La Mancha Diyarının Son Büyük Anlatıcısı Gabo

16
IstanbulArtNews edebiyat Temmuz / Ağustos, 2014 Sayı: 11 Yazarlar da reddedilir! Hiç düşündünüz mü, bugün bir veya birkaç kitabını okuduğumuz yazarlar, o kitaplarını nasıl yayımlattılar? Bugün ilgiyle okuduğumuz birçok yazar, o meşhur ilk kitaplarını yayımlatmadan önce kaç kere ‘hayır’ cevabını aldılar? Son yıllarda e-kitabın yaygınlık kazan- masıyla çok sık duyar olduk bu hikaye- yi: Yayınevlerince birkaç kere reddedi- len yazar en sonunda dosyasını e-kitap halinde yayımlar, büyük ilgi gördükten sonra bizzat kendisini reddeden editör tarafından davet edilerek esaslı bir telif ücretiyle anlaşma imzalar. Sonrası bildiğimiz başarı öyküsüdür. Ancak Türk ve dünya edebiyatı tarihi benzer hikayelerle doludur ve dahası bu hikayelerin kahramanları bugünün hep satan, çok satan yazar ve roman- larıdır... Örneğin Sineklerin Tanrısı’nı yayım- latana kadar William Golding’in tam 20 kere ‘reddedilmesi’ artık konuyla ilgili söylenecek sözlerin girizgahı gi- bidir... Sadece o mu, John Le Carre, William Faulkner, Anne Frank, Step- hen King, E. E. Cummings, Rudyard Kipling hatta George Orwell, James Joyce, J.K. Rowling... Ama bunlar dünya edebiyatından bil- diğimiz isimler. Bizdeki durum da pek farklı değil. Her ne kadar Batılı muadilleri kadar dillendiriliyor olmasa da zaman zaman kulaklarımıza çalınır, falanca meşhur yazarın aslında birkaç kere red cevabı aldığı. Yahut kimi dost meclislerinde, genç yazarlık yıllarında yaşadığı hayal kırıklıklarını uzun uzun anlatır bugü- nün kendini ispatlamış yazarları... Ha- sılı kelam o kadar da şanslı değildir en çok okunan yazarlar bile. IstanbulArtNews Edebiyat olarak ya- zarların ‘reddedilme hikayeleri’ni an- latmalarını istedik. Yayınevi - dergi edi- törü Murat Yalçın konuya giriş yaptı... Yayınevlerinden dosyalarına, dergiler- den öykü, şiir, yazılarına ‘bu olmamış’ cevabı alan hatta cevap bile alamayan İbrahim Yıldırım, Yekta Kopan, Hamdi Koç, Barış Uygur, Ayhan Bozkurt, Ke- mal Varol ve Ferhat Özkan yaşadıkları hayal kırıklığının etkisini anlattı... (Sayfa 75 - 76 - 77) ÇAĞLAYAN ÇEVİK [email protected] Gazetelerin üçüncü sayfa haberle- rinde ad ve soyadının kısaltması ha- linde karşımıza çıkan ‘kadın’lara söz veriyor “Antabus” adlı romanında Seray Şahiner. İki farklı finali olan iki uzun öykü halinde kurguladığı roma- nında çevresindeki bütün ‘erk’lerden / erkeklerden şiddet gören Leyla Taşçı’nın (L.T.’nin) hayatını aktarı- yor. İstanbul’a filmlerde gördüğü gibi Haydarpaşa’dan inilmediğini, koca İstanbul’un bir tekstil atölyesinden ibaret olduğunu kötü bir şekilte tec- rübe eden L.T.’nin yaşadıkları üzerin- den şiddete uğrayan kadınları anlatığı romanı “Antabus” için Şahiner’le bir araya geldik... (Sayfa 70) “Maliye mezunuydum, geleceğim rakamlar ve istatistiki oranlar üzerine kurulacak gibiydi. Sonra tüm özgürlü- ğü ve nefes aldıran yanlarıyla edebiyat okumaya başladım. Edebiyat hayatıma soluksuz kaldığımı kuvvetle hissettiğim bir dönemde girdi ve merkeze yerle- şip kaldı.” Hatice Meryem edebiyatın hayatındaki sağaltıcı etkisini bu sözler- le anlatıyor. Tabii dahası da var... Bu ay Odak Yazar sayfalarımızın konuğu Hatice Meryem oldu. Kendisiyle yaptı- ğımız söyleşide beslendiği kaynakları, okuduğu yazarları, eserlerinde yapmak istediklerini uzun uzadıya anlattı. Daha sonra Seval Şahin “Beyefendi”yi, Sibel Kır “Aklımdaki Yılan”ı, Arzuhan Birvar “İnsan Kısım Kısım Yer Damar Damar”ı masaya yatırdılar. (Sayfa 78 - 79) EZGİ ATABİLEN “Bir ülkeyi bu kadar etkilemiş bü- yük bir olayın sanatı etkilememesi imkânsız. Geçen seneyi anlatırken bir kitap, film hatta şarkının Gezi’yi gör- mezden gelmesi mümkün mü? Evin- de oturup politikayla hiç ilgilenmemiş insan bile Gezi’nin içine daldı.” diyor Barbaros Altuğ, Gezi Direnişi’ni anlat- tığı kitabı “Biz Burada İyiyiz”le ilgili ko- nuşurken. Sadece istanbul veya Türki- ye için değil dünya için bile sıradışı bir örnek olan Gezi Direnişi, yılların yazar ajanı Barbaros Altuğ’a ilk ‘kurmaca’ kitabını yazdırarak etkisini devam etti- riyor belki de... Yeni kitapları da yolda olan Altuğ novellasını anlattı. (Sayfa 81) ZEKİ COŞKUN Soma maden ocağındaki yangın de- vam etmekteydi. Henüz ölü sayısı be- lirsizdi. Sahadakiler, kaybın büyük ol- duğunu, ‘facia’ sözünün bile yetersiz kaldığını biliyordu. TV kanallarından birinde bir profesörle röportaj yapılı- yordu. Bilimsel olarak bilgilendiriliyor- duk. Tatlı dilli, yumuşak, sakin, güven verici bir konuşma… Derken, ‘yangın, patlama, göçük, ceset, parçalanma’ sözlerinin yarattığı dehşeti giderme çabasıyla olsa gerek sayın prof. madende kalanları anarak, “Karbonmonoksitle ölüm, tatlı bir ölümdür” deyiverdi. İrkildim, yanlış mı duydum acaba? Ama hayır, o aynı ‘tatlı’lıkla anlatmak- taydı. Ölüm yüceltimi yolunda hiçbir romantik edebiyatçı, bu bilim adamı- nın eline su dökemez, yanına yaklaşa- mazmış gibi geldi bana. ‘Tatlı ölüm’ tanımlaması, roman- tiklerden çok Albert Camus’yü dü- şündürüyor. Absürt; saçma, anlamsız. Camus’nün ancak ölümünden sonra yayımlanan ilk yapıtı Güzel Ölüm’e gönderme yapıyor olabilir mi sayın profesör, bilemedim. Tatlı ölüm söylem ve anlatısına ille de edebiyattan bir karşılık aranacaksa, bu olsa olsa Cesur Yeni Dünya’dır! Aldous Huxley, dünyayı sarsan 1929/30 ekonomik krizinin gölgesinde yazmıştı Cesur Yeni Dünya’yı. Güya 26. yüzyılın dünyasına götürür bizi. İnsan- lar artık doğmamakta; cins, boy, zeka vb yönünden grup grup tasarımlanmış olarak üretilmektedir. Hastalık diye bir şey yoktur artık. Sa- vaş, yoksulluk, aşk, aile, inanç, sanat, edebiyat, felsefe gibi şeyler de eski dün- yada kalmıştır. Sadece ve sadece mutlak mutluluk vardır cesur yeni dünyada. Bunun için de yine teknoloji-endüstri devrede. Yatıştırıcı, mutluluk hapları cesur yeni dünyalıların. Bu hapın adı, Soma. Evet, yanlış okumadınız, SOMA. Rastlantı olamaz! Kimilerinin ‘cina- yet’ olarak nitelediği kaza mahalli için, ‘tatlı ölüm’den bahsediliyorsa, orada somalı bir durum vardır mutlaka. Hoca yutmuş da gelmiş. Üstelik yeni ve ona mahsus bir durum değil bu. O çok sözü edilen ‘fıtrat’, yer üstün- deki ve en tepedekiler için böyle bir şey herhalde: İşi, ekmeği için yerin yedi kat altına girenlere, canını orada tüketen- lere, nedense hep fantastik olarak bakı- yorlar. Madenci dediğin, 150 yıl önce- sinden kalma resmi ifadeyle ‘mükellef’; öyle olmaya ve öyle ölmeye yükümlüler. Sadece fiziksel ölümler değil, yerin yedi kat altında her an ölümle boğuş- mayı meslek edinenlerin varlığı da biz yerüstündekilerin ‘mükellefiyet’inde- dir. (Sayfa 74) “Alıştığımız için sağır oluyoruz” Odak Yazar: Hatice Meryem “Bir devrim ihtimaliydi Gezi” Ak kağıt üstünde kömür izleri ÖZGÜN İLLUSTRASYON: YEŞİM PAKTİN Muzaffer Oruçoğlu, “Madene Giriş”

Transcript of La Mancha Diyarının Son Büyük Anlatıcısı Gabo

IstanbulArtNews

edebiyatTemmuz / Ağustos, 2014 Sayı: 11

Yazarlar da reddedilir!Hiç düşündünüz mü, bugün bir veya birkaç kitabını okuduğumuz yazarlar, o kitaplarını nasıl yayımlattılar? Bugün ilgiyle okuduğumuz birçok yazar, o meşhur ilk kitaplarını yayımlatmadan önce kaç kere ‘hayır’ cevabını aldılar?

Son yıllarda e-kitabın yaygınlık kazan-masıyla çok sık duyar olduk bu hikaye-yi: Yayınevlerince birkaç kere reddedi-len yazar en sonunda dosyasını e-kitap halinde yayımlar, büyük ilgi gördükten sonra bizzat kendisini reddeden editör tarafından davet edilerek esaslı bir telif ücretiyle anlaşma imzalar.

Sonrası bildiğimiz başarı öyküsüdür. Ancak Türk ve dünya edebiyatı tarihi benzer hikayelerle doludur ve dahası bu hikayelerin kahramanları bugünün

hep satan, çok satan yazar ve roman-larıdır...

Örneğin Sineklerin Tanrısı’nı yayım-latana kadar William Golding’in tam 20 kere ‘reddedilmesi’ artık konuyla ilgili söylenecek sözlerin girizgahı gi-bidir... Sadece o mu, John Le Carre, William Faulkner, Anne Frank, Step-hen King, E. E. Cummings, Rudyard Kipling hatta George Orwell, James Joyce, J.K. Rowling...

Ama bunlar dünya edebiyatından bil-

diğimiz isimler. Bizdeki durum da pek farklı değil.

Her ne kadar Batılı muadilleri kadar dillendiriliyor olmasa da zaman zaman kulaklarımıza çalınır, falanca meşhur yazarın aslında birkaç kere red cevabı aldığı. Yahut kimi dost meclislerinde, genç yazarlık yıllarında yaşadığı hayal kırıklıklarını uzun uzun anlatır bugü-nün kendini ispatlamış yazarları... Ha-sılı kelam o kadar da şanslı değildir en çok okunan yazarlar bile.

IstanbulArtNews Edebiyat olarak ya-zarların ‘reddedilme hikayeleri’ni an-latmalarını istedik. Yayınevi - dergi edi-törü Murat Yalçın konuya giriş yaptı... Yayınevlerinden dosyalarına, dergiler-den öykü, şiir, yazılarına ‘bu olmamış’ cevabı alan hatta cevap bile alamayan İbrahim Yıldırım, Yekta Kopan, Hamdi Koç, Barış Uygur, Ayhan Bozkurt, Ke-mal Varol ve Ferhat Özkan yaşadıkları hayal kırıklığının etkisini anlattı...

(Sayfa 75 - 76 - 77)

ÇAĞLAYAN ÇEVİ[email protected]

Gazetelerin üçüncü sayfa haberle-rinde ad ve soyadının kısaltması ha-linde karşımıza çıkan ‘kadın’lara söz veriyor “Antabus” adlı romanında Seray Şahiner. İki farklı finali olan iki uzun öykü halinde kurguladığı roma-nında çevresindeki bütün ‘erk’lerden / erkeklerden şiddet gören Leyla Taşçı’nın (L.T.’nin) hayatını aktarı-yor. İstanbul’a filmlerde gördüğü gibi Haydarpaşa’dan inilmediğini, koca İstanbul’un bir tekstil atölyesinden ibaret olduğunu kötü bir şekilte tec-rübe eden L.T.’nin yaşadıkları üzerin-den şiddete uğrayan kadınları anlatığı romanı “Antabus” için Şahiner’le bir araya geldik... (Sayfa 70)

“Maliye mezunuydum, geleceğim rakamlar ve istatistiki oranlar üzerine kurulacak gibiydi. Sonra tüm özgürlü-ğü ve nefes aldıran yanlarıyla edebiyat okumaya başladım. Edebiyat hayatıma soluksuz kaldığımı kuvvetle hissettiğim bir dönemde girdi ve merkeze yerle-şip kaldı.” Hatice Meryem edebiyatın hayatındaki sağaltıcı etkisini bu sözler-le anlatıyor. Tabii dahası da var... Bu ay Odak Yazar sayfalarımızın konuğu Hatice Meryem oldu. Kendisiyle yaptı-ğımız söyleşide beslendiği kaynakları, okuduğu yazarları, eserlerinde yapmak istediklerini uzun uzadıya anlattı. Daha sonra Seval Şahin “Beyefendi”yi, Sibel Kır “Aklımdaki Yılan”ı, Arzuhan Birvar “İnsan Kısım Kısım Yer Damar Damar”ı masaya yatırdılar.

(Sayfa 78 - 79)

EZGİ ATABİLEN

“Bir ülkeyi bu kadar etkilemiş bü-yük bir olayın sanatı etkilememesi imkânsız. Geçen seneyi anlatırken bir kitap, film hatta şarkının Gezi’yi gör-mezden gelmesi mümkün mü? Evin-de oturup politikayla hiç ilgilenmemiş insan bile Gezi’nin içine daldı.” diyor Barbaros Altuğ, Gezi Direnişi’ni anlat-tığı kitabı “Biz Burada İyiyiz”le ilgili ko-nuşurken. Sadece istanbul veya Türki-ye için değil dünya için bile sıradışı bir örnek olan Gezi Direnişi, yılların yazar ajanı Barbaros Altuğ’a ilk ‘kurmaca’ kitabını yazdırarak etkisini devam etti-riyor belki de... Yeni kitapları da yolda olan Altuğ novellasını anlattı.

(Sayfa 81)

ZEKİ COŞKUN

Soma maden ocağındaki yangın de-vam etmekteydi. Henüz ölü sayısı be-lirsizdi. Sahadakiler, kaybın büyük ol-duğunu, ‘facia’ sözünün bile yetersiz kaldığını biliyordu. TV kanallarından birinde bir profesörle röportaj yapılı-yordu. Bilimsel olarak bilgilendiriliyor-duk. Tatlı dilli, yumuşak, sakin, güven verici bir konuşma…

Derken, ‘yangın, patlama, göçük, ceset, parçalanma’ sözlerinin yarattığı dehşeti giderme çabasıyla olsa gerek sayın prof. madende kalanları anarak, “Karbonmonoksitle ölüm, tatlı bir ölümdür” deyiverdi.

İrkildim, yanlış mı duydum acaba? Ama hayır, o aynı ‘tatlı’lıkla anlatmak-taydı. Ölüm yüceltimi yolunda hiçbir romantik edebiyatçı, bu bilim adamı-nın eline su dökemez, yanına yaklaşa-mazmış gibi geldi bana.

‘Tatlı ölüm’ tanımlaması, roman-tiklerden çok Albert Camus’yü dü-şündürüyor. Absürt; saçma, anlamsız.

Camus’nün ancak ölümünden sonra yayımlanan ilk yapıtı Güzel Ölüm’e gönderme yapıyor olabilir mi sayın profesör, bilemedim.

Tatlı ölüm söylem ve anlatısına ille de edebiyattan bir karşılık aranacaksa, bu olsa olsa Cesur Yeni Dünya’dır!

Aldous Huxley, dünyayı sarsan

1929/30 ekonomik krizinin gölgesinde yazmıştı Cesur Yeni Dünya’yı. Güya 26. yüzyılın dünyasına götürür bizi. İnsan-lar artık doğmamakta; cins, boy, zeka vb yönünden grup grup tasarımlanmış olarak üretilmektedir.

Hastalık diye bir şey yoktur artık. Sa-vaş, yoksulluk, aşk, aile, inanç, sanat,

edebiyat, felsefe gibi şeyler de eski dün-yada kalmıştır. Sadece ve sadece mutlak mutluluk vardır cesur yeni dünyada. Bunun için de yine teknoloji-endüstri devrede. Yatıştırıcı, mutluluk hapları cesur yeni dünyalıların. Bu hapın adı, Soma.

Evet, yanlış okumadınız, SOMA.Rastlantı olamaz! Kimilerinin ‘cina-

yet’ olarak nitelediği kaza mahalli için, ‘tatlı ölüm’den bahsediliyorsa, orada somalı bir durum vardır mutlaka. Hoca yutmuş da gelmiş. Üstelik yeni ve ona mahsus bir durum değil bu.

O çok sözü edilen ‘fıtrat’, yer üstün-deki ve en tepedekiler için böyle bir şey herhalde: İşi, ekmeği için yerin yedi kat altına girenlere, canını orada tüketen-lere, nedense hep fantastik olarak bakı-yorlar. Madenci dediğin, 150 yıl önce-sinden kalma resmi ifadeyle ‘mükellef’; öyle olmaya ve öyle ölmeye yükümlüler.

Sadece fiziksel ölümler değil, yerin yedi kat altında her an ölümle boğuş-mayı meslek edinenlerin varlığı da biz yerüstündekilerin ‘mükellefiyet’inde-dir. (Sayfa 74)

“Alıştığımız için sağır oluyoruz”

Odak Yazar: Hatice Meryem

“Bir devrim ihtimaliydi Gezi”

Ak kağıt üstünde kömür izleri

ÖZ

N İ

LL

UST

RA

SYO

N: Y

EŞİ

M P

AK

TİN

Muzaffer Oruçoğlu, “Madene Giriş”

EDEBİYAT 70

IstanbulArtNews

Temmuz / Ağustos, 2014 Sayı: 11

Şeyleşmiş bir toplumda yaşıyoruz; her şeyin alınır satılır olduğu, ancak bir karşılık aldığımızda vermemizin telkin edildiği, bunun temel düstur olduğu bir sistemde. Her an, her yer-de alışveriş halindeyiz. Her şeyin bir bedeli var, her şey bu değer üzerinden mübadele edilebiliyor. İnsani olan her şey de metalaşıyor haliyle. Bu durumun en veciz ifadelerinden biri Komünist Manifesto’da yer alır: “Burjuvazi… in-san ile insan arasında kupkuru çıkar dışında, duygusuz ‘nakit ödeme’ dı-şında, hiçbir bağ bırakmamıştır. (…) Kişisel saygınlığı değişim değerine in-dirgemiş, sayısız belgeli ve kazanılmış özgürlüklerin tümünün yerine tek bir özgürlüğü, vicdansız ticaret özgürlüğü-nü koymuştur.” Giderek alınıp satılan-lara doğa da eklendi. Eğer artı değer yaratılabiliyorsa dereler, ormanlar, de-niz ve okyanuslar vs satılabilir, yerleri-ne AVM yapılabilir, hatta gerekirse yok edilebilir. Lucien Goldmann, Roman Sosyolojisi’nde René Girard’ın roman analizine değinir. Girard’a göre ro-man, böylesine şeyleşmiş, yozlaşmış bir dünyada otantik, sahih değerler ara-yan ‘problematik bireyler’in yozlaşmış arayışlarının tarihidir. Piyasaya bağımlı toplumda sanatçının problematik bir varlık olduğu tezine Goldmann da katılır ve sanatçının varlığının toplu-ma karşı eleştirel ve karşıt bir tutum olduğunu ekler. Öte yandan, Diyalek-tik Araştırmalar’da yer alan “Şeyleş-me” başlıklı makalesinde Goldmann, modern romancıların “gerek insanî olanın araştırılmasını dolaylı biçimde anlatmaktan vazgeçerek gerek bu araş-tırmayı bütünüyle bir yana bırakarak şeyleşmiş ve anlamsız bir dünyanın anlatılmasına önem verdi[klerini]” vurgular. İnsanlar arasında “duygusuz nakit ödeme dışında bağ kalmaması” dünyanın anlamsızlaşmasının temel nedenlerinden başında geliyor – bir diğeri de emeğini satanların daha da yoksullaşmaları ve kredi borçları nede-niyle gelecekteki emeklerini de satma-ya mecbur olmaları. Üstelik günümüz-de çalışma hayatı emeğin alınıp satıldığı bir pazar olarak görülmediğinden eme-ğimizi sattığımızın farkında bile değiliz.

Mecburiyetler nedeniyle daha da an-lamsızlaşmış bir dünyada yaşamanın neye benzediği ya da anlamsızlık duy-gusunun içimizi nasıl bürüdüğü gibi sorularına cevap aramak, kuşkusuz, insanî olanı araştırmaktır – günümüz-de edebiyat bunlarla pek ilgilenmese de. Günümüz edebiyatçıları için an-lam yitiminin nedenlerinden, mesela roman kişilerinin geçimlerini nasıl sağladıkları ve bunun ruhsallıkları üze-rinde nasıl bir etkisi olduğu gibi me-selelerden çok, anlamı dil üzerinden yeniden kurmak; olguları, durumları kelimelere döküp anlamlandırma uğ-raşının sorunlarını ya da oyuncul yan-larını deşmek daha önemli görünüyor. Öyle ya da böyle, edebiyatçının verdiği bir anlam mücadelesidir; kelimelerin, sözün yitmiş, bozulmuş anlamlarının peşindedir – sahih değerler arayışında-ki problematik bireyler gibi sonradan değişip dönüşeceğini (anlamsızlaşaca-ğını) kestirse de, sahih anlamlar arayı-şındadır. Sistemin süsleyerek sunduğu – sözümona– anlamların eksiklerini, boşluklarını gösterme niyetine de iç-kindir bu arayış.

İster anlamın nasıl yitip gittiğine odaklanmış, ister yeni bir anlam verme ya da anlamsızlığın altını çizme uğra-şına düşmüş olsun, edebiyatçıların bu yöndeki çabaları ‘değişim değerine indirgenmiş kişisel saygınlığa’ (geze-genin ve hayatın saygınlığını da ekle-yebiliriz buna) itibarını iade etme ça-basıdır. Ne var ki bu amaçla yaratılmış edebi metinlerin de bugün bir değişim değeri var; kitaplar da birer meta ola-rak dolaşımdalar. Piyasanın kurallarına tâbiler. Çok satarlığın o metanın deği-şim değeri üzerinde etkisi olması çok doğal; ama giderek çoksatarlık vasfı bi-zatihi bir saygınlık vasfı haline de geli-yor. Bu duruma ‘edebiyatın şeyleşmesi’ demek abartılı olmaz sanırım.

Edebiyat böylelikle kitaba, yani alı-nır satılır bir metaya indirgendiğinde piyasanın koşullarına bağlılığı artıyor. Kitapların ‘raf ömrü’nden söz edilme-sini yadırgamıyoruz artık; ticari bir ku-ruluş olan kitapçının bir başka ticari kuruluş olan yayınevinden satın aldığı ürünü daha çok kâr getirecek biçimler-de sergilemesi ticaretin bir gereği, ama edebiyat eleştirisi de giderek bu “raf ömrü”ne sıkışıyor. Edebi metinler ki-tap formunda piyasa sürüldükleri süre içinde eleştirmenlerin dikkatini çek-memişse bir daha kolay kolay değerlen-dirilmiyor. Eleştiri metinlerinin odağı-na aldığı kitabın ‘raf ömrü’ geçtikten sonra süreli yayınlarda yer bulması ko-lay değil. Belki o eleştiri metinlerinin kitap haline geldiğinde değişim değeri kazanacağı düşünüldüğünde yayın şan-sı bulabilir; ne var ki eleştiri yayıncıla-rın yeğlediği bir tür değil. Keza, eleştiri metinlerinin yayınlandığı mecraların da aynı koşullara ve reklam verenlere bağımlı olduğunu unutmamak lazım.

İşte bunlar hep ticaret özgürlüğü. Ni-cel olanın nitel olana galebe çalması.

Behçet Çelik

Duygusuz ödemeler çağında

edebiyat

ÇAĞLAYAN ÇEVİ[email protected]

Ülkemizde adı konmamış bir edebiyat geleneğidir, öykücülere “roman ne za-man” diye sormak. Sana da çok kereler sorulmuştur bu soru ve bu kez bir ro-man kaleme aldın. Bir karar durumu muydu bu, yoksa kendiliğinden mi ge-lişti her şey?

Tamamen kendiliğinden oluştu bu. Mutlaka roman yazmalıyım gibi bir dü-şüncem veya öyküyü bir sıçrama tahtası gibi görme durumum hiçbir zaman ol-madı. Bir dert anlatmak üzere masaya oturdum ve yazdığım metnin de öykü mü olacak, roman mı olacak gibi diye düşünmedim. Tabii ki edebiyatla ilgili birtakım biçimsel kaygılarım var, ama bu diğer iki kitaptan ruhen daha farklı bir halde masaya oturduğum bir kitap-tı. Yazdıkça kendi şeklini aldı. Masaya otururken, bu kez farklı bir ruh haliyle oturdum dedin. Bu masaya otururken içindeki hissiyat neydi tam olarak? Kadına şiddeti anlatmak gibi bir şey miydi?

Bir kadın meselesi anlatmak üzere oturdum masaya. Diğerlerinde öyle değildi aslında. Hep kadın hikâyeleri anlatmıştım ama ne yazacağım masa-ya oturduktan sonra ortaya çıkmıştı. “Antabus”ta elbette slogan biçiminde olmasa da, kafamda belli bir meseleyi anlatmak üzere yola çıktım. Hatta bu kitapta hiçbir öykümde olmadığı kadar erkekleri anlattığımı söyleyebilirim. “Şimdi de şiddete maruz kalmış bir kadın anlatayım” ve aynı durumdaki insanlar kitapta kendilerini okusun dü-şüncesiyle yazmadım. Yaşayan, başına geleni zaten çok iyi biliyor. Aslında er-kekleri anlatmak istedim ama bunu er-keklerin ağzından yapmak istemedim. Neden?

Çünkü onların ağzından yeterince dinliyoruz bu hikâyeleri; yolda, kahve-de, gazete haberlerinde… Her yerde bu ağız var zaten. Basit bir ifadeyle, “bi-zimkinin arpası fazla geldi”den tut da ‘çaktım ağzına iki tane’ye kadar haya-tın her noktasına sinmiş cümlelerden bahsediyorum. Ne yazık ki gündelik hayatımızda da bu cümlelerden kendi-mizi çok arındırabilmiş değiliz. O yüz-den bu erkek şiddetinin içeriye nasıl yansıdığını göstermek için bir kadın karakter seçtim ve anlatıcının da biz-zat o kahraman olmasını istedim. Bir önceki konuya dönecek olursam, yaz-dığım metinler içinde beni masaya en yoğun dertle oturtan metin buydu ama anlatmak istediğim temelde bir kadın değildi, o kadının hayatını kısıtlanmış hale getiren erkeklere bakmak istedim. Kitaptaki ikinci metinde/bölümde Eraslan adlı gelecekte doğacak erkek çocuğa dair bir hayal anlatımı var… Hayali kadın kuruyor olsa da aslında bir erkeğin hayali gibi aktarıyor her şeyi…

Şehir hayatı için söylemek gerekirse, kadınlar sokağa sonradan çıkmış oldu-ğu için, durumumuz biraz göçmenliğe benziyor. Biz sokağa evden göç ettik. Göçmenlerin de hayatta kalmak adı-na ilk öğrenmesi gereken şey dildir. O da mevcut erkek dili ne yazık ki. Zaten sokağa çıkabilmiş bir kadından söz et-miyorum, evde de hayatta kalabilmesi için tek şansı bu. O bile işe yaramıyor aslında. Bir nevi suyuna gitmek olarak adlandırılan durumu yaşıyor. Leyla mü-cadele eden, kendisi ve birtakım haklar için ağzını açmaktan çok da çekinme-yen bir karakter. Fakat burada artık mevcut durum sadece kendi hayatı veya kendi özgürlükleri açısından bir mücadeleyle sınırlı kalmıyor. Onları te-min etmek bir lüks haline geliyor ne ya-zık ki. Her ne kadar doğurmaktan imti-na etse de, doğurmak zorunda kaldığı çocuklarının hayatı için bir mücadele geliştirmeye başlıyor ki, Eraslan olarak

hayal edilen erkek çocuğun –ki gerçek-te kız çocuğuna hamile Leyla- yaşayabil-mesi için kocasına karnındaki çocuğun erkek olduğu yalanını söylüyor. Amacı o çocuğu en azından anne karnınday-ken korumak. Burada da görüyoruz ki, o çocuğun sadece erkek olduğu için sahip olduğu yaşama hakkı daha önce doğan kız çocuklarına mukayeseyle o kadar üstün ki eve kitli yaşayan Leyla’ya dokuz aylık bir özgürlük, yaşama hakkı, sokağa çıkma hakkı sağlıyor. Leyla’nın hayatı boyunca sahip olduğu tek özgür-lük, hayali bir erkek çocuğa hamile kal-dığı dönemde gerçekleşiyor. Simgesel Eraslan’a olan hamilelik dönemi onun en özgür dönemine denk geliyor.

İki anlatıda farklı sonlar olsa da, ölüm çatısı altında birleşiyor ve iki Leyla da aynı şeyleri yaşıyor aslında. İlk öyküde-ki çaresiz Leyla ile ikinci öyküde kendi çözümünü bulan Leyla’yı birbirinden ayıran kırılma noktası nedir?

Umudunu yitirdiği noktada söz ko-nusu kırılma noktası gerçekleşiyor. İlk bölümdeki çaresizliğin sebebi çevresin-den medet umma hali… Babam bana sahip çıkar, bir yerde iş bulurum son-ra da… Kızın gözündeki İstanbul bir atölyeden ibaret olduğu için yaşadığı hayatta ulaşmak istediği her şey de o atölyeden geçiyor zaten. Atlamak iste-diği sınıf da o atölyeden ibaret. El işçili-ğinden makineye, makineden ustalığa, birisine aşık olup birlikte konfeksiyon açmaya… Annem bana sahip çıkar, amcam bana sahip çıkar, birisi bana kötülük yaparsa ailem beni korur, en azından abim beni korur çünkü o beni hiç dövmüyordu… şeklinde devam eden bir durum bu. Bir süre iyi - kötü insan ayrımını ona herhangi bir şiddet uygulamayan/uygulayan insanlar üze-rinden tanımlıyor. Gördüğü veya gör-mediği şiddete bakarak konumlandırı-yor insanları. Yaşadığı hayatı da atölye üzerinden kodluyor. En son evlendik-ten sonra –zaten evlenmeye diretme-mesinin sebebi de bu- “başıma baba evinde gelenlerden daha kötü koca evinde ne gelebilir ki”, düşüncesi. Bu teslimiyetle evliliğe geçiş yapıyor. Var-dığı koca evinde de görüyor ki beterin beteri var. Öyle ki insanlardan medet ummak bile onun için bir lüks halini al-mış durumda. Dahası ondan da medet uman bir kişi var, koruması gereken çocuğu var. Biraz o noktada başka bir cesarete erişiyor. O da kendi yöntemle-rini aramak ve kendi zırhını giyinmek olarak karşımıza çıkıyor. Bunlardan bir tanesi, mizah… Çünkü içinde yaşadığı gerçek hayat, bir mizah süzgecinden geçirmeden bakıldığı zaman dayanılır gibi değil. Halbuki daha dik durması gerekiyor. İkincisi daha delimserek bir hale bürünmek ve üçüncüsü de tıp. İlaçlar vesaire. Kadının cesareti medet ummayı bıraktığı yerde artıyor…Leyla’nın mizahi dili son zamanlarda ülkenin halini de gösteriyor gibi. Evin içinden memlekete, memleketin ge-

nelinden ev içine karşılıklı biçimde yansıyan bir şey bu… Şiddet arttıkça mizahın da daha da yoğunlaşması du-rumu. Şaka gerçekten bu kadar hayat kurtarır mı?

Elbette hayır. Ama nefes almamızı sağlıyor. Memleket hali derken Gezi Direnişi’ni ve sonrasını kastediyoruz ikimiz de. Tam da onun gibi bir şey bu. Mizah bir nefes alanı sağladığı kadar mücadele etme, cevap verme direncini de artırıyor. Leyla’nın sadece kocasıyla veya babasıyla geçirdiği iletişim evre-lerinden söz etmiyorum. Televizyonla bile geçirdiği iletişim evrelerinde mi-zah önemli bir sığınak oluyor ona. Ce-vap vermeyi, ti’ye almayı öğreniyor bu sayede. Zaten şaka yapayım gülelim, eğ-lenelim mantığıyla mizah yapan bir ka-dın da değil Leyla Taşçı. Mizah aslında kendi acısının altını çiziyor. Durumun geyiğini yapmak değil, bir anlık nefes aldığında kendi durumunun daha net ifadesini sağlıyor…Peki yazar olarak sen bu dili kullanır-ken, melodramatik aktarımdan uzak durmak için mi seçtin bu dili, yoksa o da kendiliğinden gerçekleşti?

Bilinçli bir şeydi elbette. Okuyanın bu kıza acıyıp geçmesi benim en çok korktuğum şeylerden biriydi. Çünkü acımak, çok tehlikeli bir merhamet hali... Acıyorsun, vah vah ediyorsun, böylece üstüne düşen insanlık göre-vini yerine getirmiş oluyorsun… Ama işin aslı öyle değil. Bana öyle geliyor ki, sadece acıyıp geçmek zalimliğin çok kunt bir yüzü. Birincisi o acıyı ‘iyi insan’ olmak için bir malzeme haline getiriyorsun. Halbuki öyle değil, tanık olmak sorumluluklar yükler insana. Bu yüzden mizahı ayrıca bir yabancılaştır-ma unsuru olarak kullandım. Çünkü okur için acımanın en kesifleştiği, dra-matik durumun zirveye çıktı anlarda okuyanla olayın arasına bir set çekmek, bir durumdan uzaklaştırıp objektif ba-kabilmesini sağlayacak bir unsur ola-rak kullanmak istedim. Diğer türlü 120 sayfa boyunca okuyan ağlardı ve rahat-lamış, üzülmüş, iyi insanlar olarak bu kitabı bitirmiş olurdu. Kitabın ilk bölümünde daha bariz gör-düğümüz, erk olmayanlar için ortak bir öğrenilmiş çaresizlik hali var. Bununla idare etmek zorunda bırakılma duru-mu var...

Aşık Mahsuni’nin “Efendiye paydos zulme nihayet” sözünü gerçekleştir-memiz gerekiyor. Bu erkliği ortadan kaldırmak için çabalamamız lazım… Mesele sırf erkek - kadın meselesi değil. Kız çocuklarının başına gelen şeyler erkek çocuklarının da başına geliyor bu ülkede. Erki elinde bulun-durmayan birçok insan başka türlü ezilmişliklerle, çaresizliklerle baş etme-ye çalışıyor. “Antabus”taki karakterler mücadele yollarını terk etmiş değiller aslında. Kendisiyle ilgili kabullenilmiş çaresizlikleri olsa bile çocukları için bunu kırmaya çalışıyor. Yani ne olursa olsun tüm bu çaresizlik durumların-da muhakkak bir kırılma noktası var. Bunu Türkiye örneğinde de görüyoruz. Toplumsal olarak baktığında bizim için de geçerli. Biz de bir başkasına bir şey olduğunda daha çabuk sokağa çıkar olduk artık. Özellikle bizim kuşak ve İstanbul adına konuşuyorum. Yoksa daha evvelki yıllarda sokağa çıkanlara, diğer şehirlerde mücadeleyi sürdüren insanlara haksızlık etmek istemem. Ta-bii son bir yılda baktığımızda daha yo-ğun hale geldi bu, çünkü o sözünü et-tiğimiz kırılma noktasını yaşadık artık. Belki biz Uğur Kaymaz için şiddetli bir biçimde ayağa kalkmış olsaydık, sokağa çıkmış olsaydık Ceylan Önkol’un ölme-mesini sağlayabilirdik. Şimdi daha seri bir şekilde sokağa çıkıyoruz, ne yazık ki ölümler devam ediyor ama erk biliyor ki artık susmuyoruz! Kitaptaki erkek egemen arkaplan, aslında ülkedeki yaklaşımı ve iktidarı

da özetliyor sanki…Kitapta devlete tam karşılık gelen

kişi Leyla’nın amcası aslında... Şidde-ti bizzat kendisi uygulamıyor olsa da birtakım aracıları var. Kızdan gelecek her türlü menfaatten de bizzat yarar-lanıyor. Ailenin bütün kararlarını da yine o amca veriyor. O amcalara karşı çıkmamız gerekiyor bizim. O amcala-ra maruz kalan insanları ve kendimizi korumak adına… Çünkü susarak ya-pacağımız tek şey suça ortak olmaktır. Onun dışında biz bakmayı kestiğimiz için kör oluyoruz. Alıştığımız için sağır oluyoruz. Ev içi şiddette de sokağa taş-mış şiddette de böyle. Televizyon ve televizyon dili diğer öy-külerinde olduğu gibi bu metinde de karşımıza çıkıyor. Ev içine bu kadar ha-kim televizyon kültürü aslında ülkenin bütününü de etkisi altına almış halde.

