Post on 24-Feb-2023
KALKINMA: BİR TERİM NEYİ ANLATIR?
Hakan Mıhçı*
1) GİRİŞ
En genel anlamda kalkınma, birçok ülkenin ulaşmak
istediği temel “amaç” ve aynı zamanda iktisadi ve iktisadi
olmayan bir dizi değişkende köklü değişikliklere yol açan bir
“süreç” olarak görülebilir. Ulaşılmak istenen amaçlar ve
aşılması gereken süreçler çerçevesinde kalkınmanın ne anlama
geldiği anlaşılmadıkça, hangi ülkenin kalkınmakta, kalkınmış
veya kalkınmamış olduğunun belirlenmesi güçleşmektedir. Bu
nedenle, kalkınma teriminin kapsamlı bir biçimde incelenmesi
ve kalkınma olgusunun temel bir bakış açısıyla
değerlendirilmesi zorunludur.
Öte yandan kalkınma olgusuna getirilen yaklaşımlar,
ülkelerin iktisadi ve toplumsal gelişim süreçlerinin
incelenmesinden elde edilen bulgular ve bu bulguların
bütünsel bir çerçevede değerlendirilmesi sonucunda zaman
içinde sürekli değişikliğe uğramıştır. Bu durum kalkınmanın
nasıl tanımlanması ve ne şekilde ölçülmesi gerektiği
konularında uzlaşmaya varmayı güçleştirmektedir.
Bu güçlüğü ortadan kaldırabilmek ve kalkınma olgusuna
temel bir perspektiften bakabilmek amacıyla tasarlanan bu
çalışma, kalkınmanın tanımı ve ölçülmesinde tarihsel zaman* H.Ü., İ.İ.B.F., İktisat Bölümü Araştırma Görevlisi
1
içinde ortaya çıkan değişiklikleri saptamak üzerinde
yoğunlaşmaktadır.
2) BATILILAŞMA, SANAYİLEŞME VE MODERNLEŞME ANLAMINDA
KALKINMA
Kalkınma teriminin yaygın olarak kullanılmaya başlandığı
dönem İkinci Dünya Savaşı sonrasına rastlar. Ancak daha önce
de iktisat bilimi bu konuyla ilgilenmiş ve kalkınma yerine
daha çok “ilerleme” terimi kullanılmıştır. Gerek Adam Smith
(1961:91)’in “maddi ilerleme”, gerekse John Stuart Mill
(1968:189)’in “ekonomik ilerleme” terimleriyle
kavramsallaştırmaya ve betimlemeye çalıştıkları süreç
kalkınma ile özdeşleştirilebilir.1
Kalkınma teriminin iktisat yazınındaki kullanımının
yaklaşık yarım yüzyıllık bir geçmişi olmasına rağmen, bu
terimle anlatılmak istenen sürecin yüzyıllara yayılan bir
geçmişi bulunmaktadır. Kabaca kapitalist gelişme ile
özdeşleştirilebilecek bu tarihsel süreç içerisinde sanayi
devrimi ve bu devrimin yarattığı baş döndürücü değişiklikler
önemli bir yere sahiptir. Onsekizinci yüzyılda İngiltere’de
başlayan ve daha sonra Kıta Avrupası ülkeleri ve bu arada
Amerika Birleşik Devletleri’ne yayılan sanayileşme sürecinin
getirdiği yenilikler ve değişiklikler, “ilerleme” kavramı
çerçevesinde değerlendirilmiş ve Batı her türden gelişme ve1 Kalkınma teriminin yabancı dillerde ve Türkçedeki semantik içeriğininayrıntıları için Başkaya (1994:23-30) ve Arndt (1981:457-466)’abakılabilir.
2
modernliğin merkezi haline gelmiştir. W.W. Rostow (1975)
“Herşey Nasıl Başladı” (How It All Begun) adlı kitabında
modern kapitalist ekonominin kökenlerinin Batı Avrupa’da
aranması gerektiğini belirtirken, başka bir çalışmasında da
sanayileşmenin zaman içerisinde “modernliğin simgesi” haline
geldiğini vurgulamaktadır (Rostow, 1971:54).
Bu süreçte, Batı dışında kalan ulus ve cemaatler için
“Batılılaşma”, “sanayileşme” ve hatta “modernleşme”, Batı
uygarlığının yarattığı maddi ilerlemeye ulaşmanın farklı
isimler altındaki temel aracı haline gelmiştir (Arndt 1987).
Böylece batılılaşma, sanayileşme ve modernleşme, iktisadi ve
toplumsal yaşamda tüm dünyaya egemenliğini kabul ettiren bir
paradigmaya dönüşmüş; “ilerleme/kalkınma” kavramlarıyla özdeş
olarak kullanmıştır. Bunun sonucunda, ülkelerin
ilerlemesinin/kalkınmasının düzeyi, batılılaşma, sanayileşme
ve modernleşmeyi ne ölçüde gerçekleştirebildikleriyle
belirlenmeye başlamıştır.
Kalkınmanın batılılaşma ve modernleşmeyle özdeş olarak
algılanması, Batı dışındaki toplumların zaman içinde
oluşturdukları kendi kültürel ve etik değerlerine
yabancılaşmalarını da beraberinde getirmiştir. Soruna bu
açıdan bakıldığında, Başkaya (1994:22)’nın tespitlerine
katılmamak elde değildir:
“Kalkınma kavramı, diğerlerinin de Batının bugünküdurumuna gelmeleri gerektiği, bunun mümkün ve gerekliolduğu, bu amaca ulaşmak için, toplumların tarihsel
3
geçmişlerinin ürünü olan, kültürel, ideolojik, etikv.b. kalıntılardan uzaklaşmaları gerektiği, kendigeçmişlerinden miras kalanla hesaplaşmaları gerektiği,düşüncesini içeriyor.”Geçmişle hesaplaşmanın zorunluluğunu Keyder (1993:14)’de
vurguluyor:
“Modernleştirmeyi daha aktif olarak üstlenenulusal kalkınmacı devlet elitleri açısından, modernliktoplumun belli ilkeler etrafında örgütlenmesi anlamınageliyordu. Bunun için de “modern” olarak kabuledilmeyen ilişkiler, bağlantılar, kimliklerreddedilmeliydi.”
Bu tür bir hesaplaşmanın yaratabileceği toplumsal ve
kültürel sorunlar bir yana, Batı dışındaki toplumlar için
Batılılaşmanın “sonuçlarına” ulaşmak tarihsel olarak
olanaksız gözükmektedir. Bu olanaksızlığın nedenini Kılıçbay
(1994:85) şu şekilde ortaya koymaktadır:
“Böylece bu haliyle Batılılaşma (veya çağdaşlaşma,modernleşme) bana sahte bir sorunmuş gibi gözükmektedir,çünkü yaşanmış bir tarihin sonuçlarına ulaşılmak istenirken,bu tarihin (Batı’yı oluşturan tarih) başlıca yaratılarındanbiri olan bireyi üretmeyi başaramamış olan Doğu
toplumları, gene de batılılaşma programınınişleyebileceğini sanmaktadırlar. Tarih iki kere aynı biçimde
yaşanmaz, yoksa tarih olmazdı.”
Bütün bu eleştirilere rağmen, kalkınmanın batılılaşma,
sanayileşme ve modernleşme ile özdeşleştirilmesi, kalkınma
olgusu çerçevesinde yapılan tartışmaları derinden etkilemiş
4
ve teorik çalışmaların önemli bir kısmının arka planını
oluşturmuştur.
3) İKTİSADİ BÜYÜME ANLAMINDA KALKINMA
Kalkınma ve azgelişmiş ülkeler (AGÜ) ile ilgili
sorunların ulusal ve uluslararası düzeydeki temel ilgi odağı
haline gelmesi İkinci Dünya Savaşı sonrasına rastlar. Bu
duruma yol açan temel nedenler iki savaş arasında ve İkinci
Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan bir dizi gelişmeye
bağlanabilir.
İki savaş arasındaki dönemde ulusal bağımsızlık
hareketlerinin etkisiyle hızlı bir dekolonizasyon sürecine
girilmiştir. Bu süreçte imparatorluklar parçalanmış; koloni
veya sömürge konumundaki birçok ülke bağımsızlığına
kavuşmuştur. Bağımsızlığını yeni kazanan ülkelerin temel
amacı politik bağımsızlığı iktisadi alana yaymak olmuştur.2
Ayrıca bağımsızlığını yeni kazanan ülkelerin diğer
ülkelerle birlikte Birleşmiş Milletler çatısı altında bir
araya gelmeleri ve gelişen kitle iletişim araçlarının
yardımıyla halkların da birbirlerini daha yakından tanıma
olanağına kavuşması, değişik gelişmişlik düzeyindeki
ülkelerin birbirlerinden haberdar olmalarına ve2 Kolonizasyon dönemindeki uluslararası serbest ticaret uygulamalarının,koloni veya sömürge konumundaki ülkelerin geri kalmışlığına yol açan temelneden olarak görülmesi (birincil mal üreticisi olarak uzmanlaşmanıngetirdiği eşitsiz değişim ilişkileri), iktisadi bağımsızlığa ulaşmak içinmüdahaleci ve ulusalcı iktisat politikaları izlemenin zorunluluğunutepkisel olarak gündeme getirmiştir (Little 1982).
5
farklılıkların bilincine varmalarına yol açmıştır. Hem
gelişmekte olan ülkeler (GOÜ), gelişmiş ülkeler (GÜ) in
maddi refah düzeyini daha yakından gözlemleyip, kendi
gelişmişlik düzeylerinin bir yazgı olmadığını, yoksulluk ve
sefaletten kurtulmanın olanaklı olduğunu düşünmüşler; hem de
GÜ, GOÜ'in sorunlarıyla daha yakından ilgilenmenin zorunlu
olduğunu anlamaya başlamışlardır.
