Gizli Hristiyanlığın Popüler Kültür İçinde Temsiliyeti
Transcript of Gizli Hristiyanlığın Popüler Kültür İçinde Temsiliyeti
1
Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsüİletişim Fakültesi
Kültürel Çalışmalar ve Medya Yüksek Lisans Programı
GİZLİ HRİSTİYANLIĞIN POPÜLER KÜLTÜR İÇİNDEKİ
TEMSİLİYETİ
Mert Kaya
Kültür Araştırmaları Seminer Dersi Dönem Sonu Ödevi
Doç. Dr. Aksu Bora
2
Ankara, 2014
Giriş
Tarih boyunca her alanda yaşanan gelişmeler, öncelikle
gelişmelerin olduğu bölgedeki insanların sosyal
yaşamlarında ciddi şekilde etkili olmuştur. Bu gelişmeler
insanların zaman ve mekân algılarını değiştirmenin yanı
sıra yerleşik algı ve tanımlarını da değişikliğe
uğratmıştır. Farklılıkların yaratılması ve tanınması
bağlamında yükselen çoğulcu bakış açısı, günümüzde
“cinsiyet, ırk, etnisite, din” gibi tikel kimlikler
toplumsal aktörlerin “kendi”ni ve “öteki”ni tanımlamasında
önem kazanmaktadır. Tüm kimliklerin inşa edildiği ön
kabulüyle, birey “kendi”ni yaratmak için bir “öteki”ne
ihtiyaç duymuştur. Bu durum aynı zamanda kolektif kimlik
inşasına da yansır. Kolektif kimlik inşasında ya da diğer
adıyla ulus kimliklerde “biz” olabilmenin koşulu “biz
olmayan” ya da “öteki” gibi bir karşıt yaratmaktır.
“Öteki”ne karşı duyulan nefret ya da korku, “biz”
bilincinin, ulusal kimliğin ayakta kalmasına yardımcı olur.
“Öteki” diye tabir edilenin tanımlanma ve benimsenme
sürecinde popüler kültür ürünleri önemli rol oynar. Çağdaş
temsil kuramından hareketle popüler kültür ürünlerinde
anlam inşa etme özelliği, “öteki”nin bu ürünlerdeki
temsilinin incelenmesini gerekli kılmaktadır. Bu noktada
3
Hall’ün temsil tanımı önemlidir ve şöyle der: “Temsil bir
kültürün üyelerinin dili anlam üretmek için kullandıkları
bir süreçtir.” (2009: 61) Başlangıçta yaratılan milli
benlik çerçevesinin “din ve etnisite” olarak şekillendiği
ülkemizde, son yıllardaki siyasi değişimin getirisi olarak
karşılanan “din” çerçevesinin renginin daha belirgin olduğu
noktası, “öteki” diye tabir edilenin nasıl bir “öteki”
olacağı konusunda fikir sahibi olmamıza olanak
sağlamaktadır. Buradan hareketle biri kitap (Son Krifos),
diğeri sinema filmi (Yüreğine Sor) olmak üzere son yıllarda
okuyucu ve izleyiciyle buluşmuş iki popüler kültür ürününün
“Gizli Hristiyanlık” ya da “kriptoluk” konusunda yaratmış
olduğu anlamlar inceleme alanı olarak belirlenmiştir.
Çalışmamın odak noktasının “öteki” inşasında tarihin açık
yaralarından olan “Gizli Hristiyanlık” bağlamında “din”
olgusunun oluşu, “biz” yaratmada etkin olarak kullanılan
“din” ve “dini söylem” ile örtüşmektedir. Yaratılan
karakterler ve olay örgüleriyle tarihsel bir gerçekliğin
yeniden doğru veya yanlış üretimi günümüzde mümkündür. Bu
durumdan yararlanmak isteyerek “Gizli Hristiyanlık” konusu
temelinde “biz” yaratma sürecinin devamlılığı söz konusu
olmaktadır.
Ötekileştirme
Milliyetçilik ideolojisinin doğması, yaygın hale gelmesi ve
Osmanlı topraklarında da kendine yer bulması uzun bir süreç
4
değildir. Muhafazakârlığın yanında daha sönük halde duran
“Türklük” kavramının yüceltilmesi adına tarih, edebiyat,
sanat gibi birçok dalda bu kavramın o dönemde kendine yer
bulduğunu söyleyebiliriz. Bu çalışmalar sonucunda, II.
Abdülhamit döneminde Türk kavramı, ırkî ve lisanî manada
artık şerefli ve gurur duyulan bir kavram olarak değişmiş,
Türk tarihinden bölümler gün ışığına çıkarılarak, Türk
tarih görüşü zaman ve mekân itibariyle genişlik kazanmaya
başlamıştır. Osmanlı Devleti dışında Türkçe konuşan
Müslümanlar “millettaş” olarak kabul edilmiş, yavaş yavaş
Türk Birliği fikri, kültürel terimlerle ifade edilmeye
başlanmıştır. Anadolu, Türklerin vatanı olarak önem
kazanmaya başlamış, Türk milliyetçiliğinin temeli olarak
Türk dil ve kültürünün rolü ve bunları canlandırmak ve
geliştirmek ihtiyacı da kuvvetlenmiştir. (Sarınay, 2004:
84) Hali hazırda yüce derecede bulunan muhafazakâr söyleme,
Türklük kavramı eklenmiş, kimlik yaratımı için gereken
temeller oluşturulmuştur. Bu ideoloji, değişimlere uğrasa
bile, daha sonra kurulacak olan Türkiye Cumhuriyeti için de
“temel kavram” niteliği taşıyacaktır.
