DEĞİŞEN KENTTE DİNİ HAYAT

96
1 Küresel Araflt›rmalar Merkezi KAM BÜLTEN Ocak-Nisan 2006 Y›l 17 Say› 60 Yay›n Kurulu Ali Pulcu, Faruk Deniz, Mustafa Demiray, Salih Pulcu, F. Samime ‹nceo¤lu, Nermin Tenekeci Bask› Elma Bas›m Bask› Tarihi 15 Haziran 2006 Vefa Cad. No. 35 34134 Vefa ‹stanbul Tel: 0212. 528 22 22 pbx Faks 0212. 513 32 20 e-posta [email protected] www.bisav.org.tr Ücretsizdir. Dört ayda bir yay›nlan›r. Kaynak gösterilerek al›nt› yap›labilir. Yay›nlanan yaz›lar›n sorumlulu¤u yazar›na aittir. Ç N D E K L E R BSV HAVAD‹S 2 KAM Küresel Araflt›rmalar Merkezi 4 MOLA Sema-› Mevlânâ / Asaf Hâlet Çelebi 8 MAM Medeniyet Araflt›rmalar› Merkezi 9 MOLA Ad›mlar / Asaf Hâlet Çelebi 20 SAM Sanat Araflt›rmalar› Merkezi 21 MOLA Günefl / Orhan Veli 35 TAM Türkiye Araflt›rmalar› Merkezi 36 SEYRÜSEFER Selanik ‹zlenimleri / Gülçin Koç 49 MESNEV‹ ‹htiyat ve ‹htiyatl› Adam 52 Bilim ve Sanat Vakf› XVI. Ö¤renci Sempozyumu 53 MECMUA Kitaplarla iliflkinin adab› üzerine / el-‘Almavî Takdim ve çeviri: M. Cüneyt Kaya 58 ‹ki Dünya Savafl› Aras› Türk ve Alman D›fl Politikalar› Aras›ndaki Yaklafl›m Farklar› / Ali Erken 67 Babanzâde Ahmed Naim ve Son Dönem Osmanl› F›k›h Tart›flmalar› / fieyma fiahino¤lu 84 BÜLTEN’DEN Bilim ve Sanat Vakf›’n›n kuruluflunun 20. y›l›nda, BSV Bülten’in 60. say›s› ile karfl›n›zday›z. Bu say› ile birlikte on alt› y›l› geride b›- rakm›fl oluyoruz. BSV Bülten’in ilk say›s› Ocak 1990’da yay›nlan- m›flt›. ‹lkin ayl›k olarak planlanm›flt›. Nitekim ilk 22 say›da büyük ölçüde buna riayet edildi. Sonra iki ayl›k bir mevkuteye dönüfltü. Daha sonra, kimi zaman üç ay, kimi zaman dört ay, kimi zaman da daha uzun fas›lalarla ç›kt›. On alt› y›lda, alt› kez Bülten’in tasar›m› de¤iflti. Elinizdeki bu Bülten ile birlikte yedinci kez tasar›m de¤iflik- li¤ine gitmifl oluyoruz. Biçim de¤iflimi, içeri¤i etkilemedi. Biçim ile öz aras›ndaki hassas dengenin fark›nda olarak, içeri¤i, insanda hofla giden bir duygu, bir etki uyand›racak flekilde sunduk. Bu te- flebbüste isabet kaydedip kaydetmedi¤imizi elbette okuyucular›m›- z›n hüsnünazarlar›na b›rak›yoruz. Klasik ahlâk kitaplar›m›z, adaletli olman›n bir gere¤i olarak, kar- defllik ve insanl›k haklar›n›n gözetilmesi ve buna sayg› duyulmas› gerekti¤ini s›kça vurguluyorlar. Bu ça¤r› hepimiz için. Küçük ifller- deki hazlar›m›z, dünya ahvaline dair her gün iflitti¤imiz felaketler- deki mesuliyetlerimizi ortadan kald›rm›yor. Ama gelin görün ki, Ab- dülhak fiinasi Hisar’›n ifadesiyle, “Baflkalar›n›n felâketine taham- mül kuvvetimiz, maflallah, harikûlâdedir.” ‹nsan›n bu kuvveti, ayn› zamanda kay›ts›zl›¤›n›n ve çaresizli¤inin bir iflaretidir. ‹nsan bu hodbinli¤ini aflabilir mi? Daha adil ve haktan›r bir dünya düzeni mümkün mü? 61. say›da “Medeniyetler ve Dünya Düzenleri” sempozyumunun ay- r›nt›lar› ile karfl›n›zda olmay› diliyoruz. Hay›rda kal›n!

Transcript of DEĞİŞEN KENTTE DİNİ HAYAT

1

Küresel Araflt›rmalar

MerkeziKAM

BÜLTEN

Ocak-Nisan 2006

Y›l 17 Say› 60

Yay›n Kurulu Ali Pulcu, Faruk Deniz,Mustafa Demiray, Salih Pulcu, F. Samime ‹nceo¤lu, Nermin Tenekeci

Bask› Elma Bas›m

Bask› Tarihi 15 Haziran 2006

Vefa Cad. No. 35 34134 Vefa ‹stanbulTel: 0212. 528 22 22 pbxFaks 0212. 513 32 20e-posta [email protected]

www.bisav.org.trÜcretsizdir. Dört ayda bir yay›nlan›r. Kaynak gösterilerek al›nt› yap›labilir. Yay›nlanan yaz›lar›n sorumlulu¤u yazar›na aittir.

‹ Ç ‹ N D E K ‹ L E R

BSV HAVAD‹S 2

K A M Küresel Araflt›rmalar Merkezi 4

MOLA Sema-› Mevlânâ / Asaf Hâlet Çelebi 8

M A M Medeniyet Araflt›rmalar› Merkezi 9

MOLA Ad›mlar / Asaf Hâlet Çelebi 20

S A M Sanat Araflt›rmalar› Merkezi 21

MOLA Günefl / Orhan Veli 35

TA M Türkiye Araflt›rmalar› Merkezi 36

SEYRÜSEFER Selanik ‹zlenimleri / Gülçin Koç 49

MESNEV‹ ‹htiyat ve ‹htiyatl› Adam 52

Bilim ve Sanat Vakf› XVI. Ö¤renci Sempozyumu 53

MECMUA

Kitaplarla iliflkinin adab› üzerine / el-‘AlmavîTakdim ve çeviri: M. Cüneyt Kaya 58

‹ki Dünya Savafl› Aras› Türk ve Alman D›fl Politikalar› Aras›ndaki Yaklafl›m Farklar› / Ali Erken 67

Babanzâde Ahmed Naim ve Son Dönem Osmanl› F›k›h Tart›flmalar› / fieyma fiahino¤lu 84

BÜLTEN’DEN

Bilim ve Sanat Vakf›’n›n kuruluflunun 20. y›l›nda, BSV Bülten’in

60. say›s› ile karfl›n›zday›z. Bu say› ile birlikte on alt› y›l› geride b›-

rakm›fl oluyoruz. BSV Bülten’in ilk say›s› Ocak 1990’da yay›nlan-

m›flt›. ‹lkin ayl›k olarak planlanm›flt›. Nitekim ilk 22 say›da büyük

ölçüde buna riayet edildi. Sonra iki ayl›k bir mevkuteye dönüfltü.

Daha sonra, kimi zaman üç ay, kimi zaman dört ay, kimi zaman da

daha uzun fas›lalarla ç›kt›. On alt› y›lda, alt› kez Bülten’in tasar›m›

de¤iflti. Elinizdeki bu Bülten ile birlikte yedinci kez tasar›m de¤iflik-

li¤ine gitmifl oluyoruz. Biçim de¤iflimi, içeri¤i etkilemedi. Biçim ile

öz aras›ndaki hassas dengenin fark›nda olarak, içeri¤i, insanda

hofla giden bir duygu, bir etki uyand›racak flekilde sunduk. Bu te-

flebbüste isabet kaydedip kaydetmedi¤imizi elbette okuyucular›m›-

z›n hüsnünazarlar›na b›rak›yoruz.

Klasik ahlâk kitaplar›m›z, adaletli olman›n bir gere¤i olarak, kar-

defllik ve insanl›k haklar›n›n gözetilmesi ve buna sayg› duyulmas›

gerekti¤ini s›kça vurguluyorlar. Bu ça¤r› hepimiz için. Küçük ifller-

deki hazlar›m›z, dünya ahvaline dair her gün iflitti¤imiz felaketler-

deki mesuliyetlerimizi ortadan kald›rm›yor. Ama gelin görün ki, Ab-

dülhak fiinasi Hisar’›n ifadesiyle, “Baflkalar›n›n felâketine taham-

mül kuvvetimiz, maflallah, harikûlâdedir.” ‹nsan›n bu kuvveti, ayn›

zamanda kay›ts›zl›¤›n›n ve çaresizli¤inin bir iflaretidir. ‹nsan bu

hodbinli¤ini aflabilir mi? Daha adil ve haktan›r bir dünya düzeni

mümkün mü?

61. say›da “Medeniyetler ve Dünya Düzenleri” sempozyumunun ay-

r›nt›lar› ile karfl›n›zda olmay› diliyoruz.

Hay›rda kal›n!

Bahar Dönemi seminerleri sona erdiVakfımızın kuruluşundanbu yana kesintisiz olarakdüzenlenen Bilim ve SanatVakfı seminerlerinin 2006Bahar dönemi, 17 Mart-6Mayıs tarihleri arasındayapıldı. Genel Giriş, Giriş, Temel ve Özel olmaküzere 4 grupta toplanan ve48 başlık altında sunulan

seminerler toplam sekizhafta sürdü.

Yaz seminerleri 3Temmuzda bafll›yorHer yıl düzenlediğimiz Yazseminerleri bu yıl 3-8Temmuz 2006 tarihleriarasında yapılacak.Seminerlerin bu yılkiteması ise Oryantalizmolarak belirlendi.

Dîvân ‹lmîAraflt›rmalar 19 ç›kt›

18. ve 19. sayılarını Türkdüşüncesi konusuna ayıranDîvân İlmî Araştırmalardergisinin 18. sayısındaklasik dönemde Türkdüşüncesi ele alınmıştı. 19.sayının teması ise moderndönemde Türk düşüncesi.Osmanlı Devleti’nin son iki

yüzyılından başlayarak,Türk düşüncesinin tarihîsüreçte yaşadığı değişimler,farklı disiplinlerce kalemealınan sekiz makale, biraraştırma notu ve üç kitaptanıtımıyla okurların isti-fadesine sunuluyor. Batılılaşma/modernleşmefikrinin kurumsal, siyasalve sosyolojik süreci; Türkdüşüncesinde kazandığıfarklı anlamlar üzerindensiyasal kavramı; farklı ide-olojik konumlarınarağmen, Osmanlı/Türkaydınlarını ortak paydadabirleştiren unsurlar ve dahapek çok mesele bumakalelerde ayrıntılı olaraktartışılıyor.

2

BSVHAVAD‹S

“Medeniyetler ve Dünya Düzenleri” sempozyumu sona erdi

12-14 Mayıs 2006 tarihinde “Medeniyetler ve Dünya Düzenleri” uluslararası sempozyu-muna ev sahipliği yaptık. Bilim ve Sanat Vakfı Küresel Araştırmalar Merkezi’nin İBB’ninkatkılarıyla düzenlediği sempozyuma yurtiçi ve yurtdışından 130’un üzerinde bilimadamı ve araştırmacı katıldı. Toplam 29 oturum olarak planlanan sempozyumun açılışı 12Mayıs Cuma günü Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda yapıldı. Buradaki ilk üç oturumdamedeniyet ve düzen kavramları tartışıldı. Çeşitli medeniyetlerin düzen kurmaya veyaşatmaya yönelik tarihî tecrübeleri dinleyicilerle paylaşılarak, “21. yüzyıl dünyadüzeninin ana parametreleri nelerdir?” sorusuna cevap arandı. Sempozyum 13-14 Mayıstarihinde Vefa’daki Vakıf merkezinde oturumlarına devam etti. Ayrıntılı bilgiye www.bisav.org.tr ve www.mddsempozyum.org adreslerinden ulaşabilirsiniz.

Mecid Mecidi’yiVakf›m›zda bir haftakonuk ediyoruz

İranlı yönetmen MecidMecidi, Vakfın SanatAraştırmaları Merkezibünyesinde ihtisasçalışmalarına devam edensinema grubuyla bir haf-talık atölye çalışması yap-mak üzere Haziran sonun-

da İstanbul’a geliyor.Atölye, teorik dersler vepratik uygulamalarşeklinde iki kolda ilerleye-cek. Teorik kısımda, sine-mada tema, ritim duygusu,kurgu vb. konular elealınacak. Pratik uygulama-da ise birlikte bir senaryoyazımı ve kısa film çekimigerçekleştirilecek.

Makedonyal› MomirPolenakoviç Vakf›m›z›ziyaret etti

Makedonya BilimlerAkademisi başkanyardımcısı MomirPolenakoviç’le 7 Nisan 2006tarihinde Vakfımızdadüzenlenen kahvaltıda biraraya geldik. Pekin’dekatıldığı Tıp Kongresi’ndendönen Polenakoviç,Çin’deki toplumsal düzenve siyasal yapı hakkındakigözlemlerini aktardı.Vakıftaki çalışmalardanmemnun kalan veMakedonya Bilimler Aka-demisi ile Bilim ve SanatVakfı arasında bir koordi-nasyon kurulması gerekti-ğini ifade eden misafirimi-zi, ziyaretinin ardındanoteline uğurladık.

3

BSVHAVAD‹S

17. Öğrenci Sempozyumu 1 Temmuzda

Bilim ve Sanat Vakfı 17. Öğrenci sempozyumu 1 Temmuz 2006’da yapılacak.

İktisat Felsefesi konusunda sekiz tebliğin yer alacağısempozyumda rasyonel tercih teorisi, kartezyen

idealleştirme, özcülük ve ampirisizm, ekonomidenesnellik, piyasa kavramı vb. konular ele alınacak.

16. Ö¤renci sempozyumu yap›ld›18-19 Şubat 2006 tarihinde 16. Öğrenci sempozyumumuzugerçekleştirdik. Toplam otuz beş tebliğin sunulduğu sem-pozyumda, birinci gün Osmanlı Batılılaşması etrafındagelişen tartışmalara değinildi. “Medeniyetler ve DünyaTarihi”, “İktisat” ve “Siyasî Tarih” bu bölümde ele alınandiğer oturum başlıklarıydı. İkinci gün Cumhuriyet döneminde yaşanan tartışmalarlabaşlayan sempozyum, dış politika yaklaşımları, Batı veİslâm düşüncelerine kaynaklık eden önemli düşünürlerinele alındığı oturumlarla devam etti. Son oturumda ise,İslâm ve Osmanlı algısı konuları dinleyicilerle paylaşıldı.

KAM Tezat

Yahudilikte Seçilmişlik AnlayışıSalime Leyla Gürkan

9 fiubat 2006De¤erlendirme: Z a h i d e T u b a K o r

Küresel Araştırmalar Merkezi “Kadın Kimliği Üze-rinden Çağdaş Kültür Okumaları” atölye grubununTezat toplantıları çerçevesinde Şubat ayındaki mi-safiri, İSAM’da araştırmacı olarak görev yapan Dr.Salime Leyla Gürkan idi. Gürkan, 2002 yılında Lan-caster Üniversitesi, Dinî Araştırmalar Bölümü’ndetamamladığı “The Jewish Concept of Chosennessin Tradition and Transformation” başlıklı doktoratezini, “Yahudilikte Seçilmişlik Anlayışı” adı altındasundu.

Seçilmişlik kavramının Yahudi tarihi boyunca nasılanlaşıldığı ve yorumlandığını, Yahudi kimliği, tarihive dinî algılayışını nasıl etkilediğini konu alan butez, literatür temelli bir çalışma niteliğinde. Teoloji-deki kaymaları esas alarak yapılan üçlü tasnif uya-rınca, Kitab-ı Mukaddes ile Rabinik dönem, mo-dern dönem ve Holokost sonrası dönemde seçil-mişlikle ilgili Yahudi literatürü, Yahudi-Hıristiyanmünasebetleri çerçevesinde inceleniyor. (Bu se-beple İslâm etkisinin çok yoğun olduğu Ortaçağ te-zin kapsamı dışında.) Zira tarih boyunca Hıristi-yanlarla oldukça sancılı seyreden ilişkiler, Yahudiseçilmişlik anlayışını doğrudan etkilemiştir.

Seçilmişliği eleştirip sorgulamak yerine, verili ola-rak ele alıp tasvir ve analizini yaptığının özellikle al-tını çizen Gürkan’ın, Yahudilik üzerine çalışan her-

kesin mutlaka okuması gereken temel bir kaynakniteliğindeki bu tezini şu şekilde özetleyebiliriz:

Yahudi tarihindeki belli değişimlere paralel olarakevrim geçiren ancak her dönemde Yahudiliğin mer-kezinde yer almayı sürdüren seçilmişlik kavramı,genellikle üstünlük olarak anlaşılsa da, aslında“farklılık”a işaret eder. Zira Tevrat’ta “seçilmiş ka-vim” değil, “kutsal (kodeş) kavim” ifadesi geçer ve“kodeş”, İbranicede kutsal bir şeyi sıradan olandanayırıp bir kenara koymak demektir. Bu manada se-çilmişlik, Tanrı’nın tamamen kendi iradesiyle önceHz. İbrahim’i, ardından onun neslini diğer kavim-lerden ayırarak kendisine has bir kavim olarak seç-mesidir.

Tevrat sonrası ilk sözlü literatür olan Mişna’da daseçilmişliğe doğrudan bir atıf yoktur. Ancak Hıristi-yanlığın bir devletin resmî dini haline dönüştüğü veİsrailoğullarının kutsal bildiği topraklarında hege-monya kurduğu bir dönemde kaleme alınan Miş-na’nın yorumu olan Talmud, seçilmişliği doktrin

4

Küresel Araflt›rmalar

MerkeziKAM

Küresel Araflt›rmalarMerkeziKAM

Tevrat’ta yeryüzüyle s›n›rl›

olan seçilmifllik, Rabinik

literatürde dünya

yarat›lmadan önce ‹srail’in

var oldu¤u ve efendi

konumunda bir gün tekrar

gelece¤i söylemine

dönüfltü.

haline getirdi. Zira Hıristiyanlığın alternatif bir se-çilmişlik anlayışıyla (Tanrının vakti zamanında seç-tiği bir ırk olan fizikî İsrail’e karşı manevî seçilmişgrup, yani kilise) gelerek Yahudiliğe teolojik bir teh-dit oluşturduğu bu dönemde, Yahudiler varlıklarınıneden devam ettirmeleri gerektiğini ispatlamayayöneldiler. Böylece Tevrat’ta yeryüzüyle sınırlı olanseçilmişlik, Rabinik literatürde dünya yaratılmadanönce İsrail’in var olduğu ve efendi konumunda birgün tekrar geleceği söylemine dönüştü. Ancak il-ginçtir İslâm coğrafyasında yaşamış Yahudi dinâlimleri seçilmişliği kabul etseler de, bunu diğerlerigibi iman esasları arasına sokmadılar.

Seçilmişlik anlayışında ikinci büyük dönüşüm,Tanrı katili, İsa’yı reddedenler suçlamasından kur-tulmak isteyen Yahudilerin, Hıristiyanlarla eşit va-tandaş olarak kendilerini kabul ettirme mücadele-sine girdikleri ve buna karşı antisemitizmin yüksel-diği modern dönemde yaşandı. Daha önce vahyedayalı, Tanrı’nın inisiyatifinde bir kutsal hakikatolarak anlaşılan seçilmişlik, bu dönemde Aydın-lanmacı Yahudiler ve reform cemaati eliyle bir ide-olojiye dönüştü. Artık seçilmişlikte vahyin yeriniakıl ve rasyonellik, hakikatin yerini ideoloji aldı,millîlikten evrenselliğe geçildi. Kendi dehaları sa-yesinde bir Tanrı inancına ulaştıkları ve bunu tümdünyaya yayma misyonunu üstlendikleri söylemiyaygınlaştı.

Seçilmişlik anlayışındaki üçüncü büyük dönüşümise, Holokost sonrası dönemde yaşandı. Ancak Ho-lokost söyleminin ortaya çıkışı, 1967 ve 73 Arap-İs-rail savaşlarına tekabül eder. Zira Holokosttan kur-tulup ABD’ye giden mağdurların sözlerini, o dö-nemde tuzu kuru Yahudi kardeşleri dinlemeye ta-hammül dahi göstermemişlerdi. Ancak Amerikantoplumunda aşırı benimsenen Yahudiler, Tevrat’tan

uzaklaşıldığı ve antisemitizmin azaldığı bu dönem-

de birkaç nesil sonra tamamen Hıristiyanlaşmak

tehlikesiyle yüz yüze kaldılar. Sunî bir antisemitiz-

me duyulan ihtiyaçla (1967 Savaşı Araplara karşı İs-

rail’in ezici zaferi ile sonuçlansa da) otuz sene ön-

ceki Nazi katliamı yeniden gündeme getirildi. Böy-

lece Amerikan Yahudileri silkinirken, İsrail de işgal

politikalarını meşrulaştırma fırsatı yakaladı. Bu dö-

nemde seçilmişlik, bir ideolojiden yaşam politikası-

na dönüştü; hem dinî-vahyî, hem de felsefî-evren-

sel vurgu giderek tarihî seçilmişliğe dönüştü.

90’lardan sonra “post-modern seçilmişlik”, içindebiraz din, biraz tarihin yer aldığı oldukça eklektikbir kültürel-seküler seçilmişliğe dönüştü. Mananınyerine biçim öne çıktı, hatta Yahudiliği tavuk çorba-sı ile özdeşleştirenler oldu.

Bu konuya İslâm’ın bakışı ise şöyledir: Kur’an seçil-mişliği değil; kayıtsız-şartsız, mutlak, tek bir etnikgruba ait seçilmişliği reddeder. Zira İslâm inancın-da kavimler arasında devir teslim vardır. Bu mana-da Yahudi seçilmişliğinin en problemli tarafı, seçil-mişliği kendileri ile başlatıp bitirmeleridir ki bu daaslında sonradan istismar edilmiştir.

5

Küresel Araflt›rmalar

MerkeziKAM

KAM Yuvarlak Masa Toplantıları

TEZATYahudilikte Seçilmifllik Anlay›fl› Salime Leyla Gürkan

9 fiubat 2006

ÖZEL ETK‹NL‹KIranian Foreign Policy: From Dialogue to Clash-A Historical Perspective Fred A. Reed

1 Nisan 2006

KAM Özel Etkinlik

İran Dış Politikası:Diyalogdan Çatışmaya Tarihsel Bir Perspektif

Fred A. Reed

1 Nisan 2006

De¤erlendirme: K a z › m B a y c a r

Bilim ve Sanat Vakfı Küresel Araştırmalar Merke-zi’nin özel etkinlikler kapsamında hazırladığı prog-ramların bu ayki konuğu, başarılı bir gazeteci ve birçevirmen olarak kendisinden bahsettiren Fred A.Reed idi. Reed konuşmasının önemli bir kısmını,son günlerin politik gündemde önemli bir yer işgaleden İran dış politikasının Devrim sonrası aldığışekle ayırdı. Reed 1939 yılında Kaliforniya’da doğ-du. Vietnam Savaşı sırasında Amerikan ordusunakatılmayı reddetmesi üzerine ülkeyi terk etmekzorunda kaldı ve Yunanistan’a gitti. Daha sonra daKanada vatandaşlığına geçti. Şu an Kanada’da çıkanLe Devoir gazetesinde çalışmaktadır. Reed ilk kitabıolan Persian Postguard Iran After KHumeynî’ yi1994 yılında yayımladı. Bu çalışmasını 1994’te Selo-nica Terminance, 1999’da Türkçeye de çevirilenJurrney into hidden Turkey ve Take over Iran başlıklıkitapları takip etti. Türkiye’de ve dünyanın pek çokyerinde ilgiyle izlenen Selam İran belgeselinin da-nışmanlığını yapan Reed başarılı bir çevirmen ola-rak da üç kez Governer General Literary Awarsödüllerine sahip oldu.

Reed, konuşmasının başında, bir akademisyen yada bir dış politika uzmanı olmadığını, bu nedenle

sözlerinin bir gazetecinin İran gözlemleri olarak

değerlendirilmesini istedi. 1978 yılında Şah’ın ikti-

dardan uzaklaştırılması, Batı kamuoyunda oldukça

memnuniyet verici bir gelişme olarak değerlendi-

rildi. Ancak Devrimin hemen arkasından başa ge-

çen yönetimin İslâmî esaslara dayanan bir yönetim

şeklini benimsemesi Batı’da İran’a karşı esen olum-

lu rüzgârı birden tersine çevirdi. Her iki durumda

da Reed’e göre esas sorun, Batı’nın gündeminin

halkın kendisinin değil, devletlerin propagandaları

tarafından belirlenmesiydi. Reed’e göre İran Devri-

mi iki meseleden dolayı önem arz ediyordu: Birin-

cisi, bu Devrim bir diktatörlüğü devirmişti; ikincisi,

Devrim dünya kamuoyuna yeni ve alternatif bir yö-

netim tarzı sunmuştu.

Humeynî’nin İslâmî yönetimi İran’ın bağlı olduğuŞii esaslara göre hazırlanmıştı. Buna göre Ayetul-lah’tan ve Velayet-i fakihten oluşan devrimci yöne-tim, on ikinci imamın zuhuruna kadar şartlarıkontrol edecekti. Devrimi gerçekleştiren siyasî kad-ro kendi düşüncelerinde son derece samimiydi veyaptıkları işlerden heyecan duyuyordu. Bunda Dev-rim lideri olan ve Ayetullah olarak adlandırılan Hu-meynî’nin kişisel karizması da önemli rol oynamış-tı. Hayatta kaldığı süre boyunca pek bir sorunla kar-şılaşılmadı.

İran rejimini sıkıntıya sokan esas süreç Humey-nî’nin ölümünden sonra başladı. Nitekim onun ye-rini alan Ali Hamaney, ne ciddî bir İslâmî ilme ne de-kendisini Ayetullah olarak nitelendirmesine rağ-men- Humeynî’nin karizmasına sahipti.

Humeynî’den sonraki dönemde, Devrim sırasındahenüz 18-20 yaşlarında bir kısım gençler Devrimingidişatını sorgulamaya başladılar. Devrim sonrasın-da ortaya çıkan, önce bütün Sünni dünyayı Şiiliğe,

6

Küresel Araflt›rmalar

MerkeziKAM

Vietnam Savafl› s›ras›nda

Amerikan ordusuna

kat›lmay› reddetmesi

üzerine ülkeyi terk etmek

zorunda kald› ve

Yunanistan’a gitti. Daha

sonra da Kanada vatan-

dafll›¤›na geçti.

sonra da dünyanın kalan kısmını İslâm devletine dö-nüştürme ideali artık pek gerçekçi bulunmuyordu.

Bugünün reformcu ve entelektüel kesiminin nüve-sini oluşturan bu grup içinde, ismi en fazla zikredi-len kişi Said Haceryan idi. Haceryan, İslâmî sistemedaha uygun düştüğünü iddia ettiği özgürlükçü ya-pının taraftarıydı. Bu amaçla 1997 yılında Hatemîve kadrosunun aday olmalarını ve reform politikasıizlemelerini talep etti. Siyasî anlamda kendisini ilkkez ortaya atan bu reformcu hareket bütün suiisti-mallere rağmen % 65 gibi bir oyla iktidara geldi. Ye-ni iktidarın amacı, İran içinde ve dünya ile –dahadar anlamda şeytan-ı bozork diye nitelendirdiğiABD’yle- diyalog kurmaktı. Ancak bu hareket ikisi-ni de başarmaya muvaffak olamadı. Sonuç olarakdaha sosyal sorunlara vurgu yapan muhafazakârla-rın lideri Ahmedinejad yönetimi devraldı.

İşin ABD yönünde ise, İran’a karşı olan tutum, kon-solosluğun işgal edildiği 1979 yılında keskin çizgi-lerle belirlenmişti. Bu, içten ya da dıştan herhangibir müdahale ile bu rejimi sona erdirmeye yönelikpolitikalardı.

Reed’in bu bilgilendirici konuşması katılımcılarınsoru ve katkılarıyla son buldu.

7

Küresel Araflt›rmalar

MerkeziKAM

Küresel Araştırmalar

2006 Bahar Seminerleri

G‹R‹fi SEM‹NERLER‹

‹ktisat›n Temel Kavramlar› II M. ‹brahim Turhan

Uluslararas› ‹liflkilerin Temel Kavramlar› M. Akif Kayap›nar

TEMEL SEM‹NERLER

Türkiye Ekonomi Politi¤i II M. ‹brahim Turhan

Türkiye’de Siyaset ve Strateji II: Muzaffer fienel

Güncel MeselelerUluslararas› Finansal Sistem Lokman Gündüz

Uluslararas› ‹liflkiler Teorileri II ‹smail Yaylac›

Yönetimde Seçilmifl Konular Nihat Erdo¤mufl

ÖZEL SEM‹NERLER

Demokratikleflme ve Uluslararas› ‹liflkiler Ali Resul Usul

Uzakdo¤u Asya Ekonomi-Politi¤i Süleyman Beflli

Küreselleflmenin Ekonomi Politi¤i Sad›k Ünay

Ö¤renen Organizasyonlar Bahattin Ayd›n

Stratejik Yönetim ve Planlama Haluk Dortluo¤lu

Türkiye Ekonomisinden Seçmece Melikflah Utku

Meseleler

‹HT‹SAS ÇALIfiMALARI

Avrupa Ekonomi-Politik Araflt›rmalar› Muzaffer fienel

‹ktisat Politikalar› A. Büyükdeniz-M. Utku-M. ‹. Turhan

Mukaddime Okumalar› M. Akif Kayap›nar

ATÖLYELER

‹ktisat Felsefesi Atölyesi M. ‹brahim Turhan

Kad›n Kimli¤i Üzerinden N. fiiflman-Z. T. KorÇa¤dafl Kültür Okumalar›Medeniyetler ve Dünya Düzenleri ‹. Yaylac›-T. Köse

Sem

a-›

Mev

lân

âA

saf

Hâl

et Ç

eleb

i

ten

nu

re g

iym

ifl a

¤açl

ar

aflk

niy

âz e

der

mev

lân

â

içim

dek

i n

igâr

bafl

ka

bir

nig

ârd

›riç

imd

eki

sem

a’a

nec

e y›

ld›z

lar

akar

ben

dön

erim

gök

ler

dön

erb

enzi

md

e gü

ller

aça

r

gün

eflli

bah

çele

rde

a¤aç

lar

hal

aka-

ssem

âvât

i-ve

l’ard

’hy›

lan

lar

ney

hav

alar

›n›

din

ler

ten

nu

re g

iym

ifl a

¤açl

ard

a

çem

en ç

ocu

kla

r› m

ahm

ur

câaa

nse

ni

ça¤›

r›yo

rlar

yolu

nu

kay

bed

en g

ün

eflle

re bak

›p g

ülü

mse

rim

ben

uça

r›m

gök

ler

uça

r

8

Küresel Araflt›rmalar

MerkeziKAM

MOL

A

MAM Dîvan Toplant›lar›

İbn Haldun ve Tarih Metodolojisi

Yavuz Yıldırım

31 Ocak 2006

De¤erlendirme: M u n i s e fi i m fl e k

İbn Haldun’un 600. ölüm yıldönümü münasebetiy-le düzenlenen Dîvan toplantılarının ilk konuğu, İs-tanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesiDr. Yavuz Yıldırım idi. İbn Haldun’un tarih metodo-lojisi hakkında bir sunum yapan Yıldırım, İbn Hal-dun öncesi İslâm tarih yazıcılığının tarzı, İbn Hal-dun’un getirdiği yenilikler ve etkileriyle ilgili değer-lendirmeler yaptı.

İbn Haldun öncesi İslâm tarih metodolojisinin ken-dine has bir bakış açısına sahip olduğunu vurgula-yarak konuşmasına başlayan Yıldırım, tarih ilmininbu dönemdeki iki farklı algılanış şekli hakkında bil-gi verdi. Bunlardan birincisine göre, tarih ilmi İslâmilimlerinin oluşum süreci içinde, başta hadis olmaküzere diğer ilimlerin bir yan kolu olarak ortaya çık-mış ve zamanla ayrı bir disiplin haline dönüşmüş-tür. İkinci algılayış tarzına göre ise tarih, bir ilim de-ğil edebî bir türdür. Yine bu süreçte tarih, ne mate-matik veya geometri gibi aklî ilimlere ait bir disip-lindir, ne de tefsir, hadis gibi naklî ilimler sahasınaaittir. Bunların ikisi arasında bir işleve sahip olanİslâm tarih yazıcılığının bu döneminde siyer, mega-zi, biyografi türlerinin yanı sıra dünya tarihi gibi çe-şitli eserlere rastlamak mümkündür.

İbn Haldun’un tarih yazıcılığına getirdiği yeniliği,tarihi “aklî bir bilim olarak ortaya koyma çabası”

şeklinde tanımlayan Yıldırım, İbn Haldun’un buamaçla sistemleştirdiği teoriyi izah ederek konuş-masına devam etti. Yıldırım’a göre İbn Haldun ça-lışmalarına kendisinden önceki tarih yazıcılığınıeleştirerek başlar. Ona göre, aklî bir bilim dalı hali-ne gelmesi zorunlu olan tarih, hadisin bir kolu veyaedebiyatın bir türü değildir. Tarih, kendisine ait il-keleri ve kriterleri olan aklî, felsefî bir bilime dönüş-türülmelidir. Ama diğer türlerin birer alternatif ola-rak kalmasında bir sakınca görmez.

İslâm tarihçilerini her şeyden önce sebep-sonuçilişkisine önem vermemekle suçlayan İbn Haldun’agöre, olaylar aktarılırken aralarındaki bağlantılaraçıklanmaz. Bu büyük bir eksikliktir. Hadis ve diğerilimlerin kriterlerini kullanmak yerine sadece tarihilmine mahsus yeni ilkeler getirilmesi gerektiğinisavunan İbn Haldun, hadiste kullanılan ravi kritiği-nin tarih için yeterli olmadığını, bunun yanındametin kritiğinin de yapılması gerektiğini belirtir.İlimleri inşaî (vahye dayalı) ve ihbarî (aklî) ilimler

9

Küresel Araflt›rmalar

MerkeziKAM

Medeniyet Araflt›rmalar›MerkeziMAM

Y›ld›r›m, ‹bn Haldun’un tarih yaz›c›l›¤›na

getirdi¤i yenili¤i, tarihi “aklî bir bilim

olarak ortaya koyma çabas›”

fleklinde ifade etti.

şeklinde tasnif ederek, inşaî ilimler için ravi kritiği-ni yeterli bulmasına karşın, ihbarî ilimler için bu-nun yeterli olmadığına dikkat çeker. Aktarılan olay-ların makul ve kabul edilebilir olması yönündentetkik edilmesini savunmakla birlikte, rivayet zinci-rinin güvenilirliğinin sorgulanmasını da zorunlugörür. Metin eleştirisinin hangi kriterler üzerine ya-pılacağını ise yeni geliştirdiği umran ilmi ile izaheder. Umran ilminin gayesi toplumları dinî, siyasî,ekonomik, kültürel, coğrafî ve antropolojik olarak,kısacası her yönüyle tanıtmaktır. Toplumların geç-

mişleri, bunları bilmeden yeterince anlaşılamaz.Umran ilminin ilgilendiği hususlar bütün toplum-lar için geçerli olduğundan, bu ilim evrenseldir.

İbn Haldun’un farklılıklarından birinin de, teorisinikendi deneyim ve gözlemlerinden edindiği bilgiler-le desteklemek olduğunu ifade eden Yıldırım, onunşehirlerde, kırsal alanlarda ve çöllerde yaşadığını,ayrıca Endülüs’ten Suriye’ye kadar çok geniş birbölgeyi gezdiğini ve buralarda yaşayan toplumlarlailgili yaptığı gözlemleri analizlerinde kullandığınıbelirtti. İbn Haldun’a göre toplumların yapılarınıbilmeyen bir tarihçi, değişimleri ve süreklilikleri or-taya koyamaz. Toplumlar üzerinde analizler yapar-ken süreklilikleri ve değişimleri bedavet-hadariyetçizgisindeki akışla açıklar. Bedavet toplum yaşamı-nın ilk halidir. Hadaret ise şehir hayatıdır ve mede-niyet olarak da tanımlanabilir. Medeniyeti evrenselbir biçimde algılamaktadır ve daha çok teknik geliş-meler için kullanmaktadır. İbn Haldun’un tarih an-layışı devletlerinin yükseliş ve zayıflamasını anlatır-ken döngüsel, bedavet-hadaret akışını açıklarkenise çizgiseldir. Çizgisel alan ile döngüsel alanın ke-sişim noktası ise teorisinin temel kavramlarındanolan asabiyettir. Yıldırım’a göre, bunları açıklarkeno, mutlak anlamda bir determinist değildir, istisna-ları vurgulamaya da dikkat eder.

İslâm dünyasının Ortadoğu ve Osmanlı İmparator-luğu gibi bölümlerinde İbn Haldun’un etkisinin yo-ğun bir biçimde görüldüğünü söyleyen Yıldırım,özellikle Naima ve Ahmet Cevdet Paşa gibi meşhurisimleri bunların arasında zikretti. Aynı zamandaOsmanlılar tarafından, İbn Haldun’un görüşlerineeleştiriler yöneltildiğini de ifade etti. Fakat çalışma-ların yetersiz oluşu sebebiyle bu etkinin Osmanlı,Suriye ve Mısır tarihçiliği üzerindeki seviyesininnetlik kazanmadığını söyledi.

10

MedeniyetAraflt›rmalar›

MerkeziMAM

MAM Yuvarlak Masa Toplantıları

DÎVAN TOPLANTILARI

‹bn Haldun ve Tarih Metodolojisi Yavuz Y›ld›r›m31 Ocak 2006

Religion, Identity and The Recognition Of Difference Adam B. Seligman

7 Mart 2006

Modern Kentte Dinî Hayat Nevin Meriç13 Nisan 2006

TEZGÂHTAK‹LER

Sola Teorik Müdahale: 1980 Öncesinde Birikim Dergisi Hediyetullah Aydeniz

11 fiubat 2006

Zerdüflt: Hayat›-Ö¤retisi Asiye T›¤l›28 fiubat 2006

Osmanl› Halk›n›n Geleneksel ‹slâm Anlay›fl› Ve Kaynaklar› Hatice K. Arpagufl

9 Mart 2006

Postmodern tarih anlayışı tarafından büyük genel-lemeleri sebebiyle dışlanmasına karşın, Yıldırım’agöre İbn Haldun, 1300’lü yıllarda İslâm coğrafyası-nın büyük bir bölümünde yaşamasına dayanarak,bu bölgeler için aktardığı bilgiler, bunların üzerineyaptığı analizler, İslâm kurumlarının oluşum sürecive karakteri hakkında yaptığı izahlar dolayısıyla gü-nümüz günümüzde de önemini koruyan bir şahsi-yettir.

Yavuz Yıldırım sorular çerçevesinde tarihe dair yeniyaklaşımların İbn Haldun hakkındaki değerlendir-meleriyle ilgili ayrıntılı bilgiler verdi ve asabiyetkavramının mahiyetiyle ilgili açıklamalar yaptı. İbnHaldun’un seküler olarak değerlendirilmesini yan-lış buldu ve ayrıca onun önceki ve sonraki dönem-lerden kopuk bir biçimde değerlendirilmesinin,düşünce tarihi içinde bir sıçrama şeklinde yorum-lanması gibi yanlış bir varsayıma yol açtığını vurgu-ladı. Anlaşılan o ki, İbn Haldun kendi şahsına mün-hasır ilmî tarzıyla daha üzerinde çokça konuşula-cak bir şahsiyettir.

Din, Kimlik ve FarklılıklarınTanınmasıAdam B. Seligman

7 Mart 2006

De¤erlendirme: S ü m e y y e P a r › l d a r

Dîvan toplantılarının Mart ayındaki konuğu, Prof.Adam B. Seligman (Boston Üniversitesi) idi. “Religi-on, Identity, and the Recognition of Difference”(Din, Kimlik ve Farklılıkların Tanınması) başlıklı ko-

nuşmasına Seligman, birbirinden oldukça farkl›anlamlar› ifade edecek flekilde kullan›lan siviltoplum kavram›n›n “farkl›l›klar› idare etmek”tan›m›n› inceleyerek bafllad›. Religion ve seküler-leşme kavramlarını, sosyal bilimlerin ve liberal re-jimlerin doğası itibariyle inceleyerek, “kimlik” bağ-lamında bu kavramların kullanılmasının, ayrıca herbirinin objektif ve değerden bağımsız kabul edil-mesinin doğurduğu problemlere değindi. Bu ikiliyerine gelenek (tradition) ve uzlaşma (negotiation)ikilisinin kullanılmasını öneren Seligman, yapılma-sı gerekenin, kendi geleneklerimizle yeniden irtiba-ta geçerek, anayasal sekülerleşme (ahlâkî seküler-leşme değil) ve aşkın bir güçten kaynaklanan hete-ronomous ahlâkın uzlaştırılmasının yollarını ara-mak olduğunu belirtti. Ahlâkî ve anayasal seküler-leşme ayrımı, liberal düşünce, konuşmada değini-len yanlış kavramsallaştırmaların sosyal bilimleringenel yapısıyla olan paralelliğine dair soruların tar-tışılması ile toplantı sona erdi. Toplantının detayla-rı şöyleydi:

“Bugün yaygın ve fakat çok farklı gruplar tarafın-dan farklı farklı anlamlar yüklenerek kullanılan si-vil toplum kavramı, eğer ‘yasal idare biçimleri yada toplumlar’dan öte bir anlam ifade ediyorsa kav-ram, ‘farklı olan ile yaşama becerisi’ ile irtibatlan-dırılmalıdır. Farklılık, din ve kimlik bağlamında an-laşılmaktadır. Değerden bağımsız ve evrensel-ob-jektif bir yapıya sahip kabul edilmelerine rağmenreligion ve sekülerleşme, ancak belirli bir tarihtebelirli bir durumu açıklamak için kullanılabilir(Mesela sekülerleşme, Hıristiyan dünyanın kendigeleneği ile uzlaşım sürecidir); zaman-ötesi ve bü-tün medeniyetlerin anlaşılmasına yardımcı kav-ramlar olarak önerilemezler. Oysa sosyal bilimciler,belirli bir dinî gruba aidiyet kabul etmedikleri için,

11

MedeniyetAraflt›rmalar›

MerkeziMAM

Seligman konuflmas›na, birbirinden oldukça

farkl› anlamlar› ifade edecek flekilde kullan›lan

sivil toplum kavram›n›n “farkl›l›klar› idare

etmek” tan›m›n› inceleyerek bafllad›.

gerçeği olduğu gibi görmek yerine, sözkonusu du-rumları kendi kategorilerine aktarmayı tercih eder-ler. Sosyal bilim mantığı içerisinde başka bir bakışbiçimi geliştirilmemiştir zira. Aynı biçimde mevcutkavramları içinde de ‘din’i, ‘kimlik’ ile irtibatlandı-rarak incelemeye tâbi tutarlar. Oysa sekülerleşme-nin Hıristiyan Avrupa’ya has bir tecrübenin bellibir döneminin dondurulup tanımlanmasını ifadeetmesi gibi, religion da kendine ait bir tarihe sahip-tir ve Hıristiyan Avrupa’nın tecrübesi içinde açıkla-yıcıdır. Kilise öncesinde yaygın şekliyle sıfat olarak(religio) kullanılan kelime, Kilise babaları ve özel-likle St. Augustin’den itibaren bir tür ‘sınırlar ortayakoyma ve belirleme’ aracı olarak ‘doğru ve yan-lış’ların belirlenmesi için kullanılmıştır. Zamanlareligion, toplumsal kimlikle paralel görülmeye baş-lanmıştır. Halbuki din ve toplumsal kimlik arasın-da birebir irtibat zorunlu değildir ve bunları birbi-rine indirgemek oldukça problemlidir.”

“Aşkın bir gücün kontrolünün kabul edilmediği li-beral rejimlerde, topluma dahil edilecek ve top-lumdan dışlanacak unsurların belirlenmesine dairmekanizma hayatî bir değer taşımaktadır. ‘Keskinsınırlar’ ve ‘yüksek seviyede kimlikleşme’ bu sebep-le demokratik idarelerde bulunan temel iki özellik-tir. Sistemin devamı için zorunlu görülen ‘demok-ratik değerlere bağlılık’, farklılıkların korunması so-rununu gündeme getirecektir. Sonuç olarak, top-lumsal kimlikler bireysel kimliklerle, hoşgörü deyasal tanınmayla yer değiştirmiştir. Farklılıklar,önemsizleştirilerek ve dikkate alınmayarak prob-lem olmaktan çıkarılmaya çalışılmıştır.”

“Sosyal bilimlerin sözkonusu yaklaşımı, muhtemelyaklaşımlardan daha iyi değildir ve dahası bilimadamını nesnesi olan fenomenden uzaklaştırdığıve onu anlamasını imkânsızlaştırdığı için faydasız-

dır. Her geleneğin kendi kaynağından beslenerekürettiği yeni bir kavramsallaştırmaya ve anayasalsekülerizm ile aşkın bir güce dayanan ahlâk anlayı-şının uzlaştırılmasına dair orijinal çalışmaların or-taya konmasına ihtiyaç vardır.”

Değişen Kentte Dinî HayatNevin Meriç

13 Nisan 2006

De¤erlendirme: E m i n e A r s l a n

Medeniyet Araştırmaları Merkezi ile “Kadın KimliğiÜzerinden Çağdaş Kültür Okumaları” atölye grubu-nun ortaklaşa düzenlediği Sekülerleşme toplantıları-nın Nisan ayındaki konuğu, İstanbul Müftülüğü’nde1999’dan bu yana din hizmetleri uzmanı olarak gö-rev yapan fetva kurulu üyesi Nevin Meriç’ti. Meriç,“Değişen Kentte Dinî Hayat” başlıklı sunumundaaynı başlıkla yayınlanan kitabını değerlendirdi

İlk olarak kitabın ortaya çıkış serüvenine değinenMeriç, fetva sorularıyla karşılaştığında bunlara sa-dece cevap vermenin yeterli olmayacağına, bunla-rın bir anlamının olması gerektiğine ve bu anlamla-rı kamuya açmanın faydalı olacağına karar verdiği-ni; sosyolojide yaptığı yüksek lisansın sağladığı alt-yapıyla şimdiye kadar fetva konuları, kadın sorunla-rı ve kentle ilgili fetvaları ele alan üç kitap kaleme al-dığını söyledi. Meriç son kitabıyla, kamuyu bilgilen-dirmenin yanı sıra toplumsal aktörlere, özellikle dedinî alanı resmî veya sivil olarak bir biçimde belirle-meye çalışanlara mesajlar vermeyi, yani insanlarınnasıl düşündüğünü, hangi sorunları yaşadığını or-taya koymayı hedeflediğini vurguladı.

12

MedeniyetAraflt›rmalar›

MerkeziMAM

Fetva kurulu üyesi olarak sosyolojinin verilerinikullanmakta herhangi bir sakınca görüp görmediğiyönündeki sorulara cevaben Meriç, anlam arayışı-na vahiy merkezli bakıldığında bu yöntemde her-hangi bir sakınca görmediğini, çalışmasında ayetve hadislerin yerinin belli olduğunu, dokunulma-ması gereken alana müdahale etmediğini, sosyolo-jide ise böyle bir alanın olmadığını ifade ederek,fetva verdikten sonra dönüp bir de sosyolojik açı-dan değerlendirme yaptığını belirtti. Sosyolojininimkânlarını kullanarak bu kitapla toplumdaki tehli-keli noktaları açığa çıkartıp proje üretmesi gereken-lere bir malzeme sunmayı hedeflediğini, bu anlam-da sosyolojiye karşı bir direnme içinde olduğunuda sözlerine ekledi.

Modernleşme, sekülerleşme ve Protestanlaşma ko-nularına da değinen Meriç, modernleşmenin bire-yin ve evrenin kutsaldan arındırılması süreci oldu-ğunu, kutsaldan arındırma tam olarak gerçekleş-meyince kutsalın içeriğinin değiştirilmeye çalışıldı-ğını, yani dünyevîleşildiğini ifade etti. Meriç,1999’da İstanbul Müftülüğü’nde göreve başladığın-da gelen sorularla 2006’da sorulan soruların çokfarklı olduğunu belirterek, bu değişimin dünyevî-leşmenin bir göstergesi olarak görülebileceğini ifa-de etti. Zira artık insanların Kur’ân-ı Kerîm’i me-alinden okuyarak, Türkçesinden hüküm çıkarabile-ceklerini zannettiklerini, mesela “Kur’ân’da içkidenuzaklaşın deniyor, siz neden haram kılıyorsunuz?”gibi sorularla karşılaştığını söyledi. Bu şekilde dinalanında hüküm vermenin sıradanlaşmasında dinhususunda aydın cehaletinin etkili olduğunu vur-gulayarak, dinî birikimi çıkarıp doğrudanKur’ân’dan hüküm elde etmeye başlandığında eldebir şey kalmadığını, zira İslâm dininin iman boyu-tuyla da, ahkâm boyutuyla da sekülerleşmeye im-kân tanımadığını sözlerine ekledi.

Toplumsal değişmenin aktörlerini kentleşme, sana-yileşme ve medya olarak belirleyen Meriç, kentleş-me ve kentte yerleşim biçimlerinin fetva soruların-da bazı farklar meydana getirdiğini ifade etti. Kent-leşme ile göç edenlerde daha geleneksel bir din an-layışı hâkimken kentin merkezinde yaşayanlar ara-sında imanın, ibadetin hep gizli, bireysel olduğuyönünde daha dışarıda tutulan bir din anlayışınınkabul gördüğünü belirtti. Kent dışından gelenlerincamileri ve dinî mekânları daha çok kullandıklarıiçin sorularının cevaplarını cami hocaları veya ce-maatlerden aldıklarını, müftülüğe soru sormayıtercih edenlerin ise daha çok kent merkezindekilerolduğunu vurguladı.

Ekonomik yapıdaki değişmelerin de fetva dairesinegelen soruların profilini değiştirdiğini, artık kredikartları, leasing, borsa vb. konularla ilgili sorularındaha sık sorulduğunu ifade etti. Toplumsal değiş-menin aktörlerinden bir diğeri olarak gördüğümedyanın ise, dinî konuları bilgilendirmekten ziya-de magazin boyutuyla ele aldığını, sosyal farklılık vedeğer yargılarından çok, küresel aktarımları halkadayattığını ileri sürdü.

Meriç konuşmasında ayrıca toplumsal alanın cin-siyet merkezli olarak belirlendiğini ve gelenekseldeğerlerde bir altüst oluşun yaşandığını vurguladı.Bu bağlamda kadın ve erkek hürriyet algısının de-ğişimiyle ilgili bazı örnekler verdi. Buna göre, örtügeleneksel toplumlarda kadın için bir hürriyet gös-tergesiyken, modern toplumlarda örtüsüzlük hür-riyet göstergesi olarak algılandı. Benzer şekilde, ge-leneksel toplumlarda erkeklerin küpe takması kö-lelik işaretiyken, modern toplumlarda özgürlük ifa-desi sayıldı.

İstanbul Müftülüğü fetva kurulu üyesi bir yazar ta-rafından bizzat cevaplanan sorular temel alınarak

13

MedeniyetAraflt›rmalar›

MerkeziMAM

dinî hayattaki değişimin değerlendirildiği bu çalış-ma, fetva mekanizmasının modern toplumda da iş-lemekte ve bireylerin davranış tarzlarını dine da-yandırma isteklerinin bir şekilde devam ettiğinigösteriyor. Yöntem konusunda ileri sürülen itiraz-lar dikkate alınarak yapılacak yeni çalışmaların,kendi toplumumuzu tanımaya ve sorunların çözü-müne yönelik projeler geliştirmeye katkıda buluna-cağı da aşikâr.

MAM Tezgâhtakiler

Sola Teorik Müdahale:1980 Öncesinde Birikim Dergisi Hediyetullah Aydeniz

11 fiubat 2006De¤erlendirme: Ü m i t A k s o y

Alain Bodiau, Etik adlı kitabında, “Son yirmi-otuzyıldır ideolojilerin sonunun geldiği söylendi, aslın-da ima edilen sadece solun sonuydu” der. O kadarki, bu durum özellikle Batı kapitalizmi ve Batı libe-ralizminin (genel olarak sol ve özel olarak Marksiz-me ilişkin) tavırlarında daha da belirgin bir hal alır.Buna göre bizler de tıpkı Batı liberalleri gibi muha-fazakâr bir tutum takınarak, bir şeylerin sonunungeldiğini ilan edip kazananların tarafında yer alma-nın hazzını yaşadık.