Bir yaşam biçimini dayatma aracı tele-vizyon. Bir hayat tarzı sunuyor. Çünkü, programların arasına giren reklamlar-daki ürünleri satabileceği bir hayat tar-zı oluşturmak zorunda televizyon. Ben-ce temel nokta bu. Dahası televizyon bedava. Dünyanın en pahalıya patlayan bedava unsuru televizyon. Bir taraftan sahte bir konfor da sağlıyor. Çünkü eve kapatılmış birçok kadının kocasından, babasından, abisinden izin almadan ve karşılığında şiddete maruz kalmadan dahil olabileceği tek eğlence ve yarı sosyal aktivite televizyon. Tek bilgilen-me aracı ve tek muhatap. Meşhur “ses olsun diye açıyorum” sözü, çoğu insa-nın ev içinde muhatap alacağı başka kimsenin olmadığını da gösteren bir ifade. Televizyon bu romandaki kahra-manlara bir şeyler söylüyor ve onu hiç dinlemiyor aslında… Önceki kitapla-rımda kendi hayatı üzerine karar alabi-len kadınlar oldukları için farklı boyu-tuyla yer alıyordu televizyon. Leyla’nın televizyonla kurduğu ilişki ise çok daha farklı. Televizyonda gördüğü hayatı kendi yaşamına adapte etmeye çalışsa da bunu yapabileceği bir ortam yok. Dahası televizyon Leyla’ya göre çok şey biliyor. Ve çok genel geçer bilgileri var. “Şiddete maruz kaldığımızda savcılığa gidin.” Bu bir televizyon bilgisi örne-ğin. Buna uyarak savcılığa gittiğiniz zaman öğreniyorsunuz ki iki tane şahit lazım. Hayatına baktığın zaman görü-yorsun ki senin arkanda duracak iki şahidin yok. Bu noktada acıtıcı olmaya başlıyor. Bizlere verilen ve televizyonda sürekli söylenen mutlu aile imajı aslın-da sürekli bir şeyleri pazarlamak için kurulan cümleler. Çocuklarını düşü-nen anneler bilmem ne yumuşatıcısını kullanır, mutlu sofralar kola tadında olur… İçinde şiddetin yer aldığı bir hanede bu reklamların bir geçerliliği yok ne yazık ki. Romanda dikkat çeken noktalardan bi-risi kötülerin ve iyilerin saf kötü ve iyi olmaları. Hiç iyi tarafı olmayan bir kötü yaratmak ve bu kadar ‘saf’ bir iyi yarat-mak bilinçli bir hareket olsa gerek.

Kahramanın mutlaka bir iyi yönü de olmalıdır durumundan imtina ettim. Hafifletici sebeplerden çekiniyorum ben… “Bu da bunu yaptı ama sokak hayvanlarına çok iyi davranan bir adamdır” cümlesine inanmıyorum. Ki-tapta sözünü ettiğim veya gerçekte kar-şılaştığımız insanların bu kadar katran kötü yönleri varsa, onların küçük iyilik-lerinin bence bir önemi yok. Karaktere boyut katmak için onun iyi yönleri de var demek gereksizdi. Sözünü ettiğimiz bahanelere hafifletici sebeplere inan-mıyorum. Kötü kötüdür! Bu kadar. Bil-hassa ikinci bölüm itibariyle iyilerin de o kadar iyi olmadığını da göstermeye çalıştım. İlk bölümdeki Leyla ile ikinci bölümdeki Leyla’nın temeldeki farkı biraz bu aslında. Leyla’nın çevresinde gördükleri hep gaddarlar. Başta öğren-diği acımasızlığı reddediyordu, ama ikinci bölümde istem dışı olarak öğren-diklerini kendi de uygulamaya başlıyor.

Susarak yapacağımız tek şey suça ortak olmak

“Gelin Başı” ve “Hanımların Dikkatine” adlı öykü kitaplarından sonra “Antabus” isimli romanıyla okurlarının karşısına çıktı Seray Şahiner. “Bir kadın meselesi anlatmak üzere masaya oturdum bu kez,” dediği kitabıyla ilgili sorularımızı cevapladı...

“Erki elinde bulundurmayan

birçok insan başka türlü ezilmişliklerle,

çaresizliklerle baş etmeye çalışıyor. “Antabus”taki karakterler mücadele

yollarını terk etmiş değiller aslında. Kendisiyle ilgili

kabullenilmiş çaresizlikleri olsa bile çocukları için bunu kırmaya çalışıyor.

Yani ne olursa olsun tüm bu çaresizlik durumlarında

muhakkak bir kırılma noktası var.”

FOT

RA

F: T

İMU

RT

ON

AN

Seray Şahiner

EDEBİYAT 71

IstanbulArtNews

Temmuz / Ağustos, 2014 Sayı: 11

Emile Zola, “Balzac ile aramdaki fark-lar” başlığını verdiği ve yazarlığının bir bakıma gizlerini okuruyla paylaştığı bir metninde, 19. Yüzyılın ilk yarısına damgasını vuran gerçekçi roman an-layışıyla hesaplaşmasının sınırlarını çizmişti: Toplumsal yaşama, ‘birey’leri üzerinden ayna tutan İnsanlık Komed-yası dizisinin karşısına, çeyrek yüzyılda tamamladığı 20 romandan (32 cilt) oluşan Rougon-Macquart dizisini ko-yarken, yazar duruşunu ve seçimlerini belirleyen temel ilkeleri de saptamıştı : Natüralist roman, dar çevre entrikaları-na değil, geniş kitlenin bağrında yaşa-nan derin, infilâk sınırlarına dayanmış çatışmalara yönelecek, kalabalıkların tragedyasını dillendirecekti.

Şüphesiz, 19. Yüzyıl Avrupa’sının genel toplumsal panoramasında öne çıkan sefâlet tabakasını gerçekçi ro-mancıların görmezden geldiğini ileri sürmek, örneğin Dickens’ı ele alacak olursak, en hafifinden haksızlık olur. O bakış açısı, ‘romantik’ yaftası yapış-tırılmış Hugo’nun “Sefiller”inde de varlığını sezdirir. Zola’nın, kendisini hazırlayan modellerden farkı, bilimsel çalışmalara merakı, röportaj tekniğini edebiyatın mayasına katması, sol dü-şünceye duyduğu yakınlık ile tanımla-nabilir.

Zola’nın romanları, sıcağı sıcağına, büyük bir okur topluluğunun ilgisini çekmişti. Siyasal kişiliğinden de etkilen-diği Hugo’dan aldığı esinle yaptığı çı-kışlar, özellikle Dreyfus davasında aldı-ğı gözüpek tavır, hızla uluslararası üne kavuşmasının yanında ‘entelektüel’ kavramının da devreye girmesini sağ-

lamıştı. Buna karşılık, yakın çevresin-deki has edebiyat yanlıları(Mallarmé), has sanat temsilcileri (Cézanne) tara-fından yazdıklarının küçümsendiğini, Dostoyevski’nin yapıtını “hantal ve çir-kin” bulduğunu anımsatmak gerekir *. Bundan da dramatik olanı: 1902’de, Paris’teki evinde soba zehirlenmesin-den ölümüne yolaçan ‘kaza’nın, nere-deyse yüzyıl sonra bir “suikast” oldu-ğunun belgelenmesidir : Aşırı sağcı görüşe bağlı sefil bir baca temizleyicisi tarafından öldürülmüştür.

Emile Zola’nın yapıtında, “Germi- nal”in bir tür nirengi noktası oluştur-duğu kanısı haklı olarak yaygındır : Ro-manesk anlayışının bütün karakteristik

özelliklerinin orada harmanlanmış ol-duğu söylenebilir. Yazar, hem kapitalist düzenin ve sanayi devriminin kurban-larını gözlemlemiş, hem başta Com-mune kalkışımı ve dönemin anarşist hareketleri olmak üzere direniş bilinci üzerinde yoğunlaşmıştı. “Germinal”in hazırlık aşamasında, Kuzey Fransa’daki maden ocaklarını çıplak gözle tanımak amacıyla Anzin’e gider. Orada, roma-nının sahici ortamı için bir anlamda ön-röportaj gerçekleştirir, maden işçisi tiplemesi bağlamında handiyse belge-sel bir hammadde kesitine erişir.

“Germinal” oylumlu, dolgun, gürül gürül bir roman. Başkişisi Etienne Lantier’nin etrafına kümelenen çok

sayıda kahraman, Yunan tragedyaların-daki korolar gibi uğultularıyla sürükler anlatıyı. Ana eksende, Sermaye ve İş ça-tışır. Zola, dünya edebiyatının belki de ilk bilinçli grev kalkışımını ve yaşamaya yazgılı olduğu bozgunu serimler.

Maden ortamını, madencinin evreni-ni iki ana metafor aracılığıyla kuşatır yazar : Sonradan sık kullanılmış ve is-ter istemez örselenmiştir ama, burada, henüz taze bir imge olarak işlenir “Ce-hennem”, ötedünyaya ait bir kavram ol-maktan çıkmış, yeryüzüne inmiş, insan-ların altına döşenmiştir. Zola, maden ocağının gerçekliğini bir ‘labirent’ for-matında kurgularken, sahiden de düz gerçekten yola çıkar, öte yandan Antik

dünyanın güçlü efsanesi Minautoros’la kurduğu bağlantı “Germinal”e ciddi bir boyut katar.

Zola, 1885 yılında karamsar bir pers-pektiften maden dünyasının zifirine bakıyordu, ama kendi sözleriyle o ‘kapkara ordu’ (işçi kitlesi) açısından geleceği gene de umut tonuyla tanımlı-yordu. Ne yazık ki, Fransa tarihinin en ağır bilançolu maden kazası 1906’da gerçekleşecekti.

Yazılışından 130 yıl sonra, bugün Türkiye’de, yeniden “Germinal”in isli ortamına dönmek için, edebiyat-dışı, ağır ve acı bir gerekçe bizi bekliyor.

• “Edebiyat-dışı” nitelemesi günü-müzde düzanlamıyla sınırlı bir kulla-nım alanına işaret ediyor. Oysa, öteden beri, Edip gözünde, edebiyatın içine sızmış ve zamanla yerini genişletmiş bir tür tehlikeli bölge olmuştur edebiyat-dışı. Günümüzde şiirleri, daha çok da romanlarıyla üne kavuşan, geniş kitle-lerin ilgisini çeken kimi kalemşörlerin yakınmalarıyla karşılaşıyoruz: “Edebi-yatçılar bizi kendilerinden saymıyor, aralarına almıyorlar”.

Sorun yeni değil: 1895 yılında ken-disiyle yapılan bir söyleşide, “bir gün Emile Zola’ya mektup yazdım ve bir kitabının beni ne denli etkilediğini söyledim ona, ama eklemeden ede-medim: Kitabınız bir ucundan da olsa Edebiyat’ın alanına girmiyor gelgele-lim” diyor Mallarmé. Beş yıl öncesinde yazdığı mektupta, “romanınız edebiyat ile bambaşka birşey arasındaki yolunu-zu kanıtlıyor: Kitleleri tatmin eden ve okuryazarı şaşırtan bir sanat”.

Bugün, oysa, Zola’lara razıyız.

Enis Batur Germinal: Yeraltı cehenneminden sahneler

Francesco Chiacchio’nun Germinal romanı için illustrasyonları

ARMAĞAN EKİCİ[email protected]

Samuel Beckett, kitapçı raflarında-ki manzaraya göre, ülkemizde daha çok ismen tanınan bir yazar. Şu anda satışta olan kitaplara bakarsanız, Bec-kett yapıtının bölük pörçük bir halde ve kısmi olarak Türkçe’de dolaşımda olduğunu göreceksiniz. 20. yüzyıl tiyatrosunun en önemli, en sevilen metinlerinden biri olan “Godot”yu Beklerken”i bile biraz aramanız gere-kiyor; “Oyun Sonu”, “Mutlu Günler” gibi çağdaş tiyatro başyapıtlarının ise yıllardır baskısı yapılmamış. Neyse ki, Ayrıntı Yayınları’nın toparladığı öykü ve romanlar, Norgunk’un “Quad”ı hâlâ dolaşımda. Aslında kapkara bir metin-den gelen meşhur “hep denedin, hep çuvalladın, yine dene, yine çuvalla, daha iyi çuvalla” alıntısını motivasyo-nel bir söz sanma hatasını en okumuş yazmışlarımızın bile sık sık yapması, Beckett’ın ismen tanınıyor olmasını ör-nekliyor gibi; başlığı “Betere Hücum!” hatta “ilk hedefiniz daha da beter ol-maktır, ileri!” diye çevrilebilecek bu metin, birkaç satır sonra “daha beter çuvalla, kusana kadar çuvalla”ya geçer işin aslında.

Beckett, neredeyse hiçkimseye ben-zemeyen yazı lezzetiyle, kimsenin ya-zamadığı bir derinlik, keskinlik ve ka-ramsarlığı, zehir gibi bir mizahla içiçe geçirdiği yapıtlarıyla, çağımızın en ilginç, en derinlikli yazarlarından biri oysa. İngilizce ve Fransızca’da Beckett bu önemine layık sunumlarla yayım-lanıyor: 2006’daki 100. yaşgünü için hazırlanan dört ciltlik toplu yapıtları, önsözleri, tasarımlarıyla örnek bir edis-yondu; İrlanda Radyo Televizyonu’nun 2000’li yılların başında yaptığı Beckett On Film projesi de, tüm oyunlarının bu proje için özel çekilmiş TV film-lerini biraraya getirmişti. 2009’dan itibaren, on yıllar sürmüş hummalı bir çalışmanın sonunda, Beckett me-raklılarını çok heyecanlandıran başka bir projenin ürünleri ortaya çıkmaya başladı; Cambridge University Press, Beckett’ın seçilmiş mektuplarının ilk cildini yayımladı. Beckett’ı 1929’dan (23 yaşından) 1940’a kadar izleyen bu cilt, 100 sayfası giriş materyali olmak üzere 882 sayfaydı; 2011’de yayımla-nan ikinci cilt de (1941-1956)yaklaşık aynı uzunlukta. Projenin 1957-1967 ve 1968-1989 yıllarını kaplayan üçüncü ve dördüncü ciltlerle tamamlanması plan-lanıyor; üçüncü cilt, bu yaz çıkacak.

Bu durumda, ilk dikkat çeken, mek-tupların hacmi; proje tamamlandığın-da, bu dört koca cilt, kitap raflarında Beckett’ın yayımladığı eserlerden daha çok yer tutacak. Projenin kapsadığı 60 yıl boyunca, editörlerin ele geçirebildi-ği 15,000 mektup yazmış Beckett; proje, bu toplamdan ‘yalnızca’ 2,500 mektu-bun tamamını içeriyor, 5,000 mektup-tan da açıklama amacıyla alıntı yapı-yor. Mektuplar seçilirken, Beckett’ın vasiyet ettiği ilke yol gösterici olmuş; Beckett’ın istediği gibi, “yalnızca yapı-tıyla ilişkili olan pasajlar” yayımlanıyor. Tabii, bu ilkeyi yorumlamak da o kadar kolay değil, zaten Beckett’ın ölümü ile projenin gün ışığına çıkması arasında geçen zamanda editörler ve Beckett’ın

mirasçıları arasında epey tartışma ya-ratmış. Mektupların önemli bir kısmı Fransızca, bazıları Almanca; bunların doğru vurgularla, doğru çağrışımlarla İngilizce’ye çevrilmesi de projenin bir parçası olmuş. Bu mektuplar önce öz-gün dillerinde, sonra İngilizce olarak veriliyorlar. 1. cildin Fransızca çevirisi de 2014’ün mayıs ayında Gallimard

NRF’ten çıktı.Kitaplar, hazırlanmalarına gösterilen

emekle, sunumlarının doluluğu ve özeniyle, bir edebiyatçı üzerine çalışa-cak herkese örnek olması gereken bir akademik çalışma olmuşlar; önsözler, projenin arka planını, mektupların nasıl (yer yer dedektiflik çabalarıyla, yüzlerce kişi ve kurumun yardımlarıy-

la) bulunduğunu, çeviri çalışmalarını, mektupların yazıldığı yılların bağlamı-nı özetliyor; editöryel tercihler, imla tercihleri açıklanıyor. Mektuplar yıla göre sıralanmış, sayfa kenarlarında ta-rihleri ve alıcının adıyla işaretlenmiş; her yıl, Beckett’ın o yılki hayatının bir kronolojisiyle açılıyor; her mektuba o mektuptaki incelikleri, göndermeleri

açıklayan dipnotlar eklenmiş. Kitapla-rın sonunda da dizinler ve mektuplar-da adı geçen önemli kişi ve kurumların birer paragraflık profilleri sunulmuş.

İlk ciltte Beckett’ı 20’li yaşlarında yazı hayatını kurmaya başlarken görüyoruz; ilk mektup, büyük sembolik değer ta-şıyor: Beckett’ın ilk yazısının yayım-lanmasıyla ilgili; bu mektup, 23 yaşın-daki Beckett’ın, Joyce’un Finnegans Wake’ten parçaları “Work In Progress” başlığı altında parça parça yayımlan-dığı günlerde, Joyce’un çevresindeki 12 yazarın “Work In Progress” üzerine yazdığı metinlerden oluşan “Our Exag-mination...” başlıklı kitaba Beckett’ın katkısı olan “Dante ... Bruno . Vico .. Joyce” denemesinin son halini Joyce’a gönderdiği, ayrıca Joyce’un eşine, oğlu-na ve kızına selam gönderdiği mektup. (Meraklısı için: denemenin başlığında-ki noktalar, isimler arasındaki yüzyılla-rın sayısını gösteriyor). Birinci cillteki mektupların büyük kısmı Beckett’a Paris’te yol gösteren, yaşça büyük İr-landalı sanatçı dostu McGreevy’ye yazılmış. Bu ciltte genç bir sanatçının kendi yolunu bulmasını, ilgi alanları-nı, okumalarını, seyahatlerini, resim-le, müzikle ilişkilerini, yazar kimliğini kurmasını görüyoruz. İkinci ciltte ise yazar olarak kendini ispatlamaya başlı-yor; “Godot’yu Beklerken”in yazılması, çevrilmesi, yayımcılarla, çevirmenlerle, tiyatro yönetmenleriyle yazışmaları bu ciltte. O yıllarda Gallimard’ı yöneten Queneau yayıncı kimliğiyle alıştığımız-dan bambaşka bir ışıkta anılıyor birkaç kere; Peter Suhrkamp, Jérôme Lindon, Roger Blin gibi artık efsaneleşmiş isim-ler geçit resmine çıkıyor. Bu iki koca cildi yoklama, tanışma aşamasında gö-rebildiklerim bunlar. Yapı Kredi Yayın-ları kısa süre önce Behçet Necatigil’in tüm eserlerini tek ciltte topladığında, bu cildi baştan sona okuyunca, şiirler, radyo oyunları ve mektupların nasıl birbirlerini açıkladığı, birbirleri üze-rine ışık düşürdüğünü farketmiştim. Belli ki, Beckett’ın mektupları da, ya-pıtında pek çok örtüler örtmüş, kilitler asmış bir yazarın inceliklerine yepye-ni ışıklar düşürecek bir toplamı oluş-turuyor. Yıllara yayılacak bir “Beckett bayramı”na, mektuplar ile o yıl yazıl-mış eserleri paralel okuma projesine girişmeye niyetlendirdiler beni.

Beckett’in mektupları2009’dan itibaren, Beckett meraklılarını heyecanlandıran bir projenin ürünleri ortaya çıkmaya başladı; Cambridge University Press, Beckett’ın seçilmiş mektuplarının ilk

cildini yayımladı. Proje tamamlamdığında, dört koca cilt olacak. Ancak ‘yalnızca’ 2,500 mektubu içeriyor kitaplar, zira 60 yıl boyunca Beckett 15,000 mektup yazmış!

Samuel Beckett

EDEBİYAT 72

IstanbulArtNews

Temmuz / Ağustos, 2014 Sayı: 11

Yokluğun da farklı biçimleri vardır.Örneğin, insanlardaki, kendinizi kap-

tırmaktan alıkoyamadığınız o gündelik yaşam hıncından eser yoktu bu kent-te. Trafik hiç yoktu. Otobüste kimse kimsenin üstüne çıkmaya çalışmıyor, metroya binecekler inen kişileri ezmi-yordu. İlişkilerde anlamsız samimiyet-ler de, gereksiz asabiyetler de yoktu. Bunlar yoktu evet, ama dediğim gibi, yokluğun da farklı biçimleri vardır. Kimisi mutlu ederken, kimisi zamanla bir boşluğu imlemeye başlar. Ben de içimde bir boşluk büyütmeye, kendi çöplüğümü düşlemeye başlamıştım ya-vaş yavaş. Kendime bile yabancılaşmış-tım, herkesin soğuk, herkesin mesafeli olduğu o kentte. Kaldığım küçücük odayla, bir süredir çağrılı olarak çalış-tığım yer arasında gidip gelirken baş-larda duyduğum doyurucu huzur yavaş yavaş kaybolmaya başlamıştı.

Oysa hayat ilk başlarda ne kadar da güzeldi. İstanbul’un tüm keşmekeşin-den sonra böyle bir yerde yaşamaya başladığınız ilk günler bünyede müthiş bir rahatlama yaratıyordu, evet. Öylesi-ne temiz, akla zarar seviyede düzenli, mor dağlarla üzerinde her daim kuğu-ların süzüldüğü yeşil göllerin çevrele-diği sakin bir İsviçre kentinde olmanın tadını çıkarıyordum. Sakin olmayan bir İsviçre kenti olmadığına göre, bu-rada sözcüğün gereksiz kullanımı var diyenler çıkabilir. Ama rica ediyorum, demesinler. Çünkü orası bu vurguyu -hatta çok daha fazlasını- hak edecek kadar sakin bir kentti.

Çalıştığım yerde öğle yemeklerini yalnız yiyordum. İstanbul’da da böyley-dim aslında. Çok insan seven biri oldu-ğumu iddia etmedim hiç. Ama yine de

arada konuşma ihtiyacı duyuyordum. Yalnızlık bir tercih olmadığında can sıkıcı olabiliyordu çünkü. Ben de ça-lışma arkadaşlarımla yemeyi denedim birkaç kez; baktım, yalnızlıktan daha beterdi. Sonunda ondan da vazgeçtim.

‘Herkes soğuk, herkes mesafeli,’ de-dim ya, bunu açmam lazım biraz. As-lında güler yüzlü denebilir bu insanlar için, ama bakışlarında bir aymazlık, bir aynılık var. Donuk ifadelerindeki süre-ğen gülümseyişleri içinde, öyle olması gerektiği için öyleler sanki. Ama bu birbirine benzer İsviçreliler arasında orta yaşlı bir kadın dikkatimi çekiyor nedense. Çalıştığım yerin halka ilişki-ler sorumlusu Jeanne. Diğerleri kadar ezbere değil onun gülüşü. Zaten çok da gülmüyor. Belki bu yüzdendir eski-memişliği ve sıcaklığı. Onun bakışların-da bir tanıdık anlam yakalıyorum kimi

zaman. Yine de toplasak birkaç kelime etmemiştik birbirimize o güne değin…

Bir öğle yemeği sonrasında sigara içerken yanıma yaklaşıyor Jeanne. “Tür-kiyeliydiniz değil mi siz?” diyor. “Evet” diyorum. Bakışları daha da sıcaklaşıyor. Buralarda pek görmediğim bir parıltıyı yansıtıyor. Bir şey söylemek istermişçe-sine duruyor, bakışlarını karşımızda uzanan göle dikiyor. Sonra gözlerime bakarak konuşmayı sürdürüyor: “Ben Ermeni’yim. Anneannem Bursalıymış. Annem küçükken Bağdat’a göçmüşler. Sonra da buraya… Ben burada doğ-muşum. Hâlâ Türkiye’nin adı geçince annemin içi titrer.”

‘Çok üzüldüm’ diyorum. Başkaca ne diyeceğimi tam bilemiyor, susuyorum. Jeanne ise başka şeylerden söz ediyor şimdi. Onun konuşması içimi ısıtıyor. İstanbul’un dar sokaklarının birinde

yürürken yağmura yakalanmışım, biriy-le kendi dilimde ateşli bir tartışmaya girmişim ya da sıcak bir çay içmişim gibi hissediyorum. Onca ışıltısız ruh arasında boğulmuş birbirine yakın iki kalp, yan yana durmuş usulca sigarala-rımızı içiyoruz.

Birkaç gün sonra bir yemek daveti alı-yorum. Jeanne beni ve birkaç arkadaşı-mızı evine, akşam yemeğine çağırıyor. Oturma odasındakiler: İsveçli Annika ile Afgan kocası, Arnavut İsmail, İranlı Ali ile Fransız karısı Amendine ve el-bette Jeanne’nin zarif annesi Madam Marie… Madam Marie’nin bakışların-da biraz daha farklı bir şeyler var sanki. Yoğun bir hüzün işlenmiş bu bakışlara; onları ulaşılması zor kılıyor ve ışıltısına farklı katmanlar yüklüyor. Karşımda oturan bu ufak tefek, oldukça şık ka-dın Türk olduğumu öğrendikten son-ra beni daha bir dikkatle incelemeye başlıyor. Heyecanlanıyor ve ne gelecek acaba diye beklemeye başlıyorum.

Madam Marie dayanamıyor, sonunda yanıma yaklaşıyor. Gülümseyerek be-nimle Türkçe konuşmaya çalışıyor ama söylediklerini anlayamıyorum. Çok mahcup oluyorum. O hâlâ gülümsüyor ve Fransızca’ya dönüyor. Hayatının ilk yıllarını geçirmesine rağmen Türkiye’yi hiç unutamadığını, ölmeden önce bir kez daha Türkiye’yi görmek istediğini söylüyor. Bunu söylerken bana bakmı-yor ve çok sıradan bir şey söylermişçesi-ne gözlerini odadaki nesneler üzerinde dolaştırıyor. Böylece kendini bu fikre ya da bu fikrin bir gün gerçekleşeceği-ne inandırmaya çalışıyor sanki. Mem-leketini hatırladığı gibi bulabilmenin imkânsız olduğunu görmezden gele-rek yapıyor tüm bunları.

Sonra eliyle hafifçe elime dokunarak ‘İzninizle’ diyor, ‘size bir şey göstermek istiyorum…” Kendisini izlememi istedi-ğini belirtir bir tavırla ayağa kalkıyor. O önde ben arkada başka bir odaya ge-çiyoruz. Burasının, onun kızının evin-deki odası olduğunu anlıyorum. Siyah beyaz bir yığın fotoğraf, üzerine Arapça ya da Osmanlıca yazılar var. Tam bile-miyorum. Bir takım eski belgeler duru-yor yanında fotoğrafların, eski tapular olduğunu söylüyor bana bunların. Eski evlerin tapuları… Çoktan göçüp gitmiş bir yaşanmışlığın eksik tanıkları.

Hafifçe titreyen elini uzatarak ufak bir kutu gösteriyor sonra, üzerinde ‘Orient Express’ yazan. İçinde özel bir muhafazada saklanan, kurutulmuş birkaç çiçek duruyor. Gözleri daha bir parlıyor şimdi, o çiçeklere bakarken. Fazla bir şey konuşmadan, öylece du-ruyoruz odada.

Yerinden doğrularak koluma giriyor, salona birlikte dönüyoruz. Diğer davet-liler içkilerini almış, masaya geçmek için bizi bekliyorlar. O sırada benim getirdiğim lokum paketini açarak kah-ve sehpasının üstüne koyuyor Jeanne ve nazikçe teşekkür ediyor.

Madam Marie’nin lokum kutusunu görünce heyecanlandığını görüyorum. Gözlerime dikerek iyice açtığı gözleri-ni, Türkçe soruyor bu kez:

“Haci Bekir mi yoksa?”Evet diyorum ve eğilerek ona doğru

uzatıyorum kutuyu. O anda odaya doğulu bir buğu yayı-

lıyor lokum kokuları arasından, önce dağılıyor, sonra toplanarak bir bulut oluyor.

Açık pencereden havalanarak o en uzak dağın tepesine doğru yola çıkıyor.

Yalçın Tosun İsviçre’de bir Ermeni

Bir kayboluş hikâyesi31 Temmuz 1944’te Alpler’in üzerinde uçarken kayıplara karıştığına inanılıyordu “Küçük Prens”in yaratıcısı Antoine de Saint-Exupery’nin. 1998 senesinde, Marseille’de,

bir balıkçı ağından, üzerine bir New York adresi işlenmiş bir asker künyesi çıkana kadar. Künye, dünyaca ünlü yazara aitti ve görünen o ki hikaye yeniden yazılacaktı...

SANEM SİRER

“Ölüm büyük bir şeydir... Görünüşe göre hiçbir şey değişmemiş, oysa her şey değişmiştir. Sayfalar aynıdır, ama kitap başkadır.”

1998 senesinde, Marseille’de, sıradan bir günün şafağında dökülen bir ba-lıkçı ağından sıra dışı bir nesne, üze-rine bir New York adresi işlenmiş olan bir asker künyesi çıktı. Künye, “Küçük Prens”in yaratıcısı Antoine de Saint-Exupery’ye aitti ve bir yüzünde yazar ile eşinin (Consuelo) isimleriyle kita-bın Amerikalı yayıncısının adresi yer alıyordu. Pilot olan Saint-Exupery’nin, elli dört sene öncesinde, 31 Temmuz 1944 tarihinde, Alpler’in üzerinde uçarken kayıplara karıştığına inanı-lıyordu ve denizden çıkan künye, bu gizemli kayboluş olayında yeni bir sayfa açtı. Künyeyi bulan 63 yaşındaki balıkçı Jean - Claude Bianco, büyük bir heyecan içindeydi: “Titanik’i yeni izlemiştim ve birkaç bardak pastis içtik-ten sonra bir film çekeceğimizi, paraya boğulacağımızı falan düşündüm.” Yazar ve kahramanı

Fransa’nın ulusal kahramanların-dan sayılan ve İkinci Dünya Savaşı’nın karanlık günlerinde bir gözcü uçu-şu sırasında kayıplara karışan Saint Exupery’nin künyesini bulan balıkçı-nın, bu beklenmedik ganimetin ticari açılımlarının hayalleriyle sarhoş ol-ması, pek de şaşırtıcı sayılmaz aslında. Yazarın gizemli ölümü, aradan geçen onca yıldan sonra bu merak uyandıran öyküye yeni sayfalar eklemeyi başarıyor.

Ölümsüzlüğe kavuşmuş, çağdaş bir klasik ve onun gizemli bir biçimde ortadan kaybolmuş olan yazarı... Sa-int Exupery’nin yaşamının, “Küçük Prens”le paralellikler taşıdığı biliniyor, öyle ki bazı kaynaklarda yazar ile kah-ramanı, aralarındaki tüm farklılıklara rağmen, gökten düşmüş iki masum ola-rak anılıyor; Saint - Exupery’nin temsil-cisi Olivier d’Agay, kahramanın yazarın bir uzantısı, adeta izdüşümü olduğunu belirtiyor. Saint - Exupery’nin hemen hemen tüm eserlerinde yaşamından akisler mevcut olsa da, “Küçük Prens”in türlü unsuru Saint-Exupery’nin haya-tıyla birebir bağdaşıyor; Meçhul Ka-dına Mektuplar adıyla yayımladığı ve şahsi mektuplarından oluşan derleme-de görüldüğü üzere Saint - Exupery, mektuplarını “Küçük Prens”in başı ve atkısını çizerek imzalıyor ve ‘onun kendi yerine konuşturuyor.’ Ancak en düşündürücü tesadüf, kitap kahrama-nı ile yazarın sonunun benzeşmesinde yatıyor: “Küçük Prens”, nasıl ölümün kucağında sırra kadem bastıysa, yazarı Antoine de Saint-Exupery de meçhule karışarak öylece ortadan kaybolmuş. Sorulacak soru belli: Künyesi uçuş menzilinin epey uzağında ortaya çıkan Saint Exupery, tıpkı yarattığı kitap kah-ramanı “Küçük Prens” gibi, kendi arzu-suyla bu gezegeni terk etmiş ve kendini sulara gömmeyi seçmiş olabilir mi? Bu-gün, elde olan çelişkili bilgiler, yazarın akıbetini öğrenmemiz için maalesef yeterli değil. Ve bu yetersizlik, çağdaş dünyayı yayımlandığı yıldan beri etkisi altına almış olan “Küçük Prens”in ya-zarı Saint Exupery’nin kayboluşundaki gizemi derinleştiriyor.

“Gerçeğin mayası gözle görülmez.” Balıkçı Jean Claude Bianco’nun bul-

duğu künye, yazarın varisleri de dahil olmak üzere, ilkin kamuoyunda fazla ilgi uyandırmamıştı. Ancak bu keşiften yola çıkan bir dalgıç olan Luc Van-rell, keşifleriyle Saint - Exupery’nin hikâyesine yeni sayfalar ekleyecekti.

Luc Vanrell’in künyeyi takip ederek açığa çıkardığı şey, bir P 38’in kalıntı-larıydı. Yazar, son uçuşu için bu model bir gözcü uçağıyla Korsika’dan hava-lanmıştı ve bulunan kalıntıların üze-rinde herhangi bir kurşun izine rast-lanmamıştı. Üstelik, uçağın menzilinde olan Rhone Vadisi nahiyesinde değil de Marseille açıklarında bulunması, pilo-tun rotayı değiştirmiş olabileceğine işa-ret ediyordu. Bir savaş kahramanı ola-rak benimsenmiş Saint - Exupery’nin, savaş esnasında kendi iradesiyle ölümü seçmesi, Fransa’nın savaş anlatısında yeni ve pek de hoş karşılanmayan bir başlık açıyordu şimdi. Vanrell’in bul-duğu kalıntı, tıpkı Bianco’nun keşfi

gibi, ilkin şüphe uyandırdı. Fransız Kültür Bakanlığı, bu noktada düzen-lenen çalışma sonucunda, denizden Saint - Exupery’nin uçtuğu P-38 F-5B tipi bir savaş uçağı çıkarıldığını ve uça-ğın yazara ait olduğunu açıkladı. 1944 yılının Ağustos ayında, kalıntıların çı-karıldığı noktanın 80 kilometre ötesin-deki Carqueiranne mevkisinde, kimliği belirlenememiş bir Fransız askerinin cesedi bulunmuştu ve uçağın enkazı, bu naaş ile bağdaştırıldı. Tüm taşlar ye-rine oturmamasına rağmen isimsiz bir mezara gömülen askerin, yazar olduğu varsayıldı. Yine de şüpheler dinmek bil-meyecekti.

Vanrell’in denizden çıkardığı tek en-kaz, Saint - Exupery’nin uçağı değildi. Dalgıç, Lino von Gartzen ile birlikte bölgeyi araştırırken, yine yakınlar-da, Skoda damgalı bazı uçak motoru parçalarına rastlamıştı. Buradan yola çıkan Vanrell ve von Gartzen, Alman hava bölüğü Jagdgruppe 200’ün hayat-ta kalmış mensuplarıyla temasa geçti ve yüzlerce görüşmenin ardından 86 yaşındaki Alman savaş gazisi Horst Rippert’e ulaştı. Rippert, 2006 yılında yaptığı açıklamada şunları söylüyordu: “Aramaktan vazgeçebilirsiniz. Saint-Exupery’yi ben öldürdüm.” Rippert, bir Fransız gözcü uçağını düşürdük-ten birkaç gün sonra hayranı olduğu yazarın kaybolduğuna ilişkin haberler okuyup onu vurduğuna emin olmuştu; üstelik, yazarın hayranıydı ve vicdan azabıyla kavrularak seneler geçirmişti. Eldeki kanıtların sınırlılığı bu iddia-nın doğrulanmasına olanak vermedi-ğinden Rippert’ın itirafı, kısa sürede bir kenara atıldı; Rippert, 31 Temmuz günü bir Fransız gözcü uçağını vurmuş olsa da, uçağın içinde kimin olduğu -tıpkı isimsiz mezarda kimin yattığının

saptanamadığı gibi- saptanamıyordu.Bianco’nun hayalini kurduğu, künye-

den yola çıkarak yazarın başına gelen-leri anlatan sinema filmi asla yapılma-dı, ama Luc Vanrell ve ekibinin “Saint Exupery: Büyük Gizem” adlı bir kitaba imza attığını, ancak bekledikleri ilgiyi göremediklerini belirtmek gerek. 44 Günbatımı

Antoine de Saint - Exupery, daha önce birkaç kere geldiği ve İnsanların Dünyası adlı kitabıyla National Book Award’ı (Ulusal Kitap Ödülü) aldığı Amerika’ya, Fransa’nın Nazi işgalin-den sonra, 1941 yılında yeniden ayak basar. Fransa’nın yenilgisinden derin bir biçimde etkilenen ve hem sağlık sorunları hem de alkolizmle boğuşan yazar, burada, Amerikan hükümetini Nazilere karşı daha etkin biçimde mü-dahale edilmesi konusunda ikna etmek niyetindedir.

“Küçük Prens”, yazarın sürekli çizdiği sarı saçlı erkek çocuğunun resimlerini görerek bir çocuk kitabı yazması ve re-simlemesi konusunda onu teşvik eden yayıncı ve sanatçı dostlarının teşvikiy-le doğar; yazar, bu kitap kahramanı-na çocukluğunu yansıtmış, ancak her okurun, öyküde kendi çocukluğundan izler bulmasını hedeflemiştir. Saint-Exupery, kitabın yayımlanışını göreme-den yeniden göreve alınır ve 1943’ün Nisan ayında, Bethouart Harekatı için Kuzey Afrika’ya seferber edilir. Gizem-ler, burada da karşımıza çıkıyor; yaza-rın göreve tam olarak hangi tarihte ve nasıl gittiğine dair farklı tanıklıklar ve kayıtlar mevcut. Ancak, Amerika’daki yayıncısına 8 Haziran 1943 tarihinde yazdığı mektuptan, elinde büyük ola-sılıkla kitabın maket versiyonlarının bulunduğu anlaşılıyor. Fransızca edis-yon, Gallimard tarafından ve yazarın

ölümünden sonra, 1946’da yayımlana-caktır.

Fransızca edisyon ile İngilizce’sinin arasında kimi tutarsızlıklar göze çarp-maktadır. Bunlardan biri günbatımla-rına dairdir: “Küçük Prens”, orijinal İngilizce basımda günbatımını 44 kere izlediğinden ve güneşin batışının tadı-na, hüzünlüyken daha çok varıldığın-dan bahseder. 1950 yılından sonra ise, Fransız edisyonlarında günbatımları-nın sayısı 43 olarak geçecektir. İddia-lardan biri, metnin İngilizce çevirme-ninin, yazarın ölümünden sonra 43 olarak belirlenmiş gün batımı sayısını, 44 yaşında ölen Saint - Exupery’nin onuruna değiştirmiş olduğu ve yaza-rın esasen saptadığı 43 günbatımının, Nazilerin Fransa’yı ele geçirmek için harcadıkları süre olduğu yönündedir. Bu iddia da, pek çok diğeri gibi, asla netliğe kavuşamaz.

