yaz, şimâle doğru asırlarca bir koşu...
Bağrımda bir akis gibi kalmış uğultulu...
Mağlûpken ordu, yaslı dururken bütün vatan,
HALKBİLİMİ DERGİSİ
155
Rü'yâma girdi her gece bir fâtihâne zan.
Hicretlerin bakıyyesi hicranlı duygular...
Mahzun hudutların ötesinden akan sular,
Gönlümde hep o zanla berâber çağıldadı,
Bildim nedir ufuktaki sonsuzluğun tadı!
Bir gün dedim ki 'istemem artık ne yer ne yâr! '
Çıktım sürekli gurbete, gezdim diyar diyar;
Gittim son diyâra ki serhaddedir yerin,
Hâlâ dilimdedir tuzu engin denizlerin!
Garbin ucunda, son kıyıdan en gürültülü
Bir med zamânı, gökyüzü kurşunla örtülü,
Gördüm deniz dedikleri bin başlı ejderi;
Gördüm güzel vücûdunu zümrütliyen deri
Keskin bir ürperişle kımıldadı anbean;
Baktım ve anladım ki o ejderdi canlanan.
Sonsuz ufuktan âh o ne coşkun gelişti o!
Birden nasıl toparlanarak kükremişti o!
Yelken, vapur ne varsa kaçışmış limanlara,
Yalnız onundu koskoca meydan ve manzara!
Yalnız o kalmış ortada, âsi ve bağrı hûn,
Bin mağra ağzı açmış, ulurken uzun uzun...
Sezdim bir âşina gibi, heybetli hüznünü!
Rûhunla karşı karşıya kaldım o med günü,
Şekvânı dinledim, ezelî muztarip deniz!
Duydum ki rûhumuzla bu gurbette sendeniz,
Dindirmez anladım bunu hiç bir güzel kıyı;
Bir bitmeyen susuzluğa benzer bu ağrıyı.
Açık Deniz Şiirinin Ontolojik Bağlamda İç Yapısı:
1. Anlam (Semantik) Tabakası:
Açık Deniz, iki bölümden oluşur. Açık bir anlatıma sahiptir. İlk bölümde
atalarına, çocukluğuna ve hâle değinir. Halet-i rûhiyesi ile şiirin başlığında yer
bulan deniz meteforu arasında doğrudan ilintiye ve şiirin ikinci bölümüne bir
girizgâhı andıran
MOTİF AKADEMİ
156
Hâlâ dilimdedir tuzu engin denizlerin!
mısrası ile geçer. Balkan şehirleri, Rakofça kırları, akıncı cedler Yahya Kemal’in
çocukluğunda yaşadığı ve hissettikleridir. Üsküp’te doğan şairimiz Rakofça’da
akrabalarının yanında bulunmuş, Balkanların bu beldesini de vatanı olarak duyup
yaşamıştır. Bu günden o zamana baktığında atalarının şimâle doğru asırlarca bir
koşunun ne anlama geldiğini genlerinde hissetmiştir. 'Byron'u bedbaht eden melâle
mısrası ile hem geçmişin ihtişamına duyduğu özlemi romantik duyuşla ifade
etmekte hem de o dönemde popülitesi baskın olan İngiliz şair Byron’a gönderme
yapmıştır. Zira Lord Byron da Britanya imparatoluğunun en ihtişamlı döneminde
yaşadığı halde geçmişe özlem duymasıyla bilinir.
Şiirin ikinci bölümünde denizi kişileştirir ve kendi fatihâne duyguları ile
deniz arasında benzerlik kurar. Bir ‘Şehsuvar’ torunu, evlâd-ı fatihân olan
şairimizin hissettikleri bireysellikten uzak, millet ve medeniyet hesabınadır.
Yalnız o kalmış ortada, âsi ve bağrı hûn,
Bin mağra ağzı açmış, ulurken uzun uzun...
Sezdim bir âşina gibi, heybetli hüznünü!
Deniz ve kendisinin hüznü birbirine benzer, vatan parçaları (daha ziyade
Balkanlar ve Üsküp) tek tek elden çıkmaktadır. Artık içi yanan şairimizle bağrı âsi
ve hûn(kan) olan ancak serapa su olan denizin susuzluğu dinecek gibi değildir. Bu
yürek yarası vatan hasretidir.
Bir gün dedim ki 'istemem artık ne yer ne yâr! '
Çıktım sürekli gurbete, gezdim diyar diyar;
Leyla’sını kaybeden Mecnun’dur, şairimiz bu efsanevî aşka telmih
yapmıştır. su imiyle de Oğuz Kağan’ın adını taşıyan destanda, fütûhât aşkını,
susuzluğunu vurguladığı:
Daha deniz daha müren
Güneş bayrak gök kurukan
dizelerindeki söyleme, soyundan kendine miras kalan fâtihâne zanla içten
göndermede bulunur.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
157
2. Nesne/Obje Tabakası:
Anlam tabakasında ifade edilen manalara değinmiştik, bu kısımdaysa
şiirdeki objeler dile getirilecektir. Bunların başında deniz gelir. Balkan şehirleri,
Rakofça kırları birer mekân objeleridir. deniz dedikleri bin başlı ejderi’de deniz
objesini bir ejderhaya benzetilir. Yahya Kemal, mekân objeleriyle çocukluğunun
hem asûde günlerini hem de adını andığı vatan parçalarının henüz bizden
kopmadığını dile getirir. deniz imi ise anlam tabakasında değindiğimiz üzere kendi
duygularının temsili bir metaforudur. Bu benzetmeyi Osmanlı Devleti’nin ihtişamlı
evresi için kullanılmış obje olarak da düşünmek mümkündür.
3. Karakter Tabakası:
Çözümlemenin bu kısmında şâirin ruh dünyası, yetiştiği ortam, kültürel
arka planı, bakış açısı ve psikolojik dünyasına yer verilmeye çalışılacaktır. Açık
Deniz’de ben anlatıcı olarak Yahya Kemal’in kendisini görürüz. Balkanlar ve
Üsküp belirttiğimiz üzere onun için biri diğerinin içinde olan vazgeçilmez
diyarlardır. Şahsiyetinin en çok şekillendiği bu coğrafyayı fetheden ve Müslüman-
Türk’ün yurdu haline getirenler, oradaki Türkler için çok kutsaldırlar, vatanın
kutsallığı dinle beslenir: Annem bana; oğlum, dünyada iki insanı sev… Peygamber
Efendimizi, bir de Sultan Murad Efendimizi sev!.. derdi. (Banarlı, 1997: 25)
Balkanlardan ve özelinde Üsküp’ten, şivesiyle dahi bir ömür kopmayan Yahya
Kemal’e Açık Deniz’i yazdıran ve ondört yıl gibi uzun bir sürede inşa için emek
verdiren bu sevgidir. Şiirde duygu, düşünce ve geçmişiyle karakter konumunda
olan Beyatlı, biyografisiyle şiiri özdeş kılmıştır.
4. Alınyazısı/Kader Tabakası:
Çocukluğuna, hayatının en güzel günlerini yaşadığı yurt/lara özlemin
ifadesi olan Açık Deniz’de Yahya Kemal kendi kaderiyle birlikte oraların bizden
kopuşuna zemin oluşturan Osmanlı Devleti’nin zevale erişine ağıt yakmaktadır.
Mekân ve ruh bahsinde de değinildiği üzere, Balkanların anavatandan kopuşu ile
kendi geçmişinden kopmasını köksüzlük olarak gördüğünü Koca Mustâpaşa’da
ifade eden şairimiz, millî romantikliğini çok güzel yansıtan şu dize ile dile getirir:
Ne yazık! Doğmuyoruz şimdi o topraklarda! (Beyatlı, 1992: 46)
MOTİF AKADEMİ
158
Sonuç:
Edebiyat Üzerine Makaleler’de: “O bizim ilk ve hakikî klasiğimizdir.”
(Tanpınar, 1998: 355) diyen Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bu tespiti ışığında Yahya
Kemal değerlendirilmelidir. Onun pek çok şiirinde Türk’ün genlerinde var olagelen
fütûhât, vatan aşkı, kültür ve ötesinde medeniyet kurma anlayışını okuruz. Bu
şiirlerin hemen hepsine sinen millî romantizmi görürüz. Her ne kadar bir Türk
destanı yazmaya ömrü yetmemişse de şiirlerini bütün olarak dikkate aldığımızda,
destan retoriğine kalemini mahkûm kılmadan fevkalâde lirik düzlemde bunu
gerçekleştirmiş olduğunu görürüz.
Paris’te edindiği eğitim ve tecrübeler onun, Doğu ve Batı’yı şahsında
kanıksamasını netice vermiştir. Üsküp bu anlamda Şark, Paris ise Batı’dır
âleminde. Mektepten memlekete döndüğü kent olan İstanbul ise iki medeniyeti hem
coğrafik hem de medeniyet olarak imlemektedir. Bu bağlamda annesinden
kendisine miras kalan kuvvetli millî ve manevî erdemleriyle Türk şiir ve kültürü
Yahya Kemal gibi millî romantik ya da hakikî klasiği kazanmıştır. Bu yönlerinden
ötürü onu kuşağındaki şairlerden ayrı bir yere koymak durumundayız. Vatan
coğrafyasını Beyatlı ölçüsünde kimse romantik ifade edememiştir:
Gönlüm, dilim, kanım ve mizâcımla sizden’im,
Dünyâ ve ahrette vatandaşlarım benim. (Beyatlı, 1992: 31)
Yahya Kemal bir milleti inşa eden etmenlerin başında mekânın diğer
bir deyişle vatan telakkisinin geldiğini bilen bir şairdir, Türk’ün daha çok
Anadolu sergüzeştini dile getirişi de bundandır. Zira bin yıldır bu coğrafya
bize yepyeni değerler katmıştır, böylece Anadolu medeniyetini inşâ
etmişizdir. Ancak Balkanların anavatandan koparılmasını bir türlü
kabullenememiştir, Kaybolan Şehir’de oraların Beyatlı’ya göre en çok biz
olan şehri Üsküp için:
Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene,
Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene. (Beyatlı, 1992: 72)
der. Açık Deniz’i, sevgili annesinin kabrinin de bulunduğu kentin ana vatandan
ayrılışına ve Osmanlı Devlet-i Alî’sine bir ağıt olarak okumak da mümkündür
bizce.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
159
KAYNAKLAR:
AKTAŞ, Şerif. (1996), Türk Şiiri ve Antolojisi 1, Akçağ Yayınları,
Ankara.
AYVAZOĞLU, Beşir. (2008),Yahya Kemal “Eve Dönen Adam”, Kapı
Yayınları, İstanbul.
BANARLI, Nihat Sami (1997), Yahya Kemal’in Hatıraları, İstanbul Fetih
Cemiyeti Yayınları, İstanbul.
BEYATLI, Yahya Kemal. (1992), Kendi gök Kubbemiz, M.E.B. Yayınları,
İstanbul.
BEYATLI, Âlim Kahraman. Yahya Kemal (1998), Şule Yayınları,
İstanbul.
BEYATLI, Yahya Kemal. (2008), “Çocukluğum, Gençliğim, Siyasî ve
Edebî Hatıralarım”, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, İstanbul.
BEYATLI, Yahya Kemal. (2008), Edebiyata Dair, İstanbul Fetih Cemiyeti
Yayınları, İstanbul.
CEVİZCİ, Ahmet. (2002), Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul.
ELLİS, Mary Lynne. (2011-2012), Sürekli/Süreksiz Kimlikler ve Ötekinin
Zamanı, Cogito Dergisi, say. 68-69, ss. 65-91
KARAOSMANOĞLU, Yakup Kadri. (2008), Gençlik ve Edebiyat
Hatıraları, İletişim Yayınları, İstanbul.
TANPINAR, Ahmet Hamdi. (1998), Edebiyat Üzerine Makaleler, (Haz.
Zeynep Kerman), 5. Baskı, Dergâh Yayınları, İstanbul.
TANPINAR, Ahmet Hamdi. (2006),Yaşadığım Gibi, Dergâh Yayınları,
İstanbul.
TANPINAR, Ahmet Hamdi. (2011), Yahya Kemal, Dergâh Yayınları,
İstanbul.
TUNALI, İsmail. (2011), Sanat Ontolojisi, İnkılâp Yayınları, İstanbul.
ÜNVER, A. Süheyl. (2000), Yahya Kemal’in Dünyası, Şehir Yayınları,
İstanbul.
MOTİF AKADEMİ
160
BOSNALI DİVAN ŞAİRLERİNDE MAHALLÎLEŞME
"Mahallîleleşme" Process in Poetry of Bosnian Divan Poets
Alena ÇATOVİÇ
Özet: Osmanlı edebiyatında mahallî konuların, Türkçe deyim ve atasözlerinin
kullanılmasıyla ortaya çıkan bir süreç olarak değerlendirilen mahallîleşme son zamanlarda
bilim çevrelerinde çok tartışılan bir konu olmuştur. Osmanlı edebiyatı üzerinde çalışan
bilim adamlarının ulaştıkları genel sonuç, özellikle Osmanlı İmparatorluğu gibi çok dilli ve
çok kültürlü bir devlet içinde millî bir dilin yaygınlaştırılması fikrinin eksik ve tartışılır
olduğunu göstermektedir. Her ne kadar mahallîleşme süreci şiirde görülse de şairin öz
Türkçe arayışı içinde olduğunda ısrar edilmesi anakronik bir yaklaşımdır ve bu olgu
mahallîleşme sürecinin bir parçası olarak değerlendirilebilir. Bu süreç, Bosnalı Divan
şairleri dahil olmak özere Osmanlı İmparatorluğunun farklı bölgelerinden gelen şairlerde
dikkat çekmektedir. Bu çalışmada Sâbit, Mezâkî, Osman Şehdî ve Hâtem gibi Bosnalı
şairlerin eserleri, yerel konu ve deyimleri kullanmaları, yerel olay ve yer adlarına
gönderme yapmaları bakımından incelenmektedir. Bu araştırma, Osmanlı edebiyatında
farklı kökenlerden şairlerin aktüel olan edebî süreçlerden haberdar olduklarını ve içinde
yer aldıklarını göstermektedir. Dolayısıyla, Osmanlı şiirinin değişik bölgelerden gelen
şairlerin edebî ürünlerinin bir bütünü olarak algılanabileceğini ortaya koymaktadır.
Anahtar kelimeler: Bosnalı Divan şairleri, mahallîleşme, yerel konular, atasöz ve
deyimler
Abstract: `Mahallîleşme` is a name for a process of localization of Ottoman
literature through employing purified Turkish language as well as local proverbs and
topics. As such it has become lately a matter of interest and discussion in the literary
circles and among the Ottoman Studies experts. A result from such an interest is a general
conclusion that divulgence of a national language, specific to one nation only, in a multi-
cultural and multi-language state such as Ottoman Empire cannot be accepted as well
founded. In spite of the evident presence of local topics and language in the Turk poets’
work it would be anachronous to understand this fact as a search for national language but
it should rather be perceived as a part of a wide spread mahallîleşme process. Such a trend
could also be observed in the poetry from different parts of the Ottoman Empire, including
Bosnia. In light of the aforementioned, this paper analyses the poetry of Bosnian poets such
. Doç.Dr., Sarajevo Üniversitesi, Felsefe Fakültesi, Şarkiyat Filoloji Bölümü, [email protected]
HALKBİLİMİ DERGİSİ
161
as Sâbit, Mezâkî, Osman Şehdî and Hâtem from the aspect of their using local topics and
expresions, as well as referrences to local places and events. Its goal is to show that the
development of trends in Ottoman poetry can be perceived as a common process
encompassing the empire as whole in which poets of different origin were creating their
poems being well aware of and embracing the contemporary trends.
Key words: Bosnian Divan poets, local topics, local phrases and expressions
Giriş
Mahallîleşme, Türk edebiyatı araştırmacılarına göre öncüleri 15. yüzyıla,
son temsilcileri ise 20. yüzyıla kadar giden, mahallî dile ve konulara öncelik veren
bir hareket olarak değerlendiriliyor. Fuat Köprülü başta olmak üzere bir çok Türk
araştırmacı mahallîleşmenin bir boyutunu oluşturan Türkî-i Basit hakkında
yazmıştır. Ancak Türkî-i Basit’i adlandıran Fuat Köprülü’nün1 millî dil ve edebiyat
fikri üzerine kurulu görüşü ve böyle bir hareketin olup olmadığı son zamanlarda
bilim adamları tarafından sorgulanmaktadır. Hatice Aynur, ‘ Türkî-i Basît
Hareketini Yeniden Düşünmek’ adlı makalesinde Köprülü’nün objektif
davranmamış olduğunu, çizgisel bir süreç içinde görüşüne uygun şairleri, yazarları
ve eserlerini seçmiş, diğerlerini ise dışlanmış olduğunu söylüyor. Halbuki tezkire
yazarları, şairlerin sade Türkçeyle yazmaları kendi tercihleri olarak değil, şairlik
yeteneklerinin olmayışı olarak değerlendiriyor.(Aynur, 2009: 39-41)
Her ne kadar Türkî-i Basit akımının varlığını savunan ünlü Türk edebiyatı
araştırmacıları, Köprülü’nün görüşünü destekler, tekrarlar ve örneklerle
zenginleştirirseler de son dönemde yapılan araştırmalar böyle bir hareketin bilinçli
olarak yürütülmediğine işaret ediyor. Nitekim, Walter Andrews, Şiirin Sesi
Toplumun Şarkısı adlı kitabında Türkî-i Basit akımının 16. yüzyılda ‘Türk millî
ruhunun’ yabancı bir edebiyat geleneğine başkaldırısı olarak niteledirilmesini
anakronistik bir yaklaşım olarak değerlendirmektedir. Metnin devamında Andrews,
Köprülü’nün, sonra da Banarlı, Björkman ve Kocatürk gibi Türk edebiyatı
araştırmacılarının söz konusu akıma yaklaşımlarını şu şekilde eleştiriyor: ‘Şu var
ki, Türkî-i basit’in inceleniş şekli, böyle bir akımın yarattığı meselelerin ele
alınmasını sağlayamamıştır,’(Andrews, 2000: 76)
Bu bağlamda Ziya Avşar, çalışmalarında, Türkî-i Basit’in, atasözlerine,
deyimlere ve konuşma diline yer vererek mahallileşme hareketine bağlı bir kol
1 Bu hareketi adlandıran Fuat Köprülü, 1921’de yayınladığı ‘Millî Edebiyatın İlk
Mübeşşirleri’makalesinde bundan ilk defa sözeder, sonra da Millî Edebiyatın İlk Mübeşşirleri ve
Divân-ı Tûrkî Basit adlı kitabında daha ayrıntılı ele alır.
MOTİF AKADEMİ
162
olarak ortaya çıkmış olduğunu söylüyor. (Avşar, 2009: 20-21) Ahmet Mermer,
‘Türkî-i Basît’e Yeni Bir Bakış’ adlı makalesinde benzer bir görüş sergilemekte ve
Türkî-i Basit’in bir akım olmadığını, mahallîleşmenin bir yansıması ve şairlerin
teşbih unsurlarının daha çok yerli olduğunu söylemekte. Mermer makalenin
devamında özellikle Rumeli kökenli olan Divan şairlerinin dilde ve imajda sadeliğe
daha çok ehemmiyet verdiklerini vurguluyor. (2009: 275)
Bu çerçevede Rumeli kökenli Bosnalı Divan şairlerinin şiirlerinde
Mahallîleşme’nin ne şekilde geliştiğini incelemek aydınlatıcı olacaktır. Ancak böyle
bir değerlendirme yapmadan mahallîleşmenin tanımını ve özelliklerini saptamak
gerekir. Şener Demirel’e göre, mahallîleşmenin belli başlı özellikleri şunlardır:
1. Atasözü ve deyimlerin kullanılması
2. Halk tabirleri ve mahalli söyleyişlerin şiire girmesi
3. Günlük ve sıradan olayların şiirin konusu haline gelmesi
4. Özellikle mesnevi konu ve kahramanlarının mahalli çevreden alınması.
(Demirel, 2009: 295)
Demirel, aynı makalede mahallîleşme hareketinin 17. yüzyıldaki
gelişmesinden bahsederken Bosnalı şair Sabit’in şiirinin özelliklerine dikkat
çekmekte: “Bu süreç XVII. yüzyılda Nev’i-zâde Atâyî ve Sabit gibi şairlerin
özellikle mesnevilerinde gerek yerli konuların işlenmesi ve yerli malzeme tercihleri
bakımından, gerekse kullandıkları dil ve söyleyişteki tasarrufları sayesinde daha
rasyonel bir karakter kazanmıştır.”(2009:295)
Mahallîleşme süreci diğer Bosnalı şairler arasında Sâbit’de görüldüğü kadar
belirgin değildir. Kimi şairler bu sürecin tamamen dışında kalır, kimilerinde ise
mahallîleşme sadece kısmen görülür. Örneğin Fevzî Mostarî adlı şair 17. yüzyılda
İran klâsiklerini izlemeye devam ederken, aynı yüzyıl şairi olan Meylî tarihleriyle
çevresindeki olayları kaydetmektedir. (Ramić, 2004:93-94) Divanları elimize ulaşmış
olan Bosnalı şairler arasında mahallîleşme sürecinin özellikleri tam anlamıyla
Alaeddin Sabit, Mezâkî, Osman Şehdî ve Ahmet Hatem’de görülmektedir.
Alaeddin Sabit
Alaeddin Sabit, Bosna’nın Užice (Özice) kasabasında doğmuştur. 17.
yüzyıl sonlarında ve 18. yüzyıl başlarında yaşamıştır. Önce memleketinde, daha
sonra İstanbul’da eğitim görmüş, kadılık ve müftülük yapmıştır. Divanının yanısıra
mesnevi şeklinde yazmış olduğu birçok eseri vardır: Zafer-nâme, Edhem ü Hümâ,
HALKBİLİMİ DERGİSİ
163
Berber-nâme, Dere-nâme, Amr-i Leys,Hadîs-i Erba’in Tercüme ve Tefsiri.
Başlıklarından görüldüğü gibi Sabit’in mesnevilerinin çoğu, yerel konu ve
kahramanları konu edinmekte. Örneğin Derename ‘de, Ruscuk’da hilekâr, yalancı
ve kadın düşkünü olan Söz Ebesi lakabiyla bilinen bir kişinin hikayesi, ya da
benzer bir şekilde Berbername ‘de Çorlu’da bir berber çırağının başından geçen
olaylar anlatılmaktadır.(Kadrić, 2006: 27-29)
Sabit, şiirlerinde atasözü, halk tabiri, günlük konuşma dili öğelerini sık sık
kullanmıştır. Şiirlerinde Mahallî deyimler ve halk ağzından alınmış kelimelerin
yanı sıra klasik şiire hiç yakışmayacak kelimeler de vardır. Turgut Karacan, şair
hakkında yazdığı tezinde, Sabit’in en ciddi manzumelerinde bile, aniden insanı
şaşırtan ve hayrete düşüren kelimelere tesadüf etmenin mümkün olduğunu
nakleder. Çoğu zaman, balgam, gübre, uyuz gibi tuhaf ve basit olarak
değerlendirilebilecek kelimeleri bulmak mümkündür. (Karacan, 1991: 63) Sabit’in
geleneğin dışına çıkan söz dağarcığı ve estetiği aşağıdaki beyitlerde görülebilir:
Piyâz-ı bedr ile milh-i nucûmı hâna koyup
Ta’ayyüş itmede bir baş soganla çarh-ı hasis
Dimişsüz kaluruy ister piyâz-ı ter nevâl olsun
Begüm biz ol piyâza kalmazuz kat kat helâl olsun (Karacan, 1991:68)
Ancak Sâbit’in klasik şiire kazandırdığı farklı söz dağarcığı ve içerik her
ne kadar anlatım eksikliği olarak değerlendirilebiliniyorsa da, bunu bir yenilik
olarak görmek mümkündür. Ali Fuat Bilkan ‘Mahallî Üslup’ yazısında Sâbit’in
Divan şiirine getirdiklerini şöyle vurguluyor: ‘Onun şiirlerinde atasözü ve
deyimleri başarıyla kullanması ve halk tabirleri ile mahallî ifadelere yer vermesi,
Türk şiirinde önemli bir yeniliktir.’ (Bilkan, 2007: 282)
İçerik açısından şiirlerine bakıldığı zaman Sâbit’in kasidelerinde devrin
önemli târihî olaylarına geniş yer verdiği görülür. Kırım Hanı Selim Giray için
yazdığı kasidede zaferinden dolayı onu kutlar. Ruslarla yapılan bu savaşı,
mübalağalı bir şekilde anlatan Sâbit mahallî yer isimlerine sıkça başvurur. Örneğin
Selim Giray’in üç ayda iki zafer kazanıp, Üsküp’e gelişi şu beytte anlatılır:
İnân-ı azmini atf itdi sonra Üskübe
Elinde hançer-i nusret belinde tıg-ı cihâd (K7/38)
Sabit’in diğer şiirlerinde de Balkan coğrafyasının yer adları geçmektedir.
Bosna’da iken yazdığı, Vezir-i azam İbrahim Paşa övgüsünde, yine Ruslarla
yapılan savaşa göndermelerde bulunmakla birlikte, İbrahim Paşa’nın Bosna ve
havalisindeki düşmanı da perişan ettiğini söylemektedir:
MOTİF AKADEMİ
164
Nuhistin âyet-i te’yid-i kudsidür ki kahr itdi
Diyâr-ı Bosna serhaddindeki küffar-ı magrûrı (K 21/22)
Mezâkî
Şairin şiirlerinde sık sık aktüel olaylara ve kişilere gönderme yapması
çağdaşları olan diğer Bosnalı şairlerde görülen bir yaklaşımdır. Sabit’in çok değer
verdiği ve şiirlerine tahmisler yazdığı, Mezâkî mahlasıyla bilinen şair, Bosna-
Hersek Çayniçe kasabasında doğmuştur. Mezâkî, İstanbul’a gelip Enderun’da
birçok paşanın maiyetinde görev yapmıştır. Kendisi Mevlevî olup Arzî Dede gibi
devrin meşhur Mevlevî şeyhleriyle sohbetlerde, şiir meclislerinde bulunmuştur.
Şair, 1676 yılında İstanbul’da ölmüş ve Galata Mevlevîhânesi’nde
defnedilmiştir.(Mermer, 1991:19-25)
Şiirlerinin mahallî karakteri özellikle yer adlarına yaptığı göndermelerde
görülüyor. Mezâkî’nin Divan’ında mekan olarak, klasik şiirde bulunan ve mazmun
duruma gelen Çin, Hint, Mısır, Bedahşân, Bağdad, Haleb, Şam, Hicaz gibi yerlerin
yanı sıra Rum ile İstanbul önem kazanmaktadır.
Ey Mezâkî Mısr u Şâmı seyr idüp şimdi gönül
Ârzû-mend-i temâşâ-yı diyâr-ı Rûm olur (G 198/6)
Şairin odak noktasının Rumeli olduğu aşağıdaki beyitte de görülüyor,
ancak somut olarak İstanbul'un mahallî mekanlarına da göndermede bulunuyor:
İdüp Rûm illerün zevkin Mezâkî sâde-rûlarla
Gönül ne meyl-i İstanbul ne fikr-i Üsküdâr eyler (G 126/9)
Mezâkî’nin İstanbul’un semtlerini konu edinen şiirleri mahallîleşme süreci
açısından çok önemli olmakla beraber, şiirlerinin diğer özelliklerini de bu süreç
çerçevesinde değerlendirmek mümkündür. Mezâkî hakkında tez yazan Ahmet
Mermer, şuh söyleyiş bakımından Bosnalı şairin şiirlerinde Nedim'e zemîn hazırlayan
ifâdelerin bol sayılabilecek ölçüde bulunduğunu söylemektedir. Örneğin Mezâkî:
Mezâkî hüsn-i hûbân-ı Sıtanbul’a nazîr olmaz
Güzellerde letâfet lutf-ı âb u hâkdandur hep ( G 26 /8)
der, 18. yüzyılda da Nedîm şöyle söyleyecektir:
Bak Sıtanbulun şu sâdâbâd-ı nev-bünyânına
Âdemin cânlar katar âb ü hevâsı canına (Mermer,1991: 144)
HALKBİLİMİ DERGİSİ
165
17. yüzyıl Bosnalı Divan şairlerinde görülen mahallîleşme süreci 18.
yüzyılda da devam etmektedir. Divan edebiyatı araştırmacılarına göre,18. yüzyılda
mahallî konular ve günlük yaşayış edebiyata daha çok girmiştir. Edebî eserlerde
yerlileşme, özellikle edebiyatın halk zevkine yaklaşmasıyla görülmektedir.
Mahallîleşme süreci, kullanılan nazım şekillerine de yansımıştır. Lale Devrinin
büyük şairi Nedim’in divan edebiyatına yerleştirdiği şarkı türü bu dönemde çok
rağbet görmüştür. Bosnalı Divan şairlerinin şiirlerinde bu akımın etkisi olarak şarkı
nazım şekillerini kullandıklarını görmek mümkündür.
Osman Şehdî, Ahmet Hatem
Mahallîleşme açısından 18. yüzyıl Bosnalı şairlerden özellikle Osman
Şehdî ve Ahmet Hatem adındaki oğlunun şiirleri dikkat çekmektedir. 1680 yılı
civarında Bosna Sancağı içinde olan Akova kasabasında doğmuş olan Osman
Şehdî, Divan-ı Hümayun kalem memuru olarak görev yapmıştır. Saraybosna’da
çok zengin bir kütüphane kurmuş olan Osman Şehdî bir Divan bir de Sefaret-nâme
yazmıştır. Divan’ının da ki şiirlerin çoğu tarih manzumesidir. Özellikle İbrahim
Paşa’nın imâr faaliyetlerine, çeşme, sebil, köşk ve eğlence yerlerine manzum
tarihler düşürmüştür. Osman Şehdî ,18. yüzyılda Mahallîleşme Cereyanı’nın en
büyük temsilcisi olan Nedim’den etkilenmiştir. Tarihi manzumeleriyle Nedim’e
nazire yazan şair, yine tarih manzumelerinde değişik bir tarz oluşturmuştur.
Nedim’in Sultan Abdülhamid’in vilâdetine söylediği tarihe eş değerde bir tarih
manzumesini yazmıştır. (Bayındır, 2008: 4-17)
Şehdî’nin mahallîleşme akımından etkilendiğini gösteren, mahallî özellik
taşıyan deyimler ve atasözleri Divan’ında önemli yer tutar.
Dâ’imâ eylemekte bezl-i umûm
Neme lâzım diyüp komaz mahrûm (136/6)
Agzını bile açmaz sözi ol gonca-fehmin ne
Bil-lâh bilinmez (109/5)
Şeyda Bayındır, Şehdî konusundaki yüksek lisans tezinde şairin uzun
terkipler kullansa da dilinin sade ve anlaşılır biçimde, günlük konuşma diline son
derece yakın olduğunu söylemektedir. (2008: 21) Şiirlerinde yerel deyim ve
konuşmalara yer verdiğini, tamamen halkın pazar alışverişinde kullandığı
kelimelerle dolu aşağıdaki beytler göstermektedir:
MOTİF AKADEMİ
166
Kaçan kim tâze turfanda hıyâr oldukda âmâde
Olur parmak hisâbı üzre râyic zîr u bâlâda
Sanasın çihânı yüzünde bu cân otıdır güyâ
İdermiş ceyb-i ma’kûsunda pinhân anı dildâde
Görürsen sonra turpuna çıkış ey nâib-i es’âr
Bahâya çıkdı dirler şalgâm u pancarı gördün mü (75/4)
1769 yılında vefat eden Osman Şehdî’nin hayattayken kaybettiği oğlu
Ahmet Hatem, Bosna Sancağında bulunan Akova’da doğduğu için Akovalızade
olarak bilinir. Babasının teşvikiyle ilme büyük ilgi gösterir. Sonra da müderris ve
kadı olarak görev alır. Yenişehr-i Fener’de görev yaparken 1754 vefat etmiştir.
(Varışoğlu, 1997: 4-7)
Ahmet Hatem’in Divanında Sebk-i Hindî üslubuyla yazılmış şiirlerinin
yanı sıra, şarkı nazım şekliyle yazılmış şiirleri dikkat çekicidir. Şarkıları arasında
özellikle ‘Sendedir dîvâne gönlüm sendedir’ redifli şiiri, dönemin zevk ve eğlence
içinde geçen yaşantısını yansıtarak zamanında çok rağbet görmüştür.
Seyr-i bâğ itmez gülistân istemez
Sendedir dîvâne gönlüm sendedir
‘Andelîb-i hoş-hevâ-hân istemez
Sendedir dîvâne gönlüm sendedir
Zîb-i gûş itmez nevâ-yı neyzeni
‘Aynına almaz hezâr-ı gülşeni
Merdüm-i cânım seni gözler seni
Sendedir dîvâne gönlüm sendedir (Ş 1)
Şarkı, Bosnalı Divan şairleri arasında nazım şekli olarak sadece Hatem’de
bulunabilir. Yukarıdaki hem biçim hem de içerik açısından halk zevkine uygun
şarkının yanı sıra, her beytinde birer klasik Türk müziği makamına gönderme
yapılan Hatem’in Divan’ındaki ikinci şarkı, şairin sanat ve marifetini gösterme
bakımından önemlidir.Sözkonusu şarkının çok anlamlı ve farklı okumalara açık
olduğunu aşağıdaki beyitler göstermekte:
HALKBİLİMİ DERGİSİ
167
Ruhun reşk-âver-i mihr-i hicaz-i tâbiş-efzâdır
Nesîm-i gülşen-i hüsnün sabâ-yı evc-bahşâdır
Dir isem râst-i kârım ol nühüft-i hande-i nâzun
Usûl-ı zülf-i çenber-bestesi bir nakş-ı ra’nâdır (Ş 2)
Hatem'in şiirlerinin mahallîleşme sürecinden etkilenmiş olduğu, sadece
şarkı gibi Divan edebiyatına yeni giren nazım şekilerininin kullanılmasında değil,
şairin yerli unsurlara yer vermesinde de görülüyor. Babasının şiirlerinde olduğu
gibi, Hatem'in şiirlerinde de, mahallî sözcükler ve yer adları bulunmaktadır.
Aşağıdaki beytler, özellikle Aksaray, Beşiktaş, Çatalçeşme, Çubuklubahçe gibi
İstanbul semtlerinin isimlerine sıkça rastlandığını göstermekte:
Yem-i ‘işretde mevc-i gam kenâr çizdikçe sarılsam
O tıflı bindirüp bir çifteye dönsem Beşiktaş’a (G 113/3)
Nihâli dûz-i kilk-i vâdî-yi güftârımız Hâtem
Sıtânbul’in Çubuklubagçesi gibi temâşâdır (G 26 /8)
Çünki cenâb-ı şeyh Çatalçeşmdi imiş
İtsün üzüm kızını Sıtânbulun iltihâb (G 5/9)
Sıtânbulun hayâle sahn-ı kâgir-hanesi gelmez
Gözünde Aksaray’dır ‘âlem erbâb-ı temâşânun (K 2/379)
Sonuç
17. ve 18. yüzyıl Bosnalı Divan şairlerinin şiirlerinde gördüğümüz
örneklerden yola çıkarak, Osmanlı edebiyatında mahallî konuların ve Tükçe deyim
ve sözlerinin kullanılmasıyla ortaya çıkan bir süreç olarak değerlendirilen
mahallîleşme’nin İmparatorluğun batı hatlarına kadar yayıldığını söylemek
mümkündür. Her ne kadar Osmanlı İmparatorluğu çok dil, kültür ve ırk barındıran
bir devlet olsa da Divan şiirinin gelişmesinde bir bütünlük görülebilir.
Mahallîleşme süreci, Bosnalı Divan şairleri dahil olmak üzere, Osmanlı
İmparatorluğunun farklı bölgelerinden gelen şairlerde görülmektedir. Çoğu
kaynakta mahallîleşme’nin en bellibaşlı temsilcisi olarak gösterilen Sâbit’in yanı
sıra Mezâkî, Osman Şehdî ve Hâtem’in eserleri, yerel konu, nazım şekli ve
deyimleri kullanmaları, yerel olay ve yer adlarına gönderme yapmaları, Bosnalı
şairlerin çağdaşları olan diğer Osmanlı şairlerinden uzak kalmadıklarına işaret
MOTİF AKADEMİ
168
ediyor. Bundan ötürü, Osmanlı edebiyatında aktüel olan edebî süreçlerden haberdar
olan ve bu süreçlerin içinde yer alan farklı kökenlerden şairlerin edebî ürünleri,
Osmanlı şiirinin bir bütün olarak algılanabileceğini göstermektedir.
KAYNAKLAR
ANDREWS, Walter G. (2000). Şiirin Sesi, Toplumun Şarkısı. çev.Tansel
Güney. İstanbul: İletişim Yayınları.
AVŞAR, Ziya. (2009). “Gölge Avıyla Boşalan bir Sadak: Mahallîleşme”.
Turkish Studies. Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or
Turkic. Volume 4/5 Summer 2009. ss.19-33.
AYNUR, Hatice. (2009). “Türkî-i Basît Hareketini Yeniden Düşünmek”
Turkish Studies. Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or
Turkic. Volume 4/5 Summer 2009. ss. 34-59.
BAYINDIR, Şeyda. (2008). Şehdî Divanı, Yayımlanmamış master tezi,
Gazi Üniversitesi Sösyal Bilimler Enstitüsü.
BİLKAN, Ali Fuat. (2007) “Mahallî Üslup”. Türk Edebiyatı Tarihi.
Edit.T.S. Halman. İstanbul: Kültür ve Türizm Bakanlığı. ss.282-284.
DEMIREL, Şener. (2009). “XVII. Yüzyıl Klasik Türk Şiirinin Anlam
Boyutunda Meydana Gelen Üslup Hareketleri: Klasik Üslıp- Sebk-i Hindî- Hikemî
Tarz- Mahallîleşme” Turkish Studies Volume 4/2 Winter 2009.ss 279-306.
KADRIĆ, Adnan. (2006) Lingvostilistička analiza pjesničkog stvaralaštva
Sabita Alaudina Bošnjaka. Yayımlanmamış doktora tezi, Saraybosna Üniversitesi.
KARACAN, Turgut. (1991). Bosnalı Alaeddin Sabit- Dîvân. Sivas:
Cumhuriyet Üniversitesi Yayınları, 1991.279-306.
KÖPRÜLÜ, Fuat. (1921). “ Millî Edebiyatın İlk Mübeşşirleri”. Tevhîd-
Efkâr Gazetesi.
KÖPRÜLÜ, Fuat. (1928). Millî Edebiyatın İlk Mübeşşirleri ve Divân-ı
Tûrkî Basit. İstanbul, Devlet Matbaası.
MERMER, Ahmet. (1991). Mezâkî: Hayatı, Edebî Kişiliği ve Divanı’nın
Tenkidli Metni. Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yayını, 1991.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
169
MERMER, Ahmet. (2009). “Türkî-i Basît’e Yeni Bir Bakış”. Turkish
Studies. Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic.
Volume 4/5 Summer 2009. ss. 262-278.
RAMIĆ, Alena. “Simboli i motivi u gazelima Fevzije Mostraca na turskom
jeziku”. Beharistan Dergisi. Nisan 2004, S. 12, ss.93-100.
VARIŞOĞLU, Mehmet Celâl. (1997). Hatem: Hayatı, Edebî Şahsiyeti,
Divanı’nın Tenkitli Metni ve İncelemesi, Yayımlanmamış master tezi, Atatürk
Üniversitesi Sösyal Bilimler Enstitüsü.
MOTİF AKADEMİ
170
BALKAN SAVAŞLARI’NDAN GÜNÜMÜZE BATI BALKANLAR VE
KÜLTÜRLERARASI İLETİŞİM BAĞLAMINDA TÜRKİYE İLE
İLİŞKİLER
West Balkans Since the Balkan Wars Until Today and the Relations With Turkey in the Context of Inter-Cultural Communication
Sibel AKOVA
Özet: Balkan coğrafyası, Türkiye Cumhuriyeti Devleti için daima önemli bir yer
teşkil etmiştir. Geçiş yolları üzerinde bulunan Balkan toprakları, tarih boyunca birçok
medeniyetin doğumundan yıkımına değin önemli bir süreci uhdesinde barındırmış, oldukça
küçük bir coğrafyayı nitelemesine karşın; ismi, tarihin her döneminde çatışmalar, savaşlar
ve göçler ile anılmıştır. Balkanlar, günümüzdeki yapısı itibariyle, Sırbistan, Karadağ,
Bosna-Hersek, Hırvatistan, Slovenya, Arnavutluk, Makedonya, Kosova, Bulgaristan,
Romanya, Yunanistan ve Trakya'yı içine alan bir bölgedir. Günümüzde; Slovenya hariç,
eski Yugoslavya’nın küllerinden doğan ve Arnavutluk coğrafyasını da içerisine alan kurgu,
Batı Balkanlar (eski Yugoslavya sınırları) şeklinde tasnif edilmekte ve anılmaktadır.
Ayrıca; Balkanlar, Osmanlı İmparatorluğu’nun yayılma alanı içerisinde yer alarak,
yaklaşık 550 yıl hükümranlığını sürdürdüğü, coğrafi ve stratejik önemi haiz bir bölgedir.
İslam dininin Batı ucu olarak kabul edilen eski Yugoslavya toprakları, İslamiyet ile
Hristiyanlık arasındaki sınırın ince ve naif çizgileri ile çerçevelendiği başat noktadır.
Balkanlar ile mevcut olan tarihi bağımız, bölgede sayıları hiç de
azımsanamayacak oranlarda mevcut olan Türk ve Müslüman nüfus yaratır iken, farklı
dönem ve zaman dilimlerinde yaşanan göçler nedeniyle de Türkiye sınırları içerisinde
yaşayan Balkan kökenli nüfusun hareketini de hazırlamıştır. Nüfus hareketi Türkiye’nin
bölge politikalarını belirleyen önemli unsurlarından birini oluşturmaktadır. Ayrıca;
Balkanların sahip olduğu coğrafi ve stratejik konumu, Türkiye’nin bölge politikalarını
belirleyen bir diğer önemli unsurdur. Yüzünü Batı’ya çevirmiş bir Türkiye için Balkanlar,
Türkiye’nin Avrupa’ya açılan önemli bir kapısıdır. Ülke topraklarının %5’lik kısmının
Balkanlar olarak adlandırılması, sahip olunan ortak sınırlar, süregelen ortak tarihi geçmiş
ve bölgede bulunan önemli orandaki Türk ve Müslüman nüfus, ayrıca; boğazların güvenliği
başta olmak üzere Balkanlar ile Türkiye için önem arz eden ve tabi olarak ortak politikalar
Doktora Öğr, Maltepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İletişim Bilimleri, [email protected].
HALKBİLİMİ DERGİSİ
171
izlenmesini gerektiren ilişkiler içerisinde olunmasını sağlamıştır. Osmanlı’nın Balkanları
fethinden sonra bölgede Türk kültürünün de etkin hale gelmesi ve Türkçe’nin halk diline
yerleşmesi, bu bölgede yaşayan halkların ortak ve melez bir kültüre sahip olmalarını
sağlamıştır. Zaman içerisinde İslamiyet’in de yaygınlaşmasıyla Müslüman ve Türk
kavramları ortak bir durumu ifade eder hale gelmiştir. Yani “Müslümanlar” ile kastedilen
“Türkler” veya “Türkler” ile kastedilen “Müslümanlar” olmuştur. Bu sebeple,
Balkanlarda varolan ve olabilecek her türlü değişim, gelişim veya farklılaşım, Türkiye’yi
de etkileyebilme özelliğine sahiptir.
Her toplum kendine has bir kültüre sahiptir ve bu kültür yapısıyla kendini diğer
toplumlardan farklı kılar. Bir toplumun kültürel yapısı ve değerleri, o toplumun günlük
yaşamını şekillendiren bir olgudur. Bu araştırma ile Türk ve Balkan kültürünü incelemek ve
kültürlerarası benzerlikler ile farklılıkları açıklamak amaçlanmaktadır. Çalışmanın temel
iddiası; Balkan Savaşları ile Türk ve Balkan toplumlarının, kültür kavrayışları arasında bir
ilişki olabileceği savıdır. Yüzyıllardır süregelen, tarihî sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel
etkileşim halindeki kültürlerin, tarihin farklılaşan, siyasi ve toplumsal değişimleri
itibariyle, Türk ve Balkan kültürlerinin farklı etnik tabiata sahip olmalarına rağmen,
kültürel izlerin günümüze değin devam ediyor olması savından hareket ile kültürlerarası
iletişimin günümüze değin olağanca kuvveti ile devam ediyor olmasıdır. Bu çalışma,
Balkan Savaşları’ndan günümüze Batı Balkanları ‘’Kültürlerarası İletişim’’ kavram ve
kuramı çerçevesinde analiz etmeyi amaçlamaktadır.
Anahtar kelimeler: Balkan, Balkan Savaşları, Kültür, İletişim, Kültürlerarası
İletişim.
Abstract: The Balkan geography has ever occupied a crucial position for the
Republic of Turkey. Situated on the passageways all through the history, the Balkan
territories have housed cardinal time courses of a number of civilizations, -from their birth,
till the downfall. Notwithstanding the fact that the characterized geography is quite
smaller, the territory has been commemorated with conflicts, wars and immigrations
throughout the history. The Balkan territory; as of the present day, is comprised of Serbia,
Montenegro, Bosnia-Hercegovina, Croatia, Slovenia, Macedonia, Albania, Kosovo,
Bulgaria, Romania, Greece and the Thrace. Except Slovenia, the present construct that was
reborn from the ashes of former Yugoslavia and that embodies the Albanian territory, is
named and classified as the West Balkans (borders of former Yugoslavia). The Balkans, as
a part of the Ottoman Empire's expansion area, is a land of geographic and strategic
importance. The former Yugoslavian territories -admitted to be the western edge of Islam-,
is a dominant ground, where the border between Islam and Christianity was enframed by
thin and naive lines.
Our historical bond with the Balkans not only created the Turkish and Muslim
population in the zone (which is today a considerable percentage and amount), but also
prepared the formation of Balkan origin population within the borders of Turkey, due to the
major immigrations experienced in various timeframes and periods. This formation
constitutes one of the key elements determining Turkey's regional policies. Moreover, the
MOTİF AKADEMİ
172
geographical and strategic location of Balkans is another crucial factor determining said
policies. Balkans is a cardinal gate to Europe for Turkey, with its face leaning towards the
West. The presence of 5% of the country's land named as "Balkans", common frontiers
amongst the peoples, ongoing common historical background and the significant ratio of
Turkish and Muslim population in the region have secured relations that are vital for Turkey
(especially in terms of security of the Straits, Bosphorus and the Dardanelles) and require
common policies. As the Ottomans conquered the Balkans, Turkish culture became to be
determinant in the region and Turkish language imbedded into the public language. These
conditions led the local community to adopt a common and hybrid culture. In the course of
time, as Islam became widespread, the terms "Muslim" and "Turk" came to a state of
implying one single common status; that is, "Muslims" meant Turks and vice versa. For this
reason, any variation, transformation, evolution and differentiation -whether existing or
potential- in the Balkans bear the characteristics and power of influencing Turkey.
Each society has a unique culture and this "culture structure" differentiates any
society from others. The cultural structure and values of a society are the facts that shape
the daily lives of that society members. This research aims to analyse the Turkish and
Balkan cultures and define the intercultural similarities and differences. The basic claim of
the study is that, there can be a relation between the culture conceptions of Turkish and
Balkan communities led by the Balkan War. Despite the fact that the Turkish and Balkan
cultures possess different ethnic natures throughout the ever changing political and social
distinctions, the cross-cultural communication in terms of historical, social and political
aspects that took place for centuries, still continues with full throttle at present day. This is
based on the theory that cultural impressions and footprints have proceeded up-to-date.
This research intends to analyse the West Balkans within the within the frame of
"Intercultural Communication" concept and theory, since the Balkan War until today.
Key Words: Balkan, Balkan Wars, Cultur, Communication, Intercultural
Communication.
1. Kültür ve Kültürlerarası İletişim
Farklı yapı, kültür, alt kültür gibi örneklerini çoğaltmamızın mümkün
olduğu arka plan ve yapılara sahip bireylerin, iletişim ve birbirleri ile
etkileşimlerini odak noktası olarak değerlendiren ve başat unsur şeklinde
betimleyen kültürlerarası iletişim olgusu, kültür ve iletişim kavramları temelinde
tanımlanmaktadır. Bu iki odak kavram, kültürlerarası iletişim kuram ve olgusunun
bütüncül bir düşünüş ve algı ile kavranabilmesi için özünde mevcut olan iletişim ve
kültür terimlerinin tariflenmesi ile mümkün olabilmektedir. İnsanoğlu (Homo-
Sapiens) diğer canlılardan sosyal ve toplumsal bir varlık olması itibariyle
ayrılmaktadır. Bu farklılığı, kendini ve mensubu olduğu toplumdaki, toplumsal
HALKBİLİMİ DERGİSİ
173
varlığını farklı ve ayırt edici biçimlerde yeniden ve sürekli olarak üretimi koşuluna
bağlı olarak sürdürmektedir. Bahsi geçen toplumsal varlığın kazanımı ve yeniden
üretimi sürecinde, iletişim kurgusu, hayati unsurlardan biri olarak bireyin, kendi
dışındaki gerçekliğin öğreniminde ve kendini ifade etmede olduğu gibi, yaşadığı
dünyayı, varlığını ve toplumsal rolünü algılama ve ifadesinde önemli bir yer teşkil
etmektedir. Bireyin, toplumsal varlığının devamında iletişim faktörünün rolü çok
mühimdir. Birey her çeşit üretim sürecinde diğer bireyler ile iletişim süreci
içerisinde olmak durumundadır.
İletişim düzey ve biçimleri ise üretimin meydana geldiği toplumsal yapıya,
koşullara, bireylere, bireylerin algılarına ve örneklerini çoğaltabilmemizin mümkün
olduğu pek çok faktör ve yapıya göre değişim göstermektedir. Ayrıca, tarihsel
koşulların ve teknolojik gelişmelerin de iletişim biçim ve yapıları üzerindeki
etkisini göz ardı etmemiz, bizleri yanlış bir düşünüşe sevk edecektir. İnsanı,
toplumu ve iletişimi doğru ve etkin şekli ile inceleyebilmek, tarihsel bir bakış
açısına haiz olabilmek, değişimlere yol açan unsurların neden, sonuç ve sürecine
hâkim olabilmek bireyin yaşamının anlam kazanmasına ve algısının gelişmesine
büyük katkılar sağlamaktadır. İletişim süreci içerisinde, üretilen ve paylaşıma
sunulan her türlü anlam, toplumsal üretimin bir faktörü olup, diğer bireyler ile
kurulan üretim ilişkileri bağlamında anlam kazanır. Bireyin mensubu olduğu
toplumsal yapı, kültürün üretimine de zemin hazırlamaktadır. Toplumsal yapının
inşasında ve bu inşanın incelenmesinde önemli bir yere sahip olan kültür
kavramını, toplumun ürünü ve aynı zamanda da inşa edicisi olarak nitelendirmek
yanlış olmayacaktır.
Küresel, yerel, toplumsal gibi pekçok faktör, kültür kavramının
oluşumunda, değişiminde, gelişiminde etkin rol oynamaktadır. Kültürün tanımı,
herkes tarafından pek çok şekilde ve farklılıklar ile yapılmakta olup, tek bir tanım
üzerinde uzlaşılması mümkün görünmemektedir. Toplumsal ilişkiler matriksi
içinde yer alan kültürün tanımlanmasında başgösteren temel güçlüklerden biri, aynı
anda birden çok şeyi (olgu, yapı, durum vs.) belirleme gayretinden doğmaktadır.
Eagleton’a göre kültür; genel bir ifade ile özgül bir grubun yaşam tarzını oluşturan
değerler, adetler, inançlar ve pratikler bileşimi olarak özetlenebilir. (Eagleton,
2005: 46) Kültür, toplumları birbirinden farklılaştıran, ait olduğu toplumun
özelliklerini taşıyan ve kimliğini yansıtan değerler bütünüdür. Lull’a göre ise
kültür, insanların temelde kalıcı ama aynı zamanda rutin iletişim ve sosyal
etkileşim içinde değişebilirlik özelliğine sahip etkinliklerini, dünya görüşlerini
ifade eder. (Lull, 2001: 95) Kültür, bütününde öğrenilmiş ve bireyin sosyal bir
varlık olmasından hareketle, sosyal olarak aktarılmış davranış veya davranışlar
bütünüdür. Toplumların kültürleri birbirleriyle aynı değildir, çünkü her toplumun
MOTİF AKADEMİ
174
kendine özgü bir kültürü ve toplumsal değerleri mevcuttur. Kültür, temelde; bireyin
ya da halkın paylaştığı bütün değerler, adetler, algılar, kaideler ve alışkanlıklardır.
Kültür bireylerin ve toplumların, üretim süreçlerinde ve etkileşimlerinde neleri
doğru, neleri yanlış, neleri uygun, neleri aykırı ve özetle; neleri önemli olarak
nitelediklerini betimleyen düşünceler bütünüdür. Oksaar’a göre; kültürler soyut
birimlerden oluşur: Çeşitli iletişim eylemlerinde, kuşaklara (nesillere), cinsiyete ve
ilişkilere bağlı olarak farklı şekillerde gerçekleştirilebilir. Gerçekleşmeleri, sözlü,
paradilsel, sözsüz ve ekstra sözel olabilen ve ilk etapta nasıl ve hangi araçlarla
sorularını cevaplama imkanı veren davranışlarla olur. (Oksaar, 2008: 36)
Kültürün birçok tanımı vardır. Bir başka deyişle, kültür kavramı, farklı
disiplinler tarafından farklı ve çok çeşitli şekillerde tariflenen ve kurgulanan bir
kavramdır. İçinde bulunulan zamana, coğrafyaya göre değişik anlamlar yüklenen
kavram ile ilgili birçok tanım bulunmakta ve bu tanımlar değişen sosyo-ekonomik,
siyasal koşullara paralel olarak değişim göstermektedir. Kültür kavramı, Latince
bir fiil olan ‘’Colere’’ fiilinden türetilmiştir. Latince’de ‘’Colere’’ fiili; yetiştirmek,
düzenlemek, işlemek, ekip-biçmek, inşa etmek anlamlarını ihtiva etmektedir.
Ayrıca; iyileştirmek ve eğitmek gibi anlamları da uhdesinde barındırması itibariyle,
kültür kavramının zengin tanımlarının ve geniş anlam yelpazesinin varlığına dikkat
çekmek yerinde olacaktır. Cicero ve Horatius; Cultura terimini, insanın
yetiştirilmesi ve eğitilmesi anlamlarına gönderme yapmak sureti kullanarak, kültür
teriminin kullanımında, ilk olmalarının yanı sıra, tarımsal etkinlikleri anlatmak
amacını da gütmüşlerdir. Kültür teriminin çoğul bağlamda kullanımı ise 18.
yüzyılın sonlarına doğru başlamıştır. Kültür, bir anlamda belirli bir topluluğun,
toplumun, grubun, halkın özgün karakteristiğini oluşturan tüm unsurları
betimlemek amacı ile kullanılır iken, temelde, öteki toplum, sınıf, grup ve
toplumlardan ayrılan, değişik, özgül ve farklılık gösteren niteliklerini vurgulamak
esastır. Tüm bu yönleri ile kültürü, Homo-Sapiens’in yapıp-ettiği, her şeyi içine
alan bir varlık alanı olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır. Bu sebepledir ki,
kültür; toplum içerisinde bulunan anlamlı im, imge ve simgeler bütünü olarak
değerlendirilmektedir. Bu çıkarımdan hareketle kültürün, bir toplumun haritası
olarak işlev gördüğünü ifade etmek mümkündür.
Kültür üzerine yapılan araştırmalar ve tartışmalar, gün geçtikçe
artmaktadır. Değişen dünya düzeni ve koşullarında kültürün önemli bir kavram
olarak yerini alması, tarihi süreç içerisinde, geçmişten günümüze değin kültür
tanımlarını farklılaştırırken, çeşitliliğinin de artmasına neden olmuştur.
Aydınlanmanın temeli olarak betimlenen, Rönesans döneminde, alt, üst, folk, karşıt
gibi kültür tanımlamaları yapılırken, modernleşme süreci ve sürecin devamını
yaşadığımız günlerde, popüler kültür, kitle kütürü, medya kültürü gibi
HALKBİLİMİ DERGİSİ
175
tanımlamalar tartışılagelmiştir. Tarihi ve toplumsal hareket ve olaylar, teknolojik
gelişmeler, sosyo-ekonomik hareketler gibi yaşamın hemen her alanında yaşanan
değişimler, bireyin yaşamı algılayış şeklini değiştirmiş ve farklılaştırmıştır. Kültür,
bireyin, manevî değerlerini, maddî tercihlerini yönlendiren ve toplumlararası
ilişkileri düzenleyen ve etkileyen başat unsurlardan biridir. Bu sebepledir ki; farklı
kültürleri yakından tanımak, kültürler arasındaki uçurumları azaltarak, kültürel
şokların yaşanmamasını sağlarken, insanları da birbirlerine yakınlaştırmaktadır. Bir
toplumun sahip olduğu kültürü tanımak ve bilmek, özümsediği kültürel değerler
hakkında farkında ve bilgi sahibi olmak, o toplumu anlamak demektir. Bir
toplumun geçirmiş olduğu değişim sürecinin farkındalığında olan birey, bahsi
geçen toplumun geçmişi ile birlikte, o toplumun kaydettiği ilerleme sürecini de
gözlemlemek sureti ile gelecekte karşılaşabileceği durumları da öngörebilmektedir.
Kartari’ye göre; kültür ve iletişim terimlerinden oluşan ve bu kavramlarla
doğrudan doğruya ilişkili olan ‘’kültürlerarası iletişim’’ farklı kültürlere mensup
insanlar arasında etkileşim ve anlam aktarımları, yabancının algılanması ve kültürel
farklılıkların gözetilmesi gibi konuları inceleyen disiplinlerarası bir bilim dalıdır.
(Kartari, 2006: 25) Kültürün içinde yer alan iletişim süreci, kültürün bütününe ait,
tamamlayıcı bir parçadır. Göstergeler, semboller ve kodlar, kültürün içinde
konumlanan kişilerarası iletişimin taşıyıcı ya da yapısal bloklarıdır. Mora’ya göre;
kültürler, insan toplumlarını hem belirler hem de ayırır. Bir toplumun kültürünün,
belli başlı elemanları o toplumun tarihi, dilleri, gelenekleri, sanatları, iklimi,
coğrafyası, toplumsal, siyasi ve ekonomik normları, dinleri ve değerleridir. (Mora,
2011: 51) Kültürlerarası iletişim alanının gelişiminde ve Kültürlerarası iletişim
kuramının oluşumunda Edward T. Hall’un 1959 yılında yayımlanan ‘’The Silent
Language’’ adlı eserinin katkısı büyük önem arz etmektedir. İlgili eser;
Kültürlerarası İletişim alanında önemli bir başlangıç olarak kabul edilmekle
birlikte; kültürlerarası iletişim kavramı da ilk kez Hall’un temel eserinde
kullanılmıştır. Hall, eseri ile literatüre kültürlerarası iletişim bağlamında temel ve
başucu niteliğinde bir katkı sunarken, bilimsel ve akademik bağlamda da
kültürlerarası iletişimin kurucusu rolünün üstlenicisi konumuna gelerek, kuramın
ismi ile anılmasını da sağlamaktadır. Ayrıca; Margaret Mead başta olmak üzere;
Ruth Benedict, Gregory Bateson, Geoffrey Gorer, Douglas Haring, Clyde
Kluckhon, David Mandelbaum ve Rhoda Metraux gibi antropologların çalışmaları
da kültürlerarası iletişim disiplini adına önemli mesafelerin katedilmesini
sağlamıştır.
Soydaş; Kültürlerarası İletişimi diğer iletişim süreçlerinden farklı
görmektedir. Soydaş’a göre; Kültürlerarası İletişimin diğer iletişim süreçlerinden
tek farkı, farklı kültürler arasında olmasıdır. Bunun sonucunda, kültürlerarası
MOTİF AKADEMİ
176
iletişim, farklı kültürlerden insanların ortak değerler ürettiği sembolik bir süreçtir,
tanımı oluşmaktadır. (Soydaş, 2010: 12) Kültürlerarası iletişim, belirli bir kültüre
mensup birey veya grupların, kültürlerine ait özgül bir mesaj ya da simgenin, farklı
bir kültürün üyesince alınması, algılanması ve işlenmesi durumunda
gerçekleşebilmektedir. Kültürlerarası iletişim savı kapsamında, temelde iki veya
daha fazla kültürün varlığının söz konusu olması gereklidir. Ayrıca; kültürlerarası
iletişimin gerçekleşebilmesi için iki veya daha fazla kültürün mensuplarının
biraraya gelerek iletişim sürecine girmeleri gerekmektedir. Kültürlerarası iletişim,
farklı sosyal grup ve toplulukların üyeleri arasında gerçekleşen iletişim olması
itibariyle, gruplararası iletişimin bir türü olarak değerlendirilmektedir. Ancak;
kültürlerarası iletişim, uluslararası iletişim, ırklararası ve etniklerarası iletişim gibi
terimler ile betimlenen ve iletişime taraf olan katılımcıların, farklı ırksal, ulusal ve
etnik kültür yapılarına gönderme yapma anlamında da kullanım bulmaktadır. Bu
bağlamda, kültürlerarası iletişim, iletişime katılan taraflar arasındaki mevcut
farklılıkları ve benzerlikleri öncesinde varsaymakta olup, bu benzerlik ve
farklılıklar ile ilgilenmektedir.
Spinks ve Wells’e göre; toplumsal norm ve gelenekler, anlaşmalar,
kişilerarası mesafe, arkadaşlıklar, ilişkiler, zaman, sınıf ve kast sistemi, giyim-
kuşam, din, cinsiyet, iş etiği, pratiklik, verimlilik, maddecilik, bireysellik, rekabet,
değişim, hakimiyet, resmiyet ve eşitlik gibi kültürlerarası iletişimi etkileyen pek
çok kültürel farklılık bulunmaktadır. (Spinks ve Wells, 1997: 287) Bir toplum veya
grupta kabul gören gelenek veya görenekler, bir başka toplumda kabul
görmeyebilir. Bir kültürde mevcut, gündemde ve kullanımda olan bir giyim tarzı,
farklı bir kültürde hoş karşılanmayabilir. Aynı şekilde; bir toplumda mevcut olan
bir ritüel farklı bir toplumda garipsenebilmektedir. Kültürlerarası iletişimdeki en
kritik konulardan biri kültürlerarası farklılıklardan haberdar olunmadığında ortaya
çıkan yanlış anlaşılmalardır. Kültürlerarası iletişimin kurulamaması veya kültürel
yapının doğru algılanmaması sonucunda ise kaygı, belirsizlik, yanlış anlaşılmalar
ve kültür şoku gibi olumsuz sonuçlar meydana gelmesi muhtemeldir.
2. Geçmişten Günümüze Batı Balkanlar
Eski Avrupa uygarlığının beşiği olarak kabul edilen Balkanların tarihi
süreci Akdeniz bölgesi kadar eski olması ile birlikte, özellikle kuzey sınırı başta
olmak üzere coğrafi sınırlarının belirlenmesi ve tariflenmesi ile hangi toprakları
kapsadığı ve uhdesinde barındırdığı ülkelerin hangileri olduğu konusunda pek çok
farklı görüş olmak ile birlikte, tarih boyunca genel bir uzlaşı sağlamamış ve net bir
kavramsallık ile çerçevelendirilememiştir. Balkanlar ya da Balkan Yarımadası,
HALKBİLİMİ DERGİSİ
177
Güney Avrupa’daki üç büyük yarımadadan en doğuda olanıdır. Balkan Yarımadası
güneyde Akdeniz, batıda Adriyatik Denizi, doğuda Karadeniz ve Ege Denizi
(Adalar Denizi) ile çevrilidir. Akademik ve bilim çevrelerince jeopolitik terimi
üzerine geçmişten günümüze değin pek çok tanımlamalara tabi olsa da bahsi geçen
sınırlar konusunda genel bir uzlaşma olmasına rağmen, Balkan Yarımadası’nın
kuzey sınırı ya da hangi ülkelerin Balkan ülkesi olduğu noktasında farklı görüşler
bulunmaktadır. Jelavich’e göre; genel olarak Tuna, Sava ve Kupa Nehirleri’nin
oluşturduğu sistem, yarımadanın kuzey sınırı olarak kabul edilmektedir. (Jelavich,
2006: 1) Balkanlar, günümüz sınırları itibariyle, Sırbistan, Karadağ, Bosna-Hersek,
Hırvatistan, Kosova, Arnavutluk, Slovenya, Makedonya, Romanya, Yunanistan,
Bulgaristan ve Trakya topraklarının bir bölümünü içine alan kıymetli bir coğrafi
bölgedir. Eski Yugoslavya Federal Sosyalist Cumhuriyeti’ni oluşturan; Yugoslavya
ülkeleri Bosna-Hersek, Makedonya, Hırvatistan ve Arnavutluk’tan oluşan bölge ile
Yugoslavya Federal Cumhuriyeti (Sırbistan-Karadağ; bahsi geçen iki ülkenin 2006
yılında refarandum ile ayrışması sonucu Sırbistan Cumhuriyeti ve Karadağ
Cumhuriyeti, 2008 yılında da Kosova’nın bağımsızlığını ilan etmesiyle de Kosova
Cumhuriyeti) AB tarafından “Batı Balkanlar” olarak adlandırılmaktadır. Batı
Balkanlar tabiri, çalışmanın sınırlılıklar bağlamında çerçevesini oluşturmaktadır.
Balkan Coğrafyası, Helen Uygarlığı daha sonra Roma ve Bizans
İmparatorlukları ile 550 yıla yakın bir süre hükümranlığı altında kalacağı Osmanlı
İmparatorluğu yönetimleri altında var olagelmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun
yayılma alanı içerisinde kaldığı tarihsel period içerisinde Balkanlar, kültürel,
iktisadi, dinsel, dilsel, etnik ve örneklerini çoğaltmamızın mümkün olduğu pek çok
unsur ile tarihsel teatral içerisinde kıymetli bir yer edinerek, en istikrarlı dönemini
yaşamışlardır. Balkan coğrafyasında tarihî izler bırakan Osmanlı İmparatorluğu,
sadece topraklarını büyütmek için değil; siyasal, ekonomik ve hatta kültürel
değişim için de Avrupa’ya yönelmiştir. Böyle bir değişim için Balkan Yarımadası,
Osmanlılar’ın Avrupa güçleri ile ilişkilerinde bir köprü ya da atlama taşı olarak
görev yapmıştır. Sander’in de ifade ettiği gibi; Osmanlı İmparatorluğu Hristiyan
halkı, özellikle Balkanlarda yaşayanları İslam dinini kabul etmeye zorlamamıştır.
(Sander, 2000: 180) Ancak; aynı hoşgörüyü, Balkan topraklarında hüküm süren
daha önceki hakim güçler -Osmanlı İmparatorluğu'na kıyasla- göreceli olarak
tanımamışlardır. Balkanlar, Romalılar Döneminde ‘’Böl ve Yönet’’ (Divide et
Impera) ilkesiyle yönetilir iken, Bizanslılar ise Slavlaşma süreci ile Balkanlar
üzerindeki günümüze değin etkilerinin devamı niteliğindeki yöntem ve teknikleri
uygulamışlardır. Osmanlı İmparatorluğu, tarihin hiçbir döneminde, ama özellikle
son iki yüzyılında, güçlü toplumsal bağları olan veya yüksek düzeyde toplumsal
bütünleşmeyi gerçekleştirmiş bir ülke değildi. Ortak bir topluma ait olma duygusu
MOTİF AKADEMİ
178
bulunmuyordu. Dahası İmparatorluk nüfusu, birbiriyle bağdaşmayan (dinsel, sosyal
ve başka birçok) gruplara ait olduklarını hissedebiliyorlardı. Osmanlı
İmparatorluğu, 19. yüzyıla kadar Ortaçağ unsurlarını taşıyan Ulusüstü (daha
doğrusu Ulus olamayan) bir imparatorluktu, bu imparatorlukta bürokrasi, bütün
nüfusu birbirine bağlayan (ancak birleştirmeyen) tek ortak kurumdu. Todorova’nın
da ifade ettiği; Osmanlı İmparatorluğu’nun bütünleşmiş bir toplum yaratmadığı
kuşku götürmez, bazı Balkan tarihçilerinin anlamak istemedikleri nokta, bu
imparatorluğun, asimilasyonu bir tarafa bırakalım, böyle bir bütünleşmeyi bile
sağlamaya çalışmadığıdır. (Todorova, 2010: 328)
Balkanlar, dağınık halde yaşayan, çok çeşitli etnik ve dinsel grupları yapısı
içerisinde barındırmaktadır. Balkan sözcüğü, tarihsel süreç bağlamında
değerlendirildiğinde, çatışma, ayrışma ve parçalanma gibi olumsuz anlamlar ihtiva
ettiği gibi yakın tarihimizde de ihtilaflar, çatışmalar, soykırımlar, jeostratejik
konumu sebebiyle yüzyıllar boyunca devamlı olarak istilalar, göçler, savaşlar gibi
örneklerini çoğaltmamızın mümkün olduğu sürekli huzursuzluklar yaşanan ve
teyakkuzda bir bölge olarak görülmekte ve bilinmektedir. Tarihsel süreç içerisinde
birbirleri ile sürekli olarak çatışmış ve birbirinden farklı aidiyetlere sahip
toplulukların varlığı ile, ulusçuluk akımının dünyada en yoğun yaşandığı, yönetimi
ve idamesi en zor bölgelerinden biridir. Balkanlar’ın uhdesinde bulunan etnik
mozaik çeşitliliği, Balkanlar’ın istikrarsız yapısının temel nedenlerinden birini
oluşturmaktadır. İstikrarsızlığa açık yapısı, Balkan topraklarında, tarihsel süreç
içerisinde pek çok defa harita değişimlerinin yaşanmasına neden olmuştur. Yeni
devletlerin kurulması, akabinde bazılarının tarih sahnelerinden silinmesine,
ardından da yine yeniden yeni devletlerin kuruluşlarına sahne olması temelinde,
hiçbir devletin, etnik ve dini yönden homojen bir yapıya sahip olmamalarından
kaynaklanmakta idi. Her bir devlet, -görece- kardeşçe ve birlikte yaşam (özellikle
Josip Broz Tito dönemi ve mottosu olan Bratstvo Jedinstvo-Kardeşlik Birlik)
ilkesini düstur edinmiş görünseler dahi her bir devletin sınırları içerisinde, rakip
olduğu etnik, siyasi ya da dini gruplara bağlı ve yönlendirilmeye elverişli azınlıklar
barındırmaktadırlar.
Balkanlar veya yeni tarifleme biçimi ile adlandırılan Güneydoğu Avrupa
ülkeleri, iç içe geçmiş, birbirleri ile karışmış kültürel gelenekleri, inançları, gelenek
ve görenekleriyle karışık bir etnoloji müzesi görünümündedir. Aralarındaki dinsel
ve siyasal çekişmelere karşın, Balkan halkları bir kültür alışverişi içinde
yoğrulmuşlardır. Balkan Yarımadasına çeşitli yönlerden kolayca girilebilmesi,
etnik yapının karışık olmasında önemli bir etken olmuştur. Etnik gruplaşmalarda
dil ve din farklılıkları, kültürel çeşitliliğin ve kültürlerarası iletişimin belirleyici
etkeni rolünü oynamış, ırk kavramının ise geri planda kalmasına sebebiyet
HALKBİLİMİ DERGİSİ
179
vermiştir. Balkan Yarımadasındaki başlıca etnik gruplar şunlardır; Türkler, Güney
Slavları (Bunların aralarında dil birliği ve siyasal bağlılık bulunurken, dinsel
bakımdan farklılık gösterirler.) Hırvatlar ve Slovenler, Katolik, Sırplar ve
Karadağlılar ise çoğunlukla Rum Ortodoks Kilisesine bağlıdır. Arnavutlar,
Yunanlılar, Bulgarlar, Rumenler (Ulahlar), Balkan Yahudileri ve Balkan
Çingeneleridir. Balkanlar’ın siyasi coğrafyasının bugünkü karmaşık durumunu
yansıtan jeopolitik bölünmeler, bunlara paralel ulusal nitelikler ve demografik
özelliklerin çeşitliliği, Balkanların tarih boyunca sayısız istilalara uğramış
olmasının sonucudur. Balkan coğrafya ve topoğrafyasının ayırıcı ve bölücü
karakterinin doğal sonucu olarak, Balkanlılar arasındaki ilişkiler, daima rekabet ve
mücadele karakteri taşımış; yerel gerginlik ve sürtüşmeler, keza Balkanlardaki iç
kararsızlıklar ve Balkan devletlerinin kendi güvenlik ve bekalarını sağlamak,
bunun yanında kendi öfke ve intikam dolu emellerini gerçekleştirmek için bölge
dışından müttefik edinmeleri, dış müdehaleleri davet etmiştir.
Tarihî ve edebîi imgelemde Balkanlar ürkütücü, ama pek de
tanımlanamamış, bir bölge gibi görünür. Sınıflandırmaya yönelik çoğu girişim,
coğrafyaya (Balkan dağları bölgeye uygun bir isim sağlar.) ya da XIX. yüzyıl
ortasından itibaren yerel veya yabancı gözlemcilerin bu söze atfettikleri bir dizi
önyargıya odaklanır. Wachtel’in de ifade ettiği gibi; tarihçiler bu bölgeyi olumlu
terimlerle tanımlamaya ve Balkanlar'ı tutarlı, karmaşık bir bütün haline getiren
kültürel, tarihi ve toplumsal dokuları çıkış noktası olarak almaya pek hevesli
olmadılar. (Wachtel, 2009: 15) Balkanların, tarihsel period içerisinde
değerlendirildiğinde, önemli bir stratejik geçiş bölgesi, köprü, kavşak konumunda
olduğunu ifade etmek mümkündür. Balkanlarda, geçmişten günümüze süregelen
Müslüman, Hristiyan (Ortodoks-Katolik) dinleri ayrımı, dinsel fanatizm ve
beraberinde yaşanan çatışma örnekleri, Balkanların tarihsel olarak bir geçiş alanı
olması ile birlikte, bölgede kurulan pek çok ekonomik sistemin ve bölgeye adapte
edilen dinlerin Balkanlar’da yaşayan halkların, kendi kültürlerine, yaşam koşul ve
biçimlerine, kendi algılarına göre algılanması ve yorumlanması sebebiyle, bölgeyi
halk salatası, karışım potası gibi kavramlar ile tanımlanmasını mümkün kılarken,
çatışma ve anlaşmazlıklara daha açık hale getirmekte, bölgenin parçalanması
konusunda etkin rol oynamaktadır. Bu bağlamda, bölgeye ebedî didişme, barut
fıçısı veya düello alanı olarak atıfta bulunulmaktadır. Canbolat’a göre; tarihsel
süreç içerisinde, “uzlaşmazlık”, “çelişkiler” ve “çıkarların bölünmüşlüğü” ile
simgeleşen Balkanlar, 20. yüzyılın başlarında siyasal terminolojiye, bu anlamları
içeren “Balkanlaşma” tabirinin girmesine neden olmuştur. (Canbolat, 2003: 57)
Yaşadığımız yüzyılda dahi Balkanlar 45 yıl kadar süren Sovyetler Birliği’nin
güdümü ve vesayeti altında kalmış olmasının ardındından, Soğuk Savaş yıllarının
MOTİF AKADEMİ
180
da sona ermesi ile birlikte dünyanın gündemine yeniden oturmuş, küreselleşmenin
kaçılması mümkün olmayan rüzgarından etkilenerek, mevcut konjonktürel yapının
getirdiği değişim ve dönüşümden hareketle Yugoslavya’nın dağılma süreci ile
birlikte, siyasal mücadelenin çarpışma sahası haline gelerek dünya gündeminin
gözde coğrafyası olarak yerini almıştır. Günümüzde ise barış ortamının yaşandığı
Balkanlar'da, mevcut çatışmasız ortamın devam edebileceği ve kalıcı barışın
sürdürülebilirliliği ile muhafazası şüpheli bir durumdur. Tarihin pek çok
döneminde varolmakla birlikte, günümüzde de Balkan ülkeleri arasında çeşitli
ihtilaflar mevcuttur. İhtilaflara bahis olan birçok mevzu ise hala çözüme
ulaştırılamamıştır.
Balkanlaşma veya Balkanizasyon olarak literatüre geçen terimi, kontrol
edilmesi güç, büyük ve etkin devletlerin parçalanarak, daha küçük ve güçsüz yapı
ve birimlere ayrılarak, özgür uluslar yaratmak olarak tariflememiz mümkündür.
Batı Balkan ülkelerinin, 1990’lı yıllar itibariyle yaşadıkları iç savaş ve çatışmalar
sonucunda egemenlik kavramının parçalanması sonucunda Balkanizasyon sürecine
girdiklerini ifade etmek mümkündür. Şüphesiz ki, Balkanizasyon süreci yeni bir
olgu olmayıp, temeli yüzyıllar öncesine dayanan ancak hiçbir kültürün tek başına
egemen olamadığı, kültürel ayrışımlar, dinsel farklılıklar, ötekileştirilmeler ve
örneklerini çoğaltmamızın mümkün olduğu pek çok unsurun rol oynadığı
faktörlerin varlıklarına dayanmaktadır. Dünyamızın siyasal konjonktürünün,
küreselleşme savı ile buluşup, yeniden yapılandığı günümüz sürecinde, millet
sisteminin terk edilip, küreselleşme ve beraberinde getirdiği unsurların ve değişim
döngüsünün de etkisi ile ulus bilinci ön plana çıkarılarak, Avrupa kimliği ve
algısına -görece- yaklaşıldığını ifade etmemiz yanlış olmayacaktır. Bu durum, hem
Balkan tarihi hem de Dünya tarihi açısından yeni bir dönemin başlangıcıdır.
Yaşanan savaşlar, tarafların ötekileşmesine elverişli zemin oluşturur iken, etnik
duyguların da geçmiş yüzyıllara göre canlanmasına neden olmuştur. Yaşadığımız
çağın moda akımlarından biri olan farklılıkların dünyasında, kültürel çeşitliliğe
zenginlik atfedilir ve farklılıklar ile birarada yaşama kültürü desteklenir iken,
farklılıkların korunması ve çokkültürlülük savları ön plana çıkarılmakta ve
kültürelarası iletişimin önemine vurgu yapılmaktadır. Temelde Balkanlar, özelinde
Batı Balkanların çokkültürlülük ve kültürlerarası iletişim kuram ve savlarının
teorik argümanları ile birebir örtüşür iken; çalışma alanı bağlamında bir etnoloji
müzesi ve kültürel bir laboratuar konumunda olduğunu ifade etmek mümkündür.
