Gezi’nin Devamı olarak AOÇ Mücadelesi ya da Rejim Değişikliğinin (ve Buna Direnişin)...

10
. . 53 AOÇ I 39°55'51.4"N 32°47'57.3"E GEZİ’NİN DEVAMI OLARAK ATATÜRK ORMAN ÇİFTLİĞİ MÜCADELESİ YA DA REJİM DEĞİŞİKLİĞİNİN (VE BUNA DİRENİŞİN) MECRASI OLARAK "CUMHURBAŞKANLIĞI SARAYI" 1 Dosya’nın bu sayısına kaynaklık eden “Gün- dem: AOÇ ve Kaçak Saray” başlıklı panel bo- yunca Marx’ın ünlü eseri Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i çeşitli konuşmacılarca gündeme getirildi. Konuşmacıların kimisine göre, “Kaçak Saray” tarihle kurduğumuz (problemli) ilişkinin bir tezahürü olduğu için, Marx’ın eseri anlam- lı bir referanstı; kimisi içinse, yıllara direnen bu yapıt, kerameti kendinden menkul bir diktatörü tasvir ve tahlil ettiği için öğreticiydi. Ben de ya- zıya, paneldeki tartışmaların bu noktasıyla baş- lamanın uygun olduğunu düşünüyorum. Zira, içinde bulunduğumuz siyasal ortamın yarattığı ruh hali, Louis Bonaparte’ın 1851 Aralık darbe- sinin Marx ve çağdaşlarında yarattığı ruh hali ile benzerlik göstermekte. 1848 Devrimi ile ilan edi- len ikinci Cumhuriyet’in ilk cumhurbaşkanı olan Bonaparte’ın yaptığı darbe, Marx’ın satırlarında ıkça gözlendiği gibi, cumhuriyetçiler açısından öfke ve protesto yaratmıştır. Bugünün Türkiye’sine bakıldığında da, adım adım genişleyen bir otori- terleşme süreci söz konusu. Bunun karşısında da, demokrasiyi savunan aktörler açısından, öfke ve protesto toplumsal bir varoluş biçimine dönüşş durumda. İşte bu noktada Marx’ın yöntemi, bizim için öğretici görünüyor. 18. Brumaire’in tüm sa- tırlarına sinmiş olan bu yöntem, temel olarak iki boyut içerir: Mevcut durumun ‘bilimsel’ analizini yapmak ve araştırma nesnesi olan iktidar öznesini – hiç de bilimsel sayılamayacak bir biçimde – ka- rikatürize etmek. Bu ikili yöntem, Marx’ın eserinin bütünü düşünüldüğünde, karakteristik bir bireşimi işaret eder. Politik olan fakat politika için bilimsel niteliğinden taviz vermeyen; bilimsel olan fakat bilim uğruna politik kimliğinden vazgeçmeyen bir yazı biçimidir söz konusu olan. Louis Bonaparte özelinde öfke, Paris Komünü örneğinde ise coşku ve övgü olarak ortaya çıkan ruh hali, her seferinde kendini gösterir; fakat yine her seferinde söz konu- su olan, toplumsal ve siyasal koşulların soğukkanlı analizidir. İşte bu yöntemden çıkarılacak iki ders var: Birinci- si, ruh hali ne olursa olsun, toplumsal oluşumları titizlikle kavrama çabasını elden bırakmamak; ikin- cisi, iktidarı kavramaya ve açıklamaya çalışırken, soğuk bir bilimselciliktense, angaje bir dil kullan- manın bir direniş pratiği olduğunu akılda tutmak. Aşağıda, bu iki dersi gündemimize uygulamaya çalışacağım. “Cumhurbaşkanlığı Sarayı”nın mima- risi üzerine daha önce yaptığım politik okumayı tekrar etmek yerine, 2 bu kez “saray” tartışması çerçevesinde Atatürk Orman Çiftliği’ni (AOÇ) ele alacak ve AOÇ mücadelesini kamusal mekân açı- sından değerlendireceğim. Bu mücadeleyi Gezi direnişi ile ilişkilendirerek yapacağım tartışmanın, kamusal alanın mekânsal olan ve olmayan boyut- Bülent Batuman, Doç. Dr., Bilkent Üniversitesi Kentsel Tasarım ve Peyzaj Mimarisi Bölümü

Transcript of Gezi’nin Devamı olarak AOÇ Mücadelesi ya da Rejim Değişikliğinin (ve Buna Direnişin)...

.. 53AOÇ I 39°55'51.4"N 32°47'57.3"E

GEZİ’NİN DEVAMI OLARAK ATATÜRK ORMAN ÇİFTLİĞİ MÜCADELESİ YA DA REJİM DEĞİŞİKLİĞİNİN

(VE BUNA DİRENİŞİN) MECRASI OLARAK"CUMHURBAŞKANLIĞI SARAYI" 1

Dosya’nın bu sayısına kaynaklık eden “Gün-dem: AOÇ ve Kaçak Saray” başlıklı panel bo-yunca Marx’ın ünlü eseri Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i çeşitli konuşmacılarca gündeme getirildi. Konuşmacıların kimisine göre, “Kaçak Saray” tarihle kurduğumuz (problemli) ilişkinin bir tezahürü olduğu için, Marx’ın eseri anlam-lı bir referanstı; kimisi içinse, yıllara direnen bu yapıt, kerameti kendinden menkul bir diktatörü tasvir ve tahlil ettiği için öğreticiydi. Ben de ya-zıya, paneldeki tartışmaların bu noktasıyla baş-lamanın uygun olduğunu düşünüyorum. Zira, içinde bulunduğumuz siyasal ortamın yarattığı ruh hali, Louis Bonaparte’ın 1851 Aralık darbe-sinin Marx ve çağdaşlarında yarattığı ruh hali ile benzerlik göstermekte. 1848 Devrimi ile ilan edi-len ikinci Cumhuriyet’in ilk cumhurbaşkanı olan Bonaparte’ın yaptığı darbe, Marx’ın satırlarında açıkça gözlendiği gibi, cumhuriyetçiler açısından öfke ve protesto yaratmıştır. Bugünün Türkiye’sine bakıldığında da, adım adım genişleyen bir otori-terleşme süreci söz konusu. Bunun karşısında da, demokrasiyi savunan aktörler açısından, öfke ve protesto toplumsal bir varoluş biçimine dönüşmüş durumda. İşte bu noktada Marx’ın yöntemi, bizim için öğretici görünüyor. 18. Brumaire’in tüm sa-tırlarına sinmiş olan bu yöntem, temel olarak iki boyut içerir: Mevcut durumun ‘bilimsel’ analizini

yapmak ve araştırma nesnesi olan iktidar öznesini – hiç de bilimsel sayılamayacak bir biçimde – ka-rikatürize etmek. Bu ikili yöntem, Marx’ın eserinin bütünü düşünüldüğünde, karakteristik bir bireşimi işaret eder. Politik olan fakat politika için bilimsel niteliğinden taviz vermeyen; bilimsel olan fakat bilim uğruna politik kimliğinden vazgeçmeyen bir yazı biçimidir söz konusu olan. Louis Bonaparte özelinde öfke, Paris Komünü örneğinde ise coşku ve övgü olarak ortaya çıkan ruh hali, her seferinde kendini gösterir; fakat yine her seferinde söz konu-su olan, toplumsal ve siyasal koşulların soğukkanlı analizidir.