Bu küçücük kitabın koridorlarından geçip yazarın ölümüne dair olasılık-lara bakarak farklı noktalara varmak, novellayı bir savaş anlatısı ya da bir me-deniyet eleştirisi olarak okumak müm-kün. Kitabın ithaf edilmiş olduğu Leon Werth’in zorlu yaşam öyküsü ve Nazi işgali sırasında çektikleri üzerinden de bir okuma yapılabilir ve uzaydan dün-yaya düşen bu küçük kahramanın ma-cerası, yeni ufuklar açacak düzlemlerle önümüzde uzanabilir. Belli bilmeceler, asla çözülemeyecek ve bilge yılan, çö-zülmeyecek bilmece olmadığını söyler-ken biz geride kalanlardan bahsetmi-yor belki de, kim bilir. Saint - Exupery bir savaş kahramanı mıydı, yoksa, düşü-rüldüğüne dair hiçbir emare taşımayan kalıntıların ışığında iddia edilebileceği üzere, savaşın yükünü taşıyamadığın-dan ölümü seçen sancılı bir ruh mu? Bu sorunun cevabını vermek, var olan kanıtların ışığında mümkün değil; an-cak yazarın, son uçuşuna çıkarken ya-nında “Küçük Prens”in bir nüshası ile bir suluboya kutusu taşıyor olduğu bi-liniyor. Sevgiye dair yazılmış en değerli metinlerden birini kaleme almış olan ancak savaş esnasında can veren yaza-rın başına tam olarak nelerin geldiği, asla aydınlanmayacak belki de. Gerçe-ğin mayasının gözle görülmediğini ve hayatın muğlak anlatılarına, fil yutmuş boa yılanlarına karşı takınılacak ciddi-yetle yaklaşmak gerektiğini hatırladığı-mızda ise hikâye, sonsuzluğa açılacak ve aranan bütün cevaplar, bir savaşın kalıntıları arasında değil de, satırların berisinde duruyor olacak.

Bakmakla kalmayıp görebildiğimiz ve kendi hikâyelerimizi, kendi gördü-ğümüz gerçekler ışığında yaşatabildi-ğimiz sürece.

De Saint-Exupery, Antoine. Savaş Pilotu. Bütün Eserleri I. Çeviren: Bertan Onaran. İstanbul; Yazko, 1983. Tagliabue, John. “On the Trail of a Missing Aviator: Saint-Exupery.” The New York Times 10 Nisan 2008. Schiff, Stacy. “Bookend; Par Avion.” The New York Times 25 Haziran 2000. “The Little Prince Who Never Grows Old.” Euronews 17 Nisan 2013. Cerisier, Alban. ‘Amerika’da Doğan Yapıt.’ Küçük Prens’in Güzel Hikâyesi. Çeviren: Ali Bilgin. İstanbul; Mavibulut, 2013. De Saint-Exupery, Antoine. Küçük Prens. Çeviren: Cemal Süreya. İstanbul; Arkadaş Kitaplar, 1980. Tagliabue, John. “On the Trail of a Missing Aviator: Saint Exupery.” The New York Times 10 Nisan 2008. Cerisier, Alban. ‘Amerika’da Doğan Yapıt.’ Küçük Prens’in Güzel Hikâyesi. Çeviren: Ali Bilgin. İstanbul; Mavibulut, 2013. Cerisier, Alban. ‘Amerika’da Doğan Yapıt.’ Küçük Prens’in Güzel Hikâyesi. Çeviren: Ali Bilgin. İstanbul; Mavibulut, 2013. Schiff, Stacy. “Bookend; Par Avion.” The New York Times 25 Haziran 2000. De Saint-Exupery, Antoine. Küçük Prens. Çeviren: Cemal Süreya. İstanbul; Arkadaş Kitaplar, 1980.

Küçük Prens, yazarın sürekli çizdiği sarı saçlı erkek çocuğunun resimlerini görerek bir çocuk kitabı yazması ve resimlemesi konusunda onu teşvik eden yayıncı ve sanatçı

dostlarının teşvikiyle doğar; yazar, bu kitap kahramanına

çocukluğunu yansıtmış, ancak her okurun, öyküde kendi çocukluğundan izler

bulmasını hedeflemiştir.

İkinci Dünya Savaşı’nda kayıplara karışan Antoine de Saint Exupery’nin, 1998 yılında Marseille açıklarında bulunan künyesi.

EDEBİYAT 73

IstanbulArtNews

Temmuz / Ağustos, 2014 Sayı: 11

Mardin için ne güzel söylemişler: “Gündüz mezarlık, gece gerdanlık”. Gün ışığında soğuktan ya da sıcaktan terk edildiği hissini uyandıran şehir, karanlığın çıkagelmesi ile başka bir ay-dınlanıyor. Dinler, gizem, tarih, huzur, düş gücü ve fikir çarpışmaları skolastik denen tatlı belaya yakalatıyor sizi. Me-zopotamya boyunca düşünüyorsunuz. Her yerinizden minareler, çan kulele-ri yükselmeye başlıyor. Dönüşüyorsu-nuz. Bir mabede, sihirli taşa, bir aşka doğru evrilirken içinizdeki mendebur yani insan olma hırsı ve arzusu buhar-laşıp kayboluyor. Süryaniler büyük din adamlarını doğuya, güneşin doğuş yönüne, İsa’nın geleceği tarafa bakar halde, otururken gömerlermiş. Yatır-mazlarmış o nöbetçileri; beklemek her zaman, her yerde, her alanda say-gıdandır. Hatta Mor Gabriel mezarı-nın ayaklar altına yapılmasını istemiş. Ayrıcalıktan, şaşaadan uzaklaşmak da saygıdandır. Ne tuhaf; mor, aziz de-mek. Mort ise azize. Midyat’a doğru Ece Ayhan’ı görür gibi olmamı başka nasıl açıklayabilirim. Hasankeyf’te de çıktı karşıma Ece Ayhan. Bu kere Dicle üzerindeki köprüde durmuş, eğilmiş, suya bakıyordu.

“Buralarda teraslardaki somyalar, kapılar, pencere pervazları hep ma-vidir, dedi. Sanma ki, Ege - Akdeniz mimar”sinin şirinliğine özenmekten. Akrepler renk körüdür. Maviyi kırmı-zı görür; ateşe benzetir, yanaşmazlar. Dicle, Fırat’ına doğru sessiz sessiz gi-derken o coğrafyadan Murathan Mun-gan mısraları takıldı dilime bu kere de, özellikle de şu: “gözüme cisim olur baş-kalarına görünmeyenler”. Gök, sema adlı şiirindendir bu mısra. Oralardaki çocukluk kazılarında çıkartılmıştır bir ihtimal. Kıymeti tozundan, toprağın-dandır.

Ferzan Özpetek’in SırrıArada bir küçük oyunlar oynarım: Şu

kişi bu işi yapmasaydı ne yapabilirdi diye. Kimi isimlerde zorlanırım – zor in-sanlardır çünkü. Zorlukları mükemmel kaosu minimal düzeye çekmelerindeki maharetlerindendir. Einstein mesela; bilim insanı olmayaydı ne olurdu so-

rusundaki çetrefil kahramanlarımdan-dır. Kafamı Marilyn Monroe karıştırır Einstein’ın üzerinde yürürken. Yanıl-ma payım yüksektir. Kimi isimlerde ise hiç kuşku duymadan hareket ederim – sağlıklı saydamlıklarıyla net bir ipu-cu sepetidirler çünkü. Mesela Ferzan Özpetek. Filmlerini şahane bir masa kurar gibi kurgular. Örtüsünden çatal bıçağına, peçetelerinden ara soğukla-rına, mezelere, ana yemeğe, içeceklere kadar. Mutfağı, paylaşmayı, servisi sev-mekte hayata iştahı olanlara yakınlık hissetmektedir Özpetek. Şeflik de tas-lamaz; mutfağa hep beraber girilir ve hep beraber hazırlanır her şey. Sonra da birlikte oturulur sofraya – yenilir, içilir. Bulaşığı da topluca yıkamaktır güzel olan. Sevinç de, hüzün de o yüz-den ortaktır onda. Ne korkulan hesap pusulası gelir sonda ne de bir densiz kalkıp tüm hesabı ödeme eğilimi taşır.

Anlaşıldığı üzere, Ferzan Özpetek

bir sinema üstadı olmayaydı mutfaktan çıkmayan bir aşçı olurdu sanki. Baha-ratları, özel sosları, renkli önlüğü ve şapkasıyla. Fastfood’u ve bulaşık ma-kinelerini seven sinemaseverlere duyu-rulur.

Edebiyat ve SinemaBu iki sanat dalının flörtü her dönem

tartışmalıdır; hele işin içinde şiir var-sa. Yaz ayları başlarken birikmiş film-ler çeker benim gibileri. Atladıklarım mutlaka olsa da bir liste çıkarttım; şiiri, şiirselliği öne çıkartan filmlerden. Bel-ki birilerinin ilgisine mazhar olur:

“Barfly”, “Mavi Gözlü Dev”, “Fac-totum”, “Uluma”, “Ölü Ozanlar Der-neği”, “Âşık Shakespeare”, “Güneşin Oğlu”, “Ölü Adam”, “Saatler”, “Little Ashes”, “Silvia”, “Fahriye Abla”, “Vesi-kalı Yarim”, “Gergedan Mevsimi”, “Ağır Roman”, “Goethe’nin İlk Aşkı”, “Par-lak Yıldız”, “Cehennemde Üç Mevsim”,

“Nietzsche Ağladığında”, “Ağlayan Çayır”, “Sonsuzluk ve Bir Gün”, “Fri-da”, “Kill Your Darlings”, “Kelebeğin Rüyası”, “Postacı”, “Tutkunun Şairle-ri”, “The Dreams”, “Reaching For The Moon”, “Forrester’ı Bulmak”, “Karan-lıktan Önce”.

Liste hazırlarken en az iki dil kulla-nan biri herkesten en az iki kere daha tehlikelidir.

Madem bu ilişkiye yoğunlaştık, bir de şunu eklemem gerekiyor: Filmle-rimde hikâye anlatmaktan çok hoşlan-mıyorum aslında – romanlarımda da. Evimin önünden bir kedinin geçmesi ne kadar normalse sanat eserinde bir kedinin oradan geçmesini kurgulamak da o kadar saçma bazen. Bir durumun ifadesi için hikâye her zaman şart değil. Yani kedi - ev - ben bağlantısının bir hikâyesinin olması gitgide ondan bir sonuç / ders çıkartma eylemine, sanat eserinin de didaktik bir performansa

dönüşmesine yol açıyor. Oysa ev tesadüfen orada. Ben tesadüfen evden dışarı bakıyo-

rum ve kedi tesadüfen oradan geçiyor. Ben onu tesadüfen görüyorum. Hepsi, evet hepsi tesadüf. Peki bu durum kötü bir şey mi? Hayır. Hikâye anlatmamayı tercih etmek kötü bir şey değil.

Asıl, kurgu kötü. Çünkü söylemeye çalıştığınız meseleyi örnekleyip, kur-gulayıp yani zorlaştırarak sunma uğra-şınızın takdir toplamasını arzulamanız, bir çoğumuza fazla. Elbette, söylemeye çalıştığınız bir temel meselenizin ol-ması da kışkırtıcı. Onu kimsenin akıl edemediğini, sizden başkasının akıl edemeyeceğini düşünmek, hatta bel-ki bunu en baştan planlamak, uygula-maya koymak. Güç gösterisi. Sadece kendinizi eğitip diğer insanları cahil bırakarak / bıraktığını sanarak ilerde kayıtsız koşulsuz sizin meselelerinizden hareket edecek topluluklar, kümeler oluşturma hevesi, hayali.

Cehaleti bir suçmuş gibi algılatmak, suçun çağrıştıracağı cezadan medet ummak. Entelektüel bir kıyımın fitilini ateşlemek. Edayı dışlayıp ‘tavır’ı öne almak ve siyasallaştırmak.

Evimin önünden geçen kedi nelere yol açtı; ben camdan onu gördüğüm için faşizme alet oldum ve kedi - ev - ben bağlantısı adeta büyük bir krizin çekirdeğine yerleşti. Artık hikâyemi savunamam; hikâyem yüzünden itham edilebileceğim öyle çok şey var ki.

Oysa sadece bir kurguydu benimkisi. Kanıtlayabileceğim meselemin kurba-nıyım şimdi. Hatta meselemi suç orta-ğım bile sayabilirler. Derdim başıma başka dertler açtı. Acıdan ağrıya geçer-ken çektiğim sancının nedeni hep bu kurgu. Bazı romanları, filmleri niçin kendimize yakın bulmadığımızı anla-tabiliyor muyum acaba?

Dikkat edin. Suç üzerinize kalır. Ce-zayı da meselenizi önemsemeyenler ke-ser. Bu kadar basit bir çember. Merkezi belli, çapı belli, pi sayısı zaten sabit. Çarparlar, bölerler, toplayıp çıkarırlar, vururlar, öldürürler. Matematik sizi ziyan eder. Bir kurgu, bir ev, bir kedi yüzünden, tesadüfe inanmadığınızdan olan yine size olur.

Güneydoğu’da Güzeldoğu Hayaletleri

Laf Kumpanyasıküçük iskender

Ferzan Özpetek

Yazarın bir ressam olarak otoportresiDünyaca ünlü yazarların, çizerlerin uğrak noktalarından birisi New York’taki dünyanın en büyük sahafı Strand. Strand’ın nevi şahsına münhasır çalışanı Burt Britton...

Bu tuhaf adam, sahafa uğrayan bütün yazarlardan kendi otoportrelerini çizmelerini isteyince ortaya 739 otoportrelik bir kitap çıkar.

SELÇUK ALTUN

New York! Bulvar mı, cadde mi oldu-ğunu kimsenin bilmediği Broadway ile 12. Cadde’nin kesiştiği nostaljik nok-tada albenisiz, yorgun bir bina vardır. Onun yer üstünde dört, yer altındaki labirent katında dünyanın en büyük sahafı STRAND konuşlanmıştır. 1927 de kurulmuş, nice badire atlattıktan sonra 2.5 milyon kitaplık bir varsıllığa ulaşmıştır.

STRAND’ta yazar, yazar adayı, bibli-yofil, müzisyen ve nice renkli sanatçı çalışmıştı, (ç)alışışıyor. Mayıs ayında uğradığımda Ernest Hemingway’in torununun kızı Christen Hemingway Jaynes ile tanışmış ve ona öykü kita-bının “(The Smallest Of Entryways)” imzalatmıştım. Christen de Strand’ın genç ama entegre - yeteneklerindendi; bir edebiyat dergisinin editörlüğünü yaparken, jazz eğitimi alıyordu ve sah-ne sanatçılığı da yok değildi.

STRAND’tan yetişen en gizemli ki-şilerden biri BURT BRITTON’dır (doğ.1934?). Kendisini “Dünyanın en büyük okuru” ilan etmişti, uzmanlık alanı 20. yüzyıl edebiyatı olan bir bib-liyomandı (kitap delisi). 23 yaşınday-ken bir William Faulkner öyküsüne göz atınca ondan sonra sürekli oku-muştu. Gözde yazarı 1970’lerde Willi-am Saroyan’dır. Birikimi ve duruşuyla nice yazar, şair, eleştirmen ve sanatçı-yı etkilemişti. İlk fırsatta doğduğu yer olan Brooklyn’de bir kitabevi (Books and Co.) açtı; aktörlük yaptı, entelek-tüel etkinliklerden eksik olmazdı. Ak-lına nereden estiyse tanıdığı ünlülere otoportrelerini çizdirmeye başladı. 1973 - 76 sürecinde yaklaşık ikibin ki-şilik bir portre albümü oluşmuştu, ona ilk portresini çizense aykırı Norman Mailer’dir (1923 - 2007). Anais Nin’in (1903 - 1977) yönlendirmesiyle, seç-tiği 739 otoportrenin yer aldığı “Self-Portrait: Book People Picture Them-selves” kitabı 1976’da yayımlandı. Tüm koleksiyonuna o dönemin parasıyla bir milyon dolar önerildiği ama reddettiği söylenir.

1980’lerde inzivaya çekildi. 1990’lar-da ortak olduğu kitabevi kapandı. 2009’da yeniden ortalığa çıktı; herhal-de parasal sorunları vardı. 200 dolayın-da otoportreyi müzayede yoluyla satar-ken küresel ressam David Hockney’in deseni 16700 dolara alıcı buldu. Burt Britton yeniden inzivaya mı çekildi? Ölüp yaşadığına dair bir bilgiye inter-netten dahi ulaşamazsınız. Ben onu 2012’de keşfettim. Koleksiyonundan bir seçki daha müzayedeye sunulursa ilk uçakla New York’a gitmezsem…(“Self-Portrait”ten 12 küresel otoportre seçtim. Seçkimde yaşayan altı yazar var, geçen kasımda yitirdiğimiz, underg-round yazar Erje Ayden ağabey ise kontenjandan eklendi.)

Saul Below

James Baldwin

Erje Ayden

E. L. Doctorow

Philip Roth

Italo Calvino

Anne Tyler

John Updike

Jorge Luis Borges

Tennesse Williams

Truman Capote

Arthur Miller

ÖZ

N İ

LL

UST

RA

SYO

N: Y

EŞİ

M P

AK

TİN

EDEBİYAT 74

IstanbulArtNews

Temmuz / Ağustos, 2014 Sayı: 11

MATİNE

Yeraltındakiler ve biz14 Mayıs 2014’ta SOMA’da 301 işçinin hayata veda ettiği facia ilk değil, işin “fıtrat”ına bakılırsa son da olmayacak! Yaklaşık iki asırlık geçmişi olan

kömürün aldığı canları, edebiyat hiçbir zaman unutmadı. Bu ayki MATİNE’de ‘Yanartaş’ın edebiyattaki yansımasını bir hatırlayalım dedik.

ZEKİ COŞKUN

Açılmış yerin altında Sayısız kara kanlı kapak

Bu kapaklar üstüne kurulmuş ZONGULDAK Mehmet Seyda

Yıl 1848, Avrupa’da bir heyula kol geziyor. Tam o sıralar Osmanlı coğraf-yasında, Doğu Karadeniz havalisinde Ereğli – Amasra havzasında kazmalar vuruluyor, taş kömürü için yeraltında ocaklar açılıyordu.

Galata sarraf/bankerleriyle Avru-pa sanayi devriminin öncüsü İngi-liz sermayesi birleşip İngiliz Kömür Kumpanyası’nı kurmuş. Bölgede ilk hareketi onlar başlatıyor. Sahadaki mühendisler İngiliz. Halk o nedenle ilk ocaklara İngiliz bacası adını veriyor. Çevre ahalisi madenden, ocaktan bi-haber. Şirket (Kumpanya), Balkan böl-gesinden işçi ithal ediyor. Hırvat, Sırp, Karadağlılar, yerli işçyi de yetiştiriyor.

Bölgenin de, ülkenin de kaderini et-kileyen tarih böyle başlıyor.

İngiliz teknisyen, mühendis ve işlet-meciler Üzülmez Deresi’nin iki yanını mesken tutar , bölgenin en yüksek te-pesi Göldağı’nı kerteriz alırlar. Yüzyıl sonlarına doğru bölgede Fransızlar da faaliyettedir.

Üzülmez Deresi çevresi, küçük ma-halleden, baloların düzenlendiği ‘mo-dern kasaba’ya dönüşürken, şantiye-lerin yoğunlaştığı Göldağı Mevkii de Avrupalılar’ın deyimiyle Zone Gol Dag, giderek kentin adı haline dönüşecek-tir: Zonguldak!

Yerli halkın ‘yanartaş’ dediği yeni ma-den ise ithal işçilerin kendi dillerinde-ki –Sırpça- adlandırmayla anılacaktır: Comur.

Avrupalılar, madencilerin koruyu-cusu olarak gördükleri Santa Clara Yortusu’nu kutlarken, yerli halk da buna katılmaktadır. Hristiyan bayramı itirazları karşısında kömürü bulan köy-lü Uzun Mehmet söylencesi doğar.

Rivayet o ki, Ereğli’nin Kestaneci kö-yünden açıkgöz deniz eri Uzun Meh-met, rastlantıyla ‘yanartaş’ı bulur. Yazı-nın başında yer alan dörtlük, Mehmet Seyda’nın “Yanartaş” romanının ilk sayfasındandır. Hemen ardından da Uzun Mehmet söylencesine yer verir. “İlk kömür damarına ilk kazma indi-ğinde, hicri 1245 yılı Kasımı’nın 1’idir, miladi 1829 yılının 8 Kasımı’dır.” Dö-nemin padişahı II. Mahmut, Uzun Mehmet’e 5.000 kuruş ‘ihsan’ eyler, ölene dek de 600 kuruş maaş bağlan-masını buyurur.

Ne var ki bu ödül ve maaş köylülerde haset yaratır. “Kömüre ilk kazmayı vu-ran eski deniz eri, İstanbul’da konuk olduğu ‘Leblebici Hanı’nda, kahvesine ağu katılarak öldürülür.” Dahası, “bo-ğazına peyke kahvesinde ip dolarlar, ipi sıkarlar, ölüyü götürür bilinmez ve bulunmaz bir yere atarlar.”

Başka bir söylenceye göre bu işin ar-kasında Ereğli Müteselsimi İsmail Ağa vardır. Köyünün çevresinde bulduğu yanartaş numunelerini kendisinden habersiz İstanbul’a –Asithane’ye; labo-ratuara- gönderdiği için boğdurmuştur Uzunoğlu Mehmet’i.

Sonuçta S. Clara’nın yanında biz-den biri vardır. Anmalar, kutlama-lar birlikte yapılabilir artık. Bugün, Acılık’ta çevresi tahta balkon parmak-lıklarıyla kuşatılmış, kömür tozu karı-şık kumlu toprağına küçük beyaz ça-kıllar dökülmüş bir park vardır. Uzun Mehmet Parkı’dır adı. Parkın bir ye-rinde geniş omuzlu bronz bir işçi hey-keli, bir yerinde koskoca bir madenci lambası, bunların ikisi ortasında, üç basamaklı mermer üstüne dikili, gene mermer Uzun Mehmet Anıtı’” (Yanar-taş)Soma üzerinden Zonguldak

Bu ülkede 160 yılı aşkın bir tarihi var kömürün. Mayıs 2014’te Soma’da ger-çekleşen kaza, sanayi devriminden bu yana dünyada en büyük can kaybının olduğu kazalardan biri. Kömür ma-denlerindeki yıllık ortalama can kaybı yönünden de dünya sıralamasında en önlerdeyiz. Bu, her yıl ‘düzenli’ dene-bilecek düzeyde ölümlerle karşı karşı-yayız demektir.

İlk dönem yabancı sermaye/yerli or-taklıklarla işletilen madenler, 1930’lar-dan beri devletleştirilmiş durumda. 2000’lerde hızlanan ‘özelleştirme’ po-litikalarıyla ‘taşeron’luğu, sektörün ana işletme biçimi haline getiriyor. Dünya-da iş güvenliğini yükselten teknolojik gelişmelere karşın Türkiye’de, özellikle maden/kömür ocaklarında ölümlerin tam tersine artması, yukarıda anılan işletme biçiminin adeta doğal sonucu. Satış-ticarette, güncel piyasa koşulları geçerliyken üretim ve çalışma koşulları ‘tarih öncesi’!

Cumhuriyet romantizmiyle ‘karael- mas’lığa yükseltilen kömür, onu yeral-tından yeryüzüne çıkartanlar açısından her daim her adımı ölümle burun bu-runa yaşanan kanlı, karanlık bir serü-ven, mesai.

Ne var ki, bu tarihin pek de incelen-diği, sanatta – edebiyatta yeterince kar-şılık bulduğu söylenemez.

Soma, Türkiye’yi kömür ocaklarıyla,

maden işçileri gerçeğiyle bir kez daha karşı karşıya getirdi. Yazı - yazın düze-yinde Soma adı geçmiyor henüz. Baş-tan beri adı kömürle özdeşleşen kent, Zonguldak.

Edebiyat cephesinin orayı keşfetmesi ise, ilk ocakların açılışından tam 60 yıl sonra.

Nahit Sırrı Örik, 10 – 20 Temmuz 1928’de Cumhuriyet gazetesinde tef-rika edilen “Kırmızı ve Siyah” öyküsü-ne Zoguldak’ı fon olarak alır. İşletme müdürü Mösyö Harden, onun eşi ve “müdir-i mesul ismi altında Fransız mü-hendislere tercümanlık eden” Cemil’le karısı Nedime arasında geçer öykü.

Kahramanlarımız kent dışında, “dağ-başındaki maden ocaklarının amelesi-ne mahsus kulübeler” ve yazıhaneler, lojmanlarda yaşamaktadır. Evden çıkan kahramanlarımızı izleyelim:

“Önünden geçtikleri amele kahve-si hıncahınç dolu idi. İçerideki masa-larda kağıt oynanıyor, dışarıya, yolun ortasına kadar konmuş iskemlelerde oturanlar nargile içiyor, gramofon pek yanık bir hava çalıyordu. Ve kapının önünde kimbilir nerelerden düşerek ta Zonguldak civarındaki bu kömür amelesinin kahvesine kadar yuvarlan-mış bir mahluk-ı sefil, yüzü sanki mas-ke geçirilmiş kadar boyalı garson kız, ancak dizkapaklarının üstüne erişen entarisini düzeltirken dikkatli dikkat-li (etrafı) süzdü. Çıkarılan kömürleri Zonguldak limanına nakle mahsus olan şimendöferin köprüsünden, ka-patılmasını hiçbir makamın kendine maletmediği boşluklara dikkat ede ede geçerek … dağlar arasında döne döne kasabaya kadar giden yola çıktılar… Zonguldak’tan koltuklarında paketler ve çıkınlarla ve ekserisi sarhoş olarak dönen ameleler ile sık sık karşılaştıkları olur.”

Tam 30 sayfalık öyküde işçi, ocak, şehir sadece bu kadardır. Bir de ta-nık olmasak da, arada yinelenen, “Zonguldak’ta bu gece balo varmış” ifadesiyle haberdar olduğumuz balo!

Örik, “Kırmızı ve Siyah”tan on yıl kadar sonra, 1937’de Tan gazetesinde tefrika edilen “Kıskanmak” romanıy-la Zonguldak’a bir kez daha uğruyor. Oradaki durum, öyküden farklı değil. Mekan/kent/coğrafya sadece fon, de-kor. Yani yok.

Her ne kadar yine şehre ‘dışarı’dan baksa da ‘çalışanlar’a ilk kez ‘sınıf’ olarak yaklaşan Reşat Enis’in Afrodit Buhurdanında Bir Kadın romanı, tam da Kıskanmak’ın tefrika edildiği yıl ya-yımlanır; 1937’de.

Tarih dikkat çekici. Bir yıl öncesinde ilk dönem Cumhuriyet aydınlarından İsmail Habib Sevük ‘Kömür şehri’ de-diği Zonguldak’a uğramıştır. Gözlemle-rini Yurttan Yazılar’da kaleme alacaktır. 40 yıl öncenin 18 evli köyünden hızla büyüyerek sanayi kenti halini almıştır Zonguldak.

Yazarın ifadesiyle “maden oraya ça-buk şehir ol demiş, fakat arazi de bu-rada şehir olmaz demiş” Sonuç: “Zon-guldak ne yayılan, ne duran … dikilen şehir.”

Yine o sıralar, Mehmet Seyda, memur olarak altı yıl çalışacağı kente gelir. Sey-da, yörede vaka-i adiyeden olan su bas-kını, göçük, “ateş nefes” denen grizu

patlamalarıyla ölümlerin birbirini izle-diğini gözlemler. “Zonguldak’ta çalıştı-ğımız yıllarda (1937 - 1943) Etibank’a giden bir aylık raporda şu tümce yer alıyordu:

“Ağır endüstrinin bu tehlikeli çarkı, alınan bütün tedbirlere rağmen, sanki insan kanı içmeden dönmemektedir. O ayın ölü sayısı 9’du.”Ateş nefes ya da kenti yaşayan/yazan adam

Seyda, bölgeyle ilgili tek çalışmanın sahibi Ahmet Naim’in kent dışında ta-nınmasını sağlayacaktır. Zonguldak’la kömür havzasındaki yaşantıyla ilgili yazılanlar, büyük ölçüde ondan bes-lenmiştir. 1904’te İstanbul’da doğan Ahmet Naim (Çıladır), askerlik son-rası Zonguldak Ticaret Odası’na me-mur olarak girer, Ereğli Kömürleri İşletmesi’nde çalışır, Maden İşçileri Sendikası’nın ilk kuruluş çalışmaları-na katılır. Emeklilik (1957) sonrası da gazeteci, araştırmacı, yazar olarak ölü-müne dek (24 Nisan 1967) yaşamını Zonguldak’ta sürdürür.

Kentte etkin kültürel çalışmalar yü-rüten Zonguldak Halkevi’nin kurduğu komisyonda yer almış, buradaki çalış-malarını “Zonguldak Havzası - Uzun Mehmet’ten Bugüne Kadar” adıyla yayımlar; 1934. Kitap kentin tarihin-den, kömürün bulunuşuna, yabancı şirketlerin kuruluşu ve yeraltı zengin-liklerinin yağmalanışından işçilerin zor çalışma koşullarına yer verilen ilk ya-pıttır.

“Bir Yudum Soluk” adlı röportajı, yeraltı dünyasını, maden işçilerinin yaşamlarından kesitleri aktarır. Yö-rede maden kurdu lakabıyla tanınan 1870’ler doğumlu Ethem Çavuş’un anılarını yerel basında yayımladıktan sonra 1940’larda “Yeraltında Kırkbeş Sene” adıyla kitaplaştırır.

Kömür ocaklarında da çalışan, halkın ‘Kanca Ahmet’ adını taktığı yazar, oca-ğı, kömürü, yeraltı işçisinin dramını ilk kez öyküleştiren isimdir. “Sanatla işlenmiş belgeler” olarak nitelenen bu öyküler, M. Seyda’nın sunuşuyla “Kuduz Düğünü” adıyla İstanbul’da ya-yımlanır; 1968. Tam 41 yıl sonra başka seçki Hürriyet Yaşar’ın düzenlemesi ve “Ateşnefes” adıyla yayımlanır. Edebiyatçı Havzası

Mehmet Seyda Zonguldak’tayken 1941’de şehre bir başka edebiyatçı ge-lir: Behçet Necatigil, Çelikel Lisesi’nde öğretmen. İki genç şair adayı; Rüştü Onur, İstanbul doğumlu ve Muzaffer Tayyip Uslu, Necatigil’in öğrencisi olmasalar, adları bugün anılır mıy-dı, bilinmez. Devrek, 1920 doğumlu Rüştü Onur’un yaşam serüveni sadece 22, 1924’te İstanbul’da dünya-ya gelen M. Tayyip Uslu’nun ise 24 yıl sürebilmiştir.

Ciğerleri şehrin nemine, kömür tozu-na dayanamamıştır. M. Tayyip veremle tanışmasını şöyle şiirleştirir:

KANÖnce öksürüverdim Öksürüverdim hafiften Derken ağzımdan kan geldi Bir ikindi üstü durup dururken Meseleyi o saat anladım Anladım ama, iş işten geçmiş ola Şöyle bir etrafıma baktım,

Baktım ki yaşamak güzeldi hâlâ Mesela gökyüzü Maviydi alabildiğine İnsanlar dalıp gitmişti Kendi âlemine...

Okul, sıra, şiir arkadaşları aynı zaman-da yazgı arkadaşıdır. Veremle boğuşsa-lar da sanatoryuma yatacak olanaktan yoksundur ikisi de. Ölüme yazgılı!

Rüştü Onur, şehirden çekip gitmek – kurtulmak istese de çakılıdır oraya:

Nostalji Sen aziz şehrimUykusuz yaşadığımı bilmelisinBütün işçilerinSaçak altında uyuduğu bir saatte Ben mızıka çalarak geçiyorum sokak-

tanSen aziz şehrimEllerim gözlerim kadar benimsin

Yakınlarda “Kelebeğin Rüyası” filmi-ne konu olan şairlerin serüveni, Zon-guldak için olağandır.

Onların ardından 1945’te bir başka öğretmen – şair boy gösterir şehirde: İlhan Berk. “Zonguldak bana insanlara yığın gözüyle bakmamamı, sınıf kavra-mını, toplum yapılarını, insan ilişkile-rini öğretti” diyen Berk’in izlenimleri şiirini de etkiler.

Ereğli Kömür İşletmeleri’nde çalı-şan Mehmet Seyda, madencilerle ilgili izlenimlerini önce öykülerde aktarır (Zonguldak Hikayeleri – 1962, Başgöz Etme Zamanı – 1963, Anahtarcı Salih – 1969). “Yanartaş” romanı ise yarı bel-gesel/yarı otobiyografik anlatı niteli-ğinde.

Romanın baş kişisi Osman Güralp’in 1937’de Kömür İşletmeleri Muhaberat Servisi’nde görevli olarak Zonguldak’a gelmesi, evlenmesi, karısını aldatması, meyhane muhabbetinde ettiği laflar üstüne evinin aranması, yasak yayın-lar nedeniyle tutuklanması ve serbest kalması, romanın ilk cildini oluşturur. Bunların eşliğinde Zonguldak ve kö-mür olgusu da belgelerle, gerçekçi bir tutumla nakledilir.

İkinci ciltse Osman’ın askerlik yılla-rıdır. İkinci Dünya Savaşı – Milli Şef Dönemi ülke ve panoraması verilir. Fiş-lenmiş – sakıncalı asker/bireyin serüve-nini konu eden cilt, “Artık ‘yanar taş’ sadece kömür değildir; büyük insanın tutuşturduğu bütün Dünya ve Dünya-nın yaktığı küçük insan’dır” tümcesiyle açılır. Yüzbaşı denetiminde eşiyle gö-rüşen Osman, tanınmaz haldedir. Ro-man, kadının şaşkınlığı, “Ne olmuşsun böyle” sorusuyla noktalanır. Toplam 696 sayfalık roman 1970’te yayımlanır, aynı yıl TRT Roman Başarı Ödülü’nü kazanır.

Yolu Ereğli Kömür İşletmesi’nden ge-çen bir başka renkli kişilik de Levent Ağralı. Emekli olup kentten ayrılana dek aynı zamanda Zonguldak Deniz Kulübü’nde piyanistlik yapar (1955 – 1980), yerel yayın organlarında ya-zar. Görevi gereği yaptığı kömür ocağı gezilerindeki tanıklıklardan hareketle kaleme aldığı “Göçük”, Milliyet Gaze-tesi roman yarışmasında ödül kazanır, 1976’da yayımlanır.

“Pansiyon Huzur”la 1974 Milliyet Ro-man Yarışması’nda ikinci olarak adını

duyuran İrfan Yalçın, 1979’da yayımla-nan “Ölümün Ağzı”yla, yakın geçmişin görünmeyen gerçeğini; Mükellefiyet döneminde yaşananları gün yüzüne çıkartır.

Yalçın, doğduğu kent başta olmak üzere kömür ocağı bölgelerinde ya-şayanlara savaş gerekçesiyle 27 Şubat 1940’ta getirilen, savaş sonrasında da 1 Eylül 1947’ye kadar uygulanan zorunlu çalışma yükümlülüğünü; “iş mükellefiyeti”ni edebiyata taşıyan ilk isimdir.

Sunuş niteliğindeki “Yazarın Notu” romanın yazılış gerekçesini de ortaya koymaktadır.

“Eğer bir gün ‘acı’nın tarihi yazılırsa, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Zongul-dak Kömür ocaklarında ‘işçi mükel-lefiyetinin, kısaca ‘mükellefiyet’in de sözü edilir herhalde. ‘Mükellefiyet’, ‘yükümlülük’ anlamına gelen Arapça bir sözcük, Zonguldak maden köylerin-de ‘karabasan’la eş anlamlı bir sözcük olup çıkmıştır adeta. Bugün bile, bu-ralarda yaşayan genç - yaşlı her köylü, bu sözcüğü duyar duymaz, irkilir, bu sözcükten acı duyar.

“İkinci Dünya Savaşı yıllarında, Zon-guldak kömür ocakları çevresinde ya-şayan erkek köylüler ‘işçi mükellefiyeti’ adı altında zorla çalıştırılmışlardır. … Yıllar önce konuştuğum yaşlı bir ma-denci bu uygulanışı şöyle anlatmıştı: ‘Yük taşıyan bir hayvan huysuzlanıp git-mezse sahibi döver onu. Ama ne kadar döverse dövsün onu yaralamak, sakat bırakmak, öldürmek gelmez içinden. Şöyle diyelim istersen: Kilimin ya da halın var bir. Asmışsın ipe, durmadan vuruyor, tozunu alıyorsun. Yüreğinde bir yer, her sopayı vuruşta, yaralayıp be-relemekten korkar eşyayı. Böyle sakın-malardan bile uzaktık ‘mükellefiyette’ işte biz! Bir hayvan, bir eşya kadar bile değerimiz yoktu nedense. Ayağı kırı-lan ocak katırı, yiten bir kazma bizlerin ölümünden daha çok üzerdi başımız-dakileri. Çünkü ocakta çalışan katırlar az bulunuyordu. Ama bize gelince ka-rıncalar kadar çoktuk biz!”

“Ölümün Ağzı”nı, maden ocakların-da can vermiş, sakat kalmış, ‘maden’in bütün çilesini çekmiş, ama hiçbir za-man insan onuruna yaraşır biçimde ya-şatılmamış tüm emekçilere adayarak, onların önünde saygıyla eğiliyorum.”

Roman, 1980 Türk Dil Kurumu Ödülü’nü kazanır.Kıvırcıklar diyarı

Yörede uzun yıllar öğretmenlik ya-pan Behçet Kalaycı’nın 1992’de yayım-lanan romanı Kıvırcık, mükellefiyet ve hatta 1937 öncesine; Osmanlı’dan beri süregelen yabancı/yerli ortaklı iş-letmeler dönemini konu eder. Çocuk denecek yaşlardan itibaren ocaklara inen, kömürün ve ekmeğin peşine dü-şen bölge insanlarının gerçeği, onların daimi ‘mükellefiyet’ altında olduğunu ortaya koyar.