Kimlik “biz”de olan ile “öteki”lerde olmayanın açık
tasviridir. “Batı dillerinde Latince’nin idem (aynı)
kökünden türetilen identite-identity kelimesi bir özdeşliği,
aynılığı ifade etmektedir.” (Kılıçbay, 2003: 155) Bu kavram
bir mensubiyetin göstergesidir. Böylece bir ayrışma değil
aynılaşmanın ürünüdür. Kimlik kavramının bu açıklamayla
tanımlanıyor olması kendince bir paradoks yaratmaktadır.
5
Connolly’nin ifadesiyle; “kimlik var olmak için farklılığa
gereksinim duyar ve kendi kesinliğini güven altına almak
için farklılığı ötekiliğe dönüştürür.” (1995: 93) Öteki bir
bakıma “ben”in ya da “biz”in yaratımıdır. Öteki ile “ben”
daima karşılıklı bir etkileşim halindedir. Bu durumda
öteki, bir yönüyle “ben”i bağlayıcı, sınırlayıcı,
kısıtlayıcı güce sahip olan bir otoritedir. (Çapar, 2006:
37) Birey kendini tanımladığında ötekini, ötekini
tanımladığında kendini tanımlamaktadır. Bu aynılık üzerine
değil, farklılık üzerine inşa edilmiş ayırt edici bir
tanımlamadır. Toplumların oluşum süreçlerinde “ben ve
öteki”, “yerli ve yabancı” , “çoğunluk ve azınlık” benzeri
kategoriler yaratılmaktadır. İnsanlar kendi aidiyetlerini
paylaşmayan insanları ya da grupları, toplumsal çevreleri
yabancılaştırma eğilimindedirler. Bu yabancılaştırma durumu
farklı olmayı ifade ettiği gibi aynı zamanda
“düşmanlaştırma” eğilimini de içermektedir. Birinci Dünya
Savaşı sonrasında yapılan bütün azınlık koruma
antlaşmaları, dönemin standart’ını oluşturan “soy, din, dil
azınlıkları” ölçütüne dayanmaktadır; Türkiye’de azınlık
haklarının hukuksal temelini oluşturan 24 Temmuz 1923
tarihli Lozan Antlaşması ise azınlık tanımlamasında “soy,
din, dil azınlıkları” terimi yerini “gayrimüslimler”
terimini kullanmaktadır. Bu nedenle Türkiye’deki resmi
azınlıklar yalnızca “gayrimüslim” yurttaşları (Ermeniler,
Rumlar, Yahudiler) kapsamaktadır. (Oran, 2005: 61-63) Bu
antlaşma ile çalışmamın odak noktası olan “dini temsiliyet”
çerçevesi uygun düşmektedir.
6
Osmanlı döneminde de “ötekileştirme” dediğimiz kavramı,
“kendini” tanımlamanın organı olan bir kavram olarak
görebiliyoruz. Türklükten ziyade ilk başlarda yönetimin
temelini oluşturan “İslamlaştırma” ideolojisinin
varlığından mütevellit, ötekileştirme meselesinin “dini”
çerçeve ile gerçekleştirildiği aşikârdır. Taraf
gazetesinden Neşe Düzel'in tarihçi Selim Deringil'le
gerçekleştirdiği ve “Selim Deringil: Osmanlı, Alevileri hep dışladı" (29
Mart 2010) başlığıyla ele alınana söyleşide, Osmanlı
İmparatorluğu’nun kitleleri zorla Müslümanlaştırma diye bir
resmî politikası hiçbir zaman olmadığını çünkü Osmanlı’da
“zimmî” diye bir kavramın olduğundan bahsediliyor. Müslüman
olmayanların devletin koruması altında olduğundan söz
ediliyor. Rusların, gayrı Rus nüfusa uyguladığı Ruslaştırma
ve Ortodokslaştırma politikasını uygulamadığından da
bahseden Deringil, kitlesel olarak kılıç zoruyla
Müslümanlaştırma olaylarının Osmanlı’da istisnai olarak
yaşandığını söylüyor. “Mesela bugünkü Bulgaristan
toprakları” diyerek örneklendirme yapıyor. Tanzimat’a dek,
Osmanlı’da askerî sınıfa dâhil olmanın, yani devlete ve
yönetici sınıfa girmenin tek yolunun Müslüman olmaktan
geçtiğini belirten Deringil, bu yüzden Müslümanlaşma,
soyluların Osmanlı yönetici sınıfına girmeyi istemesiyle de
yaşandığını belirtiyor. Bir de gayrimüslim nüfusun cizye
vergisi vermesinden ve bu verginin kriz dönemlerinde çok
ağır olabildiğinden söz ediyor. Söyleşide Cizye yükünden
kurtulmak için de Müslümanlaşanlar olduğunu belirtiyor.