İşte bu yöntemden çıkarılacak iki ders var: Birinci-si, ruh hali ne olursa olsun, toplumsal oluşumları titizlikle kavrama çabasını elden bırakmamak; ikin-cisi, iktidarı kavramaya ve açıklamaya çalışırken, soğuk bir bilimselciliktense, angaje bir dil kullan-manın bir direniş pratiği olduğunu akılda tutmak. Aşağıda, bu iki dersi gündemimize uygulamaya çalışacağım. “Cumhurbaşkanlığı Sarayı”nın mima-risi üzerine daha önce yaptığım politik okumayı tekrar etmek yerine,2 bu kez “saray” tartışması çerçevesinde Atatürk Orman Çiftliği’ni (AOÇ) ele alacak ve AOÇ mücadelesini kamusal mekân açı-sından değerlendireceğim. Bu mücadeleyi Gezi direnişi ile ilişkilendirerek yapacağım tartışmanın, kamusal alanın mekânsal olan ve olmayan boyut-

Bülent Batuman, Doç. Dr., Bilkent Üniversitesi Kentsel Tasarım ve Peyzaj Mimarisi Bölümü

54 AOÇ I 39°55'51.4"N 32°47'57.3"E

larını bir arada düşünmek açısından önemli ol-duğunu düşünüyorum. Son olarak, kamusal alan üzerine mücadelenin, (özellikle dilsel ve imgesel) temsiller üzerinden sürdüğüne dikkat çekerek – ve Marx’ın Louis Bonaparte’ı karikatürize edişine atıf-la – mizahın politik rolüne değineceğim.

Kamusal Mekânın Sömürgeleştirilmesi

Kamusal mekân üzerine son yıllarda üretilen ulus-lararası literatür incelendiğinde, bu konunun, neo-liberal mekân üretiminin toplumsal ve siyasal bo-yutlarına dair önemli odaklardan biri olduğu gö-rülür.3 Bu çalışmalar, özellikle kamusal mekânın metalaşmasını ele almıştır. Buna göre, kamusal mekân, hem tüketimin asli mekânı haline gelmek-te, hem de kendisi bir meta niteliğine kavuşarak alınıp satılır olmaktadır. Bu aslında, Arendt’in, kamusal mekânın toplumsal olan tarafından işga-li olarak ifade ettiği durumun bir tezahürüdür.4 Bu durum, siyasetin, üretim ve tüketimi organize eden teknik süreçlere indirgendiği, özgürlük ola-sılığının ortadan kalktığı koşullara işaret eder. Bu-nun karşısında ise, kamusal mekânın iktidar tara-fından sömürgeleştirilmesi söz konusudur. Bu kez de kamusal mekân, toplumsal olanın her hücresi ile politize edilerek, iktidarın totaliter kapsayıcılı-ğına teslim olduğu mecra haline gelir.5

Türkiye’nin son yıllardaki kentleşme süreçlerine baktığımızda, kamusal mekânların bu her iki an-lamda da – sermaye ve devlet tarafından – sömür-geleştirilmekte olduklarını görmek mümkün. Bu ikili sömürgeleşmenin en keskin örneği, kuşkusuz, Gezi Direnişi ile sonuçlanan, Taksim Meydanı’nın dönüştürülmesi girişimiydi. Bu girişimin bir yönü, kent merkezinin bir tüketim mekânı olarak tarihsel ve politik anlamlarından soyularak sıradanlaştırıl-ması idi. Debord’un ifadesiyle, kent mekânının “kapsamlı ve derinlikli bir banalleştirilme süreci-ne”6 maruz bırakıldığı böylesi bir dönüşüm, diğer yanda da mimarinin bir tarih yazımı aracı olarak kullanılmasıyla desteklenmiştir. Topçu Kışlası’nın ihyası, Atatürk Kültür Merkezi yerine “Barok bir kültür merkezi” ve klasik Osmanlı taklidi bir “Tak-sim Camii” ile somutlaşan bu girişim, mimarinin “hiper-politizasyonu” yoluyla kendisine Oryantal bir imge/kimlik kurar.7 Tarih dışı (ahistorik) oryan-talist imge ile bilinçli bir özdeşleşme kurmaya da-yanan bu strateji, ötekinin nazarında tanınır olmak için kaçınılmaz olarak mevcut klişelere yönelen yeniden-oryantalizmdir.8

Bu noktada kamusal mekân olarak AOÇ’ye döne-cek olursak, her şeyden önce kuruluş aşamasında kapsamlı bir modernleşme deneyi olan çiftliğin, hem toplumsal dönüşüme, hem tarımsal kalkın-

maya zemin olacak biçimde tasarlandığı görülür.9 Buna karşılık, kentsel gelişimin baskısı sonucu alandaki rekreasyon işlevi giderek zayıfl amış ve toplumsal olanın geri çekilmesiyle, devlet, bu ka-musal mekândaki başlıca aktör haline gelmiştir.10 Devletin sadece kurumları ile değil, ideolojik ola-rak da AOÇ alanını sömürgeleştirmeye başlama-sı ise “Cumhurbaşkanlığı Sarayı”ndan çok daha önce, 12 Eylül rejiminin ortaya attığı projelerden biri olan Devlet Mezarlığı ile gerçekleşir. 1981 yı-lında kanunla yapımı kararlaştırılan, 1982 yılında yarışması düzenlenen ve 1988 yılında açılışı yapı-lan Mezarlık, örneğin, çiftliğin en önemli rekreas-yon odaklarından olan Karadeniz Havuzu’nu, ke-limenin tam anlamıyla kendine mal eder. Burada, Devlet Mezarlığı’na paralel yürüyen bir projenin de Atatürk Ulus’taki Kültür Merkezi binası oldu-ğunu ve – az sonra ele alacağım gibi – bu iki 12 Eylül yapısının tarif ettiği hattın, bugün yeni Cum-hurbaşkanlığı yerleşkesinin simetri aksını teşkil et-tiğini de belirtmek gerekli.

2000’li yıllara gelindiğinde, AOÇ alanı, Ankara Büyükşehir Belediyesi için en önemli rant alanla-rından birisi olarak hedefe konuldu. Belediyenin AOÇ için geliştirdiği projelerin özü, (Debord’u haklı çıkarırcasına) ısrarla Disneylandvari tüke-tim kalıplarıydı. Hayvanat Bahçesi için geliştirilen parçacı projeler, 2004 yerel seçimleri sonrasında belediyenin kapsamlı stratejisi ile genişledi. 2006 yılında çıkarılan kanunla alan üzerinde yetkilendi-rilen belediyenin 2007’de hazırladığı plan, meslek odalarının açtığı dava sonucunda iptal edildiyse de, 2010 yılında hazırlanan yeni planın dava süre-ci yıllara yayıldı ve bu süre belediyenin otoyol ve fuar alanı projelerini hızla uygulamaya koymasını mümkün kıldı.11 AOÇ’yi keskin biçimde ikiye ayı-ran genişletilmiş otoyolun kuzeyinde kalan bölge belediyenin fantastik rekreasyon projelerine ayrı-lırken, yolun güneyinde kalan ve tarihsel çekirdeği de içine alan bölge ise, devletin yeni yapılaşma alanı olarak tarif edilmiş gibidir. “Başbakanlık Hiz-met Binası” olarak inşasına başlanan yerleşkenin inşaatı sürerken gündeme gelen TBMM sosyal te-sisleri (daha sonra Eğitim ve Kongre Merkezi) pro-jesi, gerçekleştirilmesi mahkeme kararıyla engel-lenmiş olsa da, bu niyetin açık bir ifadesidir.