Yerine göre rüşvetle işe girilen kömür ocağında ustabaşı, kontrolör, mühen-dis… tüm amirlere daimi, koşulsuz ita-at, ocağın temel kuralıdır. Vardiya başı, ocağa inmeden, işçiye ağzını açmasını emreder, açılan ağza tükürür, tükürük yutulur. ‘Kıvırcık’; uysal koyun olmak, ocaktan ekmek çıkarmanın baş koşu-ludur.

Kalaycı, 15 günü kömür ocaklarında, 15 günü köyünde geçiren yarı maden-ci/yarı rençber insanların serüvenini, diğer yazarlardan farklı olarak günde-lik yaşantılarına da genişçe yer vererek anlatır. İnançlar, gelenek ve töreler, dü-ğün - bayram törenleriyle folklorizme düşmeden yansıtır. Grizu’dan Büyük Yürüyüş’e

Ahmet Naim’in 1934/67 arası, araş-tırma - röportaj - öykü formunda yaz-dıkları o tarihten bugüne 80 yıldır kömür meselesine yönelen herkese kaynaklık etmiş görünüyor.

Doğrudan tanıklık ve yöre dışın-dan bu alanda kalem oynatan ender isimlerden biri Muzaffer Oruçoğlu. Bugüne dek kömür/madenci bahsin-de yazılanlara kendi kurgusunu da ekleyerek, 2006’dan 2011’e beş yılda dört cilt, toplam 1700 sayfayı bulan bir anıt metin ortaya çıkartıyor: “Grizu”. Anlatı, ilk kömür ocaklarından, mü-kellefiyetlerden işçi sınıfı hareketinin vurularak öldürülen ilk kurbanları Satılmış Tepe ve Mehmet Çavdar’ın düştüğü 1965 madenci direnişine dek uzanıyor.

Bir başka nehir anlatı da yine Zon-guldak doğumlu Metin Köse’den geliyor. Köse “Mükellefiyet”le (2010) başladığı diziyi “Göl Dağı”yla (2012) sürdürdü. Serüveni ülkede iktidarı de-ğiştiren son büyük madenci direnişine taşıyan üçüncü cilt, Büyük Yürüyüş de yolda.

Üçlemenin ilk satırları, yazarın çıkış noktasını – sorunsalını da ortaya ko-yuyor: “Birgün, bir yerde, biri çıkıp -Uğradığın zulüm, 140 yıl sonra da olsa mutlaka tarihle yüzleştirilecek!- dese eminim inanmazsınız. Zulme uğ-rayanlar -ki; başta bu satırları yazan ve okuyan olmak üzere- birgün, bir yer-de, büyük bir yüzleşmenin olacağına yürekten inanırlar. Ve o inanç, insanı ayakta tutar.”

Kara - kanlı tarih devam ediyor. An-latısı da.

Muzaffer Oruçoğlu, “Domuz Damcı”

EDEBİYAT 75

IstanbulArtNews

Temmuz / Ağustos, 2014 Sayı: 11

DOSYA

“Bugün git yarın gel”Yazarlar reddedildiğinde neler olur? Bu durum yazarına göre değişir elbette. Ama ne olursa olsun edebiyat tarihinde anlatılacak yeni hikayelerin vesilesi

olur. Peki, yayınevlerince reddedilmiş, dergiler tarafından cevapsız bırakılmış yazarlar kendi hikayelerini bugün nasıl anlatıyorlar?

ÖZ

N İ

LL

UST

RA

SYO

N: A

HM

ET

ĞÜ

TL

ÜO

ĞL

U

EDEBİYAT 76

IstanbulArtNews

Temmuz / Ağustos, 2014 Sayı: 11

MURAT YALÇIN

Yazdıklarını yayımlama aşamasına geldiğini düşünen yeni yazar da yeni dosyasını yayınevine veren bir yazar da ‘göz önü’ne çıkmayı istemektedir. O kitabı değil de bu kitabı, o yazarı değil de beni oku, demektedirler alttan alta ve bunun için de bir yayınevini okuna-cak bir yazı yazdıkları ‘inancı’na ortak etmeleri gerekmektedir.

Demek ki her şeyden önce yazar oldu-ğuna ‘inanmış kişi’dir yazar. Okunacak onca kitap onca yazar dururken kendi sesi, kendi sözü olduğu savındadır. Ar-tık onu yazar katında görecek yayıncı aracılığıyla kendisini beklediklerini ‘hayal ettiği’ okura kavuşmayı ‘dile-mek’tedir.

Yayıncı ise okurlara uygun yazarlar ya da yazarlarına uygun okurlar arayan kişidir. O da okurlar ‘hayal etmekte’, yazarlarına ‘inanmakta’ ve okuruna la-yık kitaplar çıkarmayı ‘dilemek’tedir. Sanki yayıncı iyi yazar/kitap, yazar iyi yayınevi peşindedir de, okur, onların bir an önce buluşup kendisine gelme-lerini bir köşede beklemektedir.

Okur orada dört gözle onları mı bek-lemektedir sahiden? Kitapçı kitapçı do-laşarak yazarını mı aramaktadır? Yoksa yayıncının müşterisi/velinimeti, yaza-rın ağzını açmış yeni kitaplar bekleyen canavarı mıdır? Hani bu yazar yemle-mezse öbür yazara dönen.

Konumuz, Yayınevi Dağı’nın ardında bekleşip duran okuruna ulaşma çaba-sındaki yazar. Geçit vermeyen yamaç-ları, uçurumları, sarp yerleri, yalçın kayalıkları, dar geçitleri, buzulları, di-kenli keçiyolları olan bir koca dağı aşıp düz ovadaki okura inme niyetiyle yola çıkmış yazar.”

‘Heybesinde’ demeyelim de artık sırt çantasında ne olmalı bu yazarın? Sabır, sebat, azim, gayret, cesaret… Her karşı-lığa, her muameleye hazır olmak; ken-dine ve yoluna inanmışlık; yazardan okura bir yol elbet bulunur diyebilmek.

Bin bir yanıt verse de niçin yazdığını gerçekte bilmeyebilir yazar. Ama niçin yayımlamak istediğini ve bunun için hangi yayıncıya gideceğini çok, hem de çok iyi bilmelidir. Demek ki aslında

yayıncı seçmez yazarını, yazar seçer ya-yıncısını. Bu, en kritik nokta işte!

Ya yayıncısını seçememiş/bulamamış yazarın durumu? Elinden dosyasını alıp yayımlayacak o yayıncıyı bulması kolay mı? Kör okurun kör yazarı, kör yayıncısını kolayca, el yordamıyla bu-lur. Ama sorun gerçek yazarın ortaya çıkmasıysa yol uzar. Kırk kapı çalmaya da, kırk dereden su getirmeye de razı olmalı.

Yazarın ne yazdığını, yayıncının ne ya-yımladığını, okurun ne okuduğunu bil-diği bir dünyada yazınsal bir dosyanın düz yoldan yayıncı masasına gelmesiyle başlayan bir yayın sürecinden söz edi-yor gibiyim. Dışarıdan öyle görünüyor.

Sıra, yayıncının yazara vermesi gere-ken yanıta geldi mi iş değişir: ‘gül bah-çesi’ ‘yolları çatallanan bahçe’ye döner. Yanıt yüz güldürürse müthiş bir yazar harika bir yayıncı bulmuş gibidir. Yazar kendisiyle övünür; kendinin bildiğini başkaları da görmüştür ya!

Ama dosyaya yüz verilmemiş, yazara kibarca ‘hayır’ denmişse bozulan duy-gular, bir dizi sağırlığa, körlüğe neden olur. Dosyasına inanan, ‘malına güve-nen’ yazar beğenildiğinde, “evet, biz bunu yayımlarız” dendiğinde yazınsal kıstaslarla nesnel bir değerlendirme ya-pıldığından ne kadar da emindir. Oysa aynı yazar aynı dosyayla geri çevrildi-ğinde, şu ya da bu gerekçeyle “maale-sef basamayız” dendiğinde tamamen kişisel ve duygusal nedenler uçuşur kafasında.

Tam burada, kabaca üç davranış kalı-bı dört sınıf yazar gösterir bize:

1. Sessizce kabuğuna çekilip başka hamlelere, yeni dosyalara girişen sağ-lıklı - tutkulu yazar;

2. Yayınevi kötüleyen, yayıncı aşağıla-yan, kendine düşmanlar üreten sağlık-sız-tutkulu yazar;

3. Yazar olmadığı kanıtlanmışçasına yayın dünyasına temelli küsüp kalemi bırakan sağlıksız - tutkusuz yazar;

4. Köşesinde ‘kendisi için’ yazmayı sürdüren sağlıklı-tutkusuz yazar.

Demek ki tutku/yetenek vardır ya da yoktur ama her şeyin başı sağlık.

Bu aşamada sahici yazarlar hiç kimse-nin tesellisine, desteğine, yüreklendir-mesine gerek duymazlar çoğunlukla.

Varacakları yeri bildiklerinden kendi yollarını da bulmakta zorlanmazlar. Yazdıklarının arkasında durmayı ve daha da önemlisi gerisinde kalmayı bilirler.

Sorun ne yazdığını bilmeyenlerle, hastalıklı kişiliklerdedir. Onlar için bu sancılı süreç hayat boyu sürer aslında. Kavgada gösterdikleri yeteneği yazıda gösteremezler. Yakından bakıldığın-da sanki yazı da kavgalı kişiliklerini sergilemenin bir aracıdır. İnsanlarla, toplumla, dünyayla davalı gelmişlerdir dünyaya. Yazıp yayımlamak saplantı-larını besler, yazdıklarından çok ken-dilerini önemserler. Onlara dikkatli bakılırsa kişiliklerinin hiç de ‘yazınsal’ olmadığı düpedüz bir ‘vakıa’ oldukları kolayca görülür.

Bütün bu söylediklerimiz yalnızca dergilerde ilk ürünlerini, yayınevle-rinde ilk kitaplarını yayımlama nok-tasındakiler için değil kuşkusuz. Yitik bir yazarın yeniden parlaması; kitlesini yitirmiş bir yazarın var olması; yayınev-lerini tüketmiş geçimsiz bir yazarın çırpınışları; yazdıklarından çok kişisel ilişkilerine güvenen bir yazarın çaresiz-liği; parasıyla, makamıyla ya da hatırla yazarlık taslayan kerameti kendinden menkullerin gülünçlükleri; yazıyı ger-çekte ün, para, toplumsal kimlik aracı sayan yeteneksiz birinin kendini be-nimsetmesi…

Uzayıp gidebilecek daha pek çok yazarlık hallerinde de yayıncıyla ilişki-ler ekşir, bozulur, türlü türlü renkle-re bürünür. Kendini beğenmişlikler, kıskançlıklar, duygu sömürüleri, içten patlamalı aşk - nefret ilişkileri yaşanır karşılıklı.

Anlayacağınız, bu konulara sokuldu-ğumda kalemim başını alıp gider. Bir yerde durmalı.

Diyeceğim, ideal bir tabloda, iyi niye-tini dolaysızca gösteren; işini dürüstlük-le yapan; açık sözlülüğünü nezaketle yerine getiren yayıncı ile kendini bilen; yeteneklerinin sınırlarını ölçebilen; al-çakgönüllü; kılçıksız bir yazardan söz edilecek olsa bugün böyle bir dosya yapmak kimsenin aklına gelmezdi. Bu yazı da o zaman tuhaf bir dünyanın tuhaf bir insanından bir kısa ‘garabet yazı’ diye okunurdu, değil mi?

‘Göz önü’ne çıkmanın yolları

Büyümenin imkansızlığı

‘Hayır’ demenin edebi ve edebi olmayan yolları

Kapılarını aşındırdığım dergiler

HAMDİ KOÇ

Üniversite yıllarımın ilk yarısı yaza-cağım ilk romanı hayal ederek, ikinci yarısı yazmaya başlayarak ama bir tür-lü yazıp bitiremeyerek geçti. Kendimi yeni Joyce hayal ediyordum. Çok tatlı bir hayaldi. Sonunda, öğrencilik rahat-lığı içinde değil, ondan sonraki hayat gailesi içinde biten ilk romanım, “Ço-cuk Ölümü Şarkıları”, içindeki yazarlık bir yana, yayınlanma macerasıyla beni hiç olmazsa kısmetsizlik temelinde Joyce’a benzetti.

Oysa bütün Türkiye beni ayakta kar-şılayacak zannediyordum. Kimse sır-tını dönerek bile karşılamadı. Kimse hiçbir şekilde karşılamadı. Büyük ya-yınevlerinde telefona bakan iyi kalpli sekreterler meşhur editörle ne konuda görüşmek istediğimi öğrendikleri za-man benim için hiçbir zaman iyi kalpli olmamak konusunda ağız birliği etmiş oluyorlardı: kendisi şu an meşgul, biz notunuzu iletelim. Safım tabii, diyo-rum ki, iletirseniz çok sevinirim, çok naziksiniz. Hayır, kimse bir şeyi iletmi-yor. O meşhur editörler, yayıncılar, ya da yayıncılar için çalışan, yazıları için sevdiğim, bazısını aşkla sevdiğim ve kendi kendimi onlarla aramda gizli, ilahi bir bağ var olduğuna inandırdı-ğım o meşhur edebiyat adamları ben bir roman yazdım diye kapılarını çal-maya kalktığım zaman birden tarihe gömülmeyi tercih ediyorlardı. Ki son-ra, telefonun cevap alma aracı olmadı-ğını öğrendiğim zaman kapılarını da çaldım. Ama yine sekreter! “Kendisi burada değil, biz notunuzu iletelim”.

Off of.Yarabbi, romanım da o kadar güzel

ki! Öyle inanıyorum, öyle gurur dolu-yum ki!

Türkiye’de çareler tükenmez. Ben de medeniyet yoluyla kendi girişimlerimle bir sonuç elde edemeyince her Türk gibi en tabii yola başvurdum: torpil. Arkadaşlarım var, ailem var, çok şükür. Ve Türkiye’de küçük bir dünyada ya-şıyoruz, mutlaka birini tanıyan birini tanıyorum, herkes tanır. Öyle yaptım. İşe yaradı. Sekreterler yine karşımday-dılar. Ama bu sefer, bir saniye lütfen, bağlıyorum, şeklinde. Bağladılar. Hey-hat! Zavallı ben! Zavallı ilk romanını yazmış genç yazar! Şimdi telefondaki o meşhur editör, o sevgili edebiyat adamı elbette dosyamı almıştı, “bizim filanca-nın yeğeninin dosyasını hiç almamış olur muydu,” ve elbette okumaya baş-lamıştı, çok da güzel gidiyordu, ama daha bitirememişti, ama elbette bitire-cekti ve beni arayacaktı. “Yalnız,” diye son bir alçak sesli kapanış notu, “acele etmeyeceksin.”

Tamam efendim. Beklerim.Adam, Can, bir iki yayıncı daha. 25 yıl

oldu. Hâlâ bitirmelerini bekliyorum.Sonra ne oldu? Bıktım. Cidden. Bı-

raktım. Edebiyat dünyasının içini bile-miyordum ama dışından temas edince bile hiç de sevimli, hiç de insanlık ya da nezaket dolu bir yer olmadığını an-ladım. Hâlâ aynı fikirdeyim. İnsanlar sadece yazılarında iyi, sadece fotoğraf-larında sevimli.

O arada 90’lı yıllara girmiştik. Bütün maceramı bilen bir arkadaşım, kendi-si de küçük bir yayıncıydı ama roman bir büyük yayıncıdan çıksın istiyordu, romanı Enis Batur’a gönderdi. Arka-daştılar. Ya ondan giden bir dosya itibar gördüğü için ya da EB o zaman karşıma çıkan edebiyat adamlarından daha me-

deni biri olduğu için romanı okudu, basalım dedi. YKY yeni kuruluyordu. O zaman daha Yeniçeriler Caddesi’ndey-di. Yayımladıkları ilk birkaç kitap ara-sında benim zavallı romancağızım da vardı.

Beş yıllık bir macera.Romanım yayınlanınca çok şey olacak

sanıyordum. Hiçbir şey olmadı. Aksine, meğer her şey yeni başlıyormuş. Yazar-lık hep tamamlanır gibi olacak ama kolay kolay tamamlanamayacak bir ça-baymış. Temel şartı ise süreklilikmiş, vazgeçmemek, tutkunu kaybetmemek, direnmekmiş. Biten, yayınlanan bir ro-man sadece, ya da en çok, ondan sonra-ki romana başlangıç demekmiş.

Bütün o ilk roman, ilk dosya, ilk ya-yıncı tecrübesinden bir şey daha öğ-rendim, önemli bir şey ve yazarlıkla, sa-natla filan ilgili değil. Terbiyeyle ilgili. Başvuru makamı haline geldiğinde de insanlara nezaketle davranmayı, herke-se, ama herkese, çatlak yazar şair öykü-cü adaylarına bile saygılı davranmayı.

Rahatsız edilmeme hakkıyla ulaşıl-maz olma halini karıştırmamayı. İnsan-lar bir insana yaklaştıklarını sanırken onlara bir duvara yaklaştıklarını düşün-dürtmeme içgüdüsünü.

O gün bugün, ki arada başka işlerde de çalıştım, kimsenin telefonuna çık-maktan imtina etmedim. Bugün hâlâ genç yazar adaylarından bana gelen her maili cevaplamaya çalışıyorum. Dosyaları okumaya elbette halim yok. Ama iki yüzlülük yapmamaya, nazik ve açık sözlü olmaya çalışıyorum. Çünkü cevap almak gençliğin en doğal hakkı-dır ve soru sorulan hiç kimse sandığı kadar mühim bir adam değildir, hele söylediği kadar meşgul bir adam asla değildir.

İBRAHİM YILDIRIM

Kitaplarla dolu evde doğmasaydım ve zamanın edebiyat dergilerinin ço-ğunu her ay eve getiren bir babam olmasaydı - belki - yine yazar olurdum, ama her halde çocuk yaşımda bir yer-lere ısrarla şiirler - öyküler gönderme-ye kalkışıp boyumun ölçüsünü almak-ta bu kadar aceleci davranmazdım… Hiç unutur muyum, dergiler beni geri çevirdikçe yazdıklarımı evdekilere oku-maya başlamıştım; amacım tepkilerini öğrenmekti.

Sonunda annem, babam hatta kız kardeşim “beğendik” demekten bık-tıkları için, önceleri “daha sonra” diye yakınarak, kibarca “hayır” demişler, sonraları ise benden kaçar olmuşlardı.

Gençlikte insan daha az yılgınlığa düşüyor, küskünlüğü pek uzun sür-müyor. Hele edebiyat heyecanı denen o müthiş duygu devinimi saplantıya dönüşmüşse boyunun ölçüsünü al-maktan vazgeçmiyor. Şimdi anlataca-ğım olay ya da üzerimde uygulanan edebi olmayan “hayır” deme yöntemi, ilk gençlik çağımda değil de ileri yaş-larımda başıma gelseydi, her halde tepkim bambaşka olurdu. Şöyle ki: Lise öğrencisiydim, şiirlerimi bir güzel dosyalamış, bir zarfa koymuş, yönetim yeri İstiklal Caddesi’nde bulunan bir derginin bürosuna götürmüştüm.

Derginin yöneticisinin yüzüne aşinay-dım; onu edebiyatın dışında bir sanat dalı hakkında yapılan fotoğraflı gaze-tede röportajlarından tanıyordum. Bu açıklamayı özellikle yaptım, zira dergi yöneticisi, ziyaret nedenimi öğrendi-ğinde yüzüme acırcasına bakıp ‘ken-disinin’ orada olmadığını söylemiş, sonra da döner koltuğunu radyonun bulunduğu sehpaya doğru hareket et-tirip istasyon aramaya başlamıştı.

Şaşırdığımdan ya da kendimi kötü hissettiğimden öylece kalakalmıştım. Benim kısa süren bu ne yapacağımı bilemez halim yanlış anlaşılmış olma-lı ki; yönetici, taşlamış halde bekleyen gence dosyasını masaya bırakmasını söylemişti.

1968 yılının o bahar ikindisinde

edebiyat ortamında ‘kendisi’ olmayan kişilerin de bulunabileceğini öğren-miş; bu ders sayesinde o tür insan-lardan uzak durmayı ilke edinmiştim. Biraz mesafeli duruşum, ortalarda pek gözükmememin nedeni aslında budur.

Uzatmayayım o gün, sokağa adım atar atmaz, dosyamı yöneticinin ma-sasına bıraktığıma pişman olmuştum. Ancak yine de şiirlerimden biri - bel-ki -yayınlanır diye dergiyi kapanıncaya kadar izlemeyi sürdürdüm..

Edebiyat heyecanı, delikanlı umudu işte!

İktisat Fakültesi öğrencisiyken -20 yaşımda- Beyazıt’ta bir banka şubesi-nin cari hesap servisinde çalışmaya başlamıştım. Müşterilerden biri de her zaman saygıyla andığım Arslan Kaynardağ’dı… Bankaya geldiğinde veya öğle tatillerinde onun sahaf dük-kanına gider, sağda solda yayınlanma-ya başlayan öykülerimi, kendi paramla bir kitapta toplamak istediğimi iletir, tanıdığı bir matbaacıyı önermesini rica ederdim. O ise, her zaman yaz aylarını beklemem gerektiğini söylerdi; çünkü matbaaların işleri ancak o zamanlar azalıyordu…

İlk kitabım 1987 yılında yayımlandı-ğına göre matbaaların yaz rehavetine kavuşmaları on yedi yıl sürmüş olmalı...

Aynı dönemde ancak dört sayı yaşa-yabilen bir de edebiyat dergisi yayım-ladım: “Yaşasın Edebiyat”. O derginin ömrü bu denli kısa olduğu için yazı gönderen yazarlara ‘hayır’ demek zorunda kalmamıştım. Bundan dolayı memnunum, ama derginin kapanma-sına hâlâ üzülürüm…

Bir başka dergi serüvenim olan “Eşik Cini”nde ise, edebi anlamdaki “hayır” deme işini dergi yöneticisi üstlenmiş-ti… Ancak - neredeyse altı yıl boyun-ca - gönderilen öyküleri değerlendir-diğim “Özgür Edebiyat”ta ise durum farklıydı. Ben yine de “hayır olmaz” demedim, dergi yöneticisi arkadaşıma o genç yazarlara iletmesi için yüreklen-dirici özel notlar gönderdim.

Öyle ya da böyle ama edeplice geri çevirdiğim her öykü canımı yakmıştır. Çünkü 1968 yılının o bahar gününü hiç unutmadım.

AYHAN BOZKURT

Ne güzel zamanlarmış onlar… Tam yirmi yıl geçmiş üzerinden. Bu yazıyı yazana kadar zamanın bu kadar hızlı geçtiğini düşünmemiştim. Bir şair, bir yazar adayının yaşadığı çileli zaman-lardan geldiğimi hemen burada itiraf edeyim.

Çokça hayal kırıklıkları yaşayan, ba-şaramama duygusunun ağırlığıyla çır-pınan, yazdıklarını beğenmeyip yırtıp atan, zaman zaman da “benden iyisi mi var” diyecek kadar kibirli bir adamdı bu sözünü ettiğim yazar... O zamanlar ne kadar anlayabilirdim ki, her yazılan metnin bir kusuru olabileceğini…

Ama yazdıklarım iyiydi benim için, kusursuzdu. O güne kadar böylesi yazıl-mamıştı, diyecek kadar kendi dünyam-da dolanıp dururmuşum. Kimse bunun farkında bile değilmiş ne yazık ki… En iyiyi aramak yerine, her kalem oynatışı-mın ‘muhteşem büyüsüyle’ kendimle gurur duyuyormuşum meğer…

Şimdi bildiğim, bırakın bir metni, günbatımının bile daha güzelini siz benden daha farklı görmüşsünüzdür, göreceksinizdir de. Hangisi daha muh-teşem, diye sorsam size, “Kuzeyden bakıldığında harika” diyenler olduğu gibi, “Güneyden bakıldığında bir başka oluyor” diyenler de olacaktır. Demem o dur ki, *Edebiyatın kendisi hayatı mümkün olduğunca gerçek kılma ça-basıdır. (*Fernando Pessoa) Ben bunu yapmaya çalışıyorum. Her iki durumu da anlayabilme, gerçek kılma çabası…

Yazdıklarımıza, şimdi kullanılıyor mu bilmiyorum ama biz, ‘dosya’ derdik. Koltuğumun altına ‘dosya’mı sıkıştı-rıp kapı kapı dolaştığımı hatırlıyorum. Ama burada şunu belirtmeliyim ki ben, yayınevi dolaşmıyordum. Hiçbir yayınevine ‘dosya’mı götürmüyordum. Bizim için en önemli hedef dergilerdi. Önemli olan kitabımızın yayımlanma-sı değil, dergilerde görünür olmaktı. Bunu en azından çoğu arkadaşım gibi ben de biliyordum.

Dergilerde yazılarımızın yayımlanma-sı için kimi dergilere her hafta kimile-rine ise her ay düzenli yazı, şiir gön-deriyordum. İlk başlarda olumsuzdu. Yayımlanmıyordu yani… Hatta çok sevdiğim ve çok önemli bir derginin yayın yönetmenine şiirlerimi bırakmış-tım bir keresinde. Ertesi ay yayımlanıp yayımlanmadığını öğrenmek için der-giye büyük bir heyecanla gitmiştim. Ne yazık ki yazdıklarımın üzerinde “eksi” işaretini görünce (bu eksi, olumsuz, ya-yımlanmayacak anlamına gelirdi) ha-yal kırıklığı içinde dönmüştüm. Ertesi ay yeniden şiir gönderdim. Yine eksi, yine eksi…

Aylarca sürdü bu. Sonra yayımlan-mıştı ama ben bayağı ‘eksi’lmiştim… Aynı şekilde başka dergiler için de bu

koşuşturma devam ediyordu. Belli bir zamandan sonra gide gele bazı dergi editörleri beni tanımıştı.

Burada dergilerde görünmem de bazı yazarların, şairlerin, editörlerin de büyük katkıları olmuştur. Çoğu usta yazar, şair sadece bana değil, yazdıkla-rına güvendikleri gençlere her zaman destek olmuşlardır. (İsimlerini tek tek yazacağım ama birini unutup eksik ya-zarsam diye isim vermiyorum.)

Ben böyle bir geleneğin içinden gel-dim. Hatta başlarda şiir veya yazıları-mın yayımlanmadığı ama dönemin yaşayan usta şairleriyle, (Ece Ayhan, Can Yücel, Melih Cevdet Anday, Atti-la İlhan, Fazıl Hüsnü Dağlarca, İlhan Berk…) yaptığım röportajlar bana hem dergilerde yer bulmamı hem de Türk şiirini öğrenmem de büyük ola-nak sağladı.

Gelelim bugüne… Dergiler bir yazar adayı için en önemli okullardır. Dergi-lerin sayısı azaldı. Bu son derece üzücü benim için. Ama yayınevlerinin çoğal-ması da iyi bir şey… Bu şunu gösteriyor olabilir mi, bilmiyorum ama çok kitap yayımlanıyor. (burada yayımlanan bü-tün kitapların iyi olduğunu savunmu-yorum elbette) Ama sonuçta farklı tat-larda, farklı çizgilerde kitaplar çıkıyor olması, kitabın okunması, okurun be-ğenmesi, okurun hoşlanacağı kitaplar bulması adına iyi…

Ancak bazı yayınevlerinin kitap ya-yımlama politikası da ilginç. Tanınmı-yorsanız ve o yayınevinden kitap çıkart-mak istiyorsanız işiniz biraz zor. Şimdi herkesin yazdığı bir hikayesi, herkesin bir bakış açısı vardır elbet hayatta. Ya-yınevlerine yazdığı romanını bırakan tanıdığım tanımadığım birçok insan aynı dertten şikayet ediyor. Bir yıldır kimse dönüp de haber vermedi. İlgi-lenmediler bile, diye dert yanıyor. O kadar üzücü ki, yayınevlerinden yanıt alamamak, o acımasız, yürek burkan beklenti… Hayal kırıklıkları… Kendi-ne güvenin azaldığı anlar… Yazmakta inat etmek, yayımlanmadı diye vazgeç-memek lazım. Öncelikle her yayınevi-nin belirli bir yayın politikası var. Bunu bilmek lazım… Ha dedim mi hiçbir yayınevi kitabınızı basmaz.

Yine de bütün bu olumsuzmuş gibi görünen tabloda bir umut var. İsterim ki önce kitap çıkarmak yerine eskiden olduğu gibi “çok dergi olsa” oralarda yayımlasa yazarlar metinlerini… Sab-retmek gerekir. Günün birinde kitabı-nız mutlaka olur zaten.

Ben şanslı bir kuşakta yetiştim. Der-gilerin içinde büyüdüm. Oralarda ça-lıştım, oralarda ilk ürünlerim yayım-landı. O okullarda okudum. Sadece İstanbul’da değil, Türkiye’nin her ye-rinde dergiler hala çıkıyor, küçümse-meyin asla onları. Oralarda yazmaya, onları yaşatmaya gayret gösterin. Der-gilerdir en iyi okullar…

“Öykülerinizi okudum, size tavsiyem daktilonuzu satıp parasıyla güzel bir yemek yiyin.”

EDEBİYAT 77

IstanbulArtNews

Temmuz / Ağustos, 2014 Sayı: 11

BARIŞ UYGUR

Bugüne dek gönderdiğim dosyaları reddeden yayınevlerinin sayısı, beni reddeden kadınların sayısından bir hayli fazla ve işin kötüsü hiç de öyle Kazanova kılıklı bir adam değilim.

Yazdıklarımın esaslı şeyler olduğuna inanmaya başladığımda, çocuk yaştay-dım ve o yaştaki hemen herkes gibi feci şekilde yanılıyordum. Yine de yazdık-larımı biriktiriyor, henüz yayınevleri-nin kapısını çalmıyordum. İşin ilginci, düzenli yazmaya başladığım ilk dergi Pişmiş Kelle’de de, derginin editörü Engin Ergönültaş’ın teşvikiyle yazmaya başlamıştım ve garip ama ilk reddedil-diğim dergi de Pişmiş Kelle oldu.

Dergiye yazmam istendiğinde, bütün bir hafta oturup yazdım. Yazdıklarımı götürdüğümde, Engin Abi hepsini te-ker teker okuyup, “Olmamış,” dedi. “Bir daha dene.” Tekrar denedim. Ve yine olmadı.

Böylece her hafta Pişmiş Kelle’ye yazı götürmeye başladım. Nihayet yazıla-rım yayımlanmaya başladığında bile, daha önce neyi yanlış yaptığımı bilmi-yordum. Ta ki birkaç ay sonra, Engin Abi’ye o hafta yazacak bir şey bulama-dığımı söyleyene kadar. “E daha önce yazdıkların da güzel, onlardan birini koyalım,” dedi. O zaman anladım ki Engin Ergönültaş’ın derdi, tek başına bir yazının nasıl olduğu değil; benim o yazıları düzenli olarak yazıp yazama-yacağımdı.

Bu ilk başarı üzerine, yıllardır birik-tirdiğim dosyaları yayınevlerine gön-dermeye karar verdim. Kendimden o kadar emindim ki yazdığım dosyaların hangisinin hangi yayınevi için daha uy-gun olacağını uzun uzun düşündüm; bazı yayınevlerini kayırarak daha özel metinleri onlar için ayırdım. Örneğin en sevdiğim şair olan Enis Batur’un başında olduğu Yapı Kredi Yayınları’nı yeteneklerimden mahrum bırakamaz-dım. Şiirleri bilgisayara geçirdim, bir yazıcı bulup çıkış aldım ve bir zarfa koyup gönderdim. Bilgisayarın derin-liklerinde bulduğum bir şiirin son iki dizesi şöyle:

“Werther’dim ben Charlotte’mdiniz siz, gözümün önünde yalnız siluetiniz

Ben bin savaştan yenik çıkmış sahte kumandan, siz bin birinci geceydiniz” Bu acıklı on yedi yaş duygusallığı karşı-sında kayıtsız kalamayacaklardı bence. Bir süre sonra dosyamın akıbetini sor-mak için aradığımda, Birhan Keskin, beni görüşmek için ofislerine çağırdı. Böylece elbette benim kadar olma-sa da muhteşem bir şair olan Birhan Keskin’le görüşmek üzere, o zamanlar Levent’teki YKY ofisine gittim. Birhan Hanım, “Arkadaşım on yedi yaşında hangi bin bir savaştan yenik çıktın sen bakayım?” demedi,

“Bu yazdıklarını Posta gazetesine göndermeyi düşündün mü?” diye de sormadı. Sadece bugün geriye bakıp düşündüğümde hayli makul bir teklif sunarak, bir süre YKY’de staj yapma-mı önerdi. Ben kendimi uzun süreli; beş, hadi bilemediniz üç kitaplık bir anlaşma yapmaya hazırladığım için böyle bir teklife son derece bozuldum elbette. On yedi yaşındaki çocukların çoğunluğu gibi küstâh ve kendini bil-mez olduğumdan, teklifi dikkate bile almadım. Verecekleri cevabı

beklemek üzere eve döndüm.Bir süre sonra posta kutusunda üze-

rinde YKY logosu olan zarfı bulduğum zaman, eve girip masaya oturdum ve büyük bir ciddiyetle şairlik hayatımın geri kalanına yön verecek zarfı aç-tım. Bir yanlışlık olmalıydı, zira gön-derdikleri mektupta açık açık yayın programlarının doluluğu yüzünden dosyamı değerlendirmeye alamayacak-larını üzülerek bildirmişlerdi. Elbette bu numaraları yutacak değildim. Yayın programı dolu bile olsa pekâlâ prog-ramdaki birkaç kitabı erteleyip benim şiir kitabımı basabilirlerdi. Ama öyle ya, kim bilir nasıl da kıskanmışlardı yazdıklarımı okuyunca. Elbette kral-lıklarını yönettikleri sırça köşklerinin benim muhteşem dizelerimle tuzla buz olmasını istemezlerdi. Tabii ya. Onun için Birhan Keskin beni şiir’den uzaklaştırıp stajyer yapmaya kalkmıştı. “Yazıklar olsun!” diye düşündüm. “Bir şair kaybettin Türk edebiyatı, bir şair kaybettin.”

Ama hayır. Türk edebiyatının; acık-lı cümleleri şiir diye sıralayan bir şairi kaybetmesinin sebebi; aldığım bu ce-vap değil, sadece şiirlerimi okuyan bir başkasının, yazdıklarımın bir hayli kötü olduğunu söylemesiydi. Bunu söyleye-ne, şimdi adını unutacak kadar kızsam da eleştirileri kafamda yankılandıkça haklı olduğunu anlamıştım. Ne kutlu bir insanmış o, bugün daha iyi anlıyo-rum. Adını unutmasaydım buradan teşekkür ederdim.

Sonraki maceramı, Tuğrul Eryılmaz’la yaşadım. Radikal henüz çıkmamıştı, sadece çıkması planlanıyordu. Pişmiş Kelle, Milliyet tesislerinde basıldığı için her hafta binaya gidiyorduk. Bunu fır-sat bilerek henüz adı bile belli olmayan “yeni çıkacak sol eğilimli gazete” için muhteşem bir köşe hazırladım. Mizah, siyaset, spor, müzik…

Her konuda yazacağım yarım sayfa-lık köşenin grafik tasarımını bile yapıp yeni gazeteyi hazırlayan ekibe bırak-tım. Ertesi hafta, köşemle ilgili görüş-mek üzere Tuğrul Eryılmaz’ın karşısı-na oturdum. Nedense Tuğrul Eryılmaz beklediğim kadar heyecanlanmış de-ğildi ve kendisine köşe yazarı değil muhabir ve editör lâzım olduğunu söyledi. Bu bir teklif miydi bilmiyorum ama henüz adı bile belli olmayan bir gazetede isimsiz yazılar ve haberler ya-zacak değildim elbette. Üstelik artık on sekiz yaşındaydım. Böylece nasıl daha önce Türk Edebiyatı bir şair kaybettiy-se, şimdi de Türk basını bir köşe yazarı kaybediyordu.

Ama şair olmadığım ortaya çıktı ya da köşe yazarlığı kariyerim başlamadan bitti diye kendimi yerden yere vuracak, hayata küsecek de değildim. Roman ne güne duruyordu? Oturup babamdan aldığım ajandalara ve üzerinde rock yıl-dızlarının resimleri olan okul defterle-rine yazdığım romanları karıştırdım ve bir tanesini bilgisayarda temize çektim.

‘70’li yıllarda başlayan roman âşık bir genç ve elbette âşık olduğu kız üze-rineydi. Kahramanın aşkına karşılık vermeyen kız 12 Eylül’de apar topar ülkeyi terk ediyordu. Kahramanımız ise bu durumda her aklı başında in-sanın yapması gerekeni yaparak insan klonlama yöntemiyle âşık olduğu kızın bir klonunu üretiyordu. Henüz koyun bile klonlanmamış 1980 yılında bunu yapabilmesi için elbette gerekli zemini

hazırlamıştım: Çocuk tıp öğrencisiydi (bari moleküler biyoloji öğrencisi ol-saymış), laboratuvar için gerekli parayı bir mafya babasından eroin laboratuva-rı kurmak için almıştı. Bir yandan ero-in üretirken diğer yandan âşık olduğu kızı klonlamış, sonra o klonu büyütüp yetiştirmeleri için bir aileye vermişti…

Çok heyecanlı olduğunuzu ve işle-rin nereye varacağını merak ettiğini-zi tahmin edebiliyorum ama İletişim Yayınları’ndaki arkadaşlar hiç de öyle düşünmediler. Bu nefis ilk romanım, birkaç ay sonra aynı şekilde geri geldi eve. Haklarını yememek lazım; roma-nı her kim okuduysa bazı kelimelerin yazımını düzeltmiş, bazı yerlere (aslın-da birçok yere) soru işareti koymuştu. Ekledikleri mektupta editörlerinin romanı yeterince olgun bulmadıkları yazılıydı. Mektubun alt kısmında, edi-törün dosya hakkında notları da vardı ve burada ciddi ciddi yazdığım romanı eleştirmişlerdi: “Karakterlerden biri ansızın ortaya çıkıyor ve hiçbir derin-liği yok,” cümlesini hatırlıyorum mese-la. Sinirlenerek “Elbette ansızın ortaya çıkıyor çünkü o bir klon! Ve elbette hiçbir karakter derinliği yok çünkü o klonlandığı insanın aynısı!” diye itiraz ettiğimi hatırlıyorum. İnanılır gibi de-ğildi, yayınevleri hâlâ insan klonlama sürecini bile özümseyememiş editörler çalıştırıyorlardı.

