Türk İntihal Tarihine Felsefi Bir Katkı

50
Türk İntihal Tarihine Felsefi Bir Katkı Not: Bu yazı 1996 yılında, kaleme alınmış, fakat o tarihlerde henüz genç bir araştırma görevlisi olmam hasebiyle, değer verdiğim ve sevdiğim birkaç profesörün ısrarı ve gösterdikleri gerekçelerin o gün itibarıyla makul oluşu sebebiyle maalesef yayınlatılamamıştır. Yayınlatılamamıştır ama yazı muhatabına gönderilerek icabeden ihtardan da geri durulmamıştır (Aşağıda, yazının muhatabının o tarihte bana gönderdiği cevabî yazıyı da göreceksiniz.)… Yazının muhatabı yapılan ikazlardan hiçbir ders çıkarmamış olmalı ki kitabını farklı farklı yayın evlerine bastırtmaya halâ devam etmektedir… Durum böyle olunca umarım o değerli profesörler, yazının bugün itibarıyla yayınlanmaması hususunda, artık herhangi bir makul gerekçe ileri sürmeyeceklerdir… Aslında yazı 1988′de yani aşağıda sözünü edeceğim acemi intihalcinin “Doktora Tezi” diyerek görücüye çıkardığı kitabın basıldığı yıl yazılacaktı fakat böyle bir intihali havsalam bir türlü almadığı için o tarihte bozuk halet-i ruhiye ile geçiştirilen üç-beş günlük refleksiv bir tepki olarak kalmıştı. Havsalam almıyordu çünkü bu işi acemi intihalci tek başına kotaramazdı. Kotaramazdı çünkü “doktora danışmanı” Türk Felsefe Derneği Başkanı, “felsefi sağ kanadın duayeni” (!?) Prof. Dr. Necati ÖNER‘di. Kotaramazdı çünkü, doktora savunması “ehemm” felsefe profesörleri (!?) karşısında yapılıyordu. Kotaramazdı çünkü “eser” Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından yayına değer bulunuyor ve yayınlanıyordu. O halde nasıl??? Acaba ahbap-çavuş ilişkileri olabilir miydi??? İşte bu çetrefil (!?) mesele o günlerde, nasılsa hakikatşinas ve daha kıdemli bir felsefeci çıkıp hesap sorar düşüncesiyle tarafımdan sesli olarak sorgulanmamıştı… Ayrıca o tarihlerde, söz konusu zevatın öğretim üyesi oldukları Felsefe Bölümü’nde maalesef lisans öğrencisiydim ve herhalde sorgulasaydım, beni bölümden mezun etmezlerdi… Her doğruyu her yerde söylemek gerekmez, derler ya öyle oldu… Yazının o tarihte değil de şimdi (1996’da) seslendiriliş sebebine gelince: Birincisi, o hakikatşinas felsefecinin ortaya çıkmaması; ikincisi, son zamanlarda bu nevi olayların artık vaka-i adiyeden görülmemeye başlanması; üçüncüsü ve daha da önemlisi Türk Felsefe Derneği Başkanlığı görevini yürüten sayın danışman Prof. Dr. Necati ÖNER‘in ve adını zikredeceğim acemi intihalcinin Pamukkale

Transcript of Türk İntihal Tarihine Felsefi Bir Katkı

Türk İntihal Tarihine Felsefi Bir Katkı

Not:

        Bu yazı 1996 yılında, kaleme alınmış, fakat o tarihlerdehenüz genç bir araştırma görevlisi olmam hasebiyle, değer verdiğimve sevdiğim birkaç profesörün ısrarı ve gösterdikleri gerekçelerin ogün itibarıyla makul oluşu sebebiyle maalesef yayınlatılamamıştır.Yayınlatılamamıştır ama yazı muhatabına gönderilerek icabedenihtardan da geri durulmamıştır (Aşağıda, yazının muhatabının otarihte bana gönderdiği cevabî yazıyı da göreceksiniz.)… Yazınınmuhatabı yapılan ikazlardan hiçbir ders çıkarmamış olmalı kikitabını farklı farklı yayın evlerine bastırtmaya halâ devametmektedir… Durum böyle olunca umarım o değerli profesörler, yazınınbugün itibarıyla yayınlanmaması hususunda, artık herhangi bir makulgerekçe ileri sürmeyeceklerdir…

Aslında yazı 1988′de yani aşağıda sözünü edeceğim acemi intihalcinin“Doktora Tezi” diyerek görücüye çıkardığı kitabın basıldığı yılyazılacaktı fakat böyle bir intihali havsalam bir türlü almadığıiçin o tarihte bozuk halet-i ruhiye ile geçiştirilen üç-beş günlükrefleksiv bir tepki olarak kalmıştı. Havsalam almıyordu çünkü bu işiacemi intihalci tek başına kotaramazdı. Kotaramazdı çünkü “doktoradanışmanı” Türk Felsefe Derneği Başkanı, “felsefi sağ kanadınduayeni” (!?) Prof. Dr. Necati ÖNER‘di. Kotaramazdı çünkü, doktorasavunması “ehemm” felsefe profesörleri (!?) karşısında yapılıyordu.Kotaramazdı çünkü “eser” Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafındanyayına değer bulunuyor ve yayınlanıyordu. O halde nasıl??? Acabaahbap-çavuş ilişkileri olabilir miydi??? İşte bu çetrefil (!?)mesele o günlerde, nasılsa hakikatşinas ve daha kıdemli birfelsefeci çıkıp hesap sorar düşüncesiyle tarafımdan sesli olaraksorgulanmamıştı… Ayrıca o tarihlerde, söz konusu zevatın öğretimüyesi oldukları Felsefe Bölümü’nde maalesef lisans öğrencisiydim veherhalde sorgulasaydım, beni bölümden mezun etmezlerdi… Her doğruyuher yerde söylemek gerekmez, derler ya öyle oldu…

Yazının o tarihte değil de şimdi (1996’da) seslendiriliş sebebinegelince: Birincisi, o hakikatşinas felsefecinin ortaya çıkmaması;ikincisi, son zamanlarda bu nevi olayların artık vaka-i adiyedengörülmemeye başlanması; üçüncüsü ve daha da önemlisi Türk FelsefeDerneği Başkanlığı görevini yürüten sayın danışman Prof. Dr. NecatiÖNER‘in ve adını zikredeceğim acemi intihalcinin Pamukkale

Üniversitesi bünyesinde Kasım 1996’da “ahlak felsefesi” ağırlıklımüşterek bir felsefe kongresi organize ederek ahaliye ahlaktan demvurmalarıdır. “Ellere talkın bize salkım” akidesi vicdanımı yenidenharekete geçirdi ve her zaman bizim halet-i ruhiyemiz bozulacakdeğil ya biraz da acemi intihalcinin ve ona göz yuman hamilerininhalet-i ruhiyeleri bozulsun, dedim ve işte bu yazı ortaya çıktı…

İntihale maruz kalan eserin künyesi: Murtaza KORLAELÇİ, PozitivizminTürkiye’ye Girişi, İnsan Yayınları, İstanbul, 1986.

İntihalcinin eserinin künyesi: Mehmet AKGÜN, MateryalizminTürkiye’ye Girişi, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara,1988.

Pamukkale Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü Başkanıolan intihalci Prof. Dr. Mehmet AKGÜN‘ün acemiliği şurada: Haniinsan bir kitap yazar da kitabında bazı yerleri, fakat sadece bazıyerleri bir başka kitaptan bir takım değişikliklerle aktarır vekendi düşünceleriymiş gibi kaynak göstermez, bunu da anlayan anlaranlamayan anlamaz ya da Allah’ından bulsun, denir ve bir şeysöylenmeden geçilir ya… AKGÜN’ünkü öyle değil… Açık açık intihal…Bir eserin 100-150 sayfalık bir kısmı noktasıyla, virgülüyle,dipnotlarıyla, başlıklarıyla ve “önsöz”ünden başlamak üzere bütünbir iskeletiyle aynen alınır ve yalnızca konu farklılığından ötürü“Pozitivizm” yerine “Materyalizm” kelimesi konur ve üç-beş şahısismi dışında form ve muhteva aynen muhafaza edilir ve ona da benim“orijinal tezim” denir ya… İşte AKGÜN’ünkü o cinsten…

Acemi intihalci şunu yapabilirdi: Çalıştığı konuyla ilgiliTürkçe’ye tercüme ihtimali olmayan bir yabancı dilde, öyle bir eserbulabilirdi ki kolay kolay kimse ulaşamaz, kütüphane raflarındatozlanıp durur ve hatta kitap kurtları bile yaklaşmaz, yani yokhükmündedir; böyle bir eseri alıp tercüme edebilir ve belki birşeyler de katarak “benim tezim” diyebilirdi ve kimse de herhaldebuna bir şey demezdi (Ne yazık ki acemi intihalci herhangi biryabancı dili de yeterince bilmiyor) amma ve lakin intihal edileneser kendi branşında, kendi camiasına mensup birisi tarafından veaynı danışmanın nezaretinde ve yine doktora tezi olarak hazırlanmışve de yayınlanmışsa her halde ki ona denilecek çok şey olur…Danışman aynı olunca, insan, anonim bir faaliyet mi yürütülüyor diyedüşünmekten de kendini alamıyor (!?)

İntihalin kayıtlarına geçmeden önce, bir ara girizgâhınokuyucuyu sıkmayacağını ümit ediyorum: Kimileri katılmasa da OrtaçağSkolastik Felsefesinin temel özelliğinin “dediler ve kodular”danibaret, beyhude “külliler” tartışması olduğu söylenir. Bu “dedilerve kodular” koca karıların değil, sözde felsefecilerin “dedi-kodu”sudur. Aklın nuru ve vicdanın ziyasından nasipsiz olanfelsefecilerin… Onların “idol”leri vardır; tiyatro idolleri, soyidolleri, çarşı idolleri ve mağara idolleri. Hakikate karşı duranidoller… Üstelik bu idoller hakikatin kılavuzu olan düşünseleylemle, felsefeyle maskelenirler… Felsefe adına, felsefeyiyıkarcasına… Böylesi felsefeciler idollere tapınırlar. Yanılmazkitapları, yanılmaz hocaları, yanılmaz insanlıkları, yanılmazbenleri ve yanılmaz tilcikleri (jargonları) vardır onların… Onlar,hakikati arayan hakikat düşmanlarıdır (!?)

İdolalarla ayakta duran statükoyu muhafaza, onlara tapınan veondan nemalananların ne kadar yararınaysa hakikatin ve hakikattaraftarlarının da o kadar zararınadır. İdolacılık, yalnızca OrtaçağSkolastik Felsefesinin bir özelliği olarak nitelendirilemez.İntihallerin statüler kazandırdığı ve unvanlar bahşettirdiği “TürkAkademyası”nın da bir özelliğidir… Mademki gerçek felsefe eleştireldüşünebilmek ve hakikati ortaya çıkarmaktır, elbette ki bunu yapmakhakiki felsefecilerin mesuliyetidir… Sözde felsefeciler, minareyikılıf bile uydurmadan çalmaya cüret edebiliyorlarsa bu biraz dahakiki felsefecilerin mızrağın çuvala girdirilemeyeceğiniöğretmemelerinden ötürüdür…

Gelelim intihalin kayıtlarına: Evvela intihalcinin noktası vevirgülüyle intihal ettiği kısımları, intihal ettiği kitaplabaşlıklar halinde ve kitaplardaki şekliyle örneklendirelim:

Murtaza KORLAELÇİ

 II. Bölüm: Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi Sırasındaki Türk Fikir Dünyası, s. l71.

a) Osmanlılarda İlim Anlayışı, s. 171.

b) Osmanlılarda Eğitim Anlayışı, s. 179.

d) Batıyla İlk İlişkiler, s. 190.

e) Eğitimde Yenilik Hareketleri, s. 195.

 Mehmet AKGÜN

 II. Bölüm: Materyalizmin Türkiye’ye Girişi Sırasındaki Türk Fikir Dünyası, s. 59.

II. l. Osmanlılarda İlim Anlayışı, s. 59.

II. 2. Osmanlılarda Eğitim Anlayışı, s. 69.

II. 3. Batıyla İlk İlişkiler, s. 79.

II. 4. Eğitimde Yenilik Hareketleri, s. 96.

Her iki kitapta da ikinci bölümlerin tüm başlıklarıyla aynı olmasıokuyucuyu muhtemeldir ki “Acaba ‘telepatik’ midir?” diye düşünceye sevkedebilir (!?) Ancak aşağıda metinleri karşılaştırdığımızda her haldeaynı okuyucu telepatinin bu kadarına da “pes doğrusu” diyecektir…

KORLAELÇİ‘nin kitabının 3. ve 4. bölümlerindeki bazı temel başlıklarda intihalci AKGÜN‘ün kitabının 3. ve 4. bölümlerinde aynı‘telepati’den olmalı, ufak tefek değişik versiyonlar şeklinde yeralmıştır. Tabii metinler de öyle…

Konu Başlıklarından Örnekler:

KORLAELÇÎ

III. Bölüm: Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi, s. 201.

a) Tercümeler, s. 201.

b) Dernekler, s. 204.

IV. Bölüm: Pozitivizmin Türkiye’deki İlk Etkileri, s. 217.

a) Kuruluşlarımız, s. 217.

l. Pozitivizmin Etkisinde Kalan Fikir Adamlarımız, s. 226.

Beşir Fuad, s. 227-245.

 AKGÜN

III. Bölüm: Materyalizmin Türkiye’ye Girişi, s. 107.

III. l. l. Tercümeler, s. 107.

III. 2. Kuruluşlar ve Mecmualar, s. 113.

IV. Bölüm: Materyalizmin Türkiye’ye Girmesinde

Etkili Olan Fikir Adamlarımız, s. 161.

IV.1.2. Beşir Fuad, s. 185-191.

 METİNLERDEN ÖRNEKLER:

ÖNSÖZ:

KORLAELÇİ’nin ifadeleri:

“Konumuzun seçiminden çalışmamızın bitimine kadar en büyük yardım, ilgi ve teşviklerinihiçbir zaman esirgemeyen Muhterem Hocam Prof. Dr. Necati ÖNER‘e teşekkürü ifası gereklibir borç bilirim.”

AKGÜN‘ün ifadeleri:

“Konumuzun seçiminden çalışmamızın bitimine kadar en büyük yardım, ilgi ve teşviklerinihiçbir zaman esirgemeyen Muhterem Hocam Prof. Dr. Necati ÖNER‘e teşekkürü ifası gereklibir borç bilirim.”

Okuyucuya her iki “önsöz”deki bu ayniliğin sebebinin felsefîliteratür için “hamdele”, “salvele” ve “besmele” hükmündeolmadığını hatırlatmak isterim… Tabii ki intihalci açısından öyleolup olmadığını da ona sormamız lazım…

II. Bölümden Örnekler:

KORLAELÇİ: Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi Sırasındaki Türk FikirDünyası

a. Osmanlılarda İlim Anlayışı (s. 171.)

Osmanlılardaki ilim anlayışı şüphesiz İslamın ilim anlayışından doğmaktadır. Bu bakımdanilk defa İslam’ın ilim anlayışı ile işe başlamak yerinde olur. Bu husus tek başına ciltlerdolduracak bir konu olmasına rağmen biz gayet kısa olarak belirtmeye çalışacağız.

İslam’da ilmin tanımını Peygamber Efendimiz, Ebu Davud ve İbn Mace’nin rivayet ettikleri birhadiste şöyle belirtmektedir: “İlim ancak kuvvetli bir ayet veya kaim ve sahih bir sünnet veyaadaletli bir farizeden ibarettir.” El-Nessi’den nakledilen diğer bir hadiste ise “ilim üçtür:Manası açık bir ayet ve doğruluğu sabit bir sünnet, bir de bilmiyorum sözüdür.” diyebuyurur.

Bu hadis-i şeriflerden anlaşılacağı üzere İslam dini yeni doğduğu zaman, dinîilimlerin dışında başka bir ilim kabul etmemektedir. Zamanla İslamiyet’in yayılması ileMüslümanlar çeşitli medeniyetlerle karşılaştılar. Dolayısıyla ilmî alış verişler başladı. Bubakımdan İslam aleminde biri kaynağım dinden alan, diğeri de başka medeniyetlerdenkaynaklanan iki tür ilim söz konusudur.

Kaynağım dinden alan ilimler naklî ilimler olup Kur’an-ı Kerim ve Sünnettir. Bu ikiilimden tefsir, kıraat, hadîs, usul-ü hadîs, fıkıh, usul-ü fıkıh, kelam ilimleri doğdu. Kur’an ilehadis ilmi Arapça olduğundan bu ilimleri iyice anlayabilmek için her şeyden önce Arap dili ileilgili bilimleri öğrenmek mecburiyeti vardır. Dolayısıyla bu dil ile ilgili ilimler: Lügat, nahiv,beyan ve edebiyat kendiliğinden ortaya çıktı.

Başka medeniyetlerden kaynaklanan aklî ilimler ise iki gruba ayrılabilir: “Birincisi;felsefe, matematik, astronomi, tıp gibi rasyonel ve tecrübî ilimlerdir. Bu sahada İslamdünyasına en çok tesir icra eden Yunan medeniyetidir. Bu medeniyetten birinci derecedetercüme edilen eserler Aristo, Euklides, Hipokrat, Calinos, Plotin, Batlamyus, ikinci derecedeEflatun’un eserleridir. En çok üzerinde durulan düşünür Aristo olmuştur. İkincisi; eskiMezopotamya medeniyetinin tesiriyle giren sihir, tılsımlar gibi “occulte” bilgilerdir.”

Görüldüğü gibi Hicri birinci asırda İslam aleminde üç çeşit ilim anlayışı yer almaktadır: l-İslam’dan kaynaklanan dinî ilim anlayışı, 2-Daha ziyade Yunan medeniyetindenkaynaklanan rasyonel bir ilim anlayışı, 3-Mezopotamya medeniyetinden kaynaklanan“occulte” bir ilim anlayışı.

İslam düşünürlerince uzlaştırılmayan bu üç tür ilim anlayışı Farabî (öl. H. 339/950),Haverezmî (öl. H. 387/997), ve İbn Sina (öl. H. 428/1036)’nın ilimleri tasnifinde kısmengörülür. Gazzalî (öl. H. 505/1111) ve daha sonraki alimlerin ilimleri tasnifinde ise her üçanlayışa mensup ilimler yer alır. Genel olarak Aristo’nun etkisinde kalan İslamdüşünürlerinden “Farabî ve İbni Sina, Aristo’nun ilim tasnifini esas olarak almıştır, diğerleriise bu esasa İslamî ilimleri eklemişlerdir.”

 AKGÜN: Materyalizmin Türkiye’ye Girişi Sırasındaki Türk FikirDünyası

II.1. Osmanlılarda İlim Anlayışı (s. 59)

Osmanlıların ilim anlayışlarının İslamiyet’in ilim anlayışından kaynaklandığı bilinen birhusustur. Bu sebeple konumuza ilk önce İslamiyet’in ilim anlayışından misaller vererekbaşlamak istiyoruz. Ancak burada şunu belirtelim ki, bu mevzuu muhtevası oldukça genişolan bir mevzuudur. Bunun için sadece konumuza ışık tutması bakımından bazı önemlinoktalara kısaca değineceğiz.

Ebu Davud ve İbn Mace’nin rivayet ettikleri bir hadiste: Hz. Muhammed ilimle ilgili olarakşunları söyler: “İlim, ayet-i muhkemat veya sünneti kaime ve adil bir farizadır”. Aynı manayıifade eden El-Nesai’nin rivayet ettiği hadiste ise, “ilim üçtür: manası açık bir ayet vedoğruluğu sabit bir sünnet, bir de bilmiyorum sözüdür.”