Hediyetullah Aydeniz’in yüksek lisans tezi, bu top-raklardaki önemli bir entelektüel girişimi inceleme-si bağlamında önemli bir yerde durmaktadır. Ayde-niz, çalışmasının önemli bir bölümünü Birikimdergisinin yayınlanmaya başlandığı 1975’li yıllara

ayırmış ve bu evreyi bir dönem olarak nitelendir-mişti. Bu durum bir yandan olumlu bir yandanolumsuz özellikler çağrıştırdı. Çünkü bu tutum, biryönüyle dergiyi dönem gibi Marksist doktrinin kav-ramlarıyla yani maddî gerçekliklerle ele almak vekonuya Marksist literatürle yaklaşmak anlamınagelmekteydi.

Fakat öte yandan, Marksist geleneğin maddî ger-çekliğinin neredeyse tek belirlenim aracı olarak elealınıp bütün nüans noktalarını görmezden gelendüşünce biçiminin tekrardan üretilmesi demekti.Başka bir ifadeyle bu sunumda gerçekten Birikimdergisinin mi, yoksa bu dergi özelinde dönemin miele alındığı muallakta kaldı. Bununla birlikte, Ayde-niz’in dünya ve Türkiye şartlarıyla ilgili analizlerihem dünya üzerindeki değişimi yakalamak hem deTürkiye içindeki kırılmaları doğru bir şekilde yan-sıtmak girişimi olarak okunabilir. Aydeniz, dünya-nın iki kutupluluktan çok kutuplu bir yapıya geçtiğive Türkiye şartlarında da benzer kırılmaların ya-şandığı bu dönemin, ancak böylesi bir dış çevreanaliziyle ortaya koyulabileceğini iddia etti.

Aydeniz’in dış çevre analizindeki bir diğer önemlisaptama ise, Marksizmin özellikle 68 kuşağıyla bir-likte iyice belirginleşen yeni sosyal hareketler bağ-lamındaki çeşitlenmeydi. Buna göre Marksizminkalın duvarları da gelinen noktada birtakım kırıl-malar yaşamış ve sadece kapital ilişkiler gibi bir ka-nal üzerinde akan ilişkiler, eşcinsellerden çevre ha-reketlerine dek geniş bir yelpaze içinde kendiniifade etmeye başladı. Bu tespitin en önemli özelli-ğiyse Marksizmin olası süreç analizlerindeki ve çö-züm önerilerindeki merkez değişimini vurgulamasıoldu.

Sunumda Birikim dergisiyle ilgili olarak önce birta-kım teknik analizler yapıldı. Aydeniz, 1975–80 yılları

14

MedeniyetAraflt›rmalar›

MerkeziMAM

Aydeniz, çal›flmas›n›n

önemli bir bölümünü

Birikim dergisinin

yay›nlanmaya

baflland›¤› 1975’li

y›llara ay›rm›fl ve bu

evreyi bir dönem

olarak nitelendirmiflti.

arasındaki 61 sayı üzerinden yaptığı tespitlerle der-ginin kaba bir fotoğrafını sundu. Bunun yanı sıra, Bi-rikim dergisinin kaba olarak sol düşünceye yaptığıen önemli katkının bir tür entelektüel pota işlevigörmek olduğu tespiti de önemliydi. Buna göre, Biri-kim bir fraksiyon dergisi olmanın ötesinde, Marksiz-min yaşadığı düşünce bunalımından kurtulmak adı-na zihnî bir evrim yaşanmasının gerekliliğine işaretetmiş ve ancak bu sayede bunalımın üstesinden ge-lineceğini dile getirmiştir. Aydeniz’e göre, dergininbaşındaki iki isimden biri olan Murat Belge, bu tarzbir entelektüel tecrübeyi daha fazla yaşamış, diğerisim Ömer Laçiner ise politik tondaki yazılarıyla der-ginin pratik donanımını meydana getirmiştir.

Aydeniz’e göre, dergide yayınlanan çevirilerden he-men önce verilen ve bu yazıların “nasıl anlaşılmasıgerektiğini” gösteren açıklamalar, derginin bir tür“bilinç taşıyıcılığı” misyonu üstlendiğini göster-mektedir. Başka bir ifadeyle, dergi her ne kadar ka-ba bir şekilde bir platform olduğunu söylese de, yi-ne de bir nevi düşünce biçimini önceliyor ve bu tar-zını da bir “doğru okuma” telkiniyle ortaya koyuyor.

Aydeniz’in dile getirdiği bir başka özellik ise, Mark-sizmin daha sonra da devam eden yapısalcılıkla gir-diği düşünsel sürtüşmeydi. Marksizm, yapısalcılı-ğın felsefî analizlerinde ortaya çıkan ve sosyal bilimanlayışının altını oyan iddialarla yüzleşmek duru-munda kalmıştı. Başka bir deyişle, ilerleme düşün-cesiyle hareket eden kaba Marksizm, bu düşünce-nin altını oyan bir önermeyi dile getiren “yapı”merkezli analizle karşılaştığında yenilgiye uğramış-tı. Bu durum da, çift kutupluluktan çok kutuplulu-ğa, tek bir Marksizmden birçok Marksist harekete(yeni sosyal hareketler) geçişte olduğu gibi, Mark-sizmin çizgisel analizinin bir tür döngüsel durumaçevrilmesine sebep olmaktaydı.

Aydeniz sunumunun sonunda, tezin sonunda yeralan Murat Belge ve Ömer Laçiner’le yapılan rö-portajlardan bahsetti. Belge’nin handiyse alaylakarışık “Bilimsel Marksizme hiçbir zaman tam ola-rak inanmadım” mealindeki sözleri, ideolojik bo-yutu yüksek bir düşünsel mekanizmanın, üstelikentelektüel pota işlevi görme iddiasını taşıyan birderginin durumunu daha net biçimde gözler önü-ne serdi.

Süleyman Seyfi Öğün bir konuşmasında, Türk dü-şünsel serüveninde muhafazakârların ekonomikbir kipten kalkarak siyaset geliştirdiklerini, bunakarşın “solcu”ların “meta ilişkilerinden ziyade kül-türalist bir politika” izlediklerini belirtmişti.

Bu “saçmalığın” nedenleri bir yana, tespitin öneminibir daha hatırlama olanağı bulduğumuz bu tez su-numu, bir tür muhafazakâr refleksle sonunu ilan et-tiğimiz Marksizm ile hâlâ tam olarak yüzleşemediği-mizi göstermesi bakımından oldukça kayda değerdi.

Zerdüşt’ün Yaşamı ve Öğretisi

Asiye Tığlı

28 fiubat 2006

De¤erlendirme: Y a y l a g ü l C e r a n

Bilim ve Sanat Vakfı Medeniyet Araştırmaları Mer-kezi’nin düzenlediği Tezgâhtakiler programının Şu-bat ayı konuğu Asiye Tığlı idi. Asiye Tığlı, SelçukÜniversitesi İlahiyat Fakültesi Dinler Tarihi Anabi-lim Dalı’nda “Zerdüşt’ün Yaşamı ve Öğretisi” başlı-ğı ile tamamladığı, daha sonra kitaplaştırılan yük-sek lisans tezini sundu.

15

MedeniyetAraflt›rmalar›

MerkeziMAM

Asiye Tığlı sunumuna, dinleyicilerin zihnini farklıçağrışımlarla yönlendirmek amacıyla Zerdüşt’tenseçtiği şu pasajı okuyarak başladı:

Nasıl olmalıdır en güzel yaşam? Bu uğurda çalı-şanların mükâfatı ne olacaktır?

Kimdir ilk yaratan?

Aşa’nın babası?

Kimdir güneşe ve yıldızlara yol gösteren?

Ayı bir azaltıp bir çoğaltan,

Yeryüzünü ve gökyüzünü kendi yerlerinde tutankimdir?

Kimdir suyu ve bitkileri yaratan?

Rüzgâra ve bulutlara hızını veren?

Hangi büyük usta aydınlığı ve karanlığı yarat-mıştır?

Hangi büyük usta uykuyu ve uyanıklığı icat et-miştir?

Kimdir, sabahı, günün yarısını ve geceyi tayineden?

Âlimi hayatın maksadından haberdar kılan,hangi bilgedir?

Ey Ahura Mazda şu soruma cevap ver:

Acaba ne söylüyor ve ne öğretiyorsam hepsi doğ-ru mudur?

Ey Mazda!

Bu mutluluk verici ve bereket dolu dünyayı ki-min için yarattın?

Kimdir, bilgelikle babanın yüreğine, çocuğun şef-katini koyan?

Ey Mazda, ben bu sorularımla ve Spenta Mainyuvasıtasıyla seni, pak aklın ışığında bütün her şe-yin yaratıcısı olarak tanımaya çalışıyorum. (Ga-talar 44/1–7)

Zerdüşt’ün bütün felsefî ve dinî temayüllerin üze-rinde ciddi etkilere sahip olduğunun göstergesi olanbu ve benzeri pasajlar, “Neden Zerdüşt?” sorusununda bir cevabı olarak görülebilir. Asiye Tığlı “NedenZerdüşt?” sorusunu kendine sorarak, dinleyicilerinzihninde, sunumunun temel köşe taşlarını da belir-lemeye çalıştı. Tığlı’nın bu soruya verdiği cevaplarşunlardı: a) Zerdüştlüğün yazılı kaynaklara sahip eneski tarihli inanış olması. b) Politeist bir dönemdeteizmi vurgulaması. c) Tek tanrılı bütün dinleri vefelsefî gelenekleri hem kavramsal yapı hem de anla-yış olarak azımsanmayacak düzeyde etkilemesi.

Zerdüştî öğretinin temel tezi, bütün bir medeniyetalgısının dönüşümünde önemli bir rol oynamıştır.En eski tarihle medeniyet algısına çakılan Zerdüşti-lik, felsefî temayüllerin Tanrı-insan ve doğa kabulle-rini kuşatıcı ve çarpıcı bir etkiyle birleştirmiştir. Bunedenle oldukça önemli bir konuma sahip olan Zer-düştîlik ayrıca modern dönemlerde de politik söy-lemlerin ilgi odağı haline gelmiştir.

Zerdüşt inanış, Aryanların Hindistan ve İran’a göçeden grupları tarafından eski dinlerinin de etkisiy-le şekillendirilerek benimsenmiştir. İyi düşünceninve iyi olanın temsilcisi olarak Tanrı Ahura Mazda’yaulaşan Zerdüşt, insanlara sürekli İyi’nin tanrısı,İyi’nin kendisi olan Ahura Mazda’nın yolunu öğüt-lemektedir. Bir İyi olan Ahura Mazda’yı merkezealan, bununla birlikte düzenin sürekliliği için diya-lektiği de sistemin kalbine yerleştiren Zerdüşt, yer-yüzünde var olan bu diyalektik sayesinde tüm ev-reni kurup ona böylece değer ve anlam katmakta-dır. Ahura Mazda’nın çevresinde şekillenen Zer-düştîlik kozmolojisi, eskatolojisi, çeşitli düğün-bayram merasimleri ve ritüelleri olan bir inanç bü-tünüdür. Tığlı bu törenlerden birine katıldığını vetoplumsal yaşayışın tanziminde bu ritüellerin ne

16

MedeniyetAraflt›rmalar›

MerkeziMAM

T›¤l› “Neden Zerdüflt?”

sorusunu kendine sorarak,

dinleyicilerin zihninde,

sunumunun temel köfle tafllar›n› da

belirlemeye çal›flt›.

kadar önemli yer tuttuğunu gözlemleme fırsatıbulduğunu belirtti.

Asiye Tığlı’nın özellikle üzerinde durduğu bir diğernokta da, tarihî süreç içinde farklı aşamalardan ge-çerek şekillenen Zerdüştîliğin özünde değişme-den/dönüşmeden kalan temel söylemi oldu: “İyidavranma, iyi düşünme ve iyi konuşma ile bütünle-şen tek yol doğruluk yoludur.” Bu inanç düzlemindeanlam kazanan asıl değer, ölüm ötesi-gizemli olay-lar değil, birebir yaşamla tanışık ve iç içe olan insa-nın erdemli bir birey olarak daha üst değerlere ulaş-masını sağlamaktır.

Zerdüştîliğin ritüellerinin özellikle ilk yazılı metinolan Gatalar’da görüldüğünü, Zerdüştîliğin anlaşıl-ması bakımından bu metinlerin merkezî rol oyna-dıklarını söyleyen Tığlı, tarihin çeşitli dönemlerindekarşılaşılan kültürlerin etkisiyle bu metinlerin deği-şen versiyonlarının da kullanıldığını vurguladı.

Bu kaynakların çeşitli versiyonlarının ve İran’ın eskiinançlarının etkisiyle, Ahura Mazda (Hürmüz) ileEhrimen çatışmasının simgelediği düalizmin, Zer-düştîliğin kökleriyle bağdaşmadığını ifade etti.

Asiye Tığlı, şu noktalar üzerinde dikkatle durulmasıgerektiğini belirterek sözlerine son verdi ve sorular-la farklı açılımlar kazandırdı: “Temel kaynaklarınıZerdüşt’ün birebir ortaya koyduğuna inanılan me-tinler Gatalar’dır. Bunun yanı sıra, İranlıların en es-ki yazılı metinleri olarak kabul edilenler ise Avesta-lar’dır. Avestalar’da, Zerdüşt’ün şiirsel söylemlerininyanı sıra, Aryanlara dayalı dini ritüeller ve eski İranefsaneleri yer almaktadır. Çeşitli bölümlerden olu-şan Avestalar’ın sadece Gatalar bölümünün Zer-düşt’e ait olduğu kabul edilir.”

Oturum sonunda, özelde Zerdüştîlik bağlamında,‘Tarih’ tasavvurumuzun, medeniyet ve kimlik algı-larımızı oluşturan değerler alanını, yaşama pratik-

lerimizin köşe taşlarını ve din-bilim-felsefe-sanatkavrayışımızı etkileyip biçimlendiren önemli dina-molarından olduğu bir kez daha gözler önüne seril-di. Asiye Tığlı’nın sunumundan ve sorular kısmın-dan kalan önemli notlar özetle şunlardı: M.Ö. 1500ve M.Ö. 600’lerde ortaya çıkan ve yeryüzünün bir-çok bölümünde hâlâ mensupları bulunan Zerdüştî-lik, tarihsel süreç içinde karşılaştığı kültürlerle etki-leşimi sonucu değişimler geçirmiş olsa da temelde“doğru yolu” vurgulayan, kozmolojik ve eskatolojikkabulleri ve iyi-kötü çatışmasını dünya kavrayışı-nın/anlayışının merkezine yerleştiren en önemligeleneklerden biri olarak tarih sahnesindeki yerinialmıştır.

Osmanlı Halkının Geleneksel İslâm Anlayışı ve Kaynakları

Hatice Kelpetin Arpaguş

9 Mart 2006

De¤erlendirme: F . S a m i m e ‹ n c e o ¤ l u

Osmanlı’da din olgusu, Osmanlı halkının gelenek-sel İslâm anlayışının, din tasavvurunun tarihî arkaplanı ve bu tasavvurun hangi kanallardan ve nasıloluştuğu, Hatice Kelpetin Arpaguş’un OsmanlıHalkının Geleneksel İslâm Anlayışı ve Kaynaklarıadıyla 2001 yılında yayınlanan kitabı çerçevesindetartışıldı. Medeniyet Araştırmaları Merkezinin, Kü-resel Araştırmalar Merkezi bünyesinde faaliyetleri-ni sürdüren “Kadın Kimliği Üzerinden Çağdaş Kül-tür Okumaları” atölyesi mensuplarıyla birlikte dü-zenlediği Tezgâhtakiler programının konuğu olanArpaguş’un bu eseri, Bekir Kütükoğlu danışmanlı-

17

MedeniyetAraflt›rmalar›

MerkeziMAM

ğında MÜSBE Kelâm Anabilim Dalı’nda yaptığı“Yaygın İslâm Anlayışı: Klasik Dönem Osmanlı Ge-leneği” başlıklı doktora tezinin kitaplaştırılmasın-dan oluşmuştur.

Konuşmasına, çalışmasına kaynaklık eden ilmihal-ler, vaaz ve nasihat kitaplarından bahsederek başla-yan Arpaguş, Tarikat-ı Muhammediye, Marifetnâ-me, Kara Davud, Delâilü’l-hayrat, Müzekki’n-nü-fus, Envârü’l-aşikîn, Mızraklı İlmihal gibi eserlerbaşta olmak üzere on üç eserden yararlandığını be-lirtmektedir. Osmanlı’da dinî zihniyetin oluşumun-da yeni bir ihya hareketi başlatan Birgivî’nin Tari-kat-ı Muhammediye adlı eserinin ayrı bir yeri oldu-ğunu, Müzekki’n-nüfus adlı eserin ise Osmanlı ta-savvufunu halka indirmiş bir eser olarak dikkate şa-yan bulunduğunu vurgulamaktadır. Modern dö-nem öncesine ait dinî nitelikli bu eserler Osmanlıhalkının bilgi ve duygu dünyasına hitap etmektedir.

Bu meyanda Arpaguş, “Din halka nasıl öğretilmeli?”sorusu etrafında şekillenmiş sözkonusu eserlerleoluşturulmaya çalışılan din telâkkisinin tespiti için,bu eserlerin kaleme alındığı dönemde fikhî, kelâmîve tasavvufî manada “halk”ın nasıl algılandığı,“halk”tan ne anlaşıldığı meselesini öncelemektedir.Arpaguş’un belirttiğine göre, fıkıhta “halk” içtihat,hakikat, marifet bağlamında incelenmiştir. Bunun-la birlikte Osmanlı, İslâm dendiğinde bu eserlerleoluşturulan dinî kültürün nesiller boyu aktarımın-da cami, tekke, zaviye, ev sohbetleri gibi ortamlarınönemine dikkat çekerek tarikat ve medreselerin İs-lâm anlayışına, Medrese İslâm’ı-Halk İslâm’ı tasav-vurunun oluşumuna da işaret etmektedir. Osman-lı’da halk liderleri olarak şeyhler karşımıza çıkmak-tadır. Dolayısıyla halk İslâm’ı velî-kültür merkezli-dir. Halk ile iletişimde, tarikatlar üzerinden hareketedilir.

Aynı zamanda, bu eserlerin hangi amaçlarla kale-me alındığı hususunu “Acaba sadece halkı eğitmekamacıyla mı yazıldılar?” sorusu etrafında sorgula-yan Arpaguş, bunların yalnızca halka dinî bilinçverme maksadı ile yazılmamış olabileceğini belirti-yor. Eserlerde Sünnî çizgi ağırlıklı olmakla birlikte,var olan heterodoks unsurlara dikkat çekerek, ki-tapların Osmanlı Anadolu’sundaki Bektaşîler de da-hil olmak üzere bütün Osmanlı coğrafyasındaokunduğunu vurguluyor.

Bu tarihî arka plandan sonra “eserlerdeki öğreti”yive “inanç esaslarının nasıl anlaşıldığı” konusunu in-celeyen Arpaguş, Hint, Yunan mitolojisinden unsur-lar taşıyan eserlerdeki mitolojik muhtevalı âlem ta-savvuruna değinerek göklerin ve yerin yaratılışının,öküz ve balık mitleriyle tasvir edildiğini, Osmanlıtoplumunda Envâru’l-aşıkin ve Muhammediye gibieserlerle “vahdet-i vücudçuluk”un yaygınlık kazan-dığını dile getirmektedir. Bu bağlamda, bu eserlerdeyer alan, tamamen İslâm öncesi bir kaynaktan gelenŞia kaynaklı “vahdet-i vücud” öğretisinin bir felsefeolarak yer almadığının da altını çizmektedir.

Arpaguş’un belirttiğine göre, kitaplarda “Yaratılış”telâkkîsi Nur-ı Muhammedîye üzerine kuruludur.Hz. Peygamber’in nurundan yaratılmış âlem tasav-vurunun sunulduğu bu eserler Adem ile Havva kıs-sasının -özellikle yılan ve tavus figürleri başta ol-mak üzere- anlatımında olduğu gibi Yahudilik veHıristiyanlıktan etkiler taşımaktadır. Hz. Adem veHavva kıssasında Yahudi kültür ve literatüründenboşluklar doldurulmaktadır.

Öte taraftan, Şia üzerinden tasavvuf literatürüne gi-ren Nur-i Muhammedîye telâkkîsini benimseyenbu kaynaklar, Peygamberin doğumu, miraç, hicret,Peygamberin mucizeleri gibi olayların aktarımındaefsanevî nakillere yer vermektedirler. Dinî öğretinin

18

MedeniyetAraflt›rmalar›

MerkeziMAM

Arpagufl’a göre, Osmanl›’da

dinî anlay›fl, ideal bir din tasavvurunun

oluflturuldu¤u medresenin etkisinde

geliflmifltir ve Türklerin kendilerine has

niteliklerini içinde bar›nd›rmaktad›r.

peygamber merkezli olduğu halk kitaplarındaki se-miyyat (cennet, cehennem, ahiret) bahsinde de mi-tolojik muhteva dikkat çekmektedir. Yecüc mecüc,mehdinin gelmesi, dabbetü’l-arz gibi kıyamet alâ-metleri efsane tarzındaki anlatımlarla müşahhas-laştırılmaktadır. Tüm bu anlatılar, Kur’an ve hadisdışında Kitab-ı Mukaddes gibi farklı kaynaklardanda beslenmektedir. Mesela, Kitab-ı Mukaddes cüm-lelerinin hadis olarak alındığı görülmektedir.

Çalışmasında eserlerdeki iman-küfür, sevap-günahgibi konuları da inceleyen Arpaguş, bu konularınçok sert, keskin söylemlerle ele alındığını, ibadetinönemsendiğini ve ibadet bahsine ağırlık verildiğiniifade ederek kitaplarda, yapılan ya da yapılmayanibadetin cennet ve cehennem ile mükâfatlandırıl-dığını; nafile ibadetlerin, besmelenin, Kur’an’ın fa-ziletinin vurgulandığını belirtmektedir.

Arpaguş’a göre, Osmanlı’da dinî anlayış, ideal birdin tasavvurunun oluşturulduğu medresenin etki-sinde gelişmiştir ve Türklerin kendilerine has nite-liklerini içinde barındırmaktadır. Taşıdığı mitolojikunsurlar dolayısıyla ve bağlayıcılık oluşturan hadis-ler konusunda birtakım problemleri ihtiva ediyorolsa da bu eserler, halkı ibadete yönlendirip iyi in-san oluşturmaya çalışmakta, halkın heterodoksiyegitmesine engel olma noktasında toplayıcı bir işlevgörmektedir.

Ad›mlarAsaf Hâlet Çelebi

19

MedeniyetAraflt›rmalar›

MerkeziMAM

Medeniyet Araştırmaları

2006 Bahar Seminerleri

G‹R‹fi SEM‹NERLER‹

Ça¤dafl ‹slâm Düflüncesi: Cumhuriyet Dönemi ‹smail Kara

‹slâm Düflüncesine Girifl (Felsefe) ‹brahim Kal›n

TEMEL SEM‹NERLER

Ahlâk Felsefesi Burhan Köro¤lu

Fizik ve Gerçeklik fiakir Kocabafl

Kelâm Meselelerine Girifl Mustafa Sinano¤lu

Kuran’› Anlamaya Girifl II Suat Merto¤lu

Matematik Mant›¤›na Girifl Faz›l Önder Sönmez

ÖZEL SEM‹NERLER

Bilim Devrimi ve Bilim-Din ‹liflkisi ‹shak Arslan

Günümüz Hukukunda Eksik Borç Kavram› Mustafa Demiray

Hadis Okumalar› Müjdat Uluçam

‹letiflim Psikolojisi ‹. Zeyd Gerçik

‹slâm Tarih Metodolojisi ve ‹bn Haldun Yavuz Y›ld›r›m

Klasik Usul Okumalar› Murteza Bedir

Türkiye’de Alevilik, Nusayrîlik, fiiîlik ve Bahâîlik ‹lyas Üzüm

‹HT‹SAS ÇALIfiMALARI

Bat› Felsefe-Bilim Tarihi ‹hsan Fazl›o¤lu

‹bn Haldun-Mukaddime Okumalar› M. Akif Kayap›nar

Klasik Sosyal Teori Okumalar› Alim Arl›-Nurullah Ard›ç

Medeniyet Tarihi Okumalar› F. Önder SönmezFatih Bayram

ATÖLYELER

Bat› Felsefe-Bilim Tarihi: Bilim Devrimi ‹hsan Fazl›o¤lu

Ad

›mla

rA

saf

Hâl

et Ç

eleb

i

bir

ad

›m a

tt›¤

›m y

erd

e

ne

vard

› k

i

gitm

emle

kay

bol

du

her

ad

›m›m

da

son

suz

ben

’ler

i k

oyu

yoru

m

bofl

lu¤a

ve y

ine

ben

dol

mu

yoru

m

geçi

p g

itti

¤im

yer

lerd

en

iç i

çe

öne

ve a

rkay

a b

akan

bir

ben

ler

koy

mu

flum

du

r

esk

iler

i ço

cuk

flim

dik

iler

ih

tiya

r

20

Küresel Araflt›rmalar

MerkeziKAM

MOL

A

SAM K›rkambar

Yahudi, Hıristiyan ve MüslümanSanatlarında Kudüs İmgesi

Reyhan Mete

1 Mart 2006De¤erlendirme: E l i f Ö z d e m i r

Ey Kudüs, ey şehrim

Ey Kudüs, ey sevgilim

Yarın, yarın çiçek açacak limon

Sevinecek yeşil sümbüller ve zeytin

Gözler gülecek

Nizar Kabbanî

Kudüs, çağlar boyunca üç ilahî din için de büyükönem taşımış, bu kutsal şehir uğruna çok kan dö-külmüş, destanlar yazılmış, şiirler söylenmiştir. Hz.Muhammed’in mucizevî Miraç yolculuğunu yaptı-ğı, Hz. İsa’nın doğup yaşadığı, Hz. Süleyman’ın kut-sal mabedini inşa ettiği ve daha pek çok Peygambe-rin hayatını geçirdiği, mücadele ettiği, şehit düştü-ğü Kudüs ve çevresi, bu sebeple Müslümanlar içinolduğu gibi Yahudiler ve Hıristiyanlar için de kutsalkabul edilir.

Sanat Araştırmaları Merkezi’nin düzenlediği Kırkambar toplantılarında konuk ettiğimiz Rey-han Mete bizlere, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bi-limler Enstitüsü, Sanat Tarihi Anabilim Dalı’ndatamamladığı yüksek lisans tezinin konusu olan, buüç dinin sanat anlayışında yer eden “Kudüs imge-si” üzerine, slayt gösterimi eşliğinde zengin bir ça-lışma sundu.

Mete, öncelikle bu imgenin Hıristiyan sanatındakitezahürlerine değinerek bu inancın çekirdeğindeyer alan Apokalips (Apocalypse) -kıyamet- düşün-cesinden bahsetti. Buna göre, sembollerle doluolan ve sanatta da işlenen kıyamet bahsine, bugünçocuklar için hazırlanmış birçok güncel oyunda bi-le rastlanabilmektedir. Meselenin Kudüs’le olanbağlantısı ise şöyle açıklanabilir: İncil’de Apoka-lips’ten bahseden Aziz Yuhanna’nın, bu felâket tas-virine karşılık, inananlara dünyanın sonunda “Gök-ten inecek bir Kudüs” müjdesi verdiği görülür. Re-sim ve tasvirlere de konu olan bu müjde, “Gökyü-zünden inen Kudüs ile onu izleyen bir melek ve Yu-hanna” şeklinde şematize edilir. İçerisinde, kimi za-man bir kuzunun (Tanrı’nın kuzusu olan Hz. İsa)yahut hayat ağacının da yer aldığı, çeşitli versiyon-ları bulunan bu tasvirlerde, Kudüs çok basit bir şe-kilde, surlarla çevrili bir şehir planıyla resmedilmiş-tir. Yer verilen en önemli unsur ise Hıristiyanlar içinbüyük önemi olan Kutsal Kabir Kilisesidir (Hzİsa’nın kabri). Bunun çeşitli örneklerine Apokalipsillüstrasyonlarında da rastlanır.

21

Küresel Araflt›rmalar

MerkeziKAM

Sanat Araflt›rmalar›MerkeziSAM

Mete, ütopik flehirler üzerine araflt›rma

yaparken Kudüs’ün kendisine sundu¤u

zengin malzeme sebebiyle bu alana

yöneldi¤ini belirtti.

22

SanatAraflt›rmalar›

MerkeziSAM

SAM Yuvarlak Masa Toplantıları

KIRKAMBAR

Türkiye’de ve Dünya’da Bizans Araflt›rmalar› Hayri Fehmi Y›lmaz23 fiubat 2006

Modern Türk fiiiri Serüveninde 1930-40 Y›llar›n›n Yeri Vahide Ulusoy,

Abdullah Zahid Özer27 fiubat 2006

Yahudi H›ristiyan ve Müslüman Sanatlar›nda Kudüs ‹mgesi Reyhan Mete

1 Mart 2006

Almanya’da Oryantalistik Türkiye Araflt›rmalar› ve ‹slâm Sanat Tarihi: Perspektifler ve Sorunlar Joachim Gierlichs

14 Mart 2006

Osmanl› Hat Sanat›nda Tekke Yaz›lar› Hümeyra Uluda¤ Sharraw23 Mart 2006

Sanat Tarihi Kaynaklar› Bak›m›ndan Baflbakanl›k Osmanl› Arflivinin Önemi Mustafa Küçük

6 Nisan 2006

Evvel Ömer Erdem20 Nisan 2006

Ç a r fl a m b a P r o g r a m l a r ›

AYIN F‹LM‹

Telefon Kulübesi Konuflmac›: Ali Pulcu (2002, ABD, 80’), Yön.: Joel Schumacher

Çikolata Konuflmac›: ‹hsan Kabil (2000, ‹ng.-ABD, 120’), Yön.: Lasse Hallström

Protesto Konuflmac›: Yücel Bulut (1995, Fransa, 96’), Yön.: Matthieu Kassovitz

Baflkan›n Adamlar› Konuflmac›: Ali Pulcu (1997, ABD, 97’), Yön.: Barry Levinson

fi‹‹R AKfiAMLARI

Haz›rlayan: SAM fiiir AtölyesiNecip Faz›l K›sakürek 18 Ocak 2006 Naz›m Hikmet 15 fiubat 2006Orhan Veli 15 Mart 2006 Asaf Halet Çelebi 19 Nisan 2006

H‹KÂYE-PERDAZHaz›rlayan: Nermin TenekeciKamyon-Sabahattin Ali 25 Ocak 2006Elli Kurufl-Orhan Kemal 22 fiubat 2006Arabac›-Kemal Tahir 29 Mart 2006‹ki Yaprak-Adalet A¤ao¤lu 26 Nisan 2006

HAYAL PERDES‹

O c a k

Deliler Evi (2004, Rusya-Fransa, 104’) Yön.: Andrei KonchalovskiYolculuk (1974, ‹talya-Fransa, 102’) Yön.: Vittorio de SicaTurnalar Uçar (1957, S.S.C.B., 95’) Yön.: Mikheil KalatozishviliPather Panchali (1955, Hindistan, 115’) Yön.: Satyajit Ray

fi u b a tAparajito (1957, Hindistan, 110’) Yön.: Satyajit RayApu’nun Dünyas› (1959, Hindistan, 107’) Yön.: Satyajit RayMesut Uçakan Toplu Film Gösterimleri: Kavanozdaki Adam 1-2 (1987, Türkiye, 180’)

M a r tMetropolis (1927, Almanya, 124’) Yön.: Fritz Lang Baba (1996, ‹ran, 96’) Yön.: Mecid Mecidi Tahtadan Kamera (1996, Fr.-‹ng.-Güney Afrika, 92’) Yön.: Ntshaveni Wa Luruli‹flaretler (2002, ABD, 106’) Yön.: Night Shyamalan

N i s a n‹pler (2004, Danimarka-‹sveç-Hollanda, 85’) Yön.: Anders R. Klarlund39 Basamak (1935, ‹ngiltere, 86’) Yön.: Alfred HitchcockUsherlar’›n Evi (1960, ‹ngiltere, 79’) Yön.: Roger CormanDeliler Evi (2004, Rusya-Fransa, 104’) Yön.: Andrei Konchalovski

Modern Hıristiyan sanatında da halen Apokalipsimgesi yer almaktadır. Geometrik formların gücü,kullanımın devam etmesini sağlamıştır. Hatta 11Eylül’ün yorumlanmasında dahi meseleyi Apoka-lips’e bağlayan Hıristiyanlar mevcuttur. ÖzellikleAmerika’da yaygın bir tür olan “Apokaliptik tür”deyazılan kitaplar, en çok satanlar listelerinin üst sıra-larında yer alır.

Esasen fiziksel şehir Hıristiyanlar için olumsuz birkonum arz eder ve arka planda yer alır. Bunun se-bebi, İsa’nın kehanetinin gerçekleşmesi ve bu şe-hirde çarmıha gerilmiş olmasıdır. Kudüs’ün önemi,onun semavî yönüyle açığa çıkar. Asla yıkılmayaca-ğı düşünülen Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasıy-la büyük bir hayal kırıklığına ve şaşkınlığa uğrayanHıristiyan halk, Aziz Augustinus’un “Tanrı’nın asılşehri Kudüs’tür” sözüyle birlikte, bir gelin gibi Tan-rı’ya hazırlanmakta olduğunu tasavvur ettikleri Ku-düs’ü cennete eş görürler. Böylece ortaya bir dün-yevî/semavî Kudüs ayrımı çıkar. Bu ifade biçimineShakespeare’nin eserlerinde dahi rastlamak müm-kündür: “Böylece bu dünyadan cefayla ayrılıp Ku-düs’te buluşacağız.”

Ortaçağ’da yerkürenin merkezinin Kudüs olduğunainanan Hıristiyanlar, bu inanışlarını gerek oluştur-dukları haritalara, gerekse sanat eserlerine aktar-mışlardır. Rönesans ile birlikte Hz. İsa’nın yaşadığıolayların resmedilmesine başlanır. Ancak arkaplanda yer alan Filistin topraklarının, eski tasvirler-den farklı olarak, resmeden kişinin yaşadığı mo-dern Avrupa şehirlerine benzer bir biçimde çizildi-ği gözlenir. Bu eserlerde Kubbet’üs Sahra öğesine deyer verilmesine rağmen, gerçekçi bir şehir formuyansıtılmadığı söylenebilir.

Kudüs’e yönelik bir Amerikan ilgisinden de bahset-mek mümkündür. 19. yüzyılda ulaşım kolaylaşınca

Kudüs’e çok sayıda Amerikalı ressam ve edebiyatçıgider. Bu rağbetin asıl sebebi Amerikalıların kendi-lerine kök aramalarıdır. Zira köklerini Britanya’yadayandırmak istememektedirler. Mete’ye göre bueğilim, insanın babasına kızıp dedesinde soy ara-masına benzemektedir. Amerikalılar için Hz. Musave Musevîlerin Kızıldeniz’i aşıp İsrail’e varmaları,kendilerinin okyanusu aşıp Amerika’ya varmalarıy-la eşdeğerdir. Hatta ilk anayasayı Filistin’e dayandı-rıp kutsal toprakları her yönüyle ideal olarak be-nimserler. Öyle ki, bu ilgiye paralel olarak Ameri-ka’nın muhtelif bölgelerinde Filistin Parkları inşaederler. Filistin’den toprak getirdiklerini iddia ettik-leri bu yapılarda, kutsal şehirde yer alan mekânlarminyatür şeklinde vücuda getirilmekte, o çağa uy-gun kıyafetler giyen kimseler, özellikle çocuklaraİncil vatanını tanıtmaktadırlar.

Müslümanlar için Kudüs, Mekke ve Medine’densonra en kutsal üçüncü şehirdir. Kudüs’ün ve özeldede Harem-i Şerif alanının İslâmiyet’teki önemininen özel sebebi Miraç hadisesinin burada gerçekleş-mesidir. İsra ve Miraç hadiselerinin gerçekleştiği ge-ce, Hz. Peygamber Mescid-i Haram’dan Mescid-iAksa’ya getirilmiş, oradan da Cenab-ı Allah’ın katı-na çıkarılmıştır. Miraç hadisesinin üzerinde vukubulduğuna inanılan Hacer-i Muallâk, bugün Ha-rem-i Şerif’in en göz alıcı binası olan Kubbet’üsSahra’nın altında korunmakta ve her yıl yüz binler-ce Müslüman tarafından ziyaret edilmektedir.

Kudüs’ün tasavvufta da önemli bir yeri vardır. Bü-yük İslâm mutasavvıfları Mevlâ ile olan irtibatın enüst mertebesine ancak bu şehirde ulaşılabileceğineinanmışlar ve hayatlarının bir kısmını Kudüs’te ge-çirmişlerdir. Mete’nin deyimiyle, “İnsanoğlununvaroluşun kaynağına yapacağı arketipik dönüş im-gesinin ilk örneği” olan Miraç, İslâm sanatında ve

23

SanatAraflt›rmalar›

MerkeziSAM

özellikle minyatürde pek çok esere konu olmuştur.

Kâbe ve Kubbet’üs Sahra’nın bir arada sunulduğuminyatürlerin sembolizmi şu şekildedir: Hz. Pey-gamber Miraç hadisesinden bahseder fakat müş-rikler ona inanmaz ve Mescid-i Aksa’yı tarif etmesi-ni isterler. Bunun üzerine Cebrail A.S. şehri bir tep-si içinde Hz. Peygamber’e sunar ve tüm ayrıntıla-rıyla aktarmasını kolaylaştırır. Bu tasvirlerde, tepsi-de sunulan şehrin içinden nehirler geçmekte, Os-manlı tipi minareler görülmektedir. Bu anlamdagerçekçi bir anlatım sunulduğu söylenemese deKudüs, İslâm sanatında da ideal şehir olarak geçer.

Ancak Müslümanlar için, eşyanın değeri kendin-den değil, özündendir. Yahudi ve Hıristiyanlar içinşehrin taşı da kutsal sayılırken İslâm’da diğer din-lerdeki gibi fiziksel bir kutsallık anlayışı yoktur. Şe-hir, mistik yönü vesilesiyle ziyaret edilen bir mekânolması açısından önemlidir lâkin kendi başına kut-sal olarak görülmez. Mevcut kutsallığın sanata yan-sıyan yönü de yine Miraç olayıdır. Bunun yanı sıramizan, terazi, cennet, göl gibi dinî çağrışımlı figür-lere rastlanır. Bu bağlamda değerlendirilecek olur-sa, diğer dinler için birinci sırada olan Kudüs’ünMüslümanlar için Mekke ve Medine’den sonra gel-me sebebi anlaşılabilir.

Yahudiler için Kudüs bir ukdedir. Anavatan olarakgördükleri bu topraklar, onlar için çok merkezî birfigürdür. Tüm dualarında Kudüs’e kavuşma dileğivardır. Tüm bayramları ona göre ayarlanmıştır. Ku-düs, hayatlarında çok merkezî bir role sahiptir. Bu-na rağmen sanat eserlerinde şehrin çok standart birbiçimlendirmesi görülmez. Bunun ana sebebi azın-lık halinde yaşayan Yahudilerin sanatta da milli kül-türü yansıtmalarıdır. Genel sanattan etkiler taşıyanYahudi sanatı, ilginç bir şekilde Kubbet’üs Sahraformuna da yer verir. Bunun sebebini şöyle izah et-

mek mümkündür: Ortaçağda Hıristiyanlar Kudüs’üfethettikten sonra, Kubbet’üs Sahra’yı yıkmazlar.Çünkü burası eskiden Süleyman Tapınağı’nın dabulunduğu yerdir. M.S. 70 yılında tapınak kendili-ğinden yıkılır ve yerine bugünkü Kubbet’üs Sahrainşa edilir. Çok ihtişamlı olan ve muazzam bir görü-nüm arz eden yapı, bu sebeplerle Yahudiler için deönem taşır ve sanat eserlerinde yer alır.

Zira Yahudiler için Kudüs neyse, sanatçıları için deaynı olmuştur. Buna göre Kudüs, hiçbir zaman ger-çek olmayan ve her zaman idealize edilen kayıpcennettir. Osmanlı hâkimiyetinde olduğu dönem-lerde güzelliğini koruyan Kudüs, Suriye’ye bağlı birmutasarrıflık olduğu dönemlerde fiziksel olarak ge-ri kalır. 19. yüzyılda son derece bakımsız bir Orta-doğu şehridir artık. Bazı sanatçılar Kudüs’ü ziyaretedip gördükten sonra hayal kırıklığına uğrarlar. Biroryantalist ressam, bu teessürünü şöyle ifade et-mektedir: “Ah burnum, ah gözlerim, ah ayaklarım!Hepiniz şu iğrenç yerde nasıl da acı çektiniz! Lütfensöylememe izin verin… Fiziksel olarak Kudüs, yer-yüzündeki en pis ve nefret edilesi yerdir.”

Tüm bunlara rağmen yapılan resimlerde, ortaya ko-nan sanat eserlerinde bu olumsuz durum yansıtıl-maz. Kudüs, özellikle 19. yüzyılda yapılan “ZeytinDağı’ndan Kudüs’e bakış” adlı betimlerde, uzakta,erişilmez, güneş ışığıyla aydınlatılmış bir şehir ola-rak görülmektedir. Çünkü mühim olan insanlarınhayallerinde yaşattıkları idealdir ve bu da “Gökyü-zünden inen semavî bir şehir olarak Kudüs”tür. Rusyönetmen Tarkovski’nin şu sözleri, Yahudi sanatçıla-rın eserlerinde hayat bulan idealist bakışa tercümanolmaktadır adeta: “Sanat: İdeale duyulan özlem.”

Diaspora Yahudilerinin, en çok okudukları dua da,Kudüs’e duydukları özlemi anlatmaktadır: “Şimdiburadayız ama seneye İsrail’de olabiliriz. Şimdi kö-

24

SanatAraflt›rmalar›

MerkeziSAM

leyiz ama seneye özgür insanlar olabiliriz.” Hep ay-nı duayı dile getiren Yahudilerin en büyük temenni-si olmuştur bu: “Seneye Kudüs’te.”

Nihayet 19. yüzyılda Kudüs’e gidip 20. yüzyılın ba-şında burada bir sanat okulu açarlar. Zaten ürettik-leri eserler didaktik resimlerdir ama figürlerde, do-minant ve mütehakkim formuyla görmezden geli-nemeyecek muhteşemlikteki Kubbet’üs Sahra, ayrı-ca Süleyman Tapınağı, Davut Kulesi ve Ağlama Du-varı bulunur. Fakat 67 savaşında İsraillilerin haklarıolmadığı halde Filistin toprağını işgal etmeleriyleYahudi sanatçılar klasik imgelerle kurdukları bağısorgulamaya başlarlar. Zira bu kez Filistinliler top-raklarını kaybederek kendi vatanlarında sürgün du-rumuna düşmüşlerdir.

Kudüs üzerinde hak iddia etme savaşı yazık ki hepbir tarafın hüsrana uğraması ile sonuçlanmıştır.“Birlikte yaşayabilmek”, belki her üç tarafın da dile-mesiyle gerçekleşebilecekken, hâkimiyet duygu-suyla hareket eden toplumların tamahı sebebiylebarış hep ertelenmektedir. Böylece Tevrat’ta yeralan şu dua da ancak bir temenni olarak kalmıştır:

Ve Kudüs’le sevinip coşacağım. Ve onda yaşayanlarla birlikte mesrur olacağım. Ve artık onda ağlayış sesi ve figan sesi işitilmeyecek, Kurtla kuzu birlikte oturacaklar…

Sunumun sonunda soruları yanıtlayan Mete, aslın-da tezinin konusunu belirlemeden önce şehirlerüzerine karşılaştırmalı olarak çalışmak istediğini,ancak ütopik şehirler üzerine araştırma yaparkenKudüs’ün kendisine sunduğu zengin malzeme se-bebiyle bu alana yöneldiğini belirtti. Bize de bu ko-nuda yapılan çalışmaların çoğalmasını dilemeninyanı sıra, çalışmalara konu olan “toplum”ların anla-şabilme çabalarının da artmasını dilemek düşüyor.

Osmanlı Hat Sanatında Tekke YazılarıHümeyra Uludağ Sharraw

23 Mart 2006

De¤erlendirme: M e h m e t A k a l › n

Sanat Araştırmaları Merkezi, Kırkambar toplantıla-rında Hümeyra Uludağ Sharraw’ın 2005 yılında ha-zırladığı tezi katılımcılarla paylaştı. Sharraw, tezinekonu olarak tekkelerde hat yazılarını seçmesiningerekçesini, gitgide artan ilgiye maruz bu eserlerinsadece müzayede takipçilerince değerlendirilmesive bu değerlendirmelerin de bin bir türlü yanlış bil-gi ile dolu olmasıyla açıkladı.

Sharraw, Eczacılık Fakültesi mezunu ve yüksek li-sansını sanat tarihi alanında yaptı. Prof. Dr. BahaTanman’ın danışmanlığında tezi İstanbul Üniversi-tesi Sosyal Bilimler Enstitüsü tarafından kabul gör-dü. Hat yazılarından başka, tekkelerde yer alansembolik objelerin de tezinde yer alması, tezin baş-lığı ile içeriği arasındaki uyumsuzluğu açığa çıkarsada iyi bir tez olmasına engel olmamaktadır.

18. yüzyıl Osmanlısı ile 19. yüzyıl sonlarına ve tek-kelerin kapatıldığı 1925 yılına kadar sosyal ve kültü-rel hayat ile siyasî gelişmelerin tekke sembolizmi vetekke hayatına etkisi, tezde incelenmeye çalışılmış.Tezi hazırlarken somut bilgi kaynakları ile şifahenaktarılagelen bir nevi sözlü tarih olarak değerlendi-rilebilecek bilgilerden de yararlanılmış.

İslâm medeniyetinde güzel sanatların medresededeğil de tekkelerde ortaya çıkması tesadüf değildir.Burada tekke kültürünün ve sanat faaliyetlerineolan hoşgörülü bakışının etkisini görmekteyiz. Sa-

25

SanatAraflt›rmalar›

MerkeziSAM

Sharraw, tezini haz›rlarken

somut bilgi kaynaklar› ile

flifahen aktar›lagelen bir nevi

sözlü tarih olarak de¤erlendirilebilecek

bilgilerden de yararlanm›fl.

nat faaliyetleri tekke mensuplarına hem sabır öğre-tisi hem de tekkelere gelir sağlamada önemli birkatkı sağlamıştır. İcra edilen sanatlar her halükârdaİslâm dininin sınırlarına riayet edilerek gerçekleşti-rilmekteydi.

Şiir, edebiyat, musiki gibi sanat dallarının yanında,hat sanatı tekkelerde en çok icra edilen sanat ola-rak karşımıza çıkar. Seyr-i Sülûk yolunda derviş ön-ce şeyhinde, sonra Peygamber’de, sonra Tanrı’dafena olarak kemale erer. Bu yolda sabır dervişeadeta azık olur. Sabrı da icra ettiği sanatla/zanaat-la kazanır.

Tarikatlarda herhangi bir taassuba yer vermeksizindiğer bir tarikatın yazıları ve sembolleri kullanıla-bilirdi. Bir Kadirî tekke yazısı bir Bektaşî duvarındayer alabilir ve bunların önünde fotoğraf çekilebilir-di. Tekkelerde yer alan yazılarda, şeyhin burada ya-şadığına ve kendisinden medet uman müritlerinebir kuş şeklinde temsil edilerek ulaştığına inanılır.

Tekke yazıları diğer hat yazılarından figüratif öğele-rin kullanılmasıyla ayrılır. Böylece okuma yazmabilmeyen kişiler de bu yazılardan resim gibi payla-rına düşeni alırlar. Bu şekilde bir yazı stili Bizansikonalarını andırsa da, gerçeğe değil sembolizmedayalı oluşu ve primitif bir şeye baksa bile izleyici-nin ulaştığı imge ile bunlardan ayrılır.

Tekke hat yazılarında taç, perde, sancak, aslan, kuş,çiçek, gül, figürleri kullanılır. Her biri farklı tarikat-larda farklı anlamlara işaret eder. Bu anlamlar ge-çişkendir de. Mevlevîlik-Bektaşîlik, Rufaîlik-Bekta-şîlik, Mevlevîlik-Kadirîlik ortak zeminleri mevcut-tur. Bu zeminlerin örneklerini hat yazıları kompo-zisyonlarında görmek mümkündür. Ayrıca Tanzi-mat’la birlikte ışınsal motifin tekke süslemelerindeyer aldığı görülür.

Sanat Tarihi Kaynakları Bakımından Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nin Önemi Mustafa Küçük

6 Nisan 2006De¤erlendirme: N e r m i n T e n e k e c i

Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğübünyesinde faaliyet gösteren Başbakanlık OsmanlıArşivi’nde yirmi yılı aşkın bir süredir araştırmacıolarak çalışan Dr. Mustafa Küçük, sanat tarihinekaynaklık etmesi bakımından arşiv belgelerini de-ğerlendirdi. Küçük’ün birbirinden değerli arşivmalzemesi görüntüleriyle zenginleştirdiği sunumuözetle şunları içeriyordu:

Yüz milyon belge ihtiva eden Hazine-i Evrak’ta kırkmilyon belge tasnif edilerek araştırmacıların hizme-tine sunulmuş, bunların üç milyonu da bilgisayarortamına aktarılmıştır. Bu sebeple arşivin kapalı tu-tulduğuna dair zaman zaman ayyuka çıkan haberlerdoğruyu yansıtmaz. 1918 yılından beri araştırmacı-lara açık tutulan Osmanlı Arşivi, defter ve evrak şek-linde iki ana grupta toplanan milyonlarca belgeyisaklar: Dîvân-ı Hümâyûn, Bâb-ı Âsafî, Bâb-ı Defterî,Şûrây-ı Devlet, Hazine-i Hassa, Maliye, Evkâf, Nâfiâ,Ticaret ve benzeri kuruluşlara ait defterler ve vesika-lar; harita, plan, proje, kroki, albüm ve gazete kolek-siyonları; II. Abdülhamid’in Yıldız Arşivi… Tümbunlar içerdikleri kıymetli bilgilerin yanı sıra, pekçok yazı çeşidi (Kûfî, Nesih, Talik, Sülüs, Dîvân…),evrak tutuş, saklandıkları kaplıklar, cilt kapakları,cilt bezleri, etiketler, desenler, figürler, tezhip, hat veebru örnekleri bakımından Osmanlı sanatınınmümtaz ve müstesna numuneleridir.

26

SanatAraflt›rmalar›

MerkeziSAM

İlmî ve bediî güzellikleri kendinde toplayan bu bel-geler sadece siyasetçilerin, tarihçilerin merakını gi-dermemeli, sanat tarihçileri, sosyologlar ve diğerilim erbabının da ilgi alanına girmelidir. Vesikalarıyalnızca siyasî bir meta, bir vilâyetin kütüğü, kariyervasıtası, vazife parçası olarak algılamak ve hepsi içingösterilen incelik ve intizama gözleri kapamak, herharfine, her kıvrımına varıncaya kadar tarihe sinmişbir medeniyeti yok saymak anlamına gelir. Bir sad-razam buyruldusu, boş kadroya tayinini bekleyenbir memurun arîzası veya arîzanın kalemdeki ince-leme kayıtları bile, bir devletin karakterini ortayakoymada ve bir kültürün alâmet-i fârikası olmadavesikaların ne denli kıymet taşıdığına delildir.

Yazık ki, yazılı belgeler müzayedelerde –elbette de-ğerini küçümsememekle birlikte- fahiş fiyatlara sa-tılan bir çini vazo kadar dikkat çekmemektedir. Yer-li araştırmacıların birçoğu ödev dışında özel araş-tırmalarda bulunmamakta, yabancı araştırmacılarise bu işe çok daha ciddiyetle sarılmaktadır. Bu daişin acıklı tarafıdır.

‘Evvel’ Zaman İçinde (Mi) Yoksa? Ömer Erdem

20 Nisan 2006

De¤erlendirme: S a m e t Y a l ç › n

“Şiir, sözcüklerin dinidir.”