Bu sebeple, Balkan topraklarında meydana gelebilecek olayları, durumları ve olası
senaryoları iyi etüd etmek gereklidir.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
181
3. Balkan Savaşları’ndan Günümüze, Türkiye ve Batı Balkanlar İlişkileri
Balkan Savaşları, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma sürecini hızlandıran
ve dağılma sürecindeki aşamalardan en önemlilerinden biridir. Balkan Savaşları
sonrasında, Osmanlı İmparatorluğu, uğradığı yenilgi üzerine, Avrupa’da sahip
olduğu en verimli ve geniş topraklarını kaybetmiştir. Cihan İmparatorluğu olarak
tarihsel teatralda yerini alan İmparatorluğun bir yandan askerîi onuru zedelenmiş
(yıpranmış) öte yandan da siyasî itibarı da sekteye uğramıştır. Balkan Savaşları ile
Osmanlı İmparatorluğu’na Güneydoğu Avrupa haritasında küçük bir pay kalmış,
Makedonya, Batı Trakya ve Ege Adaları elinden çıkmış, böylelikle 550 yıllık
Balkan Hükümranlığı ve Rumeli hakimiyeti sona ermiştir. 1912-1913 yılları
arasında yaşanan Balkan Savaşları, dünya tarihinin şekillenmesinde etkin rol oynar
iken, aynı zamanda da Birinci Dünya Savaşı’nın oluşumuna zemin hazırlamak
sureti ile bölgenin siyasal haritasını önemli ölçüde değiştirmiştir. Balkan Savaşları,
Osmanlı İmparatorluğu açısından, iki farklı yönde önem arz eden anlamlar
içermektedir. Bu savdan hareket ile söz konusu savaşlar bir yandan Osmanlı
İmparatorluğu’nun dağılmasına ilişkin emareler taşırken, öte yandan Türk
Milliyetçiliği'nin doğmasına da neden olmuştur. Dolayısıyla bu öngörü ve algılar,
sorunlu ilişkilerin yeniden harekete geçmesine ve çatışmaların gündeme gelmesine
ve ebedî didişme olarak tabir edilebilecek uzlaşmazlıkların da gün yüzüne
çıkmasına yol açmıştır.
Balkanlar’daki mevcut ulus devletlerin pek az detayda anlaşabildikleri
aşikaârdı, ancak; üzerinde anlaşmakta zorlanmadıkları ve daima mutabakata en
kolay vardıkları konu ise Osmanlı İmparatorluğu’nu Avrupa topraklarından
uzaklaştırma ve atma arzusuydu. Daha önce onları harekete geçmelerinden
alıkoyan faktörlerden olan ganimetin paylaşımına dair anlaşmazlık ve Osmanlı
Ordusu'nun gücüne karşı duyulan korku da Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlar
üzerindeki etkisinin ve gücünün azalması ile birlikte, ortadan kalmıştı. 1912-1913
yılları arasındaki değişim, yüzyıllarca bastırılan korkuların ve sindirilen arzuların
gün ışığına çıkmasında etkin rol oynamıştır. Bu arzu ışığında; 1911 senesi, Mart
ayında Sırbistan’ın girişimi ve öncülüğünde, Sırbistan ve Bulgaristan bir ittifak
gerçekleştirdiler. Artuç, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı kurgulanan ittifakları şu
şekilde tariflemektedir: Tarihin pek çok döneminde, Sırplar’ın ve Bulgarlar'ın
ittifak oyunları, bu dönemde de kendini gösterecekti. Yunanlılar, ne zamandır
Sırplar ile Bulgarlar arasında gizlice sürdürülen görüşmeleri öğrenmişler ve biraz
da kuşku ile durumun gelişmesini takibe başlamışlardır. Öyle ya kendisi
Osmanlılar aleyhindeki bir paylaşmanın dışında mı kalacak?, Makedonya’yı bu iki
İslav milletine mi kaptıracaktı? (Artuç, 1988: 69) Bu ittifak görünürde, resmi
olarak savunma amaçlı olarak gösterilmeye çalışılsa da, esas amacı Türkiye
MOTİF AKADEMİ
182
Avrupası’nı fethetmekti. Bu ittifakı, benzer bir anlaşmaya ile 1912 yılında,
Yunanistan ile Bulgaristan arasında yapılan anlaşma izledi. Karadağ ve Sırbistan
ise çok vakit kaybetmeden Ekim ayı başlarında bir ittifak yaptılar ve antlaşma
imzaladılar.
Balkan topraklarında, Osmanlı İmpratorluğu'nu devre dışı bırakmak adına
çeşitli girişim ve ittifaklar kurgulayan küçük gruplar halindeki Balkan halkları,
Osmanlı İmparatorluğu’na karşı birleşme ve ittifak hazırlıklarını planlı bir şekilde
organize ederek, sürdürdüler. Bu oyun ve hesaplar sürer iken, Osmanlı- İtalyan
Savaşı, İmparatorluğun varolan askeri ve siyasal gücünü daha da zayıflatmış ve
böylece Balkan Devletleri’nin harekete geçmelerine olanak sağlayarak, planların
uygulamaya geçilmesine uygun zemin hazırlamışlardır. Babuna’ya göre;
İmparatorluğun son dönemlerinde diğer dini inançlara sahip topluluklar merkezi
iktidara karşı bağımsızlık mücadelesi verirken, Boşnak Müslümanlar kaderlerini
Osmanlı İmparatorluğu’yla birleştirmiştir. (Babuna, 2000: 15) Babuna ile benzer
görüşe sahip Karatay’a göre de; İslam’ı din olarak benimseyen Boşnaklar,
Osmanlı’yı da kendi devletleri gibi görmüşler ve Devlet-i Aliyenin hem
gelişmesinde hem de korunmasında büyük hizmetler vermişlerdir. (Karatay, 2002:
3) Osmanlı İmparatorluğu'nun Balkan topraklarında kalan mirası olan ve Evlad-ı
Fatihan olarak isimlendirilen Boşnak Müslümanlar, Osmanlı İmparatorluğu'na en
sadık toplum olarak literatürde yerlerini almışlardır.
Böylece Balkan Devletleri, 1912 Sonbaharında, aralarındaki yoğun
rekabetlere rağmen, kompleks bir ittifak ağı ve karmaşık çeşitli antlaşmalar ile
Sofya merkezli olarak Türkiye’ye karşı bir araya geldiler. Hayta’ya göre; bu
durumu savaş kararı izledi. Bu karar, Avrupa Türkiye’sinde ve Avrupa’da krizlerin
arttığı bir dönem boyunca alınmıştı. (Hayta, 2008: 3) Osmanlı İmparatorluğu hem
siyasi hem mali hem de askeri açıdan bu savaşa hazır değildi. Ayrıca ordunun
savunma ağırlıklı olmaktan ziyade, saldırı ağırlıklı savaş stratejisi gibi, yanlış ve
duruma uygun olmayan savaş stratejileri sebebiyle, sayı bazında da az olan
Osmanlı İmparatorluğu Ordusu, neredeyse tüm cephelerde yenilgiye uğramak
sureti ile 3 Aralık tarihinde, ateşkesi kabul etmek durumunda kalmıştır.
İttihatçıların girişimleri ile meydana gelen hükümet darbesi ile birlikte de 22 Ocak
tarihinde, yeni kabinenin kurulması kaçınılmaz bir hal almıştır. Darbeyi fırsat bilen
Balkan Devletleri tekrar harekete geçerek, eylemlerine hız kazandırmak ve
pastanın en büyük parçasından pay edinmek uğraşına girdiler. Zira; Balkan
Devletleri'nin, kendi etnik kökenlerine yönelik, Büyük Sırbistan, Büyük
Hırvatistan… gibi devletler kurma hayalleri, mevcut durumda hayallerini
gerçekleştirmeleri adına uygun bir zemin teşkil etmekte idi. Yorgun ve güçsüz
düşen Osmanlı İmparatorluğu orduları, Balkan Devletleri ordularını, ancak Çatalca
HALKBİLİMİ DERGİSİ
183
yakınlarında durdurabildiler. Edirne ise 26 Mart tarihinde Bulgarlar’ın eline
geçmişti. İttihatçıların barış için müzakere etmekten başka seçenekleri kalmamıştı.
Tarihte; Balkan Hacaleti (utancı) olarak geçen Balkan Harplerinin acı
tecrübesi ve bu tecrübenin Mahmud Muhtar Paşa’nın kaleminden Üçüncü Kolordu
ile Üçüncü Doğu Ordusu muharebelerini anlattığı Balkan Harbi isimli eserin”de;
Mahmud Muhtar Paşa’nın şu şekilde bir söylemi mevcuttur;
‘’Ne yazık ki, üç asırdan beri, çeşitli bozgun, acınacak hal ve
cehalet aynası olan tarih levhalarımıza bakmayarak, durmadan altıyüz senelik şan ve şereften söz edip yüksekten uçarak, kendimizi aldatmaktan
bir an geri kalmadık. İlimden, sanayiden, ticaretten mahrum, yoksulluk ve sıkıntı içinde bulunan ve millet sözünün dayanacağı esas şartlardan uzak,
muhtelif unsurların topluluğundan meydana gelmiş, siyasi hayatını
sürdürmesi, diğer devletlerin birbirleriyle olan rekabetlerine bağlı, arazisi büyük fakat; kuvveti küçük bir devletçikten başka bir şey olmadığımızı
anlamak istemedik. Gerek bu haller, gerekse her şeyden önce dahili
intizam ve inzibatı temin etmesi gereken ordunun, ihtilalciler elinde oyuncak olması ve subayların vazifelerinden başka her şeyle meşgul
olmaları, Avrupaca hakkımızda beslenen bütün ümitleri söndürüp, her türlü sevgiyi yok ederek nefret uyandırdı. İşte başımıza gelenler, bütün bu
hallerin müstehak olduğumuz neticeleridir.’’(Muhtar, 2012: 186)
Bozgunun hızı ve çoğu yerin savaşılmadan terk edilmesi Balkan
müttefiklerini olduğu kadar, büyük güçleri de şaşırtmıştı. Kutlu, yaşanan şaşkınlığı
şu şekilde ifade etmiştir: Bu denli hızlı bir çöküşü kimse beklemiyordu. Bozgunun
nedenleri, Osmanlı İmparatorluğu’nda her kesimde yoğun olarak tartışıldı. (Kutlu,
2007: 337) Aslında Balkan Savaşları'nın akibetini Osmanlı İmparatorluğu'nun
siyasi, sosyal ve iktisadi yapısı gözler önüne sermektedir. Türkiye tarihinde Balkan
Savaşları’nın ayrı bir anlam ve önemi vardır. Aynı şekilde; Harb-ı Umumi, Cihan
Harbi ya da Birinci Dünya Savaşı olarak adlandırılan, dünya haritasının yeniden
şekillenmesinin müsebbibi olan ve 1914-1918 yılları arası yaşanan savaş, dünyayı
kasıp kavuran, küresel bazlı ve Avrupa merkezli bir savaş olmak ile birlikte,
Balkan tarihini ve halklarını pek çok yönde, farklı şekillerde etkilediği gibi,
Osmanlı İmparatorluğu ve Türkler’i de en derin şekli ile etkilemiştir. Osmanlı
İmparatorluğu için Balkan Harbi, sonun başlangıcıdır. En uzun Cihan Harbi, yani
Birinci Dünya Savaşı küresel bazlı bir savaş olmak ile birlikte, temelde Türkler’in
savaşıdır. Hall’in de ifade ettiği gibi; savaşan diğer ülkeler, beklentilerinden uzun
süren Cihan Harbi’ni dört yılda sona erdirmiş ve Versailles, Trianon, Saint-
MOTİF AKADEMİ
184
Germain ve Neuilly ile barışa ulaşmışlardır. Türkiye, Cihan Harbi’ne bir anlamda
Balkan Harbi ile başlamış ve Milli Mücadele ile sona erdirmiştir. (Hall, 2003: 7)
Osmanlı İmparatorluğu’nun gücünü yitirmesi, akabinde tarih sahnesinden
silinmesi itibariyle Batı Balkan ülkeleri (temelinde Eski Yugoslavya ülkeleri) ile
Türkiye’nin tarihsel süreç içerisinde tanık oldukları olaylar ve durumlar ile ilgili
Alili’nin ifadesi şu şekildedir; “Balkanların iki ucundaki iki önemli ülke, dünyaya
bağımsız yaşamanın mümkün olduğunu gösterdiler. Bağımsız yaşamak için
Kurtuluş Savaşları verdiler ve savaşlardan sonra kendi topraklarına has devrimler
gerçekleştirdiler. Mustafa Kemal Atatürk’ün Altı Ok’u ile Türkiye Cumhuriyeti ve
Mareşal Tito’nun özyönetimiyle Yugoslavya...’’ Kültürleri ve halkları birbirlerine
çok benzeyen iki ülke, hep Emperyalistlerin hedefi oldu. (Alili, 2010: 99)
Yugoslavya sanal bir rüyanın gerçekleşmesinin en somut örneklerinden biridir.
Zira; II. Dünya Savaşı ve akabinde oluşan olağandışı şartlar, millet veya ulus
kurgusunun oluşabilmesi adına gerekli ve yeterli olabilecek maddî ve manevî
şartların yoksunluğuna rağmen, Yugoslavya Devleti’nin, oluşturulabilen sanal ve
imkansıza yakın bir yapının temsili olduğunu ifade etmek yanlış olmayacaktır.
Çünkü; Balkan Coğrafyasında yaşayan ve ulus kimliğinden haberdar,
birbirlerinden farklı ve kendi aralarında, kendilerinden farklı olanların
ötekileştirildiği, farklı etnik gruplardan tek ve bütün bir yapının oluşturulması,
dönemin siyasi, sosyal ve politik yapılanmasında imkansız ile eşdeğer bir durum
olarak algılanıyor olduğunu ifade etmek mümkündür.
Müller’e gore; Yugoslavya’da, Tito’nun yönetimindeyken, burada yaşayan
farklı halk grupları arasında belirli bir siyasi denge kurulmaya çalışılmıştı. Tito,
merkeziyetçilikten biraz uzaklaşmaya çalışarak ekonomik eşitliği sağlamaya
çalışmış ve bölgenin temsil edilmesini kabul etmişti. Böylece, burada yaşayan
halklar arasında tarihten kaynaklanan yaraları sarmayı ve anlaşmazlıkları kontrol
altında tutmayı ümit ediyordu. (Müller, 2001: 78) Tito’nun stratejisini başarı ile
uyguladığını, farklı dinlere ve etnik kökenlere mensup bireyler arasında kurulan
dostluklar, arkadaşlıklar, komşuluklar, iş ilişkileri ve yapılan evlilikler gibi beşeri
ilişkilerin varlığına bakarak ifade etmemiz yanlış olmayacaktır. Tito’nun
ölümünden sonra, aynı yönetim başarısı sağlanamadı, her politikacı zirveye
çıkabilmek adına kendi yöntemlerince etik olmayan pek çok yönetim tarzını
benimseyerek, çeşitli oyunları kullandılar. Tito’nun ölümü sonrasındaki süreçte,
pek de parlak bir kariyere sahip olmayan Slobodan Milošević, unutulan ve
unutturulmaya çalışılan Milliyetçilik (Etnik Milliyetçilik) zehirini gün ışığına
çıkarmak sureti ile hatırlatarak ve canlı tutarak, ülkesindeki insanları kontrol
etmeye çalıştı ve başarılı da oldu. Sırp milliyetçilerine göre İslam dinine mensup,
Müslüman Boşnaklar, Sırpların tarihteki en büyük düşmanı olan Osmanlı
HALKBİLİMİ DERGİSİ
185
İmparatorluğu’nun hatırasıydı ve bu kimliğe sahip olan Boşnaklar, o en büyük
düşmanın birer uzantısı olarak görülüyorlardı. Bu sebepledir ki; Sırp Milliyetçileri
arasında “Müslümanlar Sorunu’’nun katliam yoluyla çözülmesi yönünde fikir
jimnastikleri sıkça yapılıyordu.
Müslüman sorunu olarak tabir edilen olguya istinaden, Volkan ve Atabey’e
göre ’’Eski Yugoslavya’nın çöküşünden ve Sırplar’ın ‘’Şimdi Biz Kimiz?’’ sorusu
ile karşı karşıya gelmelerinden sonra Slobodan Milošević’in başkanlığı altında
oluşan arındırma, etnik temizlik (Volkan ve Atabey, 2010: 137) ve soykırım
hazırlıkları başladı. ‘’Eski Yugoslavya’da yaşayan Sırplar ve Karadağ’lılar
geleneksel olarak Ortodoks, Hırvatlar ve Slovenler ise Katolik Hristiyanlar’dır.
Boşnak ve Türkler’e ek olarak Arnavutlar’ın büyük çoğunluğu ise
Müslüman’dırlar. Tekin’e göre; bu çeşitli milliyetler ve dinsel topluluklar
karmaşasının yol açtığı sorunlar, Yugoslav Savaşı’nın temel ideolojik ve dinsel-
etnik kimliğin bir parçası olmaktadır. (Tekin, 2011: 19) Slobodan Milošević’in
Yugoslavya’yı Sırpların etrafında toplama çabası, doğaldır ki, bu durum, diğer
etnik kökenleri rahatsız etti. Özellikle, diğer etnik kökenlere oranla, daha iyi maddî
güce ve ekonomiye sahip olan Hırvatistan ve Slovenya, millî ve bölgesel çıkarlarını
savunmak adına girişimlerde bulunmaya başladı. Bu durum, Tito’nun (Bratstvo
Jedinstvo-Kardeşlik Birlik) mottosunun yıkımı ve alarm çanlarının çalması
anlamına gelmekteydi. Avrupa Topluluğu, Yugoslavya krizinin ilk aşamasında
kararsız bir tutum sergilemiştir. 1991 yılı Haziran ayında Hırvatistan ve
Slovenya’nın bağımsızlık ilan etmesinden sonra Federal Ordu’nun müdahalesi ile
çatışmalar başladığında Avrupa Topluluğu, “Yugoslavya’nın toprak bütünlüğünü
desteklediğini bildiren bir açıklama yapmıştır. Avrupa Topluluğu, Ülger’in de ifade
ettiği gibi, Yugoslavya krizinin Hırvatistan-Sırbistan çatışmaları olarak ifade edilen
birinci aşamasında gözlemci göndererek durumu kontrol etmeye çalışırken, bir
yandan da savaşan taraflar arasında arabuluculuk yapmıştır. (Ülger, 2003: 70)
Yugoslavya Federasyonu, dağılmanın eşiğindeyken bile Türkiye ile
ilişkilerini sürdürüyordu. 1989 yılında Kosova’da Slobodan Milošević’in başlattığı
milliyetçik akımının sonucunda Sırbistan’ın Bosna-Hersek’e saldırısı gerçekleşti.
Bu durumda Türkiye bir yandan Bosna-Hersek’e yardım ediyor, bir yandan da
Sırbistan ile ilişkilerinin bozulmamasına çalışıyordu. Yugoslavya Bunalımının,
başından itibaren Yugoslavya Federasyonu’nun bütünlüğünün korumasını
savunmuş olan Türkiye, Soğuk Savaş sonrasında Balkanlar’da kendisine dost olan
ve aynı zamanda da desteğini arayan iki yeni ülkenin doğuşunu izliyordu. Ancak;
Türkiye, Yugoslavya’nın parçalanmasını teşvik eden ülke konumuna düşmemeye
de gayret göstermiştir. Makedonya’nın 17 Eylül ayında bağımsızlığını, Bosna-
Hersek’in de 15 Ekim’de egemenliğini ilan etmesinden sonra da Türkiye bu
MOTİF AKADEMİ
186
ihtiyatlı tutumunu terk etmemiştir. Türkiye bu yeni devletlere verdiği manevî
desteği diplomatik bağlamda tanımaya dönüştürmek için, önce Uluslararası
toplumdan bu yönde bir adım atmasını beklemiştir. Kut’un da ifade ettiği üzere;
Almanya’nın baskısıyla 15 Ocak’ta Avrupa Toplulukları (AT/AB)’nın Slovenya ve
Hırvatistan’ı, Bulgaristan’ın da aynı gün bu dört Cumhuriyeti birden tanıdığını
açıklaması Ankara’yı rahatlattı. Türkiye 17 Ocak 1992’de, bağımsızlık ilan eden
tüm Yugoslav Cumhuriyetlerini ayrım gözetmeksizin aynı anda tanıyacağını
açıkladı ve Türkiye taahhüt ettiği üzere, Yugoslavya’dan bağımsızlıklarını ilan
eden dört Cumhuriyeti 06.02.1992’de ayrım gözetmeksizin tanıdı. (Kut, 1998: 327)
Türkiye'nin Balkan coğrafyasındaki icraatları ve hamleleri çok büyük nitelikte
siyasi ve insani riskleri de uhdesinde barındırdığından büyük önem arz etmektedir.
1990’lı yıllardan günümüze, Sırbistan ile Türkiye arasındaki ilişkilerin
yapısına bakıldığında, Bosna-Hersek’in yanı sıra, bağımsızlığını ilan eden Kosova
sorunu ile ilgili hassas politik strateji ve geçişlerin yaşandığını ifade etmek yanlış
olmayaktır. Kosova sorunu; temelde, Arnavut ve Sırp olmak üzere iki ulusal
davanın çatışma noktasını temsil etmektedir. Bir anlamda; Balkanlarda varlığını
sürdüren daha geniş çaptaki Arnavutlar’ın sorunlarının da yansıma alanı ve
bölümüdür. Diğer Balkan topraklarında olduğu gibi, Kosova’da da yaşayan Türk
ve Müslüman nüfuslar, Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlar’dan çekilmesi ile
birlikte ilgisiz bırakılarak kaderlerine terk edilmiş, yalnız ve korumasız
bırakılmışlardır. Yalnız kalmalarına ve korumasız bırakılmalarına rağmen,
Kosova’da yaşayan Türk ve Müslüman nüfus, tarihsel süreç içerisinde Balkan
Savaşları, I. ve II. Dünya Savaşları, komünist yönetim, Yugoslavya dağılma süreci
boyunca yaşanan iç savaşlar ve kargaşalar gibi büyük ve çetin pek çok felaketi
başarılı ve olabilecek en olumlu şekli ile atlatmayı başarmışlardır. Kosova’da
yaşayan Türk ve Müslüman nüfusun, hayatta kalma mücadelelerinde tüm güçleri
ile sosyal, ticari ve kültürel yaşamlarında, politik yaşamları da dahil olmak üzere,
olabildiğince etkin olmaya, aktif rol almaya çalıştıklarını gözlemlemek
mümkündür. Ayrıca; Kosovalı Türk ve Müslüman nüfusun, hayallerinin icrası ile
hayatlarının idamesi paralelliğinde istikrarlı, tutarlı ve mantıklı planlar
tasarlayarak, barut fıçısındaki yaşamlarını olabilecek en az zarar ve barışçı çözüm
yolları ile günümüze değin idame ettirdiklerini ifade etmek yanlış olmayacaktır.
Sırbistan’da Ekim ayı 2000 seçimlerini Slobodan Milošević’in kaybetmesi
üzerine iktidara Voyislav Kostunitsa‘nın gelmesi ile birlikte ülke BM dâhil
uluslararası örgütlere üye olmuş, öte yandan da Balkan İstikrar Paktına da kabul
edilmiştir. Ülkede istikrar ortamı da sağlanmaya başladığından, Türkiye ile Balkan
ülkeleri ilişkileri başta Sırbistan olmak üzere düzelme periyoduna girmiştir.
Türkiye’nin Sırbistan ile ilişkileri hem Bosna Savaşı süresince hem de savaş
HALKBİLİMİ DERGİSİ
187
sonrası dönemde tüm olumsuz koşullara rağmen ilişkilerin geliştirilmesi çabasına
dayanmaktaydı. Özellikle, ekonomik, kültürel ve ticari ilişki ile anlaşmaların
geliştirilmesi yönünde varolan engellerin aşılması konusunda görüşmeler yapılarak,
mutabakat sağlanma çabaları aralıksız devam etti. Türkiye’nin, Bosna-Hersek’e
özellikle yeniden yapılanma süreci içerisinde hem kalkınma hem de bölge barışı ve
istikrarın sağlanması konularında azımsanamayacak derecede katkı ve yardımları
söz konusudur. Dışişleri Bakanlığı’nda olduğu gibi, Kültür Bakanlığı’nın da
Balkan ülkeleri genelinde, özelde Bosna-Hersek Devleti üzerinde faaliyetler
düzenlemek sureti ile katkıda bulunulduğunu ifade etmek yanlış olmayaktır.
Bosna-Hersek’te etnik, ekonomik ve istikrar bazlı sorunların varlığı ve kalıcı
çözümler bulunamaması gibi sebepler, ülkeyi felakete götürebilecek yolun ağzına
sürüklemekte, her an hiç beklenmedik gerilimlere ve felaketlere açık bir durumda
bırakmaktadır. Zira; mevcut barış ortamı hassas dengeler üzerine inşa edilmektedir.
Balkanlarda bir barış gücü oluşturulması projesi Türkiye tarafından
NATO’nun BİO Programı çerçevesinde ortaya atılmıştır. Projenin iki amacı vardır:
Birincisi, Balkan ülkeleri arasındaki işbirliğini geliştirmek ve gerektiğinde
çatışmaları önlemek amacıyla kullanmak, ikinci olarak da bu ülkelerin ileride olası
NATO üyelikleri durumunda uyumlaştırma sürecine girmelerini kolaylaştırmaktır.
Bu proje ABD tarafından da desteklenmiştir. Uzgel’in de ifade ettiği gibi örgütlenme
şemasını NATO’dan almış olan MPFSEE’nin işlevi NATO’nun yürüttüğü
operasyonlara katılmak ve bağımsız olarak da düşük riskli insani yardım
faaliyetlerinde bulunmak olarak belirlendi. (Uzgel, 2000: 518) Ayrıca; Türkiye,
Barışı Uygulama gücü (IFOR), Uluslararası Polis Görev Gücü (IPTF) ve BM
misyonu (UNMIBH) gibi kuvvetlere asker göndermek sureti ile Bosna’da güvenliğin
sağlanmasında katkılar sağlamıştır. Yıkılan binalar, okullar, köprüler gibi pek çok
mimari yapı da Türk birlikleri tarafından, gönüllü olarak onarılmıştır. Türkiye,
Balkan Devletleri’nin –kimi çevrelerce yapılan söyleme göre- ‘’Büyük Ağabey’’i
rolünü üstlenmiş olmak ile birlikte dost ve müttefik bir yaklaşım ile ekonomik, siyasi
ve kültürel alanlarda desteklerine devam etmeli ve kalıcı çözüm arayışlarında Balkan
halklarının yanında olmalıdır. Türkiye’nin Avrupa’ya açılan kapısı olan Balkanlar ile
iyi ve dost ilişkilerin sürdürülebilirliliği adına destek sorumluluğuna devam
etmelidir. Balkan ülkelerinin, enerji, ulaşım, telekomünikasyon ve diğer altyapı
hizmetlerinin geliştirilmesi konularında yardım ve desteğe ihtiyaç duydukları
aşikardır. Bölgesel ve uluslararası yaklaşımların benimsenmesinin desteklenmesi,
yatırım ve ticaret ortamının iyileştirilmesi gibi ekonomik ve ticari yatırım
ortamlarının iyileştirilmesi gereklidir. Ayrıca; organize suçla mücadele
çalışmalarının desteklenmesi, nüfus hareketliliğinin dengelenmesi ve yönetimi gibi
çalışmaların da desteklenerek çekidüzen verilmesi gerekliliği söz konusudur.
MOTİF AKADEMİ
188
Türkiye, Balkan ülkeleri arasında herhangi bir fark gözetmeden Balkan
ülkelerine bütüncül bir yaklaşım göstermekte ve bölgenin başta ekonomi olmak
üzere yapılanması için çaba harcamaktadır. Türkiye, barış ve güvenliğin bölgede
daim olabilmesi ve sürdürülebilirliği adına, yeniden yapılanmanın bir teşkilat veya
kurum tarafından değil, Balkan halkları ile yakın temas, işbirliği ve kültürlerarası
iletişimin farkındalığı ile gerçekleştirilmesi gerekliliğine inanmaktadır. Ayrıca
Türkiye, Balkan Paktı’nın proje ve çalışmalarını takip etmek ile birlikte, projelerin
Balkan ülkelerinin önceliklerinin saptanarak hazırlanması konusunda lobi
faaliyetlerini de yürütmektedir.
4. Kültürlerarası İletişim Bağlamında Balkan Savaşları
20. yüzyıl Balkan tarihi, dünya tarihinde ayrı bir konuma sahiptir. 20.
yüzyıl tarihini belirleyen büyük ölçüde Balkanlar’dır. 19. yüzyılın tüm umutlarını
çökerten Cihan Harbi, Balkanlar’daki gelişmelerin fitillediği bir Dünya Savaşı'dır.
Bir başka deyişle, “Uzun 19. yüzyıl’’ı sona erdiren ve “Kısa 20. yüzyıl’’ı başlatan
Güney Doğu Avrupa’dır. Balkan Harbi, Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa'lı
olmak ve Avrupa'da varlık göstermek anlamına gelen, Avrupa'lı kimliğinin sonu
neticesine sebebiyet vermiştir. Osmanlı Devleti, Balkan Savaşları vesilesi ile bir
anda ve kısa bir süre içerisinde, hiç beklenmedik bir şekilde Avrupa'da varlık
gösterdiği toprakların nerede ise tamamını yitirmiştir. Balkan Savaşları, 93
Harbinin akibeti gibi, Rumeli'de mevcut Türk nüfusuna ve varlığına etkin tesirleri
olan bir savaştır. I. Dünya Savaşı arifesinde, Avrupa topraklarını etkisi altına alan
Ulusçuluk akımının etkileri, Balkanlar'ı da engellenemez bir şekilde etkisi altına
almıştır. Bu durum ise daha sonraki süreç içerisinde, Dünya tarihinde yer alacak ve
dünya gündemini daimi suretle işgal edecek olan etnik çatışmaların ve
ötekileştirilmelerin temelini oluşturacaktır. İçinde bulunduğumuz yüzyıl içerisinde
literatürde Balkanizasyon isimlendirmesi ile yer edinmiş kavramın, dünyanın
gözleri önünde gerçekleşmesine ve seyrine değin derin ve sancılı bir süreç
içerisinde dünya tarihinin sayfalarına silinmemek üzere işlenmiştir. Hall’e göre;
İngilizce’de ‘’to Balkanize’’, Fransızca’da ‘’Balkaniser’’, Almanca’da
‘’Balkanisieren’’ filleri bir bölgeyi birbirine düşman küçük devletlere bölmek
anlamına gelir. ‘’Balkanization’’ Balkanlaştırma, çözümsüz bir konuma
getirmektir. Bu sözcükler, bundan böyle Uluslararası İlişkiler disiplini içerisinde ve
literatürde yer etmiş, “teknik” bir terime dönüşmüştür. (Hall, 2003: 7) Nitekim,
ülke sınırlarının varlığının sadece sanal olarak yer aldığına inanların kimi
görüşlerine göre, ülke sınırlarının ortadan kalktığı ve sadece haritalarda yer aldığı
görüşünü savunan Küreselleşme yanlılarının varlığı bir yana Küreselleşme rüzgarı
HALKBİLİMİ DERGİSİ
189
ve beraberinde gelen konjonktürel yapıda değişim ve gelişimler yaşanırken, 1990'lı
yıllar süresince Balkanlar'ın kalbinde yaşanan kanlı savaşlar, etnik çatışmalar,
kültürel nümaişler ve sınır anlaşmazlıkları kurguları, Küreselleşmenin
argümanlarının başarısını tartışmaya sunarken, şüphesiz Balkanizasyon sürecinin
başarısı hususunda takdire şayan bir durum ve muvaffakiyet sözkonusudur.
Balkan Savaşları, ulusal kimlik meselesinin daha yoğun şekilde
yaşanmasına elverişli bir ortam yaratır iken, akabinde Balkan topraklarının yitirilişi
ile birlikte yeni bir kavram olarak gündeme gelen Türk Milliyetçiliğinin gelişimine
ve ön plana çıkmasına da imkan sağlamıştır. Balkan Savaşları'ndan sonra, Avrupa
toprakları ile vedalaşmak durumunda kalan Osmanlı İmparatorluğu'nun Balkan
topraklarında kalan Osmanlı tebaası meselesi, milliyetçilik hareketlerinin de
yükselmesine neden olmuştur. Bu durum, aynı zamanda Osmanlı Devleti içerisinde
nümaişlere yol açarak, fikir hareketlerine de farklı atmosferlerde oluşum imkânı
sağlayarak, yeni ideolojik açılımlara ve farklı düşünce boyutlarına olan ihtiyacı da
ortaya çıkarmıştır. Bir yandan milliyetçilik akımları yeni boyutlar kazanarak
yükselir iken, öte yandan da Osmanlıcılık düşüncesi de güngeçtikçe gerilemektedir.
93 Harbi, Osmanlı İmparatorluğu tarihi boyunca, yaşanan en büyük göç hareketine
sebebiyet vermiş ise de Balkan Savaşları da en az 93 Harbi kadar etkiler yaratarak,
Osmanlı İmparatorluğu'nun toplumsal, ekonomik, siyasal, kültürel ve sosyal
yapısında benzer değişimlerin yaşanmasına neden olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti
Devleti, tarihsel süreç içerisinde, mevcut sosyal, siyasi, toplumsal, ekonomik
durumlarına bağlı olarak, pek çok nüfus hareketliliklerine ve değişimlerine maruz
kalarak, değişimlerin yaşandığı aktif bir merkez olma özelliğine sahiptir. Bu
savdan hareketle, Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılma süreci içerisinde, bölge
halklarının mübadele ve göç durumları ile nüfus yapısında da değişimlerin
olduğunu ve nüfus hareketlerinin yoğun olarak yaşandığını ifade etmek
mümkündür. Balkan Savaşları neticesinde, Trakya'dan Doğu Anadolu'ya değin
iskan edilerek dindaşları ve soydaşları ile yaşamayı tercih eden ve ikinci sınıf
vatandaş muamelesi görmek istemeyen Rumeli’de kalan Müslüman nüfusun büyük
bir çoğunluğu günümüz Türkiye topraklarına göç ederek, bırakıldıkları azınlık
statüsünü kabul etmek istememişler ve göç olgusunu bir kurtuluş olarak görerek,
göç etmeyi tercih etmişlerdir. Ne yazık ki; Balkan Savaşları’nın hemen akabinde
başlayan I. Dünya Savaşı daha önce belirlenen iskan politikasının uygulanmasına
fırsat bırakmamıştır. Nitekim; yaşanan savaşlar neticesinde, bilhassa Bulgaristan ve
Yunanistan’a bırakılan topraklarda yaşayan Türkler, idaresi altına girdikleri
devletlerin hükümetleri veya ahalisi tarafından çeşitli baskılara uğramışlar ve
gördükleri zulüm yüzünden tarlalarını, ev-barklarını, kısacası bütün maddî
varlıklarını bırakıp, Osmanlı ülkesine sığınmak zorunda kalmışlardır. Adeta
MOTİF AKADEMİ
190
kaçmak şeklinde cereyan eden bu göçler, en kötü şartlar altında, Osmanlı
Devleti’nin kontrol ve idaresi dışında yapıldığından, büyük sıkıntılar doğmasına
sebep olmuştur. Fakat sonuçta göçmenler hangi merkezde toplanmış olurlarsa
olsunlar, Halaçoğlu’nun da ifade ettiği üzere; hükümetçe bunların geçici
iskânlarına çalışılmış, ancak; daha sonra sürekli iskan için ciddi çalışmalara
başlanmıştır. (Halaçoğlu, 1995; 32) Batı Balkanlar'da yaşanan göç süreci
Yunanistan ve Bulgaristan'da yaşanan göç olgusu kadar sancılı olmasa da, göç
savının sancılarını birçok yönü ile tatbik etmişlerdir. Göç etmek dışında başka çare
bırakılmayan, başka seçme şanları olmayan ve alternatif göremeyen Rumeli halkı,
Rumeli’de edindiği, sosyal, siyasi, toplumsal, ekonomik gibi kazanımlarını terk
etmek durumunda kalmışlardır. Rumeli topraklarında mevcut ağalık, beylik gibi
sosyal statülerini terk ederek yeni vatanlarına yerleşen Balkan halkı göç sürecinin
varolabilecek tüm zorluklarını yaşamışlardır. Göç temasında varolan, uyum,
adaptasyon, entegrasyon, kültürleşme, kültürlenme ve örneklerini çoğaltmamızın
mümkün olduğu pek çok savın varlığı, göç eden toplumların köken kültürleri ile
göç alan ülke toplumlarının kültürleri ile uyumu ve bütünleştirmeyi gerektirir. Aynı
zamanda; göç eden toplumlar, göç alan ülkenin nüfus büyüklüğünü, yapısını,
bütünlüğünü ve bileşimini de ciddi oranlarda etkilemekte ve farklılaştırmaktadır.
Göç eden toplumlar, bir yandan kültürel bağlamda bütünleşme çabaları göstermek
durumunda iken, öte yandan da göç ettikleri ülkenin toplumları ile birlikte
kurumları ile de ilişkiler kurmak, iletişime geçmek ve bütünleşmek zorundadırlar.
Tüm bu süreçler, sosyal bilimler alanında pek çok disiplini ilgilendirir iken, birçok
çalışmanın da temalarını oluşturmaktadır.
Ağanoğlu’ya göre; iki ülke arasında göç ile ilgili bir anlaşma yoktu. Her ne
kadar tam manası ile uygulanmasa ve Türkiye Dışişleri Bakanlığı belgelerinde
henüz böyle bir kayda ulaşılamasa bile Türkiye ile Yugoslavya arasında imzalanan
ilk göç anlaşmasının 1938 anlaşması olduğu iddia edilmektedir. (Ağanoğlu, 2012:
375) 1881-1882 yıllarında zorunlu askerliğin getirilmesi, ilk ani dış göç dalgasına
yol açtı. Adanır ve Faraqhi’ye göre; Müslümanların özerklik talebinin hız
kazandığı 20. yüzyılın başlarında bu göç dalgasında bir artış daha gözlendi ve
sadece 1900-1901 yıllarında yaklaşık 13.000 insan göç etti. Üçüncü bir dalga 1908
yılında, Avusturya’nın Bosna-Hersek ilhakından hemen sonra gerçekleşti. Çeşitli
araştırmacılar, 1878-1918 yılları arasında yaklaşık 150.000 Müslüman’ın Batı
Balkanlardan Osmanlı İmparatorluğu’na göç ettiğini hesaplamıştır. (Adanır ve
Faraqhi, 2002: 313) Balkanlar üzerinde; ancak özellikle Bosna’da mevcut olan
yaygın bir söylem şöyledir; Bosna’da yaşayan Hırvatlar için; Hırvatistan, Sırplar
için Sırbistan, Boşnaklar için de, Türkiye ‘’rezervna zemlja’’ (alternatif ülke/dost
ve müttefik ülke) konumundadır. Balkan topraklarından göç etmek durumunda
HALKBİLİMİ DERGİSİ
191
bırakılan göçmenlerin Türk toplumu ile entegrasyonu göç olgusunun önemli
boyutlarından birini teşkil etmektedir. Aynı dine mensup, aynı kültüre vakıf olsalar
dahi, Batı Balkan göçmenlerinin bulundukları ve yaşadıkları sosyal çevreye ve
toplumsal normlara uyumu sıkıntılı ve güçlüklerle dolu olmuştur. Zira; benzer
kültürel yapılara sahip olsalar dahi, Rumeli’de yaşayan halk ile Anadolu insanının
kaynaşması, kültürel adaptasyonları (entegrasyonları), kültürleşme, kültürlenme,
kültürel bütünleşme durumlarını yaşayabilmeleri için uzun bir sürece ihtiyaç
duyulmuştur. Zaman zaman Batı Balkan göçmenleri ile Anadolu halkının kültürel
farklılıklar sebebiyle fikir ayrılıklarına düşmeleri durumu yaşansa da Batı Balkan
göçmenleri Türkiye Cumhuriyeti Devleti içerisinde hiçbir zaman mozaik olmak
istememiş, bu yapıyı sergilememiş, daimi surette ‘’Ebru’’ olma gayretini göstermiş
ve bu gayretlerinde de başarılı olmuşlardır. Daima Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne
sadık, vatansever, Atatürk İlke ve Devrimleri'nin ışığında muaasır medeniyetler
seviyesine ulaşılması hususunda üzerlerine düşen çalışkanlığı sergileyerek,
vatanperverliklerini gözler önüne sermişlerdir. Bu durum da, Batı Balkan
göçmenlerinin, Osmanlı Türk kültürü ile kendi köken kültürlerini çok iyi
harmanladıklarının anlamlı bir ifadesidir. Tarihsel sürecin, önemli bir periyodu
olan Balkan topraklarındaki Osmanlı İmparatorluğu hakimiyetinin sürdüğü
yüzyıllar boyunca, Osmanlı ve Balkan kültürünün hamuru ile yoğurulan Müslüman
Boşnak nüfus olarak tabir edebileceğimiz Batı Balkan toplumu, köken kültürlerinin
mirası niteliğindeki unsurları ile kültürleşme yaşayacakları Anadolu kültürünü
birleştirmişler, kendi kültürlerini yaşama ve yaşatma çabalarını sürdürmek adına
çaba gösterirlerken, öte yandan da kültürlerini Anadolu kültürlerine katarak, Türk
kültürünün de zenginleşmesini ve çeşitlenmesini sağlamışlardır. Bu sebepledir ki,
Balkan kökenli pek çok düşünür, devlet adamı ve daha bir çok bilim dalına mensup
pek çok göçmenin varlığı, farklı bakış açıları, düşünce yapıları ve katkıları ile
siyaset yaşamı da dahil olmak üzere, ekonomi, sanat, ilim, bilim ve fen alanında
gelişmeler yaşanmış, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde yeni rejimin
kurulması ve Cumhuriyet Devrimleri'nin tatbiki ile geniş halk kitlelerince
benimsenmesinde Balkan kimliğinin etkilerini göz ardı etmek bizleri yanlış bir
düşünüşe sevk edecektir.
Dünya genelinde yapılan göçlerin nedenleri irdelendiğinde, genellikle
ekonomik unsurun başat unsur olduğunu ifade etmek mümkündür. Ancak; Batı
Balkan göçmenlerinin, Türkiye'ye göç etmelerinin sebebini tek bir unsura
bağlamak bizleri farklı ve yanlış düşünüşlere sevk edecektir. Zira; başta can
güvenliği olmak üzere, yaşanan ve dayanılması güç olan yoğun baskılar, savaşlar,
çatışmalar, Osmanlı İmparatorluğu'nun gücünü yitirmesi neticesinde yaşanan
değişimler, dinlerini koruma ve ibadet hususunu özgürce yerine getirememe,
MOTİF AKADEMİ
192
ekonomik bağlamda farklı muamelelere maruz kalma, askeri sistem, baskı ve
zulümler, ötekileştirilme, daha tutarlı ve güçlü iktisadi ve sosyal hayatta yaşama
gailesi ile sosyal, siyasal ve çeşitli toplumsal sebepler gibi örneklerini
çoğaltmamızın mümkün olduğu pek çok unsur Batı Balkan göçmenlerinin Türkiye
topraklarına göç etmelerinin sebeplerindedir. Batı Balkan topraklarından 3 büyük
göç dalgası şeklinde peyder pey gerçekleştirilen göçlerin, kültürlerarası iletişim
bağlamında tutumsal ve davranışsal perspektifi ile -görece- sancısız gerçekleştiğini
ve kültürel entegrasyon ve bütünleşmenin tam olarak gerçekleştiğini ifade etmek
mümkündür. Var olan birtakım görüşlerin aksine Batı Balkan göçmenleri kültürel
asimilasyona veya kültürel şok sendromuna uğramak yerine, Türk ve Balkan
kültürlerinin sentezini oluşturarak, iki kültür arasında sıkışmışlıktan ziyade, var
olan iki kültürün öğelerini harmanlamak sureti ile kültürel bütünleşmenin ve
entegrasyonun en başarılı örneklerinden birini sergilemişlerdir. Batı Balkanlar'dan
Türkiye'ye göç eden halkın, Osmanlı İmparatorluğu'nun ana mirasçılarından biri
olmaları sebebiyle, antolojik olarak göç ettikleri bölgenin karakterine benzer
öğelere sahip olduklarını gösteren tavırlar sergileyerek, kültürel öğelerin
dışarısında kalmamışlar ve yeni olarak gözlemledikleri öğeleri de içselleştirerek
benimsemişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti halkı da göçmenlerin köken
kültürlerine Türk kültürel öğelerini absorbe edebilmeleri adına mekanlar ve olgular
oluşturmuşlardır. Batı Balkan göçmenleri olan Boşnaklar, Avrupa'dan gelerek,
Anadolu halkı ile tanıştırdıkları yeni teknolojiler, yeni üretim biçimleri ve bilgi
birikimleri ile kültürleşme süreçlerine katkıda bulunmuşlardır. Göçmen Boşnaklar,
Balkan Savaşları (Muhaceleti) ile başlayan Osmanlı İmparatorluğu'nun Balkan
topraklarından geri çekilmesi ile birlikte devam eden süreç içerisinde, zor şartlar
altında yaşadıkları ve yaşatıldıklarından dolayı, göç olgusunun ve psikolojisinin de
birey ve gruplara atfettiği davranış ve tutumları içselleştirmeleri dolayısı ile
yerleşik düzende yetişmiş ve göç olgusu ile tanışmamış birey ve toplumlara
nazaran, daha girişimci ve radikal tutum ve davranışlar göstererek, Türkiye'de ticarî
hayata atılmışlar, gayretli ve çalışkan tavırları ile başarılı olmuşlar ve Türk
ekonomisi, sanayisi ile ticaret hayatına azımsanamayacak derecede katkılar
sağlamışlardır. Bereketli Balkan topraklarında pek çok ürünün ekimi, hasatı gibi
zirai hususlardaki bilgi birikimleri, melekeleri ve hasletleri ile çalışkan çiftçiler
olarak da Türk tarımının gelişmesinde, ticaret hayatında ve ekonomi alanında
örnek düzeyde katkılar sağlamışlardır. Kendilerini güvenli hissettikleri Türkiye
Cumhuriyeti Devleti'nde çalışkanlıkları ve azimleri ile ticaret hayatı ile birlikte,
özellikle eğitimlerine önem vererek, kendilerini geliştirmişler ve katkı sağlamak
adına da farklı ve renkli bakış açılarını ortaya koyarak, ayrıca gayret
göstermişlerdir. Göçmenlerin entegresyon süreçleri içerisinde, bireyler
HALKBİLİMİ DERGİSİ
193
sosyalleştikçe Türkçe dilinin bilinirlililiği ve öğrenimi de zamanla artarak, Türkiye
Cumhuriyeti Devleti'nin pek çok kurumlarında üst düzey yönetimlerine değin
görevler almaya başlamışlardır. Zira dil öğesi, kültürel aktarımın en yaygın unsuru
olarak, kültürlerarası iletişim savının başat unsurlarından biridir. Boşnak kültürü
başta gelenekler olmak üzere, ailevi ve insani değerlerde, adetlerde, dini ve
toplumsal ritüellerde, yaşam biçimlerinde, hasletlerde, el sanatları ve diğer sanat
dallarında, folklorde, sosyal, ticari ve mesleki örgütlenmelerde, giyim tarzlarında,
beslenme alışkanlıklarında, sosyal yaşamın hemen her alanında ahenkli bir denge
ile kendisini başarı ile göstermiştir. Batı Balkan göçmenleri Boşnaklar ile
kültürleşme süreçlerini geçirecekleri Türkiye Cumhuriyeti Devleti halkı arasında
göç sürecinin başlangıcında evliliklere rastlamak mümkün değildi. Bununla
birlikte; süreç içerisinde zamanla gruplar arasındaki ilişkiler ve iletişim arttıkça da
benzer iki kültüre sahip iki toplum arasında evliliklerin yaygınlaştığını ifade etmek
mümkündür. Yakın dostluklar, yakın ilişkiler, komşuluk ve iş ilişkileri
bağlamındaki dostluklar ve işbirlikleri iki kültürün birbiri ile kaynaştığının
göstergesidir. Göçler, göç eden ülkenin sosyal yapısı olduğu kadar, nüfus yapısını
da etkilemektedir. Bu sebeple, Boşnaklar Türkiye'nin çeşitli illerine yerleşerek,
nüfus yoğunluğu, şehirleşme ve istihdam faktörlerine kültürleşme süreçleri
içerisinde dahil olmuşlardır. Boşnaklar bir yandan yeni vatanlarında kültürleşme
süreçlerinin öğelerini tatbik eder iken öte yandan da köken kültürlerinin de
sürdürülebilirliliği adına kültürlerinin unutulmaması ve yaşatılması savına da
dayanılarak çalışmalar gerçekleştirmişlerdir. Bu durum; melez bir kültürün
yaratılması ve yaşanması adına da kaçınılmaz bir durumdur. Köken kültürün
sürdürebilirliliği, göç eden birey ve grupların köken kültürde varlıklarını gösteren
akraba, tanış ve dostları ile olan iletişimlerinin devamı adına göç ettikleri ülkelere
yapılan ziyaretler ile gerçekleşmiştir. Batı Balkan göçleri yıllarca birlikte yaşamış
dotların, kardeşlerin, evliliklerin, tanışların, komşuların bir anlamda da ailelerin
parçalanması, kardeşlerin birbirlerinden ayrılmaları demektir. Bu sebeple Batı
Balkan göçmenleri Boşnaklar’ın köken kültürlerinden kopmaları, gönül bağları
olan kardeşlerinden ayrı düşmeleri mümkün değildir.
Osmanlı İmparatorluğu fethettiği Balkan topraklarında; yollar, köprüler,
camiler, medreseler, hamamlar, imaretler, hanlar, sebiller, bezistanlar, kütüphaneler
gibi örneklerini çoğaltmamızın mümkün olduğu pek çok konut, dini ve sivil mimari
yapılar inşa ederek, imar çalışmalarına büyük önem vermiş, hüküm sürdüğü
topraklarda arkalarında büyük eserler bırakmışlardır. Osmanlı İmparatorluğu;
mimarlığı, sosyal, ekonomik ve toplumsal değişimlerin ve kültürün lokomotifi
olarak nitelendirmekteydi. Balkan Coğrafyası; Osmanlı medeniyetinin sergilendiği
bir ‘’vitrin’’ misyonu taşımaktadır. Balkan topraklarına yapılan ziyaretlerde,
MOTİF AKADEMİ
194
gezilen her şehir ve bölgede Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalma eser ve yapılar ile
karşılaşmak ve Osmanlı izlerine rastlamak mümkündür. Saraybosna’nın Başçarşı
denilen Osmanlı İmparatorluğu tarihi figürlerini taşıyan merkezi, kendi kendinize
‘’yanlışlıkla Bursa’ya mı geldim?’’ şeklinde bir soru sormanıza neden olabilmekte
ve farklı coğrafyalar olmalarına karşın; mevcut eserlerdeki ruh ve yapılara
yansıyan mananın aynı olması yaşanan ortak hislerin nedenine cevap niteliği teşkil
edebilmektedir. Osmanlı İmparatorluğu’nun yetimi Balkanlar’da ortak tarihi
geçmişimize özgü, pek çok mimari ve sosyal yaşam pratiklerine dair, kültürel ortak
öğelere rastlamak mümkündür. Osmanlı kent yapılanmasının ana prensibi; kentin
bölgelere ya da üç ana işlevsel gruba (konut, ekonomik ve din-kültür etkinlikleri)
ait yapılara ayrılmasına dayanmaktadır. Kentlerdeki yol düzeni kentin kendi
coğrafyasının izlerini taşımaktadır. Örneğin; Adana Bosna Kardeşlik Yardımlaşma
ve Kültür Derneği’nin tespitlerine göre; tamamen yeni bir Osmanlı kenti olan
Saraybosna’da Doğu-Batı ve Kuzey-Güney yönlerinde sürekliliğini koruyan yol
ağları kentin genel yapısını oluşturmaktadır. Osmanlı kent mimari ve dağılım
açısından dağlık bölgeden ovaya geçen, bunun avantajlarından sonuna kadar
yararlanan bir dağ eşiği kentidir. (Adana Bosna Kardeşlik Yardımlaşma ve Kültür
Derneği, 2007: 125) Ayrıca; Osmanlı’ya özgü; avlusu, çardaklı bahçesi, aşık
penceresi, kapıcığı... v.s olan evlerden oluşan mahallelerin ve kent birimlerinin
ortaya çıkması, Sevdalinka’nın (Balkan Halk şarkıları) konusunu ve fonunu
oluşturmaya başlar. Bu dönemin, Osmanlı’nın Bosna’ya gelişinden yaklaşık 50 yıl
sonra, yani 16. yüzyıl başlarında ortaya çıkmaya başladığı varsayılır. Pendik Bosna
Sancak Yardımlaşma ve Kültür Derneği verilerine göre; ‘’Bosna’nın sosyo-kültürel
yaşamında, Bosna’nın Avusturya–Macaristan İmparatorluğu’nun ilhakına kadar
yani -(bir başka deyişle) 1878 yılına kadar-, önemli bir değişiklik olmadı. Bu
yüzden 16. yüzyıl başından 19. yüzyıl sonlarına kadar olan dönem Sevdalinka’nın
altın dönemi olarak kabul edilir.’’ (Pendik Bosna Sancak Yardımlaşma ve Kültür
Derneği, 1998: 2) Buturevic ve Schick’in de ifade ettiği gibi; Balkan şarkıları
konusunda Gwendolyn Morgan’ın önermesindeki gibi, Sevdalinka’lar onu üreten
halkın genel tutumlarını ve duyarlılıklarını yansıtan bir ‘’sözlü gazete’’ biçimidir;
dolayısıyla sıradan insana ‘’görüşlerini, algılamalarını, geleneklerini, tarihi ve
felsefi bakış açılarını kaydetme’’ olanağı sağlar. Osmanlılar’ın 15. yüzyılın
ortalarında Balkanlar’a gelmesiyle birlikte, Balkan şarkıları Slav gelenekleri ile
Osmanlı İslam değerlerinin özellikle de cinsiyet ilişkileri, kültür normları,
toplumsal sorumluluklar ve emeller açısından bir araya gelişini yansıtmaya başladı.
(Buturevic ve Schick, 2009: 82) Sevdalinka şarkılarında pek çok Türkçe kelimenin
yer alıyor olması, Osmanlı İmpartorluğu’ndan günümüze değin yaşatılması,
Balkanlar’da mevcut olan Osmanlı izlerinin varlığının en belirgin ispatlarından
HALKBİLİMİ DERGİSİ
195
biridir. Ayrıca; kültürlerarası iletişimin iki coğrafya arasında ne denli kuvvetli
olduğunun en belirgin göstergelerinden biridir.
Türkler 14. yüzyılın ortalarından itibaren Balkan coğrafyasına damgalarını
vurmuşlardır. Osmanlı İmparatorluğu’nun, Balkan topraklarındaki hakimiyet süreci
yaklaşık 550 yıl sürmüştür. Bu uzun tarihsel dönem boyunca Müslüman-Türk
kültürüne ait önemli eserler inşa edilmiş, değerli tarihi kültürel hazineleri miras
olarak bırakmışlardır. Bölgede yaşayan Müslüman halkların yanında gayrimüslim
halkları da bu zengin kültürden faydalanmışlardır. Balkan toprakları sınırlarımız
dışında ve farklı coğrafyada olsa da, Osmanlı İmparatorluğu döneminden
başlayarak, Türk izlerini ve ruhunu en derin şekli ile yaşayan bölgelerden birisidir.
Eker’e göre; Balkanlar’da yakın zamanlara değin hangi ırktan olursa olsun bir
kimsenin şehirli sayılabilmesi Türkçe bilme şartına bağlıydı. (Eker,
www.millifolklor.com, Erişim Tarihi: 30.10.2012.) Balbay, Balkan adlı kitabında
şu şekilde bir betimleme yapmaktadır; ‘’Belgrad sokaklarında yürürken, sık sık
sağımdan solumdan geçenlere kulak kesilme gereği duydum. Sanki Türkçe
sözcükler duyuyor gibiydim. Sırpça’da sekizbine yakın Türkçe sözcüğün bulunduğu
söyleniyor. Ama son dönemde bunları ayıklamaya girişmişler. Türkçe yerleşmiş
sözcüklerin Sırpça karşılığının bulunması için özel çalışma yapılıyormuş.’’
(Balbay, 2011: 218) Boşnakça’da ise Sırpça diline oranla Türkçe kelimelerin oranı
daha da fazladır. Çarşaf, yastık, çarşı, bardak, çorba, sokak, mahalle...
gibiörneklerini çoğaltmamızın mümkün olduğu pek çok sözcüğün varlığı ile
birlikte, Balkan halkının Türk halkı ile ortak tarihi geçmişlerine istinaden, gelenek-
görenek, anane, el sanatları, giyim-kuşam, mimari, mutfak kültürleri, müzik ve
diğer sanatları, edebiyat (halk hikayeleri, halk şiirleri, romanlar, halk destanları,
halk kahramanları, halk oyunları) adetleri (kız isteme, düğün, ölüm, doğum, kan
kardeşliği, kirve...v.s.), hatta batıl inançları da dahil olmak üzere pek çok kültür
öğesinin aynılık özelliği göstermesi kültürlerarası iletişim bağlamında iki kültürün
benzeştiğinin en önemli göstergesidir. Balkanlar’da pek çok Türk ismine de
rastlamak olası bir durumdur. Kültürel benzeşmenin en yoğun yaşandığı Balkan
halkları, tarihi teatrali sürecinde; geçmişten günümüze Türkler ile inkar edilemez
kültürel örüntüler ve yapısal benzerlikler ile bağlıdırlar.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Balkanlar’da yaşayan ve azınlık olarak
nitelenen, yaklaşık 12 milyon Türk ve Müslümanı hiçbir zaman unutmamış,
bağlarını kuvvetlendirecek proje ve destekler ile elini Balkanlar üzerinden hiçbir
dönem çekmemiştir. Balkanlar’da yaşayan azınlıkların kültürel ve sosyal
yaşamlarını zenginleştirebilecek, siyasi ve toplumsal varlıklarını güçlendirebilecek
nitelikte dini ve kültürel kimliklerini yaşama, koruma ve yaşatma adına
sürdürülebilirliğine dair pek çok unsurun temininde varlıklarını göstermişlerdir.
MOTİF AKADEMİ
196
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Balkan ülkeleri ile kültürel, siyasi, ekonomik, politik
ve örneklerini çoğaltabilmemizin mümkün olduğu pek çok münasebet geliştirmiş,
bölgenin istikrari yapısının devamı adına bölge barışının sürdürülebilirliği savından
hareketle etkin roller üstlenerek, Balkan topraklarındaki ağırlığını ve etkisini
arttırarak hissetirmiştir. Balkanlar’da varlıklarını gösteren, Türk ve Müslüman
nüfusun kültürel kimliklerini koruma ve yaşatma savı adına eğitim ve öğretim
faaliyetlerinin sürdürülmesini teşvik etmiş, dini ve kültürel misyonlar yüklenen
eğitim ve öğretim kurulmasını sağlamıştır. Eğitim alanında güçlü ve etkin
yatırımlar yapan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Balkanlar’da faaliyet gösteren
üniversitelerde çeşitli çalışmaların kurgulanması adına teşvikler sağlamış,
bağlarımızı kuvvetlendirecek köklü üniversitelerini modernize etmiş, eğitim
kurumlarında Türkçe eğitimin öğrenimini sağlanmıştır. Balkan ülkelerinde Türkiye
kurduğu ve halihazırda varolan kurumları destekleyerek, Balkan topraklarında
eğitim ve kültür merkezleri kurarak, prestijini arttırmış ve bağlarını da
kuvvetlendirmiştir. Balkanlar’da ticaretin gelişimi, ekonominin canlanması ve
istihdamın arttırılması yönünde ekonomik ve ticari anlaşma ve işbirlikleri
konusunda da Türkiye’nin Balkanlar adına çabaları azımsanamayacak oranlardadır.
Aynı zamanda; hastaneler, bankalar, sosyal kurum ve kuruluşlar, radyo, televizyon,
kültür merkezleri gibi sosyal ve toplumsal yaşama katkıları ile günümüzde de
Evlad-ı Fatihan’ın yalnız olmadıklarını hissettirmektedir. Türkiye Cumhuriyeti
Devleti, İmparatorlukların geri çekilişinden yıkılışına, millet sisteminden
ulusallaşma sürecine, çok etnili devlet, Cumhuriyet’lerden oluşan federasyon
yapılarına, akabinde etnik çatışmalar, ulusal sorunlar, sosyalist system ve düzen,
özyönetim, çoğulcu yeni sınıf gibi pek çok devir ve düzen değişiklikleri yaşamış
olan Batı Balkanlar’da, Soğuk Savaş yıllarından günümüze, kalıcı barışın tesisi,
istikrarlı yapının sürdürülebilirliği adına, Balkanizasyon süreci ile birlikte
bağımsızlıklarını ilan eden ve yeni kurulan Balkan Devletleri’nin yeniden
yapılanma süreçlerine dair demokrasilerinin güçlendirilmesi, liberal ekonomiye
geçiş ile dünya kurumları ile bütünleşmeleri adına projelerin, ilişkilerin ve
işbirliklerinin geliştirilmesi adına hem ikili hem de bölgesel ve uluslararası
alanlarda destekler vermişlerdir.
Sonuç:
Batı ve pek çok dünya ülkesinin Balkanları, gerçekte oldukları gibi görmek
istememeleri durumu, Aydınlanma Çağı’ndan günümüze değin devam etmektedir.
Pek çok ulus ve devlete göre Balkanlar; coğrafyası karmaşık, etnografisi şaşırtıcı,
siyaseti açıklanamayan ve tarihi anlaşılamayan bir bölge olarak algılanmaktadır.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
197
Balkan algısı; pek çok birey ve millet göre; farklı yiyecekler, farklı adet ve
görenekler, farklı bir dil gibi farklılıkların dünyasında, dünyanın yeni bir yüzünün
farkına varmak ve farklı davranışların, farklı tavırların ve farklı yaşam biçimlerinin
alanına girebilmek adına odak ve perspektiflerini yoğunlaştırarak, muğlak olan
resmi görmek çabasından ibarettir. Balkanlar; yeni bir dünyaya adım atma heves ve
heyecanı ile ilgi duyanların, tanımak adına çaba gösterdikleri, ancak; günümüzde
dahi Avrupa’nın en az bilinen köşesi olarak tarif edilebiliyordu. Hatta pek çok ülke
vatandaşına göre Balkanlar ve Balkan terimi, medeniyet yoksunluğu ile geri
kalmışlıkla eş anlamlı olarak nitelendirilmektedir. Hatta Balkanlar, belirli bir
bölgenin adı olmanın dışında, Balkanlaştırma, ilkel kavgalar, yerel kaos,
çatışmalar, kaynayan kazan, barut fıçısı, geri kalmışlık, önerilen ilkel çözümler gibi
kavramları anımsatan bir ifade olarak belleklerde yer etmiştir.
Oysa ki, seyyahların ve ziyaretçilerin bilinenin aksine, gördükleri
Balkanların Avrupa insanına benzerlikleri ve medeniyetleri karşısında
ötekileştirdikleri Balkan toplumlarının hiç de bilindiği gibi ilkel, barbar ve yabani
olmadıklarını şaşkınlık ile ifade etmeleri zihinlerindeki eşleştirmeleri etkilemiştir.
Çoğu Avrupa toplumuna göre; garip, alışılmadık ve pitoresk olarak görülen
Balkanlar, ortak kültür ve ortak tarihi bağları olan Türkler tarafından
ilginçliklerinden ziyade kültürel benzeşimleri ve kültürleşme süreçleri ile
ilgilenilmektedir. İşte tam da bu noktada, ‘’Kültürlerarası İletişim’’ savının
günümüz konjonktürel yapısında ne denli önemli bir yer teşkil ettiğini ifade etmek
yanlış olmayacaktır. Kulaktan dolma bilgilere veya önceden yinelenmiş
söylemlerin aksine bölgeyi siyasi, askeri, iktisadi bakış açıları ile inceleyebilen,
kesin ve yansız gözlemler yapabilen Türkler, geçmişin yaşanmışlıklarının da etkisi
ile Balkanları önyargılardan bağımsız olarak değerlendirebilmektedirler.
Balkanlar’ı, alışkanlıkları ve tutumları kendilerininkilerden çok farklı olduğunu
ifade eden ve ziyaretlerinde sanki bir müzeyi gezme edasında olan Avrupa’lı
ziyaretçi ve seyyahların aksine Türkler, Balkan topraklarını ziyaretlerinde ‘’medeni
dünyadan ayrılmak’’ hissine kapılmamaktadırlar. Aksine, Balkanlar’da mevcut
olan pek çok im, simge, obje ve imgenin Türk usulüne yakın olduğunu, kendilerine
benzeyen prototiplerin varlığı ile Türk ve Balkan milletlerinin ortak kültürel
miraslara sahip olduklarını düşünmektedirler. Kadim Türk gelenek ve
alışkanlıkların Balkanlarda hala sürdürüldüğü gerçeği kültürün, etkinliğinin ve
kültürlerarası iletişim savının öneminin göstergesini teşkil etmektedir.
Kültürlerarası iletişim savının kapsamında geçmişte yapılan çalışmalar,
daha çok bireysel düzlem ile sınırlı tutulmuş iken, günümüzde yapılan çalışmalar
ile mevcut olan lüteratür incelendiğinde, durumun değiştiğini gözlemlemek
mümkündür. Pek çok etnik grup ve kültürde varolduğu üzere, Batı Balkan
MOTİF AKADEMİ
198
göçmenleri ile göç ettikleri Türkiye Cumhuriyeti Devleti sınırlarında da
gerçekleşen kültürleşme süreçlerinden, Kültürlerarası İletişimin birçok düzey ve
yapıda gerçekleştiğini ifade etmek yanlış olmayacaktır. Bu bağlamda, kitle
iletişiminde olduğu gibi bireyler tarafından, farklı toplum, grup ve kültürler
hakkında çeşitli kaynakların taranması ve okunması, medyanın nimetleri olarak
sayılabilen film ve videoların seyredilmesi, internet kanalı ile erişim sağlanabilen
sanal vasıta ve yöntemlerle bireylerin bilgi sahibi olabilmeleri mümkündür. Zira;
günümüzde iletişim teknolojileri ve ağlarının diğer pek çok alanda olduğu gibi
Kültürlerarası İletişime olan katkıları yadsınamaz. Göç süreçlerinden günümüze
değin, Batı Balkan göçmenleri, bir yandan Türkiye’de kültürleşme olgusunu
yaşarlarken, öte yandan da köken kültürlerinden kopmamak adına çaba
gösterdiklerinden, günümüz iletişim teknolojilerinin diğer pek çok göçmen
toplumlarında olduğu gibi, Batı Balkan göçmenleri Boşnaklar için de önemi
büyüktür.Kültürlerarası iletişim bağlamında, bireyin farklı olarak algıladığı bir
kültürün kendisine uzak olduğu (mekansal, kültürel kodlar, zihinsel ya da algılama)
ve birçok yönleri ile farklı olarak nitelediği, doğrudan veya yüzyüze iletişim
münasebetine girme şansı olmadığı durumlarda medya, sahnedeki rolünü alır ve
medyanın referanslığı da işte tam bu noktada ağırlık kazanır. Günümüzde, farklı
kültürler ve gruplar arasında yoğun düzeyde etkileşimin gerçekleştiğini ifade
etmemiz mümkündür. Medya; temel işlevlerinden olan bilgilendirme bağlamında
farklı kültürler hakkında bilgi verme olanağı sağlamakta, aynı zamanda bireye
kendinden farklı niteliklere sahip olan ötekini tanıma merakının giderilmesine
vesile olur. Kitle iletişim araçları dünya kültürlerini birbirleriyle tanıştırır iken,
bireyleri ve coğrafyaları da birbirlerine yakınlaştırmaktadır. Medya, (televizyon,
radyo, internet, kitap, reklam gibi faaliyetler) kültürün değişmesi ve kültürlerarası
iletişimde etkin rol oynamaktadır. Medyanın, kültürlerarası iletişim bağlamında
dolaylı diyalogların sağlanmasında da önemli katkıları mevcuttur.
Balkanlar; Osmanlı İmparatorluğu’nun kültürel ve politik ağırlık merkezi idi
ve uygulamış oldukları iskân politikaları ile Balkan coğrafyasına çok sayıda Türk
grupları yerleştirilmişti. İskân politikaları ile Balkan coğrafyasına yerleşen Türk
gruplarının Balkanlar’daki Müslüman ve Türk popülasyonunu etkiledikleri aşikardır.
Beşyüzyıla yakın bir süre Osmanlı İmparatorluğu güvencesi ve
hükümranlığında Balkanlar’da yaşayan Türk toplulukları, 93 Harbi ile başlayan ve
Balkan Savaşları ile devam eden süreçte, çareyi anavatana göç etmekte buldular.
Anavatana göç etmeyi çare olarak görenler, sadece Türk grupları değildi. Osmanlı
İmparatorluğu döneminde, Osmanlı hoşgörüsü ve Müslümanlık dini ile tanışan,
yapıyı benimseyen ve zaman içerisinde Müslümanlığı seçen ve –görece Türkleşen-
Balkan halkları da uzun yıllar Osmanlı tebaası olmaları itibariyle, kültürel
HALKBİLİMİ DERGİSİ
199
etkileşimler yaşadıklarından Balkan topraklarında kalarak farklı idari yapıların ve
hükümranlıkların yönetiminde kalmak yerine, Osmanlı İmparatorluğu’nun elinde
kalan topraklarına göç etmeyi tercih etmişlerdir. Göç dalgaları ile Balkan
topraklarında azınlık konumunda kalan Türk ve Müslüman topluluklar Türk ve
Boşnak kültürünün melez bir özelliğini taşımaktadırlar. Balkanlarda Türk ve
Müslüman kimlikleri ile tanımlanan azınlıkların varlığı, Türk-Balkan ilişkilerinin
sürdürülebilirliği açısından önemli bir etkendir. Bu bağlamda; kültürlerarası
araştırma alanı içerisinde kimlik olgusunun önemi yadsınamaz. Kimlik, birçok
yönü itibariyle, kültür ve iletişim arasında bir köprü vazifesi görmekte olup,
kültürlerarası iletişimde kilit bir rol üstlenmektedir. Kimlikler, farklı kültürlerde
farklı yapı ve şekillerde biçimlenmektedirler. İşte tam da bu noktada; kimliklerin
birbiri ile olan münasebetleri ve kurdukları ilişki biçimleri, kültürlerarası iletişim
açısından köprü işlevi gören kültür ve iletişim arasındaki bağı oluşturmaktadır.
Ayrıca, bireylerin kimlikleri hakkında bilgi edinmek, kültürlerarası iletişim
sürecinde son derece önemli olmaktadır. Balkanlarda prestij kültür olarak
tarifleyebileceğimiz Osmanlı-Türk kültürü tarihsel süreç içerisinde kimlik
kültürüne dönüşmüştür. Balkan topraklarında Osmanlı İmparatorluğu dışında
pekçok devletin ve imparatorluğun hükümranlığın varlığı sözkonusu olsa da, yok
edilme, zorla yer değiştirme, azınlık statüsüne getirilme, Türk kültürünün izlerinin
yok edilmesi gibi planlı durum ve süreçler yaşansa dahi Balkanlarda günümüze
değin Türk varlığının izleri sürmek ile birlikte, Türkiye’de yaşayan Boşnakların
varlığı ile de kültürlerarası iletişim kuram ve yaklaşımlarının en bariz örneğini
sergilemekte ve bir laboratuvar örneğini taşımaktadır.
KAYNAKLAR
Adanır, Fikret ve Suraiya, Faraqhi (2002). ‘’Osmanlı ve Balkanlar; Bir
Tarihyazımı Tartışması’’, İstanbul: İletişim Yayınları.
Ağanoğlu, H.Yıldırım (2012). “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e
Balkanlar’ın Makus Talihi: Göç”, İstanbul: İz Yayıncılık.
Alili, Teoman (2010). “Yugoslavya Dersleri”, İstanbul: Kaynak Yayınları.
Amila, Buturevic Amila ve Schick, İrvin Cemil (2009). ‘’Osmanlı
Döneminde Balkan Kadınları’’, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Artuç, İbrahim (1988). ‘’Balkan Savaşı; Kastaş 1912-1922 Türk Balkan
Savaşları Belgeseli’’, İstanbul: Kastaş Yayınları, İstanbul.
MOTİF AKADEMİ
200
Babuna, Aydın (2000). ‘’Geçmişten Günümüze Boşnaklar’’, İstanbul:
Tarih Vakıfı Yayınları, Ekim.
Balbay, Mustafa (2011). ‘’Balkanlar’’, İstanbul: Cumhuriyet Kitapları,
Gezi-İnceleme, 7.Baskı.
“Bosna–Sancak’tan Mektup”, İstanbul: Pendik Bosna Sancak Yardımlaşma
ve Kültür Derneği Yayın Organı, Mart 1998, Sayı: 2.
Canbolat, İbrahim S. (2003). ‘’Savaş ve Barış Arasında Dünya: Korku
ve Umut Arasında İnsan’’, İstanbul: Alfa– Aktüel Kitabevi, 1. Baskı.
Eagleton, Terry (2005). ‘’Kültür Yorumları’’, Çev. Özge Çelik, İstanbul:
Ayrıntı Yayınları.
Eker, Suat (2012) ‘’Bosna’da Etno-Linguiskik Yapı ve Türk Dili ve
Kültürü Üzerine’’, www.millifolklor.com, Erişim Tarihi: 30.10.2012.
Halaçoğlu, Ahmet (1995). ‘’Balkan Harbi Sırasında Rumeli’den Türk
Göçleri (1912-1913)’’, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Kurumu Yayınları, Ankara:
Türk Tarih Kurumu Basımevi.
Hall, C. Richard (2003) ‘’Balkan Savaşları; 1912-1913 I. Dünya
Savaşı’nın Provası’’, Çev: M. Tanju Akad, İstanbul: Homer Kitabevi.
Hayta, Necdet (2008). ‘’ Balkan Savaşları’nın Diplomatik Boyutu ve
Londra Büyükelçiler Konferansı (17 Aralık 1912-11 Ağustos 1913)’’, Ankara:
Atatürk Araştırma Merkezi.
Jelavich, Barbara (2006). ‘’Balkan Tarihi, Cilt:1 (18. ve 19. Yüzyıllar)’’,
Çev: İhsan Durdu-Haşim Koç Gülçin, İstanbul: Küre Yayınları.
Karatay, Osman (2002). ‘’Bosna-Hersek Barış Süreci: Dayton Barış
Antlaşması Eki İle’’, Ankara: Karam Araştırma ve Yayıncılık.
Kartari, Asker (2006). ‘’Farklılıklarla Yaşamak: Kültürlerarası
İletişim’’, Ankara: Ürün Yayınları, 2. Baskı.
Kut, Şule (1998). ‘’Yugoslavya Bunalımı ve Türkiye’nin Bosna-Hersek
ve Makedonya Politikası: 1990-1993”, Türk Dış Politikasının Analizi, Der; Faruk
Sönmezoğlu, İstanbul: Der Yayınları.
Kutlu, Sacit (2007) ‘’Milliyetçilik ve Emperyalizm Yüzyılında,
Balkanlar ve Osmanlı Devleti’’, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Lull, James (2001). ‘’Medya, İletişim, Kültür’’, Çev. Nazife Güngör,
Ankara: Vadi Yayınları.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
201
Mora, Necla (2011). ‘’Kültürlerarası İletişim Bağlamında İnsana Dair
Duygular ve Ritüeller’’, Ankara: Nobel Akademik Yayıncılık.
Muhtar, Mahmud (2012). ‘’Balkan Harbi; Üçüncü Kolordu’nun ve
İkinci Doğu Ordusunun Muharebeleri’’, İstanbul: İlgi Kültür Sanat Yayıncılık.
Müller, Harald (2001). ‘’Huntington’un Medeniyetler Çatışması Tezine
Antitez; Kültürlerin Uzlaşması’’, Çev: Ali Çimen, İstanbul: Timaş Yayınları.
Oksaar, Els (2008). ‘’Kültürlerarası İletişim Bağlamında Kültür
Kuramı’’, Çev: Ayhan Selçuk, Ankara: Çizgi Kitabevi.
Sander, Oral (2000). ‘’Türkiye’nin Dış Politikası’’, Ankara: İmge
Kitabevi, 2. Baskı.
Soydaş, Ayda Uzunçarşılı (2010). ‘’Kültürlerarası İletişim; Farklı
Kültürel Ortamlarda Çalışma ve İletişim’’, İstanbul: Parşömen Yayıncılık.
Spinks, Nelda ve Wells, Barron (1997). ‘’Intercultural Communication: a
Key Element in Global Strategies’’, Career Development International, 2 (6), 287.
Tekin, Cemile Haliloviç (2011). ‘’Bosna-Hersek Devleti; 1991-2011’’,
Konya, Çizgi Kitabevi.
Todorova, Maria (2010). ‘’Balkanlar’ı Tahayyül Etmek’’, Çev: Dilek
Şendil, İstanbul: İletişim Yayınları.
Uştipak’tan Sevdalinka’ya Boşnaklar, (2007) Adana Bosna Kardeşlik
Yardımlaşma ve Kültür Derneği, Adana: Yazıcı Baskı.
Uzgel, İlhan (2000). ‘’Doksanlarda Türkiye İçin Bir İşbirliği ve
Rekabet Alanı Olarak Balkanlar”, En Uzun On Yıl, Türkiye’nin Ulusal
Güvenlik ve Dış Politika Gündeminde Doksanlı Yıllar, Der: Gencer Özcan-Şule
Kut, Ankara: Büke Yayınları, 2.Basım.
Ülger, İrfan Kaya (2003). "Ortadoğu Sorunu ve Yugoslavya’nın
Dağılması’nın Avrupa Dış Politikası Çerçevesinde Analizi”, Stradigma, Sayı.8.
Volkan, Vamık ve Atabey, Nuriye (2010). ‘’Osmanlı’nın Yasından
Atatürk’ün Türkiye’sine; Onarıcı Liderlik ve Politik Psikoloji’’, Ankara:
Kripto Kitaplar.
Wachtel, Andrew Baruch (2009). ''Dünya Tarihinde Balkanlar'', Çev:
Ali Cevat Akkoyunlu, İstanbul: Doğan Kitap.
MOTİF AKADEMİ
202
RUMELİ ŞAİRLERİNDEN ÂHÎ’NİN ŞİİRLERİNDE KİMSESİZLİK
DUYGUSU
The Sense of Disolationin Poems of Ahi Who Is One of the Rumeli Poets
Ahmet DOĞAN*
Özet: Balkanlar, Osmanlı’nın kuruluş yıllarından itabaren ayak bastığı ve sonraki
dönemlerde karış karış her toprağına Türk-İslam mührünü vurduğu bir bölgedir. Türk-
İslam medeniyetinin “Batı”ya açılan kapısı konumunda olan bu bölge, jeopolitik öneminin
yanında, bir kültür merkezi olması açısından da oldukça büyük bir öneme sahiptir.
Osmanlı’nın hakimiyeti altında kaldığı dönem daha çok Rum-ili (Rumeli), olarak
zikredilen Balkanlar, o dönem yetiştirdiği sayısız devlet adamı, alim, musikişinas, hattat,
nasir ve şairle Türk-İslam medeniyetine hatırı sayılır katkılarda bulunmuş bir bölgedir.
Bu bölgede yetişen ve yazdığı şiirleriyle o dönemin ruhunu, “divan”ına nakşeden
şairlerden biri de Niğbolulu Âhî’dir. Ömrü sıkıntılar içerisinde geçen Âhî’nin “divan”ı
incelendiğinde, şiirlerinde kimsesizlik, ıstırap acı ve kederin yoğun bir şekilde
dillendirildiği görülür. Bu durum, geleneksel söylem içerisinde hemen her şairde
rastlanılabilcek bir özellik arzetse de ‘âh’ı âlemi tutmadan bu mahlası almayan şairin,
şiirlerinde ettiği “âh”larda deruni ıstıraplarının, yalnızlığının ve kimsesizliğinin de
yankılandığını söylemek mümkündür.
Anahtar kelimeler: Balkanlar / Rumeli, Divan şiiri, Âhî, kimsesizlik.
Abstract: The Balkans is a region where Turks were settled still in the early
Ottoman period and which even today bears footprints of Turkish Islamic civilization in
every aspect of life. Due to its geopolitical and geostrategic position the region serves as
“the Window to the West” for Ottomans. Besides it was one of the main cultural and
educational centres within the Ottoman Empire.