Zikredilen hadislerden de anlaşılacağı gibi İslamiyet’in ilk zamanlarında dinî bilgilerindışındaki bilgiler ilim olarak kabul edilmemektedir. Ama zamanla İslamiyet’in gelişipyayılması neticesinde, içtimaî şartlanın zorlanması ve İslamların başka medeniyetlerle

teması, ilim kavramının muhtevasının genişlemesine sebep oldu. Bu şekilde İslammedeniyetinde uğraşılan ilimlerin menşeini iki ayrı sahada aramak doğru olur. Birincisibizzat İslam dini, ikincisi de İslamların temas ettikleri eski medeniyetlerdir. Bu sebepleinsanların şehir ve bölgelerde birbirlerinden öğrenerek naklede geldikleri ilimler ikiyeayrılmaktadır:

l- Naklî ilimler: Kaynağını dinden alan ilimlerdir. Bu ilimlerin her biri şeriat! vazedenden nakilve rivayet edilen haberlere dayanır. Esas ve usulleri öğrenilirken akla dayanılmaz. Ancakmeselelerin dal ve budaklarım asıllara bağlamak hususunda aklın yardımına başvurulur.Naklî ilimlerin her birinin, temel ve dayanağı, Kur’an ayetlerinden ve Peygamberin hadis vesünnetlerinden ibaret olan şer’î delillerdir. Allah’ın kitabım ve Peygamberinin hadislerimanlatmak ve açıklamak üzere vazedilen ilimler de şer’î ilimlerdendir. Bundan sonra Kur’andili olan Arap dili gelir. Naklî ilimler kısımlara ayrılır:

a) Tefsir ilmi: Kuran’ın ayetlerinin incelenmesiyle ilgili olan ilimdir.

b) Kıraat ilmi: Kuran’ın kendisine, Peygamberden nakil ve rivayet edilen bilgilerebaşvurulması; hafızların Arap lehçelerine göre kıraatlerine ait olan çeşitli rivayetlerinöğrenilmesi gibi hususlar kıraat ilmiyle ilgilidir.

c) Hadis ilmi: Hadisleri rivayet edenlerin ahlak ve adalet gibi durumları incelenir. Buincelemeler neticesinde haberlerin doğruluğu ispat edilirse bunlar tarafından rivayet edilenhadislere göre amel etmek vacip olur. Bu hususlarla ilgilenen ilim de hadis ilmidir.

d) Usul-ı Fıkıh ilmi: Hükümleri Kur’an ve hadisten istidlal edip, usul ve kanuna uygun olarak,ayet ve hadislerden hükümler çıkarmanın metodunu öğreten ilimdir.

e) Fıkıh ilmi: Usul-ı Fıkıh ilminin kanun ve kaidelerine dayanarak, ayet ve hadislerdenhükümler çıkarmak suretiyle Allah’ın emir ve yasak ettikleri şeyleri bildiren ilimdir.

f) Kelam timi: îman akidelerini aklî delillerle ispat eden ilimdir.

g) Dil ile İlgili Olan İlimler: Kur’an ile hadisleri anlayabilmek için önce Arap dili ile ilgili olanilimleri bilmek gerekir. Bu ilimler, lügat, nahiv, beyan ve edebiyat ilimleridir. İşte yukarıdanberi dokümanını yaptığımız ilimler İslam dini ile ilgili olan ilimlerdir.

2- Aklî İlimler: Hikmet ve felsefeyle ilgili olan ilimlerdir. İslam dünyasına başka medeniyetlerletemas sonucu girmiştir. Bu bilgiler iki gruba ayrılabilir:

a) Felsefe, matematik, astronomi, tıp gibi rasyonel ve tecrübî bilgilerdir. Bu sahada İslammedeniyetine en çok etki eden Yunan medeniyetidir. Bu medeniyetten birinci derecede Aristo,Euklides, Hipokrat, Calinos, Plotin, Batlamyus; ikinci derecede Eflatun’un eserleri tercümeedilmiştir. En çok üzerinde durulan düşünür ise Aristo olmuştur.

b) Eski Mezopotamya medeniyetlerinin tesiriyle giren sihir, tılsımat gibi “occulte” bilgileridir.

Bu şekilde menşeini iki ayrı sahada gördüğümüz İslam ilmi Hicri l. asırdan itibaren üç çeşitilim anlayışının etkisi altında kalmıştır. l- İslam dininden kaynaklanan ilim anlayışı, 2- Dahaziyade Yunan medeniyetinin etkisi alımda kalan rasyonel bir ilim anlayışı, 3- Mezopotamyamedeniyetinden kaynaklanan sihire dayalı bir ilim anlayışı, bu üç çeşit ilim anlayışı İslamdüşünürlerince uzlaştırılmamıştır. Ancak her mütefekkir ilim tasniflerinde birbirinden farklıolan bu üç grubu bir araya toplamış değillerdir. Farabî, ilim tasnifinde önce ikinci anlayışiçindeki ilimlere yer vermiş, sonradan birinci anlayış içinde ilim telakki edilen fıkıh ve kelamıda ilimler arasına almıştır. Üçüncü telakkiyi ise kabul etmemiştir. Havarezmî (öl, 997),“occulte” bilgileri dikkate almamış, diğer iki telakkiyi benimsemiş, “occulte” bilgilere de yervermiş, fakat dini ilimleri tasnifine almamıştır. Gazzalî (ol. 1111) ve daha sonra gelenlerde iseher üç telakkiye göre ilim sayılan bilgiler, ilim tasniflerinde zikredilmiştir.

Şimdi İslam kültür dünyasındaki ilim anlayışını daha iyi anlayabilmek için yukarıda adı geçenİslam düşünürlerinin ilim tasniflerini gözden geçirelim. Bu tasnifler daha sonra yapılantasniflerin kaynağını oluşturdukları için de önemlidir.

İslam düşünürleri ilim tasniflerinde esas itibariyle Aristo’dan mülhemdirler. ÖzellikleAristo’nun etkisinde kalan Farabî ve İbni Sina onun ilim tasnifini esas almışlar, diğerleri isebu esasa İslamî ilimleri eklemişlerdir.

KORLAELÇİ:

Farabî’nin İlimleri Tasnifi:

“Aristo’dan sonra gelen” anlamında “Muallim-i Sanî” unvanım alan Farabî, Aristo’ya sadıkkaldığı tasnifinde ilimleri nazarî ve amelî ilimler diye ikiye ayırır. Nazari ilimler, İlm-i tealim(Riyaziye), İlm-i tabiî ve İlm-i ilahî (Metafizik) olarak üç; amelî ilimleri ise ahlak ve siyaset diyeikiye ayırır. İlimlerin sayımı adlı eserinde ise ilimleri beşe böler. Bunlar da “l-Dil ilmi, 2-Mantıkilmi, 3-Talimi ilimler, 4-Tabiat ilmi ve ilahiyat ilmi, 5-Medenî ilmi, Fıkıh ilmi, Kelam ilmi”dir.

AKGÜN:

Farabî’nin İlim Tasnifi:

O, ilimleri amelî ve nazari ilimler olmak üzere ikiye ayırır. Nazari ilimler, ilm-i tealim(riyaziye), ilm-i tabiî, ilm-i ilahî olmak üzere üçe; amelî ilimler de, ahlak ve siyaset olmaküzere ikiye ayrılır. Mantığı ilimlerin üzerinde kabul ettiğinden bu tasnife dahil etmemiştir.İlimlerin Sayımı isimli eserinde ise ilimleri beşe ayırır: l. Dil ilmi, 2. Mantık ilmi, 3. Talimiilimler, 4. Tabiat ilimleri ve ilahiyat, 5. Medenî ilmi, fıkıh ilmi, kelam ilmi. O, ilk tasnifindeAristo’ya bağlı kalmış, ikinci tasnifinde ise ondan farklı bir tasnif vermiştir.

KORLAELÇİ:

Havarezmî’nin İlimleri Tasnifi:

Havarezmî’nin ilimleri tasnifi, Farabî’ninkinden farklıdır, ilimleri, ilkin, ulum-u şer’iye ve aletilimleri ile ulum-u acem diye ikiye böler. Bu ayırma daha sonra gelen İbn Sina hariç bütünİslam düşünürlerinde görülür. Sonradan bu iki ayırma şer’î ilimler veya aklî ilimler, nakliilimler diye adlandırılırsa da bu adlandırmadan kastedilen mana aynıdır.

Havarezmî ulum-u şer’iye ve alet ilimleri olarak usul-ü fıkıh, fıkıh, kelam, lügat, şiir, aruzusayar. Ulum-u acem ise dış medeniyetlerden gelen ilimlerdir. Bunları da Aristo geleneğineuygun olarak Farabi’nin birinci tasnifi gibi nazarî ve amelî diye ikiye ayırır. Sonra bunları daüçer üçer kısımlara böler. Burada Farabî’den farklı olan taraf amelî ilimlere tedbir-i menzildiye üçüncü bir ilim eklemiş olmasıdır.

AKGÜN:

Havarezmî’nin İlim Tasnifi:

Mefatih-ul-Ulum isimli eserinde ilimleri şer’i ilimler, alet ilimleri ile acem ilimleri olmak üzereikiye ayırır. O, şer’î ilimler ve alet ilimleri olarak usul-ı fıkıh, fıkıh, kelam, lügat, şiir ve aruzusayar. Acem ilimleri ise dış medeniyetlerden gelen ilimlerdir. Bunları da Aristo geleneğineuygun olarak nazarî ve amelî olarak ikiye ayırır. Sonra bunları üçer üçer kısımlara böler.Burada Farabî’den farklı olarak amelî ilimlere, tedbir-i menzil diye üçüncü bir ilim eklemiştir.

KORLAELÇİ:

İbn Sina’nın ilimleri Tasnifi:

Aristo ve Farabî’nin ilimler tasnifinin etkisinde kalan İbni Sina onlardan farklı bir sınıflamaortaya kor. İlimleri madde ile şekil münasebeti bakımından üçe ayırır.

1- Maddesinden ayrılmamış bulunan şekillerin ilmi: Bunlar İbn Sina için tabiat ilimleri veyaaşağı ilimler (el-ilm-ül-esfel)dir.

2- Maddesinden tamamen ayrı olan şekillerin ilmi: Bunlar metafizik ve mantık veya yüksekilimler (el-ilm-ül-alî)dir.

3- Maddesinden ancak zihinde ayrılan, hazan onunla bir, bazan ayrı olan şekillerin ilmi:Matematik veya orta ilimler (el-ilm-ül-evsat)dır. Bu ilimler yüksek ve aşağı ilimler arasında birköprü vazifesi görürler.

İbni Sina, Aristo gibi felsefeyi iki kısma ayırır: l- Nazarî hikmet, 2- Amelî hikmet.Bunlardan nazari hikmet ilm-i tabiî, ilm-i riyaziye, ilm-i ilahiyi ihata eder. Ameli hikmetse ilm-i ahlak, ilm-i tedbir-i menzil, ilm-i siyaseti ihata eder. Nazarî hikmetin kapsamına girenilimler yalnız bilgiye aittirler. Bunlar birer nazariye olup eylemle ilgileri yoktur. Amelihikmetin kapsamına giren ilimlerse hem bilgiye hem de eyleme aittirler.

Tasnifinde Havarezmî’nin ulum-ü şer’iye dediği İslami ilimlere yer vermeyen İbn Sina, butasnifine “occulte” bilgileri dahil ederek bunları tabiî ilimler içinde zikreder.

AKGÜN:

İbn Sina’nın İlim Tasnifi:

İbn Sina, Aristo ve Farabî’nin sınıflamalarından mülhem olmakla birlikte yeni bir ilimlersınıflaması ileri sürer. O, ilimleri madde ve suretin münasebeti bakımından üçe ayırır: 1-Maddesinden ayrılmamış olan suretlerin ilmi: Tabiat ilimleri ve aşağı ilimlerdir. 2-Maddesinden tamamen ayrı olan suretlerin ilmi: Metafizik ve mantık veya yüksek ilimlerdir.3-Maddesinden ancak zihinde ayrılan, bazen onunla beraber, bazen ayrı olan suretlerin ilmi:Matematik veya orta ilimlerdir. Bu ilimler yüksek ve aşağı ilimler arasında bir köprüolduğundan İbn Sina, matematik ilimlere büyük önem verir. Matematikten mantığa veoradan metafiziğe geçer.

İbn Sina, ayrıca Aristo geleneğine uygun bir şekilde felsefeyi ikiye ayırır: A-Nazarî hikmet, B-Amelî hikmet. Birincisinde, tabiat felsefesi, matematik felsefe ve metafizik vardır. O sadecebilgiye aittir, eylemle ilgisi yoktur, ikincisi, hem eyleme, hem de bilgiye aittir: Medenî hikmetveya siyaset, ev hikmeti veya ekonomi, ahlakî hikmet kısımlarım ihtiva eder. Bu aradaferaset, tılsımat, nirenciyat gibi sihri bilgileri de tabiî ilimlerin dalları olarak sayar.

KORLAELÇİ:

İmam-ı Gazzalî’nin İlim Tasnifi:

İslam aleminde görülen, yukarıda belirttiğimiz her üç ilim anlayışım bir arada zikredenGazzalî, ilk defa ilimleri iki kısma ayırır: 1- Şer’î ilimler, 2- Şer’î olmayan ilimler, Şer’î ilimler.Peygamberlerin (A.S.V.) getirdiği ilimlerdir. Şer’î ilimlerin kaynağım Allah’ın Kitabı, ResulünSünneti, Muhammed Ümmetinin icmaı ve Sahabe-i kiramın eserleri meydana getirir. Şer’îilimlerin başlangıcında lügat ve nahiv ilmi söz konusudur. Esasta şer’i olmayan lügat venahiv ilmi, Kur’an ve Hadisleri öğrenmeye yardım eden en belirli aletlerdir. Bunlar şer’îilimleri bilip iyice öğrenmek için zarurî ve büyük bir ihtiyaçtır. Asıl şer’î ilimlerse ilm-i kıraat,ilm-i tefsir, usul-ü fıkıh, fıkıh, usul-ü hadis ve hadis ilimleridir.

Gazzalî şer’î olmayan ilimleri de üç kısma ayırır: l- Öğülen (Mahmud) ilimler. Bunlar dünyaişlerini ıslah edici ilimlerdir. Tıp ve hesab ilmi gibi. 2-Kötülenen (Mezmum) ilimler. Bunlarsihir, tılsım, ipnotizmacılık gibi ilimlerdir. 3-Mubah ilimler: Müstehcen olmayan şiirler ve tarihilmidir.

Vermeye çalıştığımız bu ilim tasnifi örnekleri daha sonra İslam kültür dünyasında yapılanilim tasniflerinin esasım teşkil eder. Ancak sonraları akla gelen her bilginin tasnifleregirdirilmesiyle ilimler tasnifi karma karışık bir hale gelir. Bunun açık öneklerinden biri XVI.Yüzyıl Osmanlı Müelliflerinden Taşköprülüzade’nin yaptığı ilimler tasnifinde görülür. Değerli

ilim adamı, muhterem hocamız Prof. Dr. Necati Öner Bey’in “Tanzimat tan Sonra Türkiye’deİlim ve Mantık Anlayışı” isimli eserinde belirttiğine göre Taşköprülüzade tasnifinde 300′denfazla ilimden bahsetmektedir. Bu adet Osmanlıların ilim kelimesine verdiği geniş manayaişaret etmesi bakımından önemlidir.

Tanzimat Fermanının ilanından (1839) sonra batı ile ilişkilerimiz artar. Avrupa’daki fikirhareketleri memleketimizde yayılma imkanı bulur. Eskiden beri devam eden İslam fikir vemüesseseleri yanında bir de Avrupa’dan gelen fikir ve bunların etkisiyle meydana gelen müesseler yer alır. Böylece bir ikili durum ortaya çıkar.

Bu ikili durum ilim anlayışında da belirir. “Bir taraftan tamamıyla İslam kültürü eğiliminebağlı ve dinî bilgileri ön plana alan ilim anlayışı; diğer tarafta Rönesans’tan beri Avrupa’dagelişen ve müspet ilimleri ön plana alan bir ilim anlayışı görülür.”

İslam kültür alemindeki Farabî ve İbni Sina geleneğine bağlı ilim anlayışı OsmanlılardaTanzimat’tan sonra da devam eder. Bu durum Muhittin Mahvî’nin, Ahmet Cevdet Paşa veSüleyman Sırrı nın ilimleri tasnifinde görülür.

AKGÜN:

Gazzali’nin İlim Tasnifi:

Gazzalî, önce ilimleri, şer’î ve gayr-ı şer’î ilimler olarak ikiye ayırır. Şer’î ilimler, akıl, tecrübe veişitmekle bilinmeyen, Peygamberlerden öğrenilen ilimlerdir. Şer’î ilimlerin kaynağı, Kur’an,sünnet, icma ve asar-ı sahabedir. Bu ilimlerin mukaddimatı olarak, lügat ve nahiv vardır. Dililimleri şer’î ilimler değildirler. Mütemmimat adım alan kısım, Kur’an ve hadisle ilgili olanlarolmak üzere ikiye ayrılır. Kuran’la ilgili olanlar, kıraat ilmi, tefsir ilmi, usul-ü fıkıh ve fıkıhtır.Hadisle ilgili olanlar, hadis ve usul-ü hadistir. Gayr-ı şer’î ilimlere gelince, bunlar, akıl vetecrübe ile elde edilen ilimlerdir. Bunlar, mahmud (öğülen) ilimler, Mezmum (yerilen) ilimlerve mubah ilimler olarak üçe ayrılır: Öğülen ilimler, hesap, tıp ve dünya işlerini ilgilendirenilimlerdir. Yerilen ilimler; sihir tılsımat gibi ilimlerdir. Mubah ilimler ise; şiir ve tarih gibiilimlerdir.

Buraya kadar verdiğimiz ilim tasnifleri daha sonraki İslam kültür dünyasının ilimtasniflerinin esasım meydana getirirler. Bu tasniflerin rehber kabul edilerek, “taksim-i ulum”adıyla bir çok gereksiz taksimata girişilmesi, ilim kelimesinin açık kavramlara ulaşan izahedici bir bilgi grubuna delalet eden terim manasım kaybetmesine sebep olmuş ve böylecetamamen lügat manası göz önüne alınarak akla gelen her bilgi, ilim tasnifleri içine girmiştir.Bu karışık duruma XVI. asır Osmanlı müelliflerinden Taşköprülüzade’nin eseri misal olarakgösterilebilir.

Taşköprülüzade bu eserinde varlığı; “kitabette”, “ibarette”, “ezhanda” ve “ayanda” olmaküzere dörde ayırır. İlimleri de bu dört esasa göre tasnif eder: “Hattî ilimler, lafzî ilimler,ezhana müteallik ilimler, ayana müteallik ilimler; ayana müteallik ilimleri de önce nazarî ve

amelî, bunları da şer’î ve hükmî diye ikiye ayırıp ilimleri şu yedi bölümde topluyor: 1-Hattîilimler, 2-Lafzî ilimler, 3-Zihnî ilimler, 4-Nazarî şer’î ilimler, 5-Nazarî hükmî ilimler, 6-Amelîşer’î ilimler, 7-Amelî hükmî ilimler. Bunları da bir sürü taksimata tabi tutarak, ilimlerin yüzelliye baliğ olduğunu kaydediyorsa da eserinde üç yüzden fazla ilimden bahsetmektedir.”

Taşköprülüzade’den verilen bu misal, Osmanlıların fikir hayatında ilim tabirinin ne kadargeniş bir manada kullanıldığım göstermesi bakımından önemlidir.