Mallarme

Kırkambar toplantılarında konuk ettiğimiz şairÖmer Erdem ile son kitabı Evvel üzerine konuşma-ya çalıştık. Konuşmaya çalıştık diyorum, çünkü Ev-

vel’den yola çıkarak dalga dalga yayılan ve şiirin neolduğundan şiirde gelenekçiliğe, dil ile varlık ara-sındaki ilişkiden şairin “kötülük” karşısındaki tavrı-na kadar uzanan ve her soruda merkezi biraz dahakayarak flulaşan; ama aynı zamanda giderek bir bü-tünlük oluşturan güzel bir sohbette bulunduk.

Şiir hakkında şairlerin yaptığı değerlendirmelerinher zaman daha doğru olduğunu düşünürüm. Eleş-tirmen bakışından daha farklı ve işin özüne dahafazla nüfuz eden bir nazara sahip olmaları sebebiy-le, yazdıkları ve söyledikleri şeylere itibar edilmesigerektiğine inanırım. Ömer Erdem’le yaptığımızsohbette de düşündüklerimin yanlış olmadığı fikri-ne vardım. Kendisinin de konuşmasında belirttiğigibi, konuyu derinleştirmek ve konu hakkında et-raflı bir düşünmenin sonucunda karara varmak enfaydalı ve en verimli yol olsa gerek. Tabii bu süreceokuyucuları/dinleyicileri katıp hareket etmenin debazı zorlukları var.

Şairin Kümbet isimli şiirine atıfta bulunarak ve ora-daki ‘dedim’ tekrarını ‘dedik’ şekline çevirerek soh-beti aktarmaya çalışacağım:

Dedik: Evvel’in başındaki ritimle sonundaki ritminbirbirinden çok uzak görünmesi deneme havası kat-mış kitabınıza. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?

Dedi: Haklısınız, kitabın başındaki ve sonundaki ya-pılar birbirinden farklı; hatta kopuk sayılabilecekgörünüşte. Nitelikte demiyorum dikkat ederseniz;ama bu deney falan değildir. Çünkü deney laboratu-ar şartlarında oluşturulan yapay bir şeydir ve şiir sa-natı için deneyden bahsetmek, onu anlamak ve kav-ramak açısından ufkumuzu açacak bir şey olabilirmi? Emin değilim. Ama şiir yazan birisi olarak de-neyden, deneysilikten, deneycilikten hoşlanmam.Çünkü deney, yaratılan değil uygulanan bir şeydir.

27

SanatAraflt›rmalar›

MerkeziSAM

Baflbakanl›k Osmanl› Arflivi’nde

yirmi y›l› aflk›n bir süredir araflt›rmac›

olarak çal›flan Dr. Mustafa Küçük,

sanat tarihine kaynakl›k etmesi bak›m›ndan

arfliv belgelerini de¤erlendirdi.

Benim şiir algımda, şiir masa başında, bazı kavram-larla ve o kavramları harekete geçirecek bazı anlıkenerjilerle oluşturulmaz. Bir şiiri yazarken, duyar-ken ‘intellect’ etkilerden, köklerden ya da sorunlar-dan hareket eden/edebilen biri değilim. Şiirde başa-rıya ulaşmak için, hakiki şiire varmak için ana yol bumudur? Bilmiyorum, emin değilim. Başka bir yön-tem de bize hayranlık duyulacak sonuçları getirebi-lir. Bana göre şiir insan ruhunun yaşadığı pratik za-man aralıklarından kıvılcımlar halinde ateşleyeceğiduyarlıkların arasından yazılabilen bir şeydir.

Şiir, şairden çıktıktan sonra bilgi formatına, estetikbir şeye kavuştuktan sonra, gariptir, aslında yazarda şair de ona yabancılaşır. Bu onun elinde olmayanbir şeydir. Sanatın, şairin kişiliğinde, beyninde ya daruhunda şekillenip, bir formata bürünüp bir yapıkazanması başka bir şeydir, o sürecin karşısında bi-zim değişik tecrübelerimiz sonucunda ona bakışı-mız, onu anlamaya çalışmamız bambaşka bir şey-dir. Bir okuyucu kitaba ne kadar yakın olmaya çalı-şırsa yazar da ona o kadar yakın olmaya çalışır. Do-layısıyla benim söyleyeceklerim de benim kitabıma,kendi gözümle bir yaklaşma çabası olabilir. Bir sa-nat eserini yazmanın diyalektiğiyle, onun üzerinekonuşmanın diyalektiği bambaşka şeylerdir.

Dedik: Dil ile varlık arasındaki ilişki nedir?

Dedi: Şair için dil ve varlık bir sorun değil, bir imkân-dır. İnsan, sanat vasıtasıyla algılarını, yaşadığı şeyle-ri ölümsüzleştirmek ister. Ölüm muhakkaksa, insan-lar sanattan vazgeçmemişse ve şairler yazmaktanvazgeçmemişse bir sebebi olmalı. İnsan, ölümü bilirondan kaçamaz, ama ölümsüz olmak isteği ölümüaşan bir şeydir. Varlık ve dil aslında bütünüyle insa-noğlunun, insan zihninin ölüm bilgisi karşısındaölümsüzlük arzusunun, idealinin bir yansımasıdır.

Dedik: Kötülük problemi karşısında tavrınız nedir?Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Dedi: Kimi dergilerde tartışıyorlar. Onlara kolaygelsin! Öyle duymak da edebiyat literatürüne birşey kazandırabilir. Eğer varlık ‘hakikat’in bir yansı-masıysa, kötülüğü de onun yolunda kullanabilirsekbir anlamı var. Bizim bütün klasik kaynaklarımız daböyle yapmıştır zaten. Kötülük görmezden gelin-miş bir şey değildir ki kullanılmasın! Kötülükle kö-tücülüğü birbirinden ayırmak gerekir. Bunlar bizimdüşünce dünyamıza ait şeyler değildir. Ben bir ada-mın kötülüğünü anlatmıyorum, o adam neden kö-tü oldu onu düşünüyorum, bu adam o kötülüktennasıl kurtulur onu söylemeye çalışıyorum. Çünküinsan ‘hakikat’in bir yansıması olarak iyi bir şeydir.Durumu böyle algılamak durumundayız. Anado-lu’da hiç okuma yazma bilmeyen kadıncağızın Alideyince, Hüseyin deyince, Muhammet deyincegözleri doluyor. Hasan ile Hüseyin’in şehit edilmeside bir kötülük değil mi? Kötülük, ama eline kılıç ala-rak insana saldırıya geçmiyor ki, merhamet duyu-yor. İyilik su gibidir bizim anlayışımızda.

Bunlara ek olarak Ömer Erdem’in söyleşi sırasındaşiire ve kendi şiirine dair söylediği birkaç önemlinoktayı da aktarmak isterim:

Dedi:

Bizim zaman algımız değişmiştir, artık başka bir şeyolmuştur. Biz bundan yüz yıl önce yaşayan ya da onyedinci yüzyılda yaşamış insanların ve şairlerin al-gılayışıyla algılamıyoruz zamanı. Bizim dili algıla-mamız, hayatı algılamamız zaman olmadan müm-kün olmayan şeylerdir. Tıpkı şunun gibi: Zaman ışıkgibidir. Işığı kaldırırsanız bütün biçimleri kaybolur.Bunun gibi zamanı da ortadan kaldırırsak varlık an-lam kaybına ya da tanım kaybına uğrar, başka birşeye dönüşür. Mesela köşeden döndüğünüzde birtarafta on yedinci yüzyıldan kalma bir mezar taşıgörüyorsunuz, onun hemen yanında üstüne kırmı-

28

SanatAraflt›rmalar›

MerkeziSAM

K›rkambar toplant›lar›nda

konuk etti¤imiz flair Ömer Erdem ile

son kitab› ‘Evvel’ üzerine konuflmaya çal›flt›k.

zı harflerle Latince yazılmış bir şey görüyorsunuz.Derken yanınızdan Amerikan yapımı bir araba ge-çiyor, karşıya bakıyorsunuz 14. yüzyıldan kalma birminare görüyorsunuz ve oradan hiç anlamadığınızbir dilde sesler geliyor. Dikkat ederseniz aynı za-man içinde bütünlük dediğimiz şey bozulmaya uğ-ramış, doku tamamen çözülmüş; ama siz bunun dı-şına çıkamıyorsunuz. O zaman çağdaş bir şairin ye-ni bir algı yaratması gerekir. Ben kendimce bir sesbuldum ve bu algıyı şiirimde o bulduğum sesleoluşturdum.

Dedi:

Geleneği tercih etmekle, Hisar şairlerinin, birtakımTürk Edebiyatı çevrelerinin o etkisiz çerçevesi için-de kalırız. Bu anlamda gelenek yaratıcı bir mecradeğildir. Bizim anladığımız gelenek Yahya Ke-mal’den Sezai Karakoç’a gelen, bir yönüyle düşün-ce kökleri tarihine, kültürel ve medeniyet kodlarınaaçılan çağdaş bir gelenekçiliktir. Mirasyedi bir gele-nekçilik değildir. Zihinsel bir tembelliğe duçar ol-muş bir gelenekçilik de değildir. Önemli olan önce-kileri özümseyip yeni bir şey ortaya çıkarmaktır.Aksi halde takılmış plak gibi kalırız, aynı şeylerdenbahseder dururuz.

Dedi:

Bana göre insan, duyan insandan, duygudan, düşü-nen insana vardığı zaman aslında varlık çevriminitamamlamış olur. Şiirde de, istisnaları olabilir, baş-langıçta yazılanlar duygu aralığından sızar. İnsanbunu ne kadar gizlemeye çalışsa da bu böyledir;ama bu duygu bir düşünceye kavuşursa ve oradakendine ait bir dünya sahibi olursa bana göre çevri-mini tamamlamış olur.

Dedi:

Yazma anı insanın en özgür olduğu andır.

SAM Ay›n Filmi

Telefon KulübesiYön: Joel Schumacher, 2002, ABD, 80’

Konuşmacı: Ali Pulcu

4 Ocak 2006

De¤erlendirme: N a z E m e l K o ç

Yönetmenliğini Joel Schumacher’in yaptığı TelefonKulübesi filmi, Ocak ayında Vefa salonunda yapılangösterimi sonrasında Ali Pulcu tarafından değer-lendirildi. İzleyicilerin de soru ve yorumlarıyla ka-tıldığı değerlendirmede ağırlıklı olarak filmin içeri-ğinden bahsedildi.

2002 yılı ABD yapımı olan Telefon Kulübesi’nin ko-nusu şöyle: Medya danışmanlığı yapan Stu Sheperd,zaman zaman kullandığı bir kulübenin ısrarla çalantelefonuna cevap verir. Karşısındaki ses tarafındantelefonu kapatması durumunda ölümle tehdit edi-len Stu’yu gerilimli dakikalar beklemektedir.

Ali Pulcu “Şöhret afettir” gibi iki kelimelik ifadelen-dirmeyle başladığı yorumlarında, şu noktalara de-ğindi: Filmde geçen “Maymun yükseğe çıktıkça ar-kası daha çok görünür” ve “Dikkat çekmenin ilkadımı konuşulmaktır” sözleri, Stu Sheperd’ın ba-şından geçenlerin, göz önündeki bir kişi olmasıylailişkisini açıklar niteliktedir. Sapık adeta “Başkaları-nın dikkatini çekmek isteyen, benim dikkatimi çe-ker” demek ister.

Telefon sapığı, Stu’ya hayatındaki sahtelik ve yap-macıklığı göstermeye çalışmıştır. Filmde takım el-bise, saat gibi araçlar bu sahteliğin altını çizmekiçin kullanılmıştır. Yönetmenin seyirciye anlatmak

29

SanatAraflt›rmalar›

MerkeziSAM

istediği düşünce, telefon sapığıyla aynıdır. Telefonkulübesinin arkasındaki reklâm panosunda yazılıolan “Who do you thing you are?” yani, “Kim oldu-ğunu düşünüyor musun?” sorusu, seyirciye verilen“Kim olduğunu bil!” mesajıdır.

Hıristiyanlıkta günah çıkarmak için bir aracı gerek-mektedir. Modern dönemde günah çıkarma ihtiya-cı hissetmeyen insan, bir sapık tarafından bunazorlanır. Filmde kullanılan telefon kulübesi, bir türgünah çıkarma kabini olarak yorumlanabileceği gi-bi, terapistlerin kullandığı kanepeye de benzetile-bilir. Ölümle kurulan bağın koparıldığı toplumlardaiç muhasebe de ortadan kalkar. Muhasebe kültü-ründen gelmeyen, yapıp ettiklerini sorgulamayan,öteki dünyaya ilişkin sorumluluk duymayan kişiancak deprem, sel gibi olağanüstü durumlarla kar-şılaştığında tefekküre dalar. Burada olağanüstü du-rum yerine bir katil vardır ve Stu’nun yaşam biçimi-ni sorgulamasına sebebiyet vermiştir. Kendisiyleyüzleşen Stu “Bu imaj için çok çalıştım ama şimdikendimden utanıyorum” sözleriyle durumunu ifa-de eder.

Medyadaki işleyiş de filmde eleştirilen hususlararasında yer almaktadır. Polislerin, kameralar karşı-sında davranışlarına çeki düzen vermeleri, çevredebulunan insanların hâl ve görüntüleri, medya kar-şısında alınmış yapay tavırlardır. Telefon sapığı dabunu bazı sözleriyle ifade eder.

Filmin sonunda Stu’nun katili bulanık bir şekildegörmesi “Gerçekte öyle biri var mıydı, yok muydu?”sorusunu akla getirmekte ve durumun Stu’nunkendi vicdanıyla hesaplaşması olabileceği ihtimali-ni düşündürmektedir.

Filmi felsefî anlamda derin bulmadığını söyleyenAli Pulcu, filmde söylenmek istenilenin net ve aşi-

kâr ifade edildiğini belirtti. Başarılı bulduğu çekim-lerin sinemadan anlamayı gerektirdiği söyledi vebenzer bir filmin, üzerinde çalışılmış bir senaryoy-la Türkiye koşullarında çekilebileceğinin de altınıçizdi.

ÇikolataYön: Lasse Hallström, 2000, ABD, 80’

Konuşmacı: İhsan Kabil

8 fiubat 2006

De¤erlendirme: E s r a T i c e

Sinemanın gücü: Çikolata simgesiyle resmedilengiz...

Hayatın keyif veren yanlarından olan damak zevki-nin, insanları, ilişkileri ve hayatı nasıl değiştirebile-ceğini anlatan Çikolata filmi baştan çıkarmanın,baskının ve duyguların özgürlüğünün hikâyesiolarak tanıtılmıştır. Film İsviçreli ünlü yönetmenLasse Hallström imzasını taşımaktadır. Joanne Har-ris’in beğeni toplamış Chocolat romanından RobertNelson Jacobs tarafından sinemaya uyarlanmıştır.

Çikolata filmi komedi olan türü, müziği, seçtiğisimge, başkarakterine verdiği mistik ve gizemli ha-va, güçlü oyuncu kadrosu ve sinematografik görsel-liğinin çekiciliğiyle, popüler dünyanın isteklerinikarşılar niteliktedir.

Film 1960’lı yıllarda, Fransa’da geçmektedir. Yenidoğacakların bile hayatlarının belli olduğu, yıllariçersinde ancak çok küçük değişiklikler geçirmişkırsal bir bölge olan Lansguenet kasabasındaki in-

30

SanatAraflt›rmalar›

MerkeziSAM

sanların değişimini anlatmaktadır. Kasabadaki budeğişim, kuzey rüzgârlarının esintisiyle kasabayagelen kırmızı pelerinli bu çikolata ustası kadınlabaşlar. Kadın, insanları yüreklendirerek, kendileri-ne inanmalarını sağlar. Bu durum onları mutlu veözgür kılar.

Kadın, her derde deva çikolatalarını sunmakta olanbir ustadan çok, Aydınlanma döneminde çizilen fi-lozof düzlemini resmetmektedir. Aydınlanma çağı-nın ünlü düşünürü Voltaire’in o dönemdeki ideal fi-lozof düşüncesini aktardığı sözleri ise şöyledir:“Gerçek filozof, sürülmemiş tarlaları sürer, sabanla-rın sayısını artırır, yoksullarla uğraşıp onları zen-ginleştirir, evlenecekleri yüreklendirir, öksüzleresahip çıkar. İnsanlardan hiçbir şey beklemez; amaonlara elinden gelen her iyiliği yapar.”

Öyle ki misyonunu şefkatin, anlayışın ve sevgininözgür ruhu üzerine oturtan çikolata ustası kadının,kasabadaki her fert ile girdiği diyalogda, kurduğuiletişimde bu bağlamı öncelediği aşikârdır. Ve böy-lece çikolataların tadına bakan ya da dükkâna girenherkes çikolatayla gelen bu değişimin rüzgârına ka-pılıp gitmektedir.

Film özgürlük olgusunu da unutmamış, özgürlüğüsimgeleyen gemileri kasabaya yanaştırmıştır. Binbir emekle hazırlanmış o nefis çikolataların tadınıalan ve cazibesine kapılan kasaba halkı, hümaniz-min mutluluğunun çizdiği yolda ilerlemenin sonu-cuyla özgürlük gemisine binivermişlerdir.

Öte yandan inancı gereği kendini açlıkla terbiye et-meye çalışan, pederin vaazlarına müdahaleden bi-le geri kalmayan ve çikolata ustasına karşı olan dik-tatör bir başkan vardır. Kiliseye bağlı katı kurallarüzerinden kasabadaki düzeni sağlayan bu başkan,kadının varlığından hoşnut değildir.

Başkan, Kilisenin karşısına dükkân açmasına rağ-men Kiliseye uğramayan bu kadını birkaç kasaba-lıyla birlikte kasabadan sürmek ister. Ama istekleri,misyonunu hoşgörüyle harmanlayan ve böyleceyoluna devam eden çikolata ustası üzerinde sonuçvermeyecektir.

Gün geçtikçe kadının varlığından daha fazla rahat-sız olan başkan bir gece çikolata vitrinine girer.Amacı çikolataları yok etmektir; fakat sonunda o daçikolatanın cazibesine kapılır. Her düzlemde siste-mini tıkırında işleten –özel hayatı hariç- bir beledi-ye başkanının çikolata vitrinindeki hali, filmin sis-tem üzerinden gelmek istediği noktaya ulaştığınıgösteren sahnelerdendir. Ve o günden sonra beledi-ye başkanı, ilerleyeceği yolda çikolatayı rehber ola-rak benimseyecektir.

Filmde çikolata birçok şeyi simgelemektedir. İnsa-nın değişiminin öncelenmesinin yanı sıra, çikolata-nın nefsanî tutkuları öncelediği filmin tanıtımcümlelerinde ve birkaç sahnesinde kendini resme-derken filmin yönetmeni Hallström’un filmi tanım-layan cümleleri de ilgi çekicidir: “Bana göre Çikola-ta, baştan çıkarıcılığı ve hayatın zevklerini inkâr et-mememiz gerektiğine dair komik bir hikâye.” Yö-netmenin bu sözlerinden, filmin sorunsallığınınboyutu iyice anlaşılmaktadır.

Son sahnede pederin özgür olarak hazırlanmış va-azının teması ise şu doğrultudadır: “Her şeyi oldu-ğu gibi kabul et.” Aynı zamanda, Hz. İsa’nın insan-lığının örnek alınması şeklindedir. Değişen sistemeve insanlara rağmen çikolata ustası bu özgür vaazınverildiği esnada bile Kilisede değildir.

31

SanatAraflt›rmalar›

MerkeziSAM

ProtestoYön: Matthieu Kassovitz, 2000, ABD, 80’

Konuşmacı: Yücel Bulut

8 Mart 2006

De¤erlendirme: B e t ü l G ü l t e m i z

Uzay boşluğunda dünyaya yaklaşmakta olan ateşkütlesi ve gökdelenden düşmekte olan adamın ken-dini teselli etmek için her katta söylediği “Çok uzakçok iyi, çok uzak çok iyi” sözcükleri. Kütle dünyayaçarpar, patlama olur ve ekranı alevler kaplar. Önem-li olan nasıl düştüğün değil yere nasıl indiğindir.

Filmin yapıtaşını oluşturan bu karelerin ardından,saatin kronometresi yirmi dört saat için üç gencinperspektifine tanıklık eder; Paris banliyölerinde kı-sıtlanmış yaşam devinimine. Siyah-beyaz çekilenfilmde ara renklerin olmayışı çeşitliliğin elekten ge-çirilerek iki uçta konumlanmasını destekler bir at-mosfer yaratır. Argoyla örülü konuşma üslubu, gi-yim tarzı, dinlenilen müzik filmin temasıyla bir bü-tünlük oluşturur. Vince Musevî, Said Arap, HubertAfrikalıdır. Farklı etnik kökenlerine rağmen kendi-lerine biçilen öteki kimliği altında buluşurlar. Eği-timsiz, fakir, gürültücü, işsiz, fırsat bulduklarındaküçük suçlar işlemekten çekinmeyen ve polise elle-rinde sopalar ve taşlarla karşılık veren sorunlugençliğin birer parçasıdırlar. Vatandaşı olduklarıancak aitlik hissetmedikleri bir ülkede, süre gidentoplumsal hayattan görünmez duvarlarla ayrışmışbir mekânda amaçsız, zeminsiz ve nedensiz bir ha-yat sürdürürler. Şiddet dürtüsünün ön plana çıktığıVince ve umursamaz Said karakterine karşın Hu-bert karakteri, amacı olan, döngünün dışına çıkma-

yı arzulayan bir duruşa sahiptir. Yaşam alanlarınasıkıştırılmış bu gençlerin toplumda yer edinebilme-leri ve var olabilmeleri için iki alternatifi vardır: Mü-zik ve spor. Böylece kalın sınıf çizgilerini atlamaşansı elde edebiliyorlar. Karakterlerin kentteki za-mana teğet geçtiği kareler, hareket halindeki birtren camının ardından akan görüntülerle ya da uy-ku halindeki boş ve karanlık kente tanık olmakla sı-nırlıdır. Sisteme nüfuz edilen her noktada ise çatış-ma meydana gelir ve sınırdan dışarı itilirler.

Polisin kayıp silahını taşıyan Vince, gözaltındaykenmaruz kaldığı işkence sonucu yoğun bakımda bu-lunan arkadaşı Abdel ölürse bir polis vurarak ken-dileri adına intikam alacaktır. Filmde polis, görün-mez sınırların keskinleşerek sert biçimde görünürolmasının ve sistemin bu kitleye olan tahammül sı-nırının göstergesidir. Polise duyulan güvensizlik,nefret, sistemin güvenlik kurumunun sınır dışındafarklı bir anlam karşılığı olduğunu gösterir. Polisinkendi inisiyatifinde olan keyfî uygulamaları, bunufrenleyen ve sınırlayan denge unsurunun olmayışıdikkat çeker. Yoğun bakımdaki arkadaşlarını ziyare-te gittiklerinde polis tarafından engellenirler, içerisokulmazlar ve tekrar bir çatışma yaşayarak hasta-neden atılırlar.

Farklı bir çevresel süreçten geçme imkânı bulama-mış, sosyal politikaların kapsam dışı bıraktığı, gide-rek şiddete ve suça meyleden azınlıklardan oluşanalt kültüre karşı medyanın taraflı tutumu, toplumnezdinde tehdit unsuru oluşturan tehlikeli ve meç-hul yığınlar algısı oluşturur. “İktidar bizatihi siyasaltoplulukların var oluşuna içkin olduğundan hiçbirhaklılaştırmaya ihtiyaç duymaz ama yaptığı şeymeşrulaştırılmaya muhtaçtır. Kimse meşru müda-faa amacıyla gerçekleştirildiğinde şiddeti sorgula-maz.” (Hannah Arendt, Şiddet Üzerine, çev. Bülent

32

SanatAraflt›rmalar›

MerkeziSAM

Peker, İstanbul, İletişim Yay., 1997, s. 58) Haber bül-teninden yansıyan şiddet, yağma, kabından taşmışöfke görüntüleri gerçekliğin nasıl farklı bir anlamkazanabildiğini göz önüne serer. Bunun yanındabanliyö ekseninde bize tanıklık sunan film kamera-sının nesnelliği de sorgulanmaya açık hale gelir.

Dişlilerine oturmuş çarklar arasında kendilerine aityer olmayan, yok sayılan alt kültür ve içten içe sınırötesine, sisteme yönelik, büyümekte olan öfke kar-şısında tedirginleşen toplum. Yönünü kaybetmekteolan öfkeyi daha da besleyen önlemler alınması so-nucu uçurum derinleşir. “Kişi kendi yaşam alanıiçinde yalıtıldıkça çevresinin kendi hareket amacınahizmet eden bir araç olmak dışında başka bir anla-mı olduğunu düşünmeyecektir.” (Richard Sennett,Kamusal İnsanın Çöküşü, çev. Serpil Durak-Abdul-lah Yılmaz, İstanbul, Ayrıntı Yay., 1996.) Dolayısıylaher türlü şiddet barındıran eylem karşılıklı meşruzeminini bulmuş olacaktır. Polisin kayıp silahınıbulunduran Vince, yoğun bakımdaki arkadaşlarıAbdel öldüğü takdirde bir polis vurarak intikamalacaktır. Bazı karelerin arkaplanında “Dünya bi-zimdir”, “Gelecek sizindir” yazılı büyük boy afişlergöze çarpar. Said yanından geçmekte olduğu bir ta-nesini “Gelecek bizimdir” şeklinde değiştirir. Filminsonuna yaklaşıldıkça başlangıçta uzun aralıklarlailerleyen zaman akışı, geleceğin şimdiye yaklaş-makta olduğuna işaret ederek daha kısa aralıklaradönüşür.

“Kamusal yaşamın dönüşümüyle güçlü atletlerinbaşına gelen çöküş arasında paralellik kurulabilir;öyle ki bu atletler görünüşte güçlerinden bir şey yi-tirmeden gençliklerini korurlar ama bir zaman son-ra vücudu durmaksızın kemiren çöküş birden ortayaçıkar.” (Sennett, a.g.e.) Önemli olan nasıl düşüldüğüdeğildir çünkü, yere nasıl ve ne hızla inildiğidir.

Filmin sonunda Vince silahı imha etmesi için Hu-bert’a teslim eder. Bu kırılmayla sistemin dışına çı-kılmışken bir dakika sonra yönetmenin parmağıylamevcut delik tıkanır. Polisin silahı Vince’e doğrulurve sisteme geri itilen Hubert’ın elindeki silah ateşalır. Açmazla sonlanan film, çözüm arayışı yerinedurumun vahametini ulaşılabilecek en karamsarnoktada, patlamayla sonlandırarak gösterir.

Yaklaşık on yıl önce çekilmiş olan film, günümüzdeFransa’da patlak veren olaylara bir öngörü olarak dadeğerlendirilebilir.

SAM fiiir Akflamlar›

Bir Garip Şair: Orhan VeliŞiir Atölyesi

15 Mart 2006De¤erlendirme: V a h i d e U l u s o y

Hece şiirinin miadı henüz dolmamış olsa da gençşairler arasında kıvranmalar sürmektedir. Yeni şi-irin eşikte olduğunu sezen şairler bu yeniliğin neolacağını ve kimden geleceğini beklemektedir. Ser-best şiir Nazım Hikmet süzgecinden geçmiş fakataradığını tam olarak bulamamıştır. İmge hece şi-irinde kalmış, serbest vezin ise düzyazının anlatım-cılığına bulanmıştır. Serbest şiiri imgeye ve yeni rit-mine kavuşturmakta tam anlamıyla başarılı oldu-ğunu söyleyemesek de onu temizlediğini iddia ede-bileceğimiz Orhan Veli, bugünlerde ilk Garip dene-mesini cebinde taşır. Yolda karşılaştığı arkadaşı Ok-tay Rifat’la ilk denemesini –ki bu aslında bir çeviriy-di- paylaştığında ilginçtir ki Oktay Rifat da kendi il-

33

SanatAraflt›rmalar›

MerkeziSAM

kini arkadaşına gösterebilmek için cesaret aramak-

tadır. Bir garip tesadüf… İkisi de aradığını bulur. Ar-

tık Varlık’ta, aralarına Melih Cevdet’in de katıldığı

bu garip gençlere ortak bir sayfa ayrılmaktadır.

Türk şiiri, halkın zevkine hitap etmeyi şiar edinmişbu genç şairlerle içine aldığı nesneleri/konuları ge-nişletti. Şiiri, serbest nazımı kullanma aşamasındakürsü olmaktan kurtaran Garip, hayatta ne varsayazdığına da onu koydu. Toprağı, taşı, sokaktaki ke-diyi, Baloncu Amca’yı, Süleyman’ın nasırını şiirinealdı. Bir garip şiir... Şiir, müzik ve resim apayrı sanatdallarıdır dedi ve sanatta birbirine geçişi reddetti.Kısaca şiirde ritim göz için yazılmalıydı; kulak içindeğil, ahenk için kafiyeden tümüyle kaçmalıydı. Ka-fiyeyi atmak, hece ritmini yıkmak, melâlin hükmü-nü kaldırmak, sınırları genişletirken şiirin içine al-dığı her konuyu genişletmek amaç edinilmişti. Oy-sa Orhan Veli, reddettiği imgeyi şiirlerinde barındı-rıyor, melâlden kaçamıyor, hayatın acısına pekâlâdeğiyordu. Yine amacı az ya da çok yerini buldu. Yaşiir? Serbest nazım düz yazının etkisinden kurtula-madı, üstelik estetik halkın beğenisine indirildi. Da-hası şiir için ileride Orhan Veli de endişelenecekti.

İnsan yaşarken neyle meşgul olursa ölümü de omeşguliyet üzere olurmuş. Alelâdeyi baş tacı edenömür ölümde de ona sadık kaldı. Veli, belediye çu-kuruna düştükten bir gün sonra öldü. Bir garipölüm…

Türk şiirini getirdiği yer de ondan götürdükleri detartışmalı olan şair, ardında bıraktığı şiirleri, izi vepoetik fikirleriyle hâlâ anılmayı hak ediyor. Bu ne-denle Sanat Araştırmaları Merkezi Şiir Grubu Nisanayı şiir programında, şairin poetikası, Modern TürkŞiirindeki yeri ve ona kattıklarına yer verilen değer-lendirmeden sonra program için seçilen şiirleri ses-lendirerek Orhan Veli’yi andılar.

34

SanatAraflt›rmalar›

MerkeziSAM

Sanat Araştırmaları

2006 Bahar Seminerleri

G‹R‹fi SEM‹NERLER‹

Görsel Sanatlara Girifl ‹hsan Kabil

Sanat Felsefesi Nicole (Nur) Kançal

TEMEL SEM‹NERLER

Bat› Sanat›na Girifl Nicole (Nur) Kançal

Müzik Düflüncesi ve Tarihi Yalç›n Çetinkaya

fiiir Sanat› Lütfi fien

Yarat›c› Okuma Dersleri II Alim Kahraman

ÖZEL SEM‹NERLER

Hâf›z Okumalar› Mustafa Koç

Mevlid Okumalar› ‹smail Güleç

Resim Okumalar› Salih Pulcu-Ahmet Albayrak

Türk Edebiyat›’n›n Bat›l›laflma Süreci Orhan Okay-Neslihan Demirci

‹HT‹SAS ÇALIfiMALARI

Müzik Yalç›n Çetinkaya

Poetik Okumalar Lütfi fien

Sinema ‹hsan Kabil

Sanat Düflüncesi Okumalar›: Estetik ‹hsan Fazl›o¤lu

Yaz› ‹flli¤i III-V Hasanali Y›ld›r›m

ATÖLYELER

Eski Türk Edebiyat› Toplant›lar› Reyhan Çorak

Modern Türk fiiiri Serüveni Vahide Ulusoy

Sinema ve Edebiyat ‹ncelemeleri Betül Ö. Çiçek-Mehmet Akal›n-Cihat Ar›nç

Orhan Veli, reddetti¤i

imgeyi fliirlerinde

bar›nd›r›yor, melâlden

kaçam›yor, hayat›n

ac›s›na pekâlâ

de¤iyordu.

nefl

Orh

an V

eli

Ah

ayd

›nl›

kla

rdan

uza

kta

y›m

K

afam

da

o d

a¤›l

may

an s

ük

ûn

lmed

im l

âkin

,yafl

amak

tay›

m

Din

le b

ak:

vurm

ada

nab

z›ru

hu

n.

Yar

asal

ar d

uyu

rmad

a b

ana

Kan

atla

r›n

›n i

hti

zaz›

n›.

fiim

di

hep

kor

ku

lar

ben

den

yan

a B

ekli

yor

sula

r,aç

m›fl

a¤z

›n›.

Ah

ayd

›nl›

kla

rdan

uza

kta

y›m

K

afam

da

da¤

›lm

ayan

n.

Ölm

edim

lâk

in,y

aflam

akta

y›m

D

inle

bak

vu

rmad

a n

abz›

ruh

un

.

Siy

ah u

fuk

lar›

n a

rkas

›nd

a S

esle

rle

çiçe

kle

nm

ede

bah

ar

Ve

mu

hay

yile

min

hav

as›n

da

En g

üze

l za

man

›n r

enk

leri

var

Ölm

edim

hâl

â ya

flam

akta

y›m

.D

inle

bak

: vu

rmad

a n

abz›

ru

hu

n!

Ah

ayd

›nl›

kla

rdan

uza

kta

y›m

K

afam

da

o d

a¤›l

may

an s

ük

ûn

.

Ru

hu

m ö

lüm

zgar

lar›

na

efl,

Ifl›k

yok

gec

emd

e,gü

nd

üzü

md

e.G

özle

rim

gör

yor.

..lâ

kin

nefl

O

her

zam

an,h

er z

aman

yüzü

md

e

35

MOL

A

TAM Bir Kitap / Bir Yazar

II. Abdülhamit Döneminde Malî İdare

Ömer Faruk Bölükbaşı

25 fiubat 2006

De¤erlendirme: B i l g e Ö z e l

Türkiye Araştırmaları Merkezi’nin Bir Kitap/Bir Ya-zar etkinliğinin Şubat ayı konuğu, Tezyid-i VaridatTenkih-i Masarifat II. Abdülhamid Döneminde Ma-lî İdare (İstanbul, 2005) adlı kitabıyla Ömer FarukBölükbaşı idi. Yazar, 2003 yılında Marmara Üniver-sitesi Tarih Bölümü’ne sunulan “Sultan II. Abdülha-mid Döneminde Maliye Komisyonları ve Faaliyetle-ri (1876–1909)” başlıklı yüksek lisans tezinin kitap-laştırılmış hali olan bu çalışmasını, hem tez yazımhem de kitaplaştırma süreçlerine değinerek tanıttı.

II. Abdülhamid dönemi malî idaresini, bu dönem-de maliye üzerinde etkin bir kontrol sağlamak ama-cıyla kurulan maliye komisyonlarını merkeze ala-rak inceleyen Bölükbaşı, çalışmasının bu anlamdabir ilk olduğunu vurgulayarak bu komisyonların ya-pısının ve faaliyetlerinin anlaşılmasının, hem dö-nemin malî idaresinin hem de II. Abdülhamid’ingenel idare tarzının anlaşılmasında elzem olduğu-nu dile getirdi.

Eserinde üst başlık olarak kullandığı, Osmanlı arşivbelgelerinden alıntılanan Tezyid-i Varidat ve Ten-kih-i Masarifat terimlerinin, II. Abdülhamid döne-mi malî politikasının anahtar kavramları olduğunaişaret eden Bölükbaşı, bu politikanın, gelirleri artır-

mak, giderleri azaltmak şeklinde özetlenebileceğini

belirtiyor. Bu politikanın hayata geçirilmesi için de

maliye komisyonları kuruluyor. Bir diğer ifadeyle

komisyonlar, yaşanan malî sıkıntıları (dış borçların

ödenememesi, iflâs etmiş bir hazine, enflasyon gi-

bi) dış güçlerin etki ve müdahalesine maruz kalma-

dan çözmeyi ve buna dönük reformlar gerçekleştir-

meyi hedefliyor. II. Abdülhamid’in “kendine has

malî idare tarzının kurumsallaşmış hali” olarak ta-

nımlanan maliye komisyonları, özellikle 1890’lar-

dan sonra sayıca artıyor ve padişahın maliyeyi doğ-

rudan kontrolüne imkân tanıyor.

Amacını, Osmanlı İmparatorluğu’nun en kritik dö-

nemlerinden birinde idarede bulunarak, bir yan-

dan savaş ve malî sıkıntılar içindeyken öte yandan

ordunun modernizasyonu, eğitim birimlerinin yay-

gınlaştırılması gibi faaliyetleri yürütmeye çalışan ve

sonradan çokça yargılanan II. Abdülhamid’in idare

tarzını “anlamak ve anlamlandırmak” olarak belir-

leyen Bölükbaşı, literatürde baskın yönelim olan,

36

Küresel Araflt›rmalar

MerkeziKAM

Türkiye Araflt›rmalar›MerkeziTAM

Bölükbafl›, literatürde bask›n yönelim olan,

“Abdülhamid’i aklamak ya da karalamak”

gibi bir gündeminin olmad›¤›n› belirtiyor.

“Abdülhamid’i aklamak ya da karalamak” gibi birgündeminin olmadığını belirtiyor.

Temelde Osmanlı arşiv belgelerine dayanan, gaze-

te ve hatıratlarla da desteklenen çalışma üç bölüm-

den oluşuyor. Birinci bölümde, mevzuubahis ko-

misyonların ilki olan ve malî sahada yabancı etkisi-

ne girme korkusunun şekillendirdiği, reform

amaçlı Islahat-ı Maliye Komisyonu (1879) ele alını-

yor. İkinci ve üçüncü bölümlerde ise sırasıyla 1890

öncesi ve sonrası dönemlerde faaliyet gösteren ko-

misyonlar inceleniyor. 1890 sonrasını öncesinden

farklı kılan özellik ise bu dönemde idarede sarayın

ağırlığının artmış olmasıdır. Komisyonlar; kuruluş

safhaları, yürüttükleri çalışmalar ve ortadan kalkış

süreçlerine değinilerek inceleniyor. İlk komisyo-

nun uygulamaları arasında vergilerle ilgili düzenle-

meler öne çıkıyor. Bu düzenlemelerle adaletin te-

mini hedefleniyor. Ancak bu amaca dönük uygula-

maların (zaptiyelerin vergi tahsilatında yer alma-

ması, iltizam sisteminin kaldırılıp emanet usulü-

nün uygulanması gibi) neticede vergi gelirlerinin

düşmesine sebep olduğu gözlenince tekrar eski uy-

gulamalara dönülüyor. Komisyonların faaliyetleri

bağlamında ayrıca, ordunun modernizasyonu, ma-

aşların ödenmesi sürecinde yaşanan problemler,

eyaletlerdeki malî hareketlerin merkezden kontro-

lünü sağlayan usûl-i merkeziyet uygulaması, baka-

ya kalan gelirlerle ilgili olarak uygulanan oran siste-

mi, borçlarla ilgili önemli bir adım olan tevhîd-i

düyûn uygulaması, teçhizât-ı askeriye iânesinin

nasıl toplandığı gibi, kimileri ikincil literatürde yer

almayan konulara da açıklık getiriliyor. Bunlara ila-

veten kitapta II. Abdülhamid döneminin önde ge-

len simalarına ilişkin bilgiler de yer alıyor. Döne-

min fotoğraf mecmualarından komisyon üyeleri-

37

TürkiyeAraflt›rmalar›

MerkeziTAM

TAM Yuvarlak Masa Toplantıları

TEZ/MAKALE SUNUMLARI

Klasik ile Modern ve Merkez ile Taflra Aras›nda Bir Osmanl› Âlimi: Ebu Said Muhammed el-Hâdimî Yaflar Sar›kaya

2 Ocak 20061600’den 1883’e Osmanl›larda Tütünün Tarihi Fehmi Y›lmaz

27 fiubat 2006

Erken Modern Osmanl› Harbiyesini Tekrar Düflünmek: Askerî Devrim ve Yeniçerilerin Yayl›m-Atefl (Volley Fire) Takti¤i Günhan Börekçi

27 Mart 2006

XIX. Yüzy›lda Osmanl› Ba¤dat’›: Merkezîleflme ve Modernleflme Ebubekir Ceylan

3 Nisan 2006

Tanzimat Muhalifi Siyasî Hareketler (1859-1878) Florian Riedler

24 Nisan 2006

TAR‹H OKUMALARI

Osmanl›’dan Günümüze Türkiye’de ‹skân Politikalar› IV: Osmanl›’da ‹skan ve Nüfus Politikas› Suraiya Faroqhi

13 Mart 2006

B‹R K‹TAP/B‹R YAZAR

II. Abdülhamit Döneminde Malî ‹dare Ömer Faruk Bölükbafl›

25 fiubat 2006

Anka’n›n Sonbahar›: Osmanl›’da ‹ktisadî Modernleflme ve Uluslararas› Sermaye Ali Aky›ld›z

28 Nisan 2006

TAM SOHBET

Yitirilen Bir Hazine: Sahaflar›m›z ve Sahafl›k (3) ‹smail Özdo¤an18 fiubat 2006

‹Z BIRAKANLAR

‹hsan Fazl›o¤lu, Nefle Vona

21 Ocak 2006, 11 fiubat 200618 Mart 2006, 15 Nisan 2006

nin fotoğraflarını da bulan Bölükbaşı kitabındabunlara da yer veriyor.

Komisyonların malî istikrarın sağlanmasına önem-li katkı sağladıkları, icra yetkisine sahip birimlerolarak malî alanda ağırlıklarını hissettirdikleri dilegetirildi. Tezyid-i varidat ve tenkih-i masarifat uy-gulamalarının hassas dengeleri gözetmeyi gerek-tirdiği, zaten tahsilatın kısıtlı olduğu bir ortamdakesintilerin iyi hesaplanmasının hayatî olduğuvurgulandı. Ancak uygulamalarda, konjonktürebağlı olarak, planlanan her adımın atılamadığı,pratik şartların hedeflenen noktalara ulaşmayı za-man zaman engellediğine işaret edildi. Bölükbaşı,II. Abdülhamid’in genel idare tarzına ilişkin olarakda, çevresindeki insanlardan hareketle, pragmatikbir politika izlediğinin ortaya çıktığını belirtti.

Sorular ve katkılar bölümünde, 1890 öncesi ve son-rası komisyonların birbirlerinden farklı olduğu, ilkdönem komisyonlar reform ve düzenli bir bütçeoluşturmayı amaçlarken, 1890 sonrası komisyon-ların padişahın maliyeyi doğrudan kontrolüne dö-nük olduğuna değinildi. Komisyonların ortaya çı-kış sürecine ilişkin olarak, bürokrasi yoluyla aşıla-mayan malî sıkıntının padişahın denetiminde aşıl-mak istenmesinin etkili olduğu dile getirildi. Ko-misyonların feshi bağlamında ise, işlevlerini bitir-miş olmaları, komisyon içi anlaşmazlıkların ortayaçıkması veya padişahın isteği üzerine kapatılmala-rı gibi farklı etmenlerin belirleyici olduğu üzerindeduruldu. Komisyonların Düyûn-ı Umumiye idaresiile olan ilişkisi tartışılan bir diğer noktaydı. Amaçla-rı itibariyle birbirinin zıddı olan bu iki mekanizma-nın ilişki içinde olduğu; komisyonların, Düyun-ıUmumiye idaresine para veya kısa vadeli kredi ta-lepleriyle başvurduğu ifade edildi.

Anka’nın Sonbaharı:Osmanlı’da İktisadî Modernleşmeve Uluslararası Sermaye

Ali Akyıldız

28 Nisan 2006

De¤erlendirme: R e y h a n S a r › k a y a

Dünya bilir iclâlimi ben böyle değildim,Ben altı asırdan beri bir kerre eğildim”

Ali Akyıldız tarafından kaleme alınmış, yazarınınbelirttiğine göre ismi, Mithat Cemal Kuntay’a aityukarıdaki mısralardan mülhem Anka’nın Sonba-harı başlıklı kitap çerçevesinde, Türkiye Araştırma-ları Merkezi’nce her ay düzenlenen, Bir Kitap/BirYazar toplantısının Nisan ayı programında, Os-manlı iktisadî modernleşmesi ve uluslararası ser-mayenin bu süreçteki rolü tartışıldı.

Kitabın hazırlanış sürecini ve muhtevasını bizlerlepaylaşarak sözlerine başlayan Ali Akyıldız Anka teş-bihinin kendisi için ne anlam ifade ettiğini şu şekil-de özetliyor: “Osmanlı Devleti’nin Avrupa’da ortayaçıkan yeni medeniyet karşısında son yüzyılda ver-diği var olma kavgasını, bu süreçte iktisadî olarakortaya koyduğu direnci ve mücadele serüvenini an-latmak istiyordum. Bu şiir benim düşündüğüm An-ka’yı tarif ediyordu.”

Bir kısmı, yazarın daha önce yayınladığı makaleler-den oluşan kitap iki temel eksen etrafında şekilleni-yor. İlk bölümde, uluslararası sermaye tarafındaninşa edilen demir yolları ele alınmaktadır. Yazarınilk bölümle olan irtibatı üniversite yıllarındaki yük-sek lisans tezine dayanmakta. İkinci bölümde ise,İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin millî iktisat politika-

38

TürkiyeAraflt›rmalar›

MerkeziTAM

larının ortaya çıkışı, altyapısı ve tecessüm etmesiincelenmektedir.

Sekiz bölümden oluşan eserin birinci bölümünde,Osmanlı Asyası’nda ilk demiryolu olan İzmir-Aydınhattının inşa süreci, ikinci bölümünde İzmir-Aydındemiryolu ve üçüncü bölümünde Köstence-Çerno-va demiryolunun çevreye yaptıkları etkiler ve sebepoldukları toplumsal ve iktisadî değişimler, dördün-cü bölümde İngilizlerin inşa ettiği Ruscuk-Varnademiryolu ve beşinci bölümde Almanların inşa et-tiği Selanik-Manastır demiryolunun inşa süreciyleberaber bu teknolojik transferlerin bölgede meyda-na getirdiği iktisadî ve sosyal değişim incelenmek-tedir. Altıncı bölümde İttihat ve Terakki Cemiye-ti’nin vakıf olarak kurduğu millî şirketler, yedincibölümde kurulan bu şirketlerin faaliyetleri, sekizin-ci bölümde ise İttihatçıların, kadını sosyal ve iktisa-dî hayatın içine daha fazla çekme çabalarının birsonucu olarak, hanımlara mahsus eşya pazarı veanonim şirketlerinin kuruluşu araştırılmıştır. Niha-yetinde kapitülasyonlar ve bunlara dayanarak vergivermeyen ve aynı zamanda devletin denetiminikabul etmeyen yabancı şirketleri devletin kontrolaltına alma çabaları ele alınmıştır.

Çalışmada, birinci el kaynaklar olarak arşiv belgele-rinden, imkânlar elverdiği ölçüde İngiliz arşivi vebasınından yararlanan Akyıldız, bakir bir alandaçalışmanın zorluğunu da dile getiriyor. Yazarın be-lirttiğine göre bu problem, demiryollarının, Mark-sist literatür dışında gündeme pek taşınmamasıdır.Ancak son zamanlarda yapılan çalışmalar netice-sinde ortalama bir külliyattan söz edebilmek demümkündür.

Demiryolları kapitalizmin en önemli taşıyıcısı vecan damarıdır. Burada yazarın üzerinde durduğukonu, teknolojik bir transferden çok, sömürgecili-ğin en önemli enstrümanlarından biri olan demir-

yollarının inşasıyla birlikte meydana gelen iktisadî,sosyal, kültürel ve demografik değişim sürecidir.

Bu sürecin bir uzantısı olarak değerlendirebileceği-miz diğer bir konu, İttihatçıların uyguladığı millî ik-tisat politikalarıdır. Bunun millî bir yapı arz etmesiise içinde bulunulan sürecin bir dayatmasıdır. Sa-vaş sırasında yabancı sermayenin atıl kalması, İtti-hatçıları kendi millî iktisadî kuruluşlarına yönelt-miş ve vakıf sermayelerinden yola çıkarak, MillîEmekçi Anonim Şirketi ve Hanımlara Mahsus EşyaPazarı Anonim Şirketi adıyla bazı şirketler kurul-muştur. Cumhuriyete aktarılan iktisadî yapılarınbüyük kısmı ise İttihatçıların bu teşebbüsleri sonu-cu ortaya çıkan kurumlardır.

Son olarak, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin iktisatpolitikaları hakkındaki yorumların tekrar gözdengeçirilmesi gerektiğini belirten Akyıldız’ın konuş-ması, dileyicilerin yönelttiği sorular çerçevesindeson buldu.

TAM Tez / Makale Sunumu

Klasik ile Modern ve Merkez ile Taşra Arasında Bir Osmanlı Âlimi:Ebu Said Muhammed el-Hâdimî

Yaşar Sarıkaya

2 Ocak 2006

De¤erlendirme: fi e y m a fi a h i n o ¤ l u

Türkiye Araştırmaları Merkezi’nin Tez-Makale su-numlarında Dr. Yaşar Sarıkaya ile Osmanlı ilmiyegeleneğini tartıştık. Sarıkaya, 2004 yılında Alman-

39

TürkiyeAraflt›rmalar›

MerkeziTAM

Aky›ld›z, imkanlar elverdi¤i ölçüde

‹ngiliz arflivi ve bas›n›ndan

yararlanmaya çal›flm›fl.

ya’da bitirdiği “Abu Said Muhammad al-Hâdimî(1701-1762): Netzwerke, Karriere und Einfluss einesosmanischen Provinzgelehrten (Ebu Sa’id Muham-med el-Hâdimî: Taşralı bir Osmanlı Âliminin İlişki-ler Ağı, Kariyeri ve Etkisi)” başlıklı doktora tezi kap-samında, “Klasik-Modern sarkacında taşralı birâlim” prototipi ortaya koyarak, bu prototipin Os-manlı ilmiye sistemi içerisinde kendisine nasıl biryer edindiğinden bahsetti.

Sarıkaya, öncelikle neden böylesi bir çalışma içinegirdiğini ve bu araştırmasını hangi sorular çerçeve-sinde yürüttüğünü açıkladı: Konya’nın bir köyündeyetişen Muhammed el-Hâdimî’yi talebeleri gözün-de bu kadar cazip kılan neydi? Acaba Hâdimî’ninyaşadığı dönemde elde ettiği bu başarı kişisel birbaşarı mıydı yoksa ailesinden gelen bir ilim gelene-ği mi sözkonusuydu? Hâdimî’nin faaliyetlerindenyola çıkarak 18. yüzyıl ile 20. yüzyıl arasındaki sü-reçte Osmanlı ilmiyesinin zihniyeti, kültürü, eğitimyapısı hakkında bilgi edinmemiz mümkün müdür?Bu sorulardan hareketle 1700-1762 yılları arasındayaşamış, İstanbul’daki ilim geleneğine bağlı olmak-la-olmamak arası bir yol çizmiş ama bu gelenektekendisine önemli bir yer edinmiş olan bir taşra ali-minden yola çıkarak, Konya’daki mutasavvıfların18. yüzyıldan sonra Osmanlı eğitim sistemi üzerineetkisini araştırıyor. Sarıkaya’nın doktora tezi kapsa-mında ulaştığı sonuçlar şu şekilde sistematize edi-lebilir:

Muhammed Hâdimî ilim geleneği açısından say-gın bir aileye mensuptur ve o dönemde medresele-ri ile öne çıkan Konya’da yetişmiştir. 18. yüzyıldan20. yüzyıla kadar Konya medreselerinin durumu,bu medreselerin arkasında kimlerin olduğu ve sû-fîlerin buralardaki eğitim faaliyetlerine katkıları

araştırma kapsamına alınmıştır. Konya medresele-

riyle ilgili olarak ulaşılan sonuç, 18. yüzyıla kadar

Konya’da sadece iki medresenin bulunduğu, ancak

bu tarihten sonra 20. yüzyıla kadar otuz sekiz med-

resenin kurulduğudur. Bu medreselerde girişilen

eğitim faaliyetleri ise “Osmanlı Devleti’nin son dö-

neminde medreselerin eski fonksiyonlarını yitirdi-

ği, işlevini kaybettiği” yönündeki hâkim algıyı nak-

zedecek yöndedir. Ancak bu durum Urfa ve Bursa

örnekleriyle karşılaştırıldığında aynı sonuç elde

edilemiyor. Sözkonusu medrese sayısındaki artış

dönemin Konya’sına özgü bir olay olarak görül-

mektedir. Sarıkaya’ya göre Konya’daki bu eğitim fa-

aliyetlerinin arkasında Nakşibendî tarikatına men-

sup mutasavvıflar bulunmaktadır. Hâdimî ise mu-

tasavvıf bir medreseli olarak talebeleri, eserleri, sa-

hip olduğu altyapı malzemesi eşliğinde incelen-

miştir.