Elbette hepsi bu üç örnekten ibaret değil, kendi yazdıklarımı, ürettiklerimi üç aşağı beş yukarı kendim de değer-lendirebilecek akla erene kadar nice yayınevinin, derginin ve gazetenin ve hatta bir seferinde bir plak şirketinin kapısından çevrildim. Gerçi, plak şir-keti konusunda benim bir kabahatim yoktu: Tünel’deki bir prova stüdyosun-da bugün kavramsal sanat camiasında az çok bilenen bir arkadaşla bir, iki saat gürültü yapmıştık.

Ben hayli beceriksizce davul çalarken, o ise benden bile beceriksizce gitar tın-gırdatıyordu ama distortion pedalının yarattığı yanılsamaya kapıldığından bunun farkında bile değildi. Prova stüdyosundan çıkınca beni alıp apar topar Sony Müzik Türkiye’ye götürdü ve oradaki insanları bize albüm yapma-ları için ikna etmeye çalıştı. Ben bile ikna olmamıştım doğrusu.

Geriye bakıp düşündüğümde, hemen hepsinden utandığım bütün bu karşı-laşmaların ilginç bir özelliği olduğunu görüyorum. Birhan Keskin ve Tuğrul Eryılmaz gibi insanlar; henüz on yedi - on sekiz yaşındaki hevesli bir yeni yet-meyi ciddiye almış, karşılarına oturtup dinlemişler. İletişim Yayınları’nın edi-törleri on sekiz yaşındaki bir çocuğun komik aşk romanını ciddi ciddi sonuna kadar okumuş, yorum yazmışlar. İnter-net öncesi; herkesin yayınevlerine, ga-zetelere ve editörlere bir ‘tık’ uzağın-da olmadığı zamanlarda kendilerine bu yönde çok daha az talep geldiğini tahmin edebiliyorum ama yine de za-manında o on yedi yaşındaki küstâh çocuğu ciddiye aldıkları ve belki de bu sayede o çocuğun kendisini bulmasına yardımcı oldukları için her birine te-şekkürü bir borç bilirim.

Ayrıca bir çılgınlık anlarına denk gel-mediği ve verdiğim dosyaları yayımla-madıkları için de müteşekkirim tabii ki.

Yani evet, ben neyse ki hep çok güzel reddedildim.

Yazarın küstah bir adam olarak portresi

Ama o biranın lezzetini unutmadım!

Fakir ama onurlu

Temel edebiyat bilgileri

YEKTA KOPAN

Kızılay’daki merkez postaneye gider-dim hep. Öykü ya da şiir dosyalarımı sokak aralarına dikilmiş sarı posta ku-tularına atmaya cesaret edemezdim bir türlü. Merkez postanedeki memurenin damgayı vurduğunu görmem de yet-mezdi, sarı zarf gönderilecekler sepeti-ne atılana kadar dururdum bankonun gerisinde. Geçmek bilmeyen günler boyunca olumlu - olumsuz cevap alabi-leceğim bir mektup beklerdim sonra-sında. Gelmezdi. Hiç gelmedi.

Ergenliğimin o kendini bilmez ce-saretteki yılları böyle geçti. Çoğu İstanbul’da basılan dergilere gönderil-miş öyküler, şiirler, yazılar ve gelmeyen mektuplar.

Ankara kökenli bir dergi ile iletişim kurmanın hikayesi farklıydı elbette. Derginin künyesinden ezberlenen adresi bulma çabası, bir işhanı ya da apartmanın merdivenlerinde içeri gir-me cesaretini bulana kadar soluklanıp bekleme, içeride tanıdığım bir yazarı ya da şairi gördüğümde söyleyecekle-rimi hesaplama, tanışma anında edi-len şaşkın bir söz, kimseyi göremeden dosyayı bir kenara bırakıp kaçarcasına uzaklaşma.

Sonrasında günler boyunca olumlu - olumsuz bir cevabın geleceği umu-duyla her telefon çalışına heyecanla koşma. O telefon çalmadı hiç. Kimse aramadı.

Babadan kalma daktiloyla, en az üç nüsha yazardım. Defalarca kullanıl-maktan eskimiş karbon kopya kağıtları

alttaki nüshaları silikleştirirdi. Bazen bir dosyayı birden çok yere yollama ce-saretini gösterdiğimde, en silik nüshayı hangi dergiye yollayacağıma karar ver-mem günler sürerdi. En silik nüshaları hep kendime sakladım. Zamanla onlar da tümüyle silinip gitti. O yayınlanma-yan yazılar bende bile yok artık. Kay-boldular.

Derken... Günün birinde... “Yeter artık,” dediğim bir günün sabahında, şiirlerimi derledim, toparladım ve ne-redeyse kitap olacak oylumda bir dosya hazırladım. Mahalledeki kırtasiyeciye koşup en güzelinden hem zımbalı hem lastikli bir dosya aldım. Renkli kağıttan kapak sayfası hazırladım, özgeçmişimi büyük bir özenle yazdım. On yedi ya-şımdaydım ve şiir yazıyordum. O çılgın-lıktan başka ne vardı ki elimde?

Dosyayı hazırladığım günün gecesin-de Mavi Tren’in yemekli vagonunda, bira ve beyaz leblebinin eşlik ettiği hayallerimle İstanbul’a yola çıktım. O dönemde en sevdiğim, içinde bir şiirim yayımlansın diye kıvrandığım dergiye gidiyordum. Küçük defterime bir-iki dize karaladım, hiçbir zaman şiire dö-nüşmeyecek bir - iki dize.

Sabaha Haydarpaşa. Vapurda simitli kahvaltı. O ezberlenmiş romantizmin her fotoğrafından geçerek ulaştım Cağaloğlu yokuşuna. Cüzdanımın bir köşesinden çıkardığım adres kağıdına baka baka ulaştım derginin binasına. Otomatı çalışmayan apartmanın mer-divenlerinde kıvrılarak çıktım ikinci kata. Soluklandım. İçerideki ustalar-dan birinin şiirlerimi okuduğunda söy-leyeceklerini, sorularını düşündüm.

Cevaplarımı hazırladım. Gerçekten de çoğu şiirini okuduğum,

adını derginin yayın kurulundan da bildiğim bir şair vardı masanın başın-da. Sigarasının dumanı, daktilosunun tıkırtısı arasında kaybolmuş çalışıyor-du. Ne istediğimi sordu.

“Dosya... Şiir... Ankara... Ben...” Ne dediğimi hatırlamıyorum. Hayatında ilk kez penaltı noktasının başına geç-miş bir amatör futbolcu gibi titreyerek vurdum sözcüklerin topuna. Penaltıyı kaçırdım.

“Şuraya koy dosyanı,” dedi şair. Başıy-la gösterdiği köşede, yerden boyuma kadar yükselen bir dosyalar yığını var-dı. Onlarca, yüzlerce, binlerce dosya. Aptal bir yüz ifadesiyle baktım. Sırt çantamdan çıkardığım dosyayı yığının üstüne koydum.

Bakışlarını daktilosundan kaldırma-dan “Üste değil, alta koy,” diye uyardı beni. Alta. En alta. En dibe.

Bütün o dosyalardaki dizelerin birini bile devirmemeye çalışarak, ömürlere bedel bir ağırlığı yüklendim ve zımbalı - lastikli - afili dosyamı en alta sıkıştır-dım. Tıkıştırdım. Soktum. Sakladım.

Aynı günün akşamında vapur-la Haydarpaşa’ya, oradan Mavi’yle Ankara’ya dönerken bir cevap gelme-yeceğini biliyordum. Yazmak aşkının ezberlenmiş romantizminin bir dosya-lar kulesinin altına sokuşturulması ve unutulması gerektiğini o gün öğren-dim. Bira daha lezzetli geldi.

Ankara’ya döner dönmez yeni bir öykü yazmaya başladım. O öykünün hangi denizde boğulduğunu hatırla-mıyorum bile.

KEMAL VAROL

İlk şiir dosyam yayımladığında şanslıy-dım sanırım.

Babama yazdığım upuzun bir şiir he-nüz bir dergide bile yayımlanmadığı halde elden ele dolaşıyordu ve dosyamı verdiğim ilk yayıncım, galiba bu şiir uğ-runa yarım saat içinde kitabı basmaya karar verdi. Memnundum. Çocukluk yıllarımdan beri hayal ettiğim kitabım nihayet elimdeydi. Yaşadığım şehirdeki kitapçıların raflarında görünce mutlu oluyordum. Zaten ilk kitabının nerden çıktığının bir önemi yoktur yazarlar için. Ama dağıtım sorunları yaşıyordu kitap ve bu durum giderek mutsuz edi-yordu beni. Bu yüzden yeni bir yayınevi arayışına girdim. İkinci şiir dosyam ni-hayet hazırdı. Çok sevdiğim bir yayıne-vine gönderdim yeni dosyamı. Cevap için yedi ay kadar beklettikten sonra, ‘yayın programının sıkışıklığı, zaten az şiir yayımladıkları, halihazırda bir yayıncım olması’ gibi gerekçelerle dos-yamı geri çevirdi o yayınevi. Bana yaz-dıkları nazik cevap elbette kırgınlığımı gidermişti. Ama az şiir yayımlayan o ya-yınevi o yıl vasat birçok şiir kitabı yayım-ladı ve bu kitaplar hiç unutamayacağım bir incinme için yeterliydi galiba.

Üçüncü kitabım hayli bilinen bir yayı-nevinden çıkmasına rağmen bu kırgın-lığım hiç geçmedi sanırım.

Yıllar sonra, roman yazmaya başla-dığımda aynı kaderi bir kez daha ya-şayacağımı biliyordum şüphesiz. Gu-ruruma yediremediğim için, tanıdık kimseden yardım almadan, romanımı bir zarfa koyup bir yayınevine gönder-dim. Birkaç ay sonra kibar bir ret ceva-bı aldım. Dönüp neden beğenmemiş olabileceklerini düşündüm günlerce… Dosyamı defalarca yeniden okudum. Yayınevi editörünün (bana yazmamış olsa da) romanı hangi nedenlerle geri çevirmiş olabileceğini düşündüm. Bazı bölümleri, hiç tanımadığım editörün hayali bakışlarıyla yeniden yazdım. Ki-tabı yayımlamama gibi bir hakları vardı şüphesiz, ama verilen cevaptan kitabın

okunmamış olduğunu hissediyordum nedense. Bir süre daha bekledikten sonra başka bir yayınevine gönderdim romanımı. Ülkenin sayılı yayınevlerin-den birinde şansımı deniyordum bu kez. Pazartesi gönderdiğim dosya cuma günü ret cevabı aldı. Üstelik kitap üç gününü kargoda geçirmişti. Romanı-mın bu kez de okunmadığını adım gibi biliyordum ve yayınevi sekreterleri be-lirli bir süre beklettikleri dosyalara ret cevabı vermekle meşguldü sanırım. Ni-hayet üçüncü denememde yayımlandı ilk romanım.

Kitap yayımlandıktan bir yıl sonra, ro-manımı ilk gönderdiğim yayınevinden şaşırtıcı bir teklif aldım. İlk romanımı çok beğendiklerini, gençler arasında umut vaat eden yazarlardan biri oldu-ğumu belirttikten sonra, roman yazma-ya devam edip etmediğimi soruyorlar-dı. Yeni bir roman üzerinde çalıştığımı söylediğimde aldığım teklif şaşırtıcıydı. İlk romanımı reddeden yayınevi ikinci romanıma talipti bu kez ve ilk kitabımı geri çevirdiklerini hatırlamıyorlardı bile.

‘Kibarca’ reddettim: Bir zamanlar…Çok sonra, işini gayet ciddiye alan bir

yayınevi için ilk okumalar yapmaya baş-ladığımda, yazarı tanınsın ya da tanın-masın, yayınevine gelen her dosyaya olumlu olumsuz on beş yirmi sayfalık uzun cevaplar yazdım. Söz konusu dos-yanın neden yayımlanamayacağını, ku-surların nasıl giderilebileceğini, fazla-lıkların neler olduğunu, hangi türden eksiklikler olduğunu uzun uzun izah eden cevaplar. Bazen de yayımlanmaya değer gördüğümüz kitapla ilgili uzun öneriler sunuyordum. Buna gerek ol-madığını söylüyordu editörler. Kısa bir kabul veya ret cevabı yeterliydi onlara göre. Dahası, zaman kaybıydı bu. Zaten bir roman on beş yirmi sayfa sonunda akıbetini belli ediyordu sonuçta. Gelen dosyaları sonuna kadar okumaya bile gerek yoktu. Uzun cevaplar yazmaya da. Oysa hiçbir kısa cevap, o yazarın bir kitap uğruna harcadığı zahmetli zamanlarını telafi etmiyordu; hiç bit-meyecek kırgınlığını da…

FERHAT ÖZKAN

İlk kitabı birkaç on yıl önce yayımlan-mış bir yazar, gençliğindeki edebî ba-şarısızlık hikâyelerini bugün gülümse-yerek anlatacaktır büyük bir olasılıkla. Hatta ‘usta yazar’, yıllar önceki ‘bugün git, yarın gel’ maceraları sorulduğun-da, kitabının/kitaplarının bir zaman-lar nasıl reddedildiğini müstehzi bir yüz ifadesiyle ve eğlenceli bir şekilde anlatacaktır belki de. Nüktedanlığını, ustalıkları artık tartışmaya kapalı büyük yazarların ‘reddedilme hikâyeleri’yle pekiştirecek ve zamanın kendisini na-sıl da haklı çıkardığı fikrini işleyecektir inceden inceye. Zaten edebiyat tarihi, bu tür hayalkırıklıklarının ardından gelen büyük başarı hikâyeleri bakımın-dan hayli zengindir.

C. S. Lewis’in, bir metnini yayımlat-mayı başarana dek sekiz yüz, Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı’nın yüz yir-mi bir, Martı Jonathan’ın ise kırk kere reddedildiğini dosyası koltuğunun altına sıkıştırılan -neredeyse- herkes bilir. Zamanında editör tarafından ‘tam bir kâbus’ şeklinde reddedilen Echo’s Bones’un seksen yıl sonra bu-lunup yayınlanması ‘olay’ hâline gelen Beckett’ın Murphy’si kırk iki kere ya-yınevi kapısından dönmüş ve sonun-da Yeats’in referansıyla yayımlanabil-miştir. Orwell’a hayvan hikâyelerinin Amerika’da tutmayacağı, Fitzgerald’e Gatsby karakterinden kurtulması ge-rektiği tavsiye edilmiştir.

Eleğini asmadıysa bile ununu elemiş usta yazar, işte tüm bunları fıkrasının mezesi yapacaktır ve yapabilir de. Oysa genç yazar için tüm bu bilgiler - ve daha fazlası- mutlaka bilinmesi gereken te-mel edebiyat tarihi bilgileri niteliğin-dedir. Sonradan gösterişli bir hâl alan başarısızlık öyküleri, ‘acil durumlarda hatırlayınız’ etiketiyle hafızanın muh-kem köşelerinden birine yerleştirilir. Genç yazar adayı, yaşadığı her hayal kırıklığından sonra bunları hatırlaya-rak kendi kendisine ‘aslında yazmayı çok da iyi bildiğini’ telkin edecek, acı-masız iç sesini bu tür örneklerle teskin edecektir. Usta yazar, kendi yazarlık kariyerindeki başarısızlıklarını anlata-rak içten içe kendisinden bahsetmenin tatlı kibrini yaşarken, ilk kitabını -niha-yet- yayımlatmayı başaran genç yazarsa, bir şekilde onaylattığı ‘yazar’lığına toz kondurmamak için ketum davranmayı tercih edecektir; daha doğrusu, ‘işini biliyorsa’ ketum davranmalıdır: Dur-duk yere hatırlatmak şöyle dursun, o günleri kendisi bile unutmalıdır. İtiraflar güçsüzlük belirtisidir ne de olsa. Başarılardan konuşmak varken, kimse başarısızlıklarından bahsetmek istemez memleketimizde. Oysa ‘ol-maktan çok yapma’yı, ‘yazar olmak’tan daha çok ‘yazıyor olmak’ı önemseyen genç bir yazar da ‘bugün git, yarın gel’ hikâyesinin anlatılması istendiğinde açık sözlü olabilir pekâlâ. Neden olma-sın? Why so serious?

Benim gibi genç bir yazarın bilmesi

gereken temel bilgiler arasında Henry Miller’ın şu sözü de yer alır: “İlk kita-bınızı yazmanız on yıl alır, ikinci on yıl kitabı yayımlatmaya çalışmakla geçer.” “Logosoloji”yi kaç yılda yazdığımı bil-miyorum, yayımlatmak içinse bir bu-çuk veya iki yıl bekledim. Yine de iki yılın bile ‘yazmanın yayımlatmak kadar zor bir süreç’ olduğunu anlatmaya ça-lışan ‘on yıl’ anlamına geldiğini anla-mam çok da zor olmadı.

Kitabı yayımlamasını en çok istediğim yayınevinin editöründen gelen ilk ce-vap umut verici olsa da, bir süre sonra yayın kurulunun ‘olumsuz’ kararı gel-di. Okumakla ve yazmakla geçen onca zaman, -aslında hiç de öyle olmadığı hâlde- bir anda boş bir rüya için uğra-şılan beyhude bir çaba hâline dönüştü böylece. Dosyanın reddedildiği haberi, sadece bir ‘dosya reddi’ olmaktan çı-kıp, bir hayatın başarısızlığının vesika-sı, hatta başka bir ifadeyle ‘bir hayatın reddi’ hâline geldi. Kısa süreli ama yo-ğun bir kâbus… Echo’s Bones redde-dildikten sonra “Bildiğim her şeyi içi-ne koyduğum ve bunların birçoğunun farkına şimdi daha iyi vardığım öykü, cesaretimi derinden kırdı” diyen genç Beckett’la duygudaşlık için en uygun zamanlar…

Yine de, hayal kırıklığının ilk darbesi bir şekilde savuşturulur. İyi ki şu meş-hur “temel edebiyat bilgileri” vardır. Hemen ardından, sahici bir sahicilik sorgulaması gelir. Neyin önemsenmesi gerektiğine, başarı ölçütüne ve o meş-hur “Neden yazıyorum” sorusuna ve-rilen doğru veya yanlış ama ilk hakiki cevaplara ulaşılır. Daha sonrasında yayı-nevi maceraları devam eder: Kitabı ya-yımlamak isteyen ama sözünü bir türlü tutmayan/tutamayan bir yayınevi, eleş-tirinin her cümlesinde dosyayı okuma-dığını biraz daha açık eden başka bir büyük yayınevi; dışarıdan bakıldığın-dan pek ‘karizmatik’ dursa da, kitabı “yazarın katkısıyla yayımlayabildiği”ni, başka bir ifadeyle ‘yazarın parasıyla yayımlayabileceği’ni söyleyen başka bir yayınevi daha… Tüm bunlardan son-ra şöyle bir yargının verilmesi kaçınıl-mazdır: Bir kitabın yayımlanmaması, bazen yayımlanmasından daha büyük başarıdır.

Zaman geçer, ihtimaller azalır, ama tam da bu sırada “Biz sahiciliği arıyo-ruz” diyen bir yayınevi kurulur. Niha-yet, ilk kitap basılır. Kitabın yayımlan-masıyla, hep bildiğimiz ama sadece işler yoluna girdikten sonra gerçekten inanarak söyleyebildiğimiz bir yargı-ya daha ulaşılır: Zaman işleri yoluna koyar. Her şey bittikten sonra o zorlu günler için tanımlama yapılır: Tüm bu zorlu yayımlanma sürecinde insan ‘ye-tersizlik hissi virüsü’ne en açık olduğu zamanları yaşar.

Gündelik başarı ölçütleriyle düşün-meye daha eğilimlidir ne yazık ki. Fakat sonuçta ‘yazar da insandır.’ Şimdi bil-gece kurulan yargı ve tanımlama cüm-lelerinin hemen ardından mutlaka bir soru gelir: İkinci kitap nasıl yayımlana-cak, acaba yine…

EDEBİYAT 78

IstanbulArtNews

Temmuz / Ağustos, 2014 Sayı: 11

ODAK YAZAR

SEVAL ŞAHİN

Eserlerinizde muzip bir taraf var. Nere-den geliyor bu muziplik?

tdk.gov.tr’ye baktım. Muziplik takıl-ganlık diye geçiyor. Düşündüm takıl-ganlık olabilir mi benim yazdıklarımda diye. Kapalı toplumlarda sözü doğru-dan söyleme geleneği yoktur. Belki muziplik bu yüzden ortaya çıkıyordur bende. Yoksa yazarken yaptığım özel bir şey yok. Yalnız şu var, yazarken deği-şik üslupları denemekten zevk duyarım -metnime ortak bir dili hâkim kılmaya çalışarak elbet-. Bir de muziplik dene-melerimin altında mutlaka ciddiyetin soğukluğundan, gerginliğinden kaçma arzusu vardır. Geçici de olsa bir sığı-naktır belki muziplik. Nereden geldiği hususunu anneme soracağım söz. Yalın olduğu kadar derin, az sözle çok şey ifade eden kendinize has bir diliniz var. Bu dili nasıl buldunuz?

Kendine has dili olmayan yazar yok-tur herhalde. “Yalınlık ve derinlik” meselesine gelince, doğrusu o bende yaza yaza gelişti. Şöyle ki yazmaya baş-ladığım ilk yıllarda ekonomik dile ‘tilt’ olurdum. Bana göre Nuh Nebi’den kal-ma, bir an önce edebiyat sahasından kovulması, hatta bir bahaneyle unuttu-rulması gereken köhne bir bilgiydi eko-nomik dil kavramı. “Yazar insan, eko-nomi bilmek zorunda değil ya canım, canı istediğince özgürce yazabilmeli” der, böyle düşünürdüm. Sonra sonra konsantre bir dilin varlığını duyumsa-yıp ne zamandır unuttuğum bir bilgiyi hatırladım. Benim edebiyatı sevişim şiirle olmuştur. Cemal Süreya şiirinin en boğuntulu günlerime nasıl şifa ol-duğunu, Edip Cansever’in şiirindeki korkulu limonluğun benim korkuları-ma nasıl karşılık geldiğini hatırladım. Şiir dilinin konsantre halini. Yalınlığı-nı. Derinliğini. Birkaç hikâyemde böyle bir üslup denedim. Ben yazdığımdan memnun kaldım, okuyandan da beğe-ni aldım. Epey zamandır takıldığım dili işte böyle buldum. Mizahın eserlerinizde yadsınamayacak bir yer tuttuğunu söyleyebiliriz. Ne dersiniz?

Bu soruya sizin deyiminizle bir mu-ziplik yapıp “efendim mizah eserle-rimde önemli bir yer tutuyor çünkü kocam mizahçı!” mı desem? Latife ediyorum ama elbet bir gerçeklik payı var bunda. Öküz, Hayvan gibi mizah ve edebiyatın iç içe olduğu dergiler-den geliyorum ben. Edebiyatın en güçlü damarlarından biri bence mi-zah, ayrıca. Modern ilk roman olan Donkişot’tan Fransız edebiyatının baş eseri Gargantua’ya, Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Ensti- tüsü”nden Abdülhak Şinasi Hisar’ın “Çamlıca’da-ki Eniştemiz”ine, Jane Austen’den “Kasımpatılar”a, Sait Faik’in “Havuz-başı” hikâyesinden Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın tüm külliyatına, Tante Rosa’mızdan “Tutunamayanlar”ımıza kadar hepsinde mizahın envai çeşit ve çok rafine tonlarını gördüm. Mizah sanki edebiyattan ayrı bir şey gibi dü-şünülüyor da sorulara maruz kalıyor. Oysa hepimizin sevip saydığı, hürmet edip kol altında taşımaktan gurur duy-duğu eserlerin çoğunda mizah mevcut, bunların birbirinden ayrı düşünülmesi-ne şaşırıyorum. “Neden dram?” denil-miyor mesela. Oysa aynı hamurla, aynı malzemeyle ikisine de varabilirsiniz. Edebiyat zaten envai çeşit enstrümanın seslerini bir arada duyuran devasa bir senfoni değil midir?Türkiye’deki kadınların günümüzdeki konumlarını nasıl değerlendiriyorsu-nuz? Türkiye’deki kadının eksikliğini veya katılımcılığını gördüğünüz taraf-ları var mı?

Türkiye’de yaşamıyormuş gibi konuş-mak biraz tuhaf ama, sizin deyiminizle Türkiye’deki kadının günümüzdeki konumunu içler acısı buluyorum. Yıl-lardır erkekliğin binbir türlü kudur-tulmuş haliyle öldürülen kadın sayısı yüzünden böyle diyorum tabii. Hiç durmaksızın politika, din, devlet ve daha bilumum aygıt eliyle kışkırtılan bu deli dolu erkeklik hallerinin kar-şısında ise şaşkın, afallamış, serseme dönmüş, mutsuz bir kadın topluluğu görüyorum. Tatminsiz. Her manada. İs-terseniz ben size edebiyat üzerinden de anlatabilirim Türkiye’deki kadının ko-numunu. Yüz yılı aşkın bir süredir hiç bitmeyen bir kadın karakter tasarımı var edebiyatımızda. Namık Kemal’in “İntibah”ındaki Mahpeyker ve cariye kızla başlayan, Cumhuriyet ideolojisiy-le görevler üstlenmesi icap eden kadın karakterlerle süregelen, bir gün yoldaş, bir gün evde hanım, bir gün vefakar öğretmen, bir gün namusu için canı-nı vermekten korkmayan bir hemşire olan, nihayet –şimdi sırasını şaşırabi-lirim ama keşke şöyle olsaydı- bir gün ölmeye yatan... Sonra ve Allah’tan, “Tante Rosa”nın kanatlanıp gelmesi; “Yaşamın Ucuna Yolculuk” yapması birinin... Böyle bakınca kadının tek ba-şına ne olduğundan ziyade ne olması gerektiğiyle ilgileniyor gibi edebiyatı-mız da. Zaten edebiyat toplumdan ayrı bağımsız bir alan da değil ki. Hangi yazarın eserine baksak dönemin kadın karakter tasarımını görebiliriz. Hal böyleyken, kadınları daha çok politika-da, sosyal alanlarda görmeyi arzularım demek istemem ama sadece kendi iç dinamikleriyle hareket ettiklerini gör-meyi gerçekten çok isterdim. Hem ya-zılı eserlerdeki kadın karakterleri hem de gerçek kadınları. Bir ütopya elbet

şimdilik bu. Eski dönem kadın yazarlarda, örneğin Halide Edip Adıvar eserlerinde kahra-man, daha çok toplumsal değerleri ko-rumak için savaşan, kendisini topluma adamış romantik kadın tipi geliştirmiş-ti. Bugün kadın yazarların kadını anlat-ma biçimlerine bundan farklı olarak nelerin girdiğini düşünüyorsunuz?

Bugünün kadın yazarlarının kadını anlatma biçiminin eskiye nazaran bir parça daha özgür olduğunu söyleye-bilirim. Aslı Erdoğan’ın “Kırmızı Pe-lerinli Kent”indeki karakter –hatırla-dığım kadarıyla- cinselliğini özgürce yaşar, tamamen sorgulamasızca olmasa da; Şebnem İşigüzel’in “Eski Dostum Kertenkele”si ve insanın midesine otu-ran “Kirpiklerimin Gölgesi” romanları sadece dil ve kurgu güzelliğinden baş-ka ensest temasını–yani toplumumu-zun çok mühim bir sırrını- edebiyata sokma cüreti anlamında bile çok kıy-metlidir; Elif Şafak’ın -diğer kitapları arasında belki en çok topa tutulan ki-tabı olabilir- Siyah Süt’ü de anneliğin kadını yıpratışı açısından bakıldığında gayet hakikatlidir. Kadın yazarlar bu-gün daha cesur bana göre. Ayfer Tunç kötülüğe maruz kalarak deliren delir-tilen kadınları sert bir dille yazmıştır. Aslı Tohumcu sırf ‘dilin gereğince’ kü-für kullandığı için sansüre maruz kal-mıştır daha yakın zaman önce. Birçok başka kadın yazarı da cesur buluyorum doğrusu. Sansür karşısında boyun eğ-mediklerini düşünüyorum. Hem zaten edebiyata sansür konulamaz da. Doğası gereği. Yazarsın bırakırsın bir gün biri-nin eline geçer. Şunu da diyeyim, son dönem kadın yazarların yazdıklarına baktığımda gördüğüm bir hayali kadın karakter de var. Tarif edecek olsam, kafası kentlilikle köylülük arası gidip

gelen, var olduğu haliyle sevilmeyece-ğini düşünen, biraz güvensiz, sık sık mahçubiyetle arsızlık arası gidip gelen, ne istediğinin içten içe farkında ancak gerçekleştiremeyişin acısını çeken, gerçekleştirmenin yollarını arayan bir karakter bu. Tam da günümüzün kadı-nı diyebiliriz belki hı? Bu iyi işte. Yani sosyolojik karşılığı var bugünkü kadın yazarların edebiyatının. “İnsan Kısım Kısım Yer Damar Damar”da mekân ve kadın arasın-da bir ilişki kuruyorsunuz. Taşra mekânlarında kadının kurduğu iktida-rın daha çok olduğunu söyleyebilir mi-yiz? Bunun ne ile ilgisi vardır?

Şehirde kadın biraz daha hareket-li. Sokağı talep eden bir hali var gibi. Oysa taşrada kadın çok kapalı bir ha-yatın içinde. Ancak ucundan, çoğun-lukla da kaçamaklar şeklinde tadına varabiliyor sokağın. Bazen bir düğün, bazen bir piknik. İnsan ya da hayvan hangi mekana kapatırsanız kapatın oranın efendisi olur çıkar üç günde. Bir mecburiyet hali, bir sonuç olarak yani. Kadın da kapatıldığı mekânların kölesi olma hissine kapıldıkça “efen-diliğe” soyunuyor. Şöyle ki nesnelerle çılgın bir ilişkiye giriyor. Bir tencere, bir kaşık çatal bıçak takımı, bir koltuk bir kanape bir nevresim takımı, bir zigon sehpa... Kadın eşyanın efendisi oluyor ve sonra eşyalar sadece onun hakimiyetindeymiş gibi davranmaya başlıyor. Hastalıklı bir durum bu tabii. Taşradaki birçok ev kadını –şehirlerin taşralarında yaşayanlar da- bir tür şir-ket yöneticisi gibi yönetiyor mekânını. Mekânın ekonomisini biliyor, politi-kasından haberdar, hukukunu çocuk-larına öğretiyor. İnsan ister istemez düşünüyor, benzer bir orkestrasyonu sokakta ya da başka mekânlarda ser-gileyebilseler hayat bambaşka olmaz mıydı diye. Benim “İnsan Kısım Kısım Yer Damar Damar”ımdaki Zümrüt’üm de öyleydi. Borcam denilen kalın cam kaba yüklediği mana gözlerimi yaşart-mıştı yazarken. İktidarını gösterebil-diği bir alan elbette kadın için içinde bulunduğu mekân. Bilhassa taşrada. Sahte bir iktidar ve sahte bir efendilik diyebiliriz elbet buna. Kurban oluşu gizleme telaşı da. “Beyefendi”de şiir türüne giriyorsu-nuz. Neden şiiri tercih ettiniz? Başka türlere de bir yolculuk düşünüyor mu-sunuz?

Gerçek şiir sadece edebi bir tür de-ğildir, tehlikeli bir yolculuktur. Afili bir laf etmek için söylemiyorum bunu. Şiir hakikaten akılla delilik arasında ipince bir çizgi. En azından bana öyle geldi. Bir daha cesaret edebileceğimi pek sanmıyorum. “Beyefendi”yi de şiir ola-rak düşünüp yazmadım. Metnin içeriği biçimini getirdi diyebilirim. Düzyazıyla anlatamayacağım bir şeydi “Beyefendi”. Biyografinizden maliye bölümü mezu-nu olduğunuzu öğreniyoruz. Edebiyat tarihinde, farklı mesleklerden yazarlığa yönelen pek çok isim sayılabilir. Size bu geçiş ihtiyacını hissettiren ne oldu? Edebiyat hayatınızın merkezine nasıl yerleşti?

Edebiyat hayatıma soluksuz kaldığımı kuvvetle hissettiğim bir dönemde girdi ve hakikaten sizin deyişinizle merkeze yerleşip kaldı. İyi ki de öyle oldu. Bah-settiğiniz gibi maliye mezunuydum, geleceğim rakamlar ve istatistiki oran-lar üzerine kurulacak gibiydi tam da, memnuniyetsizlikten ölecek gibiydim bu ihtimal üzere. Sonra tüm özgürlü-ğü ve nefes aldıran yanlarıyla edebiyat okumaya başladım. Bunda sağ olsun Metin’in (Üstündağ) payı var elbet. Sait Faik ve Cemal Süreya’yı o tanıştır-dı bana, Sevgi Soysal ve Tezer Özlü’yü de ben buldum. Bu yazar ve şairlerin şahsiyetim üzerine etkileri –inşallah

alınmazlar ama- neredeyse annem ve babam kadar vardır diyebilirim. Dün-yayı biliş duyuş biçimleri öğretmişler-dir bana. Bir bankonun arkasında bu duyuş ve bilişe sahip olamayacağımı hissediyordum. Edebiyat kendimi bul-mama da yardımcı olmuştur. Belki baş-ka mesleklerden yazarlığa geçenler için de böyle olmuş olabilir. İnsana insanı bulduran şeydir edebiyat diyeyim de, gülelim biraz. Eserlerinizdeki karakter çeşitliliğini yaşamınızdaki geçişlere bağlayabilir miyiz?

Tabii, neden olmasın. Türkiye’de göç çok önemli bir kavram. Kürdüyle, Tür-küyle, Lazıyla, Çerkeziyle, Alevisiyle , Sünnisiyle. Yirmili yaşlarıma kadar ben bildiğiniz göçerdim. O şehirden bu şe-hire, o mahalleden bu mahalleye, kâh ailemle birlikte kâh tek başıma göçüp durdum. Araştırmacılar söylemiştir ama memleketteki yerleşik insan sayısı göçer insan sayısına nazaran çok azdır. İşte yazar da bu göçerlerdendir.

Göç esnasında gördükleri onun en tabii hazinesidir. İnsan, hele de yazar insan, gördüklerini, duyduklarını, his-settiklerini aklında tutabilen insandır, süzgecine göre ayıkladıklarını tabii. Misal ben yıllar önce İzmit’te ortao-kuldan eve dönüş güzergâhında gör-düğüm Çingene (o zamanlar Roman demezdik) mahallesini “İnsan Kısım Kısım Yer Damar Damar” romanımda-ki mahalleye kısmen aktardım. Yahut yine İzmit orduevinin önünden geçer-ken sabahtan akşama dikilen gariban erlere bakıp “Sevabına veresim var kız şunlara” diyen İzmitli Fazilet Abla’yı da birgün aktaracağımı biliyorum. Bir yazarın yaşamındaki tüm geçişler ona zenginlik katar. Benim için de öyle oldu. “Miras” öykünüzdeki anlatıcının anne-sine sorduğu soruyu yöneltmek istiyo-rum size: “Bir anne kızına ne tür bir miras bırakmalı?” Hatice Meryem’in şifalı dilinin söyleyeceklerini merak ediyorum.

benim bir kızım olsaydı eğerörer tarardım saçını

uzun saç iyidir derdimyanağından makas alırdım

sevdiysen oje sür ammatırnakların badem derdim

düşersen kalkmayı bil düşene el uzat derdim

ve ölmeden önce onaşöyle bir miras bırakırdım

kırsalda birkaç dönüm arazi bankada yüklüce bir hesapdik haysiyetli bir duruşsevgiyi seçmenin bedelinin ağır olduğu bilgisitüm kabahatlarimtüm utançlarımve tabii tüm yatak bilgilerimin de yazılı olduğu samimi bir defteracılar sırlar pişmanlıklaraynalaraynaların karanlık yüzlerikendime bile itiraf etmekten korktuklarım korkular korkular korkular

sonra sağaltıcı kokulariyileştirici büyüler

ve tabii tatlı mı tatlı şifalı bir dil

“İnsana insanı bulduran şeydir edebiyat”

SEVAL ŞAHİN

Hatice Meryem’in son dönem Türkçe edebiyatta çok kendine has bir yeri var. Onun edebiyatının temelini oluşturan yalınlık ve -eski kelimeler kullanmayı sevdiğini tahmin ettiğimden edebiyatı için bu kelimeyi kullanacağım- anah-tarı olabilecek diğer bir kelime istiare ve derinlik. Ama burada istiareyi pasif bir konumda ve varolanı herkesin bil-diği şekilde anlatma anlamında değil, herkesin bildiği ama ancak bu kadar farklı şekillerde ifade edilebilme ye-tisiyle aktiflik kazanmış bir anlamda kullanıyorum. İşte bu bağlamda Hati-ce Meryem’in 2013 yılında yazdığı son eseri “Beyefendi” tüm bir hayata hatta tarihe yalınlık ve derinlik perspektifin-den yazılmış kocaman bir istiare sanki.