Rumeli as it was known during the Ottoman domination was famous for numerous
statesmen, scholars, musicians, calligraphists, publishers and poets born there who played
significant role in developing the Ottoman intellectual and cultural life.
One of those intellectuals was Ahi from Nigbolu, who is also famous for his poems
* Yrd. Doç. Dr. Ahi Evran Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü,
HALKBİLİMİ DERGİSİ
203
picture the genuine reality of the region, the scenes of every day life of the Balkanians.
Desolation, suffering, woe, dreariness and unhappiness are the themes which his poems mostly
dwelled on. It is also due to consequences of the Ahi’s own past life full of pain and sadness.
One can easily find all the themes mentioned above in the lines of every poet of that period, but
only in Ahi’s poems they take central place. Only Ahi’s lyrics uniquely and perfectly resound
the feelings of deep heartbreak, loneliness and desolation of one who is all alone.
Key words: Balkans / Rumeli, Divan poetry, Ahi, desolation.
Giriş
Balkanlar, Türkiye’nin batısında ve Avrupa’nın güneydoğusunda yer alan,
Avrupa ile ülkemiz arasında kalan, yaklaşık bir milyon kilometrekare yüzölçümüne
sahip bir yarımadadır. Jeopolitik konumu itibarıyla oldukça büyük bir önem arz
eden bu yarımadaya Türklerin ilk girişleri IV. yüzyıldan itibaren Hunlar zamanında
olur (Karpat, 1999: 25). Hunlardan sonra XI ve XII. yüzyıllarda Peçenek, Kuman
ve Uz Türklerinin yerleştiği bu bölgeye XIV. yüzyıldan itibaren Türklerle birlike
İslam da girer. Nihayet XV. yüzyılda Osmanlıların Balkan coğrafyasına
yerleşmeye başlamasıyla bölgenin kaderi değişir ve Balkanlarla günümüze dek
sürecek olan sağlam ve kalıcı ilişkiler tesis edilir.
Osmanlı’nın, ilk kez Orhan Gazi döneminde (1354) Gelibolu üzerinden
geçtiği Balkanlardaki ilerlemesi, bölgede hakim olan kaos ortamı dolayısıyla
oldukça hızlı olur. Edirne’nin fethedilerek (1361) başkent yapılmasının ardından
Kosova zaferiyle (1389) Sırbistan Osmanlı hâkimiyetine geçer. Yıldırım Bayezid'in
Niğbolu’da (1396) Haçlı ordusunu hezimete uğratması ile Osmanlı’nın Balkan
hâkimiyeti perçinlenir. Fâtih’in Bosna'yı fethi (1463) ile Osmanlı Dalmaçya sahil-
lerine kadar ilerler. Kanunî Sultan Süleyman’ın, Mohaç’ta kazandığı ‘muhteşem’
zaferle (1526) tüm Macaristan Osmanlı hâkimiyetine girer (Karpat 1999: 25). Bu
fethi takip eden sonraki iki yüzyıl, Balkanlar için barış ve refah dolu geçen bir süre
olur. Bu zaman dilimi içerisinde Osmanlı’nın atalarından tevarüs ettiği “coğrafyayı
vatan bilen bir şuurla”, binbir zahmetle imar ettiği bu bölge, Karlofça’dan sonra
(1699) parça parça elinden çıkmaya başlar. Büyük kahramanlıklara ve dramlara
sahne olan, yüzyıllık zaman diliminden sonra ilk olarak Sırplar (1804), sonra
Yunanlılar (1829) Osmanlı’dan kopar. Balkan Savaşı (1912) ile Makedonya ve
Trakya; Sırbistan, Yunanistan ve Bulgaristan arasında paylaşılır. Arnavutluk da
Sırbistan'ın eline düşmemek için istiklâlini ilan eder. Sonuçta Osmanlı’nın elinde
sadece Doğu Trakya olarak bilinen ve İstanbul-Istıranca-Keşan üçgenini içine alan
bölge kalır (Karpat, 1999: 33).
MOTİF AKADEMİ
204
Osmanlı’nın feth ettiği dönem büyük bir kargaşa ve kaos içerisinde sefaleti
soluklayan Balkanlar, ancak fetihten sonra barış, huzur ve refah ortamına kavuşur.
Bu müreffeh zaman diliminde artık Rum-ili (Rumeli) olarak kayıtlara geçen
Balkanlar, Osmanlı’nın büyük fedakârlıklar, üstün gayretler ve uzun soluklu imar
çalışmaları ile bir kültür ve medeniyet merkezi hâline getirilir. Pek çok yerleşim
birimi, bu dönem şehir olarak temeyyüz eder. Osmanlı’nın medeniyete,
şehirleşmeye verdiği bu büyük önem sebebiyle o dönem, şehirlilik ile Türklük hep
bir arada kullanılmış ve bölgede şehirlileşmenin temel göstergelerinden biri -yakın
zamanlara kadar- Türkçe bilmek olarak değerlendirilmiştir (İsen, 1997: 514).
Osmanlı’nın Avrupa’daki kısmı olan ve Rum-ili (Rumeli) olarak da
zikredilen Balkanlar’ın fethi ve iskânıyla birlikte, Edirne, Gelibolu, Saraybosna,
Siroz (Serez), Vardar Yenicesi, Üsküp, Manastır, Filibe, Selânik, Sofya ve Belgrad
gibi şehirler, kısa sürede önemli birer kültür ve sanat merkezi olarak değer kazanır
(Çeltik, 2009: 805). Bu bölgelerin birer kültür ve edebiyat merkezi olarak o dönem
nasıl bir önem ifade ettiklerini ünlü tezkire yazarı Aşık Çelebi; “rivayet olunur ki
Prizren'de oğlan doğsa, adından akdem mahlas korlar. Yenice'de doğan oğlan,
etmeye papa diyecek vakit Farisi söyler. Priştine'de oğlan doğsa, diviti belinde
doğar. Binâen-alâ-zâlik, Prizren şair menbaı, Yenice Farisî ocağı ve Priştine de
kâtip yatağıdır.” (2010: C.II, 904) sözleriyle özetler.
Özellikle şiir sanatında münbit bir toprak olma hususiyeti sergilediğini
söyleyebileceğimiz Rumeli, bu meyanda bağrında yetiştirdiği sayısız şairle
Osmanlı şiirine yön vermiştir. Bir mektep hüviyetindeki Rumeli’nin bağrından
çıkan ve “samimilik, kuvvetli ilham, gurur ve istiğna, mahallli renklere itina” gibi
ortak hasletlere sahip şairlerinin, edebiyatımıza sağladığı katkılar; Rumeli
coğrafyasını işleme, şehrengîz türünü icat etme, hece vezniyle şiir yazmayı
başlatma ile gerçek sevgili ve âşık tiplerini ele alma, şeklinde özetlenebilir (Çeltik,
2009: 806).
Kendilerine has hususiyetleri ile Osmanlı şair kadrosunun büyük bölümünü
oluşturan Rumeli şairlerinden (İsen, 1997: 515) biri de Âhî’dir.
Adı Hasan, lakabı Benli Hasan olan Âhî, -bugün Bulgaristan sınırları
içerinde yer alan- Niğbolu’nun Tirsinik adlı kasabasında dünyaya gelmiştir (Âşık
Çelebi, 2010: C. I, 391). Şairin doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte,
kaynaklarda hayatına dair verilen bilgiler ışığında H.878/M.1473 senesinde
doğduğu (Sungur, 1994: 13) tahmin edilmektedir.
Âhî’nin babası Seydi Hoca, ticareti iyi bilen zengin bir tüccar, annesi ise
Melek Kadın’dır. Âhî, babasını kaybettiği zaman henüz genç yaşta olmasına
HALKBİLİMİ DERGİSİ
205
rağmen baba sanatını tutup dükkân işleriyle ilgilenmeye başlar. Ancak bir gün
annesi Melek Kadın’ın ikinci evliliğine hazırlandığını duyunca, her şeyi geride
bırakarak yurdundan ayrılır ve İstanbul’a gelir (Gibb, 1998:482). İstanbul’da
önceleri derbeder bir yaşam süren Âhî, daha sonra ilerleyen yaşına rağmen ilmiye
sınıfına intisap eder ve kırk yaşlarında mülazım olur (Şemseddin Sami, 1996: 502).
Âhî, mülazımlık yıllarında kaleme almaya başladığı ‘Hüsrev ü Şîrîn’
mesnevisinin bazı beyitleriyle devrin sultanı Yavuz’un dikkatini çeker. Yavuz
Sultan Selim, şairliğini oldukça beğendiği Âhî’nin, kırk yaşlarında bir mülazım
olduğunu öğrenince hemen terfiini emreder. Bunun üzerine Kemalpaşazade,
padişah adına Âhî’yi Bursa Bayezid Medresesine tayin ettirir. Ancak Âhî,
Kazasker Zeyrekzade’nin; bu mütevazi görevi kabul etmemesi hâlinde, padişahın
kendisine daha büyük ihsanlarda bulunacağını söylemesiyle, Bursa’ya gitmekten
vazgeçerek, padişanın ihsanına bir cevap vermez. Fakat işler şairin beklediği gibi
gelişmez ve uzun bir süre daha mülazım olarak kalan Âhî, ancak ömrünün son
yıllarında Karaferya’da müderrislik makamına getirilir (Gibb, 1998: 484).
Müderrisliği sırasında, şair Haverî’nin kız kardeşi ile evlenen Âhî, “sûz-ı Âhî ile
tutuşdı cihân” mısraıının gösterdiği, H.923/M.1517 tarihinde kırk beş yaşlarında
Kareferya’da vefat eder (Sungur, 1994: 18).
Rumeli’inin yetiştirdiği önemli şairlerden olan Âhî, yaşadığı dönem gazel
şairlerinin en ileri gelenlerinden biri olarak zikredilir. Onun şiirlerinde Hassan’ın
etkileyici üslûbunu, Hüsrev’in mısralarındaki yakıcılığı, Selman’ın sanatını ve
Kemâl’in hayallerini bulmak mümkündür (Latifi, 2000: 182). Gösterişli gazelleri
ve mest edici matla’ları (Sehî, 1998: 195) ile Anadolu’nun önde gelen şairlerinden
biri olan (Kınalızâde, 1989: 191) Âhî, şiir söylemekteki bu mahareti dolayısıyla
“birinci sınıf” (Gibb, 1998: 482) şairler arasında değerlendirilir. Devrin büyük şairi
Necâti Bey’den dahi üstün bir şair olduğu ifade edilen (Sungur, 1994: 38) Âhî, -
eserlerini dikkatle gözden geçirip tamamlamasına ömrü vefa etmemesine rağmen-
hemen hemen kusursuz bir nazım ve nesir üstadıdır(Latîfî, 2000: 182). Divanında
yoğun bir şekilde işlediği kimsesizlik duygusunun vermiş olduğu ıstırap ve keder
dolu mısralarıyla dikkat çeken Âhî’nin, sade ve samimi söyleyişi, sanatının en
belirgin özelliğidir. Âhî’nin Dîvân1 dışında, yarım bırakılan Hikâyet-i Şîrîn ü
Pervîz ve Rivâyet-i Gülgûn u Şebdîz2 mesnevisi ve ömrü vefa etmediğinden
1 Âhî Dîvânı’nın, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi ve Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesindeki
mevcut iki nüshası ile nazire mecmualarındaki şiirlerden yararlanılarak Necati Sungur tarafından bir
tenkitli metni hazırlanmış ve bu çalışma 1994 yılında Kültür Bakanlığı yayınları arasında
basılmıştır. [Necati Sungur, Âhî Dîvânı,Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1994.] 2 Âhî, bu eserini, dönemin Nakşibendî şeyhlerinden Mahmud Çelebi’nin: ‘Hüsrev-i Pervîz’in, Hazret-i
Peygamber’in kendisine gönderdiği mektubu yırtan bir hükümdar olduğundan, onun vasıflarının
MOTİF AKADEMİ
206
tamamlanamayan Hüsn ü Dil3 isimli manzum-mensur karışık hikâyesi olamak
üzere toplam üç eseri bulunmaktadır.
Âhî’nin mesnevilerini gazellerine tercih eden Gelibolulu Âlî, onun
mahlasıyla ‘hem-ahenk’ bir hayat sürdüğünü ve mahlasının olumsuzluğundan
hiçbir vakit kurtulamayarak, ömrünü gam ve tasa içerisinde ‘âh u vâh’ ederek
tükettiğini söyler (1994: 173). Hazin bir yaşamın verdiği psikoloji ile Âhî
mahlasını alan ve şüphesiz mahlasının da tesiriyle ömrünü ‘âh u vâh’ ile kederler
içinde ve kimsesizlik köşesinde geçiren şair, divanını da bu bağlamda adeta “gam
defterinin tamamı” olarak düzenler:
Sana mahlas yiter Âhî kim ider adını yâd
Her gazel kim okuna defter-i dîvânumdan
(G. 85/5)4
Mahlas seçimi divan şairlerinin oldukça önem verdikleri bir husustur.
Mahlas seçiminde oldukça titiz davranan ve hiçbir surette kendilerine rastgele
mahlas seçmeyen şairler, bu seçimi yaparken mahlaslarının, kendi karakterlerini,
önde gelen bir eğilimlerini yahut da gönüllerinde yaşattıkları bir vasfı
aksettirmesine büyük özen göstermişlerdir (Akün, 1994: 395). Şairlerin mahlas
seçiminde psikolojik sebeplerin de bir rolü olduğu düşünülebilir (Yıldırım, 2006:
92). Nitekim Âhî, çekmiş olduğu sıkıntı ve acıların bir tezahürü olarak ettiği ‘âh’lar
dolayısıyla Âhî mahlasını aldığını söyler:
Tutmayunca âlemi âhum ben Âhî olmadum
Kendü âhum âkıbet nâm u nişân oldı bana
(G. 5/5)
anlatıldığı bir eser kaleme almanın günah olduğunu; maksadının caize ise, onu yarın kıyamette Cenâb-ı
Peygamber’in şefaatine nail olarak elde edeceğini’ söylemesi dolayısıyla yarım bırakmıştır (Âlî, 1994:
173; Âşık Çelebi, 2010: C. I, 394). Âhî’nin yarım bıraktığı bu eseri, M. Fatih Köksal tarafından
yayımlanmıştır. [M. Fatih Köksal,“Âhî’nin Hüsrev ü Şirin Mesnevisi”, Türklük Bilimi Araştırmaları,
S. 6, Sivas, 1998, s.227-247.] 3 Nişaburlu Fettahî’nin mensur eserinin tercümesi niteliğinde olan ve daha önce yarım bırakılmış olan
Hüsrev ü Şirin adlı mesneviden alınmış bir çok beytin de bulunduğu Hüsn ü Dil, kayınbiraderi şair
Haverî tarafından tamamlanmıştır. Çaylak Tevfik tarafından 1287 senesinde İstanbul’da neşredilen
eser üzerine Mümine Çakır, 1998 yılında Fatih Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsünde bir
yüksek lisans tezi hazırlamıştır. 4 Örnek beyitlerin numaralandırılmasında Necati Sungur’un hazırlamış olduğu eser, esas alınmıştır.
[Necati Sungur Âhî Dîvânı,Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara. 1994.]
HALKBİLİMİ DERGİSİ
207
Ettiği ‘ah’ları, akıbet kendisine ‘nâm u nişâne’ kalan Âhî’nin şiirlerinde
böylece ıstırap dolu bir ruh da yoğun bir şekilde kendisini hissettirmeye başlar. Bu
durumu, şairin bilerek ve isteyerek seçtiği mahlasına sebep olan ruh hâlinin
(psikolojisi), artık mahlasının da etkisiyle kaçınılmaz olarak -geleneğin verdiği
imkanlar dâhlinde- şiirine yansıması şeklinde değerlendirmek mümkündür. Ancak
samimiyeti bir çok an’ane ve zaruretlere feda eden divan edebiyatında, şairlerin
şahsiyetine nüfuz edebilmek her zaman mümkün olmaz (Tarlan, 1934: 55). Divan
edebiyatında sanatkârların duygu ve düşüncelerini; klişeleşmiş mecaz, istiare veya
mazmunlarla ifade ederek şahsî tecrübelerini ve ferdî bunalımlarını, geleneksel
söyleyiş içerisinde gizlemesi, “sanki tüm şairlerin elbirliği etmişçesine, kendilerini
şiirlerinin dışına çekerek, şahsî zaaf ve hususiyetlerini şiirlerine bulaştırmadıkları”
(Türinay, 1999: 285) kanaatini ortaya çıkartır. Oysa bu şairlerden geriye kalan
metinlerin titizlikle incelenmesi hâlinde bu yargının aksine, şiirlerle şairlerinin
hayatlarının, belli ölçülerde örtüştüğü görülebilir (Şentürk, 2009: 140). Bu nedenle
şairlerin, dilin büyülü imkânlarıyla idraklere sundukları göz kamaştırıcı
dünyalarında, tüm geleneksel imajlar ve o dönem sosyal hayatının en ince
ayrıntıları yanında, birçok simgesel değerin ardına gizlenmiş de olsa, şairin ruhî
tecrübeleri de bulunabilir.
Divanında, cehennemi tasvir ettiğinden dolayı ağladığını zanneden vaize
çıkışarak; derdinin başka bir şey olduğunu söyleyen Âhî, aynı şekilde şiirlerindeki
dert ve elemin her zaman, bir ‘gönül derdi’ olarak yorumlanmasına da itiraz eder.
Okuyucuyu bizzat yaşayan beninin derinlerde kalmış sıkıntılarına yönlendiren
Âhî’nin, şiirlerinin satır aralarında ıstırap dolu yaşamını da dillendirmesi
muhtemeldir:
Derd-i dil hâli degül şi’rümde Âhî şerh olan
Kendü hâlüm söylerüm ben kendü derdüm var benüm
(G. 70/6)
Oldukça zengin ve mutlu bir hayatı varken babasının ölümüyle başlayan
talihsiz olaylar ve ardından gelen derbeder bir yaşam, ‘kara bahtlı’ şairi meyhane
köşelerine sürükler. Bir dönem müdavimi olduğu Efe ve Yâni Efendi
meyhanelerinde ‘dilsiz danişmend’ (İpekten, 1996: 236) denilmekle bilinen Âhî,
teselliyi meyhane köşelerinde ve şarapta arar:
Zehrini dehrün ferâmuş itmek içün Âhiyâ
Mest olup her gün şarâb-ı hoş-güvâr egler beni
(G. 134/5)
MOTİF AKADEMİ
208
Âhî’nin, yaşadığı ıstırapları şarapla unutmaya çalışmasını bir kaçış
psikolojisi içerisinde değerlendirmek mümkündür. Aslında meyhaneye sığınmakla,
“karşılaştığı olumsuzluklar karşısında, yetersizliğini görmekten kaçmış” (Gençtan,
1997: 74) olur.
Âhî, hayatın getirdiği olumsuzluklar karşısında oldukça çaresizdir. Bütün
kötülüklerin kendisine musallat olduğunu düşünür ve gökyüzünde ikbalini
aydınlatacak bir yıldızdan dahi mahrum olmanın verdiği hüzünle, yeryüzünde
kimsenin kendisi kadar talihsiz olamayacağına inanır. Mihnet taşlarıyla örülen
gönlünden acının hiçbir vakit eksik olmadığı şair, bu karamsarlık içinde devamlı ah
edip inler:
Âh kim hâlî degül bir lahza gönlüm âhdan
Neyleyem bî-çâre dil kurtulmadı eyvâhdan
(G. 95/1)
Âhî’nin devamlı ‘âh’ edip inlemesinin temelinde; ıstırabını dile getimek
suretiyle çaresizlik ve güçsüzlük duygusunu yok etme amacını güden bir insan
(Adler, 2001: 278) psikolojisinin olduğunu söylemek mümkündür. İçinde bulunduğu
sıkıntının nedenini ‘ezeli bir yanış’, yani bir mukedderat olarak değerlendiren şair,
yaşam karşısındaki güçsüzlüğünü teslimiyet dolu bir ruh hâliyle ifade eder:
Bana kan agladur derd ile her dem
Aceb n’itdüm ki yâ Rab rûzgâre
(G. 114/6)
Âhî’nin şiirlerinde yoğun bir şekilde görülen ‘âh u feryâd’, acı, ıstrap ve
kimsesizlik duygusunun geleneksel söylem dâhlinde hemen bütün şairlerce
işlendiğini söyleyebiliriz. Nitekim Âhî’nin şiirlerinde görülen ‘ah u efgan’, ıstırap
ve kimsesizlik de çoğu zaman, sevgilisinden ayrı düşen âşığın rûhî feveranları
olarak geleneksel bir özellik arz eder:
Kandesin ey meh ki her gün mihr-i rûyun şevkine
Çarhı tokuz tolanur âh-ı sehergâhum benüm
(G. 67/3)
Ancak kimsesizliğin zaman zaman bu geleneksellikten çıkarak, şahsî bir
nitelik kazandığını da görürüz. Bu durumun, şairin ilk gençlik yıllarında yaşadığı
HALKBİLİMİ DERGİSİ
209
acı tecrübelerden kaynaklandığını söylemek mümkündür. Zira Âhî, daha çocuk
denecek yaşta babasını kaybetmiş ve hemen akabinde annesinin başka biriyle
evlenmesi gibi talihsiz bir olaya şahitlik etmiştir. Bu durum şairin çevreden ve
insanlardan kaçmasına neden olarak onu, ruhî bir yalnızlığın içine sürüklemiş ve
şiirlerine de kimsesizlik ve onun sebep olduğu çaresizlik psikolojisi olarak
yansımıştır:
Ben yetîmün acıyup aglarsa kanlu yaşuma
Bahr-ı Kulzüm acısun deryâ-yı Ummân aglasun
(G. 87/4)
Anne veya babadan birinin ölümü, çocuğu geride kalanla daha yakın bir
ilişki kurmaya sevk eder. Babasının ölümüyle sığınacağı yegâne kucak olan
annesinden de mahrum kalan her çocuğun kapılacağı derin kimsesizlik duygusuna
(Uğurel, 1980: 170) kaçınılmaz olarak Âhî de kapılır. Yaşanan bu kimsesizlik hissi,
acıların ve ıstırapların haykırılacağı, göz yaşlarının akıtılarak içinin boşaltılacağı
bir ferdin bulunamadığı her an daha da artacaktır:
Kime feryâd ideyin nâle vü efgânumdan
Kime kan aglayayum dîde-i giryânumdan
(G. 85/1)
Yapayalnız geldiği dünyadan yine yapayalnız gidecek olan insanın, aslında
yaşamı da “dar anlamıyla başkasına aktarılamaz olmasından ötürü, özünde
yalnızlık[tan]” (Gasset, 1995: 61) ibarettir. Hayata geliş ve hayattan kopuş
anlarında kimsesizliğinin bilincinde olmayan insan, hayatın içerisinde bilinçli bir
şekilde var olmaya başladığı andan itibaren kimsesizliğini de bilme şansına sahip
olur. Bu kimsesizlik, zahirî boyutta insanın etrafında dinginlik bulacağı bir
kimsenin yokluğu olabileceği gibi etrafındaki kalabalığa rağmen batinî boyutta
hissedilen bir yalnızlık duygusu da olabilir. Bu bağlamda, kendisinin çarh
tarafından dünyaya bir nokta gibi atıldığını ifade eden Âhî’nin, şiirlerinde
dillendirdiği kimsesizlik duygusunun her iki boyutta da değerlendirilebilecek bir
özellik arzettiğini söyleyebiliriz:
Getürüp nokta gibi ortaya atdı beni çarh
Başladı kendü kıyı çizmege pergâr gibi
(G. 124/3)
MOTİF AKADEMİ
210
Hastalandığı zaman kendisine bir yudum su verecek herhangi bir kimseyi
bulamayacak kadar büyük bir yalnızlık yaşadığını ifade eden Âhî, hastalığının
ateşiyle yanan, kuruyan ve çatlayan dudaklarındaki yaralardan emdiği suyla,
susuzluğunu dindirmeye çalışmaktan da oldukça mustariptir:
Hastelikten şöyle tenhâyam bu gurbet-hânede
Penbe ile agzuma süd emzürür teb-hâleler
(G. 21/3)
Beyitteki süt, emzirmek, hâle ve pamuk kelimelerinin yapmış olduğu
çağrışımlarla, muhayyilede bir anne hayalinin canlandırıldığını söyleyebiliriz. Ayrıca
çocuğun hastalandığı zaman, pamuk gibi ellerini onun alnına koyarak sabahlara
kadar baş ucunda bekleyenin de anne olması, şairin bir anne özlemi çektiğini
gösteren ifadeler olarak yorumlanabilir. Zira şairin babasının ölümünün hemen
ardından annesinin başka biriyle evlenmesi, bir anlamda onu da kaybetmesine neden
olur. Böylece şair yetimliğin ardından bir de öksüzlük psikolojisi içine girer:
Ben öksüz agladukça hadd ü lebünden ayru
Şem’ün özü göyinür içi acır şarâbun
(G. 49/4)
Sîne-i sad-pârede dâg-ı nihânum var benüm
Öksüzem koynumda bir göynüklü nânum var benüm
(G. 69/1)
Şairin kimsesizliğinin ve anne özleminin vermiş olduğu yalnızlık duygusu,
ölüm düşüncesiyle birlikte daha bir netlik kazanarak, onu tabiatın şefkâtine
sığınmaya zorlar:
Saçların çözsün bulutlar ra’d kılsun nâleler
Kabrüm üzre haşre dek yansın yakılsın lâleler
(G. 21/1 )
Beytin ilk mısrasında sunulan bulutların saçlarını çözüp ağlaması ve
göklerin feryat ve figan etmeleri hayallerinde yine bir anne özleminin ifadesi
olduğunu söylemek mümkündür. Bu özlem ve daha önemlisi kimsesizlik duygusu,
ikinci mısrada şairin mezarı başında, dünya hayatının sona erdiği noktada, ardından
tabiat unsurları dışında bir damla gözyaşı dökecek kimsenin bulunmayışıyla
oldukça etkileyici bir şekilde dikkatlere sunulur.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
211
‘Hüzn-i Ya’kub ile mübtelâ’ kılınan Âhî, kendisini ‘garip’ olarak
nitelendirir. Bu gariplikte yine unutulmuşluğun ve kimsesizliğin vermiş olduğu bir
ruhî durum söz konusudur. Kendisini, yaşadığı ıstıraplardan çekip çıkartacak bir
kimsenin bulunmamasından müşteki olan ve gaipten bir elin kendisine uzanmasını
beklercesine, karanlığın kollarına sığınan Âhî’nin, bu uzun bekleyiş dönemindeki
tek sermayesi de yine ağlamak olur:
Aglamakla çıkdı gözden Âhî ey pîr-i hıred
Demdür aglarsa yetîm oldı ol oglan aglasun
(G. 87/6)
Beyitte Âhî’nin, kendisinden ağlaya ağlaya gözlerinden olmuş (gözden
çıkmak) bir yetim olarak bahsetmesinden hareketle, hâlini arz etmeye çalıştığı
bilge ihtiyarı (pîr-i hıred) da çocuk yaşlarda kaybettiği babası olarak
değerlendirmek mümkündür. Ayrıca pîr-i hıred ve gözden çıkmak (gözlerinden
olmak) söz öbekleriyle zımnen Hz. Yakûb’a atıfta bulunan (Şentürk, 2009: 143)
Âhî, şiirlerinin satır aralarında, ağlaya ağlaya geldiği dünyanın adeta kendisi için
bir ‘kulbe-i ahzan’ olduğunu da ifade eder.
Yaşadığı kimsesizlik duygusu neticesinde doğal olarak içe dönen şair,
yaşamın önüne çıkardığı olumsuzlukları -paylaşacak biri olsa dahi paylaşmamayı
tercih ederek- kendi iç aleminde göğüslemeye çalışır:
Hâr-ı müjgândan hezârân pâre olursa yürek
Gonceveş ey âşık-ı şeydâ dilün tutmak gerek
(G. 62/1)
Burada görülen içe dönüş, geleneksel anlamda aşkın bir sır gibi
saklanmasından dolayı görünse de bu geleneksel ifadelerin gerisinde şairin
psikolojik durumunu bulmak mümkündür. Zira şair, hayat karşısında da bundan
farklı bir tutum sergilememektedir. Âhî, “devamlı susan, dinleyen arada bir
konuşmak gerektiğinde kısa cevaplar veren, döneminde gediklisi olduğu
meyhanenin çalışanlarınca kendisine, “dilsiz danişmend” denilen (Gibb 1998: 483)
bir insandır.
Bütün dertleriyle içine kapanıp yalnızlığıyla başbaşa kalmak isteyen şair,
kendisinin bu içler acısı hâlini kimselerin görmesini, bilmesini istemez. Sararan
yüzüne, kanlı gözyaşlarını bir örtü gibi çekerek -arifane bir tecahülle- güya
ıstıraplarını saklamaya çalışır:
MOTİF AKADEMİ
212
Çihre-i zerdüm benüm fâş itmesün diyü gamun
Çekdi hûn-ı dîdeden eşküm nikâb-ı al ana
(G. 4/2)
Kimsesizliğiyle kendi içine yönelerek kendisine hayali bir dünya kuran
Âhî, bu dünyayı âleme faş ettiklerinden dolayı gözyaşına ve ahına da sitemde
bulunur:
Eşk ü âhum âleme fâş itdi râz-ı aşkumı
Çok mahalde töhmet irer kişiye hem-râhdan
(G. 91/4)
Şair, gözyaşı ve ah üzerine söylediği ‘çoğu zaman insana arkadaştan
töhmet gelir’ sözüyle, kendisini çevreden soyutlamış olmasına kendince, mantıklı
bir sebep bulur ki şairin yaşadığı ıstırap dolu hayat da buna oldukça müsaittir.
Sonuç
Osmanlı kültür ve medeniyetine büyük katkıları olan Rumeli’nin
yetiştirdiği şairlerden biri olan Âhî’nin, büyük bölümünü gazellerin oluşturduğu
divanında -bu nazım şeklinin getirdiği duygusal yoğunluk ve şairin kederli hayatı
dolayısıyla- hüzün, baskın bir duygu olarak hissedilir.
Şiirlerinde sanat gösterme endişesiyle yapmacıklığa düşmediği;
duygularını ve hayallerini oldukça sade ve samimî bir şekilde dile getirdiği görülen
Âhî’nin, mahlasında da hissedildiği üzere, ‘âh u vâh’, ‘feryâd u figân’, acı, ıstırap,
kaygı, kimsesizlik ve gözyaşı gibi unsurlar dikkat çekecek kadar fazla
kullanılmıştır. Kimi zaman geleneksel söylem içerisinde değerlendirilmesi
mümkün olan bu kullanımların, kimi zaman da şairin ruhi durumundan
kaynaklandığını söyleyebiliriz. Zira ‘âhı âlemi tutmadan’ bu mahlası almadığını
söyleyen şairin yaşamı, mahlasının içerdiği anlamdan pek farklı geçmemiştir.
Gençlik yıllarından itibaren hayatın pek çok olumsuz tarafıyla karşılaşan,
İstanbul’da belli bir dönem derbeder bir yaşam süren ve mizaç olarak içine kapanık
olan Âhî’nin, ruh hâlinin belli ölçülerde mısralarına yansıdığını, dolayısıyla şiir
ikliminde haykırdığı kimsesizlik duygusunda ve ettiği ateşli ahlarda hayatından
izler olduğunu da söylemek mümkündür.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
213
KAYNAKLAR
Adler, Alfred (2001), İnsanı Tanıma Sanatı, (Çev. Kâmuran Şipal), Say
Yayınları, İstanbul.
Akün, Ömer Faruk (1994), “Divan Edebiyatı”, İslam Ansiklopedisi,
Diyanet Vakfı Yayınları, C. 9, İstanbul, s. 395.
Âlî Gelibolulu (1994), Künhü’l-Ahbâr’ın Tezkire Kısmı, (Haz.: Mustafa
İsen), Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, Ankara.
Âşık Çelebi (2010), Meşairü’ş-Şuarâ (Haz.: Filiz Kılıç), İstanbul
Araştırmaları Enstitüsü Yayınları, 3 C., İstanbul.
Çeltik, Halil (2009), Rumeli şairlerinin Klâsik Türk şiirine Katkıları,
Turkish Studies International Periodical For the Languages, Literature and History
of Turkish or Turkic Volume 4/8 p. 804-824.
Gasset, Ortega (1995), İnsan ve Herkes, Metis Yayınları, İstanbul.
Gençtan, Engin (1997), Psikodinamik Psikiyatri ve Normal Dışı
Davranışlar, Remzi Kitabevi, İstanbul.
Gibb, E. J. Wilkinson (1998), Osmanlı Şiir Tarihi I-II, (Çev. Ali
Çavuşoğlu), Akçağ Yayınları, Ankara.
İpekten, Haluk (1996), Divan Edebiyatında Edebî Muhitler, MEB
Yayınları, İstanbul.
İsen, Mustafa (1997), "Balkanlar'da Türk Edebiyatı", Ötelerden Bir Ses –
Divan Edebiyatı ve Balkanlarda Türk Edebiyatı Üzerine Makaleler, Akçağ
Yayınları, Ankara.
Karpat, Kemal H. (1999), Balkanlar, DİA, C.5. s. 25-32.
Kınalızade Hasan Çelebi (1989), Tezkiretü’ş-Şuarâ, C.I, (Haz. İbrahim
Kutluk), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara.
Latîfî (2000), Tezkiretü’ş-Şu’arâ ve Tabsıratü’n-Nuzamâ (Haz. Rıdvan
Canım), Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, Ankara.
Sehî (1998), Heşt Behişt (Haz. Mustafa İsen), Akçağ Yayınları, Ankara.
Sungur, Necati (1994), Âhî Dîvânı, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara.
Şemseddin Sâmi (1996), Kâmusü’l-A’lâm, C. III, Kaşgar Neşriyat, Ankara.
MOTİF AKADEMİ
214
Şentürk, Ahmet Atilla (2009), Osmanlı Şiiri Antolojisi, Yapı Kredi
Yayınları, İstanbul.
Tarlan, Ali Nihat (1934), Şeyhi Divanı’nı Tetkik, Suhûlet Basımevi,
İstanbul.
Türinay, Necmettin (1999), “Divan Şairinin Dünyası”, Osmanlı Divan
Şiiri Üzerine Metinler (Haz. Mehmet Kalpaklı), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul,
s.285-287.
Uğurel, Refia (1980), Gençlik Psikolojisi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Yayınları, No: 2677, İstanbul.
Yıldırım, Ali (2006), Divan Edebiyatında Mahlas ve Mahlas-nâmeler,
Akçağ Yayınları, Ankara.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
215
BİR KIBRISLI TÜRK’ÜN GÖZÜNDEN:BALKANLAR’IN HRİSTİYAN
TÜRK HALKI GAGAUZLAR
Through the Eyes of a Turkish Cypriot :Balkan’s Christian Turkish Gagauz People
İsmail BOZKURT*
Özet: Balkanlar’ın karmakarışık etnik yapısı ve koskocaman Hristiyan okyanusu
içinde bir damla su gibi duran Gagauzlar, köklü kültürlerine, ulusal benliklerine,
kimliklerine ve dillerine sahip çıkan ve varlıklarını sürdürebilecek siyasal statüye sahip bir
Ortodoks Hristiyan Türk halkıdır.
Aynı soydan gelen Hristiyan Gagauzlar ile Müslüman Kıbrıslı Türkler arasında
büyük benzerlikler vardır. İki halk da var olmak için sürekli mücadele içinde olmuş ve
sonuçta varlıklarını sürdürmeye olanak veren siyasal statülere kavuşmuşlardır. Gagauzlar
Moldavya içinde özerk bir yönetime, Kıbrıslı Türkler bağımsız bir cumhuriyete sahiptirler.
İki halk da Türkiye Türkçesi’nin ağızları olan ve benzerlikler gösteren bir Türkçe
kullanırlar. Kültürlerinde de benzerlikler vardır. Yakın tarihte iki halk arasında kültürel
ilişkiler yaşanmış, bu bağlamda sempozyumlar yapılmış, kitap ve dergiler yayımlanmıştır.
Ve bu ilişkilerin çoğaltılıp yoğunlaşması için uygun ortam ve potansiyel vardır.
Anahtar kelimeler: Balkanlar, Hristiyan Türkler, Siyasal statü, Varoluş savaşımı,
Dil, Kültür, İlişkiler.
Abstract: Within the diverse etnic structure of Balkans, just like a drop of water in
the vast Christian ocean, Orthodox Christian Turkish Gagauz people, are a people who
maintain their deep rooted culture, national consciousness, identity, language (mother
tongue) and have the political status to sustain their existence.
Coming from the same race (family) there are strong similarities between Chistian
Gagauz and Moslem Turkish Cypriot people. Both people engaged in continious struggle to
defend their existence and thus they acquired political status enabling them to maintain
their existence. Gagauz people have an autonomous administraion within Moldovya and
Turkish Cypriots have an independent republic.
* Yazar, Araştırmacı, KIBATEK (Kıbrıs-Balkanlar-Avasya Türk Edebiyatları Vakfı Başkanı, Turnalar
Dergisi Genel Yayın Yönetmeni, DAÜ (Doğu Akdeniz Üniversitesi) Öğretim Görevlisi.
MOTİF AKADEMİ
216
Both people use Turkish language which are accents of Turkish language and has
similarities with each other. There are also similarities between their cultures. Recently the
two people experienced cultural relations and in this context simposiums were held and
books and magazines were printed. At present there is a favourables atmosphere and a
good potential to strengthen and diversify these relations.
Key words: Balkans, Christian Turks, political status, struggle for existence,
language, culture, relations.
Giriş
Yaklaşık 50 yıl önce okuduğum bir kitapta, Hristiyan bir Türk toplumu
olarak Gagauzlar’dan söz edildiğini gördüğümde şaşıp kalmış; bir mucit ya da
kâşifin, yeni bir buluş ya da keşif sırasında duyduğu coşkuya/hayrete benzer
duygular yaşamıştım.
Döneminin ünlü yazarı İsmail Habib Sevük, 1930’larda Tuna’da yaptığı bir
gemi gezisini anlattığı “Tuna’dan Batı’ya”1
adlı yapıtında Gagauzlardan
“Romanya’da yaşayan en aydınlık ırk” olarak söz ediyor ve “Türk Papazı” olarak
söz ettiği Mihal ÇAKIR’ın yönetiminde, ulusal benliklerini ve dillerini koruma
yönünde verdikleri mücadeleden söz ediyordu.
İsmail Habib SEVÜK’ün sözünü ettiğim yapıtının “Türkçe ve Gagauzlar”
başlıklı bölümünde konu ile ilgili söyledikleri şöyledir:
“Bükreş’te maziden kalma hiç bir maddî eserimiz yok. Fakat bütün
Romanya’da (150) bin insan kuvveti taşıyan ölmez bir abidemiz var:
Gagavuzlar. Bunlar hristiyan Türklerdir, kiliseye gitmişler, fakat dillerini
bırakmamışlar; bütün hristiyan alemi onları eritmeğe çalışmış, onlar, uzun
asırları aşarak, Türk kalmışlar; toprak üstünde bina ve abide nedir; insan oğlunun eseri: Yüz elli bin Gagavuz, bu, eserler üstünde bir eser.
“Sefarethanedeyiz. Rumen muhitinde bıraktığı sevgi ile oraya giden
her Türkün övündüğü Hamdullah Suphi yazıhanesinin gözünden ve şişkin bir zarf çıkarıyor, bu, Gagavuzlar dosyasıdır. Başının ak tacı altındaki
ışıklı gözleri daha fazla pırıltı içinde. İlkönce dosyadan çıkardığı bir fotoğrafı gösteriyor:
1 SEVÜK, İsmail Habib; Tuna’dan Batı’ya, İstanbul (?), 1933 (?), s. 23-24.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
217
Gagavuzların şefi Çakır Mihay, Türk papazı; elli senedir ırkına kendi
soyunu anlatan adam; çehresinin çizgileri bile gösteriyor ki tamamen bizdendir, 84 yaşına rağmen hâlâ dinç, geçenlerde gençler büyük bir ihtifal
yapmışlar; büyük bir soyun büyük bir adamı; Hamdullah: ‘– Ne idealist, ne
idealist’ diyor. Evet idealist olduğu için güzel, Türk olduğu için bir daha güzel, Türk sesini çan içinden de duyurup durduğu için on kat daha güzel.
Gagavuzların çoğu dört beş lisan biliyor. Romanya içinde en aydınlık ırk. Bu memlekette bu hristiyan Türklerden belki daha fazla müslüman Türk
de var. Fakat onların da çoğu, hep bildiğimiz gibi, maziye çömelmiştir.
Aynı memlekette aynı Türk, minareden seslenince geri, çandan ses verince ileri midir? Bilmem neden, din içimde bir burgu gibi kıvrılıyor.”
Bu satırları okuduğum günden sonra Gagauz halkına karşı hep yakın ilgi
duydum. Konu ile ilgili bulabildiğim her şeyi okudum.
Yıllarca sonra katıldığım toplantılarda Gagauz dostlarla karşılaşmak benim
için büyük mutluluk olmuştu. 1998’de (5-9 Kasım 1998) düzenlenen “III.
Uluslararası Gagauz Kültürü Sempozyumu” için Moldova-Gagauzyeri’nde
geçirdiğim günler belleğimde silinmez izler bıraktı. Gagauz ve Gagauzyeri
gerçeğini ve olgusunu yerinde yaşayarak gördüm. Koskocaman Hristiyan okyanusu
içinde bir damla su gibi duran Ortodoks Hristiyan Türkler, yani Gagauzlar, köklü
kültürlerine, ulusal benliklerine, kimliklerine ve dillerine sahip çıkmışlardı.
İsmail Habib Sevük, sözünü ettiğim yapıtında, Gagauzlar’ın yüzyıllardır
dünyaya “çan kulesinden Türkçe” seslendiklerini yazmıştı. Bize karşı girişilen
soykırımda Rum Kilisesi’nin oynadığı rol dolayısıyla Kıbrıslı Türkler için kiliseler
soğuk ve ürpertici yerlerdir. Oysa ben Gagauzyeri’nin başkasabası Komrat’taki bir
Gagauz Kilisesi’nde, çok sıcak duygular yaşadım. Orada Türkçe konuştuğuna tanık
oldum.
Gagauz olgusundan o kadar etkilendim ki “IV. Uluslararası Gagauz
Kültürü Sempozyumu”nun Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde gerçekleştirilmesi
için büyük çaba gösterdim.
Sonuçta bu sempozyum 17–18 Kasım 1999’da KKTC’de gerçekleşti. Üstelik
sempozyumun KKTC’nin 16’ncı yıldönümü etkinlikleri içinde yer alması, olaya
başka bir anlam kazandırdı.
2007’de (10-16 Ekim) üçüncü kez, “XIV’ncü Uluslararası KIBATEK
Edebiyat Şöleni” için bir kez daha Gagauzyeri’nde bulunma fırsatını yakaladım.
MOTİF AKADEMİ
218
Gagauz – KIbrıs Türk Benzerliği
İki değişik coğrafyada, aynı kökten gelen az nüfuslu küçük birer Türk
toplumu olarak Kıbrıslı Türk’lerle Gagauz’lar arasında pekçok benzerlikler bulmak
mümkündür. Bu benzerlikleri birkaç başlık altında toplayabiliriz:
1. Direniş Ve Varoluş Savaşımı İle Varılan Sonuçlarda Benzerlik
Gagauzlar, tarihleri boyunca yabancı yönetimlere karşı sık sık
başkaldırdılar. 19. yüzyıl başlarından başlayarak özerklik mücadeleleri ve 1906’da
bir Komrat Cumhuriyeti denemeleri olduğu biliniyor. Rus Çarlığı bu cumhuriyeti
yaşatmadı ama belleklerde yer etmesini engelleyemedi. Gagauzlar, 1920’lerde,
1940’larda da başkaldırışlarını yinelediler. 2
Gorbaçov’un Sovyetler’de başlattığı hareketin getirdiği göreceli özgürlük üzerine de Gagauz’larda özerk bir cumhuriyet hareketi başladı.
1988’de Komrat’ta “Gagauz Halk Hareketi” kuruldu. 21 Mayıs 1989’da
Komrat’ta “I. Gagauz Halkı Milli Kurultayı” toplandı. 1990 Ağustosu’nda bağımsız cumhuriyet ilan edildi. Son aşama olarak da 23 Aralık 1994’te
Moldova parlamentosu, Moldova’nın bütünlüğü içinde Gagauz Yeri’ne
özerklik tanıdı.
Gagauzyeri devlet değil ama bir devletin sahip olması gereken tüm
özellik ve niteliklere sahiptir.
Kıbrıslı Türkler’de de benzer gelişmeler görülür. Kıbrıslı Türkler’in direnişi
karşısında Rumlar’ın ENOSİS (Yunanistan’la birleşme) hayali suya düştü ve 1960
yılında eşit koşullarda Türk-Rum ortaklığında Kıbrıs Cumhuriyeti kuruldu. Bu
cumhuriyet Rumlar tarafından yıkılınca uzun süren kanlı çatışmalar oldu. Kıbrıslı
Türkler 1964’te önce Genel Komite adlı bir yönetim organı oluşturdular. 1967’de
Kıbrıs Geçici Türk Yönetimi kuruldu. 1973’te geçicilik kaldırıldı. 1974 Türk Barış
2 HARLAMPIEVIC, Tufar Nikolay; “Tartışma,” Birinci Uluslararası Kıbrıs ve Balkanlar Türk
Edebiyatları Sempozyumu (Yayıma Hazırlayan: İsmail BOZKURT, İsmail; Ayşen DAĞLI KANSU,
M,) Doğu Akdeniz Üniversitesi Kıbrıs Araştırmaları Merkezi, Gazimağusa, 1998, s. 188-190.
**STEFANIDA, Stamova; “Gagauz Yeri Kurulmasının Tarih Hem Etnokültür Temeli,” 30 Ekim -
5 Kasım 2011 tarihlerinde, KKTC’nin Lefkoşa (Yakın Doğu Üniversitesi ile Uluslararası Kıbrıs
Üniversitesi), Gazimağusa (Doğu Akdeniz Üniversitesi), Girne (Girne Amerikan Üniversitesi),
Güzelyurt (Ortadoğu Teknik Üniversitesi Kuzey Kıbrıs Kampusü) ve Lefke’de (Lefke Avrupa
Üniversitesi) gerçekleştirilen II. “Kıbrıs Türk Millî Mücadelesi Ve Bu Mücadelede TMT’nin
Yeri” Uluslarrası Sempozyumu’na sunulup da basım aşamasında olan bildiri.)
HALKBİLİMİ DERGİSİ
219
Harekâtı’ndan sonra yönetimin adı Kıbrıs Türk Otonom Yönetimi oldu. 1975’te
Kıbrıs Türk Federe Devleti; 1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ilân edildi.
Gagauz’larla Kıbrıslı Türkler’in bugünkü statülerindeki fark, Gagauz
halkının Moldova’nın bütünlüğü içinde resmen tanınmış özerkliğe; buna karşın
Kıbrıslı Türkler’in yalnız Türkiye Cumhuriyeti tarafından tanınan bağımsız bir
devlete, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne sahip olmalarıdır.
Aslında, özde büyük değişiklik yoktur. Her iki Türk toplumu da kendi
yönetimine sahip olup varlığını, dilini, edebiyatını, kültürünü kendi temsilcileri eli
ile geliştirme olanağını elinde tutmaktadır.
Kısaca dile getirdiğim tarihsel süreç ve gelinen aşamadaki benzerliğe birşey
daha katmak gerekir: Bugün değişik coğrafyalarda ve değişik ülkelerde, nüfus
itibarıyla azınlıkta yaşayan Türk toplulukları vardır, ama bu topluluklar içinde siyasal
bir varlık göstermiş, egemenliğini kazanmış ve dünyaya kendini açık seçik ve
tartışmasız biçimde kabul ettirmiş olanlar yalnızca Gagauz’larla Kıbrıslı Türk’lerdir.
2. Dilde Benzerlik
Kıbrıs Türkçesi, Türkçe’nin altıncı, başka bir anlatımla Yeni Türkçe
evresindeki Osmanlı (Türkiye/Anadolu) Türkçesi’nden kaynaklanmaktadır; ancak
Kıbrıs’a taşınan Türkçe, bazı değişimlere uğrayarak, yeni bir coğrafyada başka bir
toplumu etkileyerek ve ondan etkilenerek, daha doğru bir deyimle karşılıklı etkileşimle
kendine özgü bazı nitelikler, yeni sözcükler, kavramlar, deyimler, atasözleri ve başka
sözel değerler kazanarak Türkiye Türkçesi’nin yeni bir ağzı olarak ortaya çıktı.
Gagauz Türkçesi de, Kıbrıs Türkçesi gibi, Osmanlı (Türkiye / Anadolu)
Türkçesi’nden kaynaklanmaktadır ve bazı değişimlere uğrayarak kendine özgü bazı
nitelikler, yeni sözcükler, kavramlar, deyimler, atasözleri ve başka sözel değerler
kazanarak Türkiye Türkçesi’nin bir ağzı olarak ortaya çıktı.
Gagauz ve Kıbrıs Türkçeleri arasında doğal olarak benzerlikler vardır.
Nitekim bu konuda çalışma yapan Oğuz Yorgancıoğlu “Birbirlerinden ayrı
coğrafyalarda yaşayan Kıbrıs Türkleri ile Moldova Gagauz Türkleri’nn
konuştukları Türkçe arasında büyük benzerlikler var”3 demektedir.”
3 YORGANCIOĞLU, Oğuz; “Kıbrıs Türk Ağzı İle Gagauz Ağzı Arasındaki Dil (Fonetik)
Benzerlikleri,” IV. Uluslararası Gagauz Kültürü Sempozyumu 17-18 Kasım 1999 (Yayıma
Hazırlayan: İsmail BOZKURT – Fedora ARNAUT), Doğu Akdeniz Üniversitesi Kıbrıs Araştırmaları
Merkezi Yayınları,Gazimağusa, KKTC, 2001, s.13-21.
MOTİF AKADEMİ
220
Kıbrıs’taki Türkçe konuşma dili ile yazı dili arasında giderek kapanan bir
fark vardır. Yazı dili, Türkiye Türkçesi’dir, ancak eğitimin yayınlaşması, Türkiye
ile sıkı ilişkiler, Türk basınının, televizyon kanallarının etkisi, varolan farkı da
giderek kapatmaktadır. Yine de konuşma dilinde kendine özgü özellikler
durmaktadır. Bu özelliklerden en belirgin olanı devrik cümle kullanımıdır. Bu
arada konuşma dilini yazı dili olarak kullanma eğilimi gösteren yazarlar da yok
değildir; ancak bunların sayısı az olup belirleyici değildir.
Gagauz Türkçesi’nin yazı dili konuşma dilidir.
İki Türkçe arasındaki benzerlikler, Oğuz Yorgancıoğlu’nun yukarıda
belirttiğim çalışmasında bulunabilir. Ben yalnızca birkaç çarpıcı örnek üzerinde
duracağım.
Devrik cümle kullanımının Gagauz Türkçe’si ile Kıbrıs Türk konuşma dili
arasında büyük bir benzerlik olduğunu düşünüyorum.
Kıbrısla ilgili örneklerin, giderek kaybolmakta olan konuşma diliyle
olduğunu vurgulayarak, konu ile ilgili birkaç örnek vermekle yetineceğim:
Gagauzca’da: “Basarabiyalı Gagauzlar çok kere beni teklif ettiler, ki ben
yazayım Gagauzların istoriyasını.”4 Kıbrıs Türkçesi’nde: “Gıbrızlı Türkler, bana
çok kere teklif ettiler yazayım Gıbrızlı Türkler’in tarihlerini.”
Gagauzca’da: “Neçin Gagauzlara derler Gagauz”5 Kıbrıs Türkçesi’nde:
“Neçin Gıbrızlı Türklere derler Gıbrızlı Türk?”
Gagauzca’da: “Gagauziya’da var 27 kultura evi, 60 biblioteka”6
Kıbrıs
Türkçesi’nde: “Kuzey Gıbrız’da var 27 kültür evi, 60 kütüphane.”
Gagauzca’da: “İhtarlar tutarlar akıllarında, nice 1994’te Moldova’da
küüleri (köyleri) kaldıydı üüredicisiz (öğreticisiz, öğretmensiz)”7
Kıbrıs
Türkçesi’nde: “…….lar dutarlar akılllarında, osu 1994’de Kuzey Gıbrız’da köyleri
galdıydı öğretmensiz.”
Gagauzca’da: “Hepsi bu çalışmalar gösterdiler Moldova hükümetine, ani
Gagauz’ların var kendi problemneri hem istedikleri”8 Kıbrıs Türkçesi’nde: “Hepsi
bu çalışmalar gösterdiler İngiliz hükümetine, hani Gıbrızlı Türklerin var kendi
problemleri hem istedikleri.”
4 ÇAKIR, Mihail; “Besarabiyalı Gagauzların İstoriyası,” Sabaa Yıldızı, Komrat, Sayı 2, 1996, s. 5. 5 ÇAKIR, a.g.m., s. 15. 6 KARA, M. D.; “Gagauz Yeri Evropada Yeni Bir Olay,” Sabaa Yıldızı, Komrat, Sayı 2, 1996, s. 22. 7 EKONOMOV,Saveli; “Zavallı Üretici (Kaldırmışım Yazıları),” Sabaa Yıldızı, Komrat, Sayı 2, 1996, s.31. 8 RADOVA, Olga; “Gagauz Literaturanın Gelişmesi,” Sabaa Yıldızı, Komrat, Sayı 4, 1997, s. 13.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
221
Gagauzca’da: “Onaltı yaşında ben oldum çırak Şkembe Vanka çorbacıda.”9
Kıbrıs Türkçesi’nde: “Onaltı yaşında ben oldum çırak Şkembe Vanka ustada.”
Gagauzca’da: “Onun üzünde şıladı kısa, paalı, belli-belirsiz gülümsemek
nişanı. O çevirdi kafasını çorlan yıvınına. Da benzerdi; sansın onun saklılı-gözel
suratında kanatlı kaşları gezdirirler onu nendesa uzakta, hodulların düş
memleketinde.”10
Karışık bir metin olduğu için çözemedim ama cümle yapısı
Kıbrıs konuşma dilinde de aynı olduğunu söyleyebilirim.
Gagauzca’da: “Geldi ilk yaz, geldi yaz.”11
Kıbrıs Türkçesi’nde: “Geldi ilk
yaz, geldi yaz.”
Göründüğü gibi Gagauzca alıntılar, Kıbrıs Türkleri’nin konuşma diline
tıpatıp benzemektedir.
Gagauz - Kıbrıs Türk ağızlarında başka benzerlikler de var: L harfinin
N’ye dönüştüğü sözcükler örnektir: Annatma, aydınnık, onnar, insannar, koyunnar
gibi… Bazı Gagauzca metinlerde rastladığım bu sözükler Kıbrıs Türk konuşma
dilinde de aynen kullanılıyor.
Yine bazı Gagauzca metinlerde rastladığım çok güzel öztürkçe
sözcüklerden söz etmek istiyorum. Halk Topluşu (parlamento), gidim, kalkıntı
(başkaldırı) gibi…
Kıbrıs Türkçesi’nde de başka yerde görülmeyen bazı öztürkçe sözcükler
Türk Dil Kurumu tarafından Türkçe’ye kazandırıldı. Orhan Kabataş’ın Kıbrıs
Türkçesinin Etimolojik Sözlüğü12
eserini baz alarak yaptığım bir çalışmada, hem
Divanül Lûgat-it Türk’te hem de Kıbrıs Türkçesi’nin söz varlığında yer alan, iki
yüz yirmi beş ortak sözcük saptadım. Sözü edilen eserde yazarın deyişiyle yalnızca
“Türkiye Türkçesi’nin yazı diliyle ses ve anlam yönünden farklılıklar gösteren” ve
Kıbrıs ağzının “karakteristik özelliklerini taşıyan sözcüklerin değerlendirmeye tabi
tutulduğunu”13
göz önünde bulundurursak, bu, azımsanmayacak bir sayıdır.
9 BULGAR, Stepan. “Trakalı Öküz,” Sabaa Yıldızı, Komrat, Sayı 4, 1997, s. 13. 10 ÇOBAN, D. Kara. “Zlata,” Sabaa Yıldızı, Komrat, Sayı 3, 1997, s. 8. 11 BULGAR, Stepan. “Devlet Kuşu (Masal),” Güneşcik, Komrat, Sayı 3, 1997, s. 14. 12 KABATAŞ, Orhan; Kıbrıs Türkçesinin Etimolojik Sözlüğü, Lefkoşa, 2007. 13 - KABATAŞ, age, s.23-24 ve 26.
- Orhan Kabataş’ın “Kıbrıs Türkçesinin Etimolojik Sözlüğü”12 eserini baz alarak saptadığım, hem
Divanül Lûgat-it Türk’te hem de Kıbrıs Türkçesi’nin söz varlığında yer alan, iki yüz yirmi beş ortak
sözcükle ilgili çalışma şudur: İsmail BOZKURT; “Divanül Lûgat-it Türk ve Kazan Tatarcası
Bağlamında Kıbrıs Türkçesi Üzerine Bir Etimolojik Çalışma;” PIAC (Altay Bilimleri Uluslararası
Daimi Konferansı) 50’nci Toplantısı, 1-6 Temmuz 2007, Kazan - Tataristan. (Yayımlanmamış Bildiri)
MOTİF AKADEMİ
222
Dil konusunda ortaya koyduğum düşünce ve görüşler, hiç kuşkusuz
uzmanların bilimsel çalışmasına gereksinim gösterir. Ben yalnızca izlenim ve
saptamalar olarak bunları dile getirdim. Kıbrıs Türkçesi, Gagauz Türkçesi,
Gagauzca gibi sözcükleri de yalnız coğrafi tanım anlamında kullandım.
3. Kültürde Benzerlik
Soy birliği, dil birliği olan Gagauz’larla Kıbrıslı Türklerin ortak kültürel
değerlere sahip olması kadar doğal birşey olamaz.
Bu konuda yapılacak araştırmalar bu ortak değerleri ve benzerlikleri ortaya
çıkacaktır.
Konu ile ilgili bildiğimiz tek çalışma Tudora Arnaut’un, 24-27 Kasım 1998
tarihlerinde, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde gerçekleştirilecek “II.
Uluslararası Kıbrıs Araştırmaları Kongresi” için hazırladığı “Gagauz ve KKTC
Manileri Arasındaki Paralellikler” başlıklı çalışmasıdır.
Tudora Arnaut, bu çalışmasında iki halkın ortak kültürel değerlerine ışık
tutmaktadır.14
Oğuz Yorgancıoğlu’nun dildeki benzerlikler konusundaki çalışması,15
başka bir örnektir.
Gagauz – Kıbrıs Türk İlişkileri
Sovyetlerin dağılma sürecinden önce, Gagauz – Kıbrıs Türk ilişkisi diye
birşeyden söz etmek pek mümkün görülmüyor. Tüm benzerliklerine karşın bu iki
halk, uzun yıllar birbirlerinden habersizdiler. Daha doğrusu dünya kamuoyu
Kıbrıs’la çok fazla ilgilendiği ve konu o oranda mediaya yansıdığı için Gagauzlar
Kıbrıslı Türk’lerin savaşımını, büyük olasılıkla uzaktan izleyebildiler. Nitekim
Gagauz yazarı Stefan Bulgar, Kasım 1998’de yapılan “II. Uluslararası Kıbrıs
Araştırmaları Kongresi” için verdiği bildiri özetinde, “Daha önce bağımsızlığını
ilân eden Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti hem bütün Türk dünyası hem de Gagauz
Türk’leri için örnek ve rehber oldu” demektir. Ayrıca “1974 Barış Harekâtı ve
14 ARNAUT, Tudora; Gagauz ve KKTC Manileri Arasındaki Paralellikler, İkinci Uluslararası Kıbrıs
Araştırmaları Kongresi 24-27 Kasım 1998 Cilt Iv Türkçe Bildiriler – Halkbilim – Çeşitli Konuları
(Yayıma Hazırlayan: İsmail Bozkurt, Hüseyin Ateşin, M. Kansu), Doğu Akdeniz Üniversitesi
Kıbrıs Araştırmaları Merkezi Yayınları,Gazimağusa – KKTC, 1998, s. 159-163. 15 YORGANCIOĞLU, agm.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
223
sonrası, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kurulması, Gagauzlara yeni bir örnek
oluşturdu” diye eklemektedir.16
Kıbrıslı Türk’ler için ayni şey söylenemez. Onlar Gagauz’lardan hiç ya da
çok az haberdar oldular.
1993’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Rauf R. Denktaş
ile Gagauz Cumhurbaşkanı Stephan Topal’ın İstanbul’daki buluşması, Kıbrıslı
Türk’lerle Gagauz’lar arasında bilinen üst düzeyde ilk temastır.
Yakın zamanlarda bazı kültürel ilişkilerin de gelişmekte olduğunu
görüyoruz. Mart 1998’de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde “I. Uluslararası
Kıbrıs ve Balkanlar Türk Edebiyatları Sempozyumu” gerçekleşti. Stephan Bulgar,
bu Sempozyum’a katılarak “Gagauz Türkleri’nin Edebiyatı” başlıklı bir bildiri
sundu.17
Komrat Üniversitesi Rektör Yardımcısı Tufar Nikolay Harlampieviç de
Sempozyum’a katılarak bir konuşma yaptı ve şiirler okudu.18
Harlampieviç ayrıca
düzenlenen şiir şöleninde de şiirlerini okudu. Sempozyum bildirileri ile şiir şöleni,
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde iki ayrı kitap halinde yayımlandı.19
17-18 Kasım 1999’da KKTC’de gerçekleştirilen ve Gagauz Kültürü’nün
değişik yönleri üzerine sunulan 22 bildirinin sunulduğu “IV. Uluslararası Gagauz
Kültürü Sempozyumu,” Gagauz–Kıbrıs Türk kültürel ilişkilerinde önemli
aşamalardan biri oldu. Sempozyuma sunulan bildirilerin beşi, Gagauz yazarlara
(Tudor Zanet, Yard. Doç. Dr. Tudora (Fedora) Arnaut, Nikolay Baboglu (Babaoğlu),
Dr. Lubov Çimpoes, Doç. Dr. Mariya Maruneviç) aitti. Sempozyum bildirileri,
KKTC’de kitap olarak da yayımlandı.20
16 BULGAR, Stepan; Yeni Türk Cumhuriyetleri: Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Gagauz Yeri
Otonom Cumhuriyeti Oluşumlarındaki Paralellik (Yayınlanmamış Bildiri Özeti), Doğu Akdeniz
Üniversitesi Kıbrıs Araştırmaları Merkezi Arşivi ile Yazarın Özel Arşivi.) 17 BULGAR, Stepan; “Gagauz Türkleri’nin Edebiyatı,” Birinci Uluslararası Kıbrıs ve Balkanlar Türk
Edebiyatları Sempozyumu (Yayıma Hazırlayan: İsmail BOZKURT, Ayşen DAĞLI, M. KANSU),
Doğu Akdeniz Üniversitesi Kıbrıs Araştırmaları Merkezi, Gazimağusa, 1998, s. 25-27. 18 BOZKURT, İsmail; DAĞLI, Ayşen; KANSU, M (a). (Yayıma Hazırlayanlar), Birinci Uluslararası
Kıbrıs ve Balkanlar Türk Edebiyatları Sempozyumu, Doğu Akdeniz Üniversitesi Kıbrıs
Araştırmaları Merkezi, Gazimağusa, 1998, s. 188-190. 19 Sempozyum bildirileri için bknz.: 13 NO’lu not. Şiir Şöleni kitabı için bknz.: BOZKURT İsmail,
DAĞLI Ayşen, KANSU M.(b) (Yayıma Hazırlayanlar); Şiir Gecesi 4 Mart 1998, Doğu Akdeniz
Üniversitesi Kıbrıs Araştırmaları Merkezi, Gazimağusa, 1998, s. 199-200. 20 BOZKURT, İsmail – Arnaut, TUDORA; IV. Uluslararası Gagauz Halk Kültürü Sempozyumu 17-
18 Kasım 1999, Doğu Akdeniz Üniversitesi Kıbrıs Araştırmaları Merkezi Yayınları, Gazimağusa –
KKTC, 2001.
MOTİF AKADEMİ
224
Sempozyumda sunulan ve kitapta da yer Gagauz yazarlara ait bildiriler
şöyle idi:
(V. Moskov’un) ‘Besarabya Gagauzların Lehçeleri’ Eseri Üzerine /Tudor Zanet
Gagauz Halk Türküleri / Nikolay Baboglu
Gagauz Halk Edebiyatında Manilerin Diğer Türlerle İlişkisi / Yad. Doç. Dr.
Tudora (Fedora) Arnaut
Gagauz Destanların Geografyası / Lubov Çimpoes
Gagauzoloci Bilimler (İstoriya, Büünkü Gün,Perspektiflaar) / Doç. Dr.
Mariya Marunuvic
Bu “ilk”lerden sonra KIBATEK’in (Kıbrıs-Balkanlar-Avrasya Türk
Edebiyatları Kurumu), düzenlediği ve 2012 yılı sonu itibarıyla sayısı 23’ü bulan
Edebiyat Şölenleri’nin bir çoğunda, Gagauz ve Kıbrıslı Türk akademisyen ve
yazarları birlikte katıldılar. Bu şölenlerden “XIV’ncüsü 2007’de (10-16 Ekim)
Moldova’nın başkenti Kişinev ile Gagauzyeri’nin başkasabası Komrat’ta
gerçekleştirildi. Sempozyum öncesi ve sonrasındaki Turnalar dergisinde Gagauz
Kültürü konusunda birçok yazı ve Gagauz şairlerin şiirleri yayımlandı. 21
Süreç içinde, Gagauzyeri’nin değişik Başkan ve yetkilileri KKTC’yi;
KKTC’li yetkililer Gagauzyeri’ni ziyaret ettiler; Gagauz öğrenciler KKTC
üniversitelerinde okumaya başladılar. Ayrıca Gagauzyeri ile KKTC, “gözlemci
üye” olarak TÜRKSOY içinde yer aldılar; TÜRKSOY bünyesinde birçok etkinliğe
birlikte katılıyorlar.
Kısa Bir Değerlendirme
Ortodoks - Hristiyan Gagauzlar, koskocaman Hristiyan okyanusu içinde bir
damla su gibidirler. Buna karşın, ulusal benliklerini, kimliklerini, kültürlerini,
dillerini bu kadar açık, berrak ve kesin biçimde korumalarını, koruyabilmelerini
görkemli bir olay, hatta bir mucize olarak nitelendirmek gerekir.
Gagauz gerçeğinin, Türkiye ve Türk Dünyası için, Kıbrıs gibi stratejik bir
anlamı olması ve olayın stratejik açıdan değerlendirilmesi gerektiğini; “Türk sesini
çan içinden” dünyaya duyurmanın etkili olabileceğini düşünüyorum.
21 Özellikle şu sayılara bknz.: Turnalar; Türk Dili, Edebiyat ve Çeviri Dergisi; Yıl 1, Sayı 27
(Temmuz-Eylül 2007 ve Sayı 28 (Ekim-Aralık 2007), Gazimağusa, 1998.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
225
Özelde ise, geniş bir coğrafyaya dağılmış ve nüfusça küçük onca Türk
topluluğu içinde belirli bir siyasal statüye kavuşmuş ve siyasal erk kullanabilecek
düzeydeki Gagauz ve Kıbrıs Türk halklarının, çok yönlü ilişki içinde olmaları
kadar doğal bir şey olamaz. Birlikte “gözlemci üye” statüsü ile üye oldukları
uluslararası bir kurum nitelikli TÜRKSOY, Türk Dünyası ile Dünya’ya ayrı ayrı ya
da birlikte hitap edebilecek bir platform olabilir.
KAYNAKLAR:
ARNAUT, Tudora; Gagauz ve KKTC Manileri Arasındaki Paralellikler,
İkinci Uluslararası Kıbrıs Araştırmaları Kongresi 24-27 Kasım 1998 Cilt Iv
Türkçe Bildiriler – Halkbilim – Çeşitli Konuları (Yayıma Hazırlayan: İsmail
Bozkurt, Hüseyin Ateşin, M. Kansu), Doğu Akdeniz Üniversitesi Kıbrıs
Araştırmaları Merkezi Yayınları, Gazimağusa – KKTC, 1998.
BULGAR, Stepan. Yeni Türk Cumhuriyetleri: Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti ve Gagauz Yeri Otonom Cumhuriyeti Oluşumlarındaki Paralellik
(Yayınlanmamış Bildiri Özeti), Doğu Akdeniz Üniversitesi Kıbrıs Araştırmaları
Merkezi Ve Yazarın Özel Arşivi.)
BOZKURT, İsmail – Arnaut, TUDORA; IV. Uluslararası Gagauz Halk
Kültürü Sempozyumu 17-18 Kasım 1999, Doğu Akdeniz Üniversitesi Kıbrıs
Araştırmaları Merkezi Yayınları, Gazimağusa – KKTC, 2001.
KABATAŞ, Orhan; Kıbrıs Türkçesinin Etimolojik Sözlüğü, Lefkoşa, 2007.
Turnalar; Türk Dili, Edebiyat ve Çeviri Dergisi; Yıl 1, Sayı 1, Ekim 1998,
Gazimağusa, 1998.
YORGANCIOĞLU, Oğuz; “Kıbrıs Türk Ağzı İle Gagauz Ağzı Arasındaki
Dil (Fonetik) Benzerlikleri,” IV. Uluslararası Gagauz Kültürü Sempozyumu 17-18
Kasım 1999 (Yayıma Hazırlayan: İsmail BOZKURT – Fedora ARNAUT), Doğu
Akdeniz Üniversitesi Kıbrıs Araştırmaları Merkezi Yayınları, Gazimağusa, KKTC,
2001.
MOTİF AKADEMİ
226
1990 ÖNCESİ BALKAN (YUGOSLAVYA) TÜRKLERİNİN ÇOCUK
EDEBİYATINDA OTORİTER – ANTİ OTORİTER DİL
KULLANIMLARI
The Usage of Authoritarian – Anti-Authoritarian Language at the Children's Literature of the Balkan (Yugoslavia) Turks Before the 1990
Şenel GERÇEK*
Özet: Çocuklara yönelik üretilen metinler çoğunlukla yetişkinlerin eğitimsel
kaygılarından izler taşır. Bu tür eserler toplumun dinsel, kültürel, toplumsal, etik…vb.
değerlerinin gelecek kuşaklara aktarılmasının en önemli araçları olarak görülürler.
Anlatıcı-yazar, çocuklarda değer oluşturmaya çalışır; bunu, dile kodlayarak gerçekleştirir.
Yani metin, yazarın aktarmak istediği ve çocukta oluşmasını istediği değerler sistemine
uygun bir dilsel görünüme sahiptir.
Yazar metinde kendini kullandığı kiplik ifadelerle ortaya koyar. Bu dilsel yapılar
yüklem seçiminden, fiil çekimlerine, belirteç ve sıfat kullanımlarına kadar uzanan geniş bir
dilsel alanı içine alır.
Bu çalışmanın amacı, 1940’lı yıllardan 1990’lara kadar Balkanlarda özellikle de
Yugoslavya sınırları içinde gelişen çocuk edebiyatı ürünlerine bir göz atmak, çocuk
edebiyatı ürünlerinde kullanılan dili, oluşturulmak istenen paradigmalar açısından mercek
altına almak, değerlendirmektir. Çalışmamıza kaynaklık edecek hikayeler Necati
Zekeriya’ın Piriştina’da yayımladığı Sevgiyle adlı çocuk hikayeleri antolojisi ile
İstanbul’da yayımladığı Demet adlı antolojilerinden seçilmiştir.
Anahtar kelimeler: Yugoslavyadaki Türk toplumu, kiplik alanlar, çocuk edebiyatı,
otoriter- anti otoriter dil
Abstract: The texts produced for children mostly carry evidences from adult
anxieties related to education. Such those works are seen as the most important vehicles
which transfer religonal, cultural, social, ethical etc. values of society to future
generations. The narrator tries to establish values for children and realizes this by coding
to language. That is to say, the text has a linguistic aspect which is suited to system of
values that writer aims to transfer and desires to equip children with.
* Dr., Okutman, Kocaeli Üniversitesi Türk Dili Bölümü
HALKBİLİMİ DERGİSİ
227
The writer expresses itself by modality expressions in the text. These linguistic
structures include a wide linguistic fields, from choosing predicates to verb inflactions,
using adverbs and adjectives.
This paper aims, firstly, to glance at the works of children literature which have
been devoleped in Balkan borders, especialy in Yugoslavia since 1940s until 1990s, and
secondly, to evaluate language of those works in terms of paradigms desired to be formed.
The source stories used in this paper are selected from two anthologies of children stories,
both of which were edited by Necati Zekeriya: Sevgiyle published in Priştina and Demet
published in İstanbul.
Key words: Turkish Society in Yugoslavia, Modality Fields, Children Literature,
authoritarian and anti-authoritarian language.
Giriş
Kesin olarak tarih saptamak mümkün değilse de Yugoslavya sınırları içinde
Türk Edebiyatı’nın başlayıp gelişmesi, aslında öteki Balkan ülkelerinden farklı bir
serüven takip etmemiştir. Türklerin Balkanlar’a hakim olmalarına başlangıç olarak
XIV. yüzyılın ikinci yarısında yapılan ünlü Kosova Savaşı esas alınırsa, edebiyatın
bu tarihten kısa bir süre sonra başladığı söylenebilir. [Kaya (1993): 2]
Yugoslavya’da ilk çocuk öykülerinin ne zaman yazıldığı da pek
bilinmemekle beraber 23 Aralık 1944 Türk halkı ve Türk yazarları için bir
dönemeç noktasıdır [Zekeriya 1988: 6]. Bu tarih, “Birlik” gazetesinin yayın
hayatına başladığı tarihtir. Çeviri öykülerle başlayan öykü yayıncılığı kısa sürede
Türk topluluğunun içinden çıkan yazarların öyküleriyle yeni bir ivme kazanmıştır.
Gazetede, yetişkin edebiyatına yönelik hikaye ve şiirlerin yanı sıra çocuklara
yönelik de şiir ve öykülere yer verilmiştir. 1950’de yayım hayatına başlayan
“Pioner Gazetesi” birçok çocuk hikayesine ev sahipliği yapmış, 1951’den sonra
adını değiştirmiş ve bir dergi formatında “Sevinç” adıyla yayımını sürdürmüştür.
“Sevinç’te de çocuk edebiyatı ürünlerine yer verilmeye devam edilmiştir. 1957’de
yayım hayatına başlayan “Tomurcuk”, Piriştine’de yayım hayatını sürdüren
“Kuş” dergisi Yugoslavya’da yaşayan ve Türkçe yazan Türk yazarlarının
öykülerine sıkça yer vermektedirler.
Dergilerde yayımlanan öyküler giderek kitaplaşma potansiyeline erişmiş ve
1950’de Mustafa Karahasan tarafından kaleme alınan “Küçük Erler” adlı ilk Türkçe
hikaye kitabı yayımlanmıştır. Birçoğu siyasî propaganda amaçlı, partizanlara yardım
eden küçüklerin kahramanlıklarını konu edinen öyküler yazan Şükrü Ramo, Nusret
Dişo Ülkü, Hasan Mercan ve Avni Abdullah gibi yazarların yanı sıra okul-öğretmen-
öğrenci ilişkilerini konu edinen Mahmut Kıratlı, Fahri Kaya, Hüseyin Süleyman,
MOTİF AKADEMİ
228
Recep Murat gibi öykü yazarlarına da rastlamaktayız. Gerçekçilik akımına bağlı
kalarak yazan Süreyya Yusuf, Enver Baki, Nusret Dişo Ülkü, Hasan Mercan,
İskender Muzbeg, Ahmet Ş. İğciler, İlhami Emin, Alaattin Tahir, Suat Engüllü adları
sayılabilir. Bu isimlerin yanı sıra Cevahir Selim, Hümaşah Vardar, Zehra Jubi, Avni
Engüllü, Şecaattin Koka, Altay Suroy, Ahmet İğciler, Fahri Ali, Enver İliyas, İrfan
Bellür, Lütfi Seyfullah, Sabit Yusuf gibi öykücüler de adı anılması gereken Türk
kökenli öykücülerdir.1
Çocuk Edebiyatı ve Otoriter- Anti Otoriter Dil
Çocuklara yönelik üretilen metinler çoğunlukla yetişkinlerin eğitimsel
kaygılarından izler taşır. Bu tür eserler toplumun dinsel, kültürel, toplumsal,
etik…vb. değerlerinin gelecek kuşaklara aktarılmasının en önemli araçları olarak
görülürler. Anlatıcı-yazar, çocuklarda oluşmasını istediği değerleri kullandığı dile
kodlar. Yani metin, yazarın aktarmak istediği ve çocukta oluşmasını istediği
değerler sistemine uygun bir dilsel görünüme sahiptir.
“Bütün yazın metinleri kurmacadır, belli deneyim ve yaşantılara dayalı
olarak, hayallerin de etkisiyle kurularak oluşturulan metinlerdir. Yazın metinleri
tek anlamlı olamaz, okuru “bana inan’, “tek ve mutlak gerçek benim sana
anlattıklarımdır” diyerek zorlayamaz. Bu nedenle iletisi, söylemek istediği şey de
örtüktür; okur, kendi çıkarsamalarını, satır aralarında söylenmeden geçilen ancak
kast edilen şeyleri bulmakla yükümlüdür [Dilidüzgün (2003): 42]. Tek anlamlı
olarak üretilen metinler yaptırma, yasak etme, emretme, iteat ettirme gücüne sahip
metinlerdir ki bu potansiyele sahip metinlere otoriter metinler diyoruz. Okuruna
seçme hakkı veren, başka anlam ve hayallere ulaşmaya olanak tanıyan metinler ise
anti otoriter metinler olarak tanımlanabilir.
Yazar metinde kendini kullandığı kiplik ifadelerle ortaya koyar. Bu dilsel
yapılar yüklem seçiminden, fiil çekimlerine, belirteç ve sıfat kullanımlarına kadar
uzanan geniş bir dilsel alanı içine alır. İstek, zorunluluk işaretleyicileri (kip ekleri,
belirteçler)2
, metnin tonu, anlatıcının metinde varlığını hissettirme düzeyi,
hikayenin otoriter ya da anti otoriter olmasının metindeki göstergeleridir.3
1 Ayrıntılı bilgi için bakınız: Zekeriya Necati (1982), Demet (Seçme Çocuk Öyküleri),İstanbul, Tekin
Yayınevi; Zekeriya Necati (1988), Sevgiyle, Piriştine, Tan Yayınları; Kaya, İ.Güven 2 Burada işaretleyici terimiyle semantik boyutta dilsel kategoriyi dil ortamına taşıyan her türlü
morfolojik birim kastedilmektedir. 3 İstek, emir, rica gibi semantik alanların kodlanışıyla ilgili bkz: Demir, Sema Aslan (2008),
Türkçede İsteme Kipliği Semantik-Pragmatik Bir İnceleme, Grafiker Yayınları, Ankara
HALKBİLİMİ DERGİSİ
229
Örneğin ağaç kesmek, doğayı kirletmek, hırsızlık yapmak, hayvanlara
eziyet etmek “olumlu” karşılanacak tutum ve davranışlar değildir. Değerler
açısından doğru olsa da bir hikayede geçen “Hayvanlara eziyet etmemeliyiz.”
cümlesi gerek “-mAlI” zorunluluk işaretleyicisi aracılığıyla gerekse bu cümleyi
kuran “anlatıcı”nın varlığını metinde bütün ağırlığıyla hissettiriyor olması
nedeniyle otoriter bir dilsel görüntü ortaya koymaktadır.