Öte yandan, Sovyetler Birliği'nin İkinci Dünya Savaşı
sonrasında da varlığını sürdürmesi ve savaş sonrasında ortaya
çıkan yeni sosyalist ülkelerle birlikte sosyalist sistemin
etki alanını genişletmesi, Batı'da sosyalizmin GOÜ'e
yayılabileceği korkusunu yaratmış ve Soğuk Savaş'ın temelini
hazırlamıştır.3 Soğuk Savaşın bir uzantısı olarak yaşanan
bloklaşma sürecinde ise, alternatif politik sistemler
arasında sıkışan ve Üçüncü Dünya ülkeleri olarak
adlandırılmaya başlanan azgelişmiş ve GOÜ'in sorunları ön
plana çıkmıştır. Bu süreçte bloklar arası rekabet ve taraftar
çekme yarışı hız kazanmış, her iki bloğun düşünürleri Üçüncü
Dünya ülkelerinin karşı karşıya olduğu sorunlara çözüm
üretmeye başlamışlardır.
Kalkınma olgusu üzerine görüş bildiren “batılı”
düşünürler çoğunlukla Birleşmiş Milletler ve diğer
uluslararası kuruluşlar etrafında toplanmışlardır.
3 Bu arada Sovyetler Birliği’nin devlet güdümündeki merkezi planlamaaracılığıyla sanayileşmesini hızla geliştirmesi, hem GOÜ’in sosyalistkalkınma biçiminden etkilenmelerine, hem de kalkınma sürecinde planlamanınönemli bir yere sahip olduğu düşüncesinin oluşmasına yol açmıştır.
6
Uluslararası örgütlerde uzman olarak çalışan H.W. Singer, P.
Rosenstein-Rodan, R. Nurkse, R. Prebish, G. Myrdal ve W.A.
Lewis gibi iktisatçıların katkılarıyla, kalkınma adı altında
kendine özgü bir yazın alanı ve iktisat biliminin bir alt
dalı oluşmaya başlamıştır.
Başlangıçta kalkınmanın anlamı ve amacı üzerine söylenen
sözler son derece geniş kapsamlı ve içeriği belirsizdir.
Örneğin Birleşmiş Milletler’in 1948 yılında yayınladığı bir
raporda “yaşam standartlarının iyileştirilmesinin iktisadi
kalkınmanın temel amacı olarak görülebileceği”
belirtilmektedir (United Nations, 1948:271). Ancak yaşam
standartlarının iyileştirilmesinin neleri içerdiği ve bunun
nasıl gerçekleştirileceği açık değidir. Bu belirsizlik kısa
sürede aşılmış ve kalkınmanın ne anlama geldiği konusunda
daha net yaklaşımlar geliştirilmiştir. 1950 yılında
yayınladığı kitabında P.T. Ellsworth şunları söylemektedir:
“Esas olarak iktisadi kalkınma sorunu ulusal gelir düzeyini
kişi başına düşen çıktıyı arttırmak yoluyla yükseltmektir ve
böylece her birey daha fazla tüketme olanağına sahip
olacaktır (Ellsworth, 1950:796). “Sorun” bu şekilde ortaya
koyulunca daha kesin tanımlara ulaşmak mümkün olmuştur:
“İktisadi kalkınma kendisini artan mal ve hizmet akımıyla
gösteren maddi refahtaki sürekli ve kalıcı bir iyileşme
olarak tanımlanabilir (Okun ve Richardson, 1962:230).” Sadece
bu kadar değil, daha teknik tanımlarla da karşılaşılmıştır:
7
“İktisadi kalkınma bir ekonominin kişi başına düşen
gelirindeki büyüme oranının düşük veya negatif olması
durumundan, önemli ve sürekli olarak artan düzeye ulaştığı
süreç olarak tanımlanır (Adelman, 1961:1).”
Böylece 1940’ların sonlarından 1970’lerin ortalarına
kadar geçen dönem içerisinde, kalkınma kavramı iktisadi
büyüme ile eşanlamlı bir kavram gibi düşünülmüştür. Öyle ki,
kalkınma yazınının öncülerinden olan W.A. Lewis’in “iktisadi
kalkınma” üzerine 1955 yılında yayınladığı ilk kitabının
başlığının “İktisadi Büyüme Teorisi” (The Theory of
Economic Growth) olmasını kimse yadırgamamıştır.
Azgelişmiş ve GOÜ'in sorunlarının “acil” olarak
çözülmesi amacıyla yola çıkan kalkınma iktisadının
başlangıçta sadece iktisadi büyüme üzerine yoğunlaşması
oldukça ilginçtir. Açlık, yoksulluk, işsizlik, gelir dağılımı
v.b. sorunlar bir köşede dururken, neden iktisadi büyüme ön
plana çıkmış ve kalkınmayla özdeşleştirilmiştir?
Nedenlerden ilki, kapitalizmin gelişme sürecinde elde
edilen tarihsel deneyimle ilgilidir. Kalkınma iktisatçıları
kalkınma sorunuyla karşı karşıya kalan ülkelerin izlemesi
gereken yolun, Batı’daki kapitalist kalkınma sürecinin
benzeri olduğuna inanmışlar ve bu süreçte elde edilen
bulgulardan yola çıkarak hızlı iktisadi büyümenin kalkınmanın
anahtarı olduğu sonucuna varmışlardır (Ingham, 1993:1803).
8
İkinci neden ise, birçok kalkınma iktisatçısının
iktisadi büyümeyi kendi başına bir amaç olarak değil,
kalkınmayı gerçekleştirmenin bir yolu olarak görmeleridir
(Bhagwati, 1984:50). İşsizlik, yoksulluk ve gelir dağılımı
gibi GOÜ’in karşı karşıya olduğu canalıcı sorunların
çözümüyle özel olarak ilgilenmemelerine rağmen; büyüme
sürecinin bu sorunların çözümü için yeterli kaynağı
yaratacağına inanmışlardır (Şenses, 1984:115).
Üzerinde yeterince durulmayan nedenlerden birisi de, iki
Dünya Savaşı ve bir Büyük İktisadi Bunalım’la karşı karşıya
kalan Batı ekonomilerinin yirminci yüzyılın ilk yarısında,
ondokuzuncu yüzyılla karşılaştırıldığında, yeterli düzeyde
üretim artışı gerçekleştirememeleri ve iktisadi büyüme
oranlarının düşmesidir. Bu durum savaş sonrası dönemde
iktisadi büyümeyi, GOÜ'in yanısıra GÜ için de, iktisat
politikalarının temel amacı haline getirmiştir.4 Buna paralel
olarak iktisadi büyüme, iktisat teorisiyle uğraşan Batılı
bilim adamlarının da temel ilgi alanı haline gelmiştir (Arndt
1978).
Kalkınma olgusu iktisadi büyüme ile özdeşleştirilince,
kalkınma iktisadının öncüleri kalkınma sürecinde geri kalmış
ülkelerde iktisadi büyümenin nasıl sağlanabileceği sorunu
üzerinde yoğunlaşmışlar ve çeşitli çözüm yolları
üretmişlerdir. Bu çalışmaların temel noktaları bir araya4 Şenses (1984:111) iki savaş arasındaki dönemde sadece GOÜ'in değil,GÜ’in de büyüme performanslarının düşük olduğunu ve bu durumun GÜ içintehlike işaretleri verdiğini belirtiyor.
9
getirildiğinde, karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır: AGÜ’in
iktisadi büyümesini sınırlayan en önemli etkenlerden
birisinin sermaye kıtlığı olduğu düşünülmüş; sermaye birikimi
sürecini hızlandıracak politikalara vurgu yapılmıştır. Bu
süreçte yatırımların arttırılması öngörülmüştür. Örneğin
Rostow hızla büyüyen bir ekonomide, yatırımların GSMH’nın
%10’unun üzerine çıkarılmasını savunurken (Rostow 1960),
Lewis sermaye birikimi sürecinde yatırımların GSMH’ya
oranının %12-15 düzeylerine ulaşmasının zorunlu olduğunu
söylemiştir (Lewis 1954). Ancak düşük tasarruf oranlarının
görüldüğü (%4-5 gibi) AGÜ’de bu düzeylerdeki yatırım
oranlarına (%12-15) ulaşabilmek için, yurtiçi tasarrufların
vergilendirme yoluyla kısa sürede arttırılması gerekmektedir
(Lewis, 1976: 257). Hedeflenen yatırım oranlarıyla
gerçekleşen tasarruf oranları arasında başlangıçta ortaya
çıkabilecek olan açık ise dış yardımla karşılanacaktır.
Yurtiçi tasarruf oranı yükseldikçe, dış yardıma duyulan
gereksinim de zaman içinde ortadan kalkacaktır (Bhagwati,
1984:52).
Öte yandan, yeni yatırım projelerinde istihdam edilecek
işgücünün kırsal kesimden karşılanması öngörülmüş, bu amaçla
tarım sektöründe büyük ölçüde gizli işsizlikten kaynaklanan
“işgücü fazlasının” daha üretken sanayi faaliyetlerine
kaydırılmasının gerekli olduğu düşünülmüştür (Rosenstein-
Rodan 1943; Nurkse 1953; Lewis 1954; Fleming 1955).
10
Yeni ve büyük çaplı yatırımların tarım sektörüne göre
daha üretken bir sektör olan sanayi sektörü üzerinde
yoğunlaştırılması tercih edilmiş, sermaye birikimi ve
iktisadi büyümenin hızlı bir sanayileşme süreciyle
gerçekleştirilmesi öngörülmüştür. Sanayileşmeye yapılan vurgu
o düzeylere varmıştır ki, tarım sektörünün gelişimi
çoğunlukla gözardı edilmiş ve tarım sektörü ile sanayi
sektörü arasındaki bağlantılar yeterince kurulamamıştır
(Singer, 1984: 167).
Bundan başka, kalkınma iktisadının öncülerinin geri
kalmış ülkelerdeki iktisadi büyümenin serbest piyasa
mekanizmasına dayanarak gerçekleştirilebileceğine
inanmadıklarını belirtmek gerekir. Bu ülkelerdeki yapısal
sorunların (bilgi eksikliği, tekelci piyasaların varlığı,
piyasa katılıkları v.b.) serbest piyasa mekanizmasının tam
anlamıyla işlemesine olanak tanımayacağı, piyasa mekanizması
işlese bile özellikle gelir dağılımı üzerinde istenmeyen
sonuçlar yaratacağı düşünülmüştür (Hogendorn, 1992: 383-411).