18. asırda başlayan Batı tesirleri, 1839 Tanzimat Fermanından sonra etki alanım genişletir.Tanzimatın ilanı, Rönesans’tan itibaren Avrupa’da gelişen fikir hareketlerinin Osmanlıtoplumunda da yayılmasına uygun bir ortam hazırlar. Batı etkisiyle Avrupa’dan alınan yenifikirler bu fikirlerle kurulan yeni kurumlar yanında, asırlardan beri İslam kültür dünyasındayerleşmiş olan fikirler ve kurumlar da varlığını koruyordu. Düşünce tarihimizde Tazimatlabaşlamış olan bu ikili durum Cumhuriyet devrine kadar devam etmiştir.

Çeşitli toplumsal kurumlarda mevcut olan ikilik, bu devrin ilim anlayışında da kendinigösterir. Bir yanda İslam kültür ve geleneğine bağlı, dinî bilgileri ön plana alan bir ilimanlayışı görülürken; diğer taraftan Rönesans’tan beri Avrupa’da gelişen ve müsbet ilimleri önplana alan bir ilim anlayışı görülür.

İslam kültür dünyasındaki Farabî ve İbni Sina geleneğine bağlı olan ilim anlayışı,memleketimizde Tanzimat’tan sonra da devam eder. “Bu durum Muhittin Mahvî’ninMezbatatul-Fünun (1873), Ahmet Cevdet’in Beyan-ul-Unvan (1872), Seyyid Abdulzade MehmetTahir ve Serkis Orpilyan’ın Mahzen-ul-Ulum (1893), Süleyman Sırrı’nın Mantık (1894) adlıeserlerinde verilen ilim tasniflerinde görülür.”

Biz, isimlerini zikrettiğimiz bu düşünürlerden; Ahmet Cevdet Paşa, Muhittin Mahvî veSüleyman Sırrı’nın ilim tasniflerini vermek istiyoruz.

 KORLAELÇİ:

Ahmet Cevdet Paşanın Tasnifi:

Ahmet Cevdet Paça Beyan-ul-Unvan’da ilimleri ilk defa ikiye ayırır. Sonra da her kısmı tekrarbölümlere ayırarak bahsettiği her ilim hakkında kısa kısa açıklamalarda bulunur. Bu tasnifişöyle maddeleştirebiliriz:

İlimler: l-Ulum-u Nakliye, 2-Ulum-u Arabiye.

a- Ulum-u Şer’iye: Ulum-u Kur’aniye (İlm-i Kıraat, İlm-i Tefsir ve Fenn-i Resm-i Kur’an) Ulum-uHadis, îlm-i Fıkıh, îlm-i Usul-u Fıkıh, ilm-i Kelam, ilm-i Tasavvuf, ilm-i Tabir-i Rüya.

b- Ulum-u Arabiye (Ulum-u Edebiye): îlm-i Lügat, îlm-i iştikak, İlm-i Sarf, îlm-i Nahiv, îlm-iMaanî, îlm-i Beyan, İlm-i Aruz, İlm-i Kafiye.

2- Ulum-u Akliye: a-Hikmet-i ameliye, b-Hikmet-i Nazariye.

a- Hikmet-i Ameliye: İlm-i tezhib-i ahlak, İlm-i tedbir-i menzil, İlm-i siyaset.

b- Hikmet-i Nazariye: İlahiyat, riyaziyat, tabiîyat. Bu üç daldan ilahiyat üç bölüme ayrılır:Birinci bölüm, Umur-u ammeden yani tüm mevcudata anım ve şamil olan küllîkavramlardan bahseder. İkinci bölüm, Vacib-ül Vücud’un varlığından ve sıfatlarındanbahseder. Üçüncü bölüm, Madde ve mekandan mücerret olan cevherlerden bahseder.

Riyaziyat dört kısma ayrılır: Aritmetik, hendese, heyet, musiki. Bunlardan aritmetik şu dallaraayrılır: îlm-i hesab, ilm-i cebir, ilm-i mesaha.

Tabiîyat üç kısma ayrılır: Birincisi alelumum tabiî cisimlerden bahseden fen, ikincisi fenn-ifelekiyat, üçüncüsü fenn-i unsuriyattır.

Ahmet Cevdet Paşanın bu tasnifi esas itibariyle Havarezmî”nin etkilerim taşır. Havarezmî’ninilimleri ilk defa ulum-u şeriye ve ulum-u acem diye iki kısma ayırması Ahmet Cevdet Paşanıntasnifinde ulum-u nakliye ve ulum-u akliye olarak görülür. Ayrıca Ahmet Cevdet Paşanın, İbnSina ve Gazzali’nin tasniflerinde yer verdiği “occulte” bilgilere yer vermeyişi de bu etkileşiminbaşka bir görünümüdür.

AKGÜN:

Ahmet Cevdet’in İlim Tasnifi:

Ahmet Cevdet Paşa, ilimler tasnifini Beyan-ul Unvan isimli eserinde vermektedir. O, bueserinde ilimleri önce ikiye, sonra her kısmı tekrar bölümlere ayırır. İlimleri şöyle tasnif eder:l-Ulum-u Naklîye, 2-Ulum-u Akliye. Ulum-u naklîye; ulum-u şer’îye ve ulum-u Arabiye olmaküzere ikiye ayrılır. Ulum-u aklîye de; hikmet-i ameliye ve hikmet-i nazariye olmak üzere ikiyeayrılır.

Ulum-u şer’iyeden olan ilimler; ulum-u Kur’aniye, ulum-u hadis, ilm-i fıkıh, ilm-i usul-ü fıkıh,ilm-i kelam, ilm-i tasavvuf, ilm-i tabir-i rüyadır.

Ulum-u Kur’aniye; Kur’an-ı Kerime müteallik olan ilmlerdir ki ilm-i kıraat, ilm-i tefsir gibiilimlerdir.

Ulum-u Arabî’ye ise şu ilimlere denir: İlm-i lügat, ilm-i iştikak, ilm-i sarf, ilm-i nahiv, ilm-imaani, ilm-i aruz ve ilm-i kafiye.

Hikmet-i ameliye de üçe ayrılır: îlm-i tezhib-i ahlak, ilm-i tedbir-i menzil ve ilm-i siyasettir.

Hikmet-i nazariye önce üç kısma ayrılır: İlahiyat, riyaziyat, tabiîyat. Bunlardan ilahiyat üçbölümdür. Birinci bölüm, bütün mevcudattan, umumî ve onlara şamil olan küllîmefhumlardan bahseder. İkinci bölüm, Allah’ın varlığından ve sıfatından bahseder. İkinci

bölüm, Allah’ın varlığından ve sıfatından bahseder. Üçüncü bölüm, madde ve mekandan,mücerret olan cevherlerden bahseder.

Hikmet-i riyaziyat da dörde ayrılır: İlm-i aritmetik, ilm-i hendese, ilm-i heyet, ilm-i musîkî.

Hikmet-i tabiîyat da üç kısma ayrılır: Birincisi bütün tabiî cisimlerden bahseden fen, ikincisifenn-i felekiyat, üçüncüsü de fenn-i unsuriyattır.

“Cevdet Paşanın bu tasnifinin esası Haverizmî’de de vardır.Haverizmî’nin ulum-u şer’îye ve ulum-u acem diye ikili ayırmasıburada aklî ve naklî ilimlerin bölümlerim sayarken İbni Sina veGazzali’nin bahsettikleri “occulte” bilgilere yer vermeyişidir.

KORLAELÇİ:

Muhittin Mahvî’nin Tasnifi:

Muhittin Mahvî ilimleri üç bölüme ayırır: l-Ulum-u şer’iye, 2-Ulum-u şerif, 3-Ulum-u hikemiye-igayri meşrua.

1- Ulum-u şer’iye: İlm-i tevhid, ilm-i siyer, ilm-i fıkıh. Muhittin Mahvî’ye göre bu ilimlerintahsili her Müslüman için farz-ı ayındır.

2- Ulum-u şerif: Ulum-u edebiye (lügat, sarf, şiir, v.s.), Ulum-u hikemiye-i meşrua, ilm-i tefsir,ilm-i hadis, ilm-i usul-ü fıkıh, ilm-i feraiz, ilm-i kıraat. Bu ilimlerin tahsili ise farz-ı kifayedir.

3. Ulum-u hikemiye gayri meşrua: îlm-i ahkam-ı nücüm, ilm-i cifi-, ilm-i remil, ilm-i nirencat,ilm-i sihir. Bu ilimlerin tahsili de nehyedilmiştir.

Muhittin Mahvî “bu tasniften sonra da ulum-u şerifeden addettiği ulum-u hikemiye-imeşrua’yı ele alıp Cevdet Paşa’da olduğu gibi nazari ve ameli diye taksim edip sonrabunların tafsilatına geçiyor. Cevdet Paşa’dan farklı olarak ilmi-i ahkam-ı nücum, ilm-i feraset,ilm-i tılsımat gibi bilgileri İbn Sina ve Gazzali’de olduğu gibi tabiî ilimler arasına alıyor.”

Bu tasnifler Osmanlılarda ilim anlayışım göstermesi bakımından yeterlidir. Ayrıca butasniflerden anlaşılacağı gibi “İslam aleminde XII. asırdan itibaren başlayan duraklama,kendi içine kapanış ve medreselerin skolastik zihniyeti rasyonel düşünceyi ikinci plana atmış,fikri çalışma sıklet merkezini dini bilgiler üzerinde toplamıştır.”

AKGÜN:

Muhittin Mahvî’nin İlim Tasnifi:

Muhittin Mahvî ilimleri üçe ayırır: 1- Ulum-u şer’iye, 2- Ulum-u şerife, 3- Ulum-u hikemiye-igayrı meşrua.

1- Ulum-u şer’îye: Her Müslüman için tahsili farz-ı ayındır, İlm-i tevhid, ilm-i siyer ve ilm-i fıkıholmak üzere üçe ayrılır.

2- Ulum-u şerife: İslamlar için tahsili farz-ı kifaye olan ilimlerdir. Bu ilimler şunlardır: Ulum-uedebiye, ulum-u hikemiye-i meşrua, ilm-i tefsir, ilm-i hadis, ilm-i usul-u fıkıh, ilm-i feraiz, ilm-ikıraat.

3- Ulum-u hikemiye-i gayrı meşrua: Bunların tahsilinde ise “nehy-i şer-î” vardır, bu ilimler de;ilm-i ahkam-ı nücüm, ilm-i cifr, ilm-i remil, ilm-i nirencat ve ilm-i sihirdir.

Ulum-u şerifeden saydığı ulum-u hikemiye-i meşruayı ele alıp Cevdet Paşa’da olduğu gibinazarî ve amelî olmak üzere ikiye ayırır. Cevdet Paşa’dan farklı olarak ilm-i ahkam-ı nücüm,ilm-i feraset, ilm-i tılsımat gibi bilgileri İbni Sina ve Gazzalî’de olduğu gibi tabiî ilimlerarasına alır.

Yukarıdan beri verdiğimiz ilim tasnifleri Osmanlıların ilim anlayışlarını yeterli ölçüdegöstermektedir. Verilen tasniflerden de anlaşılacağı gibi rasyonel düşünce ikinci planda yeralırken, fikrî çalışmanın ağırlık merkezi dinî bilgiler üzerinde toplanmaktadır.

KORLAELÇÎ:

b. Osmanlılarda Eğitim Anlayışı (s. 179)

Bütün İslam aleminde olduğu gibi şüphesiz Osmanlılarda da eğitim ve öğretim genel olarakmedreselerde yapılmaklaydı. Fakat medreseler dışında bazı yerlerde çeşitli seviye vesistemlerde buna benzer hareketin bulunduğu bilinmektedir.

Sarayda, Şehzadelerin yetiştirildiği Şehzadegan Mektebi, saray ordu ve hükümet işlerindeçalışacak memur ve müstahdemleri yetiştiren Enderun Mektebi, kapıkulu askerlerininyetiştirildiği Acemi Oğlanlar ve Yeniçeri Ocakları, saray dışında hemen memleketin herköyüne kadar yayılan Sübyan Mektepleri ile halkı tarikat disiplini altında yetiştirmeyiamaçlayan tekkeler bu kabildendir.

Şehzadegan mekteplerindeki tahsil derecesi halk tabakasına mahsus Sübyanmekteplerininkine eşittir. “Sübyan mekteplerinde olduğu gibi burada da yalnız Kur’anokutulur, namaz süreleri ezberletilir ve biraz da yazı meşk ettirilirdi.” Buraya sadece padişahçocukları devam ederdi.

Fatih Sultan Mehmet tarafından açıldığı bilinen Enderun Mektebinin talebeleri acemioğlanlar arasından seçilirdi. İlk zamanlar Türkler buraya giremezlerdi. Kapıkulu ve YeniçeriOcaklarının öğrencileri de acemi oğlanlar arasından seçilirdi. Beş, altı yaşlarındakiçocukların devam ettikleri Sübyan mekteplerinde ise Kur’an okumak, namaz kılma usulleri,namazda okunacak ayet ve dualar ile yazı yazma öğrenilirdi. Osmanlılardaki eğitimin yüksekkısmını Medreseler teşkil ediyordu. İlim anlayışım belirtemeye çalıştığımız Osmanlı Devletinin

birçok dehaları bu medreselerden yetişmiştir. Osmanlı fikir dünyasını meydana getirenmedreseler şüphesiz daha önceki İslam devletlerinde bulunan medreselerin bir benzeridir.Pozitivizmin Türkiye’ye girişi sırasındaki Türk fikir dünyasını anlamak için adı geçenmedreseleri, devletin başlangıcından itibaren kısa da olsa belirtmenin yaran ortadadır.Osmanlı devletinin kuruluşundan kısa bir zaman sonra ilk Osmanlı Medresesi 130′da OrhanBey tarafından başkent İznik’te kurulur. Bu medreseye müderris olarak da Türk alim vemütefekkirlerinden Şerefüddin Davud-i Kayseri tayin edilir. Bu medrese Bursa medreselerininaçılışına kadar ehemmiyetim devam ettirir.

Orhan Gazi 6 Nisan 1326 (2 Cemaziyülevvel 726) tarihinde Bursa’yı aldıktan sonra merkeziİznik’ten buraya nakleder. Burada kiliseden çevirdiği Manastır Medresesi 736/1335 ile yenibir medrese daha inşa ettirir. Murad Hudavendigar 767/1365-1366′da Çekirge’de, YıldırımBeyazıd 790/1388′de Ulu Cami yanında, Çelebi Mehmed’e 821/1418-1419′da Yeşil Camiyanında yaptırdıkları medreselerle Bursa’yı bir ilim merkezi haline getirirler. Bu medreselerİznik medreselerim ikinci plana düşürür.

764/1368′de Edirne’nin alınmasıyla devlet merkezi buraya nakledilir. II. Murad 838/1435′deDarü’l-Hadis ve 851/1447-1448′de Üç şerefeli Medreseyi Edirne’de tesis ettirdikten sonraBursa medreseleri ehemmiyetini kaybeder. Bundan böyle. Fatih Sultan Mehmed’in SemanMedreselerim yaptırdığı devreye kadar ön planda Edirne Medreseleri yer alır.

Osmanlılarda, medreselerin artmasıyla meydana gelen teşkilata ilk defa Sultan II. Muradzamanında (1421-1445) rastlanır. Fakat esaslı bir medrese teşkilatı ancak Fatih SultanMehmed zamanın (1451-1481) görülür.

İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmed tahsil meselesini ele alıp, medreseleredaha mütekamil bir şekil verir, Îstanbul’daki sekiz kiliseyi medrese haline getirir. Bunlardanbirinin müderrisliğim Mevlana Alaüddin Tusiye, diğerlerinden ikisinin müderrisliklerini deBursalı Hoca-Zade ile Mevlana Abdülkerim’e verir.

Fatih Sultan Mehmed Sahn-ı Seman medreselerim tesis etmekle en mühim eserlerinden birinivücuda getirmiştir. Bu medreseler Fatih’in kendi ismi ile anılan camiin çevresinde yer alır.Fatih bu camiî yaptırmak için Bizans İmparatorlarının mezarları bulunan Havariyyunkilisesinin yerini seçer. Kiliseyi yıktırarak mezarları kaldırtıp yerlerini dümdüz bir şekle getirir,bu düzlüğün ortasında da camiî kurar. Camiin kuzey ve güney taraflarındaki sedler üzerine(eski tabirle Karadeniz ve Akdeniz cihetlerine) de her bir tarafla dörder tane olmak üzeresekiz medrese yaptırır.

Bu medreselere, Arapların “Sahn” dedikleri düzlükte kurulduğu ve sayılarının da sekiz olmasıdolayısıyla Sahn-ı Seman ismi verilmiştir. Söz konuşu medreselerin planım ise Mahmut Paşaile meşhur heyet alimi Ali Kuşçu tertip etmiştir.

Bu medreseleri, teşkilatı öğrendikten sonra günümüzün modem eğitim teşkilatı ilekıyaslamak hiç de zor değildir. Fatih’in kurduğu “sekiz medreseden her birinin 19 odası vardı,sekiz müderristen her birinin birer odası ve 50 akçe yevmiyesi vardı; bundan başka beşerakçe yevmiye ile bir oda, ekmek ve çorba verilmek üzere sekiz müderristen her birine birmürid (müzakereci=’asistan) verildi. Her medresenin 15 odasına ikişer akçe yevmiye veimaretten ekmek ve çorba verilmek üzere birer danişmend konuldu, geri kalan iki oda dakapıcılarla ferraş denilen süpürgeciye tahsis olundu.

Muidiler medrese talebelerinin (danişmendler) hem inzibatı ile alakadar ve hem demüderrisin okuttuğu dersin iadesi yani müzakeresi ile meşgul olacaklardı. Muîdierdanişmendlerin en liyakatli olanları arasından seçilecektir.”

Daha sonraları, Sahn-ı Seman medreselerine danişmend yetiştirmek için Tetimme veyaMusule-i Sahn (Salma ulaştırıcı) denilen ve Sahn Seman medreselerinin arka tarafında sekizküçük medrese daha yapıldı. Bu Tetimme Medreseleri’nin öğrencilerine Softa denirdi. Herodaya üç softa konulur, her odanın aylık gideri için de beş akçe verilirdi. Softaların yemelerive içmeleri de imaretten sağlanırdı. Buradaki öğrencilerin eğitim ve denetimine Sahn-ıSeman Muîdleri ile danişmendleri de katılırdı.

Açıklamaya çalıştığımız bu medreselerin her birinde birer dershane bulunurdu. îlk zamandadersler burada yapılırdı. Zamanla medreseler çoğalıp talebe sayışı artınca medreselerekuvvetli müderris bulmak güçleşti. Talebelerin “hepsinin istifade edebilmesi için derslercamilerde okunmaya başlandı. Ve dersiam denilen bu derslere aynı kitabı takibeden hermedresenin talebesi devama başladı, îş bu raddeye gelince medreseler birer talebepansiyonu halim aldı.”

Sayıları gittikçe çoğalan medreseler, İstanbul’daki Sahn-ı Seman ve Tetimme medreselerininyapılmasıyla yurt çapında yeni bir teşkilata tabi tutuldular. Medreseler arasında bir hiyerarşikabul edildi. Buna göre medreseler aşağıdan yukarıya şöyle sıralandı: Haşiye-i Tecrid, Miftah,Kırklı, Hariç, Dahil, Sahn-i Seman ve Altmışlı.

Osmanlı Eğitim sistemim oluşturan ve medreselerde XV. ve XVI. asırlarda şu dersler vekitaplar okutuluyordu.

Haşiye-i Tecrid Medreseleri:

1- Belagat: Mutavvel

2- Kelam: Haşiye-i Tecrid.

3- Fıkıh: Şerh-i Feraiz.

Miftah Medreseleri:

1- Fıkıh: Tenkili ve Tavzih.

2- Belagat: Şerh-i Miftah.