Anlatıcının metinde etkisi arttıkça okur, dolayısıyla da çocuk anlatının
nesnesi haline gelmektedir. Okuru nesneleştiren metin otoriter bir metindir.
Yazarın paradigmalarının dayatıldığı metinlerdir otoriter metinler. Oysa okurun
yeni metinler kurmasına olanak sağlayan, bir anlamda okuyucuyu, dolayısıyla da
çocuğu metnin öznesi olmaya davet eden metinlerdir demokratik tutum.
Yugoslavya Türk Edebiyatından Örnekler
1900-1963 yılları arasında yaşayan ve folklor araştırmaları, çevirileri ve
çocuk öyküleriyle tanınan Hüseyin Süleyman’ın “İtiraf” adlı öyküsünde anlatıcı,
hikayesini ilahi bakış açısıyla anlatır. Zaman kıştır. Hikayenin kahramanı Enver,
okul yolunda kızak kayan çocuklara takılınca derse geç kalmıştır. Öğretmenle
Enver arasında şöyle bir diyalog geçer:
“-Yavrum, niçin derse vaktinde gelmedin? Neyin var? diye sordu.
-Bir şeyim yok.
Haylaz çocukların kızak kaymaklarına istemeden daldığını söyledi.
Sonunda da:
-Kabahatlıyım! dedi.
Öğretmen yalan söylemediğini bildiği ve Enver’e inandığı için:
-Haydi yerine geç! Bak bir daha dalma! dedi.
Enver bir daha böyle bir dalgınlıkta hiç mi hiç bulunmadı.”
Metinde kıssadan hisse çıkarmaya dayalı otoriter bir dil kullanılmaktadır.
Bu kısa bölümü okuyan kişi, derse geç kalmanın ceza gerektiren bir kabahat
olduğu, sokakta oynamanın çocuk da olunsa “haylazlık” olarak adlandırıldığı
sonucuna varacaktır. “Enver bir daha böyle bir dalgınlıkta hiç mi hiç bulunmadı. “
cümlesi yazarın vermek istediği dersi özetlerken “hiç mi hiç” belirteciyle bu
otoriter tutum pekiştirilmektedir. Yine yazarın öğretmene söylettiği “Haydi yerine
geç! Bak bir daha dalma!” emir cümlesi de bu otoriter tutumun bir başka dilsel
işaretleyicisidir.
MOTİF AKADEMİ
230
Yine aynı yazarın “Doğru Kalpli Çocuk” adlı kısa öyküsünde okulun
bahçesinde bir dolma kalem bulan Küçük Severcan, bulduğu kalemi doğru
öğretmenine getirir. Hikaye şöyle devam eder:
-Öğretmenim! Teneffüste iken bahçede bu kalemi buldum. Buyurun!...
dedi.
Öğretmen kalemi aldı. Severcan’ın saçlarını okşadı, öğrencilere:
-Çocuklar, bakın!... Severcan kendine ait olmayan bu kalemi bahçede
bulmuş, sahibine verilmek üzere bana getirdi. Görüyor musunuz, arkadaşınız
kendine ait olmayan bir şeye nasıl el uzatmıyor? Siz de onun gibi doğru kalpli
olunuz! dedi.”
Anlatıcının dile yansıyan kişisel tutumlarını Papafragou kipsel alanlar
(modal domains) belirleyerek açıklamaya çalışmıştır. Bu kipsel alanlar kanun, yasa
ve kuralları tanımlayan düzenleyici alanlar (regulatory domains), toplum
kurallarını tanımlayan toplumsal alanlar (social domain), dinî sistemlerin
tanımladığı inanca dayalı alanlar (religous rules), kişisel istek, görüşlerin
tanımladığı kipsel alan (personal domain), olayların akışına yönelik düzenliliği
tanımlayan olağan merkezli alanlar (normative domain) ve ideal olarak kabul
edileni tanımlayan ideal merkezli alanlardır (ideal-centered).4
Farklı ölçütlerle birçok tasnifi yapılan kiplik çalışmalarında iki temel
tasnifte görüş birliğine yaklaşılmış gibidir: Bilgi kipliği (epistemic modality) ve
yükümlülük kipliği (deontic modality). Bilgi kipliği konuşurun önermeye dair bilgi
ve güvenine dayanır. Bilginin gerçekliğine ilişkin tutum ve yargısını yansıtır.
İkincisi ise konuşurun önermeye dair isteğine dayanır. Yükümlülük kipliği
eyleyicinin sorumlu olduğu davranışların anlatımıyla ilgilidir. Biri anlatıcı
merkezli, diğeri ise eyleyici merkezlidir.
Her iki metin örneğinde de düzenleyici, inanca dayalı ve ideal merkezli
kipsel alanlara yönelik, eyleyicinin (ya da okur olarak çocuğun) yükümlülüklerini
anımsatan, çocuğu kıskıvrak yakalayan bir dille karşı karşıyayız. Bir çocuğun
bulduğu bir eşyayı sahibine vermesi etik açıdan doğru bir tutumdur. Ancak
hikayelerde bunun ifade biçimi, çocuğu baskı altına alan, onu sınırlayan bir dil
kullanılarak gerçekleştirilmektedir.
Eserlerinde genellikle partizanların, devrimcilerin, savaşanların yaşam
öykülerini konu olarak seçen Şükrü Ramo [Zekeriya 1988:8]’nun hikayelerinde de
4 CORCU, Demet, Gereklilik/Zorunluluk Kipliği Kodlayıcılarının Anlam Yapısı Üzerine,
http://semanticsarchive.net/Archive/zE0ZDQ0N/Maltepe_bildiri.pdf, Son erişim 21 Haziran 2012.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
231
aynı durum söz konusudur. “Alevden Yıldıza” adlı hikayede, hikayenin kahramanı
babası Liman Hoca ve aile bireylerini Bulgar ve Alman faşistlerinin saldırısında
kaybetmiştir. Ancak küçük yaşına rağmen direnişçilere katılmış ve kurtuluşu
görmüştür.
“Bulgar askerleri, bütün ev etrafına köpek piresi gibi yayılmışlar.”
[Zekeriya 1988:24] cümlesinde yazar “köpek piresi gibi yayılmak” yüklemiyle
düşmanı aşağılarken direnişçileri yüceltmektedir. Yine “Haklıdır Yordan da, Milan
da. Haklıyız bizler de. Bu yer için savaşmak, bu yer için ölmek, hepimizin borcu.
Bulgara, istilâcıya, faşiste boyun eğdirmezsek, ayıp bize. Günahı boynunuza!
[Zekeriya 1988:22] cümlelerinde de toplumu ajite etmeye yönelik bir propaganda
dili egemendir. Ayrıca bu metnin korku, acı, şiddet kin gibi öğeler içeriyor olması
problem arz etmektedir.
Yazarın “Nazlı Nine” adlı hikayesinde ise kurtuluş günlerini kutlayan
köylülerin arasına karışan bir Rus asker için yaratılmak istenen sempati,
okuyucunun bilinç altına yerleştirilmeye çalışılmaktadır. Bulgar ve Almanlara karşı
kullanılan ötekileştirici dil Rus askerinde sempati yaratmayı amaçlayan bir dile
dönüşmektedir. Rus askeri dosttur, merhametlidir, yardımseverdir. O da Alman
zulmü karşısında mazlumdur.
Mustafa Karahasan (1920-2002)’ın “Duvar Saati” adlı öyküsünde okula
yeni başlayacak olan Adnan’ın okula başlama heyecanı anlatılmaktadır. Adnan
okula başlama yaşındaki çocuklar için idealize edilmiş bir öğrenci tipidir. Sabah
erkenden uyanır.
“Kimler kalkmış?...Kimler kalkmış?... diye annesi bağırdı.
“Oooo! Hiç çağırmadan gelmiş öğrencimiz…” diye söze karıştı
babası. Ablası ise “Paşa çocuk, şimdiden okulunu düşünmeğe başlamış”
diyerek Adnan”ı alnından öptü. [Zekeriya 1988:35]
Gerek aile bireylerinin gerekse toplumun okula başlama yaşındaki
çocuklardan beklediği ideal davranış sorun yaratmadan uyanmak, hazırlıklarını yapıp
yine sorun yaratmadan okula gitmek, derslerde akıllı uslu olmak öğretmeni dikkatle
dinlemek, derslere çalışmak; hem ev ortamında hem de okulda sorun kurallara
uymaktır. Yazar hikaye aracılığıyla bu ideal öğrenci modelini çocukların bilinç altına
kaydetmeye çalışıyor. Dolayısıyla anlatıcı bu metinde de otoriter bir tutum sergiliyor.
Necati Zekeriya (1928-1988)’nın “Kırmızı Balon” adlı hikayesi örtük
MOTİF AKADEMİ
232
kiplik ifadeler taşısa da, “Kütüphanede Doğan Hikaye” [Zekeriya 1982:43] başlıklı
çocuk öyküsü çocuğa yönelik açık ya da örtük kiplik ifadeler içermez. Yazar
eserinde kendini, etkisini, düşüncelerini, paradigmalarını sıfırlayarak sadece hikaye
anlatır. Yazarın etkisinin azaldığı bu hikaye otoriter dil öğeleri de barındırmaz
doğal olarak. Hikayenin kahramanı Orhan okuma yazma bilmez. Kütüphaneye
kitap alacakmış gibi gider ve kütüphane görevlisi teyze ona kitaplar önerir. Orhan,
bilmediği hikayeleri bir öğretmen sabrındaki kütüphane görevlisine anlattırır.
Kadın, Orhan’ın okuma yazma bilmediğini bilmez. Orhan, kütüphanede dinlediği
hikayeyi koşup evde annesine anlatır. Hikaye, kütüphaneye bir değer atfetmez,
okuyucusuna telkinde bulunmaz.
Mahmut Demir Kıratlı (1929-1988)’nın “Fikret’in Cesareti” adlı hikayesi
de iktidara sempati yaratmak gayesi taşır. Üsküp’ün Almanlardan kurtarılmasında
yararlılıklar gösteren bir çocuk kahramandır Fikret. Hikaye şöyle biter: “Ertesi
gün, tüfeği omzunda, tam bir asker gibi Fikret de, Halk Ordusu’yla birlikte
gösterilere katıldı. Onu herkes alkışladı.” [Zekeriya 1988:62]
Ahmet S. İğciler (1945-2010)’in “Sansar” adlı öyküsünde güvercin
kafesine giren sansarın yaptıklarının çocuklar ve sağ kalan güvercinlerde yarattığı
travma anlatılır. Bu hikayede de yazar sadece hikaye anlatır. Dolayısıyla bir öğüt
verme kaygısı taşımaz.
Son olarak Agim Rifat Yeşeren’in “Otobüs Rüyası” öyküsüyle
örneklerimizi sonlandırmak istiyoruz. Hikayemizin kahramanı olan çocuk
babasıyla birlikte Üsküp’e bir bisiklet almaya gitmektedirler. Otobüste uykuya
dalan çocuk rüyasında kâbus görmektedir. Üsküp’e gedecekleri otobüse
bineceklerdir; fakat otobüsün kapısı yoktur. Her tarafı kapalıdır. Otobüse
binememektedirler. Dolayısıyla Üsküp”e gidip bisiklet almaları da imkansızdır. Bu
gerilim içinde uyandığında otobüs Üsküp”e varmak üzeredir.
İlginç kısa fakat eğlenceli devrik cümleleri hikayeyi kolayca okumamızı
sağlamaktadır. Oluşturduğu gerilim ve mekanlarla oldukça zengin okuma ve
anlamlandırma olanakları sunmaktadır küçük okurlarına.
Sonuç
Olağanüstü dönemlerden geçen toplulukların edebiyatlarında kaçınılmaz
olarak kullanılan dilde de hızlı değişmeler olmaktadır. Geleneksel anlatı türleri
anlatıldığı dönemin gereksinimleri, kullanım amaçları ve kullanılan söz
teknolojileri açısından otoriter bir dili zorunlu kılıyordu. Toplumsal koşullardaki
değişim, demokratikleşmenin sindirilmesi, bunun anlatı tekniklerine yansımaları
HALKBİLİMİ DERGİSİ
233
anlatılarda yapılacak kronolojik çalışmalarda dilde ve anlatı tekniğindeki
gelişmeleri ayan beyan görmemize olanak sağlamaktadır. Birinci Dünya Savaşı
yıllarında doğup iki dünya savaşı arasında yazmaya başlayanların kullandığı dil ile
İkinci Dünya Savaşı’nı, Alman, Bulgar işgallerini yaşayan, bu işgallere karşı
direnen kuşakların kullandıkları dil arasında da farklılıklar gözlenmektedir.
Toplumların demokratik ya da otoriter yaşayışlarıyla bu dönemlerde
üretilen metinlerin atmosferi arasında koşutluklar var. Bu bakımdan 1990
sonrasında bölgede yaşanan toplumsal karışıklıklar ve katliamların çocuk
edebiyatına yansımaları üzerine yapılacak ek bir çalışma, bu dönemdeki dil
kullanımlarının edebiyata yansımalarını ortaya koyması bakımından kayda değer
bir çalışma olur, düşüncesindeyiz.
KAYNAKLAR
CORCU, Demet Gereklilik/Zorunluluk Kipliği Kodlayıcılarının Anlam
Yapısı Üzerine, http://semanticsarchive.net/Archive/zE0ZDQ0N/Maltepe_bildiri.pdf,
Son erişim 21 Haziran 2012.
DEMİR, Sema Aslan (2008), Türkçede İsteme Kipliği Semantik-Pragmatik
Bir İnceleme, Grafiker Yayınları, Ankara
DİLİDÜZGÜN, Selahattin (2003), İletişim Odaklı Türkçe Derslerinde
Çocuk Kitapları, Morpa Kültür Yayınları, İstanbul
KAYA, İ.Güven (1993), Yugoslavya’da Türk Halkı Edebiyatı, Boğaziçi
Üniversitesi Matbaası, İstanbul
ZEKERİYA, Necati (1982), Demet (Seçme Çocuk Öyküleri), İstanbul,
Tekin Yayınevi
--------------------- (1988), Sevgiyle, Piriştine, Tan Yayınları
MOTİF AKADEMİ
234
BALKANLARDA BİRLİK FORMÜLÜ
Balkans Unity Formula
Hasan YAZICI*
Özet: Cem + fark = Tevhit formülü kâinatın, hayatın, bütün ilimlerin temelindeki
ana kanundur. İnsanlar, gruplar, toplumlar, varlıklar arası ilişkilerin olumlu, yapıcı,
sağlıklı gerçekleşmesini sağlamanın en önemli kılavuzudur. Birlik, beraberlik, bütünlük,
mutabakat, sosyalleşme, hoşgörü, barış, adalet, güçlülük, sosyal ve iktisadî gelişme,
devamlılık yolunda ayrıntıların girdabına kapılmamak için sımsıkı sarılmak, dosdoğru
yaşamak gereken anlayıştır. Farklılıkları reddetmek ve ortadan kaldırmak için ateşe
vermek yerine farklılıklar, çokluk üzerinde birlik meşalesinin aydınlığında yürümelidir.
Anahtar kelimelerr: Fark, cem, Tevhit, ideal kültür, mutabakat
Abstact: Total + Difference = Oneness formula is the basic law on the base of the
universe, life and all wisdoms. It is the most important guide for providing positive,
constructive, healthy relationships among the people, groups, societies and assets. It is a
comprehension that needs to live honestly and needs to tenacity that not to eddy of the
details in way of oneness, brotherhood, unity, agreement, socialization, tolerance, peace,
justice, powerfulness, social and economical development, continuity. Differences have to
walk on plurality with the light of the oneness brand instead of refusing and setting on a
fire to abolish the differences.
Key words: Difference, total, oneness, ideal culture, agreement.
Fark (parça) ve cem (bütün) kavramları aynı gerçeğin iki yüzünü
oluşturdukları için birbirini tamamlar. Fark idraki, ayrı ayrı milletler hâlinde
olmanın şuurunu taşımaktır. Birbirlerini tanımak, karşılıklı saygı göstermek
terbiyesini takınmak cem idrakidir. Milletlerarası gerçekte cem idrakinin
gerçekleşmesi için birbirini tanıma ve saygı gösterme fiilinin karşılıklı olması
gerekir (Bilgiseven, 1990: 43, 44).
* Okutman, Sakarya Üniversitesi Devlet Konservatuvarı, [email protected]
HALKBİLİMİ DERGİSİ
235
Ayrıklık ve birlik gibi fark ve cem hem ayrı ayrıdır hem bir bakıma birdir.
Sosyal gerçekte ayrılığa rağmen birlik durumu çok iyi idrak edilir (Bilgiseven,
1989: 28).
Kâinattaki işleyişler, temel mesaj olan Tevhid’e dayalıdır (Bilgiseven,
1990: 28). Fark + cem = Tevhit formülü, sosyal gelişmenin şartlarını ortaya koyan
bir tabiat düzenidir, bir temel tabiat kanunudur (Bilgiseven, 1989: 28). La hüve illa
hüve prensibi, her çağın, bütün ilimlerin, sosyolojinin, bütün ilmî kanunların, ilmî
nitelikteki bütün tabiat kanunlarının, bütün gerçeklerin en genel ve en kesin ana
kanunudur. Çeşitli ilimlerin farklı yollardan ispat ettikleri bir ana gerçektir
(Bilgiseven, 1990: 7, 9, 25, 13, 212).
Tevhit, herkese içindeki düşünce veya duygunun ortak bir formülünü verir.
Ortak duygu ve düşünceyi doyurur. Ferdî ayrılıkları ortadan kaldırır, fertlerin
özlemlerini tıpkılaştırır, birleştirir. Ortak bilinç oluşturur. Toplumsal grupların fikir
veya his hayatında bir birlik kurar. Düzenleyici ve uyum sağlayıcı, birleştirici,
kayıt altına alıcı bir güç, bir orkestra şefidir. İçinde yaşanılan kargaşaya bir düzen
getirir. Düzen duygusunu içinde uyandırarak insanı önce kendisiyle sonra toplumla
barıştırır (Yazıcı, 1998: 41). Tevhit, temel değerlerdendir. Sosyalleştirme süreci
içinde topluma yeni yakınlaşmalar sağlar. Bütün fonksiyonları ile sosyal kontrol ve
sosyo-kültürel birlik, beraberlik ve bütünleşmede önemli rol oynar.
Sosyal gerçekte görünmeyen bağlar, bizi birbirimize ve topluma
bağlamaktadır, zaten bağlı olduğumuzu bize hissettirmektedir (Bilgiseven, 1989:
135). Tevhit prensibinin içten dışa çeşitli sosyal halkalarda idrak edilişi ile birlik
hedefi arasında uyum vardır (Bilgiseven, 1990: 1).
Kâinattaki farklılıklara rağmen gözlenen düzen, fark gösteren unsurların
birbirini tamamlayarak meydana getirdikleri statik denge hâlidir. Bir andaki
görünüşü aksettiren statik ahengin her bozuluşu, bir dengeleyici hareketle yeni bir
düzen doğmasına yol açar.
Tevhide uygun hareket ederek birbirlerini ıslah eden, bir bütün meydana
getirdiklerinin idrakine sahip olan insanların meydana getirdiği toplumlar asla
yıkılıp gitmez, toplum olarak yok olmaz. Köklü ve uzun ömürlü olurlar
(Bilgiseven, 1989: 136, 137). Birbirini ıslah eden ve böylece bütünlük idrakine
ulaşan toplumlar, şirk ehli bile olsalar hayatta kalırlar. İnanmadan bile olsa tevhide
uygun davranışlar gösteren toplumlar asla batmaz. Tevhit toplumu, cem ve fark
idraklerini birleştiren ve ayrılıklara, farklılıklara rağmen birliğin idrakine varan bir
toplum olmanın meyvelerini toplar.
Tevhidin gerçekliğini anlamayan ve taptığı para, mevki, güzel kadınlar,
tevhide aykırı olan, birliği parçalayıcı emeller gibi her şeyin ardında Allah’ın varlığını
MOTİF AKADEMİ
236
ve tekliğini göremeyen, bütün tabiat düzeninin temelindeki tevhit ana kanununu
bilmeyen ve bütünlüğü şaşı bakışlarla parçalayan, girdaba kapılır. Gözü perdeli, örtülü
olduğu için varlığın tekliğini, la hüve illâ hüve gerçeğini kendi rahimiyet grubunda,
kendi ülkesinde bile göremez (Bilgiseven, 1990: 170, 29, 158, 213).
Külli irade ile cüzi iradeyi birbirinden kopuk ve birbirine rakip göremeyiz
(Aydınlar Ocağı, 1998: 19). Her şeyi Allah’ın görünen yüzü olarak görerek fark ve
cem kavramlarının bilinciyle ve cem idrakine gönül verip Allah için barışık
yaşamalıyız. Karşısındakini, Hakkın rahimiyetteki ortaya çıkışı, görünüşü olarak
tanımak, kendisi ile aynılaştırmak kulun kula olan borcudur (Bilgiseven, 1989: 142).
2=1
Kim o, deme boşuna...
Benim, ben.
Öyle bir ben ki gelen kapına
Baştanbaşa sen
(Özdemir, 1959: 19).
Tarafların kendini halis sayıp karşısındakini karalamaya hakkı yoktur
(Bilgiseven, 1990: 153). İdeal kültürün uygulamada aldığı şekle dayalı farklılıkları
mübalağa ederek vatandaşları birbirine düşürmemeli. Vatandaşlara ideal kültürün
ruhu olan aşkın “her şeyi Hakta tevhit edici” özelliği öğretilmeli (Bilgiseven, 1989:
142). Öz değere sahip çıkabilmek için parça (fark) ve bütün (cem) arasında bir
ahenk gözetilmelidir.
İdeal kültür, fark ve cem idraklerini birleştirir. Sosyolojinin, sosyal gelişme
hedefine ulaşmak için öne sürdüğü şartları en mükemmel şekilde bir araya
getirebilecek bir kültürdür. İdeal kültür idrak edildiği takdirde bölgeler, gruplar,
folklor, kıyafet, dil ve diğer bütün dış farklılıklar, içte ve temelde birleştirici öz
mana, cemci bir bütünlük idraki ile bilinir, ne bütün parçaya ve ne parça bütüne
feda edilir, ideal kültüre sahip çıkma şuuruna ulaşılır (Bilgiseven, 1990: 309).
İdeal kültür, fert ve toplum menfaatlerini bağdaştırıp madde ve mana
hedeflerini dengeleyerek sosyal gelişmeye yol açan kültürdür. Sorokin, maddeci
kültüre sahip bulunan Batı âleminin bir viraj dönerek ideal kültüre yönelmediği
taktirde tehlikeli bir sosyal değişme yönünde ilerlemenin doğuracağı olumsuz
sonuçlara katlanmak zorunda olduğunu, Social and Cultural Dynamics isimli dört
ciltlik eserinde ve özellikle IV. cildin ön sözünde açıkça belirtmiştir (Bilgiseven,
1990: 315).
HALKBİLİMİ DERGİSİ
237
Ayrı ayrı biz duygusu taşıyan cemaatlere parçalanmış ilkel sosyal yapıdan
kurtulmak gerekir. İçte ben duygusuyla olayları kendi aklının süzgecinden geçiren
ve uydum kalabalığa psikolojisine değil kendi aklına, kendi idrakine uyan ve
böylece dışarıya, başka ülkelere karşı tek bir biz duygusu ile tek ve büyük bir
cemaat yani millet hâline gelmiş olan gelişmiş bir yapı karakteri oluşturulmalıdır.
Son derece basit ve ırkî köken şuuru farkları, dinî inanç farklılıkları gibi çeşitli biz
duyguları ile parçalanmış duruma düşülmemelidir. Kabiliyetlere ve işlere göre içte
bir balık ağı gibi ben duygusuyla örgütlenmiş fakat dış ülkelere karşı olsun,
Allah'ın emri gereğince olsun, tek bir cemaat olarak bir tek millet hâline gelmiş bir
yapı kazanılmalıdır (Bilgiseven, 1990: 198).
Sosyal yapının bütün nüfusunu temsil eden aralıklı noktalarla gösterilmiş
dış halka ile oluşan bir yapı, dışa karşı tek bir biz çemberi meydana getiremediği
için millî bir toplum oluşturamaz, tek bir ümmet meydana getirecek hâle gelemez.
İlkel ve zayıf bir yapıdır.
İçte kabiliyetlerin gerçekleştirilmesine, dışarıya karşı ve kültürel açıdan
bütün nüfusun aynı biz duygusunda birleşmesine imkân veren sağlam bir yapı
kurulmalıdır. Sosyal yapı, kendi ilmî ve ahlakî kabiliyetlerini düşünceden,
tasarıdan, niyetten fiile geçirebilen, gerçekleştiren bütün grupların her birinin ayrı
ayrı birer külli beyin yani bütün toplumun dert ve ıstıraplarını duyan birer his ve
idrak merkezi hâline gelebildikleri sosyal yapı olmalıdır. Ayrı ayrı sosyal cemaatler
yani ayrı ayrı biz duygusu hisseden kapalı halkalar oluşmamalıdır. Dışarıya karşı
sağlam ve dayanıklı tek bir cemaat, tek bir halka meydana getirilmelidir
(Bilgiseven, 1990: 199, 200).
Tevhit akidesinin la hüve illa hüve şeklinde anlaşılması gereken gerçek
anlamı zamanla yitirilmiş, ister az, ister çok sayıda nüfusu ilgilendirsin, bir
yozlaşma ve anlayış sapması ortaya çıkmıştır (Bilgiseven, 1990: 117, 177).
Zihinlerde paslanmış ve çöken anlayışlar, nasırlaşmış bazı yanlışlar, biz, onlar
MOTİF AKADEMİ
238
ayırımına sebep olmuş. Kendi dışındaki herkesi muhtemel potansiyel tehlike olarak
görmek sakıncalı sonuçlar doğurmuştur (Aydınlar Ocağı, 1998: 15). Tevhitçi öz
hâlen yozlaştırılmış olduğu için millî bütünlükte gedikler açılmıştır (Bilgiseven,
1990: 45).
Tesirli birer sosyal iç kuvvet karakteri taşıyan, madde ve mana ahengini
sağlayan değer hükümlerine sahip bir ideal kültür hayatı gerçekleştirilmelidir. Benzer
kültürel paydaları paylaşmak, kültürel mutabakatları kurmak şarttır (Bilgiseven, 1989:
25, 119). İdeal kültürün toplumlara hâkim olması için gerekli prensipler benimsenerek
yaygınlaştırılmalıdır. İnsanoğlunu kucaklayan değerlere dayanılmalıdır (Erdenir, 98).
Ortak değerler; hürriyet, demokrasi, eşitlik, insanlık onuruna ve insan haklarına saygı
ile hukukun üstünlüğü (Erdenir, 165), adalete saygı, çevrenin korunması, daha iyi bir
gelecek, verimli yaşama tarzı gibi ilke ve sorumlulukları benimsemeli, gündelik
hayatın akılcı düzenine uyum sağlamalı (Erdenir, 157) Soyut kavramları somut
gündelik gerçeklere dönüştürmeli (Erdenir, 115).
Bir memleketin iç politikasında iktidar partisi mensuplarının fark + cem =
Tevhit formülüne uygun uygulamalar yapmaları gerekir. Memleket menfaatlerini
yani cem idrakini arka plana atarak sırf parti menfaatlerine yani fark idrakine
kendini kaptıran iktidar partisi mensupları iktidarı kaybetme tehlikesiyle karşı
karşıyadırlar. Partiler, parti menfaatlerini yani fark idrakini toplum menfaatleriyle
yani cem idraki ile birlikte ele almaya mecburdurlar.
Kârı yani kendi menfaatlerine dayalı fark idrakini ikinci plana alıp iyi mal
ve hizmet arz ederek toplumu tatmin etme arzusunu yani cem idrakini ön plana
almak kâr artışının en sağlam garantisidir. Fark idraki yanında aynı zamanda cem
idrakine bilerek yönelebilmeyi sağlayan değerler, yozlaştırılmamış hâli ile
benimsenmeli ve yaygınlaştırılmalıdır. Fark idrakinden kaynaklanan maddî
tatminler ile cem idrakinin ürünü olan manevî tatminler arasında bir ahenk
kurulmalıdır (Bilgiseven, 1990: 15, 20, 21, 22).
Millî karakter, belirli durumlarda aynı şekilde hareket etme, belirli olaylar
karşısında aynı şekilde hissetme, belirli şeylere aynı şekilde kıymet biçme
eğilimlerinde görülür (Arsal, 1975: 64). Hangi soydan gelirse gelsin birbirleri
arasında bir uyum sağlayanlar tarihî süreç içinde bir millet olur (Türkdoğan, 2003:
30). Kültürel kimliklerin yerelliği, kimliği taşıyan grup dışında bir aidiyet hissi
uyandırmasını engellemez. Etnik kökenli bir kültürel kimlik millî kimliğin,
yurttaşlık gibi belli kurallara dayalı kültürel kimlik uluslarüstü kimliğin kaynağı
olabilir (Erdenir, 2006: 31). Farklı noktalarda devreye giren farklı aidiyet türlerinin
bir arada var olması mümkündür (Erdenir, 2006: 26). Farklı aidiyetler farklı şiddet
ve seviyede birlikte var olabilirler. Kimliklerin çoğulluğu doğaldır (Erdenir, 2006:
HALKBİLİMİ DERGİSİ
239
25). Bulundukları her yerde insanları bütünleşmeye davet etmeli (Bilgiseven, 1990:
29). Birlik ve bütünlüğün bağları olan esaslar yeniden ele alınarak
güçlendirilmelidir. Görüş farklılıklarından daha fazla mutabakatlara öncelik
verilmelidir. Teferruat yerine ana kurallar ortaya koyulmalıdır. İlkeler ve evrensel
değerler, ihtilafların aşılmasında en önemli etkenlerdir. Mutabakatlar kurmak ve
geliştirmek şarttır. Bir ülkenin iktisadî kalkınmasının, sosyal ve kültürel
gelişmesinin gerçekleşebilmesinin olmazsa olmaz şartı millî mutabakatların
belirlenmesi ve geliştirilmesidir. Mutabakatlar sağlanmadan ilim, eğitim ve kültür
politikaları netleşemez. Belirli asgari müşterekleri belirlemek her alanda gelişmeye
yol açabilir. Toplumlar, ayrıldıkları noktaları değil birleşebildikleri büyük
çoğunluğu öne çıkardıkları takdirde uzlaşma imkânlarını yakalayabilirler. Ülkeyi
daha ileri seviyelere taşıyabilecek, birçok alanda daha etkili yapabilecek
mutabakatlar, devletin birliği ve tekliği, milletin bölünmez bütünlüğü, değerlerle
güvenceye alınmalıdır. Farklı mensubiyetleri birbirine rakip değil birbirini
tamamlayan unsurlar olarak görmek, çatışma ve kamplaşma konularını aşarak gücü
birleştirmek, dış oyun ve tehlikelere karşı kullanabilmek gerekir. Kısmî
menfaatlerin üzerinde ortak menfaatlerin geldiğini kavrayabilmek şarttır. Geniş bir
mutabakat ve uzlaşma aranmalıdır. Hataları hep karşımızdakilerde aramak yerine
biraz, doğru bir durum muhakemesi yaparak kendi yanlışlarımızı görmeliyiz.
Mutabakatların kurulması ve geliştirilmesini engelleyen şartların kalkması için
etkili ve yetkili çevreler, birlik ve bütünlük konusunda hassas, sosyal bütünleşmeyi
gerçekleştirici ve güçlendirici, mutabakatları kuvvetlendirici ve kardeşlik
duygularını arttırıcı rol oynamalıdırlar. Ülkeyi ülke yapan temel esaslardan taviz
vermeden uzlaşmacı, kutuplaşmaları giderici bir yaklaşımla (Aydınlar Ocağı, 1998:
28, 20, 31, 11, 16, 17, 18, 14, 15) derece derece (rahmaniyet ve rahimiyet
halkalarından ibaret) bütün varlık âlemi kucaklanmalıdır. Madde ve mana hedefleri
dengelenmeli, fert ve toplum menfaatlerinin paralelliği idrak edilmeli, ideal kültür
yaygınlaştırılmalıdır. Vücudu ile istekleri açısından şehit olmuş, ruhu ve aklı ile
toplum hâlinde dirilmiş, toplumu kendine vücut gibi tabi kılan bir külli beyin
olmalıdır (Bilgiseven, 1990: 185, 31, 32). Benzerlik ya da farklılık önemli değildir.
Önemli olan bağlılıktır (Hogg, 1997: 26).
Milliyet duygusunun kaynağı, en önemli hayat kanunu, yaşayabilmek için
mücadele ve mücadele için guruplaşma mecburiyeti, insanın çevresindekilerle barış
içinde yaşamak ihtiyacı ve içgüdüsüdür (Arsal, 1975: 64). Milliyet için
beynelmilellik şarttır.
Her şuur bir fark ve ihtilaf şuurudur (İzzet, 1981: 182, 192). Var olmak
iradesi biyolojik kanunlara dayanan sosyolojik bir gerçektir. Yaşamak isteyen
kendi hayat ve bekasını kendi sağlamalıdır, kendisi için kendi çalışmalıdır. Ne
MOTİF AKADEMİ
240
bugün ne de tarihte medeniyetçe geri kalan bir milleti medenî, varlık içinde
yaşayan ve mutlu etmek için diğer milletlerin kendi çıkarlarını düşünmeksizin
çalıştığı görülmemiştir.
Milletlerin millet olarak hürriyeti, millî hâkimiyeti, siyasî istiklali, din, dil,
kültür, gelenek, mukaddesat sahalarındaki hürriyetleri ve hakları devletin yetkisi
dışında kalmalıdır. Güvence anayasada açık ve belirgin olarak gösterilmelidir.
Bugün mevcut millî devletlerden hemen hiçbirinin halkı, doğal olarak
yalnız aynı etnik unsurlardan ibaret değildir. Bugünkü devletlerin çoğunda asıl
milleten başka, asıl milletten dil, kültür veya din bakımından farklı ve devlet içinde
azınlık oluşturan etnik veya dinî zümreler vardır. Mesela İtalya’da İtalyanlardan
başka Almanlar, Kroatlar; Yunanistan’da Arnavutlar, Türkler; Macaristan’da
Almanlar, Kroatlar, Romenler; Türkiye’de Rumlar, Ermeniler, Museviler
bulunmaktadır. Zıtların birleşmesinden doğan dünya ahengi beyaz, pembe, kırmızı,
mavi veya sarı renkte ayrı ayrı şekillerde başka başka kokular yayan güzel
çiçeklerle süslü bir bahçe gibidir. Tek renkli, tek kokulu, aynı şekilde ve tipte bir
çiçek oluşturacağım diyerek bahçedeki çiçekleri söküp atmağa kalkmak abestir
(Arsal, 1975: 65, 170, 171, 181, 185, 194). Bir aidiyetten diğerine ilkinden feragat
etmeden, şartlar uygun olduğunda geçilebilir. (Erdenir, 2006: 25). Etnik unsurları
aşarak ortak kurallar temelinde haklar, ödevler ve katılıma dayanan bir aidiyet
geliştirmeli (Erdenir, 2006: 160). Kültürel unsurları terk etmeksizin diğer bir
kültürlere asimile olmadan anayasal ilkelere dayanan politik kültüre dâhil olmalı
(Erdenir, 2006: 161). Kültürü koruyarak demokratik gelenek ve uygulamaları
benimseyip bütünleşme yolu tutulmalı (Erdenir, 2006: 208). Farklı gelenekler,
yaşama tarzı, giyim gibi kültürel unsurlar dışlamaya yatkın olmaktan kesinlikle
sakınılmalı (Erdenir, 2006: 207). Bütün bir kimliği öfkeyle ilan edilen tek bir
aidiyete indirgeyen dar, sığ, yobaz yaklaşımlardan (Erdenir, 2006: 34) dışlamacı ve
olumsuz, sürekli ötekileştirmelerden ve düşmanlıktan uzak durulmalıdır (Erdenir,
2006: 89,125). Kimlikler arası ilişkilerde şiddetli etki tepki ile ötekileştirme yoluna
asla sapılmamalıdır (Erdenir, 2006: 90). Farklılığa tahammül etmeli, farklılardan
asimile olmalarını beklememeli (Erdenir, 2006: 208). Ülkeler, karıştırılmaya uygun
coğrafyalarda bazı fanatik, psikopat aydınlar ve iş adamlarının açık arttırmaya
çıkardığı birer coğrafya değildir. Ülkenin fırsatını belirli çevrelerin eline vermek
akıllı, gerçekleri yanılmadan görmeye dayalı, uyanık ve uzak görüşlü bir politika
değildir (Aydınlar Ocağı, 1998: 12, 15, 14).
Mahallî farklara rağmen cem olmalıdır. Ülke içinde sahip bulunulan bütün
farklı unsurlarla ulaşılacak birlik, fark unsuruyla yani mahallî âdet, dil, lehçe
farklarıyla birlikte millî ve dinî şuurun cem edici etkisini yansıtmalıdır. Bir ülke
HALKBİLİMİ DERGİSİ
241
içindeki çeşitli grupların kültürel bütünleşme yoluyla mahallî farklılıklara rağmen
ana hatlarıyla aynı kültüre bağlı daha büyük bir grup meydana getirmeleri siyasi
gelişmedir. Konuşulan resmî dilin her grup tarafından bilinir hâle gelmesi
faydalıdır. Birleştirici bir kültür politikasının olmadığı ülkelerde çeşitli grupların
aynı dili konuşmaları hâlinde bile dilin bir kültür vasıtası olma özelliği hiçbir işe
yaramaz. Çünkü dil sadece bir kılıftır, bir kalıptır. Önemli olan kalıbın içini
dolduran kültürel muhtevadır. Dil, kalıbı ile değil ilmî muhtevası işlendiği takdirde
dili apayrı olan grupların bile birbirleriyle manevî birleşme hâlini gerçekleştirebilir.
Bir ülke içindeki çeşitli gruplar, kültürel bütünleşmeyle mahallî farklılıklara
rağmen ana hatlarıyla aynı ideal kültüre bağlı daha büyük bir grup meydana
getirerek siyasi gelişmeye katkı sağlamalıdır (Bilgiseven, 1990: 33, 46, 170, 171).
Yakın ilişkiler resmî kanal dışında geliştirilmelidir (Aydınlar Ocağı, 1998: 15). Bir
ülkedeki fertler ve gruplar fark idraklerini cem idraki ile bağdaştırmalıdırlar.
Siyaset sosyolojisindeki millet meydana getirme kavramı iç siyasete ışık tutan bir
tevhit görüşünden başka bir şey değildir (Bilgiseven, 1990: 22, 117).
Manevî yakınlıktan doğan kuvvetli sevgi hisleriyle birleşmişliğin
oluşturduğu bir vatandaşlık bilinci, farkların, çeşitli ayrılıkların önemini yok edecek
şekilde herkese aşılanmalıdır. Birlik, bütünlük öz değerleri, çarpıtılmamış asli hâli ile
öğretilmelidir. Uygulamadaki farklara rağmen özdeki bileştirici ruh bütün kitlelere
benimsetilmelidir. Birleştirici değerleri tanıtan bir kültür politikası uygulanmalıdır.
Sonuca ulaştıracak bir ideal kültür politikasının ana hatları çizilmeli ve bir an önce
uygulamaya geçilmelidir (Bilgiseven, 1989: 119, 142, 116). Kültür stratejisi sağlam
bir temele oturtulmalıdır (Bilgiseven, 1990: 22). Tevhit inancının cem + fark =
Tevhit formülüne uygun bir şekilde uygulanmasına imkân veren bir kültür politikası
bir an evvel yürürlüğe koyulmalıdır. Cem politikası, kuvvet Hak’tır prensibine değil
Hak kuvvettir ilkesine göre ayarlanmalıdır.
İnsanlar ve milletler sosyalleşme bakımından henüz çocuk idraki
seviyesindedirler. Sosyalleşme bakımından henüz son derece ilkel durumda olan
bebek, kendi küçük kâinatının merkezi olarak kendini görür. Küçük kâinatında
kendinden başka hiçbir canlı yoktur. Annesinin göğsü ile süt şişesinin emziği
arasında hiçbir fark gözetmez. Bebeğe göre göğüs ile süt şişesinin her ikisi kendini
doyurmaya hizmet eden cansız varlıklardır. İçinde bulunduğu küçük kâinatın tek
canlısı ve merkezi kendisidir. Küçük bebek egoist değil ego-sentriktir, benlik
merkezlidir. Egoist olabilmesi için karşısındakini canlı bir şahsiyet olarak tanıması
ve canlı tanımasına rağmen bir nesne muamelesi yapabilmesi gerekir. Bebek
büyüdükçe canlı varlıkları cansızlardan ayırt etmeyi öğrenir. Fakat yine tam
anlamıyla sosyalleşemez çünkü egoistleşir. Her şeyi kendisine mal eder, her
konuda başkalarından üstün olduğunu öne sürer. Tam sosyalleşme, tamamıyla
MOTİF AKADEMİ
242
objektifleşebilmekle yani objektif âlemin gerçeklerini tam olarak itiraf etmeye
hizmet edecek bir sübjektif âleme sahip olmakla mümkündür. Tam sosyalleşme
çok güçtür. Zorluğundan dolayı sosyalleşme ferdin yaşına değil terbiye seviyesine
bağlıdır. Tanımak, karşısındakinin kendisi gibi Hak varlığından olduğunu
görebilmek demektir. Karşısındakini kendisi gibi görebilmek, sosyalleşme, tam ve
kusursuz, en mükemmel şekilde ancak ideal kültürle terbiye ile mümkün olabilir
(Bilgiseven, 1989: 142, 149, 137, 38, 138, 139).
Sen sana ne sanırsan gayriye de onu san
Dört kitabın manası budur eğer var ise
Yunus Emre (Gökdemir, 1993: 134, Tatçı, 1998: 273).
Cemsiz fark, insanların ve milletlerin kendilerine Hak varlığından ayrı bir
varlık var sayarak her kötü fiilini Hakk’a yakıştırıp suçtan kurtulmak üzere
zındıklığa düşmektir. İdeal kültürle terbiye, ibadetlerimizi ve iyiliklerimizi Hakk’a
atfetmeyi gerektirir. Hakk’ın bağışı ve yardımı ile Hakk’ın iyiliklerini arzu
ettiğimizi, arzularımızı gerçekleştirme gücünü bulur hâle geldiğimizi idrak ettirir.
Bize hayrihi ve hayrihi minallahû te’âlâ diyebilme idrakini verir. İdeal kültürle
terbiye, kazandırdığı idrakle karşılaştığımız iyiliklerin her türlüsünü Hak’tan
bilerek bizi, kullara kul olmaktan kurtaracak olan bir cem idrakine ulaştırır.
Böylece kula teşekkür ederken bile teşekkürü Hakk’ın vasıtası olarak görüp aslında
iç âlemimizde sadece Hakka minnettar kalacak kadar haysiyetli olmamızı sağlar ve
kötü düzene alet edilmemizi engeller. Sosyalleşmek için ideal kültürden daha
mükemmel bir terbiye tarzı düşünülemez. İdeal kültür temel değer hükmüne
(tevhide) dayalı bir sosyal düzenin kurulmasına elverişlidir.
Fark ve cem kavramlarından biri diğerinin varlığını tehlikeye düşürecek
kadar aşırı bir şekilde uygulanırsa tek taraflılık ortaya çıkar. Cemsiz fark ve farksız
cem anlayışları milletlerarası sahada dünyayı hezimete götürür. Cemsiz fark
anlayışı milletlerin ve devletlerin birbirlerini “Hakk’ın göründüğü yer” olarak
tanımalarını ve milletlerarası hukuka saygı duymalarını engeller. Hatta aynı
devletin sınırları içinde yaşayan, dinleri, tarihleri ve kültürleri ortak ancak dış
güçler tarafından ırkî şuurluluk duyguları yapay bir şekilde tahrik edilmiş grupların
bile ayrılığa düşmelerine yol açar. Gruplar hangi menfaat odakları tarafından tahrik
edilmişlerse tahrik edildikleri güçlerin peyki durumuna düşmenin ıstırabıyla karşı
karşıya kalırlar.
Farksız cem anlayışı, ideal kültürün telkin ettiği fark ve ceme dayalı tevhit
düşüncesinden farklı anlayışların insan ruhuna hükmetmesiyle dünya adaleti paravanı
HALKBİLİMİ DERGİSİ
243
yardımıyla sapkın bir cem psikolojisi aşılar. Paravan ortadan kalktığı zaman meydana
çıkan manzara korkunç olur. Tevhit inancına dayalı olan ideal kültürün aşıladığı cem
fikri, hiçbir sömürüye imkân vermeyen bir fark prensibine yer verir. Beynelmilellik
gibi “farksız cem” paravanını kullanan güçler, maskenin arkasına gizlenmiş, sırf
kendileri için fark, ayrıcalık, millî üstünlük idealine bağlı güçlerdir. Her nerede fark
idrakini yok eden beynelmilelci bir cem politikası varsa orada aldatmaca bir paravan
arkasında tek bir millet lehine fark ve ayrıcalık getirmek isteyen bir politikanın olduğu
bir gerçektir (Bilgiseven, 1989: 138, 143, 139, 144, 148). Cem ideali bazı çevreler ve
bazı milletlerce farklı ve ayrıcalıklı hâle geçme arzularını örten bir paravan gibi haksız
uygulamalar olarak kullanılmaktadır. Kültür birliğini dikkate almayıp nüfusa ırkî
köken farklılığı şuurunu aşılayan bütün uygulamalar cemsiz fark uygulamasıdır. Fark
idrakini yani millî farklılıkları, kültür farklarını bir tarafa bırakmaya insanları davet
eden fakat sırf cem (farksız cem) paravanı ile kendi ırkî ve millî menfaatlerini
gerçekleştirmek için başka milletleri pasifleştirmeye çalışan beynelmilelci anlayışlara
hiç rağbet edilmemelidir. Ortak bir kültüre mensup ve aslen bir olan grupların
zamanla kendi kültürlerinden kopartılarak yabancılaştırılmaları sahte bir cem
politikası ile yaklaşan fakat kendi menfaatlerine hizmet gayesine dayalı bir örtülü fark
idraki taşıyanların sistemli faaliyetlerini tahrik eden bir dış gaye veya hedeftir.
Milletlerarası sahada iç politikaya burnunu sokarak cemci bir dünya adaleti paravanı
arkasında sırf kendi fark idrakini, kendi menfaatini gözetip kendisi dışındakileri ülke
içi cem idealinden vazgeçirmeye çalışan dış mihrakların oyununa hiçbir iç grup
aldanmamalıdır. İç politikada kendi parti menfaatini yani kendi fark idrakini, grup
menfaatini, fark şuurunu tahrik ederek sağlamaya çalışan partilerin oyununa
gelinmemelidir (Bilgiseven, 1990: 309, 152, 61, 309). Uzlaşma ve barış için gerekli
fedakârlık ve hoşgörü gösterilmelidir (Aydınlar Ocağı, 1998: 30). Parçala ve hükmet
politikasının gereği parçalanmanın sebeplerini daima sonu gelmez bir şekilde
ellerinde koz olarak tutmak istemektedirler. Çok defa sevgi, beynelmilellik, kardeşlik
parolaları gibi güleç maskeler çıkarılabildiği takdirde maskeleme hünerinin şeklî,
sahte, kandırma örtüsü altından çıkan yüzlerdeki düşmanlık izleri görülür.
Batının toplumları parçalamak için kullandığı yöntemin safhaları hep
aynıdır. İlk adımda fark + cem idrakine dayalı tevhitçi düzen cemsiz fark hâline
getirilir. Daha sonraki safhada milletlerarası alanda bir sırf cem idraki aşılanmaya
çalışılır. Farksız cem iddiası aslında cemsiz fark idrakini benimsemiş olan
Batılıların kullandığı aldatıcı bir paravandır. Onlar, başkaları görülüp yukarı çıkış
için sınırlar kapalı tutulmuş toplumlar, cemsiz fark durumunun göze çarptığı
parçalanmış sosyal yapılardır (Bilgiseven, 1990: 61, 35, 18, 19, 20).
Hiç kimse ırkı, cinsiyeti, sosyal düzeyi ve dinî inançları nedeniyle
kınanamaz, aşağılanamaz. Cinsiyet, mezhep çatışmaları, etnik çatışmalar ülkelerin
MOTİF AKADEMİ
244
bünyelerini zayıflatır, hâkim güçlerin lehine işler (Aydınlar Ocağı, 1998: 29, 16).
İnsanı insan yapan özelliğin biyolojik veraset değil kültürün nesilden nesile geçişini
sağlayan sosyal veraset olduğu fikri kabul edilmelidir (Bilgiseven, 1989: 144).
Yakınlık kavramını XXI. asırda bile kan hısımlığı anlamını vererek ele alan ve
çağımızda gittikçe artan bir şekilde önem kazanan sosyal yakınlık gerçeğini arka
plana atan yorumlar, bütünleşmeyi zorlaştırmaktadır. Akrabalık bağları ile kan
hısımlarına bağlı olmaktan çok, bütün topluma bir sosyal yakınlık bağı ile bağlı
olmak gerekir. Hısımlarla olan kan yakınlığından çok, sosyal yakınlığı dikkate alan
yorumlar XXI. yüzyıl şartlarına daha uygun olacaktır (Bilgiseven, 1990: 171, 172).
Çağı takip edemeyen bir çağdaşlaşma mümkün değildir (Aydınlar Ocağı, 1998: 37).
En temel kavramlardan biri olan kültürün tarifinde bile Batılılardan
ayrılmak gerekir. Batılı sosyologlar için kültür sadece sosyal yoldan geçen bir
mirastır. Yeni bir kültür tarifi yapılmalıdır. Kültür, toplum tarafından oluşturulmuş
olmayan, kazandırılmış, doğuştan, hazır bulunmuş, elde edilmiş türlü unsurların
oluşturduğu bir bütündür (Bilgiseven, 1990: 25). Kültür, sosyal akrabalık bağıdır.
Kültür, tek bir unsur ile özdeşleştirilemez. Kültür, bir tavır alışlar bütünüdür
(Aydınlar Ocağı, 1998: 20). Kültür, çeşitli sosyal gruplar arasındaki fark hâlini
oluşturan en önemli faktördür.
Kültür milliyetçiliği açısından aşırı davranan ve medeniyeti hep belli
milletlerin tekelinde zannedenler cem idrakinden yoksundur. Hâlbuki topyekûn
dünya gerçeği ve dünya gerçeğini etkileyen çeşitli faktörler medeniyetlerin kâh
orada kâh burada parlamasına yol açarlar. Avrupa kavimleri arasında bile
medeniyet merkezi daima değişmiştir. Milattan önce Romalılar bugün Avrupa’nın
medenî milletlerinden olan Britanyalılarla Cermenleri medenîleşmek kudretinden
yoksun kavimler sayarlardı. İmparator Karakalla tarafından Roma vatandaşlığı
hakkı imparatorluk içindeki birçok milletlere verildiği hâlde Britanyalılar ve
Cermenler, barbar kavimler sayılarak vatandaşlık hakkından yoksun bırakılmışlardı
(Bilgiseven, 1989: 145). Romalılar, Romalı olmayan, Roma dilini konuşmayan
birçok kavim ve milletleri temsil etmek yoluyla oluşturulmuş bir millettir. Fransız
milleti Galyalı, Romalı, Frank, Burgond, Vizigot ve Norman kavimlerini eriterek
oluşturulan bir millettir (Arsal, 1975: 67).
Bugün Asya ve Avrupa ülkelerinde medenîleşmeye doğru ciddî ve samimi
hamleler gözlemlenmektedir. Avrupa medeniyeti bütün insanlığın ortak malıdır.
Avrupa medeniyetinin oluşturuluşunda Asya ve Afrika milletlerinin payı vardır.
Bazılarının kendi kendilerine köle olmaları yüzünden yani sübjektif
âlemdeki kölelik dolayısıyla objektif âlemde de kölelik kurumu ortaya çıkmaktadır.
Kölelik her devrin gerçeğidir. Çağdan çağa şekli değişir fakat varlığı devam eder.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
245
O hâlde insanlar fert fert, fark âleminin mensupları olarak kendi haksız egoizm
duygularının kölesi olmaktan kurtularak cem terbiyesine ulaşmadıkça toplum
içinde bile tam bir hürriyet atmosferinin yaşatılması mümkün değildir. Böyle bir
cemsiz fark hâli toplumu anarşiye götürür (Bilgiseven, 1989: 145, 146, 147). Hep
kendi menfaatini putlaştırma, sırf kendi çıkarları açısından kendi menfaatlerini
farklı ve üstün tutmak, sırf fark idraki ile hareket etmektir. Cem idrakinden yoksun
olmaktır. Kendi üstünlüğü iddiasına dayanarak bir kavmin başka kavimleri hor
görme hakkı yoktur. Tevhide uygun davranış, fark ve cem idraklerini birlikte
kapsayan bir davranıştır (Bilgiseven, 1990: 15, 74). Fark ve cem idraklerinin
dengeli bir düzen içerisinde birlikte ele alınmasını gerektirir.
Kültür emperyalizmi altın kâseler içinde zehir sunmaktır. Hâlbuki Osmanlı
Türkleri gösteriş ve propagandaya müracaat etmeksizin Avrupalı serflere içerisinde
insan hakları, adalet, hürriyet ve refah bulunan fakat gösterişsiz kaplardan oluşan
ziyafet tepsileri sunmuşlardır (Bilgiseven, 1989: 36, 1990: 76). Üstün kültür
değerlerinden yana aç bırakılmış halklara, üstün değerlerden oluşan bir ziyafet
vermişlerdir. Zorlama, emir değil ikram yolu tutmuşlardır (Bilgiseven, 1990: 76,
1989: 36).
Kavmiyet, milliyetçilik ve millî kültüre bağlılık anlamında fark idrakidir.
Türk milleti kendi fark idrakini, kendi milliyetçiliğini bile saf dışı edecek kadar
cem idrakine sahip çıkmıştır. Ayrıcalık ve üstünlük, dünya adaleti için hizmet ve
fedakârlık etmekten doğan yani takvadan, hizmetten ileri gelen bir üstünlüktür.
Türkler yayıldıkları Hıristiyan ülkelerinde asla sömürü gayesi gütmemişlerdir.
Osmanlı Türklerinin kültür emperyalizmi gütmelerine gerek yoktu. Çünkü kültür
emperyalizmi, şatafatlı bir ambalaj içinde zararlı değerleri aşılama faaliyetidir.
Hâlbuki Türkler Anadolu'yu ihmal etme bahasına Hıristiyan ülkelere insan hakları,
adalet, hürriyet ve refah götürmüşlerdir (Bilgiseven, 1990: 74, 75, 76). İslâm dini
yerli halk tarafından benimsenebilmek için gereken bütün kolaylıkları kapsayan bir
şekle girmiştir. Aydın, hoşgörülü ve uzlaştırmacı bir nitelikle bazen yerli ayin ve
inançları benimseyebilmiştir. Bütün insanların kardeşliği (Barkan, 70), işe ve
vicdan temizliğine göre dini ayin ve ibadet sahasındaki şekilciliğin kıymetsizliği
gibi her dervişane düşüncede gizli bir şekilde var olan fikirler, dini kaynaşmayı
büyük oranda kolaylaştırmıştır. İslâmiyet’in uzlaştırıcı ve uysal şekillerinin tesiri
altında halkların din değiştirmeleri pek kolay olmuştur. Fatih bir millet veya irşat
teşkilatına sahip bir derviş sınıfı tarafından yabancı memleketlere getirilen
İslâmiyet, ikna ve uyum kuvvetiyle kendisini yerli ayinler üzerine ilâve etmiş ve
yerli ayinleri kapsamıştır. Dinî kaynaşmayı mümkün kılarak İslâmlığı kolayca
kabul edilir bir şekle sokmuştur. Tarikatlar iki taraflı tekke ve ziyaretgâhlar ortaya
koymuşlar. Müslüman evliyanın mezarında ayrıca Hıristiyan aziz bulunduğunu
MOTİF AKADEMİ
246
veya eski Hıristiyan azizin gizlice Müslümanlığı kabul etmiş olduğunu ileri sürerek
türbeleri her iki din mensupları için ziyaret edilebilir bir hâle sokmuşlardır.
Ortaklıktan büyük faydalar sağlamışlardır. Selçuk hanedanının cismani ve Mevlevî
dervişlerinin ruhani merkezi olan Konya’da gerek Hıristiyanlar gerek Müslümanlar
tarafından hiç bir vicdanî endişe olmaksızın ziyaret edilen dört peristişgâh vardı
(Barkan, 71).
Osmanlı Türkleri milletlerarası sahada hiçbir paravan ideoloji kullanmaya
gerek duymadılar. Sosyal eğilimlerin ideal kültürle ortak zemininde yer alan bir
gerçeğin (tevhit fikrinin) apaçık bayraktarlığını yaptılar. Gerçi Türk milliyetçiliği
gütmedikleri için kendileri açısından farksız cem uygulamasına imkân vermeleri
bakımından tevhit fikrinin uygulamasını bir ölçüde hatalı yürütmüş sayılabilirler
(Bilgiseven, 1989: 140). Osmanlı Türkleri bütün dünya devletlerinin siyasetlerini
çizerken uygulayacakları, siyaset ilminin temel kanunu formülü gerektiği gibi
uygulayamamışlardır. Osmanlılar fark idraki açısından kendi idareleri altındaki
ülkelerin halkına tam serbestlik vermişlerdir. Millî şuuru taşıma hakkını bizzat
kendileri kullanmamışlardır (Bilgiseven, 1990: 44). İdarî-mali muhtariyet vermekten
çekinmemişlerdir. Her mahallin ihtiyaçlarını mahalde bulunup hissedenlerin oy ve
girişimleriyle becerebilmesi için yerinden yönetimci davranmışlardır. Mümkün
olduğu kadar her tesise kendi özüne uygun bir şekilde gelişebilmesi için
müdahalelerini az hissettirir bir tavır tercih etmişlerdir (Barkan, 65). Osmanlı
Türkleri kendi milliyet duygularını yok edecek kadar milletlerarası adalet idealine
bağlanmışlardır. Böylece Hz. Ali’nin fark + cem = Tevhit formülündeki fark idrakini
kendi milliyet duyguları açısından yok varsayacak kadar cem unsuruna sahip çıktılar.
Fakat Osmanlının uygulama hatasının yalnız Osmanlıya zarar veren sakıncaları
olmuştur (Bilgiseven, 1989: 31). Fark idrakinden yoksun cem davranışının ne kadar
hatalı olduğunu tarih göstermiştir (Bilgiseven, 1990: 209).
Türk milleti insanlarını ayırıp kendi dışında tutmaz. Irkî ve genetik
özellikleri farklı olsa bile milliyeti ve kimliği kanda, kafatası ve renkte aramaz.
Hem ırkçılığa karşı tavır alıyor görünüp hem sadece biyolojik, genetik
yaklaşımlara özenerek saf ırk aramak bir çelişkidir. İnsanları doğuşlarına göre ele
almak, kan, renk, yüz, göz ve kafataslarına bakarak rakama vurmak Türk milletine
ters düşer. Türk milleti insanları biyolojik sınıflamalara tabi tutan ırkçılığı ret eder.
Anne baba tarafından veya evlilik bağı ile ailede Türklük dışı bir kimlik aramayı
yanlış bir yaklaşım sayar. Biyolojik varlığı değil kültürel kimliği, katılınan ortak
yaşama tarzını esas alır. Kendini Türk kültürünün bir parçası hisseden ve kendiyle
olan herkesi kendinden sayar. Et ve tırnak hâline gelmiş hisseder, kendinden ayrı
görmez (Erkal, 88, 89, 93-94, 96, 99-100). Halkımız hoşuna giden, mizacına uyan
yabancıyı reddetmez. Yunus gibi yetmiş iki millete bir gözle bakar. Herkesin tam
HALKBİLİMİ DERGİSİ
247
bir benzerliği şart değildir. Yapı ve işlev uyumu, mantıksal, anlamlı beraberlik
yeterlidir. Türkler tarihin en eski ve en cihangir kavmi oldukları ve yetmiş iki
milletle bir arada yaşadıkları hâlde millî benliklerini kaybetmemenin şaşılacak
sırrını bulmuşlardır. Türk’ün tavrı, kökünü koruyarak kendisine takılan ve eklenen
her şeyi kabul etmektir. Türk, dışarıdan gelen her şeyi kabul eder, kendi bünyesine
ekler, yeni unsurlar vasıtasıyla köke değişik şekil ve mana verir fakat kök
bakımından aynı kalır, kök aynı kaldığı için bir ağaç gibi kendinden türeyen her
yapıyı kendi özsuyu ile besler, Türklüğünü kaybetmez, korur.
Farklılıkları, birbirleriyle çatışan değil birbirlerini destekleyen aidiyet
unsurları olarak görmeli (Erdenir, 2006: 26). Kültürel miraslara dayalı kültürler
ailesi (Erdenir, 2006: 127) bilinci ile davranmalı. Öteki kültürleri sürekli olarak
tehdit olarak algılayan, dışlayan, içine kapanan bir anlayışa kapılmamalı (Erdenir,
2006: 211). Kaygılar, korkular ve içe kapanmalarla değil farklı kültürleri, farklı
yaşama tarzlarını içine alıp aynı politik kültür altında bir arada tutarak var
olabilmeli (Erdenir, 2006: 197). Birbirinden uzaklaştıran tatsız anıları ve tarihi
önyargıları silmeli, olumlu unsurlar üzerinde yeni bir anlayış ortaya koymalı
(Erdenir, 2006: 112).
Kimlik, çok yönlü özel aidiyetlerimizi silmeden, çeşitli mensubiyetlerimizin
toplamı, zinciri olarak algılanmalıdır. Herkes, millî kültür içinde başı yukarıda,
korkusuzca, kimliğine yüklediği içerik ne olursa olsun aidiyetlerinin her birini içine
sindirerek dolu dolu yaşayabilmelidir. Herkes bütün çeşitliliği oluşturan öğelerden
her biriyle belli bir akrabalık hissetmelidir. Toplum, birbirine benzeyen ve
benzemeyen taraflarıyla bir çiçek demeti gibidir. Bal, arının konduğu çiçeklerden
ayrıdır. Üst kimlik üzerinde alt kimlik hoş bir gamzedir, bendir. Herkes için
zenginleştirici, verimli, müthiş bir karışım, deneyim sahibi olma bilinci kazanılmalı,
korunmalıdır. Yüzyıllardan sürüp getirdiğimiz aynı temel karakteristiklere sahip
olduğumuz gerçeği varlığımızda yankılanmalıdır. Ruh kardeşliği kollarımızı,
birbirimizi dünyanın bir ucundan öbür ucuna kucaklayabilecek kadar uzatmalıyız.
Birbirimize karşılıklı hizmetin moral ve ekonomik varlık ve devamlılığımızın
güvencesi olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Moralimiz hâle güç, geleceğe ümit
aşısıdır. Bakışlarımız, hâlimiz, hareketlerimiz birbirimize sempatimizi ortaya
koymalıdır. Birlikte yaşamanın, ortak amaçlar için çalışmanın zevki, tadı
çıkarılmalıdır. Sahip olduğumuz unsur ve kuvvetlerin hepsinin bir bütün
oluşturmasına katkıda bulunulmalıdır. Denge ve ahenk derecemiz arttırılmalıdır.
Birbirimizi kabullenme düzeyimizi yükseltmeliyiz. Biri diğerini yıkayan iki el gibi
olmalıyız. Farklılıkları zorla önlemeye ve yok etmeye kalkışmamalı. Farklılıkları
reddetmek ve ortadan kaldırmak prensibimiz olmamıştır. Farklılıklar, çokluk
üzerinde birlik meşalemizdir.
MOTİF AKADEMİ
248
Tunus’a millî birliğini veren Türk yönetimi ve Türk dönemidir.
Hâkimiyetimiz altındaki ülkelerde hem fark prensibini uygulayarak kendi örf ve
adetlerinde serbest bırakmış hatta milliyetçilik hislerini geliştirecek kurumlarını
hoşgörü ile karşılamışız hem cem prensibinin gereği olarak imparatorluk içinde
birlik ve asayişi sağlayacak bir adalet mekanizmasını işletmişiz. Türkler
imparatorluk içindeki çeşitli millî grupları, dinleri ve milliyet duyguları açısından
hiçbir baskıya tabi tutmadı. Türkler kendi millî hislerini bastıracak, kendi ülkelerini
ihmal edecek kadar cem şuuruna gönül vermişlerdir. Türklerin tavrının
oluşmasında tarih boyunca hep hâkim grup olmanın verdiği fedakârlık ahlâkı rol
oynamış olabilir. Türkler tarih boyunca devlet ve imparatorluklar kurarak idareleri
altındaki kavimleri baskısız bir düzene tabi tutmuşlardır. Osmanlı Türkleri,
idareleri altındaki diğer milletler açısından tam manasıyla fark + cem = Tevhit
formülüne işlerlik kazandırdılar. Aynı zamanda Kur’an’ın bir ayetindeki “dinde
zorlama yoktur” emrine uydular. Tanrısal hükümranlığın ve her şeyin tek bir
varlığın organik devamı olduğu inancı birçok Türk devletlerinin yayıldıkları
yabancı ülkelerde adaletsizlik yapmalarını önlemiş, insanlara yapılan kötülüğün
Allah’a karşı yapılmış terbiyesizlik olacağını idrak ettirmiştir (Bilgiseven, 1990:
44, 45). İnsanlara kötü davranmak Hakka terbiyesizlik etmektir.
İlk bakışta tezatlı gibi görünen bir durum göze çarpmaktadır. Mademki
Osmanlılar tevhitçi düzeni yaygınlaştırmak yoluyla dünya adaletini kurma idealinin
peşinde koştular, adaletin en mükemmel misalini oluşturan prensiplere dayalı İslam
dinini neden yayıldıkları ülkelerin halkına zorla benimsetmediler? Niçin İslam
dinine girmeleri için yayıldıkları ülkelerin üzerinde zora dayalı bir cem politikası
uygulamadılar? Kur’an bir taraftan gazayı emrederken diğer taraftan niçin “dinde
zorlama yoktur” hükmünü kapsamaktadır? Türkler, Kur’an emirlerinin her ikisine
birden uymakla ne elde ettiler?
Osmanlı Türkleri, gaza yaptılar ve yayıldıkları her ülkede objektif anlamda
bir tevhit düzeni kurarak cem politikasına zemin hazırladılar. Fakat diğer taraftan
yayıldıkları ülkelerin insanlarının sübjektif anlamda İslam yaratılışına sahip çıkma
psikolojisini kazanmamış olanlarını kendi dinlerinde serbest bırakarak fark
politikası uyguladılar. “Mümin olduk demeyin, Müslüman olduk deyin” ayetinin
hükmüne giren, İslamiyet’in ön gördüğü tevhit düzenine objektif anlamda uymakla
beraber sübjektif olarak tevhit düzenini gönülden benimsemiş olmayan fertlerin
mümin sayılmasıyla hiçbir fayda oluşmayacağını idrak ettiler. Yayıldıkları
ülkelerin milletlerini hem İslam kültürünün getirdiği insan haklarına, ferdî gayretle
statü elde etme imkânına, orta sınıflaşmaya ve sosyal adalete somut bir şekilde
sahip kıldılar hem insanları kendi millî felsefelerini, örf ve adetlerini devam ettirip
ettirmemekte serbest bıraktılar.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
249
Osmanlı Türkleri çok iyi biliyorlardı ki Kur’an’da yer almış olan tevhit
düzeni, soyut kurallardan oluşan ve devlet eliyle objektif bir düzen hâline
gelebilecek bir sistemin şemasını çizmektedir. Objektif uygulama, takdir
edebilenler için ve ancak takdir edebilenler için sübjektif olarak benimsenmiş bir
değerler sistemi olarak gönüllere ve dimağlara girebildiği takdirde Kur’an’daki söz
kalıbı hâlinde olan soyutluğunu kaybederek insanlar arası ilişkileri
mükemmelleştiren somut bir tevhit düzeni hâline geçebilir.
Eğer fark ve cem idraklerinin sübjektif ve objektif şartları hazırlanmamışsa
soyut tevhitçi düzen somut bir şekilde gerçekleşemez. Özünde ve ruhunda hiçbir
bölünmeye tahammülü yoktur. Kalıpta ve şekilde ortaya çıkan farkların önemini
mübalağa edenler, bölünmeleri büyütmek üzere özü kalıba feda edenlerdir
(Bilgiseven, 1989: 31, 140, 141, 142). Şekilden, kalıptan ziyade öze, fikre önem
verilmelidir. Öz değerlerde birleşmek zorunludur. Dışta göze çarpan şekil farkları
uğruna mezhep ve dinî anlayış farklılaşması ile kendi idrakini parçalamış duruma
düşülmemelidir. Bizi birbirimize yabancılaştırdıktan sonra yabancılaşmış inanç
uygulaması ile her bir grubumuzu tahrik etmeleri hâlinde sıkıntıya düşülebilir
(Bilgiseven, 1990: 214, 189, 28, 173).
Siyasi ve kültürel birlikteliği ortaya çıkaran unsurları öne çıkarmalıdır.
Mutabakat eksikliği, saldırgan, rakibe hayat hakkı tanımayan acımasız siyasi tavır,
birlik ve huzuru dinamitler. Sorunlar ancak demokrasi içinde çözülebilir.
Demokrasinin iyi işleyebilmesi her türlü kast oluşumunun aşılmasını gerektirir.
Birliğini kuramamış, boy, kabile, aşiret, mezhep ve cemaat bilincini toplumdaki biz
duygusunun önüne geçiren topluluklarda demokrasi işletilemez ancak tartışılır.
Demokrasi kalabalıkların değil mutabakatlar kurmuş toplumların rejimidir. Farklı
görüşlere ve isteklere hoşgörü ve hoşgörü sınırlarını belirleyen bir sistemdir. Ortak
kültürel paydalarda ortaklık, mekân birliği, hukukî vatandaşlık değerlerini yıpratıcı
yanlış uygulamalar ve şekil dayatmaları, birlik ve kaynaşmayı zedeler (Aydınlar
Ocağı, 1998: 11, 18, 20). Şeklî kılıfa sımsıkı bağlı kalıp öz değerleri işleyerek
inançta yaklaşma sağlamaya gayret göstermeyip meseleyi zorla halletmeye
kalkmak sakıncalar doğurur (Bilgiseven, 1990: 191, 151).
Temel taşı niteliğinde beş değer hükmüne yeniden dayanmak şarttır.
Bağımlı bağımsızlık, halkta Hak rejimi, fark ve cem idraklerinin bütünlüğü,
millîleşmek, kültürde öze yönelmek, huzur ve güvenliğin rotasıdır (Bilgiseven,
1990: 304-316).
Değer hükümlerinin gerçek manasını daha iyi anlayarak kanunların özünü
kavramış hâle geçilirse inanç bölünmeleri ortadan kaldırılır. La hüve illa hüve
MOTİF AKADEMİ
250
inancı en doğru şekilde zihinlere ve gönüllere yerleşebilir. Gölgedir varlık sanırsın
gerçeği, kulak dolgunluğundan öte, gerçeği idrak ettiren bir mesajdır (Bilgiseven,
1990: 8).
Refahtan şımarmış toplumlar, kısa vadede ekonomik büyümeye ulaşsalar
bile madde ve mana ahengini sağlayan ideal kültür temelinden yoksun oldukları
için eninde sonunda mutlaka tarih sahnesinden silinip giderler. İlim ve din, madde
ve mana, hukuk ve ahlak, milliyetçilik ve beynelmilelcilik arasındaki ideal ahengi
ortaya koymak gerekir (Bilgiseven, 1989: 205). Milliyetçiliğin uygulamada
kazandığı yeni boyut, ticarî, ekonomik ve kültürel tesirlilik genişlemesi ve bölgesel
işbirliğinden en yüksek payı alabilmektir (Aydınlar Ocağı, 1998: 15). Kültürel
değerleri yozlaştırmaksızın sosyal gerçekte kurumlaştırmak, ekonomik büyümenin
gelip geçici olmayan sağlam temelini oluşturmaktır.
Fark + cem = Tevhit formülü ideal kültürün en önemli temel taşlarından
biridir. Şeklî, yüzeysel ve maddî farklılıkların temelindeki mana bütünlüğünde cem
olabilme, bütünleşme gerekir (Bilgiseven, 1989: 206). Öz, kalıbın aksine şekillere
ve görünüşlere göre değişmeyen, daima sabit kalan gerçektir. Gurupların iyisini
kötüsünü bırakıp grupların şahsiyetlerinin aslının içine geçmek, inceliğini anlamak
gerekir (Bilgiseven, 1990: 3, 4). Fikir ve duygu bütünlüğünü kaybetme tehlikesi,
mukaddesata yabancılaşma fark + cem = Tevhit formülü ile önlenebilir.
İnsanlık, birbirine benzer ve benzemez tarafları ile rengârenk bir çiçek
demeti gibidir. İdeal kültürel dirilmeyi müjdeleyen bir bahar iklimi doğması
yolunda dökülen gözyaşları, ümitsizlik toprağına düşen bahar yağmurları gibi
geleceğe ait manevî bereketin müjdesidir.
KAYNAKLAR
ARSAL, Sadi Maksudi, Milliyet Duygusunun Sosyolojik Esasları, 3.
baskı, Ötüken Yayınevi, İstanbul, 1975
ASAF, Özdemir, Sen Sen Sen, 2. baskı, Yuvarlak Masa Yayınları, İstanbul
1959
BARKAN, Prof. Dr. Ömer Lütfi, Kolonizatör Türk Dervişleri, Künyesiz
BİLGİSEVEN, Âmiran Kurtkan, İslamiyet’in Kültürel Özellikleri ve
İslami Kavramlar I, Filiz Kitabevi, İstanbul 1989
HALKBİLİMİ DERGİSİ
251
____________, Türkiyede Sosyal Çözülme Tehlikeleri, Filiz Kitabevi,
İstanbul 1990
ERDENİR, F. H. Burak, Avrupa Kimliği: Pan-Milliyetçilikten Post-
Milliyetçiliğe, Ümit Yayıncılık, İkinci Baskı: Nisan 2006 Ankara
ERKAL, E. Mustafa, Etnik Tuzak, Turan Kültür Vakfı
GÖKDEMİR, Sevgi, Gökdemir, Ayvaz, Yunus Emre Güldeste, 3. baskı,
Kültür Bakanlığı, 1993 Ankara
HOGG, Michael (Çeviren Aliye Mavili Aktaş), Sosyal Psikolojik Açıdan
Grupta Bütünleşme, 1. basım, Sistem Yayıncılık, Ocak 1997
İZZET, Mehmed, Milliyet Nazariyeleri ve Milli Hayat, 3. baskı, Ötüken
Yayınevi, İstanbul, 1981
Milli Mutabakatlar, Aydınlar Ocağı Yayını, İstanbul 1998
TATÇI, Dr. Mustafa, Yûnus Emre Dîvânı, 2. baskı, Akçağ Yayınları,
1998 Ankara
TÜRKDOĞAN, Orhan, Türk Tarihinin Sosyolojisi, IQ Kültür-Sanat
Yayıncılık, İstanbul, Temmuz 2003
YAZICI, Hasan, Bahtsız Çağa Tutulan Ayna, Burak Yayınevi, İstanbul,
Aralık 1998
MOTİF AKADEMİ
252
BİR BALKAN MUHACİRİ: FİLİBELİ AHMED HİLMİ VE “HİKMET”
GAZETESİNDE BALKANLAR 1
Filibeli Ahmed Hilmi and Balkans in the Newspaper of “Hikmet”
Ahmet KOÇAK
Özet: Osmanlı’nın devlet yönetiminde ve kültür hayatında Rumeli/Balkan kökenli çok
sayıda önemli isim yer alır. Nitekim bu coğrafyada sadrazamlar çıkarmasıyla öne çıkmış
Travnik (Bosna) gibi şehirler vardır. XIX. yüzyılın son çeyreğinde yaşanan büyük trajik
hadiselerden birisi, 93 Harbi (1877) olarak da bilinen Osmanlı-Rus savaşıdır. Bu savaşta
binlerce insan Balkanlardan, İstanbul’a, Anadolu’ya göç etmiş, mevsim şartlarının da
etkisiyle binlercesi hayatını kaybetmiştir. Bu dönemde Filibe’den İstanbul’a göç etmek
zorunda kalan isimlerden birisi de Türk kültür ve edebiyatının önemli isimlerinden
Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi’dir. Osmanlı coğrafyasının farklı bölgelerinde bulunan,
bir ara Fizan’a sürgüne de gönderilen Filibeli, II. Meşrutiyet’ten sonra (1908) döndüğü
İstanbul’da, vefatına kadar (1914) geçen kısa zamanda, bazısı tefrika halinde, kırka yakın
kitap kaleme almış ve ondan fazla dergi ve gazete neşretmiş önemli bir isimdir.
Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi’nin 1910 - 1912 yılları arasında yetmiş yedi
sayı olarak neşrettiği haftalık Hikmet gazetesi, “Sırât-ı Müstakîm” (Sebilü’r-Reşâd) ile
beraber bütün Osmanlı coğrafyasını kucaklayan önemli yayın organlarından birisidir. Hikmet
gazetesi sayfalarında, edebiyattan tarihe, felsefeden siyâsete kadar birçok konuya yer
vermiştir. Bunun yanında, İslâm dünyasının yaşamakta olduğu olaylarla ilgili, Orta Asya,
Afrika, Balkan ve diğer coğrafyalardaki müslümanlar hakkında okuyucularına bilgi aktarmayı
da ihmal etmemiştir.
Bu makalede, bugün Türkiye sınırları dışında kalan, doğduğu şehrin adıyla anılan
Filibeli Ahmed Hilmi Efendi ve onun II. Meşrutiyet’ten sonra İstanbul’da neşrettiği Hikmet
gazetesinde yayımlanan Balkanlarla ilgili yazılarının değerlendirmesi yapılacaktır
Anahtar kelimeler: Filibeli Ahmed Hilmi, Balkanlar/Rumeli, Hikmet, dergi, gazete
1 Bu çalışma 22-24 Eylül 2012 tarihinde Süleyman Şah Üniversitesi Balkan Araştırmaları Merkezi
tarafından düzenlenen I. Uluslararası Balkan Kongresinde sunulan bildiri metninin yeniden düzenlenmiş
şeklidir.
Örğ. Gör. Dr. Ahmet KOÇAK, İstanbul Medeniyet Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve
Edebiyatı Bölümü, [email protected]
HALKBİLİMİ DERGİSİ
253
Abstract: In the Ottoman administrative and cultural life, there were many important
names who were originally from the Balkans. Some cities of this region, like Travnik (a city 90
km west of Sarajevo), become famous by raising grand viziers. During one of the greatest
tragedies of 19th century Ottoman history, i.e. Ottoman – Russian war which is also known as
the War of 93 (1877), thousands of people migrated from Balkans to Istanbul and Anatolia.
Because of severe weather conditions, many died during these migrations. Şehbenderzâde
Filibeli Ahmed Hilmi was among those who were forced to migrate to Istanbul at that time. He
is an important figure in Turkish literature and culture. Filibeli Ahmed Hilmi, who had been
various parts of Ottoman land and who had been exiled to Fizan for a sometime, was a
prolific figure who wrote about forty books and published more than ten journals and
newspapers in a very short time from the time he came to Istanbul after the declaration of
second constitution in 1908 (II. Meşrutiyet) till his death in 1914.
Filibeli’s weekly newspaper “Hikmet,” which was published between 1910 and 1912
in seventy seven issues, was one of the important publications embracing the entire Ottoman
land like “Sırât-ı Müstakîm” (Sebilü’r-Reşâd). Many subjects from literature to history and
from philosophy to politics appeared in the pages of “Hikmet.” Besides these, he addressed
the incidents taking place in the Muslim world and did not neglect to give information about
Muslims living in Middle Asia, Africa, Balkans and in other corners of the Muslim land.