Bu nedenle, iktisadi büyümeye serbest piyasa yerine “yol
gösterici planlama” (indicative planning) aracılığıyla
ulaşılmak istenmiştir. Planlama, özellikle kaynakların etkin
dağıtımı ve iktisadi büyümeden elde edilen gelirin daha adil
olarak paylaşılması süreçlerinde devreye sokulmuştur
(Tinbergen 1952; Lewis 1954). Planlamanın bir uzantısı olarak
devlet müdahaleleri gündeme gelmiş ve sanayileşmenin
11
altyapısını oluşturmak amacıyla devletin iktisadi
faaliyetlere etkin olarak katılımının gerekliliğine
değinilmiştir (Rosenstein-Rodan 1943; Nurkse 1953; Lewis
1954). Ayrıca yeni gelişen sanayii, sanayileşmiş ülkelerin
rekabetinden korumak için de devlet müdahalelerine
başvurulmuş, dış ticaret alanında korumacı politikalara
yönelinmiştir.
Korumacı politikalara yönelmenin diğer bir nedeni de,
dış ticaret hadlerinin GOÜ’in aleyhine seyretme eğilimidir.
GOÜ genellikle birincil mal ihracatçısı ve imalat malı
ithalatçısı olduklarından ve birincil mallar için dış ticaret
hadlerinin ondokuzuncu yüzyılın son çeyreğinden İkinci Dünya
Savaşının başlangıcına kadar uzanan dönem içerisinde sürekli
düşme eğilimi gösterdiğinden ( United Nations, 1949: 21-24),
tipik bir gelişmekte olan ülkenin aynı miktarda imalat malı
ithal edebilmesi için, giderek daha fazla birincil mal
ihracatı yapmasının zorunlu olduğu ve bu eğilimin daha uzun
süre devam edeceği varsayımından hareketle, Prebisch (1959)
ve Singer (1964), sanayileşmiş ülkelerden yapılan ithalatın
yurtiçi üretim ile ikame edilemediği sürece, GOÜ’in reel
gelirindeki düşüşün önlenemeyeceğini iddia etmişlerdir.
Bu iddialar bir yandan sanayileşmenin GOÜ’in kalkınma
sürecindeki önemine vurgu yaparken, diğer yandan da bu
ülkelerdeki kalkınma sürecinin içe-dönük ithal ikameci bir
sanayileşme stratejisi izlemesini uygun görüyordu.
12
Bu dönemde yapılan çalışmaların diğer bir özelliği de,
açıkça formüle edilmemesine rağmen, ölçeğe göre artan
getiriler ve dışsal ekonomilerin büyüme ve kalkınma
sürecindeki önemine yapılan vurgudur (Krugman 1992).
Bunun ilk örneğini Rosenstein-Rodan’ın “eşgüdümlü
yatırım” (coordinated investment) yaklaşımında bulabiliriz.
Rosenstein-Rodan piyasa büyüklüğünün sınırlı olduğu bir
ülkede tek bir ürün üreten büyük ölçekli bir fabrika kurmanın
(Rosenstein-Rodan ayakkabı fabrikası örneğini vermektedir)
verimsiz olacağını, ancak bu yatırımın diğer endüstrilerdeki
benzer yatırımlarla desteklenmesi durumunda verimliliğinin
artacağını ve yapılan yatırımların bir bütün olarak piyasanın
büyümesine katkıda bulunacağını iddia etmektedir (Rosenstein-
Rodan 1943).
Aynı konu üzerinde yoğunlaşan Nurkse de küçük ölçekli
üretimin talep üzerinde yaratacağı olumsuz etkileri ortadan
kaldırabilmek için, eldeki sermayenin dış yardımlarla
birlikte farklı ve birbirinin tamamlayıcısı birçok sanayi
dalında kullanılması durumunda piyasanın genişleyeceğini
vurgulamaktadır (Nurkse 1953).
Kalkınma sürecinde ortaya çıkan dışsal ekonomilerin
ölçek ekonomilerinden kaynaklandığını düşünen Fleming ise,
faktör arzı (özellikle tarımsal işgücü arzı) ile ölçek
ekonomileri arasındaki ilişki üzerinde yoğunlaşmaktadır.
Faktör arzının esnek olmaması durumunda, yapılan yatırımların
13
birbirinin tamamlayıcısı değil ikamesi olacağını düşünmekte,
dolayısıyla piyasanın genişmesine yol açmayacaklarını iddia
etmektedir (Fleming 1955). Bu nedenle, ölçek ekonomileri ile
faktör arzı arasındaki uyumun son derece önemli olduğunu
düşünmektedir.
Kalkınma sürecinde dışsal ekonomilerin önemini
vurgulayan yazarlardan birisi de Hirschman’dır. Hirschman,
“bağlantılar” (linkages) kavramından yola çıkarak, bir
endüstrinin ölçek ekonomilerinden yararlanabilmesi için
dışsallıklara başvurabileceğini düşünmektedir (Hirschman
1958). Bir endüstrinin talebi, düşük maliyetlerle çalışmasına
olanak tanımadığında, o endüstri “geriye bağlantı” yaratır.
Bir endüstrinin geriye bağlantılarının etkinliği, diğer
endüstrileri belirli bir üretim ve karlılık düzeyinin üzerine
çıkarabilme olasılığıyla yakından ilişkilidir. Bu
sağlanabilirse geriye bağlantı yaratan endüstri, düşük
maliyetli girdiler kullanarak üretim ölçeğini arttırabilir.
Benzer durum “ileriye bağlantılar” için de geçerlidir: bir
endüstri ürettiği ürünlerin maliyetini düşürebilirse, bu
ürünleri kendi üretim süreçlerinde girdi olarak kullanan
diğer endüstrilerin üretim ve kârlılık düzeylerini
yükseltebilir. Her iki durumda da piyasa genişleyecek ve
endüstriler ölçeğe göre artan getirilerle çalışma olanağına
kavuşacaklardır.
14
Ölçek ekonomileri ve dışsal ekonomilere vurgu yapan
bütün bu çalışmalar, kapalı ekonomi varsayımına dayanmakta,
kalkınma sürecinde dış ticaretin önemini dışlarken, yurtiçi
piyasayı temel almaktadır. Yurtiçi piyasanın GOÜ’de
genellikle dar olması ise, iktisadi kalkınmayı engelleyen en
temel etkenlerden biri olarak görülmektedir. Bu sorunun
aşılması için, firma düzeyinden başlayıp ekonominin geneline
yayılan, çeşitli dışsallıklar ve ölçeğe göre artan getiri
mekanizmalarının devreye sokulması önerilmektedir. Böylece
yurtiçi piyasa giderek genişleyecek ve iktisadi büyüme hız
kazanacaktır.
İktisadi büyüme toplumun yoksul kesimlerini oluşturan
işsizlere ve tarım kesiminde düşük ücretle çalışan işgücüne
yüksek gelir elde edebilecekleri istihdam alanları
yaratacaktır. Ayrıca iktisadi büyümeden elde edilen gelirin
bölüşümünde devlet, toplumun yoksul kesimlerini gözeterek,
gelir dağılımındaki eşitsizlikleri azaltmaya çalışacaktır
(Bhagwati, 1984: 54).
Bununla birlikte, kalkınma iktisadının öncülerinin temel
ilgi alanının iktisadi büyüme üzerinde yoğunlaştığı yeniden
vurgulanmalıdır. GSMH veya kişi başına gelirin hızla
artmasının, toplumun yoksul kesimlerine “otomatik olarak”
faydalar sağlayacağı düşünülmüştür (Todaro 1994: 149). Bu
nedenle, GOÜ’in karşı karşıya olduğu işsizlik, yoksulluk ve
15
gelir dağılımı gibi sorunların çözümünün geri plana itildiği
söylenebilir.
Kalkınma tamamen kişi başına düşen gelirdeki bir artış
olarak algılanıp iktisadi büyümeyle özdeşleştirilince,
ölçümünde de iktisadi büyümeye ilişkin istatistikler
kullanılmıştır. Bir ülkenin kalkınmış olarak
nitelendirilebilmesi için, ulusal ekonomisinin belirli
oranlardaki (%3-%5 veya daha fazla) bir yıllık GSMH veya
GSYİH artışını gerçekleştirecek ve bunu kalıcı hale getirecek
düzeye ulaşması gerektiği düşünülmüştür. Kişi başına GSMH’nın
büyüme oranı da alternatif olarak kalkınmanın ölçülmesinde
kullanılmıştır ve halen kullanılmaktadır.
4) YAPISAL DEĞİŞİKLİK ANLAMINDA KALKINMA
Daha önce de değinildiği gibi sanayileşme, tarihsel
perspektiften bakıldığında, iktisadi büyüme ve kalkınma
süreçlerinin temel belirleyicilerinden biri olmuştur. Bu
durum kalkınmanın, sanayileşmenin düzeyiyle tanımlanmasını
beraberinde getirmiştir. Kalkınmayı bu şekilde
tanımlayanların başında Colin Clark gelmektedir. Clark
iktisadi büyüme sürecinde ekonominin üretim ve istihdam
yapısının değiştiğini iddia etmektedir (Clark 1940). Bu
süreçte, birincil sektörün büyük bir kısmını oluşturan
tarımın önemi imalat -ikincil sektör- ve hizmetler -üçüncül
sektör- e göre azalır. Aynı şekilde işgücü tarımdan önce
16
imalat, daha sonra da hizmetler sektörüne doğru kayar.
İstihdam olanakları imalat ve hizmetler sektöründe artarken,
tarım sektöründe azalır. Clark’ın yapısal değişim yaklaşımı
iktisadi büyüme sürecinde ortaya çıkan “sektörel dönüşüm” le
yakından ilişkilidir ve bu dönüşüm büyümenin kaynağı olarak
görülmektedir. Verimlilik, tarımla karşılaştırıldığında,
imalat ve hizmetler sektöründe daha yüksek olma
eğilimindedir. Clark’ın iddia ettiği gibi, işgücünün daha
verimli alanlara kaydırılması iktisadi büyümenin önemli bir
kaynağı olabilir.