3- Kelam: Haşiye-i Tecrid.

4- Hadis: Mesabih.

Kırklı Medreseler:

1- Belagat: Miftahu’1-Ulüm

2- Usul-i Fıkıh: Tavzih

3- Fıkıh: Sadru’ş-Şeria, Meşarik

4- Hadîs: Mesabîh.

Hariç Medreseleri:

1- Fıkıh: Hidaye

2- Kelam: Şerh-i Mevakif.

3- Hadîs: Mesabîh

Dahil Medreseler:

1- Fıkıh: Hidaye

2- Usul-i Fıkıh: Telvih

3- Hadîs: Buharî

4- Tefsir: Keşşaf ve Beyzavi.

Sahn-ı Seman Medreseleri:

1-Fıkıh:Hidaye

2- Usul-i Fıkıh: Telvih ve Şerh-i Adüd.

3- Hadîs: Buhari

4- Tefsir: Keşşaf ve Beyzavi.

Altmışlı Medreseler:

1- Fıkıh: Hidaye ve Şerh-i Feraiz.

2- Kelam: Şerh-i Mevakıf.

3- Hadis; Buharî

4- Tefsir: Keşşaf.

5- Usul-u Fıkıh: Telvih.

Yukarıda belirtilen derslerin dışında medreselerde heyet (astronomi), îlm-i Hikmet (felsefe) veMantık dersleri de okutulurdu. Heyetten; Cagmini’nin el-Mulahhas isimli eseriyle AliKuşçu’nun “Risale-i Fe1hiyye”si okunurdu. Felsefi sahada okutulan kitaplarsa ŞemseddinMolla Fenari, Kadı-Zade-i Rumî, Hoca-Zade, Ali Kuşçu, Müeyyed-zade Abdurrahman, MirimÇelebi, İbni Kemal, Kınalızade Ali Efendi’nin eserleriydi. Mantık sahasında da, şerh-i Şemsiye,Şerh-i îsagoci ve Mufassal olarak Şerh-i Metalî okunurdu.

Kanunî Sultan Süleyman, Süleymaniye Camii etrafında, Fatih’in Sahn-ı Seman Medreselerindebulunmayan Tıp, Riyaziyat (Matematik) ve Darü’l-Hadîs Medreselerim yaptırır. Bumedreselere öğrenci hazırlamak için bir de Musile-i Süleymaniye tesis edilir. Bundan sonraOsmanlı Medreselerinde tahsil dahilden sonra, biri hukuk, ilahiyat ve edebiyat tedris edenSahn-ı Semanda; diğeri riyaziyat ve tıp tedris eden Süleymaniye’de sona ermek üzere iki kolaayrılır.

Bir medrese talebesi Haşiye-i Tecrid’den tahsile başlar. Miftah, Kırklı, Hariç ve Dahilmedreselerindeki dersleri tedris ettikten sonra, isteğine göre Sahn-ı Seman veya Süleymaniyemedreselerinden birine devam ederdi. Burayı da bitirince icazet alırdı. icazet alan bir kimsemüderrislik hakkını elde ederdi.

Yüksek tahsilini bitiren bir danişmend vazife almak için Rumeli veya Anadolu Kazaskerlerinindefterlerine yazılarak sıra beklerdi. Bu bekleyişe “nöbet”, bu durumda olan danişmendlere de“Mülazım” denirdi.

Durumunu bildirmeye çalıştığımız Osmanlı Medreseleri, XVI. yüzyılın sonuna doğrubozulmaya başlar. Rüşvet ile Kadılık ve Müderrislik elde edilir duruma gelir. Bilenle bilmeyeneşit kabul edilmeye başlanır. Yüksek dereceli ulemanın çocuklarına imtiyazlar tanınır. XVIII.asrın ilk yansında III. Ahmet zamanında iyi tahsil görmeyen bu imtiyazlı kimselere sakalbırakmaları emredilerek bir nevî bu ayıp örtülmeye çalışılır.

Eski ilim anlayışının tatbik edildiği medreselerde en fazla dinî bilgilere yer veriliyordu.Dolayısıyla fikrî çalışmalar ağırlık merkezini bu bilgiler üzerinde topluyordu. Medreselerdekibu zihniyet rasyonel düşünceleri ikinci plana attığı için müsbet ilimler sahasında herhangi birilmî buluş olmadığı gibi bu ilimlerdeki çağdaş gelişmeler bile takip edilemiyordu.

AKGÜN:

11.2. Osmanlılarda Eğitim Anlayışı (s. 69)

Osmanlılarda eğitim ve öğretim genel olarak medreselerde yapılıyordu. Ancak medreselerinharicinde de bazı yerlerde muhtelif seviye ve sistemlerde bu çeşit faaliyetlerin sürdürüldüğü

görülmektedir. Saray içinde şehzadelerin yetiştirilmesine gösterilen özel itina, mülkî, idarî vediğer bazı elemanların yetiştirildiği Enderun mektebi, Kapıkulu askerlerinin yetiştirildiğiAcemi Oğlanlar ve Yeniçeri Ocakları, saray dışında medreselere geçişi sağlayan Sübyanmektepleri ve her tabakadan halkı tarikat disipliniyle yetiştirmeyi gaye edinen tekkeler, bucümledendir. Haklarında yeterli, ciddî araştırmalar bulunmayan bu gibi yerlerde ne ölçüdeve hangi sistemde eğitim ve öğretim yapıldığı bilinmemektedir.

Şehzadegan mektebi sarayla birlikte açılmıştır. Bu mektep, Topkapı sarayının haremdairesindeki Darüssüade ağasının bulunduğu binanın üst kalındadır. Mektebin amiri,Darüssüade ağasıdır. Mektepteki tahsil derecesi, halk tabakasına mahsus Sübyanmekteplerinin aynıdır. Sübyan mekteplerinde olduğu gibi burada da sadece Kur’an okutulur,namaz sureleri ezberletilir ve biraz da yazı meşk ettirilir. Bu okulda kızlarla erkekler birarada okurlar. Çünkü sadece padişahın çocukları devam eder. Topkapı sarayından ayrıyerlerde oturan şehzadelerin çocukları ise bu mektebe gelmeyip saraylarında okurlar.

Enderun mektebi de saray mektepleri adı altında mütalaa edilir. Edirne Sarayı içindekiEnderun mektebim Hudavendigar Murad (1326-1389), kurmuştur, İçoğlanların yetiştirilmesiiçin bu padişah tarafından ayrı bir bölüm yaptırılmıştır, işte bu bölümün adı EnderunMektebidir. Fatih Sultan Mehmed (1432-1481) devrinde teşkilatlanan Enderun’u Hümayunkadrosu içinde İçoğlanların önemli bir yeri bulunmaktaydı. İçoğlanları, Osmanlıİmparatorluğu’nun yüksek idari ve askeri memuriyetleri için eleman hazırlayankaynaklardan biridir. Enderun ağaları sınıfım teşkil edecek olan bu İçoğlanları acemi oğlansıfatıyla dağıtılmış oldukları Edirne, At Meydanı, İbrahim Paşa, Galata ve İskender Çelebisaraylarında toplanıp, askerî eğitime tabi tutulurlardı. Gelibolu ve İstanbul’un diğer AcemiOğlanları, Yeniçeri Ocağım meydana getirirler, İçoğlanlar ise Edirne Sarayı, Galatasaray,İbrahim Paşa Sarayı ve İskender Çelebi Sarayı’nda yetiştirilir.

Talebe yetiştirmeleri bakımından medreselere geçişi sağlayan Sübyan mekteplerinin Osmanlıeğitim ve öğretiminde önemli bir yeri vardır. Bu mektepler, İslamiyet’in ilk devirlerinde açılan“Küttablara” benzer. Hemen her yerleşme merkezinde açılan bu Sübyan mektepleri, dahaziyade okuma çağma gelmiş olan beş altı yaşlarındaki çocukların devam ettikleri yerlerdir.Buralardaki tedrisat, alfabe, yazı, okuma, Kur’an-ı Kerim ve dört işlemin öğretilmesindenibarettir. Sübyan mektepleri Osmanlılarda köylere kadar yayılmıştır. Bunlara cami vemescitlerde yapılan eğitim ve öğretim dahil edilirse Osmanlılarda yaygın bir eğitim veöğretimin tesis edilmiş olduğu daha iyi anlaşılır.

Osmanlı maarifi içinde yüksek seviyede eğitim ve öğretimi gerçekleştiren kurumlarmedreselerdir. Sübyan mekteplerinde özel öğretim görmüş talebeler, buralara giripmuayyen hocalardan muayyen dersleri, belirli zamanlarda okurlar ve daha üst dereceleregeçerek en yüksek seviyedeki medreselerden mezun olurlar. Osmanlılarda ilmiye sınıfıburadan yetişir, kadılık, müftülük, müderrislik, katiplik vs. gibi diğer bazı sahalarda istihdamedilirlerdi.

Osmanlılarda ilk medrese, 1330′da Orhan Gazi (1326-1356) tarafından o sıralarda küçükbeyliğin merkezi olan İznik’te kurulmuştur. Bu medrese, Bursa fethedilip orada medreselerkuruluncaya kadar önemini muhafaza etmiştir. Orhan Gazi, 1326′da Bursa’yı alınca beylikmerkezini İznik’ten alarak buraya nakletmiştir. Burada Manastır Medresesi’ni kurdurmuştur.

Daha sonra Hudavendigar Murad’ın 1365-1366′da Çekirge’de yaptırdığı medrese, YıldırımBayezid’in (1389-1402), 1388′de Ulu Cami yanında yaptırdığı medrese ile Bursa’da yaptırdığıdiğer medreseler. Çelebi Mehmed’in (1413-1422), 1418-1419′da Yeşil Cami yanında yaptırdığımedrese, Îznik Medresesi’ni geri plana düşüren Bursa medreselerinin önemlilerindendir.

Bursa medreselerinin önemi de II. Murad’ın (1422-1451), 1435 tarihinde Edirne’de Darü’lHadis ve 1447-1448′de Üçşerefeli Medresesini kurmasına kadar devam etmiştir. Bununlabirlikte II. Murad’ın 1446-1447′de Bursa’da yaptırdığı Muradiye Medresesi de devrinin önemlimedreselerindendir.

Edirne’deki Üçşerefeli Medrese, İstanbul’daki Sahn-ı Seman medreseleri kurulduktan sonrabile bir müddet daha önemini korumuştur. Fatih Sultan Mehmet, bu Üçşerefeli’nin yanındabir medrese yaptırarak, bir müderrise verilen 100 akçe yevmiyeyi iki müderrise vermeksuretiyle babasının kurumunda değişiklik yapmıştır.

“II. Mehmet, İstanbul’u aldıktan sonra buradaki kiliselerden sekizim medreseye tahvil ederekbunlardan birinin müderrisliğim Bursa’da elli akçe ile Muradiye müderrisi olan MevlanaAlauddin Tusîye, diğer ikisinin müderrisliklerim Bursalı Hoca-zade ile Mevlana Abdülkerim’everip diğerlerine de medresesi Zeyrek Camii denilen Pantokrator manastırının bulunduğumahal olup buradaki kırk hücre yani odanın her birinde bir yani kırk medrese talebesi (softa)vardı.”

Sahn-ı Seman, Fatih Sultan Mehmed’in en önemli eserlerinden biridir. Fatih’in kendi adıylaanılan camiinin Doğu ve Batı taraflarında yaptırılan sekiz medreseye havidir. Bumedreselerin programlarım tarihî rivayetlere göre Mahmud Paşa ile meşhur astronomibilgini Ali Kuşçu tertip etmişlerdir. Sekiz medreseden her birinin 19 odası vardır. Sekizmedreseden her birine birer muid (müzakereci asistan) verilirdi. Muidler, medresetalebelerinin hem emniyetlerinin temini ile hem de müderrisin okuttuğu dersin müzakeresiylemeşgul olurlardı. Muidler, talebelerin en liyakatli olanları arasından seçilirlerdi.

Fatih Sultan Mehmet, zamanında ıslah edilen medreselerin modem eğitim teşkilatları ilekıyaslanabileceği kolaylıkla görülebilir.

Fatih Sultan Mehmet, Sahn medreselerim klasik tahsil için yeterli görmediğinden Sahn’ındışarısına ve yine camiin şimal ve cenup taraflarına sekiz medrese daha yaptırtmıştır.Tetimme adı verilen bu medreseler, küçük ve kubbesizdirler. Bu medreselerde talebeler içinsekizer oda ayrılmıştır. Ancak burada üç talebeye bir oda verilirdi. Tetimme medreseleri,Sahn medreselerinde okuyacak talebeyi hazırlar. Bir nevi idadi şeklindedir. Buradaki idadi

tabiri şimdiki lise karşılığı değil hazırlayıcı demektir. Medrese tahsilinin ilk dersleri buralardaöğretilir. Talebeyi müderrisler okutur, müderrislerin yardımcılarına da muid denir. Muidler,Tetimme’deki talebelere ders verirler.

İstanbul’da Sahn-ı Seman ve Musila-i Sahn yani Tetimme medreseleri yapıldıktan sonraOsmanlı sınırları içindeki medreseler de yeni bir teşkilata tabî tutuldu. Böylelikle medreseler,aşağıdan yukarıya Haşiye-i Tecrid, Miftah, Kırklı, Hariç, Dahil, Sahn-ı Seman ve Altmışlı olmaküzere yediye çıkmıştır.

Osmanlı eğitim sisteminin temelini teşkil eden bu medreselerde XV. ve XVI. asırlarda hangiders ve kitapların ne ölçüde okutulduklarım kesinlikle söyleyebilmek güçtür. AncakMecdî’deki bazı otobiyografilerden ve kanunnamelerden edinilen bilgiye göre şu temel ilimlerve kitaplar okutulmuştur:

Haşiye-i Tecrid Medreselerinde:

1- Belagat: Mutavvel;

2- Kelam: Haşiye-i Tecrid,

3- Fıkıh: Şerh-i Feraiz, ders ve kitapları takip edilir.

Miftah Medreselerinde:

1- Fıkıh: Tenkili ve Tavzih,

2- Belagat: Şerh-i Miftah,

3- Kelam: Haşiye-i Tecrid

4- Hadis: Mesabih, ders ve kitapları okutulur.

Kırklı Medreselerinde:

1- Belagat: Miftahu’1-ulüm,

2- Usul-i Fıkıh: Tavzih (Teftezanî),

3- Fıkıh: Sadru’ş-şeria (Ubeydullah b. İshak), Meşarik,

4- Mesabih (Bagavî) gibi ders ve kitaplar takip edilir.

Hariç Medreselerinde: (Elli medreselerdendir)

1- Fıkıh: Hidaye

2- Kelam: Şerh-i Mevakıf,

3- Hadis: Hadis (Bagavî) gibi ders ve kitaplar takip edilir.

Dahil Medreselerinde: (Bu medreseler de elli medreselerdendir).

1-Fıkıh: Hidaye,

2-Usul-i Fıkıh: Telvih,

3- Hadis: Buharî,

4- Tefsir: Keşşaf ve Beyzavî, gibi ders ve kitapları takip edilir.

Sahn-ı Seman Medreselerinde:

1- Fıkıh: Hidaye,

2- Usul-i Fıkıh: Telvih ve Şerh-i Adüd,

3- Hadis: Buharî

4- Tefsir: Keşşaf ve Beyzavî, gibi ders ve kitaplar takip edilir.

Altmışlı Medreselerinde:

1- Fıkıh: Hidaye ve Şerh-i Feraiz,

2- Kelam: Şerh-i Mevakıf,

3- Hadis: Buharî,

4- Tefsir: Keşşaf,

5- Usul-ı Fıkıh: Telvih gibi ders ve kitaplar okutulur.

Bu medreselerde sözü edilen derslerden başka, yüksek ilimler sınıfından kabul edilen:Mantık, lügat, nahiv, hendese, hesap, heyet, felsefe, tarih ve coğrafya okutulur. Bunlar ilm-iKur’an, ilm-i hadis ve ilm-i fıkıh tahsiline vasıta olan ilimlerdir. Hendeseden, AllameŞemseddin Semerkandî’nin (ol. 1209) Eşkalil’t-Te’sisi; hesaptan, Risale-i Bahîye diye ünkazanan bir hesap kitabiyle Ali Kuşçu’nun Fatih Sultan Mehmed’e takdim ettiği Risale-iMuhammedîyesi: Heyetten, Cagmînî’nin El-Mülahhası ile yine Ali Kuşçu’nun Arapça olanRisale-i Fethiye isimli eserleri okutulmuştur.

Felsefe ve ilm-i hikmet sahasında Şemseddin Molla Fenarî, Kadı-zade-i Rumî, Hoca-zade, AliKuşçu, Müeyyed-zade Abdurrahman, Mirim Çelebi, İbni Kemal ve Kınalı-zade Ali Efendi’nineserleri XVI. asrın sonlarına yakın zamana kadar medreselerimizde okutulmuştur.

Mantık sahasında ise; şerh-i şemsiye, şerh-i îsagoci mufassal olarak şerh-i methali ilebunlara ait tasdikat, tasavvurat ve müteaddit şerhler okunurdu.

Fatih Sultan Mehmet’ten sonra Kanunî Sultan Süleyman (1520-1566) zamanında da medreseteşkilatında değişiklikler yapılmıştır. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları kazanılanzaferler dolayısıyla genişlemiştir. Gittikçe genişleyen bir imparatorluk için daha ziyadedoktora ve memleketin imar edilmesi için birçok mühendise ihtiyaç vardı, îşte bunun içinKanunî Sultan Süleyman kendi adım alan caminin civarında tıp ve riyaziyat tahsili için birtakım medreseler yaptırtmıştır. Bilhassa bütün doktorlar için bir tıp medresesi ile bumedresenin yanında Darüşşifa denilen bir hasta hane yaptırtmıştır. Ayrıca caminin kıbletarafında Darü’l-hadis Medresesi de yaptırılmıştır. Ayrıca caminin kıble tarafında Darü’l-hadisMedresesi de yaptırılmıştır. Bunlardan başka vakfiyede Kur’an-ı Kerim talimi ve namaz usulve kaidelerim öğretmek için bir mektup ile bir de kütüphane yaptırılmıştır.

Birtakım medreseler Süleymanîye Medresesi’nin idadisi durumundadır. Bunlara Musile-iSüleymaniye adı verilir, İptiday-i Dahil ve İptiday-i Hariç medreselerim bitiren bir talebetabiiyat, arziyat ve tababet gibi aklî ilimler tahsil edecekse Musile-i Süleymaniye’ye; Arapedebiyatı, kelam ve fıkıh gibi şer’î ilimler öğrenecekse Fatih Tetimmelerine girerdi.

Böylece Osmanlı medreseleri biri hukuk, ilahiyat ve edebiyat öğrenimim yapan Fatih’inkurduğu Sahn-ı Seman, diğeri fen ve tıp ilimlerinin öğretildiği Süleymaniye olmak üzere ikigruba ayrılıyordu.

Bir medrese talebesi, tahsiline Haşiye-i Tecrid medreselerinden başlar ve çeşitli hocalardanders alır. Nihayet Hariç ve Dahil medreseleri derslerim gördükten sonra isteyen Sahn-ıSeman veya Sahn-ı Süleymaniye medreselerine devam eder ve burayı bitirince diplomaverilir. Yüksek tahsilim tamamlayan müderris adayı, müderrislik veya kadılık almak içinnevbet bekler.