Filibeli Ahmed Hilmi Efendi, who became known by the name of the city where he
was born, and his writings published in Hikmet in Istanbul after the declaration of second
constitution (II. Meşrutiyet) will be analyzed in this article.
Key words: Filibeli Ahmed Hilmi, Balkans/Rumelia, Hikmet, journal, newspaper.
Filibeli Ahmed Hilmi’nin Hayatı
Bugün Bulgaristan sınırları içinde yer alan Sofya’dan sonra ikinci büyük şehri
olan Filibe, Edirne’nin hemen fethinden sonra 1360’lı yıllarda Osmanlı tarafından
fethedilmiş, Balkan Savaşlarına kadar beş asırdan fazla da Müslüman hakimiyetinde
kalmıştır. Tarih içinde Rumeli Beylerbeyliğinin merkezi görevini de üstlenen şehirde,
bu gün ayakta kalanların sınırlı da olsa, Osmanlı tarafından inşa edilmiş eserler
vardır. Kadı Abdüllatif Efendi, Hümâyunnâme’nin Türkçe versiyonunu yazan
Alaeddin Ali Çelebi, Şehabeddin Paşa Camii imamı Bezmi’nin oğlu şair Revnak,
diğer şairlerden Cefâyi, Nâlişî ve tezkire sahibi Latîfi’nin hocası Sâkî gibi önemli
isimler bu bölgenden yetişenlerden bazılarıdır. (Kiel, 1996: 79)
Son yüz elli yıllık fikir tarihimiz içinde Balkan/Rumeli kökenli büyük
düşünce adamları yetişmiştir. Osmanlı devletinin çöküntüye uğradığı, vatan
topraklarının her geçen gün küçülmeye başladığı bir dönemde, bu durumdan
kurtulmak için çıkış reçeteleri sunan, toplumu aydınlatmaya ve yol göstermeye,
MOTİF AKADEMİ
254
günlük ve haftalık olmak üzere ondan fazla çıkardığı gazetelerle devam eden, o
günlerde ortaya koyduğu düşünce ve tezlerinin üzerinden bir asra yakın bir zaman
geçmesine rağmen düşüncelerindeki tutarlılık ve sağlamlık bakımından bugün de
geçerliliğini koruyan büyük düşünce adamlarından biri de şüphesiz balkan
topraklarının yiğit ve güçlü sesi Filibe Ahmed Hilmi’dir.
Ahmed Hilmi, Hicri 1279 [1862/1863] yılının ortalarında bugün Bulgaristan
sınırları içinde kalan Filibe’de (Plovdiv) doğmuştur. (Ekici, 1997: 21-52) Babası
Şehbender (Konsolos) Süleyman Bey, annesi, Şevkiye Hanım’dır. “Şehbenderzâde” ve
“Filibeli” lakapları, babasının mesleğini ve doğduğu yeri göstermektedir. Ailenin en
büyük çocuğu olan Ahmed Hilmi, ilk tahsilini Filibe müftüsünden almıştır. Daha sonra
Bulgaristan’da Rüştiye mektebini bitirdiği de belirtilir. ( Ekici, 1997; 23) 93 Harbi’nden
sonra Rumeli Muhacereti sırasında gerçekleşen göçler kervanına Filibeli Ahmed
Hilmi’nin babası Süleyman Efendi de katılır, önce Edirne’ye sonra da İstanbul’a
gelirler. İstanbul’daki eğitimiyle ilgili çeşitli görüşler vardır. Bir kısmı bilgilere göre
Galatasaray Sultanisi’nden mezun olduğu yönündedir. (Uludağ, 1996: 37) Diğer bir
görüş ise, kendi kendisini yetiştirmiş olduğudur. (Ekici, 1997: 31)
İlk memuriyetine İstanbul’da Posta idaresinde başlayan Ahmed Hilmi, daha
sonra âilesiyle birlikte İzmir’e gitmiştir. Ahmed Hilmi, İzmir’de, iki yılı müdürlük
olmak üzere, dört yıldan fazla Posta idaresinde çalışmıştır. Daha sonra Beyrut
Vilâyeti Telgraf ve Posta Merkezi Posta Müdürlüğü’ne geçmiştir. (Tansel, 1981: 151)
Beyrut’ta bulunduğu dönemde Jön Türklerle yakın temasa geçmiş ve daha sonra
Mısır’a kaçmıştır. Ahmed Hilmi, Mısır’da iken Jön Türklerle beraber olmuş ve
burada Çaylak isminde bir gazete çıkarmıştır. (Uçman, 2010: 424)
1901 yılında İstanbul’a gelen Ahmed Hilmi, bir süre sonra kesin olarak
bilinmemekle beraber siyasî olduğu tahmin edilen bir sebepten dolayı Fîzan’a
sürülmüştür. II. Meşrutiyet’in ilânına kadar Trablusgarb’ta kalan Ahmed Hilmi,
sürgün hayatının da etkisiyle tasavvufa merak sarmış, Kâdiriyye tarikatının
kollarından olan Abdullah Selam Esmer el-Arûsî Hazretlerine dayanan Arûsiyye
tarikatına intisap etmiştir. Fîzan’da iken resmi bir görevi olduğu yönünde bilgiler de
vardır. (Ekici, 1997: 42)
II. Meşrutiyet’in ilânından (1908) sonra tekrar İstanbul’a dönen Ahmed Hilmi
ilk olarak haftalık “İttihâd-ı İslâm” gazetesini çıkartmıştır. Daha sonra yine haftalık
olan “Çoşkun Kalender”i neşreder. Bu gazetenin de kapanmasıyla Necat, Tonguç
gazetelerinde başmuharrir olarak yazılar yazar. Daha sonra Sırât-ı Müstakîm, İkdam,
Tasvîr-i Efkâr, Şehbâl, Sancak ve Necât gazetelerinde siyâsî ve felsefî yazılar kaleme
alır. Tekrar Münâkaşa, Kanad, Nimet ile, günlük ve haftalık olmak üzere Hikmet
HALKBİLİMİ DERGİSİ
255
gazetelerini çıkartır. Hikmet Matbaa-yı İslâmiyesini kurar ve kendi gazete ve
eserlerini burada basmaya başlar. 1911 yılında günlük Hikmet gazetesinde İttihad ve
Terakki’yi tenkit eden yazıları yüzünden, matbaası ve gazeteleri kapatılır. Önce
Kastamonu’ya, oradan da talebi üzerine Bursa’ya sürgün edilir. Bu sürgün hayatının
(Ekim 1911-Mart 1912) beş aylık bir süreyi kapsadığı tahmin edilmektedir. On aylık
bir aradan sonra haftalık Hikmet gazetesini neşre başlayan Ahmed Hilmi,
Dârülfünun’da Felsefe müderrisliğinde de bulunmuştur. Arapça, Farsça ve
Fransızcayı çok iyi derecede bilen Ahmed Hilmi, hiç evlenmemiştir. 16 Ekim 1914
Cuma günü Hakk’ın rahmetine kavuşan Filibeli’nin vefat sebebi kesin olarak
bilinmemektedir. (Kara, 1991: 130-131) Ancak, bakır zehirlenmesinden veya
siyonizm ve masonluk meselesini ilk ele alanlar arasında olduğu için masonlar
tarafından zehirlendiği şeklinde düşünceler de vardır. (Filibeli, 1982: XXVII)
Kısaca hayat hikayesini tanıttığımız bu büyük fikir adamının önemli yanı,
İkinci meşrutiyetin ilanıyla İstanbul’a döndükten sonra vefatına kadar geçen altı yıllık
sürede, döneminin zor ve sıkıntılı şartlarını da göz önüne alırsak -çıkardığı günlük ve
haftalık ona yakın gazetenin yanında kırka yakın eser yazmasıdır. Özellikle tasavvufî
bir temel üzerine inşa edilen A´mâk-ı Hayal yaygın olarak bilinen ve tanınan eserlerin
başında gelir. (Gündüz, 1993: 700-701)
Eserleri:
Ahmed Hilmi Bey’in kısa neşir hayatında ortaya koyduğu eser sayısı oldukça
fazladır. Bursalı Tahir Bey, kırk bir eser ismi vermektedir. (Bursalı, 1333: 156-157)
Bir kısmı kitap halinde, bir kısmı gazetelerde tefrika halinde kalan yazarın eserlerinin
bir kısmının da isimleri belirtildiği halde bulunamamıştır. (Uludağ, 1996, 42-46)
Kitap Halinde Yayımlanan Eserleri
Allah’ı İnkâr Mümkün müdür? Yahud Huzur-ı Fende Mesâlik-i Küfür,
İstanbul 1327’de 238 s. Allah’ı İnkâr Mümkün müdür? (Sad. Necip Taylan - Eyüp
Onart), İstanbul 1978, ikinci baskı 1979.
Beşeriyetin Fahr-i Ebedîsi Nebîmizi Bilelim. Hikmet Matbaası’nda 1331’de
basılmış, 32 s. Şeyh Mihridîn Arûsi mahlasıyla yayımlanmıştır (Sad. İsmail Hakkı
Hocaoğlu,İstanbul 1980
Senûsîler ve Onuçüncü Asrın Büyük Mütefekkir-i İslâmisî Seyyid Muhammmed
es-Senûsi, İstanbul 1325, 124 s. (Senûsîler ve Sultan Abdülhamid (Asr-ı Hamidîde
Âlem-i İslâm ve Senûsiler), (Sad. İsmail Cömert), İstanbul 1992, 110 s.
MOTİF AKADEMİ
256
Üss-i İslâm, 1332, 82 s. Daha sonra, İslâm İnancının Temel İlkeleri (Sad.
Ahmet Özalp), İstanbul 1987 ve İslâm’ın Esası (Sad. A.Bülent Baloğlu – Halife
Keskin), Ankara1997.
Tarih-i İslâm. II cilt 1326 ve 1327 yıllarında yayımlanan eser daha sonra dört
defa bugünkü basılmıştır. İslâm Tarihi (Sad. Ziya Nur), 1. baskı, 1974, 2. baskı,
İstanbul 1982, XXXVIII+844 s.
Muhalefetin İflâsı, Kostantiniye 1331, 76 s. Muhalefetin İflâsı (Sad. Ahmet
Eryüksel) İstanbul 1991’de yeni harflerle yayımlanmıştır.
İki Gavs-i Enâm: Abdülkâdir ve Abdüsselâm, İstanbul 1331, 64 s. Mihridîn
Arûsi mahlasıyla yayımlanmıştır.
Huzûr-ı Akl ü Fende Maddiyyûn Meslek-i Dalâleti, İstanbul 1332, 159 s.
(Celal Nuri’nin Tarih-i İstikbâl isimli üç çiltlik eserinin birinci cildi olan Mesâil-i
Fikriyye’nin tenkidi olarak kaleme alınmıştır. İlim Karşısında Maddecilik (Sad. Sadık
Albayrak), 1001 Temel Eser No: 71 İstanbul 1974.
Yirminci Asırda Âlem-i İslâm ve Avrupa: Müslümanlara Rehber-i Siyâset,
Kostantıniye 1327, 96 s. Müslümanlar Uyanın! (İstanbul 1966)
A´mâk-ı Hayâl, İstanbul 1326 yılında 80 sayfa olarak basılmıştır. İkinci
baskısı 1341 (1926) yılında 174 s. olarak tekrar yapılmıştır. Ahmed Hilmi’nin
şimdiye kadar en çok baskısı yapılan eseridir.
Hangi Meslek-i Felsefeyi Kabul Etmeliyiz? Dârülfünün Efendilerine Tahrîrî
Bir Konferans, Kostantıniye 1329, 48 s. Tahrîrî Konferans (Hangi Meslek-i Felsefeyi
Kabul Etmeliyiz?), (Sad. M.Şevket Eygi), İstanbul 1963.
Öksüz Turgut, Kostantıniye 1326. Daha sonra, Yiğit Osmanlı Akıncısı Öksüz
Turgut, (Sad. Ubeydullah Küçük), İstanbul 1977.
Akvâm-ı Cihân, İstanbul 1329. Eser iki ayrı cüzden oluşmaktadır. (I. cüz, 1-
104 s.; II. Cüz 105-147 s. Birinci cüzü, “Asya Akvamı”, ikinci cüzü ise, “Afrika
Akvamı” ile ilgilidir. Bu eser de Hikmet gazetesi tarafından okuyucularına ek olarak
verilmiştir. (Hikmet, Nr. 52-53)
Filibeli Ahmed Hilmi’nin kendi adının yanında Şeyh Mihridîn Arûsi,
Özdemir, Kalender Gedâ gibi mahlaslarla yayımladığı eserleri de vardır.
Müslümanlar Dinleyiniz. Şeyh Mihridîn Arûsi adıyla, İstanbul 1326’da
basılmış, 16 s.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
257
Türk Ruhu Nasıl Yapılıyor, İstanbul 1329, 37 s. Özdemir mahlasıyla
yayımlanmıştır.
İlm-i Ahvâli’r-Ruh, Felsefeden 1. Kitap, 1326 yılında Dârülfünun’da
okutulmuştur ifadesi vardır. Kostantıniye 1327, 176 s. Bu eser de Hikmet okuyucularına
formalar şeklinde verilmiştir.
Türk Armağanı, Kostantıniye 1330, 15 s. Özdemir mahlasıyla yayımlanmıştır.
İstibdâdın Vahşetleri yahut Bir Fedâkârın Ölümü, İstanbul 1326, 68 s.
Vay Kız Bekçiyi Seviyor! İstanbul 1326, 32 s. Kalender Gedâ mahlasıyla
yayımlanmıştır.
Tefrika Hâlinde Yayımlanan Eserleri
Aşk-ı Bâlâ. Hikmet gazetesinde tefrika edilen tasavvufî bir oyundur. (Koçak,
2005: 157-180)
Bektâşiler ve Heyet-i İctimaiye-i Osmaniyye. Hikmet’te tefrika edilmiştir.
(Koçak, 2005: 115-124)
Tasavvuf-ı İslâmî ve Fünûn-ı Cedîde ve Felsefe. Hikmet gazetesinde tefrika
edilen eser yarım kalmıştır. (Koçak, 2005: 181-316)
Terâcim-i Ahvâl: Sahâif-i İslâmiye’den Âsâr ve Ahvâl-i Meşâhir: Yunus,
Hikmet gazetesinde tefrika edilmiştir. (Koçak, 2005: 91-113)
Baş Belası Üç Jöntürk yahut Feylesof İbiş. Haftalık Çoşkun Kalender’de
neşredilen eserlerindendir.
İlmî ve Edebî Hüviyeti, Düşünce Dünyası:
1901 - 1908 yılları arasında Fîzan’da sürgün hayatı yaşayan Ahmed Hilmi,
orada sıkıntılı bir dönem geçirmiştir. O dönemde Fîzan, genellikle İstanbul’da
yönetime karşı çıkanların gönderildiği bir yerdir. Bu bölge Avrupalı sömürgecilerin,
özellikle İtalyan ve Fransızların işgali altındadır. Fîzan halkı da büyük ekonomik
sıkıntı altındadır. Yöre halkı gibi o da birçok zorlukla karşılaşmıştır ki, bunların
başında giyim-kuşam, geçim gibi günlük ihtiyaçlarını karşılamaya yöneliktir. O bu
durumu:
Aç kalmaya mahkûm imiş doğrular
Bu dünyanın sahibi imiş oğrular (Hikmet, Nr. 68: 6-7)
MOTİF AKADEMİ
258
mısralarıyla dile getirir. Ancak böyle bir ortamda diğer sürgünler gibi Ahmed Hilmi
de yöre halkının başta eğitim ve sağlık olmak üzere birçok ihtiyaçlarına büyük
katkılar sağlamıştır. (Uludağ, 1994:233-245) Filibeli, bu yıllara ait hâtıralarının bir
kısmını “Elvâh-ı Hayat” ismiyle Hikmet’te neşretmiştir. (Koçak, 2005: 339-364)
Müellifimizin burada geçirdiği sürede kendisini yetiştirme imkânı bulduğu ve
okumaya daha çok zaman ayırdığı, İstanbul’a döndükten sonra ardı ardına neşrettiği
süreli yayınlar ve eserlerden anlaşılmaktadır. Yukarda da işaret edildiği gibi, orada
tasavvufla da ilgilenmiş Arûsi tarikatine intisap etmiştir. Daha sonra konuyla ilgili
“İki Gavs-ı Enâm”, “Abdülhamid ve Senûsiler” isimli eserleri ile Hikmet gazetesinde
tefrika edilen “Tasavvuf-ı İsâmî” yi kaleme almıştır.
Ahmed Hilmi, Türk-İslâm kültürüne olan vukufunun yanında, Batı felsefesi
ve düşüncesi konusunda da derin bilgiye sahiptir. Dârülfünûn’da felsefe
müderrisliğinin yanında “Maddiyyûn Meslek-i Dalâleti”, “Allah’ı İnkâr Mümkün
müdür?”, “Dârülfünûn Efendilerine Tahrîrî Konferans” gibi eserleri kaleme almıştır.
Bunların yanında Batılı kurumların Osmanlı modernleşmesine nasıl aktarılacağı,
Osmanlı – İslâm kültürüyle nasıl uzlaştırılacağı noktasında çözümler ileri sürmüştür.
(Kara, 1999: 130-131) Hikmet gazetesinde makâleler yazmıştır.
Bu özelliklerinin yanında Filibeli Ahmed Hilmi, edebî sahada A´mâk-ı Hayâl,
Öksüz Turgut ile Hikmet’te tefrika edilen İblis İzzeddin Behmen gibi romanlar kaleme
almıştır. Yine, İstibdâdın Vahşetleri yahut Bir Fedakârın Ölümü, Vay Kız Bekçiyi
Seviyor ve Hikmet’te tefrika edilen Aşk-ı Bâlâ gibi tiyatro eserleri hazırlamıştır
Filibeli, sadece nesir alanında değil, yazdığı şiirlerle nazım sahasında da
kalem oynatmaktan geri kalmadığını göstermiştir. Türk Ruhu Nasıl Yapılıyor, Türk
Armağanı gibi şiir kitaplarının yanında, Hikmet gazetesinde Özdemir mahlasıyla
neşrettiği, millî ve hamâsî konuları işleyen, hece vezniyle yazdığı şiirleri de
önemlidir. (Tansel, 1991: 149-171; Koçak, 2000: 278-298)
Filibeli’nin fikir ya da düşünce dünyasını yazdığı eserler ve makalelerden
hareketle, genel bir değerlendirme yapmak gerekirse, bazı düşüncelerin kökleri daha
öncelere dayansa da II. Meşrutiyet sonrası iyice şekillenen İslamcılık, Türkçülük,
Batıcılık gibi fikir akımları içerisinde onu Batıcı aydınlara karşı mücadele eden,
İslamcı bir anlayışı benimsediği görülür. Batılılaşma hareketleri ve bunlara yaklaşım
tarzları, Batı’dan gelen materyalist akımlara cevaplar, Müslümanlar arasında birliğin
sağlanması onun temel düşünceleri arasındadır. (Özervarlı, 2010: 425) Batı
medeniyetinin olumlu taraflarının alınmasından yana olan Filibeli, taassup adına körü
körüne Batı’ya karşı çıkanları da doğru bulmaz. Ona göre yapılması gereken dinî
HALKBİLİMİ DERGİSİ
259
duygularla ilmî prensipleri birlikte düşünmek ve buradan bir sonuca ulaşmaktır.
(Filibeli, 1333: 662-663)
Filibeli, dönemindeki birçok Osmanlı aydını gibi saltanata karşı meşrutiyeti
savunmuş, bunun sonucu olarak birçok cezalara çarptırılmış, büyük sıkıntılar yaşamış
bir isimdir. Osmanlı devletinin kurtuluşunun ancak “İttihad-ı islâm”la olacağına
inanmış ve bu isimle dergi çıkarmış, Hikmet gazetesinin klişesine de Müslümanların
bir ve beraber olmasını emreden ayeti yerleştirmiştir. Onun böyle düşünmeye iten
sebeplerin başında Osmanlı içinde yayılan milliyetçilik akımıyla, özellikle farklı
farklı milletlerden oluşan Balkanların elden çıkması endişesidir. Çünkü Müslümanlar
kendi aralarında bu düşüncelerle münakaşaya giriştikleri zamanda zayıf
düşeceklerdir. Netice Afrika’da olduğu gibi Avrupa ülkelerinin esaretine mahkum
olacaklardır. (Filibeli, 1327: 25-26)
İstanbul’a döndükten sonra bir süre değişik gazetelerde yazan ve daha sonra,
Hikmet gazetesini çıkarmaya başlayan Ahmed Hilmi, ilk sayıda “Birkaç Söz” başlığı
altında gazeteyi neşretmekteki amacını açıklar:
“İntibâh-ı İslâmî’nin artık rûnüma olduğu inkâr edilemeyecek hakikatlerdendir.
Bir adamın hastalığını fehm ve i´tiraf etmesi, kendisini tedavi çarelerini taharrîye sevk
eder. İşte bu bir intibâhtır. Âlem-i İslâm, bugün ma´lûl ve marîz olduğunu hissetmekte
ve iâde-yi sıhhat ve selâmeti ilaçlarını aramaktadır. Bu hiss-i cüst ü cû ve taharrî
mütefekkirîn-i İslâmiyeyi bir çok mesâil-i mühimmenin tahlîline ve ezcümle iki
meslekteki gavâmiz ve hafâyânın izhârına sevk etmektedir. Her mütefekkir-i İslâmî
evvel emirde şöyle bir sual karşısında bulunuyor: İslâm kâfil-i saâdet ve selamet-i beşer
midir? Mütefekkir, bu sualinin cevabını hâl-i hazırdan alamaz. Çünkü hâl-i hazırdan
alacağı cevap esas-ı İslâm’a değil, akvâm-ı İslâmiyenin bugünkü maneviyatına râ´cî
kalır. Bu suale haklı bir cevap almak için tarihe müracaat ediyor. Tarih, İslâm’ın zulüm
ve istibdâdı, cehl ü şirki redâet ve mesâviyi imha ettiğini gösteriyordu”.
“Lâkin bu safahât-ı mübecceleyi müteâkıb bir takım safahatı müzlime dahi
nazar-ı intibahına çarpıyor. Daha sonra tevakkuf ve inhitat devreleri görünüyor.
Bînâberîn müfekkire-i müdekkikde niçin inhitat ettik? suâli tekevvün ediyor
“Esbâbı-ı inhitatımızı tamamıyla anlar ve bu esbabı def´ edebilirsek hakkıyla
intibah etmiş oluruz. Cerîdemizin sebeb-i te’sisi bu esbabı arayıp bulmak ve enzâr-ı
müslimîne koymaktır. İşte görülüyor ki muazzam ve mukaddes bir maksat ve emel
besliyoruz. Bu emel ve maksat İslâm’ın malı olduğu için mazhar-ı teveccüh ve
muâvenet olacağını ümid eyliyoruz. Ve ümid ediyoruz ki mütefekkirîn-i İslâmiye
cerîdemiz sahifelerini mütâlaat-ı kıymetdarlarıyla tezyin ederler”.(Hikmet, nr. 1, s.1.)
MOTİF AKADEMİ
260
Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi, yukarıdaki ifadelerden de anlaşıldığı
üzere geri kalışımızın ana sebeplerini tespit ederek, bunların tedavisine çalışan bir
Osmanlı aydınıdır. Filibeli, yukarıdaki ifadelerden de anlaşıldığı üzere geri kalışımızın,
inhitatımızın ana sebeplerini tespit ederek, bunların tedavisine çalışan bir Osmanlı
aydınıdır. Hikmet gazetesinin temel amacı da zaten “intibâh-ı İslâm”a katkıda
bulunmaktatır. Ahmed Hilmi hakkında yapılan değerlendirmelerde, Hikmet gazetesinin
neşir hayatına başladığı dönemde Osmanlı ve İslâm dünyasında “İttihâd-ı İslâm”
cereyanının yaygın olduğu, dolayısıyla “müellifin neşrettiği Hikmet gazetesinin de bu
idealin propagandasını yapmakta” olduğu şeklindedir. (Filibeli, 1982: XXI)
Hikmet Gazetesinin Şekil ve Muhteva Özellikleri:
Filibeli Ahmed Hilmi’nin haftalık olarak neşrettiği Hikmet gazetesi, 8 Nisan
1326 / 11 Rabîulâhir 1328 / [21 Nisan 1910] ile 16 Şevval 1330 / 15 Eylül 1328 [28
Eylül 1912] tarihleri arasında toplam 77 sayı çıkmıştır. Hikmet ibaresinin, hemen
altında i´tisam âyetinden alınmış “Va´tesımû velâ teferrakû” (Âl-i İmran: 3/103)
devamında “İttihat Hayattır, Tefrika Memattır” cümlesi yer alır. Hikmet gazetesi nr.
29’a kadar değişik matbaalarda basılmış, bu sayıdan itibaren Ahmed Hilmi, “Hikmet
Matbaası”nı (3 Kasım 1910) kurarak, gazetesini de kendisi basmıştır. Nitekim,
matbaanın kuruluşu gazetede duyurulduğu gibi, “itinayla eserlerin basıldığı” da
belirtilmiştir. Hikmet, belli bir düzen içinde, sekizer sayfa olarak neşredilmiştir.
Ancak 25 ve 35. sayılar “Bayram” dolayısıyla dörder, kırk beşinci sayının ise on
sayfa olarak çıktığı görülmektedir.
Gazetedeki yazılar, sayfa üç sütuna ayrılarak neşredilmiştir. “İblis İzzeddin
Behmen”, “Tasavvuf-ı İslâmî” gibi tefrikalar için ise, sayfaların yarısından biraz daha
az kısmı olmak üzere , alt kısımda neşredilmiştir.
Hikmet gazetesinin dört adet “Nüsha-i Fevkalâde” ile on üç tane de “ek nüsha”
yayımlanmıştır. Bunlardan ilki, “Girit İçin Neşredilen Nüsha-i Fevkalâde”, dördüncüsü
ise, “Hâsılât-ı Safiyesi Almatu Felâketzedegânına Mahsus” dur. Diğer ikisinin üzerinde
niçin neşredildiği ile ilgili bir bilgi bulunmamakta, ancak konularından birinin “Kurban
Paralarının Donanmaya Verilmesi” yönündeki tartışmalara olumlu yönde görüş
belirtmek için, diğerinin de, İslâm dinine yönelik eleştirilerde ve iftiralarda bulunan
“Bovakey’e Cevap Vermek” maksadıyla neşredildiği anlaşılmaktadır. Bu dört nüsha-i
fevkalâdenin ikisi “Pazartesi” günü neşredilmiştir ve dörder sayfadır.
Hikmet gazetesinin kısa zamanda büyük bir rağbet kazandığı, gazetede çıkan
“cerîdemizin ilk nüshaları bitmiş olmakla bu defa ikinci defa olarak tab´larına lüzum
HALKBİLİMİ DERGİSİ
261
hissediyoruz. Günden güne çoğalmakta olan kārilerimiz, gazetemizi ilk nüshasından
itibaren mütalaa etmek arzu ediyorlar. İşte bu defa da dördüncü nüshasını ikinci kere
tab´ediyoruz” (Hikmet, Nr.4: s.1) gibi ifadelerden anlaşılmaktadır. Bu mükerrer
baskılar daha çok başlardaki ilk dokuz sayıdadır.
Gazetede bunlardan başka, halkın kolay ve zevkle okuyacağı eserlerden
seçilmiş metinlerin forma şeklinde verildiğini görüyoruz. Şehbenderzâde’nin kaleme
aldığı, A´mak-ı Hayal, Öksüz Turgut isimli romanlar da aynı şekilde abonelere verilen
eserlerdendir. (Hikmet, Nr. 10, 18)
Hikmet gazetesi, 74. sayısında padişaha hitaben yazılan “Açık Arzuhal”
başlıklı mektup dolayısıyla [21 Eylül 1911] yılında kapanmıştır. Filibeli Ahmed
Hilmi, önce Kastamonu’ya, oradan da Bursa’ya sürgüne gönderilmiştir. Daha sonra
çıkan af neticesinde İstanbul’a dönen Ahmed Hilmi, bir süre Refi Cevat’ın
başmuharriri bulunduğu, daha sonra da kendisine geçen Teşrih gazetesinde yazılar
yazmıştır. 22 Eylül 1912 yılında Hikmet gazetesini tekrar çıkarmışsa da fazla uzun
ömürlü olamayarak 77. sayıyla beraber [28 Eylül 1912] kapanmıştır. Hikmet
gazetesinin tam koleksiyonu Hakkı Tarık Us, Beyazıt Devlet Kütüphanesi ve İstanbul
Belediyesi Atatürk Kitaplığı’nda, bir kısmı da Âtıf Efendi Kütüphanesi’nde
bulunmaktadır. (Duman, 1986: 154-155 )
Hikmet, kısa sürede toplumun her kesimi tarafından ilgi ile okunur ve abone
sayısı üç binlere ulaşır. Halkın yanında, aydın kesimden, medrese ve Dârüşşafaka
talebelerinden de yoğun ilginin olduğu, yayınlanan mektuplardan anlaşılmaktadır. Fatih
Çarşamba’dan yazan Ahmed Hamdi Aksekili, “Hakgûyâne Sözler” başlığı altında:
“Efendim!
“Muhterem [Hikmet] Mecelle-i İslâmiyesini bidâyet-i intişârından beri takip
ettiğimiz cihetle gâye-i a´mal ve meslek-i mukaddesini bildiğimiz için âşık-ı Hikmet
olarak her Perşembe günleri gazetecilerden sudûr edecek olan sadâ-yı Hikmete kemâl-
i iştiyakla intizar ediyoruz.” şeklinde devam eden mektupta gazetenin büyük
hizmetleri övgüyle ifade edilir. (Hikmet, nr. 32, s.4) Bunun yanında Hikmetin sadece
hilafet merkezinde değil, geniş bir coğrafyada takip edildiği, gazetenin neşriyatıyla
ilgili Selanik’ten Bosnalı bir talebenin tarafından gönderilen mektuptan da
anlaşılmaktadır. (Hikmet, nr. 18, s.8.)
İçte ve dışta birçok siyâsî olayın geliştiği, İtalyanlar tarafından Trablusgarb’a
yönelik işgalin başladığı bir dönemde, gazete “Açık Arzuhal” başlıklı yazıdan dolayı,
on ay tatil edilir.
MOTİF AKADEMİ
262
21 Nisan 1910 tarihinden itibaren yayımına devam eden Hikmet gazetesi bu
yazının neşredilmesinden sonra bir sayı daha çıkar ve 21 Eylül 1911 tarihli 75. sayıyla
kapanır. Şehbenderzâde Ahmed Hilmi, önce Kastamonu’ya sürülür, oradan da Bursa’ya
nakledilir. (Ekici, 1997: 47-48) Daha sonra tekrar İstanbul’a dönen Ahmed Hilmi, bir
yıllık bir aradan sonra 22 Eylül 1912 tarihinde 76. sayıyla Hikmet gazetesinin tekrar
neşrine başlar ve bu sayıda kapanmayla ilgili bilgi verilir. Aradan geçen bir yıllık bir
zamanın kısa değerlendirmesi yapılır, üç bin aboneye ulaşan gazetenin okuyucularına
ilgileri için teşekkür edilir. Daha sonra Ahmed Hilmi, hem Hikmetin kapanışını, hem de
İslâm âleminin içinde bulunduğu durumu değerlendiren “Enzâr-ı Millete” başlığı
altında İslam dünyasının içine düştüğü sıkıntıların ana noktalarını tespit eder.
“Bütün âlem-i İslâm’ın yalnız bir derdi var: Kaht-ı Ricâl!
“Âlem-i İslâm’ın herhangi noktasına bakılsa, hep nazar-ı teessüfe çarpan,
rehbersizlik, muktedir adamların fıkdânıdır. Lâkin emin olmalı ki, beşeriyet için
bundan daha şedîd felaket olamaz. Bir hey’et-i içtimâiyeyi teşkil eden efrâd, ne
derece müstaid ve hamiyyetli olursa olsun, şu güzel evsâfı hayır ve terakki yoluna
imâle edecek rehberler olmazsa, o içtimâiyet de sefalet ve mihnetten kurtulamaz”.
“Tarihin en büyük hadiseleri, hep birer ikişer adamın isti´dat ve sevkine göre
zuhura gelmiştir. Vâkıan bu hususda muhitinde büyük dahli varsa da, muhit, şahıs
olmayınca, bir fikr-i mücerredden ibaret kalır. Muhitin istihzarâtına da bir mecrâ
bulan, bir can veren yine eşhasdır.” (...)
“İşte bugünkü âlem-i İslâm’ı zebûn ve mahkum eden şey de büyük adamlar
yetiştirmemesi, rehbersiz kalmasıdır. Nazarımızı umumiyetten hususiyete çevirecek
olursak, zavallı memleketimizin de en elîm derdi, rehbersizlik ve kaht-ı ricâl
olduğunu görürüz”.
“Evvelce derdimiz bu idi. Şimdi de derdimiz bundan ibarettir. Şu son bir sene
zarfında duçâr olduğumuz büyük hasarlar, bi-hasebi’t-tahlîl, kaht-ı ricâl belasıdır.”
“İdaresi Eflatun’ları şaşırtacak kadar zor olan bu memleketi sekiz on
tecrübesiz ve iktidarsız gençlerin cebren idareye kalkışması, ânâsır-ı müslimeyi
gücendirmesi, gayr-ı müslimleri hoşnut edememesi nihayet memlekette ihtilaller
meydana getirdi. Arnavutluk ayaklandı. Ordu yine inkisama yüz tutmuş olan vatanı
kurtarmak için müdahele etti. İnhisarcılar bir kabine teşkilinden aciz kalmaları
üzerine sükut ettiler. Hiçbir fırkaya mensup olmayan bir hey’et-i vükelâ teşkil edildi.
Gayr-i meşru bir surette dağılan meclis tatil olundu. Lâkin bütün bu fecâyi´ efkâr-ı
şahsiyye ile meşbu olanların insaf ve mürüvvetini celb edecek yerde nifak ve şikâkı
hod-gayeye götürdü.”
HALKBİLİMİ DERGİSİ
263
“Bu bâbta kimseye henüz söz anlatmak mümkün değil. Herkes hakkın kendi
elinde olması iddiasında, bu münazaalar, bu ihtiraslar, bu rezaletler ne vakit bitecek?
Burasını kestirmek mümkün değildir. Hâtır-ı pürmelâle Nasreddin Hoca’nın yorganı
hikayesi geliyor. Yorganların, vatan izmihlaliyle bitmesi endişesi var.”
Memleketin içinde bulunduğu karışık ortamın temelinde çıkar çatışmasının
yattığı, hatta dış kaynaklı güçlerin parmaklarının olduğu açık şekilde dile getirilir.
Ancak tüm bu gerçeklerden milletin habersiz olduğu ve söylenenlere inandıklarına
işaretle, “Ve hâlâ zavallılar inanıyor! Artık şu hâle karşı ne denilebilir? Yapacak şey,
bir duâdan başka ne olabilir? Bin türlü musîbetlerin açamadığı gözleri, acaba birkaç
kuru nasihat açabilir mi? Doğrusu, her mütefekkir bilâ irâde şu hasbihali söylüyor”:
“Ya dehre gelmeseydim, ya aklım olmasaydı!” (Hikmet, nr. 76, s.1-2)
Yazar Kadrosu ve Yayın Poltikası:
Hikmet gazetesindeki yazıların Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi, Filibeli
Ahmed Hilmi, Ahmed Hilmi, F.A.H.ve A.H. kısaltma isimlerin yanında müstear
isimler de kullanmıştır. Ahmed Hilmi, tasavvufî ve dinî olanlarında Şeyh Hüsnü ve
Şeyh Mihrdîn Arûsi, millî ve hamasî olan yazılarda Özdemir takma adını
kullanmıştır. Bunun yanında İslâm ve *** rumuzuyla da yazıları bulunmaktadır.
Ahmed Hilmi’nin dışında Şerefeddin [Yaltkaya], Ahmed Agayef, Ahmed Hamdi
[Akseki], Yunus Nâdi [Abalıoğlu], Bursalı Mehmed Tahir, Bursa Mebusu Ömer
Fevzi, Müftü Fahreddin, Ali Haydar, Kolçeli Abdülaziz, Süleyman Bahri gibi.
Hikmet gazetesinin başında yer alan “Allah’ın ipine sımsıkı sarılın”
mealindeki âyetiyle ilgili olarak “kalbimizin en muallâ köşesinde, sadr-ı
mevcudiyetinde, hubb-ı mevâlât kadar mukaddes hurufla yazılmıştır” sözleriyle
Filibeli, samimiyetini ortaya koymuştur. (Hikmet, nr. 10, s. 1-3) Çünkü “Hikmet’in
meslek ve maksadı i´tilâ-yı İslâm” olduğunu ifade eder. (Hikmet, nr. 48, s.8)
Hikmet gazetesi, kaliteli baskısı, günlük siyâsi olaylardan uzak, topluma ve
İslâm âlemine ufuk açıcı, yol gösterici neşriyatıyla kısa sürede büyük bir okuyucu
kitlesine ulaşmış ve “İslâm âleminde hüsn-i teveccüh kazanmıştır”. Gazetenin bu
yayın çizgisinin yanında, Ahmed Hilmi’nin üslubundaki sâdelik, “fikir ve
muhâsebesindeki isabet ve kuvvet” sayesinde çok daha geniş çevrelerde tesirli
olmasına vesile olmuştur. (Bursalı, 1333:156)
Filibeli Ahmed Hilmi, toplumun kurtuluşunun “İttihâd-ı İslâm” düşüncesi
etrafında birleşmekten geçtiğine inanır ve gazetede de ağırlıklı olarak bu düşünceye
MOTİF AKADEMİ
264
yer verir. Nitekim, bu konuyu şu cümlelerle ifade eder: “ bu muharrir-i nâçizin,
emelim gözlerimin bir daha açılmamak üzere kapandığı gün, son göreceği şey,
İslâm’ın satvet ve ittihadı olmasıdır” (Hikmet, nr. 4, s.8) Bu düşüncelerden dolayıdır
ki, İttihad ve Terakki Fırkası’na destek olmalarının sebebinin şahsi bir emel ve
menfaatten değil, “şahsiyet-i ma´neviye ve din-i millet hatırı için” olduğunu ifade
eder. (Hikmet, nr. 65, s.1-2)
Hikmet gazetesinde Osmanlı Devleti’nin geri kalmasının sebepleri üzerinde de
duran Ahmed Hilmi, milleti başlıca iki tehlikeye karşı uyarır. İlk tehlike, milletin
ilerlemeye karşı çıkması ve zamanın ihtiyaçlarına göre gerekli tedbirleri alamamasıdır.
İkinci büyük tehlike ise, kuru bir taklitçiliğe kapılmaktır. (Filibeli, 1997: XV)
Kısaca Hikmet gazetesi, düzenli neşir hayatı, kaliteli baskısı, Edebiyat’tan
Felsefe’ye, siyâsetten dinî meselelere kadar toplumu ilgilendiren bütün konulara
sayfalarında yer vermesinin yanında, İslâm dünyasındaki bütün insanların
meselelerine aynı hassasiyetle yaklaşmıştır.
Gazetesinin neşredildiği dönemde “İslâmcılık” düşüncesi etrafında yayın
yapan Sırât-ı Müstakîm mecmuasının da dış kapağında “va´tesımû bi-hablillahi
cemî´an velâ tefarrakû” âyet-i celîilesinin yazılı olması, Ahmed Agayef, Halim Sabit,
Ahmed Hamdi Akseki, Alay Müftüsü Fahreddin gibi isimlerin de her iki neşriyatta
yazı yazması bu iki, yayın çizgilerinin bir birine yakın olduğunu göstermektedir.
(Dayanç, 1997: 297) Nitekim Ahmed Hilmi Bey, “Resâl-i diniyyemiz arasında
istikāmet ve ehemmiyet-i münderacâtıyla pek mühim bir mevki tutmuş olan Sırât-ı
Müstakîm’i ihvân-ı kiramımıza tavsiye ederiz” sözleriyle de yukarıdaki
düşüncelerimizi teyit etmektedir. (Hikmet, nr. 7, s.8)
Hikmet gazetesi dönemin siyâsi akımlarından Türkçülüğe uzak kalmamakla
beraber İslâmcılık akımının önemli yayın organları arasındadır. (Ülken, 1992: 293)
Gazete olaylara yaklaşımı, edebî ve felsefî konuların yanında sosyal ve siyâsî
konulara yer vermesi, onlara çözüm önerileri getirmesi gibi özellikleriyle II.
Meşrutiyet sonrasının önemli yayın organları arasındaki yerini almıştır.
Hikmet Gazetesinde Balkanlar:
Filibeli Ahmed Hilmi, Hikmet’te gazetenin yüklendiği misyon itibariyle
sadece Osmanlı’nın sınırlarının ulaştığı yerlerde değil, dünyanın farklı
coğrafyalarında yaşayan müslümanların durumuyla ilgili haber ve bilgilere de
sayfalarında yer vermiştir. Özellikle gazetenin “Âlem-i İslâm” başlığı altında yer alan
HALKBİLİMİ DERGİSİ
265
yazılarında Fas, Ümid Burnu, Mısır, Bulgaristan, Kafkasya, Rusya, Afganistan,
Türkistan, Hint, Kaşgar, Çin, Buhara, İran, Necef, Kerbela, Afrika gibi ülke, bölge,
şehir ve farklı kıtalarda yaşayan müslümanların sorunlarına yer verildiği, hep duyarlı
davranıldığı görülür. Ancak kendisi de Balkan topraklarında doğan, bu bölgeden göç
etmek zorunda kalan Filibeli’nin yayımladığı Hikmet gazetesi sırayla takip edildiği
zaman Balkanların nasıl bir siyasî ortam içinde olduğu, Balkan Savaşları’na uzanan
süreci izlemek, takip etmek mümkündür.
Hikmet gazetesi genel manada incelendiği zaman Filibeli’nin Balkanlar’da
dikkat çektiği üç bölgeden bahsedilebilir. Arnavutluk, Makedonya ve Bulgaristan.
Özellikle bu üç bölgede başta Rusya olmak üzere, çeşitli hesapları olan Avrupalı
ülkelerin siyasi oyunlarını, oynadıkları roller, özellikle gazetenin her sayısının son
sayfasında yayımlanan “Bir Haftalık Vukuat” kısaca “Haftanın Olayları” şeklinde
özetlenebilecek bölümlerde sıkça Balkanlardan, Rumeli coğrafyasından bahsedildiği
görülür. Filibeli Ahmed, hem kendi adıyla hem müstear isimlerle hem de isimsiz
olarak kaleme aldığı, ancak Filibeli’nin uslubu olduğu açıkça anlaşılan, yazılarda bu
topraklarda cereyan eden gelişmelerin an be an takip edildiği, halkın uyanık
olmasının sağlanmaya çalışıldığı, hatta tetbir alınmaya zorlandığı çok net görülür.
"İcmâl-i Siyasî" başlığı altındaki yazılarda Balkanlar/Rumeli bölgesine ait
makalelere yer verilir. Şeyh Mihridîn Arûsi adıyla kaleme aldığı “Âlem-i İslâm’da
Avrupa Siyâseti ve Arnavutluk İğtişâşının Hafâyası” yazısı da bunlardan birisidir. Yazar
bu makalesinde İttihadın milletleri güçlü, tefrikanın ise, zayıflattığı ve hâkimleri esir
durumuna getirdiği ifade edilir. İslâm’ın, hükmü altına giren yerlerden sadece hafif bir
vergi alınıp ve düşmanlığı terk etmelerini istendiği açıklanarak, Türkler’in Rumeli’de
bundan başka bir şey yapmadığı, oraları imar ettikleri, ilim ve irfan götürdükleri, en
önemlisi de adâlet götürdüklerine dikkat çekilir. Orada yaşayanların dilleri ve dinlerine
dokunulmadığı, ancak gücümüzü kaybettikten sonra sınırlarımız içindeki gayr-i
müslimlerin bağımsızlık için çalışmaya başladığı ve herkesin hasta adamın topraklarını
paylaşma derdine düştüğü ifade edilir. Avusturtaya’nın Bosna Hersek’i, Bulgaristan da
istiklalini kazanmasıyla “Şark-ı Rumeli”yi gasbettiği belirtilir. Osmanlı bu topraklar
elden çıkarken “henüz mebde-i inkılabın" başında bulunduğundan bu iki ülkeye ilan-ı
harb edecek durumda olmadığı belirtilir. Balkan coğrafyasında, özellikle Makedonya
topraklarında kargaşanın, birbiriyle çekişmenin arkasında Avrupa’nın entrikacı çevreleri,
Etniki Eterya, Avusturya ve İtalya başta olmak üzere diğer ülkeleri buradaki ortamın
daha da kötüleşmesi için büyük çaba sarf ederler. Osmanlı’nın Rumeli’nde “muvâzene-i
anâsır, temin-i saadet”i sağlamak için Makedonya’da bin zahmet üç beş yüz Müslüman
aile iskan ettiği, buna bile tahammülü olmayan fesat çevrelerinin Arnavutları teşvik
ederek burada büyük bir iç çatışma çıkardıkları ve insanları birbirine kırdırdıkları
MOTİF AKADEMİ
266
aktarılır. (Hikmet, Nr. 6, s. 3, 6-7) Yine Arnavutluk’tan bahseden başka bir yazıda burada
ortaya çıkan isyan hareketleri genç ve meşrutiyet hükümeti tarafından fazla kan
dökülmeden sulha kavuşturulduğu bilgisi verilir. Bunda Hareket Ordusunun orda
bulunması ve mahalli zabitlerin insan üstü çalışmalarının büyük etkisi vardır. Ordu bu
bölgeden çıkarsa durumun ne olacağı ile ilgili olarak ise, jandarma teşkilatının
güçlendirilmesi teklifi yapılır. (Hikmet, nr. 18, s.3-4)
Filibeli Ahmed Hilmi Efendi, Hikmet gazetesiyle adeta bütün müslümanların
eli ayağı, dünyanın her köşesinde yükselen feryada kulak kesilmeyi vazife edinmiş
birisi gibidir. Gazetesinde “Hutbelerimiz” başlığı altında zaman zaman
müslümanlara, zaman zaman da ulemaya seslenerek sorumluluklarını hatırlatmakta,
günün cihat ve müslümanlara yardım etme günü olduğu hatırlatılmaktadır. Altı
asırdan beri Müslüman olan Pomakların, garip bırakıldığı, bunun neticesi olarak
İslam harflerini bilmedikleri gibi Bulgarca konuşmaya başlamak zorunda kaldıklarına
işaret edilir. Bulgarların elinde kalan Pomaklara, Bulgar hükümetinin okullar açtığı ve
bu şekilde devam ederse iki nesil sonra dinin bilen kimse kalmayacağı beyan edilir ve
bu durumdan Müslüman ulemanın sorumlu olacağı hatırlatılarak irşat vazifelerini
yapmaları istenir. (Hikmet, nr. 30, s. 3)
Filibeli’nin dönemin siyasi meselelerine bakışı ve bu konularda getirdiği
yorumlar, sadece o gün için değil bugünün insanı için de geçerli düsturlar gibidir. Bu
dönemde Balkanlarda yoğun bir propaganda yapıldığı, bu propagandaların genellikle
yanlış ve yalan haberlere dayandığı belirtilir. Bunlardan birisi de Rumlarla Bulgarlar
arasında bir anlaşmanın, itilafın gerçekleştiği propagandasıdır. Rum Patrikhanesi ile
Bulgar din adamları arasında itilafın olduğu haberlerinin bir kasıttan kaynaklandığına
dikkat çekilerek, Rum ve Bulgarlar arasında her hususta bir zıddiyetin bulunduğu,
dolayısıyla dini bir konuda bile olsa bir anlaşma, sulh ortamı varsa bunun kökeninin
de siyasî olduğuna işaret edilir. Yazar bu itilaf haberlerinin altında Makedonya’nın
yarısının Bulgarlara yarınsın Yunanlılara bırakılma düşüncesinin yattığını belirtir.
(Hikmet, nr. 32, s. 2-3)
Hikmet gazetesinde yazarın doğum yerinin de içinde bulunduğu
Bulgaristan’ın siyasî olarak ne kadar hareketli ve gelişmelere gebe bir yer olduğu her
vesile ile duyurulmaya çalışılır. Bunda özellikle Bulgar basınının büyük tesiri vardır.
Bulgar hükümeti ve basını Makedonya’daki Bulgarların durumunun kötü olduğuyla
ilgili her gün yeni bir haber aktarmaktadırlar. Bulgaristan basınını yalan ve iftira
üzerine kurulu haber ve propaganda ile Avrupa efkâr-ı umûmiyyesini Osmanlı
aleyhine çevirmeye uğraşmakta, bunda da çok defa muvaffak olmaktadır. Balkanlarda
silah toplanma meselesinde Müslümanlara yönelik kopartılan yaygaranın neticesinde,
HALKBİLİMİ DERGİSİ
267
bu kesim silahsız ve müdafaasız bırakıldığını örneği verilir. Osmanlı aydınının
Amerika’dan Cin’e hatta kutublarda olup bitenlere ilgi duyduğu halde göz önündeki
Bulgaristan’da yaşayan altı yüz bin Müslüman Türk’ün her gün maruz kaldığı zulüm
ve vahşete sessiz kalınmasına da tepki duyulur. Bulgaristan’ın kendi içinde her gün
gösterdiği “tekamül ve terakki” ile “kuvve-i milliye”lerini güçlendirildiği ve böyle
giderse çeyrek asır geçmeden “altı yüz bin kişiden çok kimse kalmayacağı
muhakkak” denilir. Bulgaristan’la başta ticaret konuları olmak üzere pek çok
antlaşma yapıldığı, ancak Bulgaristan’ın bunların hiçbirisinin yükümlülüklerini yerine
getirmediği vurgulanır.
Filibe Rüştiye Mektebi’nden “İttifak-ı İslâm” cemiyeti azası muallim Mehmet
Şükrü Efendi’nin nutkuna da yer verilir. Bu konuşmada temel olarak ilerleme ve
medeniyeti yakalamanın eğitimle olacağı yer almıştır. “İttifak-ı İslam” cemiyeti adına
bir eğitim merkezinde irad edildiği anlaşılan konuşmada, terakkinin ve kurtuluşun
ancak eğitimle gerçekleşeceği şu cümlelerle ifade edilir: “Mekteblerde tedris ve usûl-i
talim mükemmel oldukça bilaâhire buradan yetişen ve makamımıza kaim olacak olan
ahlak ve efradın gerek iktisad ve gerek istikbalce bizden daha mesud, daha zengin,
daha kavi olacağı şüpheden varestedir. Aksi takdirde veyahut bulunduğumuz hal
üzere kalması felaket ve nedamettir.”
Eğitim muhtevası ve nasıl olması gerektiğiyle ilgili de o günün şartlarında
ileri ve modern yöntemler söylenir. Tedrisatın mükemmel surette yapılması gerektiği
gibi, çocukların tıpkı ataları gibi kendi el emeği ile hayatlarını devam ettirmeleri
noktasında bilginin yanında “ameli dersler” konulması, “sanatları iktisab etmeleri”
için uygun ortamlar hazırlanması istenir. (Hikmet, nr. 65, s.4-5)
Balkanlardaki siyasî gelişmelerin arkasında Avrupa’yla beraber Rusya vardır.
“Her Devletin Meslek ve Maksadı Rusya” başlıklı yazıda, Rusya’nın elindeki
toprakların büyük bir kısmının Türkler’in olduğu, hatta Bosna-Hersek, Yunanistan,
Bulgaristan, Romanya’nın Osmanlı’nın elinden çıkmasına Rusların sebep olduğu
açıklanır. Rusların esas siyâseti, Rus olmayanları Ruslaştırmak, Rusya’da yalnız
Ortadoks Hıristiyan mezhebini barındırmak, slav ırkından olanları Rus ırkına tabi
kılmak ve yalnız Rus dilini hâkim kılmak olduğu belirtilerek, Rus çarlarının da aslen
Alman olduğuna dikkat çekilir. (Hikmet, nr. 59, s. 3-6)
Balkanlardaki gelişmeleri ve bu coğrafyanın Balkan Savaşına uzanan süreci,
gazetenin son sayfasında haftanın olaylarının aktarıldığı, her sayıda yayımlanan, “Bir
Haftalık Vukuat” başlıklı bölümden takip etmek mümkündür. Burada aktarılan
Balkanlarla ilgili haberler birkaç başlık altında toparlanabilir:
MOTİF AKADEMİ
268
Arnavutluk: Meşrutiyet’in ilanından sonra Arnavutluk tarafına asker sevkiyatı
yapılmasına rağmen, bölge bazen sukûnet kavuşuyormuş gibi olursa da karışıklıklar
hep vardır. Özellikle bu bölgenin karışmasında ve isyanların çıkmasında Etniki Eterya
cemiyetinin büyük rolü vardır. Bu durumdan karlı çıkmak isteyenler de Yunanlılardır.
Kuzey Arnavutluk’ta durumunun sakinleşmesinde oraya giden Mahmud Şevket
Paşa’nın da büyük tesiri olmuştur. (Hikmet, nr.5, s.6.) Arnavutluk’un belli
bölgelerinde silah ve cephaneleri toplanır. Ancak buna rağmen burada gösterişler ve
isyanlar devam eder.
Girit: Girit meselesi daha önce de bahsedildiği gibi sıkça yer verilen
haberlerdendir. Girit yüzünden Tüm Osmanlı’da Yunanlılara karşı bir boykot
düzenlendiği, bunun tesirinin de kısa sürede görüldüğü aktarılır. (Hikmet, nr. 10, s.8.)
Bulgaristan: Rumeli’de Bulgar ve Rum kiliseleri hakkında kanun düzenlendiği,
İstanbul’da neşredilen Rum gazetelerinin hezeyanlar kustuğu, Kosova’da silahların
toplandığı, ancak asilerin Bulgaristan’a firar ettiğinden bahsedilir. (Hikmet, nr.15, s.8)
Osmanlı-Bulgar ilişkilerinde gerginliğin yaşandığı haberlerine devam edilir. Atina ve
Sofya’da yayımlanan gazetelerin savaş çığırtkanlığı yapması ve Rusya’nın riyaseti
altında Balkan ittifakından sonra, Bulgar-Yunan ittifakının kurulması teklifine,
“Mestanelerin birbirine arz-ı niyazı
Çingenelerin şüpheli imanına benzer.”
mısralarıyla karşılık verilir. (Hikmet, nr. 18, s. 1-2)
Bulgaristan’dan Rumeli’ye çetelerin geçmeye devam ettiği, Makedonya’dan
Bulgaristan’a kaçanların teşvik edildiği, Bulgaristan’ın Osmanlı’ya yakınlaşmaya
çalışmasının altında iyi niyetin olmadığı, (Hikmet, nr. 20, s. 8) Bulgarlarla-
Yunanlıların gizli bir ittifak gerçekleştirdiği, sadrazamın seyahatiyle ilgili çeşitli
spekülasyonların yapıldığı haberleri verilir. (Hikmet, nr. 21, s.8) Selânik’te başlanan
silahların toplanması işine Rumeli’de devam edildiği aktarılır. (Hikmet, nr. 24, s.7-8)
Osmanlı hükümetinin Romanya ile itilaf anlaşmasından sonra, Almanya ve
Avusturya ile de anlaşma yapacağı, Makedonya’da inzibatların çoğalması üzerine
Bulgar ve Rum gazetelerinin saldırıya geçtiği, Selânik’te bir Osmanlı şirketinin
kurulduğu, Bulgar ve Karadağ hükümetleri arasında bir ittifakın olduğu, verilen
haberler arasındadır. (Hikmet, nr. 26, s.8)
Harbiye Nâzırı Mahmut Şevket Paşa’nın Rumeli’ye seyahat edeceği, Bulgar
çetelerinin Makedonya’da kan dökmek isteyen gruplarla anlaştığı (Hikmet, nr. 41 s.8),
Padişahın Rumeli’ye seyahatinin on beş mayıstan sonra başlayacağı, Yunan
HALKBİLİMİ DERGİSİ
269
hükümetinin boykotun kalkması için Avrupa’ya müracaat ettiği, ancak reddedildiği,
(Hikmet, nr. 55, s.8) Bulgaristan’ın harbe hazırlandığı haberlerinin yayıldığı bilgileri
verilir. (Hikmet, nr. 59, s. 8)
Peşte’de Gülbaba türbesinin yanına bir cami inşaatının yapılmasına karar
verilmesi, oradaki müslümanları da sevindirmiştir. Rumeli’de bir subayla, birkaç
Osmanlı askeri Yunanlılar tarafından şehit edilir. (Hikmet, nr. 19, s. 8) Padişahın
Pazartesi günü deniz yoluyla Selânik’e hareket ettiği, Karadağ’da asilerin takibine
devam edildiği, Bulgarların sınırda mülazım Ziya Bey’i şehit ettikleri haberleri
verilir. (Hikmet, nr. 60, s. 8)
Sonuç olarak Balkan/Rumeli coğrafyası bu yıllarda kaynayan bir kazan
gibidir. II. Meşrutiyetin ilanından sonra daha da hızlı yayılan fikir akımlarından en
çok etkilendiği bölge Balkanlar olmuştur. Bunun tesiriyledir ki sık sık isyanlar,
çetecilerin sebebiyet verdiği ölümler, sınırlarda şehit edilen asker haberleri bir büyük
savaşın ayak sesleri gibidir. Kimi zaman devletin askerî ve siyasî önemli kişilerinin
bu bölgeye seyahatleri bölgenin sakinleşmesine yeterli olmamıştır.
Genelde Osmanlı coğrafyasının özelde ise, Balkan/Rumeli bölgesinin sürekli
hareketli olduğu bir dönemde Filibeli Ahmed Hilmi Efendi, hem eserleri, hem de
neşrettiği gazeteleri sayesinde bir denge siyaseti gütmeye, Osmanlı sınırları içinde
yaşayan insanları bir arada tutmak için de “İttihad-ı İslâm” düşüncesi etrafında
birleşmeye davet etmiş, yazılar kaleme almıştır. İşte onun 1910-1912 yılları arasında
haftalık olarak 77 sayı neşrettiği ve Balkan Savaşları’nın hemen arifesinde kapanmak
zorunda kalan Hikmet incelendiği zaman görülecektir ki, ağırlıklı olarak edebiyat,
sanat ve kültür dergisi olan Hikmet gazetesi, zaman zaman siyasî içerikli yazılarda,
zaman zaman da makalelerde ve haftalık vukuat bölümlerinde Balkanlardan sıkça
haberlere yer vermiştir. Bu haberler takip edildiği zaman Balkanlarda bir savaşın
çıkmasının an meselesi olduğu çok rahat görülebilir.
Filibeli, Osmanlı Rus savaşı sırasında binlerce Balkan Türk’ünün Batı Trakya
topraklarından İstanbul’a doğru göç ederken karlı yollarda soğuk ve don yüzünden
telef olduğu bir dönemde çile ile başlayan yarım asrı biraz aşan hayatı, yukarıda da
belirtildiği gibi tam olarak bilinmeyen bir sebeple 1914 yılında son bulmuştur. Ancak
onun ortaya koyduğu eserler, serdettiği fikirler insanlığı aydınlatmaya devam
edecektir. İnanıyorum ki genç nesiller tarafından bu büyük düşünce insanımız daha
çok okunacak ve tanınacaktır.
MOTİF AKADEMİ
270
KAYNAKLAR
ŞEHBENDERZÂDE FİLİBELİ AHMED HİLMİ (1991) , Muhalefetin İflâsı
Hürriyet ve İtilaf Fırkası, (Sad. Ahmet Eryüksel), Nehir Yayınları, İstanbul.
ŞEHBENDERZÂDE FİLİBELİ AHMED HİLMİ (1992), Senûsiler ve Sultan
Abdülhamit Asr-ı Hamidî’de Âlem-i İslâm ve Senûsiler, (Haz. İsmail Cömert), Ses
Yayınları, İstanbul.
ŞEHBENDERZÂDE FİLİBELİ AHMED HİLMİ (1991), Muhalefetin İflâsı
Hürriyet ve İtilaf Fırkası, Hikmet Matbaa-i İslamiyesi, (1331), 76 s, (Sad. Ahmet
Eryüksel), Nehir Yay. İstanbul.
ŞEHBENDERZÂDE FİLİBELİ AHMED HİLMİ (1914), Tarih-i İslâm I-II,
Hikmet Matbaa-i İslâmiyesi, İstanbul. (İslâm Tarihi (Sad. Ziya Nur), 1. baskı, 1974,
2. baskı, İstanbul 1982, XXXVIII+844 s.)
ŞEHBENDERZÂDE FİLİBELİ AHMED HİLMİ (1979), Allah’ı İnkâr
Mümkün mü?, (Sad. Necip Taylan – Eyüp Onat), Çığır Yayınları, İstanbul.
ŞEHBENDERZÂDE FİLİBELİ AHMED HİLMİ (1997), İslamın Esası:
(İslami Hakikatlere Dayalı Yeni Akaid İlmi), (Sad. A. Bülent Baloğlu – Halife
Keskin), Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara.
ŞEYH MİHRİDÎN ARÛSİ (1910), “Âlem-i İslâm’da Avrupa Siyâseti ve
Arnavutluk İğtişâşının Hafâyası,” Hikmet, nr. 6, s. 3,6-7.
ŞEYH MİHRİDÎN ARÛSİ (1910), “Pomaklar ve Basârabya Müslümanları.
Ulemaya Bir Hitap”, Hikmet, nr. 30, s. 3.
“Arnavutluk ve Hicaz Umum Jandarma Kumandanı Paşanın Enzâr-ı Dikkat
ve Hamiyyetine”, Hikmet, nr. 18, s. 3-4.
AKSEKİLİ, A. H. (1910), “Hakgûyâne Sözler”, Hikmet, nr.32’yi müteakip
“Nüsha-i Fevkalâde”, s.4.
“İcmâl-i Siyâsî: Rum, Bulgar itilafı, Hikmet, nr.32, s. 2-3.
YUNUS NADİ (1910), “İcmâl-i Siyâsî: Girit’e Bir Nazar”, Hikmet, nr. 4, s.2-4.
BOSNALI A. (Elif) A (Elif), (1910), “Bir Mektup [Erbâb-ı Hamiyete]”,
Hikmet, nr.18, s.8.
“Şuûn-ı Mühimme: Arnavutluk İğtişâşı”, Hikmet, nr. 5, 10 Cemâziyelevvel
328, 2 Mayıs 326, [20] Mayıs 1910, s. 6.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
271
ŞEHBENDERZÂDE FİLİBELİ AHMED HİLMİ (1910) İcmâl-i Siyâsî: Girit
Giderse... Mesuliyeti Yine Bize Râci’ Olacaktır, Çünkü: ...”, nr. 7, 24 Cemâziyelevvel
328, 20 Mayıs 326, 2 [3] Haziran [1910], s. 1-2.
ÖZDEMİR (1910), “Dertleşme! Türk Kardaşlarıma”, Hikmet, nr. 10, 16
Cemâziyelevvel [âhir] 328, 10 Haziran 1326, 23 [25] Haziran 1910, s. 5-6.
“İcmâl-i Siyâsî: Boykotaj Ne Vakit Kalkar?”, Hikmet, nr. 11, 23
Cemâziyelâhir 328, 17 Haziran 1326, 29 Haziran [2 Temmuz] 1910, s. 2-3.
“Matbuât: Yunan Gazeteleri, Fransız ve İngiliz Matbuâtı”, Hikmet nr. 12, 30
Cemâziyelâhir 328, 24 Haziran 1326, 7 [9] Temmuz 1910, s. 7-8.
ŞEHBENDERZÂDE FİLİBELİ AHMED HİLMİ, “İcmâl-i Siyâsî: Millet
Fedakar, Ordumuz Hazır, Nusretullah Bizimdir”, Hikmet, nr. 18, 13 Şaban 328, 5
Ağustos 1326, 18 [20]Ağustos 1910, s. 1-2.
“İctimâiyyât: Arzû-yı Muhal Değil, Fakat Tedbir ve Teenni Lazım”, Hikmet,
nr. 19, 20 Şaban 328, 12 Ağustos 1326, 18 [27] Ağustos 1910, s. 3-5.
“Mebâhis-i Müfîde: Her Devletin Meslek ve Maksadı Rusya”, Hikmet, nr. 59,
4 Cemâziyelâhir 329, 19 Mayıs 327, [2 Haziran 1911], s. 3-6.
ÖZDEMİR, “Düş, nr. 45[den sonraki “nüsha-i fevkalâde”], Hikmet, nr. 68, 8
Şaban 329, 21 Temmuz 327, [4 Ağustos 1911], s. 3.
AHMED RAĞIB, “Bulgaristan Evkâfı Hakkında: Sadr-ı Âzam Paşa
Hazretleri’nden Bir İstîzâh, Hikmet, nr. 12, 30 Cemâziyelâhir 328, 24 Haziran 1326, 7
[9] Temmuz 1910, s. 2-3.
“İcmâl-i Siyâsî: Yunanlılar Giritlileri Galeyan Ediyormuş! Ya Osmanlılar?”,
Hikmet, nr. 12, 30 Cemâziyelâhir 328, 24 Haziran 1326, 7 [9] Temmuz 1910,s. 3-4.
Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi,” İcmâl-i Siyâsî: Guspudin Takef’in Bir
Temennisi!”, Hikmet, nr. 19, 20 Şaban 328, 12 Ağustos 1326, 18 [27] Ağustos 1910,
s. 1-2.
“Musâhabe: Bulgaristan Dostumuz ve Sevgili Donanmamız”, Hikmet, nr. 21,
4 Ramazan 328, 26 Ağustos 1236 [1326], [9] Eylül 1910, s. 7.
“Siyâsîyyât-ı Umûmiyye: Almanya, İngiltere, Fransa, Fas, Bulgaristan’da
Mitingler”, Hikmet, nr. 58, 26 Cemâziyelevvel 329, 12 Mayıs 327, [25 Mayıs 1911], s.5.
“Mebâhis-i Müfîd: Her Devletin Meslek ve Maksadı Rusya”, Hikmet, nr. 59,
4 Cemâziyelâhir 329, 19 Mayıs 327, [2 Haziran 1911], s. 3-6.
MOTİF AKADEMİ
272
AYDIN, Ö. (2001), “Filibeli Ahmet Hilmi’nin Din Anlayışı”, İstanbul
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, S. 4, İstanbul, s. 69-107.
BOLAY, S. H. (1966), Türkiye’de Ruhçu ve Maddeci Görüşün Mücadelesi,
İstanbul.
BURSALI MEHMED TAHİR (1333), “Hilmi Bey, Şehbenderzâde Ahmet
Hilmi Bey”, Osmanlı Müellifleri II, Matbaa-i Âmire, İstanbul, s.156-157.
ÇELEBİ, İ – YILMAZER Z. (1999), Osmanlıdan Cumhuriyet’e İslâm
Düşüncesinde Arayışlar I, Rağbet Yay. İstanbul.
ÇETİN, A. (1998); Hikmet, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA),
C. XVII, İstanbul, s. 520-521.
DAYANÇ, M. (1997), Sırât-ı Müstakîm Dergisindeki Dil, Edebiyat ve Sosyal
Kavramların Sistematik İncelenmesi (Yayımlanmamış doktora tezi, 1997, İÜ. Sosyal
Bilimler Enstitüsü), İstanbul.
DUMAN, H. (1986), İstanbul Kütüphaneleri Arap Harfli Süreli Yayınlar
Toplu Katalogu, İstanbul.
EKİCİ, M. Z. (1997), II. Meşrutiyet Devri Fikir Adamı Şehbenderzâde
Filibeli Ahmet Hilmi, Hayatı ve Eserleri (Yayımlanmamış doktora tezi, İÜ Sosyal
Bilimler Enstitüsü, İstanbul.
ERSOY, N. (2003), XIX. Yüzyılda Filibe Şehri (1839-1876),
(Yayımlanmamış Doktora Tezi) İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
İstanbul.
FİLİBELİ AHMED HİLMİ (2005), Hikmet Yazıları, İnsan Yayınları,
(Hazırlayan: Ahmet Koçak), (2. bs. 2009), İstanbul.
GÜNDÜZ, O. (1993), Meşrutiyet Romanında Yapı ve Tema II, Atatürk
Üniversitesi Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi, Erzurum.
HANİOĞLU, Ş. (1985), “Batıcılık”, Tanzimat’tan Cumhuriyete Türkiye
Ansiklopedisi (TCTA) V, İletişim Yay. İstanbul, s.1383-1388.
KARA, İ. (1994), İslamcıların Siyasi Görüşleri, İz Yayıncılık, İstanbul.
KARA, İ. (1997), Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi, Kitabevi Yay. 3. bs. İstanbul.
KARA, İ. (1999), “Ahmed Hilmi (Şehbenderzâde Filibeli)”, Yaşamları ve
Yapıtlarıyla Osmanlılar Ansiklopedisi I, Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık,
İstanbul, s.130 –131.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
273
KARA, İ. “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e İslâmcılık Tartışması”, TCTA V,
İletişim Yay. İstanbul, s. 1405-1420.
KIEL, M. (1996), “Filibe”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA),
C. XIII, İstanbul, s.79-82.
ÖZERVARLI, M.S. (2010), “Şehbenderzâde Ahmed Hilmi, “Fikirleri”,
Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), C. XXXIII, İstanbul, s. 425-427.
TANSEL, F. A. (1981), “Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi’nin Özdemir
Mahlasıyla Yayımladığı Türklük-İslâm Birliği Mefkûresini Müdafaa Ettiği Şiirleri”,
TDA, S.12, ss. 149-171.
TEPEKAYA, A. (2006), “Filibeli Ahmet Hilmi’nin Hikmet Dergisini
Yayınlamasındaki Amacı”, Karadeniz Araştırmaları, S. 8, Çorum.
UÇMAN, A. (2010), “Şehbenderzâde Ahmed Hilmi”, Türkiye Diyanet Vakfı
İslam Ansiklopedisi (DİA), C. XXXIII, İstanbul, s. 424-425.
ULUDAĞ, Z. (1994), “Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi’nin Eğitime
Bakışı”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, S. 9, Samsun, s.233-245.
ULUDAĞ, Z. (1996), Şehbenderzâde Ahmet Hilmi ve Spiritüalizm, Akçağ
Yay. Ankara.
ÜLKEN, H. Z, (1992), Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken Yayınları,
İstanbul.
VARLIK, B. (1985),“Tanzimat ve Meşrutiyet Dergileri”, TCTA I, İletişim
Yay. İstanbul, s.112-125.
MOTİF AKADEMİ
274
MANEVİ MİRAS KATLİAMI; BOSNA-HERSEK’TE KENTKIRIM
Destruction of the Cultural Heritage; Urbicide in Bosnia-Herzegovina
Ulvi KESER
*
Özet: Eski Yugoslavya’nın dağılmasının hemen ardından Bosna-Hersek tarihte eşine
az rastlanan bir yok etme saldırısıyla karşı karşıya gelir. Bu durum insanların ortadan
kaldırılmasıyla sınırlı bir etnik temizlik hareketi değil doğrudan o insanların geçmişleriyle,
dünleriyle ve kültürel mirasla bağlarını ortadan kaldırmaya yönelik bir yok etme girişimdir.
Literatüre kentkırım olarak geçen bu saldırılar ülkenin bütün manevi, kültürel, sosyal ve tarihi
değerlerini yok etmeyi amaçlamış ve sonuçta müzelerden kütüphanelere, mezarlıklardan
camilere onlarca mekân yok edilmiş veya kullanılamayacak derecede tahrip edilmiştir. Bu
çalışma 1992-1995 döneminde Bosna-Hersek’te yaşanan bu kentkırım trajedisine ışık tutmak
amacıyla hazırlanmıştır.
Anahtar kelimeler: Bosna-Hersek, Kentkırım, Yugoslavya, Kütüphane, Müze, Cami
Abstract: Subsequent to the collapse of the former Yugoslavia, Bosnia Herzegovina
comes face to face with a tragic and second to none destruction assault. The assaults are not
only restricted with the butchery of the innocent Bosnian people but also embrace the
destruction of connection and the relation of the people with their past, yesterday, cultural
heritage. These butchery and the assaults as named the urbicide have focused on the
destruction of all the spiritual, cultural, social, and historical values of the country, and as a
result tens of sites and the buildings such as the mosques, graveyards, libraries and the
museums have got demolished and destroyed. This study has got prepared so as to focus on
the urbicide tragedy experienced in Bosnia-Herzegovina in 1992-1995 period
Key words: Bosnia-Herzegovina, Urbicide, Yugoslavia, Library, Mosque
* Doç.Dr., Atılım Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi, Atılım Kıbrıs Araştırmaları
ve Uygulama Merkezi (AKAUM) Müdürü, [email protected]
HALKBİLİMİ DERGİSİ
275
Giriş
Balkan Yarımadası’nın kuzeybatısında eski Yugoslavya’yı oluşturan
Sırbistan, Hırvatistan, Slovenya, Makedonya ve Karadağ’la beraber 6 federe devletten
biri iken Yugoslavya’nın dağılmasından sonra 3 Mart 1992 tarihinde bağımsızlığını
ilan eden ve bu statüsü 6 Nisan 1992’ye kadar 8 ülke tarafından kabul edilen Bosna-
Hersek (Türk Dünyası Araştırmalar Vakfı, 1992:2, Gürler, 1953:11 ve Uzunçarşılı,
1994:80), BM ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı üyesi genç bir devlettir.
Toplam yüzölçümü 51.129 kilometrekare olan ve 1991 yılı sonunda bağımsızlığına
kavuşan ülkenin başşehri eski bir Osmanlı şehri olan ve o günden bu yana önemli bir
ticaret merkezi olarak bugün bile o dönemlerden miras kalan mimari yapılarla
bezenmiş durumda bulunan ve Bosna ırmağının Mijlaçka suyuyla birleştiği yerde ve
doğuya doğru ülkede merkezi bir yerde bulunan ve yaşanan son savaş sonrasında
nüfusu 500.000’i aşan Saraybosna’dır( Bosna-Hersek Türk Görev Kuvvet
Komutanlığı,1997:1). Hersek ise Bosna’nın güneydoğusunu teşkil eder ve adını
ortaçağda bu bölgede kurulmuş olan Hersek Dukalığı’ndan alır (Harp Akademileri
Komutanlığı, 1992:1). Sava nehrinin (Gutman, 1996:186) kollarının suladığı
Bosna’daki korularla kaplı orta yükseklikteki dağlarda ve ekilen havzalarda
sanayiinin dayandığı başlıca faktörler selüloz ve kâğıt sanayii ile yeraltı kaynaklarıdır
(Büyük Larousse Ansiklopedisi:1823). Bosna-Hersek’in stratejik önemi sahip olduğu
coğrafi konum itibarıyla Balkan Yarımadası’nın stratejik değeriyle birlikte
değerlendirilir (Harp Akademileri Komutanlığı, 1993:156 ve Uzunçarşılı, 1983:683).
Yugoslavya’da problem yaratan millet olarak tanımlanan Hırvatların yanında ülke
yönetiminde söz sahibi kilit noktalarda Sırpların bulunması, ülke nüfusunun büyük
kısmını oluşturan Hırvat ve Sırpların da içinde bulunduğu zıt kutupların oluşturduğu
etnik yapının güvensizlik ortamı, ekonomik refah seviyesindeki düzensizlikler ve
farklılıklar, 1967 yılında olduğu gibi Hırvat ve Sırp dillerinin ayrılması için bildiri
yayınlayan 130 Hırvat aydının cezalandırılması gibi problemler, Sırp ağırlıklı silahlı
kuvvetlerin karışık görüntüsü, siyasi platformda uygulanan yanlış kararlar, ülke
dışından kaynaklanan sebepler ve Tito’nun ölümü ülkeyi bölünmenin eşiğine getirir
ve bölünme kaçınılmaz olur.
UNPROFOR
BM Güvenlik Konseyi’nin 21 Şubat 1992 tarihinde aldığı 743 sayılı kararla
ilk etapta sadece Hırvatistan’da görev yapmak üzere 12 aylık geçici bir süre için
kurulmasına karar verilen ancak Haziran 1992 tarihinden itibaren önce Bosna-Hersek
ve daha sonra da aynı yıl Makedonya’yı da içine alacak şekilde görev yapması
MOTİF AKADEMİ
276
düşünülen BM Koruma Gücü’nün görevi Yugoslavya krizine kalıcı bir çözüm
bulmaktır (Nalcıoğlu, 1997:32). Şubat 1993 tarihinde 12 aylık sürenin dolmasını
müteakip UNPROFOR’un görev süresi Güvenlik Konseyi tarafından 31 Mart 1995
tarihine kadar geçen süre içerisinde sekiz kere daha uzatılır (United Nations,
1996:513). Bütün olumsuzluklara rağmen Ocak 1993 tarihine kadar aşağı yukarı
34.600 tonluk yardım malzemesi Bosna-Hersek’in 113 noktasında belirlenen yaklaşık
800.000 civarında ihtiyaç sahibine dağıtılır (United Nations, 1996:524). 3 Temmuz
1992 tarihinden 31 Ocak 1993 tarihine kadar BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nce
organize edilen ve UNPROFOR’un koruması altında yapılan havadan yardım indirme
faaliyetlerinde 2476 uçak gıdadan ilaca kadar değişik yardım malzemelerini ihtiva
eden (Refugees, Aralık 1993:26) toplam 27.460 ton yardım malzemesini (Refugees,
Nisan 1995:3) Bosna-Hersek’e ulaştırır.
Türkiye’nin Barış Gücüne İştiraıi
TBMM’nin Güvenlik Konseyi’nin 743 sayılı kararına istinaden Türk Silahlı
Kuvvetleri’nin yabancı ülkelere gönderilmesi konusunda karar alması ve BM Genel
Sekreteri Boutros B. Gali’nin BM Güvenlik Konseyi’ne 22 Mart 1994 tarihli
mektubuyla yaptığı teklif doğrultusunda 2700 kişiye kadar bir birliğin kademeli
olarak Bosna Hersek’e gönderilerek burada görev yapması kesinlik kazanır (Resmi
Gazete, 14 Aralık 1993). Görevlendirilecek Türk Birliği’nin ihtiyaç duyacağı motorlu
araçlar, iş makineleri, çekici araçlar, özel soğutma donanımlı araçlar, kullanıcı ve
bakım personeli, set ve avadanlıkları 6 aylık işletme yedekleriyle birlikte iyi durumda
ve faal olarak Karayolları, DSİ, Et Balık Kurumu Genel Müdürlüğü ve Enerji ve
Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nca sağlanır (Başbakanlık Kanunlar ve Kararlar Genel
Müdürlüğü’nün Sayı B. 02.0./KKG/ 165-24/02127 ve 16 Nisan 1993 tarihli kararı).
TBMM’de 08 Aralık 1992 günü 205 sayılı kararı ve BM Genel Sekreteri Boutros B.
Ghali’nin 22 Mart 1994 tarihli mektubu sonrasında UNPROFOR yetkilileriyle
görüşmelerde bulunmak üzere bir heyeti 28 Nisan–01 Mayıs 1994 tarihlerinde
Zagreb/Hırvatistan’a gönderilmesine karar verir (Başbakanlık Kanunlar ve Kararlar
Genel Müdürlüğü’nün Sayı B. 02.0./KKG/ 114-353/03257 ve 27 Nisan 1994 tarihli
kararı). Bu amaçla görevlendirilen Türk Birliği harekâtla ilgili faaliyetlerin
yürütülmesi amacıyla 16 Temmuz 1965 tarihli ve 697 Sayılı Kanunun 4.maddesi
uyarınca ulaştırma ve haberleşme yer tesislerinden de yararlanacaktır (Keser, 1996:8).