Ayrıca Osmanlı İmparatorluğu’nda gayrimüslimler üzerindeki
7
birtakım kısıtlamalardan örnekler veren Deringil,
gayrimüslimlerin yeşil renk giysiler giyemediklerinden, ata
ve deveye binemediklerinden, hatta bazı yerlerde
gayrimüslimlerin hamam günlerinin ve hamam eşyalarının da
ayrı olduğundan bahsediyor. Bir Müslüman öldüğünde “merhum”
olmasından, gayrimüslim öldüğünde ise “mürt” olmasından
bahsediyor. Mürt kelimesinin, “telef oldu, geberdi”
manasında hayvanlar için kullanıldığını belirten Deringil,
bu durumun Tanzimat’a dek sürdüğünü belirtiyor. Bu
örneklerle “dini” çerçeve içerisinde “ötekileştirme”
politikasının Osmanlı Devleti içerisinde ciddi biçimde
uygulandığı gözler önüne serilmiş oluyor.
Gizli Hıristiyanlık (Kripto Hıristiyanlık)
Tanzimat fermanının ilanı (1839) ile görünür olan “Gizli
Hristiyanlık” hadisesi, popüler kültür ürünlerince üzerinde
çokça durulan bir konu değildir. Gizli Hristiyanlık,
Osmanlı döneminde, Trabzon’un Maçka ilçesi ve kuzey
Gümüşhane’de bulunan Krom, Yağlıdere, Stavri, Zigana,
Santa, Torul ve çevresinde yaşayan ve Osmanlı tahrir
defterlerinde Müslüman olarak görünen ama gerçekte
Hristiyan olan halkın ve bu halkın 15 Temmuz 1857
tarihinde, 44 dini liderin gizli Hristiyan olduklarını
duyurmak, Avrupalı ülkelere durumlarını anlatmak için,
İstanbul’daki İngiliz büyükelçiliğine başvurmalarıyla
ortaya çıkan tarihi olayın adıdır. (Öztürk, 2005) Anadolu
topraklarında sadece Doğu Karadeniz bölümünde görülen bu
8
durum, Osmanlı toprakları dâhilinde bulunan farklı
coğrafyalarda da görülmüştür. Bryer, Osmanlı
İmparatorluğu’nda gizli Hristiyanlık olgusunun, sadece
Anadolu’ya özgü olmadığını coğrafi dağılım ve yerel
tanımlamalarıyla birlikte bildirir: Droverstvo (Sırbistan),
Patsaloi, Apostolikoi, Linovamvakoi (Kıbrıs), Laramanoi
(Arnavutluk), Kourmoulides (Girit), Kouroumlides,
Stavriotai, Santaoi, Klostoi (Doğu Karadeniz), Crypto
Maronit (Lübnan) ve Crypto Copts (Mısır) bu örneklerdendir.
(Bryer, 1988)
Olaylar incelendiğinde, Doğu Karadeniz bölgesinde bulunan
bir kesim Ortodoks Rum cemaatinin hep Hristiyan olarak
varlıklarını sürdürdükleri, bir kısmın çeşitli sebeplerce
ihtida yaptıkları, bir kesimin ise Müslüman gibi görünüp,
gizli yerlere yaptıkları şapellerde dinlerine devam edip
gizli Hıristiyan kaldıkları gözler önüne serilmiştir. Gizli
Hristiyan olanlara Tanzimat fermanı sonrası dinlerine
karışılmayacağının, rahatça dinlerini yaşayabileceklerinin
sözü verilmiştir. Bu sözlere güvenen birçok Rum, gizliden
sürdürmeye çalıştığı Hıristiyanlığına geri dönmüştür. Bu
dönem içerisinde toplumsal olarak ciddi olayların
yaşanabileceği öngörülebilir. Gizli Hristiyanlık
dosyası, 1923 yılında Lozan Barış Antlaşması'na ek olarak
yapılan sözleşme uyarınca Türkiye ve Yunanistan'ın -
İstanbul ve Kuzey Yunanistan bölgesi hariç- kendi
ülkelerinin yurttaşlarını din esası üzerine zorunlu göçe
tabi tutmasıyla tarihin tozlu rafları arasındaki yerini
9
almıştır. Kıbrıs’ta yaşanan gelişmeler sonrası, 1964
yılındaki Rum sürgünüyle İstanbul’da kalan birçok Rum
Yunanistan’a göç etmek zorunda kalmıştır. 2012 yılında ABD
Dışişleri Bakanlığının yayınladığı din özgürlüğü raporuna
göre bugün Türkiye’de sadece 2.500 kadar Hıristiyan Rum
azınlığının olduğu belirtilmiştir.
Son Krifos (2008)
Turgay Bostan’ın ilk romanı olan ve Ötüken yayınlarından
çıkan bu kitap, ilk baskısını 2008 yılında, ikinci
baskısını 2014 yılında okuyucularıyla buluşturmuştur. 9
Haziran 2014 yılındaki bir söyleşide, yazar “Krifos”
kelimesini şöyle açıklamıştır; “Krifos ya da krifi kelimeleri Türkiye’de
bilinen kelimeler değil. Bugün hangi sözlüğe bakarsanız bakın bu kelimelerin anlamını
bulamazsınız. Etimolojik olarak krifi ya da krifos Yunancadaki kripto kelimesinden
gelir. Kripto hepimizin bildiği gibi şifre, sır anlamındadır. Fakat krifos kelimesi gizliliği
ifade etse de daha farklı bir anlam içerir. Bunu da gizlenmiş olarak çevirmemiz
mümkün”. Kitabın arka kapağındaki yazılar, kitap hakkında
bilgi sahibi olmamızı sağlıyor ve hatta yazarın bu olaya
bakış açısıyla ilgili de bilgi veriyor. “Dün bunlar
yaşanmıştı ve hala bir tarafıyla yaşanıyor. Yazılmamıştı,
bir ilk olarak romana döküldü. Gizliliğin ve ihanetin üç
asra yakın süren ilginç hikâyesi ve işte Son Krifos…” Kitap
Doğu Karadeniz coğrafyasının adeta resmini çiziyor bizlere.