Böyle bakıldığında, kentsel tasarım açısından yeni AOÇ kurgusunun bir değil iki politik aksı olduğu görülecektir (Resim 1). Bunlardan ilki, yukarıda de-ğindiğim gibi, AKM binasından başlayıp “Cumhur-başkanlığı Sarayı”nın simetri aksı olarak doğu-batı doğrultusunda devam eden akstır. İkincisi ise, AKP seçkinlerinin yerleşik bulunduğu eski gecekondu alanı Çukurambar ile başlayıp, yeni bir Merkezi

55AOÇ I 39°55'51.4"N 32°47'57.3"E

İş Alanı olarak geliştirilen Söğütözü’nden ve AKP Genel Merkez Binası’nın önünden geçerek güney-kuzey yönünde ilerleyen ve Cumhurbaşkanlığı yerleşkesinin batı sınırını tutarak AOÇ tarihsel çe-kirdeğine (yaklaşık olarak TBMM tesisleri için ön-görülen mevkide) ulaşan akstır.12 Görüldüğü gibi, “Cumhurbaşkanlığı Sarayı”, kentte yeni bir politik koordinat sisteminin ağırlık merkezi olmaya so-yunmuştur. Bu koordinat sisteminin bir eksenini parti ve devlet arasındaki sınırların bulanıklaşma-sının bir ifadesi olan Çukurambar-Söğütözü aksı, diğerini ise devletçi kamusallık anlayışı açısından AKP iktidarının süreklilik ilişkisi içinde olduğu 12 Eylül yapılarının tanımladığı aks oluşturmaktadır. Dolayısıyla, “Cuhurbaşkanlığı” Sarayı, kentsel ta-sarımın yeni bir rejim inşası için araçsallaştırılması girişimi olarak okunmalıdır. Bu açıdan da, AOÇ’yi savunmak, hem genel anlamda kamusal alanın devlet tarafından sömürgeleştirilmesine direniş, hem de özel olarak bugünün Türkiyesi koşulların-da otoriter bir rejimin inşasına karşı çıkış anlamına gelmektedir. Bu noktada şu soruyu sormak gere-kir: Kamusal mekân olarak AOÇ’yi savunmanın olanakları nelerdir?

Gezi Direnişi Sonrası Kamusal Mekânı Savunmak

Gezi Direnişi’nin bir kez daha hatırlattığı gibi, ka-musal mekân, siyasal eylemin sahnesi ve konusu olmaktan daha fazlası da olabilir. Ulusal ölçekte tanınan, hem mücadele alanı hem de mücadele konusu olmuş bir kamusal mekân olarak Taksim Meydanı, 2013 Haziran’ında gördüğümüz gibi, çok sayıda siyasal projeyi bir araya getirip eklem-leyebilen merkezî bir boşluktur aynı zamanda.13 Buna karşılık, AOÇ’nin toplumsal bellekte kamusal mekân olarak yeri, belki de Taksim Meydanı’nın tam tersidir. Taksim, Cumhuriyet öncesine uzanan ve Cumhuriyet döneminde ciddi bir siyasal müca-dele konusu olan modern pratiklere ev sahipliği yapmış, sosyal olanla siyasal olanın sürekli olarak birbirlerini yeniden ürettiği bir kamusal mekândır. AOÇ’nin ise, çeşitli nedenlerle kamuya mal ola-

mamış bir alan olduğu açıktır. Alana yapılan mü-dahaleler, Ankara’da örgütlü meslek odaları ve sivil toplum yapıları dışında tepki görmemiştir; “Cumhurbaşkanlığı Sarayı” gündeme gelinceye kadar, bir başka ifadeyle alan “yüksek siyasetin” konusu haline gelinceye kadar, AOÇ mücadelesi toplumsal bir taban bulamamıştır. Karşılaştıracak olursak, bir yanda herkesin birey olarak kendisine ait hissettiği ve bu yüzden kendi tekil gündeminin ifadesini yansıttığı bir kamusal mekân (Taksim), di-ğer yanda ise hiç kimsenin bireysel olarak aidiyet hissetmediği, ancak Cumhuriyet sembolizmiyle “herkese ait olduğu” düşünülen ve bu yüzden de hiçbir bireyin uğruna mücadeleye girişmediği bir başka kamusal mekân (AOÇ) mevcuttur.

Bu koşullarda, AOÇ mücadelesi, uzunca bir süre boyunca hukuk zemininde devam etti. Meslek ör-gütlerinin taşıyıcılığını yaptığı bu mücadele, özel-likle 2010 sonrasında, belediyenin inşa hızı ile yargının yavaşlığı arasındaki makasın iyice açılma-sı sonucu (odaların 2010 yılının Kasım ayı içinde açtığı davanın bilirkişi keşfi , davanın açılmasından tam 16 ay sonra, Mart 2012’de yapılabilmiştir) iş-levsizleşmeye başladı. Aynı dönemde, 2009 yerel seçimleri bağlamında Ankara’da gerçekleştirilen “Saltanata Son” kampanyasının yarattığı heyecan, kentsel siyasette küçük, renkli ve mizahi eylem-lerin önünü açtı. 2012’nin Mayıs ayında kurulan Başkent Dayanışması’nın ilk eylemlerinden biri “AOÇ için Maskeli Balo” eylemiydi.14 Bu tarihten sonra “Başbakanlık Hizmet Binası” etrafında dö-nen tartışmalar, özellikle Gezi Direnişi’nin ardın-dan, hızla bir rejim tartışmasına dönüşmüştür. Bu dönüşümün bir boyutunu yerleşkenin aslında bir başkanlık modeline uygun olarak programlandırıl-mış olması oluştururken, diğer boyutunu da Gezi sonrasında şiddetlenen otoriterleşme ve bunu ku-rumsallaştıran yasal düzenlemeler oluşturmuştur. Bir başka ifadeyle, otoriter bir başkanlık rejiminin mimari programını içeren yerleşkenin mahkeme kararlarına rağmen inşası, hukuk tanımaz bir ikti-dar pratiğini gözler önüne sermiştir. Bu da, mimari bir nesne olarak yapının hem meşruiyet kazanma-mış bir başkanlık modeliyle, hem de hukuk tanı-mayan otorite fi gürüyle özdeşleşmesini sağlamış-tır.