Ankara Garı’ndan tren ve Derince Limanı’ndan Ro-Ro gemisi, büyük bir kısmı da
Ankara Esenboğa Havaalanı’ndan uçak ile Hırvatistan’ın Split kentine gelen Türk
Birliği barınma konusunda çıkan bir problem nedeniyle yaklaşık 15 gün burada
HALKBİLİMİ DERGİSİ
277
beklemek zorunda kalır (Unprofor, Ağustos 1994:19). Böylece Türk Birliği 1461
personeliyle 20 Temmuz 1994 günü Zenica’ya girer (Unprofor, Ağustos 1994:19).
Birliğin Zenica’ya yerleşmesi sonrasında 7-31 Temmuz 1994 tarihleri arasında
Cumhurbaşkanı da dâhil olmak üzere pek çok ziyaretçi ve misafiri de kabul eder
(Turgut, 2002:323). Birlik komutanı da burada yaptığı açıklamada birliğin Ağustos
başından itibaren operasyonel olarak göreve başlayacağını ve öncelikli görevin
sorumluluk bölgesinde yaşayan mültecilere yardım faaliyetlerini düzenlemek (Sfor
Magazine, Ağustos 2000:19), insani yardım faaliyetlerine başlamak, devriye
görevlerini tesis etmek, sivil halka tekrar hareket serbestisi sağlayarak hayatın
normale dönmesini temin etmek olacağını belirtir. Bölge halkı özellikle Türk
birliğinin bölgeye gelmesinden sonra kendilerini daha güvende hissettiklerini
belirtirler (Unprofor News, Ekim 1994:7). 29 Aralık 1993 tarihinden itibaren
çarpışmaların son bulması ve taraflar arasında “Üç Bölgeli Plan” üzerinde anlaşmaya
varılması üzerine BM Güvenlik Konseyi 5 Aralık 1993 tarihinde toplanarak 847 sayılı
yeni bir karar alır. Buna göre tarafların muvafakati ile imzalanan ateşkes anlaşmasını
denetlemek ve yeni durumla oluşan barışı yeniden tesis etmek ve devam ettirmek
maksadıyla Barışı Koruma Harekâtı (Gali, 1992:46) icra edileceği açıklanır (Harp
Akademileri Komutanlığı, 1994:263). Bölgedeki çatışmaların sona ermesi ve BM
görevinin önce NATO’ya bağlı IFOR, daha sonra da SFOR’a devredilmesinden sonra
da Türk birliği aynı görev duygusu ve disiplin içerisinde bölgedeki görevine devam
eder (Talon, Temmuz 1999:6).
Bosna-Hersek’te Kentkırım
Bu dönem dünya tarihine sadece insanlara yönelik savaşlar ve katliamlarla
değil eski Yunan’dan İkinci Dünya Savaşı’na kadar tarihin farklı dönemlerinde
karşılaşılan hayata, kültürel değerlere ve dünle bağların kesilmesine çalışan bir
vahşetle de geçecektir. Alman işgal kuvvetlerinin İkinci Dünya Savaşı sırasında
Yunanistan’da başlattığı gibi 1990’lı yıllarda Sırplar tarafından Bosna-Hersek’te
uygulanan “kentkırım/urbicide” toplumların geçmişle olan manevi, kültürel, sosyal ve
dini bağlarını koparmayı, psikolojik olarak insanları yıkıma uğratmayı
amaçlamaktadır.
Bosna Savaşı’nın en karakteristik özelliği insanlara olduğu kadar binalara,
yerleşim merkezlerine ve tarihi dokuya yönelik katliam girişimlerinin de olmasıdır
(Torsti, 2004:143). 1992–1995 sürecinde bu ülkede yaşanılanlar bir toplumu bütün
manevi değerleriyle ortadan kaldırma çabasıdır ve bu dönemde Bosna-Hersek’te
olayları yakından takip eden gazeteciler ve yardım kuruluşları mensupları tarafından
MOTİF AKADEMİ
278
derhal algılandığı üzere savaşın bir diğer ve pis yüzü burada kendisini göstermiş ve
etnik temizlik sadece insanlara yönelik değil tarih, kültür, inanç ve manevi mirasın
değerlerine de yönelmiştir. 1992 Mart ayında Bosna’da yapılan ve katılanların
neredeyse %70’lik kısmının bağımsızlık yönünde oy kullandığı halk oylamasının
ardından silahlar uzun süre susmayacak şekilde ateşlenmeye başlar. Her ne kadar bu
oylama sonrasında Bosna-Hersek Ulusal Meclisi önünde 100.000’den fazla Boşnak
“Barış istiyoruz.” (Riedlmayer, 2002:98) diye bağırsa da bu ülkeye yönelik sistematik
mahvetme harekâtı sivil ve masum insanların evlerinden atılmaları, soyulmaları, gasp
ve darp edilmeleri, tecavüze uğramaları ve “yanlış” etnik kimlik ve inançlara sahip
olmaları nedeniyle öldürülmeleri yanında ayrıca kültürel, dini ve tarihi yapıların,
binaların, manevi değere haiz kültürel mirasın bilerek ve kasıtlı olarak hedef
gösterilmesi, imha edilmesi ve ortadan kaldırılması gibi şekillerde ortaya çıkar.
Tarihte pek çok defa karşılaşılan bu barbarlık modeli Bosna-Hersek’te de sistematik
bir şekilde uygulamaya konulur ve özellikle Sırplar, 1948 Soykırım Anlaşması, 1954
Hague Silahlı Çatışmalarda Kültür Varlıklarının Korunması Anlaşması, 1949 Cenevre
Anlaşması’na eklenen I ve II sayılı 1977 Protokolü (Riedlmayer, 1995:86) gibi
anlaşmalara aykırı bir insanlık suçu olarak bir şehri ve orada yaşayan insanların
kültürel değerlerini bütünüyle ortadan kaldırmak için gece gündüz demeden çalışır
(Kulin, 1999:102). Kentkırım (urbicide) ifadesinin ise ilk defa ne zaman kullanılmaya
başlandığı bilinmemekle birlikte yazar Michael Moorcock’ın 1963 Haziran ayında bu
kelimeyi “Dead God’s Homecoming” isimli romanda kullandığı bilinmektedir.
Hemen ardından 1972 yılında şehir planlamacısı Ada Louise Huxtable ve 1996
yılında da Marshall Bergman ve Bogdan Bogdanoviç şehir planlaması ve şehir yıkımı
konusunda bu ifadeyi kullananlar arasındadır. Böylece ifade kendisini ilk etapta hızlı
bir küreselleşme ve köyleşme çerçevesinde gösterir. Esasında bu nokta bugün
kentkırımla ilgili tartışılan farklı bir boyutu gündeme getirmektedir ve bu görüşü
savunanlara göre sağlıksız gelişme ve kentleşmenin getirdiği plansız büyüme, yaşam
standartlarının düşmesi ve kalitesiz bir hayat tarzı yanında şehirlerin modern
gecekondular haline gelmesi de savaşa gerek kalmadan bir yıkım anlamına
gelmektedir ve bu da bir çeşit kentkırım örneğidir. Küreselleşmenin ortaya çıkardığı
hızlı kentleşme, hızlı büyüme ve buna paralel olarak gelişen şiddet olaylarına
gönderme yapan bu ifade özellikle Bosna-Hersek’te ve başkenti Saraybosna’da
başlatılan kente yönelik tahribat ve yıkım kampanyaları sırasında yeni bir anlam
kazanır. Özellikle 1997 yılında Mostarlı bazı mimarların yayımladıkları Mostar 92
isimli yayınla birlikte bu ifade uzmanlar, akademisyenler, antropologlar, tarihçiler
tarafından kullanılmaya başlar ve savaş alanlarının artık doğrudan şehirler olduğu ve
bu merkezlerin düşünüldüğü kadar güvenli olmadığını göstermek için kullanılır.
Burada dikkat edilmesi gereken en önemli ayrıntı ise herhangi bir savaş sırasında
HALKBİLİMİ DERGİSİ
279
şehirlerde savaşın meydana getirdiği yıkım ve zararla kentkırım kavramı arasındaki
farklılıktır. Yıkım bağlamında her iki ifade de aynı durumu gösteriyormuş gibi
görünse de etnik ve dini inanç üzerine kurulmuş nefret duygusuyla gelişen kentkırım
doğrudan ırkçı, Vandal ve barbar bir özellik taşımaktadır. Öte yandan savaşların
cereyan ettiği süreçte şehir merkezlerinde meydana gelen zarar ve yıkımlar ikincil
zarar olarak nitelendirilmekte, böylece askeri, stratejik ve lojistik değere haiz
hedeflerin vurulması ve hedef alınması sırasında şehirlerin de doğrudan veya dolaylı
hedef olması kaçınılmaz olmaktadır. Şüphesiz buradaki asıl gaye sivil ve savaş
dışında yaşayan insanların bulunduğu yerleşim merkezleri ve şehirleri yakıp yıkmak
ve ortadan kaldırmak değildir. Örneğin İkinci Dünya Savaşı sırasında Berlin ve
Hamburg gibi Alman şehirlerine yapılan, aynı dönemde Almanların Paris ve Londra
gibi şehirlere yönelik girişimleri, ABD’nin Japonya’yı dize getirecek atom
bombalarını Hiroşima ve ardından Nagazaki’ye atmaları yüzbinlerce insanın ölümüne
ve kentlerin yerle bir olmasına neden olsa da kentkırım değil, doğrudan savaşın trajik
neticesi olarak algılanmaktadır (Karasu, 2008:54). Öte yandan Bosna-Hersek’te bu
saldırıların her iki türünü de görmek mümkün olmuştur ve bir yandan savaş devam
ederken yok olan, tahrip edilen ve hasar gören binalar, köprüler, köyler ve kasabalar,
şehirler, yerleşim merkezleri söz konusuyken, ayrıca doğrudan savaşın birincil hedefi
haline getirilerek ortadan kaldırılan binalar, kütüphaneler, inanç merkezleri, arşivler
ve sanat merkezleri ve hatta mezarlıklar vardır. Savaşın yıkıcı etkisinin kaçınılmaz
olacağı ve bundan inkâr edilemez bir boyutta binaların da etkileneceği açık olduğuna
göre bu ülkede yaşanılanlar iki yönlü bir yıkım girişimidir ve stratejik bir plan
çerçevesinde yürütülen kentkırım faaliyeti çok daha acımasız, kural tanımaz, etik ve
ahlaki kuralların dışında bir Vandalizm örneği olur. Nisan 1999’da Sırbistan’a
yönelik NATO bombardımanında savaş uçaklarının Novi Sad ve Belgrad’da Danube
Nehri üzerindeki köprüleri vurması ve tahrip etmesi üzerine NATo komutanının
“Köprüleri özellikle hedef olarak seçtik çünkü köprüler doğrudan ana iletişim
hatlarıdır ve Sırp birliklerinin lojistik ihtiyaçları açısından son derece stratejik öneme
sahiptir.” (Coward, 2009:160) açıklaması kentkırımın dışında bir savaş gerekliliğidir.
Öte yandan Neretva Nehri üzerindeki Mostar köprüsünün başına gelenler ise çok daha
farklı bir boyuttadır. Savaşın kaderini etkileyecek askeri gereklilik kavramı
çerçevesinde alınması gereken tedbirler dışında gelişen saldırılar Boşnak
Müslümanları ülkesiz, tarihsiz, geçmişsiz, hafızası alınmış, dünü olmayan bir toplum
olarak bırakmayı amaçlayan, sonrasında onların da ortadan kaldırılmasıyla yok
edilmiş ve sanki hiç yaşamamış bir toplum yapma çılgınlığıdır. “Heterojen yaşama
şartlarının ortadan kaldırılması” (www.global-discourse.com) olarak da nitelendirilen
kentkırım bir yandan etnik milliyetçiliği böylece körüklerken şiddetle birlikte
heterojen yapıyı ortaya çıkarmaya gayret eder ve böylece arî ve homojen bir yapı
MOTİF AKADEMİ
280
ortaya çıkarmayı planlayan bir düşünce yapısı ve eylem planı olur. Bu bağlamda
örneğin Sırp etnik milliyetçilerinin en çok tepki gösterdikleri ve saldırdıkları arasında
toplumlar arası evlilikler ve bu evliliklerden doğan çocuklardır. Böylece bir toplumun
ortadan kaldırılması ve insanların öldürülmesi faaliyeti binaların, yapıların, kültür
merkezlerinin ortadan kaldırılmasıyla birleşir ve ortaya çok daha trajik bir görüntü
çıkar. Şüphesiz “insanların hayatı her şeyden önce gelmelidir ve geliyor da; ancak
mimarinin ve şehir hayatının yaşayıp devam ettirilmesi de insanların hayatını idame
ettirebilmesi için gereklidir.” (Coward, 2009:159) yaklaşımından yola çıkıldığında
Boşnaklara yönelik saldırıların nasıl bir stratejinin ürünü olduğu da ortaya çıkar. Öte
yandan Almanların Selanik’te gerçekleştirdikleri eylem ise tam manasıyla kentkırım
örneğidir. Çoğulcu ve birlikte yaşama sanatına, hoşgörüye, inançlara ve kültürel
mirasa aykırı kentkırım olgusu doğrudan bir etnik kimliğe karşı ötekileştirme
çabasıdır ve burada savaşın yıkımıyla kentkırımın yıkımları belki de aynı olsa bile
muazzam bir “niyet farkı” (Karasu, 2008:54) söz konusudur ve “burada dine ve/veya
etnik kimliğe dayalı nefret savaşın getireceği her türlü çıkar ve maddi kaygının
üzerindedir. Kentkırımda kentin içinde yaşayanlarla birlikte tahrip edilmesi, hatta yok
edilmeye çalışılması savaşın getirdiği yıkımın bir sonucu değil, başlı başına bir
sonucudur.” (Karasu, 2008:54). Şüphesiz özellikle kütüphane ve arşivler tarih
boyunca çeşitli şekillerde zarar görmüşler, tahrip edilmişlerdir. Bu ilim ve kültür
merkezlerinin kaderleri dikkatsizlik, kazaen meydana gelen yangınlar,
kundaklamalar, yağma ve talan, hava saldırıları ve topçu ateşleri, çeşitli şekillerde su
baskınları ve sel felaketi, haşereler, arşivciler, buralardan istifade edenler yanında
doğrudan savaş döneminde düşman saldırıları, milisler, isyancılar, kendilerine
“özgürlük savaşçıları” ve “partizanlar” gibi isimler veren gruplar, karşı devrimciler
gibi çeşitli kesimlerce tahrip edilmeye devam edecektir (Hoeven ve Albada, 1996:19)
ve bu arşiv ve kütüphanelerin kaderidir de; ancak etnik homojenlik yaratma
saplantısındaki kentkırım kavramı içerisinde bilinçli, kötü niyetli ve doğrudan
buralara yönelik imha ve yıkım söz konusudur. Bosna-Hersek’te yaşanılan etnik
temizlik saldırıları ve ülkenin dününün ortadan kaldırılmaya çalışılması “urbicide”
dışında konuyla ilgili literature “memoricide” kelimesini de kazandırmıştır.
Memoricide kelimesi Bosna-Hersek’te binlerce yıllık geçmişe sahip tarihi yapıların,
kutsal mekânların, anıtların, binlerce kültür ve sanat merkezinin tahrip edilmesi ve
yok edilmesiyle ilgili sistematik etnik temizlik girişimini nitelemektedir (Hamblin,
1999:40).
Öte yandan Saraybosna şehrinin Miljacka vadisi ve dağların çevirdiği nehir
gerisine konuşlandırılan Sırp topçusu ve keskin nişancıları tarafından başlatılması ve
soykırım ve kentkırım faaliyetlerine geçilmesi üzerine 5 Nisan 1992 tarihinde
HALKBİLİMİ DERGİSİ
281
Saraybosna’da yapılan “Bosna’yı Bölmeyin.” yürüyüşüne katılan farklı dinlerden,
değişik etnik gruplardan binlerce insan asırlardır iç içe, yan yana, ahenkle
yaşadıklarını belirterek dünya güzeli kentlerini utanç barikatlarıyla böldürmemek için
yürürler. Amaçları nehrin öteki yakasındaki Grbavika’ya ulaşmak ve şehrin her
noktasının hala Saraybosnalılara ait olduğunu göstermektir. Ancak aniden Sırp
silahları ateş kusmaya başlar ve Vrbanya köprüsünde Tıp Fakültesi öğrencisi 21
yaşındaki Suada Dilberoviç öldürülür. O günden sonra bu köprü Suada Köprüsü
olarak anılır. Sonrasında başlayan savaşla beraber Bosnalılar öncelikle insan
olduklarını hiçbir zaman unutmadan kültürel ve sosyal faaliyetlerine devam ederler.
Sırp katliamlarının devam ettiği günlerde soykırım ifadesi kendisine çok benzeyen bir
başka ifadeyi de bulur; kentkırım. Esasında Sırpların özellikle Bosna-Hersek’in
başkenti Saraybosna’yı hedef almasının asıl sebebi bu şehrin en karakteristik
özelliğinin çok kimlikli etnik yapısı ve buna bağlı olarak ortaya çıkan çok kimliklilik
ve çok kültürlülüktür. Şehrin bundan arındırılması ve homojen bir yapının ortaya
çıkabilmesi amacıyla başlatılan kıyım hareketleri ise hem insanlara ve hem de manevi
mirasa yönelik saldırılar ve insanlık suçları olarak ortaya çıkar. “Sevgilim hayat, kız
kardeşim Bosna.” diyerek hayata sarılan Bosnalılar, Sırp keskin nişancılarının
acımasız ateşinden korunarak hayata bağlanırlar. Ancak 22 Kasım 1995 Daton Barış
Antlaşması sonrasında savaş sona erdiğinde yüzlerce, binlerce kayıp yanında
kaybedilen bir şey daha vardır; yılların kültürel mirası. UNESCO tarafından yapılan
tanımlamaya göre kültürel miras; geleneksel yapılar, tarihi şehir merkezleri ve
arkeolojik yapılar gibi somut ve taşınamaz, tablo, heykel, para ve ferman gibi
taşınabilir, enkaz ve sualtı tarihi şehirler gibi su altı somut değerler, ayrıca sözlü
gelenekler, güzel sanatlarla ilgili performans sanatları, ritüeller, bilgi ve yetenekler
gibi taşınamaz değerler ve son olarak fiziki, biyolojik ve jeolojik ve kültürel
değerlerle doğal hayat kaynaklarından oluşmaktadır. Böylece soykırım ifadesinden
sonra dünya savaş literatürü böylece kentkırım ifadesiyle de karşılaşmış olur
(Wellington, 1995:87). Yok edilen kültür ve tarihi mirasla beraber, gaye bunlara sahip
çıkan Boşnakların da yok edilmesi veya ülkeden sürülmeleridir. Uzun vadeli bir
gayeye hizmet eden bu Sırp düşüncesi bu bölgelerin daha önce Sırplar tarafından hiç
sahiplenilmediğini, bölgenin hep Boşnak toprağı olduğu gerçeğini de yok etmektir.
Bunun ardından yaratılmaya çalışılan ise çok kültürlülük ve çok kimlikliğin yerine
Bosna Sırp Cumhuriyeti gibi yeni oluşumların suni gelişimidir. Kültür ve sanat
merkezlerini yerle bir eden, camileri, kiliseleri yıkan, geçmişle ilgili tarihi,
mezarlıkları, okulları, kütüphaneleri yok eden Sırpların düşüncesi ülkelerinden
attıkları Boşnaklara ülkelerine döndüklerinde kanıtlayabilecekleri bir tarihi geçmiş
bırakmamaktır. Bosna tarihini ortadan kaldırmak, özellikle hoşgörü ve Yahudi,
Müslüman ve Hıristiyanların yan yana yaşarken meydana getirdiği farklı etnik
MOTİF AKADEMİ
282
toplumların dayanışması Sırpları en çok rahatsız eden hususların başında gelmektedir.
Bu düşünceye taban tabana zıt olarak Boşnaklar ise ülkenin çok kültürlü tarihi
yapısını, hoşgörülü toplum hayatını ve tarihi geçmişi zenginleştiren ortak kültür
mirasını hep savunurlar. Bir Saraybosnalı bu durumu “Biz birbirimizi hiçbir zaman
diğerinden farklı düşünmedik. Bu bir hoşgörü meselesi de değil. Biz birbirimizi hep
aynı hissettik.” sözleriyle açıklar ve Hitler’e benzettiği Sırp lider Radovan
Karadziç’in de insanları ayırıp bölmeye çalıştığını iddia eder. Sadece insanları
katletmeye ve onları ortadan kaldırmaya yönelik değil, ayrıca o insanların
kimliklerini, kişiliklerini ve direnç güçlerinin izlerini ortadan kaldırmaya yönelik bu
saldırılar modern insanlık tarihinin tek seferde en büyük kitap katliamına da ev
sahipliği yapacaktır (Shannon, 2005:2). Bütün Bosna’da kütüphane, arşiv, müze,
kültür ve sanat merkezleri gelecek nesillere Bosna’da farklı etnik topluluklara mensup
insanların yıllarca yan yana ve problemsiz yaşadıklarını gösterecek en önemli deliller
olarak görüldüğünden Sırplar tarafından planlı ve sistemli bir şekilde yok edilirler
(Lane, 1992:8). Söz gelimi Saraybosna’da neredeyse her metrekaresi mayınlanan
Yahudi Mezarlığı’nın mayınlardan temizlenme çalışmaları 26 Mart 1998 tarihinden
itibaren yoğunlaştırılır. Burada söz konusu olan geçmişten gelen karşılıklı nefret
duygusu değil, geçmişi yok etme arzusudur. Barok sanatının en güzel örneklerinden
olan ve Sırplar tarafından hallaç pamuğu gibi atılan Tuna nehri kıyısındaki Vukovar,
Sırpların iştahını kabartan ve Adriyatik’in incisi sayılan güney şehri Dubrovnik,
Saraybosna ve savaşın neredeyse sembolü haline gelen Mostar’daki köprü hep
kentkırımın kurbanı olurlar. Özellikle Avrupa’nın göbeğindeki Saraybosna’nın kültür
mozaiği savaş boyunca tepelerde mevzilenmiş “kurtarıcıların” (Çoliç, 1996:65)
bombalarıyla yerle bir olur. Bütün dünya basınının olayları yakından takip etmek için
kaldığı, buna rağmen bombardımandan kurtulamayan Saraybosna’nın en modern oteli
Holiday Inn, Elektroprıvreda olarak bilinen elektrik idaresinin merkezi,
balkanlar’daki en güzel tren istasyonu olarak bilinen saraybosna gar binası, savaştan
önce faal olarak çalışan tütün fabrikası, mezarlıklar, taş köprüler ve yollar, çeşmeler
ve mezarlıklar, Güneş Sitesi, UNIS olarak da bilinen ancak Saraybosna fıkralarında
Momo ve Üzeyir adıyla anılan kentin değişik kökenlerinin bir sembolü olan mavi
camlı çifte gökdelenler ve Marindvor semtindeki Bosna-Hersek Cumhuriyeti
Parlamentosu savaş boyunca binlerce mermi, top, havan ve roket ateşiyle darmadağın
olmuş kültür merkezlerinden sadece birkaçıdır. Savaşın başlamasının hemen ardından
Boşnak mimarlar da harekete geçer ve dünyanın dört bir yanındaki meslektaşları
vasıtasıyla bu kirli savaşın sonlandırılması için yardım talebinde bulunurlar. Bu arada
mimarların bir başka faaliyeti ise “Warchitecture” (Kane, 2011:33) isimli özel bir
savaş dönemi dergisi yayımlamalarıdır. Şüphesiz ülkede ötekileştirme ve
kimliksizleştirme çabaları çerçevesinde saldırıya uğrayan ve tahrip edilenler bunlarla
HALKBİLİMİ DERGİSİ
283
sınırlı değildir ve ayrıca alışveriş merkezleri, pazarlar, oteller, çocuk oyun parkları,
kamu binaları, halkın genel olarak devam ettiği kafe ve dinlence merkezleri de bu
yağma ve yıkımlardan nasibini alan yerler arasındadır. 2 Mayıs 1992-26 Şubat 1996
döneminde 1395 gün (Bollens, 2001:171) Sırp kuşatmasında kalan Saraybosna’da bu
dönemde toplantı ve çalışmalarına devam eden parlamentoya diğer şehirlerden gelen
milletvekilleri havaalanının altından geçen 1.2 metre genişliğinde, 1.6 metre
yüksekliğinde ve 760 metre uzunluğunda olan Dobrinja-Butmir tünelini kullanarak
gelirler. Lahey Adalet Divanı’nda savaş suçlusu olarak yargılanan Sırb Devlet
Başkanı Slobodan Miloseviç’in “kentlerin ırkların birbirleriyle temas ettiği,
dolayısıyla ırksal bozulmanın yaşandığı sapkın alanlar” (Karasu, 2008:60) olduğu
nitelendirmesi bu saldırıların nasıl bir ruh halinin sonucu olduğunu da ortaya
koymaktadır. Öte yandan Eylül 1992 tarihinde Saraybosna’yı çevreleyen tepelerden
şehri top ve çeşitli çapta silahlarla atış yağmuruna tutan Sırp milislerin komutanıyla
bir görüşme yapan BBC muhabiri Kate Adie sadece yabancı gazetecilerin ev TV
ekiplerinin kaldığı bilinen Holiday Inn otelinin Sırp keskin nişancıları ve topçusu
tarafından neden gece gündüz ateş altında tutulduğunu sorar ve o Sırp komutan bu
durumla ilgili olarak özür diledikten sonra adamlarına otelin vurulması yönünde bir
emir vermediğini, fakat asıl hedeflerinin otelin hemen arkasındaki 220.000 ciltlik
muhteşem bir arşive sahip Ulusal Müze’nin çatısını havaya uçurmak olduğunu belirtir
(Riedlmayer, 1995:11). Tam 3.5 yıl devam eden müzeye yönelik kuşatma ve
saldırılarda önce müzenin çatısı tamamen ortadan kalkar (The New York Times, 28
Mayıs 1994), ardından 300’den fazla pencere, onlarca kapı ve hemen hemen bütün
galeriler ve sergi salonları birer birer ortadan kaldırılır. Böylece müzenin daha
güvenli bir yere taşınma imkânı olmayan bütün tarihi ve kültürel değerleri hem topçu
atışı ve yangınlar hem de diğer dış etkenlerden zarar görerek imha olur. 1992–1995
sürecinde müzeye yönelik bu saldırılar böylece 1945–1992 döneminde Yugoslavya
Federal Cumhuriyeti olarak eski Yugoslavya’daki diğer müzelerle işbirliği içinde
açılan ve Yugoslavlık vurgusu yaparak insanları ortak kültür ve asgari müştereklerde
birleştiren “Yugoslav halkının geleneksel giyim tarzı, Yugoslavya’nın ağaçları ve
çalılıkları, Yugoslav tabiat, hayvanat ve nebatatı, Yugoslav folkloru ve yaşayışı”
(Loziç, 2011:78) gibi onlarca sergiyle yaratılan kültürün doğallaştırılması çabaları ve
sonrasında bu müzeye yönelik uluslararası finansal destek girişimleriyle ilgili olarak
sadece müzenin gelişimini değil, ayrıca Botanik Bahçesi gibi farklı yapıları da
derinden etkiler.
Etnik temizlik ve masum insanların topluca katledilmeleriyle birlikte
insanların çeşitli kurum ve kuruluşlarda ve kendi özel arşivlerinde ve dört duvar
arasında korumaya çalıştıkları geçmişleri yanında Saraybosna’da ayrıca tarihi
MOTİF AKADEMİ
284
postane, 1.5 milyondan fazla kitap, süreli yayın ve nadir eserlerle dünya çapında bir
kütüphane olan Osmanlı-Avusturya/Macar mimari tarzında inşa edilmiş Milli
Kütüphane (Riedlmayer, 1996:99), Osmanlı mimarisinin tipik ve en güzel
örneklerinden olan ve bütün savaş boyunca top atışına maruz kalan Baş Çarşı,
1898’de Rönesans tarzında inşa edilen Milli Tiyatro, 14. Kış Olimpiyatları Müzesi,
Temmuz 1993 tarihinde ve savaşın ortasındayken bile “Saraybosna Savaş Resimleri
Sergisi” gibi bir sergiye ve sahipliği yapma başarısı gösteren Bosna-Hersek Tarih
Müzesi, Osmanlı belgeleri, İslam ve Yahudi el yazmalarından oluşan en büyük
koleksiyonların bulunduğu Saraybosna Şarkiyat Enstitüsü (Sarajevo Oriental
Institute) (New York News Day, Kasım 1992) ve Saraybosna Üniversitesi’nin 16
fakültesinden 10’una ait muhteşem kütüphaneler (Shannon, 2005:3) ve Hukuk
Fakültesi de Sırplar tarafından yakılıp yıkılır (Balcı, Kasım 1997:132). 17 Mayıs 1992
akşamı başlayan bu merkeze yönelik Sırp saldırısı ülkenin en büyük ve en seçkin
İslam eserlerinin bulunduğu arşivleri de ortadan kaldırır. Bu manevi kültür merkezi
de tıpkı diğerleri gibi bilinçli ve kasıtlı bir stratejinin kurbanı olur ve Sırp topçusu
civardaki binalara hiçbir şekilde zarar vermezken doğrudan ve sadece buraya
odaklanır ve taş taş üstünde kalmayıncaya kadar ateşe devam eder. Bu merkezin
ortadan kaldırılmasıyla ilgili bir iddia ise ülkedeki Türk ve İslam izlerini ortadan
kaldırmaya yönelik olarak merkezde bulunan tapu kayıtlarının ortadan kaldırılmak
istenmesidir. Arapça, Persce, İbranice ve Slavca 5263 el yazması, Bosna’nın son 500
yıllık tarihine ışık tutacak 7000 belgelik Osmanlı arşivi, 19. Yüzyıl el yazmaları ve
bundan başka 200.000 belge, doküman, mikrofilm bu saldırılarda kül olur. Başka
binalara zarar verilmeden sadece kütüphane ve bu enstitünün topa tutulduğu bu
saldırılarla ilgili olarak Radovan Karadzic Boşnakları suçlar ve binanın mimarisini
beğenmedikleri için binayı onların yaktığını iddia eder. 25 Ağustos 1992 günü
akşamında Sırp milislerin kasıtlı, bilinçli ve nefret dolu stratejileri sonrasında derin
bir vadinin tabanında ve Saraybosna şehir merkezinde bulunan kütüphane tam
anlamıyla bombardımana ve top atışına maruz kalır. Altı farklı noktadan top ateşine
başlayan vadinin batı ve doğu cephesine konuşlanmış Sırpların bu saldırı sırasında
kullandıkları silahlar imha gücü zayıf; ancak düştüğü yerde peş peşe yıkımlara neden
olacak türden silahlardır. Top ateşinin sadece kütüphaneye odaklanması, bugüne
kadar kütüphanenin etrafındaki bütün yapıların sapa sağlam ve ayakta kalması,
civardaki diğer yapılara yönelik saldırı olmaması ise buradaki amacı açıkça
göstermektedir. Öte yandan kütüphaneye yönelik saldırı devam ederken makineli
tüfeklerle kütüphaneye çıkan bütün yolların yaylım ateşine alınması ve kütüphanenin
yanmaya başlamasının ardından top ateşinin kesilerek itfaiyenin ve diğer yardım
ekiplerinin bölgeye gelişinin engellenmesi de üzerinde durulması gereken bir başka
noktadır. Kütüphane top ateşinin ardından 15 saat daha yanmaya devam eder ve ne
HALKBİLİMİ DERGİSİ
285
tarihi binayı ne de içerideki kitapları kurtarmak mümkün olabilir. Nazilerin İkinci
Dünya Savaşı esnasında 45 ayrı yerde 20 milyon civarında kitap yaktıkları göz önüne
alınırsa Sırpların tek bir günde ve tek bir yerde 1 milyondan fazla kitap, tarihi belge
ve dokümanı yakıp kül etmelerinin manası daha iyi ortaya çıkar. Gönüllü
Saraybosnalıların, kültür ve sanat insanlarının harabeye dönmüş kütüphaneye bir
insan zinciri oluşturarak gitmesi ve geride kalanları kurtarmaya çalışması o günlerle
ilgili hatırlanacaklar arasındadır. ABC televizyonunun kamerasına konuşan bir
Boşnak “Sadece kıymetli birkaç eser kurtarabildik. Her şey yandı kül oldu.
Mirasımız, ulusal mirasımız da küllere karıştı.” diyerek üzüntüsünü belirtir. Bu
saldırıda tamamen tahrip olan kütüphane kentkırımın simgesi haline gelir. Savaş
devam ederken bile devam eden düzenlemeler sonucunda kütüphane birçok yerli ve
yabancı sanatçının eserlerine ev sahipliği yapacaktır. 1000’den fazla cami, 150’nin
üzerinde Roman Katolik kilisesi,15 Ortodoks kilisesi, 4 sinagog, özel ve devlet
kütüphaneleri, arşivler, müzeler silahlı saldırıların ve top mermilerinin hedefi haline
gelir, bombalanır, yakılır, dinamitlenir ve 1000’den fazla sanat eseri savaşın başladığı
günden itibaren yok olur. 17 Mayıs 1992 günü başlayan Sırp saldırıları doğrudan
kültürel miras ve geçmişin izlerini silmeye yönelik bir girişim olduğundan sadece iki
saat içerisinde Saraybosna Şarkiyat Enstitüsü yerle bir olur ve sadece bir harabe
yığını haline gelir (Zeco ve Tomljanoviç, Temmuz 1996:296). Enstitüdeki doğum,
evlilik ve ölüm kayıtları yanında 7.000’den fazla 17-19. yüzyıl arasına tarihlenen
belgeler, Türkçe fermanlar ve yazılar, Bosna-Hersek’le ilgili binlerce belge,
doküman, arşiv kaynağı da bu arada yok olur. Böylece Balkan araştırmaları
konusunda dünyanın en büyük ve gelişmiş arşiv ve kültür kaynağı yok edilir. Bugün
Saraybosna Şarkiyat Enstitüsü üzerindeki bir plakette savaşın acıları ve yıkımını
hatırlatmak üzere “Unutma ve Uyar” cümlesi bulunmaktadır (Bevan, 2010:7). Ayrıca
örneğin Bosanska Krupa, Bosanski Novi, Bosanski Samac, Bratunac, Foca, Kljuc,
Nevesinje, Prijedor, Sanski Most, Srebrenica, Visegrad ve Zvornik gibi yerleşim
merkezlerinde (Counsil of Europe Parliamentary Assembly, Information Report Doc
6756, 2 Şubat 1993.) bölgenin Müslüman halka ait İslam merkezli bütün arşivler
Sırplar tarafından imha edilmiştir (Riedlmayer, 2002:11). 25 Ağustos 1992 günü
yakılıp ortadan kaldırılmadan evvel 1.200.000’den fazla kitap, 155.000 nadir yazma
kitap, yazma ve fermanla 478 tarihi belge, 600.000’den fazla Boşnakça sürekli yayın
seti, 19. yüzyıldan itibaren Bosna’da basılan ve yayımlanan binlerce kitap, dergi,
gazete, devletin ulusal kayıtları ve kaynakları, Bosna-Hersek tarihiyle ilgili olarak
başka hiçbir yerde bulunamayacak değerde arşiv belgeleri, Bosna tarihi, sosyal,
ekonomik, kültürel hayatıyla ilgili belgeler ve Saraybosna Üniversitesi arşivi ve
kaynaklarının bulunduğu Milli Kütüphane (UN In Trial Chamber Case No.It-03-67-T,
14 Nisan 2010) saldırısını gören bir kütüphaneci o gün yaşadıklarını “…Top ateşi
MOTİF AKADEMİ
286
günlerce sürdü. Yanan kitapların dumanından gökyüzü görünmez oldu ve neredeyse
şehrin tamamı yanmış kitapların külleri, uçuşan kâğıt parçacıklarıyla ve kapkara ve
pis bir örtüyle kaplandı. Havalarda uçuşan bir kâğıt parçasını ve bir kitabın sayfalarını
yakalayıp ne kadar sıcak olduğunu hissetmeye veya bir şeyler okumaya çalışıncaya
kadar elinizdeki o tuhaf ve kapkara şeyler eriyip toz duman oluyordu.” (Riedlmayer,
2002:11) diyerek açıklar. Çok değerli birkaç kitap dışında hiçbir şeyin kurtarılamadığı
bu saldırlar sırasında canla başla çalışan bazı kütüphane görevlileri de Sırp keskin
nişancılarının hedefi olarak hayatlarını kaybederler (Riedlmayer, a-1995:337). Savaş
bittiğinde bu muazzam dünya mirası kütüphanenin %90’ı tamamen yok olmuş
durumdadır. Savaştan önce toplam 60 profesyonel kütüphaneci yanında ortalama 150
kişinin çalıştığı kütüphaneden yaklaşık %10’luk bir kısmı kaçarak Sırp tarafında
mücadeleye başlamış, bazı çalışanlar da mülteci durumuna düşmüştür. Bu noktada
bütün Boşnak halkı gibi kütüphanecilerin insanüstü gayreti, kütüphaneyi yerle bir
edilmiş olsa da çalıştırmaya devam etmeleri, geride kalan kitapları kurtarma
teşebbüsleri ve sanki normal zamanlardaymışçasına her gün düzenli olarak mesaiye
gitmeleri Boşnaklara savaşı kazandıran moral-motivasyon unsurlarıdır; (Zeco ve
Tomljanoviç, Temmuz 1996:297)
“…Geride kalan bizler kütüphanenin tahrip edilmesinden sonra bile her
gün işe gidip gelmeye devam ettik. Bizi işe getirecek ulaşım vasıtası
olmadığında kütüphaneye yürüyerek gidip geldik ve Novi Grad, Ali Pasino
Polje, Mojmilo, Vojnicko Polje veya Dobrinja gibi ben dâhil çalışanların
oturdukları Saraybosna’nın banliyölerinden her gün kütüphaneye gidiş geliş
15 kilometre yayan yol kat ettik. Biz yürürken bombalar ve top mermileri
etrafımıza düşüyordu ve bizler Sırp keskin nişancıların açık hedefi
durumundaydık. İşe giderken yaralanmış veya öldürülmüş soydaşlarımızı da
görüyorduk. Bütün güçlüklere rağmen işimizi devam ettirmeye kararlıydık.
Hepimiz açtık çünkü yiyebileceğimiz neredeyse hiçbir şeyimiz yoktu.
Üşüyorduk çünkü ısıtıcımız veya elektriğimiz yoktu ve çoğu zaman BM ve
itfaiye tarafından sağlanan kuyuların, su tanklarının veya tankerlerin başında
su için kuyrukta beklerken bombalanıyorduk. Bütün bunlara rağmen
bombalanmış kütüphanenin bodrum katlarındaki kitapları dışarı çıkarmaya
ve Branilaca Grada Caddesi’nde Boşnak Kültür Merkezi’nde kiralanan bir
yere taşımaya devam ettik…”
Savaş sonrasında sadece 30’u kütüphanecidir ve toplam çalışan sayısı ise 50’ye
düşmüştür. Bazı Boşnaklar ise gönüllü olarak savaşa katıldığından artık kütüphane
rafları yerine cephededirler. Geriye kalanlar ise kütüphaneyi koruyabilmek için
HALKBİLİMİ DERGİSİ
287
mücadele etseler de başarılı olamayacaklardır. Kütüphanenin ortadan kaldırılışı ve
şehrin üzerine kaplanan yanmış kâğıt tabakasını gören Aida Musanoniç’in ifadesiyle
yapılmak istenen doğrudan askeri bir güce karşı saldırı veya bir toprağın ilhak edilmesi
değil, bir halkın kültürel geçmişinin ve o halkın kültürel varlığının bütün izlerinin
ortadan kaldırılmasıdır (http://www.onsitereview.ca/storage/erinkoenig.pdf). Bu imha
ve yok etme girişimleri sonrasında yanmış kavrulmuş arşiv belgeleri ya artık birer çöp,
ya da kül halinde toprağa karışmış durumdadır. Bosna-Hersek’teki kütüphanelerin
ortadan kaldırılması sırasında kütüphane çalışanlarının bunu engellemeye yönelik
insanüstü gayretleri olduğu kadar savaşın şiddetinin artması ve safların daha net ve sıkı
bir şekilde belli olmasının ardından etnik ve dini inançlarla ilgili ayrımlar ön plana çıkar
ve bazı kütüphaneciler değerli kitaplar gibi önemli kaynaklarla kaçmayı yeğlerken bir
kısmı da kütüphaneleri kurtarma ve koruma derdindeki meslektaşlarını sabote etmeye,
yangınları söndürmeye çalışan itfaiyecilere ateş etmeye başlarlar (Bevan, 2010:7).
Avrupa’nın ortasındaki bu kültürel yıkım ve imha hareketi öyle bir hal alır ki ülkenin
dünle bağlantısını sağlayan bu kültürel miras imha edilmekle kalınmaz, ayrıca geride
kalan enkaz ve harabe de ortadan kaldırılarak bu topraklardaki kültürel mirasa yönelik
etnik, kültürel ve dini temizlik tamamlanmaya çalışılır (Riedlmayer, 2002:98). Bu
modern yapıların yanında, Osmanlı dönemine ait en önemli el yazmalarının bulunduğu
500 yıllık tarihi Gazi Hüsrev Bey Camii ve Kütüphanesi de Mayıs 1992 tarihinde bu
barbarlıktan nasibini alır. Aynı bölgede bulunan 16. yüzyılda İspanya’dan kaçan
Yahudi mülteciler için yapılan sinagog, 1539 tarihli Ortodoks kilisesi ve Roman
Katolik katedrali de hasar görürler. Bütün dünyanın gözü önünde bütün bu olup
bitenlere rağmen özellikle de Saraybosna’da hayat yine de devam eder. Ateş altında
birlik ve beraberlik sembolü haline gelen Saraybosnalılar (Lane, 1993:8) cesaret ve
kültür birikimlerini de sınama fırsatı bulurlar (Wellington, 1995:8). Geçmişten gelen bir
nefret duygusuna bağlıymış gibi görünse de esasında Bosna-Hersek’te yakılıp yıkılan
ve tahrip edilenler sadece manevi miras ve kültür değil, geçmişin izleri, hoşgörü ve
yıllar boyunca birlikte yaşamayı başarmış insanların geçmişidir de.
19. yüzyıl Türk Barok mimarisinin en güzel örneklerinden olan Buna Nehri
kıyısındaki Blagaj Tekkesi, bütün Balkan coğrafyasındaki en güzel 7 camiden birisi
olarak kabul edilen Yusuf Paşa Camii, 16. yüzyıl yapımı olan Donji Vakuf’taki
Hanavgadina Camii, Nevesinje’deki 16. yüzyıldan kalma üç camii, Kazancı’da
bulunan ve önce kendisi, sonra da kalıntıları ortadan kaldırılan 17. yüzyıldan kalma
camii de Sırp topçusunun ateşinden kurtulamayan ve yerle bir olan eserler arasındadır
(Chapman, 1994:121). Öte yandan savaşın başlamasının ardından hep çatışma
ortamının dışında kalmış olan ve Kasım 1992 tarihinde Sırp Cumhuriyeti ilan edilerek
burada bulunan müzenin yeni kurulan ülkenin tek merkezi müzesi olduğu ilan edilen
MOTİF AKADEMİ
288
Banja Luka bölgesinde Nisan-Eylül 1993 sürecinde bölgenin bütün camilerinin yerle
bir edilmesi, şehir merkezinde bulunan ve bölge valisi Ferhat Paşa tarafından 1583
yılında yaptırılan bölgenin en eski camilerinden Ferhadiye Camii’nin de ortadan
kaldırılması, 6 Mayıs 1993 günü Djurdjevdan Günü kutlaması yapan Sırpların bütün
Müslüman ahaliyi Banja Luka’da evlerine kilitlemeleri ve kutlamaların tam bir
Müslüman kıyımına dönüşmesinin ardından bölgeye gelen dozerler ve iş
makinelerinin şehirdeki bütün tarihi camileri yıkarak yerle bir etmeleri, Ferhadiye
Camii’nden geriye kalan minarenin ise Bosnalı Sırp Belediye Başkanı Predrag Radic
tarafından tehlike arz ettiği gerekçesiyle yıkılması ülkenin tamamına yayılmış
kentkırım girişimlerindendir. 1993 sonunda ise şehirdeki bütün İslam eserleri yanında
11 Roma Katolik kilisesi de ortadan kaldırılmıştır. İnsanları kaynaştıran, bir arada
tutan, hoşgörü ortamı sağlayan inanç merkezlerinin ortadan kaldırılması bölgede
yaşayan 550.000 Müslüman Boşnak, Katolik Bosnalı Hırvat, çingeneler ve diğer
unsurların da artık burada yaşayamayacağı anlamına gelmektedir ve bu insanlar da
silah zoruyla yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kalırlar (Riedlmayer, 2002:11).
Böylece savaştan önce yüzbinlerce Boşnak ve Hırvat’ın yaşadığı bu bölgede etnik
temizlik uygulamasıyla bölge tamamen arındırılıp istendiği gibi homojen bir yapıya
kavuşturulurken kültürel miras da ortadan kaldırılır. Öte yandan yıkılışının 7. yılında
7 Mayıs 2001 günü Ferhadiye Camii’nin yeniden inşası için başlatılan kampanya ise
bir kere daha Müslüman Boşnaklara yönelik bir kıyım hareketine dönüşür. Sırp
çapulcuların bu saldırısı ve kuşatması yaklaşık 6 saat sürerken bütün kapı ve
pencereleri kıran Sırplar bir yandan da “Türklere ölüm.” naraları atarlar. Bu saldırıya
maruz kalanlar arasında ayrıca ABD, Kanada, İngiliz ve İsveç büyükelçileriyle BM
Bosna Misyonu Başkanı Jacques Klein de bulunmaktadır. İvan Andriç’in o muazzam
romanı “Drina Köprüsü” eserine de ev sahipliği yapan Visegrad bölgesinde ise
Ağustos 1992 tarihinden itibaren insanlar korku ve tedirginlik içinde yaşamaktadırlar
ve her an kaçmaya hazırdırlar. Özellikle sarhoş Sırp milislerin tam bir katliam alanına
çevirdikleri ve onlarca masum insanı katlettikleri tarihi Drina Köprüsü yanında
Visegrad’daki iki camii de saldırıya uğrar ve ortadan kaldırılır. Bu arada savaşın
başlangıcında Vukovar ve Vinkovci bölgelerinin Sırp tank birlikleri tarafından
yağmalanıp ortadan kaldırılması bölgedeki tarih öncesi ve ortaçağ kültür mirası ve
tarihi anıtların da yok olmasına neden olmuştur. Tarihi yapılan ölüm sahnelerinin
çekildiği film sahnesi olarak kullanılması başka tarihi mekânlar için de geçerlidir ve
örneğin Brcko’daki Hacı Paşa Camii bölgede yaşayan Müslüman Boşnaklar için bir
toplama kampına dönüştürülürken Hanifici’de bulunan köy camii de 30’dan fazla
köylünün kapıların kilitlenmesinin ardından diri diri yakıldıkları bir katliam merkezi
haline getirilmiştir (Riedlmayer, 2002:11). Carakovo köyünde ise caminin önünde
silah zoruyla toplanan 18 köylü Sırp milisler tarafından öldürüldükten sonra cami
HALKBİLİMİ DERGİSİ
289
imamı da camiden alınan bir halının içine sarılarak ateşe verilir ve yakılarak
öldürülür. Ardından Sırplar camiyi ateşe verirler ve minaresini de havaya uçururlar.
Burada bahsedilmesi gereken en önemli bulgulardan birisi ise savaş döneminde Sırp
kontrolünde bulunan bölgelerdeki camilerin istisnasız tamamının yıkıldığı veya ağır
hasarlı olduğudur. Ayrıca İslam inancı açısından önemli olduğu var sayılan ve
kültürel miras olarak değerlendirilen bütün yapılar da özenle seçilerek ve nokta atışlar
yapılmak suretiyle imha edilmiştir. Çatışmalar sırasında rastlantısal olarak ortaya
çıkan tahribatın dışında neredeyse saldırıların tamamı bilerek, kasıtlı, planlı ve belli
bir stratejinin parçası olarak bu kültürel değerlere yönelmiş ve öteki olarak kabul
edilen toplumun mevcudiyetinin sembolleri olarak algılanan yapılar hedef alınmıştır.
1992–1995 döneminde sadece Bosna-Hersek’te dini binalara yönelik ortaya çıkan
kentkırım faaliyetiyle ilgili tablo aşağıdaki gibidir;(Riedlmayer, 2002:98)
Bina Tipi
Savaş Öncesi
Toplam Sayı
Sırpların Zarar
Verdiği/Yok Ettiği Toplam
Hırvatların Zarar
Verdiği/Yok Ettiği Toplam
Cami 1149 540-249 789 80-58 138
Mescit 557 175-21 196 43-20 63
Toplam Cami 1706 715-270 985 123-78 201
Dini Okullar 954 55-14 69 14-4 18
Tekkeler 15 3-4 7 1-1 2
Türbeler 90 34-6 40 3-1 4
Vakıflar 1425 345-125 470 60-24 84
Bosna-Hersek Kültürel, Tarihi ve Doğal Mirasını Koruma Enstitüsü
tarafından yapılan açıklamaya göre kesinleşmemekle birlikte savaş sırasında 1.454
kültürel yapı tahrip edilmiştir ve bunlar arasında 1284 İslam merkezli yapılar ve diğer
kültürel binalar, 237 Katolik ve 30 Sırp Ortodoks yapı bulunmaktadır
Mostar’da Kentkırım
Savaş öncesinde “Köprünün Muhafızı” anlamına gelen Mostar şehri ise yapıları ve
anıtlarıyla bir ressamın fırçasından çıkmış gibi bir güzelliğe sahiptir. 16. yüzyılın
sonlarında bölgenin en önemli merkezlerinden birisi haline gelen şehirde Osmanlı
tarafından yönetilen hoşgörü ortamı buradaki İslam, Katolik ve Ortodoks inancına sahip
insanların kutsal mekânlarının birbiriyle iç içe ve hoşgörü ekseninde kaynaşmasına
neden olmuş, böylece Plana köyünde Predojeviç ailesinin yaptırdığı gibi “ortaçağ
MOTİF AKADEMİ
290
kiliselerini andıran camiler, Osmanlı tarzında inşa edilmiş kiliseler ve manastırlar”
(Riedlmayer, 2002:101) yan yana görülmeye başlar. 20. yüzyıl Sırp ideolojilerinin bir
sonucu olarak gelişen nefret ve kin duygusuyla 1992 Nisan ayında Sırp topçusu ülkenin
güneybatısındaki Mostar kentini bombalamaya başlar. 1566’da inşa edilen ve savaşın
sembolü haline gelen Mostar Köprüsü de önce tank mermileri (Counsil of Europe
Parliamentary Assembly, Information Report Doc 6999, 19 Ocak 1994) ve ardından
Hırvat topçu ateşine daha fazla direnemez ve Mostarlıların korumaya yönelik aldıkları
bütün tedbirlere rağmen (Çoliç, 1996:63) Hırvat Ordusu’nun tamamen köprüye
odaklanmış saatler süren saldırısı sonrasında 9 Kasım 1993 tarihinde nehrin sularına
gömülür. Neden bu köprüyü imha etmek istedikleri sorulan bir Hırvat askeri “Sadece
Mostar’daki Boşnakları temizlemek yeterli değildir. Onların tarihi izlerini de silmemiz
gerekiyor.”
(Riedlmayer, 2002:101) cevabını verir. 1997 yılı Eylül ayında
UNESCO’nun desteğiyle SFOR’a bağlı Macar birliği (Sfor Informer, Eylül 1997:23)
tarafından Neretva nehrinden köprünün orijinal taşlarının çıkartılmasıyla başlatılan
çalışmalar Türkiye’nin etüt, proje ve restorasyon hizmeti ve 1 milyon dolarlık maddi
desteğiyle 2004 yılında tamamlanır (Turgut, 2002:361). Köprünün yeniden inşaatında
görev yapan Türk firmasına özellikle Hırvatlar tarafından çeşitli engellemeler yapılır.
Buna rağmen Türkiye’den özel olarak getirtilen Mardinli taş ustaları sayesinde köprü
aslına uygun olarak yeniden yapılır. Mostar’da ortaya çıkan saldırılar sadece bu tarihi
köprüyle sınırlı değildir. Şehirdeki toplam 19 camiden 17’si ve 3 Roman Katolik
kilisesi de Sırp Ulusal Ordusu tarafından ortadan kaldırılanlar arasındadır. Örneğin
Nadzarici’deki Fransiskan Teoloji Okulu yanında Mostar’daki bölge arşivi ve Mostar
Roman Katolik Kütüphanesi de 50.000 ciltten fazla tarihi kaynakla birlikte Sırp topçu
ateşiyle ortadan kaldırılır. Ayrıca etnik temizlik histerisine tutulmuş Sırp ve Hırvatlar
tarafından ülke çapında yüzlerce yerde yapıldığı üzere 16. yüzyıldan kalma Ortodoks
Zitomislic Manastırı da Hırvat milisleri tarafından yakılıp yerle bir edilen mekânlar
arasındadır (Riedlmayer, 2002:105). Mostar’da ortadan kaldırılan bir başka önemli
kutsal mekân ise 1863–1873 döneminde arazisi Sultan Abdülaziz tarafından bağışlanan
ve kilise inşa edilmesi için 100.000 gümüş sikke de bağışlanan Sırp Ortodoks Katedrali
Saborna Crkva olur. Rus Çarı tarafından da iç dekorasyonunda kullanılmak üzere
maddi destek verilen Barok tarzı mekân İkinci Dünya Savaşı’na kadar şehrin sembolleri
arasında kalmış, İkinci Dünya Savaşı sırasında Hırvat faşistlerin bölgede yaşayanlar
yanında bu mekâna yönelik saldırılarına da maruz kalmıştır. Haziran 1992’de ise
bölgeyi kuşatmış olan Sırp birlikleri topçu ateş menzilinden çıktıktan hemen sonra
katedral 15 Haziran 1992 günü gecesi tek ve müthiş bir patlamayla yerle bir edilir.
Bunu gerçekleştirenler taş üstünde taş bırakmama niyetlerini gerçekleştirirler ve
patlamayla birlikte civardaki yüzlerce ev de hasar görür. Bu katedralin ortadan
kaldırılması ve havaya uçurulmasıyla ilgili olarak hiçbir taraf resmen bunu kabul
HALKBİLİMİ DERGİSİ
291
etmemiş olsa da bunun sorumluluğunun Sırp milislerin Katolik kiliselere yönelik imha
hareketlerinin intikamını almak ve misilleme yapmak isteyen Hırvat güçlerinde olduğu
ileri sürülür. Bu arada Hırvat milislerin giriştikleri bir başka faaliyet ise kendi
bölgelerinde yaşayan Sırpları uzaklaştırmak ve hapse atmak olur ve hemen ardından
Ekim 1992 tarihinde Prozor isimli küçük kasabanın camisi bombalarla yerle bir
edilirken çevrede bulunanlar soyulur, darp edilir, korkutulur ve kasabadaki yaklaşık
5.000 Müslüman Boşnak kasaba dışına çıkartılarak dağlara kaçmaya zorlanırlar. Burada
sözü edilen camiler bölgenin Osmanlı mimarisini yansıtan en tipik camileridir ve 1600–
1730 tarihleri arasında inşa edilmiş camilerdir. Sanat tarihçilerinin klasik Osmanlı tarzı
olarak nitelendirmesinin dışında bu camiler bölgede yaşayan Stolac Müslümanları
tarafından da tarihi miraslarının önemli parçaları olarak değerlendirilen eserlerdir. Bu
kutsal mekânları ortadan kaldıran güçler şüphesiz bu insanlarla kültürel mirasları
arasındaki o manevi bağı ve bunun önemini en iyi bilenler arasındadırlar. Savaşın
bitmesinin ardından Ocak 1997 tarihinde BM polis gücü nezaretinde Stolac’daki
evlerine dönmeye çalışan Boşnak Müslümanlar daha kasabaya ulaşamadan Stolac’ın
Hırvat belediye başkanı tarafından yönlendirilen gruplarca taş yağmuruna tutulurlar ve
geri dönmek zorunda kalırlar. Mülteciler kaçmaya çalışırlarken üstlerine fırlatılan
yumurta ve taş yağmuru arasında Hırvat çapulcularının “Artık Müslüman, cami ve
ibadet eden insanlar istemiyoruz.” (Riedlmayer, 2002:105) sözleri de etrafı çınlatır.
Sonuç
Bosna-Hersek’te yaşanan kültürel değerlere ve tarihi mirası yok etmeye yönelik
bu saldırılar ve sistematik imha kampanyası gelecek nesillere ülkede farklı etnik
kökenden gelen ve dini inançları da farklı olan toplulukların ortak bir kültürel miras ve
aynı topraklarda nasıl bir arada huzur, hoşgörü ve barış içinde yaşadıklarını hatırlatan
unsurlar olarak değerlendirildiğinden bunları gösteren her türlü kitap, belge, kaynak,
güzel sanatların çeşitli uygulamaları ortadan kaldırılmıştır. Eski Yugoslavya’nın
parçalara ayrılmasının ardından ülkede yaşayan insanların da etnik kimliklerine göre
parçalanması sırasında Bosna-Hersek’te 4.4 milyonluk nüfusun neredeyse yarısı
evlerinden atılmış, etnik temizlik kampanyasının sistemli bir parçası olarak ülkedeki
evlerin %70’den fazlası geri gelme ihtimali doğduğunda ortada kalmaları veya
dönmemeleri için imha edilmiş ve kullanılamaz hale getirilmiştir. Bosna-Hersek’te
yaşayan insanları her türlü manevi değerleri, inançları, inanç merkezleri, tarihi
geçmişleri, anıları, yaşantıları ve onları geleceğe bağlayan dün kavramıyla birlikte
ortadan kaldırmayı hedefleyen bu saldırılar insanlık tarihinin de yüz karası olgularından
birisidir. Şüphesiz böyle bir kentkırım seferberliğine girişmiş şoven zihniyetin
MOTİF AKADEMİ
292
düşüncesi hiçbir şekilde gerçekleşmesi mümkün olmayacak şekilde ülkede inanç ve
etnik köken bağlamında arî bir sınıf yaratma kaygısıdır. Ayrıca uzun vadeli bir
stratejinin parçası olarak burada gaye o ülkede yaşayan insanları kimliksiz ve kişiliksiz
bırakarak onları zor kullanarak ülkeden atma çabasıdır. 13 Mart 1993 günü Bosna-
Hersek’in doğusunda Sırp kontrolünde bulunan Bijeljina kasabasında tek bir gecede 6
caminin bombalanıp yıkılmasının ardından ertesi gün buldozer ve iş makinelerinin
bölgeye gelerek son kalıntıları ve izleri ortadan kaldırması, bölgeye gönderilen
otobüslerle bu kasabada yaşayan Müslüman Boşnakların başka bir yere götürülmeleri
ve sadece 2 ay sonra aynı bölgeyi ziyaret eden Batılı gözlemcilerin aynı yerde camiler
yerine çiçek bahçeleri ve ağaçlarla karşılaşması bu durumun tipik bir örneğidir.
Şüphesiz bu durum sadece bu bölgeye özel bir durum değildir ve yakılıp patlayıcılarla
tamamen imha edilen yapıların ardından ağır iş makinelerinin devreye girmesi
sonrasında bu yağma ve kıyım hareketini gerçekleştirenler insanları öldürerek bölgede
kendilerinden başka toplumların hayata dair izlerini ortadan kaldırarak yok ederken
başta kiliseler ve camiler olmak üzere bütün Bosna-Hersek’te kültürel mirası yok edip
araziyi bir toprak yığınına getirerek ve sonrasında aynı bölgeye farklı inşaatlar veya
ağaçlar dikmek suretiyle bölgeden uzaklaştırılan insanların kültür kalıntılarını sanki hiç
yaşanmamış bir hale de getirmektedirler. Bosna-Hersek’te yaşananlar dünle bugünü
bağlayan manevi, kültürel ve sosyal bağların ortadan kaldırılması yanında yeni ve zorla
yaratılmış olsa da suni bir gelecek yaratma kaygısıdır. Çünkü kütüphanelerde,
arşivlerde, müzelerde ve kültür merkezlerinde bulunan kültürel miras yeni bir toplum
yaratmak isteyen ve bastırılmış duygularla kin ve nefret duygularını harmanlayanlar
için yok edilmesi gereken toplumun adeta kimliği gibidir. Çoğulcu ve birlikte yaşama
ilkesi çerçevesinde homojenlikten uzak, tarihi süreçte kültürel değerleri harmanlanmış
ve kaynamış toplum yapısını inkâr eden, zora ve şiddete dayalı metotlarla homojen bir
yapıyı hedefleyen ve bunu gerçekleştirmek için etnik temizliği önce insanlara, ardından
binalara uygulayan kentkırım bir yok etme stratejisi ve kıyım hareketi olarak
adlandırılabilir. 5 Nisan 1992 tarihinden başlayarak Daton Barış Antlaşması’nın
imzalandığı güne kadar çok yoğun bir şekilde yaşanan vahşet ve soykırımın sona
ermesinden sonra ortaya çıkan kentkırım gerçeğini gören Bosna-Hersek hükümet
yetkilileri, başta Türkiye olmak üzere pek çok ülkenin yardım ve desteğiyle imar,
restorasyon, tamir, onarım ve yapım çalışmalarına girerler. Savaş sonrasında Bosna-
Hersek’teki kültürel yağma ve yıkımı ortadan kaldırmaya ve yaraları sarmaya yönelik
girişimler arasında 1995 tarihli Daton Antlaşması’nın 8 numaralı başlığı da vardır ve
buna göre oluşturulan İnsan Hakları Koruma Komisyonu yanında Ulusal Kültürel
Anıtları Koruma Komisyonu da bunun için teşkil edilmiştir. Bu arada özellikle Bosna-
Hersek’in neredeyse her köşesinde karşılaşılan ve hemen hemen kentkırımdan nasibini
almamış hiçbir köşesi kalmayan ülkede yıkımın yaralarını sarma gayretleri içerisinde
HALKBİLİMİ DERGİSİ
293
Bosna-Hersek Ulusal Müzesi ve Saraybosna Üniversitesi çalışanları ve kütüphanecileri
kendi çalıştıkları kurumları ve koleksiyonlarını yeniden bir araya getirme çabası içine
girmişlerdir.1995 yılından bu yana Online Computer Library Center isimli kütüphane
kuruluşu Michigan Üniversitesi kütüphanesiyle işbirliği içerisinde elektronik ortamda
bulunabilen bütün Bosna-Hersek konulu bibliyografyayı toplamaya çalışmaktadır.
Böylece halen Bosna-Hersek’te bulunmayan arşiv belgelerinin en azından bir
kopyasının bu ülke arşivlerine kazandırılması amaçlanmaktadır. Bölgede özellikle
Boşnak, Sırp ve Hırvat kimliklerinin karşılıklı hoşgörü anlayışı çerçevesinde tanınması
ve kültürel geçmişin inkâr edilmemesi, bu arada ülkenin geçmişinin ve tarihinin
yeniden yazılması aşamasında karşılıklı sorumluluk alınması ve her bir sosyal grubun
bu bağlamda gerçekten hangi türden katkılar sağlayacağının belirlenmesi ve çok etnik
kimlikli hayatla ilgili ciddi siyasi, dini ve kültürel unsurların desteklenmesi
gerekmektedir. Bununla birlikte böyle bir proje düşünüldüğünden çok daha zor ve
karmaşık bir projedir. Bu aşamada 1994 Nisan ayında bazı Boşnak kütüphaneciler 20
Avrupa ülkesindeki belli başlı kütüphanelere müracaat ederek ülkelerinin
kütüphanelerine materyal temini konusunda yardımcı olunmasını da isterler. Ağustos
1994’den itibaren bu çağrıya Berlin, Turin ve Ljubljana başta olmak üzere çeşitli
kütüphanelerden olumlu cevaplar gelmeye başlar ve 15 Şubat 1995 günü 10.000 Alman
Markı yardım da söz konusudur. Örneğin Boşnak ve Amerikalı akademisyenler ve
uzmanların katılımıyla oluşturulan Bosna-Hersek El Yazmaları ve Fermanları Yeniden
Toplama Projesi isimli oluşum öncelikle mikrofilm, fotokopi ve diğer kaynaklar
yanında birer kopyası farklı amaçlarla daha önce arşivlerde çalışmalar yapmış
akademisyenler ve araştırmacılarda bulunan kaynakları toplamaya çalışmaktadır. Bu
bağlamda Toronto Üniversitesi’nden emekli yaşlı bir profesörün proje kapsamında
gönderdiği 360 sayfadan oluşan ve tamamı Saraybosna Şarkiyat Enstitüsü
arşivlerindeyken yağmalanan elyazmaları ve fermanların kopyaları olan bir çalışma
gönüllere bir parça da olsa su serper. Bugün ülkede yetersiz olmakla birlikte ayrıca
Kültürel Miras Merkezi ve Bosna-Hersek Kültürel, Tarihi ve Doğal Mirasını Koruma
Enstitüsü, Saraybosna Kültürel, Tarihi ve Doğal Mirası Koruma Enstitüsü, Tuzla
Kültürel, Tarihi ve Doğal Mirası Koruma Enstitüsü, Mostar Kültürel, Tarihi ve Doğal
Mirası Koruma Enstitüsü ve Sırp Cumhuriyeti Kültürel, Tarihi ve Doğal Mirası
Koruma Enstitüsü gibi pek çok sivil toplum kuruluşu ve resmi kurumlar kentkırımın
izlerini silmeye çalışmaktadırlar (http://www.arcchip.cz/w05/w05_uzunovic.pdf). Bu
kuruluşların yaptığı çalışmalar arasında taşınabilir ve taşınamaz kültür mirasının
korunması tedbirleri, devamlılığı, korunma tedbirleri konusunda çeşitli dokümantasyon
ve anket çalışmaları, yeniden inşa, restorasyon ve yenileme çalışmaları, modern ve
tarihi sanat eserlerinin değerlendirilmesi ve ülke dışına çıkartılarak tamir görmesi
gerekenler konusunda projeler üretilmesi, anıtsal kültür mirasıyla ilgili gözetim, koruma
MOTİF AKADEMİ
294
ve saklama tedbirleri alma, bilgi, envanter ve dokümantasyon çalışması, kültürel
mirasın ırk, dil ve din ayrımı gözetmeksizin ülkede yaşayan herkes tarafından kabul
edilmesi de bulunmaktadır.
KAYNAKLAR
A-Arşiv Kaynakları
Başbakanlık Kanunlar ve Kararlar Genel Müdürlüğü’nün Sayı B. 02.0./KKG/
165-24/02127 ve 16 Nisan 1993 tarihli kararı.
Başbakanlık Kanunlar ve Kararlar Genel Müdürlüğü’nün Sayı B. 02.0./KKG/
114-353/03257 ve 27 Nisan 1994 tarihli kararı.
Counsil of Europe Parliamentary Assembly, Information Report Doc 6999,
19 Ocak 1994.
Counsil of Europe Parliamentary Assembly, Information Report Doc 6756, 2
Şubat 1993.
UN In Trial Chamber Case No.It-03-67-T, 14 Nisan 2010
B-Basılı Kaynaklar
BOSNA-HERSEK TÜRK GÖREV KUVVET KOMUTANLIĞI. (1997).
Bosna-Hersek Tanıtım Broşürü, Zenica
COWARD, Martin (2009). The Politics of Urban Destruction, New York:
Routledge Yay..
ÇETİNER, Yılmaz. (1994). Şu Bizim Rumeli, İstanbul
ÇOLİÇ, Velibor. (1996). Bosnalılar, İstanbul
GALİ, Butros-B. (1992) Bir Barış Gündemi, New York
GÜRLER, Faruk. (1953). Balkan Seferi 1940-1941, Ankara
HAMBLIN, Penelope. (1999). Alexandria’s Ashes; War and the Loss of
Libraries, University of North Carolina, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, North
Carolina
HALKBİLİMİ DERGİSİ
295
HARP AKADEMİLERİ KOMUTANLIĞI. (1993). Balkanlar’ın Dünü Bugünü
Yarını, İstanbul
HARP AKADEMİLERİ KOMUTANLIĞI. (1995). Bosna-Hersek Gerçeği,
İstanbul
HARP AKADEMİLERİ KOMUTANLIĞI.(1994), Barışı Destekleme
Harekâtı, İstanbul
HARP AKADEMİLERİ KOMUTANLIĞI. (1992). Bosna-Hersek, İstanbul
KANE, Lauren J.(2011) Rebuilding to Remember, Rebuilding to Forget; The
Tangible and Intangible Afterlife of Architectural Heritage Destroyed by Acts of
War, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, New Jersey: The State University of New
Jersey, New Brunswick.
KESER, Ulvi. (1996). UNPROFOR ve Askeri Posta, Ankara: Kara Harp
Okulu Komutanlığı
KOÇAK, Ali ve Münire Acım. (1995), Saraybosna-Karanlıkta Konuşmalar,
Ankara
KULİN, Ayşe. (1999). Sevdalinka, İstanbul
NALCIOĞLU, Orhan. (1997). BM Barışı Koruma Harekâtının Hukuksal
Esasları, Ankara: Genelkurmay Başkanlığı
RIEDLMAYER, Andras J. (2002). Destruction of Cultural Heritage in
Bosnia-Herzegovina 1992-1996;A Post-War Survey of Selected Municipalities,
Cambridge, Massachusettes, ABD
TURGUT, Hulusi. (2002), Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Avrasya ve Demirel,
Cilt II, İstanbul
TÜRK DÜNYASI ARAŞTIRMALARI VAKFI. (1982). Bosna-Hersek,
İstanbul
UNITED NATIONS. (1996). The Blue Helmets A Review of United Nations,
New York
UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı. (1983). Osmanlı Tarihi, II. Cilt, I. Kısım,
Ankara: Türk Tarih Kurumu
WORLD HEALTH ORGANIZATION. (1994), Health Under Fire,
Kopenhag
MOTİF AKADEMİ
296
C-Makaleler
BALCI, Ergun.(1997). “Bosna; Zoraki Güzellik”, Atlas Dergisi, İstanbul,
Sayı 56, s. 132-133.
BEVAN, Robert.(2010). “The Destruction of Memory; A Documentary
Film”, Vast Productions, UNESCO, 2010, s. 7.
BOLLENS, Scott A. (2001). “City and Soul; Sarajevo, Johannesburg,
Jerusalem, Nicosia”, City, Cilt 5, Sayı 2, s.171.
CHAPMAN, J.. (1994). “Destruction of a Common Heritage; the
Archaeology of War in Croatia, Bosnia and Herzegovina”, Journal of Antiquity, Sayı
68;258, s. 121.
GUTMAN, Rou. (1996). “Bosnia; Negotiation and Retreat”, Soldiers For
Peace, New York
KARASU, Mithat Arman. (2008). “Bir Kentin Ölümü; Kentkırım (Bosna-
Hersek Örneği)”, Çağdaş Yerel Yönetimler Dergisi, Cilt 17, Sayı 3, s.54.
HOEVEN, Hans van der ve ALBADA, Joan van. (1996), “Lost memory-
Libraries and Archives Destroyed in the Twentieth Century”, UNESCO General
Information Programme
LANE, Charles. (1993). “Crossing An Invisible Line” Newsweek
LOZİÇ, Vanja. (2011). ” National Museums in Bosnia-Herzegovina and
Slovenia;A Story of Making Us”, EuNaMus European National Museums;Identity
Politics, the Uses of the Past and the European Citizens, Linköping University,
Bologna, s.78.
RIEDLMAYER, Andras. (a-1995).“Maziyi Silmek; Bosna-Hersek’teki
Kütüphanelerin ve Arşivlerin Tahribi”, Türk Kütüphaneciliği Dergisi, Cilt 9, Sayı 3,
s. 337.
RIEDLMAYER, Andras J.(2002). “From the Ashes; The Past and Future of
Bosnia’s Cultural Heritage”, (Maya Shatzmiller), Islam and Bosnia; Conflict
Resolution and Foreign Policy in Multi-Ethnic States, Montreal, McGill-Queens
University Press, s. 98-135.
RIEDLMAYER, Andras. (1996) “Libraries Are Not For Burning”, Art
Library Journal, Harvard University, Cilt 21, Sayı 2, s. 19-23.
RIEDLMAYER, Andras.(1995), “Killing Memory: The Targetting of
HALKBİLİMİ DERGİSİ
297
Bosnia’s Cultural Heritage”, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Komisyonu
RIEDLMAYER, Andras (1996). “Libraries Are Not For Burning”, Art
Library Journal, Harvard University, Cilt 21, Sayı 2, s. 19-23
SHANNON, Supple. (2005). “Memory Slain; Recovering Cultural Heritage
in Post-War Bosnia”, InterActions; UCLA Journal of Education and Information
Studies (12), University of California, Los Angeles, s. 2.
TORSTI, Pilvi. (2004). “History Culture and Banal Nationalism in Post-War
Bosnia”, Southeast European Politics, Helsinki: Helsinki Üniversitesi, Cilt V, Sayı 2-3
ZECO, Muneverave TOMLJANOVİÇ, William B.(1996) “The National and
University Library of Bosnia and Herzegovina during the Current War”, The Library
Quarterly, Cilt 66, Sayı 3, s.296.
WELLINGTON, Dominique. (1995) “Sarajevo: Rising From The Ashes”,
İstanbul: Uluslararası Kütüphaneciler Federasyonu 61. Kongresi
Ç-Süreli Yayınlar
Art Library Journal
Atlas
Büyük Larousse Ansiklopedisi
Çağdaş Yerel Yönetimler Dergisi
Journal of Antiquity
New York News Day
Newsweek
Refugees
Resmi Gazete
SFOR Informer
Soldiers for Peace
Southeast European Union
Talon
MOTİF AKADEMİ
298
The Library Quarterly
UNPROFOR Magazine
D-İNTERNET KAYNAKLARI
http://www.arcchip.cz/w05/w05_uzunovic.pdf
www.global-discourse.com
http://www.onsitereview.ca/storage/erinkoenig.pdf
MOTİF AKADEMİ
300
POPÜLER KÜLTÜR VE TÜRKÜLERİMİZ
Popular Culture and Turkish Folk Songs
Hatice Selen TEKİN*
Özet: Popüler kültür, gündelik yaşamı içerir, yüzeyseldir. Küreselleşmenin etkisiyle
çok hızlı etki gösterebilmekte ve dünya genelinde yaşanmaktadır. Tektipleşmeyi beraberinde
getiren popüler kültürün en etkili olduğu alanlardan biri müziktir. Küreselleşme ve popüler
kültürün etkisiyle yaratılan tektipleşme sonucu, yerel farklılıklar ve kültürel zenginlikler hızla
yok olmaktadır. Müzik sanatında tüm sanat dallarında olduğu gibi sanatın yerini görselliğin
verdiği haz almıştır. Özellikle popüler müzikle çığırından çıkan görsel mesajlar ve
oluşturduğu görsel kirlilik, işitsel kirlilikle beraber tüm toplumsal yapıyı alt üst edecek ölçüde
büyüktür. Bu dejenerasyondan en çok zarar gören anonim oluşları sebebiyle halk türküleridir.
Halk türkülerinin popüler kültür karşısında yok edilmesine, metalaştırılmasına,
tarihinden kopartılmasına karşı durmak müzik bilimcilerimizin önemli bir sorumluluğudur. Bu
çalışmada üç temel noktaya dikkat çekilmektedir. Birincisi; Türkülerin kendi tarihinden
kopartılmaması gerektiğidir. İkincisi; popüler kültür tehdidine karşı türkülerin değerine sahip
çıkılmalıdır. Üçüncüsü; kapitalizmin türküleri metalaştırmasıyla beraber ortaya çıkan
dejenerasyona karşı durmaktır.
Bu üç temel konu çerçevesinde tartışılacak, elde edilen sonuçlar yorumlanacaktır.
Anahtar kelimeler: Popüler Kültür, Popüler Müzik, Halk Türküleri, Küreselleşme,
Medya
Abstract: Daily life is included in popular culture. With the influence of globalization,
popular culture has had rapid and instant effect and been experienced all around the world. One
of the fields on which popular culture to which standardization is inherent is influential is music.
As a result of standardization that has emerged under the influence of globalization and popular
culture, local differences and cultural richness has been rapidly destroyed. As in many branches
of art, the pleasure derived from visuality has taken the place of art in music. The visual
messages, the visual and the auditory filthiness created by them especially in popular music are
tremendous enough to turn the social structure upside down. Folk songs are what are most
seriously damaged by this degeneration due to their anonymous nature.
* Doç., Sakarya Üniversitesi Devlet Konservatuarı Öğretim Üyesi, SAÜ Devlet Konservatuarı Esentepe
Kampüsü/Sakarya, [email protected]
HALKBİLİMİ DERGİSİ
301
Considering our consciousness of music, it is a fundamental responsibility to stand
against the destruction, commoditization and estrangement of folk songs from their history by
popular culture. This study focuses on three main points. First, it is required for folk songs not
to be deprived of their historical background. Second, the value of folk songs should be
preserved against the threat of popular culture. Third, it is important to stand against the
degeneration caused by the commoditization of folk songs by capitalism.
Within the framework of these three doctrines, the subject will be discussed and the
conclusions will be interpreted.
Key words: Popular Culture, Popular Music, Folk Songs, Globalization, Media
Giriş
Toplumlar yaşadıkları sürece kendi tarih ve kültürlerini oluştururlar.
Türkülerin ortaya çıkmasının Türk tarihiyle diyalektik bağı ve uzunca bir tarihsel
süreci vardır. Orta Asya’dan günümüze geçen tarihsel süreçte, zengin bir kültürel
birikim ortaya çıkmıştır. Halkın yaşamına bağlı şekillenen bu birikim, kendi
içerisinde oldukça zengin türkü geleneğini oluşturmuştur.
Toplumun sınıfsal yapısındaki değişmeler, savaşlar, isyanlar, yönetenlerle
yönetilenlerin müziklerinde de farklılıklar yaratmış, bugünden bakıldığında ortaya
muazzam bir birikim çıkmıştır. Türkülerimizin tarihi, mevcut sınıfsal yapıdan
bağımsız şekillenmemiş yönetilenlerin yani halkın içinden çıkmıştır. Türküler
yönetenlere karşı bir tepki olarak da görülür. Tarihimizin şekillenmesine paralel
türkülerimiz şekillenmişlerdir. Dolayısıyla türküler yaşanılan tarihsel süreçten
bağımsız ele alınamazlar. Yaşanılanların ürünüdürler. Gelenekçi çizgimiz, mevcut
tarihsel süreçteki sosyolojik durumla türkülerimizi birlikte kavramaya götürmelidir.
Türküler kendi tarihinden kopartılırsa bozulur, değerlerini kaybederler.
Günümüzde maalesef böyle bir durum söz konusudur. Eğlence sektörünün önemli bir
malzemesi haline gelmiş ve eğlence müziği olarak da kullanılmaktadırlar.
Yaşadığımız yüzyıl kapitalizmin çağıdır. “Küreselleşme” dediğimiz
günümüzdeki süreç yepyeni bir kavram değil, emperyalizmin biçimsel farklarla
kendini ifade ettiği şeklidir. Bilimsel ve teknolojik gelişmelerle, özelikle de
iletişimdeki gelişmelerle yaşadığımız dünya artık çok küçülmüştür. Bu durum bir
yandan avantajlar oluştursa da, diğer yandan yerel farklılıkları yok ettiği için bir
dezavantaj getirir. Küreselleşme her ne kadar finans kapitalin özgürlüğü, serbestçe
dolaşımı hedefiyle başlangıçta ortaya çıkmışsa da, zamanla her şeyi kendi denetimi
altına almıştır. Artık tüm değerler, tüm her şey “tektipleşmek”tedir. Kültürler, yerel
zenginlikler küresel dünyada yok olmaktadır. “Tek kültür” yaratılmakta ve
MOTİF AKADEMİ
302
dayatılmaktadır. Popüler kültür dediğimiz süreç tam da bu noktayı doldurmaktadır.