Muhammed Hâdimî’nin yazdığı eserler bir öğren-

cisi tarafından istinsah edilmiştir. Ancak bu şekilde

istinsah edilen makalelerin sayısı oldukça azdır.

Burada Hâdimî’nin şahsında ortaya çıkan mesele,

Osmanlı ilmiyesine dair sahip olduğumuz bilgilerin

taşra için de geçerli olup olamadığıdır. Acaba ilmi-

ye konusunda İstanbul ile taşra arasında herhangi

bir fark mevcut muydu? Hâdimî bütün bu çalışma-

ları nasıl organize etti? Kendisine, İstanbul’dan ba-

ğımsız olarak yeni ilişki ağları oluşturdu mu? Öğ-

rencilerini Hâdimî’ye çeken neydi? Zahir-batın

uyumu meselesini kitaplarına ne şekilde yansıtmış-

tı? Sarıkaya’nın çalışması, “Hâdimî’nin hangi şahıs-

lar üzerinde etki bıraktığı ve bu etkinin günümüze

ne şekilde yansıdığı” üzerinden, 18. yüzyılda Ana-

dolu’da hâkim olan bilim anlayışını irdelemeye ça-

lışmaktadır.

40

TürkiyeAraflt›rmalar›

MerkeziTAM

Sar›kaya, ‹stanbul’daki ilim gelene¤ine

ba¤l› olmakla-olmamak aras› bir yol

çizmifl bir taflra aliminden yola ç›karak,

Konya’daki mutasavv›flar›n

18. yüzy›ldan sonra Osmanl› e¤itim sistemi

üzerine etkisini araflt›r›yor.

İstanbul-taşra arasında var olan ve Hâdimî’nin şah-sında müşahhaslaşan bazı farklar ise dikkate değer:İstanbul’daki medreselerde müderrisler dereceleri-ne göre maaş alırken Hâdimî’nin medresesinde buduruma rastlanmamaktadır. Organizasyon konu-sunda ise, İstanbul’da medreselerde okutulan ki-taplar Hâdimî’nin medreselerinde de okutuluyor-du ancak okutulma sırası farklıydı.

Hâdimî’nin Türk toplumunun sosyal-siyasal haya-tında günümüze kadar bıraktığı etkiler Sarıkaya ta-rafından üç evrede değerlendiriliyor:

1) Vefatından Tanzimat’a kadarki dönem

2) Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadar olan dönem

3) 1950’den günümüze kadarki dönem

Hâdimî’nin çalışmaları esnasında kullandığı meto-da bakıldığında, bir soru üzerinde dururken farklıgörüşleri ele aldığı, orta yolu bulmaya çalıştığı, çoknet tavırlardan özellikle kaçınmayı tercih ettiği göz-lenmektedir. Örneğin sigara içme konusunda ken-disine soru sorulduğunda kesin bir şekilde haram-dır ya da mekruhtur demek yerine, okuyucularınınve talebelerinin içmemesinin daha yerinde olacağı-nı söylemektedir.

Sarıkaya’nın sunumu, bir geçiş dönemi olan mo-dernleşme sürecinde yaşayan Hâdimî’nin ilmiyesistemi içerisindeki konumu üzerinde devam etti.Konuşmasının bitiminde kendisine yöneltilen so-rular ise, daha ziyade Hâdimî’nin yazdığı kitaplarıniçeriğinin ve onun mutasavvıf kimliğinin irdelen-mesine yönelikti.

1600’den 1883’e OsmanlılardaTütünün Tarihi

Fehmi Yılmaz

27 fiubat 2006

De¤erlendirme: Ö z g ü r O r a l

Osmanlı Devleti’nde siyasî, iktisâdî ve toplumsaletkileri dolayısıyla ayrı bir yeri olan “Tütün” mese-lesi günümüz Osmanlı tarihçilerinin araştırma, in-celeme mevzusu olarak ilgi duydukları konular ara-sında yerini almaktadır. Türkiye Araştırmaları Mer-kezi, Şubat ayındaki Tez-Makale sunumlarında,“Osmanlı İmparatorluğunda Tütün” başlıklı teziçerçevesinde Dr. Fehmi Yılmaz’ı konuk ederek bukonuyu gündeme getirdi. Yılmaz’ın tezi, MarmaraÜniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde MehmetGenç danışmanlığında yaklaşık on yıllık bir mesa-inin sonunda tamamlanmıştır.

Sunumuna, doktora tez konusu olarak neden tütü-nü seçtiğini belirterek başlayan Yılmaz, yüksek li-sans döneminde yaptığı çalışmalarda kölelikle tü-tün ekimi arasındaki ilişkinin dikkatini çektiğini,bunun üzerine tütünle ilgili bir çalışma yapmayakarar verdiğini belirtti. Mehmet Genç hocanın daaynı konuyu kendisine teklif etmesiyle gerek arşivtaramaları cihetiyle, gerekse tezin yazımı cihetiyleuzun yıllar süren bir çalışmanın neticesinde tezinihazırladığını dile getirdi.

Yılmaz, daha sonra tütün hakkında genel bilgilerverdi. Patlıcangiller familyasından olan tütünün ta-rihinin M.Ö. 6000’e dayandığını, anavatanınınAmerika kıtası olduğunu, dünyaya Amerika’nın Av-rupalılarca keşfinden sonra yayıldığını, bir koldan

41

TürkiyeAraflt›rmalar›

MerkeziTAM

Avrupa ve Afrika kıtasına yayılırken, bir yandan daPasifik üzerinden Doğu Asya ve Güneydoğu Asya’yauzandığını ve böylece kısa sürede tüm dünyadahem tüketimi, hem de ekim ve ticareti ile büyük birpazarının ortaya çıktığını anlattı.

Tütünün Osmanlı İmparatorluğu’na ne şekilde gir-diğine değinerek konuşmasına devam eden Yılmaz,mevcut literatürde tütünün Osmanlı Devleti’ne gi-riş tarihi olarak 16. yüzyılın başlarının kabul gördü-ğünü, fakat tezinin yazımı sürecinde bulduğu kayıt-lardan hareketle bu tarihin daha önceye götürüle-bileceğini ifade etti. Ayrıca, Polonya arşivinden ge-len 1570 tarihli bir belgede Osmanlı elçisinin Po-lonya’ya götürdüğü hediyeler arasında tütünün debulunduğunu sözlerine ekledi.

Osmanlılar tütün ekimine 17. yüzyılın başlarındabaşlamışlardır. Buna bağlı olarak tütün kullanımıhızla yaygınlaşmıştır. Bunu kroniklerden görmekmümkün olduğu gibi arşiv evrakından, yasaklama-lar dolayısıyla görmek de mümkündür. Osmanlı’datütünün ekim ve kullanımı kadar yasaklanması dasözkonusu olmuştur. Yılmaz, yasaklama yönelimle-rinin tütünün girdiği diğer ülkelerde de yaşandığı-na dikkat çekerek, bunun sadece siyaset merkezlidüşünülmesinin yanlış olacağını, altında yatan ger-çek nedenin -Osmanlı için tam olarak böyle değilsede- bir yönüyle sınıfsal fakat daha ziyade ekonomikgerekçeler olduğuna işaret etmektedir. Kendisininbulduğu bir fermandan hareketle, mevcut literatür-de ilk tütün yasağı olarak verilen 1612 tarihinin1609’a çekilebileceğinden -ilk fetva da 1614’te veril-miştir- bahseden Yılmaz, bu tarihten sonra sürekliolarak tütün yasaklarının gündeme geldiğini ifadeetmektedir. 1614 tarihli fetvada tütünün caiz olma-dığı zikredilirken, Şeyhülislam Bahaî Efendi’nin1649’ta verdiği fetvada “tütün içimi”nin caiz olma-

dığı vurgulanmıştır. Fakat bu tarihteki daha çarpıcıbir ifade Kâtip Çelebi’ye aittir. Çelebi’nin 1650’lerdeifade ettiği, “Devletin tütünden vergi alması gere-kir” sözü, yaklaşık elli yıl sonra devletin gündeminegirmiş, devlet resm-i duhan isimli bir vergi almayabaşlamıştır.

Osmanlı Devleti’nde tütün tarımına da değinen Yıl-maz, bu konuda ulaştığı çarpıcı bilgileri aktardı:1583 tarihli Tahrir Defteri’nde Milas’ta, Milas adıverilen, fakat ne olduğu belli olmayan bir madde-den bahsedilmektedir. 17. yüzyıl sonunda yapılantütün tahririnde Milas isimli bir tütün cinsinin bu-lunması, bu maddenin de tütün olabileceği fikrinivermektedir. Bu nedenle, Yılmaz’a göre, Amerikakıtası dışında Osmanlı topraklarının, ticarî amaçlıtütün ekiminin yapıldığı ilk yerlerden biri olduğuileri sürülebilir. İlk başta Osmanlı topraklarında sı-nırlı bir sahada yapılan tütün ekimi, kısa süredehızla yaygınlaşmıştır. Arşiv kayıtlarına dayanaraktütünün 18. yüzyılda imparatorluktaki kazalarınyaklaşık 1/5’inde ekilir hale geldiği ortaya konula-bilir.

Yılmaz, son olarak, tütünün vergilendirilmesi ile il-gili birtakım bilgiler sundu. Buna göre, devlet tütü-nün vergilendirilmesi için tütün tahrirleri yapmış,belli başlı yerlerde tütün gümrükleri oluşturmuş-tur. Hatta bir dönemden sonra, tütünden, ticaretiyapılan diğer mallardan farklı olarak daha değişikvergiler almıştır. Yılmaz’ın iddiasına göre, tütündenalınan amediye vergisi, diğer mallardan alınanamediye vergisinden daha farklıdır. Bundan hare-ketle, devletin tütün ekim ve ticaretini teşvik ettiği-ni, tütünden elde ettiği kazancın Osmanlı maliyesiiçin önemli bir gelir teşkil ettiğini ifade etmekmümkündür. Yılmaz, bunları özenle hazırlamış ol-duğu tablo ve grafiklerle ortaya koymaktadır.

42

vTürkiyeAraflt›rmalar›

MerkeziTAM

Y›lmaz’a göre, Amerika k›tas› d›fl›nda

Osmanl› topraklar›n›n, ticarî amaçl›

tütün ekiminin yap›ld›¤› ilk yerlerden

biri oldu¤u ileri sürülebilir.

Erken Modern Osmanlı HarbiyesiniTekrar Düşünmek: Askerî Devrimve Yeniçerilerin Yaylım-Ateş (Volley Fire) Taktiği

Günhan Börekçi

27 Mart 2006

De¤erlendirme: E b u b e k i r C e y l a n

Türkiye Araştırmaları Merkezinin her ay düzenliolarak tertiplediği Tez/Makale sunumlarının Nisanayı konuğu Ohio-State Üniversitesinde doktora ça-lışmasını sürdüren Günhan Börekçi idi. Börekçi ya-yın aşamasında olan “Erken Modern Osmanlı Har-biyesini Tekrar Düşünmek: Askerî Devrim ve Yeni-çerilerin Yaylım-Ateş (Volley Fire) Taktiği” başlıklımakalesini dinleyicilere sundu. Sunum dinleyici-lerden gelen yorum ve sorularla ve Börekçinin ce-vaplarıyla sona erdi.

Doktora çalışmasının bir parçası olarak, erken mo-dern Osmanlı harbiyesi üzerine eğilen Börekçi, lite-ratürde yaygın bazı kanaatleri sorgulamakta ve yay-lım-ateş (Volley Fire) taktiğinin Osmanlı harbiye-sinde kullanılmadığına dair Batılı araştırmacılar ta-rafından öne sürülen fikirlerin doğru olmadığını,bu yaklaşımın “kanıtın eksikliğinin, eksikliğin kanı-tı” olarak algılanmasından kaynaklandığını vurgu-lamaktadır.

Börekçi sunumuna yaylım-ateş taktiğinin tarihçesiile başladı. Buna göre, 14. yüzyılın ikinci yarısındanitibaren kullanılmaya başlanan ateşli silahlar, aske-rî taktiklerde önemli bir değişikliğe neden olmuş,mızraklı birlikler zamanla işlevini kaybetmeye baş-layınca sayıları azaltılmıştı. Bununla birlikte ateşli

silahları seri bir biçimde kullanamama problemivardı. Özellikle namludan dolan silahlar ortalamaolarak iki dakikada doldurulabiliyor ve bu iki daki-ka zarfında düşman süvari kuvvetleri sıcak temasageçebiliyordu. Bu problemin önüne geçmek için ikitedbir düşünülmüştü: birincisi, yivli silahlar kulla-narak menzilin artırılması ikincisi, sıra ile ateş etme(yaylım-ateş) taktiği.

Ateşli silahların 14. yüzyılın ikinci yarısından itiba-ren kullanılmasına rağmen, yaylım-ateş taktiğininilk defa 1560’larda Japonlar tarafından kullanıldığı,1590’larda ise yaylım-ateş fikrinin Hollanda’da ge-liştirildiği ifade edilmektedir. Her şeyden önce yay-lım-ateş taktiği daha sıkı bir askerî disiplin ve dü-zenli talim gerektiriyordu. Ayrıca savaş meydanla-rında ince ve uzun safların tercih edilmeye başlan-dığı görülmektedir. En önde yer alan askerlerin ateşettikten sonra düzenli bir biçimde 3 ila 9 sıra arasın-da değişen yaylım ateşi birliğinin en arkasına geç-meleri ve kendilerine tekrar sıra gelinceye kadar si-lahlarını ateşe hazır hale getirmeleri gerekmekteydi.

Sunumunu minyatürlerle zenginleştiren Börekçi,Osmanlı tarihleri arasında Topçular Kâtibi Abdül-kâdir (Kadri) Efendinin tarihinde bu konuda zenginbilgiler bulunduğunu belirterek, bu eserde, özellik-le Yeniçerilerin 1605 yılında yaylım ateşi taktiğinikullandığına dair çok net bilgiler bulunduğuna dik-kat çekmektedir. Buna göre, Osmanlı ordusununher savaştan önce genel bir talim yaptığı, farklı böl-gelerden gelen tımarlı sipahi ve Yeniçeri birlikleri-nin birleşip birlikte talim yaptıkları ve planlanantaktikleri uyguladıkları bilinmektedir.

Börekçi’nin makalesinin en önemli katkılarındanbirisi yaylım-ateş taktiğinin Osmanlı harbiyesi tara-fından kullanımını 1526’daki Mohaç Savaşı’na ka-dar geri götürmesidir. Arşiv kaynaklarında “fındık

43

TürkiyeAraflt›rmalar›

MerkeziTAM

serpmek” tabirinin yaylım-ateş anlamında kullanıl-dığını görmekteyiz. Bu, dünya savaş tarihi açısın-dan çok önemlidir. Çünkü, Börekçi’ye göre, eğerOsmanlı ordusu 16. ve 17. yüzyıllarda yaylım ateşitaktiğini Avrupa’dan evvel kullanıyorsa, Osmanlıharbiyesinin dünya askerî/savaş tarihindeki yeritekrar değerlendirilmek zorundadır. Aynı zamanda,askerî anlamda duraklama dönemi olarak algılanan17. yüzyılın ve Osmanlı Devleti’nin çöküşü hakkın-daki literatürün de yeniden değerlendirilmesi ge-rekmektedir.

XIX.Yüzyılda Osmanlı Bağdat’ı:Merkezîleşme ve Modernleşme

Ebubekir Ceylan

3 Nisan 2006

De¤erlendirme: Z a h i t A t ç › l

Türkiye Araştırmaları Merkezi Tez-Makale sunum-larının Nisan ayı programında 2006 yılında Boğazi-çi Üniversitesi Tarih Bölümü’nde 19. yüzyıl Osman-lı Bağdat’ı üzerine bitirdiği doktora teziyle Ceylan,Bağdat vilayetinin modernleşmesi ve merkezîleş-mesi sürecindeki politikaları anlattı. Ceylan tezindegenel olarak Bağdat’ın merkezîleşmesi ve modern-leşmesinin, hem merkezî devletin bir taşra vilayetiolan Bağdat’ta daha belirgin bir şekilde görünür ha-le gelmesi hem de modern devlet aygıtlarının Bağ-dat’ta tesis edilmesi süreçleri olduğunu vurgula-maktadır.

Ebubekir Ceylan, Bağdat’ta merkezîleşme sürecini1831 yılında Kölemen birliklerinin güçlerinin kırıl-ması olayıyla başlatmaktadır. Bu olay daha önce di-

ğer taşra vilayetlerindekine benzer şekilde, Bağ-dat’ta gücü elinde tutan yerel askerî birliklerin ber-taraf edilmesi ve Bağdat’ın yeniden merkeze bağ-lanmasına yönelikti. Osmanlı hükümeti bu bölgededaha etkili bir denetim kurabilmek için Altıncı Or-du’yu burada tesis etti. Bunun yanında, Ceylan ge-nel bir Tanzimat politikası olarak eyaletlerdeki vali-lerin yetkilerinin sınırlanmasının ve Bağdat’ın İs-tanbul’la bağlantısının doğrudan sağlanmasınınamaçlandığını belirtmektedir.

19. yüzyılda Mithat Paşa’dan önceki valilerin Bağ-dat’taki idarelerinin olumsuz olarak tavsif edilmesi-ne ve Mithat Paşa yönetimiyle de Bağdat’ın mo-dernleşmesinin gerçekleştirildiğine dair mevcut li-teratürde yer alan iddialara karşı Ceylan, Bağdat’tamerkezîleşme ve modernleşme süreçlerinde, Mit-hat Paşa’dan önceki valilerin dönemlerinde ortayakonulan politikaların önemini vurgulamaktadır.Her ne kadar, bir karşılaştırma yapıldığında Bağ-dat’ın modernleşmesinde Mithat Paşa dönemininöncekilerden daha etkili olduğu ileri sürülebilse de,önceki dönemde Namık Paşa gibi valilerin reformçabaları da göz ardı edilmemelidir.

İstanbul’dan sonra ikinci en fazla yabancı nüfusubarındıran Bağdat, 1844 yılında fiilî olarak Tanzi-mat’a dahil oldu. Aşiretlere yönelik uzlaşma teklifi,vilayet idarelerine eklemleme ve mekân göstermegibi iskân politikaları, Bağdat ve çevresinde devletaygıtlarının toplumun katmanlarına nüfuzunu ko-laylaştıran unsurlardı. Buna ilaveten, Bağdat’ta Al-tıncı Ordu’nun kurulması ve tayin edilen valilerinaynı zamanda askerî rütbe sahibi kimselerden ol-ması, aşiretlerin iskânı ve stratejik olarak İran’a kar-şı Bağdat’ın önemli bir vilayet olarak algılanması dasözkonusudur.

Ceylan, Rüşdiye Mekteplerinin kurulmasını, bele-diye teşkilâtının tesis edilmesini, telgraf ve demir-

44

TürkiyeAraflt›rmalar›

MerkeziTAM

Börekçi’nin makalesinin

en önemli katk›lar›ndan birisi,

yayl›m-atefl takti¤inin Osmanl› harbiyesi

taraf›ndan kullan›m›n› 1526’daki

Mohaç Savafl›’na kadar geri götürmesidir.

yollarının inşa edilmesini Bağdat’ın modernleşme-si sürecine yardım eden gelişmeler arasında say-maktadır. 1858 Arazi Kanunnamesi’nin bölgede uy-gulanması çabasıyla da devletin, daha önce aşiret-lerin ortak kullanımına dayanan toprak ekimini bi-reysel baza indirerek hem aşiret yapılarını zayıflat-mak hem de tarımın daha yaygınlık kazanmasınıamaçladığını dile getirmektedir.

Bağdat’ın modernleşme ve merkezîleşme sürecineherhangi bir tepkinin gelip gelmediği şeklindeki birsoruya, Ceylan, genel olarak telgraf tellerinin aşiret-ler tarafından kesilmesi gibi basit gösteriler dışında,önemli bir tepkinin gelmediği cevabını verdi. Bu tezçalışmasında yerel kaynaklardan hangilerini kullan-dığı sorusuna yönelik de, yarı resmî bir karakterde,hem Osmanlıca hem de Arapça yazıların yer aldığıZevra‘ gazetesini zikretti. Yabancı nüfusun fazla ol-masının bu süreçte ne gibi rol oynadığı şeklindekibaşka bir soruya verdiği yanıtta ise İngilizlerin özel-likle Mithat Paşa’nın Bağdat’a vali olarak atanması-na sevindiklerini ve İngiliz hükümetinin Mithat Pa-şa’yı İran’a karşı desteklediğini vurguladı.

Tanzimat Muhalifi Siyasî Hareketler (1859-1878)Florian Riedler

24 Nisan 2006

De¤erlendirme: K a z › m B a y c a r

Mayıs ayı Tez-Makale sunumlarında “TanzimatMuhalifi Siyasî Hareketler”i tartışan Türkiye Araş-tırmaları Merkezi, konuyla ilgili olarak “Opposition

to the Tanzimat State: Conspiracy and Legitimacyin the Ottoman Empire, 1859-1878” başlıklı dokto-ra tezi çerçevesinde Dr. Florian Riedler’i konuk etti.

Riedler konuşmasının başında, Osmanlı’da Tanzi-mat muhalifi hareketlerin “meşrutiyet dönemi ilebaşlatılması” genel kabulüne karşılık, meşrutiyetöncesi vuku bulmuş spesifik bir muhalif hareketolan Kuleli Vakası’na dikkat çekerek bunun genelkabule farklı bir açılım getirmesi açısından önemlibir olay olduğunu, bu nedenle, konuyu araştırmayadeğer bulduğunu ve bu amaçla çalışmalara başladı-ğını ifade etti.

Tezini dönemin İstanbul’unda meydana gelmişbirkaç münferit olayı esas alan bir mikro tarih ça-lışması olarak nitelendiren Riedler, Annales ekolügibi çok genel bir muhalefet geleneği şeması amaç-lamadığını belirtti. Aynı zamanda tezinin İstan-bul’da meydana gelen muhalefet hareketleriyle sı-nırlandığını, imparatorluğun diğer eyaletlerindekidurumları içermediğini söyledi. Tezin başka birözelliği de olabildiğince fazla arşiv malzemesi kul-lanılmış olması.

Riedler’e göre, İstanbul’da yaşanan en ciddî Tanzi-mat karşıtı hareket, Şeyh Ahmet diye bilinen ve ule-ma sınıfı mensubu olduğu anlaşılan bir kişinin ön-derliğinde gizli bir örgüt kurulmasıyla başlayan, da-ha sonra Tanzimat reformlarından rahatsız kimse-lerce de desteklenen harekettir. Bu gizli örgüt, Sul-tan Abdülmecit’e suikast girişiminde bulunur. An-cak sonuçta hedefini gerçekleştiremeden dağıtılırve mensupları cezalandırılır.

Meşrutiyet dönemi muhalefet hareketlerinin aksi-ne, bu dönemdeki muhalefet hareketleri hem siste-matize edilmemiş, belli bir ideolojisi ya da reform-lara karşı net bir çözüm önerisi bulunmayan hare-ketler olduğu için, hem de muhalif söyleme alışık

45

TürkiyeAraflt›rmalar›

MerkeziTAM

Ceylan, Rüfldiye Mekteplerinin kurulmas›n›,

belediye teflkilât›n›n tesis edilmesini,

telgraf ve demiryollar›n›n infla edilmesini

Ba¤dat’›n modernleflmesi sürecine yard›m

eden geliflmeler aras›nda saymaktad›r.

olmayan bir tebaanın varlığı dolayısıyla halk taba-nından destek bulamamıştır. Bu dönemde reform-lara karşı meydana gelen muhalif oluşumların özel-liklerinden biri de, gerek Şeyh Ahmet hareketi gibiİstanbul merkezli olanlar, gerekse Osmanlı Devle-ti’nin diğer topraklarında baş gösterenler olsun,birbirleriyle ortak hareket edememeleri ve kendi iç-lerinde münferit hareketler olarak kalmalarıdır. Yi-ne, merkezî otoriteyi doğrudan hedef alan anti-Ot-tomanist ve saltanat karşıtı bir hareket olmamaları,çok belirgin bir hedefi bulunmayıp tamamen pratiksorunlardan şikayetçi kişilerin katılımıyla oluşanhareketler düzeyinde kalmaları da ortak özellikleriarasındadır.

Kendisine Şeyh Ahmet’in bir Nakşibendi olduğunuve Nakşî tarikatının merkezî otorite ile geneldeuyum içerisinde bulunduğunu hatırlatan bir soruüzerine Reidler, sözkonusu olayın sıra dışılığınadikkat çekti. Reidler’in sunumu katılımcıların diğersoru ve katkılarıyla sona erdi.

TAM ‹z B›rakanlar

Her ay düzenlenen bu programda, Osmanlı coğraf-yasında medfun bilim ve düşünce hayatımıza kat-kıda bulunan şahıslar, ölüm yıldönümlerine göreanılmakta, bu vesile ile tarihe “iz bırakanlar”ın ha-tırlanması hedeflenmektedir. Ocak ve Mayıs aylarıarasında düzenlenen programlar sırasında zikredi-len şahısların, ölüm tarihleri ile medfun olduklarıyerler aşağıda verilmektedir. Eylül ayından itibarende, o ay içerisinde vefat etmiş bazı bilim ve düşün-ce adamlarımızın fotoğraflarından oluşan resimsergisine devam edilmektedir.

OCAK 2006

1. Mehmed Elif Efendi (3 Ocak 1927): Hasırîzade Tekkesiyakını

2. Şeyh Galib (3 Ocak 1799): Galata Mevlevihanesi Hazi-resi

3. Necmeddin Okyay (5 Ocak 1976): İstanbul

4. Ahmet Hamdi Akseki (9 Ocak 1951): Cebeci Asrî Mezar-lığı

5. Mustafa Asım Bey (17 Ocak 1901): Eyüp, Küçük EmirEfendi Türbesi karşısı

6. Ahmed Tevhid Efendi (24 Ocak 1870): Neccarzade’ninTürbesi Haziresi

7. Ahmet Hamdi Tanpınar (24 Ocak 1962): RumelihisarıMezarlığı

8. Ali Emirî Efendi (24 Ocak 1924): Fatih Camii Haziresi

9. Esrar Dede (26 Ocak 1797): Galata Mevlevihanesi Ha-ziresi

10. Nef’î (27 Ocak 1635): İstanbul

11. Tunuslu Hayreddin Paşa (28 Ocak 1890): Eyüp Bostanİskelesi

12. İsmail Fenni Ertuğrul (29 Ocak 1946): İstanbul

13. Hızır Bey (Ocak 1459): İMÇ Blokları civarı

46

TürkiyeAraflt›rmalar›

MerkeziTAM

fiUBAT 2006

1. İsmail Hakkı İzmirli (1 Şubat 1946): Cebeci Asrî Mezar-

lığı

2. İskilipli Mehmet Atıf (4 Şubat 1926): Ankara

3. Beşir Fuad (5 Şubat 1887): Eyüp Mezarlığı

4. İbrahim Müteferrika (6 Şubat 1745): Galata Mevlevi-

hanesi

5. Adile Sultan (12 Şubat 1899): Eyüp/ Bostan İskelesi ci-

varı

6. Takiyüddîn Rasıd (18 Şubat 1585): Beşiktaş, Yahya

Efendi Dergâhı Haziresi

7. Abdülbaki Nâsır Dede (23 Şubat 1821): Yenikapı Mev-

levihanesi Haziresi

8. Ahmed Rıza (26 Şubat 1930): İstanbul/ Kandilli Mezar-

lığı

9. Mehmed Rakım Efendi (27 Şubat 1826): İstanbul

10. Şeyhülislâm Yahya Efendi (27 Şubat 1644): Yavuzselim/

Darulhadis civarı

11. Kuyucaklızade Mehmed Atıf (28 Şubat 1847): Eski Eğri-

kapı civarı

12. Krikor Çulhayan (28 Şubat 1938): İstanbul

13. Fethullah Şirvanî (Şubat 1486): Şirvan

MART 2006

1. Mustafa b. Ali Muvakkit (2 Mart 1571): İstanbul

2. Rıfat Börekçi (5 Mart 1941): Cebeci Asrî Mezarlığı

3. Seyyid Bey (8 Mart 1925): II. Mahmud Türbesi Haziresi

4. Yusuf Akçura (11 Mart 1935): İstanbul

5. Akif Paşa (12 Mart 1845): İskenderiye/ Danyal Peygam-beri Türbesi civarı

6. Mustafa Sabri Efendi (12 Mart 1954): Kahire

7. Humbaracı Ahmed Paşa (14 Mart 1747): Galata Mevle-vihanesi Haziresi

8. Tatyos Efendi (16 Mart 1913): İstanbul

9. Necatî (17 Mart 1509): Vefa

10. Ahmet Avni Konuk (19 Mart 1938): İstanbul

11. Hafsa Hatun (19 Mart 1534): Yavuz Sultan Selim Türbe-si yakını

12. İsmail Saib Sencer (22 Mart 1940): İstanbul

13. Mustafa Behçet Efendi (31 Mart 1834): Nasuhi TekkesiHaziresi

14. Ebubekir Dımeşkî (Mart 1691): Halep

15. Molla Fenarî (Mart 1431): Bursa, Molla Fenari CamiiHaziresi

47

TürkiyeAraflt›rmalar›

MerkeziTAM

N‹SAN 2006

1. Nigâr Hanım (1 Nisan 1918): Rumelihisarı, KayalarKabristanı

2. İhsan Raif (4 Nisan 1926): Rumelihisarı Mezarlığı

3. Gazi Osman Paşa (5 Nisan 1900): Fatih Camii Haziresi

4. Bâkî (7 Nisan 1600): Eski Edirnekapı Mezarlığı

5. Koca Ragıb Paşa (8 Nisan 1763): Koca Ragıb Paşa Kü-tüphanesi Haziresi

6. Hovhannes Düzyan (9 Nisan 1812): İstanbul

7. Fevzi Çakmak (10 Nisan 1950): Eyüp, Piyerloti yokuşu

8. Abdülhak Hamit Tarhan (12 Nisan 1937): ZincirlikuyuMezarlığı

9. Muallim Naci (12 Nisan 1893): II. Mahmud Türbesi

10. Taşköprülüzade Ahmed Efendi (15 Nisan 1561): SeyyidVelayet Türbesi civarı

11. Kemalpaşazade İbni Kemal (16 Nisan 1534): Eski Edir-nekapı Mezarlığı

12. Ali Fuat Başgil (17 Nisan 1967): Karacaahme, ÇiçekçiCamisi karşısı

13. Şerefeddin Yaltkaya (23 Nisan 1947): Ankara

14. Münir Nureddin Selçuk (27 Nisan 1981): RumelihisarıMezarlığı

15. Mimar Sinan (Nisan? 1588): Süleymaniye

48

TürkiyeAraflt›rmalar›

MerkeziTAM

Türkiye Araştırmaları

2006 Bahar Seminerleri

G‹R‹fi SEM‹NERLER‹

Türkiye Tarihi III: Felsefe-Bilim ‹hsan Fazl›o¤lu

Türkiye Tarihi IV: Siyaset Gökhan Çetinsaya

TEMEL SEM‹NERLER

Osmanl› Devlet ve ‹lmiye Teflkilât› Mehmet ‹pflirli

Osmanl› Tarihi: Süreklilik ve De¤iflim Tufan Buzp›nar

Tasavvuf Kültürü ve Osmanl›’da Tasavvuf Mustafa Kara-O. Sacid Ar›

Türkiye’de Sosyoloji Yücel Bulut

Türkiye Tarihi Kaynaklar› II: Yazmalar Tarih Arafl. Toplulu¤u

ÖZEL SEM‹NERLER

Bat›l›lar›n Gözüyle Osmanl› Yücel Bulut

Osmanl› Arap Co¤rafyas› ve Irak Ebubekir Ceylan

fiehirleflme Sürecinde Türkiye’de Sosyal Gruplar Nail Y›lmaz

Türkiye’de Modernleflme ve Kad›n Nazife fiiflman

‹HT‹SAS ÇALIfiMALARI

Osmanl› Tasavvuf Tarihi Raflid Öngören-O. Sacid Ar›

Türk Felsefe-Bilim Tarihi Okuma Gr. ‹hsan Fazl›o¤lu

XIX. Yüzy›l Okuma Grubu Gökhan Çetinsaya

ATÖLYELER

Ahlâk-› Âlâî Neflir Grubu Mustafa Koç

Mevzuâtu’l-Ulum Neflir Grubu Ahmet Süruri

Raflid Tarihi Neflir Grubu Osman S. Ar›-Zeynep Berktafl

Sözlü Tarih Atölyesi fievket K. Akar-Özgür Oral

Türk Felsefe-Bilim Tarihi Atölyesi ‹hsan Fazl›o¤lu

Türk Hukuk Tarihi M. Akif Ayd›n-Mehmet ‹pflirli

Vefa Semti Atölyesi Yunus U¤ur-N. Bilge Özel

Vefa Semti Fizikî Islah Atölyesi Aziz Do¤anay-Nur Kançal-N. Bilge Özel

Vefa’da Sosyal Hareketlilik ve De¤iflim Atölyesi Yücel Bulut-N. Bilge Özel

49

SEYR

ÜSEF

ERS

elan

ik ‹

zlen

imle

riG

ülç

in K

Sel

anik

’e i

lk a

d›m

att

›¤›m

›zd

a Pa

zar›

Paz

arte

siye

ba¤

laya

n g

ece

sab

aha

kar

fl› s

aat

dör

ttü

.G

özü

açt

›¤›m

da

ilk

gör

¤üm

bir

Bey

az K

ule

bir

de

sal›

na

sal›

na

yürü

-ye

n g

enç

k›z

lard

›.fi

afla

kal

m›fl

t›m

.Pa

zart

esi

ifl g

ün

üyd

ü,

e¤le

nce

dey

ince

gen

eld

eC

um

a ve

Cu

mar

tesi

nle

ri a

kla

gel

mez

miy

di?

Üst

elik

k›z

lar›

n h

iç k

ork

usu

da

yok

tu;

her

han

gi b

ir t

edir

gin

li¤e

mah

al y

oktu

on

lar

için

.fi

aflk

›nl›

¤›m

ert

esi

gün

ler

de

dev

am e

dec

ekti

.fieh

ir t

üm

den

,e¤l

enel

im v

ur

pat

las›

n ç

al o

ynas

›n h

avas

›nd

ay-

d› ç

ün

.Ned

en k

oflu

fltu

ran

insa

nla

r gö

rülm

üyo

rdu

hiç

? A

vru

pa

Bir

li¤i

çok

mu

pa-

ra v

erm

iflti

? H

erke

sin

zen

gin

old

u¤u

bir

fleh

ir m

iyd

i k

i S

elan

ik?

Her

köfl

e b

afl›n

da,

her

ap

artm

an a

lt›n

da

bir

caf

é,iç

leri

nd

e ot

uru

p s

ohb

et e

den

,fr

app

é ic

en;

tave

rna-

lard

a e¤

len

en i

nsa

nla

r.S

üre

kli

kon

ufla

n,g

üle

n b

ir fl

ehir

! Do¤

u ü

zeri

nd

en g

elin

diy

-se

Bat

›l›

özel

lik

leri

nin

; B

at›

yön

ün

den

gir

ifl y

ap›l

d›¤

›nd

aysa

Do¤

ulu

yan

lar›

n›n

da-

ha

çok

far

k e

dil

ece¤

i b

ir t

araf

› va

rd›

san

ki.

Tek

tip

bir

Sel

anik

bu

lmak

ise

hay

ald

i.A

rist

otal

es M

eyd

an›’

n›n

mod

ern

gör

ün

üm

ü y

an›n

da

ara

sok

akla

r›n

dar

l›¤›

ile

ifl-

kem

be

salo

nla

r›n

›n v

arl›

¤› A

vru

pa’

dan

ç›k

t›¤›

m›z

› ken

din

ce ç

ok g

üze

l dil

e ge

tiri

yor-

du

.O

sman

l›’n

›n m

oder

nle

flme

ad›m

lar›

n›n

da

ilk

ön

ce u

ygu

lan

d›¤

› fle

hir

di

bel

ki

Sel

anik

,am

a A

tin

a ya

n›n

da

dah

a b

ir “

Ori

enta

l” k

al›y

ord

u.O

rad

a b

ulu

nd

u¤u

m z

a-m

an d

ilim

ind

e fle

hre

dam

gas›

n›

vura

n “

Sel

anik

li”

olm

a h

aliy

le b

elk

i b

u y

üzd

en i

l-gi

len

med

im.

Sel

anik

sad

ece

Sab

etay

c›la

rdan

ib

aret

de¤

ild

i ve

tar

ihin

tün

giz

lisa

kl›

s›n

›n f

›rla

mas

›nd

an ü

rktü

¤üm

bir

gar

ip h

ikây

eyd

i b

enim

içi

n fl

ehri

n b

u y

an›.

Son

uçt

a ön

ün

den

geç

ti¤i

m ü

nlü

Kap

anc›

ail

esin

e ai

t k

öflk

le,

için

e gi

rdi¤

im 1

902

tari

hli

Yen

i n

am-›

di¤

er D

önm

e C

amii

d›fl

›nd

a ifl

im o

lmad

› o

tara

flar

la H

ofl,

ev s

a-h

ibim

iz m

edre

se e

¤iti

mi

alm

›fl S

elan

ik’t

e ek

onom

i ok

uya

n G

üm

ülc

inel

i b

ir T

ürk

gen

ciyd

i,ya

ni e

vlâd

-› f

atih

ân’d

and

›; t

arih

bil

gisi

en

gin

di.

Sok

ak s

okak

gez

erke

n a

n-

latt

›kla

r›n

dan

en

son

ak

l›m

da

kal

an E

vliy

a Ç

eleb

i’n

in S

elan

ik b

ahsi

ne

bafl

lark

enat

t›¤›

bafl

l›k

old

u:

“Evs

âf-›

fleh

r-i

dâr

-› Y

ahû

d-›

Kar

âyî

mâl

ik,

ya‘n

î ta

htg

âh-›

kra

l-›

m n

âm S

elen

ik.”

50

SEYR

ÜSEF

ER

Sel

anik

’i M

.Ö.3

15’t

e M

aked

onya

Kra

l› C

assa

nd

re’n

in k

urd

u¤u

söy

len

ir.fi

ehre

ism

i-n

i ve

ren

se B

üyü

k ‹

sken

der

’in

üve

y k

›z k

ard

efli,

Cas

san

dre

’nin

kar

›s›

Th

essa

lon

i-k

i’dir

.B

u m

anad

a b

ir d

ifli

fleh

ird

ir S

elan

ik.

Öyl

e k

i gü

zell

i¤in

in ü

stü

ört

mey

eap

artm

anla

r b

ile

yetm

emifl

.S

›k›fl

›p k

alm

›fll›

¤›n

a k

arfl›

n h

emen

hem

en h

er a

d›m

bafl

›nd

a u

mu

lmad

›k y

erle

rden

kar

fl›n

›za

ç›k

›ver

en g

eçm

iflle

; Ati

nal

› kra

l Aeg

eus’

un

Gir

it’t

en d

önec

ek o

lan

o¤l

u T

hes

eus’

un

öld

ü¤ü

zan

ned

ip k

end

ini

sula

r›n

a at

t›¤›

ve b

öyle

ce “

Ege”

lefle

n m

avin

in y

an y

ana

du

rmas

› gü

zel s

ay›l

mak

için

bir

fleh

re y

et-

mez

mi?

Üst

elik

Sel

anik

’te

geçm

ifl d

end

i mi t

ek,d

üz

bir

yol

da

akla

gel

miy

or.1

985

y›l›

nd

a 23

00.

y›ld

önü

ku

tlan

an fl

ehir

,M

aked

onya

kra

llar

›nd

an R

omal

›lar

a,B

i-za

ns’

a,O

sman

l›’y

a,Y

un

anis

tan

’›n

ku

rulm

as›n

a ve

II.

nya

Sav

afl›’

na

var›

nca

yak

adar

tar

ihin

bel

li b

afll›

köfl

e ta

fllar

›n› k

end

ind

e b

ulu

fltu

ruyo

r.R

oma

Ago

ras›

’yla

Bit

Paza

r›;

Ala

ca ‹

mar

et’i

n m

erm

erle

rin

e b

un

dan

bir

as›

r ön

ce y

az›l

m›fl

ve

öyle

ce z

a-m

and

a as

›l›

kal

m›fl

ças›

na

du

ran

Osm

anl›

ca d

izel

er; a

fla¤›

dak

i B

eyaz

Ku

le i

le y

uk

a-r›

dak

i Yed

i K

ule

li’d

en g

eçip

gid

enle

r; A

tatü

rk’ü

n e

vi; V

eniz

elos

’un

hey

kell

eri;

Yah

u-

di A

llat

ini

aile

si i

çin

188

8’d

e Y

al›l

ar s

emti

nd

e,19

09-1

912

y›ll

ar›

aras

›nd

a S

ult

an I

I.A

bd

ülh

amit

’e b

ir n

evî

hap

ish

anel

ik y

apan

kon

ak,

flim

dik

i va

lili

k b

inas

›,K

ama-

ra/G

aler

ius

Tak

›’n

›n h

emen

yak

›n›n

dak

i yi

ne

Gal

eriu

s ta

raf›

nd

an y

apt›

r›lm

›fl ö

nce

Kil

isey

e so

nra

Cam

iye

ve t

ekra

r K

ilis

eye

çevr

ilm

ifl R

otu

nd

a; K

astr

a il

e La

dad

ika

ve

saya

mad

›¤›m

dah

a n

icel

eri,

Sel

anik

’in

çok

kat

man

l› y

ap›s

›n›

orta

ya k

oyu

yor.

Bir

zam

anla

r V

ia E

gnat

ia’n

›n k

alb

i sa

y›la

n b

u l

iman

fleh

ir h

âlâ

Bal

kan

lara

bafl

ken

tlik

yap

ma

idd

ias›

n›

can

l› t

utu

yor.

Bu

nu

n b

ir y

ans›

mas

› ol

arak

Yu

nan

Dem

iryo

llar

› S

e-la

nik

üze

rin

den

zen

li b

ir fl

ekil

de

‹sta

nb

ul,

Sof

ya,B

ük

refl,

Bel

grat

,Zag

reb

,Viy

ana,

Mos

kov

a gi

bi

mer

kezl

ere

sefe

rler

zen

liyo

r.20

03 H

azir

an›n

da

Avr

up

a B

irli

¤i Z

ir-

vesi

içi

n A

tin

a ye

rin

e S

elan

ik’i

n t

erci

h e

dil

mes

i d

e b

u a

ç›d

an a

nla

ml›

.

51

SEYR

ÜSEF

ER

Sim

gese

l M

aked

on g

ün

eflin

i d

e k

imse

ye b

›rak

mak

ist

emey

en S

elan

ik,8

Eyl

ül

1991

tari

hin

de

ku

rula

n M

aked

onya

Cu

mh

uri

yeti

ile

Yu

nan

met

i ara

s›n

dak

i s›n

›r v

eis

im k

avga

lar›

n›n

ken

di

üze

rin

den

yap

›lm

as›n

a se

s ç›

kar

tm›y

or.A

tin

a d

aha

Bat

›l›

bir

gör

ün

tü ç

izer

ken

,S

elan

ik B

alk

anl›

l›¤›

n›

her

zam

an ö

np

lan

a ç›

kar

t›yo

r.A

tin

al›-

lar,

Sel

anik

lile

rin

saf

Yu

nan

kan

› ta

fl›m

ad›k

lar›

n›

idd

ia e

ded

urs

un

,Lo

ksia

sis

imli

Do¤

u e

sin

tile

ri t

afl›y

an “

ente

l” b

ir c

aféy

e ta

k›l

an Y

un

anl›

lar

“Bat

›l›

de¤

iliz

biz

,on

lar

Ati

nal

›lar

; b

iz B

alk

an›z

” d

iyeb

iliy

orla

r n

argi

le e

flli¤

ind

eki

soh

bet

leri

nd

e.N

ey,S

ela-

nik

li e

nte

lek

tüel

leri

n y

eni

gözd

esi.

Sok

akla

rda

geze

rken

rkçe

kon

uflt

u¤u

mu

zud

uya

nla

r ad

eta

etra

f›m

›zd

a h

alk

a ol

uflt

uru

yor.

Hep

sin

in T

ürk

çeyl

e il

gili

ayr

› b

ir h

i-k

âyes

i va

r.B

ir s

olu

kta

an

lat›

veri

yorl

ar.Y

anla

r›n

dan

ayr

›ld

›¤›m

›z h

er g

rup

ark

am›z

-d

an u

zun

uzu

n e

l sa

ll›y

or.Ç

içek

lerl

e d

olu

ap

artm

anla

r›n

ara

s›n

dan

gör

ün

en d

eniz

ken

ar›n

da,

bab

am b

al›k

tan

dön

en y

afll›

larl

a b

al›k

isi

mle

ri ü

zeri

ne

soh

bet

ed

erke

n,

bir

bal

›k l

okan

tas›

nd

a T

ürk

iye’

den

gel

di¤

imiz

i d

uya

n k

›rk

yafl

lar›

nd

a b

ir m

üflt

eri

aya¤

a f›

rl›y

or.

Göz

leri

çak

mak

çak

mak

hey

ecan

dan

zap

t ed

emed

i¤i

bir

ses

ton

uy-

la,

“Hofl

gel

din

iz…

yük

Ad

al›y

›m

ben

” d

iyor

,“b

ir d

e Fe

ner

liyi

m.

Bu

sen

e yi

ne

flam

piy

onu

z”.T

ren

gar

›nd

a se

fer

saat

leri

için

bek

led

i¤im

iz b

ir a

nd

a,s›

ra b

ize

geli

n-

ce o

rta

yafll

›,b

ayan

mem

ur

bir

tu

haf

bak

›yor

züm

e.T

ürk

iye

dey

ince

ne

old

u¤u

-m

uzu

an

laya

mad

an g

özle

rin

den

yafl

lar

süzü

lüyo

r.C

amd

an e

lin

i uza

t›p

bafl

örtü

okflu

yor

bir

re,“

nin

e” d

iyor

“Z

san

akk

ale”

.Son

ra d

›flar

› ç›k

›yor

kab

inin

den

,kofl

up

bir

ark

adafl

›n›

geti

riyo

r.‹s

tan

bu

llu

bir

Ru

m y

an›n

dak

i.6-

7 Ey

lül

olay

lar›

nd

an b

eri

Sel

anik

’tey

mifl

.K

onu

fluyo

ruz,

foto

¤raf

çek

tiri

yoru

z b

erab

er.

Bay

an ‹

rin

i,n

ines

ini

hat

›rla

tt›¤

›m i

çin

ben

den

zor

ayr

›l›r

ken

,k

alb

imi

bir

zün

sar

›yor

ki

tari

fi i

mk

ân-

s›z.

Ayn

› h

üzn

ü,S

elan

ik’i

n a

ra s

okak

lar›

nd

a B

at›

Avr

up

a’d

aki

kk

ânla

rda

rast

la-

yam

ayac

a¤›n

›z t

ürd

en b

ir d

üze

nsi

zlik

le,

üst

üst

e y›

¤›lm

›fl e

nva

içefl

it e

flyay

la k

apl›

çük

kk

ânla

r› g

örd

ü¤ü

md

e d

e h

isse

diy

oru

m;

ne

bay

an ‹

rin

i’yi

ne

de

bu

toz

lud

ük

kân

lar›

yir

mi

sen

e so

nra

gel

sem

bu

lam

ayac

a¤›m

› b

ild

i¤im

den

ols

a ge

rek

.

Öb

ür

yan

dan

Mak

edon

ya v

e A

rist

otal

es ü

niv

ersi

tele

rin

e sa

hip

old

u¤u

nd

an S

ela-

nik

’te

hay

at z

aten

hiç

du

raca

¤a b

enze

miy

or.

Gel

di¤

imiz

de

nas

›l n

eflel

iyse

ben

zer

bir

nefl

e iç

ind

e te

rk e

diy

oru

z fle

hri

.Ru

m’u

,Gü

rcü

sü,M

aked

on’u

,Kar

aman

l›s›

,Bu

l-ga

r’›,

Çin

gen

esi,

Arn

avu

t’u

,Tü

rk’ü

,A

frik

al›s

›,tu

rist

i d

erke

n n

erd

eyse

her

mil

let-

ten

in

san

›n y

aflad

›¤›

top

rak

lard

an a

yr›l

›rke

n s

anay

i b

ölge

si u

¤url

uyo

r,V

ard

ar O

va-

s› i

se n

iced

ir b

izi

bek

liyo

r…

52

MES

NEV‹

‹hti

yat

ve ‹

hti

yatl

› A

dam

Ön

ce g

elen

leri

n h

alle

rin

e b

ak›n

,yah

ut

son

rad

an g

elen

leri

n t

araf

›na

do¤

ru ih

tiya

t-la

uçu

n! ‹

hti

yat

ned

ir?

iki t

edb

ir a

ras›

nd

a te

red

de

flmey

ip h

angi

si s

enin

rç-

türt

mey

ecek

se

onu

yap

mak

t›r.

Bir

isi,

“Bu

yed

i gü

nlü

k y

old

a h

iç s

u y

oktu

r.B

ütü

nyo

l,ay

akla

r› y

ak›p

kav

ura

n k

um

luk

” d

ese,

öbü

rü d

e “Y

alan

… Y

ürü

de

bak

,her

ge-

ce a

kan

kay

nak

gör

ürs

ün

” d

ese,

ihti

yat

kor

ku

dan

ku

rtu

lmak

ve

do¤

ruya

ula

flmak

için

yan

›na

su a

l›p

yol

a d

üflm

end

ir.Y

oksa

su

var

sa y

an›n

a al

d›¤

›n s

uyu

dök

… F

a-k

at y

a su

yok

sa…

O v

akit

vay

su

suz

yola

flen

in h

alin

e!

Ey h

alif

e o¤

ull

ar›,

insa

f ed

in d

e k

›yam

et g

ün

ü i

çin

ih

tiya

tl›

dav

ran

›n!

O d

üflm

anyo

k m

u,o

flman

? S

izin

ata

n›z

a d

a k

in g

ütt

ü d

e on

u i

lliy

yin

den

zin

dan

a at

t›rd

›.G

önü

l sa

tran

c›n

›n fl

ah›n

› b

ile

mat

ett

i d

e ce

nn

ette

n ç

›kar

tt›,

bel

âlar

a u

¤rat

t›,m

as-

kar

a et

ti.

reflt

e on

u y

ere

y›k

mak

,yü

zün

ü s

arar

tmak

içi

n o

nu

nla

sav

afla

giri

flti,

ona

ne

oyu

nla

r oy

nad

›.Ö

yle

bir

peh

liva

na

bil

e b

öyle

oyu

nla

r ya

pan

flman

dan

sak

›n›n

,eh

emm

iyet

siz

görm

eyin

! O

has

etçi

,b

izim

an

am›z

›n,

bab

am›z

›n t

ac›n

›ta

ht›

n›

bil

e el

çab

uk

lu¤u

ile

kap

›ver

di;

on

lar›

,ora

c›k

ta,ç

›r›l

ç›p

lak

,a¤l

ay›p

in

ler

bir

hal

de

hor

hak

ir b

›rak

›ver

di.

Âd

em,y

›lla

rca

zar›

zar

› a¤

lad

›.N

eden

âsi

ler

def

teri

ne

kay

ded

ild

im d

iye

öyle

bir

a¤l

ad›

ki

gözy

aflla

r›n

›n a

kt›

¤› y

erle

rde

neb

atla

r b

itti

! B

irb

ak d

a h

ileb

azl›

¤›n

› an

la…

Öyl

e b

ir u

lu b

ile

onu

n h

iles

i yü

zün

den

saç

›n›,

sak

al›-

n›

yold

u.

Ey b

alç›

¤a t

apan

lar,

onu

n fl

erri

nd

en a

man

›n a

man

… O

nu

n k

afas

›na

“Lâ

hav

le”

k›-

l›c›

n›

vurm

aya

bak

›n!