Yoğunlaşan siyasal baskı koşullarında kamusal mekânın sömürgeleştirilmesi, bu baskının doğ-rudan ifadesi haline gelmiştir. Bu koşullar, aslın-da, ‘Gezi-sonrası’ durumu tarifl emektedir. Walter Benjamin’in, faşizmin her seferinde başarısız bir devrimin tanıklığında yükseldiğini söylerken kas-tettiği biçimde,15 Gezi’nin ardından gelen baskı ve sindirme süreci dolayısıyla, Gezi tipi bir kamusal

Resim 1.

56 AOÇ I 39°55'51.4"N 32°47'57.3"E

mekân savunusu imkânsız görünmektedir. Soka-ğın kriminalize edildiği koşullarda, kitlesel eylem olasılığı ciddi biçimde sınırlanmıştır. Dahası, yu-karıda tartıştığım gibi AOÇ, özgül koşullarına bağ-lı olarak zaten toplumsal bir tabandan yoksundur.

Andy Merrifi eld, Kahire’de Tahrir Meydanı ve New York’ta Zucotti Park gibi alanların kamusal mekân olma niteliklerini, sadece fi zikselliklerine değil, sanal ve fi ziksel dünyalar arasında, çevri-miçi ve çevrimdışı temaslara yol verecek buluşma noktaları olmalarına borçlu olduklarını belirtir.16 İşte bu olasılık, yani sanal olanla fi ziksel olan ara-sında bir arayüz olma potansiyeli, AOÇ’yi belki de tarihinde ilk kez gerçek bir kamusal mekân haline getirmiştir.17 Bu olasılık, ironik bir biçim-de, kamusal mekânın fi ziksel olarak işgal edil(e)-mediği koşullarda ortaya çıkmıştır. Yeni bir reji-min odağı olarak inşa edilen yerleşke sayesinde, ilk kez AOÇ’nin sömürgeleştirilmesi siyasal bir tepki üretir. Gezi-sonrası dönemin imkânsız kıldı-ğı kitlesel eylemlilik AOÇ için zaten hiç mümkün olmamıştır; bu yüzden bu tarihsel koşullarda yeni bir direniş biçiminin imkânını en çok barındıran kamusal mekânın AOÇ olduğu söylenebilir. AOÇ için süren mücadele, başından beri farklı biçimleri araştırmaktadır zira.

Öyleyse AOÇ, iki açıdan Gezi-sonrası dönemin cephe hattıdır: İlk olarak, AOÇ’nin hukuksuz iş-galinde somutlaşan yeni rejimin odağı ve sembolü “Cumhurbaşkanlık Sarayı”, bu girişime direnişin de odağı haline gelmiştir. İkinci olarak ise AOÇ, kamusal mekânın savunusu üzerine biriktirilmiş deneyim repertuvarının geçersizleştiği baskı ko-şullarında yeni bir “non-occupy” stratejisinin en olası mekânıdır. Buna kanıt olarak, AOÇ mücade-lesinin başlangıcı gösterilebilir. Orman Genel Mü-dürlüğü alanında bir “Başbakanlık Hizmet Binası” inşaatının başladığı ve bu uğurda yeşil dokunun tahrip edildiği bilgisi, alana girip gözlem yapmak fi ziksel olarak engellendiğinden, Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nin satın aldığı uydu görüntülerinin kamuya sunulmasıyla, yani imaj yoluyla dolaşıma girmiştir. Dolaşıma giren bu imajlar, yeni binanın hafriyatını yeşil dokunun içinde bir yara olarak ifa-de eder (Resim 2). Yani “Kaçak Saray”, daha başın-dan itibaren görsel temsil tabanlı bir mücadelenin de konusudur.

Temsil Üzerine Mücadele: Dil ve İmaj

AOÇ’den kamusal mekâna dair çıkarabileceği-miz bir ders, kamusal mekânın, toplumsal olanın nüfuzuna kapalı olsa bile temsiller dünyasında (Merrifi eld’in ifadesiyle sanal dünyada) bir müca-

delenin pekâlâ konusu olabildiğidir. “Ak-Saray” tartışması ile AOÇ, hiç olmadığı kadar toplum-sallaşmış ve fi ziksel olmasa da iletişimsel kamu-sal alanın bileşeni haline gelmiştir. Konusu değil, bileşeni; çünkü, hem kamusal alanda yapılan bir tartışmanın nesnesidir artık, hem de siyasal argü-manlar üretmenin bir aracı. Bu noktada, temsil üzerine mücadeleyi iki boyutta ele alacağım: Dil ve imaj. Aşağıda göstermeye çalışacağım gibi, her iki mücadele mecrasında da, hem iktidarı yeniden üretmeye yönelik girişimler, hem direniş olasılık-ları mevcuttur.

Cumhurbaşkanlığı Sarayı”nın nasıl isimlendirile-ceği konusu başlı başına böyle bir mücadele alanı-dır. Daha önce şöyle yazmıştım:

Her şeyden önce yapıyı isimlendirmenin içerdiği zorluğun mimari açıdan da bir an-lamı bulunduğunu görmek gerek. Zira bu zorluk, mimari programa dair tutarsızlıkla-ra işaret ediyor. Başbakanlık Hizmet Bina-sı olarak başlayan, aslında yakın gelecekte hayata geçmesi planlanan bir başkanlık mo-delinin mimari programına uygun olarak ta-sarlanan, fakat bugün cumhurbaşkanlığına devredilmiş bulunan yerleşkeyi Baş(ba)kan-lık veya (Cumhur)Başkanlık binası olarak mı

Resim 2.

57AOÇ I 39°55'51.4"N 32°47'57.3"E

düşünmeli? İsimlendirmeden söz ederken; “köşk”ten “saray”a geçişin anlamı sadece bir ölçek meselesi midir? Ya da, eleştirel olarak kullanılan “Ak-Saray” isminin kayıtsızca be-nimsenmesi, nasıl yorumlanmalı?18

Bu satırların üzerinden sadece birkaç ay geçmiş olmasına rağmen, söylenenlerin bir kısmı – özel-likle son kısmı – geçerliliğini yitirmiş görünüyor. Zira “köşk-saray” ikilisi üzerinden yapılan eleştirel muhalefet, geçen süre zarfında Cumhurbaşkanı Erdoğan’a geri adım attırmış görünmektedir. Yer-leşke başlangıçta ısrarla “saray” olarak tanımlan-mış, hatta muhalif bir isimlendirme olarak üretilen “Ak-Saray”, en yetkili ağızlar tarafından benimsen-miştir. Buna karşılık muhalif isimlendirme de “Ak-Saray”dan “Kaçak Saray”a dönüşmüştür. Yapının hukuken kaçak oluşunun teşhiri önemli bir argü-man olmuş ve ana akım medyanın gündemine de girmiştir. Cumhurbaşkanı’nın bile aksini savun-mak için “Kaçak Saray” ifadesini kullanması, sür-dürülen kampanya açısından çarpıcı bir başarıdır aslında.19 Dahası, iktidar bu yapıyı “milleti temsil eden ve ona ait olan bir eser” olarak sundukça, Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nin ısrarlı çaba-larıyla süren ve “sarayın saraylığını” teşhir eden kampanya, debdebenin öbür yüzünün israf oldu-ğunu başarıyla ortaya koymuştur. İşte bu noktada, Cumhurbaşkanı geri adım atmış, 16 Ocak 2015 tarihli gazetelerde yer alan demeçleriyle yeni bir isimlendirmeyi ortaya koymuştur: “Cumhurbaş-kanlığı Külliyesi”. Bir yerleşkeyi cami merkezli olarak tanımlayan bu yeni isimlendirmenin tutup tutmayacağını zaman içinde göreceğiz. Ancak bu manevranın, AKP iktidarının şimdiye kadar görme-diği tipte bir muhalefet karşısında, tartışmayı İsla-mi bir eksene kaydırma çabası anlamına geldiği açıktır.