Küreselleşmenin ideologları “tektipleşme”, “tekkültür”leşme noktasında popüler
kültür dayatmasını, başta medya olmak üzere iletişim teknolojilerini kullanarak tüm
toplumlara enjekte etmektedirler. Aslında temel mesele finans kapitalin serbestçe
dolaşımı karşısında herhangi bir engelin ortaya çıkmamasıdır. Kapitalizmin kendi
sürekliliğinin desteklenmesinden başka bir işlevi yoktur.
Popüler kültür, toplumların yerel kültürel zenginliklerini yok etmektedir. İşte
tamda bu noktada türkülerimizdeki mevcut dejenerasyon popüler kültürün etkisinde
gerçekleşmekte, içleri boşaltılmaktadır. Ortaya çıktıkları tarihsel süreçler yok
edilmektedir.
Küreselleşme öncesi süreçte tüm toplumlar kendi kültürel zenginliklerini
ortaya çıkarmakta ve yaşamakta iken, günümüzde yaşanması gereken kültür o
toplumun önüne konulmaktadır. Örneğin türkü yakma ve ona bağlı olarak da türkü
derleme çalışmaları eskiye oranla çok azalmıştır. Bugün bir yönüyle memnuniyet
duyduğumuz teknolojinin ve çağın iletişim araçlarının en küçük mecralara kadar
ulaşıyor olması, bireye kendi müziğini üretme noktasında fırsat tanımamaktadır.
“Önce insanın müzik üretimiyle ilişkisi kesintiye uğramış, insan artık kendisi müzik
üretmemeye, “kendisi için üretileni” dinlemeye ve izlemeye başlamıştır.”1
Kapitalizmde her şey pazara dökülmüştür. Tüm üretimler piyasa için
yapılmaktadır. Değişim değeri olmayan bir nesnenin herhangi bir değeri yoktur. Bu
anlamda her şey metalaşmaktadır. Müzik de bu noktada metalaşmıştır. Önemli bir
endüstriyel sektör haline gelmiştir. Türküler kar amacıyla dejenerasyona uğratılmakta
ve bozulmaktadır. Tüm tarihsel süreci yok edilmekte, sadece pazar için üretilir hale
getirilmekte ve metalaştırılmaktadır.
Konumuz itibariyle türküler Türk halkının zengin birikimleridir. Popüler
kültür karşısında yok edilmesine, metalaştırılmasına, tarihinden kopartılmasına karşı
durmak müzik bilimcilerimizin önemli bir sorumluluğudur. Burada özetlersek üç
temel nokta dikkat çekmektedir. Birincisi; Türkülerin kendi tarihinden
kopartılmaması gerektiğidir. İkincisi; popüler kültür tehdidine karşı türkülerin
değerine sahip çıkılmalıdır. Üçüncüsü; kapitalizmin türküleri metalaştırmasıyla
beraber ortaya çıkan dejenerasyona karşı durmaktır.
Tüm bu temel noktalara işaret edebilmek için öncelikle türkülerin var
oluşunu, tarihi süreçle birlikte kısaca değerlendirmek gerekir.
1 Cem Pekman, Barış Kılıçbay, (Derleme) Görüntünün Müziği, Pan Yayınları, 2004, s.75
Kaan Taşbaşı, “Türkiyede 1990 sonrası müzik endüstrisi ve görüntü”.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
303
Türk Tarihinde İlk Ozanlar
Müzik her şeyden önce bireysel ve toplumsal bir ihtiyaçtan doğmuştur.
Müzik, bireyin kendini ifade edebilmesinin bir yoludur. İlkel dönemlerde yapılan
müzik eğlenceden çok, günlük hayatı yaşamayı kolaylaştıracak temel ihtiyaçları
giderme noktasında, örneğin avın bereketini, ürünün bereketini artırmak gibi
yaşamsal ihtiyaçları gidermek için yapılıyordu. Özellikle Türk geleneğinde Şamanlar,
bu törenlerin başını çeken kişilerdi. “İş bölümü uç vermeye başladıkça danslar
topluluk yerine, özel kıyafetlere bürünen kişilerce (şamanlar) sürdürülür oldu.
Çalgılarda da ilerleme ve zenginleşme kaydedildi. Bitki, ağaç ve taşlardan yapılan
kaplar çalınıyor, rüzgâr sesini taklit eden çalgılar kullanılıyordu. Şamanlar toplumun
din-büyü-müzik gereksinimini karşılayan profesyonel sanatçılardı. İnsanlığı, doğaya
ve vahşi hayvanlara karşı koruyup, bolluğu sağladıkları ya da öyle sanıldığı için
toplumun siyasi önderliğini de yürütüyorlardı. Toplumda giderek iş bölümü ve
uzmanlaşmanın gelişmesiyle din ve büyü amacıyla müzik yapan Şamanlar daha sonra
sadece sanat, müzik ve eğlence gereksinimini karşılamak üzere profesyonelleştiler.
Şamanizm bir din olarak algılanıyor, şamanlar da kutsal sayılıyordu.”2
“En eski şekli şaman, kam, baksı, bahşı ve ozan denilen büyücü şairlerin
kopuz ile çaldıkları büyüleyici ezgilerdir. Büyücülük, dansçılık, müzisyenlik, şairlik
ve hekimlik gibi birçok özellikleri kendilerinde toplayan bu kişilerin halk katında
büyük önemi vardı.”3 “Muhtelif zaman ve mekanlarda bunlara verilen ehemmiyet
derecesi, kıyafetleri, kullandıkları mûsıki aletleri, yaptıkları işlerin şekli tabii
değişiyor, fakat semadaki mabutlara kurban sunmak, fenalıklar, hastalıklar ve ölümler
gibi fena cinler tarafından gelen işleri önlemek, hastaları tedâvi eylemek, ölülerin
ruhlarını semaya yollamak, hatıralarını yaşatmak gibi muhtelif vazifele hep onlara
aitti.”4 Bütün bu işler için çeşitli ayinler (dini törenler) vardı. Bu törenlerde bahşi ve
ozanlar kendilerinden geçerek, bir çeşit dans eder gibi hareketlerle sıçrarken özel bir
beste ile büyüleyici etkisi olan birtakım şiirler koşar (söyler) ve onları ellerindeki
çalgıları ile çalarlardı. Bu törenleri çoğu zaman iki bahşi birlikte yapardı. Biri kopuz
çalarak, diğeri ise asa ile sıçrayarak dans ederdi.5
“En eski Türk şairleri, Tonguzların Şaman, Moğol ve Boryatlar’ın Bo ve ya
Bugué, Yakutların Oyun, Altay Türkleri’nin Kam, Samoitler’in Tadibei, Finovalar’ın
2 Ümit Kaynar, Türk Halk Kültürü ve Halk Müziği, Ege Yayınları, İstanbul, 1996, s.13 3 Savaş Ekici, Türk Halk Müziği Bilgileri Ders Notları (Yayınlanmamış), Gazi Antep Üniversitesi,
2005, s.104 4 Fuat Köprülü, Edebiyat Araştırmaları, C.1, Ötüken Yayınevi, Yayın No:189, İstanbul,1989, s.57-58 5 Age, s.57-58
MOTİF AKADEMİ
304
Tietoejoe, yani bakıcı, Kırgızlar’ın Baksı, Bakşı, Oğuzlar’ın Ozan dedikleri sâhir-
şâirlerdir. Sihirbazlık, rakkaslık, mûsikişinaslık, hekimlik gibi birçok vasıfları
kendilerinde toplayan bu adamların halk arasında büyük bir yer ve ehemmiyetleri
vardı.”6 Değişik adlarla anılsalar da görevleri değişmiyordu. “Muhtelif zaman ve
mekanlarda bunlara verilen ehemmiyet derecesi, kıyafetleri, kullandıkları mûsıkî
aletleri, yaptıkları işlerin şekli tabii değişiyor, fakat semadaki mabutlara kurban
sunmak, ölülerin ruhlarını yerin dibine göndermek, fenalıklar, hastalıklar ve ölümler
gibi fena cinler tarafından gelen işleri önlemek, bazı ölülerin ruhlarını semaya
yollamak, hatıralarını yaşatmak gibi muhtelif vazifeler hep onlara aitti.”7 Eski şair
halk ozanlarının devletin resmi törenlerinde de özel önem arzettikleri bilinmektedir.
“Yapılan askeri ve dini törenlerde sözü edilen bu sanatçılar başrolü oynar, töreni
yönetir ve içinde bulundukları toplumun önde gelen kişileri arasında sayılırlardı.
Toplumdaki değişiklikler sonucunda bu halk sanatçılarının da görevleri değişmiş,
örneğin; Kamlar sadece büyücülük, ozanlar da şair-çalgıcılık görevini üstlenmişlerdir.
Şair çalgıcıların Hunlarda ve Atilla ordularında bulunduklarını çeşitli kaynaklardan
öğreniyoruz. İslam dininin Türkler tarafından kabulünden sonra çeşitli Türk
sülâlelerinin ordularında da ozanların yer aldığı bilinmektedir.”8
“Düdüklerin,
davulların nağmeleri ile birlikte olarak söylenen bu destâni şiirleri tertip eden şâirler,
hiç şüphesiz, daha sonraki saz şairlerinin dedeleridir.”9
Sonuç olarak, doğal konumlarından kaynaklı şamanlar ilk halk
ozanlarımızdır, diyebiliriz. “İş bölümü ilerleyip köleci topluma gidildikçe şamanların
siyasi önderliği ikinci plana düştü. Yeni önder köle sahibi kabile şefiydi. Büyüyü
bırakan şamanlar dinsel önderliklerini sürdürmenin yanında toplumun şiir-müzik
gereksinimini de karşılıyorlardı. Profesyonelleşme ve uzmanlaşma nedeniyle daha
estetik ve nitelikli eserler üreten bu müzisyenler halk ozanlarının atalarıdırlar.”10
Türkülerin doğuşu da ilk olarak halk ozanlarıyla başlar. Halk ozanlığının
kökeni toplumlara belirli dönemde damgasını vuran şamanlıkta yatar.
“Şaman kültürü ile yetişen müzisyenler, müziği, büyüden sonra dinden de
ayırarak daha da özgürleştirip bireyselleştirdiler.”11
“Büyüsel işlevi olmayan bu
sanatçılar giderek dansı da bırakarak çeşitli konularda türkü söyleyip ağıtlar
6 Age, s.58 7 Age, s.58 8 Atınç Emnalar, Türk Halk Müziği ve Nazariyatı, Ege Üniversitesi Basımevi, İzmir, 1998, s.611-612 9 Fuat Köprülü, age, s.158 10 Ümit Kaynar, age, s.13 11 Age, s.38
HALKBİLİMİ DERGİSİ
305
yakmışlardır. Tek dalda uzmanlaşan sanatçılar daha yetkin eserler üretir olmuşlardır.
Müzikte toplumsal yararın yerini kişisel beğeni alınca estetik kaygı ön plana çıkmıştır.
Alt tabakalar, doğa ve efendileri karşısında güçsüzlükleri nedeniyle toplu dans–müzik
eylemlerini sürdürürken, geçimlerini sahip oldukları mülkten sağlayan üst tabakaların
müzik gereksinimi bireyselleşmiş müzik sanatçılarınca karşılanıyordu. Bu sanatçıların
müzikleri üst tabaka sanat ve beğeni duygularına hitap ediyordu. Toplumdaki iş bölümü
ve uzmanlaşma, müzik araçlarında da büyük bir gelişim gösterdi. İlk yapma sazlar
giderek geliştirildi. Vurmalı sazlara deri gerildi. Ağaç gövde ve dallarına tel takıldı. Bu
dönemde çalgıların en ilerlemişi olan yaylı çalgılarda ortaya çıktı.”12
Başlangıçta müzik yapmak, sadece ses çıkarmaya, ritim vurmaya dayalı iken,
giderek toplumlar sınıflara ayrılmış müzik de, halk müziği, sanat müziği gibi
ayrışmaya ve daha profesyonel olarak yapılmaya başlanmıştır. Müzik başlangıçta
doğal bir ihtiyaçtan yapılırken, zamanla sanat ve estetik kaygısı ön plana çıkmıştır.
“Sınıfların doğuşuyla ‘hakim sınıflar’da birleşen mâli ve siyasi güç, bu sınıflara
bağımlı sanatçılar yetiştirdi. Bu bağımlı sanatçılar daha estetik-sanatsal değerler
taşıyan müzik-sanat ürünleri yarattılar. Böylece baştan toplumun tümüne hizmet
götüren sanatçılar, bir yandan hakim sınıfların hizmetine giriyor, öte yandan
yarattıkları ‘sınıfsal değerler’le doğrudan ya da dolaylı olarak alt tabakaların zararına
işlevlerini sürdürüyorlardı. Siyasi öz olarak hakim sınıfların çıkarına sürdürülen bu
sanatsal etkinlikler sonuç olarak estetik açıdan olağanüstü bir gelişmeyi de sağladı.
Çünkü artık sanat ve sanatçılar profesyonelleşmekteydi. Halk tabakaları ise, yüksek
sınıf yaratmalarına karşıt olarak kendi kullanımı ve estetik değerlerini de içeren
kültürel sanatsal yaratmalarını sürdürdüler.”13
Günümüze gelinceye kadar gerek Türk toplumunda, gerekse diğer tüm
toplumlarda halkın müziğinin kültürü oluşturan temel dinamiklerden olduğu bir
gerçektir. “Bir sanat dalı olarak müzik, her üst yapı kurumunda olduğu gibi, o
toplumun tarih, kültür, coğrafya, ekonomik ve sosyolojik yapı özellikleriyle
belirlenir.”14
Türkülerin doğuşu ve gelişimi de bu özelliklerle açıklanabilir.
Türkü ve Türkülerin Doğuşu
Türküler, doğal olarak Türklere aittir, diğer milletlerin halk yaratmaları da
vardır elbette, bunlar genel bir ifadeyle “folk music” başlığı altında toplanır. “Sözlü
12 Age, s.39 13 Age, s.13 14 Age, s.13
MOTİF AKADEMİ
306
folklor ezgilerinin her çeşidi için en çok kullanılan terim, türküdür. Türkü söylemek
ruhî bir ihtiyaç olduğundan, yeryüzündeki her halk, türkü (halk şarkısı) söyler. Türkü
teriminin kaynağının Türk sözcüğü olduğu bugün artık kesindir. Böylece Türkü, Türk
halkının ortaklaşa yarattığı sözlü ve ezgili ürünlerdir. Türküler insanoğlunun başına
gelen olayları, bunun toplum içindeki iz ve akislerini, aşkı, hasret, gurbet gibi
yeryüzünün ortak duygularını, mertlik, kahramanlık gibi millî karakteri, tarihi olayları
konu alan bir kültür hazinesidir.”15
“Türkü; Türklere ait olan anonim sözlü halk
ezgilerinin ortak adıdır. Türkü sözcüğü bir taraftan, bütün halk müziği ezgilerini
kapsayacak şekilde ifade edilirken, diğer yandan türkü, “halk edebiyatı nazım şeklidir.
Türkü, koşma, varsağı, vb. isimler alan diğer nazım şekilleriyle birlikte sıralanabilir.”16
“Türkü; başlangıçta halk şiirinin ezgiyle söylenen belli bir türü iken, halk
şiirinin müzikle birlikteliği ve ezgisel yapısının kullanışlılığı nedeniyle
yaygınlaşmıştır. Bugün sözlü halk ezgilerinin hepsine “türkü” denir. Türküde hece
kalıbı, dize-bent sayısı; hatta ses dizisi kalıbı tek kalıp olma özelliğini yitirerek büyük
bir anlatım ve söyleme özgürlüğü doğurmuştur.” 17
Yahya Kemal “bizim romanımız şarkılarımızdır” derken, Ahmet Hamdi
Tanpınar “Anadolu insanının romanı, türkülerdir” diyerek Yahya kemal’ den ayrılır.18
Ahmet Hamdi Tanpınar, türküler, “Anadolu insanının romanıdır”19
derken,
Türk milletinin öyküsünü, tarihini, kültürünü vs. türkülerde bulmak mümkündür,
demektedir.
“Yahya Kemal ve Tanpınar’ın müziği, mimariyi, şiiri tema olarak öne
çıkarmaları, bunlarsız bir uygarlık bilincinin oluşamayacağını vurgulamaları”20
türkülerin tarihinden kopartılmaması gerekliliği fikri ile özdeşleşir.
Anadolu insanı, türküyü hayatının bir parçası gibi yaşar, derdini, öfkesini,
isyanını, sevdasını türkü ile anlatır. Yani, kısacası, Türküler Anadolu’da şekillenir,
Anadolu, türkülerde yaşar. Bayram Bilge Tokel, “Halk müziği dediğimiz müzik,
halkımızın durup dururken, laf olsun diye ya da can sıkıntısından filan çalıp söylediği
bir müzik değildir. Nerede bir türkü varsa orda mutlaka ya insani bir dram, ya
toplumsal bir yara, ya da millî bir duygu şahlanışı veya ilâhi olan karşısında duyulan
15 Mehmet Özbek, Folklor ve Türkülerimiz, Ötüken, İstanbul, 1994, s.63 16 Age, s.41 17 Age, s.40 18 Bayram Bilge Tokel, “Bağımıza Gazel Düştü, Müziğe Dair”, Akçağ Yayınları, 2002, Ankara, s.292 19Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, Devlet Kitapları, İstanbul, 1989, s.55-56 20 Tahir Abacı; Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar’da Müzik, Pan Yayınları, İstanbul, 2000, s.53
HALKBİLİMİ DERGİSİ
307
haşyet yahut teslimiyet vardır. Biz genel bir isimlendirmeyle türkü der geçeriz ama
ağıtlar var, ninniler var, kına havaları, iş türküleri, halaylar, eşkiya türküleri, ilâhiler,
nefesler, kahramanlık türküleri vs.”21
diyerek türkü kelimesinden çok daha büyük bir
çıkarım yapmak gerektiğinin altını çizmiştir.
Türküler o denli doğaldır ki sıradan konular, mizah, eğlence de türkülerin konusu
olur. “Doğumdan ölüme, insan yaşamı, doğa olayları, toplum ve insanlar arası ilişkiler ve
olayları vb. konu edinir. İnsan ve insanla ilgili her şey türkülerin doğal konusudur. Ancak
konuların ya geniş bir çevreyi etkileyecek denli güçlü ve etkili olaylar olması ya da bu
etkiyi sağlayacak denli güçlü anlatımı nedeniyle hep olağanüstü olayları konu edindiği
yargısına varılmamalıdır. Sıradan, olağan olay ve duygular da çoğu kez türkülerin
konusudur. Gerekli etkiyi sağlamak için abartma (mübalağa) sanatı her tür sanat eserinde
sıkça kullanılırsa da asıl olayı ters yüz edecek oranda değildir.”22
Ayrıca türküler hiçbir
zaman kötü olanı salık vermez. “Halk türkülerinde kötülüğün, zulmün, ahlaksızlığın
benimsenip övüldüğü hiç görülmemiştir.”23
Türküler tüm bu yaşanmışlıklardan dolayı,
fazlasıyla doğaldır, içtendir, olduğu gibidir, bu yüzden de doğrudur ve güzeldirler.
Esasen türkülerde bir sanat kaygısı aranmaz, ancak gerek söz ile müziğin
uyumu, yani prozodi, gerekse müziğin makamsal özellikleri ve yapısal dengesi, sanat
ve estetik açıdan türkülerin genelinde mükemmel bir uyumu yansıtır. Bu yüzden
türküler doğrudur, güzeldir ve fazlasıyla sanat değeri de taşırlar.
“Türküler başlangıçta bir olay üzerine yakılırlar. Bu olaylar bütün bir milleti
ilgilendirecek kadar büyük nitelikler taşıyabileceği gibi, dar çevrelerde meydana gelen
cinsten de olabilirler. Aşk, gurbet, ölüm, seferberlik, tabii afetler, oynak kavgaları, eşkiya
baskınları, bir kalenin düşmesi, bir vatan parçasının elden çıkması gibi sosyal olaylarla
sevda, tâlihe kızma, şansa küsme gibi duygular türkülerin doğuş şartlarını hazırlayan
sebeplerin başında gelir. Bu olayı yaşayan veya bu duyguyu taşıyan sanatçı kişinin bunları
halk şiiriyle ifade etmesi türküleri meydana getirir. Böylece türkü yakılmış olur.”24
“Türküler halkın malı, sevilmiş, beğenilmiş ve ağızdan ağza dolaşan kültür
ürünleri olduklarına göre yayılmaları da pek tabiidir. Asker ocağı, düğünler, dernek
eğlenceleri, çalgıcılar, köçekler vs. ve geniş iskân hareketleri sonucu geniş bir alana
yayılabilirler.”25
21 Bayram Bilge Tokel, age, s. 292 22 Ümit Kaynar, age, s.40 23 Age, s.52 24 Mehmet Özbek, age, s.64 25 Age, s.64
MOTİF AKADEMİ
308
Türkülerin ortaya çıkması yukarıda ele alındığı gibi bir yandan yapısal ve
içeriksel özellikleri yansıtırken, diğer yandan tarihselci bakış açısıyla bakıldığında
sınıfsal yapının şekillenmesinin bir sonucu olduğu da görülür. Yöneten ve yönetilenler
arasındaki ilişkiler, çelişkiler halkın sesine türkülerde yansımıştır. Bunun yanı sıra
Türklerin islâmiyeti kabulü de türkülerin şekillenmesinde oldukça etkili olmuştur.
Fuat Köprülü toplumsal sınıfların müziğin şekillenmesindeki rolünden söz
ederken, bunu olağan bir durum olarak açıklar: “His ve düşünüş bakımından
birbirinden bu kadar çok ayrılmış olan muhtelif sınıflar, en yüksek ölümler ve
büyükler zümresinden basit köy halkına kadar şüphesiz, bedii ihtiyaçlarını muhtelif
vasıtalarla tatmin edecektiler. Saray ve ilim muhitinde İran mukallidi şairlerin gazel
ve kasideleri, mahalle kahvehaneleriyle derebeyi dairelerinde âşıkların destan ve
koşmaları, tekkelerde Yunus ve Kaygusuz ilahileri, köylerde ırmak kenarlarında ise,
kayabaşı ve deyişler okunacaktı. İçtimai iş bölümünün bir neticesi olan bu edebi iş
bölümü gayet tabii bir hadisedir. Şiir ve edebiyat; din ve İslam gibi, içtimai bünyenin
mahsulü olduğundan, bu zümre fikir ve zevk seviyesi itibariyle ne kadar aşağı olursa
olsun, herhalde kendisine mahsus bir edebiyat vücuda getirecektir.”26
Türkler İslâmiyetin kabulü ile birlikte İslâmi kültürün etkisi altına
girmişlerdir. Lisan, lehçe, edebiyat ve tüm diğer alanlarda Arap-Acem etkisi görülür.
Din lisanı Arapça, edebiyat ve ilim lisanı da Farsça olmuştur. Sınıfsal çelişkilerin
arttığı bu dönem halk yaratmalarını da etkilemiştir.
“İslamiyet Türklere Sünni Arap tüccarları eliyle ulaştı. Bu nedenle ilk
Müslüman Türkler yönetici egemen kesimler oldu. Yoksul alt tabakalar
sömürülmelerinde baskı aracı olarak karşılarına çıkan bu dine karşı uzun yıllar
direndiler. Üretim ilişkilerindeki bu ilerleme ve “İslamiyet”in bu ilerlemeye uygun
kurallar getirmesiyle birlikte baskı ve zor yöntemleri sonucu yoksul Türk tabakaları
da Müslüman oldular. Ancak bu kesimlerin kabullendiği dini “Sünni
Müslümanlık”tan ziyade eski dinleriyle “şii” mezhebi karışımı bir din olarak görmek
gerekir. Yoksul kesimler; a. Kendi egemenleriyle çelişkileri, b. Şii Arapların
yayılmacı Sünni Araplara karşı mücadele etmeleri c. Din kurallarında daha esnek ve
hoşgörülü olan şii kuralların eski Türk dinleriyle daha iyi uyum sağlayabilmesi ve
benzeri nedenlerle “şii”liğe yakınlık duymuşlardır. Sonuçta Türk boylarının yönetici
egemen kesimi Sünni, yoksul kesimler de “şii-batınî” olmuşlardır. Bu sınıfsal
ayrımlardan doğan mezhep çelişkileri uzun yıllar sürmüştür.”27
26 Fuat Köprülü, age, s.233 27 Ümit Kaynar, age, s.42-43
HALKBİLİMİ DERGİSİ
309
“Müslümanlık Türk toplumunun alt tabakalarında uzun süre dirençle
karşılanmış, yöneticiler ve Arap fetihçiliğinin ortak çabalarıyla kabul görmüştür.
Müslümanlığın alt tabakalarca kabulünden sonra şaman ozanlar, dinsel nitelikli
türkülerle ozanlıklarını sürdürmüşlerdir. “Osmanlı imparatorluğunda bu yüzyılda
ortaya çıkan “şartlı mülkiyet” sosyal bir nitelik kazanarak yaygınlaştı. “Merkezi
feodalizm”deki gevşeme her yönüyle toplumu etkiledi. Üretim ilişkilerinde açılan bu
gedik, sanat yaşamında “resmi sanat anlayışı” dışında, daha bağımsız, daha laik sanat
anlayışı geliştirdi. Böylece tasavvuf-tekke ozanlığı dışında yeni ozan tipleri doğdu.
“Yunus”la başlayan bu gelişim, “Kaygusuz Abdal”la yerleşmiş, “Pir Sultan” ve
“Hataî” ile dinsellik ve din dışılık uç noktaya ulaşmıştır. Bu ozanlardan sonra halk
sanatında tasavvuf giderek güçsüzleşmiş, 19. yüzyılda tamamen silinmiştir.”28
“Ozan ve ozanlık geleneği yerini 15. yüzyıl ortalarında âşıklara
bırakmışlardır. Âşıklık geleneği -ki buna tek kişinin çalıp söylerken diğerlerinin
dinleme geleneği de diyebiliriz- günümüze kadar süregelmiştir.”29
“Orta Asya’daki çeşitli Türk kavimlerinde bulunan, çeşitli isimlerle anılan ve
değişmeler sonucu şair-çalgıcılar olarak bilinen halk ozanları, Türklerin Anadolu’ya
yerleşmeleri ile yerlerini aşık veya saz şairlerine bırakmışlardır. Bu kişilerin Orta
Asya’dan getirdikleri müzik, Anadolu’nun binlerce yıllık kültür birikimi içindeki
müzikle bir senteze uğramış ve günümüz Türk halk müziği oluşmuştur.”30
Halk
ozanlarının tasavvuf ve tekke anlayışından sıyrılarak bugünkü anlamıyla ortaya
çıkmaları 16. yüzyıla rastlar.
“16. yüzyıl sonlarına dek tasavvuf-tekke anlayışında dile getirilen yoksul
köylü kültür-sanat yaratmaları Kul Mehmet, Öksüz Dede, Köroğlu, gibi ozanlarca din
dışı anlayışla sürdürülmüştür. Dindışı ozanlık geleneği 18. Yüzyılda en seçkin
örneklerini yarattı.”31
“Kurdukları devletlerin en sonuncusu olan Selçuklu ve Osmanlı devletlerinde
halk, aydınlara göre kendi töre, gelenek ve müziklerini daima korumuşlardır. Okumuş
zümreler, başkalık ve moda peşinde koşarak milli özden uzaklaşırken halk, kendi
geleneklerine daha sıkı sarılmıştır. Aydınlar, İslam dininin etkisi ile Arap ve İran dili,
edebiyatı ve müziği etkisinde kalarak onları taklide yönelirken, halk yine kendi
geleneği içerisinde sözlü eserler üretmeye devam etmiştir.”32
28 Age, s.39 29 Atınç Emnalar, age, s.612 30 Ümit Kaynar, age, s.33 31 Age, s.39 32 Savaş Ekici, age, s.106
MOTİF AKADEMİ
310
“Mezhep çatışmaları Selçuklular döneminde uzlaşmaz noktaya gelmiş, yoksul
halkla yöneten egemenler arasında çatışmalar başlamıştır. Babai isyanları, Osmanlı
döneminde Celali isyanları, Avşar isyanları, Fetret devri ve Şeyh Bedrettin İsyanı vb.
halk tabanındaki tüm başkaldırılar beraberinde ilk büyük halk ozanlarının da ortaya
çıkmasını sağlamıştır. Pir Sultan, Dadaloğlu, Köroğlu, Kuloğlu, Hatayi vb. tüm bu
büyük dönemlerin büyük ozanlarıdırlar. Âlevi türkülerinin şekillenmesinde bu
ozanların başkaldırı ruhlarını ezgilerde görürüz.33
“Fetihçi-çok kavimli bir devlet olan Osmanlı imparatorluğunda 15.yüzyıl
sonlarında başlayan dejenarasyon, eski toprak düzeninin bozulmasını Müslüman
olmayan azınlıkların kayrılmasını pekiştirdi. Bir yandan eski toprak sistemi bozulan bu
boylar eyaletler, diğer yandan da daha fazla asker vergi istemiyle karşılaşınca eski
koşulları yaratmak, kaybettiklerini kazanmak için isyan ettiler. Osmanlı tarihinde celali
isyanları olarak süren bu isyanlar uzun yıllar sürdü. Türk boyları içinde isyan
hareketleri en uzun süren, türkülere en yoğun konu olan Avşar isyanlarıdır. Avşarlıların
Osmanlılarla önceden beri var olan çelişkileri topraklarına el konup, zorunlu iskâna tabi
tutulmaları nedeniyle yoğunlaşmış, geniş çaplı isyana dönüşmüştür. Bir Avşar Türkü
olan Dadaloğlu, isyana dek, pastoral-lirik türküler söyleyen bir ozandı. İsyana halkıyla
birlikte katılmış, şiirlerinde bu konuları işlemiştir. Türkülerinde onun hayalini görür
gibi oluruz. Bir elinde sazı, bir elinde tüfeği, tepeden tepeye koşarak aşiret erlerini
savaşa teşvik ederken Osmanlıya hıncını haykırır. Bu türküler Dadaloğlu’na kavga
ozanı özelliğini kazandırdı. “hakkımızda devlet etmiş fermanı, ferman padişahın dağlar
bizimdir” ve yine “kalktı göç eyledi Avşar elleri” dizesiyle başlayan koşması
Dadaloğlu’nu ve Avşarların Osmanlıya karşı isyanını anlatır.34
Türkülerin Anadolu’da ilk ortaya çıkması tekke ve tasavvuftan ayrılması Pir
Sultanla başlar. Bu çıkışın dikkat çekici yönü mevcut Osmanlı otoritesine karşı
başkaldırı niteliği taşımasıdır. Tüm bu büyük ozanlar idam edilmişlerdir.
Kul Olayım kalem tutan ellere,
Katip ahvalimi Şah’a böyle yaz,
Şekerler ezeyim şirin diline,
Katip ahvalimi Şah’a böyle yaz.
Osmanlılarda mülkiyet ilişkileri sürekli yoksullar aleyhine geliştikçe halk-
devlet çelişkisi de artmıştır. 19. Yüzyılda imparatorluk bir yandan bağımsızlık ilan
33 Ümit Kaynar, age, s.39 34 Age, s.52
HALKBİLİMİ DERGİSİ
311
eden Balkan uluslarıyla uğraşırken, öte yandan içerde durumlarından hoşnut olmayan
kesinlerim kişisel ya da toplu isyanlarıyla çalkalanıyordu. Aynı Yıllarda Egede Efe-
zeybek isyanları almış yürümüştü. Halk türküleri ve oyunları içinde özgün bir yeri
olan “zeybek havaları” zeybek çetelere halkın yaktığı ezgilerdir. Sürekli vergi askere
alınma, yoksulluk getiren merkezi devlet baskısına yerel beylerin zulüm ve baskısı da
eklenince zeybekler isyan edip dağa çıkıyorlardı. Eşkiya türkülerine bir örnek
egeden35
,
İzmir’in kavakları dökülür yaprakları,
Bize de derler çakıcı yar fidan boylum yıkarız konakları,
Selvim senden uzun yok yaprağında gözüm yok,
Kamalı da zeybek vurulmuş yar fidan boylum.
Türkülerin tarihini ele aldığımız bu bölümde bir taraftan sınıfsal çelişkilerden
kaynaklı isyanlar, halk hareketleri, diğer taraftan islâmiyetle birlikte ortaya çıkan
tekke ve tasavvuf kültürünün etkisi üzerinde duruldu. Türküleri doğru kavramak, bu
tarihsel süreçleri de doğru kavramakla mümkündür. Aralarındaki bütünselliğin
içeriğini boşaltmamak gerekir.
Küreselleşme, Popüler Kültür ve Popüler Müziğin Ortaya Çıkışı
Bu bölümde uzun uzadıya küreselleşme konusunu detaylı işlemekten öte
küreselleşmenin kültürel anlamdaki boyutu üzerinde durulacaktır. Küreselleşmenin
kültür ve müzik üzerindeki yıkıcı sonuçlarından bahsedilecektir. Popüler kültür ve
onun yansıması olan popüler müziğin yerel öğeleri tahrip ederek metalaştırmasına
değinilecektir.
Küreselleşme, 1970’lerin ortasında dünya kapitalizmindeki krizin çözümüne
yönelik olarak kapitalizmin ideologları tarafından ortaya çıkartılan ve yeni dünya
düzeni olarak ifadelendirilen, yeni bir argüman olarak ortaya sürülen bir kavramdır.
Emperyalizmin klasik öğretisi ile özsel olarak aynıdır. Sadece biçimsel yenilikler
taşır. Kriz süreçlerinin ana nedeni sermaye birikiminde yaşanan azalmadır. Krizden
çıkmanın yolu da sermaye birikimini artırmakla mümkündür. Bu anlamda uluslarüstü
sermaye grupları, finans kapitalin dünya genelinde rahat bir şekilde dolaşmasını
zorunlu görürler. Küreselleşmenin reçetesi temelde iktisâdi olarak budur. Böylece
35 Age, s.52
MOTİF AKADEMİ
312
finans kapitalin rahat dolaşımı kapitalist düzenin dünya genelinde sınır tanımadan
yerleşmesini sağlayacaktır. Ancak, küreselleşmeye karşı ulus-devletlerin yerel
reflekslerinin ortaya çıkmasını önlemek, finans kapitalin egemenlik sınırlarını
daraltmaması açısından temel şarttır. İşte tam da bu noktada kültürel anlamda
tektipleştirme politikası zorunlu olarak ön plana çıkartılmıştır. Terminolojik olarak da
popüler kültür olarak tanımlanmıştır. Kısacası kültürel anlamda tektipleştirme
politikası, popüler kültürdür. Popüler kültür, geleneği, yerelliği, ulusal tüm değerleri
reddeder. Buna karşılık kendi değerlerini ulusların önüne koyar.
Küreselleşmenin ideologları yaşanılan çağda iletişim teknolojilerindeki
gelişmeleri ve popüler kültürü yaratmada kitle iletişim araçlarını etkili bir şeklide
kullanmaktadırlar. “Teknolojinin hızla gelişmesiyle birlikte, kitle iletişim araçlarının,
bireysel ve sosyal hayatımızdaki yeri ve önemi artmıştır. Bu durum, gelişmiş
ülkelerin, kitle iletişim araçlarını ele geçirme isteğini kamçılamıştır; çünkü kitle
iletişim araçları, bir yandan geleneksel kültürlerde değişikliklere neden olurken, bir
yandan da medya kültürünün, egemen bir kültür haline gelmesinde önemli bir rol
üstlenmiştir. Bu yeni kültürün adı, popüler kültürdür. Kitle iletişim araçlarının hızla
gelişmesi sayesinde, her yerde ve herkes için hazır olan bu kültür, sınır tanımayan
küresel dünya kültürüne dönüşmektedir. Bu bakımdan televizyon aracılığı ile yayılan
kültür, popüler kültürün en yaygın türüdür.”36
Popüler kültürün en yaygın uygulama alanlarından birisi şüphesiz popüler
müziktir.
“Pop müzik, bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de popüler kültürün bir
ögesidir ve popüler kültürün en temel enstrümanlarından olan medyanın bir yan
ürünüdür. Ürün kelimesinin çağrıştırdığı, üretim, tüketim, pazarlama, reklam gibi tüm
ticari kavram ve olgular pop müzik için de geçerlidir. Günümüzde pop patlaması
olarak nitelendirilen durum, toplumsal ve kültürel temeli olan bir sanat hadisesi
olmaktan çok medyatik bir olgudur ve doğrudur pop, medyada patlamıştır.”37
Müzik hegemonyası (endüstrisi) ürettiği ürünlerde halkın beğenisini asgari
düzeyde dikkate alır. Çünkü ürününün satılacağı büyük çoğunluk bu kesimdendir.
Popüler müziğin kaynağı halk müziği ile beslenir. Pop kültür geleneğe dayanarak
varlığını sürdürür. 38
36 Erman Artun; Popüler Türk Kültürünün Dünya Kültürlerine Etkisi ve Katkısı, Çukurova Üniversitesi
Türkoloji Araştırmalar Merkezi, http://turkoloji.cu.edu.tr/HALKBILIM/50.php, 21.11.11, saat: 15:18 37 Bayram Bilge Tokel, age, s.248 38 Vural Yıldırım, “Popüler Müzik ve Müzikal Kimlik”, Folklor ve Edebiyat Dergisi, 20004/04, s.63-69
HALKBİLİMİ DERGİSİ
313
Pop müziğin ortaya çıkışını ele almak konuya ışık tutması açısından faydalı
olacaktır.
“Batılı ülkelerde yerleşik, kolay kolay değişmeyen değer yargıları ve müzik
gelenekleri olmasına karşın 1950’lerde yaşanan “ikinci sanayi devrimi” nin yarattığı
olağanüstü üretim, servet birikimlerini de olağanüstü arttırırken, halk kitlelerinin
gerçek yaşam düzeyi aynı oranda geriledi. Sistemin çelişkileri daha belirgin olarak
ortaya çıktı. Buna bağlı olarak kitleler, (alt tabakalar), tanık oldukları lüks yaşam
nimetlerinden yararlanmak istediler. “Sistem”in karakteri gereği bu mümkün
değildi. Bu durumda alt tabakanın özellikle genç kesiminde tepkisel isyankâr bir
yaşayış türü (asi gençlik- meşin ceketliler) ve sanat (özellikle müzik ) anlayışı
gelişti. Yeni müzik akımlarının yerleşik dans ritimlerini de yadsıyan hızlı danslara
eşlik etmesi yanında, müziğin basitleştirilerek herkesçe söylenebilir hale getirilmesi
batı gençliğince çabuk benimsenmesine yol açtı. Bu müzik “elit” tabakalarda başta
büyük bir şaşkınlık ve tepki yaratmakla birlikte, sanayi tekellerinin el atmasıyla
“öcü” olmaktan çıkarıldı. İnsanların çalışma saatleri dışında da makine ritminde
yaşamalarını isteyen tekeller, pop müziği yaygınlaştırdılar. Gençlik ve kitleler
tekellerce lanse edilen sanatçılar gibi giyinir, konuşur ve yaşar oldular. Bu gelişme
iki yönden önem taşır. Birisi, yerleşik müzikleri yadsı-yan “vahşi müzik”in
“ehlileştirilmesi, diğeri, alt tabakalardan insanların da “azim, gayret ve
çalışkanlıkla” la birer numara olabileceklerinin fikrinin pohpohlanması. Böylece
batıda, yeni fakat üretim biçimi kalıpları içinde eritilmiş bir “müzik” ve en önemlisi
“sanayi” doğdu: Besteci, yorumcu, çalgıcı, stüdyo, konser salonları, enstrüman
yapımcılığı ve yayın araçları parçalarından oluşan, devasa “pop müzik sanayi”. Bu
sanayi üretimlerini pazarlamak için dev konser salonları yetmedi. Stadyumlar
konser salonu oldu. Plaklar milyonlarla satıldı. Her genç bir gitar satın aldı. Elbette
bu müzik frakla yapılmazdı, gençlerden başlayıp orta ve yaşlı kuşakları saran “blue
jean” modasıdır aldı yürüdü. Yani sisteme tepki olarak doğan müzik sistem
organizmasınca yutulup hazmedilerek sistemin idamesini sağlayan bir parça haline
getirildi. Gençliğin coşku ve hareketliliğine uygun düşmesi yanında, kitleleri günlük
sorunlardan uzaklaştırdığı için teşvik gördü, yaygınlaşması sağlandı. Bu haliyle
gençlik için gerçek anlamda eğlendirici olmaktan ziyade avuntu aracı oldu.”39
Türkiye’de pop müziğin gelişim süreci irdelendiğinde tarihsel olarak özellikle
belli dönemlerdeki kırılmalar etkili olmuştur.
Batıya özenti ve öykünme ile başlayan bu kırılmalar yenileşme hareketleri
39 Ümit Kaynar, age, s.17
MOTİF AKADEMİ
314
adıyla Osmanlı’nın son dönemlerinde tanzimatla birlikte karşımıza çıkar. Buradan
başlayarak artan batı hayranlığı ve ilgili çalışmalar devletin müzik politikalarını da
etkilemiştir. Bugün gelinen noktayı esasen 1920’li yıllarda yani cumhuriyetin
kuruluşunun öncesinde ve hemen ardından güdülen politikalara bağlamak gerekir.
Kimi aydınların da başını çektiği ‘Evrupa’ hayranlığı millî değerleri küçümsemeye
kadar vardırmıştır. Türk Eğitim sistemi, özellikle, müzik eğitim sistemi de bundan
etkilenmiştir. Avrupa’dan davet edilen ünlü müzik adamları müzik eğitim sistemini
kurgulamışlar ve yol göstermişlerdir. Bu yapılanmayı gerçekleştirenler başta “Paul
Hindemith olmak üzere, Bela Bartok, Carl Ebet, Eduard Zuckmayer, Ernst
Praetorious”40
gibi bilinen belli başlı dönemin uzman müzik adamlarıdır.
Batıya öykünmenin, hatta batılı olma özentisinin uzantısı olarak kapitalizmin
ve onun küresel politikalarının ulusal kültürü zedeleyecek hatta ortadan kaldıran
sonuçlarından en önemlisi de Türk müziğinin yasaklanmasıdır. “Nasıl bir sürü şeyde
görünüm olarak batılılaştıysak müzikte de çoksesli müzik yapmak”, “orkestra
kurmak”; “batı müziği eğitimi yapan” konservatuar açmak” la batılılaşacağımızı
sandık. Çağdaşlaşmayı ulusal veya doğulu ne varsa atmak olarak anladığımızdan bir
süre bu ülke insanına kendi müziğini bile yasakladık.”41
diyerek Ümit Kaynar bu
traji-komik durumun altını çizer.
İşte tam da bu çelişkilerin çoğaldığı dönemlerde popüler müzik, ilk olarak da
Türk Hafif Müziği doğdu. Yabancı şarkıların üzerine Türkçe söz giydirmek şeklinde
yapılan aranjman (düzenlenmiş) adı verilen müzik o kadar yaygınlaştı ve hızlı
tüketilir oldu ki bahsedilen müzik piyasası bu türü devleştirdi. Halkın beğeneceği ve
daha çok satılacağı düşüncesiyle türküler de bu amaca hizmet edecek şekilde
kullanıldı. Aranjmanlar görsel magazinsel yollar bulunarak halka satılmaya
çalışılırken, halk yabancı olduğu bu türü benimsemekte zorlandı. Ancak bir yandan
ekonomik ve sosyal yapının bozulmasıyla geçim derdine düşen halk, diğer yandan
medyanın zoraki dayatmasıyla verilen müzikleri benimsemek durumunda kaldı.
Özellikle görsel yayın organları ile sanatsal derinliği olmayan gündelik tüketime
dayalı popüler müzik örneklerinin yanı sıra, sanattan, estetikten taviz vermeyen,
türkünün, şarkının değerini bilen ve gelenekten beslenen güzel örnekler olduğunu
söylemeden de geçemeyiz.
“Böylesi bir ortamda patlayan Türk pop müziği, Doğu-Batı sentezini
yakalamaya yoğunlaşmış müzikal yapısı, aşk acısı ve aşktan duyulan mutluluk ile
kafiye oluşturmaktan öte hiçbir anlamı olmayan sözleriyle, önüne çıkan her farklılığı
40 Ahmet SAY, Müzik Ansiklopedisi, C.1, Ankara, 1985, s.70-75 41 Ümit Kaynar, age, s.15
HALKBİLİMİ DERGİSİ
315
bünyesinde eriterek günümüze dek müzik alanında egemenliğini korumuştur.”42
Dikkat edilirse müzikteki ulusal politikamız “batı hayranlığı” üzerine
Osmanlı’nın son döneminde başlamak üzere kurulmuştur. Bu durumun esas trajedik
boyutu popüler kültür politikalarını besliyor oluşudur.
Kültürün ve Müziğin Metalaşması
Meta, pazar için üretilmiş mal ve hizmetler, ya da daha kesin bir ifadeyle
dolaylı sosyal emeğin43
ürünü olarak tanımlanabilir. Bir mal veya hizmetin meta
olabilmesi için iki koşulun yerine gelmesi gerekir: 1.Bir kere mal ve hizmetin insan
emeğinin ürünü olması gerekir. 2.Diğer yandan emeğin dolaylı sosyal emek olması,
pazar tarafından değerlendirilmiş olması, ürünün satılması gerekir.
Pazardan bağımsız merkezi otorite tarafından yararlılığı kabul edilen her türlü
emek, ‘doğrudan sosyal emek’ sayılır. Buna karşılık yararlılığı dolaylı olarak pazar
aracılığıyla kabul edilen her emek de ‘dolaylı sosyal emek’tir.44
Kapitalist bir ülkede sosyal emeğin en büyük kısmı dolaylı olarak sosyal
emektir. Üreticilerin sosyal emeğinin yararlılığını belirleyen üretim kararlarını
yönlendiren, yeniden yönlendiren pazardır. 45
Ancak, kapitalist bir ülkede yapılan çalışmaların sosyal yararlılığının yegâne
kıstası pazarda satılabilme değildir. Doğrudan sosyal emek niteliği taşıyan bir çok
faaliyet vardır. Meta kategorisine girmeyen mal ve hizmet üretim faaliyetleri bu gruba
dahildir. (merkezi ve mahalli yönetimler, kamu düzeninin sağlanması, eğitim vb.) Bu
mallar ve hizmetler kamu otoritesinin kararı sonucu önceden yararlı sayılırlar:
satılamazlar ama ilke olarak ilgililere bedava sunulurlar.46
Pazara sunulan ama satılamayan mal ve hizmetlerde meta sayılacak mıdır?
Denilebilir ki, satışa sunulan ürünler sadece “meta statüsüne aday” durumdadırlar ve
gerçekten meta olabilmeleri, ancak satış durumunda, satışın gerçekleşmesiyle
mümkündür.
42Cem Pekman, Barış Kılıçbay, age, s.77 43Jacques Gouverneur, Kapitalist Ekonominin Temelleri (çev.Fikret Başkaya), İmge Kitabevi, Ankara,
1997, s.35 44 Age, s.35 45 Age, s.35 46 Age, s.36
MOTİF AKADEMİ
316
Sözü edilen iki koşul, bir mal veya hizmetin meta olabilmesi için gerekli
koşuludur. Doğa ürünleri meta değildir, aynı şekilde pazara yönelik olmayan insan
emeği ürünleri de meta değildir.
Bir mal veya hizmet niçin üretilir? Bu soruya cevap aradıkça meta kavramı
daha iyi aydınlatılmış olur. Meta (mal ya da hizmet) iki farklı yönün bileşimi olarak
görünür: metanın tümüyle değişime girmesine olanak veren belli bir kişiye yararlılığı
(sosyal yararlılık); ve değişimde başka metaların belirli miktarlarına sahip olma gücü.
Klasik ekonomi politikte, metanın bu birinci yönüne “kullanım değeri”, ikincisine de
“değişim değeri” adı verilir.
Kullanım değeri, metanın değişime girmesi ve dolayısıyla bir değişim değerine
sahip olması için yeterli bir koşuldur. Özetle meta ilişkilerinde iki yön vardır: yararlılık
ve mübadele.
Kapitalizmde gerek mallar, gerekse hizmetler, sistemin daha fazla kar amaçlı
yapısal karakterinden kaynaklı metalaşırlar. Dolayısıyla kültür de, müzik de
metalaşmaktadır. Bu metalaşma sürecinde medyanın önemli bir rolü vardır.
Adorno, medyanın müziği metalaştırmasını yabancılaşma ve kültürün
şeyleşmesi olarak yorumlar.47
“Adorno’ya göre müzik, düzenli bir sürecin parçası
olarak estetik deneyimin nesnesi olmaktan, kullanım değerinden uzaklaştırılmakta ve
değer, pazar tarafından belirlenen bir değişim değeri kazanmaktadır. Bu noktadan yola
çıkarak Adorno, sanatın ürüne indirgenmesine, müzik mallarının standartlaşmış
niteliğine dayanan bir eleştiri sunar. Endüstri tarafından bir yıldız kültü yaratılmakta,
müziğin niteliği yerine yıldızların isimleri satılmaktadır. Sadece yıldız ismi de değil
yapıt ismi, düşünce, ses, enstrüman, kült değeri kazanmaktadır. Böylece sanat eski kült
niteliğine gerilerken, tapınma değeri için satın alınmasıyla da metalaşmanın parçası
olarak fetiş karakteri edinmektedir. Bu gelişmenin sonucu kültür şeyleşmesi oluşur. İçi,
niteliği tümüyle boşaltılan geriye sadece cansız kabuğu kalan kültür, bireyin yok
edilmesi ve totaliterliğe açık olmayı getirir.”48
Medyanın iki yönlü işlevi vardır. Bir taraftan kültürel tektipleştirmeye katkıda
bulunurken, diğer taraftan kültürün ve müziğin metalaşarak dejenerasyonuna neden
olur. Bu bölümde özellikle müziğin metalaşmasında medyanın rolü üzerinde
durulacaktır.
47 Ünsal Oskay; “Müzik ve Yabancılaşma”, Der Yayınları, İstanbul, 2001, s.43 48 Beybin Kejanlıoğlu, Frankfurt Okulunun Eleştirel Bir Uğrağı, İletişim ve Medya, Bilim ve Sanat
Yayınları, Ankara, 2005, s.173, Aktaran; Bedriye Poyraz, Direnişle Piyasa Arasında Alevilik ve
Alevi Müziği, Ütopya Yayınevi, Ankara, 2007, s.31
HALKBİLİMİ DERGİSİ
317
“Medyanın günlük yaşam pratiklerine eklemlenme sürecinin kapitalizmin
gelişmesine ve karmaşıklaşmasına koşut bir biçimde geliştiği yadsınmayan bir
olgudur. Medya ile kapitalizm arasındaki diyalektik ilişki günlük yaşam pratiklerini
yeniden biçimlendirirken bireysel toplumsal ilişkileri de bir etkileşim içinde
dönüştürmekte, değiştirmekte, yani yeniden kurmaktadır. Aslında günümüz kültürel
üretimi, temel olarak medya tarafından gerçekleştirilmektedir. Bunun anlamı, kültürel
üretimin ve yeniden üretimin yaygın bir biçimde doğrudan medya ile medya
tarafından ya da medya aracılığı ile gerekleştirilmesi ve dağıtılmasıdır. Bu olgu,
medyaya salt enformasyon aktarımı dışında ve daha önemli bir işlev yükler. Bu
nedenle medyanın en önemli, işlevi, sembolik üretim olarak da adlandırılabilecek
semboller üretmek ve yaymak olabilir.”49
“Metalaşma söz konusu olduğunda, medya ekonomi politiği öncelikle içeriğin
küresel medya imparatorlukları düşünüldüğünde ve bu imparatorlukların ulaştıkları
izleyici söz konusu olduğunda anlaşılabilir bir durumdur.” 50
“Uluslar arası şirketlerin kaçınılmaz olarak en büyük ilgi alanı müziktir.
Müzikte dil sorunu olmadığı için, aslında insanların ne dinleyeceğine, ne tür müzikten
hoşlanacağına da kuşkusuz bu dev imparatorluklar karar vermektedir. Bu durumda, her
ne kadar yerel müziklerin şansı yokmuş gibi gözükse de profesyonel medya
imparatorlukları kâr maksimizasyonu mantığı içinde yerel müziği de
kullanmaktadırlar.”51
“Müzik konusu birçok nedenle son derece verimli bir alan olarak görünüyor.
Bir yandan küresel ile yerelin karşılaşmasını ve hatta yer değiştirmesini en iyi açıklayan
örneklerden birisidir. Yani küreselleşmenin bir boyutu olarak değerlendirilen yerel
kültürün, kimliklerin küreselleşmesine müzik iyi bir örnek oluşturmaktadır. Öte yandan
müzik alanı, kültürel çalışmalarla ekonomi politiği de buluşturan bir alandır.”52
Türkülerin Tahribatında Medyanın Rolü ve Yabancılaşma
Medyanın gerek popüler kültür ve popüler müziğin yaygınlaşmasında, gerekse
de türkülerin tahribatında etkisi büyüktür. Müziğin metalaşmasının beraberinde
49 Barış Çakmur, Kültürel Üretimin Ekonomi Politiği, Kültürün Metalaşmasında Genel Eğilimler, Ki,
1998, Aktaran; Bedriye Poyraz, age, s.13 50 Vincent Mosco, The Political Economy of Communication, Sage, London, 1996, Aktaran; Bedriye
Poyraz, age, s.20 51 Graham Murdock ve Peter Golding, Kültür, İletişim ve Ekonomi Politik, Medya, Kültür, Siyaset,
(der.) S. İrvan, Ark Yayınları, Ankara, 1994, Aktaran; Bedriye Poyraz, age, s.29 52 Age, s.50
MOTİF AKADEMİ
318
dejenerasyonu getirdiğini yukarıda söylemiştik. Konumuz itibariyle dejenerasyondan
kastımız, türkülerdeki tahribattır. Bu noktada medya önemli rol üstlenmektedir. Genel
olarak medya iletişimi ve özelliklerinin tanımlamasını yaparak konuya girmekte fayda
vardır.
Medya aracılığı ile sosyal etkide bireyler arası etkileşim söz konusu değildir.
Medya, belli bir üretici merkezden yönetilen ve alıcı kitlesi çeşitli insan tiplerinden
oluşan karmaşık bir yapıdır. En önemli unsurları kitap, gazete, dergi, gibi basınla ilgili
yayınlar, işitsel anlamda radyo, görsel ve işitsel olarak sinema, televizyondur. Medya
iletişiminin en önemli özelliklerinden birinin üreticiden izleyiciye tek yönlü mesaj
yollayıcı oluşudur.53
Küreselleşen dünyanın ajanı medya; başta televizyon ve radyo olmak üzere,
her türlü haberleşme araçları ile toplumsal kültürün oluşması ve biçimlenmesinde çok
büyük güce sahiptirler. Medyanın tek yönlü olarak toplumsal kültür üzerinde yarattığı
bu etki tek tip bir dünya kültürü yaratma yolunda etkisini sürdürmektedir. Her türlü
farklılığı bünyesinde eriterek standart bir dünya kültürü oluşturulmaya çalışılmakta,
bu tek tipleşme ve standartlaşma sonucu yerel ve ulusal kültürler, bir kısım medya
araçlarının elinde ticari kaygılarla yok sayılmaktadır.
Ülkemizde medya iletişim teknolojisi yeteri kadar gelişmiş, popüler kültürün
dünya üzerindeki hegamonik yapısını oluşturmada ve ortaya çıkan dejenerasyonda
gerekli yerini almıştır.
“Teknolojinin gelişmesi iletişim araçlarının hızla yayılması insanların yaşama
biçimini ve dolayısı ile yaşama biçiminin sonucu oluşan halk müziğini de önemli
ölçüde etkilediği bir gerçektir. İnsanlar eskiden, yaşadıkları bir olay sonucu
duygularını şiirlere döküp ezgilendirerek duygularını ifade ederken; daha sonraları
her an ulaşabildikleri radyo, televizyon veya teyp gibi iletişim araçlarından
dinledikleri müzikler aracılığı ile duygularını ifade yolunu seçmeye başlamışlardır.
Bu anlamda halkın üretkenliğinin olumsuz yönde etkilendiği söylenebilir. Kaynaktan
çıkan bir türkü şehire gitmekte, şehirde ayrı bir yorum veya yapı kazanmakta ve
iletişim araçları yolu ile geri dönerek kaynağı etkileyebilmektedir.”54
.
Türkü yakılması diye bir kavram bugün artık kalmamıştır. Çağın teknolojisi
köylere mecralara girmiştir ve halk sadece kendisine sunulanı (dizi, müzik, film vs.)
izler olmuştur. “Video klip olgusunun yarattığı önemli sonuçlardan birisi olarak,
53 Edip Günay, “Müzik Sosyolojisi”, Bağlam Yayınları, İstanbul, s.216 54 Savaş Ekici, Popüler Kültürün İcra Ortamı Bağlamında Medya- Türk Halk Müziği İlişkisine
Dair Bazı Tespit ve Öneriler, (Makale), TÜBAR, Sayı:16, Niğde, 2004, s.184
HALKBİLİMİ DERGİSİ
319
insanın müzikle ilişkisinde yeni bir duvarın örülmesini gösterebiliriz. İnsanın müzikle
ilişkisinde belli başlı kırılma noktaları bulunmaktadır. Artık sadece seyrettiğimiz ve
bize gösterilen üzerinden bir kültür oluşmaya başlamıştır. Günümüzde var olan
biçimiyle pop müzik böyle bir kültürün ürünü olarak ortaya çıkmıştır.”55
“Görüntüler
bize şarkıdan ne anlamamız gerektiğini telkin ediyor, “örselenmiş” bir hayatı
değiştirecek olan tek öznenin insanın kendisi olduğu gerçeğini gizlemeye çalışıyor.”56
Ortaya çıkan bu yeni müzik anlayışı, yapay ses kaynaklarıyla üretilmiş techno-disco
altyapının üzerine, yerel ögelerin, çoğunlukla da arabeskten devşirilmiş ezgilerin
adeta yapıştırılmasından ibarettir.57
Edip Günay, toplumsal değişimi etkileyen müzikle ilgili etmenler başlığı
altında çağın teknoloji ürünlerini, medya ve müzik araçlarının rolünün altını çizer.
Müziğin kopyalanması, internet ağının gelişimi, fotokopi vs. ve bazı sosyal
değişimlerin yanı sıra, pop kültür- pop müzik olayını iç göç ile ilişkilendirerek, halkın
müziğinde oluşan değişiklikleri sıralar. “Bir alt kültür olarak nitelendirilebilecek olan
gecekondu kültürü, bugünlerdeki moda deyimiyle arabesk müzik örneğinde olduğu
gibi ve onu da kapsadığı iddia edilen pop kültür; gerçek kent kültürümüz ile kırsal
kültür arasında düşünülebilir. Çoksesli sanat müziğimiz kırsal kültür kökenine ya da
uluslararası çağdaş sanat müziği görüş ve normlarına göre gelişmiş örnekler taşısa da,
halkımıza yabancı kalmıştır.”58
diyerek toplumsal yabancılaşmanın önemini vurgular.
Vural Yıldırım’da müziğin yabancılaşmasını medya ve teknolojiyle
ilişkilendirmiştir. “Türküler sıla özlemini giderirken, kent atmosferindeki endüstiriyel
dinamiğin etkisi ile değişime uğrar. Bağlama, yanında gitar ile icra edilir ya da
elektronikleşir. Köyden taşınan türküler, içselleştirdiği ensturumanları yanına alarak
köye döner. Kitle iletişim araçları ile desteklenen popüler kültür, müzik içinde tüm
değerleri özümseyerek, kendine özgü tarzda geri sunar. Müzik artık popüler kültürün
içinde standartlaşmış ve üretildiği ortama yabancılaşmıştır.59
Bu anlamda kendine yabancılaşmaya çok sayıda örnek gösterilebilir. Bunların
içinde “İngilizce sözlü türküler bile vardır” diyerek Savaş Ekici güzel bir gönderme
yapmıştır. “Türk Halk Müziği sanatçısı olarak sunulan bir kişinin söylediği sözde
müzik; I am sorry ne sorry, Güzelim siye noli? Dü dü dü dü düttüri, Herkes malı
55 Cem Pekman, Barış Kılıçbay, (Derleme), age, s.77 56 Age, s.84 57 Age, s.78 58 Edip Günay, age, s.200-203 59 Vural Yıldırım, age, s.63-69
MOTİF AKADEMİ
320
götüri.”60
Zira burada, ağıt olarak yakılan bir türkünün, zamanla oyun havasına
dönüşmesinde olduğu gibi geleneğin kendi içerisindeki değişim ve dönüşümünden
daha çok, örnekte de görüldüğü üzere gelenekten kopukluk veya daha açık bir
ifadeyle dejenerasyon söz konusudur.”61
Şeklinde ifade eder.
Çok sayıda başka örneklerle bu sözleri destekleyebiliriz. Ankara Müziğinin
bozulmuş örnekleri Ankaralı Namık62
, Ankaralı Aysel, Ankaralı Turgut, Atilla Taş;
“ham çökelek”63
, Yavuz Bingöl; “sarı gelin”64
, Cansever; “Şen Olasın Ürgüp”65
,
Yıldız Tilbe; “zülüf dökülmüş yüze, möhür gözlüm”66
, Kibariye; “zülüf dökülmüş
yüze”67
, Müslüm Gürses; “haydar haydar”68
, Tarkan “Uzun İnce Bir Yoldayım”69
,
Bülent Sertaç “Duran Ağabey”70
, İbrahim Tatlıses “Zelo”71
ilk anda akla gelen
çalışmalardır. Örnekler çoğaltılabilir.
İşin ilginç tarafı da bu medyatik ünlü kişilerin kimilerinin medya tarafından
“Türk Halk Müziği Sanatçısı” olarak sunulması, toplum tarafından da böyle
algılanmasıdır. Yeterli müzik eğitimi alamamış, hatta yabancı unsurların etkisiyle
kendi kültürüne, müziğine yabancılaşan bir toplumun değerlendirmesini tek yönlü
eleştirmemiz eksik olacaktır. Sorun, kültür unsurlarını bir meta gibi satan,
bayağılaştıran ve yaygınlaştıran popüler kültür ajanı medyadadır.
Sözünü ettiğimiz bu çalışmalarda, müziğin folklorik özellikleri anımsatması,
sözlerin ise tamamen aslından kopuk ve dinlenemeyecek kadar müstehcen ve bayağı
oluşu dikkati çeker. Bazı örneklerde tersi bir durum da söz konusudur. Sözler aslı ile
aynı olmakla birlikte bu sefer müzik değiştirilmiştir. Yani her iki halde de türkü, türkü
olmaktan çıkartılmıştır.
Savaş Ekici “Bugün için halk müziği adına bazı işleri yanlış yaptığımız veya
yapamadığımız ortadadır. Çünkü, türkülerin söylenme biçiminin türkü ile ilgisi
olmadığı gibi, son derece duygu yüklü türküleri küfreder veya kavga eder gibi
60 Mahmut Tuncer, Sevdim seni albümü, Güneş Plak, 1993 61 Savaş Ekici, age, s.184 62 Dar Gelir Sana Ankara Albümü, Anadolu, Bera ve Tutku Müzik Yapım, 2010 63 Kırmızılım albümü, Erol Köse prodüksiyon, 1998 64 Sitemdir albümü, Prestij Müzik, 1999 65 Cemalim albümü, Klip Müzik, 1999 66 Yıldızdan Türküler albümü, Avrupa Müzik, 2004 67 Kim bilir albümü, Özhan Plak, 1981 68 Dünden bugüne albümü, Sarp Plak, 1999 69 Dudu albümü, Hit Müzik, 2003 70 Dost sohbetleri albümü, Esen Elektronik San., 2005 71 Selam olsun albümü, Üniversal Müzik,1999
HALKBİLİMİ DERGİSİ
321
söyleyen, semah ezgileri çalınırken halay çekmeye çalışan, ‘bemol 2’nin yerine
naturel ses basmayı çağdaşlık sayan ve kendi kültürüne yabancı bir nesil giderek
çoğalmaktadır.”72
. diyerek öze yabancılaşmanın sonuçlarının altını çizer.
Yukarıda türkülerin tahribatı ve kendi özüne yabancılaşması noktasında
medyayı inceledik. Günümüzde küresel politikaların etkilerinin bir sonucu olarak
medyanın başrolde yarattığı dejenerasyon önemli boyutlara ulaşmıştır.
Türkülerin Metalaşmasında Anonimlik Meselesi
Türküler, “bestecisi belli olmayan halk ezgileri”dir. Tekerlemeler, ninniler,
koşmalar, ağıtlar, varsağı vb. çok değişik isimler alsalar da genel olarak halka ait
anlamında “anonim” tabiri ile açıklanırlar. Ancak türküleri yaratan, ozan veya
söyleyen kişiler vardır, kişisel olarak doğar, benimsenir ve daha sonra yayılırlar,
sonuçta anonimleşir, halka mal olurlar. “Türküleri yakanların hemen hemen hepsi,
halk şiiri ve müziği ile dolu, yüzlerce türkü bilen, sesi güzel olan kişilerdir. Yakmaya
sebep olan olay veya duyguyu, yaşamış veya en ince noktasına kadar gönlünde duyan
sanatçı (ruhu sanatçı olan kişi, âşık, halktan biri anlamında) hafızasındaki şiir ve
ezgiler yardımıyla yeni bir türkü yaratır. Bu yeni yakılan türkü, hem eski türkülerden
kolektif izler taşıdığı gibi, hem de zamanla türkü yakan sanatçının adı, topluma ters
düşen söz ve ezgi bölümleri gibi kişisel izlerin silineceği ve değeri nispetinde yayılıp
halka malolacağı için zamanla anonim halk edebiyatı ürünü karakterine sahip olur.”73
“Sanat müziklerinde olduğu gibi türküler de baştan “kişisel” olarak doğar.
Zaten hangi müzik türünde olursa olsun “toplu yaratma” (toplu beste) söz konusu
değildir. Türkünün ilk yaratıcısı (besteci) bir sanatçı ozan olduğu gibi çoğu kez halktan
herhangi bir kişidir. Bestecileri halk kültürüyle yoğrulmuş kişiler olduklarından kişisel
yönleri zayıftır. Var olan kişisel izler silinmeye çok elverişlidir. Bestecinin bağlama ya
da bir çalgı çalması çoğunlukla gerçekse de; saz çalmayan kişilerce de “türkü”
yakılması, kişisel izlerin kolayca silinmesinin bir başka nedenidir. Ozan, bir olay ve bu
olayın kendisine yarattığı duygulara dayalı olarak sözlü bir ezgi ortaya koyar. Bu müzik
parçası halkın duygu ve sanat anlayışı ile uyumlu ise benimsenir. Benimsenen türkü
anonimleşme sürecine girmiştir. Benimseyenlerse halk tarzına yatkın kişisel ürünler
olarak kalır. Bilimsel olarak bu yaratmalara folklor ürünleri denir.74
72 Savaş Ekici, age, s.188 73 Mehmet Özbek, age, s.64 74 Ümit Kaynar, age, s.41
MOTİF AKADEMİ
322
Popüler kültür ve popüler müzik daha çok türküleri anonim oluşları sebebiyle
metalaştırmaktadır. Türkülerin metalaşmasındaki en önemli etken anonimliktir,
diyebiliriz.
“Halk geleneğinin kendine özgü kültürelliği ifade biçimi yazılı değil,
sözlüdür. Sözelin her aktarımı aynı zamanda yeniden üretilmesini doğurur, “sonraki
asıl versiyonunu elde etmek imkansız hale gelir.”75
Ürünün sahibinin belli olmaması,
onu sahiplenilebilir konuma getirirken telif sorununu da bertaraf eder. Üretimin
boyutları ve türlerin aynı sektör içinde birlikteliği, bunun yanında ritimlerin
tekdüzeliği bizim müzik türlerini ayrıştırmamızı zorlaştırır. Medyanın da etkisiyle
genel olarak kırda üretilen halk müziği, kent kültürünün etkisinden kurtulamaz.
Etkileşimin uzun vadeli sonucu; üretilenlerin müzik endüstrisine uygunluğu,
varolanların uyarlanmasıdır.”76
Sonuç
Müzikbilimci entelektüellerimizin önemli doktrinleri arasına temelde üç
yaklaşım daha bu yazıda girmiş durumdadır. Bunlardan birincisi; küreselleşme
ideologlarınca yaratılan “tek tipleşme”, “tek kültürleşme” politikalarının bir sonucu
olarak türkülerin dejenere edilip tekrar sunulmasına karşı durmak ve türkülerimizi
ısrarla doğru söylemek, ikincisi; türküleri kendi tarihinden koparmadan, onu tarihi ile
öğrenmek ve öğretmek, üçüncüsü; kapitalizmin temelinde yer alan metalaşma, daha
doğru bir yaklaşımla yararlı olan, kar getiren her şeyin metalaştırılması sürecinde
türkülerin kendi özüne yabancılaşmasına karşı durabilmektir.
Doktriner bu yaklaşımlar, bireysel ve toplumsal anlamda, özellikle de gelecek
nesiller açısından “kimliğe sahip çıkma” kaygısını taşımaktadır. Bu anlamda
gelenekçi çizgide yol yürümek ve de ısrar etmek önem kazanmaktadır.
“Gelenek kimliğin bir aracıdır. İster kişisel ister toplu olsun, kimlik anlam
içerir; ancak aynı zamanda yinelemeyi ve tekrar yorumlama süreçlerinin sürekliliğini
de içerir. Kimlik zaman üzerinde düşünce sağlamlığının ürünüdür ki, geçmişin
beklenen gelecekle kesişmesinin ta kendisidir. Bütün toplumlarda kişisel kimliğin
korunması/devamlılığının sağlanması ve bunun daha geniş diğer toplumsal
kimliklerle olan bağlantısı ontolojik güvenliğin öncelikli gereğidir.”77
75 James C. Scott, Tahakküm ve Direniş Sanatları, (Çev: Alev Türker),Ayrıntı Yayınları, İstanbul,
1995, Aktaran; Vural Yıldırım; “Popüler Müzik ve Müzikal Kimlik”, Folklor ve Edebiyat Dergisi,
2004/04, s.63-69 76 Vural Yıldırım; “Popüler Müzik ve Müzikal Kimlik”, Folklor ve Edebiyat Dergisi, 2004/04, s.63-69 77 Mehmet Aysoy; “Geleneksel Sonrası Toplum Üzerine”, Açı Kitapları, 2003, İstanbul, s.41
HALKBİLİMİ DERGİSİ
323
“Mûsıki sanıldığı gibi soyut bir gönül dili değil, düşüncenin, felsefenin
şekillendirdiği, beyinle doğrudan bağlantısı olan bir gönlün dilidir. Kendi insanının
gönül dilini bilmeyen, hangi türküleri, ağıtları, şarkıları niçin ve nasıl söylediğinden
habersiz bir aydın, toplumdan kopuk bir insan olarak milletin ortak düşünce
hafızasına katkıda bulunamaz.”78
Müzikbilimci entellektüeller olarak, mesleki konumumuz itibariyle temelde
eğitim sisteminde, yukarıda tanımladığımız doktriner sonuçlara yönelik revizyonlarla
işe başlamak önemli bir başlangıç olacaktır.
KAYNAKLAR
Kitaplar
ABACI, Tahir; Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar’da Müzik, Pan
Yayınları, İstanbul, 2000
AYSOY, Mehmet; “Geleneksel Sonrası Toplum Üzerine”, Açı Kitapları,
2003, İstanbul
EKİCİ, Savaş; “Türk Halk Müziği Bilgileri Ders Notları”, (Yayınlanmamış),
Gazi Antep Üniversitesi, 2005
EMNALAR, Atınç; “Tüm Yönleriyle Türk Halk Müziği ve Nazariyatı”, Ege
Üniversitesi Basımevi, İzmir, 1998
GOUVERNEUR, Jacques; “Kapitalist Ekonominin Temelleri”, (çev. Fikret
Başkaya), İmge Kitabevi, Ankara,1997
GÜNAY, Edip; “Müzik Sosyolojisi”, Bağlam Yayınları, İstanbul
KAYNAR, Ümit; “Türk Halk Kültürü ve Halk Müziği”, Ege Yayınları,
İstanbul, 1996
KÖPRÜLÜ, Fuat; “Edebiyat Araştırmaları”, C.1, Ötüken Yayınevi, Yayın
No:189, İstanbul, 1989
OSKAY, Ünsal; “Müzik ve Yabancılaşma”, Der Yayınları, İstanbul, 2001
ÖZBEK, Mehmet; “Folklor ve Türkülerimiz”, Ötüken, İstanbul, 1994
78 Bayram Bilge Tokel, age, s.23
MOTİF AKADEMİ
324
PEKMAN, Cem, KILIÇBAY, Barış; (Derleme, “Görüntünün Müziği”, Pan
Yayınları, 2004
POYRAZ, Bedriye; “Direnişle Piyasa Arasında Alevilik ve Alevi Müziği”,
Ütopya Yayınevi, Ankara, 2007
SAY, Ahmet; “Müzik Ansiklopedisi”, C.1, Ankara, 1985
YILDIRIM, Vural; “Popüler Müzik ve Müzikal Kimlik”, Folklor ve Edebiyat
Dergisi, 2004/04
TANPINAR, Ahmet Hamdi; “Beş Şehir”, Devlet Kitapları, İstanbul, 1989
TOKEL, Bayram Bilge; “Bağımıza Gazel Düştü, Müziğe Dair”, Akçağ
Yayınları, Ankara, 2002
Makale
EKİCİ, Savaş; “Popüler Kültürün İcra Ortamı Bağlamında- Türk Halk Müziği
İlişkisine Dair Bazı Tespit ve Öneriler”, (Makale), TÜBAR, Sayı:16, s.181-189,
Niğde, 2004
İnternet
ARTUN, Erman; “Popüler Türk Kültürünün Dünya Kültürlerine Etkisi ve
Katkısı”, Çukurova Üniversitesi Türkoloji Araştırmalar Merkezi, http://turkoloji.cu.edu.tr/
HALKBILIM/50.php, saat 15:18, 21.11.2011
Albümler
Dar Gelir Sana Ankara Albümü, Anadolu, Bera ve Tutku Müzik Yapım, 2010
Mahmut Tuncer Sevdim seni albümü-Güneş Plak-1993
Kırmızılım albümü, Erol Köse Produksiyon, İstanbul, 1998
Sitemdir albümü, Prestij Müzik, İstanbul,1999
Cemalim albümü, Klip Müzik, 1999
Yıldızdan Türküler albümü, Avrupa Müzik, 2004
HALKBİLİMİ DERGİSİ
325
Kim bilir albümü, Özhan Plak, 1981
Dünden bugüne albümü, Sarp Plak, 1999
Dudu albümü, Hit Müzik, 2003
Dost sohbetleri albümü, Esen Elektronik San., 2005
Selam olsun albümü, Üniversal Müzik,1999
MOTİF AKADEMİ
326
TÜRK MUTFAĞINDAN KAYBOLAN KERKÜK YEMEKLERİ
Lost Kirkuk Dishes in Turkish Cuisine
Ziyat AKKOYUNLU*
Özet: Bu makalede, Orta Asya’dan başlayarak Osmanlı’ya ve oradan da Kerkük’e
kadar uzanan coğrafyadaki Türk mutfağına, dönemlere ait yazılı kaynakların doğrultusunda
değinilmiş, günümüz Türkiye’sinde unutulup kaybolan, buna karşın Kerkük Mutfağı’nda
yaşayan yemekler, tarifleriyle beraber anlatılmıştır.
Anahtar kelimeler: Türkler, Orta Asya Türk Mutfağı, Osmanlı Saray Mutfağı,
Kerkük Mutfağı, Kaybolan Yemekler
Abstract: In this article, Turkish cuisine starting from the Central Asia, then to
Ottoman and Kirkuk geography has been mentioned in relation to the written sources of those
periods and Kirkuk dishes that have been lost in today’s Turkey but that stil continue to exsist
in Kirkuk cuisine have been described with their recipes.
Key words: Turks, Central Asia Cuisine, Ottoman Palace Cuisine, Kırkuk Cuisine
Bilindiği gibi Türk sosyal hayatında yemek kültürü her zaman özel bir yere
sahip olmuştur. Türkler Orta Asya’dan Anadolu’ya, Balkanlar’a, Afrika’ya kadar
dağıldıkları dünya coğrafyasında, eski yemek alışkanlıklarını, yenileriyle birleştirerek
devam ettirmişlerdir. Bu arada bazı yemeklerin detayları unutulmuş, parçaları günün
şartlarına göre değişikliklere uğrayarak bugüne kadar ulaşmıştır.
Orta Asya’da yaşayan Türkler göçebe hayatın bir gereği olarak hayvancılıkla
uğraştıkları için daha çok et, süt, yağ ve peynir gibi hayvansal gıdalarla ve tahıllarla
besleniyorlardı. Geyik, tavşan, koyun, deve, at eti yerlerdi. Atın eti, sütü çok sevilirdi,
ısısından faydalanarak bastırma yapılırdı. Akdarı en çok kullanılan tahıldı. Türk yemek
kültürü hakkındaki bu bilgilere eski Türk kaynakları vasıtasıyla ulaşmak mümkündür.
Türklüğün kültür hazinesi, Dîvânu Lugâti’t-Türk’te Kâşgarlı Mahmûd ilgili
maddeleri açıklarken Türklerin damak tadından bahsederek bazı yemek tarifleri de
* Prof.Dr., Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Türkiye.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
327
vermiştir. Bu vesileyle o dönem yemek kültürü hakkında da bazı bilgilere sahip
oluyoruz. Meselâ Yund(at) maddesinde “Yund eti yıpar” der ve şöyle açıklar: Atın
eti mis gibi kokar; o pişirilip soğumaya bırakıldığı zaman ondan güzel bir koku
yayılır.1
“Kazı” maddesini verirken “İnsanın göbek şişmanlığı ve atın karın
semizliğidir.” der. Hemen ardından “Yund kazı yağ” örneğini vererek “Atın karın
bölgesinin şişmanlığı, yağdır (yağ gibi güzeldir)” şeklinde bir açıklamada bulunur ve
bunun da Türklerin en sevdiği et olduğunu söyler.2
Muhammed b. Hasan El-Bağdadî 13. yüzyılda kaleme aldığı Kitâbu’t-tabîh
adlı yemek kitabının girişinde zevkleri “zekâ oyunları, yemek yeme, içki içme, iyi
giyim, cinsellik, koku ve ses” olmak üzere altı gruba ayırıyor.3 Ona göre yemek,
zevklerin en soylusu ve en önemlisidir.
Yemek her zaman zenginliğin bir simgesi olmuştur. Mesela 14. ve 16.
yüzyıllarda Avrupa’da yemek yani mutfak, bir güç göstergesi aracı olarak
algılanıyordu.4 Sadece Avrupa’da değil. Osmanlı Devleti de yeri geldiğinde bu araçla
gücünü göstermek istemiştir. 15. Yüzyılda, II. Murad devrinde yabancı bir elçi
ağırlanırken sofrada en fazla pilav, yahni ve şerbet bulunuyordu. Fatih sonrası
ihtişamlı devirlerde ise bir sefirin önüne yüz çeşit yemek konduğu oluyordu. İstanbul
ve özellikle Saray, koca imparatorluğun her tarafından akın eden yiyeceklerin en
iyisini, en güzelini tüketiyordu. Tabiî ki bu en seçkin yiyecekler yine en seçkin ellerde
pişiyordu. 1600 yılı dolaylarında bir Avrupalı ya da bir Akdenizli gözünde Osmanlı
mutfağı en modern, en gözde ve yaratıcılığın uygulandığı en gelişkin mutfaktı.5
Mutfağın, zenginliğin ve gücün bir simgesi olarak algılandığı bu devirlerde, III.