“Tante Rosa”nın ‘tüm kadınca bilmeyişleri’ne bir cevap gibi “Beyefen-di”. Bu cevap her çağdan, her dilden, her yerden kadınların seslerini kapsı-yor. Tüm kitap boyunca hiçbir zaman bir kadının sesi yok. Her zaman kulak-larımız yüzlerce, binlerce, milyonlarca kadının kimi zaman şarkıları, kimi za-man ağıtları, kimi zaman şiirleri, kimi zaman inlemeleri, kimi zaman hıçkı-rıklarıyla çınlıyor. Kadınların erkekle-

re yazdığı bir methiyenin tüm halleri onların dillerinden dünyaya sızıyor. Bu sebeple eserin en temel vurgu-su ‘kelimeler’e. Kelimeler her yerde, sürekli her yerden karşımıza çıkıyor. Ancak her yerden çıkan bu kelimeler aslında sadece bir dağınıklığa ve an-lamsızlığa, anlam olamamaya gönder-me yapıyor. Bir türlü tamamlanmayan, hep devam eden akışkan bir dünya hali. Zaten bu durumun kendisi bir davet niteliği taşıyor. Eserin en başında ‘aydınlık bir salona’ davet edilen be-yefendiye anlatılanlar bu akışkanlığa dair bir gönderme, bir çağrı, bir davet, bir birleşme halinin hazırlığı. Her şeye başka bir dilde, başka bir şekilde an-lam yüklemek değil ama anlam açmak için bir çaba girişimi: “keşke kurtulsak etki alanından/yer çekiminin kuvve-tinden/kafiye sevsek ve ne var aydın-lık bir salonda/oturup karşılıklı birer kahve içsek/unutsak kaldığımız yerle-ri/unutsak kaldığımız yerlerdeki tüm kelimeleri/yepyeni bir dille bekliyoruz sizi beyefendi”

Bu anlam açma çabasının Hatice Meryem’in eserlerindeki temel nokta-lardan biri olduğunu düşünüyorum. “İnsan Kısım Kısım, Yer Damar Da-mar”, “Aklımdaki Yılan”, “Sinek Kadar Kocam Olsun Başımda Bulunsun”da

yalın bir şekilde, kelimelerden ol-dukça tasarruf ederek anlattığı derin dünyalarda parçalar halinde sunduğu hikâyeler, ya da bunlara anlatı demek daha doğru geliyor bana, hep bir anlam açma çabasının, özellikle “Aklımdaki Yılan”da anlatanın kendisinin yaşadık-larından yola çıkarak kendine dair bir anlam çabasının kendinden önceki bir tecrübeyle ama özellikle anneyle bir-leşmesi bununla paralel. Aynı şekilde “Sinek Kadar Kocam Olsun Başımda Bulunsun”da da kendisini birçok kadın olarak ifade edişte, “ben bir …. karısı olsaydım eğer” şeklinde başlayan her bir anlatıda kendinin olmayan ama illa da kendinin olması gerekmeyen, onu tarif edecek, anlatacak bir anlam açma çabasının olduğunu görüyoruz. “Beyefendi”deki çokseslilik de bura-dan geliyor. Hatice Meryem edebiya-tının başarısı bu çoksesliliği yalınlık ve derinlikle birleştirebilmesi. Tarihsiz ve zamansız bir yerlerden bir sürü anlam açma çabasının insanın ta derinlerine işlemesi ve bir taraftan bir yerlerini ka-natması. Fakat kanayan yerlerini sara-cak birilerinin her zaman olduğunun umudunu da vermesi çok değerli.

Kadın ve erkeğin bir olma, birlikte ol-manın şenliği de “Beyefendi”nin için-de, kelimelere harmanlaşmış bir şekil-

de. Çoksesliliğin kadın dilinden ama asla erkekleri değil erk’i ve erkçe’yi işaret ederek yok edilmesi değil ama dağılıp gidiverip sonrasında bu dağıl-mışlığın başka kelimelerle, başka bir şe-kilde toparlanabilirliğinden bir başka şekilde yazılmış ‘erkeklere methiye’si, kanımca Türkçe edebiyatın ulaştığı doruklardan biri. Bu başkalık halini yaratan dil de oldukça başka ve tabii bu dille ortaya çıkarılan anlatı da öyle. Tamamen kendine has, tüm bu çok-seslilikleri ve umudu, isyanı anlatan bu anlatıda kelimelerin sıcaklığı tüm metne yayılmış. Anlatılanlar ne sadece bir şiire ne sadece bir hikâyeye ne sa-dece bir romana ne de sadece destana denk düşüyor. Boşuna değil anlatının sonunda bir ‘bahçede’ buluşup son-rasında ayrılınması. Bahçe, çok kolay tarif edilebilir bir mekân değildir. Ki üstelik bu bir ‘müze bahçesi’. Tabii Cat-herine Mansfield, Tezer Özlü ve Nilgün Marmara’ya da bir selam gönderme ol-duğu da akılda tutularak burada hatır-lanması gereken ise müze değil, müze bahçesi olması. Anlatıda gönderme ya-pılan tüm bu yazarlar anlatıcının met-niyle kaynaşmış. Onların kelimeleriyle anlatıcının kelimeleri birleşmiş hatta kol kola girmiş. Üstelik onları okurken ve onlardan edindikleri de bu kol kola

oluş halinde, anlatının akışkanlığına dahil edilmiş. Tıpkı bir müze bahçe-sinde birlikte oturur gibi. Ama asla onlara müzenin içindeki o soğukluk-tan bakmadan. Yine bir müze bahçesi olmasının diğer tarafı da zamansızlığa ve akışkanlığa dair bir gönderme ya-pılması. Çoksesli bir metinde her yer-den seslenen kadınların kelimeleri de müzenin içinde değil bahçesinde. Mü-zenin içinde onları seyreden, yorumla-yan, inceleyen olarak değil bahçesinde tüm bu hallerden kopuk, anlam açma çabaları içinde hep bir çoksesliliğe gi-den yoldaki akışkanlıkta.

Dünyanın her halini, her gününü görme ve yaşama çabasını anlama ça-basıyla örtüştüren çok doğurgan bir metin “Beyefendi”. Bu sebeple metnin çizgilerle yayımlanmış olması çok isa-betli olmuş. Zeynep Özatalay’ın çizgi-leri çok güzel.

“Beyefendi”, hayat içerisinde sürekli mücadele alanları yaratabilmeyi, bunu başarabilmeyi, bundaki ‘muzipliği’ hep hatırlatan bir anlatı. Ve edebiyat hayatı güzel kılıyor dedirten ama bunu en çok da bir dirençle destekleyen bir anlatı. İyi ki edebiyat var dedirten eserlerden biri.

“anlatacaklarım bitmedi/lütfen uyu-yup dinleniniz beyefendi”

Bir şiirsel methiye: “Beyefendi”

Bu ayın Odak Yazar’ı, günümüz Türkçe edebiyatta kendi diline-sesine sahip yazarlardan ilk akla geleni Hatice Meryem. Kadınlık hallerini etraflıca anlattığı eserlerinde kutsal olanla alay etmekten de geri durmayan yazarın eserlerindeki arka planı önce kendisi anlattı, sonra biz kitaplarını masaya yatırdık...

Hatice Meryem

EDEBİYAT 79

IstanbulArtNews

Temmuz / Ağustos, 2014 Sayı: 11

SİBEL KIR

Hatice Meryem, kadınlığın tüm halle-ri üzerine yazarken besbelli ki nasıl bir dille yazacağını çok düşünmüş bir ya-zar. Eril bir kategori sayılan dilde, dişil tonu koyulaştırabilmiş olması bile onu ayrıcalıklı bir yere koymamız için yeter-li. Bu dil, hem dille cebelleşmiş başka yazarlardan hem de sözlü kültürden, özellikle yabancılaştırıcı/yadırgatıcı etkiye sahip argo sözlerden gelen iplik-lerle dokunmuş. Böylece ‘ya o, ya bu’ mantığına sahip eril kategoriden uzak-laşıp ‘hem o, hem bu’cu dişil, daha da ötesi sahtelikleri azaltan bir etkiye ka-vuşuyor dili. Hatta okurken acaba bu metinler kurmaca kisvesine bürünmüş denemeler mi, diye sormadan edemi-yoruz. Dille birlikte adeta yazdığı türün sınırlarını da esnek bir biçimde, zorla-madan büküyor Hatice Meryem.

Abdülhak Şinasi Hisar’ın “Çamlıca-daki Eniştemiz” romanının kendisi üzerindeki etkisini her fırsatta dile getirse de bir dil bulmaya çabalarken pek çok başka yazardan etkilerin de Hatice Meryem’in yazısına sızdığı an-laşılıyor. Oğuz Atay, Sevgi Soysal, Latife Tekin, Tezer Özlü, Leylâ Erbil, Tomris Uyar, Adalet Ağaoğlu ilk fark edilen-ler. Adı anılan tek erkek yazardan söz etmek lazım. “Aklımdaki Yılan”ın ilk ve son öyküsü, Oğuz Atay’ın “Tehlike-li Oyunlar”daki bir bölüm adıyla he-saplaşmanın izlerini taşır: “En büyük hazinemiz aklımızdır.” “At Kürt Uçurt-ma Şenlik”te bu sözü çağrıştıracak şekilde “İnsanlığın en büyük hazine-siydi sevinç.” sözü geçer. Ama ‘ya o, ya bu’ değil Hatice Meryem’in tutumu. Oğuz Atay’a alternatif sunmaya çalış-maz o. Kitabın son öyküsü “Aklımdaki Yılan”da Oğuz Atay’da olduğu gibi bir ironiyi barındıracak biçimde aklın, de-lilik sınırlarını aşıp oralarda dolaştıktan sonra dönülen en değerli varlık olduğu onaylanır. Sevinç de akıl da içerdikleri zıtlarıyla birlikte birbirinin yerine geçi-rilemeyecek, birbiriyle kıyaslanamaya-cak ve vazgeçilemeyecek varlıklarımız olarak sunulmuş olur böylece.

Hatice Meryem, “Aklımdaki Yılan”da yer alan sekiz öyküde çok çeşitli anne-lik hâllerine yakından bakar: “At Kürt Uçurtma Şenlik”te çocuğunu tek başı-na büyüten anne, “Kadın Kadına Bir Hesaplaşma”da üvey anne, çocuğu-nu bırakıp giden anne, bakım veren anne, kendi annesine öfke dolu anne, “Miras”ta bütün bir annelik tarihini temsilen kızına onu mutsuz edecek bir yükü istemeyerek de olsa miras bırakan anne(ler), “Bir Gün Annem Çocukken”de anneannesinin hastalığı ve ölümü, ardından üvey anneleriyle olan ilişkisinde annesinin küçük bir kızken nasıl bir tutum takındığına ku-lak misafiri olduğu sırada ona karşı öf-kesini hatta nefretini yenip bu duygu-ları sevgi ve onaya dönüştüren bir kız - anne, “Ucube Gibi Bir Şey” ve “Ayna Kuyruk”ta menopoz dönemindeyken kendi hayatını ailesine feda ettiğini fark edip kendisine duyduğu öfkeyi başkalarına kusan veya yenilik arayış-larına giren anne, “Eski Seks Yıldızı Dostum”da geçmişini aklayabilmek için annelik zırhını kuşanmış anne, “Aklımdaki Yılan”da oğlunun ölümü-nü görme korkusuna ancak onun ya-nında ölmeye yatacağı fantezisiyle dire-nebilen anne. Kitap boyunca anneliğin yanı sıra çocukluktan itibaren çeşitli kadınlık halleri ve kaçınılmaz olarak erkeklik durumlarını işlenir.

“Aklımdaki Yılan”ın yazılış macerası ve amacını açıklamaya yardımcı olabi-lecek bir örnek var ilk öyküde. Oğlu-nu uçurtma şenliğine götürmek üzere Taksim Meydanı’ndan otobüse binen anlatıcı, oğlunun boynuna asılı dür-bünü çekiştiren iki yoksul Kürt çocu-ğu karşısında ne yapacağını bilemez. “Sersefil görünümleriyle iç yakan iki oğlanın kalbini kırmamalıyım elbette, ama oğlum da üzülmesin, annesinin onu yalnız bıraktığını düşünmesin de-ğil mi?”(22) diye geçirir aklından. Bu ikilem içinde “güzel güzel isteyin, ve-rir.” derken sesindeki sahtekârlığı giz-leyemez. Kürt çocukların uzaklaşması üzerine oğlunun kafasını bir an önce dağıtmak için ona Taksim Meydanı’nı tanıtır. Aynı anda aklına “Taksim Mey-

danı” adını taşıyan bir roman yazmak fikri düşer. Ancak gün içinde “Taksim Meydanı” adlı roman yerine “Anneli-ğin Kitabı”nı yazmaya karar verir. Ama-cı, “Aklımdaki Yılan”da içkin niyetle örtüşür: “Kadınları iyi anne safsatala-rından kurtarabilmek.” (30)

“Aklımdaki Yılan”ın ilk öyküsü “At Kürt Uçurtma Şenlik”, Hatice Meryem’in dil tutumuna dair de ipuç-ları sunmakta. Oğlunun ‘hiperaktifliği’ yüzünden öğretmenin azarlamalarına maruz kalan anlatıcı, bu yaralayıcı ile-tişimin hiç yaşanmayabileceği iki ko-nuşma modeli önerir. Biri hınzırca bir halk deyişi, diğeri oğlanın ve dolayısıyla annenin suçlanmasının altında yatan asıl sebebin açıklandığı daha ‘yaratıcı’ bir teşbih. Ve anlatıcı ağzındaki baklayı çıkarır: “İşte böyle. Bana göre sorunla-rın halli, ancak böylesi hakikatli itiraf-lar ve hiç değilse bir parça dilbazlıkla mümkündür.” (Altını ben çizdim.) Bu “sorunların” kişiler arası sorunları çok aşan bir tarafı olduğunu da öykünün adı zaten bize söyler. Kürt sorununun, hatta belki de insanlığın bütün sorun-larının çözümüne dair bir hayat dersini de aktarır bize.

“Aklımdaki Yılan”ın her öyküsü ayrı ayrı şaşırtıcı özellikler barındırsa da “Kadın Kadına Bir Hesaplaşma”nın yeri bambaşka. Çünkü eril zihniyet kökenli olup kadınlara da sirayet etmiş annelik hakkındaki önkabullerin en keskin ör-nekleriyle gizliden gizliye ve belki de görülmemiş bir biçimde bir hesaplaş-mayı barındırır bu öykü. Adının Melek olduğunu öğrendiğimiz anlatıcı, âşık olduğu adamın oğluyla birlikte, evlenir evlenmez hamile kalıp doğurduğu ken-di oğluna da annelik eden bir kadın. Her akşam altını ıslatan oğlanı avutan bir üvey anne. Ama özellikle çocuk hastalandığı zamanlarda asla ‘gerçek’ annesinin yerini dolduramayacağını duyumsamakta. O anlarda annesinin gelip onu bağrına basmasını ve mu-cizevi biçimde şifalandırmasını umar. “Onun yerini asla dolduramayacağımı bildiğim için; tabiatın bin yıllık kuralı-nın işlediğini görmek için; kafam aksi-ne bir türlü basmadığı için istiyordum

bunu. Nafile! Kadın gelmiyordu.” (50) Ama başka zamanlarda, çocuğunun uyku saatini, ödevini hesaba katmadan gelir annesi. Tüm bunlara içerler üvey anne. Buna rağmen yine de hangisinin çocuğa daha iyi annelik ettiği mesele-sini tartışmaz. Bu tartışmayı başka bir düzlemde gerçekleştirir. Apartman aydınlığında, mutfak penceresinin bir kol uzağına yuva yapan anne kumru, birkaç gün dönmeyince yavruların ba-kımını üstlenir anlatıcı kadın. Böyle ayrı türden yavruların bakımıyla ne denli uğraştığını da tüm detaylarıyla anlatır. Yine de her gün anne kumru-nun yavruları için dönmesini bekler. Ve bir gün, yaz için gidecekleri cennet mekânda onları elma ağacındaki kuş evine yeşleştirip uçuş eğitimi vererek özgürlüklerine kavuşturmayı planladı-ğı, artık anne kumruyu umursamadığı gün, tam kafesi alıp evden çıkacakken, anne kumru gelir. “Nereye götürüyor-sun yavrularımı?” deyip durdurur an-latıcıyı. Tuhaf gerilim anlarından son-ra Melek, “‘Kim anne ha? Söylesene? Bakan mı, büyüten mi!!’ Kuşa sordum bunu! Kumruya! Ne de olsa o da bir anneydi!” (52) diye açıklar durumunu. Bu soru derhal Bertolt Brecht’in “Kaf-kas Tebeşir Dairesi”ndeki “Doğuran mı annedir, büyüten mi?” sorgulama-sını hatıra getirir. Brecht, Tevrat’taki Süleyman Peygamber kıssasından yola çıkıp verili algıyı değiştirmeyi hedef-lemişti. Süleyman Peygamber, annelik iddiasındaki iki kadın arasında adale-ti sağlamak için çocuğu kılıcıyla ikiye bölmeyi teklif edince ‘gerçek’ anne derhal hakkından vazgeçer. Süleyman Peygamber de ancak ‘gerçek’ annenin böyle bir tavır sergileyeceği kanaatiyle çocuğu anneye verir.

Bertolt Brecht ise bu meseli değiştirir. ‘Gerçek’ anneye bebeğini unutturur, hizmetçi Gruşa bin bir zorlukla bebeğe bakar, onun hayatta kalmasını sağlar. ‘Gerçek’ anne, ancak mülkiyet hakkı için çocuğuna gereksinim duyduğunda onu arayıp bulur ve Gruşa’dan almak ister. Tuhaf bir yargıç olan Azdak bir daire çizip annelik iddiasındakilerin çocuğu oradan çekerek çıkarmaları-

nı söyler. Gruşa, çocuk zarar görme-sin diye çekelemez ve Azdak çocuğu Gruşa’ya verir. Brecht, kutsal kitap-lardaki ve genel algıdaki bir inanışı alt üst etmek için bu meseli oyunlaş-tırmıştır; ama değiştirmediği şey ada-leti sağlayacak kişinin yine bir erkek olmasıdır. Hatta Azdak’ın kararından sonra yabancılaştırıcı/yadırgatıcı etki-ye rağmen okurda/seyircide adaletin sağlandığına ilişkin bir rahatlama olu-şur. Kimsede o iki kadının çelişkili duy-gularına dair bir sezgi oluşmaz.

Hatice Meryem ise tabiatın kanunu sayılan, bin yıllık bir sorunu bambaş-ka bir biçimde çözer: Kadın kadına. Bir erkeğe, onun sağlayacağı adalete ihtiyaç duymadan. “Nihayet bu kadın kadına hesaplaşmanın halli için bam-başka bir çözüm belirdi darmadağınık zihnimde. Dönüp yüzüne yılgınlıkla baktım ve ‘Olan oldu,’ diye fısıldadım. Sesim titriyordu. ‘Sen yokken iyi bak-tım onlara. Yerini dolduramadıysam da hayatta kalmalarına yardımcı oldum. Şimdi izin ver de onları cennet gibi bir yere götüreyim. İzin ver ve hadi git ar-tık, n’olur!” (53) dedim.

Kumru, anlatıcının sözlerini ‘tart’ar; sonra uçup gider. O andan sonra Me-lek trajik bir ruhsallığa bürünür. “Cid-di bir saldırıyı atlatanların kederiyle ferahlığı doldu içime. ... Kıyıcı bir sa-vaştan çıkmış gibi yorgundum. Ancak muzaffer değildim. Birden gözümden yaşlar boşandı. O kadının kanat sesleri-ni hayatım boyunca unutmayacaktım.” (53) Edebiyatın zirve finallerinden biriyle karşı karşıya olduğumuza kim karşı gelebilir?

Hatice Meryem, kendisini ‘geveze’ sıfatıyla nitelemekten kaçınmayan bir yazar. Bir bakıma doğru bu yar-gısı. Öyleyse bu gevezeliğin ne işe yaradığına cevap vermek gerekiyor. Galiba has sanatı örterek kem gözler-den korumaya. Üstelik sanatını sakla-ma yollarını sürekli yeniliyor Hatice Meryem. “Beyefendi”de kullandığı şiir araçlarını da böyle değerlendirmek mümkün. Bundan sonra neler yapaca-ğını merakla beklemek düşüyor sadık okurlarına.

İyi annelik safsatası

Mekân ve özne biçimlerine taşradan bakmakODAK YAZAR

ARZUHAN BİRVAR

İktidarın aygıtları, mekânın her tü-ründe insanın her biçiminde nasıl kendisini yansıtıyorsa Hatice Meryem de “İnsan Kısım Kısım Yer Damar Damar”da iktidarın yansıma biçimleri-ni taşranın içinden yüzümüze vuruyor.Gündelik hayatımızın devletin sızarak girebildiği her alanında o büyük iktida-rın parçalarına, yansımalarına rastlarız ama taşra bu yansımalara en çok rast-ladığımız ve iktidarın kendini en çok hatırlattığı yerlerden biridir.

Mikro iktidar biçimlerinin örnekleri ise romanda vurgusu yapılan Kozluk-lular ve Zümrüt üzerinden verilmek-tedir. Benim bu metinde sorguladığım şey özellikle ulus - devletin dışladığı ve tecrit ettiği mekânlarda bu iktidar kurma biçimlerine neden daha sık rastlıyor oluşumuz. Tahakküm kurma ve bu tahakküme ihtiyaç duymanın anlamı nedir? Zümrüt’ün tavrıyla, en çok da diliyle kendisini herkese sürek-li hatırlatmasından şikayetçi olmayan aile bireylerini bu açıdan nasıl yorum-lamalıyız? İktidar ve güçlü olandan bu kadar rahatsızken yansımalarını neden gündelik yaşantımız içinde görürüz? Bu durum Kozluklular’ın yerinden edilme korkusundan kaynaklanıyor olabilir mi?

Bu soruların halihazırdaki cevapları-nın, Hatice Meryem’in 2008’de yayım-ladığı “İnsan Kısım Kısım, Yer Damar Damar” romanında anlatılan insan hikâyeleri ve onun taşrayla kurulan ilişkisinde daha çok netlik kazandığını düşünüyorum.

Kozluk’a bakmak taşranın kendisine bakmaktır. Peki neresidir taşra? Taş-ranın sınırını nasıl tayin ederiz? Taş-rada yaşayanlar şehre ait midir? Orada yaşayanlar ile şehirde yaşayanlar aynı haklara sahip midir? Mehmet Narlı, bir makalesinde ekonomik, kültürel ve siyasal elitizm, merkezi kendi bulundu-ğu yer olarak belirler, taşrayı ise ken-disinin olmadığı yer olarak algılayıp ve taşranın kendine yaklaştıkça ondan uzaklaşarak kendine merkez içinde yeni bir merkez inşa etmeye çalıştığı-nı ifade eder. Buradan yola çıkarsak Kozluk merkezin dışında tutulmaya çalışılan, Meryem’in belirttiği gibi “iş-sizin güçsüzün, çulsuzun uğursuzun, arsızın hırsızın, fakirin fukaranın, itin kopuğun, sefilin baldırı çıplağın yurt tuttuğu bir yer”dir(Meryem 2008:65). “İstanbul’un biraz ötesinde biraz be-risinde, biraz sağında biraz solunda, ama asla ortasında değil!” dir. Bütün hikâye de burada başlar. Hatice Mer-yem, bize ait olmayı isteyip istemedi-ğimizi sorguladığımız ‘Onlar’ın pen-ceresinden Kozluk’u ve Kozluklular’ı anlatır.

1950’lerden itibaren tekinsizleşmeye başlayan Tarlabaşı’nın ara sokaklarına girmiş gibi bize ‘Onlar’a ait olanın için-den aslında neler olup bittiğini göste-rir. Zümrüt’ün deyimiyle, aşkla meşkle

ilgisi olmayan yoksullardan oluşur Koz-luk. Kamusal alanın dışına itilmiş, öte-kileştirilmiş, sözsüz bırakılmışların yeri-dir. Kamusalın yani dilin dışında olanın nasıl ki sesi dilin hegemonik temsili içinde duyulmazsa Kozluklular’ın sesi de yaşadıkları mekânın dışına çıkmaz.

Nurdan Gürbilek, ‘80’lerde Türki-ye’de bir kültürel bölünmeden , bir ya-rılmadan söz etmek gerektiğini söyler ve ‘bir yanda kendini taşradan, yoksul-luk ve isyandan ayıran, kendini bütün bu çelişki ve çatışmaların dışında ta-nımlamak isteyen bir Türkiye (Gürbi-lek 2011:26)’ var diyerek devam eder.

Kozluk da işte böyle bir göçün, İstanbul’da yaratılan bir taşranın sim-gesidir. “Kozluklular da dillere pe-lesenk olan hani şu çok meşhur ‘taşı toprağı altın’ yalanına itibar edip pılıyı pırtıyı, tası toprağı, çoluk çocuğu kol altına sıkıştırarak ve binlerce yıldır on-larca uygarlığın karnını tıka basa do-yuran bereketli Anadolu topraklarını geride bırakarak yola koyulmuş, türlü zahmet ve badirenin ardından, üstelik epeyce telefat verdikten sonra varmış-lardır İstanbul’a “(Meryem 2008:31) “Umdukları gibi karşılanmamaları bir tarafa, daha yol yorgunluğunu üzer-lerinden atamadan, başlarını sokmak için bin bir maharet sergileyerek el ça-bukluğuyla çattıkları evlerinin”( Mer-yem 2008:31), zamanla üzerine çıkılan katlarla yükselen kolon filizleri yarı ge-cekondu yarı apartman görüntüsüne sahip bu yapıların arasından Elmas’ın Zümrüt’ün ve diğer Kozluklular’ın hikâyesini dinleriz Meryem’den.

Kimi politikacılar -muhtemelen neoliberallerin- seçim alanlarında bu mahallelerin yıkılması gerekti-ğini savunurken kimi politikacılar da-liberallerin- seçim alanlarında bu mahallelere sahip çıkılması gerekti-ğini savunacaktır. Ama bir şey var ki Kozluk’ta inşaatı altı ay kadar kısa sü-rede tamamlanan Kozluk Center, ikti-darın bir ayağının yavaş yavaş bu alana kaydığının, kendisini hatırlatmaya baş-ladığının göstergesi olacaktır. Kozluk-lular alışveriş edemeseler de vitrinleri uzun uzun süzerler. Kozluk Center kendileri ve diğerleri arasına çekilmiş bir sınırdır. Tarlabaşı ve Beyoğlu sınırı gibi. Bu sınırın ardını görme ve onu aşma merakı onları Kozluk Center’a çeken nedenlerden biridir.

Nermin Saybaşılı “Sınırlar ve Hayalet-ler” kitabında kent içinde hudut olarak işlev gören sınırların varlığına işaret eder. “Neil Smith kentsel mekânlarda özellikle ekonomik düzlemde sınır-ların üretimi konusun yeni açılımlar getirerek soylulaştırma ve mutenalaş-tırmanın hem ereği hem de sonucu olarak ortaya çıkan mekânsal ayrıştır-ma ve farklılaştırma politikalarına dik-kat çeker. Smith’in kavramsallaştırdığı anlamda ‘kentsel hudutlar’ coğrafi ya-yılma yerine ekonomik yayılmaya daya-nır. “(Saybaşılı 2011:120) Smith bunu daha sonra ‘soylulaştırma hududu’ ifa-desiyle açıklar.

Bu anlamda kent manzarasına keskin bir ekonomik çizginin çekildiği yerdir Kozluk Center ve Kozlukluların yüzüne iktidar tarafından çarpılmış bir tokat gibi Smith’in ‘soylulaştırma hududu’ çerçevesinde Kozluklular’ın bu hudu-dun dışında tutulduğunu göstermenin simgesidir.

Bunun bir örneği bugün de çok ya-kınımızdadır. “Beyoğlu 1990’lar bo-yunca ‘soylulaştırılarak’ İstanbul’un eğlence, dinlence, kültür ve sanat mer-kezine dönüştürülürken, kent merke-zinde yer alan Beyoğlu ilçesine bağlı Tarlabaşı’nda “(Saybaşılı 2011:120) olduğu gibi Kozluk’ta da “kamusal mekân, kent yaşamı için uygun olma-yan kişileri sürerek yeniden düzenle-mek (Saybaşılı 2011:120)” ister.

Mehmet Narlı’nın belirttiği gibi “Türkiye’de vurgulu bir hiyerarşi-yi anlatan taşra”, metin bünyesinde Kozluk Center’ın inşasıyla da biz ve onlar arasındaki ayrımı güçlendirir. Kozluk Center, varlığıyla Kozluklu kız-ları ağına düşüren bir algı da yarata-caktır. Şükrüler’in kızının, Ayten’in, Zekiye’nin ve Kozluk’un Kuran okuyup Allah’a dua eden kızlarının; Elmas’ın gözünde ahlâksız olmaları ve Kozluk Center’a uğramadan edememeleri arasında bir ilişki vardır. Onlar iktidara teslim olup, muhafaza etme duygusun-dan yoksun olanlardır.

Bu durumun mahrumiyet ve mah-remiyet ile kurulan ilişkisinde Narlı, taşralı hem mahrumdur hem mahrum değildir derken bu mahrumiyetin me-rakı da beslediğini belirtir. “Taşradaki mahrumiyet nedeniyle taşralıda ken-dinde bulunmayana karşı bir merak ve hayret uyanır. Taşralı durmadan bir şeyleri muhafaza eder çünkü orada de-ğişim tekrar edilemeyecek kadar hızlı değildir.” (Narlı 2013:5) Bu sebeple Kozluklu kızlar hududun diğer tarafın-da olmak isteyenlerdendir.

Sosyal mahremiyet alanının en güzel örneği Kozluk’ta yaşayanların evleridir.

Kozluk’taki evlerin simgeleşmiş yerle-rinden biri Zümrüt ve Cavit’in evidir. Yine bir gece uzatılan kolonlarla büyü-yen evin üst katında Cavit’in kardeşi ve eşi Seher yaşar. Yabancıların giremedi-ği ev simgesiyle “aile dostları ahbaplar ve yakın arkadaşlardan oluşan bir sos-yal mahremiyet alanı” (Narlı 2013:5)nı temsil eder.

Bir alt sınıfı temsil eden bu ev “Beş Taşra Kentinde Gündelik Yaşam” adlı bir makalede belirtildiği gibi üst sınıflara doğru gidildikçe ayrışan ‘gi-rilmez alanlar’ın önündeki sınır Koz-luk Center tarafından belirlenir. Biz, ‘ötekiler’’e bu hududun arkasından bakar ve onların mahremiyet alanını merak ederken seslerini ‘ezilmişlerin ağbisi’ ile duymaya çalışırız.

Erkek ilişkileriyle Kozluk’un sokakla-rına çıkabildiğimiz metinde, kadın iliş-kileri bizi ev içlerini görmeye sevk eder. Kozluk’ta Zümrütler’in evi bütün bir metne hakim olan ve onun üzerinden kadın ilişkilerinin küçük örneklerini görmemizi sağlayan mekândır. Ev için-de dikkat çeken mekân ise Zümrüt’ün kimsenin girmesine yanaşmadığı oturma odasıdır. Kendince değerli eş-yaların bulunduğu bu oda, hududun ötesine duyulan özlem duygusunu per-çinlemektedir.

Bir borcamın kırılması Zümrüt’ün çileden çıkmasının sebebi olacaktır. Zümrüt hayatında eksikliğini hisset-tiği duyguları eşyalarına aktaran bir kadındır. Sakat kalan çocuğuna karşı hissedemediğimiz üzüntüsünü bir bor-camın kırılmasıyla derinden hissede-riz. Her ne kadar metin boyunca bu-yurgan diliyle, herkesi izana getirmeye çalışan tavrıyla, Elmas’tan üstün olarak sahip olduğu fizikî ve mizacî özellik-leriyle metnin en dominant karakteri olarak görülse de kırılan bir borcam-la nasıl parça parça olduğu, kaybet-me duygusunun acısını bir köpekten çıkardığı o an kadınca bir duyarlılığı da yansıtır. Zümrüt’ün hayatındaki bu kırılma ve parçalanma “yıllardır tutmaktan yorulduğu bir muhasebeye başlamanın”(Meryem 2008) hayatının kâr ve zararlarını ayırmanın anıdır.

Taşralı kadın, eş ve çocuklarla geçi-rilen zamanın tahakkümü altındadır. Zaman kendisine ait değildir, hep di-ğerlerini düşünmek gerektiği sorum-luluğuyla yaşar veya yaşamaya zorlanır.Boş zamanı olan kadın tehlikelidir çünkü ve bunun için önlemler alınma-lıdır. İlk önlemler ise anneden gelir. Hatice Meryem’in “Miras” öyküsünde gördüğümüz gibi anneden kıza bırakı-lan servetin devralınmasına da karşılık gelir bu durum. Metinde ise kadının kendine ait bir odası ve zamanı olma-ması Zümrüt’ün hayatıyla somutlaş-maktadır.

Gözü her yerde herkestedir Zümrüt’ün. Çocukların duvara astıkla-rı posterlere, kocası Cavit’in iş bilmez hâllerine, Seher’in neden üst katta ol-duğuna söylenir durur. Belki metnin en yalnız karakteridir Elmas. Ama o da

sürekli kontrol altındadır, asla boş bıra-kılmaz. Kozluk’a geldiğinde 15 yaşında olan kardeşi Elmas’ın sahip olduğu tek şey belki iğnelikleri ve bir yemek kita-bıdır.

Dört duvar, iki divan ve bir yüklükten ibaret özel alanında, annesinden kal-ma otorite boşluğunu dolduran Züm-rüt tarafından her an göz hapsindedir. Diliyle, gözüyle vakitli vakitsiz rahatsız eder onu. Zümrüt’ün herkes üzerinde bu denli tahakküm kurma arzusunu George Simmel’in de belirttiği gibi tabi kılınan kişinin iç direncini kırma iste-ğiyle mi yorumlamalıyız? Kadının taşra-da başlayan otoritesi aslında toplumun katmanlarındaki genel bir kargaşanın ve değişimin başlangıç hâlini de göste-riyor. Zümrüt tarafından kurulan otori-tede de, sahip olduğu dört erkek çocuk üzerinde de gördüğümüz bu tahakküm biçimi erkeğin iç direncinin kırılmaya başlamasıyla yakından ilgilidir. Böylece Kozluk’taki işsiz güçsüz erkek takımı üzerinden de erkeğin zayıf hâlleri gös-terilmektedir.

Pek çok metinde kadını anlatma bi-çimi daha çok kadın kırılganlığı üze-rine yoğunlaşırken Hatice Meryem’in metninde bu durum yer değiştirmiştir. Son kısımda yapılacak olan bir aile zi-yareti için yola çıkma anını, metin için-de gördüğümüz tek huzur veren anlatı olması itibariyle toplumsal olarak bir dengelenme hâlinin temennisi olarak okumak mümkündür.

Sonuç olarak “İnsan Kısım Kısım, Yer Damar Damar”, taşra üzerinden insan ve mekâna dair okumlar yapmamızı sağladığı gibi daha pek çok farklı açı-lardan bakabileceğimiz içerikler sunan bir metindir. Kozluk erkek suratlı ka-dınlarıyla, kırık, dalgın, kusurlu, geç-mişiyle hesaplaşan erkekleriyle, bahtsız çocuklarıyla, ümit vaat etmeyen genç-leriyle aslında merkezin tam ortasında ama bir o kadar dilin dışında olduğu için görünürlüğe sahip değildir. Koz-luk ‘ezilenlerin ağbisi’ tarafından anla-tılan yer asla değildir. Kozluk biraz da içimizdedir.

Kitabın Aynalar bölümünde, Zümrüt, Cavit, Coşkun ve Elmas’ın lunaparktaki aynalarda kendilerini yamuk yumuk eciş bücüş gördüğü anda taşranın ne olduğu anlaşılır. Onların aynaya bak-tıklarında gördüğü eksiklik ve ken-dilerine gülmelerine neden olan şey kendimizle ilgilidir. Elias Cannetti’nin de dediği gibi “Taşraya bakmak, insa-nın kendi içine bakmasıdır.” Asıl taşra bizim kendimizi görme biçimimizde-dir.

KaynakçaMeryem, Hatice(2008)İnsan Kısım Kısım, Yer Damar Da-mar, İletişim Yayınları, İstanbulBeşTaşraKentindeGündelikYaşam:http://www.sosyolo-jidernegi.org.tr/kutuphane/icerik/ozsan_gul_durakba-sa_ayse.pdfNarlı, Mehmet (2013),Romanlar ve Taşralar: Türk Ro-manında Taşra Algıları Üzerine Bir Değerlendirme,Bilig, s.285-315 http://yayinlar.yesevi.edu.tr/files/article/641.pdfSaybaşılı, Nermin (2011), Sınırlar ve Hayaletler, Metis ya-yınları, İstanbul.Gürbilek, Nurdan (2011), Vitrinde Yaşamak, Metis Yayın-ları, İstanbul.

EDEBİYAT 80

IstanbulArtNews

Temmuz / Ağustos, 2014 Sayı: 11

La Mancha diyarının son büyük anlatıcısı Gabo

Gabriel Garcia Marquez’in 17 Nisan 2014’te aramızdan ayrılışı üzerine bütün dünyadan okurları, yazar dostları, politikacılar, gazeteciler, popüler isimlerin dile getirdiği samimi acı, bizlere kitaplarının hâlâ dimdik ayakta olduğunu söylüyor. Peki, Gabo’yu bu kadar büyük ve iyi yazar yapan ‘hakikatin büyüsü’ nerede gizli?

GÖKHAN YAVUZ DEMİR

“Latin Amerika’daki gündelik hayat, gerçekliğin birçok olağanüstü şeyle dolu olduğunu ispatlar. Her gün ne kadar olağanüstü şeylerin olup bitti-ğini anlamak için gazetelere bakmak yeterli. Yüzyıllık Yalnızlık’ı büyük bir dikkat ve zevkle, fakat hiçbir şaşkınlığa kapılmadan okuyan son derece sıradan insanlar tanıyorum. Şaşırmadılar; çün-kü ben onlara hayatlarında yeni olan hiçbir şey anlatmıyorum. Kitaplarım-da gerçekliğe dayanmayan bir tek satır bulamazsınız. (...) Asıl sorun, birçok kimsenin benim muhayyel romanlar yazdığıma inanması. Halbuki ben çok gerçekçi bir insanım ve doğru sosyalist-realizm olduğuna inandığım şeyi kağı-da döküyorum. (...) Yüzyıllık Yalnızlık’ı rasyonalist yahut Stalinistlerin, yıllarca bu gerçekliğe daha kolay anlaşılır ol-masını sağlamak uğruna, dayatmaya çalıştıkları sınırlamalar olmaksızın, yal-nızca gerçekliğe, bizim gerçekliğimize bakarak yazabildim.”