Pusu

dan

siz

i gö

rüp

du

rur,

fak

at s

iz o

nu

gör

mez

sin

iz,

gafl

etet

mey

in s

ak›n

! Avc

›,d

aim

a ta

nel

er s

açar

… S

açt›

¤› t

anel

er g

örü

r d

e ya

pac

a¤›

kö-

tülü

k g

örü

nm

ez.N

ered

e ta

ne

görü

rsen

sak

›n o

rad

an.S

ak›n

da

tuza

¤a d

üflm

e,k

o-lu

n,k

anad

›n b

a¤la

nm

as›n

! Tan

eyi

b›r

akan

ku

fl,o

hil

esiz

,dü

zen

siz

ovan

›n t

anel

eri-

ni

yer,

doy

ar.

O k

ani

old

u¤u

nd

an t

uza

kta

n k

urt

ulu

r; h

içb

ir t

uza

¤a d

üflm

ez;

kol

u,

kan

ad›

ba¤

lan

maz

.

Bilim ve Sanat Vakf›XVI. Ö¤renci Sempozyumu

18-19 fiubat 2006

18 fiubat 2006 Cumartesi

I . O T U R U M

Osmanl› Bat›l›laflmas›: Tart›flmalar IOturum Baflkan›: Dr. Suat Merto¤lu

Bat›l›laflman›n Osmanl› Medreseleri Üzerindeki Etkisi / Zahide TepeliKâtip Çelebi’de Aklî ‹limler ve Medrese Elefltirisi / Emrullah Bulut

‹lmihal Gelene¤i ve M›zrakl› ‹lmihal-Büyük ‹lmihal Mukayesesi/ H. Kübra KanalBabanzade Ahmed Naim ve Çok Efllilik Tart›flmas› / fieyma fiahino¤lu

I I . O T U R U M

Osmanl› Bat›l›laflmas›: Tart›flmalar IIOturum Baflkan›: Mehmet Aytekin

Osmanl› Modernleflmesi ve Sekülerleflme / Ersin DoyranTanzimat Roman›nda Bat›l›laflma: Semboller Üzerinden Bir Dönem Okuyuflu / Ertu¤rul Zengin

II. Abdülhamit Dönemi Hilafet Tart›flmalar› / Elif Tafldemir

I I I . O T U R U M

Medeniyetler ve Dünya TarihiOturum Baflkan›: Ebubekir Ceylan

Medeniyet Tan›mlar› / Aykut KarahanOsmanl› T›bb›: Edirne Bayezid Darüflflifas› / Fatma Örgel

Osmanl›larda Dünya Tarihi Yaz›m› / fienay Gider‹bn Haldun’da Bedevîyye, Hâdarîyye / Ömer Özdinç

53

Küresel Araflt›rmalar

MerkeziKAM

I V. O T U R U M

‹ktisatOturum Baflkan›: Dr. fievket Kamil Akar

‹lkça¤ Medeniyetlerinde ‹ktisadî Düflünce / Yusuf Kenan DemirOsmanl› ‹ktisat Düflüncesi ve Merkantilizm / Salih Özhan

‹bn Haldun’un ‹ktisadî Görüflleri / Bilal ‹lhan

V. O T U R U M

Siyasî TarihOturum Baflkan›: Yunus U¤ur

Orta Krall›k’tan Bat›’ya Aç›lan Yelken: Amiral Cheng Ho’nun Deniz Seferleri / Ahmet Burak Da¤l›o¤lu

Mao’nun Hayat› ve Çin Komünist Devrimi / Nihat Gümüfl‹srail’deki Kibbutz’lar / Melahat Yalç›n

19 fiubat 2006 Pazar

V I . O T U R U M

Cumhuriyet Dönemi: Tart›flmalarOturum Baflkan›: ‹shak Arslan

M. Akif Ersoy ve Milli Mücadele / Enes TüzgenLozan Anlaflmas›’nda Vatandafll›k Kavram› / Faik AkçayEtno-politik Bir Sorun Olarak Kürt ‹syanlar› / fieref Yi¤it

Üç Baflkent, Üç ‹deoloji: Ankara, Roma, Moskova / Hüseyin Ali U¤ur

V I I . O T U R U M

Uluslararas› ‹liflkiler ve D›fl PolitikaOturum Baflkan›: M. Akif Kayap›nar

NATO ve Türkiye /Ahmet KoçTürk ve Alman D›fl Politika Yaklafl›mlar› / Ali Erken

Hz. Peygamber’in D›fl Politikas› / Munise fiimflek

54

Küresel Araflt›rmalar

MerkeziKAM

V I I I . O T U R U M

Bat› DüflüncesiOturum Baflkan›: Yücel Bulut

‹nsan Haklar›’n›n Ahlakili¤i: Evrensellik, Kültürel Görecelik / Kadir TemizBat›’da Görselli¤in Tarihi ve Geliflimi / Sevim Zehra Kaya

Bat› Düflüncesinde Determinizm / A. Abdullah Saçmal›Gazali ve Descartes’in fiüpheciliklerinin Karfl›laflt›r›lmas› / Seriyye Akan

I X . O T U R U M

‹slâm DüflüncesiOturum Baflkan›: Mehmet Ali Çal›flkan

Bir Gelene¤in Klasikleflmesi Farabî’nin Siyaset Felsefesi /Esma KayarErdemli ‹nsan Erdemsiz Toplum ‹kilemi ve ‹bn Bacce / Meryem Ayfle Yücel

Mâturîdî’nin Kötülük Problemine Bak›fl› / Güllü Y›ld›zfieyh Galip Örne¤inde Tasavvufta ‘Hüsn’ ve ‘Aflk’ / Nurgül Karayaz›

X . O T U R U M

‹slâm ve Osmanl› Alg›s›Oturum Baflkan›: Ali Pulcu

Bat›’da ‹slâm / Euro-Islam / Ali ‹hsan Kocatüfek‹slâmc› Feminist Söylemde ‹slâm Alg›s› / fiafak BaflkayaSuriye Ders Kitaplar›nda Osmanl› ‹maj› / Hatice Tekin

55

Küresel Araflt›rmalar

MerkeziKAM

56

Kitaplarla illiflkinin adab› üzerineM. Cüneyt Kaya

TUBA ÖZDEN

57

Kitaplarla illiflkinin adab› üzerineM. Cüneyt Kaya

MECMUA

Kitaplarla iliflkinin adab› üzerine / el-‘AlmavîTakdim ve çeviri: M. Cüneyt Kaya 58

‹ki Dünya Savafl› Aras› Türk ve Alman D›fl Politikalar› Aras›ndaki Yaklafl›m Farklar› / Ali Erken 67

Babanzâde Ahmed Naim ve Son Dönem Osmanl› F›k›h Tart›flmalar› / fieyma fiahino¤lu 84

58

Kitaplarla iliflkinin adab› üzerineel-‘Almavî

Kitaplarla ilişkinin adabıüzerineel-‘AlmavîTakdim ve çeviri: M. Cüneyt Kaya

İslâm ilim ve kültür tarihinde ilim âdâbı üzerine ya-zılan kitaplar müstakil bir literatür oluşturacak ka-dar zengindir. Bu tür eserlerin muhtevalarında ikiana başlığın önplana çıktığı söylenebilir: Hoca vetalebenin sahip olmaları gereken ahlâkî özellikler ilehoca-talebe arasındaki ilişkiler ve bugün “araştırmausulü” başlığı altında ele alınan teknik konular.

Aşağıda tercümesi sunulan metin, sözkonusu lite-ratürün bir parçasını oluşturan Abdu’l-Bâsit b. Mû-sâ b. Muhammed el-‘Almavî’nin (ö. 981/1573) el-Mu‘îd fî edebi’l-müfîd ve’l-müstefîd veya et-Telîd fîihtisâri’d-dürri’n-nadîd olarak bilinen eserinin, ki-taplarla ilişkide riayet edilmesi gereken kurallaradair altıncı kısmıdır. Almavî’nin eseri aslında çağ-daşı Bedreddîn el-Gazzî ed-Dımeşkî’nin (ö.984/1577) ed-Dürrü’n-nadîd fî edebi’l-müfîd ve’l-müstefîd’inin özeti mahiyetinde olup mukaddimeve hâtime dışında toplam altı bölümden oluşmak-tadır. Samimiyet, doğruluk ve ilim tahsiline niyet-lenmeye dair mukaddimenin ardından ilk bölümdeilimle iştigalin, öğrenim ve öğretimin fazileti, ikincibölümde dinî ilimlerin kısımları ve hiyerarşisi,üçüncü bölümde hoca ve talebenin riayet etmesigereken kurallar, dördüncü bölümde fetva, fetvaveren (müftî) ve fetva isteyenin (müsteftî) riayet et-mesi gereken kurallar, beşinci bölümde tartışmausulü, altıncı ve son bölümde ise kitaplarla ilişkideriayet edilmesi gereken hususlar incelenmektedir.Franz Rosenthal’in tespitine göre, sözkonusu altın-cı bölüm, İbn Cemâ‘a’nın 1273’te telif ettiği Tezkira-tü’s-sâmi‘ ve’l-mütekellim fî âdâbi’l-âlim ve’l-mü-te‘allim isimli eseriyle muhteva olarak da büyükbenzerlikler içermektedir.

Tercümede Almavî’nin eserinin Ali Zey‘ûr tarafın-dan yapılan neşri esas alınmış (Ulûmu’t-terbiyeve’n-nefs ve’l-ifâde fî tedbîri’l-müte‘allim ve siyâse-ti’t-te‘allüm içinde, Beyrut 1413/1993, s. 79-249, al-tıncı bölüm: s. 227-237), Franz Rosenthal’in TheTechnique and Approach of Muslim Scholarship(Roma 1947) isimli eserindeki çok sayıda açıklayıcınot içeren, ancak kimi örneklerin ihtisar edildiği İn-gilizce tercümesine de (s. 8-18) pek çok noktadabaşvurulmuştur (Rosenthal’in bu eserinin Arapçasıiçin bkz. Menâhicu ulemâi’l-müslimîn fi’l-bahsi’l-ilmî, trc. Enîs Ferîha, Beyrut 1961).

el-Mu‘îd fî edebi’l-müfîd ve’l-müstefîd’in AltıncıKısmı:

Kitaplarla İlişkinin Âdâbı Üzerine (Fi’l-âdâbma‘a’l-kütüb)

Bu bölüm ilmin aracı olan kitaplarla ilişkinin adabı-na; kitapların tashihi, yazımı, raflara dizilmesi vetaşınmasına; satılmaları, ödünç alınmaları ve ço-ğaltılmalarına dair çeşitli meseleler içermektedir.

Birinci Mesele

İlim talibinin faydalı ilimler konusunda ihtiyaçduyduğu kitapları mümkün olduğunda satın alma,kiralama veya ödünç alma yollarından biriyle eldeetmeye özen göstermesi gerekmektedir. Çünkü ki-taplar ilmi elde etmenin yoludur.

Ne var ki, kitapların elde edilmesi, toplanması ve[neticede] çok sayıda kitaba sahip olunması, ilimtalibinin ilim ve idrakten alacağı tek nasip olmama-lıdır. Bu hususu aşağıdaki beytin sahibi ne güzel ifa-de etmiştir:

Şayet iyi bir hafıza ve anlama gücüne sahip değilsen

Kitap toplayıp durmanın hiç faydası yoktur.

İlim talibi şayet ihtiyacı olan kitabı satın alma im-kânına sahipse kitabı istinsahla vakit kaybetmeme-lidir. Çünkü ilim tahsiliyle meşgul olmak kitap is-tinsahından daha önemlidir. Şayet kitabı satın alma

veya kiralama imkânı varsa bunların yerine onuödünç almaya çalışmamalıdır.

İkinci Mesele

Kitaba zarar vermeyen aynı özellikteki bir başkakimseye kitap ödünç verilmesi tavsiye edilen bir hu-sustur. Bazı kimseler kitap ödünç almayı hoş karşı-lamamışlardır, ancak kitap ödünç vermenin tavsiyeedilen bir şey olduğu yönündeki birinci görüş dahadoğrudur ve tercih edilen de budur. Zira mutlak an-lamda ödünç vermenin fazilet ve sevabı yanında bumeseleyle ilgili olarak kitap ödünç vermek suretiyleilme de yardım edilmiş olur. Vekî’in şöyle dediği bi-ze rivayet edilmiştir: “Hadis rivayetiyle uğraşan kim-senin karşılaşacağı ilk bereket, kitapları başkalarınaödünç verme imkânına sahip olmasıdır.” Süfyân es-Sevrî’den de şöyle rivayet edilmiştir: “İlim konusun-da cimri davrananın başına şu üç şeyden birisi gelir:Ya bildiğini unutur, ya ilminden faydalanılmadanölür, ya da kitapları elinden gider.” Bir adam Ebu’l-‘Atâhiyye’ye şöyle demiş: Bana kitabını ödünç verirmisin? Ebu’l-‘Atâhiyye “Ben kitap ödünç vermeyipek hoş bulmuyorum” şeklinde cevap verince,adam şu karşılıkta bulunmuş: “Ahlakî üstünlüklerehoşlanılmayan şeyler aracılığıyla ulaşılır, bilmiyormusun?” Bunun üzerine Ebu’l-‘Atâhiyye de adamakitabı ödünç vermiştir.

Şâfi‘î, Muhammed b. el-Hasan’a -Allah her ikisin-den de razı olsun- şunu yazmıştır:

Gözün bir benzerini daha görmediği kimseye söyleyin,

Onu görenin, ondan öncekileri de görmüş gibi olduğu

kimseye.

İlim, ilim ehlini, hak eden insanlardan ilmi esirgeme-

sini men eder.

Belki de o kişi, kendi bilgisini onu hak edenlere vere-

cek, kim bilir?!

İlim tâlibi kitap ödünç aldığında kitabı geri vermekonusunda gereksiz yere gecikme göstermemelidir.Kitabın sahibi kitabı geri istediğinde geri verme-mek haramdır ve bu durumda kitabı geri vermeyengâsıp durumuna düşer. Seleften, ödünç alınan kita-bın geri verilmesinde yavaşlık göstermeyi kötüle-

yen nazım ve nesir türünde pek çok şey rivayet edil-miştir. Bu rivayetler el-Hatîb’in el-Câmi‘li-ahlâki’r-râvî ve’s-sâmi‘’inde yer almaktadır. Bu rivayetler-den birisi de Zührî’ye aittir: “Kitaplar konusundaaldatmadan sakın. Bu konudaki aldatma, kitabı sa-hibinden alıkoymaktır.” el-Hatîb şöyle demiştir:“Kitabın alıkonulması sebebiyle bir başkasının onuödünç almasına engel olunmaktadır.”

Üçüncü Mesele

Başkasının kitabı üzerinde izni olmaksızın düzelt-me yapmak caiz değildir. Bana göre bu kural Kur’andışındaki kitaplar için geçerlidir. Eğer Kur’an nüs-hasında yanlış veya hata mevcutsa mümkün oldu-ğunca dikkatli davranılarak düzeltilmelidir. Şayethatayı bulanın yazısı güzel değilse, yazısı güzel olanbirisinden o hatayı düzeltmesini istemelidir.

İlim talibi, kitabın sahibinin izni olmaksızın kitabınkenarlarına veya başlangıç ve sondaki boş sayfala-rına bir şey yazmamalıdır. Başkasının kitabını diğerbir kimseye ödünç vermemelidir. Dinin cevaz ver-diği zaruret hali dışında, üçüncü bir şahsa kitabıemanet de etmemelidir. Sahibinin izni olmaksızınkitabı çoğaltmamalıdır. Şayet kitap isim belirtil-meksizin insanların faydalanması amacıyla vakfe-dilmişse o kitabın çoğaltılmasında dikkatli davran-mak şartıyla bir sakınca yoktur. Birisi bu konuda şubeyti inşad etmiştir:

Ey benden kitap ödünç alan!

[Unutma ki] ödünç aldığın kitaba seni hoşnut ede-

cek şekilde davranırsan, bu beni de hoşnut eder.

Kitap, istinsah veya mütalâa edileceği zaman yeredeğil, yüksekçe bir mekâna konulmalıdır. Kitaplarbir yere sıralandığında da ıslanıp zarar görmemele-ri için yerden yüksek bir şeyin üzerine sıralanmalı-dır. Kitapların düzenlenmesinde de hangi ilme aitoldukları hususuna özen gösterilmelidir. Konusuen önemli ve değerli olan kitap diğerlerinin üstünekonulmalıdır. Aynı konudaki kitapların sıralanma-sında ise yazarın önem ve değeri dikkate alınmalı-

59

Kitaplarla iliflkinin adab› üzerineel-‘Almavî

dır. Kur’ân-ı Kerîm bütün kitapların üstünde bu-lunmalıdır. En uygun olanı, bir mahfaza içindeodanın en görünen yerindeki temiz bir duvara çiviveya benzeri bir şeyle asılmasıdır. Kur’ân-ı Kerîm’isırasıyla Buhârî ve Müslim gibi sadece hadis ihtivaeden kitaplar, Kur’ân tefsiri, hadis tefsiri, fıkıh, aka-id/kelâm, fıkıh usulü, nahiv ve sarf, Arap şiiri, aruzve benzeri konulardaki kitaplar takip etmelidir.

Kitapların sık sık düşmesini önlemek için büyükhacimli kitaplar küçük hacimlilerin üstüne konul-mamalıdır. Kitabın ismi alt dış sırtına yazılmalı vekitabın içindekiler listesi mıklebin karşısındaki içkapağa kaydedilmelidir. Aksi halde içindekiler liste-si baş aşağı yazılmış olur.

Kitapların güzelce dizilmesine özen gösterilmelidir.Üstteki kitapların ciltlerinin sırtı, alttaki kitapları-nın cildinin mıklep tarafının üstüne gelmelidir.Böylece kitaplar bir tarafa eğilmeden düzgün birşekilde durabilirler. Aksi halde her kitabın, cilt tara-fının sıkıca tutturulması sebebiyle, mıklep tarafı cilttarafından daha yüksek olduğundan zorunlu olarakkitaplar bir tarafa eğilecektir.

Kitaplar asla aralarında kağıt yaprakları veya ben-zeri nesnelerin saklandığı bir çekmece olarak kulla-nılmamalıdır. Buna ilaveten, kitabın üzerine otu-rulmamalı, yelpaze, yatak, dayanak veya sinek öl-dürmek için bir araç olarak kullanılmamalıdır. Say-faların kenarları ve uçları bazı cahillerin yaptığı gi-bi katlanmamalıdır. Parmakla kitabın sayfası çevril-diğinde sayfa yırtılacak veya nihayetinde yırtılması-na sebep olacak şekilde çevrilmemelidir. Ödünç alı-nan kitabın alımı ve geri verilmesinde kitabın için-de kalmış olabilecek notlar veya diğer gerekli kağıt-lar dikkatle tetkik edilip ayrıştırılmalıdır.

İlim tâlibi bir kitap satın alacağı zaman, kitabın ba-şına, sonuna, ortasına, bölümlerinin sırasına veformalarına bakmalı ve kitabın sıhhati konusundabir görüşe varmalıdır. Şâfi‘î’nin işaret ettiği üzerekitabın sıhhati konusunda zann-ı gâlibe yol açanhususlardan birisi de kitapta rastlanan düzeltme veilavelerdir. Bu tür ilave ve düzeltmeler kitabın sıh-

hatine delildir. Birisi de şöyle demiştir: “Bir kitapkararmadıkça aydınlanmaz”, yani yapılan düzelt-melerden dolayı bütün sayfaları kararmadıkça ki-tap sıhhatli hale gelmez.

Dördüncü Mesele

Dinî ilimlere dair bir kitaptan herhangi bir şey istin-sah edileceği zaman beden, elbise, mürekkep ve kâ-ğıdın temiz olması ve kıbleye dönülmesi gerekmek-tedir. Her kitap besmele ile başlar. Şayet kitabın ya-zarı besmeleyi yazmamışsa, istinsah eden onu yaz-malıdır. Besmelenin ardından “Üstad dedi ki” veya“Yazar dedi ki” şeklinde yazıp yazarın kaleme aldık-larını istinsah etmeye başlamalıdır.

Kitabın tamamını ve bir cildini bitirdiğinde, Allah’ahamd ve Resûlullâh’a -salât ve selâm üzerine olsun-salât ile bitirmelidir. Şayet kitabın istinsahı bitme-miş ancak kitabın herhangi bir cildinin istinsahı so-na ermişse en sonda şöyle yazmalıdır: “Birinci veyaikinci cilt bitti, bunu şu cilt takip edecek.” Eğer kita-bın istinsahı sona ermişse “Falanca kitap sona erdi”demelidir ki bunun çok büyük faydası vardır.

Yüce Allah’ın ismini her yazdığında teâlâ, sübhâne-hû, azze ve celle, tebâreke veya tekaddes gibi tazimbildiren ifadeleri eklemeli ve bunları kendisi de biz-zat söylemelidir. Nebî’nin -salât ve selâm üzerineolsun- ismini her yazdığında da hemen peşinde sa-lât ve selâmı yazmalıdır. Gerek önceki gerekse son-raki âlimler genellikle Hz. Peygamber’in isminin ar-dından sallallâhu aleyhi ve sellem yazmışlardır. Bel-ki de bu, Aziz Kur’ân’da Cenâb-ı Hakk’ın “Ona salâtve selâm ediniz” [el-Ahzâb, 33/56] şeklindeki emri-ne uyma arzusundan kaynaklanmaktadır. Müsten-sih, bazı nasipsizlerin sal‘am, sal‘, salm, sam veyasalsm şeklinde yaptıkları gibi Hz. Peygamber’e salâ-tı kısaltmamalı, tekrar tekrar yazmaktan usanma-malıdır. Irâkî’nin belirttiği üzere bu tür kısaltmalarmekruhtur. İlk defa sl‘m yazanın elinin kesildiği söy-lenmiştir. Şunu bilmelisin ki, Hz. Peygamber’e salâ-tı tam olarak yazmanın büyük sevabı vardır ve budünyada elde edilecek faydadan kat kat fazladır.

60

Kitaplarla iliflkinin adab› üzerineel-‘Almavî

Sahabeden birisinin adı geçtiğinde radıyallâhu anhveya rıdvânullâhi aleyh yazmalı, din önderlerindenbirisinin özellikle de önde gelen ve tanınmışların-dan birisinin ismi geçtiğinde ise rahimehullâh,rahmetullâhi aleyh veya teğammedehullâhu bi-rahmetihî yazmalıdır. Hem dinen hem de âdetensadece peygamberler ve meleklere tahsis edildiğin-den ilim talibi salât ve selâm ifadesini peygamber-ler ve melekler dışında herhangi bir kimse için kul-lanmamalıdır. Bu ifadelerden herhangi birisindenbir kelime unutulduğunda buna çok fazla dikkatgöstermesi [yazarak tamamlamaya çalışması] zo-runlu değildir, bunun yerine sözle tamamlamasıkâfidir. Ahmed b. Hanbel rivayet sırasında salât veselâm, radıyallâhu anh ve rahimehullâh gibi ifade-leri kaydetmemiş ancak kendisi rivayet sırasındabizzat söylemiştir. Selâmı söylemeyip sadece salâtısöylemek veya bunun tam tersini yapmak Neve-vî’nin belirttiği üzere mekruhtur.

Beşinci Mesele

İlim talebiyle meşgul olan kimse güzel yazmak içinçok uğraşıp vakit harcamamalı, bunun yerine yaz-dığının doğru-düzgün olmasına özen göstermeli-dir. Ta‘lîk denen harflerin birbirlerinden ayırt edile-meyecek şekilde bitişik olarak yazılmasından vemeşk olarak isimlendirilen karalama türündeki hız-lı yazmaktan da mümkün olduğunca kaçınmalıdır.Hz. Ömer -Allah ondan razı olsun- şöyle demiştir:“En kötü yazı karalama türündeki (meşk) yazı, enkötü okuyuş tükürükler saçarak okumak ve en düz-gün yazı en okunaklı olanıdır.”

Çok ince yazmaktan kaçınılmalıdır, zira özellikleyaşlılık ve görme duyusunun zayıflaması sebebiyleihtiyaç halinde bu tür ince yazıdan istifade etmekmümkün olmayabilir. Ancak ince yazı, kâğıda vere-cek parası olmayan veya yolculuk sırasında kitabınyanında yük olmamasını isteyen kimse tarafındankullanılabilir. Bu şartlar altında ince yazı kullan-makta bir sakınca yoktur.

Daha önce ifade edildiği üzere safradan yapılanmürekkeple (hibr) yazı yazmak is’ten mamul mü-rekkeple (midâd) yazmaktan daha iyidir. Kalem,yazma süratini engelleyecek kadar sert ve çok ça-buk tükenip bitmesine yol açacak derecede yumu-şak olmamalıdır. Birisi şöyle demiştir: “Eğer yazınıdaha iyi hale getirmek istiyorsan, kalemini keskin-leştirmek için kestiğin kısmı uzun tutup kalınlaştır,kalemin ucunu da sağ tarafa eğik hale getir.” Kale-min ucunu sivriltmek ve [hatalı yazılan kısmı] sil-mek için kullanılan bıçak çok keskin olmalı ve baş-ka amaçlar için kullanılmamalıdır. Kalemin ucu-nun üzerinde sivriltildiği küçük levha son derecesert bir malzemeden yapılmış olmalıdır. Son derecekuru Fârisî kamışı ile sert ve cilâlanmış abanoz tav-siye etmektedirler.

Önceki nesillerden yazı yazma âdâbıyla ilgili rivayetedilen hususlara da riayet edilmelidir. Muâviye b.Ebî Süfyân’dan -Allah her ikisinden de razı olsun-şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Rasûlullâh -salât veselam üzerine olsun- şöyle buyurdu: Ey Muâviye!Divitindeki [mürekkebi karıştırmak için] pamukkullan, kaleminin ucunu eğik şekilde sivrilt, [bes-meleyi yazarken] be harfini dosdoğru yaz, sin harfi-nin dişlerini birbirinden ayırt et, mim harfinin yu-varlağının içini doldurma, lafzatullâhı çok güzel birşekilde, er-rahmânı uzatarak ve er-rahîmi hoş birtarzda yaz. Kalemini sol kulağının arkasına koy kibu sana yaptığın işi hatırlatır.”

Zeyd b. Sâbit’ten -Allah ondan razı olsun- de şöyledediği rivayet edilmiştir: “Rasûlullâh -salât ve selâmüzerine olsun- şöyle buyurdu: Bismillâhirrahmâ-nirrahîm yazacağın zaman sin harfini belirgin birşekilde yaz.” Bu konuda pek çok hadis ve selefinşöhret bulmuş çok sayıda sözü bulunmaktadır. Câ-bir’den -Allah ondan razı olsun- şöyle dediği rivayetolunmuştur: “Biriniz bir şey yazdığında onu kumlakurutsun; bu, hedeflenen amaca ulaşma konusun-da oldukça başarılı bir yoldur.” Ebû Hüreyre’den -Allah ondan razı olsun- şöyle dediği rivayet edil-miştir: “Allah Rasûlü -salât ve selâm üzerine olsun-

61

Kitaplarla iliflkinin adab› üzerineel-‘Almavî

şöyle buyurdu: Melekler, bana yazılı olarak salât ge-tiren kimsenin, ismim o kitapta yazılı olarak kaldığımüddetçe Allah’tan bağışlanmasını isterler.”

Altıncı Mesele

[Selef], yüce Allah’ın isminin muzâfun ileyh olduğuAbdullah, Abdurrahman veya Rasûlullâh gibi keli-melerde muzâf ile muzâfun ileyhin arasını ayırmayıhoş görmemişlerdir. Dolayısıyla çirkin bir görüntüarz ettiğinden, satırın sonuna abd veya rasûl yazıpdiğer satırın başına Allah, er-Rahmân veya Rasûlyazılmamalıdır. Bu tür bir yazım tenzîhen mekruhgörülmüştür. el-Hatîb ve diğerlerinin açık ifadeleri-ne göre ise tahrîmen mekruhtur ve kaçınılması ge-rekmektedir. İktirâh’ta ise bunun edeble ilgili birhusus olduğu belirtilmiştir. Irâkî’nin dediği gibi bukurala Rasûlullâh’ın -salât ve selâm üzerine olsun-ve sahabelerin -Allah hepsinden razı olsun- isimleride dâhildir. Mesela “sâbbu’n-nebiyyi kâfirun [= Ne-bîye söven kafirdir]” ve “kâtilu İbn Safiyye ya‘nî ez-Zübeyr ibn Avvâm fi’n-nâr [İbn Safiyye’nin yani Zü-beyr ibn Avvâm’ın katili cehennemliktir]” ifadele-rinde sâbb [= söven] veya kâtil kelimeleri satırın so-nuna ve geri kalan kelimeler diğer satırın başına ya-zılmamalıdır. Çok çirkin bir görüntü arz ettiği gibihem yazımı hem de özellikle önceki satırın sonunudeğil de sadece sonraki satırın başını telaffuz etmedurumunda haram bir fiile yol açmış da olmaktadır.

Aralarında muzâf-muzâfun ileyh ilişkisi bulunma-yan bazı ifadelerin de ayrı olarak yazılmaları pekhoş değildir. Mesela Hz. Ömer’in -Allah ondan razıolsun- şarap içen bir kimsenin sarhoş olduğu haldeRasûlullâh’ın -salât ve selâm üzerine olsun- huzu-runa getirilmesiyle ilgili “fe-kâle Ömer ahzâhu’llâ-hu eksera mâ yu’tâ bihî [= Ömer dedi ki: Allah bukimseye verdiğinin fazlasını almıştır]” şeklindekisözünün başındaki fe-kâle [= Dedi ki] satırın sonu-na ve ifadenin geri kalanını diğer satırın başına yaz-mak uygun değildir. Eğer Allah, Rasûlullâh ve saha-benin isimlerinden sonra gelen kelimelerde bahsigeçen sakıncalı durumlardan birisi sözkonusu de-

ğilse o takdirde kelimeleri birbirinden ayırmaktabir mahzur yoktur. Ancak yine de birlikte yazılma-ları da daha iyidir. Kimileri tek bir isim oldukları ge-rekçesiyle ehade aşara gibi kelimeler yanında, iza-fet ve mezc yoluyla oluşmuş bileşik kelimelerin ay-rı olarak yazılmalarını da mekruh görmüşlerdir.

Yedinci Mesele

İlim talibinin [istinsah ettiği] kitabını doğru ve gü-venilir bir asılla mukabele etmesi gerekir. Mukabe-le, faydalanılmak istenen kitap açısından oldukçaönemlidir. Urve b. ez-Zübeyr oğlu Hişâm’a -Allahonlardan razı olsun- “Yazdın mı?” diye sormuş. Hi-şâm “Evet” deyince bu defa “Yazdığını karşılaştırdınmı, yani bir başka doğru nüshayla mukabele ettinmi?” demiş, Hişâm “Hayır” cevabını verince, “Öy-leyse yazmadın” demiştir. İmam Şâfi‘î ve Yahyâ b.Ebî Kesîr de şöyle demişlerdir: “[Bir nüshadan] is-tinsah edip de yazdığını karşılaştırmayan, yani mu-kabele etmeyen kimse, tuvalete girdikten sonra ta-haret almayan kimseye benzer.”

İstinsah edilen nüsha, bir başka doğru nüshayla ve-ya hocanın nezaretinde mukabele edilip düzeltil-dikten sonra harflerin noktaları ve harekeler konul-malı, karıştırmaya müsait yerler harekelenmeli,yanlış yazımın muhtemel olduğu yerlere azamî dik-kat gösterilmelidir. Noktasız ve harekesiz anlaşılanyerleri, pek bir faydası olmadığı için noktalamak veharekelemekle uğraşmaya gerek yoktur. Âlimleryanlış okuma ihtimali bulunan kelimeler dışındanoktalama ve harekelemeyi hoş karşılamamışlardır.Bir edîb şöyle demiştir: “Kelimelerin noktalanmasıyanlış anlamanın (isti‘câm), harekelenmeleri isemetinde karşılaşılacak zorlukların (işkâl) önüne ge-çer.” Bir başkası da “Nice eserin ortaya koymak iste-diği neticeler, bölümleri noktalanmadığı için anla-şılmamıştır” demiştir.

Diğer yandan noktalama ve harekelemenin, bu ilmeyeni başlayan kimseyi düşünerek bütün kitaba teş-mîl edilmesi gerektiği de söylenmiştir. Kâdî Iyâz dabu görüşü tasvib etmiştir. Çünkü ilme yeni başlayankimse zor ve basit pasajlar ile doğru ve yanlış hare-

62

Kitaplarla iliflkinin adab› üzerineel-‘Almavî

kelenmiş olan kelimeleri birbirinden ayırt edemez.Zira bir pasaj bir kısım insana göre gayet belirgin-ken, diğerleri için zor olabilir. Ayrıca kimi zaman zorolan kısımlar, her şey son derece doğru gözüktüğüiçin açık-seçik zannedilebilir ve zorlukları ancak da-ha sonra fark edilebilir. Bazen bir hadisin hareke-lenmesindeki ihtilaf sebebiyle hadisten çıkartılanhükümde de farklılıklar sözkonusu olmaktadır. Me-sela “Ceninin zekâtı annesinin zekâtıdır (zekâtu’l-cenîn zekâtu ümmihî)” hadisini Şâfi‘îler, Mâlikîlerve diğerleri gibi cumhur-ı ümmet, mübteda-haberşeklinde kabul edip “zekât ümmihî” ibaresindekizekâtı ref‘ halinde okuyarak cenin adına zekat ge-rekmediğine hükmetmişlerdir. Hanefîler ve başka-ları da aynı kelimeyi teşbîhi esas alıp nasb halindeokumuş, annesinin zekatı gibi onun için de zekatverilir şeklinde anlayarak cenin adına zekat gerekti-ğine hükmetmişlerdir. Bir diğer örnek de “Evlat ebe-veyninin hakkını ancak onlardan birisini köle olarakbulup satın alarak özgürlüğüne kavuşturması duru-munda ödeyebilir (lâ yeczî veledun vâliden illâ enyecidehû memlûken fe-yeşteriyehû fe-yu‘tikuhû)”hadisidir. Dört mezhebin kurucu imamlarının daiçinde olduğu cumhûr-ı ümmet fe-yu‘tikuhû keli-mesini ref‘ halinde okumak suretiyle ebeveyndenbirisinin çocuğunun mülküne girmesiyle birlikteözgürlüğüne kavuştuğu görüşüne kâil olmuşlardırki meşhur olan da bu görüştür. Buna göre fe-yu‘tiku-hû kelimesindeki zamir fiile delalet eden mahzuf birmasdara dönmektedir. Buna göre çocuğun ebevey-ninden birisini köleyken satın alması onu özgür kıl-maktadır. Burada bizzat satın alma sayesinde her-hangi bir söze gerek kalmaksızın özgürlük gerçek-leşmektedir. Bu görüşü fe-yu‘tiku aleyhi ve fe-hüvehurrun şeklindeki iki farklı rivayet de desteklemek-tedir. Ancak Dâvûd-ı Zâhirî sözkonusu kelimeyi, fe-yeşteriyehûya atfen nasb halinde okumuştur ki budurumda özgürlüğe kavuşturan bizzat çocuk ol-maktadır. Dâvûd-ı Zâhirî’ye göre çocuğun bizzat öz-gür bıraktığını söylemesi gerekmektedir, tek başınamülkiyet özgür bırakmaya yetmemektedir.

Her halükârda kıyasın sözkonusu olmadığı ve ön-cesinde ya da sonrasında hakkında bir işaretin bu-

lunmadığı karışıklığa mahal olan isimler mutlakaharekelenmelidir. Eğer gerek duyulursa zor kelime-ler ya metinde harekelenerek ya da kelimenin hiza-sına gelecek şekilde kenara yazılmak suretiyle tes-pit edilmelidir. Her ikisini birlikte yapmak yanlışanlamaya mahal vermemek açısından daha iyidir.

Taşan mürekkep ve benzeri sebeplerden dolayıokunması zor olan kelimeler kenara açık olarak ya-zılmalı ve onun üzerine [açıklama anlamında] be-yân veya [onun kısaltması olarak] nûn harfi yazıl-malıdır. Metnin kenarına kelimenin düzeltilmişşekli aynen yazılabileceği gibi, herhangi bir karışık-lığa mahal vermemek üzere tek tek harflerin sıra-lanması [yani harflerin birbirine bitiştirilmemesi]şeklinde de yazılabilir. Bunun yanı sıra harfleri“noktasız ha, noktasız dâl, iki noktalı te, üç noktalıse” ve benzeri şekilde yazmak gibi önceki nesillerinuyguladığı usul de takip edilebilir. Harflerin nokta-larının konulmasıyla ilgili olarak asılı kâfın ortasın-da küçük bir kâf veya hemze, lâmın ortasına da ay-nı şekilde ___ yazılmalıdır. Ancak sözkonusu ___, _şeklinde olmamalıdır.

Sekizinci Mesele

İlim tâlibi, bir kitabı incelemesi sırasında şüpheduyduğu veya bir başka ihtimalin bulunduğu kısım-ları düzeltip açıklığa kavuşturduktan sonra, bu dü-zeltmelerin üzerine küçük bir sahha yazmalıdır. Ki-tapta [yazar tarafından] veya kitabın bir nüshasında[müstensih tarafından yapılan] hatanın üzerine deküçük bir kezâ veya hâkezâ raeytühû [= aynen buşekilde gördüm] diye yazmalıdır. Kitabın kenarınada sözkonusu yanlışın doğrusunu kesin olarak bili-yorsa savâbuhû kezâ [= doğrusu şöyledir], eğer bukonuda zann-ı gâlibe sahipse le‘allehû kezâ [= muh-temelen şöyledir] şeklinde yazmalıdır. Zor pasajlaradair yapılacak şüpheli düzeltmeler bir dabbe ile gös-terilmelidir ki, bu sahhanın kısaltması şeklindeki –

’dır. Eğer yapılan düzeltmede daha sonra karar kı-lınır ve bu kesinleşirse o zaman bu kısaltmanın so-nuna bir ha eklenir ve böylece sahha olmuş olur. Ve-ya düzeltilen kısım daha önce belirtildiği şekliyle

63

Kitaplarla iliflkinin adab› üzerineel-‘Almavî

kenara da yazılabilir. Denilmiştir ki: Sâd harfininöncelikle hakkında kesin karar verilmeyen düzelt-meler için daha sonra da eseri inceleyeni müstensi-hin eseri aktarma konusunda bir dikkatsizliğinin ol-madığı ve bir hata yapıp da onu düzeltmeye çalıştı-ğını zannetmemesi gerektiği konusunda uyarmakiçin kullanıldığına işaret etmişlerdir. Yine de ara sırakimilerinin eserin doğru olan bir kısmını kalkıp de-ğiştirmeye cüret ettikleri de vakidir.

Dokuzuncu Mesele

Yazılan kısımda bir fazlalık veya yanlış yazılan birşey varsa bu, şu üç yoldan birisi seçilerek düzeltil-melidir:

1. Kâğıdın bıçak veya benzeri bir şeyle kazınma-sı (keşt). Bu uygulamaya sıyırmak (beşr) ve ov-mak (hakk) da denilmektedir. Aşağıda gelece-ği üzere diğer metotlar buna oranla daha iyi-dir. Ancak bu metot da özellikle [yanlış konu-lan] nokta ve harekelerin izalesinde oldukçaetkilidir.

2. Eğer mümkünse kâğıdı kazımadan silmek(mahv). İbnü’s-Salâh’a göre bu metot birinci-sinden daha iyidir ve farklı uygulama şekillerivardır.

3. Üstünü çizme (darb). Bu metot ise özelliklehadis kitapları sözkonusu olduğunda kazımave silmeden daha iyi bir metottur. Bu konudaşöyle rivayet edilmiştir: Üstatlar semâ‘ mecli-sine bıçak getirilmesini hoş karşılamazlardı,çünkü rivayetler muhteliftir ve [yanlış olduğudüşünülerek] silinen bir şey doğru olabilir veikinci defa yazılması gerekebilir.

Üstünü çizmenin nasıl yapılacağı hususunda beşmeşhur görüş bulunmaktadır:

a. İptal edilecek harflerin üzerine devamlı birçizgi çizmek.

b. İptal edilecek harflerin üzerine onlardan ayrıbir çizgi çizmek. Bu çizginin uçları sözkonusu

harflerin başlangıç ve sonlarına dokunmalı-dır. Bahsi geçen çizgi ters be harfi gibidir:

c. İptal edilecek kelimelerin ilkinin üzerine lâ ve-ya min, sonuncusunun üzerine de ilâ yaz-mak. Bu, buradan şuraya kadarki kelimelerinsilinmesi gerektiğini göstermektedir.

d. İptal edilecek kelimelerin ilki ile sonuncusu-nun başına birer yarım daire ( ) çizmek.

e. İptal edilecek kelimelerin ilki ile sonuncusu-nun başına birer sıfır yazmak. Bu küçük daire-ye sıfır denmesinin sebebi, herhangi bir doğ-ruluk ihtimalinin bulunmamasına işaret et-mesi sebebiyledir. Aritmetikçiler de herhangibir sayının bulunmadığı yerlere işaret ettiğiiçin onu bu şekilde isimlendirmişlerdir.

Eğer bir kelime yanlışlıkla tekrar yazılmışsa veyalüzumsuzsa ilki yerinde doğru olarak yazıldığın-dan tekrar edilen ikinci kelimenin üstü çizilmeli-dir. Ancak tekrar yazılan kelimenin görünüşü dahagüzel ve okuması daha kolay ise o zaman birincikelimenin üstü çizilmelidir. Şayet tekrarlanan keli-melerden ilki satırın sonuna [ikincisi diğer satırınbaşına] denk gelmişse, o takdirde diğer satırın baş-langıcını hatasız bırakmak için ilk kelimenin üstüçizilmelidir. Genel olarak satırların başlangıç vesonlarına müdahale etmemek esastır, [ancak illamüdahalede bulunulacaksa, satırın sonuna müda-halede bulunulmalı] satırın başına dokunulma-malıdır.

Şayet tekrar edilen kelime muzâf-muzâfun ileyh,mevsûf-sıfat, mübteda-haber veya ma‘tûf-ma‘tû-fun aleyh yapılarının bir öğesiyse ve satır sonunda[veya satır başında] yer alıyorsa, aralarında irtibatbulunan iki şeyi birbirinden ayırmamak için birisi-nin üstünü çizmemeye özen göstermek daha iyidir.Kâdî Iyâz, cümlenin manasına dikkat etmenin, ya-zının güzel görünmesine özen göstermekten dahaönemli olduğunu söylemiştir.

Eğer ilim talibi bir üstadın yardımıyla veya muka-bele yoluyla istinsah ettiği nüshayı düzeltiyorsa,

64

Kitaplarla iliflkinin adab› üzerineel-‘Almavî

düzeltmeyi bıraktığı yere “buraya ulaştı (belağa)”,“buraya kadar gözden geçirildi (belağa’l-arzu)” ve-ya bu anlama gelebilecek bir ifade yazmalıdır. Şayetbu, hadis semâ‘ edilen mecliste yapılıyorsa o zaman“birinci oturumda buraya kadar gelindi (belağa fi’l-mî‘âdi’l-evvel)” şeklinde oturum sayılarını belirte-rek yazmalıdır. Bu tür ifadelerin son derece büyükfaydası vardır.

Onuncu Mesele

İki söz veya iki hadis arası bir daire veya kalınca birnoktayla ayırt edilmelidir. Hedeflenen amaca ulaş-mayı zorlaştırdığı için hiçbir işaret koymadan bü-tün kitap tek bir şekilde yazılmamalıdır. İşaret ko-nusunda âlimler daireyi diğerlerine tercih etmişler-dir ki, bu hadis âlimlerin çoğunlukla kullandığı birusuldür. Sözkonusu daire şu şekildedir: O

Hadis âlimleri kitaplarında kısaltmalar kullanmayıâdet haline getirmişlerdir. Bu kısaltmalardan bazı-ları şunlardır: Haddesenâyı kimileri snâ, kimileri,nâ, kimileri dsnâ olarak kısaltmıştır. Ahbaranâyı isebazıları enâ, bazıları, arnâ, bazıları abnâ şeklindekısaltmışlardır. Haddesenîyi bazıları sny, bazıları dadsny olarak kısaltmıştır. Ahbaranî, enbe’enâ ve en-be’enî’yi ise kısaltmamışlardır. Benzer şekilde riva-yet arasında isnatta geçen kâleyi bazıları kaf harfiy-le kısaltmışlardır. Kimileri de şu şekilde onları biraraya toplamıştır: ksnâ, yani kâle haddesenâ. Irâkîbunun kullanılmaması gereken bir ifade olduğunusöylemiştir. Arap olmayanlar tarafından yazılmışeserlerde de bu türden kısaltmalar mevcuttur. Me-sela matlûb için mt, muhâl için mh, bâtıl için bt, hî-neizin için vh, fehîneizin için fh, ilâ âhirihî için elhve musannif için ms gibi.

Yine bu türden olmak üzere isnatlardaki yuhaddisukelimesi gibi yazılmayan ancak sözlü olarak söyle-nen kelimeler de bulunmaktadır. İsnatlarda semi‘tufülânen an fülânin şeklinde geçen ibare semi‘tu fü-lânen yuhaddisu an fülânin şeklinde okunmalıdır.Bu çok sık yapılan bir uygulamadır. Aynı şekilde

tekrarlanan kâle kelimesi de yazılmasa bile okun-malıdır. Mesela Sahîh-i Buhârî’deki senâ Sâlih ibnHibbân kâle kâle Âmir eş-Şa‘bî ibaresinde yer alaniki kâleden birisi yazımda hazfedilmeli ancak sözlünakilde tekrarlanmalıdır. Benzer bir diğer kelime deennehûdur. Mesela haddesenâ fülânun ennehû se-mi‘a fülânen yekûlu ibaresindeki ennehû yazılmasabile sözlü olarak aktarılmalıdır. Bu konuya Hâfızİbn Hacer Fethu’l-Bârî isimli eserinde dikkat çek-miştir, ancak onun dışında bu konuya değinen pekkimse yoktur. En iyisini Allah bilir.

Bir başka grup da bir kısmı kısaltılan ve diğer kısmıduruma göre sözlü olarak nakledilen kelimelerdir.Bunların en meşhuru bir senetten diğerine geçişiifade etmek üzere noktasız ha harfiyle kısaltılantahvîl kelimesidir. Bunun, iki senet arasına girdiğiiçin hâil kelimesinin kısaltması olduğu ileri sürül-düğü gibi Mağrib uleması da hadîs kelimesinin kı-saltması olduğunu söylemiş, kimileri de sahhanınkısaltması olduğunu iddia etmiştir. İbn Salâh da hakısaltmasının yerine kimi zaman açık olarak sahhayazılabileceğini belirtmiştir. Hanın sözlü olarak ak-tarımı konusunda ise görüş ayrılığı bulunmaktadır.En doğrusu, tek başına ha şeklinde yazıldığı gibiokurken de bu şekilde söylenmesidir. Kimileri telaf-fuz edilmemesi gerektiğini, kimileri de kısaltmasıolduğu asıl kelimenin, yani hadîs veya sahhanın te-laffuzunun daha doğru olduğunu ileri sürmüşler-dir. Bu hususların bilinmesi son derece faydalıdır.

Bunlar dışında bir kısmı kısaltılan ancak ne kısaltı-lan kısmın ne de kısaltmanın yapıldığı asıl kelime-nin okunması konusunda bir ittifakın bulunmadığıkelimeler vardır ki, bunlar belirli eserlerde karşımı-za çıkan özel teknik terimlerdir. Hadis kitaplarınınçoğunda Buhârî için hı, Müslim için m, Tirmizî içint, Ebû Dâvûd için d, Nesâî için n, İbn Mâce el-Kaz-vînî için ch veya k, İbn Hibbân için hb, Dârekutnîiçin tı kısaltmaları kullanılmaktadır. Bunlar çokçakullanılan kısaltmalardır. Bunlar dışında Ucâle veUmde isimli eserleri sebebiyle İbnü’l-Mülakkanayn, İmam Mâlik m, Ebû Hanîfe ha ve Ahmed elif

65

Kitaplarla iliflkinin adab› üzerineel-‘Almavî

harfleriyle kısaltılmıştır. Belirli bazı ifadeler, görüş-ler, mezheplere de kimi zaman kısaltmalar aracılı-ğıyla atıfta bulunulmaktadır.

Bu ve benzeri kısaltmaları eserinde uygulayan kim-senin kullandığı teknik terimlerin [kısaltmalarını]büyük bir dikkatle açıklaması gerekmektedir, zirateknik terimler tartışılmazdırlar. Eserde geçen tek-nik terimlerin [kısaltmalarının], okuyucunun onla-rın işaret ettikleri anlamları kavrayabilmesi için gi-riş kısmında açıklanması daha uygundur. Pek çokâlim kısalık veya benzeri bir sebeple bu yolu tercihetmişlerdir. En iyisini Allah bilir.

Kitabın kenarlarına ilgili faydalı notlar almakta birbeis yoktur. Kenara yazılan notun sonuna sahhakaydı düşülmemeli, bunun yerine yazılan notun ki-tabın bir parçası olmadığını göstermek için meselarakam yazılmalıdır. Kimileri kitabın kenarına yazı-lan notun başına __ yazmaktadırlar.

Kitabın kenarına sadece, problemli veya şüpheliyerlere, remizlere veya hatalı kısımlara işaret etmekiçin not düşülmelidir. Metinle alâkası olmayan ay-

rıntılarla kitabın kenarları doldurulmamalıdır. Çok

fazla not düşüp de kitap okunmaz hale getirilme-

melidir.

Daha belirgin olması sebebiyle bölüm başlarında,

başlıklarda, alt bölümlerin başlangıçlarında ve pa-

ragraflarda kırmızı mürekkep kullanmakta bir sa-

kınca yoktur. Metinle iç içe olan şerhlerin yazımın-

da da metin kısmını kırmızı mürekkeple yazmak

veya metin kısmının üstüne uzunca bir çizgi çiz-

mek metinle şerhin karışmasını önleyen bir usul-

dür. Ancak bu durumda kırmızı mürekkep kullan-

mak daha iyidir, çünkü [aksi halde] tek bir harf dahi

olsa karışıp bir kelimenin bir kısmı metne diğer kıs-

mı şerhe aitmiş gibi gözükebilir. Bu tür karışıklık-

ların önüne metin kısmının üzerine çizgi çekerek

değil, kırmızı mürekkep kullanarak geçilebilir. Bu

ve benzeri hususların örneklerine fıkıh kitaplarında

sıkça rastlamak mümkündür. Bahsi geçen uy-

gulamalar kitabın mütalâasını kolaylaştırmayı

amaçlamaktadır. En iyisini yüce Allah bilir.

66

Kitaplarla iliflkinin adab› üzerineel-‘Almavî

67

‹ki Dünya Savafl› Aras› Türk ve Alman D›fl Politikalar› Aras›ndaki Yaklafl›m Farklar›Ali Erken

İki Dünya Savaşı Arası Türkve Alman Dış PolitikalarıArasındaki Yaklaşım Farkları*

Ali Erken

I. Dünya Savaşı ile II. Dünya Savaşı arası dönem, dışpolitika açısından çok hareketli ve değişken bir dö-nem olarak göze çarpmaktadır. Kurulu bir dünyadüzeninin son bulup yerine farklı bir düzenin orta-ya çıkması sürecinde I. Dünya Savaşı sonrası şahitolunan hadiseler, gerek bu savaş öncesi dönemininmirasına gerek de II. Dünya Savaşı ve sonrası geliş-melere ışık tutması açısından önem arz etmektedir.

1919-1939 arası dönemin devletler arasındaki dışpolitika ilişkileri, ağırlıklı olarak I. Dünya Savaşı’nınortaya çıkardığı tablonun bir yansıması olarak de-ğerlendirilebilir. Ancak hadiseleri tamamen bu sa-vaşı referans alarak değerlendirmek de eksik bir de-ğerlendirme olacaktır.

Bu yazıda öncelikle yeni Türk Devletinin dış politi-kada izlediği tutum ve bu politikanın tarihsel, sos-yal ve politik sebepleri ele alınacaktır. Bunun ya-nında I. Dünya Savaşı’ndan mağlup ayrılmış dev-letlerden Almanya’nın izlediği siyaset ile Türk dışpolitikası karşılaştırılmaya çalışılacaktır. Bu aşama-da bahsedilen devletler arasındaki yapısal benzer-likler ile farklılıklar ve izledikleri dış politikalar ara-sındaki farklı tercihler de dikkat çekicidir. Doğrusuusul olarak diğer devletlerin politikalarını göz önü-ne alarak Türk dış politikasını incelemek farklı açı-lımları da beraberinde getirecektir.