Buraya kadar durumlarını bildirdiğimiz Osmanlı medrese teşkilatında XVI. asırdan itibarengerilemenin başladığı görülür. Medreselerde bu tarihten sonra ilmî hürriyet kalkmış, iltimasişe karışmaya başlamıştır. Önceden müderris, doçent ve asistan olabilmek için ehliyetli birşekilde ilme sahip olmak gerekirken bu asırdan itibaren ilmî yetki arka plana itilip, iltimas önplana alınmıştır. Medreselerdeki bu ilmî çöküşü (müsbet ilimlere karşı olan ilgisizliği), odevrin bilginlerinden Katip Çelebi (1609-1657), Koçi Bey (17. Yüzyıl), Koca Sekbanbaşı(l9.yüzyıl) gibi düşünürler görmüş ve durumu devlet büyüklerine bildirmişlerdir. Ama bunlarıdinleyen bile olmamıştır.

Daha sonraları yüksek dereceli ulemanın çocuklarına imtiyazlar veriliyor. XVIII. yüzyılın ilkyarısında ve III. Ahmed (1703-1730) zamanında imtiyazlı ulemanın iyi öğrenimgörmeyençocuklarına sakal bırakmaları emredilip bir nevi bu bilgisizlikleri gizlenmeye çalışılmıştır.

İlk zamanlarda eğitim merkezleri olan medreselerde hiç olmazsa dinî ve Arabî ilimleralanında bilginler yetiştirdi. Ama Kanunî Sultan Süleyman’dan sonra bütün devletteşkilatında baş gösteren karışıklık ve kötü idare yukarıda da bahsedildiği gibi medreselerede girmiştir. Artık medreseler; her türlü bilgisizliğin, kıskançlığın, iltimasın ve rüşvetin

merkezi haline gelmiştir, kısacası bu sıralarda medreseler, aklî düşünceyi geri planaittiğinden Batı dünyasının hemen her gün yeni bir keşifle gelişen ve her alanda devrimmeydana getiren ilmî çalışmalardan habersiz bir bilgisizlik yuvası durumundadır.

KORLAELÇİ:

d. Batıyla İlk İlişkiler (s. 190)

Batıyla ilk ilişkilerimizi; önemli noktaları ile belirtmek, pozitivizmin Türkiye’ye girişi anındakifikir hayatımız gözler önüne sermekte önemli bir rol oynar. Bu bakımdan fazla detayagirmeden bu ilişkileri belirtemeye çalışacağız.

Batı ile ta Haçlı Seferleri zamanında başlayan sıkı bir ilişkiye rağmen Ahmet III. (1703-1730)devrine kadar fikir ve sanat yahut örf ve adet hususunda bir tesir söz konuşu değildir.Avrupa’yla ilgili gözleme dayanan ilk önemli eser Evliya Çelebiye aittir. Evliya ÇelebiAvrupa’ya Kanunî devrinin büyüklüğüne uygun bir tavırla bakar. Onun nazarında Avrupagıpta edilecek bir ülke değildir. Fakat Ahmet III’ün elçisi 28 Çelebi Mehmet Efendi 1721′degittiği Paris’i Evliya Çelebiden farklı bir gözle inceler. Padişaha sunduğu sefaretnamesindebatının üstünlüklerini belirtir. Bu sefaretnamede batının üstünlüklerim belirtir. Busefaretnamede birçok plan ve programa da işaret edilir.

Yirmi Sekiz Mehmet Çelebi Efendi’nin Paris’ten getirdiği planlar Osmanlı yüksek tabakasıarasında büyük bir ilgi görür. Bu plana göre yapılan köşk ve lale bahçeleri arasında yüksekkesim yeni dünya zevkini tadar. Bu devirde zihniyet farkının elverdiği ölçüde Fransız veAvrupa modaları ülkemize girer. İstanbul’daki yabancıların hayatı serbestleşir bunlarınetrafındaki kitle arasında yavaş yavaş batı gelenek ve görenekleri taklit edilir. “1775′deİstanbul’a gelen Baron de Ton, kansının ziyaretine gittiği bir sultan sarayında -Ahmet III’ ünkızı- bütün bir Fransız dekorunu hazır bulduğunu söyler.”

Ahmet III. devrinin en önemli yenilik hareketlerinden biri 28 Mehmet Celebi’nin oğlu SaitMehmet Efendi’nin, aslen Macaristanlı olan Müteferrika İbrahim Efendi ile 1727Temmuz’unda ilk Osmanlı matbaasını kurmalarıdır. Devrin Şeyhülislamı Abdullah Efendi’ninfetvası ile lügat, mantık, heyet, tarih, coğrafya, edebiyat, tıp ve felsefeye dair kitaplarınbasılmasına izin alınır. Bu matbaada ilk olarak 16. asrın son devri alimlerinden VanlıMehmet bin Mustafa’nın telifi olan Sıhah-ı Cevheri isimli lügatin çevirişi basılır. VankuluLügati diye isimlendirilen bu lügat 1729′da bin nüsha olarak tabedilir. Bundan sonra “İbnArab Şah Tarihi”, Aristo -Gazali fikirlerinin bir nevi özeti sayılan “Usulu’l-Hikem fi Nizam’il-Alem”, Katip Celebi’nin “Tuhfet’ul-Kibar” adlı eseri v.s. basılır.

1699 Karlofça antlaşmasıyla Avrupa’nın askerlik ve teknik yönünden üstünlüğü ortayaçıktıktan sonra Osmanlı yönetiminde ordu ve askerî tekniğin yenileştirilmesi söz konuşu olur.Mustafa III. (1757-1773) devrine kadar sadece bazı dağınık teşebbüslerden ibaret olanordunun batı esaslarına göre ıslahı meselesi bu devirden sonra önemli bir problem haline

gelir. Baron de Tott adlı aslen Macar olan bir Fransız ajanı bu hususta hükümdara yardımeder. Topçu ocağım ve tophaneyi ıslah eden Baron ve Tott yeni açılan mühendis hanededersler verir. Bu dersler Avrupa ilim ve tekniğiyle resmî ve alenî ilk temasımız olur. Selim III.(1789-1807) zamanında batıyla ilişkiler daha da artar. Yeni kurulan Nizamı Cedid ocağınıntalim ve terbiyesi için Fransa ve İsveç’ten birçok subay, mühendis ve teknisyen getirilir. Paris,Londra, Viyana ve Berlin gibi başlıca Avrupa devletleri başkentinde daimî elçilikler kurulur.

Bu yapılan yenilikleri Avrupa umumi efkarına duyurmak için “İngiliz” lakabı ile bilinenMahmut Raif Efendi “Tableaux des Nouveaux Reglements de l’Empire Ottoman” isimli eseri,Mühendis hane hocalarından Seyyid Mustafa Efendi de “Dietribe de l’îngenieur Sur l’etetAetuel de l’art Militaire du genie et des Science a Constantinople” isimli eseri yazarlar. Bu ikieser bir Türk tarafından, lisanı anlamamakla beraber takib edilir. Bu oyunları seyredenaileler ecnebileri taklide çalışır ve onların muhitine girmeğe uğraşır.

Mahmut II. (1808-1839) devrinde birçok yenilik hareketleri yapılır: 1826′da Yeniçeri Ocağınason verilir. Sadrazam Başvekil unvanım alır. Memurlar için rütbe ve nişan kabul edilir, tilermerkeze bağlanır, îlk olarak askerî amaçlarla nüfus sayımı yapılır, tik defa posta vekarantina servisleri kurulur. Kılık kıyafet alanında değişiklikler yapılır. Memurların fesgiymeleri kabul edilir. Mahmut II’ nin resimleri dairelere asılır. Yapılan bu yenilikler siyasî birreforma zemin hazırlar. Bütün bu yenilikler 1839′da Tanzimat hareketi olarak ortaya çıkar.

Tanzimat Fermanım hazırlayıp Padişah Abdülmecid’e kabul ettiren Mustafa Reşit Paşa’dır.Reşit Paşa Londra ve Paris elçiliklerinde bulunduğu sırada bu devletlerin birçok yetkilileri vedüşünürleriyle fikir teatisinde bulunur. “Hatta Kral Lui Filip’in oğullarından Prens Dejunuvilile mülakatında diğerlerine verdiği teminatı ona da vermiş ve her halde Osmanlılarıntemeddüne (medenileşme) müsteid olduklarını bilbeyan Tanzimat-ı Hayriye gibi bir beyanınkariben intişar edeceğim suret-i katiyyede vadeylemiştir. Prens ise Paşa’nın bu iddiasını cerhederek bunun ademî imkanım ileri sürmekle Paşa, öyle bir şeyin vukuunda med’uvven(davetli olarak) hazır bulunup bulunmayacağını sormuş ve Prens dahi davete icabetedeceğine söz vermiştir. Filhakika 1255 senesi Şabanın 26. günü Reşit Paşa tarafındanGülhane Tanzimatı Hayriye hattı hümayunu kıraat olunduğu zaman müşarun ileyh Prensmeduvven hazır bulunmuş akıl ve dirayetine hayran olduğu Reşit Paşa’yı taltifen, kırsalı hattımüteakip (ey Türkler, siz bu zat için bir heykel dikmelisiniz. Bunu yapmazsanız alemimedeniyet sizi küfran-ı nimetle itham eder diye haykırmıştır.” Bu durum TanzimatFermanının hangi şartlar altında nasıl hazırlandığım açık olarak gösterir.

Mustafa Reşit Paşa’nın hazırladığı Gülhane Hattı Hümayunu, Fransa medenî kuruluşlarındanve kanunları arasından Osmanlı dinine, geleneklerine ve mizaçlarına uygun düşenlerinseçilmesiyle meydana getirilmiştir. Bu Hümayun 1789′da Paris’te ilan edilen 17 maddelikinsanların Tabiî Hakları Beyannamesi’nin bir nevi noksan taklididir. Ziya Paşa’ya (1825-1880)göre, Tanzimat-ı Hayriyye’nin icrasında Mustafa Reşit Paşa’nın yaptığı bazı işlerden PadişahAbdülmecid memnun olmaz. Hırka-i Saadete girdiği bir gün Daire-i Mübarekenin arka

tarafına doğru yürüyüp ağlayarak “beni bu adamın elinden kurtar, diye Cenab-ı RasulüKibriya’ya niyaz ederek başını duvara vurur.”

Tanzimat (1839-1876), Osmanlı împaratorluğunun Batı dünyası tesirine resmen açıldığı vebu tesirlerin devlet erkanınca kanunlaştırılmaya çalışıldığı bir devirdir. Tanzimatla birlikteAvrupa’ya kesin olarak açılan Osmanlı imparatorluğu daha ziyade Fransa’nın tesirindekalmıştır. Fransa’ya gönderilen öğrencilerin bu hususta rolü büyüktür.

Mustafa Reşit Paşa’nın Sadrazamlığı esnasında 1849′da Avrupa’ya gönderdiği öğrencilerdenŞinasi, tahsil dönüşünden sonra Paşa’nın yardımıyla Meclis-i Maarif üyeliğine getirilir. Buarada Şinasi Tercümanı Ahval, (1860) sonra Tasviri Efkar gazetesini (1863) çıkarır. Bu gazeteyazdığı devlet aleyhtarı bir yazıdan dolayı memuriyetine son verilir. Bunun üzerine gazetesiniNamık Kemal’e bırakarak Paris’e kaçar. Beş yıl kaldığı Paris’te birtakım lisan çalışmalarıyapar. Bu arada meşhur pozitivistlerle, Emil Littre ve Ernest Renan, dostluk kurar. Yeniedebiyatımızın babası sayılan Şinasi’nin pozitivistlerle ilgili kuruşu edebiyatımızın pozitivizmeaçılan bir kapı olmasını sağlar. Zaten Osmanlılarda Fransız edebiyatında pozitivizmindoğurduğu realizme hakimdi. Yalnız o anlarda Fransız realizminden değil romantizmindençeviriler yapılır. Bunun sebebini araştırmacılara bırakıyoruz. “Tanzimat edebiyatına Şinasî ilegiren ve Namık Kemal ile iyice yerleşen Fransız tesiri, Abdulhakhamit’le semerelerim vermeğebaşlar.”

A. Comte’un Mustafa Reşit Paşa’ya gönderdiği mektup, Şinasi’nin Emil Littre ve Ernest renandostluğu ile devam eden ilişkiler Mustafa Reşit Paşa’dan sonra yenilik hareketleri için büyükuğraşı veren Midhat Paşa’da (1822-1884) görülür. Abdülhamit II.nin 1876′da I. Meşrutiyetiilan etmesinde büyük rol oynayan Midhat Paşa bu idarede Sadrazam olur. Midhat Paşa’nınSadrazamlığı sırasında 23 Aralık 1876′da Kanun-u Esasî Beyazıt Meydanında ilan edilir.Fakat bu sadrazamlık çok sürmez. Abdülhamit II. Osmanlı-Rus savaşı nedeniyle 1877′deMeclisi fesheder. Kanunu Esasinin 113. maddesi gereğinde Midhat Paşa’yı sadrazamlıktanazlederek yurttan uzaklaştırır. Sürgün edilen Midhat Paşa Brindizi’ye oradan da Napoliispanya yoluyla Fransa’ya gider. Bir müddet Paris’e yerleşen Midhat Paşa çalışmalarımburada devam ettirir. Türk politika tarihinde önemli bir doküman olan “Türkiye, Geçmişi,Geleceği” (1878) isimli eserini Paris’te yayınlar. Burada iken önemli Fransızlarla görüşür veözellikle Paris pozitivistler toplumuna bir de nutuk verir, Paris’te iken Mithat Paşa’yapozitivizmin direktörü Pierre Laffitte birçok dostu ve öğrencileri ile birlikte refakat eder.Onlara göre Mithat Paşa, Mustafa Reşit Paşa’nın eserini devam ettirecek güçtür.

AKGÜN:

Batıyla İlk İlişkiler (s. 79)

Batı ile ilişkilerimizi; bazı yönleriyle belirtmemiz, materyalizmin Türkiye’ye girişi sırasındakiTürk fikir hayatımızı kolaylıkla anlamamıza yardımcı olacaktır. Ancak muhtevası oldukçageniş olan bu konuya fazla ayrıntılara girmeden açıklamaya çalışacağız.

Türklerin Batı ile ilk temasları, Anadolu’ya yerleşmeleriyle başlar. Malazgirt Savaşı kazanıldığısıralarda Akdeniz ticaretinde büyük rol oynayan Venedik ve Cenevizliler vardı. Ama bugünbatılı dediğimiz toplumlarla olan asıl ilişkilerimiz Haçlı seferlerinin başlamasıyla olur. Aşağıyukarı iki buçuk asır kadar süren savaşlar sırasında her iki tarafın da birbirlerini tanımakimkanım buldukları muhakkaktır. Ancak bu münasebetin derecesin! Tespit edebilme imkanıyoktur.

XIII. yüzyılda Haçlı seferlerinin duraklaması ve İstanbul’da kurulmuş olan Latinimparatorluğunun (1204-1261) yıkılması üzerine Batı toplumlarıyla ilişkilerimiz önemli birsafhaya girer. Venedik ve Ceneviz rekabeti devamlı savaşlara yol açmaktadır. Bu devirde yenikurulmuş olan Osmanlı Hükümeti Anadolu’nun batısında Bizans’a karşı tamamladığıfetihlerim Rumeli’ye nakleder. 1453′de İstanbul’un alınmasından sonra Karadeniz sahillerininde fethi işlemi tamamlanır. Böylece Akdeniz’in kuzeyindeki Ceneviz hakimiyeti sona erer.Suriye ve Mısır’da kendisine geniş bir ticaret ve nüfuz alanı temin etmiş olan Venedik; elindebulundurduğu Kıbrıs ve Girit sayesinde önemli bir deniz imparatorluğu özelliğikorumaktaydı. Ama ticari menfaatleri için imparatorlukla uyuşmak zorundaydı, İşteTürklerin temasta bulundukları ilk batılı kavimler birer İtalyan sitesi olan VenediklilerleCenevizlilerdir.

İstanbul’un Türkler tarafından fethedilmesinden sonra Avrupa’da Rönesans hareketleribaşlamıştır. Güzel sanatlar, ilim ve fen alanları ile bütün toplumsal ve siyasî kuruluşlargittikçe bu hareketten etkilenmişlerdir. Böylece Osmanlı imparatorluğunun siyasî teşekkülükarşısında; yeni sanatla, yeni fenle ve yeni teşkilatla mücehhezlenmiş devletler doğmuştur.Bacon’la (Francis Bacon: 1561-1626) başlayan ilmî hareketler

tabiat kudretlerinden insanların azamî ölçüde faydalanma imkanım hazırlamıştır. Kağıt vematbaanın keşfiyle fikirler ve hisler kolaylıkla yayılma imkanım bulmuştur. İşte Avrupa’daRönesans sağladığı bu imkanlardan faydalanarak maddî ve manevî sahada üstün güçleresahip olan Rusya, Prusya, Avusturya, Fransa vs. gibi devletler ortaya çıkmıştır.

Osmanlı İmparatorluğu bu yeni devletlerle yaptığı her savaşta artık topraklar alarak değilülkeler bırakarak gerilemeye başlamıştır. 1683′te İkinci Viyana kuşatmasının yenilgiyleneticelenmesi suretiyle tahakkuk eden Avrupa üstünlüğü Osmanlı İmparatorluğu zordurumda bırakmıştır. Çünkü Viyana yenilgisi Avrupa devletlerine Osmanlı İmparatorluğununzaafım göstermiştir.

18. yüzyılda yeni hayat şartları yaratmaya başlamış olan Avrupa devletleri karşısında; ilmîhayatı durmuş, iktisadî düzeni ve istihsal kuvvetleri birbiri peşinden gelen savaşlar veisyanlarla alt üst olmuş, bir çok sahalarda tekamülün mucizesin! unutmuş bir Osmanlıimparatorluğu bulunmaktaydı.

Batıyla Haçlı seferleri zamanında başlayan sıkı münasebete rağmen III. Ahmet devrine kadarne örf ve adette, ne de fikir ve sanat alanlarında doğurucu kıymetlere sahip bir tesir bulmak

mümkün değildir. Avrupa île ilişkilerimizi gözlemlerine dayanarak anlatan ilk önemli vesika.Kara Mehmet Paşa’nın sefaret heyetiyle Viyana’ya gitmiş olan Evliya Çelebi (17. yüzyıl)’nindir.Evliya Çelebi, Viyana’da bizimkinden başka bir alem gördüğünü; oradaki ordunun itaatli vemuntazam olduğunu, bizimkinden çok daha iyi düzenlenmiş bir tahkimat sistemibulunduğunu bildirmektedir. Oysa III. Ahmet’in sefiri 28 Çelebi Mehmet Efendi (18. yüzyıl),1721′de gittiği Paris’i Evliya Çelebi’nin Viyana’yı anlatışından farklı bir şekilde anlatır.

28 Çelebi Mehmet Efendi, padişaha sunduğu sefaretnamesinde Avrupa’da gördüğüyeniliklerden bahseder. O, gördüklerim adeta yeni bir dünya keşfetmiş gibi takdir vehayranlıkla anlatır. Yeni teknikleri, ilim kurullarım, askerî okulları, hasta haneleri,rasathaneyi, teşrihhaneleri, limanları, karantina usulünü. hayvanat bahçelerim, park, tiyatrove opera gibi hiç bilinmeyen eğlence yerlerim anlatır.

Bu devirde zihniyet farkının müsaade ettiği ölçüde bazı Fransız ve Avrupa modalarımemleketimize girer. İşte hu müsamaha ile İstanbul’daki yabancıların da hayatı serbestleşir.Onların çevresindeki kitle arasında yavaş yavaş Batı gelenek ve görenekleri taklit edilir.Baron de Tott, 1775′te İstanbul’a gelmiş ve karısının ziyaretine gittiği bir sultan sarayında(III. Ahmet’in kızı) bütün bir Fransız dekorunu hazır bulduğunu söylemiştir.