Alışılageldik bir aşk hikâyesinin, tarihi bir roman
içerisinde var olmaya çalışması söz konusu. Karakterler
özenle seçilmiş. Bu noktada farklı azınlıklardan olan
10
karakterlere biçilen rollerin önyargılı olduğu durumu
gözler önüne seriliyor.
Balcı’ya göre, Türk filmlerinde Rum kadınlar vamp olarak
temsil edilirken erkekler düşman Rum imgesinin örneği
olarak çeteci/kaçakçı biçiminde sunuluyor. (Balcı, 2013:
232-233) Roman kahramanlarından Anastas, Yorgo, Estel ve
Yuvani tasvir edildiği gibi çeteci Rum karakterlerindendir.
Roman içerisinde eşkıya olduğu belirtilen Türk ve Müslüman
karakterler de mevcuttur fakat bu karakterler “vatan,
millet aşkıyla” orduya yardımcı olan milislerdir. Rum kadın
tasviri için ise dikkati çeken, aşk hikâyesinin odak
noktası olan Maria ve Ali Fuat’tır. Maria, romanın ana
kahramanlarından, Müslümanlara çok saygı duyan, her zaman
olumlu şekilde tasvir edilen, Vatansever olarak
nitelendirilen Aleksi’nin kızıdır. Gizli gizli Ali Fuat ile
görüştükleri birçok kez tekrarlanır. Hikâye’nin başından
itibaren gizliliği “hainlik” olarak niteleyen yazar,
Yunanca anlamı psikolojik olarak “içine kapanık” olan
“kripsinus” kelimesinin “ikiyüzlü, içten pazarlıklı”
anlamına geldiğini iddia etmektedir. (Son Krifos, s.69) Bu
yanlış bilgilendirmeyle, Krifos kelimesinin kökenine vurgu
yapılmış ve yanlış bir algı yaratımı izlenmiştir. Kitapta
hainlik meselesine vurgu yapmak amacıyla, Müslüman gibi
görünüp gizli Hristiyan olanlarla Hristiyanlığı hiç
bırakmayanlar arasında ufak bir karşılaştırma da mevcuttur.
Ana karakterlerden olmayan, Hristiyanlığı bırakmamış Yanko
efendi için “dedelerinin izinden ayrılmamış, alnı açık yüzü
11
ak şekilde Hristiyan gibi yaşamış” tanımlaması
kullanılıyor. (s.69) Bu karşılaştırmayla gizli
Hristiyanların yüzüne karaçalınmış oluyor. “İkiyüzlülük”
vurgusunun yapıldığı bir diğer bölüm, Kaymakam Veli Sabri
Bey’in Latif Bey’i yöre hakkında bilgilendirdiği bölümdür.
Kaymakam yörede elli sene öncesine kadar yaşayanların Türk
ve Müslüman olduğundan, Krifilik meselesinin unutulduğundan
bahsederken, Latif Bey söz alarak unutkan bir milletimiz
olduğundan bahsediyor. Kaymakam’ın “bizler unutunca, Rumlar
geçmişlerinde sanki böyle şeyler yaşamamışlar gibi
davranıyorlar” sözüne karşı Latif Bey, “İkiyüzlü insanlar
kurnaz ve nankör olur azizim” diyerek sohbeti sürdürüyor.
(s.166)
Kitabın hemen başında, ana karakterlerden Aleksi ve karısı
Martha’nın, daha sonra Rum çeteci olarak karşımıza çıkacak
olan oğulları Anastas ile ilgili bir tartışmaları konu
ediliyor. Martha Anastas’ın mektebe gidip, dilini, dinini
atalarını öğrenmesinin iyi olduğunu vurgularken, Aleksi şu
şekilde karşılık veriyor; “Ne ben ne benim dedem, ne sen,
ne de senin deden Grekçe mi biliyordu sanki? Bir de
kafasına Pontusçuluk sokup yoldan çıkardılar onu!” (s.18)
Yazar tarafından bu cümleyle Aleksi’nin ağzından Pontus
Rumlarının geçmişte Rumca konuşmadıkları, aldıkları
eğitimlerle “Pontusçuluk” gibi fikirler aşılandığı iddia
edilmiş oluyor. Bu iddialarla bir milletin geçmişiyle
ilgili yanlış bir algı yaratımı olduğunu görebiliyoruz.
12
Roman içerisindeki birçok bölümde, gizli Hristiyan olan
Rumların Osmanlı’nın zor durumda olmasını fırsat bilip
Ruslarla işbirliğine girdiğinden, Pontus hayallerini
gerçekleştirmeye çalıştıklarından bahsedilmiştir. Örneğin,
romanın kahramanlarından, Rum çetecilerinden biri olarak
tasvir edilen Anastas isimli karakterin, sabahın erken
saatlerinde, kalabalık bir gruba liderlik yaparak sarhoş
bir şekilde şehre doğru indiğinden, inerkende “Türklere
ölüm! Ardasa Pontus’dur! Ardasa Rum’dur! Yaşasın Rusya!