I. Dış Politika İhdası Üzerine Temel Yaklaşımlar ve Prensipler

Dış politika, coğrafî konum, tarihsel ve kültürel ar-ka plan gibi yapısal öncüllerin dışında ekonomik

göstergeler, iç siyasetteki gelişmeler ve dış politika-da var olan güçler dengesi gibi konjonktürel etken-ler ile de doğrudan alakalıdır (Aydın, 1999:153). Bu-nun yanında o ülkenin istediği kararları uygulaya-bilmeye muktedir olması, önündeki alternatif seçe-nekleri ve karar verici zümrenin zihni yapısı da ül-kelerin dış politikalarını şekillendiren önemli un-surlardır (Frankel, 1967:10). Bu açıdan bir devletinstratejisinin oluşumunda insan unsuru göz önünealınması gereken bir etkendir. Coğrafya ve tarih gi-bi sabit veya ekonomik, teknolojik gelişme gibi de-ğişken verilere ek olarak, tüm bunlara çarpan etkisiyapan insan unsuru ülkelerin stratejik kararlarınınşekillenmesinde büyük rol oynar (Davutoğlu,2001:34-35). İnsan unsurunun kalitesi ile gücü sabitve değişken verilerin değerlendirilmesi açıdan çokönemlidir (Davutoğlu, s. 36). Keza ‘devlet kararları’devletler tarafından değil onları temsil makamındabulunan bireyler ve gruplar tarafından alınan ka-rarlardır. Bu sebepten devletleri kişileştirme ve sü-rekli sabit karakterleri olan bireyler olarak görmekdoğru bir yaklaşım değildir, bu pencere aynı sebepve sonucu doğuran olayların açıklanmasında yeter-siz kalmaktadır (Waltz, 1979: 65).

Ulus ezeli bir siyasî birlik ya da hemen değişebilirbir insan topluluğu olarak algılanmamalıdır. Bila-kis tarihsel sürecin biçimlendirdiği bir zihin yapısı-nın ürünü olarak görülmelidir (Davutoğlu,2001:29). İnsanların belli kültür çevresi içinde bellicoğrafyalarda ürettiği sosyolojik, ekonomik ve po-litik yapılar, sabit güç verilerinin süreç içinde teza-hür etmesini ve var olan unsurların değişken po-tansiyel verilerle daha sağlıklı bir şekilde etkileşe-me geçmesini sağlar. Keza bu ortak mekan ve tarihbilinci içinde oluşan kimlik ülkelerin daha sağlıklıstratejik açılımlar yapabilmesini de beraberindegetirir (2001:23).

Yine bu yaklaşımla paralel olarak; güçler ayrılığı,bürokrasinin gücü ve organizasyonu, hükümetingüvenilirliği ve devamı, malî yapı ile askerî kaynak-

ların durumu gibi yapısal gerçekler de ülkenin dışsiyasetinde etkileyici unsurlar olduğu gerçeği göz-den uzak tutulmamalıdır (Frankel, s. 10-11).

Dış ilişkilerde güç kavramının nereye oturtulacağıda iyi anlaşılabilmelidir. Bu kavramın tanımların-daki ortak payda gücün bir figürün diğeri üzerindeistediğini yaptırabilmesi ya da ona etki edebilmesi-dir. Yani ilişkisellik ve sahip olma öğeleri ön planda-dır (Sönmezoğlu, 1995:135-136). Askerî, ekonomik,siyasî ve ideolojik güç öğelerinin kapasitesi, hedefive etki alanı (kapsamı), o gücün uluslararası ilişki-lerdeki rolüne tesir eden unsurlar arasında değer-lendirilmelidir (Bkz. Sönmezoğlu, s. 136-162).

Bu görüşlere ek olarak dikkat çekilmesi gereken birnokta da devletlerin iç politika sorunları ile dış po-litikası arasındaki ilişkidir. İç politika kararlarındadış politik gündemde yaşanan gelişmeler etkilidir(Waltz, s. 62). Aynı şekilde dış siyasetin şekillenme-sin de iç siyasetteki etkenler önemli rol oynar. Yanidış politika iç politikanın bittiği yerde değil, onunlabirlikte analiz edilmelidir (Sönmezoğlu, s. 477). Ör-neğin Brecher’a (1972:1-14) göre yönetici elitin ikti-darını elinde bulundurabilmesi çeşitli elitlerin dışpolitikadaki taleplerine verebileceği başarılı cevap-larla doğrudan ilişkilidir. Her devlet kendi dış siya-setini güderken ve bu siyasetini icraat sürecinde içsiyasî yapının gerekliliklerini göz önüne alır ancaknihai kertede alınan kararlar diğer devletlerle olanilişki ve bu devletlerin pozisyonları neticesinde ve-rilir (Waltz, s. 65).

Devletlerin izledikleri dış politika amaçları da ken-di içinde farklılık göstermektedir. Ulusal çıkar kav-ramı daha analitik bir bakışla incelendiğinde, birin-cil, ikincil ya da hayatî çıkarlar olarak ayrılabilir. Ke-za bu çıkarların devletin varlığının devam ettirilme-si, güvenliğinin, etki alanın ve prestijinin arttırılma-sı, uzun dönemli olarak da jeopolitik ve ideolojik yada statükocu veya emperyalist amaçlar doğrultu-sunda şekillenmesi de mümkündür (bkz. Sönme-zoğlu, s. 211-238). Tabi ki bu amaçların birbirlerinidışlayıcı değil birbirlerini tamamlayıcı ya da ortak

paydaya sahip unsurlar barındırdığı göz ardı edil-memelidir.

Nihayetinde dış politikada karar verme süreci sade-ce bireylerin kişisel tasarrufları ya da yapısal etken-ler göz önüne alınarak açıklanamaz (Snyder,1962:7). Bu paralelde, dış politikada alınan kararla-rı tamamen ahlakî ya da öznel bir bakış açısı ile de-ğerlendirmek ya da pür nesnel yapısal kriterler ışı-ğında ele almak sağlıklı olmayacaktır. Hadiselerifarklı pencereler üzerinden değerlendirebilmekuluslararası politika tercihlerini çözümlemek içinönemli bir gerekliliktir. Buna ek olarak dış politikaanalizleri karşılaştırmalı nitelikte olmalıdır (McGo-wan, 1976:219). Rosenau’ya (1971:77) göre karşılaş-tırma her amaç için en iyi yöntem olmasa da, teori-lerin uygulanabilirliğinin görülmesi açısından dahasağlıklı zemin hazırlayacaklardır.

Türk ve Alman dış politikalarını analiz ederken yu-karıdaki değerlendirmeler ışığında hadiseler, ‘Coğ-rafi konum ve tarihsel arka plan, yönetici zümreninzihin yapısı ve sosyo-ekonomik yapı’ ana başlıklarıaltında değerlendirilecektir. Aynı zamanda her ikidevletin iç siyasal yapıları ve dış politika amaçlarıincelenmeye gayret edilecektir. Bu çerçevede Tür-kiye’nin Alman devleti ile dış politika yönelimlerin-de hangi alanlarda farklılaştığını ve hangi alanlardabenzerlik gösterdiğini görmek daha rahat olacaktır.

II. Coğrafî Konum ve Tarihsel Arka Plan

A) Türkiye

1919 Sevr antlaşması imzalandığında Yeni TürkDevleti, kuzeyde Bolşevik Rusya, güneyde İngiliz veFransız kontrolündeki Irak ve Suriye, doğuda yineRusya ve İran, Batı’da da Bulgaristan ve Yunanistanile komşu durumundaydı. Bu tabloda öne çıkannokta Türkiye’nin sınırlarını oluşturan topraklarınon yıl öncesine kadar Osmanlı Devleti’nin idaresialtında bulunduğu gerçeğidir. Bir diğer önemli nok-ta ise gerek Yunanistan gerekse Irak ve Suriye’nin

68

‹ki Dünya Savafl› Aras› Türk ve Alman D›fl Politikalar› Aras›ndaki Yaklafl›m Farklar›Ali Erken

İngiltere ile Fransa’nın kontrolünde devletler oldu-ğudur. Yani diğer bir ifade ile yeni Türk Devleti dö-nemin 3 büyük gücü İngiltere, Fransa ve BolşevikRusya ile komşudur (Aydın, s. 157).

Türkiye’nin etrafının denizlerle kaplı olması avan-taj olduğu kadar dezavantaj da getirmektedir (Gö-ney, 1983:123). Gelişen deniz silahları Türkiye’yibirçok saldırıya açık hale getirmiştir (Deringil,1994: 34). Bu sebepten Türkiye çeşitli yollarla denizfilosunu kuvvetlendirme yoluna gitmiştir (Hale,2002:65). Nitekim Cumhuriyet kadrosunun dış po-litikada en önemli gündemlerinden biri Rusya ileolan Boğazlar sorunu olmuştur (Aydın, s. 163).

Türkiye her ne kadar topraklarının 4/5ini kaybetsede diğer devletlere oranla çok büyük bir sahaya sa-hiptir ve orta derecede geniş devletler mertebesin-dedir (Göney, s. 89). Ancak Türkiye’nin üzerindebulunduğu gerek fizikî gerek de beşerî mevkii (lage)kapladığı sahaya (raum) oranla daha önemlidir.Kültür merkezlerine olan yakınlığı, denizlere olankıyıları, dört mevsim farklı ürünler yetiştirmeyemüsait verimli toprakları ve komşuluk yaptığı dev-letler Türkiye’nin mevkiini önemli kılan öncüllerarasında yer almaktadır (Göney, s. 62-72). MeselaAvustralya ya da Sudan gibi ülkeler Türkiye’den da-ha büyük saha genişliğine sahip olsalar da fizikî vebeşerî mevkii itibari ile jeopolitik açıdan Türki-ye’den daha alt mertebede yer alan ülkelerdir. HansMantuneague göre, Türkiye’nin olağanüstü önemlibir jeopolitik konumu vardır. Bu hem yararlı hemde zararlıdır. Yararlıdır çünkü stratejik önemi olma-yan devletlere göre sesini daha çok çıkarmasınaolanak verir, pazarlık gücü askerî gücünün üzerin-dedir. Güçlü dostlar edinme şansını arttırır. Zararlı-dır çünkü bu durum güçlü devletlerle arasını açabi-lir ya da davet edilmedik koruyuculuk ilgisine yolaçabilir (Deringil, s. 3).

Yeni kurulan Türk Devleti resmi iç ve dış siyasî söy-levde Osmanlı imparatorluğunun mirasını reddet-miş olsa da coğrafî, ekonomik ve sosyo-kültürel açı-dan Osmanlı İmparatorluğu’nun mirası üzerine ku-

rulmuş bir devlettir. Nitekim Batılı devletler de TürkDevleti’ni Osmanlı’nın bir devamı olarak görmüş-lerdir. Bu sebepten, Türk dış politikası Atatürk’ünortaya koyduğu yeni söylev çerçevesinde şekillen-diği kadar, Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihsel vecoğrafî mirası üzerine de bina edilmiştir (Aydın, s.154). Osmanlı Devleti ilk kurulduğundan itibarenyeni topraklar elde etme yoluna gitmiştir. Ardından1700’lerde duran genişleme süreci tersine dönmüşve kazanılan toprakları müdafaa etme birinci önce-lik haline gelmiştir (Aydın, s. 153). Ancak bu esnadaOsmanlı kaybettiği toprakları geri alma arzusun-dan vazgeçmemiş, gerek 19. yüzyılda yapılan savaş-larda gerek de 20. yüzyılda yaşanan Balkan ve I.Dünya Savaşı’nda kaybedilen toprakları geri almafikri hep gündemde kalmıştır.

Yeni Türk Devleti’nin Osmanlı’dan aldığı bir diğermiras da büyük güçler arasındaki ayrılıklardan veproblemlerden faydalanma siyasetini devam ettir-mek olmuştur. (Hale, s. 70) Osmanlı’nın yaşadığıtecrübeler büyük güçlere karşı olan güveni iyicezayıflamıştır. Türk diplomatlar Avrupa’da çok dik-katli ve mütereddit figürler olarak ön plana çıkmış-lardır (Aydın, s. 155-56). Ancak yaşanan bu tecrü-beler Türkiye’nin Batılı devletlerle olan ilişkilerinidevam ettirmesine engel olmamıştır, çünkü tümbu tecrübelere ve şüpheli tavra rağmen Türkiye is-tikametini Batı medeniyetinden yana çevirmiştir.Bu süreçte güçler dengesinin asıl aktörlerinin yineBatı dünyasında olduğu gerçeği de göz ardı edil-memiştir. Bu süreçte Türk Devleti Osmanlı’nın ya-şadığı tecrübeleri göz önüne alarak dış devletleriniç siyasete müdahalesini asgariye indirmeyi arzuetmiştir (Aydın, s. 163). Türkiye Cumhuriyeti’nindış politikasını etkileyen tarihsel tecrübeler yöneti-ci zümrenin zihnî şekillenmesini de oldukça etkile-miştir.

B) Almanya

Yukarıdaki bağlamda Almanya örneği ele alındığın-da bir takım farklılıklar göze çarpmaktadır. Alman-ya jeopolitik açıdan Türkiye’den oldukça farklı bir

69

‹ki Dünya Savafl› Aras› Türk ve Alman D›fl Politikalar› Aras›ndaki Yaklafl›m Farklar›Ali Erken

pozisyonda yer almakla beraber gerek mevkii gerekde saha özellikleri açısından Türkiye kadar önemlive büyük bir ülkedir. Avrupa’nın kalbi (Heartland)olarak nitelenen Almanya kuzey sınırı dışında deni-ze kıyısı olmamakla birlikte, sahip olduğu mevkiaçısından Doğu ve Batı Avrupa’yı kontrolü altına al-maya müsait bir konumdadır. Yüzyıllar boyuncakara sınırları birçok nedenden ötürü değişikliğe uğ-ramış ve bu açıdan Almanya’nın jeopolitik yapısıhomojen olmayan bir yapı arz etmiştir. Sınırları ka-rarsız ve geçişkendir. Yine coğrafî konumu gereğiçok fazla sayıda ülke ile komşudur ve sınırlarını de-ğiştirme çabası her zaman için komşularının tepki-siyle karşılaşmıştır (Özcan, 2000:31-32).

Almanya’nın I. Dünya Savaşı sonrası komşu olduğuülkelerin Fransa dışında nispeten zayıf ülkeler ol-ması ve Almanya’ya karşı herhangi bir tehdit oluş-turamaması, bu ülkenin komşularıyla olan ilişkisiniTürkiye’den farklı bir bakış açısıyla inşa etmesinesebep olmuştur. Bu ülkeler, herhangi bir Alman sal-dırısına karşı koyabilecek güçte değillerdi.

Almanya’nın Türkiye’den bir diğer farkı ise tarihsel

mirası açısından ortaya çıkmaktadır. Almanya ken-

disini 1000 yıl önce kurulan Roma-Germen İmpara-

torluğu’nun varisi ve 300 yıllık Hohenzollern Hane-

danı’nın devamı olarak görse de, Alman Devleti te-

melleri 1800’lerde atılmaya başlayan ve 1871 yılında

nihai şeklini alan bir devlettir. Yani bu devlet Os-

manlı’ya nazaran çok daha genç ve yeni bir yapıda-

dır. Osmanlı’nın aksine saldırgan ve hırslı bir politi-

ka izlemekte olan Almanya I. Dünya Savaşı öncesi-

ne kadar herhangi bir toprak kaybı yaşamamıştır.

Bu sebepten statükoyu muhafaza ve sahibi olduğu

toprakları koruma Almanya için ikinci planda kal-

mıştır. Keza 19. yüzyılda Fransa ile girdiği Avrupa içi

liderlik mücadelesinin istikametini artık dünya dev-

leti olma yönünde değiştirmiş (weltmacht) ve İngil-

tere ile rekabete başlamıştır (Özcan, s. 35).

Almanya’nın üzerinde durulması gereken bir diğer

özelliği ise II. Frederick’in temellerini attığı ve her ne

kadar 19. yüzyılın ikinci yarısında zayıflasa da etkisi-

ni sürdürmekte olan ordu-sivil toplum ayrışmasıdır

(Halborn, 1943:170-72; Speier, 1943:308-10). Alman

(Prusya) Devletinde esas itibari ile ordu mensubu

kimseler (özellikle 19. yüzyılın ilk yarısında) halkın

diğer kademelerinden ayrı üst düzey bir eğitim al-

maktaydı. Bu elit grup burjuva sınıfından dahi belli

ölçüde soyutlanmış ve ülkenin yönetiminde ciddi

etkisi bulunan bir sınıf haline gelmişti (Speier, s.

308-10). Moltke ya da Ludendorff gibi komutanların

sadece askerî alanda değil siyasî olarak da hatırı sa-

yılır derecede ağırlık sahibi kimseler olması bu açı-

dan tutarlı bir zemine oturmaktadır. Bu kültürde as-

kerî stratejinin Almanya’nın dış siyasetinde belirle-

yici rol oynadığı gerçeği göz ardı edilmemelidir.

Almanya’nın dış politikasında etkin olan bu kültü-rün I. Dünya Savaşı’nın ardından etkisini kaybetti-ğini söylemek zordur. Ülke idaresi aslen generalle-rin ve ordu mensuplarının tasarrufunda kalmıştır.Savaş’ın önemli generallerinden Hindenburg ülkeyönetimine geçmiştir. Belli bir askerî ve stratejikeğitim almış olan Hindenburg’un düşüncesinde Al-manya her an için yeni bir savaşa hazır olmak zo-rundadır, toplum da buna yönelik olarak eğitilmişolmalıdır.

I. Dünya Savaşı nihayetinde Almanya temel esaslaraçısından dış politikasında ciddi bir dönüşüm ya-şamamıştır. Stresemann’a göre savaş sonrası döne-min getirdiği yaptırımlardan kurtulmaya çalışma-nın asıl amacı Almanya’nın savaş öncesi pozisyo-nunu ve hedeflerini yeniden yakalayabilmesidir(Kissinger, 1994:283). Bu açıdan I. Dünya Savaşı’nınAlman dış politikasına etkisi Türk dış politikasınaetkisine oranla daha zayıf kalmış, Alman dış politi-ka hedefleri temelde fazla değişikliğe uğramamıştır.

Tüm bu etkenlere paralel olarak, Almanya milliyet-çiliğinin kendine has yapısı ve gelişmiş jeopolitikekolü, bu devletin ikinci bir savaş için hazır olması-nı sağlayan iki önemli unsur olarak göze çarpmak-tadır. Bu iki öncül, sosyo-ekonomik yapı ve düşün-

70

‹ki Dünya Savafl› Aras› Türk ve Alman D›fl Politikalar› Aras›ndaki Yaklafl›m Farklar›Ali Erken

sel arka planı incelerken daha detaylı olarak ele alı-nacaktır.

Netice olarak her iki devletin de coğrafî ve tarihselyapıları hasebiyle dünya siyasetinde önemli devlet-ler olduğu anlaşılabilmektedir. Ancak burada dik-kat edilmesi gereken nokta sadece coğrafî ya da ta-rihsel öncüllerin siyasî tercihleri şekillendiremeye-ceği olmalıdır. Nitekim her devlet de dünya sava-şından yenik ayrılmış olsa bile, savaş sonrası izle-dikleri dış politika farklı olmuştur. Coğrafî açıdanise, üzerinde inşa edildikleri mekanla kurduklarıilişkinin nasıl bir ilişki olduğu sorusu cevaplanma-dan coğrafyanın dış politikadaki etkisi doğru anla-şılamayacaktır. Keza alan ve saha büyüklüğü veönemi açısından paralellik arz eden bu iki ülke çokfarklı yönelimler sergilemişlerdir. Bu farklılığın se-bepleri de yine bahsettiğimiz ulus ve mekan ilişki-sinde aranmalıdır.

II. Yönetici Zümrenin Tavrı ve Sosyo-PolitikÖncüllerin Dış Politikayı Şekillendirmesi

A) Türkiye

Ulus Devletin Doğuşu ve Ekonomi

Ulus devletin kuruluşu Türkiye’nin dış politikasınışekillendiren en ciddi unsurlardan biridir. AtatürkYeni Türk Devleti’nin hedefini “muasır medeniyetseviyesi”ni yakalamak olarak göstermişti. Bundandolayı, Türk modernleşmesi sürecinde ulus devle-tin kuruluşu önemli ve gerekli bir adımdır. Diğer biraçıdan, Chaterjee’ye göre milliyetçilik ve ulus dev-letin inşası üçüncü dünya ülkelerine emperyalistgüçlere karşı kendini tanımlayabilme ve onlara ko-yabilme gücü vermektedir. Yine bir başka iddiayagöre, Yeni Türk Devleti’nin tarihsel mirası ile bağla-rını koparması ve kendisini tanımlayan ‘dinî’ altya-pıyı terk etmesi, bu tercih için gerekli ortamı hazır-lamıştır, çünkü Türkiye’de bu arayışın daha öncegerçekleşmemesi ve ulusal hissiyatlarının uyanma-

masının da sebebi dinî unsurların baskın olmasınınönemi büyüktür (Feyzioğlu,1986:11).

İç politikada Kurtuluş savaşından sonra kontrolüele alan Atatürk, kendi iktidarını sağlamlaştırıcıadımlar atmaktaydı. Askerî alanda kurtuluş savaşı-nı idare eden gruptan Kazım Karabekir ve Rıfat Be-le gibi kimi isimler tasfiye edilirken, İsmet İnönüyönetici kadronun içinde kalmayı başarmıştı. Savaşsürecinde diğer işlevleri yerine getiren kimseleriçinde de bu ayrışma yaşanmıştı. Yaşanan bu yolayrımının neticesinde askerî ve idarî yapıda hakimkonuma gelen kimselerin ağırlıklı olarak geçmiştenkopuş ve seküler yeni bir ulus devletin kurulmasınısavundukları görülmektedir. Nitekim Lewis’e(1984:290-91) göre Atatürk Türk ulusuna ve ilerle-meye tüm benliğiyle inanmıştı; ona göre bu ikisiningeleceği de Batı uygarlığında yatıyordu.

Yaşanan sürecin ardından yeni ulus devletin doğu-şu normal olarak değerlendirilebilir ancak bu esna-da geçmişin nasıl yorumlandığı ve Türk kimliğininnasıl çizildiği soruları birçok açıdan önem taşımak-tadır. Özellikle 19. yüzyılda Osmanlı’da da hız kaza-nan batılılaşma süreci her ne kadar ciddi gelişmelerortaya koymuşsa da, Cumhuriyet kadrosu artık bu-nu bir kurtuluş reçetesi olarak görmemiştir. Yanisürece pragmatik yaklaşımdan uzaklaşmış, Batımedeniyeti ait olunması gereken bir medeniyetolarak kabul etmiştir. Bu kabul dış politik tercihler-de de önemli bir farklılaşmayı beraberinde getir-miştir. İçeride geçmişin izlerini silmeye yönelik yo-ğun gayret, dış siyasî arenada ise artık Batı medeni-yetin bir parçası olarak kabul edilmek arzusu Türki-ye’nin dış politik tercihleri etkilemiştir. Siyasî elit içyapıda Batı’yı rahatsız eden unsurları temizlemeyeçalışmış ve yeni uluslar arası konuma uygun bir si-yasî kültür oluşturmaya çalışmıştır. Bu tercih Davu-toğlu’na (2001:70) göre Türkiye’nin kendine özgübir medeniyetin zayıf halkası olmaktansa, Batı Me-deniyet havzasının güvenli şemsiyesi altına giripbölgesel bir güç olmayı tercih etmesidir.

Türkiye’nin iç siyasî yapılanmasında ortaya koyma-ya başladığı değişiklikler, yukarıda bahsedildiği

71

‹ki Dünya Savafl› Aras› Türk ve Alman D›fl Politikalar› Aras›ndaki Yaklafl›m Farklar›Ali Erken

üzere, dış politikada da kendini göstermeye başla-mıştı. Türkiye dünya savaşı sonrasında diğer mağ-lup devletlerin aksine agresif bir dış politikadan ıs-rarla kaçındı. Atatürk’e göre devletler arasında ebe-di dostluk ebedi düşmanlık yoktur, realizm vardır(Aydın, s. 161-162). Bu açıdan geçmişte yaşananlariçin kin tutmak ya da intikam peşinde koşmak uy-gun değildir. Tam (ekonomik, politik, kültürel) ba-ğımsızlık yeni ulusun en önemli amacıdır. Sevr’inardından verilen savaşın da bunun için olduğunuvurgulamıştır (Atatürk, 1980:402).

Atatürk’ün ‘pan’ ideolojilere bakışı da onun dış po-litikada takındığı tavırla uyum göstermektedir. Ata-türk I. Dünya Savaşı öncesi etkili olan Türkçülük,İslâmcılık ve Osmanlıcılık düşüncelerine soğukbakmış, bu akımlardan ziyade farklı bir Türk milli-yetçiliği kurgusu üzerinde durmuştur (Aydın, s.158). Atatürk’ün Türkçülük düşüncesine uzak dur-masının sebeplerinin başında bu akımın diğer em-sali hareketler gibi irridentist ve agresif bir yapıdaolması gelmektedir (Landau, 1995: 177). Ayrıca, buhareketin önderliğini dış ülkelerde, özellikle deRusya da yaşayan Türkler yapıyor ve hareket Türki-ye dışındaki Türkleri ön planda tutuyordu (s. 177).Türkçülüğün bu önceliklerine karşın yeni Türk mil-liyetçiliğinde asıl olan unsur anavatandaki Türkler-di. Atatürk’ün politik kurgusunda Türkiye dışındayaşayan Türkler üzerine bir siyaset inşa etmek yeralmıyordu (s. 182-87). İslâmcılık ise tabiatı itibariile yeni Türk Devleti’nin uygulayabileceği bir politi-ka değildi çünkü yeni Türk Devleti artık dış-siyase-tinde İslâmi kabuller yer almamaktaydı. İslâm’ıyaymak ya da gayrimüslimlere karşı savaşmak gibidüşünceler yeni Türk Devletinin temel doktrininezıt fikirlerdi (Aydın, s. 159).

Tüm bu alternatiflere karşı Atatürk’ün üzerindedurduğu nokta, yukarıda belirtildiği üzere, yeni bir‘Türk ulusu’ olgusuydu. Atatürk, Ziya Gökalp’in defikirlerinin etkisiyle, yeni bir ulus oluşturabilmeninyollarını aramaktaydı. Bu arayış aslında bir gerekli-lik olduğu kadar zorunluluk olarak da gözükmekte-

dir çünkü Yeni Türk Devleti’nin kuruluş aşamasın-da karşılaştığı en önemli problem emperyalist dev-letleri bertaraf edebilme problemidir. Farklı bir ulusbilinci ve ulus devletin kuruluşu, yukarıda da belir-tildiği üzere, mücadelenin devamlılığı açısındangereklidir. Bu paralelde daha önce insanlara yaban-cı olan ulus kavramı, Kurtuluş savaşı nutuklarındanitibaren yönetici kadronun söylevlerinde yerini al-maya başlamıştı (Aydın, s. 159). Ayrıca, gerek önce-ki savaşlarda gerek de kurtuluş savaşında vurgula-nan Cihad düşüncesinin yeni dönemde kullanıl-mayacak olması, artık farklı unsurların ön plana çı-karılmasını, farklı kimliklerin tanımlanmasını ge-rekli kılmaktaydı.

Bahsedilen konular göz önüne alındığında; dış poli-tikada yapılacak hamlelerin iç siyasetteki gelişme-lerle yakından ilişki içinde olduğu gözükmektedir.İç politikada sağlanacak başarı ve istikrar dış politi-kada da hükümeti rahatlatacaktı. Atatürk’ün “yurttabarış dünyada barış” ifadesi bu yaklaşım dahilindetutarlı bir çerçeveye oturmaktaydı (Aydın, s. 153).

Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomide izlediği yol dışpolitikaya tesir etmiş onu şekillendirici bir unsurolmuştur. Ancak Türkiye gelişmiş bir endüstri ülke-si olmadığından ve dışarıya bağımlı bir ekonomikyapıya sahip olmasından ötürü politik kararlarınıverirken kurduğu ilişkileri yıpratmamayı öncelikolarak gözetmiştir. Özellikle ilk kuruluş yıllarındaalternatif ticarî ilişkiler de geliştiremediği için heran karşılaşabileceği olası bir ekonomik yaptırımakarşı dikkatli olmuştur. Bu açıdan ekonomik ilişki-leri Türkiye için kullanabileceği bir yaptırım gücüolmaktan öte, ilişkilerinde onu zorlayan bir etkenolarak değerlendirilebilir. Bu ilişkilerde Türkiye’ninkullandığı koz, yeni sanayileşen bir ülke olarak uy-gulayacağı modeli, ülkeye yapılan yatırımları vekullanacağı yüksek teknolojiyi hangi ülkeden seçe-ceği olmuştur. Nitekim gerek Sovyetler gerek Al-manlar gerek de İngilizlerle devam ettirilen ilişki-lerde bu konular sıkça gündeme gelmiştir.

Bunun dışında yeni Türk Devleti temel hedef olarak

72

‹ki Dünya Savafl› Aras› Türk ve Alman D›fl Politikalar› Aras›ndaki Yaklafl›m Farklar›Ali Erken

ülke ekonomisinin dış güçlerden bağımsız hale ge-tirmeyi seçmiştir. Nitekim bu amaçta özellikleFransızlarla ciddi mücadeleler verilmiştir. (Derin-gil, s. 16; Soysal. 2001: 48-49). Sadece kapitülasyon-lardan kurtulmak değil, yerli sanayinin kurulmasıve dış ticarette bağlayıcı diğer yapısal düzenleme-lerden arınılması amaçlanmıştır. Atatürk’e göregeçmiş yıllardaki başarıların korunamamasının se-bebi iktisaden geri kalınmış olmasıdır, bu sebeptenartık Türk milletinin iktisaden çok daha kuvvetli ol-masını arzulamaktadır (Lewis, s. 459- 460).

Ancak gerek sanayileşme gerek de güçlü bir iktisadîyapının oluşması çok zahmetli ve zor bir süreç ol-duğu kadar askerî ve siyasî güç de gerektirmektedir.Yeni Türk Devleti’nin ise henüz bu askerî ve politikgücü bulunmadığından ilk yıllarda arzulanan he-defler tam olarak tutturulamamış, 1930 krizinin deetkisiyle ekonomide zor yıllar yaşanmıştır. Tümbunlara karşın sanayileşme ve tarımda yapısal de-ğişikliklere yönelik önemli adımların atıldığı kabuledilmektedir (Lewis, s. 462, 65).

1920’lerde liberal bir ekonomik program takipeden Türkiye’nin en yakın ticaret ortağı, aynı za-manda kalkınma programında kendine model al-dığı ülke Sovyet Rusya’dır (Deringil s. 18; Gönlübol-Sar, 1982: 82-83). Ancak ilerleyen yıllarda diğerdevletlerle de ilişkileri iyileştirmiş, ekonomik ilişki-lerinde alternatiflerini çoğaltmıştır. 1930’larda dö-nemin genel yapısının da etkisiyle ekonomide da-ha devletçi bir politika izleyen Türkiye özellikle30’lu yılların ikinci yarısında Alman ekonomik et-kisi altına girmiştir (Deringil, s. 22-23). Ancak tümbu gelişmelere karşın, yeni Türk Cumhuriyeti genelitibari ile Almanya ve İngiltere’yle dengeli bir dış ti-caret ilişkisi kurmaya gayret sarfetmiş, gerek kromticareti gerek de hammadde ihtiyaçları konusundabir tarafa bağımlı kalmamaya çabalamıştır (Derin-gil, s. 24-26). Türkiye kurduğu, kurmaya çalıştığıekonomik yapıyı konjonktürel etkenlerin dahilindebelli bir denge politikası güderek idame ettirmeyeçalışmıştır.

Diplomatik İlişkiler

Yeni Türk Devleti’nin yöneticileri de uzun yıllar so-nucu yorgun bir miras aldıklarının farkındaydılarve yeni kurulan bu yapının herhangi bir toprak ta-lebi yoktu (Deringil, s. 2-5). Üzerinde durulan esasnokta egemenlik ve bağımsızlıktı. Keza Atatürk za-manında imzalanan antlaşmaların özellikleri; ülke-ler arası dostluk ve işbirliğini arttırma, millî ege-menlik ve bağımsızlığı kuvvetlendirme, barışçılpaktlara katılma ve özellikle de II. Dünya Savaşı’nınyaklaştığı dönemlerde savunma yönünü kuvvetlen-dirme olarak öne çıkmaktaydı (Soysal, s. 143-48).Yine bu antlaşmalarda saldırgan tavırdan uzak du-rulmuş birkaç istisna dışında gizli antlaşmalara iti-bar edilmemiştir. Ayrıca imzalanan antlaşmalarabağlı kalınmış ve sözler tutulmuştur (Mesela Rusyaile yapılan antlaşma gereği Türkiye katıldığı tümantlaşmalardan Rusya’yı haberdar etmiştir, Rusyaise bu konuda Türkiye kadar hassas davranmamış-tır). Yeni Türk Devleti’nin imzaladığı antlaşmalarasadık kalmasının ardında yine olası çatışmalardanve bloklaşmalardan uzak durma kaygısının yattığıda söylenebilir (Soysal, s. 148-50).

Türk Kurtuluş Savaşının kazanılması yeni hüküme-te hem içerde hem dışarıda yeni manevra alanı do-ğurduğu bir gerçektir. Nitekim Lozan’da Türk tarafı-nın isteklerinde geçmişe nazaran daha ısrarcı ol-ması bu savaşın sağladığı güven duygusunun biryansıması olarak değerlendirilebilir. Her ne kadardış güçlerin bakış açılarında büyük bir değişiklik ol-masa da, keza İngiltere Türkiye’yi Osmanlı’nın de-vamı olarak görmüştür ve müzakerelerde aşağılayı-cı bir üslup kullanmıştır, Türk Devleti kendini sava-şın bir galibi olarak görmektedir (Deringil, s. 33;Zürcher, 2002: 235). Türk Devleti’nin bu dönemdeizlediği barışçıl politika ve diğer mağlup devletlerinaksine irridentist ve revizyonist bir siyaset gütme-mesinin ardında yatan önemli bir etken bu algısalfarklılıktır (Hale, s. 57-58).

Lozan’ın değerlendirmesini yaparken Misak-ı Millibeyannamesini de göz önüne almak gereklidir. Bu

73

‹ki Dünya Savafl› Aras› Türk ve Alman D›fl Politikalar› Aras›ndaki Yaklafl›m Farklar›Ali Erken

açıdan bakıldığında Lozan Türk Devleti için 600 yıl-lık bir hesabın kapatılması olarak değerlendirilmiş-tir. Ancak bu çözüm İngiltere ve Fransa’nın da Orta-doğu’daki çıkarlarına uygun bir çözüm olmuştur(Budak: 2002:504). Osmanlı Devleti’nin gelenekselsiyaset ve dış politikasından bir feragatı temsil edenLozan antlaşması Türkiye’de yeni bir ulus-devletinoluşumu için barışçıl bir zemin oluşturmuştur. Buaçıdan başarılı addedilebilir. Diğer açıdan ise, sahipolunan birçok haktan feragat edilmesi ve Misak-ıMilli’de benimsenen ideal şartların uzağında kal-ması hasebiyle başarısız bir antlaşmadır (s. 505-506). Yine Lozan antlaşması sonucunda iç siyasetteİslâmî kimliğin terk edilmesi amaçlanırken, yenidevlette azınlık statüsü sadece gayrimüslimlere ve-riliyor ve böylece kurucu unsur İslâm kimliği ile ta-nımlanıyordu (Davutoğlu, s. 70; Budak, s. 508). Budönüşüm bir taraftan da dış politikada idealizmdenrealizme geçişi simgelemektedir.

Yeni Türk Devleti’nin dış politikada farklı devletler-le kurduğu ilişkileri incelendiğinde, yukarıda bah-sedilen prensiplerin dışında, konjonktürel değişik-lerin ve yönetici kadronun gerek aldıkları eğitim ge-rek de I. Dünya Savaşı’nda yaşadığı tecrübelerinönemli rol oynadığı söylenebilir. I. Dünya Sava-şı’nda Almanya ile beraber aynı saflarda yer alanTürk ordusu Alman subaylarla beraber çalışmıştır.Bu faktör Almanya ile hem yakınlık hem de bazıproblemleri beraberinde getirmiştir. Türkiye’deAtatürk ve İsmet İnönü dahil birçok yönetici, Al-man subayların lakaytlıkları ve Alman komutanlarile yaşadıkları problemler nedeniyle bu devlete kar-şı mesafeli bir tutum takınmıştır (Deringil, s. 58-61,Deniz, 2000:27). Aynı paralelde, Türk-Alman ilişki-leri I. Dünya Savaşı ardından uzun bir süre kesinti-ye uğramıştır (Armaoğlu, 1987:352). Hitler’in ikti-dara gelişiyle beraber Almanya Balkanlar’da ve ortadoğuda iktisadî gücünü yeniden arttırmaya başla-mış, Türk-Alman ilişkilerinde farklı bir noktaya ge-linmiştir (Deringil, s. 22, Armaoğlu, s. 352). Her nekadar Atatürk Almanya’nın agresif tutumunu onay-

lamasa da, Türkiye’nin özellikle 30’lu yılların ikincidöneminde ciddi bir Alman etkisine girdiği görül-mektedir (Deringil, s. 22-23). Almanya’nın da1930’lu yıllardan sonra ve özellikle 2.Dünya savaşıöncesi Türkiye’ye verdiği önem, bu ülkenin eskiBaşbakanı olan Franz Von Papen’in Türkiye’de bü-yükelçilik görevine atanması ile anlaşılabilir (Arma-oğlu, s. 354).

İngiltere’nin savaş süresince ve savaş sonrası tutu-mu lider kadro üzerinde olumsuz bir etki meydanagetirmiştir (Deringil, s. 62). Bu ülke ile yakınlaşmasüreci 1920’lerin ortasından sonra başlayabilmiştir(Hale, s. 59). İngiltere ile Türkiye ilişkileri Musulmeselesi sebebiyle olumlu olarak devam etmese deyaklaşan II.Dünya Savaşı öncesi ilişkiler yumuşa-mış, iki devlet de birbirlerini ihtiyaç duyabileceği-nin bilincinde davranmıştır. (Hale, s. 59, Armaoğlu,s. 346) Akdeniz’de gücünü arttıran İtalya’ya ve Bal-kanlar’da gücünü arttıran Almanya’ya karşı Türki-ye’nin stratejik önemi İngiltere’yi Türkiye’ye yakın-laşmaya itmiştir (Gönlübol-Sar, s. 124, Armaoğlu, s.346).

Türk-Rus ilişkileri 1920’li yılların başında dostanebir seyir izlemiştir. Bu gelişmede Rusya’nın kapita-list çemberi kırabilmek için komşularını yanına çe-kebilme gayreti ve Türkiye’nin İngiltere ile yaşadığısorundan ötürü cemiyet-i akvam’a mesafeli dur-masının önemli olduğu söylenebilir (Gönlübol-Sar,s. 80-81). Ancak 1920’lerin sonuna doğru ekonomikyakınlaşma daha azalmış, siyasî olarak da TürkiyeRusya’nın haricindeki diğer güçlü devletlerle ilişki-lerini ilerletmiştir. (Gönlübol-Sar, s. 82). Bu çerçe-vede Türkiye’nin tercihini batı modelinden yanakullanması Rusya’nın Türkiye’ye karşı olan tutumu-nu etkilemiştir. Ancak Türk-Rus ilişkileri 1930’lardada herhangi ciddi bir sorun yaşamamış, en önemligündem maddesi olan Boğazlar Meselesi de1936’da, Rusya’nın da destek verdiği Montrö antlaş-ması ile çözülmüştür (Gönlübol-Sar, s. 113-114). Buantlaşma sayesinde Almanya’nın Ren bölgesini ye-niden silahlandırmasına paralel Türkiye’de Boğaz-

74

‹ki Dünya Savafl› Aras› Türk ve Alman D›fl Politikalar› Aras›ndaki Yaklafl›m Farklar›Ali Erken

lar’ı yeniden silahlandırmayı başarmış, bunu Al-manya’nın aksine uluslararası hukuka uygun bi-çimde gerçekleştirmiştir (Hale, s. 64).

Türk-Fransız ilişkileri 1930’lara kadar problemli de-vam etmiş olsa da (Gönlübol-Sar, s. 88-90), FransaYeni Türk Cumhuriyeti’ne ilk destek veren ülkelerinbaşında gelmiştir (Soysal, s. 23). Savaş sonrası dö-nemde borçlar sorunu ve 1930’ların sonlarına doğ-ru da Hatay Meselesi ile gerginleşen ilişkiler II.Dünya Savaşı öncesi Fransızların bu meseleyi çözü-me kavuşturma arzusu dahilinde barışçıl yollarlaçözülmüştür (Gönlübol-Sar, s. 138).

Diğer taraftan, Atatürk’ün 1930’lardan sonra Türki-ye için gördüğü en büyük tehdit İtalya’dır (Deringil,s. 6). İtalyanların Akdeniz’deki yayılımcı politikalarıTürkiye’yi rahatsız etmiştir. Atatürk Etiyopya’yı iş-gal eden ve uluslararası düzende yeni savaş çıkar-ma riski yaratan Mussoline’ye karşı olumsuz bir ta-vır takınmıştır (Soysal, s. 136), ancak bu olumsuzbakış açısının yanında iç siyasî yapılanmada faşistİtalya’dan etkilenildiği önemli bir noktadır ve bu-nun yanında CHP içinde Recep Peker gibi isimlerinİtalyan modeline sıcak baktıkları söylenmektedir(Ahmad, 1986:235-36). İtalya’nın özellikle Akde-niz’de sergilediği agresif tutum Türkiye’nin İngiltereve Fransa ile olan ilişkilerini olumlu etkileyenönemli bir gelişme olmuştur (Armaoğlu, s. 246).

Türkiye’nin İran, Suriye, Irak Afganistan ve Mısır’laolan ilişkileri ise dostane bir şekilde devam etmiştir.Türkiye Araplar için bağımsızlık isteyen bir politikatakip ediyordu. Atatürk Türk Kurtuluş savaşı’nınemperyalist devletlerin idaresi altındaki tüm halk-lar için yapıldığını vurgulamaktaydı (Soysal, s. 252),keza Arap devletlerinin de bağımsızlıklarını destek-lemekteydi, çünkü Türkiye olarak komşularının ko-loni devletlerden oluşmasını istememekteydi (Soy-sal, s. 252). Bu topraklarda İngiltere ve Fransa’nındoğrudan idaresinin kırılması Türkiye’nin de men-faatine olacaktı (Soysal, s. 253). Bu sebepten Ata-türk ülkelerin kendi idarecilerini kendilerinin seç-me hakkını ısrarla vurgulamış ve Ortadoğu’daki ya-

pılanmaya onay veren milletler cemiyetini eleştir-miştir (Soysal, s. 252).

Türkiye diğer devletlerle izlediği barış politikasınınparalelinde Balkan ülkeleri ile olan ilişkilerini deolumlu yönde geliştirmeye gayret etmiştir. Özellik-le Venizelos yönetimindeki Yunanistan ile savaşsonrası dostluk politikası izlenmiştir. Bu paraleldeBulgaristan’ın olası bir agresifliğine karşı da iki dev-let Balkan Paktı’nın imzalanmasına da önayak ol-muştur (Zürcher, s. 293). Ancak Balkan coğrafyası-nın kendine has politik yapısı bu paktın uzunömürlü ve sağlıklı olmasını engellemiştir. Gerek bupakta başından itibaren dahil olmayan ve Türki-ye’nin aksine revizyonist bir politika takip edenBulgaristan, gerek de yaklaşan II. Dünya Savaşı se-bebiyle kendisine destek arayışındaki Yugoslav-ya’nın tutumu neticesinde bu pakt II. Dünya Savaşısürecinde işlevini yitirmiştir (Jelavich, 1983: 218).

1938’de Atatürk’ün ölümüyle başa geçen İsmet İnö-nü, Türkiye’nin o güne kadar takip ettiği prensiplerışığında bir dış politika izlemiştir. İnönü iktidaragelişinin hemen ardından patlak veren dünya sava-şı sürecinde denge politikasını elden bırakmamayagayret etmiş, Türkiye’nin kendi iradesi dışında birsavaşa sürüklenmesine engel olmaya çalışmıştır.

B) Almanya

I. Dünya Savaşı sonrası Almanya’da baş gösteren enciddi sorun ülke içindeki komünist hareketin (Spar-takistler) gücünü arttırmasıdır. Almanya’nın ilkbaşbakanı Sosyal Demokrat Parti lideri Ebert, solgörüşlü bir parti idarecisi olsa da ülkede olası birBolşevik Devrimin gerçekleşmesini istememektey-di. Ancak savaş sonrası güçlenen Spartakistlere kar-şı Ebert’e destek ordu komutanları Lüdendorff veHindenburg’dan geldi. Ebert’in gücünü bu şekildesağlamlaştırması aynı zamanda Weimar Cumhuri-yeti’nin ordunun koruması ve kontrolü altında yö-netilecek bir cumhuriyet olmasının yolunu açmış-tır (Demler, 1978:8-20). Nitekim Hindenburg’un

75

‹ki Dünya Savafl› Aras› Türk ve Alman D›fl Politikalar› Aras›ndaki Yaklafl›m Farklar›Ali Erken

1925’te cumhurbaşkanlığına seçilmesi 1914 öncesiAlmanya’yı yönlendiren insanların düşünce yapısı-nın tekrar Almanya’da idareyi ele aldığını göster-mektedir (Demler, s. 87).

Almanya’nın iki dünya savaşı arası dış politikasınayön veren isimler Stresemann ve Hitler’dir. Metotla-rı farklı da olsa her iki liderin öncelikli amacı Al-manya’nın Versay düzenindeki kısıtlamalardankurtulabilmesiydi (Kissinger, s. 284-85, Hitler,2002:560). Stresemann’ın önceliği Versay’ın uygula-nabilecek hükümlerini yerine getirmek (Erfül-lüngzpolitik) ve bu esnada diğer devletleri, özellik-le de Fransa’yı ürkütmemekti. Ancak silahsızlanmave yüksek savaş tazminatları gibi konularda Alman-ya ağır davranmaktaydı. Almanya’nın kaybettiğihakları yavaş yavaş geri alması bu süreç içinde ger-çekleşmesi arzulanan bir hedefti (Kissinger, s. 269).

Hitler’in iktidara gelişi Almanya’yı farklı bir politikaizlemeye itmiş, Almanya savaşa bağımlı bir dış po-litika izlemeye başlamıştı. Hitler 1929 iktisadî krizi-nin ardından güç kaybeden Batı Avrupa ekonomisi-nin karşısında kuvvetli bir Alman ekonomisi çıkar-mayı başardı. Ancak 1930’ların ikinci yarısındansonra büyüyen Alman ekonomisi, Alman dış siyase-ti ile çok yakın ilişki içindedir (Deringil, s. 22); çün-kü Alman ekonomisinin büyümesi temel olarak as-kerî teknoloji üzerinde bina edilmiş ve bu büyümeyeni toprak ve hammadde kaynakları gerektirmiştir(Shirer, 1960, s. 357). Hitler’in savaşı göze almasınınbir diğer sebebi de onun Alman ekonomik ve aske-rî üstünlüğünün yakın zaman içinde diğer devletlertarafından yakalanabileceğine olan inancındankaynaklanmaktadır (Kissinger, s. 309).

Hapishanede yazdığı Kavgam adlı kitabında Al-manya ve diğer devletler hakkındaki görüşlerini sı-ralayan Hitler’in, izlediği dış politikada ırksal olgu-ları da göz önünde tuttuğu söylenebilir. İngilizlerikendi ırkıyla kuzen ırk olarak görmesi ya da Yahudi-lere karşı takındığı olumsuz tavrı (Hitler, s. 278-80)bu özelliğinin birer yansıması olarak değerlendiri-lebilir. Ancak Hitler’in, Atatürk’ün tam aksine yayı-

lımcı ve revizyonist bir tutum takınmasının sebebisadece onun psikolojik karakterinin ve kişisel dü-şüncelerinin bir sonucu değildir. Bu açıdan Hitler’ifarklı bir politika izlemeye iten diğer unsurların dagöz önüne alınması yararlı olacaktır.

Jeopolitik ve Ekonomi

Savaş sonrası Alman dış politikası Almanya’nın ge-rek sosyal gerek de düşünsel birikiminin bir yansı-ması olarak değerlendirilebilir. Whittlesey’e görestrateji-politiğin savaşa olan etkisini ve bu ilişkinincoğrafyada yattığını fark eden ilk devlet Almanyaidi. Ve jeopolitik bilimi, coğrafyayı Almanya’nın hiz-metine sunmaktaydı (Whittlesey, 1943:394). I. Dün-ya Savaşı öncesi de geçerli olan Alman jeopolitikekolünün önemli özelliklerinden biri, Alman eko-nomik büyümesini, hükmettiği alanın büyüklüğü-ne göre değerlendirmesidir (Günay, s. 22). Bu ekolSosyal Darwinizm’in de etkilerini taşımaktadır. Ke-za başta Ratzel gibi düşünürler büyük devletlerinküçük devletleri yutma hakkının bulunduğunu, Al-manya’nın da devamını sağlaması için büyümeyeve yeni alanlara ihtiyacı olduğunu öne sürmüştür(Günay, s. 20, Murphy, s. 11-15). Kökleri tarihi “ha-reket halindeki coğrafya olarak” gören Herder veFichte’nin tanımladığı ulus düşüncesine kadar da-yanan bu ekol Nazilerin Faşist düşüncelerini etkile-yen ve etkilediği kadar da onlar tarafından reel-po-litik alanında kullanılan bir düşünce ekolü olmuş-tur. Savaş sonrası jeopolitik bilimi liselerde okutu-lan ve tüm toplum tarafından benimsenen bir olguhaline gelmiştir (Murphy, s. 17).

Yine Hitler’e göre bir devletin dış güvenliği, sahibiolduğu alanın büyüklüğü ile doğru orantılıdır. Bü-yük alana sahip devletler dış tehditlere karşı dahagüvendedirler. Bu alan insanların beslenmesindeziyade askerî-coğrafî avantajları beraberinde getir-mesinden dolayı hayatî önemi haizdir. Siyasî yapı-nın güçlü olması, sahibi olunan toprakla doğruorantılıdır (Whittlesey, s. 408, Hitler, s. 596). Hit-ler’in bu ifadeleri de onun jeopolitik ekolünden ve

76

‹ki Dünya Savafl› Aras› Türk ve Alman D›fl Politikalar› Aras›ndaki Yaklafl›m Farklar›Ali Erken

Hausehoffer’deki alan kavramından etkilendiğiniortaya koymaktadır.

Ancak Nazi devletinin izlediği dış politikanın tama-men bu ekolün etkisiyle şekillendiğini iddia etmekdoğru olmayacaktır. Naziler jeopolitik düşünürle-rin argümanlarını kendi faşist doktrinlerinin halkadaha kolay kabullendirme yolunda kullanmışlardır(Murphy, s. 11-15). Nazi yönetiminin tamamen je-opolitik uzmanlarının direktifleriyle hareket etme-diklerinin ve onların düşüncelerini yüzde yüz be-nimsediklerinin en önemli göstergesi Hitler’in akılhocası olarak gösterilen Hausehoffer’ın tavsiyeleri-ni dinlemeyip Rusya’ya saldırmasıdır (Murphy, s.240).

Alman milliyetçiliğinin agresif yapısı, savaşı kutsa-yan tavrı Almanya’nın savaşma arzusunu her za-man için üst düzeyde tutan bir özellik olmuştur(Mosse, 1964:25). Alman düşünce geleneğinde dev-letin oturduğu konum halkın savaşa bakış açısınışekillendiren etkenlerden biridir. Keza Almanya’daçok ciddi bir etki gücü bulunan ve kökü Alman ırkı-nın ve milletinin diğerlerine olan üstünlüğüne da-yanan düşünce (1964:69-75) ekolü Almanlara olasıbir savaş için meşru bir zemin hazırlamaktadır.

Lakin bu noktada dikkati çekilmesi gereken birnokta Naziler’in savaşı en son seçenek olarak de-ğerlendirmeleri olmuştur. Yine Hitler’e göre Alman-ya’nın yeniden eski gücüne kavuşmasının önkoşu-lu silahlar değil irade gücüdür (Earle, 1943:510). Ni-tekim 1939’a kadar devam eden süreçte Hitler tümyayılımcı hareketlerini meşru bir zemine oturtmuşve hemen çok az kan dökerek Avusturya, Çekoslo-vakya ve Polonya’yı ele geçirmiştir (Earle, s. 513).Savaş ve askerî olanakların kullanılması ancak müt-tefiklerin harekete geçmesiyle başlamıştır. Yukarı-daki değerlendirmeler ışığında Almanya’nın süreklisavaş peşinde koştuğu ya da Hitler’in savaşmayıönceleyen bir lider olduğunu düşünmek de çoksağlıklı olmayacaktır. Hitler gücü önceleyen bir li-derdir, ancak bu gücü saf askerî araçlarla elde et-meyi düşünmemiştir.