28 Çelebi Mehmet Efendi, Paris’e giderken oğlu Said Mehmet Efendi’yi de beraberindegötürmüştür. Said Mehmet Efendi, Paris’te matbaaları gezerek az zamanda binlerce eseribasıldığım görmüştür. Said Mehmet Efendi, İstanbul’a dönüşünde bu iş için aslenMacaristanlı olan Müteferrika İbrahim Efendi (1674-1745), ile görüşüp bu husustamüştereken bir matbaa tesisi için Vezir-i Azanı İbrahim Paşa’ya (1662-1730) müracaata kararvermişlerdir. Bu maksadı izah etmek için tarafından Müteferrika İbrahim Efendi tarafındanmatbaanın önemine dair Vesilet-üt Tıbaa ismiyle bir risale yazarak dilekçeleriyle Sadr-ıAzama takdim etmişlerdir.

Said ve İbrahim Efendi’ler risale ve dilekçelerinde; yangınlar ile isyanlardaki yağmalarsebebiyle bir çok eserin mahvolduğunu, mevcut yazma eserlerin de hattatlarındikkatsizliğinizden dolayı yanlış yazıldığım ve ayrıca medrese talebelerinin eser tedarikindegüçlükler çektiklerim beyan ederek kitap basımına izin verilecek olursa bu çeşit mahzurlarınortadan kalkacağım bildirmişlerdir. Damad İbrahim Paşa da müracaatı bir encümenhuzurunda incelettirerek uygun buluyor ve müteşebbisleri teşvik ediyor. Nihayet mevzuu,şer’î mütalaası alınmak üzere, Şeyhülislam Abdullah Efendi’ye havale edilir.

Şeyhülislam, ulemanın muhtemel itirazlarım önlemek için bazı dinî kitaplar hariç olmaküzere, lügat, mantık, heyet, tarih, coğrafya, edebiyat, tıp ve felsefeye dair telif edilmiş olaneserlerin basılmalarında mahzur olmadığı hususunda fetva verir, işte III. Ahmet zamanınınen önemli yenilik hareketlerinden biri matbaanın karalanmasma dair padişahın iznini ihtivaeden ferman çıkar. Böylece matbaanın kadından tam 370 sene sonra yani 1727 temmuzdaOsmanlı matbaası kurularak Türce eserler basılmaya başlanır.

“Bu matbaada ilk basılan kitap, XVI. asır sonları alimlerinden Vani Mehmed Bin Mustafa’nıntelifi olan Sıhah-i Cevherî isimli lügatin tercümesidir; bu lügat, Vankulu Lügati diye meşhurolup 1141 Recep bacında (31 Ocak 1729) bin nüsha olarak basılmış ve ciltsiz olarak otuz beşkurusa satılması muvafık görülerek İstanbul kadısına o suretle hüküm gönderilmiştir.

Bunlardan başka; Katip Çelebi’nin denizciliğe ait olan Tuhfet-ül-Kibar fi esfar il bihar,İbrahim Müteferrikanın tercüme ettiği Tarih-i Seyyah, yine İbrahim Müteferrikanın Aristo veGazalinin fikirlerinin bir çeşit özeti olan Usul-ül-hikem H Nizam-il-alem isimli eserleribasılmıştır. Ayrıca İbrahim Müteferrikanın Füyuzat-ı Mıknatısiyye, Katip Çelebi’ninCihannüma ve Takvim-üt-Tevarih ve Naima Tarihi gibi eserlerin de Müteferrika Matbaasındabasımı yapılmıştır.

1699 yılında imzalanmış olan Karlofça antlaşması ile Batı kültürünün askerlik ve teknikbakımından üstünlüğü ortaya çıkıyor. Bu sebeple hükümdar ve bazı vezirler Osmanlıordusunun askeri tekniğim yenileştirme ihtiyacım hissediyorlar.

III. Mustafa (1757-1773) devrinin yenileşme hareketimizde çok önemli bir yeri vardır. Çünküo zamana kadar sadece bazı dağınık teşebbüslerden ibaret kalan ordunun Batı esasına göredüzenlenmesi fikri bu devirden sonra devamlı ve esaslı bir mesele durumunu alır. Baron deTott isimli Macar asıllı bir Fransız ajanı padişaha bu hususta yardım eder. Süratçi ocağınınteşkili, yeni icat edilen topların kullanılması, tophanenin ıslahı ve Mühendishane mektebininkurulması hep bu devrin yeniliklerindendir. Bilhassa Mühendishane mektebi sayesinde,memlekette riyazi bilgiler alanında yeni ve önemli bir hareket olmuştur. Baron de Tott’unMühendishane mektebinde verdiği dersler; bizim Avrupa ilim ve tekniğiyle açık bir şekilde ilktemasımızdır.

III. Selim (1789-1807) zamanında Batıyla olan münasebetlerimiz yoğunlaşır. Çünküyenileşme ve kuruluşlarımızı Avrupalılaştırma fikrinin yerleşme zamanı bu on sekiz senedir.II. Selim’deki batılılaşma fikri şehzadeliği zamanında Fransa kralı XVI. Louis ile kurduğumünasebete ve ayrıca III. Mustafa ile I. Abdulhamid (1774-1789) devirlerindeki yenileşmefikirleri ile yetişmesine bağlıdır, ilk iş olarak Yençeri ocağının yanında Avrupa usulleriyleeğitim gören yeni bir ordunun kurulması hususu ele alınır. Aynı zamanda bu ordununihtiyaçlarını karşılamak için batılıların fennî harp kitaplarının getirilmesi işiyle alınır. Busuretle yapılacak işler için bir taraftan dışardan ve içerden fikirler alınırken, diğer taraftan dabatılı devletlerden (Fransa, İngiltere. İsveç ve Prusya’dan) kara ve deniz orduları içinuzmanlar istenir. Ayrıca bazı Avrupa devletlerinde sefirlikler ihdas edilir ve başta Londraolmak üzere Viyana, Berlin ve Paris’e elçiler gönderilir.

Yüksek tabakanın gösterdiği ilgi dolayısıyla kadrosu serbestleşen ecnebî hayatı yavaş yavaşhalkımızın arasında bazı yabancı modaların sızmasına yol açar. Bilhassa XVII. yüzyıldanitibaren Batının etkisinde kalan ve çocuklarım Viyana veya Venedik’te tahsile göndermeyebaşlayan müreffeh azınlık arasında Avrupa gelenek ve görenekleri rağbet kazanır. IV.

Mehmet (1648-1687) devrinde Fransız sefarethanesinde amatörler tarafından anlar anlamazseyreden zengin aileler, bu sefer Beyoğlu’nda ve Boğaziçi’nde Tarabya veya Büyükdere’degördükleri yabancıları taklit etmeye başlarlar. Onların muhitlerine girmeye heves ederler.

II. Mahmut (1808-1839) devrinde yenilik hareketleri yoğunluk kazanır. Osmanlı tarihindebazı olayların çıkmasında önemli rol oynayan Yeniçeri ocağı 1825′de kaldırılır. III. Selim(1789-1807) zamanına kadar uygulanan Meşveret meclisinden farklı nitelikte olan üç meclisII. Mahmut devrinde kurulmuştur. Bu üç meclis; hükümet şurası, adliye işleri yüksek meclisive askeri şura dairesidir. Sadrazamlık, hükümdarın mutlak vekili olmaktan çıkarılarakBaşvekil adım alır. Bakanlıklar kesin olarak birbirlerinden ayrılmalarına rağmen. Dahiliye,Hariciye ve Maliye dışında kalanlar Maarif alanına dahil edilirler. Şeyhülislamlık, hükümetidaresi dışında bırakılarak, Müslüman olmayanların din başkanlarına benzer bir şekilde,İslam milletinin din görevlisi haline getirilir. 1838′de hem ilkokullara öğretmen yetiştirmek,hem de tıbbiye ve harbîyeye okur yazar öğrenci yetiştirmek gayesiyle Rüştiye okulları açılır.

Yeniçeri ocağı kaldırılınca onun yerine Batı esasına dayalı Asakir-i Mansure-i Muhammediyeadıyla yeni bir ordu kurulur. Ayrıca Acemi oğlanlar kışlası yanında iki mektep daha kurulur.Bunlardan biri Askerî Katipler mektebidir, diğeri de Tıbhane denilen mekteptir. Tıbhaneninaçılmasından (1827) hemen sonra Cerrahhane adı altında bir okul daha açılır (1828 ya da1829). Sağlık alanında karantina usulü uygulanmaya başlanır. Daha önceden Türklerarasında çiçek aşısı yapılmasına rağmen hükümdar emriyle uygulanması (1839) II. Mahmutzamanındadır.

Kılık kıyafette de yenilikler yapılır (1828). Bu nizamnamede devletin en büyük memurlarındanen küçük memurlarına kadar gerek tatil ve gerekse resmî günlerde giyecekleri elbiseler tespitedilmiştir. Nizamnamede, esnaflar yer yer almamaktadırlar. Gaye devlet memurlarına şekilvermektir. Memurların fes giymeleri kabul edilir. İşte II. Mahmut zamanında yapılan bütünbu yenilikler Tanzimat’ın ilanını hazırlamıştır.

  Tanzimat Fermanı, 1789′da Paris’te ilan edilen ve 17 maddeden ibaret olan İnsanlarınTabiî Hakları Beyannamesi’nin yarım asır sonra yapılmış eksik bir taklididir. Bu fermanıpadişaha kabul ettiren de Batıyı iyi tanıyan ve Fransız inkılabım yakından tetkik edenMustafa Reşit Paşa’dır. Mustafa Reşit Paşa, Londra ve Paris elçiliklerinde bulunduğu sıradabu devletlerin siyasî kadro ve düşünürleriyle fikir alış verişinde bulunmuştur. Hatta Kral LuiFilip’in oğullarından prens Dajunuöil ile de mülakatında diğerlerine verdiği teminatı ona davermiştir. Osmanlıların medenîleşmeye istidatlı olduklarım bildirip Tanzimat gibi birbeyannamenin yakın bir tarihte intişar edeceğim kesin bir şekilde vaad etmiştir. Prens isePaşa’nın bu iddiasını çürütmüştür. Paşa, bunun imkan dahilinde bulunduğunu, böyle birşeyin gerçekleşmesi durumunda davetli olarak bulunup bulunmayacağım ondan sormuş, oda davete icabet edeceğine söz vermiştir. Gerçekten 1255 senesi Şaban’ının yirmi altıncı günüMustafa Reşit Paşa tarafından Gülhane Tanzimat-ı Hayriye Hattı Hümayunu okunduğuzaman adı geçen Prens daveti olarak hazır bulunmuş, akıl ve dirayetine hayran olduğu Reşit

Paşa’yı taltifen, Hattı okuduktan sonra “ey Türkler, siz bu zat için bir heykel dikmeksiniz.Bunu yapamazsanız alem-i medeniyet sizi küfran-l nimetle itham eder” demiştir. MustafaReşit Paşa, Tanzimat’ın ilan edilmesinin memleket için faydalı olacağım Sultan Abdülmecid (l.Abdülmecid, 1839-1861)’e kabul ettirir. Böylelikle Tanzimat Fermanı 1839′da ilan edilir.Yukarıdaki durum bize Tanzimat’ın nasıl ilan edildiğim göstermektedir.

  1839 Tanzimat Fermanı Osmanlı İmparatorluğunun Batı dünyası tesirlerine resmenaçıldığı, bu tesirlerin devlet eliyle ve kanun yolu ile resmen yerleştirilmeye çalışıldığı devirdir.Tanzimat’la birlikte Avrupa’ya açılan Osmanlı imparatorluğu Avrupa devletleri içindedüşünce hayatı yönünden daha ziyade Fransa’nın tesirinde kalmıştır. Tanzimatçı literatüre,siyasî görüşlerinde, edebî duyuş ve anlayışlarında daha ziyade Fransız literatürü örnek verehberlik etmiştir. Fransa’ya gönderilen öğrencilerin bu husustaki rolü oldukça büyüktür.

  Namık Kemal (1840-1888) ve Ziya Paşa (1825-1880) çığırının öncüsü Şinasi (1826-1871), Mustafa Reşit Paşa tarafından Fransa’ya gönderilmiştir. Şinasi, Batı kültürünütanıması ve öğrenmesi için Avrupa’ya gönderilmiştir. Tanzimat hareketine inanan Şinasi, budevirde önemli bir görev yüklenmiştir. Bu da Tanzimat’ın sadece şeklen getirmiş olduğu yeniruhu topluluğun esas ve derinliklerine işlemektir. O, bu görevini gerek Tasvir-i Efkar’daherkesin anlayabileceği açık bir dille yazdığı makalelerinde, gerek şiirlerinde, Tanzimathareketim övmek ve bu hareketin faydalarım belirtmek suretiyle yerine getiriyordu. Şinasiyazılan ile halkla, esirliğin ve bilgisizliğin bir memleketi çökerten ve bu memleketinilerlemesine engel olan başlıca dertler olduğunu anlatmıştır. Böylece O, memleketi budertlerden kurtarmayı gaye edinen Tanzimat hareketinin önemini belirtmiştir.

  Şinasi, Fransa’daki tahsilim tamamlayıp yurda döndükten sonra Meclis-i Maarifazalığına tayin edilir. 1859′da ilk Batı şiiri örneği olan Tercüme-i Manzume isimli eserinineşreder. 1861′de Agah Efendi (1823-1885) ile birlikte Tercüman-ı Ahval isimli bir gazeteçıkarır. O sıralarda eski şiir tarzından ayrı. Batı şiirine doğru yönelişi temsil eden Divan’ıçıkarmıştır. Divanda çıkan “Reşit Paşa” kasidesi Ali Paşa’yı kızdırır. Bu sıralarda Tasvir-i Efkaradındaki gazeteyi tek basma çıkararak fikrî faaliyetlerim sürdürür, İbrahim Şinasi, Tasvir-iEfkar’da hükümet tarafından benimsenmeyecek bir yazışı çıkmasından dolayı Meclis-i Maarifazalığından azledilir.

  Şinasi, bu görevden azledildikten sonra Tasvir-i Efkar’daki faaliyetlerini bırakarakParis’e kaçar. Paris’e yaptığı bu seyahatinde bir lügat yazmaya çalışır. Ernest Renan’la (1832-1892) tanışır. Luxemburg bahçelerinde Renan’la buluşur ve görüşmelerim sürdürür. Fikrîgelişmelerinde pozitivist Renan’la yaptığı konuşmaların büyük rolü olur.

 İşte bu durum bize Tanzimat sonrasında edebiyatımızın pozitivizme açıldığım gösteriyor.Ama Tanzimat’ın ilanından sonra özellikle romantizm cereyanı bütün ortak yönleriyle budevrin sanat, edebiyat ve felsefesinden kendini gösterir. Bilhassa Victor Hugo romantizmininedebiyata getirdiği yenilikler ile liberalizm de Tanzimat yazarları tarafından tanınmış ve

Tanzimatçı düşünürlerden Namık Kemal bu yeni romantik anlayışın etkisiyle romanlaryazmış, tiyatro eserleri vermiştir.

  “Tanzimat devrinin seçkin gazetecisi, Şinasi’nin teşviki ile Batı dili öğretmen, Batıdünyasının prensip ve ana kavramlarım kaynaklarından okuyup anlayabilen Namık Kemalve Ziya Paşa, hürriyet, müsavat, adalet gibi o zaman için yepyeni olan kavramları geniş halkkitlelerine yayan, halk hakimiyeti, ferdin tabiî hak ve tabiî hürriyet düşüncesiyle daha sonrakinesiller ve daha sonra gerçekleşen devrimler üzerinde hiç de küçümsenmeyecek tesirleruyandıran iki Tanzimat yazan idiler. Namık Kemal ve Ziya Paşa, bir anayasa yapılması vehükümdarlık kuvvetinin bir kurulun kontroluna bağlanarak sınıflandırılması amacınıngerçekleştirilmesi için kurulmuş olan Yeni Osmanlılar derneğinin üyesi idiler.” Bu derneküyeleri Ali Paşa tarafından dağıtılıp İstanbul’dan uzaklaştırılmak istenince her ikisi deidealleri uğrunda savaşmak için Avrupa’ya kaçarak Londra’da Hürriyet isimli bir gazeteyiçıkarmaya başlarlar. Namık Kemal, İstanbul’a dönünce İbret gazetesini yayınlar. O, Hürriyetgazetesinde bilhassa Osmanlı devletinin yeniden düzenlenmesini ilk planda ister. Yazıarkadaşı Ziya Paşada Namık Kemal’in düşüncelerim desteklediğinden Hürriyet, fikir birliğiiçinde yayınlanmıştır. Namık Kemal, insanların hür bir varlık olduğunu söyler. Her fert. Tanrıtarafından kendisine verilen ve hiç bir zaman ortadan kaldırılamayan bu hürriyet hakkıyladünyaya gelir.

  “Namık Kemal, Osmanlı Devletine yeniden düzen verirken, III. Napolyon’un kurmuşolduğu ikinci Fransa İmparatorluğunu örnek olarak almayı, onu Osmanlı İmparatorluğununyapışma ve şeriata uyacak şekilde bazı değişikliklerle memleketimizde de yürürlüğe koymayıöne sürmektedir. Bunda esas kuvvetlerin ayrılması prensibine dayanan meşrutî bir devletşeklinin kabul edilmesidir.”

  Böylece Yeni Osmanlılarla başlayan meşrutiyet mücadelesi. Ali Paşa’nın düşmesi,Namık Kemal ve arkadaşlarının hazırlamış oldukları elverişli şartlarla yavaş yavaşgerçekleşme yoluna girer, l. Meşrutiyetin ilanı ise Mustafa Reşit Paşa’dan sonra yenilikhareketlerinde büyük rolü olan Mithat Paşa sayesinde gerçekleşir. II. Abdülhamit (1876-1909) özellikle Kanun-ı Esasîye kendi eliyle son şeklini verir. 23 Aralık 1876 sabahı Kanun-ıEsasiyi imzalar ve öğleden sonra l. Meşrutiyet ilan edilir. Ama Padişah II. Abdülhamit, çıkanOsmanlı Rus Savaşı dolayısıyla meclisi fesheder. I. Abdülaziz (1861-1876)’in katledildiğiiddiasıyla Mithat Paşa, Meşrutîyetin ilanıyla getirildiği sadrazamlık görevindenalınıpmemleketten sürülür.

  “Sürgün edilen Mithat Paşa Brindizi’ye, oradan da Napoli ispanya yoluyla Fransa’yagider. Bir müddet Paris’te yerleşen Mithat Paşa, çalışmalarım burada devam ettirir. Türkpolitika tarihinde önemli bir doküman olan Türkiye, Geçmişi, Geleceği (1878) isimli eseriniParis’te yayınlar. Burada iken önemli Fransızlarla görüşür ve özellikle Paris pozitivistlertoplumuna bir nutuk verir. Paris’te iken Mithat Paşa’ya pozitivizmin direktörü Pierre Laffitte

bir çok dostu ve öğrencileri ile birlikte refakat eder. Onlara göre Mithat Paşa, Mustafa ReşitPaşa’nın eserini devam ettirecek güçtür.”

KORLAELÇÎ:

Eğitimdeki Yenilik Hareketleri (s. 195)

Eğitimdeki Avrupai yenilik hareketleri ilk defa orduda başlar. Bu durum Mühendishane-iBahri-i Humayun’un 1773′de açılmasıyla ortaya çıkar. Bu okulun ilk hocası Cezayirli SeyyidHasan’dır. Bu zat Arapça ve Türkçe’den başka Fransızca, İngilizce ve İtalyanca da bilmektedir.