Yaşasın Çar!” diye naralar attığından bahsedilmiştir.
Ayrıca bu bölümde kalabalığın içerisinde Ermeni askerlerin
olduğundan da söz edilmiştir.(s.359) Aynı şekilde, Kitapta
Rumların Rusları kurtarıcı olarak gördüklerine dair, Rus
askerlerinin şehre geleceğini duyan Rum ahalinin, Türk
komşularından gizli olarak, gelen Rus askerleri için
börekler açtığından, şerbetler hazırladığından ve sütlaçlar
kaynattığından söz ediliyor. (s.278)
Kitabın karakter betimlemelerinin yapıldığı yerlerinde
“öteki” olarak vurgulanan farklı etnik kökene sahip
gayrimüslimlerin, çirkin, korkak vb. kötü karakterlere
sahip olduklarından bahsedildiğini görüyoruz.
Karakterlerden Yorgos’un, babası gibi tıknaz, korkak, ablak
suratlı, hırslı ve kıskanç biri olarak betimlendiği
görülüyor.(s.111) Aynı şekilde ana karakterlerden biri olan
Ermeni Doktor Vartan için kırılgan, korkak, güvensiz ve
çekingen ifadeleri kullanılmıştır.(s.126) Rum ve Rus
güçlerine karşı savaşan, çoğu yerde “kahraman, vatanperver,
13
yiğit” diye tanımlanan Türk askerlerinden biri olan Binbaşı
Kör Selim karakterinin ölüm anı da üzerinde durulması
gereken noktalardan birisidir. Çatışma sırasında
vurulmasında, “kan” yerine kızılkanatlı kelebekler tasviri
kullanılmıştır. Masalsı bir anlatıyla Binbaşının şehit
olduğu okura sunulmuştur. Aynı noktada Rus Yüzbaşı
Pavel’in, Türk şehitlerin arasında dolaşıp, nefes alıp
veren, can çekişen askerleri acımasızca öldürüldüğü
resmedilmiştir.(s.330-331)
Kitap içerisinde Müslüman ile gayrimüslim arasındaki
“ötekileştirme” vurgusunun dikkat çektiği bir diğer bölüm
ise Rus ordusunda bulunan Müslüman askerlerin konusunun
olduğu bölümlerdir. “Urus ordusu içinde çoh Müslüman var,
yoğusam bu Ermeniler bize gün göstermiyer” sözüyle iyi-kötü
betimlemesi gerçekleştirilmiştir.(s.351) Bir diğer örnekte
ise kiraz ağacına çıkıp, dalları kıra kıra kiraz toplayan
Rus askerlerine “gâvurun dölleri” diye bağıran iki çocuğun,
askerlerce dut ağacına bağlanmasından ve aç susuz
bırakılmasından bahsedilen bölümdür. Bu bölümde, nöbeti
sırasında çocukların ağaca bağlı olduğunu gören, Rus
ordusuna mensup bir Müslüman askerin “Ay balalar,
neylemişseniz böyle? İmdi urganı kevşeteceğim, arkamı
dönünce gaçasınız, gülle sallasam da korhmayın.” diyerek
çocukların kaçmasına razı geldiğinden bahsedilmiştir.
(s.421) Şivesinden “Azeri” olduğunu düşündüğüm bu
karakterin bu bölümde yer alması, yazarın “Türkçü”
ideolojisinin kitaba ufak bir yansıması gibidir. Roman
14
kahramanlarından, babası ihtida eden, kendisi de
Müslümanları seven, saygı duyan bir Hıristiyan olan
Aleksi’nin sözleriyle, yazar kendi söylemek istediklerini
Rumlara itiraf ettirmiştir. Türkleri kandırdıklarını,
yıllardır yaşanan mutlu mesut hayatı Rumların bozduklarını,
Rumların yaptıklarının kabul edilemeyeceği birçok noktada
Aleksi karakteri kullanılarak dile getirilmiştir.(s.41-290-
330-357-482-483-527-529-530)
Son Krifos kitabı Tanzimat fermanıyla başlayıp Cumhuriyetin
kuruluşuna kadar giden bir dönemi ele almıştır. Rus
işgaliyle birlikte Gizli Hıristiyanları “vatan hainliği”
yapmakla eleştirmiş, Ruslarla işbirliği yaptıkları, Pontus
devleti kurmak gibi bir niyetleri olduğu iddia edilmiştir.
Kendi çıkarları doğrultusunda, iki-üç asır boyunca
Müslümanların Rumlar tarafından kandırıldığı belirtilmiş,
olayların insani boyutu hiç ele alınmamış, yaşanan her
durum “Türk milliyetçiliği” ve “İslamcılık” ideolojileri
çerçevesinde okuyucuya sunulmuştur.