Alman ekonomisinin dış politikadaki şekillendiricigücünün önemli boyutlarda olduğu kabul edilmek-tedir. Modern Alman ekonomisinin kurucuların-dan kabul edilen Frederick List’e göre, savaş ya dasavaş olasılığı üst sıralardaki bir ulus için üretim gü-cünün oluşmasını en önemli öncelik kılmaktadır.Devletler üretimlerini arttırabildikleri ölçüde askerîolarak kuvvetli olabilirler. Yani bir ulusun refah se-viyesi ile savaşabilme gücü arasında mutlak bir iliş-ki vardır. Almanya kendi refahını sağlaması içinkendi hinterlandı içinde (bu Tuna Nehri kıyılarınakadarki bölümü içine alır) ekonomik güvenliğini veüretim gücünü/etkinliğini maksimum seviyeye ge-tirmelidir (Earle, s. 143-46). List’in ekonomi ile as-kerî güç arasında bu denli yakın bir ilişki kurması vegerektiğinde ekonomik refah için askerî hareketi veyayılmayı meşru görmesi, Almanya’nın ekonomisiile dış politikası arasındaki bağın daha iyi anlaşıl-masını sağlamaktadır.

Yine bu çerçevede, Stresemann’a göre, Almanya’nınyeniden eski gücüne kavuşabilmesini askerî güçtenöte öncelikle ekonomik güce bağlıdır (Chase,2003:257-263). Almanya’nın ulaşmak istediği idealekonomik hedef bir devletin tüm olanaklarıyla ken-di kendine yetebilme (Autarky) durumudur. Lakinbir devletin bu seviyeye ulaşabilmesi içeride ve dı-şarıda uygun koşulların hazırlanması ile müm-kündür. Almanya için bu koşulları sağlamasındasavaş meşru bir yol olarak görülmüştür (Whittlesey,s. 398).

1929 krizi sonrası Alman ekonomisinin yaşadığıbüyüme trendinin sürükleyici unsuru savaş en-düstrisi olmuştur (Shirer, s. 357). Krupp ve Siemensgibi demir-çelik makine kartellerinin öncülüğünüyaptığı savaş endüstrisinin, devlet yatırımları ile ar-tan üretim kapasitesi, hem Almanya’daki işsizlikproblemini çözmüş hem de Almanya’nın yenidensilahlanmasının yolunu açmıştır (Shirer, s. 362).Buna ilaveten, artan hammadde ihtiyacı ve endüst-ri üretimi Almanya’yı farklı pazarlar bulmak zorun-da bırakmıştır. Almanya’nın Doğu Avrupa ve Bal-

77

‹ki Dünya Savafl› Aras› Türk ve Alman D›fl Politikalar› Aras›ndaki Yaklafl›m Farklar›Ali Erken

kanlar’daki pazarlarını yeniden kazanması ve eko-nomik etki alanını genişletmesi bu süreçle paralelhız kazanmıştır. Bu iktisadî yapı dahilinde Alman-ya’nın yeni bir savaş çıkarması kendi ekonomik ya-pısı içinde bir macera teşebbüsünden ziyade, ras-yonel bir zemine oturmaktadır. Ancak yukarıda de-ğinildiği üzere Nazilerin savaşmak için çok isteklioldukları ve bunun da sadece Nazilere destek verensilah sanayinin teşvik etmesiyle gerçekleştiğini id-dia etmek çok tutarlı gözükmemektedir. Hitler so-nuna kadar sıcak savaştan kaçınmaya çalışmış, birbaşka deyişle savaşı ertelemiştir. Savaş sürecindeise yine öncelikle antlaşma yoluyla (İngiltere-Fran-sa örneğinde olduğu gibi) rakiplerini pes ettirmeyiamaçlamıştır. Yani Almanya’nın askerî müdahaleyiikincil bir alternatif olarak değerlendirdiği gerçeğigöz ardı edilmemelidir.

Diplomatik İlişkiler

Almanya’da I. Dünya Savaşı sonrası şartlar Türki-ye’den farklılık arz etmektedir. Öncelikle Almanya,Türkiye gibi bir Kurtuluş savaşı tecrübesi yaşama-mıştır. Buna ilaveten, Almanya’nın mensubu olupbenimsediği medeniyet aynı kalmış ve dış siyasetideğerlendirme çerçevesinde herhangi bir farklılıkmeydana gelmemiştir.

Versay antlaşmasının ardından ortaya çıkan du-rum, galip ve mağlup ülkelerin arzularını tatmin et-mekten uzaktı. Buna ek olarak, Almanya’nın savaşöncesi talepleri devam etmekteydi ve üstüne Versayile beraber uygulamaya konan ekonomik ve politikyaptırımlar eklenince ikinci bir savaşın çıkmamasıiçin ciddi bir engel bulunmamaktaydı.

Almanya’nın, Türkiye’nin aksine, takip ettiği reviz-yonist Pan-Cermenizm politikası, kaybedilen I.Dünya Savaşı’nın yapısal faktörlerden çok kişiselhatalar ile Yahudilerin ihanetine bağlanması (Hit-ler, s. 211-17) ve ülkenin Versay antlaşması dahilin-de ciddi yaptırımlara maruz bırakılması, diploma-tik alandaki ilişkileri de önemli ölçüde etkilemiştir.

Diplomatik münasebetler bağlamında öne çıkanilişkiler Almanların İngiltere ve Fransa ile olan iliş-kileridir. Almanya İngiltere ve ABD ile 1930’larınsonuna kadar dostane bir münasebet içindedir. Buiki devletin olası bir Komünizm tehlikesindenkorkması, ek olarak Almanya’nın endüstri ve pazarpotansiyeli nedeniyle ekonomisinin güçlü olması-nı arzu etmeleri sebebiyle ilişkiler olumlu yöndegelişmiştir. Ayrıca İngiltere, Fransa’ya karşı Alman-ya’nın dengeleyici bir güç olarak var olmasını arzuetmektedir (Kissinger, s. 251-52). Aynı paraleldeHitler, İngiltere ile olan iyi ilişkileri yıpratmamakiçin kendisine güvenen ve ondan yardım bekleyenOrtadoğu Araplarına mesafeli davranmış, bu yüz-den özellikle Filistin idaresi ve halkını hayal kırıklı-ğına uğratmıştır (Nicosia, 1985:106). Ancak gerekFransa, gerekse de Polonya ve Çek Cumhuriyeti butavırdan rahatsız olmuş ve olası bir savaşta güçlübir Almanya’nın kendilerine yönelebileceğini dü-şünüp Almanya’nın Versay şartlarını yerine getir-mesini talep etmişlerdir.

Bununla beraber, Hitler’in iktidara gelişinin ardın-dan İngiliz ve Fransız hükümetlerinin Hitler’i yatış-tırma politikası (Appeasement policy) günümüzdedahi çok tartışılan bir politika olmuştur. Bu iki bü-yük devletin Hitler’in Wilson Prensiplerindeki self-determinasyon maddesini öne sürerek Avusturyave Sudet’deki Almanları Almanya’ya katma arzusu-na karşı gelmemişler, bu şekilde Hitler’in Çekoslo-vakya ve Avusturya’yı yutmasına/bileşmesine(Anschluss) izin vermişlerdir. Üç liderin 1938 Mü-nih’deki toplantısından çıkan sonuç Hitler’in Fran-sa ve İngiltere’yi ikna ettiğini göstermiştir.

Hitler’in dış politikadaki akıl hocalarından Hause-hoffer Almanya’nın asıl genişleme alanının doğuyadoğru olması gerektiğini ısrarla vurgulamıştır (Gü-ney, s. 23-24 ). Zaten bu fikir Hiter’in kendi kitabıKavgam’da da zikredilmiştir (2002:603). Polonya veÇek Cumhuriyeti Almanya’nın klasik doğu politika-sı olan doğuya yürüme (Drag nach osten), ki bu po-litika Almanların yüzyıllar boyunca izledikleri bir

78

‹ki Dünya Savafl› Aras› Türk ve Alman D›fl Politikalar› Aras›ndaki Yaklafl›m Farklar›Ali Erken

politika olmuştur (Özcan, s. 33), sebebiyle çekince-lerini belirtmişlerdir. Fransa ise kendi iç sorunları vesiyasî sorunları nedeniyle Almanya’nın toparlan-masına karşı bir cevap verememiştir. Bilakis, savaşsonrası Ruhr bölgesinin işgali Almanya tarafındadaha büyük bir öfke uyandırmıştır (Demler, s. 76).Alman devlet adamları ise Fransa’yı ürkütmemeyeçalışmışlardır, Hitler iktidara geldikten sonra, Mil-letler Cemiyeti’ni terk etse de, komşularını ürküt-mekten çekinmiş özellikle de ilk zamanlar Fransa’yakarşı barışçıl mesajlar vermiştir (Kissinger, s. 292).

Almanya iki savaş arası dönemde Sovyet Rusya ileilişkilerini sıcak tutmuştur. Bismarck dönemindenberi süregelen ve I. Dünya Savaşı’nda bu politikayauyulmamasından ötürü kötü bir tecrübe yaşatan ikicephede savaştan kaçınma politikası takip edilme-ye çalışılmıştır. Sovyetlerle imzalanan Rapallo Paktıiki ülkenin savaş sonrası ortak hareket edeceğinibelgeleyen bir antlaşma olmuş ve diğer Avrupalı ül-keleri rahatsız etmiştir. (Kissinger, s. 258-61). Al-manya Sovyet Rusya ilişkileri Hitler’in iktidara gel-mesi ile çok ciddi bir değişikliğe uğramamıştı, nite-kim Hitler II. Dünya Savaşı öncesi Rusya ile Polon-ya’nın paylaşımı konusunda anlaşmaya varmıştır.

Türkiye’nin aksine Almanya’nın komşu ülkelerekarşı bariz bir askerî ve ekonomik üstünlüğü gözeçarpmaktadır. Yukarıda adı geçen ülkelere ilavetenDanimarka, Hollanda ve Belçika da Almanya içinherhangi caydırıcı bir unsur olamamışlardır. Bunaek olarak İngiltere ve ABD’nin Almanya’ya yönelikmüsamahakâr tutumları, 1930’ların ikinci yarısı ta-kib edilen Hitler’i yatıştırma politikası Almanya’nınikinci bir savaş için bütün olarak hazır hale gelme-sinin de yolunu açmıştır.

Göz önüne alınması gereken nokta, bir ülkenin dışsiyasî tercihlerini ve hedeflerini sorgularken, indir-gemeci yaklaşımlardan uzak durmak ve alternatiföngörüleri mümkün olduğunca iyi değerlendir-mektir. Örneğin, Türkiye’nin dış politik tercih veamaçlarını iktisadî kaygıları ön plana alarak değer-lendirmek doğru analizleri olduğu kadar yanlış de-

ğerlendirmeleri veya ilişkilendirmeleri de berabe-rinde getirir. Aynı problem Alman dış politikası içinde geçerlidir. Keza Türkiye’nin Türkçülük politikası-nı terk etmesi veyahut Almanya’nın revizyonist veanti-semitik dış politikası sadece iktisadî etkenlerleaçıklanamaz.

Aynı şekilde, ideolojik bir dış politika analizi dekendi içinde çelişkiler barındıracaktır. Mesela Avru-pa’daki tüm Almanları birleştirme arzusundaki Hit-ler’in neden İsviçre Almanlarından hiç bahsetme-diği sorusu Nazi ideolojisiyle açıklamak güçtür.Türkiye’nin, Sovyet Rusya ile kurduğu yakın ilişkile-ri de Kemalizm ilkeleriyle açıklamak mümkün gö-zükmemektedir.

Bu paralelde, olayların iç siyasî gelişmeler ya da bü-rokratik-rasyonel unsurların zincirleme etkileşimidahilinde açıklanması da yeterli bir değerlendirmeolmayacaktır. Alman dış politikasını Hitler’in psiko-lojik karakterinin, Türk dış politikasını da Ata-türk’ün ileri görüşlülüğünün yansıması olarak gör-mek ne derece yanlış bir yaklaşım ise, tercihleri ta-mamen iç siyasî kaygılar ve rasyonel-bürokratikmekanizmalar dahilinde değerlendirmek de o ölçü-de yanlıştır. Rasyonel yapıların ve insan unsurununkarşılıklı olarak birbirlerini şekillendirici gücü aslagöz ardı edilmemelidir.

Dış politik amaçlar, tercihler ve metotlar bahsedi-len bu öncüller dikkate alındığında daha sağlıklıolarak değerlendirilebilecektir.

IV. Türk-Alman Dış Politika YönelimlerindekiTemel Farklılıklar ve Sebepleri

Devletlerin dış politikasını belirleyen düşünsel vealgısal farklılıklar diğer yapısal ve reel-politik ger-çeklerle beraber değerlendirilmelidir. Bu iki devletarasında dış siyasal ortam, öncüller ve tarihsel arkaplanın dışında dış politikadaki amaç, yönelim vemetotlar arasında da ciddi farklılıklar ön plana çık-maktadır. Bir takım benzerliklerin de dikkat çektiği

79

‹ki Dünya Savafl› Aras› Türk ve Alman D›fl Politikalar› Aras›ndaki Yaklafl›m Farklar›Ali Erken

bu öğelerin doğru değerlendirilmesi sebep-sonuçilişkilerinin de daha rahat kurulabilmesini berabe-rinde getirecektir.

Türkiye’nin, cihan hakimiyeti mefkuresini benim-seyen ve İslâm’ı yaymayı öncelikli amaç olarak ka-bul eden bir devletten, sadece Türk ‘ulus’ununmevcut haklarını korumak gayesiyle yaşamaya baş-layan bir devlet şekline dönüşmesi sırf düşünsel kı-rılma ile açıklanmaktan ziyade, Türkiye’nin komşudevletlerle olan ilişkisi, büyük devletlerin ona bakı-şı ve ülkenin askerî-ekonomik gücü de göz önünealarak değerlendirilmelidir. Alman dış politikasınında yine ciddi bir düşünsel değişim yaşamadan II.Dünya Savaşı’nı çıkartmayı göze alması onun je-opolitik konumu, askerî ve ekonomik gücünün degöz önüne alınmasıyla açıklanabilir.

Lewis’e göre, Türkiye’nin yaşadığı temel değişikliksadece İslâmi imparatorluktan yeni bir Türk Devle-ti’ne geçiş değil, teokratik bir yapıdan anayasal de-mokrasiye, bürokratik feodalizmden modern kapi-talist ekonomiye geçiştir (1984:474). Bu süreçteözellikle cumhuriyetin ilanıyla beraber Türk Devle-ti resmi söylevde kendi tarihiyle sosyal, kültürel vepolitik bağlarını yeniden değerlendirmiş, Osman-lı’da benimsenen dünya algısı tercih edilmemiştir.Bu tercihin aynı zamanda süreklilik unsurlarıylayüzleşememeyi ve kimlik ile benlik arasında bir ko-pukluğu da beraberinde getirdiği söylenebilir (Da-vutoğlu, s. 59-60). Almanya da ise kendi dönüşü-münü ve ekonomi-politik yapılanmasını daha öncetamamlamış bir ülkedir. İmparatorluktan demok-rasiye geçiş görülmüş olsa dahi idarî ve iktisadî ge-lenekte herhangi bir reddi miras olgusu öne çıkma-mıştır. Kendini toparlamak için yine geçmişine veyetiştirdiği düşünürlerine müracaat etmiş, onlarınfikirlerinden ilham almıştır.

Toplumların sosyolojik yapısı ve gelişen olaylarabakış açısı bu noktada önemli bir etken olduğu söy-lenebilir. Uzun süren savaştan yıpranmış çıkan veson bir hamle ile elindekini kurtaran Türk halkınıngerek nüfus gerek de mobilizasyon açısından yenibir maceraya girmesi zor gözükmekteydi. 1920’le-

rin başlarından itibaren yerleştirilmeye başlananulus ve toplum düşüncesinin bir amacının da Türkulusunu savaşa hazır bir ulus haline getirmek oldu-ğu söylenebilir, çünkü Atatürk’ün öncelikli kaygısıTürk insanını ulusu için savaşmaya hazır durumdakılmak olmuştur (Atatürk, s. 398).

Almanya’nın ise dört yıllık bir savaş dışında, mali-yeti yüksek de olsa, Türkiye kadar yorgun olmadığı,gerek genç nüfus gerek de mobilizasyon açısındanyeni bir savaşı daha rahat kaldırabileceği gözdenkaçmamalıdır. Buna ilaveten, Almanya’nın savaşsonrası kaybettiği çok büyük bir imparatorluğuyoktur. Sadece Afrika’da elde ettiği bazı sömürgeler-den vazgeçmek durumunda kalmıştır. Keza psiko-lojik olarak yenilmek onları pozitif olarak etkilemiş-tir. Türkiye’nin yaşadığı dönüşüme benzer bir tec-rübeyi yaşamamış olmaları bu noktada belirleyicirol oynamıştır. Savaş olgusu Alman milliyetçiliğininönemli bir parçasıdır ve Alman milletinin iyiliği verefahı için savaşmak kabul gören ve onaylanan birdüşünce olmuştur (Mosse, s. 25).

Bu noktada Nazizm gibi bir ideolojinin ortaya çık-ması da başlı başına iki devletin ait olduğu farklıdüşünce dünyasını yansıtmaktadır. Nazizm’in orta-ya çıkışı üzerine farklı tezler bulunmakla beraber,bu noktadaki ortak payda Nazi düşüncesinin tarih-sel kökenlerinde Batı düşüncesinde önemli yerleriolan Avrupamerkezcilik ve Sosyal Darwinizmin yeraldığıdır. Her iki düşünce de bir devletin diğer birdevlete olan üstünlüğünü ve gerekirse ona karşı si-laha başvurmasını meşru görür. Türkiye ise her nekadar yüzünü Batıya dönse de, Batı düşünce gele-neğinin şekillendirdiği bir ülke olmadığından, butip doktrinlerin etkili olduğu bir ülke olmamıştır.Türkiye’nin ve Türk insanın zihnî oluşumu, her nekadar kopuş siyaseti izlense de, İslâm medeniyeti-nin öğeleriyle şekillenmiştir ve bu düşüncede birbaşka devletle kurulacak ilişkiler farklı esaslar üze-rine bina edilmiştir.

İktisadî açıdan değerlendirildiğinde ise, Alman-ya’nın sanayileşmesini tamamlamış bir devlet ol-

80

‹ki Dünya Savafl› Aras› Türk ve Alman D›fl Politikalar› Aras›ndaki Yaklafl›m Farklar›Ali Erken

duğu ve sanayi, iktisadî yapı olarak belli bir sistemioturttuğu görülmektedir. Nitekim savaşın ardındada Alman sanayisi güçlü olduğu sektörlerde haki-miyetini devam ettirmiş, sahip olduğu pazarları,özellikle de Avrupa’da geri kazanmıştır. Türkiye isesanayileşmesini tamamlamaktan öte henüz baş-langıç aşamasında bile sayılamayacak bir pozis-yondaydı. Bu sebepten öncelikle endüstrileşmesinitamamlaması gerekiyordu. Bu aşama birçok açıdançok zahmetli bir süreçti. Bununla beraber komşusuolduğu ülkeler ve kurduğu ticarî bağlantıların dakısmen de olsa yeniden kurulması gerekiyordu.

Türkiye yeni bir ulus devlet olarak kurulurken dış-ladığı Türkçülük düşüncesine karşın, Almanya1900’lerin başında çok etkili olan Cermenizm dü-şüncesini savaş sonrası da benimsenmiştir. ‘Pan’hareketlerinin genel karakteristiği olan, diaspora-daki yurttaşların haklarını savunma, saldırgan dışpolitika, dil ve kültür birliğinin vurgulanması Al-manya’nın iki dünya savaşı arası dış politikasınınönemli karakteristikleri arasında yer almaktaydı.Nitekim Türk Devleti I. Dünya Savaşı sonrası Türki-ye dışındaki Türklerle olan ilişkisini asgariye indiripTürkiye’deki Türklere yönelirken; Almanya kenditoprakları dışında yaşayan Avusturya, Çekoslovak-ya, Polonya ve Fransız Almanlarının haklarını gün-deme getirmiştir. Tek millet tek devlet prensibi (Einvolk-ein reich) Hitler’in sıklıkla vurguladığı bir kav-ram olmuştur (Armaoğlu, s. 241).

Bu politikadaki farklılıkta Türkiye’nin çok uluslu birimparatorluğun mirasçısı olduğu halde, Alman-ya’nın tek ulusa hükmeden bir imparatorluk olma-sının etkili olduğu söylenebilir. Osmanlı’nın hük-mettiği topraklarda yaşayan diğer Türklerin ve di-ğer milletlerden olan insanlarla Türkiye devletininkurduğu ilişki Almanya’nın eskiden imparatorluğubünyesinde bulunan Alman vatandaşları ile olanilişkisinden farklıdır.

İki devletin yaşadığı en temel farklılıklardan biri dedünya savaşı sonrası Türkiye’nin Lozan antlaşması-nı gerçekleştirebilmesi, Almanya’nın ise böyle bir

tecrübe yaşamamasıdır. Nitekim, Versay antlaşma-sının muadili konumundaki Sevr antlaşmasını Tür-kiye yıkıcı bir antlaşma olarak hatırlar. Atatürk’ünSevr antlaşmasına bakışı, Hitler’in Versay’a bakışın-dan çok farklı değildi, zira Atatürk Sevr’i bir ulusunölümü olarak nitelemişti (Atatürk, s. 400). Bu açı-dan, Türk dış politikasının temel hedeflerinin Lo-zan’daki kazanımlar ve kurulan statükonun muha-fazası üzerine inşa edildiği gözükürken, Alman dışpolitikasının üzerinde durduğu öncelikli nokta Ver-say’da kaybettiği hakları geri alabilmek olmuştur.

Bu çerçevede, Atatürk sınır ve toprak konularındadaha esnek bir yaklaşım sergilemiş, olası çatışma-lardan ve gerilimlerden uzak durmaya çalışmıştır.Mesela Misak-ı Milli de yer alan Musul ve Ker-kük’ten vazgeçilmesine çok fazla direnmemişti (Bu-dak, s. 501). Hitler ise toprak konusuna özelliklevurgu yapmış, sadece kaybettiği topraklar uğrunadeğil, sahibi olmak istediği toprakları için de gerili-mi arttırmaktan kaçınmamıştı. Bu doğrultuda Hit-ler, Almanya’nın yeniden güçlenmesini dış siyaset-te kazanacağı güce ve silahlanmaya bağlarken, Ata-türk komşu devletlerin toprak hakkını savunmakiçin girişimlerde bulunmuştu. Bir diğer ifade ile, Al-man siyasal aktörleri için hakim olan düşünce yeni-den güç kazanma ve eski konumuna geri gelebil-mek iken, Türk siyasal aktörlerinin öncelikli kaygısıvar olan durumu muhafaza etmekti. Politikalar bu-na göre şekillenmiş ve icra edilmiştir. Hitler’e göreAlmanya ya bir dünya imparatorluğu olacaktır, yada hiç olmayacaktır (2002:603). Türkiye ise dünyaimparatorluğu amacından uzaklaşmış, bölgesel birgüç olmayı tercih etmiştir.

Türkiye’nin ve Almanya’nın ortak paydada buluştu-ğu noktaların başında ise dünya savaşı sonrası ku-rulan yapıdaki memnuniyetsizlikleridir. Türkiye’ninönceliği statükoyu muhafaza olmuş olsa bile Ata-türk’ün cemiyet-i akvam’a ciddi eleştirileri gözeçarpmaktadır. Aynı paralelde Almanya da cemiyet-iakvam’a karşı mesafeli durmuş, nitekim Hitler ikti-dara geldikten hemen sonra bu örgütten ayrılmıştır.

81

‹ki Dünya Savafl› Aras› Türk ve Alman D›fl Politikalar› Aras›ndaki Yaklafl›m Farklar›Ali Erken

Her iki devlet de ilk aşamada uluslararası toplumtarafından kabullenilme ve meşru yapının içindeyer alma kaygısı gütmüştür ancak bu yapının kendirızaları dışında oluşturulan bir yapı olması nede-niyle de birtakım sıkıntılar yaşamışlardır. Bu sıkın-tılar Türk tarafı tarafından anlayış ve karşılıklı mü-zakere ile çözülmeye çalışılırken, Almanya ancakHitler’in iktidara gelişine kadar Türkiye ile paralelbir politika izleyerek uluslararası topluma adapteolmaya çalışmıştır. Fakat Hitler’in gelişiyle beraberdaha agresif bir politika gütmüştür.

Türkiye bağlantısız kalma politikasından uzak dur-muştur. Bilakis kurduğu paktlar ve ittifaklarla böl-gesinde bir güvenlik ortamı oluşturma gayreti için-dedir. Almanya da Hitler’in iktidara gelişine kadarTürkiye ile aynı çerçevede politika izlemiştir. LakinHitler’in ardından dünya sisteminden kendini izoleetmeyi tercih etmiş ve sadece mihver devletleriyleittifak kurmayı yeğlemiştir.

Türkiye’nin ve Almanya’nın bir başka ortak paydasısosyalizm unsurunun ülkelerin iç ve dış politikala-rında bıraktığı önemli etkidir. Gerek Türkiye gerekde Almanya’da siyasî gücü elinde tutan idareciler,Sovyet Rusya ile yakın ilişki içinde bulunma gayre-tinde olmuşlardır. Bu noktada üç ülkenin de ulusla-rarası camiada dışlanmış olmaları ve birbirlerineihtiyaç duymaları ön plandadır. Ancak hem Türkiyehem de Almanya’da idareciler iç siyasette olası birsosyalist harekete karşı sert tedbirlere baş vurmuş-lardır. Yani sosyalist harekete karşı içeride, dış poli-tikadaki tavırlarının aksine, müsamahasız bir tavırtakınmışlardır. Nazizm ile Kemalizm arasındakiyaklaşım farkı bu politikaları etkileyen önemli birunsur olmuştur, çünkü her iki ideoloji de totaliterolarak değerlendirilse de Kemalizm’in yapısı Na-zizm’e göre daha toleranslı ve esnektir.

Sonuç

İki savaş arası Türk dış politikası gerek iç siyasî ge-lişmeler gerek de dış etkenler göz önüne alındığın-da derinlemesine incelenmesi gereken bir dönem

olarak göze çarpmaktadır. Sadece dış politik geliş-melerden öte iç siyasette yaşananlar ve aynı zamandiliminde diğer ülkelerin tecrübelerinin göz ardıedilmemesi gerekir. Bu doğrultuda Türk Dış Politi-kası’nın çizdiği yön daha sağlıklı ve doğru çerçeve-de incelenebilecektir.

Bu dönemin dış politikasına yönelik tutarlı bir ana-liz ve sorulan doğru sorular, günümüzdeki veyamuhtemel hadiseleri daha sağlıklı değerlendirilme-sini sağlar.

* Bu çalışmanın ilk hâli, 18-19 Şubat 2006 tarihinde düzen-

lenen Bilim ve Sanat Vakfı XVI. Öğrenci Sempozyumu’nda

tebliğ olarak sunulmuştur.

Kaynakça

Ahmad, Feroz (1986) İttihatçılıktan Kemalizme, çev. Fat-

magül Berktay, İstanbul, Kaynak Yayınları.

Armaoğlu, Fahir (1987) 20.Yüzyıl Siyasi Tarihi, İstanbul, İş

Bankası Yayınları.

Atatürk, Mustafa Kemal (1980) Nutuk, İstanbul, Örgün Ya-

yınları.

Aydın, Mustafa (1999) “Determinants of Turkish Foreign

Policy: Historical Frameworl and Traditional İnputs”

Middle Eastern Studies, Vol. 35, Iss 4, sf. 152-187.

Brecher, Michael (1975) Decisions in Israel’s Foreign Policy,

New Haven, Yale University Press.

Budak, Mustafa (2002) İdealden Gerçeğe, İstanbul, Küre

Yayınları.

Chatterje, Partha (1986) Nationalist Thought and the Colo-nial World: A derivative discourse? London, U.K.: Zed Bo-oks for the United Nations University; Totowa.

Davutoğlu, Ahmet (2001) Stratejik Derinlik, İstanbul, KüreYayınları

Deniz, Faruk (2000) “Osmanlı-Almanya İlişkileri ve Al-manya’nın Osmanlı Modernleşmesine Etkisi Üzerine Not-lar”, BSV Bülten, Sayı 48., s. 10-32.

Deringil, Selim (1994) Denge Oyunu: İkinci dünya sava-şı’nda Türkiye’nin Dış Politikası, İstanbul, Türkiye TarihVakfı Yurt Yayınları.

82

‹ki Dünya Savafl› Aras› Türk ve Alman D›fl Politikalar› Aras›ndaki Yaklafl›m Farklar›Ali Erken

Earle, Edward M. (1943) “Adam Smith, Alexander Hamil-ton, Frederich List: The Economic Foundations of Sea Po-wer” ve “The Nazi Conception of War”, Edward M. Earle(Der.), The Makers of Modern Strategy, New Jersey, Prince-ton University Press, ss. 117-154, 504-516

Feyzioğlu, Turhan (1986) Atatürk ve Milliyetçilik, Ankara,Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araş-tırma Merkezi.

Frankel, Joseph (1967) The Making of Foreign Policy : AnAnalysis of Decision Making

London, New York, Oxford University Pres.

Gilbert, Felix (1943) The Renaissance of the Art of War, Ed-ward M. Earle (Der.), The Makers of Modern Strategy, NewJersey, Princeton University Pres, s. 3-25.

Göney, Suha (1963) Siyasi Coğrafya, İstanbul, İstanbulÜniversitesi Yayınları.

Gönlübol, Mehmet; Sar, Cem (1982) 1919-1939 Döne-mi’nin Olaylarla Türk Dış Politikası (1919-1973), Ankara,Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları.

Hale William (2000) Turkish Foreign Policy 1774-2000,London, Portland, OR, Frank Cass

Hitler, Adolf (2002) Kavgam, çev. Refik Özdek, İstanbul, Ar-moni Yayıncılık.

Jelavich Barbara (1983) History of the Balkans, New York,Cambridhge University Pres.

Kissinger, Henry (1994) Diplomacy, New York, Simon &Schuster.

Landau, Jacob M. (1995) Pan-Turkism: From Irredentismto Cooperation, London, Hurst & Company.

Lewis, Bernard (1984) Modern Türkiye’nin Doğuşu, çev:Metin Kıratlı, Ankara, Türk Tarih Kurumu.

McGowan, Partick J. (1976) “The Future of ComperativeStudies: An Evangelical Plea”, der. James Rasenasu In Se-arch of Global Patterns, New York, Free Pres.

Mosse, G.L. (1964) The Crisis of German İdeology: Intellectu-al Origins of the Third Reich, New York, Grosset & Dunlap.

Murphy, D.Thomas (1997) The Heroic Earth: Geopolitic

Thought in Weimar Berlin 1918-1933, Kent, Ohio:, Kent

State University Pres.

Nicosia, Francis R (1985), The Third Reich and the Palesti-

ne Question, Austin, University of Texas Pres.

Özcan, Mesut (2000), “Sınır Anlayışı ve Alman Sınırlarının

Oluşumu”, BSV Bülten, Sayı 48, s. 32-29.

Rosenau, James N. (1971) The scientific Study of Foreign

Policy, New York, Free Press.

Schivelbusch, Wolfgang (2003) (Translated by: Jefferson

Chase), The Culture of Defeat: On National Trauma, Mour-

ning, and Recovery, New York, Metropolitan Boks.

Shirer, William L (1960) The Rise and Fall of the Third Re-

ich : a History of Nazi Germany, New York, Simon and

Schuster.

Soysal, İsmail (2001) Between East and West: Studies on

Turkish Foreign Relations, İstanbul, Isis Pres.

Snyder, Richard C.; Bruck H.W; Sapin, Bruton (ed) (1962)

Foreign Policy Decision-Making: An Approach To The Study

Of İnternational Politics, New York, Free Press of Glencoe,.

Sönmezoğlu, Faruk (1995) Uluslararası Politika ve Dış

Politika Analizi, İstanbul, Filiz Kitabevi.

Spier Hans (1943) Ludendorff: The German Conception of

War, Edward M. Earle (Der.) The Makers of Modern

Strategy, New Jersey, Princeton University Pres, ss. 306-

321.

Waltz, Kenneth N. (1979) Theory of İnternational Politics,

New York, McGraw-Hill.

Whittlesey, Derwent (1943) “Hausehofer: The

Geopoliticans” der. Edward M. Earle, The Makers of

Modern Strategy, New Jersey, Princeton University Pres, ss.

388-410.

Zürcher, Erick (2002) Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, çev.

Yasemin Saner Gönen, İstanbul, İletişim Yayınları.

83

‹ki Dünya Savafl› Aras› Türk ve Alman D›fl Politikalar› Aras›ndaki Yaklafl›m Farklar›Ali Erken

84

Babanzâde Ahmed Naim ve Son Dönem Osmanl› F›k›h Tart›flmalar›fieyma fiahino¤lu

Babanzâde Ahmed Naimve Son Dönem Osmanlı Fıkıh Tartışmaları*

Şeyma Şahinoğlu

II. Meşrutiyet dönemi ve bu dönemde cereyan edenhadiseler, Türkiye’nin bugün meşgul olduğu mesele-lerin bir çekirdeği mesabesindedir. 1700’lü yıllardabaşlayıp, Tanzimat’la birlikte yoğunluk kazanan ba-tılılaşma hareketleri, II. Meşrutiyet sonrasında basınhayatında çokça tartışılır bir hâl almıştır. Günümüz-de ‘yenilikçi’, ‘modern’ kisvelerle toplumu ve dini an-lamlandırdığını ileri süren pek çok kişinin iddiaları-na mesnet teşkil eden ‘çağdaş’ bakış açılarını, II.Meşrutiyet döneminin kendine özgü fikir dünyasın-da rahatlıkla bulabiliriz. Tarık Zafer Tunaya’nın ifa-desiyle; “II. Meşrutiyet dönemi Türkiye Cumhuriye-ti’nin lâboratuarıdır.” Bugünü doğru bir şekilde anla-yabilmek ve yorumlayabilmek için yakın tarihimizleilgili malumatlara hararetle ihtiyaç duymaktayız.

I. Hayatı ve Eserleri

Ahmed Naim (Babanzâde) 1872 yılında, babasıMustafa Zihni Paşa’nın görevi nedeniyle ikamet etti-ği Bağdat’ta dünyaya geldi. II. Abdülhamit döne-minde nüfuz kazanacak olan Babanoğulları adıylamaruf, eşraf bir aileye mensuptur.1 Babası MustafaZihni Paşa, Mithat Paşa’nın valiliği sırasında Bağdatmektupçuluğu ile tanınmıştı.2 Bu aileye mensupolup gerek Osmanlı’nın son döneminde gerekseCumhuriyet’in ilk dönemlerinde tanınmış pek çokkişi bulunmaktadır. Bunlar arasında kardeşleri Ba-banzâde İsmail Hakkı (muharrir) ve Prof. Dr. ŞükrüBaban ile Hikmet Bey’in isimleri zikredilebilir.3 İlkeğitimini Bağdat’ta alan Ahmet Naim, Bağdat Rüş-diyesi ve İdadisini bitirdikten sonra, tahsiline İstan-bul’da devam etti. İstanbul’a geldikten sonra bir dö-

nem Galatasaray Sultanîsi’nde okudu. 1894 yılındamezun olduğu bu okulda ileriki yıllarda Arapçadersleri de verecektir. Mülkiye’yi bitirdiği yıl Harici-ye Nezareti Tahrirat Kalemi’nde çalışmaya başladı.Bu tarihten itibaren devletin çeşitli kademelerindegörev aldı. Bu görev yerlerini kısaca; Tahrirat-ı Hari-ciye Kalemi, Maarif Daire-i İlmiye Azalığı olarak sa-yabiliriz. 1911-1912 yılları arasında Maarif NezaretiTedrisat Müdürü olarak çalıştı. Maarif Nezareti telifve tercüme heyeti azâlığında bulunduğu sırada 1913yılında bu daire bünyesinde kurulan Islahat-ı İlmiyeencümeninde yer alarak felsefe, tabiî ilimler ve sa-nat ıstılahları için hazırlanan ve basılan üç lügatinçalışmalarında etkin görevler üstlendi.4 Darulfü-nûn’da Edebiyat Fakültesi müdürlüğü yapıp ardın-dan aynı kurumda rektörlüğe yükselmiştir. 1933’teyapılan üniversite reformu neticesinde yeniden ya-pılanan kurumda Ahmed Naim’e yer verilmedi.5 Ve-fatından bir süre önce başladığı Sahih-i Buhari Ter-cümesi ise 13 Ağustos 1934’te öğle namazını edaederken vefat etmesi ile yarım kaldı.6 II. Meşruti-yet’ten sonra Osmanlı fikir hayatının önemli simâla-rından biri olan Ahmed Naim geride pek çok öğren-ci ve eser bırakmıştır.7

Ahmed Naim, II. Meşrutiyet’in özgür fikir ortamın-da neşvünema bulan dergilerden Sırat-ı Müstakim-Sebilürreşad çizgisinde yer almış ve bu dergilerin degelenekçi isimlerinden sayılmıştır.8 Bu sınırların nederece kesin çizgilerle ayrıldığı ise tartışmalı bir ko-nudur. Gerek Sırat-ı Müstakim gerek Sebilürreşaddergilerinde yayınlanan yazılarına, girdiği tartışma-lara bakmamız, onun ne derece bütüncül bir bakışaçısına sahip olduğunu anlamamıza yeter. Fıkıhtanfelsefeye, hadisten mantıka ve güncel siyasî mesele-lere kadar pek çok konuda yazılar yazması bununbir göstergesi sayılabilir.9 Darülfünun’da hocalıkyaptığı dönem üniversitede felsefe hocası olmadığıiçin ferdî gayretleriyle metafizik öğrenmiş ve talebe-lerine okutmuştur.10 Fakat metafizik dersini okuttu-ğu Fransızcadan çevrilmiş olan kitabı, öğrencileri-nin hayli ilgisini çekmiştir. Zira Fransa gibi laik birülkeden “bula bula” bir Katolik kitabı seçmesi onla-ra garip gelmiştir. Ahmed Naim’in derslerini verir-

ken kavramlar konusunda gösterdiği titiz tavır da yi-ne bazı talebelerinin eleştirilerine konu olmuştur.11

İlmî hassasiyetleri ile olduğu kadar ahlakî kişiliğiylede tanınan Ahmed Naim ‘sorulmadan söylemeyen’,“dostlarını gıyaplarında da sevip sayan”, “muhatabı-nı dinlemiş gibi yapmayıp sahiden dinleyen”, “birkonuyu bilmediği zaman açıkça bilmiyorum diyebi-len” birisiydi.12 Yakın dostları arasında bulunanMehmed Akif, Ahmed Naim vefat ettiğinde duyduğuüzüntüyü, “Ben ölüm olayını soğukkanlılıkla karşıla-yan biriydim. Ama Naim öldüğünde sanki hanüma-nım yıkılmış da ben altında kalmışım gibi geldi. On-dan sonra hiçbir şeyin tadı tuzu kalmadı. Meğer benNaim’i ne çok severmişim” diyerek dile getirmiştir.Ayrıca Akif’in ‘ashaptan sonra en sevdiği kişinin Ah-med Naim olduğu’ bilinmektedir.13 Elmalılı HamdiYazır’ın, Ahmed Naim vefat ettiğinde söylediği sözlerde dikkate şayandır: “Her ne zaman bir kelimede te-reddüde düşsem ona sorar tereddüdümü giderir-dim. Tercümede benim için danışılacak biricik alimAhmed Naim idi. Naim’in bilgisi ele geçmez bir hazi-ne ilmi ve fazlı ise büyük bir define idi. O gidince peksarsıldım, adeta can evimden vuruldum.”14

Halvetî tarikatına mensup olup, Fatih türbedarıolan kayınpederi Ahmed Âmid Efendi’ye intisapeden Ahmed Naim’in bazı eserleri şunlardır:15

- Sarf-ı Arabiye Mahsus Temrinat-1321

- Mebadi-i Felsefeden İlmü’n nefs (Georges L. Fon-segrive’in Eléments de Philosophie kiabından ter-cüme)-1331

- İslâm’da Dava-yı Kavmiyet-1330

- Hikmet Dersleri-1329

- İlm-i Mantık (Elie Rabier’den tercüme)-1335-1338

- Filozof Dr.Rıza Tevfik Beyefendi’ye-1336

- Ahlak-ı İslâmiye Esasları-1328

- Hadis-i Erbain (Muhyiddin Nevevi’nin el-Erbainadlı kitabından tercüme)-1341

- Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümeve Şerhi-1928 (Vefat ettiğinde eser yarım kaldığın-

dan tercüme Kamil Miras tarafından tamamlan-mıştır.)

- Genel Çizgileriyle İslâm (Sebilürreşad’da yayınla-nan “İslâmiyet’in esasları, mazisi ve hali” adlı ya-zının sadeleştirilerek neşri)-1975

- Sebilürreşad, Sırat-ı Müstakim, Mahfil, Manzaragibi dergilerde yayınlanmış çok sayıda yazısı bu-lunmaktadır.16

II. Dâhil Olduğu Tartışmalar

II. Abdülhamit döneminde var olan gergin ortamınyerini II. Meşrutiyetin ilan edilmesiyle birlikte geçi-ci bir rahatlık almıştır. II. Meşrutiyet’in siyasî buhra-nı yüzünden ilk günlerde fikir hayatı bir anarşi man-zarası gösterir. Basın hürriyeti, uzun zaman açlığıduyulan çeşitli ve çatışmacı birçok fikrin birden bi-re yayılmasına imkan vermiştir. Bu sırada batıp sö-nen gazete ve dergilerin sayısı çok fazladır.17 O za-mana kadar tartışılması akla dahî gelmeyen, ya dabazı çevrelerce konuşulsa bile yüksek sesle ifadeedilmeyen pek çok fikir bu dönemde gün yüzüneçıkmıştır. Gerek mektep ve medreselerde talebe-iulûm arasında, gerekse de mahalle kahvelerindehalk tarafından, pek çok siyasî ve kültürel meselekonuşulur hâle gelmişti. Aynı şekilde, II. Meşruti-yet’ten sonra basın hayatında gözle görülen bir ser-bestiyet olmuştur.

Sırat-ı Müstakim dergisi, Meşrutiyetten sonra birsüre çıkmış, daha sonra dergide bir isim değişikliği-ne gidilerek derginin adı Sebilürreşad olarak değişti-rilmiştir. Dergi Sebilürreşad adıyla ilk kez 24 Şubat1327 (1911) tarihinde çıkmaya başlamış, 5 Mart1341 (1924)’e kadar yayın hayatına devam etmiştir.18

Babanzâde Ahmed Naim de, içinde yer aldığı Sebi-lürreşad camiasının diğer aydınları gibi tartışmalarakatılmış, pek çok siyasî ve sosyal mesele üzerindegörüşlerini belirtmiş, çok sayıda tenkit-karşı tenkityazısı kaleme almıştır. Bu yazılarında ortaya koydu-ğu net tavırlar ise Cumhuriyet döneminde basılanbazı kitaplarda kendisinin gelenekçiler arasındagösterilmesine sebep olmuştur.19

85

Babanzâde Ahmed Naim ve Son Dönem Osmanl› F›k›h Tart›flmalar›fieyma fiahino¤lu

Ahmed Naim Bey’in müdahil olduğu konuları bir-kaç başlık altında toplayacak olursak şöyle bir sınıf-landırmaya gidebiliriz:

a. İslâmî ilimler kapsamındaki konular,

b. Felsefe ve mantık ilimleri,

c. Gündeme ilişkin siyasî ve sosyal konular.

Bu yazılar içinde araştırmamıza konu olarak seçtiği-miz makaleler ise Babanzâde’nin teaddüd-i zevcatmeselesi üzerine kaleme aldığı üç adet makaledir.Ahmed Naim Bey’in Sebilürreşad dergisinin sayfala-rında yer verdiği bu makaleler Mansurizâde SaidBey’in İslâm Mecmuası’nda yazdığı “Teaddüd-i Zev-cat İslâm’da Men Olunabilir” başlıklı makaleye ce-vap olarak yazılmıştır. Tartışma 1914 yılında cereyanetmektedir. İlk olarak Babanzâde ile Mansurizâdearasında başlayan bu tartışmaya daha sonraları Se-bilürreşad kanadından ve İslâm Mecmuası sayfala-rından başka isimler de katılacaktır. Yaklaşık üç aysüren bu tartışma Babanzâde’nin üç, Mansurizâ-de’nin de beş makale yazmasıyla sona ermiştir. An-cak kültür tarihimizin en önemli kırılma noktaların-dan birinin yaşandığı bu yıllarda, konuyla ilgili pekçok gazete ve dergide muhtelif yazılar yayınlanmış-tır ve mesele günümüze kadar intikal etmiştir.

I. Dünya Savaşı’nın çıkmak üzere olduğu, OsmanlıDevleti’nin Balkan Harbi ve Trablusgarp faciasınıhenüz atlattığı buhranlı bir dönemde, iki Osmanlımünevverinin; çok eşlilik bir kanunla yasaklansınmı- yasaklanmasın mı şeklinde, ilk bakışta çok daanlamlı olmayan bir tartışmanın içine girmeleri ol-dukça manidardır. Meseleyi ait olduğu bağlamdankopararak düşünmeye kalkıştığımızda bu tartışma-yı bir yere oturtmak hayli zordur. Ancak olayı1700’lü yıllardan itibaren çok boyutlu olarak geli-şen ‘kültür değişimi’nin bir uzantısı -belki de çokküçük bir parçası- olarak değerlendirdiğimizde eli-mizdeki parçalar yerli yerine oturmaktadır. Maka-lelerin değerlendirmesine ayrıntılı olarak girmedenönce tartışmanın kısa bir tasvirini yapmak yerindeolacaktır.

Tartışmanın Tasviri

Tarihî olaylar değerlendirilirken hadiseler arasında-ki ilişkiler doğru incelenmezse ulaşılacak sonuç ilmîhüviyet arzetmeyeceği gibi, ideolojik ve indirgeme-ci yaklaşımlara düşülmesi de kaçınılmaz olur. Bu se-beple yalnızca teaddüd-i zevcat ve kadın meselesiile ilgili fikirleri değerlendirmek için değil; II. Meşru-tiyet sonrasında çok farklı konularda gün yüzüneçıktığı gözlemlenen sayısız tartışmayı anlamlandı-rabilmek için de dönemin siyasî, sosyal ekonomikve askerî arka planını iyi tahlil etmek gerekmektedir.Osmanlı tarihi bir bütün olarak ele alındığında II.Meşrutiyetin öncesinde ve sonrasında gelişen hadi-selerin çok hızlı bir şekilde cereyan ettiğini ve budönemlerde meydana gelen olayların, araştırmacı-ların ideolojik yaklaşımlarına kurban verildiğinigörmek hiç de zor değildir. Bu sebeple tartışmanıntasvirine geçmeden önce, konunun anlaşılmasınafayda sağlayacağını umarak, dönemin siyasî olayla-rıyla ilgili bazı bilgileri aktarmayı gerekli görüyoruz.

Mithat Paşa ve çevresindekiler V. Murat’ın psikolojikrahatsızlıkları olduğunu ileri sürerek II. Abdülha-mit’i ‘şartlı olarak’ tahta çıkardılar. Sözkonusu şart,Kanun-i Esasi’nin ilanı ve Osmanlı Devletinin mut-lakıyetçi görüntüsünün ortadan kaldırılmasıydı.Mesele gerçekten de ‘zevahiri kurtarmak’tan ilerigitmiyordu. Devletin üst kademesindeki pek çokisim Batılı devletler tarafından yapılacak olan ‘Ter-sane Kongresi’nden önce Kanun-i Esasi’nin ilanedilmesini istiyorlardı. II. Abdülhamit Kanun-ı Esa-si’yi kabul etmekteydi ancak Kanun-ı Esasi’ye, son-raları dizginleri eline geçirmesine yarayacak birmaddeyi, üstü kapalı olarak koymayı da ihmal et-medi. Mithat Paşa ve ekibini de kimine sadrazamlıkvererek, kimine ise daha farklı makamlar vererek ya-nına çekmeyi başardı ve Kanun-i Esasi, TersaneKongresi’nden kısa bir süre önce ilan edildi. AncakKongre toplandığında Kanun-ı Esasi’nin hiçbir işeyaramadığı görüldü. Rusya’nın dayattığı şartlar Os-manlı tarafından kabul edilmeyince Rusya OsmanlıDevleti’ne savaş açtı. Rus donanması Yeşilköy’e ka-dar geldi. Tehlike o boyutlardaydı ki Rusya ancak İn-

86

Babanzâde Ahmed Naim ve Son Dönem Osmanl› F›k›h Tart›flmalar›fieyma fiahino¤lu

giltere’nin müdahalesi sonucunda durdurulabildi.

O zamana kadar Mecliste işler yolunda gidiyordu.Rusya’nın savaş açması ilk etapta Meclisteki Müslü-man ve Hıristiyan mebusların tek vücut olmalarınısağlamıştı ancak Müslüman milletvekillerinin ci-had-ı mukaddes ilan edilmesini istemeleri ve II. Ab-dülhamit’in bunu kabul etmesi meclisi karıştırdı. II.Abdülhamit de bu karışıklık sonrasında 1878 yılındameclisi dağıttı ve Kanun-i Esasi’yi askıya almış oldu.II. Abdülhamit’in kimi çevrelerce alkışlanan, kimile-ri tarafından da neredeyse lanet okunan ‘istibdat’dönemi böylelikle başlamış oldu.

Niyazi Berkes, II. Abdülhamit dönemini tasvir için“dışından durgun gibi gözüken karanlık bir su biri-kintisine benzediği halde, dibinde gelecek bir fışkı-rışın akıntıları gizli gizli birikiyordu” ifadelerini kul-lanır.20 Bu dönem Osmanlı Devleti’nin içinde bu-lunduğu sosyal, iktisadî ve siyasî durumdan dolayıpek çok açıdan bir sıkıyönetim uygulamasına sahneolmuştur. Basın hayatındaki sansürler, bir meslekhâlini alan ve suiistimal edilen jurnalcilik hadisesi,özellikle idarî kadrolara yakın olan insanlara nefesaldırmıyordu. Ancak bu denli sıkı tedbirler alan yö-netim, rejime yönelik tepkilerin içten içe büyümesi-ne engel olamıyordu. Bu gergin dönemin ardındanII. Meşrutiyet birden patlak vermiş ve fikir hürriyetibirden bire akıllara gelmiş gibi görünse de gelişme-ler birden ortaya çıkmış değildir. Aslında hadisele-rin hepsi II.Abdülhamit’in meclisi dağıtması sonu-cunda işlemeye başlayan sürecin bir parçasıdır.Hatta bu süreç çok rahatlıkla yüz yıl daha geriye gö-türülebilir.

II. Abdülhamit rejime yönelik tepkilerin büyüdüğü-nü fark etmiyor değildi ve kendine göre önlemleride almaktaydı, ancak Makedonya’da başlayan ayak-lanmayı durduramayacağını anlayarak Kanun-ıEsasi’yi tekrar yürürlüğe koymak zorunda kaldı ve24 Temmuz 1908 tarihinde II. Meşrutiyet ilan edildi.

II. Meşrutiyet’in ilan edilmesiyle birlikte o zamanadek açıkça tartışılamayan konular konuşulmayabaşlamıştı. Kavmiyetçilik (ulusçuluk) tartışmaları21,imamet ve hilafet konulu tartışmalar, dinde reform

sorununu gündeme getiren tartışmalar en önemlibaşlıklar olarak görülebilir. Özellikle dinde reformmeselesi ile ilgili ‘kaynaklara dönüş’ kavramlaştır-ması üzerinden esaslı tartışmalar olmuştur. Müslü-manların içinde bulundukları kötü durumun mü-sebbibinin din olmadığı, bu istenmeyen durumungelenekten gelen tortular neticesinde ortaya çıktığıtemel iddialar arasındaydı. Yapılması gereken, asır-larca din adı altında gelenek yoluyla bize tevarüseden ‘din dışı’ unsurların tasfiyesiydi. Ancak bu yol-la gerçek İslâm’a ulaşılıp, asr-ı saadette tecrübe edi-len saf ve doğru İslâm yaşanabilirdi.22 Fakat saf ha-lindeki İslâm’ın niteliği, bunun dünyasal hayat ku-rumları ile ilişkisi, saf hale döndürülmek üzere negibi müesseselerin kaldırılması gerektiği noktalarıüzerinde ayrılıklar hemen ortaya çıktı.23 Bu konumuvacehesinde İslâmcılar tarafından kaleme alın-mış çok sayıda yazı bulunmaktadır.