İlginç bir biçimde, yerleşkenin “saray”lığı mesele-si Cumhurbaşkanı’nın gündeminden düşmemek-te. Önce, yapıya harcanan paranın abartılı olma-dığını kanıtlamak için, Buckingham Sarayı’nın restorasyon masrafl arı örnek gösterilmiş;20 daha sonra, daha da ilginç bir biçimde, Cumhurbaşkanı Erdoğan, Küba gezisinde ziyaret ettiği Başkanlık Sarayı’nı örnek göstermiştir. Bu örneğin altında yatan, sosyalizmde bile daha çok debdebe oldu-ğu imasına karşı, Kübalı yazar Eugenio Yanez, söz konusu yapının (hatta Erdoğan’ın Küba’da “gördüğü ve etkilendiği tüm yapıların”) sosyalizm öncesi inşa edildiğini vurgulayan bir yazı kaleme almıştır.21 Bu gezinin dönüş yolunda Erdoğan ko-nuya ilişkin daha da ilginç bir ifade kullandı. ABD Başkanı Obama’dan şikayet ederken, Türkçe’de “Beyaz Saray” olarak kullanılan ismi ilk defa “Be-

yaz Ev”e çevirdi.22 Bilinçli veya bilinçsiz, bu kul-lanım, “Ak-Saray” ismi ilk ortaya atıldığında Beyaz Saray’la da iğneleyici bir çağrışım yapması niyeti-nin, hedefi ne şimdi ulaştığını gösteriyor.

Yerleşkenin isimlendirilmesi, bir başka ifadeyle dilsel temsili üzerine yapılan mücadelenin önemli bir unsuru da, kuşkusuz, işgal edilen mevkinin ta-nımlanışıdır. Israrla AOÇ adlandırmasından uzak duran iktidar, bu alanın AOÇ değil “Beştepe” olduğuna karar vermiş, 2014’ün 29 Ekim resep-siyonu için davetiyelerde bu isim kullanılmıştır. Bir semt isminin zorlama biçimde bu alana ilişti-rilmesi, aslında, kurulmak istenen sembolizmi za-yıfl atır. “Çankaya Köşkü” örneğindeki gibi mevki ile kurulan bir isim değildir zira söz konusu olan; “Beştepe’deki Cumhurbaşkanlığı Sarayı”dır.23 Ül-kenin, şu an için politik temsiliyeti en güçlü bi-nasının, kendisini bir semt ismiyle tanımlama ihti-yacı içinde olması semptomatiktir: Özgöndergesel (self-referential – ama gündelik tabirle ‘kerameti kendinden menkul’ demek yanlış olmayacaktır) bir iktidar temsili olma iddiasındaki yapı, temelin-deki gayrimeşru işgal yüzünden kendisinden daha zayıf nirengi noktalarına tutunmaya çalışır. Buna karşı, yapının AOÇ alanına inşa edilmiş olmasının ısrarla vurgulanması, hem AOÇ’yi kamusal mekân olarak teyit eder, hem de Ak-Saray’ın temsil etme-ye soyunduğu yeni rejime direnir.

Son olarak, temsil üzerine mücadelenin görsel boyutunu tartışmak istiyorum. Yukarıda da değin-diğim gibi, yeni yerleşke için AOÇ alanının işga-line ve tahribine karşı mücadele, kitlesel eylem koşullarının yokluğunda, imaj üzerinden başladı. AOÇ arazisinin yeşil dokusu içinde bir yara izi gibi duran temel kazısı, içine girilemeyen şanti-yenin uydu görüntüsüyle belgelendi. Buna karşı-lık, imaj, uzunca bir süreden beri AKP’nin propa-ganda profesyonellerince başarıyla kullanılan bir araçtır. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ertesinde, yerleşkenin “Cumhurbaşkanlığı Sarayı” olacağı-nın ilanının hemen ardından, yapının iç mekân görüntüleri yayınlandı. Profesyonelce tasarlanan bu fotoğrafl ar, yapıyı, tartışmaya yer bırakmayacak bir biçimde otorite fi gürünün mekânı olarak kodla-maktaydı (Resim 3). Erdoğan’ın, yükselen haşmet-li merdivenlerin başında poz verdiği fotoğrafl ar, uluslararası medya tarafından da bir güç gösterisi olarak okundu.24

Bu fotoğrafl ara paralel olarak, yapının açılışı için öngörülen 29 Ekim 2014 tarihi, farklı devlet ku-rumlarınca da “Saray”ın promosyonu için vesile edildi. PTT’nin, Cumhuriyet’in 91. kuruluş yıl-dönümü anısına hazırlatıp piyasaya sürdüğü dört

58 AOÇ I 39°55'51.4"N 32°47'57.3"E

pulda yeni yapının fotoğrafl arı kullanıldı (Resim 4). Bu pul serisiyle beraber dolaşıma sokulan bir unsur da, yapının cephe çiziminin bir logo ha-linde kullanılması oldu. Devlet yapılarının ulusal bir simge olarak logolaştırılması, farklı ülkelerde örnekleri görülen bir uygulamadır.25 Medyatik bir imge olarak dolaşıma sokulması amaçlanan bu logolar, günümüzde özellikle basın açıklamaları-nın yapıldığı mekânlarda kullanılmaktadır. Bu kul-lanımın tipik örneklerinden biri Beyaz Saray’dır. TBMM’nin de Basın Toplantı Salonu’nda Meclis yapısının benzer biçimde logolaşmış cephe çizimi yer alır. Buna karşılık Çankaya Köşkü hiçbir za-man böyle bir kullanıma konu olmamıştır.

İktidar sembolü olarak “Cumhurbaşkanlığı Sarayı” imgesinin yeniden üretimine ilginç bir örnek de, Meclis’te haklarındaki yolsuzluk suçlamaları görü-şülmekte olan bakanlara ilişkin oylama öncesinde

gazetelerde yayınlanan “Sağlam İrade Cumhur’un Başında” ilanıdır (Resim 5). İktidar yanlısı Sivil Dayanışma Platformu tarafından verilen ilan, Cumhurbaşkanı’nı, milletvekillerinin de diyet bor-cu bulunan “sağlam irade” olarak tarif etmekte, bu iradeyi de Ak-Saray ile görselleştirmektedir. Dola-yısıyla burada üçlü bir metonimik kaydırma söz konusudur. Erdoğan’ı ima etmek için, hem cum-hurun başında, hem Meclis’in üstünde bir konu-ma işaret eden bir “sağlam irade” tabiri kullanıl-makta; yapının kendisi de, bir kez daha, kurum/makam yerine otorite fi gürüyle özdeşleştirilmekte-dir. Bina, otorite fi gürünü işaret eden bir mekânsal temsile dönüşmüştür.26

İlanın daha ilginç boyutu ise görsel kompozis-yonudur. Burada, gerçekmiş yanılgısı yaratan bir montajla, yapının cephesi önünde bir miting ka-labalığı gösterilmektedir. Bir AKP mitinginden alı-nan bu kalabalık görüntüsünde herhangi bir parti amblemi seçilemese de, turuncu fl amalarıyla kit-le tanınabilmektedir. Bu imajın kuruluşunda, fo-toğrafa yapılan derinlik müdahalesi ilgi çekicidir. Kalabalığın görüntüsü, gerçekte binanın önünde

Resim 3.