Yüreğine Sor (2009)
Yönetmenliğini Yusuf Kurçenli’nin yaptığı, oyunculuklarını
Tuba Büyüküstün, Kenan Ece ve Hakan Eratik’in paylaştığı
film 2009 yılında gösterime girmiştir. Son Krifos kitabının
yazarı Turgay Bostan’ın 2010 yılında Milliyet Blog’da
paylaştığı “Yüreğine Sor’uyorum” isimli köşe yazısında,
kendisinden izin alınmadan kitabından alıntılar
yapıldığını, ayrıca kaynaklardan düzgünce
15
yararlanılmadığına, yönetmenin kafasının karıştığına dikkat
çekmiştir. (http://blog.milliyet.com.tr/yuregine-sor-
uyorum/Blog/?BlogNo=238596) Yüreğine Sor filmi, başlı
başına bir aşk hikâyesidir. Karadeniz’in eşsiz doğasıyla
harmanlanan film, “gizli Hristiyanlık” meselesine de
değinen ilk Türk filmi olarak öne çıkıyor. Gizli
Hristiyanlığını sürdüren halkın, Tanzimat fermanıyla ve
Avrupalı liderlerce savunulacağı kişisel haklarının
farkında olmalarına rağmen gizli Hristiyan olarak
hayatlarına devam etmelerini gözler önüne seriyor. Gizli
Hristiyanların, ne yapacaklarına dair karar verememeleri,
“daha zamanı değil” gibi söylemler kullanarak “baskı”
altında oldukları sergileniyor. Konsolos’un katılımıyla
gerçekleşen bir toplantıda “Dinden döndüğünü söyleyip
astılar bir adamı Trabzon’da” diyen gizli Hristiyan kişi
ile bu durumun kolay olmayacağı gösterilmeye çalışılıyor.
Aynı toplantıda konuşma yapan Papaz, “Müslüman olmamız için
baskılara maruz kaldık, dinimizi yaşamamız için ağır
vergiler aldılar bizden, cizye yani haraç, kimisinin hali
vakti yok bu haracı ödemeye Müslümanmış gibi göründüler,
kilise mazur gördü onları, rabbimizin hoş göreceğini
bildiği için mazur gördü. Sizler 200 yıldır bu
durumdasınız, kilise çektiğiniz acıları biliyor, camilere
gittiniz, namaz kıldınız, ölülerinizi Müslüman mezarlarına
gömdünüz ama artık şartlar değişti, Hristiyan olduğunuz
için cizye ödemeyeceksiniz, artık en fukaranız bile rahatça
dinini yaşayabilecek. Kiliseniz artık sizlerden bunu
bekliyor.” (Yüreğine Sor, dk.19) diyerek gizli
16
Hristiyanların çektiği acılardan açık bir şekilde
bahsetmiştir.
Aslında gizli Hristiyan olan Mustafa ile Müslüman olan
Esma’nın aşk hikâyesi, Mustafa’nın gizli Hristiyan
olduğunun öğrenilmesiyle bir çıkmaza girmektedir.
Mustafa’nın hasta olan ve halk tarafından çok sevilen
dedesi vefat ettiğinde, gerçeği saklayamayan karısının
Müslüman adetlerince yapılan cenaze töreninde söz alıp
konuşması, “benim kocam Süleyman, Johannes adıyla vaftiz
edilmiştir” deyip aslında Hristiyan olduklarını belirtmesi,
kocasının Hristiyan mezarlığına gömülmesini istemesi, bu
olayların insani boyutlarını gözler önüne sermiştir.
Hristiyan olduğunu duyan cemaatin dağılması, çocukların
dalga geçmeleri ise dönemin toplumsal baskısının örneğini
teşkil etmektedir. (Yüreğine Sor, dk.85) Böyle bir durumda
Mustafa ile Esma’nın ilişkisi çıkmaza girer ve bu çıkmazdan
kaçarak kurtulmaya çalışılır fakat bu gerçekleşemez ve Esma
kendini köprüden atarak hayatına son verir.
Filmin başlarında bulunan bir Cuma namazı sahnesinde, gizli
Hristiyan Yakup’un da aralarında bulunduğu cemaate, imam
şöyle seslenir “İsa’ya Tanrı’nın oğlu derler, o zaman anası
da olur babası da. Hristiyan komşularınıza gidin, doğru
yolu gösterin. Kıyamet günü peygamber efendimizin
sancağının gölgesine sığınsınlar” der.(dk.7) Bu bölüm gizli
Hristiyanların içinde bulunduğu garip durumun göstergesi
niteliğindedir. Hemen bir sonraki sahnede, askerlerin gizli
Hristiyan Yakup’un, çalıştığı yere doğru geldiğini görünce
17
nasıl tedirgin olduğu izleyiciye gösterilir. (dk.8) Bu
bölümle, gizli Hristiyanların sadece sosyal olarak değil,
devlet tarafından da baskı uygulandığının mesajı verilmeye
çalışılmıştır. Bir diğer baskı göstergesinin bulunduğu
sahnede, bebeğin vaftiz edilmesi için eve çağrılan Papazla
vaftiz sonrası evde yapılan sohbettir. Papazın evde kapalı
kaldığı belirtildiğinde, Papaz “beni burada kim tanıyacak”
diye cevap verir. Böylece Müslüman bilinen bir evden Papaz
çıkması durumunun infiale sebep olabileceği gösterilmeye
çalışılmıştır. (dk.33) İnfial ortamının kalkması için
gösterilen çabalara örnek olabilecek bir diğer sahnede,
sabah ezanının okunmasıyla Mustafa’nın annesinin Mustafa’yı
sabah namazına göndermeye çalıştığı sahnedir. Dedesinin
hasta olmasından, babasının ağaç kesmeye gitmesinden ve
evden bir erkeğin namaz kılmaya gitmesi gerektiğinden,
annesi Mustafa’nın namaza gitmesini istemektedir.