Savaş sonrası dönemden başlayarak, GOÜ’deki yoksulluk
sorununun temel nedeni imalat ve hizmetler sektörünün ulusal
gelir içindeki payının, GÜ ile karşılaştırıldığında, düşük
olmasına bağlanmış; bunun sonucunda kalkınma sürecinde
sanayileşmenin önemi vurgulanmıştır. Böylece kalkınma
politikalarının amacı, sanayi üretiminin ulusal gelir
içindeki payının GÜ’deki düzeylerle karşılaştırılabilecek bir
düzeye (%20’ler ve üzeri) çıkartılması olmuştur (Ingham
1995:77). Clark’ın tarihsel “olgulardan” hareketle
oluşturduğu yaklaşımı GOÜ’in iktisadi hedefleriyle
çakışmıştır.5
5 Clark’ın yapısal değişim yaklaşımının, S. Kuznets ve H. Chenery’ninkatkılarıyla daha gelişkin bir aşamaya ulaştığını belirtmek gerekir.Kuznets, birçok ülkenin tarihsel istatistiki verilerinden hareketle,ulusal gelirin uzun dönemdeki (1700-1960) değişim eğilimini ve bu değişimeeşlik eden sermaye birikimi ve gelir dağılımındaki değişiklikleri ortayakoymaya çalışmıştır (Kuznets 1971). H. Chenery ise, M. Syrquin ilebirlikte 1975 yılında yayınladıkları bir kitapta ulusal gelir ile yapısalgöstergeler arasındaki ilişkileri ekonometrik yöntemler kullanarak
17
Bu yaklaşımdan hareketle, bir ülkenin kalkınma düzeyinin
belirlenmesinde, ekonomisinin sektörel dönüşümü
gerçekleştirme oranına bakılmaya başlanmıştır. Özel olarak
imalat ve hizmetler sektörünün toplam üretim ve istihdam
içindeki paylarının ne ölçüde arttırıldığı, tarım sektörünün
payının ise ne ölçüde azaltıldığı bir kalkınma ölçütü olarak
kullanılmıştır. Böylece kalkınma stratejileri çoğunlukla
hızlı sanayileşme üzerinde odaklanmıştır (Todaro, 1994:14).
Kalkınmanın yapısal değişiklik olarak tanımlanması,
1950’ler ve 1960’lardaki kalkınma düşüncesine egemen olan
geleneksel yaklaşımın bir sonucudur. GOÜ, GÜ’in tarihsel
deneyimini kendilerine örnek almakta; kalkınma sürecinin
iktisadi yönü ön plana çıkarılmaktadır. Kalkınmanın yapısal
değişiklik bağlamında tanımlanması, sanayileşme ve iktisadi
büyümeyle özdeşleştirilmesini tamamlar niteliktedir. Bundan
başka, kalkınma sürecinin yapısal değişiklikler bağlamında
incelenmesinin kalkınma düşüncesindeki önemli bir aşamaya
karşılık geldiğini belirtmek gerekir. Her ne kadar
başlangıçta yapısal değişiklikler iktisadi değişkenlerle
sınırlı kalmışsa da, daha sonraki dönemlerde sosyal
değişkenlerin sürece dahil edilmesine kaynaklık etmiştir. İlk
incelemişler ve GOÜ için “kalkınma kalıpları” oluşturmuşlardır (Chenery veSyrquin 1975).
Clark’ın çalışmalarında yapısal değişimin iktisadi yönü ön planaçıkarken, onun yaklaşımını temel alan daha sonraki çalışmalarda, iktisadigöstergelerin yanısıra bazı sosyal göstergelerin de incelemeye dahiledilmesi, yapısal değişim yaklaşımının bütüncül bir çerçeveye oturmasınısağlamıştır.
18
haliyle bile, yapısal değişikliğin kalkınma sürecinin önemli
bir parçası olduğu bugün hala kabul edilen bir görüştür
(Ingham 1993: 1808).
5) HIZLI İKTİSADİ BÜYÜME VE YAVAŞ SOSYAL DEĞİŞİM: GELİR
DAĞILIMI VE YOKSULLUK SORUNLARI
İkinci Dünya Savaşı sonrasından 1970’lerin ortalarına
kadar uzanan otuz yıllık dönem iktisadi büyümenin “altın
çağı” olarak nitelendirilmektedir (Bruno 1994:11). Hem GOÜ,
hem de GÜ açısından bu dönemde ulaşılan büyüme oranları
tarihsel olarak en yüksek oranları göstermektedir (Morawetz
1978:12; Yotopoulos ve Nugent 1976:4).
Özellikle GOÜ’in bu dönemdeki büyüme oranlarının bugünkü
GÜ’in onsekizinci ve ondokuzuncu yüzyıllardaki performansının
üzerinde olması dikkat çekicidir (Rosen, 1984:21; Bhagwati,
1984:58-59). Dahası, GOÜ’de gerçekleşen büyüme oranları,
1950’ler ve 1960’larda geleceğe yönelik olarak yapılan
tahminleri de aşmıştır (Bhagwati, 1984:59).
GOÜ’deki iktisadi büyümeye yol açan en önemli
nedenlerden birisi sanayi sektöründe görülen hızlı büyüme
oranlarıdır. 1960-1975 yılları arasında sanayi üretiminin
yıllık ortalama büyüme oranı, GSYİH’nın büyüme oranının
oldukça üzerinde gerçekleşmiştir. Aynı dönemde tarımsal
üretimin büyüme oranı ise yeterli düzeylere ulaşamamıştır
(Bkz. Tablo 1).Ancak büyüme sürecinde tarım sektörünün
19
öneminin büyük ölçüde gözardı edildiği düşünüldüğünde,
tarımsal büyüme oranındaki düşüklüğün normal karşılanması
gerekir.
Büyüme oranlarındaki eğilime paralel olarak, sanayi
sektörünün GSYİH içindeki payı hızla artmış; tarım sektörünün
payı ise düşmüştür. Bu gelişmeler GOÜ’de hızlı bir
sanayileşme sürecinin yaşandığını ve Clark’ın yaklaşımı
çerçevesinde bir yapısal değişimin büyük ölçüde
gerçekleştiğini göstermektedir.
1960-1975 döneminde GOÜ’in yatırım oranları da çarpıcı
bir şekilde artmıştır. Öyle ki, GOÜ’deki yatırım oranları
Rostow ve Lewis’in kalkınma süreci için gerekli gördükleri
%12-15’lik düzeyin oldukça üzerine çıkmıştır. Benzer
gelişmeler yurtiçi tasarruf oranlarının artışında da
görülmüştür. Yatırımların büyük bir bölümü yurtiçi
tasarruflarla finanse edilmiştir (Bkz. Tablo 1). Ancak
yatırımların finansmanında dış kaynağa duyulan gereksinim,
beklentilerin tersine, zaman içinde azalmamıştır.
Öte yandan, uzun yıllar GOÜ’in aleyhine seyreden dış
ticaret hadleri, özellikle orta gelirli GOÜ’in lehine
dönmüştür. Dolayısıyla, dış ticaretteki karamsarlığın zaman
içinde tartışılır hale geldiği söylenebilir. Ancak düşük
gelirli GOÜ’in dış ticaret hadlerindeki kötüleşme 1960-1975
döneminde de devam etmiştir.
20
Kısacası, incelenen dönem içerisinde, GOÜ’deki iktisadi
göstergelerin genel olarak olumlu yönde değiştiği
söylenebilir. Ancak orta gelirli GOÜ’in gösterdikleri
performans ile düşük gelirli GOÜ’inki arasında ciddi
farklılıkların olduğu belirtilmelidir. Ayrıca Lewis (1980:
556)’e göre, bu dönemde GOÜ ile GÜ arasındaki kalkınma açığı
azalmak yerine artmıştır. Daha da önemlisi, hızlı iktisadi
büyümenin sosyal refahı arttıracağı, yoksulluk ve gelir
dağılımındaki eşitsizlik sorunlarına çözüm getireceğine
yönelik beklentiler gerçekleşmemiştir.
Tablo 2' den de izlenebileceği gibi, GOÜ'deki işsizlik
oranları 1960-1973 yılları arasında artmıştır. Özellikle
Afrika kıtasındaki GOÜ'in ortalama işsizlik oranı % 10 gibi
oldukça yüksek bir düzeye çıkmıştır.
Bundan başka, GOÜ'de yoksulluk sınırının altında
yaşayanların sayısı 1979 yılında 500 milyona ulaşmış; bu
insanların toplam nüfus içindeki payı %35 gibi inanılması güç
bir düzeye çıkmıştır. Ek olarak, Asya'daki yoksulluk sorunun
dünyanın diğer bölgelerine göre daha da ciddi boyutlarda
olduğu belirtilmelidir (Bkz. Tablo 2).
Ayrıca, GOÜ'de 1975 yılında günlük kalori gereksinimini
karşılayamayan 1 milyar insanın bulunduğu düşünüldüğünde,
hızlı iktisadi büyümenin insanların temel gereksinimlerini
karşılamada bile yetersiz kaldığı anlaşılmaktadır.
21
Öte yandan, hızlı iktisadi büyümeye rağmen gelir
dağılımındaki eşitsizlikler de giderilememiştir. 1960 yılında
0.544 olan Gini katsayısının 1980'de 0.602'ye ulaşması,
GOÜ'deki gelirin giderek daha eşitsiz olarak dağıldığının en
açık göstergesidir.
Çin Halk Cumhuriyeti, Kore Cumhuriyeti gibi çok hızlı
büyüyen birkaç Asya ülkesi dışında, iktisadi büyümenin, gelir
dağılımındaki eşitsizlikleri giderici ve yoksulluğu azaltıcı
etkilerine pek rastlanmamıştır (Bhagwati, 1984:63-64).
Örneğin ulusal gelirini çok hızlı artıran Brezilya’nın gelir
dağılımının, 1970 yılına gelindiğinde, eskiye göre daha da
bozulduğu anlaşılmıştır (Hirschman 1981).6
Dolayısıyla, iktisadi büyüme ile gelir dağılımının
eşitsizliği arasında doğrusal bir ilişkinin bulunmadığı
gözlenmiştir. Chenery v.d. (1974:4)'nin yaptıkları bir
çalışma, kişi başına gelir düzeyi yüksek olan ülkelerde gelir
dağılımı eşitsizliklerinin de yüksek olabileceği, düşük
gelirli ülkelerde ise gelirin daha eşit olarak
dağılabileceğini ortaya koymuştur.