Resim 4. Resim 5.

59AOÇ I 39°55'51.4"N 32°47'57.3"E

tasarlanmış olan (ve balkon konuşmaları için kul-lanılacağı düşünülebilecek) meydana yerleştiril-memiştir. Binayı daha da uzaklaştıracak şekilde yolun karşısından çekilen bir fotoğraf kullanılmış, ancak yol kenarındaki parmaklıklarla bina arasın-daki mesafe (yani gerçekte meydanın bulunduğu derinlik) yassılaştırılmıştır. Fotoğrafın kurgusu bu açıdan oldukça başarılıdır; ortaya çıkan görüntü, bir binanın önündeki kalabalık değil, binaya yö-nelen kalabalıktır. Yapı, kitlesel gösterinin fonu değil, odağı olmuştur. Ve 20. yüzyıl mimarlık tari-hine azıcık aşinalığı olan biri için ‘binaya yönelen kalabalık’ imgesi, akla Terragni’nin Casa del Fas-cio’sunu getirecektir (Resim 6).

Görüldüğü gibi, iktidar, mimarisiyle beraber onun görsel temsilini de, kendisini yeniden üretmek için seferber etmektedir. Mekân ve görsel temsil, “Yeni Türkiye”nin inşası için işe koşulmuştur. Bu

görsel-ideolojik taarruzun en uç örneği, ona kar-şı etkin bir direnişi de tetikleyen, 12 Ocak 2015 tarihinde Filistin lideri Mahmut Abbas için yapı-lan karşılama töreniydi. Ak-Saray merdivenlerine dizilmiş olan ve Cumhurbaşkanlığı forsundaki 16 Türk devletini temsil ettikleri iddia edilen kostüm-

Resim 6.

Resim 8.

Resim 7.

lü askerler, mekâna yeni anlamlar yükleyen bir performansın dekoru oldular. Performansın kendi-si ise, Erdoğan’ın merdivenlerden inişi idi (Resim 7). Tarih tünelinden inerek en alt basamakta bütün bu tarihsel birikimin taşıyıcısı konumuna ulaşan Erdoğan, bu performatif gösteri ile, hem (seçmeci) bir millet tarifi yapmış olur, hem de kendisini bu milletin baba fi gürü olarak kutsar (zira “ecdadın” arasına karışmıştır). İşte bu performans, hızla ka-rikatürize edildi. Gerek fotoğrafa yapılan montaj müdahaleleri ile, gerekse fotoğrafı aynen kullanıp ona altyazı (caps) ekleyerek üretilen yeni imajlar sosyal medyada yaygınlaştı (Resim 8).

Burada detaylı tartışmak mümkün değilse de, ge-rek son yılların küresel direniş dalgası genelinde, gerekse Gezi Direnişi özelinde, mizahın bir dire-niş pratiği olarak niteliğinin altı sıkça çizilmekte-dir. 27 Egemen söylemlerin altını oyan, oyuncul ka-tılımcılığı ile farklı bir dayanışma ruhunu yeniden üreten, sanatsal yaratıcılığı politikayla buluşturan mizahi üretimler, özellikle baskıcı yönetimlere karşı ciddi bir direniş potansiyeli barındırır. “Ak-Saray” örneğinde de mizah, mekân, dil ve politik anlam arasında yeni bir dolayım kurar. Otoritenin mekânsal temsili olan yapı, mekân üzerine yeni anlamlar üreterek çalışan (genellikle de sadece var olan iktidar temsilinin, eksik, temelsiz, tutar-sız yanlarını ifşa ederek işleyen) mizah aracılığıyla aşındırılır. Mizahın gücü, eleştirdiği nesneyi red-detmek yerine kullanmasından gelir; mizah, nes-nesini bozundurarak olumlar. Böylece, mizahın konusu olan “Ak-Saray”, işgale açık bir mekâna

60 AOÇ I 39°55'51.4"N 32°47'57.3"E

dönüşür; fi ziksel değil ama iletişimsel kamusal ala-nın bir parçasına. Dahası, mekânsal bir temsil ol-duğu için, imajlar dünyasında düz anlamıyla işgal edilebilir. Heybetli merdivenler, süper kahraman-ların, çizgi roman karakterlerinin mekânı haline gelir; böylece antik Türk ordularına mensup asker-lerin de, bu karakterler kadar kurmaca oldukları açığa vurulur.

Yukarıda AOÇ’nin, Gezi-sonrası dönemin cep-he hattı olduğunu ileri sürmüştüm. Bu çerçevede “Ak-Saray”, bu hattın önemli bir mevzisi haline gelmiştir. Bu mevzi, iktidar için, Harvey’den il-hamla, bir “mekânsal sabit”e28 dönüşür. İktidarı büyüten bir mekânsal araç olması amaçlanan yapı, iktidara karşı eleştirinin de yöneleceği somut bir hedeftir artık; terk etmesi kolay olmayan bir he-def. Gerçekten de, Ak-Saray’a yönelen eleştiriler, AKP iktidarını bugüne kadar hiç olmadığı kadar yıpratan bir etki sağlamıştır. Dahası, bu mekânsal sabit sayesinde, mizahın yıkıcı gücü de zirveye çıkar. Çünkü bu mekânsal sabit, Gezi’nin “oran-tısız zekasına” da mekânsallaşma olanağı sunar.29 Gezi’ye damgasını vuran mizah, kurulu (siyasal) anlam ve söylemlerin bozulması/çözülmesi üzeri-ne inşa edildi. Bu müdahale biçimiyle üretilen slo-ganlar, yeni ve sabit anlamlar kurmak yerine, siya-sal anlam dünyamızı bozuma uğratıp genişlettiler (“Mustafa Keser’in askerleriyiz” ve “Çare Drogba” gibi).30 Şimdiyse, bu mizahın yıkıcı potansiyeli, dolaşımda olduğu iletişimsel kamusal alanın/ağın parçası haline gelmiş olan AOÇ aracılığıyla yer’e temas eder. İktidar, büyüyüp genişleyebilmek için kendini bağladığı mekânsal sabit (Ak-Saray) saye-sinde, mizah yoluyla direnişin aşındırıcı gücüne ‘yakalanır’.