1792′de Kumbarahane ve 1795′de Mühendishane-i Berr-i Hümayun açılır. Bu sırada Tıphaneadıyla bir tıbbiye mektebi inşasına da başlar. Bu okulların basma da Kırımlı Abdullah RamizEfendi getirilir. Bu Mühendishanenin hocaları içinde en meşhuru Hoca İshak Efendi’dir.Yabancı dil bilen ve fenci olan bu zatın düşünce tarihimizde büyük bir yeri vardır. AyrıcaMühendishanenin hocalarından Tamanlı Hüseyin Rıfkı Efendi ile modem matematik öğretimibaşlar. 19. yüzyılın birinci yansında Mühendishanenin çalışmaları devam eder. CambridgeÜniversitesi’nde matematik ve fizik tahsil etmiş olan Tamanlı’nın oğlu Emin Paşa modemmatematik ilmini yaymaya çalışanlar arasında yer alır. Emin Paşa Fransızca olarak 1840′damermilere ait bir risale yayınlar.

Mahmut II. (1805-1839) devrinde, Avrupai manada Mekteb-i Tıbbiye açılır. (1826) 1834′deHarbiye Mektebi açılır. Mühendishaneye muallim ve fabrikalara mütehassıs yetiştirilmeküzere Mühendishane hocalarından iki zabit ile on talebe İngiltere’ye gönderilir. 1834 deMızıka-i Ulum-u Edebiye (1839) gibi orta dereceli okullar açılır. Rüştiyeler 1923 inkılabınakadar yaşar, bundan sonra ilk mekteb adım alır. Devlet memuru yetiştirmek için Mektebi-Maarif-i Adliye kurulur.

Bu devirde açılan Mekteb-i Tıbbiyenin ilk ders muallimi ve nazarı Mahmut II.’nin hekimbaşısıMustafa Behçet Efendi’dir. Bu okula girmek isteyenler için herhangi bir imtihan olmazdı. Okulkatibine isim yazdırmak yeterliydi. Tedrisat tamamen Fransızca yapılırdı. Anatomi derslerininkadavra üzerinde uygulanmasına, dini bakımdan, cesaret edilemediği için bu uygulamaresim veya alçı modeller üzerinde ifa edilirdi.

Tıphane ismi verilen Mekteb-i Tıbbiyeden başka bir de Cerrah-hane açılır. Bu okul eğitime1833′de Topkapı Sarayı içinde Yıldız kapıya yakın olan hasta hanede başlar. Tophane’deöğretim Fransızca olduğu halde Cerrahhane’de Türkçe yapılır. Daha sonra 1839′da Tıphaneile Cerrahhane birleştirilir.

Tıbhanenin açılmasındaki gaye orduya lazım olan Müslüman tabipler yetiştirmek olduğu içinilk zamanlar Müslüman olmayanlar mektebe alınmazlar. Fakat 1839 Tanzimat fermanınınilanıyla tebaa arasında eşitlik kabul edildikten sonra Müslüman olmayanlar da okulagirerler. Okuldaki tedrisat Fransızca olduğundan yabancılar daha iyi basan gösterirler.

Türklerse, başarısız duruma düşerler. Başarısız olanlara ise cerrah ve eczacı diplomasiverilerek faydalanma yoluna gidilir.

Mektebin asıl batılılaşması Viyana Üniversitesi Profesörlerinden Doktor Bernard’ın 1833′demuallimi evvel adıyla getirilmesiyle başlar. Bernard okulu düzenler. Programı yenidentanzim eder. Fransızca tedrisatı kuvvetlendirir. Öğretim süresi altı yıl olarak kabul edilen buokulda Prof. Bernard, Mahmut II. sayesinde, anatomi derslerim kadavra üzerinde yapmayabaşlar. Bu uygulama Türk öğrenim tarihinde çok önemli bir dönüm noktası olur. Pozitivizmaçısından bir aşama sayılabilir.

Orta öğretimden gelen öğrencilerin zayıflığı sebebiyle tıbbiye öğrenimi 9 seneye çıkarılır.1841′de Yüksek Tıbbiye Okuluna Fakülte yetkisi verilir. Resmi olarak fakülte adı ise 1848′dekullanılır. 1844′de Beyazıd’da ilk umumî muayenehane açılır. 1851 ‘de de Tıp fakültesinin ilkdergisi olan Tıbbi “Vakayi” gazetesi çıkartılır. Okuldaki Fransızca tedrisat 1870′den sonraTürkçe olarak yapılmaya başlar.

1847′de bu fakülteyi ziyaret eden Mac Farlane’nin belirttiğine göre burada tamamenmateryalist bir eğitim yapılmaktaydı. Mac Farlane Fransız devrimini hazırlayan materyalistfilozofların hemen tüm kitaplarının burada okunduğum! görmekle hayrette kalır. Bufakültenin kitaplığı hakkında “çoktan beri bu kadar düpedüz materyalizm kitaplarımtoplayan bir koleksiyon görmemiştim” der. “Genç bir Türk oturmuş dinsizliğin el kitabı olanSysteme de la Nature’u okuyordu Baron d’Holbech’in ünlü eseri, bir başka öğrenci Diderot’unJaques Le Fatalisteinden, Le Compere Mathieu’dan parçalar okuyarak marifetimgösteriyordu.” diyerek devam eder.

Mac Farlane davet edildiği bir toplantıda gördüklerim şöyle anlatır: “Doktorlara ve TürkAsistanlara ayrılan mükemmel döşenmiş bir salona davet edilmiştim. Kanepenin üzerinde birkitap vardı. Alıp baktım. Bu da Baron d’Holbach’ın dinsizlik kitabı olan “Systeme de laNature”un en son Paris baskısı idi. Kitabın çok okunmakta olduğunu sayfalarından birçokparçalarının işaretlenmiş olmasından anladım. Bu parçalar özellikle Tanrı’nın varlığınainanmanın saçmalığım, ruhun ölmezliği inancının imkansızlığım matematikte gösterenparçalardı. Kitabı yerine korken Türk doktorlarından biri yanıma geldi. Fransızca olarakşunlar söyledi: “C’est un grand ouvrage! C’est un grand Philosophe! il a toujours reison!” (Bubüyük bir filozoftur! Bu büyük bir filozofun eseridir! O daima haklıdır!)

Bu ifadelerde de görüldüğü gibi batıya yönelik eğitimin bize getirdiği yeniliklerin basındadinden uzaklaşma yer alıyor. Bu durumda devrin devlet yetkililerinin rolü büyüktür, İslamdinine sadık kalınarak da batının yenilikleri takip edilebilirdi. Materyalist kitaplar yerinekendi bünyemize uygun kitaplar seçilebilirdi. Görüldüğü gibi 1826′da tedrisata başlayanAvrupai Tıphane ile Batıya açılan kapıdan materyalizm ve Fransız pozitivistlerini hazırlayanbazı filozofların eser ve fikirleri giriyor. Bu okul hakkında daha fazla detaya girmeden diğeryemlik hareketlerine geçiyoruz.

1848′de, Rüştiyelere ve devrin Ortaokullarına öğretmen yetiştirmek için Darülmuallimin(Öğretmen okulu) kurulur. 1851′de Fransız Akademisi örneğinde bir Türk Akademisikurulmak istenir. Adına da Encümen-i Daniş denir. Bu kuruluşa zamanın tanınmış kişilerialınmakla beraber, büyük Osmanlı Tarihini yazan Avusturyalı Joseph Von Hammer veİngilizce-Türkçe, Türkçe-İngilizce sözlüklerin yazarı James Redhouse gibi yabancılar da üyekaydedilir. Bu kuruluşun üyeleri içinde sadece Ahmed Cevdet Paşa üzerine düşeni yapmış,meşhur tarihini yazmıştır.

1867′de Sergiyi ziyaret maksadıyla Fransa’ya giden Sultan Abdülaziz, Fransa’daki liselerayarında İstanbul’da da bir okul kurulmasına ve orada Fransız lisanı ile tedrisat yapılmasınamüsaade eder. Bu işte Fransa Devletinin maddî ve manevî büyük yardımları olur. Bu okulmüdürü ve hocalarının çoğu Fransız olan Galata Saray Lisesi olur. Ayrıca 1867′de Fransızeğitim bakanı Victor Duruy’e Osmanlı eğitim sistemi için bir proje hazırlatılır. Kabul edilen buprojeye dayanılarak da 1869′da Maarif-i Umumiye Nizamnamesi yapılır. Devrin Maarif NazırıSaffet Paşa’nın neşretmiş olduğu bu nizamnameye göre; köylerde ve mahallelerde Sıbyan,beş yüz evli kasabalarda rüşdiye, bin evli kasabalarda îdadiye ve vilayet merkezlerindeSultaniye açılacak. Bu okulların yüksek kısmı olarak da birçok meslek ihtisas mektepler ileDarülfünun’un (Üniversite) teşekkül edecek. Böylece kanun gereği kurulacak ilk Üniversitedeüç fakülte bulunacaktı. Edebiyat, Hukuk ve Fen Fakülteleri. Bu üniversite 1871 yılı sonundayahut 1872′nin basında kapatılır.

Darülfünun başarısızlığa uğramasını Galatasaray Lisesi kapatır ve batılılaşmada büyük birrol oynar. Batı hukuku ilk olarak 1874′de bu Lise’de okutulur. Zamandaş olan ve Amerikalızengin Mr. Robert’in bağışlan ile kurulan Robert Koleji ile diğer yabancı okullar batıfikirlerinin ülkemize girmesinde önemli rol oynamışlardır.

1870′de kız öğretmenler yetiştirmek için Darulmuallimat kurulur, îlk kez bir kadın öğretmentayini 1873′de yapılır. 1883′den itibaren de kadınlar okul yönetimlerine tayin edilmeyebaşlar.

AKGÜN:

II. 4. Eğitimdeki Yenilik Hareketleri (s. 96)

Batı’daki bütün değişmelerden habersiz, bir zamanlar silah ve teşkilat üstünlüğü sayesindegeniş bir alana yayılmış olan Osmanlı İmparatorluğunun orduları, 18. yüzyılın sonu ve 19.yüzyılda ilim ve teknik üstünlükleri olan Avrupa orduları karşısında birbirini takip edenyenilgilere uğrayınca; Osmanlı Devlet adamları, Batı’daki gelişmelere ayak uydurulmadıkça,orduyu yeni savaş teknikleri ile donatıp onların metotlarıyla eğitmedikçe, yükselmenin hattaayakta durmanın imkansız olduğunu anlamışlardır. Bu ihtiyaç, Osmanlıları Batımedeniyetinin ilkelerim tanımaya, orduda ve eğitim kurumlarında yenilik yapmayazorlamıştır.

Eğitimdeki Avrupai anlamda yenilik hareketleri, Mühendishane-i Bahrî-i Hümayunmektebinin açılmasıyla başlar. Mektep donanma için mühendis yetiştirmek gayesiyle açılır.Mektebin ilk hocası, Arapça ve Türkçe’den başka Fransızca, İngilizce ve İtalyanca da bilenCezayirli Seyyid Hasan’dır. Sonraları bu mektebe bazı Fransız hocalar getirilir. Okuldamatematik ve tahkimat dersine önem verilir. Daha sonraları bu okula İsveç’ten veLondra’dan öğretmenler ve teknisyenler getirilir.

1792 yılında Kumbarahane, 1795 yılında da Mühendishane-i Berri-i Hümayun yapılır. HattaTıbhane adıyla bir de Tıbbiye mektebinin yapılmasına başlanır. Tersane çevresinde toplanmışolan askerî mekteplerin basma ise 1803′te Kırımlı Abdullah Ramiz Efendi getirilir. AbdullahRamiz Efendi, 1808′e kadar görevine devam edip, Mühendishane-i Bahrî-i Hümayun ileMühendishane-i Berri-i Hümayun mekteplerinin yenilenmesi ve ilerlemesi için gayret sarfeder.

Bu mekteplerin hocalarından en tanınmışı Hoca İshak Efendi (öl.l836)’dir. Şark dillerindenbaşka Fransızca’yı da bilen Hoca İshak Efendi matematikçidir. Dil bildiğinden matematiğe,tabiî ilimlere ve askerliğe ait bir çok eseri tercüme ve telif etmiştir. Mühendishaneyi 20 yılsüreyle baş hoca unvanıyla idare eden Tamanlı Hüseyin Rıfkı Efendi (01.1816) ile birliktemodern matematik öğretimi başlar. Hüseyin Rıfkı Efendi, Kırım’ın Taman şehrindendir,İngilizce bilgisi yardımıyla modern Batı matematiğine göre bir çok eser yazar. Askerî fenöğretiminin düzenlenmesi için büyük gayret gösterir. 19. yüzyılın birinci yansında damühendishanenin faaliyetleri sürer. Tamamlının oğlu Emin Paşa, babasının geleneğimdevam ettirir. Cambridge Üniversitesinde matematik ve fizik öğrenimi gören Emin Paşa’nınülkemizde modem matematik ilmini yaymaya çalışanlar arasında önemli bir yeri vardır. II.Mahmut zamanında yeni kurulan Harbiye Yüksek Okulu’nda uzun süre ders nazırlığı veöğretmenlik yapar. Askerî idadileri kurar ve bu okullar için matematik kitabı hazırlar,İstanbul dışındaki il merkezlerinde de askerî idadiler kurulması, bunların dersprogramlarının hazırlanması ve öğretmenlerinin yetiştirilmesi işiyle de uğraşır.

II. Mahmut zamanında Hekimcibaşı Mustafa Behçet Efendi’nin gösterdiği lüzum üzerine1826 yılında Tıbbiye açılır. 1834 yılında Maçka Kıstası mektep haline getirilerek HarbiyeMektebi açılır. Harbiye ile Mühendishane mekteplerine öğretmen ve fabrikalara uzmanyetiştirilmesi için Mühendishane öğretmenlerinden iki zabit ile on öğrenci İngiltere’yeöğrenime gönderilir. Bunlar öğrenimlerim tamamladıktan sonra gelip öğrendiklerimuygulamaya başlarlar. Daha sonraları Harbiye Mektebinden de Avrupa’ya öğrencigönderilmeye başlanır.

Yüksek mekteplere öğrenci yetiştirmek gayesiyle 1838′de Rüşdiye denilen ilkokulların açılmakaran alınırken bu mekteplerin idaresine bakmak üzere bir de Mekatib-i Rüştiye nezaretikurulur. Bu vazifeye o devrin hocalarından Hamamizade Esat Efendi getirilir. 1838 tarihindede ulum-ı Edebiye Mektebi (orta dereceli) açılır. Ayrıca devlet memurlarım yetiştirmek üzereMekteb-i Maarif-i Adliye kurulur.

II. Mahmut devrinde açılan Mekteb-i Tıbbiyenin ilk ders nazın ve öğretmeni Mustafa BehçetEfendi’dir. Yüksek okulun derslerinden çoğunu kendisi okutan Mustafa Behçet Efendi,modern top tarihimizin de kurucusudur. Anatomi derslerinde kadavra yerine sadece resimveya alçı modeller kullanılmıştır. Tıp mektebinden başka bir de Cerrahhane açılmıştır.Tıphanede öğretim Fransızca olduğu halde Cerrahhanede Türkçedir. Bu kurumlarda öğretimdört yıldır. Kısa bir müddet sonra bu iki mektep birleştirilmiştir.

Tıp mektebinin açılma gayesi, orduya lazım olan İslam doktorlar yetiştirmek olduğundanbaşlangıçta İslam olmayanlar mektebe alınmazlar. Ama 1839 Tanzimat Fermanı’yla tebaaarasında eşitlik kabul edilince İslam olmayanların da doktor yetiştirmesine izin verilir. Busuretle Hıristiyan gençleri de Tıp mektebine girmeye başlarlar. Yahudilerden 1859 yılmakadar bu mektebe ilgi gösteren yoktur. Mektepteki öğretim Fransızca olduğundan Hıristiyangençler başarılı olurlar. Ama Türk öğrencileri öğrenim ilerledikçe Fransızca olarak verilendersleri takip edemediklerinden öğrenimlerim bırakarak eczacı ve cerrah olurlar.

Tıp mektebinin gerçek anlamda Batılılaşması 1838′de Viyana’dan Doktor Bernard (1813-1878)’ın getirilmesiyle başlar. Bernard, programı tanzim ettiği gibi talebeyi de ıslah eder.Fransızca öğretimi de kuvvetlendirir. 1826′da açılan Tıp mektebi ilk ürününü ancak 14 yılsonra 1840′da vermiştir. Bernard, anatomi derslerim kadavra üzerinde yapmaya başlar.Onun kadavra üzerinde uygulama yapması Türkiye öğrenim tarihine çok önemli bir dönümnoktasıdır. Bernard’ın anatomi derslerinde yaptığı uygulamalar, II. Mahmud’un iradesinin vekudretinin mahsulü sayılır. Yeni okul ilk mezunlarım 1843′de verir. Başarı derecelerine göreonlara yüzbaşılıktan albaylığa kadar çeşitli rütbeler verilir. Mezun olan talebeler ordunundoktor ihtiyacım karşılamak üzere subay olurlar. 1841′de Yüksek Tıbbiye Mektebine Fakülteyetkisi verilir, ilk Umumî muayenehane 1844′te Beyazıt’ta açılır. 1851′de Tıbbîye Mektebininilmî dergisi olarak Tıbbî Vekayi gazetesinin yayınlanmasına başlanır. Dergi, aylık ve taşbasma olarak yayınlanıyor. Fransızca olarak başlayan öğretim, zor da olsa sonradanTürkçeye çevrilir.

II. Mahmut zamanında açılan Tıbhane Mektebim ziyaret eden Maç Farlane bazı sürprizlerlekarşılaştığım söyler. Onun bildirdiklerine göre, bu mektepte ancak, Paris, Londra veViyana’da bulunabilecek aletler var. “Küçük fakat iyi bir bitki koleksiyonu, bir tabiat müzesi,jeolojik örnekler koleksiyonu, çok yeterli bir tıp kitaplığı, elektrik aletleri, pil bataryaları,hidrolojik basınç aletleri, fizik bilimlerinde deneyler için gerekli bütün araçlarla donatılmışbir laboratuar vardı. Uzun ve havalı bir galeride Paris’te ve Viyana’da yapılmış botanikgravürleri ve renkli resimleri vardı. Ayrıca bir de kimya laboratuvan vardı. Maç Farlanekitaplığı incelendiğim, kitapların çoğunun Fransızca olduğunu söyler, ancak bu kitaplararasında hiç sevmediği Fransız devrimim hazırlayan ünlü materyalist filozofların kitaplarınınbulunduğunu ve okunduğunu gördüğü zaman büsbütün şaşırmıştı, ‘çoktan beri bu kadardüpedüz materyalizm kitaplarım toplayan bir koleksiyon görmemiştim’ der. Genç bir Türkoturmuş dinsizliğin el kitabı olan Systeme de la Natur’ü okuyordu (Baron d’Holbach’ın ünlü

eseri), bir başka öğrenci Diderot’un Jaques la Fataliste’inden, Le Compere Mathieu’danparçalar okuyarak marifetim gösteriyordu… Raflarda Cabanis (öteki ünlü Fransızmateryalisti)’nin Rapports du Physique et du Moral de l’Honune adlı eseri göze çarpacak biryer almıştı.

18. yüzyıl Fransız materyalistlerine karşı olan Maç Farlane, Türk doktorlarla karşılaşmasındadaha başka sürprizler bekliyor. “Üsküdar’da askerî hastahanede nihayet Türkiye’de kayıtsızşartsız övebileceğim bir müessese bulmuştum. Bununla beraber, Fransız felsefeciliğinin(materyalizminin) Türkiye’de nasıl hızla yayılmakta olduğunu bu müessesede görmedenayrılmak nasip olmadı. Doktorlara ve Türk asistanlarına ayrılan mükemmel döşenmiş birsalona davet edilmiştim. Kanepenin üzerinde bir kitap vardı. Alıp baktım. Bu da Barond’Holbach’ın Systeme de La Nature’n en son Paris baskısı idi. Kitabın çok okunmaktaolduğunu sayfalarında bir çok parçaların işaretlenmiş olmasından anladım. Bu parçalarözellikle Tanrının varlığına inanmanın saçmalığım, ruhun ölmezliği inancının imkansızlığımmatematikle gösteren parçalardı. Kitabı yerine korken Türk doktorlardan biri yanıma geldi.Fransızca olarak şunları söyledi: ‘C’est un grand ouvrage, C’est un grand Philosophe, İl atoujours raison”.