Bu gelişmeler, iktisadi büyüme ile gelir dağılımı ve
yoksulluk arasındaki ilişkilerin yeniden sorgulanmasını
gündeme getirmiştir. İktisadi büyümenin yoksulluğu
6 Latin Amerika ve dünyanın diğer bölgelerinden elde edilen bulgular,büyüme sürecinde tarım kesimi aleyhine yürütülen politikaların (yanlışfiyatlama , korumacı politikalar, aşırı değerlenmiş döviz kurları,tarımsal altyapının oluşturulamaması gibi) eşitsizliği ve yoksulluğuarttırıcı sonuçlara yol açtığı görülmüştür (Bruno, 1994:12).
22
azaltabilmesi için, büyüme sürecini önceleyen, eldeki mevcut
varlıkların (assets) yeniden dağıtımını içeren “yeniden
dağıtım ile büyüme” politikası önerilmiştir. Mevcut
varlıklar, büyüme sürecinin başlangıcında, toplumun bütün
kesimlerine eşit olarak dağıtılabilinirse, hızlı iktisadi
büyümenin yaratacağı gelir artışlarının daha adil olarak
paylaşılabileceği düşünülmüştür (Adelman ve Morris 1983;
Chenery vd. 1974).7
Özet olarak, İkinci Dünya Savaşı sonrasından 1970'lerin
ortalarına kadar uzanan dönem içerisinde, kalkınma neredeyse
tamamen kişi başına sürekli gelir artışı olarak görülmüş ve
büyük ölçüde iktisadi büyüme ile özdeşleştirilmiştir. Hızlı
iktisadi büyümenin ise, sosyal refahı otomatik olarak
arttıracağı beklenilmiştir. Dönem içinde ulaşılan yüksek
büyüme oranlarının sosyal refahı artırmada yetersiz
kalmasının anlaşılmasıyla birlikte, geleneksel kalkınma
düşüncesinin de sınırlarına ulaşılmıştır. Geleneksel
kalkınma düşüncesindeki sınırlamalar, iktisadi büyüme amacına
yönelik araçların seçiminden değil; iltisadi büyümenin
kendisinin kalkınmanın diğer bazı amaçlarına ulaşmanın aracı
olmaktan başka birsey olmadığının yeterince
algılanamamasından kaynaklanmıştır.8 Bu gelişmeler kalkınma7 Böylesi bir yeniden dağıtımın etkin olabilmesi için politik tercihlerineşitlikçilik ilkesine dayandırılması zorunludur.8 Haider Naqvi’nin 15 gelişmekte olan ülkenin 1970-1990 yılları arasındakikalkınma ile ilişkili verilerini kullanarak yaptığı ampirik birçalışmasının sonuçları bu görüşleri destekler niteliktedir. Naqvi(1995:543-556)’ye göre, kişi başına GSYİH’nın büyümesi, makro-ekonomik
23
olgusuna bakış açısını önemli ölçüde değiştirmiştir.
İşsizlik, yoksulluk, temel gereksinimlerin karşılanması ve
gelir dağılımı gibi daha önce büyük ölçüde gözardı edilen
konular üzerinde yoğunlaşılmıştır. Böylece kalkınmanın sadece
iktisadi değil, toplumsal ve insani boyutlarının da olduğu
anlaşılmıştır.
6) İNSANİ GELİŞME ANLAMINDA KALKINMA
Kalkınmanın iktisadi büyüme ile eşanlamlı gibi
tanımlanması, kalkınma olgusuna uzun süre mal ve hizmet
üretiminin nasıl artırılacağı sorunu çerçevesinde bakılmasına
yol açmıştır. Bu dönemde kalkınmanın insani boyutu büyük
ölçüde gözardı edilmiştir. Oysa ki, kalkınmanın nihai odak
noktası insani gelimedir (Griffin ve Knight, 1992:576). Sen
(1992:15)’in de belirttiği gibi, “iktisadi kalkınma süreci
insanların yeteneklerini geliştirdiği (expansion of
capabilities) bir süreç olarak görülebilir.” Bu bakış
açısından da anlaşılabileceği gibi, kalkınmanın kişi başına
mal ve hizmet arzını artırmanın ötesinde bir anlamı vardır.
İnsanlar daha uzun süre yaşayabilirler mi? Daha iyi
beslenebilirler mi? Önlenebilir hastalıklardan
istikrar ve gelirin daha iyi dağıtılması arasında uyumlu bir ilişkivardır. Ek olarak, yoksulluğun önemli ölçüde azaltılması ve insanigelişmenin temel göstergelerinin iyileştirilebilmesi, kişi başına gelirinhızla arttırıldığı ülkelerde gerçekleştirilebilmiştir. Kalkınmanın buözelliğini “düzenli dönüşüm” olarak adlandıran Naqvi, bu dönüşümün kişibaşına gelirin yılda ortalama %3’ün üstünde büyüdüğü ülkelerdeaçıkçagörüldüğünü belirtmektedir.
24
kurtulabilirler mi? Okuyup yazarak ve birbirleriyle iletişim
kurarak düşüncelerini geliştirebilirler mi? Bu tür sorular
kalkınmayı insani gelişme ile özdeşleştirenlerin temel ilgi
alanlarını oluşturmaktadır.
1950'lerden günümüze gelindiğinde, GOÜ'in insani gelişme
alanında önemli kazanımlar elde ettikleri anlaşılmaktadır.
Bunun en iyi göstergelerinden birisi ortalama yaşam süresinde
görülen hızlı artışlardır. Gelir düzeyi düşük ülkelerde,
yüzyılın ortalarında ortalama yaşam süresi 30-40 yıl ile
sınırlıyken, günümüzde 60 yılın üzerine çıkmıştır. Birçok
ülkede kadınların ortalama yaşam süresi 70 yılı geçmektedir
(World Bank, 1993:23; Worl Bank, 1995:162).
Bebek ölümleriyle ilgili istatistikler de benzer bir
eğilim göstermektedir. Düşük gelirli ülkelerin bebek ölüm
oranlarında %50’nin üzerinde azalmalar olmuştur (World Bank,
1993:iii). Ancak 1993 yılında bile her 1000 bebekten 100’ün
üzerinde ölümle karşılaşılan ülkelerin sayısı 17’dir (World
Bank, 1995:214). Ayrıca Sierra Leone, Mozambik, Malavi, Mali,
Gambia gibi ülkelerde bebek ölüm oranları oldukça yüksektir
(World Bank, 1995:214).9
1950’lerde GOÜ’deki ortalama kaba ölüm oranları 25-30
(her bin kişiden) dolaylarındayken, bu oran 1993 yılında
10’un altına indirilebilmiştir (World Bank 1993; World Bank,
1995:212).10
9 Türkiye’deki bebek ölüm oranları 1970 yılında 144’den, 1993 yılında62’ye düşmüştür (World Bank, 1995:25).10 Aynı yıl Türkiye’deki kaba ölüm oranı 7’dir (World Bank, 1995:213).
25
GOÜ’in en başarılı oldukları alanlardan birisi de
okullaşma oranlarındadır. Son otuz yıldaki gelişmeler
sonucunda, erkeklerin tamamına yakını ilkokul eğitimini
tamamlamaktadır. Kızların durumu bu kadar iyi olmamakla
birlikte, birçok ülkede ilkokula gidenlerin oranı %60’ların
üzerindedir. Ortaokul ve lisedeki okullaşma oranlarında da
önemli ilerlemeler sağlanmıştır. 1965 yılında erkek ve
kızların ancak %21’i ortaokul ve liseye devam ederken, bu
oran 1992 yılında %42’ye çıkmıştır (World Bank 1987, 1995).
GÜ ile karşılaştırıldığında, GOÜ’in bu alanda hem niceliksel
hem de niteliksel olarak daha ileri aşamalara ulaşması
zorunlu gözükmektedir.11
Özet olarak, GOÜ’in insani gelişme alanında son kırk
yılda elde ettiği kazanımların hiç de küçümsenemeyecek bir
düzeye ulaştığı anlaşılmaktadır. Ancak bu kazanımların
bilinçli bir çabanın ürünü olduğunu söylemek güçtür. Daha
açık bir değişle, yukarıda belirtilen gelişmeler kalkınma
olgusunun insani boyutunun ön plana çıkarılmasından değil;
bilimsel, teknolojik ve sağlık alanlarında İkinci Dünya
Savaşı sonrasında görülen hızlı ilerlemelerden
kaynaklanmıştır.
Ayrıca 1970’lerin ortalarından itibaren dünya
ekonomisinde görülen krizler, GOÜ’in kalkınma performansını
11 1992 yılında birçok gelişmiş ülkenin ortaokul ve lisedeki okullaşmaoranı %80’nin üzerindedir (World Bank, 1995:217).
26
olumsuz yönde etkilemiş; insani gelişme alanında uzun dönemde
elde edilen kazanımların geliştirilmesini engellemiştir.
1970’li yıllarda birbirini izleyen petrol krizleri, bir
yandan uluslararası piyasalardaki dengelerin bozulmasına,
diğer yandan da GÜ’de stagflasyona ve artan korumacılığa yol
açmıştır. Bu dışsal şokların GOÜ (özellikle petrol üreticisi
olmayanlar) üzerinde son derece olumsuz etkileri olmuştur.
GOÜ’in 1980-1993 yılları arasındaki ortalama kişi başına GSMH
artışı %0.9 ile sınırlı kalmıştır (World Bank, 1995:163).
Latin Amerika, Afrika, Orta Asya ve Orta Doğu’daki GOÜ’de ise
kişi başına düşen GSMH bu dönemde azalmıştır (World Bank,
1995:162-163).
Büyüme oranlarındaki düşüşe paralel olarak, GOÜ’in
işsizlik oranlarında da 1980’li yıllarda önemli artışlar
görülmüştür (Todaro, 1994:49-50). Ek olarak, Latin Amerika ve
Afrika’daki birçok ülkede reel ücret düşüşlerine
rastlanmıştır (Griffin ve Knight, 1992:584-585).
Bütün bu gelişmeler yoksulluk sorununu yeniden gündeme
getirmiş, dünyadaki aç insanların sayısında hızlı bir artış
görülmüştür. Yapılan tahminlere göre, 1992 yılında GOÜ'de
yoksulluk içinde yaşayan insanların sayısı 1 milyarın üzerine
çıkmış; yoksul nüfusun toplam nüfusa oranı %30 olmuştur
(Todaro, 1994:147). 1990 yılında GOÜ'de sağlık hizmetlerinden
yeterince yararlanamayan, temiz su kullanamayan 1 milyarın
üzerinde insan yaşamaktadır (UNDP, 1992: 132). Aynı yıl beş
27
yaşına ulaşamadan ölen çocukların sayısı 14 milyon; beş yaşın
altında kötü beslenen çocukların sayısı 180 milyondur (UNDP,
1992:133).