Sonuç Yerine

AKP iktidarının ekonomi politiği, ürünü olduğu özgül tarihsel koşullar sonucu, kent mekânının ye-niden üretim süreçlerine derinden bağlı. Bu koşul-larda, Gezi Direnişi’nin de gösterdiği gibi, özellik-le kamusal mekânların tahribi, toplumsal mücade-lelerin odağına yerleşebiliyor; tali görünen müca-delelere ölçek sıçratıp, onları siyaset gündeminin merkezine taşıyabiliyor. Gezi-sonrası dönemin karakteristiği olan sokağın kriminalizasyonu ve kitlesel eylemin suçlaştırılması, kamusal mekânın savunusunda Gezi ile zirveye ulaşan işgal hare-ketlerini – imkânsız kılmış değilse bile – oldukça zorlaştırmış bulunuyor. Bu koşullar çerçevesinde, tarihsel olarak tanımına uygun bir kamusal mekân olamayan AOÇ için süren kısıtlı mücadele, “Cum-hurbaşkanlığı Sarayı”nın inşası ile ölçek atlamış ve onu kamusal mekân olarak yeniden kuran bir

sürece dahil etmiştir. Bedensel performans olarak protesto eyleminin bulunmadığı, neredeyse fi zik-sel olmayan bir “non-occupy” mücadeleye konu olan AOÇ, bu anlamıyla Gezi-sonrası dönemin ka-musal mekân savunusuna örnek teşkil etmektedir.

“Non-occupy” nitelikte bir kamusal mekân müca-delesi ise, öncelikli olarak temsiller üzerinden yü-rür. Dil ve imaj dolayımlarıyla, iktidarın mekânsal temsili olarak kurulan “Ak-Saray”, öncelikle, asli işlevini, yani iktidarı pekiştirme görevini, felce uğratacak biçimde karikatürize edilir. Hayranlık uyandırması beklenen bir “eserin” alaya alınması, iktidarı hazırlıksız yakalar. Zira burada söz konusu olan alay, AKP’nin alışkın olduğu hor görülmeden çok farklıdır. Daha önce iktidara layık olmadığı imasıyla hor görülen AKP, bunu popülizminin da-yanağı yapmıştı. Şimdiyse, güce doymayan bir ik-tidar olduğu için alay konusu olmaktadır. Dahası, bu durumu popülizm yoluyla aşma girişimi, saray, hukuksuz otoriteryenizm ve gayrimeşru başkan-lık sistemi arasındaki üçlü ilişki teşhir edildikçe imkânsız hale gelmektedir.

“Her yer Taksim” sloganı, bir çağrı ve belki de bir kehanet olarak Gezi’de ortaya çıktı. Ve bu slogan, bugün bile bir hayalet gibi dolanmaya devam edi-yor. Bu açıdan bakıldığında, AOÇ’nin de bir Tak-sim olduğunu, Gezi’nin AOÇ’ye sirayet ettiğini söylemek mümkün. Eğer böyleyse, Ak-Saray’ın bir “perili köşk” olduğunu bile öne sürebiliriz; sakini-ne rahat vermeyen, tekinsiz bir malikâne. Dahası, tekinsiz olduğu kadar uğursuz belki; her geçen gün “saray” ile hükümet arasındaki mesafenin, ağır ağır da olsa, açıldığı hissediliyor. Ve hükümet demişken, belki başladığım yere dönmek ve 18. Brumaire’in son satırlarıyla bitirmek en iyisi:

Pozisyonunun dayattığı çelişkili taleplerin baskısı altında ve aynı zamanda bir jonglör gibi kamuoyunun gözünü kendi üzerinde tutmak zorunluluğu içinde, ... sürekli şaş-kınlık yaratarak – yani her gün minyatür bir hükümet darbesi yapmak zorunda kalarak – Bonaparte, bütün burjuva ekonomisini kar-gaşaya atıyor, ... hükümet mekânizmasından hükümet mekânizması halesini çekip çıkar-tarak, onu hiçe sayarak, ... düzen adına anar-şi yaratıyor. Trier’deki kutsal İsa tuniğine ta-pınmayı, Napolyon’un imparatorluk pelerini için tapınma şeklinde taklit ediyor. Ama so-nunda o pelerin Louis Bonaparte’ın omuzla-rına konduğunda, Napolyon’un bronz hey-keli de Vendome Sütunu’nun tepesinden gümbürtüyle devrilecektir.31

61AOÇ I 39°55'51.4"N 32°47'57.3"E

DİPNOTLAR:1 Bu yazı, bu sayının editörlerine 1 Mart 2015 tarihinde teslim edilmiştir.

2 Bülent Batuman, “Okul Cephelerinden ‘Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na: Mimari Temsil Olarak Osmanlı-Selçuklu ve Ulusun Millet Olarak (Yeniden) İnşası”, Arredamento Mimarlık 285, (2014/12): 65-73.

3 Michael Sorkin (der.), Variations on a Theme Park: The New American City and the End of Public Space, New York: Hill and Wang, 1992; A. Light ve J. M. Smith (der.), The Production of Public Space, (New York: Rowman & Littlefi eld, 1998); S. Low, On the Plaza: The Politics of Public Space and Culture, (Austin: University of Texas Press, 2000); D. Mitchell, The Right to the City: Social Justice and the Fight for Public Space, (New York: Guilford Press, 2003); A. Madanipour, Whose Public Space? International Case Studies in Urban Design and Development, (London: Routledge, 2010).

4 Hannah Arendt, The Human Condition, (Chicago ve Londra: The University of Chicago Press, 1958, 1998), 38-49.

5 Kamusal mekânın “görünüm mekânı” (Arendt) ile “gö-zetleme makanı” (Foucault) arasında salınan karakteri üzeri-ne bir tartışma için, bkz. X. Marques, “Spaces of Appearance and Spaces of Surveillance”, Polity 44/1, (Ocak 2012): 6-31.

6 Guy Debord, The Society of the Spectacle, (New York: Zone Books, 1994), tez 165.

7 Bülent Batuman, “Everywhere Is Taksim’: The Politics of Public Space from Nation-Building to Neoliberal Islamism and Beyond”, Journal of Urban History, (2015; doi: 10.1177/0096144214566966).

8 L. Lau ve A. C. Mendes, Re-orientalism and South Asian Identity Politics: The Oriental Other Within (London: Routledge, 2013).

9 AOÇ tarihi üzerine bir araştırma için bkz. A. Duygu Kaçar, Cultivating the Nation: Atatürk’s Experimental Farm as an Agent of Social and Cultural Transformation, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara: Orta Doğu Teknik Üniversitesi, 2010. AOÇ üzerine hem tarihsel, hem gün-cel malzemeyi biriktiren bir kaynak ise ODTÜ Mimarlık Fakültesi’nce kurulan “AOÇ Araştırmaları” sitesidir; bkz. http://aocarastirmalari.arch.metu.edu.tr/

10 Geçerken, AOÇ’nin sosyal mekân olarak zayıfl aması ile devlet kurumlarının alandaki yayılması arasındaki etkileşi-min çok boyutlu olduğunu ve bu sürecin sosyal tarihinin hâlâ yazılmayı beklediğini vurgulamak gerekli.

11 AOÇ’de yaşanan hukuksal sürecin özeti için, bkz. “Atatürk Orman Çiftliği Süreci”, http://mimarlarodasiankara.org/index.php?Did=4973 (erişim tarihi: 21.02.2015).