Murad’ın saltanat sürdüğü yıllarda, sarayda toplam1117 aşçı ve yamakları çalışıyor
ve günde 2-3 akçe ulufe alıyorlardı. Saray geleneğinde padişah nereye giderse has
mutfağı da onu izliyordu. Mesela, 1593 yılında, Sultan III. Mehmed döneminde
Avusturya ordusuna karşı kazanılan Haçova Meydan Savaşı’nda düşman askerleri
hazine çadırına kadar gelip yağmaya başlar. Bunun üzerine aşçılar, ellerine
geçirdikleri kepçe, satır, masa ve odunla saldırıp onların hepsini püskürtürler.6
1 Dîvânü Lûgati’t-Türk (Tıpkıbasım), Kültür Bakanlığı Yayınları, Ank, 1990, s. 449 2 a.g.e, s. 543-544 3 Marın, Manuela, “Ortaçağ Arap Mutfak Geleneğinde Renk ve Koku”, Ortadoğu Mutfak Kültürleri,
Samı Zubaıda-Rıchard Tapper, Çeviri: Ülkü Tansel, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2000, s. 204 4 Massimo Montanari, Avrupa’da Yemeğin Tarihi, Çeviren: Mesut Önen-Biranda Hinginer, İstanbul,
1995, s. 112-115 5 Fragner, Bert, “Kafkaslardan Dünyanın Damına: Bir mutfak Serüveni”, Ortadoğu Mutfak Kültürleri,
Samı Zubaıda-Rıchard Tapper, Çeviri: Ülkü Tansel, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2000, s. 54 6 Ünsal, Artun, “Osmanlı Mutfağı”, Yemek Kitabı, Hazırlayan: Sabri Koz, Kitabevi, İstanbul, 2002, s. 92
MOTİF AKADEMİ
328
Damak öyle yüce bir zevk ki yemek, bir zamanlar hünkârın gözüne girmenin,
bir yerlere varmanın da vasıtası olmuş. Örneğin Sultan Abdu’l-mecîd’den itibaren,
her yıl Ramazan’ın on beşinde Topkapı Sarayı’nda, Hırka-i Şerîf ziyaretinin ardından
padişaha özel iftar yemekleri hazırlanırmış. Bu yemekleri pişiren Enderun efendileri
arasında özellikle en güzel soğanlı yumurta yapma rekabeti varmış. Eğer padişah iftar
yemeklerinden tadarken soğanlı yumurtayı beğenirse onu hazırlayan efendiyi kendine
kilercibaşı seçermiş. Soğanlı yumurta deyip geçmeyin. Bu yemeğin yapımı üç, üç
buçuk saat sürermiş.7
Bütün bunlar bir yana yemek, toplumsal sınırları belirlemede kültürel bir
ayraçtır. İşte biz de bu noktadan hareketle bu yazımızda Osmanlı Mutfağı’nın yaşayan
bir yüzü olan Kerkük Mutfağı’ndan, bahsedeceğiz. Bunu yaparken de yeri geldikçe
Saray ve Ortadoğu mutfaklarına değineceğiz.
Kerkük Türkleri olarak tanınan Irak’taki Türk topluluğu, sadece Irak’ın bu
dördüncü büyük şehri olan Kerkük’te yaşamayıp Musul, Erbil, Altunköprü, Tuz,
Dakuk, Kızılırbat, Hânekin gibi bölgelerDe de yaşamaktadır. Abbasî hilafetinin,
bugünkü Irak topraklarında hüküm sürdüğü sıralarda, Orta Asya’dan getirilen ve bu
hilafetin ortadan kalkmasıyla mevcudiyeti son bulan Celp ve Hassa Ordusu, 1258’de
Moğollarla gelen Türkler ve IV. Murad’ın Bağdat fethi akabinde, yolu korumak için
bıraktığı Türkler, bugünkü Irak Türklerinin menşeini teşkil etmektedir. Hâkimiyetleri
altında yaşadıkları devletlerin hüküm sürdükleri devirlerde, değişikliğe uğramamak
için fevkalade gayret gösteren Irak Türkleri, Kanunî Sultan Süleyman’ın Bağdat
fethinden sonra imparatorluğun bu bölgedeki çok hassas ve ağır yükünü seve seve
üstlenmişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti hudutları dışında kaldıkları 1918 tarihinden
sonra da yoğun bir Arap kültürü ve baskısına maruz kalmalarına rağmen bünyelerine
iyice sindirdikleri Türklük şuurunu kaybetmeyerek bugün pek çok Türkün unuttuğu
Türk örf ve âdetlerine sıkı sıkıya bağlı kalarak onları yaşatmaya muvaffak
olmuşlardır. Hatta azınlık grup olmalarına rağmen Arap kültürünü de az da olsa Türk
kültürünün tesiri altında bırakabilmişlerdir. Bunun en açık örneğini konumuz olan
yemek kültüründe görmekteyiz. İmambayıldı, pufböreği, tatarkulağı, suböreği,
mıhlama, burma, dondurma, perde pilav, türlü, paça, işkembe, bastırma, külbastı,
kavurma, taskebap, tavukgöğsü, sütlaç ve dolma gibi Türk mutfağının bu yemeklerini
herhangi bir Arap yemek kitabında bu adlarıyla görmemiz mümkündür. Bu yemekler
Arap mutfağında bugün için Türkçe adlarıyla yer almaktadır; ama zamanla diğer
milletlerin Türk yemeklerine yaptıkları gibi Arapların da bu yiyecekleri kendilerine
mal edecekleri muhakkaktır. Nitekim bu Türkçe yiyecek adları, yemek tarifleri
7 Ünsal, Artun, a. g. m., s. 93
HALKBİLİMİ DERGİSİ
329
verilirken uydurma Arapça adlardan sonra parantez içinde yazılmaktadır. Yani
uydurulan bu adlar zihinlerde yerleşip tanındıktan sonra Araplar, Türkçe adları atıp bu
yemekleri kolayca kendilerine mal edeceklerdir. Adıyla, her şeyiyle Türk mutfağının
bir yemeği olan “dolma”ya yakın zamana kadar “Türk dolması”, “Kerkük dolması”
adıyla mutfaklarında yer veren Araplar, sonraları “dolma Bağdadî”, yani “Bağdat
dolması” demişlerdir. Son zamanlarda ise dolma kelimesinin yerine de dolmanın
Arapça karşılığı olan “mahşî” kelimesini kullanarak “mahşî Bağdadî” adıyla bu
yemeği adlandırmışlar ve böylece kendilerine mal etmeye çalışmışlardır.8
Körinin, çeşitli biberlerin, zencefilin, tarçının ve daha pek çok baharatın bolca
kullanıldığı bu mutfakta, dolmalar, yemekler bu zengin baharat çeşnisiyle güzel bir
kokuya, tada ulaşmaktadır. Kerkük yemeklerine özel bit tat veren ise “Kerkük
Baharatı”dır. On çeşit baharat ihtiva eden bu terkip, Kerkük yemeklerinin baharat
gerektiren bütün yemeklerinde kullanılır. Terkibinde, 50’şer gram cözbava (Hindistan
cevizi), karabiber, kabâbiyye (yenibahar), tarçın, ırkhel (havlucan) ile 20’şer gram
zencefil, hel(kakule), daras (darıfülfül), karanfil ve gülkurusu vardır. Bu zengin karışım
gözünüzde büyüyebilir; fakat sakın büyümesin. Zira 1489 yılında sadece 18 çeşit
baharatın kullanıldığı Saray’da, Mısır’ın fethiyle pek çok baharatla tanışılmıştır.
Mısır’ın fethi, Osmanlı Sarayı’nın damak zevkinde bir dönüm noktasıdır. 1573’te Saray
mutfağında 200’ün üzerinde çeşitli baharatların kullanıldığı, kayıtlarda mevcuttur.9
Baharattan bahsetmişken tam manasıyla Kerkük Baharatı’nın tadını,
kokusunu verdiği “karışık dolma”nın tarifini şöyledir: elle kıyılmış et ile bir miktar
kuyruk yağı, yıkanmış pirinç, ince kıyılmış sarımsak, soğan, dereotu, Kerkük baharatı
ve “köri”den bir iç hazırlanır. Diğer taraftan kabakların ve patlıcanların içi oyulur.
Dolmalık biberlerin içi çıkarılır. Domateslerin üst kısmı kapak şeklinde kesilerek içi
oyulur. Kuru soğanlar, baş ve alt kısımları kesilerek cücüğüne kadar boyuna yarılır.
Cücükten başlamak suretiyle bu soğanların içi kat kat çıkarılır. Dolmaları doldurmaya
başlamadan önce bir miktar yağ eritilerek yarısı hazırlanmış olan içe diğer yarısı da
dolmanın pişeceği tencereye konur. Kabak, patlıcan, biber, domates ve soğanın
katları, hazırlanan içle doldurularak üst üste tencereye yerleştirilir. Bunların üstlerine
de aynı içle sarılmış asmalardan bir sıra dizilir. Daha sonra dolmanın dağılmasını
önlemek için “yarpağ daşları”10
yerleştirilir. Biraz su ilave edilir. Su kaynamaya
8 Akkoyunlu, Ziyat, “Kerkük Yemeklerinden Örnekler”, III. Milletlerarası Türk Folklor Kongresi
Bildirileri, Başbakanlık Basımevi, Ankara, 1987, c. V, s. 7-8 9 Bilgin, Ârif, “Seçkin Mekânda Seçkin Damaklar: Osmanlı Sarayında Beslenme Alışkanlıkları (15.-17.
Yüzyıl)”, Yemek Kitabı, Hazırlayan: Sabri Koz, Kitabevi, İstanbul 2002, s. 71 10 Yarpağ daşları: Yaprak taşları, dolmaların ve sarmaların dağılmasını önlemek için kullanılan, çay
tabağı büyüklüğünde yassı taşlardır.
MOTİF AKADEMİ
330
başlayınca bir miktar limontuzu atılarak bir müddet daha kaynatılır. Daha sonra suyu
süzülür ve uzun bir müddet hafif ateşte demlenmeye bırakılır. Tariften de anlaşılacağı
üzere Kerkük dolmalarının önemli iki özelliği vardır. Birincisi elle kıyılmış et,
ikincisi de kullanılan baharat terkibidir.
Patlıcan, kabak, domates… Hepsinin ayrı ayrı hikâyesi var. Osmanlı,
Amerikan menşeli domatesle 17. yüzyılın sonlarında tanışmıştır. Mutfak defterlerinde
adı “kavata”dır. Yani, bir çeşit acı ve yeşil domates. Saray bu sebzeyi hiç kırmızı
kullanmamış. Mutfağına daima yeşil hâliyle girmiş. Saray’ın helvahanesinde bol bol
turşusu yapılıyormuş. Hatta hem kendi hem de yaprakları satın alınıp
kullanılıyormuş.11
Patlıcan… Karnıyarığı, kebabı, oturtması, kızartması, beğendisi, bayıldısı,
salatası yapılan bu leziz sebzenin anavatanı Hindistan’dır. Orada adı “vatingana”
imiş. Emevîler zamanında İspanya’ya geçmiş ve adı “alberincana” olmuş. Araplarda
ise “beytu’l-cân” yani “can evi”. Yukarıda sayılan yemeklerin en meşhuru şüphesiz
“imambayıldı”dır. “İmambayıldı” hakkında iki hikâye var. Malum, patlıcan yağı çok
çeken bir sebzedir. Bir rivayete göre, İmam’ın karısı, günlerden bir gün özene bezene
bu yemeği yapmış. İmam eve gelip de yağ içinde yüzen patlıcanları görünce “Eyvah,
hanım ne yaptın? Mahvolduk.” demiş ve bayılmış. Diğer rivayete göre ise patlıcanın
terkibinde bulunan çinko ile sarımsakta bulunan iyot, kimyasal olarak birleşince
kadına güzellik, erkeğe de baba olma hassası verirmiş. Karısının güzelleştiğini gören
İmam Efendi’nin tansiyonu yükselmiş ve oracıkta bayılıvermiş.12
Kabağa gelince… Anlatıldığına bakılırsa balık, Yunus Peygamber’i ot ve
ağaç bulunmayan bir yere atmış. Kurân’da tavsif edildiğine göre Yunus Peygamber,
sahile çıkarıldığında yeni doğmuş bir çocuk gibi et ve kemikleri dağılacak bir
vaziyette imiş. Allah orada bir kabak ağacı büyütmüş ve yabani bir kır keçisi
göndermiş. Yunus Peygamber kabaktan yiyerek ve keçinin sütünden içerek
iyileşmiş.13
O gün bu gündür insanoğlu bu güzel sebzeden tatmakta. Ayrıca Araplar
arasında yaygın bir inanca göre kabak, Hz Muhammed’in en sevdiği sebzedir.14
11 Bilgin Ârif, a.g.m., s. 72 12 Akyavaş, A. Ragıp, “Sebzeler Üzerine Çeşitlemeler”, Yemek Kitabı, Hazırlayan: Sabri Koz, Kitabevi,
İstanbul, 2002, s. 220-221 13 Taberî, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, Çevirenler: Zâkir kadirî Ugan- Ahmet Temir, MEB yayınları,
c. I, s. 986 14 Yamanı, Maı, “Bana Ne Yediğini Söyle, Sana Kim Olduğunu Söyleyeyim: Mekke Mutfağı ve
Sınıfları”, Ortadoğu Mutfak Kültürleri, Samı Zubaıda-Rıchard Tapper, Çeviri: Ülkü Tansel, Tarih
Vakfı Yurt Yayınları, 2000, s. 180
HALKBİLİMİ DERGİSİ
331
Zannetmeyin ki Kerkük’te sadece bu dolma yapılıyor. Sulu dolma, mev
(yaprak) dolması, pencer (ebegümeci) dolması, rehen (reyhan) dolması, mumbar
dolması, zılk (pazı) dolması, lahana dolması da var.
Lahana demişken… Anavatanı Trakya ve ötesidir. Efsaneye göre Trakya
krallarından Likurg bir üzüm bağını söktürünce şarap ilahı Baküs’ün gazabına
uğramış. Karakışın ortasında bir üzüm kütüğüne bağlanmak suretiyle cezalandırılmış.
Kral üzüm kütüğünün dibinde hüngür hüngür ağlarken dökülen gözyaşlarından lahana
peyda olmuş. Bu suretle lahana ile alkol arasında bir zıddiyet baş göstermiş. Eski
Yunanistan’da şarap sevenler Baküs’ün başına, sevmeyenler de lahananın başına
yemin ederlermiş. Bu yüzdendir ki lahana sarhoşluğa karşı bir deva olarak kabul
edilmiştir. Ayrıca ünlü Yunanlı hekim Galenos’un kavline göre lahana, baş ağrısı
çekenler, uyku uyuyamayanlar, horlayanlar ve sıska çocuklar için birebirdir. Eskiler
malum, şöyle etli butlu, dolgun hatunlardan hoşlanıyorlar. Galenos’cu doktorlar,
karılarının sıskalığından şikâyet eden erkeklere, hatunlarına bol bol kapuska
yedirmelerini tavsiye ederlermiş. Lahanayla ilgili bazı acı anılar da var hafızalarda.
Çanakkale Savaşı’nda, Bolayır sırtlarında bir tek lahana yaprağının rütbe ve kıdem
sırasına göre dağıtıldığı olmuş.15
Galiba milletçe dolmayı seviyoruz. Osmanlı Sarayı’nda bu sebzelerin yanı
sıra elma, ayva ve hatta kavun gibi meyvelerin dahi dolmaları yapılıyordu. Az önce
bahsettiğimiz karışık dolmanın içinde en çok sevileni soğan dolmasıdır. O da yabancı
değil. 15. ve 16. asırlara ait vesikalarda adı geçmektedir. Bugün ise birkaç ilimizin
dışında unutulmuş vaziyette.
Kerkük’te sadece bunlar doldurulmuyor. Hindisi de dolar tavuğu da…
Kuzusu da yumurtası da… Bunlardan hindi ile yapılan “aleşiş doldurması”nın yapımı
şöyledir: bir taraftan temizlenmiş olan hindi haşlanırken diğer taraftan da iç pilav
hazırlanır. Hindi iyice haşlanınca pilav içine doldurulur ve bir güzel dikilir. Üzerine
biraz haşlama suyu gezdirildikten sonra orta sıcaklıktaki fırına sürülür. Ara sıra da
haşlama suyu, hindinin üzerine dökülür ve yemek böyle böyle pişirilir.
16. ve 17. yüzyıllar, Yeni Dünya’dan yani Amerika’dan getirilen hayvanların,
sebzelerin ve meyvelerin Akdeniz’e yayıldığı yüzyıllardır. Domates, ayçiçeği, Hint
mısırı (darı), tatlı ve acı kırmızıbiber, çalı fasulyesi, bezelye, karnabahar, ayçiçeği, yer
fıstığı, tütün ve kakao gibi pek çok ürünle ilk defa bu yüzyıllarda tanışılır. Bunların
yanı sıra hindi, çok kısa bir sürede İspanya üzerinden Doğu Akdeniz kıyılarındaki
Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı bölgelere ulaşır. Meksika’dan ithal edilen bu “Hint
15 Akyavaş, A. Ragıp, a.g.m, s. 216-217
MOTİF AKADEMİ
332
tavuğu” İspanya’dan doğrudan doğruya Avrupa’ya taşınır. Osmanlılar bu tavuğa
“hindî tavuk” yahut sadece “hindî” adını verirler. Bugün hâlâ Suriye Arapçasında
“tavuk-i hindî” deniliyor. Osmanlı o kadar güçlüydü ki İngiltere’de bile bu lezzetli
kümes hayvanın Türk menşeli bir kümes hayvanı olduğu zannediliyordu. Bu yüzden
İngiltere’de ve Amerika’da bu tavuğun adı “turkey” dir.16
Pilav, Kerkük Mutfağı’nın vazgeçilmezleri arasındadır. Sade pirinç pilavı,
yerköklü (havuçlu) pilav, perde pilav, pekleli (baklalı) pilav, kırmızı pilav, burgul
(bulgur) pilavı, içli pilav, karaharman pilavı, keşkek pilavı, biryanî olmak üzere en az
on çeşit pilav vardır. Bunların şahı ise “perde pilavı”dır. Perde pilavının yapımı
şöyledir: Türkiye’deki iç pilava benzer, bademli ve üzümlü pilav, hazırlandıktan sonra
demlenmeden biraz önce bir kaba alınır. Tencerenin içi yağlandıktan sonra etrafı
dışarıda kalmak kaydıyla içine bir yufka yayılır. İç pilav içine dökülür. Yufkanın uçları,
pilavı örtecek şekilde kapatılır. Ardından ya çok hafif ateşte ya da fırında, yufka
kızarıncaya kadar pişirilir. Sonra da kalıp hâlinde çevrilerek servis yapılır.
Resim 1: İki Renkli Bulgur Pilavı
Kerkük’te sulu yemeklerin genel adı “duru” ve “teşrib”dir. Teşribler, geniş ve
derin tabaklara ufak parçalar hâlinde doğranmış tandır ekmeği üzerine dökülerek
yenir. Bamya teşribi, pekle (bakla) teşribi, burgul (bulgur) teşribi, karaharman teşribi,
16 Fragner, Bert, a.g.m., s. 52
HALKBİLİMİ DERGİSİ
333
tavıh (tavuk) teşribi, tamata (domates) teşribi, beyaz teşrib gibi çok çeşidi vardır.
Meşhur tarihçi Taberî’nin dediğine bakılırsa yeryüzünde ilk teşrib (serîd/tirit) yapan,
“yani ekmeği, ufak parçalara ayırdıktan sonra et suyunda ıslatarak yiyen” İbrahim
Peygamber’dir.17
Bunlardan bamya teşribi şöyle yapılır: parça kuzu eti iyice yıkandıktan sonra
yağ ve tuzla birlikte tencereye konur. Et, suyunu çekip yağda biraz kızartıldıktan
sonra salça veya domates ilave edilir. Daha sonra başları kesilmiş bamyalarla sıcak su
eklenir. İyice yıkanmış bir baş sarımsak olduğu gibi yemeğin içine atılır (Pilavla
yenen bamya aşına sarımsak konmaz). Bir miktar limon tuzu atılarak yemeğe ekşilik
verilir. Yemek, küçük parçalar hâlinde doğranmış tandır ekmeğinin üzerine konularak
servis yapılır. Tariften anlaşılacağı üzere bu yemeğe lezzetini, içine konulan sarımsak,
ekşi ve kullanılan ekmek verir. Tandır ekmeği olmazsa bu yemek yeterince lezzetli
olmaz. Tandır ekmeği kepekli undan hazırlanan mayalı hamurla yapılır. Mayalanan
hamur, kabarması için sıkı sıkı sarılır, birkaç saat bekletilir. Daha sonra kündelere
(beze) ayrılıp Kerkük evlerinde eksik olmayan tandırların yanındaki tezgâhlara
sıralanır. Kündeler burada pide şekline getirilir ve tandırda pişirilir. Bu ekmek bir
haftadan fazla bir süre bayatlamadan saklanabilir. Kerkük’te bundan başka
kündüçlüsü (susam), yağlısı, cızlağlısı (kuyruk yağı) da yapılıyor. Hinnesi, madası,
lavaşası, yuhhası, sammunu, nazkananı, bazar ekmeği de var.
Yukarıda saydığımız bu ekmekler arasında “kündüçlü” ve “cızlağlı” ekmek ile
tartışmalara yol açan “yuhha” ekmeğe değinmek gerek. Bugün için cızlağlı ekmek
kulağınıza pek hoş gelmeyebilir yahut şaşırabilirsiniz; ancak Osmanlı Sarayı’nda has
ekmeğe, yani padişahın, has oda mensuplarının, Enderun ve haremin ileri gelenlerinin,
valide sultanın, padişah kızlarının, şehzadelerin, vezirlerin, defterdarların, şeyhu’l-
İslâmın, nakîbu’l-eşrâfın, nişancının, kazaskerin, padişah imamının, padişah hocasının,
başhekimin, eski saray ağalarının, matbah-ı âmire kâtiplerinin, ağaların ve emekli
ağaların yediği ekmeğe Fatih dönemine ait bir kayıttan anlaşıldığı kadarıyla râziyâne
(rezene)18
tohumunun yanı sıra kuyruk yağı da katılmaktaymış. Bununla birlikte saray
fırınında pişen ekmeklere ve unlulara susam, çörekotu, yumurta, sakız (mastaki),
anason gibi maddeler de ilave ediliyordu. Bunlardan susam ve çörek otunun, has fırına
yani, haricî fırına göre daha kaliteli ekmek ve unlu mamul üreten fırına daha çok
verildiği o döneme ait kayıtlarda görülmektedir.19
Susam deyip geçmeyin. Yeryüzünde
yağı çıkarılan ilk bitki olduğuna inanılıyor. Yağı, Mısır ve Irak’ta yaşayan Musevilerin
17 Taberî, a.g.e., c. I, s. 428 18 Rezene: Akdeniz ve Ege bölgesinde yetişen maydanoz familyasından bir bitki 19 Bilgin, Ârif, a.g.m., s. 48
MOTİF AKADEMİ
334
ve Hıristiyanların yemeklerinin vazgeçilmezidir. Iraklılara göre Musevî evlerinin ve
sokaklarının kokusu bu yağdan dolayı kilometrelerce öteden alınabilirmiş. 19. yüzyıl
Mısır’ını anlatan Edward Lane’in dediklerine bakılırsa Mısırlılar, Musevîleri şiş yüzlü,
kızarık gözlü insanlar olarak görüyorlarmış. Bunun da susam yağını ölçüsüz
tüketmelerinden kaynaklandığını sanıyorlarmış.20
Resim 2: Kerkük Tandır ekmeği (Bazar ekmeği)
Kâşgarlı Mahmûd, Dîvânu Lugâti’t-Türk’te bir Türk ekmeği olan “yufka” dan
da bahseder.“Yuvka” (yufka)”yı “Her şeyin incesi” olarak açıklar21
ve bir tür yufkaya
“Yalaçı yuga" dendiğini söyler. “Yalaçı yuga” hakkında “yufka ekmek demektir; ona
bir şey dokunursa, inceliğinden hemen dağılır. ”der.22
Bir atasözüyle de şöyle
örnekler: “Anası tevlüg yuvka yapar oglı tetig koşa kapar” yani “Anne çocuğa hileyle
yufka pişirir; çocuk zeki olduğu için, onları ikişer ikişer kapar.”23
Kerkük’te yufkaya “yuhha” denir. Orta Asya Türk Kültürü üzerinde çalışan
bazı araştırmacılar göçebe Türklerin yufkayı temel gıda olarak kullandıklarını, tek tek
açılmış ve pişirilmiş yufkalar arasına çeşitli harçlar koyarak katmerli hamur işleri
20 Zubaıda, Samı, “Ortadoğu Yemek Kültürlerinin Ulusal, Yerel ve Küresel Boyutları”, Ortadoğu Mutfak
Kültürleri, Samı Zubaıda-Rıchard Tapper, Çeviri: Ülkü Tansel, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2000, s. 38 21 Dîvânü Lûgati’t-Türk (Tıpkıbasım), Kültür Bakanlığı Yayınları, Ank, 1990, s. 459 22 ------------------------------, s.455 23 ------------------------------, s.459
HALKBİLİMİ DERGİSİ
335
oluşturduklarını, kaymak ve bal gibi tatlandırıcıları harç olarak kullanıp, çok katlı
yufkadan, hamur tatlıları yapmış olmalarının baklavanın kökeni olacağını” söylerler.
Hatta “Baklava”nın bir Türk tatlısı olamayacağı” iddiasında bulunanlara karşılık
olarak Amerikalı yemek tarihçisi Charles Perry, Baklava’yı, sacda pişen yufka
ekmekten, klasik baklavaya varışı sağlayan evrimin bir işareti olarak görür.24
Ve Asya’dan Avrupa’nın uç noktalarına kadar uzanan geniş bir coğrafyada
parça parça yaşayan ve Kerkük mutfağının tartışmasız kralı “kelle küpe”… Yapımı
iki gün süren veya ancak iki, üç ailenin bir araya gelmesiyle pişirilebilen külfetli ve
bir o kadar da lezzetli yemek…
Kelle küpe; koyun, kuzu veya keçinin, çok iyi bir şekilde temizlenmiş baş,
paça, mumbar ve işkembeleriyle parça et, pirinç, baharat, badem, üzüm, sumak,
sarımsak ve elle kıyılmış etten yapılan bir yemektir. Bu yemeğin en zor kısmını
sakatatın temizlenmesi teşkil eder. İyice temizlenen işkembe ve mumbarlar tuz, köri
ve sumak ile “teng”e25
çekilir. Temizlendikten sonra suda bekletilen baş ve paça,
parça et ve bir miktar da dana veya sığır ilikli kemiğiyle bir tencerede uzun süre
kaynatılır. Diğer taraftan pirinç, elle kıyılmış kıyma, badem, üzüm, Kerkük baharatı,
köri ve biraz da tarçın ile “iç” hazırlanır. Tengden alınıp bol suyla yıkanan
işkembenin, “şırdan”, “gözele”, “katkat” adlı bölümleri el büyüklüğünde parçalara
ayrılarak, küçük keseler hâline getirilir. Hazırlanan “iç” bu keselere doldurularak
keselerin ağızları dikilir. Bunlara “küpe” denir. Mumbarlar da aynı içle
doldurulduktan sonra küpe ile beraber tencereye atılarak yemeğin suyunda pişmeye
bırakılır. Yemeğin suyundan alınan iki üç kepçe suya, dövülmüş sarımsak ile sumak
ilave edilerek bir sos hazırlanır. Yeterince bekletildikten sonra posası süzülür. Pişen
küpe ve mumbarlar, tencereden kevgirle çıkarılarak servis tabağına alınır. Diğer
parçalar da ayrı ayrı servis tabaklarına alındıktan sonra yemek servise hazır hâle
gelmiş olur. Doğranmış tandır ekmeğinin üzerine dökülerek yenir.
Tarifte işkembe, kelle, paça, et, mumbar hepsi bir arada yer alıyor. Oysa
bugün, kimi bölgelerde sadece işkembe dolması yapılırken kimisinde de çorbası ya da
mumbar dolması var. Parçalara ayrılmış hâlde yaşayan bu yemeğe, Çin seddinden
Viyana hudutlarına kadar Türklerin ayak bastığı topraklarda tesadüf etmek
mümkündür. Dîvânu Lugâti’t-Türk’te yer alan “İki koçnar başı bir eşiçte bışmas” yani
24 Perry, Charles, “Göçebe Türkler, Katmerli Ekmek ve Baklavanın Orta Asya’daki Kökleri”, Ortadoğu
Mutfak Kültürleri, Samı Zubaıda-Rıchard Tapper, Çeviri: Ülkü Tansel, Tarih Vakfı Yurt Yayınları,
2000, s. 85-89 25 teng: temizlenen işkembe parçalarının, üzerlerine Kerkük baharatı ve limon tuzu konup bekletilmesi
işlemidir
MOTİF AKADEMİ
336
“İki koç başı bir tencerede pişmez.” atasözü de Türklerin eskiden beri sakatatı
yemeklerinde kullandıklarının göstergesidir.
Orta Asya’dan bugüne değin sakatattan bir türlü vazgeçememişiz. Her şeyin
en güzelinin, en incesinin yer aldığı Osmanlı Sarayı’nda da kendine ayrıcalıklı bir yer
bulmuş. Saray’ın mutfak defterlerinde paça, kelle, mumbar, şirdân gibi sakatatların
kayıtları var. Padişah başta olmak üzere elit kesime hizmet veren Has Mutfak’da 17.
yüzyıl ortalarında dahi paça pişirilmekteydi. Sadece sarayda değil. Paşa konaklarında
da Saray’da olduğu gibi Ramazan ayı içerisinde sofralarda aranan yemeklerdendi.
Ramazan-ı Şerîf’in başlangıcından sonuna kadar İstanbul halkı da işkembe çorbasına
büyük rağbet gösterirmiş. Fakir ya da zengin olsun, hepsi bu ay içerisinde sofrasında
işkembe çorbasını görmek istermiş. İftara on beş dakika kala çorba kâsesi alınıp
işkembe dükkânına gidilirmiş. Hatta nöbete dahi yatılırmış.26
İşkembenin sadece
çorbası mı? Dolması da revaçta. Mumbar dolması meşhur yemeklerden. Kurban
Bayramlarının başyemeği. Bu kadar revaçta olmasına rağmen bağırsak, işkembe,
kelle, paça büyük olasılıkla zor temizlenmelerinden dolayı İstanbul evlerinin
mutfaklarında Kerkük’ün aksine hemen hemen hiç öne çıkmamış.
Gerek Osmanlı da gerekse bugün Kerkük’te Kurban Bayramlarının olmazsa
olması “lâtike”… İki çeşidi var; beyaz lâtike, kırmızı lâtike. Beyaz lâtike şöyle
yapılıyor: Parça kuzu eti pişirilir. Suda bir süre bekletilen kayısı ve kişmic
(çekirdeksiz üzüm), pişen etin üzerine ilave edilir. Biraz tuz, bir-iki yemek kaşığı toz
şeker ve sıcak su eklenerek pişirilir. Kırmızı lâtike ise bu tarifin içine biraz salça ilave
edilerek yapılır. Bu tatlı duru, bayram soflarında mutlaka bulunur.
Osmanlıda bu yemeğin adı “tatlı yahni” dir. İstanbul halkı bu yemeğe
bayılırmış. Küçük kavanozlarda senesine kadar saklayanlar olurmuş. Kerkük’te
yapılanından farkı şeker yerine pekmez kullanılmasıdır. Koçun incik kemikleri
tarafından alınan etler iki parmak suda ve hafif ateşte iyice haşlanıyor. İçine bir okka
pekmez ve yüz dirhem kuru kayısı konuyor. Kor ateşte en az 4-5 saat durup etler akik
renginde ağdalaşmaya başlayınca ocaktan indirilip yeniyor.27
Burada şu hususu belirtmek gerekiyor ki Kerkük Mutfağı’na giren et daima
koyun etidir. Osmanlı Sarayı’nda ve Orta Asya’da da durum farklı değildir. Saray’ın
mutfak için aldığı et de koyundur. Sığır eti doğrudan kullanılmıyor. Pastırma ya da
26 Balıkhane Nâzırı Ali Rıza Bey, Eski Zamanlarda İstanbul Hayatı, Hazırlayan: Ali Şükrü Çoruk,
İstanbul, 2001, s. 225-226 27 Alus, Sermed Muhtar, “Meşhur Yemekler”, Yemek Kitabı, Hazırlayan: Sabri Koz, Kitabevi, İstanbul
2002, s. 181
HALKBİLİMİ DERGİSİ
337
sucuk olarak sofrada yer alıyor. Koyun alımı için ayrılan para, mutfak bütçesinin en
büyük kısmını teşkil ediyordu. Beyaz et olarak da tavuk eti tüketiliyordu. Kışın yoğun
bir şekilde koyun eti yenirken yazın, daha hafif olan tavuk eti tercih ediliyordu.28
Orta
Asya’da da, İran’da da, Irak’ta da, genel olarak Orta Doğu’da da halkın tercihi koyun
etinden yanadır.
Kerkük mutfağında yemeklerde öncelikli olarak tercih edilen yağ da koyunun
kuyruk yağıdır. Bitkisel yağ pek kullanılmaz. Kuyruk yağı, tereyağı ve sadeyağ
kullanılır.
Osmanlı’da da Saray’a her ne kadar zeytinyağı, susam yağı alınsa da
yemekler yapılırken bitkisel yağlar tercih edilmiyordu. Yemeklerin hemen hemen
hepsi tereyağının eritilerek tortusu alınmış kısmı olan sadeyağ ile pişiriliyordu.
Zeytinyağı genellikle aydınlatmada kullanılırken susam yağı da Helvahane’de
tatlıların yapımında kullanılıyordu. Kuyruk ve böbrek yağları ise bazı et yemekleri ile
çeşitli unlu mamullerin yapımında sarf ediliyordu.29
Geleneksel yemeklerden “Keşkek” de Kerkük mutfağında yer alan
lezzetlerdendir. Dögmelik buğdaydan yapılır. Pilavı, pirinç ve bulgur pilavı gibi tane
tane olur. Renginin sarı olması için de içine sarı kök katılarak pişirilir. Ocaktan
indirildikten sonra üzerine parça kuzu eti konulur.
Osmanlı döneminde de sevilen bir yemek; fakat Kerkük’te pişeninden biraz
farklı: has buğday, etle beraber iyice haşlanıyor. Yağlı et parçalarıyla kıvama gelip
lapa olunca üstüne sadeyağ ile kimyon gezdirilip öyle yeniyor. Saray Mutfağı’nda ise
kuyruk yağıyla pişiriliyor. Bu şekilde etle tatlıyı bir arada kullanmamız daha da
eskilere uzanıyor. Kâşgarlı Mahmûd, eserinde “Kara İtmek” yemeğinden bahsederken
şöyle bir tarif verir: “Dağılıncaya kadar pişirilen etin içine un, yağ ve şeker atılır.
Katılaşıncaya kadar kaynatılır ve yenir.”30
Bütün bu yemeklerden bahsederken geleneksel bir yemeğimiz olan “çılbır”a
değinmemek olmaz. Kerkük’te adı “cırbıl”. İnce kıyılmış soğanlar ve sarımsaklar
yağda kavrulur. Daha sonra sıcak su, tuz ve limon tuzu ilave edilir. İçine isteğe bağlı
sayıda yumurta kırıldıktan sonra tencerenin kapağı sıkıca kapatılarak yumurtaların
pişmesi beklenir. Tabaklara servis edildikten sonra üzerine biraz yarpuz serpilir.
Bugün için belki çoğu bölgemizde unutulmuş bir yemek; ama 17. yüzyıl Saray
Mutfağı’nda bile pişirilmektedir. 2 Mayıs 1651 tarihli bir listede, padişah için
28 Bilgin, Ârif, a.g.m., S. 54 29 Bilgin, ÂRİF, a.g.m., s. 55 30 Dîvânü Lûgati’t-Türk (Tıpkıbasım), Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990, s. 543
MOTİF AKADEMİ
338
yapılacak çılbıra katılmak üzere elli adet yumurtanın alındığı kayıtlıdır.31
18. yüzyıla
ait bir yemek risalesinde “çılbur”un tarifi şöyledir: “Yumurtadan ma’mûl bir nâzik
ta’âmdur. Evvela mikdâr-ı kifâye soğanı ince toğrayub, cüz’î tuz ve iki kaşık rûgan-ı
sâde bir sahanda kavurup koyalar. Ba’dehu bir derince tabaya su koyub kaynadukda
mikdâr-ı kifâye yumurtayı içine kırub üzeri ağarduğı anda çıkarub ol soğanun üzerine
dizeler. Kor üzerinde bir mikdâr tura. Ba’dehu isti’mâl olına.”32
Söz konusu Kerkük Mutfağı olur da “içli kifteler (köfte)”den bahsetmemek olur
mu? Kerkük Türkleri arasında yaygın olanları pirinç kiftesi (Yahudi/şembe/cifit kiftesi),
burgul (bulgur) kiftesi, Musul kiftesi, Helep kiftesi (hanımbudu /kadınbudu /gelinbudu),
patata kiftesi, fırın kiftesidir. Mesela pirinç kiftesi, nam-ı diğerle Yahudi veya Şembe
kiftesi: bu yemek, bir aş bir de köfte olmak üzere iki işlemden meydana gelir. Aşın
yapımı şöyledir: kemikli kuzu eti, yağ ve tuz ilave edilerek suyunu çekinceye kadar
pişirilir. Ardından kıyılmış soğanlar eklenip bir iki defa karıştırılır. Üzerine
sulandırılmış salça konup kıyılmış mevsimlik bir sebze (kabak, patlıcan, şalgam, pazı,
ıspanak) ile sıcak su eklenir. Pişmeye yakın içine “göz” olarak ıslatılmış pirinç, ekşilik
vermesi için de bir iki tane limontuzu atılır. Yemek pişince bir miktar suyu ile
dövülmüş sarımsaktan sos hazırlanır. İçli köfte için de yıkanıp kurutulmuş pirinçle aynı
miktarda kuşbaşı dana eti aynı havanda veya dibekte birlikte dövülüp köftenin dışı
hazırlanır. Diğer taraftan, koyun eti kıymasına elle kıyılmış biraz kuyruk yağı, soğan,
maydanoz, Kerkük baharatı biraz da karabiber ilave edilerek çiğden bir “iç” hazırlanır.
Köfteler, diğer içli köftelerde olduğu gibi hazırlandıktan sonra aşın içine atılır. Kısa bir
süre köfte kabuklarının çekip sertleşmesi beklenir. Tencerenin kapağı kapatılarak hafif
ateşte pişirilir. Tandır ekmeği ile hazırlanan doğramanın üzerine aş ile sos dökülür.
Köftelerle beraber yenir. Yemeğin bu ismi almasında Musevîlerce yemek pişirmenin
yasak olduğu Şabbat (Sebt), yani Şembe (cumartesi) günü etkili olmuştur. Cuma günü,
gün batımından on sekiz dakika önce başlayan ve ertesi gün ortalık, üç yıldız
görülebilecek kadar karardığında sona eren Sebt boyunca, yemek pişirme, ekmek
yapma dâhil her türlü çalışma yasaktır. Bu nedenle cuma akşamı ile cumartesi öğlen ve
gün batımından önce yenen yemeğin hazırlıkları Sebt başlamadan önce
tamamlanmalıdır. Cumadan yarım pişirilen bir yemeğin, cumartesi günü öğlen sıcak
sıcak yenilebilmesi için gece boyunca en kısık ateşte bekletilmesi gerekir. Geleneksel
olarak ise ateşin küllerine gömülüp, üzeri yorganla örtülü olarak pişirilir ya da kapağı
hamurla sıvanıp mahallenin fırınına verilir.
31 Bilgin, Ârif, a.g.m., s. 59 32 Türk Yemekleri (XVIII. Yüzyıla Ait Yazma Bir Yemek Risalesi), Haz: Nejat Sefercioğlu, Feryal
Basımevi, Ankara, 1985, s. 59
HALKBİLİMİ DERGİSİ
339
Resim 3: İçli Patates Kiftesi
Kerkük Mutfağı’nın bir diğer yüzünü de tören yemekleri oluşturur. Herîse,
arafât, ilan akrep aşı, yağış aşı, düğün, yas, mevlit yemekleri ve Zekeriya…
Bunlardan “herîse”, Şiilerin, Muharrem Ayı’nda yas tuttukları merasim
günlerinde yaptıkları yemektir. Bir gün önceden ıslatılan dögme, su ile birlikte
tencereye konur. Lapa oluncaya kadar tahta kaşıkla karıştırılır. İçine parça et ile
birkaç tane kabuklu badem atıldıktan sonra etin pişmesi beklenir. Yemek, tabaklara
konduktan sonra üzerine şeker, kızgın yağ ve tarçın ilave edilerek yenir. Tabağında
badem bulanlar, bereket getirsin diye bademleri para keselerine ya da kasalarına
koyarlar.
“İlan akrep aşı” da ilkbaharda pişirilen bir yemektir. Yapılıp komşulara
dağıtıldığında yılan ve akrep sokmasına mani olacağına inanılır. Bu yemek kuru
fasulye, nohut, bakla, börülce, dögme vs baklagillerin hepsinin suluca bir arada
pişirilmesiyle yapılır.
MOTİF AKADEMİ
340
Resim 4: Fıstıklı Düaler (Dua, Muska)
Artık sözü tatlıya bağlayalım. Külçe, dırnahlı, köpme, kırmızı helva, beyaz
helva, nişasta helvası, tahin helvası, pendir (peynir) helvası, kündüç (susam) helvası,
hurma helvası, şalgam kaynatması, ellûçe, doşşab (pekmez) ve şurup… Bunlardan
nişasta helvasının yapımı şöyledir: Nişasta, şeker, vanilya, hel (kakule) veya gülsuyu
ile azar azar su ilave edilerek bir karışım elde edilir. Sonra bu karışım tavadaki kızgın
yağa azar azar akıtılır ve devamlı karıştırılır. Muhallebi kıvamına gelince ocaktan
indirilir. Tabaklara incecik bir şekilde yayılır. İsteğe göre üzerine Hindistan cevizi,
badem veya tarçın serpilir.
Resim 5: Bayram Külçesi
HALKBİLİMİ DERGİSİ
341
Nişasta helvası belki bugün çoğunuz için duyulmadık bir tatlıdır; ama yeni bir
şey değil. Selçuk devri tatlıları arasında adı geçmekte. Ayrıca Osmanlı Sarayı’nda da
doğrudan doğruya böyle olmasa bile ufak tefek farklılıklala yer almakta. Mesela
pelteşîn ile yengem duymasın, gülâbiyye, hâkânî, âsûde, reşîdiyye helvalarının
olmazsa olmazı nişastadır.
Yarpağların, dolmaların, pilavların, teşriblerin, ızgara ve kebapların, içli
kiftelerin, duruların, ekmeklerin, tatlıların ve daha nicelerinin kokusuyla, rengiyle,
tadıyla oluşturduğu bu zengin mutfak, koca imparatorluğun, Orta Asya Türklüğünün,
Ortadoğu’nun nice alışkanlıklarını, âdetlerini, tatlarını devam ettirmektedir. Bu
zenginliğe rağmen Kerkük’te yemek yapmayı meslek edinmiş kişilere nadir
rastlarsınız. Zira Kerkük’te dışarıda yemek yeme alışkanlığı pek yoktur. Yemeğin
usta ellerde, evde pişeni makbuldür. Toyda, taziyede bile yemekler, maharetli akraba,
eş, dost veya aileye yakın hanımların yardımlarıyla hazırlanır.
Resim 6: Tikke
Bir mutfağın zenginliği şüphesiz, o mutfağın yemek çeşitlerinin bolluğu ve bu
yemeklerin lezzetleriyle ölçülür. Bu sebeple Türk mutfağı demek, sadece Türkiye
mutfağı demek değildir. Dünyanın dört bir yanında yaşayan Türk topluluklarının
yemeklerini tespit edip mutfağımızın unutulmuş lezzetlerini bulmak veya değişik
bölgelerde parça parça yaşayan kısımlarını bütünleştirmek gerekir. Dünya mutfakları
MOTİF AKADEMİ
342
arasında önemli bir yere sahip olan Türk mutfağının bu çabaya değer olduğu
şüphesizdir. Burada tanıtmaya çalıştığımız Kerkük mutfağı da geçmişimizden
günümüze ulaşan damak zevkimizin parçalarından sadece biridir. Bu makalede adı
geçen yemeklerin detaylarını verceğimiz “Türk Mutfağından Kaybolan Yemekleri
Yaşatan Kerkük Mutfağı” adlı kitapta buluşmak üzere…
KAYNAKLAR
“Dîvânü Lûgati’t-Türk (Tıpkıbasım)”, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990.
AKKOYUNLU, Ziyat, “Kerkük Yemeklerinden Örnekler”, III. Milletlerarası
Türk Folklor Kongresi Bildirileri, Başbakanlık Basımevi, Ankara, 1987, c. V.
AKYAVAŞ, A. Ragıp, “Sebzeler Üzerine Çeşitlemeler”, Yemek Kitabı,
Hazırlayan: Sabri Koz, Kitabevi, İstanbul, 2002.
ALUS, Sermed Muhtar, “Meşhur Yemekler”, Yemek Kitabı, Hazırlayan:
Sabri Koz, Kitabevi, İstanbul 2002.
Balıkhane Nâzırı Ali Rıza Bey, “Eski Zamanlarda İstanbul Hayatı”,
Hazırlayan: Ali Şükrü Çoruk, İstanbul, 2001.
BİLGİN, Ârif, “Seçkin Mekânda Seçkin Damaklar: Osmanlı Sarayında
Beslenme Alışkanlıkları (15.-17. Yüzyıl)”, Yemek Kitabı, Hazırlayan: Sabri Koz,
Kitabevi, İstanbul 2002.
FRAGNER, Bert, “Kafkaslardan Dünyanın Damına: Bir mutfak Serüveni”,
Ortadoğu Mutfak Kültürleri, Samı Zubaıda-Rıchard Tapper, Çeviri: Ülkü Tansel,
Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2000.
MARIN, Manuela, “Ortaçağ Arap Mutfak Geleneğinde Renk ve Koku”,
Ortadoğu Mutfak Kültürleri, Samı Zubaıda-Rıchard Tapper, Çeviri: Ülkü Tansel,
Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2000.
MASSIMO Montanari, “Avrupa’da Yemeğin Tarihi”, Çeviren: Mesut Önen-
Biranda Hinginer, İstanbul, 1995.
PERRY, Charles, “Göçebe Türkler, Katmerli Ekmek ve Baklavanın Orta
Asya’daki Kökleri”, Ortadoğu Mutfak Kültürleri, Samı Zubaıda-Rıchard Tapper,
Çeviri: Ülkü Tansel, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2000.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
343
SEFERCİOĞLU, Nejat (Hazırlayan), Türk Yemekleri (XVIII. Yüzyıla Ait
Yazma Bir Yemek Risalesi), Feryal Basımevi, Ankara, 1985, s. 59
TABERÎ, “Milletler ve Hükümdarlar Tarihi”, Çevirenler: Zâkir kadirî Ugan-
Ahmet Temir, MEB yayınları, c. I, s. 986
ÜNSAL, Artun, “Osmanlı Mutfağı”, Yemek Kitabı, Hazırlayan: Sabri Koz,
Kitabevi, İstanbul, 2002, s. 92
YAMANI, Maı, “Bana Ne Yediğini Söyle, Sana Kim Olduğunu Söyleyeyim:
Mekke Mutfağı ve Sınıfları”, Ortadoğu Mutfak Kültürleri, Samı Zubaıda-Rıchard
Tapper, Çeviri: Ülkü Tansel, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2000, s. 180
ZUBAIDA, Sami, “Ortadoğu Yemek Kültürlerinin Ulusal, Yerel ve Küresel
Boyutları”, Ortadoğu Mutfak Kültürleri, Samı Zubaıda-Rıchard Tapper, Çeviri: Ülkü
Tansel, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2000, s. 38
MOTİF AKADEMİ
344
KÜLTÜREL BELLEĞİN RİTÜEL YOLUYLA KURULUŞU
Constructing the Cultural Memory By the Rituals
Serpil MURTEZAOĞLU*
Özet: Toplumların kimlik belirteci olan kültürel temsiliyetler ritüelistik edimlerle
tekrarlanarak nesilden nesile aktarılır ve bir toplumun kültürel belleğini oluştururlar.
Toplumların yaşamlarını sürdürebilmesi için kültürel belleğin sürdürülebilirliğini garanti
altına almaları gerekir. Günümüzde yaşanan sınırsız iletişimin bir sonucu olarak kültürel
bellekte yer alan ve toplumların sürdürülebilir yaşamı için hayati olan kültürel üretimler
yerlerini artık küresel bağlamda yaygınlaştırılan kitle kültürü örneklerine bırakmaktadırlar.
Bu çalışmanın amacı kültürel bellek ve ritüel kavramlarının toplumsal yaşam için önemini
ortaya koymaktır.
Anahtar kelimeler: Kültürel bellek, Ritüel
Abstract: Cultural representations which are the identity identifiers of societies are
transferred from generation to generation via repetitions by way of ritualistic acts thus
forming the cultural memory of a society. As a result of the infinite communication today,
cultural productions which are located in the cultural memory and play a vital role in the
sustainable lives of societies are leaving their places to popularized mass culture examples.
Sustainable lives of societies first objective is to ensure the sustainability of cultural memory.
The purpose of this essay is to explain the concept of cultural memory and ritual
Key words: Cultural Memory, Rituals
Giriş
Bellek çok yönlü ve sınırları geniş olan bir kavramdır. Toplumsal anlamda
kültürel bellek, bir toplumun ortak deneyimleri sonucu oluşan bilgiyi, birikimi
içerir. Burada belleğin vurgulanmaya çalışılan kısmı genel olarak bir metine
dayanmayan, yazılı davranış kılavuzlarının yardımıyla değil kültürel bir çerçevede
öğrenilmiş davranışlar, taklit etme geleneğine bağlı olarak gelişen mimetik bellek
* Doç., İTÜ TMDK Öğretim Üyesi.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
345
ve ritüel edimin geniş sınırları içinde bedensel devinimle ortaya çıkan durumlardır.
Bu bağlamda ortaya çıkan anlam daha ziyade eski kültürlere, geleneklere vurgu
yapılıyor etkisi yaratsa da icat edilen yeni törenlerle, ritüelistik edimin yinelenen
yapısında yeni anlam ve pratiklerle sürekli olarak yenilenmektedir. Nasıl bellek
geçmişle bugün arasındaki bağı ortaya koyuyorsa -aynı ritüel gibi- teknoloji çağının
hızlı dünyası bellek kaybını da hızlandırdığından belleksiz toplumlar oluşmasına
neden olmaktadır.
Bir toplumun geçmişe dair oluşturduğu ve ortak imgeler yoluyla paylaştığı
ortaklıklar aslında geçmişi birlikte yaşamaktan ziyade birlikte hatırlamayı içerir.
Birlikte hatırlama pratikleri küçük ya da büyük ölçekte bir sosyal grubu birleştiren
ortak bir kimliğin keşfidir. Kimlik ise hem bireysel hem de toplumsal anlamda var
olabilmek için hayati önem taşır.
Toplumsal anlamda bellek biyolojik olarak aktarılamadığından, nesiller arası
bağın sağlanması ve bir toplumun sosyal varoluşunu devam ettirebilmesi için kültürel
belleğin sürekli biçimde canlı tutulması gerekir. Bu ise hatırlamaya ilişkin pratiklerin
gerçekleştirilmesine bağlıdır.
Toplumu bir arada tutan değerler, inanışlar, ortak tutum ve davranışlar bellek
yoluyla sürekliliği ve kimliğin devamlılığını sağlar. Ritüeller ise toplumsal belleğin
tekrar tekrar kuruluşunu sağlayarak, toplumsal bilginin yeni kuşaklara aktarılması
işlevini yerine getirirler.
Hatırlamayı ya da unutmamayı sağlayan ritüellerin tekrara dayalı döngüsel
yapısı belli bir toplumsal yapının değişerek de olsa sürekliliğini sağlar. Dini törenler,
düğünler, cenazeler, kutlamalar, şenlikler, festivaller, yıl dönümleri, bayramlar
vasıtasıyla ortaklık duygusunu inşa eden toplum bunların sürdürülmesi yoluyla
varlığını devam ettirebilir.
Ritüel ve Toplumsal İşlevleri
Gordon Marshall’a göre ritüel “ uygun zamanlarda yerine getirilen ve
sembollerinde kullanılabildiği sık sık tekrarlanan bir davranış modelidir. Ritüellerin
etkili olduğu başlıca toplumsal alanlardan birisi dindir, ancak ritüelin etki alanı
seküler ve gündelik yaşama kadar uzanır (Marshall, 1999:623).
Genel olarak ritüel kavramına bakıldığında hangi amaç için yapılıyor olursa
olsun sonuçta toplumsal bir işlevi yerine getirdiği görülür. Başlangıcında dinsel bir
çerçevede ortaya çıkan bir ritüel sonuçta toplumsal bir amaca hizmet eder. Bu
MOTİF AKADEMİ
346
anlamda inanç, ortaklık duygusundan dayanışmaya giden süreçte toplumsal bir işlevi
yerine getirmede temel rol oynar.
Durkheim, Les Formes elementaires de la vie religieuse’de (1912) (Dinsel
Yaşamın Temel Biçimleri ) örneğin, dinin temel işlevinin “kutsallık uzamı”
oluşturmak olduğunu gösterecektir. Bu uzam, bütün bireyleri “aşan” ama son tahlilde
toplumun kendisi olan anonim ve kişisiz bir gücün sembolleriyle doludur. Böylece
örneğin dinin, E. Durkheim için temel işlevinin toplumsal gövdenin bağdaşıklığını
güçlendirmek sürekliliğini sağlamak olduğu anlaşılır. Bu bakımdan toplum bizi aşar,
“Bizi kendimizi aşmaya zorlar”: Ötekiyle dayanışma bağlarının gelişimine uygun
toprak olarak hizmet ederken insanı uygarlaştıran da onun toplumsal boyutudur
(Bourse, 2009:71). Dini ve dindışı arasında kesin ayrımlar yapan Durkheim ritüelleri
kutsal kategorisine yerleştirse de öncelikle ağırlıklı olarak ritüelin toplumsal yapıyı
güçlendiren özellikleri ile ilgilenir.
Durkheim’e göre ritüelde anlamlı birim eylemdir; inançları doğuran eylemdir,
ama eylemi doğuran inançlar değildir, bu yüzden Durkheim, ritüele birincil önemde
bir epistomolojik rol atfetmiş, düşüncenin gerekli yapı taşlarının ortak ritüel ‘coşkusu’
aracılığıyla yayıldığında ısrar etmiştir (Marshall, 1999:623).
Toplum ritüeller vasıtasıyla koruduğu yapısını mevcut değerlerini geliştirmek
yoluyla sürdürür. Durkheim’a göre ritüelin toplumsal anlamda yerine getirdiği işlevler
genel bir ifade ile bir toplumun varlığını sürdürebilmesi için gereklidir. Toplumsal
işlevselliği bağlamında ritüel en temel toplumsal ihtiyaçları karşılar ve bu ihtiyaçlar
her toplum için aynıdır.
Bu bağlamda Durkheim’in saptadığı biçimiyle ritüellerin toplumsal işlevini
Metin And dört maddede özetlemektedir.
1. Ritüeller, bireyi toplumda yaşamak için toplumun gerektirdiği düzen
bağının sıkılığına, acı çekmeye hazırlar, bu yolda onu eğitir.
2. Ritüel, bireyleri bir araya getirir, bireyler arasındaki toplumsal bağları
güçlendirir, ortaklığı pekiştirir.
3. Ritüelin toplumda canlandırıcı bir işlevi vardır. Toplumun ilişkinlerini
kalıtlarının bilincine vardırır; geleneklerin sürmesi, inançların tazelenmesi, değer
yargılarının, törelerin kökleşmesine yardım ederek toplumu canlı bir biçimde ayakta tutar.
4. Mutluluk verici işlev: Toplumun bir üyesi olmanın getirdiği mutluluk
duygusunu verir. Özellikle toplumun bunalımlı dönemlerinde kişilerin çoşku ve
duygularını bir arada dile getirmelerine olanak tanıyarak bozulan dengeyi düzeltir.
HALKBİLİMİ DERGİSİ
347
Toplu gösteri ve törenler toplu gerçekleri canlandırır. Ritüeller de toplu gösterilerdir,
bir arada yapılır, katılanları canlandırır, kışkırtır, korur, yeniden yaratır. Kişiye kutsal
olguları, olaylar karşısında nasıl davranacağını gösterir. Törenlerin nitelikleri,
amaçları ne olursa olsun hepsinin işlevi bireyleri bir araya getirmek, aralarındaki
bağları çoğaltmak, ortak bilince ulaşmasını sağlamaktır (And, 2003:307-308).
Düzenli aralıklarla yapılan ritüellerde belli toplumsal gereklerin yerine
getirilmesi yoluyla insan yaşamın başlıca geçiş alanlarına hazırlanır. Hemen her
toplum için genel geçer olan ve yaşamsal döngüsellik içindeki geçiş noktalarını
oluşturan olaylar, birer ritüelistik edim biçimine dönüşür. Topluca yapılan törenler,
önemli olay ya da değişimlere karşı toplumsal bir uyum ve kolektif yapıda
gerçekleşen edimler bir anlamda toplumsal yapının tekrar tekrar inşa edilmesine
hizmet eden bir işlevselliğe sahiptir.
Toplumsal bir işlevi gerçekleştirmesi anlamında geçiş ritüelleri ile ilgili
araştırmalarıyla anılan Victor Turner bilinç eşiği evresine özellikle vurgu
yapmaktadır. Turner sosyal entegrasyonun farklı biçimleri, yani formal ‘toplumlar’
(societas) ile informal ‘topluluklar’ (communitas), arasında dinamik bir karşılıklı
etkilenme olarak bilinç eşiğiyle gerekli kılınan farklı durumlar arasındaki geçişi
betimlemiştir. Turner’e göre ritüeller bir sosyal yapının yoğunlaştırılmış ifadeleridir
(Eriksen:2009:197).
Turner’e göre ritüeller toplumsal yaşamın sürdürülebilirliğini sağlayan temel
işlevlere sahiptir. Toplumsal yaşamın düzenlenmesine ilişkin açıklaması ile ritüellerin
işlevsel yönünü vurgulayan Turner, bu işlevselliğin gerçekleşmesine aracılık eden
edimsellikleri “toplumsal drama” olarak adlandırmaktadır. Burada edimsellikle
kastedilen toplumsal nedeni ne olursa olsun ritüel pratiklerinin bir performans biçimi
olarak sahnelenmesidir.
Ritüel edim yoluyla bellek aktarımı
Aslında amacı sahnelenmek olmayıp ait oldukları toplumsal yapının
sürekliliği içinde doğal bir biçimde gerçekleşen ritüel edimsellikler kültürel belleğin
muhafazasını gerçekleştirirler. Her türlü tören, kutlama, şenlik sonuçta ait olduğu
toplum için bir hatırlama pratiğidir.
Geçmişin versiyonlarını, geçmişi kendimize, onu temsil eden sözcüklerle ve
imgelerle yeniden sunarak koruruz. Anma törenleri bu pratiğimizin önde gelen örneğini
oluşturur. Söz konusu törenler, geçmişi, geçmişin olaylarının temsil edici bir resmini
çizerek kafamızda tutmaya yarar. Bunlar, geçmişin yeniden canlandırılmasıdır; sıradan
MOTİF AKADEMİ
348
durumlarda, anımsama, sahnenin ya da durumun bir taklidinin, temsili giysiler içinde
geri dönüşleridir. Bu tür yeniden canlandırmaların retorik inandırıcılığı, gördüğümüz
gibi önceden belirlenmiş bedensel davranışlara dayanır. Ama aynı zamanda geçmişi,
açık söz ve imgelere baş vurarak canlandırmaksızın, bilinçli olarak da koruyabiliriz.
Anma törenlerinde, geçmişin bir imgesini, biçemli bir biçimde canlandırmada
kullandığımız bedenlerimiz, geçmişi aynı zamanda, beceri gerektiren belli bazı eylemleri
sürdürme yeteneğiyle, son derece etkili bir biçimde koruyabiliriz (Connerton, 1999:113).
Ritüelin döngüselliği içinde tekrarlanan edimler toplumsal belleği canlı
tutarak aslında belleğin silinmesini engellerler. Hatırlamanın en basit yolu sürekli
tekrar etmektir. Tekrar etmek ritüel edimin doğasında vardır ve yazılı olmayan kültür
ancak süreklilik gösteren bir döngüsellik içinde tekrar edilirse bellekteki canlılığını
korur. Ritüelin temel unsurlarını oluşturan bedensel devinim odaklı edimler
tekrarlamaya uygun yapılardır. Tekrarlama ile sağlanan bellek garantisinin yanında
ritüelistik edim toplumsal bağdaşıklığı da sağlar. Yani toplumlar ancak tekrarlayarak
unutmaz, tekrarlama ile oluşan toplumsal birliktelik birbirine bağlı iletişim içinde bir
yapı oluşturur ve doğaldır ki ‘birliktelik’ kavramı tekrarlanan eylemsel akışı bir
model haline getirir.
Hatırlama ile tekrarlama arasındaki ilişkide tekrarlama rutin, duyguları
körelten bir durum değildir. Sennett’in ifadeleriyle aynı prova süreçlerinde olduğu
gibi, tekrarlama başka bir seyir izleyebilir.
Bir bölümü tekrar tekrar çalmak, o bölümün ayrıntıları, seslerin değerleri
üzerine yoğunlaşmamızı sağlayabilir. Böylelikle sözel ve bedensel hareketler iyice
derine kök salar. Ritüellerde de aynı kök salma gerçekleşir (Sennett, 2012:114)
Ritüel edimsellik ya da diğer bir deyişle ritüel performans yoluyla toplumsal
bilginin aktarımı beden aracılığıyla gerçekleşir.
Bedenlerin biçimlendirilmeleri sembolik olarak kodlanmıştır ve mesajları
iletmek için kullanılırlar. Kelimesiz bir dil olarak anlaşılabilen jestler bakımından,
ikonik ve sembolik jestler arasında ayrım yapmak mümkündür. İkonik jestler, tarihsel
zamandan ya da belirli bir kültürün bilgisinden büyük ölçüde bağımsız bir anlamı
olan, basit “resimsel” jestlerdir. Bu tip jestler, basit el hareketleri ile boyutlar vermeyi
ya da yorgunluğu ve uyku ihtiyacını eğik bir başın yanında birleştirerek ifade etmeyi
içerirler. Öte yandan, sembolik jestlerin ise, tarihsel dönemlere ve kültürlere göre
bağlı olarak farklı anlamları vardır ve onları anlamak için tam tarihsel ve kültürel
bilgi gereklidir. Her durumda, bedenin “mantığı”, temsili ve ifadesi ritüellerin
edimlenmesinde önemli bir rol oynar (Wulf, 2009:243)
HALKBİLİMİ DERGİSİ
349
Kültürel belleğin ilk örgütlenme biçimleri olarak ritüel ve bayrama vurgu
yapan Assmann, yazılı bir kayıt biçimi olmaksızın toplumsal kimlik için gerekli bilgi
biçimlerinin ancak insan belleği vasıtasıyla korunabildiğini söylemektedir.
Bu belleğin birlik sağlayıcı ve eyleme yönelik –kuralcı ve biçimsel- itkilerini
yerine getirebilmesi için üç koşul gereklidir: kaydetme, çağırma ve iletme; ya da
şiirsel biçim, ritüel sunuş ve toplumsal katılım. Şiirsel biçimlendirmenin, kimliği
koruyan bilginin saklanabilir biçime sokulması için, bellek tekniği hedefine yönelik
olduğu herkesçe biliniyor. Bu bilginin aynı zamanda, dildeki metnin, ses, vücut,
mimikler, el-kol hareketleri, ritm ve ritüel eylemden ayrılmaz birliktelik içinde, çok
yönlü sanatsal iletişim araçları aracılığıyla sunumuna dikkat edildiği gerçeği de
biliniyor. Yazısız kültürlerdeki kültürel belleğe, hazır bulunmaktan başka türlü
katılmak mümkün değildir. Bu tür buluşmalar için yaratılan biçim ise bayramlardır.
Bayramlar ve ritüeller, düzenli tekrarları ile kimliği koruyan bilginin iletilmesi ve
devredilmesi, böylece kültürel kimliğin yeniden üretimini üstlenirler. Ritüel tekrar,
grubun zaman ve mekansal birlikteliğini garanti eder. Kültürel belleğin ilk
örgütlenme biçimi olarak bayram, yazı kültürüne sahip olmayan toplumlarda,
zamanın bir biçimi olarak gündelik ve ritüel zamana dahil olur. Bayram ya da “rüya
zamanı” gibi büyük toplanmalarda, toplumsal ufuk kozmik dünyaya, yaratılma
dönemine, ataların zamanına, dünyanın geçmişte yaşadığı büyük değişimlere kadar
genişler. Ritüeller ve efsaneler gerçeğin anlamını açıklarlar. Onlara saygı
gösterilmesi, korunması ve gelecek kuşaklara devredilmesi dünyanın düzenini –aynı
zamanda grubun kimliğini- korur Assmann, 2001:60).
Ritüeller günümüzde çoğu zaman geçmişi ya da geçmişte yapılanları ifade
eden bir kavram olarak algılanmaktadır. Fakat bunun doğru olduğunu söylemek
mümkün değildir. Ritüeller geçmiş, şimdi ve gelecek arasında köprü gibidir.
Süreklilikleri ile zamanları birbirine bağladıkları gibi tarihsel ve kültürel değişimi
sağlarlar. Devingen yapılara sahip olduklarından sadece kültürün koruyucuları değil,
toplumsal ve kültürel değişimin de sebebidirler. Fakat buradaki değişim zaman
derinliğinde gerçekleştiğinden gündelik değişimler gibi kültürel şok etkisi yaratmaz.
Sonuç
Kültürel belleğin sigortası olarak nitelendirilebilecek ritüellerin eskisi kadar
ilgi gördüğünü ya da uygulandığını söylemek pek mümkün değildir. Bunun sebebine
ilişkin açıklamalar daha ziyade küreselleşme paralelinde olmaktadır. Günümüzde
küresel etkiler büyük toplumsal değişimlere sebep olmaktadır. Toplumlardaki değişim
MOTİF AKADEMİ
350
kitle iletişim araçlarının da yoğun etkisi ile insanları tek tipleştirmektedir. Batılı
toplumların değer yargıları ve bireyselleşmeye yapılan vurgular sosyalleşme ortam ve
araçlarının değişimine yol açmaktadır.
Törenlerin eskisi kadar rağbet görmemesi, yaygın ritüel biçimlerinin yerini
yeni moda uygulamalara bırakması kültürel bellek yitimi tehlikesini de beraberinde
getirmektedir. Bellek, kimlik kurucu bir kavram olduğundan bellek yitimi toplumsal
kimliğin de yitirilmesi anlamına gelmektedir. Geçmişi olmayan bir toplumun geleceği
olmayacağından belleksizlik, toplumsal anlamda sadece kültürel kayıba yol açmayıp,
insanlığın geçmişte yaşadığı büyük acıları ortaya çıkaran hataları tekrarlama riskini de
gündeme getirmektedir.
KAYNAKLAR
AND, Metin.(2003). Oyun ve Bügü Türk Kültüründe Oyun Kavramı, İstanbul,
Yapı Kredi Yayınları
ASSMANN, Jan.(2001). Kültürel Bellek, İstanbul, Ayrıntı Yayınları
BOURSE, Michel.(2009). Melezliğe Övgü, İstanbul, Ayrıntı Yayınları
CONNERTON, Paul.(19999. Toplumlar Nasıl Anımsar?, İstanbul, Ayrıntı
Yayınları
ERIKSEN, Thomas Hylland.(2009). Küçük Yerler Derin Mevzular Sosyal ve
Kültürel Antropolojiye Giriş, İstanbul, Avesta Yayınları
MARSHALL, Gordon.(1999). Sosyoloji Sözlüğü,Ankara, Bilim ve Sanat
Yayınları
SENNETT, Richard.(2012). Beraber, İstanbul, Ayrıntı Yayınları
WULF, Christoph.(2009). Tarihsel Kültürel Antropoloji, Ankara, Dipnot
Yayınları
HALKBİLİMİ DERGİSİ
351
YAZI TESLİM KURALLARI
1. Dergiye gönderilecek yazılar, Microsoft Word (6.0 ve üstü sürüm) programında yazılmış
olmalı ve sözcüklerin yazımında TDK’nın Yazım Kılavuzu esas alınmalıdır.
2. Yazılar; A4 ölçülerindeki sayfalara, kenarlardan 3 cm boşluk bırakılarak, Times New
Roman karakterinde, 12 punto ve 1, 5 satır aralığıyla yazılmalıdır. Paragraflara 1 cm sağa
girintili (tab tuşu ile 1 birim) olarak başlanmalıdır.
3. Başlık kalın ve büyük harflerle yazılmalı, altına ikinci dildeki karşılığı kalın fakat küçük
harflerle yazılmalıdır. Yazar(lar)ın ad(lar)ı çalışma başlığının hemen altında sağa bitişik
şekilde verilmeli, soyad(lar)ı büyük harfle yazılmalı ve sonuna yıldız şeklinde dipnot (*)
verilerek yazarın kurumu, unvanı belirtilmelidir. Metnin tamamı “iki yana yaslı” olarak
hizalanmalıdır.
4. Yukarıdaki kurallara uygun olarak hazırlanan yazıların, kaynakça ile birlikte 20 sayfayı
(7000 sözcük) geçmemesi tercih edilir. Çalışmaların yaklaşık 100 ila 200 sözcükten oluşan
İngilizce ve Türkçe özetleri de yazıyla birlikte gönderilmelidir. Özette, çalışmanın kapsamı ve
amacı belirtilmeli, kullanılan yöntem tanımlanmalı, ulaşılan sonuçlar kısaca verilmeli ve alıntı
kullanılmamalıdır. Özetin sonunda 3 ila 5 arasında anahtar sözcük, ikinci dildeki
karşılıklarıyla birlikte verilmelidir.
5. Yazılar sayfanın bir yüzüne basılı bir metin ve bir adet disket (3, 5 inçlik 1. 44 DOS
formatında) veya CD kaydıyla yazışma adresimize iletilmelidir. Disket veya CD’nin üzerinde
de yazar(lar)ın adı ve çalışmanın başlığı yer almalıdır.
6. Çalışma ile ilgili genel bilgiler için bir kapak oluşturulmalıdır. Bu kapak sayfasında,
çalışmanın başlığı ile birlikte yazar(lar)ın ve/veya çevirmen(ler)in ad(lar)ı, bağlı bulunduğu
kurum, adresi, telefonu, e-posta adresi ve faks numarası da yer almalıdır.
7. Gönderilecek yazıların başka bir yerde yayınlanmamış olması ya da yayın için
değerlendirme aşamasında bulunmaması gerekir.
8. Hakem raporları doğrultusunda yazarlardan, yazılarında bazı düzeltmeler yapmaları istenebilir.
9. Yazının yayımlanması konusunda son karar dergi yayın kuruluna aittir. Yayın kurulunun
kararına ilişkin bir mektup, hakem değerlendirmelerinin birer fotokopisiyle birlikte yazarlara
gönderilir.
Kaynakların Düzenlenmesi
Metin içinde kaynak gösterme 1. Ana metindeki tüm göndermeler metin içi dipnot sistemi ile belirtilir. Metinde uygun yerde
parantez açılarak, yazar(lar)ın soyadı, yayın tarihi ve alıntılanan sayfa numarası belirtilir. Aynı
kaynaklara metinde tekrar gönderme yapılırsa yine aynı yöntem uygulanır; a. g. e., a. g. m.
gibi kısaltmalar kullanılmamalıdır.
Örnek: (Köprülü, 1966: 71-76)
2. Alıntılanan yazarın adı, metinde geçiyorsa, parantez içinde yazarın adını tekrar etmeye
gerek yoktur.
Örnek: Boratav (1984: 11), bu rivayetlerin 34 tane olduğunu belirtir.
3. Gönderme yapılan kaynak iki yazarlı ise, her iki yazarın da soyadları kullanılmalıdır.
Örnek: (Sakaoğlu ve Duymaz, 2002: 72)
MOTİF AKADEMİ
352
4. Yazarlar ikiden fazlaysa ilk yazarın soyadından sonra “vd.” (ve diğerleri) ibaresi
kullanılmalıdır. Örnek: (Oğuz vd., 2005: 194)
5. Gönderme yapılan kaynaklar birden fazlaysa, göndermeler noktalı virgülle ayrılmalıdır.
Örnek: (Kaya, 2000: 180; Artun, 2004: 86)
6. Metin içinde yer alması uygun görülmeyen açıklamalar için sayfa altı dipnot yöntemi
kullanılmalı ve bu notlar metin içinde 1, 2, 3 şeklinde sıralanmalıdır. Bu not içinde yapılacak
göndermelerde de yukarıdaki yöntem uygulanmalıdır.
Kaynakçanın Düzenlenmesi 1. Kaynakçada sadece yazıda gönderme yapılan kaynaklara yer verilmeli ve yazar soyadına
göre alfabetik sıralama izlenmelidir.
2. Bir yazarın birden çok çalışması kaynakçada yer alacaksa yayın tarihine göre eskiden
yeniye doğru bir sıralama yapılmalıdır. Aynı yılda yapılan çalışmalar için “a, b, c...” ibareleri
kullanılmalı ve bunlar metin içinde yapılan göndermelerde de aynı olmalıdır.
Kitap:
Köprülü, Mehmet Fuat. (1999). Edebiyat Araştırmaları. Ankara: Türk Tarih Kurumu
Basımevi.
Çeviri Kitap:
SARTRE, Jean-Paul. (1967). Edebiyat Nedir. çev: Bertan Onaran. İstanbul: De
Yayınevi.
İki Yazarlı Kitap:
SAKAOĞLU, Saim ve Ali DUYMAZ. (2002). İslâmiyet Öncesi Türk Destanları:
(incelemeler-metinler). İstanbul: Ötüken.
Makale:
EKİCİ, Metin. (1999). “Anadolu Sahası Köroğlu Anlatmalarında Kadın Tipleri”.
Milli Folklor Dergisi, Kış 1999, S. 44, ss. 10-17.
Yayımlanmamış Tez:
ARSLAN, Mustafa. (1997). Köroğlu Destanının Türkmen Versiyonu Üzerinde
Mukayeseli Bir İnceleme, Yayımlanmamış doktora tezi. Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü.
Bildiri:
CUNBUR, Müjgan. (2000). “Dede Korkut Oğuz-namelerinde İslamî Unsurlar”,
Uluslararası Dede Korkut – Bilgi Şöleni Bildirileri. 19-21 Ekim, Ankara. Yay. haz. A. Kahya-
Birgül ve Aysu Şimşek-Canpolat. Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı, ss. 77-108.
Çalışmaların Gönderileceği Adres: MOTİF AKADEMİ Dergisi
Fevzi Paşa Cad. No: 361
Edirnekapı / İSTANBUL
Tel: +90 (212) 531 61 68
+90 (212) 524 23 69
Fax: +90 (212) 635 52 43
E-posta: [email protected]
HALKBİLİMİ DERGİSİ
353
WRITING RULES FOR THE ARTICLES
SENT TO THE JOURNAL
1. The articles must be written in Microsoft Word 6.0 and further versions.
2. The articles must be typed and printed out on A4 size paper. The article should be typed as
12 punt, 1, 5 space, should have 3 cm empty space on every sides and indentation must be
used as 1 cm (1 tap with tab key).
3. The title should be bold, capitalized, the title's translation into an internationally used
language should be made and also bold, and it should be written under the title in original
language, but not capitalized. The author's name should be placed at right corner below the
title. The professional title should be given as a footnote marked with a star (*).
4. The articles should not be exceeded 20 pages (7000 words) including bibliography.
Abstracts in Turkish and English, approximately 100-200 words, must also be sent to the
journal. Abstract should cover the purpose, scope, method and conclusions of the study, and
should not include any quotation, note or bibliography. Under the abstract, they must be given
at least three, at most five Key words in each language.
5. The article with one side-printed paper and with one electronic copy (diskette or CD) must
be sent for publication to the address of Journal. The names of author(s) and title must be
written on diskette or CD, too.
6. A cover page including general info about the article must be formed. The cover page must
include author / translator name(s), the title, author(s) address(es), phone number, e-mail and
fax number.
7. The articles must be originally sent to the board, and no other places for publication or
evaluation.
8. The articles might need correcting upon the evaluations of the referees of the Journal.
9. Final decision for publication belongs to the Journal board. A letter concerning the decision
of the board is going to be sent to the author(s) along with a copy of the referee evaluations.
Citations
1. Texts must follow in-text footnote system. In paranthesis in the text, author’s name, date of
publication, and page number is given. If a source is cited many times, parantheses are given
instead of ibid, idem, op. cit. etc.
For example: (Köprülü, 1966: 71-76)
2. If the author’s name is mentioned, without quotations, the following is done.
For example: Boratav (1984: 11), bu rivayetlerin 34 tane olduğunu belirtir.
3. If cited source is of two authors, both are given with their family names.
For example: (Sakaoğlu ve Duymaz, 2002: 72)
4. If cited source is of more than two authors, “et als.” is used. For example, (Oğuz et als.,
2005: 194)
5. If source cited are more than one they must be separated by a semi-colon. For example
(Kaya, 2000: 180; Artun, 2004: 86)
6. Additional information must be given on the same page and enumerated 1, 2, 3. Citations in
them must follow the above guidelines.
MOTİF AKADEMİ
354
References
1. References must include only the cited sources and be given in alphabetical order.
2. If more than one source of the same author are cited, they must be put in an chronological
order from the oldest to the newest. Sources of the same years must be given letters “a, b, c,...”
The book:
Köprülü, Mehmet Fuat. (1999). Edebiyat Araştırmaları. Ankara: Türk Tarih Kurumu
Basımevi.
The translated book:
SARTRE, Jean-Paul. (1967). Edebiyat Nedir. çev: Bertan Onaran. İstanbul: De
Yayınevi.
The book with two authors:
SAKAOĞLU, Saim ve Ali DUYMAZ. (2002). İslâmiyet Öncesi Türk Destanları:
(incelemeler-metinler). İstanbul: Ötüken.
The article:
EKİCİ, Metin. (1999). “Anadolu Sahası Köroğlu Anlatmalarında Kadın Tipleri”.
Milli Folklor Dergisi, Kış 1999, S. 44, ss. 10-17.
The unpublished thesis:
ARSLAN, Mustafa. (1997). Köroğlu Destanının Türkmen Versiyonu Üzerinde
Mukayeseli Bir İnceleme, Yayımlanmamış doktora tezi. Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü.
The conference paper:
CUNBUR, Müjgan. (2000). “Dede Korkut Oğuz-namelerinde İslamî Unsurlar”,
Uluslararası Dede Korkut – Bilgi Şöleni Bildirileri. 19-21 Ekim, Ankara. Yay. haz. A. Kahya-
Birgül ve Aysu Şimşek-Canpolat. Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı, ss. 77-108.
The Address Where the Articles Sent for Publication
MOTİF AKADEMİ Dergisi
Fevzi Paşa Cad. No: 361
Edirnekapı / İSTANBUL
Tel: +90 (212) 531 61 68
+90 (212) 524 23 69
Fax: +90 (212) 635 52 43
E-mail: [email protected]