Mustafa’nın “Gitmeyiki herkes Cami’ye.” sözüne karşılık
annesinin, “herkes değuluk biz, bizim gitmemiz lazım” sözü
manidardır ve içinde bulundukları sosyal baskı durumumun
ifadesidir.
Film içerisinde dikkat çeken bir diğer önemli ayrıntı ise
Rum ahalinin Karadeniz şivesiyle Türkçe konuşması ve
yöresel kıyafetleri giyiyor olmasıdır. Dini öğelerle
süslenen sahnelerde, Rumca duaların edildiği, duvarlarda
Hz. İsa ve Meryem Ana ikonalarının, haçların bulunduğu göze
çarpmaktadır. Ayrıca Türk filmlerindeki gayrimüslim
temsillerinde Rum erkeklerinin çeteci gösterilmeleri gibi
18
bir durum film içerisinde mevcut değildir. Filmin bir
bölümünde, köyün gençlerinin üzüm topladığı sırada tütün
çetelerinin gelmesi, çete lideri görünümündeki kişinin
Esma’yı tutup, “Rum musun? Acem’e gideyrum, götüreyum seni,
Acem ipeklerine sarayum” deyip tacizde bulunması
gösterilmiştir. Hem çete liderinin, hem de çetenin diğer
üyelerinin kıyafetleri Rum milis güçlerinin kıyafetlerini
andırmaktadır fakat aynı kıyafetlerin bugün bile Karadeniz
yöresel kıyafeti olarak sunulduğunu unutmamak gerekir. Bu
bölümde çete grubunun Türk ya da Rum olduğunu açıkça belli
eden bir görüntü yoktur. Çete liderinin “Rum musun?”
sorusundan dolayı, film bize çetenin Rum çetesi
olabileceğini düşündürmektedir. (Yüreğine Sor, dk.45) Daha
sonraki bir bölümde, bu çetenin yakalanması ve isimlerinin
sorulmasında, birinin adının Alex, diğerinin adının Hasan
olduğu belirtiliyor ve böylece direk “Rum çetesi” yaftası
eklenmesine engel olunuyor. (dk. 51)
Film içerisinde “Gizli Hristiyan” Rumların adeta geçmişini
temsil eden Hacı Süleyman karakteri, bir bölümde torunu
Mustafa’ya (dk.10), bir diğer bölümde ise köyün ileri
gelenlerinden Mecit Bey’e (dk.55) askerlik anılarından
bahsediyor. Hacı Süleyman ile ilgili bir diğer bölümde ise,
oğlu Yakup babasına neden “Hacı Süleyman” dendiğini şu
sözlerle aktarıyor; “Hac’a gitmeye mecali olmayan bir
adamın yerine hac’a gitti de ondan”. (dk.22) Yukarıda
belirttiğim gibi gizli Hristiyanların geçmişini temsil
ettiğini düşündüğüm Hacı Süleyman karakteriyle, gizli
19
Hristiyan olanlarla, Müslümanların nasıl iç içe geçtiğinin,
birlikte yaşamlarını sunduğunun örnekleri gösterilmeye
çalışılıyor.
Yüreğine Sor filmi Son Krifos kitabından farklı olarak
sadece Tanzimat döneminde yaşananları ele almış, Gizli
Hristiyanlar ve gizli olmayan Hristiyanlarla Müslümanların
birlikte nasıl yaşadıklarını, Gizli Hristiyan olanların
durumlarından bahsetmeleriyle yaşadıkları sosyal baskıyı,
içinde bulundukları bu kötü durumu izleyiciye aktarmaya
çalışmıştır.