12 Bu noktaya Can Dündar da bu sayıdaki yazısında değinmiştir.

13 Bülent Batuman, “Gezi’nin Söz Hali: Mekân, Temsil, Dil”, Dosya 33, (Ağustos 2014):49.

14 Bkz.http://www.baskentdayanismasi.org/ (erişim tarihi: 21.02.2015).

15 Walter Benjamin, “Theories of German Fascism”, Selected Writings Vol. 2, Cambridge: Harvard University Press, 1999; alıntılayan S. Zizek, Trouble In Paradise: Communism After The End Of History (London: Penguin, 2014).

16 A. Merrifi eld, The Politics of the Encounter, (Athens: University of Georgia Press, 2013), s. 66.

17 Burada ‘sanal’ olanı sadece internet ortamı olarak anla-mak yerine, Habermasçı bir iletişim düzlemi olarak kavrama-nın yerinde olacağını düşünüyorum.

18 Bülent Batuman, “Okul Cephelerinden ‘Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na: Mimari Temsil Olarak Osmanlı-Selçuklu ve Ulusun Millet Olarak (Yeniden) İnşası”, Arredamento Mimarlık 285, (2014/12):70.

19 “Bakın, buraya, diyor, böyle bir saray mı gerekiyor, diyor. Burası milletin evi ya... Şu Ankara’da Cumhuriyet tarihinde cumhurbaşkanlığı makamı için yapılmış bir yer yoktu. İlk defa böyle bir şey yapılıyor. Yok kaçak saray, yok şu, yok bu, her şey. Biz bu millete layık olanı yaptık, yapıyoruz.” Bkz. “Erdoğan: İktidara 400 milletvekili lazım”, Radikal, 17.02.2015; http://www.radikal.com.tr/politika/erdogan_muhtara_saygi_duyacaksin-1295229 (erişim tarihi: 25.02.2015).

20 Hürriyet gazetesindeki habere göre tam ifade şudur: “Buckingham Sarayı sadece restorasyona giriyor, nedir ra-kam, 5 milyar pound. Yaklaşık 7-8 milyar dolar. Bunlara benzer ne saraylar var.” Bkz. “Erdoğan ASKON’da Konuştu”, Hürriyet, 07.12.2014; http://www.hurriyet.com.tr/gun-dem/27724381.asp (erişim tarihi: 25.02.2015). Buna karşılık söz konusu restorasyonun (Buckingham Sarayı ve Windsor Şatosu birlikte olmak üzere) maliyeti İngiliz gazetelerinde 50 milyon pound olarak gösterilmektedir. Bkz. D. Martin ve R. English, “£50million bill to repair the Queen's crumbling palaces as more than a THIRD of royal estate deemed be-low 'target condition”, Daily Mail, 14.10.2013; http://www.dailymail.co.uk/news/article-2460093/50million-repair-Queens-crumbling-palaces-THIRD-royal-estate-deemed-target-condition.html (erişim tarihi: 25.02.2015).

21 “Kübalı yazar: Erdoğan'ın Küba hakkında bilgisi yok”, Radikal, 25.02.2015; http://www.radikal.com.tr/dunya/ku-bali_yazar_erdoganin_kuba_hakkinda_bilgisi_yok-1300946 (erişim tarihi: 25.02.2015).

22 “Obama’yla ilk göreve geldiği dönemde aram çok iyiy-di. Hatta biliyorsunuz bizi ‘Beyaz Ev’ denilen yerde ailece ağırladılar. Orada birebir toplantılar yaptık.” Bkz. Akif Beki, “İlk dönemde çok iyiydik”, Hürriyet, 14.02.2015; http://www.hurriyet.com.tr/dunya/28205421.asp (erişim tarihi: 25.02.2015).

23 Cumhuriyet Bayramı resepsiyonu için hazırlanan da-vetiyelerdeki ifade daha da ironiktir; konukların yanlışlıkla başka bir Cumhurbaşkanlığı’na gitmemeleri için olsa ge-rek, şu ifade kullanılmıştır: “Cumhuriyet’in 91. Yıldönümü vesilesiyle 29 Ekim 2014 Çarşamba günü saat 19.00’da Cumhurbaşkanlığı’nda (Beştepe) düzenlenecek kabul töreni-ne katılımlarını...”

62 AOÇ I 39°55'51.4"N 32°47'57.3"E

24 A. Withnall, “Recep Tayyip Erdogan: The ‘new sultan’ now has a new palace – and it has cost Turkish taxpayers £400m”, The Independent, 05.11.2014; http://www.inde-pendent.co.uk/news/world/europe/recep-tayyip-erdogan-the-new-sultan-now-has-a-new-palace--and-it-has-cost-turkish-taxpayers-400m-9841319.html (erişim tarihi: 26.02.2015).

25 Lawrence J. Vale, Architecture, Power and National Identity, (2. Basım, Londra: Routledge, 2008), s. 52.

26 “Mekân temsilleri” ve “mekânsal temsiller” için, bkz. Bülent Batuman, “Gezi’nin Söz Hali: Mekân, Temsil, Dil”, Dosya 33, (Ağustos 2014):47.

27 B. Shepard, Play, Creativity, and Social Movements: If I Can't Dance, It's Not My Revolution (Londra: Routledge, 2013); O. Varol, “Revolutionary Humor”, Southern California Interdisciplinary Law Journal 23/3, (2014): 555-594; A. Yalçıntaş (der.), Creativity and Humour in Occupy Movements: Intellectual Disobedience in Turkey and Beyond (New York: Palgrave, 2015).

28 Aslında Harvey’nin “spatial fi x” kavramına karşılık olarak kullanılan “mekânsal sabit”, doğru bir çeviri değildir. Harvey’nin bu kavramla kastettiği, sermayenin, kapitalizmin kriz eğilimli doğasını coğrafi yayılım yoluyla aşma, daha doğ-rusu erteleme yönelimidir. Yani, sermaye krizleri aşmak için mekânı bir sağaltma aracı olarak kullanır. Bu anlamda doğ-ru çeviri, biraz kulak tırmalasa da, “mekânsal tamir” olma-lıdır. Bildiğim kadarıyla, kavramı bu şekilde Türkçeleştiren tek araştırmacı, Limits to Capital’ı Türkçe’ye çeviren Utku Balaban’dır. Bkz. David Harvey, Sermayenin Sınırları, çev. U. Balaban (Ankara: Tan, 2000). Yine de, mekânın, sermaye-nin hareketliliği konusunda bir ayak bağı olma niteliği de söz konusudur. Burada bu çağrışımdan hareket ediyorum.

29 S. Akkuş, Gezi'den Orantısız Zeka (İstanbul: Sınırsız Kitap, 2013).

30 Bülent Batuman, “Gezi’nin Söz Hali: Mekân, Temsil, Dil”, Dosya 33, (Ağustos 2014):50.

31 Sol Yayınları (1979) ve Eriş Yayınları (2003) çevirile-rini de gözeterek yaptığım çeviri için Marx/Engels Internet Archive’da yer alan İngilizce versiyonu kullandım. Bkz. K. Marx, The Eighteenth Brumaire of Louis Bonaparte, [1852] 1995, 1999; https://www.marxists.org/archive/marx/works/1852/18th-brumaire/ (erişim tarihi: 28.02.2015).