Ayrıca 1980'li yıllarda kamu harcamalarının
kompozisyonunda da önemli değişiklikler olmuştur. Bu dönemde
hükümetler eğitim, sağlık gibi alanlara daha az harcama
yapmayı tercih ederken, askeri harcamalarda herhangi bir
sınırlamaya gitmemişlerdir (Gall, 1992: 539). 1989 yılında
GOÜ'de yapılan askeri harcamalar, sağlık ve eğitim
harcamalarının toplamından %70 daha fazla olmuştur (UNDP
1992). Ek olarak, bu ülkelerdeki asker sayısının doktorların
sekiz katından fazla olması (Gall, 1992: 533), hükümetlerin
insani gelişmeye ne kadar önem verdiklerinin açık
göstergesidir.
Kısacası, 1970’li yılların ortalarından itibaren
GOÜ'deki temel sorun krizle nasıl mücadele edileceği ve
iktisadi büyümenin yeniden nasıl sağlanacağı olmuştur.
Eğitim, sağlık ve sosyal hizmetlere yapılması gereken
harcamalar lüks olarak kabul edilip, kriz sonrasına
ertelenmiştir. Ancak bu tercihin uzun dönemde kalkınma
sürecini olumsuz yönde etkileme olasılığı yüksektir. İnsani
gelişmenin kendi başına bir anlamı olmasının yanısıra,
verimlilik, üretim ve gelir artışlarının da aracı olduğu
unutulmamalıdır.12
12 Tinbergen (1984:11-12) kalkınma sürecinde fiziki sermayenin yeterliolmadığını, fiziki sermayeyi destekleyecek bir beşeri sermayeye gereksinimduyulduğunu belirtmektedir.
28
1990’lı yılların başından itibaren kalkınmanın insani
boyutuna giderek daha fazla vurgu yapıldığı gözlenmektedir.
Birleşmiş Milletler 1990 yılından başlayarak her yıl düzenli
olarak İnsani Gelişme Raporları yayınlamaktadır. Bugüne kadar
hazırlanan raporlarda kalkınma süreci mallardan çok insanı
merkez alan (people-centered) bir süreç olarak
tanımlanmıştır. Diğer bir değişle, kalkınma olgusu insani
gelişme ile özdeşleştirilmiştir. İnsani gelişme ise
insanların yeteneklerini geliştirdiği bir süreç olarak
görülmüştür. Bu süreçte eğitim ve sağlık alanlarına daha
fazla yatırım yapılmasının gerekliliğine vurgu yapılmıştır.
İnsanların bilgi düzeylerinin ilerlemesi ve sağlık
koşullarının iyileşmesinin, yeteneklerinin gelişmesine katkı
sağlayacağı düşünülmüştür. Bu durum hem insanların yüksek
gelir getiren işlerde çalışıp yaşam standartlarını
yükseltmelerine, hem de bireysel özgüvenlerinin oluşumuna
yardımcı olacaktır (UNDP, 1995: 3).
Kalkınma olgusuna bakış açısındaki bu değişiklik,
kalkınmanın ölçülmesinde de değişik kriterlerin
kullanılmasını beraberinde getirmiştir. Bu alandaki ilk
çalışma Morris (1979)'in geliştirdiği "Yaşamın Fiziki
Niteliği Endeksi" (Physical Quality of Life Index)'dir. Bu
endekste insani gelişme ile ilişkilendirilebilecek üç
gösterge - bir yaşından başlayarak ortalama yaşam süresi,
bebek ölümleri ve okuma-yazma oranı- kullanılmıştır. Her bir
29
gösterge için ülkelerin performansına 1 ile 100 arasında bir
değer verilmiştir. 1 en kötü performansı, 100 ise en iyi
performansı göstermektedir. Örneğin ortalama yaşam süresi en
yüksek olan ülkeye 100, en düşük olan ülkeye de 1
verilmektedir. Alt ve üst sınırlar arasında kalan ülkeler de
sınırlara yakınlık derecelerine göre sıralanmaktadırlar. Her
gösterge için ülkenin performansı 1'den 100'e kadar
sıralandıktan sonra, bu sıralamaların ortalaması alınarak tek
bir endeks değerine ulaşılmaktadır.
Morris (1979)’in yaptığı çalışmada hernekadar düşük kişi
başına GSMH'ya sahip olan ülkelerin Yaşamın Fiziki Niteliği
Endeksi (PQLI) düşük ve yüksek kişi başına GSMH'ya sahip olan
ülkelerin PQLI'si yüksek bulunmuşsa da, GSMH ile PQLI
arasında doğrusal bir ilişkinin olduğunu söylemek güçtür.
Çünkü bazı yüksek kişi başına GSMH'ya sahip olan ülkelerin
PQLI değerleri, en yoksul ülkelerin ortalama değerlerinin de
altında olabilmekte ve bunun tersi durumlarla da
karşılaşılmaktadır (Morris 1979). Bu endeks 1980'li yıllarda
ülkelerin kalkınma performanslarının karşılaştırılmalarında
kullanılmıştır.
Bu alandaki daha sistematik ve kapsamlı bir çalışma
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı çerçevesinde 1990
yılında başlatılmış ve İnsani Gelişme Endeksi (Human
Development Index) adı altında bir endeks oluşturulmuştur.
PQLI’e benzer şekilde, İnsani Gelişme Endeksi (HDI) de
30
ülkeleri insani kalkınma alanında gösterdikleri performansa
göre 0 ile 1 değerleri arasında sıralamaktadır. 0 en düşük, 1
ise en yüksek insani kalkınma değerini göstermektedir.
HDI kalkınmanın üç temel amacına yönelik olarak
oluşturulmuştur: (1) “uzun yaşam” doğumdan başlayarak
ortalama yaşam süresiyle; (2) “bilgi” yetişkinlerin okuma-
yazma oranı ve ortalama eğitim süresinin ağırlıklı ortalaması
olarak13 ve (3) “gelir” düzeltilmiş (adjusted) kişi başına
reel gelir (düzeltme satın alma gücü paritesiyle
yapılmaktadır) ile ölçülmektedir.
Aynı PQLI’ de olduğu gibi, HDI de bir ülkenin insani
gelişme düzeyini “mutlak” olarak değil, “göreli” olarak
ölçmektedir. Herbir gösterge için en yüksek performansı
gösteren ülkeye 1, en düşük performansı gösteren ülkeye 0
değeri verilmektedir. Diğer ülkelerin değerleri bu iki sınır
arasında belirlenmektedir.
Aşama aşama gerçekleştirilen ölçüm sürecinden sonra, her
ülke için tek bir HDI değerine ulaşılmakta ve ülkeler üç ana
grupta sıralanmaktadır: Düşük insani gelişme (0.00-0.50),
orta insani gelişme (0.51-0.79) ve yüksek insani gelişme
(0.80-1.00).14
13 Yetişkinlerin okuma-yazma oranının ortalamadaki ağırlığı 2/3, ortalamaeğitim süresinin ise 1/3’dür. Bu iki değişkenin ağırlıklı ortalamasıalınarak “ülkenin ulaştığı eğitim düzeyi” (educational attainment)belirlenmektedir.14 Türkiye 1992 yılında orta insani gelişme grubunda yer almaktadır (UNDP 1995).
31
Bu arada aynı PQLI’de olduğu gibi, kişi başına gelir
düzeyi düşük olan ülkeler HDI sıralamasının üstlerinde yer
alabilmekte ve bunun tersi durumlarla da karşılaşılmaktadır.
Örneğin Kanada 1992 yılında kişi başına gelir sıralamasında
11. iken, HDI sıralamasında 1. olmuştur. Aynı yıl Birleşik
Arap Emirlikleri’nin kişi başına gelir sıralamasındaki yeri
10. luk iken, HDI sıralamasında 62. liktir. Ek olarak,
Türkiye’nin HDI sıralamasındaki yerinin, kişi başına gelir
sıralamasındakinin on basamak üstünde olduğunu belirtelim
(UNDP, 1995:12). Bunun anlamı insani gelişme alanındaki
ilerlemelerin kişi başına gelirdeki hızlı artışların
öncesinde de sağlanabileceği veya kişi başına gelir düzeyinin
yüksek olmasının insani gelişmenin garantisi olmadığıdır.
Ayrıca HDI’ini oluşturan üç temel göstergenin kalkınmanın
insani boyutunun tamamını değilse bile önemli bir bölümünü
kapsayacak biçimde seçildiği vurgulanmalıdır. “Doğumdan
başlayarak ortalama yaşam süresi” sağlık koşullarıyla
yakından ilişkilidir. “Eğitim düzeyi” insanların iletişime
girebilmelerinde, bilgi edinebilmelerinde, kendilerini
geliştirebilmelerinde ve işe girmelerinde önemli bir role
sahiptir. “Satın alma gücü paritesi” ise nüfusun temel
gereksinimlerini karşılayabilme ve maddi refah düzeyini
göstermesi açısından anlamlı gözükmektedir.15
15 PQLI’nin en önemli eksikliklerinden biri gelirle ilgili herhangibirgöstergenin endekste yer almamasıdır. Oysa HDI satın alma gücü paritesiniendekse dahil ederek insani gelişmenin maddi gelirle ilgili boyutunu dagöz önüne almaktadır.
32
Ek olarak, HDI’in kişi başına gelir gibi kalkınmanın
“araçlarından” çok, “amaçları” üzerinde odaklandığını
belirtmek gerekir (Todaro, 1994:64).
7) SÜRDÜRÜLEBİLİR KALKINMA
Yakın zamana kadar kalkınma iktisatçıları kalkınmanın
sürdürülebilir olup olmadığı konusuyla ilgilenmiyorlardı.
Ancak son yıllarda “sürdürülebilirlik” kavramı sadece
kalkınma iktisatçılarının değil, kalkınma olgusuyla doğrudan
veya dolaylı olarak ilgilenen bütün çevrelerin (ekolojistler,
çevreciler v.b.) anahtar sözcüğü haline geldi (Başkaya,
1994:220).