Gabriel García Márquez

İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi Sekreteri Horace Engdahl, 2006 son-baharında, o yılki Nobel Edebiyat Ödülü’nün “çağdaş romanın köklerini genişleten” Orhan Pamuk’a verildiğini, yanlış hatırlamıyorsam, şöyle bir tespit-le ilan etmişti: “Kendisinin, romanı, biz Batılıların elinden aldığı ve bizim şimdiye kadar gördüğümüz romandan tamamen başka bir şeye dönüştürdü-ğü söylenebilir.” Demek ki bu kadar büyük bir yanılgıyı dile getirmek için İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi Sek-reteri olmak gerekiyor! Çünkü bugüne dek, edebiyat tarihinde Batı romanının karşısına kendi sesini bulmuş, kendisi olmuş romanla sadece Latin Ameri-ka çıktı; romanın sınırlarını genişle-terek, roman dediğimiz türe yepyeni bir karakter verebilmeyi sadece Latin Amerikalı yazarlar başardı. Bu neden-le “çağdaş romanın köklerini geniş-leten” asıl isim, 2006’dan çok önce, daha 1960’larda romanı yeni bir şeye dönüştüren ve 1982’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık bulunan Gabriel García Márquez idi. Kendisi olmak

Zamanının büyük yazarları vardır, bir de zamanın ötesinde olanlar. Kelime-lerden hikâye yontanlar vardır, bir de bizatihi söz olanlar. Kimse bu yeryü-zündeki yerini seçemez. Çalışarak, ke-limeleri kuyumcu titizliğiyle işleyerek büyük yazar olunabilir. Ama çalışarak kimse zamanı aşamaz; kimse çalışarak her şeyi ve hiçbir şeyi var eden söz ola-maz. Yanlış anlaşılmasın, doğuştan ye-teneği veya doğuştan olanı kastetmiyo-rum. Doğuştan olduğunuz kişi olmak, ancak doğduktan sonra olduğunuz kişi ve muhatabınız çağdaşlarınızla zorlu bir mücadeleden sağ çıkmakla müm-kündür. Kimin kazanacağını ise kim bilebilir?

Zamanın ötesinden, zamanına seslen-menin kahredici bir bedeli vardır. Tan-rının Gabo gibi bazı şanslı dehâları, bu bedel dolu yılların ardından çağdaşla-rınca takdir görür. Gabo doğuştan bir hikâye anlatıcıydı; tepeden tırnağa sö-zün sihrine bulanmıştı. Gabo yirminci yüzyılın taşlanmamış, aksine taçlanmış edebî peygamberiydi. Ama doğuştan olduğu kişi olmak, onun bile çok vak-tini almıştı. Hukuk eğitimini yarıda bı-rakmasıyla başlayan sefaleti uzun yıllar sürmüştü. Bu uzun yokluk yıllarında gazetecilik yapmış, dergi çıkartmış, kendini asla tatmin etmeyen hikâyeler ve romanlar bile yazmış; ama doğuştan olduğu kişi olmaya giden yolu aramak-tan hiç vazgeçmemişti: Bir roman yaza-caktı; o güne kadar hiç yazılmamış bir roman yazacaktı hem de. Ama nasıl?

O güne dek okuduklarından ve yaz-dıklarından çok farklı, çok daha bü-yük bir roman yazacağından emindi. Ama ne yazacağını ve nasıl yazacağını bilmiyordu. Bildiği tek şey, içindeki se-sin, ‘Daimonion’unun, ona sürekli hiç yazılmamış bir romanı yazacağını söyle-diğiydi. İçindeki bu sese, mevcut koşul-larına ve yaratım sancılarına rağmen, Gabo’nun ruhundaki bu gerilimlerle nasıl baş ettiğini bilemiyoruz. Yine de 1965 yılının başlarında her şeyin, ede-biyat tarihini yeniden yazdıracak kadar kökten değiştiğini biliyoruz. Meraklıla-rı efsane roman “Yüzyıllık Yalnızlık”ın nasıl yazıldığını, Gabo’nun “Beş Yüz Gün Süren Sefalet”te anlattıklarından öğrenebilirler. Çünkü “Yüzyıllık Yalnız-lık” ile birlikte nihayet Gabo, doğuştan olduğu kişi, anlatmak için yaşayan bü-yük hikâye anlatıcısı (narrator/story-teller) olmuştu. Kendisi olan bir edebiyat

Hiçbir şey boşlukta durmaz. Hiçbir yazar, kendi sesini bulmuş veya kendisi olmuş bir edebiyata sırtını dayamak-sızın, kendi olamaz veya kendi sesini bulamaz. Aksi takdirde dünya edebi-yatının büyük anlatı geleneklerini hat-meden, kanına yazı virüsü bulaşmış her anlatma sevdalısı, alın terinin asi-diyle edebiyat tarihine adını kazırdı. Elbette dünyanın birçok yöresinde ve

dilinde, onurlandırılmayı hak eden ve zamanına damgasını vuran büyük an-latıcılar, romancılar, yazarlar olmuştur ve olacaktır. Ancak sadece büyük bir anlatı geleneğinin rahminde şekille-nen, onunla beslenen ve onun üzerin-de durabilenler; edebiyatın sınırlarını yıkıp yeni sınırlar koyabilecek kadar büyük yazar olabilirler. Gabo’nun doğ-duğu kişi olmasında; kendi sabrı, ina-dı, emeği ve yazma/anlatma tutkusu kadar, üzerinde yükselmeyi ve ondan beslenmeyi bildiği büyük bir anlatı ge-leneğinin de payı olduğu aşikârdır.

Bizim uzaktan ve toptancı bir bakışla ‘Latin Amerika edebiyatı’ diye adlandır-dığımız şey, aslında tek tek Kolombiya edebiyatı, Arjantin edebiyatı, Meksika edebiyatı, Şili edebiyatı, Peru edebiyatı gibi birbirinden farklı edebiyatları için-de barındırır. ‘Latin Amerika’ benim ve sizin gibi birçok iyi roman okurunun tembellikten ötürü kullandığı ve esa-sında tek bir gösterileni olmayan bir gösterendir. Alberto Manguel’in söyle-diği gibi, Şilili Isabel Allende ile Meksi-kalı Juan Rulfo arasında, Alman yazar Günther Grass ile İtalyan yazar Elsa Morante arasında bulunabileceğinden çok daha az ortak nokta vardır. Yine de Latin Amerikalı edebiyatların iki tür re-alizm üzerine kurulduğu söylenebilir: politik realizm ile poetik realizm. Ve elbette bu ikisinin sırtını yasladığı yer ise Cervantes’in “Don Quijote”si ve İs-panyol edebiyatıdır. Bu yazının doğru-dan konusu değilse bile, Cervantes’in “Don Quiojote”sini var eden “Bin Bir Gece Masalları”na kadar geri götürü-lebilecek soyağacı çıkarılabilir. Bir de buna; aç, meraklı ve genç bir roman öğrencisi olarak Gabo’nun, romanın teknik sorunlarına cevap ararken iş-tahla okuduklarını eklersek, işte o za-man Gabo’nun “Yüzyıllık Yalnızlık”ı ne kadar sağlam temeller üzerine inşa ettiğini daha iyi anlarız: Böcek olarak uyanan Gregor Samsa’sı ile Kafka; Gabo’nun edebiyat anlayışını bir gece-de yıkıp yeniden inşa eden Juan Rulfo ve Pedro Paramo’su; romanın teknik sorunlarına getirdikleri çözümlerle Gabo’ya hep rehberlik eden iki Kuzey Amerikalı William Faulkner ve Ernest Hemingway ve dahası...

Bütün bunlar, yeteneği ve çalışkanlı-ğıyla birlikte Gabo’yu yine büyük bir ya-zar yapabilirdi; ama Gabo asla! Sırtını büyük bir edebiyat geleneğine yaslan-manın güveni ve doğuştan gelen içgü-düleriyle o güne dek modern romanda eksik olanın kokusunu alan Gabo, o kokunun peşinde 15 yıla yakın güzer-gahı olmayan bir yolculuğa çıktıktan sonra, aradığı ve aslında çok iyi bildiği cevabın çocukluğunun geçtiği Araca-taca’daki evde ne zamandır kendisini beklediğini anladığı anda Gabo oldu.

Büyükbabası, büyükannesi ve teyzele-riyle kalabalık içinde sürekli hikâyeler anlatılan bir evin içinde geçen çocuk-

luğu boyunca Gabo’nun içselleştirdiği en kıymetli sosyal erdemi, şifahî kül-türdeki sözün büyüsü olmuştu. Delilik-le geleceği öngörmek arasında gidip gelen bir büyükanne ve mutlulukla çıl-gınlık arasında hiç ayırım gözetmeyen sayısız akrabayla büyüyen Gabo, daha çocukluğunda bir hikâyenin her an-latılışında nasıl yeniden yazıldığını ve bir hikâyenin değerini ve ilginçliğini, konusu kadar anlatılış tarzından da al-dığını öğrenmişti.

İşte 1965 yılının başlarında bütün bunlar Gabo’nun zihninde bir araya geldi ve dünya romanının önünde birden daha önce hiç kimsenin adım-lamadığı yeni bir patika açıldı. Roma-nını, büyükannesinin kendi hikâyesini Gabo’ya anlattığı gibi yazmalıydı. Şifahî kültürde bir hikâyenin nasıl an-latılması gerektiğini çok iyi bilen ve yazılı kültürün en büyük estetik icadı olan modern romanı hatmeden Gabo artık “Yüzyıllık Yalnızlık”ı yazabilirdi.

Gabo’yu, Gabo yapan sihirli formül, bu gibi görünüyor. Hikâye anlatıcılığın-daki sözün gücünü romanın kurgusu-na taşımak. Ancak Homeros’un kaleme alabileceği bir “İnsanlık Komedyası”nı, büyükannesinin anlatım tekniğiyle sos-yalist - realist bir roman kurgusuna ak-tarmak. Bu, Gabo ve büyükannesi için ne kadar sıradan ve aleladeyse, modern romanın dönüşümü ve tazelenmesi açı-sından da o kadar olağanüstüdür.

Bunu başaran Gabo, bize geleneksel anlatı tekniklerinden beslenen roma-nın neler yapabileceğini göstermiştir. Haksız bir mukayeseye gitmek isteme-sem de, neredeyse Gabo’yla yaşıt olan ve sözlü anlatı geleneğinin çok iyi bir temsilcisi olan Yaşar Kemal, hem arka-sında güçlü bir roman geleneği olma-dığı hem de –maalesef– asla modern romanın teknik sorunlarına vakıf ola-madığı için benzer bir başarı göstere-memiştir. İyi bir anlatıcı ama kötü bir romancı olan Yaşar Kemal’in aksine, Gabo hem iyi bir anlatıcı hem de iyi bir romancıdır. Yaşar Kemal’in “İnce Memet”te yapamadıklarını yapamama-sının, Gabo’nun da “Başkan Babamızın Sonbaharı”nda yapabildiklerini yapa-bilmesinin nedeni budur.

Gabo kültürünün, coğrafyasının ve yeteneğinin ona bahşettiklerini çok iyi değerlendirerek, yirminci yüzyılda kendisinden başka hiç kimsenin yapa-madığı bir buluş yapmıştır: sözlü anlatı tekniğiyle roman yazmak. Bir Amerikan icadı olarak Büyülü Ger-çekçilik

Biz Türkler nasıl anlamadığımız her şeye ‘postmodern’ deyip geçiyorsak, Amerikalılar da Gabo’nun şahsında nüfuz edemedikleri bu (Gabo’nun yanı sıra Arjantin’den Julio Cortázar, Meksika’dan Carlos Fuentes ve Peru’dan Mario Vargas Llosa’nın isim-leriyle özdeşleşen) El Boom yazarla-rınca şekillendirilen realizme ‘büyülü gerçekçilik’ (magical realism) dediler. Latin Amerika’yı bizim için büyülü ya-pan, tuhaf şekilde kuzeyin dilinin gü-neyin de dili olmasıdır. Oysa, dilin ve takvimin aksine, coğrafya ve iklim bu-rada kuzeyin tersidir. O yüzden Latin Amerika’da Aralık ayının sıcağında ter-lerken, Noel Baba’yı ren geyiklerinin çektiği kızaklarla izlemek, sadece biz Kuzey yarımküre insanları için büyülü-dür. Kıtanın kendisinden başka ortada büyülü, sihirli, tılsımlı bir şey olmadığı için de ‘büyülü gerçekçilik’ sadece bir Amerikan icadıdır.

Maalesef kartezyen akıl, insan haya-tının irrasyonel, olağandışı veya ger-çekdışı olarak gördüğü en sıradan, en insanî özelliklerini hep yok saymıştır. Kartezyenizmin zihnî egemenliği üzeri-ne inşa edilen modernite gibi modern roman da ‘gerçek’ (!) insanı bütün ir-

rasyonalitesinden sıyırarak ve hep bir takım nedenselliklerin ürünü olarak açıklayarak eksik bırakmıştır. Moderni-tenin büyübozumunda sosyal gerçeklik çelikten bir kafestir.

Şükürler olsun ki bu kartezyen akıl Latin Amerika’da bir türlü gündelik hayata hakim olamamış ve o rengarenk, melez ve tropik hayatı kendi çelikten kafesinde solduramamıştır. Bu neden-le Latin Amerika’da, 1960’lardan beri olan şeyin bir tür fantezi edebiyatla; ha-yaller, düşler, sihir ve tılsımla bir alâkası yoktur. Çünkü Latin Amerika’nın ola-ğandışıyla bezenmiş olağan ve sıradan günlük realitesinde, Batı Avrupa’nın iki dünya savaşı görmüş, gri ve metalik rasyonaliteden imal edilmiş gerçekli-ğinin duyduğu gibi ‘fantezi edebiyat’a ihtiyaç duyulmaz.

Sözlükler ‘büyülü gerçekçilik’i şöyle tanımlıyor: Olağanüstü olayları gün-delik gerçekliğin sıradan unsurları olarak sunan tahkiye sanatı. Gerçekte, gerçekliğin olağan ile olağanüstünün harikûlade dengeli ve usturuplu bir bi-leşimi olduğunu bilmek için herhalde ya bizim gibi Doğulu yahut da Gabo gibi Latin olmak gerekiyor!

Gabo bütün konuşmalarında, sıradan her Latin Amerikalı’nın yaşadığı gibi, içine doğduğu ve içinde yaşadığı gün-delik hayatın kendi gerçeğini olduğu şekliyle, aynen hikâyelerine taşıdığını ısrarla söylemiştir. Daima realist bir ya-zar, hatta sosyalist-realist bir yazar ol-duğunu ve iyi bir romancının sadece ve sadece gerçeğe ihtiyaç duyduğunu yürekten savunmuştur: “Gerçek her za-man en iyi edebî formüldür.” Evet “Yüz-yıllık Yalnızlık”ın sonunda bütün bir Macondo uçuyordu, ama aynı roman-da greve giden üç bine yakın işçinin meydanda askerler tarafından mitral-yözlerle tarandığı ve sonra cesetlerinin vagonlara nasıl yüklendiği de anlatılı-yordu. Bunlar eğlenceli bir muhayyi-lenin fantazyaları değildi. Bunlar, hep olduğu gibi karşımızda duran gerçekli-ğe tümüyle başka bir şekilde bakmanın ürünüydü.

Gabo’nun gerçekçiliği, gerçekliği yal-nızca bir yanını içeren bu mantık - mer-kezci gerçekçilikten farklıdır. Onun sosyalist - realizmi Stalinist değildir ve Plehanov ile Georg Lukács’ın sosyalist sanat anlayışlarından da ayrılır. O, kar-tezyen düşüncenin, pozitivist ve mater-yalist felsefenin cenderesinden, kendi anlatı tekniklerine dar gelmesinden ra-hatsızdır. Muhtemelen Comte ve Gabo asla dost olamazlardı. Hatta Gabo, Des-cartes ile cennete gitmektense, Rabela-is ile cehenneme gitmeyi tercih ederdi.

Onun sosyalist - realizmini, benzer başka realizmlerden ayıran en önemli şey poetik olmasıdır aslında. O gerçek-liğin şiirini yazmak istemiştir. İmajla-rın zenginliğiyle gerçekliğe ulaşmak isteyen; cümlelerini kuyumcu terazi-sinde tartarak kuran; her şeyi olduğu gibi, gerçekdışı ve irrasyonel boyut-larıyla birlikte gören; bütün dikkati hikâyesinde toplamayı bilen Gabo, ‘büyülü gerçekçilik’in değil, olsa olsa ‘poetik realizm’in kurucusu ve önde gelen temsilcisidir. “Albaya Mektup Yok” ve “Kırmızı Pa-zartesi”

İyi bir edebiyat okuru olduğuna ina-nan herkesin aklına, Gabo denildiğin-de önce “Yüzyıllık Yalnızlık”, sonra, hakikaten biraz daha iyi bir okursa, “Başkan Babamızın Sonbaharı” gele-cektir. Gabo denildiğinde bu iki kita-bın, hatta “Kolera Günlerinde Aşk” ile “On İki Gezici Öykü”nün akla gelmesi çok doğaldır; bu kitaplar onun külliya-tının en seçkin ve nadide olan parça-larıdır. Fakat Gabo benim için daima “Albaya Mektup Yok” ve “Kırmızı Pazar-tesi” olmuştur; ilki kapanış paragrafıy-

la, ikincisi de açılış paragrafıyla. “Yüzyıllık Yalnızlık”tan çok önce,

daha 1961’de yayınladığı “Albaya Mek-tup Yok”ta bence Gabo kendi sesini bul-muştu. Bu kısa roman veya uzun hikâye veyahut da harikûlade novellada her türlü çaresizlik ve umutsuzluk, hatta kesif bir yalnızlığa mahkûm olmuşluk, yine de şen şakrak bir ıslıkla yaşama sevincine dönüşür. Ve Gabo ilk defa bütün çaresizliğiyle Kolombiyalı bir asker eskisini bize sevdirir. Newton’ın ‘ya...ya da’ mantığıyla değil de, sanki Heisenberg’in ‘hem...hem de’ mantı-ğıyla kaleme alınmış bir hikâyedir bu. Sayfalardan üzerinize yağan çaresizlik ve tükenmişlik, sanki son paragrafta ye-rini ölümcül fakat ısrarla mütebessim bir taarruza bırakır. Karısının “Peki o zamana kadar ne yiyeceğiz?” sorusuna verdiği cevap, Albay’ın yetmiş beş yılı-nı, okurun ise 75 dakikasını alan bir aydınlanma anının veciz ifadesidir: “Elinin körünü.”

Gabo, otuz sene boyunca kafasında taşıdığını söylediği 1981 tarihli “Kırmı-zı Pazartesi”de ise kendi yazarlığının ve genelde de yazarlığın zirvesine çık-mıştır. Bu bir namus cinayeti romanı-dır. Romanda kız kardeşleri Angela Vicario’nun nedensiz bir yalanıyla namusunu kirlettiğini düşündükleri Santiago Nasar’ı öldürmek için soka-ğa fırlayan ikiz kardeşler Pedro Vica-rio ile Pablo Vicario’nun traji - komik hikâyesi anlatılır. Bu hikâyede bildik namus cinayetlerinin –her ne kadar ro-man Nasar’ın elinde bağırsakları evine doğru yürümesiyle bitse de– gözü dön-müş vahşeti yoktur. Aksine Gabo bize bir namus cinayetinin bile ne kadar istenmeden işlenebileceğini gösterir: Hiçbir ölüm, bu denli, geliyorum diye gelmemiştir. Çünkü ikizler Nasar’ı ha-berdar etmek, kasabalılar tarafından durdurulmak ve cinayeti işlememek için neredeyse her şeyi yapmışlardır. Bir cinayetin işleneceğinin emareleri o kadar açıktır ki kimse bu cinayetin işlenebileceğine ihtimal vermez. Trajik olan, özellikle de işleneceği böylesine açıkça duyurulmuş bir cinayetin hiçbir aksilikle karşılaşmadan gerçekleşmesi yolunda hayatın edebiyatta bile görül-meyecek onca rastlantıdan yararlanmış olmasıdır.

Sadece bu kadarla kalsaydı bile, biz edebiyatseverler “Kırmızı Pazartesi” için Gabo’ya müteşekkir kalacaktık. Ama Gabo, olduğu haliyle bile insanı bütün aczi, saçmalığı, tuhaflığı ve ka-der karşısındaki çaresizliğiyle mükem-melen anlatan bu hikâyeyi öyle bir yer-den anlatmaya başlar ki salt romanın bu açılış paragrafıyla dahi insanın ismi Homeros, Dante, Shakespeare, Cer-vantes, Balzac, Dostoyevski ve Borges gibi tanrı - yazarlar arasında zikredil-meye hak kazanır: “Santiago Nasar, onu öldürecekleri gün, piskoposun geleceği gemiyi karşılamak için sabah saat 5.30’da kalkmıştı.”

Evet Nasar’ın öleceğini bize daha en baştan yazarı söylemiş olur böylece. Gençlerin tabiriyle, böyle bir ‘spoi-ler’, bir cinayet romanı için ne kadar iyi bir başlangıç olabilir ki? Hiç akıllı-ca görünmeyen bu açılış paragrafına rağmen, biz bütün okurlar, sayfaları hızla çevirerek Nasar’ın öleceği satıra ulaşmaya çalışırız. Nasar’ın öleceğini bildiğimiz halde, o hiç yaklaşmayacak gibi olan ölüm sahnesinin nasıl ve ne zaman gerçekleşeceğini öğrenmek için merakla okuruz. Gabo kendi romanı-nın sonunu bizlere başta söyleyerek, gerilimi ortadan kaldırmamış, aksine daha da dayanılmaz kılmıştır.

Bunu yapabilecek kaç yazar vardır ki? Kaç yazar bunu yapabilecek kadar yazarlık yeteneklerine güvenebilir ki? Gabo kesinlikle onlardan biridir; ama-törlerin aksine, bir hikâyede önem-li olanın son değil de, o sona giden yolda olacakların nasıl ve ne sırayla anlatılacağı olduğunu bilir ve hikâye anlatma yeteneğine güvenir. Sonunu baştan söyleyeceği bir hikâyenin bile, o anlattığında su gibi okunacağının farkındadır. Gabo’nun ardından

1981 Aralığında, Legion d’Honneur nişanını verirken, Mitterand, Gabo’yu gözyaşlarına boğan şu sözleri söyle-mişti: “Sen, sevdiğim bir dünyaya ait-sin.” O sevilesi dünya, hiç kuşkusuz, Homeros’un Olympos’u ile Gabo’nun Macondo’su arasında yayılıp giden, Cervantes’den Borges’e birçok ustanın muhayyileleriyle sulayarak yeşerttiği, uçsuz bucaksız La Mancha diyarıdır. Ve Gabo da La Mancha diyarının ye-tiştirdiği son büyük anlatıcıdır. Tanrıya şükürler olsun ki Gabo’yu bizim yaşa-dığımız yüzyıla bahşetmiş; çünkü böyle büyük anlatıcılar dünyaya çok az gelir ve çok az kuşak bizim kadar şanslıdır.

Öldüğü, artık bir şey yazamayacağı ve kıyıda köşede kalmış birtakım el yaz-maları bulunmazsa bundan sonra asla taze bir Gabo hikâyesi okunamayacağı gerçeği; onun eseri karşısında ne kadar sefil ve kıymetsiz kalıyor. Gabo yirminci yüzyıl edebiyatının Kral Midas’ıydı, do-kunduğu her şey hikâyeye dönüşürdü. Ve o hikâyeler dünya edebiyatını dö-nüştürmeye hâlâ devam ediyor...

“Biz Türkler nasıl anlamadığımız her şeye

‘postmodern’ deyip geçiyorsak, Amerikalılar da Gabo’nun şahsında nüfuz

edemedikleri bu (Gabo’nun yanı sıra Arjantin’den Julio

Cortázar, Meksika’dan Carlos Fuentes ve Peru’dan

Mario Vargas Llosa’nın isimleriyle özdeşleşen) El Boom yazarlarınca

şekillendirilen realizme ‘büyülü gerçekçilik’

(magical realism) dediler.”

Gabriel Garcia Marquez

EDEBİYAT 81

IstanbulArtNews

Temmuz / Ağustos, 2014 Sayı: 11

Gezi çocuklarına teşekkür mektubuOnu ‘yazar ajanı’ olarak tanıdık. Pek çok yazarın yurtiçi ve yurtdışı temsil hakları onda. Yıllarca köşe yazılarıyla ve son dönem attığı tweetlerde edebiyat dünyasını

acımasızca eleştirdi. Seveni de çok, sevmeyeni de! Barbaros Altuğ ilk kez bir kurgu metinle karşımızda. Altuğ’la, novellası “Biz Burada İyiyiz” üzerine konuştuk.

oturdugum yerden // from where i am- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

˜

AYLiN GÜNGÖR

oturdugum yerden /

/ from

where i am

˜

aylin güngör

*

bantmag. publishing

bantmag. yayınları’nın ilk kitabı ‘‘Oturdugum Yerden’’ çıktı- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

online :www.bantmag.com/shopwww.atpfestival.com/store

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

dükkân :robinson crusoe // pandora // gon // kontra plak // deform // aziz kedi // lomography store //

iksv tasarım magazası // lale plak // babylon //opus // bant mag mekân

˜

˜

EZGİ ATABİLEN

Yıllarca yazdığınız kitap kritikleri, köşe yazıları ve tweetlerle edebiyat çevreleri-ni, yazarları ve kitaplarını eleştirdiniz. Şimdi ilk kez bir kurgu metinle karşı-mızdasınız. Bu işe girişmeden evvel, ki-taba ve size yöneltilebilecek eleştirileri düşündüğünüz oldu mu hiç?

Hiç düşünmedim valla. Benim yaptı-ğım eleştiriler haksız değildi; o neden-le zaten eleştirilere değil, “Ama bu da yazılmaz ki” diye yazdığım gerçeklere karşı çıktılar hep. Mesela gazetede yaz-dıklarım için tek bir düzeltme almamış olmam bunu gösterir. Halı altına sü-pürmeye alışık edebiyat dünyası kirleri, çöpleri. Başkaları görmesin istiyorlar kendi yaptıklarını. Ama maalesef bun-dan sonra, yıllarca bu durumu idare eden klikler için kötü bir haberim var: dünya çok değişti ve kötü işlere kötü denebiliyor artık. Senin dediğin gibi “Yazdım, buyrun”.Peki bunca yıl sonra nereden çıktı ken-di kitabınızı yazma fikri?

Bunca yıl sonra yayınlandı evet ama ben yazmaya epeyce önce başlamışım şimdi bakınca. İlk şiirlerim Milliyet Sa-nat dergisinde çıktığında sanırım 18 yaşındaydım. Sonra öyküler yazdım, onlarla minik bir ödül aldım. Sonra geldi şu anda yaptığım işler. Ama ben işin her tarafında olmayı seven bir in-sanım. Edebiyat ajansım var, yazıyorum ve mesela bir yayınevi de kurup, moda dünyasından kitaplar da yayımlıyorum.Öyleyse başka kitaplar var sırada?

Evet, yazdıklarımı yayımlamaya devam edeceğim. Sırada ikinci ro-man “Türkçe Alfabe” var. Bir cinaye-tin anatomisi. Ama o da “Biz Burada İyiyiz’”gibi, bu ülkenin insanlarının hikâyesini anlamaya çalışan bir roman.Yazar ajanı olarak hep siz başkalarına danışmanlık yaptınız. Malum, berber kendi saçını kesemezmiş. Sizin danış-manlarınız var mı?

Benim danışmanım yakın arkadaşım da olan Ünver Alibey. İlk sayfadan iti-baren ona sordum. Bir de Sırma Köksal var, Can Yayınları Genel Yayın Yönet-meni. Edebiyat bilgisine hayran oldu-ğum, benim çok eski arkadaşım. Bu ro-manı yazarken Can’da çıksın çıkmasın,

mutlaka önce ona okutacağımı biliyor-du; o nedenle kaçamadı! Ama işlerini güçlerini bırakıp her sayfayı okuyup bana öneriler veren ve romanı nerdey-se kendilerinin gibi sahiplenen Ayşe Kulin, Kürşat Başar ve Latife Tekin’in de hakkını ödeyemem. Korkmasınlar ama; bundan sonra valla her yazdığımı yollamam!Ajanlık yanınız yazar tarafınızı nasıl et-kiliyor peki?

Ben mümkün olduğu kadar minimal bir roman yazmak istedim. Dünyanın ve birbirimizle olan ilişkimizin tama-men değiştiği bir 20 yıl geçirdik. İn-ternetin keskin, net ve düz dünyasına alıştık. O nedenle edebiyatın bundan etkilenmemesi imkânsız. Tek kendimi zorladığım yer o oldu yazarken; yarıya indirdim yazdıklarımı. Boş yere oku-nan değil bir cümle, bir sözcük bile ol-

masın istedim. Yoksa yazarken, “hayır, böyle yazmalıyım” olmuyor. Kahraman-lar kendi kaderlerini yaratıyor ve hatta siz istemediğiniz bir yerde bulabiliyor-sunuz onları kitabın sonunda.Yazar ajanlığı için ‘’Portföyüm 40 ya-zara ulaşınca bırakacağım’’ demiştiniz. Ben saymayı 37’de bıraktım. Kitap açı-sından baktığımızda ajanlıktan sonra yazarlığa ağırlık vereceğinizi düşüne-bilir miyiz?

Şu anda çok sevdiğim yazarlarla ça-lışıyorum; yeni yazar almaya da pek niyetim yok açıkçası. Ben çalıştığım yazarların tümüyle arkadaş, aile gibi oldum. Onları yurtiçi ve yurtdışında en üst düzeye getirmek tek hedefim. 40 yazara ulaşmayacağım sanırım. Ama çalıştığım bir yazar çok büyük bir ulus-lararası ödül alınca bırakırım artık! Yoksa yazarlarımın hepsi yazmayı bıra-

kana kadar ajans işini sürdüreceğim.Sözü kitaba getirecek olursak… Gezi Direnişi sürecinde etkin isimlerden biriydiniz. “Biz Burada İyiyiz”deki ka-rakterlerin her biri ‘Gezi çocuğu’. Ne zaman karar verdiniz kitabı yazmaya?

Sadece beni değil sanırım tüm ülkeyi, hatta dünyayı etkileyen bir iç devrimdi Gezi. Kendiliğinden kabaran bir dev dalganın içine girdik hepimiz. Ama bu dev dalgayı yaratan bizler değildik. Hepimizin pek bir şeyden anlamadı-ğını düşündüğümüz, etliye sütlüye ka-rışmazlar diye gördüğümüz 20’li yaşlar kuşağı Gezi’nin ilk gününden başla-yarak, bize insan olmayı, farklılıklarla yan yana durmayı, üstelik bunu yapar-ken kendin olabilmenin mümkün ol-duğunu anlattı. Ama çok da acıklı bir süreç oldu bu. O iyi çocukların önünü vahşi, hayvani bir acımasızlıkla kesti-ler şu anda hepimizin bildiği karanlık insanlar. Ama bu çocukların yarattığı etki bitmeyecek. O karanlık gidecek ve biz bu ülkede o çocukların yönettiği daha aydınlık günlerde yaşayacağız. Bu kitap en çok onlar yüzünden yazıldı; onlara olan şahsi borcum için, beni değiştirdikleri, iyi insanlara olan güve-nimi tekrar içime yerleştirdikleri için Gezi’deki çocuklara çok çok küçük bir teşekkür mektubu “Biz Burada İyiyiz”. Onlar sayesinde kendimizi bu ülkede iyi hissedebildiğimiz için...“Yaşamın savrulup gitmiş zamanları vardır. O zamanlar bazen bir şehrin öy-küsüne denk gelir ve onun içine karışıp gider. Şehirler taşır artık o öyküleri...” diyorsunuz. Kitabınızda, İstanbul’da başlayan hikâyeyi Berlin’de sürdürü-yorsunuz. Berlin’in taşıdığı özel bir öy-küsü var mı?

Berlin 1920’lerden beri bir özgürlük adası. Ve bu özgürlüğü yok etmek için her zaman vahşiler gelip intikam al-maya çalışmışlar. Nazilerin yok etmeye çalıştıkları ilk şeylerden biri Berlin’in özgürlük hissi. Ben Gezi’deki insanlara saldıran vahşilerin de aynı ilkel güdü ile hareket ettiğini düşünüyorum; öz-gürlük tehlikelidir. Bir de Berlin, Is-herwood gibi çok sevdiğim bir yazara ilham vermiş bir şehir. Onun anlattığı ve daha sonra “Kabaret” filmine kaynak olan Sally Bowles hikâyesi de en sevdi-ğim öykü olan “Tiffany’de Kahvaltı”nın

ilhamını vermiş Capote’ye. Bana Yase-min ve Eren karakterleri için yazarken fark etmediğim, ama kitabı düzeltirken fark ettiğim ilhamı da işte bu iki yazar ve Berlin vermiş. Berlin, ne kadar yok etmeye çalışılırsa küllerinden doğan özgürlük isteğinin kafamdaki karşılığı oldu bu yüzden belki.Gezi Parkı’nın yeni bir nesil yetiştirdi-ği, bir isyanın ilk kıvılcımını çattığı söy-lenip yazılırken, eylemler sonrasında yazılan pek çok kitaba da, Gezi ruhu-nun coşkusu, isyan ateşi yansıdı. “Biz Burada İyiyiz”in karakterlerinde ise farklı bir şey var; bir kırgınlık, incinmiş-lik... Sizce ilerleyen yıllarda Gezi’nin bir kuşak üzerindeki etkisini böyle mi değerlendireceğiz?

Gezi’de ilk günden beri barış, özgür-lük ve daha iyi bir ülke isteyen o çocuk-ları kırmamış olma ihtimalimiz var mı? Onların arkadaşları, yaşıtları, sevgilileri ölürken, gözlerini kaybedip sokaklarda dövülürken üzülmemiş olma ihtimal-leri var mı? Ama tek duygularının bu olduğunu sanmıyorum. Belki ilk duygu bu olabilir. Ben Gezi’yi hatırladığımda yüzüm gülüyor, içim aydınlanıyor, bir rüyanın gerçekleşme ihtimali olduğu-na inancım depreşiyor. Gezi’nin etkisi bir kuşağı değil bu ülkeyi değiştirecek; ben böyle ummak istiyorum.Bu kitabı baskı rejimine karşı özgürlük talebiyle sokaklara dökülen sıradan in-sanların hayatlarından devlet eliyle ne-ler çalındığı unutulmasın diye yazdığını düşünebilir miyiz? Bu günleri unutmayalım diye yazmış olabilirim. Unutma potansiyelimiz çok yüksek ülke olarak. Bize yapılan kötü-lükleri de unutuyoruz çabucak. Ama bunu unutmayalım istiyorum. Çünkü orada büyük bir umut var hâlâ. Bizi bu günlerin vicdansız vahşilerinden bu umut kurtaracak.Sizce edebiyatın ‘unutturmamak’ gibi bir görevi olmalı mı?

Edebiyatın bir görevi yoktur. Yazar-ken ‘belki’ diye kaleme alır yazar ben-ce. Belki okunur, belki anlaşılır, belki bu hikâye başkalarının hayatına da denk düşer ve belki bir taş yerinden oynar içlerinde. Eğer bunları yapabi-lirse unutulmaz o kitap genelde ve o zaman unutturmaz da içinde anlattığı hikâyeyi.

“Kedim, şampanyam ve ben”

İLL

ÜST

RA

SYO

N: U

MU

T K

AR

AM

AN

EDEBİYAT 82

IstanbulArtNews

Temmuz / Ağustos, 2014 Sayı: 11

ASLI TOHUMCU

Ankara’yla iki inatçı keçi gibiyiz. Ne o beni almak istiyor içine, ne de ben girmek istiyorum onun koynuna. İn-san nasıl yaşar o şehirde anlamam, beni koysalar, kesin üç güne kalmaz hüzünden ölürüm... Ama işte, bu ay Ankara’ya uzanmak zorundayım. Uzanmak zorundayım çünkü oyun arkadaşım Levent Cantek, Ankara’da. Oynamayı çok istediğim ama uzaktan uzaktan hafif tırstığım bir oyun arka-daşı. Acayip de bir efsane örülü isminin etrafında. Sağda solda benzer cümle-leri fısıldayan yazar dostlar: “Levent abiyi hayatta bırakmam”, “Levent abi okumadan kitabımı asla yayınlatmam”, “Levent abinin çok katkısı oldu kita-ba”... İnsan yazar olarak gıpta ediyor, o ayrı, ama merak da ediyor, nedir editör Levent Cantek’in alametifarikası? Bek-lemediği bir yerden sorarsam bu ada-ma, belki karşısında bir şansım olabilir; en azından 1 - 0 önde başlayabilirim oyuna.

Nasıl da sakin şaşırıyor soruma: “Sahi mi söylüyorsunuz? Ben sanmıyorum. Doğrusu, editörlük işinde iddialıyım diyemem, hikâye konuşmayı severim, sanıyorum hayatım boyunca yapmak-tan en çok zevk aldığım şey bu. Acayip bir şey yapmıyorum ayrıca. Önce insan-ların yazdıklarını iyi okumaya çalışıyo-rum, sonra onlarla bütünlüklü olarak hikâye yapısını konuşuyorum, eksiği-gediği, fazlalığı anlatıyorum. Heyecanlı biri sayılırım, insanları yazmaya teşvik etmeye çalışırım. Başka yayınevlerinde ne yapılıyor onu da bilmiyorum. Edi-tör, Tanıl Bora’dır, ben değilim.”

Yemezler, diye düşünüyorum. Biraz daha üstüne gideceğim bu meselenin. Birçok dosyayı çöpe gitmekten kurtar-dığınızı biliyoruz Levent Bey! En azın-dan Ankara kökenli genç/yeni yazarlar açısından söyleyebiliriz bunu, değil mi?

“Yapmayın,” diyor ama yaptım bir kere. “Yanlış anlaşılacak, çöpe gitme diye bir şey yok, yüzlerce yayınevi var. Bizim yaptığımız editöryal bir tercih, İletişim’in bir tarzı var, iyi yazılmış bir roman, bu tarza uymayabilir, biz-de çıksa dikkat çekmeyebilir. Kitabın değerini bulması için yerini bulması gerekiyor. Benim bir edebiyat anlayı-şım var ama İletişim’in genel tarzını hesap ediyorum. Geçen Eylül’den beri Türkçe edebiyat bütünüyle benim so-rumluluğuma verildi, ondan önce ben ancak katkıda bulunuyordum. On iki senelik üniversite geçmişim var, edi-törlüğe araştırma inceleme kitapları-na yönelik olarak başlamıştım aslında. Ankaralı yazarlara iltimas geçtiğimi söyleyen olursa sakın inanmayın, aslo-lan hikâyedir; isim, şehir, imzaya değil hikâyeye bakarım. Birisi araya benim tanıdığım birini katarsa, sahi söylüyo-rum, bu konularda ters bir adamımdır, bekletebilirim onu. İlk roman - ilk ki-tap - ilk yazarın yol arkadaşı olmak gü-zeldir. Benim motivasyonum o.”