Sonuç
Ulus devlet bilincinin ve kimlik yaratımının
gerçekleştirilmeye çalışıldığı ülkelerde “azınlıklar” ciddi
sorunlar teşkil etmektedir. “Kendini”, “öteki” ile
yaratmaya devam eden sistem, “öteki”ne karşı tutumunu
düşmanlaştırmaktadır. “Vatan” kavramının pekiştirilmesi
sonucu ortaya atılan “vatan hainliği” kavramı da
pekiştirilip, “kendi”nden olmayan her “öteki” vatan
hainliğiyle sorgulanmaktadır. “Türk’ün Türk’ten başka dostu
yoktur” düsturu tamda buna işaret etmektedir. 17. yüzyılda
başlayan İslamlaşma hareketinden sonra, 20. yüzyılda baş
gösteren Türkleşme hareketi sonucu yaratılan “Müslüman
Türk” görünümü, günümüz Türkiye’sinde yaşayan farklı etnik
kökenlere sahip vatandaşları ciddi bir tehlikeyle karşı
karşıya getirmektedir. İktidarlarca yaratılan algının
halka ulaşması için kullanılan en etkili yöntem popüler
20
kültür ürünleridir. Bu ürünlerle algı yaratımı, söylem
anlatımı işleme koyulur ve hızla yayılmaya başlar. Gizli
Hristiyanlık, tarihteki birçok hadise gibi Anadolu
topraklarında cereyan etmiş bir durumdur. Toplumsal olarak
ciddi sorunlar yaratan bu durumda insanlar ya “irtida”
(dinden çıkma) etmekle suçlanmış, ya vatan hainliği ve
kandırılmayla suçlanmıştır. Bu durumun insani boyutuyla
ilgilenmek, ulus kimlik inşası sırasında kimsenin aklına
gelmemiştir. Son dönem popüler kültür ürünlerinden olan
“Son Krifos” kitabı ile Yusuf Kurçenli’nin yönetmenliğini
yaptığı “Yüreğine Sor” filmi gizli Hıristiyanlığı ele alan
nadir eserlerdendir. Son Krifos kitabının zaman zaman
“nefret söylemi”ne varacak cinsten bölümlerinin olması,
karakterler tanımlarında “kötü, hırslı, çirkin, korkak”
olanların Rum ya da Ermeni gayrimüslimlerin olması ve daha
birçok farklı durumla Gizli Hristiyan Rumlar ve hatta ana
konu olmasa bile Ermeniler tarafından Osmanlı’nın nasıl
arkadan hançerlendiği anlatılmaya çalışılmaktadır. Yüreğine
Sor filminde ise gizli Hristiyanlığın insani boyutu ele
alınmış, Müslüman kalmak yahut Hristiyanlığa dönmek
arasında sıkışmış hayatlar konu edilmiştir. Film, toplumsal
baskıları da yukarıda belirttiğim gibi birçok noktada ele
almıştır. Tarihsel olarak bakıldığında, Doğu Karadeniz
bölgesindeki maden ocaklarında çalışmak için “Müslüman
gibi” gözükmek zorunda olan Hristiyanlar kandırmayla
suçlanmışlardır. Gizli Hristiyanlık Osmanlı topraklarında,
birbiriyle bağlantısı olmayan birçok farklı noktada
gözlemlenmiştir, o zaman sorulması gereken soru şudur;
21
Oralarda da mesele madenlerde yüksek rütbelerde çalışma
imkânı mıdır? Madenlerde gayrimüslimlerin yüksek rütbelerde
çalıştırılmaması, gayrimüslimlerden cizye alınması, yeşil
renk kıyafet giyememeleri, deveye binememeleri iddia
ettikleri gibi, Müslüman ve gayrimüslim halkın eşit biçimde
yaşadıklarını mı gösterir? Tarihteki birçok olayı Osmanlı
hoşgörüsüyle, Türk milliyetçiliğiyle ya da “mağduriyet”
kavramıyla ele almak, gerçeği insani boyutlarla görmemize
engel olacaktır. Çünkü kolay olan birini suçlamak ve
cezalandırmaktır. Sosyal baskılar ve devletin bu
baskılardaki rolü incelendiğinde, din gibi tamamen insani
bir olgunun, yüzlerce yıl inananları tarafından saklanması,
bize o insanların neler çektiğini anlamamızda yardımcı
olacaktır.
22
Kaynakça
Balcı, Dilara (2013). Yeşilçam’da Öteki Olmak (Başlangıcından
1980’lere Türkiye Sinemasında Gayrimüslim Temsilleri. İstanbul:
Kolektif Kitap.
Bostan, T. (2010, Nisan 15). Milliyet. Aralık 12, 2014 tarihinde Milliyet Blog: http://blog.milliyet.com.tr/yuregine-sor-uyorum/Blog/?BlogNo=238596 adresinden alındı
Bryer, Anthony (1988). Peoples and Settlement in Anatolia and the
Caucasus 800-1900, London: Ashgate Publishing.
Connolly, William E. (1995). Kimlik ve Farklılık: Siyasetin Açmazlarına
Dair Demokratik Çözüm Önerileri. Çev. Ferma Lekesizalın.
İstanbul: Ayrıntı
Çapar, Mustafa (2006). Türkiye’de Eğitim ve “Öteki” Türkler, Özgür
Üniversite Kitaplığı: 55. Ankara: Özgür Üniversite
Deringil, S. (2010, Mart 29). T24. Aralık 12, 2014
tarihinde T24: http://t24.com.tr/haber/selim-deringil-
osmanli-alevileri-hep-disladi,73618 adresinden alınmıştır
23
Filmi, Y. S. (2014, Ekim 4). Youtube. 12 Aralık, 2014 tarihinde Youtube: https://www.youtube.com/watch?v=zZpwMl-50H8 adresinden alınmıştır
Hall, Stuart (2009) “The Work of Representation” Representational
Cultural Representations and Signifying Practices”. London:Sage
Publications.
Kılıçbay, Mehmet Ali (2003). “Kimlikler Okyanusu”, Doğu-Batı,
“Kimlikler”, Sayı: 23, (Mayıs-Haziran-Temmuz 2003). Ankara:
Doğu-Batı yayınları.
Oran, Baskın (2005) Türkiye’de Azınlıklar (Kavramlar, Lozan, İç
Mevzuat, İçtihat, Uygulama). İstanbul: İletişim Yayınları.
Öztürk, Özhan (2005). Karadeniz Ansiklopedik Sözlük, İstanbul:
Heyamola Yayınları.
Yusuf Sarınay (2004) Türk Milliyetçiliğinin Tarihi Gelişimi ve Türk
Ocakları, Ötüken Yay. İstanbul
United States Department of State, Bureau of Democracy,
Human Rights and Labor, (2012), International Religious
Freedom Report for 2012,