Kalkınma iktisatçılarının sürdürülebilirlik kavramını
analizlerine dahil etmelerinin temel nedeni, iktisadi
kalkınma (büyüme) ile çevrenin korunması arasındaki dengenin
kurulması yönündeki çabadır. İktisadi büyüme sürecinde doğal
kaynaklar geleceği düşünmeden, sınırsızca kullanılmakta ve
çevrenin kirlenmesi önlenememektedir.16 Bu durum belirli bir
noktadan sonra büyüme sürecini olumsuz yönde etkileyecektir.
Dolayısıyla, bu olumsuzlukların en aza indirilmesi
gerekmektedir.
16 Örneğin fosil yakıt tüketimi ve kireç imalatının dünyaya yaydığı toplamkarbondioksit miktarı 1950’de 6 milyon metrik ton iken, 1992’de 22 milyonmetrik tona ulaşmıştır (World Resourses, 1996:330). Bunun önemli birbölümünün GÜ’deki sanayi üretiminden kaynaklandığını belirtmek gerekir(World Resources, 1996:313, 319).
33
Tek bir tanımı olmamakla birlikte, sürdürülebilir
kalkınma, genel olarak , “bugünün gereksinimlerini, gelecek
kuşakların da kendi gereksinimlerini karşılayabilme
olanağından ödün vermeksizin karşılamak” olarak
tanımlanmaktadır (World Commission of Environment and
Development, 1987:4). Kavramın bu şekilde tanımlanması,
kalkınma sürecindeki bugünkü eğilimlerin uzun süre devam
ettirilemeyeceği düşüncesini yansıtıyor. Ayrıca gelecek
kuşakların gereksinimleriyle bugünkü kuşağın gereksinimleri
arasında bir denge kurulmasının zorunlu olduğuna vurgu
yapılıyor. Böylesi bir dengenin kurulabilmesi için, çevre
üzerindeki baskıların gelecekteki kuşakların yaşam kalitesini
tehdit etmeyecek düzeylere indirilmesinin gerekliliği
üzerinde yoğunlaşılıyor. Başka bir deyişle, sürdürülebilir
kalkınma gelecek kuşakların seçeneklerini güvence altına
almayı amaçlıyor.
Sürdürülebilir kalkınmanın “gelecek kuşaklara karşı
haksızlık yapılmaması” görüşü oldukça anlamlı gözükmektedir.
Çünkü mevcut kalkınma süreçlerinin devam etmesi durumunda,
gelecek nesiller temel insani gereksinimlerini karşılayamama
tehlikesi ile karşı karşıya kalacaklardır. Hava, su, toprak
v.b. bütün nesillerin ortak mirası olan çevre kaynaklarının
kirletilmesi veya yok edilmesi17 sadece gelecek nesillerin
17 Örneğin tropik ülkelerdeki doğal ormanlık alanlar 1981-1990 yılları arasında %8.1 oranında küçülmüştür (World Resources, 1996:203).
34
değil, bugünkü nesilin de yaşam koşullarını olumsuz yönde
etkileyecektir (Todaro, 1994:327).
Sonuç olarak, sürdürülebilir kalkınmanın odak noktasının
insan olduğu, bugünkü ve gelecek nesillerin yaşam kalitesini
yükseltmekten yana, çevreye karşı duyarlı bir kalkınma süreci
öngördüğü söylenebilir.
8) DEĞERLENDİRME VE SONUÇ
Kalkınmanın tanımı ve ölçümünde zaman içinde ortaya
çıkan değişikliklerin belirlenmesi, kalkınma olgusuna temel
bir bakış açısının geliştirilmesini olanaklı kılmaktadır.
Kalkınma olgusunun neleri içerdiği, geleneksel yaklaşımlar,
geleneksel yaklaşımların bugünkü yorumu ve yeni yönelimlerin
harmanlanmasına dayanan bazı “genellemeler” doğrultusunda
yapılabilir:
n Kalkınma olgusunun bugünkü anlayışımız doğrultusunda
ortaya çıkışının kökenleri sanayi devrimi ve hatta
bu devrimin hazırlık dönemine kadar uzanmaktadır.
Aydınlanma çağı, Fransız Devrimi ve sanayi devrimi
gibi insanlık tarihinde görülen önemli gelişmelerin
Batı’dan kaynaklanması ve bu gelişmelerin hem Batı
hem de Batı-dışındaki toplumlar tarafından
“ilerleme” olarak algılanması, Batılılaşmanın ve
modernleşmenin bir paradigmaya dönüşmesine yol
açmış; bu paradigma toplumların iktisadi, sosyal ve
35
kültürel yaşantılarını son 3-4 yüzyıldır derinden
etkilemiş ve günümüzde de etkilemeye devam
etmektedir. Kalkınma olgusunun ortaya çıkışı ve
tarihsel gelişiminin de Batılılaşma ve
modernleşmenin yarattığı paradigmanın bir ürünü
olduğu söylenebilir.
Kalkınma olgusu, kalkınma kavramının yaygın olarak
kullanılmaya başlanmasının çok öncesinde, toplumsal
bilinç düzeyine yükselmiş ve büyük ölçüde Batılılaşma
ve modernleşmeyle özdeşleştirilmiştir. Bu durum
kalkınma kavramının yerleşiklik kazanmasından sonra
da devam etmiştir. Ancak kalkınmanın Batılılaşma ve
modernleşme ile özdeşleştirilmesine zaman içinde
farklı çevrelerden eleştiriler yöneltilmiştir18. Bu
eleştiriler anlamlı gözükmekle birlikte, GOÜ’e özgü,
yerel (indigenous) kalkınma modellerinin
oluşturulması alanında ciddi ilerlemelerin
kaydedildiği söylenemez.
n Öte yandan, kalkınma iktisadının öncülerinin yaptığı
gibi, kalkınma olgusunun yalnızca iktisadi büyüme
ile özdeşleştirilmesini bugün pekçok iktisatçı ve
politika uygulayıcısı benimsememektedir. Ayrıca
onsekizinci ve ondokuzuncu yüzyıllardaki sanayileşme
18 Radikal sağ ve sol çevrelerden yöneltilen eleştirilere toplu bir bakış için bkz. Arndt (1987:120-147; 154-165). Bu arada sosyalist kalkınma düşüncesinin batılılaşma ve modernleşme paradigmasından ne ölçüde bir kopuşu öngördüğü ayrı bir tartışma konusudur.
36
deneyiminin, GOÜ’de aynı şekilde tekrarlanacağını
beklememek gerekir. Bugün GOÜ’in karşı karşıya
olduğu iktisadi ve politik ortam, ondokuzuncu
yüzyıldan tamamen farklıdır. Buna rağmen büyüme ve
sanayileşme, kalkınmanın yeterli değilse bile,
gerekli koşulları arasında yer almaktadır. Asıl
sorun büyümenin, kalkınmanın diğer değişkenleri
üzerinde ve nihai amacına yönelik yaratabileceği
etkilerin incelenmesidir.
n Bundan başka, ekonomideki “sektörel dönüşüm” üzerinde
yoğunlaşan yapısal değişim yaklaşımının, kalkınma
sürecindeki öneminin hala devam ettiği
belirtilmelidir. Ancak sektörel dönüşümün tek başına
kalkınma anlamına gelmediği anlaşılmıştır. Yapısal
değişiklik yaklaşımı, iktisadi değişkenlerin
yanısıra, iktisadi olmayan bir dizi değişkeni
(sosyal, kurumsal değişkenler gibi) de inceleme
alanına dahil ettiği ölçüde, kalkınma sürecini daha
kapsamlı düzeyde açıklama olanağına sahip olacaktır.
n Kalkınmanın uzun süre daha çok iktisadi boyutuyla
değerlendirilmesi ve tanımlanması son yıllarda sıkça
eleştirilmeye başlanmıştır. Kalkınmanın asıl odak
noktasının insan olduğu görüşünden hareketle,
insanın gelişimine yönelik iyileştirmelerin önemine
37
vurgu yapılmıştır. Hatta kalkınmanın tamamen insani
gelişme ile özdeşleştirilmesi gündeme gelmiştir.
n Kalkınmanın tarihsel zaman içerisinde iktisadi ve
iktisadi olmayan birçok değişken üzerinde olumlu
etkiler yarattığı gözlenmektedir. Ancak kalkınmanın
faydalarından bugün herkesin eşit olarak yararlandığı
söylenemez. Hatta kalkınmanın yoksulluğu azaltma,
açlığı ortadan kaldırma, temel gereksinimleri
karşılama gibi amaçlarına bile daha tam olarak
ulaşamadığı anlaşılmaktadır. Ek olarak, kalkınma
sürecinin doğayı tahrip edici sonuçlar yaratması,
bugünkü nesilin olduğu kadar gelecek nesillerin de
yaşamını tehtid etmeye başlamıştır. Dolayısıyla,
kalkınmanın mevcut kalıplar ve eğilimlerin dışına
çıkması, “sürdürülebilir” olması gerekmektedir. Bu
süreçte eşitlikçi, doğaya ve insana karşı duyarlı,
bugün ve gelecek arasındaki dengeleri kollayan bir
kalkınma düşüncesinin (etiğinin) geliştirilmesine
gereksinim duyulmaktadır.
Sonuç olarak, kalkınma olgusunun zaman içerisinde daha
bütüncül bir çerçevede değerlendirilmeye başlandığı
söylenebilir. Bu bağlamda, mal-merkezli analizler, yerini,
insan-merkezli analizlere bırakmış, kalkınma çalışmaları
iktisat biliminin yanısıra, sosyoloji, felsefe, siyaset
bilimi, çevrebilim gibi farklı disiplinlerden etkilenmeye ve
38
hatta disiplinler-arası bir özellik kazanmaya başlamıştır.
Bütün bu gelişmelerin kalkınma “sorunu”nun çözümüne ne ölçüde
katkı sağlayacağı yakın gelecekte daha açık olarak ortaya
çıkacaktır.
KAYNAKLAR
ADELMAN, I. (1961); Theories of Economic Growth and
Development, Stanford: Stanford University Press.
ADELMAN, I. ve MORRIS, C. (1983); Economic Growth and Social
Equity in Developing Countries, Stanford: Stanford
University Press.
ARNDT, H. W. (1987); Economic Development: The History Of An
Idea, Chicago: The University of Chicago Press.