Sözkonusu tartışmaların dışında, bizim konumuzuihtiva eden aile sorunu ile ilgili olan tartışmalar daönemli bir kırılma noktasını barındırmaktadır. Bukırılmadan sonra girilecek olan yol bu konuda genişçaplı bir değişimi beraberinde getirecektir.

Aile sorunu ile ilgili sayısız makale yazıldı. Hatta Ab-dullah Cevdet, Cenevre’ye gittiğinde Müslümanla-rın içinde bulundukları durumdan nasıl kurtulabi-leceklerine dair Avrupa’da bir anket bile yapmıştır.Anketle ilgili olarak Bir Fransız edebiyatçısı çözümönerisini Kuran’ı kapa-Kadınları aç şeklinde sem-bolize etmiş, Abdullah Cevdet ise bu ifadede küçükbir değişiklik yaparak Kuran’ı da kadınları da aç slo-ganını oluşturmuştur.24 Kadınların peçe takıp tak-maması, parklarda, çarşıda-pazarda ne surette bu-lunabilecekleri, kadın-erkek eşitliği, mirastan payalabilme mevzuu, kadınların boşama hakkına sahipolup-olmaması meselesi, kadınların eğitim hakları-nı ne şekilde kullanabilecekleri ve nihayet poligamimeselesi: Acaba Müslüman bir erkeğin birden fazlakadınla aynı anda evli bulunabilme imkanı gerçek-ten İslâm’da var mıydı?

Mansurizâde Sait, dince caiz olan bir mesele hak-kında ulu-l emrin yasaklayıcı bir rolünün olabilece-

87

Babanzâde Ahmed Naim ve Son Dönem Osmanl› F›k›h Tart›flmalar›fieyma fiahino¤lu

ğini savundu. Ona göre teaddüd-i zevcat konusuİslâm’ın caiz olarak gördüğü, hakkında herhangi biremrin iltizam edilmediği bir meseleydi. Bu yüzdenulu-l emr konumunda olan hükümet, çıkartacağıbir kanunname ile teadüd-i zevcatı men edebilirdi.Etmesi de gerekirdi çünkü çok eşliliğin İslâm top-raklarında hâlâ uygulanıyor olması, Batılılar tarafın-dan İslâm’ın hor görülmesine sebep oluyordu. Sırfbu sebeple Avrupalılar “Müslümanların halen Orta-çağ karanlığında yaşadığı zan ve zehabına kapılıyor-lardı.”25 Mansurizâde Sait’in İslâm Mecmuası aracı-lığıyla kaleme aldığı iddialar bu yöndeydi. Sebilürre-şad’da buna cevap yazan Ahmed Naim, muhatabı-nın içtihada konu olmayan bir mevzuda içtihat et-meye kalkıştığını ve bunu da kendini frenklere be-ğendirme arzusuyla yaptığını ileri sürüyordu. Onagöre, bu mesele hakkında icma-ı ümmet vardı vePeygamber’in sahih sünneti açıkça teaddüd-i zev-catın meşruiyetine delil teşkil ediyordu.26 Bu genelçerçevede başlayan ikili tartışma yaklaşık üç buçukay devam etti. Üçer tanesi karşılıklı yazılmış, iki ta-nesi de Mansurizâde ’nin efkar-ı umumiyeye yazdı-ğı toplam sekiz adet makale bu dönemin anlaşılma-sı açısından zengin bir malzeme olarak düşünce ta-rihimize kazandırılmış oldu.

1) İddialar

Sözkonusu makalelerde iki tarafın da ortaya attığıiddiaların, makalelerin yayın sırası dikkate alınarakyazılması hususunda, konunun anlaşılması açısın-dan fayda ittihaz ediyoruz. İlk olarak MansurizâdeSait Bey tarafından İslâm Mecmuası’nda yayınlananmakalelerde yer alan temel iddiaları aktarmak isti-yoruz.

a) Mansurizâde Sait Bey’in İddiaları

• Teaddüd-i Zevcat şeriat-ı İslâmiye’de tecviz olun-duğu için İslâmiyet teaddüd-i zevcatı kabul etmek-ten men edilemez. Teaddüd-i zevcat şeriat-ı İslâmi-ye’de hakkında emir ve nehy-i şer’i varid olmamış,cevazına beyan edilmiş bir emr-i caizden başka birşey değildir.

• Avrupalılar ve pek çok medenî millet İslâm hakkın-da yanlış bir takım zanlara kapılıyorlar. “İslâmiyet’teteaddüd-i zevcatı kabul etmek zarureti vardır, tead-düd-i zevcat diğer din ve milletlerde men edilebilirancak İslâm’da bu mümkün değildir, İslâm dinininteaddüd-i zevcat meselesinde diğer dinlerden farkıvardır” zannediyorlar.

• İslâm şeriatında teaddüd-i zevcat hakkında ilti-zam olunmuş bir hüküm yoktur. Ulu-l emrin emirve nehyine tâbi bir meseledir.

• Binaenaleyh ulu-l emr (yani hükümet) teaddüd-izevcatı men etmeye ve yahut bazı kayıt ve şartlar iletakyit etmeye salahiyeti tamamen variddir. İslâmşeriatında bu hususta hiçbir mani yoktur. Şeriatulu-l emre o derece salahiyet bahşeder ki onlarınemir ve nehyini kendi emir ve nehiyleri mesabesin-de görür.

• Nikah ve talakta da durum böyledir. Teaddüd-izevcat gibi haklarında emir ve nehy-i şer’i varid ol-mamış, yalnız cevazı beyan edilmiş, binaenaleyhonların hakkında vicdan-ı umumi-i millete muvafıkahkam ve kavanin vazetmeğe ulu-l emrin şeriat na-zarında yetkisi olduğu, her türlü şek ve şüphedenazadedir.

• Sebilürreşad’da çıkan makalede meselenin ruhunave hakikatine hiç nüfuz edilmemiş. Mugalata ve saf-sata ile geçirilmiş. Güya ben; teaddüd-i zevcatın ce-vazına dair kitap, sünnet, ümmetin icmaı bulundu-ğu halde onlara muhalif rey kullanmışım ve içtihat-ta bulunmuşum. Güya İslâmiyet’te teadüüd-i zevca-tın cevazını inkar etmişim.

• İslâm’da teaddüd-i zevcatın cevazında şüphe yok-tur. Fakat ulu-l emrin bunu men’ etmeğe de salahi-yeti olduğunda şek ve tereddüt olunamaz. Bu iddi-ayı ispat için iki mukaddime irad ettim:

1. Teaddüd-i zevcat caizdir.

2. Caiz olan şeyleri ulu-l emr, emir veya nehyedebi-lir. Buna da uymak icap eder.

Birincisi ayet ile sabittir. Benim içtihadım değildir.

İkincisi ise, ayet-i celîleyle ve ulema-i fıkıh ve şeri-atın beyanıyla sabittir. Burada da rey ve içtihat ben-

88

Babanzâde Ahmed Naim ve Son Dönem Osmanl› F›k›h Tart›flmalar›fieyma fiahino¤lu

zeri bir şey yoktur. Her fikrî mütalâaya içtihat derse-niz kimseye hiçbir fikir beyan etmek salahiyeti ver-memiş olursunuz. Bu durumda ne siz ne de ben ko-nuşabilirim.

• “İçtihat ne demektir”, “icma-ı ümmet nedir” bilmi-yorsunuz. Teaddüd-i zevcat gibi ayetle sabit bir ko-nuda bile icma-ı ümmet var diyorsunuz. Kat’i naslarile sabit olan meselelerde icma-ı ümmet vardır de-mek doğru değildir; mesela, “namazın farziyeti ic-ma-ı ümmetle de sabittir” denilemez.

• Ulu-l emrin manasından gafilsiniz. Ulu-l emr, lü-gat ve hakiki manası itibariyle şeriat alimlerine ıtlakolunamaz. Çünkü ulema-i şeriatın içtihat ve beyanettikleri şer’i hükümler kendilerinin emir ve nehiy-leri değildir. Şariin, şeriatın emir ve nehiyleridir.Ulu-l emr hakiki manası itibariyle ancak halife vehalifeyi temsil edenlerde kullanılır.

• Bu konuda müdafaaya kalkmamdan maksat; ben-denizin, şeriatın kat’i bir hükmüne muhalefet etmi-şim gibi halka gösterilmemdir.

• Bizim maksadımız, “caiz olan şeyler hakkındamenfaat ve maslahat-ı amme bulunduğu halde ka-nun vaz’ etmek, şer’an ulu-l emrin selahiyeti dahi-lindedir” demekten ibarettir.

• Muarızımızın kitap ve sünnet ve icma ile sabit birmeseleden kasıtları, teaddüd-i zevcatın lizatihi ce-vazı ise bu kimsenin inkar edemeyeceği bir hakikat-tir. Ve biz de bu esas üzerine makalemizi vücuda ge-tirmiş idik. Yok eğer; kitap, sünnet ve icma ile sabitbir meseleden kasıtları; teaddüd-i zevcat ulu-l emrtarafından men’ olunamaz, hakkında kitap, sünnetve icma vardır demekse bu, katiyen mukarin-i haki-kat değildir. Belki bilakis kitap ve sünnet teaddüd-izevcatın men olunabileceğine suret-i kat’iyede de-lalet ediyor.

d) Babanzâde Ahmed Naim’in İddiaları

• Bu içtihadınızın sebebi, hasım tarafından yönelti-len itirazların gözünüzü korkutmuş olmasıdır. Buiçtihadı yaparken usul kaidelerinden yararlanmışsı-nız ancak içtihadınız hamdır.

• Kitap ve sünnetle sabit bir meseleyi içtihat konusuzannediyorsunuz.

• Yanıldığınız noktalar: Mukaddimeniz muvaffaki-yetsizdir. Teaddüd-i zevcat ile ilgili olan ayet bugünekadar İslâm alimleri ve fıkıhçıları tarafından çok ev-liliğin mübahlığına delalet eder şekilde görülmüştür.

• İslâm şeriatında çok eşliliğin var olduğu zehabınakapılmanın batıl olduğunu anlatmak istiyorsunuz.Asıl bu anlayış batıldır.

• Teaddüd-i zevcat ortaçağlardan kalma bir adet de-ğil, ilk çağlardan kalma bir adettir. İslâm bu adetidört ile sınırlandırmıştır.

• Bizim mevzuumuz teaddüd-i zevcatı müdafaa et-mek de değildir.

• Teaddüd-i zevcatın, ulu-l emrin emriyle men’ineİslâmiyet manidir. Hadi mani değil diyelim! Ne ka-zanırız? Asıl mesele meşruiyet meselesi değil midir?Ulu-l emr, Kuran’ın o ayetini kaldırabilecek mi? Ha-dis kitaplarını yok mu edecek? İslâm tarihini tahrifmi edecek? Bir ulu-l emrin men’i diğer bir ulu-l em-rin ibahasına mani de olamaz.

• Ulu-l emr beş manaya gelir. Hulefa-i Raşidin, ordukomutanı, ashap, ulema, umera.

• Ulu-l emre; helali haram, haramı helal kılmak iste-diklerinde itaat yoktur.

• Şimdi size soruyorum: Ruhsatlar ziyafet-i ilahiye-dir. Resulullah’ın caiz ve mübah dediği şeye, O’naitaatle mükellef olan ulu-l emr “değildir” diyebilirmi? “Kendinize helal kılınan şeyleri haramlaştırma-yın” şeklinde ayet var. Teaddüd-i zevcat, Allah’ıntecviz ettiği bir helal iken, ulu-l emr onu nasıl men’edebilir? İkinci, üçüncü, dördüncü kadınlardan do-ğan çocuklar evlâdı-ı zina mı olur? Sizin tayin ettiği-niz kanun bu çocukları tanımayıp mirastan men miedecek?

• Siz caiziyette ulu-l emrin emir ve nehyini, Allah’ınemir ve nehyi mesabesinde görüyorsunuz. Bu ko-nuda Müslümanların da hem fikir olduğunu söylü-yorsunuz.

• Ümeranın helal olanı harama kalbetme hakkınınolduğunu, diğer bir deyişle kendilerine bir dereceye

89

Babanzâde Ahmed Naim ve Son Dönem Osmanl› F›k›h Tart›flmalar›fieyma fiahino¤lu

kadar nesh-i şeriat yetkisinin Allah tarafından veril-miş olduğunu iddia ettiniz. Böyle şeylerin şeriathükmüne muhalif olduğuna cidden aklınız mı er-miyor?

• “Allah’a ve Resulüne itaat ediniz” ayetine verdiği-niz manada iptidai emirde “her emir sahibinin caizolan her şeyde emrine itaat vacip olduğunu” söyle-diniz. Biz ise “maruf bil-lam olan emirden maksatemr-i ilahi ve emr-i resuldür. Yani şer-i şeriftir. Bunabinaen ulu-l emre itaatin manası ulu-l emr için ve-layet-i emr noktasından matlup olmak lazım gelenşeylerin kaffesinde itaat etmektir.” demiştik. Zat-ıaliniz buna, “raiye üzerinde tasarruf-ı imam masla-hata yöneliktir” dediniz. Biz, “Evet, bizim de maksa-dımız budur” der demez, siz yine maslahat-ı şeriyekaydını ihmal ederek, “her şeyde” itaatın vücubunatekrar kail oldunuz.

• Siz mantıkçılığı pek ziyade su-i istimal etmeye baş-ladınız. Yaptığınız indi istisnanın bedahet-i akıl ilemalum olduğunu söylüyorsunuz. Bunun bedahetneresinde? Siz ayet-i kerimedeki emrin, emr-işer’iyeye has olduğunu teslim etmiyorsunuz da,“her emîrin emridir” diyorsunuz.

• Vacip, sünnet, mubah, mekruh, haram denilen ah-kam-ı hamseyi zıtlarına nispet ve izafetle tarife kal-kışıyorsunuz. “Hem teaddüd-i zevcat, hem vahdet-izevce, ikisi birden sünnettir denilemez” diyorsunuz.“Teaddüd-i zevcat sünnet değildir” diyorsunuz. Bendiyorum ki; teaddüd-i zevcat bazen sünnet, bazende vaciptir. Bazen de gayr-i caizdir. Buna binaen, ni-kah ve yahut yerine göre teaddüd-i zevcat her kimene zaman sünnet olursa elbette onu terk etmekterk-i sünnet olur. Bir hadiste “Allah’a kasem ederimki, sizin hepinizden ziyade Allah’dan haşyetim var.Sizin hepinizden ziyade Allah’tan ittika ederim. La-kin hem oruç tutarım, hem de iftar ederim. Hem na-maz kılarım, hem de uyurum. Kadınlarla da evleni-rim” buyruluyor. Demek ki bunların hepsi aynı an-da sünnet olabiliyor.

• Her halde ulu-l emr kendilerine helal olan şeyi –ayet-i celile mucibince- kendilerine haram edemez-ler. Hâl böyle iken nasıl oluyor da, bazı helalleri baş-

kalarına, hatta bütün ümmete kanun ile tahrimedebiliyorlar. Buna bir türlü aklım ermiyor.

• Yazı yazarken bahsettiğiniz mevzulara karşı sizidaha hürmetkâr görünceye kadar sizinle mübahaseetmekte mazurum.

2) Deliller

İkili tartışmanın neticesinde ortaya çıkan sekiz adetmakaleden hasıl olan bir takım iddiaları herhangibir müdahalede bulunulmadan aktarıldı. Şimdi iseher iki yazarın da fikirlerine mesnet teşkil eden ge-rekçelere kısaca göz atmak gerekmektedir.

a) Mansurizâde Sait Bey’in Delilleri

• “Allah’a, Resulüne, ve sizden olan ulu-l emre itaatediniz” ayet-i celilesi, ale-l ıtlak itaati emrediyor.Neyi emrederse etsin, neyi nehy ederse etsin, herşeyde ulu-l emre itaat ediniz diyor. Çünkü ayette ne-relerde ulu-l emre itaat olunacağına dair hiçbir ka-yıt ve şart zikr olunmadığından hüküm de tamimetmiş olur.

• Şu var ki, hükmün böyle külliyet ve ıtlakına naza-ran eğer “ulu-l emr; şeriatın nehyine muaraza ede-rek, şeriatın emr ettiği şeyleri nehy, nehyettiği şeyle-ri emr edecek olsa dahi yine ulu-l emre itaat vacip-tir” demek gerekirse de, değil İslâm şeriatı, hiçbir ka-nun tasavvur olunamaz ki, öyle kendi emir ve nehiy-lerini nazar-ı itibara almasın da, “onlara muarız vemünakız olan emirlere itaat etmek vaciptir” desin.

• Binaenaleyh, ulu-l emre itaat hakkında nass-ı ce-lil-i mezkurun şumül ve ıtlakına şariin emir ve neh-yine muaraza etmemek kayıt ve şartını ilave etmekzaruri ve bedihidir.

• Mezkur nassın şumül ve ıtlakını takyid ve tahdidetmek, “ulu-l emre her yerde itaat ediniz” mealindeolan nassın hükmü şumül ve ıtlakına karşı (fakat şe-riatın emir ve nehyine muarız olan yerde itaat etme-yiniz) suretinde bir istisna teşkili demek ise de; böy-le nas mukabilinde ve mevrid-i nassda bulunan busuret-i istisna, zan ve kıyastan ibaret olan rey ve ic-

90

Babanzâde Ahmed Naim ve Son Dönem Osmanl› F›k›h Tart›flmalar›fieyma fiahino¤lu

tihad değildir. Bu sebeple “nas mukabilinde içtihatile amel olunmaz, mevrid-i nasda içtihada mesağyoktur” diye itiraz olunamaz.

• Bu istisna, bedahet-i akıl ve zaruretle sabit bir aklîve hükmî zarurettir. Nassın hükm-i şumulü ve ıtla-kını delalet-i aklî ile tahsis kabilindendir. Naslarıntakyid ve tahsisi rey ve içtihat yönünden caiz değilise de, aklın delaleti ile tahsis olunur. Usulcüler nas-ları tahsis eden delâilin ilki olarak aklı zikrederler.

• Akıl başka, rey başka, içtihat başkadır. Ulu-l emr,şeriatın emr ve nehyine muarız ve munakız olma-mak şartıyla her neyi emrederse itaat vaciptir (dela-let-i akıl). Şeriata muarız ise itaat etmek caiz değil-dir (delalet-i nakil).

• Bir meselenin; hakkında emir veya nehiy varid ol-mamışsa, vacip ve memnu olmadıkça, caiz olanherhangi bir meselede ulu-l emre itaat etmek vacip-tir. Eğer caiz olan meselelerde itaat gerekmeseydi,mezkur ayetin hükmü ve manası kalmazdı.

• Cenab-ı Hak Kuran’da [fe iza haleltüm festaduu]ayeti celilesiyle ihramda iken haram olan saydın, ih-ramdan çıktıktan sonra caiz olduğunu beyan buyu-ruyor. Halbuki hükümet, mevsimlerin bir çok kısım-larında saydı men’ için nizam ve kanun vaz’ ediyor.İşte böyle nas ile cevazı sabit olan bir fiili ulu-l emrmen ediyor. Fikrinize göre Cenab-ı Hakkın, helal et-tiği tayyibatı tahrim ediyor. [Fe-nkihuu] ve [fe-sta-du] emirlerinin mahiyet itibarı ile ne farkı vardır?Her iki ayet-i celile de aynıdır. Hal böyle iken [fe-sta-du] emrine karşı, ulu-l emr kanun vaz’ ettiği haldebuna karşı lisan-ı şeriat sâkit ve ebkem kalıyor da,aynı mahiyette olan teaddüd-i zevcat hakkındakiayete karşı bir ilmî mütalaada bulundu mu başkabir renk verilerek hücum ediliyor. Bilmem bu doğrumudur?

• Hadis-i şerife göre, Allah’a masiyet emredilmedik-çe ulu-l emre itaat gerekir. Tek eşlilik de bir masiyetdeğildir. Halife, böyle masiyet olmayan şeylerdeemr ederse itaat vacip olur. Fıkıh kitaplarının kaffe-sinde fukaha, (masiyet dışında imama itaat vardır)demekte ittifak ederler. [Ma leyse bi- masiyetin]:

Buradaki [bi] umumi bir lafızdır. Masiyet olmayanher şeyde itaat vacip olduğuna katiyen delalet eder.

• Şu halde yalnız, [etiullahe ve etiurresul] den başkabir de [ve ulu-l emre min-küm] ilave edilince, ayetinmanası, şeriatın emir ve nehiylerini tekrar edecekolursa itaat ediniz olmaz mı? Bundan daha abes, da-ha manasız bir şey tasavvur olunur mu? Demek olurki, ulu-l emrin emir ve nehyettiği efal, şariin emir venehyettiği efalin aynı olmak iktiza etmez. Bununharicinde kalan efâli, ulu-l emr; emir ve nehiy ede-bilir. O hariçte kalan efal ise caiz olan efalden başkabir şey değildir.

b) Babanzâde Ahmed Naim’in Delilleri

• İbn-i Abbas, Mücahid, Atâ, Dahhâk, İkrime, Ebu-lÂliye, Câbir gibi ümmetin büyüklerini farz edelim kitanımıyorsunuz, selefin rivayet tefsirlerinede mibakmadınız. Herkesin elinde bulunan Râzi, Keşşâf,Ebu Suud, tefsirlerine de mi muttali olmadınız?

• “Halıka masiyet olduğu durumlarda mahluka itaatyoktur” gibi bir çok hadis-i şerifin varlığı sabittir.

• Teaddüd-i zevcat hakkındaki şerî emir yalnızca si-zin zannettiğiniz gibi ibaha için değildir. Gerek Ha-nefi fıkhı, gerekse de diğer İslâm mezheplerinin ki-taplarında nikahın hükmü muhtelif şahıslarda vemuhtelif durumlarda farklıdır. Bazen mübah ya damendub olduğu gibi, bazen de vacip ya da sünnetolur.

• Kitab-ı Hakimde [ve mâ âtâkümü’r-resulü fe-hu-zûhu ve mâ nehâküm anhü fentehû] diye bir nass-ıkati vardır. Oradaki [küm] zamir hitabına ulu-l emrde muhatab mıdır? değildir diyemezsiniz. “Ruhsat-lar ziyafeti ilahiyedir. Kabul ediniz” diyen Resulul-lah’ın caiz ve mübah dediği şeye ona itaatle mükel-lef olan ulu-l emr “değildir” diyebilir mi?

• Diğer bir ayet-i kerimede Cenab-ı Hak [ya eyyü-hellezine âmenû la tuharrimû tayyibâti mâ ehalleleküm] buyuruyor. [Ya eyyühellezine] hitabına ulu-lemr muhatab mıdır? “Değildir” diyemezsiniz. O hal-de, [fe-nkihu mâ tâbe leküm] ayetiyle tecviz buyu-rulan teaddüd-i zevcat Hak tealanın kıyamete kadar

91

Babanzâde Ahmed Naim ve Son Dönem Osmanl› F›k›h Tart›flmalar›fieyma fiahino¤lu

ümmete ibaha ettiği tayyibattan iken, ulu-l emronu, bir kanun ile men ve -lisanı şeriat ile konuşa-lım-, tahrim edebilecek mi? Bu hükm-i ilahiyi neshedebilecek mi?

• Bahsettiğiniz şeyler, sizin maksadınızın halline da-ir hiçbir şeyi müfid olmadığını zikr ettikten sonraayet-i celileyi takyid ve tahsis eder bir istisna-i aklîolduğunu beyan etmiştim. “İstisna-i akli demekesasen bedahat-i akli ile malum olup izah ve beya-na muhtaç olmayan bir takım istisnalardır.” dedik-ten sonra istisna-i akliyi bir misal ile izah ediyorsu-nuz. Bilmem ki “evet doğru söylüyorsunuz fakat fa-idesizdir” gibi sözler sizin maksadınıza hadim olurmu? Siz tahsis ve istisna siperine iltica ediyorsunuz.Ayet-i kerimenin müeddasının yalnız caizata (bizimtabirimizce mübahata) kasr için mahsus-ı akliye-den, istisnadan, bedahatten bahsediyorsunuz.

• Mahsus-i nakli de kabul etmiyorsunuz. O halde yi-ne kendi mesleğinize göre mahsus-i aklî iddiası dayürümez. Zira siz yine insaflısınız da aklınızla üme-raya yalnız tahlil-i haram salahiyeti vermekle iktifaediyorsunuz da tahrim-i helal etmelerine müsaadeetmiyorsunuz. Yarın, diğer söz anlamaz herif çıkıp,tahlil-i haramı, yine kendi aklına uyup tecviz etme-sine, yahut “madem ki Said Bey Efendinin delil-i ak-lîsine göre ulu-l emr tahrim-i helal derecesine, şeri-atte tasarruf hakkını haizdirler. Tahlil-i harama ne-den kail olmasınlar” derse, o zaman istisna-i akliye-deki bedahat nerede kalır?

• Ben sanki bu umumi manayı, mefulün hazfindenve tasrih olunmamasından istifade etmemişim de,[ulu-l emr] deki [el-emr] in lam-ı tarifinden istinbatetmişim gibi, şümul ve istiğrak manasını inkar ede-bilmek için “[el-emr] in lamı, lam-ı istiğrak değildir,lam-ı ahiddir” demek istiyor. El-emrdeki lam, hangimanaya haml olunursa olunsun şümul ve istiğrakburadaki mefulün hazfinden ve tasrih olunmasındanneşet ediyor. [Etîu-rresul] deki lâm, lâm-ı istiğrak de-ğil lâm-ı ahiddir. Yani her resule itaat ediniz demekdeğil, Hz. Muhammed’e itaat ediniz demektir.

• O kadar huylandığınız mahsus-ı nakliyi kabul et-meyeceğinizi işmam ederek vacip ile haramın istis-nası ve ayet-i kerime müeddasının yalnız caizata

(bizim tabirimizce mübahata) kasrı için mahsus-ıakliyeden, istisnadan bahsediyorsunuz. Hâlâ kenditenakuzunuzun farkında değilseniz sizin mantığı-nızda tenakuzun vücudu, mefhumu mürtefi’ olmuşdemektir.

• Bizim teaddüd-i zevcata sünnet deyişimiz pek zi-yade istiğrabınızı celbetmiş. Maatteessüf sizin ha-dis, fıkıh, mantık ilimlerindeki nazariyat ve müta-alarınız kimseninkine benzemediği gibi, usul-i fıkhhakkındaki tetebbuatınız da ulemadan hiçbirininmalumu olmayan sahalarda vaki’ oluyor. Vacip,sünnet, mübah, mekruh, haram denilen ahkam-ıhamseyi zıdlarına nisbet ve izafetle tarife kalkıyor-sunuz. Ve bunların izafi ve nisbi keyfiyetler olduğu-nu izah ediyorsunuz. Hakayık-ı şeriyyeye karşı te-rüddüdlerle, rücu’larla, bir ders veriyorsunuz. Bufaydasız dersi veriş sebebiniz de –Allahu a’lem- sizinteklif ettiğiniz kanun nesh-i şeriata, tahrim-i helale,men’i sünnet müedda olur diye ettiğim itirazı def’için olsa gerektir.

• Siz ağır bir itirazdan kurtulmak için teadüd-i zevca-tın sünnetini inkar etmek istiyorsunuz. Nitekim vak-tiyle dinimizi- daha doğrusu kendinizi- frenklere be-ğendirmek için “teaddüd-i zevcat dinde varsa da di-nen mültezim bir şey değildir. Din ile alakası olma-yan bir meseledir” demek istediniz. Halbuki elbettehatırınızdadır ki siz 8 Mayıs 1330 tarihli esas maka-lenizde; “Binaenaleyh ulu-l emr, yani hükümet bilkülliye teaddüd-i zevcatı men etmeğe İslâmiyye’debu hususta hiçbir mani yoktur. Haklarında emir venehy-i şer’i varid olmamış olan nikah ve talak daböyledir.” Yani nikah ve talak da hükümet bil külliyemen’ ve bazı kuyut ve şurut ile teayyün edebilir de-miştiniz. Şimdi ise nikahın sünnet olduğunu itirafediyorsunuz ki bu, onun, ahkam-ı şeriyeden sünne-te misal olarak irad etmenizde sabittir.

• Peygamberimizin “Bu ümmetin en hayırlısı zevce-leri en çok olanıdır” buyurduğunu Buhari rivayetediyor. “Her kim benim bu fiillerimi beğenmezsebenden değildir” diyor. Sünnet-i nebeviyeyi kendinâm ve hesabına beğenmeyenler Resulullah’dan be-ri’ oluyor. Artık maazallah kendi aklını satıp, frenk-

92

Babanzâde Ahmed Naim ve Son Dönem Osmanl› F›k›h Tart›flmalar›fieyma fiahino¤lu

ler beğenmiyor diye sünnet-i nebeviyenin icrasınabil külliye mani olanlar nasıl olur bilmem?

• “[Mâ âtâküm] deki [mâ] da hükm-i cevaz dahil de-ğildir. [Mâ] nın şümulü, yalnız vacibe maksurdur”demeniz bir dava-i mücerrededir. [Mâ] nın umumifade ettiğini daha dün siz bize öğretiyordunuz.Şimdi saha-i şumul-i umumunu neden kasr ve tah-dide lüzum görüyorsunuz.

• [Ya eyyühellezine âmenû la tuharrimû tayyibâtmâ ehalle leküm] ayeti kerimesindeki hitaba ulu-lemr muhatab mıdır diye bir soru irad etmiştim. Sizde; ayetin manası “Ey Zeyd, sana helâl kılınan şeyinefsine haram kılma, sen de ey Amr sana helâl olanşeyi nefsine haram kılma ve sende ey Bekir...” gibihitabat-ı gayr-i mütenahiyenin bir mahsulası, biricmalinden ibarettir. Yoksa ulu-l emrin umuma aidolarak bazı helâl (caiz) olan şeyleri li-maslahatinmen’ ve tahrim etmesi ayet-i celilenin hükmündenpek uzaktır.” cevabını veriyorsunuz. Biz sizin teklifettiğiniz tahrim-i helâl mahzurunu görmüş ve buayet-i celile ile adem-i imkanına ihticac etmiştik.Siz ise farkına varmaksızın ayet-i celilenin bahsimi-ze teallukunu tasdik ve ikrar, ve ayet-i muşarunileyhanın manası hitabat-ı hassa-i gayr-i mütene-hiyenin bir mahsulesi, bir icmali olduğunu beyanediyorsunuz.

III. Değerlendirme

1914 yılının Mayıs ayında başlayıp, yaklaşık olaraküç ay süren bir Fıkıh tartışmasıyla ilgili genel bir çer-çeve çizmeye çalıştık. Özellikle tartışmanın cereyanettiği siyasî ortam dikkate alındığında daha sağlıklıbir değerlendirmeye imkan bulunabileceğine inanı-yoruz. Dönemin Fıkıh tartışmalarına genel itibariy-le göz atıldığında ilk dikkatleri çeken husus“İslâm’ın gelişen şartlara ve yeni ortaya çıkan ihti-yaçlara çözüm sağlayabilecek bir yapıda olduğu-nun” her fırsatta ispat edilmeye çalışılmasıdır. Tar-tışmaların her iki tarafı da aynı tarihî döneme atıfyaparak kendilerine dayanak aramaktadırlar (asr-ısaadet vurgusu). Taraflardan biri İslâm’ın, yeni zu-

hur eden meselelere, içtihat yoluyla elde edilecekolan‘yeni’ çözümler yoluyla intibak sağlayacağınıileri sürerken, bir diğer grup ise ‘içtihat’ konusunadaha temkinli yaklaşmakta, sorulacak olan sorula-rın cevabını bizatihi asr-ı saadetin kendisinde ara-maktadır. Ve ilginç bir şekilde 14 asır önceki bir dö-nemle, aradaki uzun zaman dilimini ve bu zamandiliminde oluşan köklü geleneği atlayarak rabıtakurmaya çalışmaktadırlar. Aslında, İslâm’a düş-manlık besleyip onu saf dışı bırakmaya alenen gay-ret gösterenleri konumuzun dışında tuttuğumuzda,her iki taraf da kendince haklı görünmektedir. Fakatbakış açılarındaki farklılık, içtihat anlayışındaki,usul anlayışındaki farklılaşmalar ve şahsi farklılıklar,tarafları iki ayrı – uç- noktaya getirmektedir. İşte buşekilde aşırı kamplaşmalara yol açan tartışmalarınneden özellikle fıkıh alanında ortaya çıktığı önemlibir soru olarak karşımızda dururken, “tanzimatlabaşlayan ve II. Meşrutiyetin sonrasındaki gelişme-lerle önemli sonuçlar doğuran bu süreci, İslâm hu-kuk tarihindeki ikinci dönüm noktası”27 olarak ta-nımlayabiliriz.

Bu süreçte yapılan vurgulara baktığımızda asr-ı sa-adet dönemi sonrasındaki yoğun içtihat faaliyetlerihakkında müspet yorum yapmanın ciddi anlamdarevaçta olduğu; ancak, taklit dönemi diye adlandırı-lan uzun asırların ise menfi bir yaklaşıma maruzkaldığı ifade edilebilir. Bu konular hakkında fikir be-yan eden gruplar ise daha çok içtihat, müçtehit, tak-lit, yenileşme gibi kavramlara yaklaşım tarzları ilebirbirlerinden ayrılmaktadırlar. Örneğin AbdullahCevdet, İctihat dergisi kanalıyla içtihat konusunufıkhî düzlemden çıkararak tartışmış, Ziya Gökalp iseİslâm mecmuası sütunlarından ictima-i usul-i fıkholarak adlandırdığı “fıkıh usulünün yerine ikameedilecek yeni bir sosyal bilim arayışıyla” konuyamüdahil olmuştu. Aynı dönemde İstanbul’da çıkanSebilürreşad ve Sırat-ı Müstakim koleksiyonu ise İs-tanbul hilafet merkezli olarak İslâm dünyasına veAvrupa’ya uzanan teşebbüslerde hususi bir yerdeduruyor,28 kahir ekseriyeti muhafazakar-gelenekçi-lerden oluşan zengin bir yazar kadrosunu içinde ba-rındırıyordu. Bu dönemde gerek “İslâmcılar”, gerek-se “Türkçüler” arasında yaygın olan görüş, içtihat

93

Babanzâde Ahmed Naim ve Son Dönem Osmanl› F›k›h Tart›flmalar›fieyma fiahino¤lu

kapısının Hz. Muhammed döneminden sonra ka-panmadığı, bilakis her dönemde Müslüman ente-lektüeller için böylesi bir hakkın mahfuz olduğu yö-nündedir. Ancak asıl ayrışma; “içtihadın hangi ko-nularda, hangi şartlar altında” ve belki daha daönemlisi “kimler tarafından” gerçekleştirileceği ko-nusunda ortaya çıktı. Bu dönemdeki tartışmalarınmuarızlarına baktığımızda her iki tarafın da diğeriniiçtihattan anlamamakla suçladığını rahatlıkla göre-biliriz. Tabii ki II. Meşrutiyetin sonrasında bu gibibazı usul-i fıkh kavramlarının günlük tartışma gün-demine girmesinin o döneme has bazı gerekçeleribulunmaktadır. Bunların en genel olanı; “toplumsalve siyasi olarak yaşanan hızlı dönüşümlerin getirdi-ği yeni şartların ortaya çıkardığı, yeni hukukî/ dinîdüzenleme ve meşrulaştırma ihtiyacıdır.”29

Burada, “Neden Fıkıh tartışmaları?” sorusuna cevaparamamız gerekmektedir. Fıkıh, kişinin leh ve aley-hinde olan şeyleri bilmesidir. Recep Şentürk’e görebu tarif, “Bilimin amacını gösteren bir tariftir ve ön-celikle Fıkhın hayatla ilişkisini kurarak insanın gün-lük hayatta karşılaşacağı şeylerin lehinde mi, aley-hinde mi olduğunu bilmesidir.”30

Her toplumun, problemler karşısında tavır alışınıbelirleyen; tarihinden getirdiği bir takım özelliklerivardır. “Batı medeniyet camiası içinde yer alan top-lumların tavır alışının sosyal bilimler, İslâm mede-niyet camiası içinde yer alan toplumların tavır alışı-nın ise Fıkıh bilimleri yoluyla ortaya konulabileceği-ni görmekteyiz.”31 “Fıkıh burada, toplum problem-leri karşısında bir tavır alış tarzı olarak karşımızaçıkmaktadır.”32 Fıkıh böylesi bir pozisyonda bulu-nurken, Fıkıh usulü de; fıkıh ile fıkhî bilginin kay-nakları arasında bir bağ kurmakta ve elde edilecekolan hükümleri belli bir meşruiyet zeminine oturt-maktadır. Buradan hareketle, Osmanlı toplumununsahip olduğu dinî yapı göz önünde bulunduruldu-ğunda, bu toplumda meydana gelmesi umulan hertürlü değişme – gelişmenin, usul-ü fıkh kavramlarıüzerinden tartışmaya açılmasının nedeni daha netanlaşılmaktadır. Biraz önce de belirttiğimiz gibi,özellikle içtihat kavramı, tartışmaların merkezindebulunur. “Batı sürekli ilerlerken Osmanlı Devleti’nin

niçin geri kaldığı” sorusuna cevap arayan Osmanlıaydınlarından bir kısmı, toplumun yeni gelişmelereayak uydurabilmesi için bir takım içtihatlar yapıl-ması gerektiğini savunmuşlar, ancak diğer bir kısımOsmanlı münevveri ise; “içtihat kapısının kapanmışolduğu” söylemini, gerçekleştirilmek istenen hertürlü Batılılaşma faaliyetine karşı bir kalkan olarakkullanmışlardır. Özellikle bazı grupların bu dönem-de, fıkhın genel yapısıyla bağdaşmayacak pek çokşeyi, topluma kabul ettirmeye çalıştıkları ve bunuda fıkhın yerine başka kurumlar ikame etmeyi iste-mek suretiyle yaptıkları görülür. Yine Recep Şen-türk’ten ödünç aldığımız bir ifade ile söyleyecekolursak; “ İslâm medeniyetinin toplumsal bilim for-mu olan fıkhın terk edilip, yerine Batı medeniyeti-nin toplumsal bilim formu olan sosyal bilimlerinalınması, mevcut bilim tarihi ve bilgi sosyolojisi te-orileri ile anlaşılamayacak nev’i şahsına münhasırbir bilimsel devrimdir.”33

Babanzâde Ahmed Naim ve Mansurizâde Sait Beyarasındaki tartışmayı, işte bu uzun medhalle birlik-te değerlendirirsek; bu tartışmanın, dönemin ha-kim söylemleri içindeki yerini anlayabiliriz. Mansu-rizâde ’nin; tam da I. Dünya Savaşı’nın hemen ön-cesinde, böylesi buhranlı bir siyasî ortamda neden“durup dururken”, “çok eşlilik bir kanunla yasaklan-malıdır. Çünkü çok eşlilik meselesi, haram ya da he-lal olan bir konu değildir. Hakkında herhangi biremir bulunmayan ‘caiz’ bir konudur. Caiz konularıda ulul-l emr (yani hükümet) bazı kayıtlara ve şart-lara bağlayarak sınırlandırabilir. Gerekirse de yasak-layabilir.” gibi bir iddiayla ortaya çıktığı döneminşartlarını dikkate alarak düşündüğümüzde anlamkazanmaktadır. Mansurizâde Sait, konuyla alakalıbeş tane makale kaleme almış olmasına rağmen, as-lında daha ilk makalede meramını anlatmıştır.Mansurizâde makalenin başında; “Avrupa milletle-ri ve diğer pek çok gelişmiş millet İslâm toplumun-da hâlâ çok eşlilik hüküm fermadır zannediyorlar.İslâm’ın çok eşliliği yasaklayamayacağını, bu özelli-ği ile diğer dinlerden ayrıldığını söylüyorlar. Böyle-likle İslâm topraklarında hala ortaçağ vahşeti varzannediyorlar” demektedir. İlk makalesinden he-men sonra, Ahmed Naim tarafından uzunca bir red-

94

Babanzâde Ahmed Naim ve Son Dönem Osmanl› F›k›h Tart›flmalar›fieyma fiahino¤lu

diyeyle karşılaşmasaydı, Mansurizâde ’nin argü-manlarını ne şekilde geliştirip, makalesini nasıl de-vam ettireceği ise ayrı bir merak konusudur.

Babanzâde ise tipik bir mütedeyyin-münevver port-resi çizerek kaleme aldığı makalede muhatabını “İç-tihada konu olmayan bir mevzuda içtihat etmekle”suçlayıp, “İçtihadınız hamdır, muvaffakiyetsizdir,yersizdir” demektedir. Ancak bu iddiayı Mansurizâ-de’nin verdiği cevapla birlikte düşünmemiz iktizaetmektedir. Çünkü Mansurizâde her fırsatta “İçti-hat yapmadığını” söylemekte, “akıl başka, rey başka,içtihat başkadır” demektedir. Ancak bu nokta dikka-te şayan bir noktadır ki; bizce tartışmanın gelip dü-ğümlendiği ana konulardan birisidir. Taraflardan bi-rinin; yazdığı beş makale boyunca içtihat yapmadı-ğını söylemesine rağmen, diğer tarafın ise, yapılan-ların içtihattan başka bir şey olmadığıyla ilgili sayfa-lar dolusu yazı yazması,içtihat anlayışındaki derinfarklılaşmayı ortaya koyar.

Tabii ki araştırmamıza kaynaklık eden bu kıymetlimakaleleri, sadece bir kavram etrafında değerlen-dirmek indirgemeci bir yaklaşım olacaktır. Ancakbizce bu mesele her iki yazarın da görüşlerinin te-melini oluşturmaktadır. Yine mezkur tartışmadaöne çıkan; “ulu-l emrin fonksiyonu” ve “cevaz mese-lesi” dikkate şayandır. Babanzâde Ahmed Naim,Mansurizâde Sait Bey’in yaptığı işin temelinde ya-tan amacı eleştirerek makalesine dayanak bulur:“Kendini frenklere beğendirmek arzusu.” Bu tenkitMansurizâde Sait Bey açısından bir anlam ifade et-memektedir. Çünkü bu dönemlerde, - özellikle Tan-zimat sonrası dönemde- “Batılılaşmanın, Avrupa’yıyegane örnek olarak kabul etmenin tek çıkar yol ol-duğu düşüncesi” aydınlar arasında hayli popülerdi.Ve bu aydınlardan bir kısmı, İslâmî değerlerin tama-mıyla terk edilip, Batının kavramlarına ve değerlermekanizmasına teslimiyeti savunurken, diğer birkısmı ise yine aynı amacı, Kuran’dan, sünnetten -hasılı- dinî kavramlardan birer “kılıf” bularak yapı-yorlardı. Örneğin çok eşlilik mevzusu tartışılacaksa;kimi entelektüel çevreler bunu; “İslâm’ın Türkleriasırlardır geri bırakan bir din olduğu ve bu yüzdentamamıyla reddedilmesi gerektiğini, çok eşliliğinde

reddedilmesi gereken bu değerler sistemi içinde yeraldığı” şeklinde ifade ederken, kimi aydınlar ise;“Çok eşlilik caizdir, caiz olan bir mesele de hükümettarafından yasaklanabilir. Bunun yasaklanmasındabir günah yoktur” şeklinde dinî argümanları kulla-narak fikirlerini beyan ediyorlardı. Mansurizâde–ya da bir başka yazar– kendisine çok eşliliği değilde bir başka konuyu –örneğin miras, şahitlik vs.-seçseydi, İslâmî argümanları kullanarak kendisineçok rahat dayanak noktaları bulabilecektir.

Bütün bunların yanında Mansurizâde ’nin bahsetti-ği “çok eşliliği kısıtlayıcı kanunname” 1917 yılındayürürlüğe girdi. Bu kararname, Osmanlı hukuk tari-hinde ilk defa çok eşliliği belirli ölçüde sınırlandır-ma yolunda önemli bir adım atmıştır. Kararnameyihazırlayanlar, Türkçü ve Batıcı aydınların isteklerinekısmen cevap bulabilmek için, kadınların evlenir-ken kocasına evlilik hayatı boyunca tek eşli kalması-nı şart koşabileceği esasını getirmiştir. Bu tür birşartın Hanefi mezhebine göre geçerli ve bağlayıcıolması sözkonusu değildir. Sözleşmelere dercedile-bilecek şartlar konusunda en müsait hükümlere sa-hip Hanbeli mezhebinde ise kadın evlilik esnasındakocasının tek eşli kalmasını şart koşabilir.34 ZatenMecelle ile İslâm hukuku tarihinde ilk defa kanun-laştırma yolu açılarak, Hukuk-i Aile Kararnamesinemüsait bir zemin oluşturulmuştur. Tanzimat döne-minde bir aile kanunu hazırlanmamışsa da, bir ta-kım irili-ufaklı düzenlemelerle kararnameye gidenyol açılmıştır.35 Fakat 1917’de kabul edilen Hukuk-iAile Kararnamesi hiç beklenmedik bir şekilde iki se-ne bile yürürlükte kalmadan 1919’da yine muvakkatbir kanunla yürürlükten kaldırılmıştır.36

Kararnamenin yürürlüğe konulması ve kaldırılmasıaşamalarında Babanzâde ve Mansurizâde ’nin nelerhissettiklerini bilmiyoruz. Ancak bildiğimiz şu ki;sadece bu tartışmanın ve neticesinde ortaya çıkankanunnamenin değerlendirilmesinde değil; II. Meş-rutiyetin kendi nevî şahsına münhasır ortamındaneşvünema bulan bütün fikrî cereyanları değerlen-dirirken; dönüşümleri, temayülleri, problemleri, ge-lişimi, ve başarılarıyla bağlantısı ile birlikte ortayakonması gerektiğidir.

95

Babanzâde Ahmed Naim ve Son Dönem Osmanl› F›k›h Tart›flmalar›fieyma fiahino¤lu

“Türkiye’deki sözkonusu dünya ve hayat görüşlerininnasıl ortaya çıktığının ve nihayet sosyal, iktisadî ve si-yasî hayatı yeniden şekillendirerek İslâm’ın sayısızimkanlarından hareketle yeni bir din oluşturmayaçalışan yeni bir zihniyetin nasıl doğduğunun da bu-radan hareketle gösterilmesi icap etmektedir.”37

* Bu çalışmanın ilk hâli, 18-19 Şubat 2006 tarihinde düzen-lenen Bilim ve Sanat Vakfı XVI. Öğrenci Sempozyumu’ndatebliğ olarak sunulmuştur.

Dipnotlar

1 Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, İstanbul, Yapı Kredi

Yay., 2004, s. 436; Osman Nuri Ergin, İslâm Ahlakının Esasla-

rı, İstanbul, Yücel Yay., 1963, s. 1; Ertuğrul Düzdağ, Türkiye’de

İslâm ve Irkçılık Meselesi, İstanbul, Fatih Yay. Matbaası, 1983,

s. 27.

2 M. Cevdet İnançalp, Müderris Ahmed Naim, İstanbul, Ülkü

Matbaası, 1935, s. 5.

3 İnançalp, a.g.e., s. 5; İsmail Kara, Din ve Modernleşme Arasın-

da, İstanbul, Dergah Yay., 2003, s. 413.

4 Kara, Bir Felsefe Dili Kurmak, Dergah Yayınları, İstanbul,

2001, s. 67.

5 Ali Çankaya, Mülkiye Tarihi ve Mülkiyeliler, III Cilt, s. 300-

301.

6 Vefatıyla ilgili gazetelerde çıkan haberler için bkz. İnançalp,

a.g.e., s. 45.

7 Öğrencilerinin Ahmed Naim ile ilgili yorumları için bkz. Ni-

yazi Berkes, Unutulan Yıllar, İstanbul, İletişim Yay., Macit

Gökberk, Değişen Dünya Değişen Dil, Arslan Kaynardağ, Fel-

sefecilerle Söyleşiler, İstanbul, Elif Matbaası, 1986.

8 Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, İstan-

bul, Ülken Yay., 7. Baskı, 2001, s. 276.

9 Sebilürreşad ve Sırat-ı Müstakim’de yayınlanan yazıların tam

listesi için bkz. Abdullah Ceyhan, Sebilürreşad-Sırat-ı Müs-

takim Fihristi, İstanbul, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınevi,

1991.

10 Kara, Din ve Modernleşme Arasında, s. 232.

11 Kara, a.g.e., s. 236- 237.

12 Çankaya, a.g.e., s. 300- 301.

13 Mithat Cemal, Mehmet Akif Ersoy -Hayatı-Seciyesi-Sanatı,

Ankara, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., 1990, s. 105.

14 Osman Nuri Ergin, a.g.e., s. 10.

15 Babanzâde Ahmed Naim’in eserleri hakkında ayrıntılı bilgi

için bkz. İsmail Kara, Din ile Modernleşme Arasında, s. 417-

422.

16 Babanzâde Ahmed Naim’in hayatı ile ilgili ayrıntılı bilgi için

bkz. M. Cevdet İnançalp, a.g.e.; Osman Nuri Ergin, İslâm

Ahlakının Esasları, İstanbul, Yücel Yay., 1963 (Hal Terceme-

si Kısmı); M. Ertuğrul Düzdağ, Türkiye’de İslâm ve Irkçılık

Meselesi, İstanbul, Fatih Yayınevi Matbaası, 1983, İsmail Ka-

ra, Bir Felsefe Dili Kurmak; İsmail Kara Din İle Modernleşme

Arasında.

17 Ülken, a.g.e., s. 139.

18 Ülken, a.g.e., s. 139.

19 Ayrıntılı bilgi için bkz, Berkes , a.g.e.; Ülken, a.g.e.

20 Berkes, a.g.e., s. 375.

21 Babanzâde Ahmed Naim ile Ahmed Agayef arasında bu ko-

nuyla ilgili bir tartışma için bkz. Ahmed Naim, İslâm’da Da-

va-yı Kavmiyet, S.R., XII/293, s. 114-128.

22 Ayrıntılı bilgi için bkz. İsmail Kara, İslâmcıların Siyasi Görüş-

leri I, İstanbul, Dergah Yay., 2001, s. 21.

23 Berkes, a.g.e., s. 439.

24 Berkes, a.g.e., s. 444.

25 Konu ile ilgili makalelerin listesi için bkz. Mansurizâde Sa-

id, İslâm Mecmuası, VIII/ s. 233-238; XII/ s. 367-371; IX/ s.

280-284; XIII/ s. 397; XI/ s. 321-325.

26 Sebilürreşad’da yayınlanan makalelerin listesi için bkz. Ba-

banzâde Ahmed Naim, S.R., XII/ 298, s. 216-221; XII/300 s.

248-250; XII/300, s. 376-384.

27 Sami Erdem, “Tanzimat Sonrası Osmanlı Hukuk Düşünce-

sinde Fıkıh usulü Kavramları”, Basılmamış Doktora Tezi, M.

Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul, 2003, s. III.

28 Kara, “Kendimizi Tanıyalım Lakin Avrupa’yı Daha Fazla”,

Dergah Dergisi, Kasım 2000, sayı 129, s. 18.

29 Erdem, a.g.e., s. 63.

30 Recep Şentürk, İslâm Dünyasında Modernleşme ve Toplum-

bilim, İstanbul, İz Yay., 1996, s. 79.

31 Şentürk, a.g.e., s. 46.

32 Şentürk, a.g.e., s. 71.

33 Şentürk, a.g.e., s. 129.

34 Mehmet Akif Aydın, İslâm ve Osmanlı Hukuku Araştırmala-

rı, İstanbul, İz Yay., 1996, s. 183-184.

35 Aydın, a.g.e., s. 175-176.

36 Aydın, a.g.e., s. 186.

37 Ahmed Muhiddin, Modern Türklükte Kültür Hareketi, terc.

ve inc., Suat Mertoğlu, İstanbul, Küre Yay., 2004, s. 48.

96

Babanzâde Ahmed Naim ve Son Dönem Osmanl› F›k›h Tart›flmalar›fieyma fiahino¤lu