Bende yalan yok! Bu sorguya dair mo-tivasyonum kaybolmasa da, kurduğu her cümleyle, olmayan cesaretim gide-rek azalıyor. Hazır bahis Ankara’dan açılmışken, Ankara’dan devam etmeye karar veriyorum… 1960 - 1970’lerdeki İstanbul ayağına kuvvetli bir karşılıktı Ankara ne de olsa. Bir dönem Attilâ İlhan’ın keşfettiği Nazlı Eray gibi yazar-lar, bugün edebiyatta adı olan isimler meselâ... Bu anlamda bugünkü karşılı-ğı ne acaba Ankara’nın?

“Attila İlhan, dönemiyle şimdiki za-man çok farklı, bugün çok daha fazla kitap yayınlanıyor, sadece biz ayda dört Türkçe edebiyat çıkarıyoruz. Bir de At-tila İlhan, kendisini çok anlatan biriydi, neredeyse kendisi bir edebi mahfil gi-biydi. İletişim Ankara büroya da mahfil gözüyle bakanlar var. İleride anlatacak-lar da çıkacaktır ama bunlar hafif tertip nostaljik işler. Ankara’nın durumunun ne geçmişte ne de şimdi çok farklı ol-duğunu düşünüyorum. Hayat, İstanbul üzerinden akıyor, İstanbul dışında her yer taşra, tek diyeceğim bu.”

Ha şunu bileydin! diyecekken tutu-yorum aptal dilimi, sonradan olma İs-tanbulluluğumla ahkam kesecek kadar şuursuz değilim. Henüz. Ancak Angara Havası nedir? diye patlatarak, daha be-ter bir pot kırıyorum.

Ok yaydan çıktı bir kere, yüzüm kı-zara kızara peş peşe soruyorum. En kalantor düğünlerde bile Angara’nın Bağları çalındığı anda kravatların bo-yundan alna kayması, milletin kendini kaybetmesi ne ile açıklanabilir? Herke-sin içinde bir Angaralı olmak arzusu bulunmasıyla mı? Ya da bıçkın Behzat Ç.’nin Angara’dan Türkiye’ye açılan yeni bir kapı olmasıyla mı? K’lerin g ol-duğu, “la bebe la” hitaplarının sadece sokak çocuklarında değil, Ankara’da edebiyatta da yer alıyor olmasını bir-denbire keşfetmemizin sebebi ne ola ki? Herkes bu kadar Gençlerbirlikli’ydi de biz mi yeni duyduk?

Nihayet soluk aldığımda, “Bu uzun bir soru,” diyerek giriyor söze. “Angara’nın Bağları Boğaz’da da çalıyor. Okur ya-zarların bu havalara kıkırdayarak ka-tılması orta sınıf sarkazmı galiba. Bu-nun içine bir İstanbul husumeti, edep dışına çıkma arzusu, dili tahrif etme, ergen heyecanı filan katılabilir. Edebi-yatçıların, okur yazar ehlinin Angara tutturması bütün meydan okumalarda olduğu gibi hafif tertip poz içeriyor. Pastaneye gelip, hep aynı masaya hep

aynı kıyafetlerle oturan, orada kitap okuyan, okuduğunu gösteren yazar da poz yapıyor biraz.”

Anladıysam ne olayım, ama bozun-tuya vermiyorum Bu kadar Ankara bahsi yeter, hem ayağıma dolanmaya başladığını hissediyorum. Ankara’nın kendisi de bu hikayenin bir kahramanı olsa bile, Levent Cantek’le yeni grafik romanı “Emanet Şehir” hakkında ko-nuşmaya geldim. Adamın memleketin çizgi roman tarihine düştüğü cidden önemli notlar var. İşin akademik yanı, bu alandaki yaratıcı verimine nasıl etki etti acaba?

“Çizgi roman hakkında yazdıklarım benim üniversiteye girmemi sağladı,” deyince o, kitap aralarında çizgi ro-man okurken yakalandığımızda kulak-larımızı tavana kadar çeken zihniyete kıs kıs gülüyorum. “Üniversitede çalış-mam beni disipline etti, nasıl toparla-yacağımı, nasıl yorumlayacağımı bil-miyordum, o sayede öğrendim. İnsan araştırırsa, araştırdıklarını yazarsa, yaz-dıklarını okursa ve okuduklarını anla-tırsa mutlaka öğreniyor. Kendimi şanslı sayıyorum, üniversiteye girmeseydim, çalışmak zorundaydım, mutsuz oldu-ğum ama geçimimi sağladığım bir iş yaparak hayatımı sürdürmek zorunda kalırdım. Hiçbir kitabım olmayabilir-di.”

Elimde tuttuğum son kitabına, “Ema-net Şehir”e bakıyorum. Berat Pekmez-ci, “Dumankara” kitabına bir hikaye re-simleseydi, elim boş mu olacaktı şimdi? Ya hiçbir kitabı olmasaydı, ya bu kitap olmasaydı! Tanrım, aklımı koru!

Ama o, kıyısından döndüğümüz bu felaket umrunda değilmiş gibi konuşu-yor ya, içim bir tuhaf oluyor.

“Berat, birlikte çalışmak istiyordu, ‘Dumankara’ya yetişseydi başka bir hikâye çalışırdık. Benim aklımda 1950 arifesiyle ilgili bir hikâye anlatma fikri vardı, başka bir biçimde de olsa onu mutlaka anlatırdım.”

Yanlış bir şey söylemekten ürküyorum karşısında, o yüzden, en iyisi baştan doğru yapmak tanımları... “Emanet Şehir”i çizgi roman değil de grafik ro-man yapan ne, bir öğreneyim... Hem, o bilmeyecek de kim bilecek!

“Geleneksel çizgi romanlar muktedir kahramanlarla varolurlar, yazarın veya çizerin adı kahraman kadar önemli değildir. Anlatı kalıpları ve sürati fark-lıdır. Grafik romanın hikâyesi edebiya-ta yakındır, sinemayı hatırlatır, kolay okunmaz, karakterler daha sahicidir vs vs...”

Denk olmadığımızı düşünüyorum ya oyun arkadaşımla, şimdi de onu sıktı-ğım düşüncesiyle sıkıntı basıyor içimi. Şekip’ten söz açmanın tam zamanı... “Emanet Şehir”in baş kahramanının Şekip olmasındaki, Cantek’in tabiriy-le ‘vasatı’ anlatmaktaki amacı neydi? Sevilmesi hayli zor, omurgasız bir ada-mı bu grafik romanın baş kahramanı yapmak niye?

“Tipik bir ters köşe yapmak, çizgi ro-man dendiğinde akla gelen olumlu ni-telikli bir kahramanın yerine gerçeklik vehmini güçlendiren bir ‘melez’ yer-leştirmek istedim. Üstelik Şekip gibi-leri, vasatlar, pozörler ve mitomanlar oldu olası ilgimi çeker. Her şeyi göstere göstere bağıra bağıra yaşayan yazarları, şairleri sevmem, insani bulmam.”

İşte laf yine dönüp dolaşıp Ankara’ya geldi. Şekip’i yerleştirdiği hikâyenin mekanı da Ankara, ama kırklı yılların sonundaki Ankara! Hoş, “Dumankara” da, 1910’ların sonlarından bugünün Ankara’sına uzanıyordu…!

Unuttuğum bir şeyi hatırlatır gibi başlıyor bu defa konuşmaya: “Emanet Şehir’, Ankara üçlemesinin ikinci kita-bı. 1950 ile birlikte Ankara tasarlanan, İstanbul’a alternatif olarak kurulan vitrin şehir olma niteliğini yitiriyor. ‘Dumankara’ da 1916 Ankara Yangını ile başlar. Ermeni ve Rum mahallele-ri yanıyor. O yangın olmadan Ankara

neydi, nasıldı hatırlamak gerekiyor. Dönemi özellikle seçtim, bütün kültür projeleri sönümleniyor, o hayalden vaz-geçiliyor.”

Ee, güzel, “Ankara Üçlemesi”nin iki kitabını yerleştirdik kitaplıklarımıza. Pekiiii... Üçüncü kitap ne vakit gele-cek? En önemlisi nasıl bir hikâye ge-lecek!

“Üçüncü kitap, günümüzde geçecek, sert bir hikâye, Ankara’nın undergro-und’unu anlatacağım diyeyim. Sertliği nasıl anlatırım derdiyle kıvranıyorum. 2015’te çıkacak, yine Berat çizecek.”

Hımm, yine çıktı bu Berat karşımı-za. Hikâyeyi nasıl bitireceğini bildiğini, yine de Berat Pekmezci’nin çizimleri-ne göre ilerlediğini söyleyen de Levent Cantek’in kendisi değil miydi! Nasıl bir faydasını gördü bu yöntemin? Bu ve-sileyle Berat Pekmezci’yle yaşadıkları süreçten bahseder belki.

Bahsediyor da neyse ki: “Görsel ağır-lığı çizer kurduğu için onu beklemek zorundasınız. Bir his bu... O bir yorum yapıyor, hikâyeyi bir şeye evriltiyor. Onun neyi çizerken heyecanlandığı-nı fark etmeniz gerekiyor. İşin rutine dönüşmemesi lazım. Onun heyecanını belli bir düzlemde tutmanız şart. Çalış-ma biçimimiz ise teknik olarak kabaca şöyle: bir bölüm senaryosu veriyorum, her kareyi anlatan bir hikâye ve çizim senaryosu bu. Çok geniş bir görsel arşiv sağlıyorum, çizim için referanslar ve-riyorum. Berat, daha sonra senaryoyu eskizliyor, üzerine konuşuyoruz, kavil-leşiyoruz. Sonra bu eskizleri çizmeye, son halini vermeye başlıyor, ben her aşamada önerilerde bulunuyorum, re-vize ediyoruz vs. Berat, her pazar bana iki sayfa yolladı, sayfa sayfa ilerledi, o tamamladıkça ben yeni bölümleri gön-derdim.”

Vay be, diye geçiriyorum içimden. Çılgınca, zor, imkansız bir şey aslında yaptıkları. Tam, deli işi dediklerinden... Aynı çılgınlığı “Dumankara”da da yaptı bu adam, üstelik onca çizer ve kendi yazdığı da olsa onca öyküyle!

Yaptığı kolay bir şeymiş gibi, “Ora-da senaryoya uygun çizer aradım veya çizere göre senaryo yazdım ve çıkan işe göre diyaloglarla oynadım,” diye başlıyor anlatmaya. “Dumankara’da benimle ilk kez çalışan çizerler vardı, birlikte çalışmayı öğrenmek tempo açısından çok önemli. Telefonlar, ma-iller... Çok fazla yazmak ve konuşmak zorunda kaldım.” Bu cümlenin son kıs-mını üzerime alınacak gibi oluyorum, oysa henüz onunla işim bitmedi. Zaten onu ne bugünün, ne “Emanet Şehir”in Ankara’sının sokaklarında kovalamayı beceremedim. Ne yapsam, ne yapsam, dakikalar normalden daha bir hızlı ge-çiyor. Emel! Tabii ya! Emel’den bahis açmalıyım. O ne çarpıcı kadındı, ne çarpıcı bir kahramandı öyle. Başlı başı-na bir roman konusuydu kadın...

“Tilkinin en büyük mahareti, kendin-den güçlü olanlardan yemek çalabil-mesidir. Emel, ne yapacağını bilerek, yeni bir hayat amacıyla yaşıyor, güçlü bir kadın. Şekip’le yan yana gelmesi-nin nedeni de o aslında... Kurnazlık, yalancılık, rol yapma... Benziyorlar ama büyük bir farkla, Emel doğarken ma-dun olmuş, hem kadın hem de Yahudi çünkü...”

Toparlama zamanı geldi anlaşılan. İnsan merak ediyor; grafik roman, Türkçe edebiyat içinde nasıl bir yer edinecek, edinebilecek mi? “Benim ön-görüm grafik romanın yeni bir edebi tür olarak diğer kitapların yanında va-rolabileceği yönünde. Bütün dünyada böyle bir eğilim var. Edebiyatsever bir okurun ‘Emanet Şehir’e ilgi gösterece-ğini biliyordum.”

Eee, tabii, artık tarihi çizgi roman, grafik roman denince aklımıza “Ema-net Şehir” de gelecek!!

“Bilmiyorum, olabilir. Bu tür nitele-meler başkaları tarafından yapılıyor, ben ‘Emanet Şehir’in okuyanı huzur-suz etmesini, üstüne düşünmesini is-terdim.” İkimizin de farklı nedenlerle huzursuzlandığını hissediyorum, uy-duruyor da olabilirim tabii. Sadece biz “Emanet Şehir”i okuyanların bileceği bir şeyle yapmak istiyorum kapanışı. Doğru mu söyledi şimdi bu adam, ya-lan mı? Hikâye mi anlattı bana?

“Yazarlar, yalancılardır,” diyor. Ken-dimden biliyorum, doğru söylüyor.

“Yazarlar yalancıdır”

“Tipik bir ters köşe yapmak, çizgi roman dendiğinde

akla gelen olumlu nitelikli bir kahramanın yerine gerçeklik vehmini güçlendiren bir ‘melez’

yerleştirmek istedim. Üstelik Şekip gibileri, vasatlar,

pozörler ve mitomanlar oldu olası ilgimi çeker. Her şeyi göstere göstere bağıra bağıra yaşayan yazarları, şairleri sevmem, insani

bulmam.”

OYUNBAZ SÖYLEŞİLER

Levent Cantek

Ayşe Kulin’in “Dönüş” adlı romanını yazarın kendi sesinden dinlemek iste-mez misiniz? Ya da Hasan Ali Toptaş’ın sesinden son romanı “Heba”yı? Peki ya Murat Menteş sizin için “Ruhi Mücerret”i okusa? O zaman sizi Sesle-nen Kitap’a davet ediyoruz.

Berk İmamoğlu tarafından temel-leri 2008 yılında atılan Seslenen Ki-tap, Türkiye’de alanının ilk örneği. Türkiye’de ilk defa güncel yazarların en son eserlerini, çok okuyanan başya-pıtları yaratıcısının sesinden dinleye-bileceğiniz bir mecra Seslenen Kitap.

İmamoğlu, Seslenen Kitap’ın doğu-şunu şu sözlerle anlatıyor: “Bu mecra benim sesli kitaplara ilgi duymamla başladı. Türkiye’de örneği yoktu. Ban-kaların yaptıkları sesli kitap örnekleri bulunuyordu. Lakin onlar da çok de-ğerli bir şey yapmışlardı ama CD şek-

linde ortaya koymuşlardı bu çalışmayı. Bizim özelliğimiz, farkımız, indirdi-ğiniz kitapları sadece bize ait aplikas-yonlarla dinleyebiliyor olmanız, başka ortamda dinlenemiyor. Yani paylaşıma açık değil.”

Tam da bu noktada aslında Seslenen Kitap’ın güçlü altyapısı dikkat çekiyor. Bu sayede satın alınan bir kitap, baş-kalarına verilemiyor ve yazarın hak-ları hem maddi hem manevi açıdan korunmuş oluyor. Seslenen Kitap’tan aldığınız bir kitabı kendi şifrenizle beş ayrı cihazınızda dinleyebileceği-nizi belirtiyor İmamoğlu: “Buna da paylaşım demiyoruz. İnsanların hakkı zaten. Telefonunda, bilgisayarında ya da I-pad’inde dinlemeyi tercih edebilir. Yayınevlerine, ‘bu kitabın telif hakkını biz en iyi şekilde koruyoruz’ diyebiliyo-ruz bu sayede. Önemli bir özellik bu.

Türkiye’de bu şekliyle bir sesli kitap uygulaması yok. Var olanlar da kitap-ları mp3 dosyası olarak satıyor ve siz onu istediğinize gönderebilirsiniz satın aldığınızda. Bu şunun yayınevine ‘ki-tabı ben word dosyası olarak satayım’ demek gibi bir şey. Zaten onlarda gün-

cel kitaplar da yok, klasikleri sesli kitap olarak satıyorlar.”

I-pad, I-phone, Android tele-fon – tablet, Windows Phone 8, Windows masaüstü ve Mac ma-saüstünüzde kullanabileceğiniz Seslenen Kitap’ta uygulama çok basit. www.seslenenkitap.com internet sitesine girerek istediği-niz kitabı satın alabiliyorsunuz. Ya da App Store, Google Play Store veya Windows Market’ten ücretsiz olarak Seslenen Kitap uy-gulaması ya da aplikasyonu indi-

riyorsunuz. Üye olmadan da Seslenen Kitap’ın içeriğini inceleyebiliyorsunuz. Herhangi bir ücret ödemeden üye olu-yorsunuz. Üye girişinizi yaptığınızda size Can Dündar’ın “Lüsyen” ve Murat Menteş’in “Ruhi Mücerret” kitapları-nın bir saatlerini ücretsiz olarak dinle-

yebiliyorsunuz. Buna dört Forbes der-gisi de dahil. Satın alma sayfasından ise istediğiniz kitapları satın alıp, kitaplığı-nızda indiriyorsunuz.

Seslenen Kitap’ta, son çıkan ebedi ürünler olduğu kadar kişisel ge-lişim kitapları, dergiler de yer alıyor. En dikkat çekici özelliği ise yazarın kendi sesinden kitabını dinleyebilme-niz. Mesela “Heba”, “Ruhi Mücerret”, “Dönüş”ün yanı sıra İclal Aydın’ın “Bir Cihan Kafes”, Canan Tan’ın “Pira-ye”, Cem Mumcu’nun “Makber”, Buket Uzuner’in “Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceraları”nı yazarların anlatımıyla dinleyebilirsiniz. Ayrıca Can Dündar’ın “Lüsyen”i de Seslenen Kitap’ta yer alı-yor. Yazar anlatıcı olarak karşımıza çıkarken, Abdülhak Hamit’i Semih Sergen, “Lüsyen”i Tuba Ünsal seslen-diriyor.

Bu kitaplar ‘sesleniyor’

EDEBİYAT 83

IstanbulArtNews

Temmuz / Ağustos, 2014 Sayı: 11

İmtiyaz Sahibi: Pilevneli Proje ve Danışmanlık Ltd. Şti. adına

Murat Pilevneli

Genel Yayın Yönetmeni: Yasemin [email protected]

Yazı İşleri Müdürü: Özlem [email protected]

Edebiyat Eki Editörü: Çağlayan Çevik [email protected]

Yazı İşleri: Nilüfer Şaşmazer, Mustafa Doğulu

Tasarım: Vahit Tuna [email protected]

Tasarım Uygulama: Hüseyin Aktü[email protected]

Reklam Direktörü: Hülya Kızılı[email protected]

[email protected]

Müşteri İlişkileri ve Abonelik: Hazal Genç[email protected]

[email protected]

İdari Koordinatör: Kaan Çongaralı[email protected]

Yönetim Yeri:Kemankeş Mah. Mumhane Cad. Murakıp Sok. No: 18/A Karaköy

34425 - İSTANBUL

İletişim:T: +90 (212) 259 03 94F: +90 (212) 259 03 95

[email protected]

Basıldığı yer:Dünya Süper Veb Ofset A.Ş.

“Globus” Dünya Basınevi 100. Yıl Mh. Bağcılar – İST.

Tel: 0212 440 24 24

Yayın türü: Aylık süreli

ISSN: 2148-1105

Istanbul Art News ve buna bağlı ekleri Pilevneli Proje ve Danışmanlık Ltd. Şti. tarafından yayımlanmıştır. Bu yayında

yer alan yazı ve fotoğrafların tüm hakları kredi sahiplerine veya Istanbul Art News’e

aittir. İzinsiz alıntı yapılamaz. Tüm yazı ve görsellerden imza sahibi sorumludur.

İlanların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir.

IstanbulArtNewsAylık Sanat Gazetesi

Temmuz / Ağustos, 2014 Sayı: 11

Stefan Zweig’ın yeniden yükselişi

TADIMLIK

LARRY ROTHER

İki dünya savaşı arasında geçen on yıllarda, hiçbir yazar Stefan Zweig’dan daha geniş çaplı çevrilmedi ve daha fazla okunmadı. Aynı şekilde, daha sonraki yıllarda birkaç yazar dışında kimse onun kadar keskin bir şekilde bilinmezliğe gömülmedi, en azından İngilizce konuşan dünyada. Ama şimdi, yok olmuş bir Orta Avrupa’nın üretken hikâye anlatıcısı ve somutlaşan örneği Zweig, geri dönmüş gözüküyor, hem de ne dönüş.

Toplama öykülerini de kapsayan, kur-gusunun yeni edisyonları, bazıları ilk kez İngilizce’de olmak üzere yeniden yayımlanıyor. Filmler de yazınından uyarlanıyor; mektuplarından seçki-ler eserler arasında; biyografilerini ve makalelerini yeniden basma planları revaçta ve onun komplike hayatı yeni biyografilere ve bir Fransız çoksatar ro-manlara ilham kaynağı oluyor.

Bu ay Other Press tarafından yayım-lanan ve Zweig’ın son yılları hakkında biyografik bir çalışma olan ‘İmkânsız Sürgün’ün (The Impossible Exile) ya-zarı George Prochnik, “Yedi yıl önce yazar arkadaşlarıma ne yapmak üzere olduğumu söylediğimde bana sessiz ve anlamayan gözlerle baktılar. Fakat Zwe-ig yeniden cazibe objesi oldu” diyor.

1881’de Viyana’da zengin bir ailede

doğan Zweig, sonradan “güvenliğin altın çağı” sözleriyle tanımlayacağı şekilde büyüdü. Başarı ve övgü ona erken ulaştı ve hiç terk etmedi ancak Nazizm’in yükselişi onu acı verici ve yorucu bir sürgüne sürükledi; önce Britanya’ya sonra Amerika Birleşik Devletleri’ne ve son olarak eşi Lot-te ile Şubat 1942’de intihar ettikleri Brezilya’ya...

Zweig’ın tam bu noktada yeniden doğuşunun nedenleri ister istemez belli değil ve bu edebiyat çevrelerin-de spekülasyonların fitilini ateşlemiş durumda. Zweig, pek çok yönden,

modası geçmiş bir yazar olarak değer-lendiriliyor: Kurgusu, ağırlıklı olarak bazı gelişmelerin gerçekleşmeden epey önce ima edildiği, olaylar dizisine da-yalı ve anlattığı hikâyeler genellikle melodram tadında, dili ise bazı zaman-lar süslü. Ancak yapının ve tonun bu basmakalıplığı, karakterlerin iç yüzüne bakışıyla, olağandışı, hatta zamanına göre ve bugün de yankılanmaya devam eden bir şekilde, ilham verici duygular ve motivasyonlarla beraber ilerlemek-te. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde Zweig ve Sigmund Freud yakın arkadaş ve birbirlerine karşılıklı olarak hayrandı-lar -hatta Zweig, Freud’un cenazesinde ona bir methiye düzmüştü- ve onun ölümsüz temalarından biri de açıkça görüleceği üzere insan zihni üzerine çalışmalar olarak karşımıza çıkıyordu.

SoHo’da, geçen hafta McNally Jack-son kitabevindeki bir etkinlikte, ya-zarlar Andre Aciman, Katie Kitamura ve Anka Muhlstein, Zweig’ı modern yazarlar için neyin uygun ve cazip kıl-dığı tartışmasında Prochnik’le bir ara-ya geldiler. Ve şu kavrama noktasında birleştiler.

Aciman, Zweig’ı ‘insanları neyin bu denli sığ kıldığını anlama yeteneği ile sivrilen’ yazarların en tepesine koya-rak, “Bu adam tam anlamıyla mükem-mel bir psikolog” şeklinde konuştu. Ki-tamura ise Zweig’ın özellikle kadınları, onların özlemlerini ve hüsranlarını

kavramak konusunda çok zeki olduğu-nu ekledi.

Ayrıca, özellikle Birinci Dünya Savaşı’nın 100. yıl dönümünün yak-laşmasıyla, Zweig’a gösterilen bu yeni-lenmiş ilgi nostaljiye duyulan merağın bir parçası gibi gözüküyor. İlk olarak 1942’de yayımlanan ve geçen sene yeniden basılan anı kitabına “Dünün Dünyası” adını vermişti. Dahası onun en çok bilinen eserlerinden bazıları transatlantikler, Alpler’deki kaplıcalar veya Wes Anderson’un son filmi ‘Büyük Budapeşte Oteli’nde yeniden uyandır-dığı bir dünya olan Habsburg İmpara-

torluğu sınırlarında görev yapan bir süvari alayı gibi şık, uzun zaman evvel yok olmuş kurgularda geçer.

Zweig’ın romanı “Beware of Pity”yi ve yakın zamanda dört kısa öyküsünü yayımlayan New York Review Books Classics’in editoryal direktörü Edwin Frank, “Sanırım bu, kısmen 20. yüzyıl felaketine halihazırda duyulan ilgi ve dönemin nabzını tutma isteğine atfedi-lebilir” dedi ve “Zweig hem o dünyanın vakanüvisi hem de o felaketin bir mağ-duruydu ve bu da onu ilgi çekici bir figür haline getiriyor” sözlerini ekledi.

Şurası muhakkak ki, yakın zamanda-ki ilginin bir kısmı açıkça Anderson’ın filminden kaynaklanıyor. Anderson filminde, Zweig’ın eser(ler)inin bir il-ham kaynağı olduğunu kabul ediyor ve hatta filmin başlangıcında bunu ilan ettiği gibi Ralph Fiennes’in oynadığı ana karakterin Zweig’a benzediği film; yazarın zihnini meşgul eden, sınırların ortaya çıkışı, pasaportlar ile hareketlili-ğe ve özgürlüğe karşı diğer bütün en-geller ile ilgili sorulara göndermelerde bulunuyor.

Yirmiden fazla Zweig eseri yayımlayan Pushkin Press’in idari direktörü Adam Freudenheim, son dönemde Zweig ve eserlerine yönelik artan ilgiye dair, “İlgi zaten vardı ama Anderson’ın filmi şubat ayında Berlin Film Festivali’nin açılışını yaptığından beri yoğun bir şe-kilde ivme kazandı” dedi ve “Bu sadece filmin görülmesiyle alakalı değil. İn-sanlar, altı ay önce hiç var olmayan bir şekilde sosyal medyada Zweig’ı konuşu-yor, onu duyuyor ve bu satışlara direkt bir etki yapıyor” şeklinde konuştu.

Filmin ek kitabı gibi olan ve şu an Britanya’da olup henüz ABD’de yayın-da olmayan ‘The Society of The Cros-sed Keys’te Anderson, Zweig’ın eserle-rinden sevdiği bölümlere yer veriyor ve Prochnik’le olan bir muhabbette ona kendisine neyin cazip geldiğini anla-tıyor. O sohbette Zweig, “Hiçbirimizin deneyimi olmadığı ama evrenin keşfet-mesi harika olan detaylarını önümüze sunuyor” diye konuşuyor.

Yaşamı boyunca, Zweig’ın kolay haz-medilir stili ve kısa işlere duyduğu tut-ku, onu eserleri sıklıkla sinemaya uyar-lanan bir yazar yaptı. 70’den fazla film Zweig’ın hikâyelerinden uyarlandı. Ne-redeyse bir saplantı hatta bugün taciz olarak niteleyebileceğimiz bir şekilde “Letter From An Unknown Woman” (Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu) ki-tabının dört kez filmi çekildi ve bir kez de operaya uyarlandı.

Anderson’ın filminden önce bile bu durum yine oluyormuş gibi gözüktü: Patrice Leconte’ın yönettiği ‘Journey Into The Past’ uyarlaması “A Promi-se” geçen ay vizyona girdi ve bir baş-ka Fransız yönetmen Bernard Attal’ın Zweig’ın aynı adlı eserinden modern Brezilya’ya uyarladığı hikayesi “The In-visible Collection”ı yayımladı.

İngilizce konuşan dünyanın aksine Zweig’ın tamamen yok olmadığı Kıta Avrupası’nda da yeniden doğan bir ilgi söz konusu. Zwieg’ın son altı ayını anla-tan Laurent Seksik’in Fransızca kaleme alınan romanı “The Last Days”, ABD’de Pushkin Press tarafından yayımlandı ve

burada ‘çoksatar’ oldu. Volker Weider-mann, Zweig’ın Avusturyalı romancı arkadaşı Joseph Roth ile olan ilişkisi üzerine Almanca bir çalışma olan “Os-tend: 1936, Summer of Friendship” ile güçlü olumlu eleştiriler aldı.

Zweig hakkındaki bu coşku, şair, eleş-tirmen, yazar Michael Hofmann’ın 2010’da The London Review of Books’ta çıkan ve Zweig’ın eserini kokuşmuş ve ‘Avusturyalı yazarların Pepsi’si’ olarak nitelediği meşhur ala-şağı edişinde şahit olduğumuz gibi hiçbir şekilde evrensel değil. Ancak Hofmann’ın içini kusması bile Zweig’ın bilinirliğinin artmasıyla sonuçlandı.

Zweig belki de Anthea Bell’in yeni ve parlak çevirilerinden faydalanıyor. Daha önce Asterix çizgi romanı ve Hans Christian Andersen’in masalla-rını çeviren Bell, Zweig’a yepyeni daha modern bir tavır getirdiği için övgü aldı. Zweig’la çocukken tanışan ve “De-ath in Paradise: The Tragedy of Stefan

Zweig” adlı biyografinin yazarı Brezil-yalı Alberto Dines ise bunun Zweig’ın ilk geri dönüşü olmadığını vurgulu-yor. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Zweig’ın son çalışmaları ölümünden sonra yayımlanmış ve 1981 civarlarında 100. doğum günü sebebiyle gösterilen ilgide bir alevlenme olmuştu.

Dines’in iddia ettiği üzere, ‘Zweigma-nia’ dediği şeyin bu ‘raund’unda farklı olan; ‘Zweigmania’nın bir mitoloji ya-ratıp incelikli bir şekilde Zweig’ı kendi hikâyelerindeki kahramanlardan biri-ne dönüştürme ve kurguyla gerçeğin karışma riski taşıması.

“Zweig’ı yolun sonunda gericiliğin rampasından yorgun düşmüş bir pasi-fizm, tolerans ve kardeşlik öncüsü ola-rak görmek en iyisi” diye ekledi Dines. “Her jenerasyonun kendi Zweig’ı var ve o bizim belli belirsiz nostaljimizin ve hasretimizin meyvesi.”

The New York Times (28 May 2014)Çev.: Metin Aktaşoğlu

Kış.Çiftlik, St. Martin des Champs

Köyü’nün dışında, anayoldan ormanın içine doğru sapınca, ağaçların üzerini kapattığı küçük yolun sonunda. Ağaç-lar birbirleri üzerine devrilmişler ile-rilerinde ormanın. Her yan odunsu, yosunlu, sisli. Soğuk.

U şeklinde bir avluya bakıyor ahırlar. Yer taş döşeli. Büyük büyük taşlar. Ço-cuk adımıyla üç adım. Ahırların demir kapıları var. Çocuk boyuyla erişilmez yükseklikte. Dışkı, saman ve kış kokula-rı birbirine karışmış. Çocuk kokularını siliyor bu karışım.

Büyükler için safkanlar; simsiyah uzun bacaklı, pırıl pırıl tüylü. Küçükler için bal rengi minik midilliler var ahır-larda. Avlunun sağ köşesinde, çocuk-ların midilliye bindikleri boş alan yer alıyor. Burası terk edilmiş bir evin mi-safir odası gibi. Yüksek tavanlı bir ahır-cık. Küçükler için küçük ahır. Büyükler dışarıdaki geniş alanda biniyorlar atla-rına. Ahırcıkta bal rengi midilliler art arda yürüyorlar, hep daireler çizerek. Anneler, kapının arkasından çocukları-nın geçişlerini, endişeyle karışık gurur dolu gözlerle izliyorlar. Bir anne, sağ eliyle dudaklarındaki sert kabukları ko-parıyor, sol eliyle kendi belini sarmış. Sanki midilliden düşüverecek oğlunu hemen yakalamak için tetikte bekliyor.

Enza dört yaşında, bambaşka bir ifa-desi var, yüzü diğer çocuklarınkinden ayrılıveriyor. Uzun ve ince bacakları-nı midillinin karnından sarkıtmış, el sallıyor ama annesi orada değil. Binici şapkası kaymış, sarı dalgalı saçları gö-zünün üzerinde, dengesini korumakta zorlanıyor. Bir tur daha atıyor midilli-ler. Enza artık iyice zorlanıyor. Annele-rine gösteriş yapan diğer çocuklar canı-nı sıkıyor. Midilli hızlanınca kız havaya sıçrıyor. Mavi gözleri kocaman açılıyor. Sesi incecik midilliden düşerken. Yer-de. Öğretmen hemen kaldırıyor onu. Enza ağlamıyor. Demir kapının arka-sından onu izleyenlere bakıyor. Diğer

anneler Enza’nın düşüşünü büyük bir hata, büyük bir ayıp gibi fısıltılarla, bir-birlerine bakarak kınıyorlar. Enza uta-nıyor, kızarıyor, gözlerini kaldırmıyor bir daha. Annesi yok. Annesi kendi eli-ni beline dolamamış, izlemiyor. Annesi o düşerse onu kucaklayıp avutmayacak. Öğretmen gelecek. Kalk, diyecek. O da kalkacak.

Avlu yankı yapıyor. Atları bir ahırdan diğerine sokarlarken, nal sesleri ço-ğalıyor. Bazen bir kişneme. Bazen bir çocuk çığlığı.

Simeon altı yaşında. Enza’nın ağa-beyi. Turuncu paltosunun düğmeleri eksik. Boynu açıkta. Şapkası yok. Bur-nu kıpkırmızı. Sarı saçları gözlerini kapatmış. Cepleri şişkin. İçleri misket dolu. Avluyu koşarak geçiyor. Misket-lerin şıkırtısı yankılanıyor avluda. Bir

daha boydan boya geçiyor avluyu. Si-meon avluyu geçerken, üç-beş adımlık bir zaman diliminde, kar yağmaya baş-lıyor. Avluya eğik düşen iri kar taneleri Simeon’un saçlarında duruyor. Kirpik-lerinde, dudaklarında beyaz tanecik-ler birikiyor. Bir daha avluyu geçiyor Simeon. Misket sesleri cebinden yayı-lıyor, yayıldıkça genişliyor, şekilleniyor

avluda. Sonra durup soğumuş küçük ellerini cebine sokuyor. Misketler eline geliverince hız-la geri çekiyor elini cebinden. Canı yanmış gibi, eline tavadan yağ sıçramış gibi yüzü. Simeon, kardeşinin midilliden düştüğü-nü görüp demir kapıya atıldı-ğında, demir kapıyı açamayıp altından sürünerek geçtiğinde, kardeşinin yanına gidip üzerin-deki samanları temizlediğinde, onun bir yerine zarar gelmedi-ğini anlamak için kızı çekiştir-diğinde hep hüzünlü. Anne ve babaları onlardan koptuğundan beri böyle bakıyor, kristal bir küreye bakıp geleceği görmeye çalışır gibi...

Enza midilliden iniyor. Kendi başına geçiriyor avludan midil-liyi. İpi çekiyor, hayvan geliyor. Ahırda ot veriyor midillisine. Korkarak tüylerini okşuyor. Mi-dilli kıpırdadıkça o da kıpırdı-yor, kaçacak gibi yapıyor. Sime-on cesur. Enza’nın elini tutmuş, hayvanın sırtına bastırıyor. Sev, diyor. Enza önce elini kaydır-

maya çalışıyor ama Simeon’nun gücü-ne yetişemiyor. Yüzünü buruşturuyor. Ağlayacak. O zaman Simeon Enza’nın elini hayvanın sırtından çekip, kendi kafasına götürüyor. Okşatıyor saçlarını Enza’ya. Sev, diyor. Beni sevdiğin gibi sev.

Ahırın açık kapısından görünen av-luya karlar düşmeye devam ederken, çatının tepesindeki demir lamba yanı-yor. Kar tanelerini aydınlatan ışık, ölü

gölgeleri canlandırıyor. İki çocuk hızla ahırdan çıkıp taş zeminli avluda art arda koşmaya başlıyorlar. Misket sesle-ri, çocukların gülüşlerine, taşlarda yan-kılanan ayak seslerine karışıyor. Sonra Simeon, çiftliğin çitlerine ulaşana dek çamurun içinde koşturuyor. Çitlerin önünde durup uzağa bakmaya başlıyor. Yeşili solmuş tarlalara, cadı saçlarını an-dıran devrik ağaçlı, çalılıklı, koyu ka-ranlıklı ormana doğru dalıyor gözleri. Bağıracak gibi ağzını açıyor. Kar tane-leri sıcak ağzında eriyiveriyor. Ormana söylemek istediği bir şeyler var da cesa-ret edemiyor gibi. O zaman yüzünde ne misketleri, ne midilliler ne Enza var. Çocukluk yok. Geriye dönüp boş yola bakıyor. Arabanın yanındaki kardeşini görüyor. Onları buraya getireni arıyor gözleriyle. Göremiyor. Unutmuş yolu. Evi.

Ayaklarının altına yapışan çamur, adım atmasını güçleştiriyor. Çamurla-rın içinden bir el çıkıp ayak bileğini yakalamış gibi debeleniyor. Yardıma ihtiyacı var. Kar üzerinde birikiyor. Çıplak boynundan içeri giriyor taneler. Burnundan sümükleri akıyor. Üşüdü artık. Yoruldu.

Kollarını açıp tek ayağını çamurdan çıkarırken, ayakkabısının altında biri-ken balçığı da atmaya çalışıyor bacağını titreterek. Olmayacak. Kurtulamayacak ayaklarını tutkal gibi toprağa yapıştıran bu şeyden. Bekliyor. Hem çitlerin ile-risine hem geliş yoluna, bir oraya bir buraya bakarak bekliyor. Elini cebine sokuyor, avuçlarının içinde şıkırdatıyor misketlerini. Atların kişnemeleri geli-yor ahırdan. Enza, Simeon’un tuzağa yakalandığı yere doğru bağırıyor. Gel, diyor. Gel. Simeon çocuk adımları-nı atamıyor kardeşine doğru. Orada Simeon, üzeri iyice beyazlaşmış, yeni kanatlar çıkaran küçük bir melek gibi kıpırtısız bekliyor.

Hava kararıyor. Orman ve tarlalar gö-rülmeyecek az sonra.

Kış gecesi saracak her yanı.

Gül Ersoy, Sel Yayıncılık’ın ‘ilk imza’ kitapları içinde kitapseverlerle buluşturacağı yeni isim. “Sahilden Bostancı” adlı öykü kitabından tadımlık bir öykü: “Simeon’un Misketleri”