39
ARNDT, H. W. (1981); “Economic Development: A Semantic
History”, Economic Development and Cultural Change, 29, 3,
457-466.
ARNDT, H. W. (1978); The Rise And Fall of Economic Growth; A
Study in Contemporary Thought, Hellbourne: Longman Cheshire.
BAŞKAYA, F. (1994); Kalkınma İktisadının Yükselişi ve Düşüşü,
Ankara: İmge Kitabevi.
BHAGWATI, J. (1984); “Development Economics: What Have We
Learned?”, METU Studies in Development, 11, 1-2, 49-69.
BRUNO, M. (1994); “Development Issues in a Changing World:
New Lessons, Old Debates, Open Questions”, M. BRUNO ve B.
PLESKOVIC (Eds.), Proceedings of the World Bank Annual
Conference on Development Economics 1994 içinde, Washington
DC, 9-19.
CHENERY, H. ve SYRQUIN, M. (1975); Patterns of Development,
1950-1970, New York: Oxford University Press.
CHENERY, H. v.d. (1974); Redistribution with Growth, London:
Oxford University Press.
CLARK, C. G. (1940); The Conditions of Economic Progress,
London: Macmillan.
ELLSWORTH, P. T. (1950); The International Economy, New York:
Macmillan.
FLEMING, J. M. (1955); "External Economies and the Doctrine
of Balanced Growth", Economic Journal, 65, 241-256.
40
GALL, P. (1992); “What Really Matters - Human Development”,
C. K. WILBER ve K. P. Jameson (Eds.), The Political
Economy of Development and Underdevelopment içinde,
Singapore: McGraw-Hill, Inc., 532-541.
GRIFFIN, K. ve KNIGHT, J. (1992); “Human Development: The
Case for Renewed Emphasis”, C. K. WILBER ve K. P. Jameson
(Eds.), The Political Economy of Development and
Underdevelopment içinde, Singapore: McGraw-Hill, Inc., 576-
609.
HIRSCHMAN, A. O. (1981); “ The Rise and Decline of
Development Economics”, Essays in Tresspassing: Economics to
Politics and Beyond içinde, Cambridge: Cambridge University
Press.
HIRSCHMAN, A. O. (1958); The Strategy of Economic
Development, New Haven, Conn.: Yale University Press.
HOGENDORN, J. S. (1992); Economic Development, New York:
Harper Collins Publishers Inc.
INGHAM, B. (1995); Economics and Development, Cambridge:
McGraw-Hill, Inc.
INGHAM, B. (1993); “The Meaning of Development: Interactions
Between “New” and “Old” Ideas”, World Development, 21, 11,
1803-1821.
KEYDER, Ç. (1993); “Giriş”, Ulusal Kalkınmacılığın İflası
içinde, İstanbul: Metis Yayınları, 9-30.
41
KILIÇBAY, M. A. (1994); “Tekilden Çoğula Geçişin Alanı Olarak
Batı, Sorunsalı olarak Batılılaşma”, Cumhuriyet Yada Birey
Olmak içinde, Ankara: İmge Kitabevi, 73-88.
KRUGMAN, P. (1992); “Toward a Counter-Counterrevolution in
Development Theory”, L.H. SUMMERS ve S. SHAM (Eds.)
Proceedings of The World Bank Annual Conference on
Development Economics 1992 içinde, Washington DC, 15-38.
KUZNETS, S. (1971); Economic Growth of Nations: Total Output
and Production Structure, Cambridge, Mass.:Harvard University
Press.
LEWIS, W. A. (1980); “The Slowing Down of the Engine of
Growth”, American Economic Review, 70, 4, 555-564.
LEWIS, W. A. (1976); "The Cost of Capital Accumulation", G.M.
MEIER, Leading Issues in Economic Development içinde, New
York:Oxford University Press, 256-258.
LEWIS, W.A. (1955); The Theory of Economic Growth, London:
Allan and Unwin.
LEWIS, W. A. (1954); "Economic Development With Unlimited
Supplies of Labor", Manchester School of Economic And Social
Studies, 22, 2, 139-191.
LITTLE, I. M. D. (1982); Economic Development: Theory,
Policy, and International Relations, New York: A Twentieth
Century Fund Book, Basic Books.
MILL, J. S. (1968); Utilitarianism -Liberty -Representative
Government, ilk baskı 1910, London: J. M. Dent & Sons Ltd.
42
MORAWETZ, D. (1978); Twenty-Five Years of Economic
Development 1950 to 1975, Baltimore- London: The John
Hopkins University Press.
MORRIS, M. D. (1979); Measuring the Conditions of the World’s
Poor: The Physical Quality of Life Index, London: Frank
Cass.
NAQVI, S. N. H. (1995); “The Nature of Economic Development”,
World Development, 23, 4, 543-556.
NURKSE, R. (1953); Problems of Capital Formation in
Underdeveloped Countries, Oxford: Basil Blackwell.
OKUN, B. ve RICHARDSON, R. W. (1962); Studies in Economic
Development, New York: Holt, Rinehart & Winston.
PREBISCH, R. (1959); "Commercial Policy in the Underdeveloped
Countries", American Economic Review, Papers and Proceedings,
49, 251-272.
ROSEN, G. (1984); “Development Economics: Some Thoughts on
İts Past and İts Future”, METU Studies in Development, 11, 1-
2, 21-28.
ROSENSTEIN-RODAN, P. (1943); "Problems of Industrialization
of Eastern and South-Eastern Europe", Economic Journal, 53,
201-211.
ROSTOW, W. W. (1975); How It All Begun: Origins of the Modern
Economy, London: Methuen.
ROSTOW, W. W. (1971); Politics and Stages of Economic Growth,
Cambridge: Cambridge University Press.
43
ROSTOW, W.W. (1960); Stages of Economic Growth, A Non-
Communist Manifesto, Cambridge: Cambridge
University Press.
SEN, A. (1992); “Development: Which Way Now?”, C. K. WILBER
ve K. P. Jameson (Eds.), The Political Economy of Development
and Underdevelopment içinde, Singapore: McGraw-Hill, Inc., 5-
26.
SINGER, H. W. (1984); "Industrialization: Where Do We Stand?
Where Are We Going?" METU Studies in Development, 11, 1-2,
163-175.
SINGER, H. W. (1964); International Development, Growth And
Change, New York: McGraw-Hill.
SMITH, A. (1961); The Wealth of Nations, ilk baskı 1776, E.
Cannon (Ed.), London: University Paperbacks.
ŞENSES, F. (1984); “Development Economics at a Crossroad”,
METU Studies in Development, 11, 1-2, 109-150.
TINBERGEN , J. (1984); “Lessons and Prospects”, METU Studies
in Development, 11, 1-2, 11-19.
TINBERGEN, J. (1952); On The Theory of Economic Policy,
Amsterdam: North Holland.
TODARO, M. P. (1994); Economic Development, New York:
Longman.
TODARO, M. P. (1988); Economics for a Developing World,
Essex:Longman.
44
UNITED NATIONS (1948); Economic Report: Salient Features of
the World Economic Situation, 1945-47, New York.
UNITED NATIONS DEVELOPMENT PROGRAMME (1995); Human
Development Report 1995, Turkey, Ankara.
UNITED NATIONS DEVELOPMENT PROGRAMME (1992); Human
Development
Report 1992, Oxford: Oxford University Press.
UNITED NATIONS DEVELOPMENT PROGRAMME (1990); Human
Development Report 1990, Oxford: Oxford University Press.
WORLD BANK (1995); World Development Report 1995, Oxford:
Oxford University Press.
WORLD BANK (1993); World Development Report 1993, Oxford:
Oxford University Press.
WORLD BANK (1987); World Development Report 1987, Oxford:
Oxford University Press.
WORLD BANK (1978); World Development Report 1978, New York.
WORLD COMMISION ON ENVIRONMENT AND DEVELOPMENT (1987); Our
Common Future, New York: Oxford University Press.
WORLD RESOURCES (1996); World Resources 1996-1997,
Oxford:Oxford University Press.
YOTOPOULOS, P. A. ve NUGENT, J. B. (1976); Economics of
Development, Empirical Investigations, New York: Harper & Row
Publishers.
45
TABLO 1: GOÜ İÇİN BAZI İKTİSADİ GÖSTERGELER (1960-1975)_________________________________________________________________________________________________________________
_____________________
Yıllık Ortalama Tarım ve Sanayi Sektörlerinin Gayri Safi Yurtiçi Gayri Safi Yurtiçi
Net Dış Kaynak Dış Ticaret Hadlerinde Yıllık
Büyüme Oranları GSYİH İçindeki Payları Yatırımlar / GSYİH Tasarruflar/ GSYİH
Girişleri/ GSYİH Ortalama Değişim
_________________ _________________________ _________________ _________________
______________ _______________________
GSYİH Tarım Sanayi Tarım Sanayi
1960 1975 1960 1975 1960 1975 1960 1975
1960 1975
Düşük Gelirli 3.1 2.1 5.4 52 43 12 23 14.7 19.1
11.6 15.6 3.1 3.5 -0.2
GOÜ
Orta Gelirli 6.0 3.5 7.9 26 15 23 38 20.2 26.4
17.8 22.1 2.4 4.3 1.9
GOÜ
_________________________________________________________________________________________________________________
________________________Kaynak: World Bank (1978).
TABLO 2: GOÜ İÇİN BAZI SOSYAL GÖSTERGELER (1960-1980)
_________________________________________________________________________________________________________________
________________________
Yoksulluk Sınırının Altında Yoksulluk Sınırının Altında Yaşayan Günlük
Kalori Gereksinimini Gini
İşsizlik Oranı Yaşayanların Sayısı (Mil.) Nüfusun Toplam Nüfusa Oranı
Karşılayamayanların Sayısı (Mil.) Katsayısı
1960 1973 1979 1979
1975 1960 1980
AFRİKA 7.7 9.8 37.6
33 193
ASYA 6.8 7.2 418.4
40 768
LATİN AMERİKA 4.7 6.1 59.9
19 112
BÜTÜN GOÜ 6.7 7.6 515.9
35 1.073 0.544 0.602
________________________________________________________________________________________________________________
_______________________
KAYNAK: Todaro (1994: 144; 1988: 70, 71, 193).