Bu misaller bize materyalist fikirlerin memleketimize Batı esas alınarak yapılan yenilikhareketleriyle birlikte girdiğim göstermektedir. Özellikle de Tıbhane Mektebinin açılmasındansonra eğitim ve öğretimde hissedilen eksikliğin giderilmesi gayesiyle Batı’dan getirtilenkitapların arasında materyalist düşünürlerin de kitaplarının bulunması bu hakikati ortayakoymaktadır.

Sıbyan mektepleri ile Rüştiyelerde muallimlik edeceklerin yeni programlarla ve yenimetotlarla yetiştirilmesi zorunluluğu ortaya çıkıyor. Bu sebeple Muallim Mektebi(darülmuallimin) açılıyor. 1851 yılında Encümen-i Daniş adı altında bir akademi kurulur.Ulema mesleğinde bulunan Cevdet Efendi, bu kurulun programım çizmekle görevlendirilir.Özellikle dil, edebiyat ve tarih alanlarında yeni eserler yazılması teşvik edilir. Encümen-iDaniş’e, medreseli veya medresesiz, devrin tanınmış kişileri alınır. Bunlardan başka OsmanlıTarihinin yazan Avusturyalı Von Hammer, hala değerini koruyan İngilizce-Türkçe sözlüklerinyazarı İngiltereli Redhouse gibi yabancı uyruklu kişiler de üyeliğe seçilmişlerdir.

1858 yılında kaymakamlık ve mülkî işlerde görevlendirilecek memurların yetiştirilmesizorunluluğu ortaya çıkıyor. Bu sebeple Muallim Mektebi (Darülmuallimin) açılıyor. 1851yılında Encümen-i Daniş adı altında bir akademi kurulur. Tam teşekküllü bir orta tahsilinverildiği ilk müessese 1868′de açılan Galatasaray Lisesidir. I. Abdülaziz, 1867′de sergiyiziyaret gayesiyle Fransa’ya gider. Fuat Paşa gibi değerli ve münevver vezirleri bulunan buhükümdar, seyahatten dönüşünde Fransız Liseleri ayarında bir mektebin açılmasına veorada öğrenimin Fransız diliyle yapılmasına izin verir. Bu işte Fransa İmparatorluğununmaddî ve manevî büyük yardımları dokunur. Okulda öğrenim Fransızca olarak ama bazıdersler Türkçe ile gösterilecektir.

1867′de Fransa eğitim bakanı olan Victor Duruy’e Osmanlı împaratorluğunun eğitimkurumlarının sistemleştirilmesi için bir proje hazırlattırılır. Duruy’nin hazırladığı projeyedayanılarak 1869′da Maarif-i Umumîye Nizamnamesi yapılır. Maarifi Nazın Saffet Paşa(1814-1883), bu nizamnameyi o yallarda geçerli olan esaslara ve özellikle Fransa’nın maarifdüzenine uygun olarak tanzim edip yayınlar. Saffet Paşa’nın tanzim ederek neşrettirdiğimaarif nizamnamesi, mektepleri; “köylerde ve mahallelerde sıbyan, beş yüz evli kasabalardarüşdiye, bin evli kasabalarda idadîye ve vilayet merkezlerinde sultanîye olarak tertip ve tasnifetmiş ve bunlardan üstün olmak üzere de bir çok meslek ve ihtisas mektepleriyle birlikteDarülfünun’u göstermişti.” Bu kanun gereğince kurulacak olan üniversitede (Darülfünun) üçfakülte bulunacaktı: Edebiyat, Hukuk ve Fen Fakülteleri. Dersler, Türkçe olarak verilecektir.Ancak yabancı profesörün vermesi gereken derslerde Fransızca kullanılacaktır. Üniversiteninaçılış tarihi olarak 20 Şubat 1870 tarihi tespit edilir. Darülfünun kararlaştırılan tarihte açılır.

Galatasaray Lisesi, darülfünun’un aksine hızla gelişir. Bir kaç yıl içinde hukuk, ekonomi vemühendislik bölümlerinin dahil edilmesiyle adeta bir üniversite halini alır. Hukukun ilk olarak1874′te okutulduğu müessese Galatasaray’dır. Galatasaray Lisesi, eğitim yoluyla Osmanlıideolojisinin uygulanma atanma sürülmesi gayesiyle açılmasına rağmen Darülfünun’unbaşarısızlığı sebebiyle daha da ilerleyerek Batılılaşma hareketlerinin belli bir şekilde ilerisürülmesini sağlar. 1875′te yapılan ilk mezuniyet töreninde, okulun direktörü Sava Efendi,Galatasaray Lisesinin başarıyla gittiğim şu sözleri ile ifade eder: “Bugün iftiharla ilanediyorum ki çoktan beri açılanası özlenen Darülfünun’un iki fakültesi olarak Hukuk ve sivilMühendislik fakülteleri lisemize ilave edilmiş, böylece lisemiz bilfiil bir üniversite seviyesineyükselmiştir.” Galatasaray ile aşağı yukarı aynı tarihlerde Amerika zenginlerinden Mr.Robert’in bağışlarıyla kurulan Robert Koleji ile Fransız Katolik, Avusturya Katolik, İngiliz,Alman, İtalyan okulları gibi yabancı kurumlar Osmanlı maarifinde yer alırlar, îşte bu yabancıokullar, Batı fikirlerinin memleketimize girmesinde ve yayılmasında etkili olmuşlardır.

1870 tarihinde Kız Mekatib-i Sıbyanîye ve Rüştiyesine muallimler yetiştirmek gayesiyleDarulmuallimat kurulur. Mektep, Sıbyan ve Rüştiye olmak üzere ikiye ayrılır. Sıbyan kısmininöğrenim süresi iki, Rüştiyenin üç senedir. 1873′te ilk olarak bir kadın öğretmen tayin olunur.188l’de bir okulun kapanış töreninde bir kadın öğretmen konuşma yapar. 1883′ten itibarende kadın öğretmenler idarî işlerle görevlendirilir.

III. Bölümden Örnekler:

KORLA ELÇİ: Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi (s. 201)

“Pozitivizmin memleketimize girişi doğrudan doğruya felsefi bir kanalla olmayıp edebiyatakımları, o devirdeki okullarımıza konan müsbet dersler, …vs. ile olmuştur denilebilir. Biz bubölümde pozitivizmin ülkemize girişinde oynadıkları önemli rol nedeniyle tercümeler vedemekleri ele almakla yetineceğiz.”

AKGÜN: Materyalizmin Türkiye’ye Girişi (s. 107)

“Materyalizmin Türkiye’ye girişi doğrudan doğruya felsefi yolla olmamıştır. …. eğitimkurumlarında müsbet ilimlerin okutulmaya başlanması, ….. bir çok dergi, gazete vemecmuanın neşredilmesi, vs. gibi hususlar … büyük rol oynamıştır. Bunun için buradamateryalizmin memleketimize girişinde oynadıkları önemli rol sebebiyle bazı yayınlan vekuruluşları ele alarak kısaca faaliyetlerinden bahsedeceğiz.”

KORLAELİ:

a-Tercümeler (s. 201)

… “Konumuzun sınırı olan 1920 yılma kadar … hemen hiç bir pozitivist filozofun eserinin tamolarak doğrudan tercümesine henüz rastlayamadık. yalnız bazı pozitivistlerin bazıkonulardaki görüşleri lisanımıza çevrilmiştir….. bir noktada pozitivizmin edebi akımıdiyebileceğimiz ‘realisme’ ve ‘naturalisnıe’ doktrinlerinin önemli şahsiyetlerinden çok sayıdaçeviri yapılmıştır. Konumuza açıklık getirir düşüncesi ile ilk yapılan çevirilerden itibarenbunların bazısını belirtmeye çalışacağız.”

… “Münif Paşa, Fenelon, Fontenelle ve Voltaire’den yaptığı ‘Muhaverat-ı Hikemiye’ adlı felsefidiyaloglar tercümesi batı felsefesine karşı uyanan ilginin ilk yazılı vesikasıdır, ikinci çeviriyi,Şinasi, Lafontaine, Racine ve Lamartine gibi şairlerden yaptığı tercümeleri küçük bir risalehaline getirip taş basma olarak 1859′da yayınlar. Edebi bir eserin tam olarak ilk tercümesiise Yusuf Kamil Paşa’nın 1862′de Fenelon’dan yaptığı ‘Teleemaque’ tercümesidir.”

. ..”Ziya Paşa ise J.J. Rousseau’nun ‘Emile’ ve İtiraflarını tercüme eder. “

….”1874′de Teodor Kasab, realist Alexandre Dumas Fils’den beş perdelik ‘para Meselesi’ isimlikomediyi çevirir. … 1882′de aynı yazardan Ahmet Mithat ‘Bir Kadın Hikayesi’ ve ‘Antenin’isimli iki eseri çevirir. Bunlardan başka aynı yazarın şu eserlerinde yanlarında belirtilenşahıslar tarafından dilimize aktarılır. Bir Mektup Paketi,(H. Edip, 1884); Sezarin, (Halil Edip,1886); Hermin, (Ahmed ihsan , 1892); Bir Riyazinin Muaşakası, (Sezaizade Ahmet Hikmet,1892); incili Hanım, (Mehmet Tahir, 1882).”

“1891′de Muallim Naci, naturalizmin şefi Emile Zola’dan Trez Raken (Therese Raquain, 1867)isimli romanını dilimize çevirmeye çalışır. Fakat Zola’dan yapılan bu ilk çeviri yarım kalır. ….aynı yazarın şu eserleri de yanlarında belirtilen şahıslar tarafından 1920 yılma kadaredebiyatımıza kazandırılır.Canlı Cenaze (Rüştü, 1891); Nakil (Uşakizade Halil Ziya,1894):Nana (Sahih, 1911); Maktel Aktör (Burhaneddin, 1914); Tuğyan (Sadri, 1919).

“Naturalist Guy de Maupassant, uzun yıllar gazete ve mecmualardan tefrika edilen hikaye veromanlarıyla bizde moda olup en çok okunan Fransız yazarlarından biridir. Bu yazarıneserlerinden ‘Zeytinlik’ Ziyad Zeynel ve ‘Ziynet’ Tevfik Amir tarafından 1890 yılından tercümeedilir.”

….”Pozitivizmin Türkiye’ye girişinde ..tercümelerin oynadığı rol ortaya çıkmıştır,kanaatindeyiz”

AKGÜN:

II. 1.1. Tercümeler (s. 201)

… “Konumuzun son sınırı olan 1920 yılına kadar materyalizmle ilgili bir kaç eserin tercümesiyapılmıştır. Daha önceleri genellikle edebiyat alanından realisme ve naturalisnıe ile ilgilieserlerin tercümeleri yapılmıştır. Konumuza açıklık getirir düşüncesiyle ilk yapılantercümelerden itibaren bunların bazısını belirtmeye çalışacağız.”

“Bilinen ilk tercüme eser, 1859′dan Münif Efendi tarafından Voltaire, Fenelon, veFontenelle’nin eserlerinden parçalar seçilerek Muhaverat-ı Hikemiye ismiyle tercüme edileneserdir.”

“Şinasi, La Fontaine Racine ve Lamartine gibi şairlerden aldığı şiirleri küçük bir risale halinegetirip …. taş basma olarak 1859′dan….. bastırır. Fontenelle’den yapılan diğer bir tercümeTelemaque’dir. Bu eserin tercümesini Yusuf Kamil Paşa … 1862′de yayınlar.”

Realist Alexandre Dumas Fils’den 1874′te Teodor Kasab, Para Meselesi’ni tercüme eder. Aynıyazardan 1882′de Ahmet Mithat, Bir Kadın Hikayesi’ni tercüme eder. Bunlardan başka aynıyazarın şu eserleri de dilimize tercüme edilmiştir: Antenin, 1882′de Ahmet Mithat; İnciliHanım, 1882′de Mehmet Tahir, Bir Mektup paketi, 1884′te H. Edib; Sezarin, 1886′dan HalilEdib; Hermin, 1892′de Ahmet îhsan. Bir Riyazinin Muaşakası, 1892′de Sezaizade AhmetHikmet.”

…”1891 yılında naturalist Emile Zola’dan Muallim Naci tarafından Tezeraken tercüme edilir.Emile Zola’dan tercüme edilerek neşredilen ilk eser bu küçük kitaptır. Ama bu kitabıntercümesi yarım kalır. Yazarın bundan başka eserleri de tercüme edilmiştir. Ancak bizkonumuzun son sinin olan 1920 yılından önceki tercümeleri göz önünde bulunduruyoruz. Busebeple Emile Zola’nın 1920 yılından önce dilimize kazandırılan eserlerinin isimlerimmütercimleri ile birlikte vermekle yetineceğiz. Bu eserler: Canlı Cenaze, 1891′de Rüşdü; Nakil,1896′da Uşakîzade Halid Ziya, Nana, 1911′de; Tuğyan, 1919′da Sadri; Maktel, 1914′te AktörBurhaneddin imzalarıyla tercüme edilen eserlerdir.”

“Realist ve naturalist Fransız yazan Guy Le Maupassant, memleketimizde en çok tanınan veokunan yazarlardan biridir. Uzun yıllar gazetelerde ve mecmualarda romanları tefrika,hikayeleri iktibas edilen Maupassant, bizde moda haline gelir. Eserlerinden: Zeytinlik,1892′de Ziyad Zeynel; Ziynet 1893′te Tevfik Amir imzalarıyla tercüme edilir.”

…”Materyalizmin Türkiye’ye girmesinde ve yayılmasında tercümenin rolü oldukça büyüktür.”

SONUÇ:

Buraya kadar verilen örneklerin, okuyucu açısından intihalin,“telepati” (!?) veya başka bir şeyle tevil götürmeyecek şekilde,tespiti noktasında yeterli olacağını düşünüyorum… Ancak, merakedenler için şu kadarını da söyleyeyim ki KORLAELÇİ‘nin III. ve IV.Bölümlerindeki “dernekler” bahsi, “kuruluşlarımız” bahsi vepozitivizmin etkisinde kalan ilk fikir adamı “beşir fuad” bahsi deintihalci AKGÜN‘ün “tez”ine III. ve IV. bölümlerde ufak-tefekdeğişikliklerle aynen aktarılmıştır. Bu kısımlarla ilgili metinleriburaya almayışımın sebebi, bu yazının bir makale boyutunu hayliaşmış olmasıdır. Hem işaret ettiğim bu kısımların ve aynı olandipnotlarının hem de metinlerini aktardığım kısımların dipnotlarınınayniliğini görmek isteyen okuyucular adı geçen kitaplara müracaatetmelidirler…

Yazıyı bitirmeden önce, okuyucudan gelebilecek “Acaba intihalcinin‘tez’inde orijinal sayılabilecek hiçbir şey yok mudur?” sualine, cevap vermeyientelektüel sorumluluğun bir gereği olarak görmekteyim… Şüphesiz busuali cevaplandırmak esasta “tez”i orijinal bularak intihalciye“Doktor” unvanı verdirten “Doktora Jürisi”nin vazifesidir… Belki deaynı vazife intihalci şahısa “Doçent” ve “Profesör” unvanınıbahşedenlere de düşmektedir… Söz konusu vazifenin ne kadar etikyapıldığıyla alakalı değerlendirmeyi okuyucuya havale ederek;AKGÜN‘ün “tez”inin Baha Tevfik‘le ilgili IV. 2.1.2. “Fikrî Cephesi”başlığı altında nakledilen kısmının 247. sayfasının son satırının ve248. sayfasının ilk paragrafını aynen iktibasla cevaba geçmekisterim… İnanıyorum ki cevabım, intihalcinin felsefî nosyonuhakkında da okuyucuyu yeterince aydınlatacaktır…

İKTİBAS:

“Madde hakkındaki meselelerin başlıcaları şunlardır: l Maddenin menşei nedir? Eskifelsefeciler, maddenin ezeli olduğuna inanırlar. Bu inanç, o felsefecilerden birçoğunutanrılara ve vahdet-i vücuda inanca sevk etmiştir. Senaiyye (Medhiye) Taraftarları,maddenin karışık olduğuna inanırlar.”

İktibas ettiğim bu kısımları, acemi intihalci Baha Tevfik‘in aslıOsmanlıca olan “Muhtasar Felsefe” adlı eserinden nakletmektedir.Meslekten felsefecilerin ve hatta felsefe öğrencilerinin kolaylıklaanlayabileceği gibi, nakledilen bu bahis “varlık felsefesi” ile yanibir manada “ontoloji” ile alakalıdır. Kastedilen şey de varlığınmonist ya da panteist bir yaklaşımla izahı yahut da düalist biryaklaşımla izahıdır. İntihalde acemi olan AKGÜN hem Osmanlıca

bilmediğinden hem de sözde felsefî formasyonuna rağmen, felsefenintemel bir disiplini olan “varlık felsefesi”nden bihaber olduğundanOsmanlıca metni öyle bir biçimde naklediyor ki felsefî literatüreyepyeni bir akım, yepyeni bir doktrin, dolayısıyla da orijinal miorijinal bir ekol adı kazandırıyor: “Senaiyye”, “Medhiye Taraftarları”…

Osmanlıcadaki “ikicilik” (düalizm) manasına gelen “saneviyye” ilemethetmek “medhiyye” manasına gelen “senaiyye” arasındaki farkı farkedemeyen birinin “tez”inde Arapça kaynakları dipnot göstermesi dahada garip değil midir??? Hakkında fikir yürüttüğü şahıslarıneserlerinin hemen hemen hepsinin Osmanlıca olduğu dikkate alınırsa,“tez” sahibinin ulaştığı sonuçların orijinalitesi hususunda daha nedenilebilir ki biz de bir şey diyelim (!?) Teeddüp ederim !?

 Son sözü “tez” sahibinin kitabında adını bir kaç kez zikrettiği ZiyaPaşa‘ya bırakıyorum:

En ummadığın keşfeder esrar-ı derunun / Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın?

Hadi bir de Yunus konuşsun:

Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme / Seni sigaya çeken bir Molla Kasım gelir.

Neşet TOKU

“MATERYALİZMİN TÜRKİYE’YE GİRİŞİ” ADLI ARAŞTIRMAMLA İLGİLİ TENKİTLERHAKKINDA

Prof. Dr. Mehmet AKGÜN

SEVGİLİ DOSTLARIMIN DİKKATLERİNE

“Tez konusunun” “Tez Danışmanı” tarafından seçildiği veya öğrenci,uygun bir konu teklifi ile geldiği takdirde kabul edildiği bilinenbir husustur. Bu sebeple hem Murtaza Bey’in ve hem de benim “tezkonum”, danışmanımız olan, Prof. Dr. M. Necati ÖNER tarafındanseçilmiştir. Murtaza Bey’in konusu, hocamız tarafından daha öncetespit edilerek verildiğinden, onun araştırması daha önce başlamışve haliyle de daha önce tamamlanmıştır. Danışmanımız tarafından,ona, “Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Etkileri” araştırmakonusu olarak verilirken, bana da “Materyalizmin Türkiye’ye Girişive İlk Etkileri” bir araştırma konuşu olarak verilmiştir.Araştırmamıza başlamadan önce, her ikimize, araştırmamızı ne şekildeyapacağımız ve hangi konular üzerinde duracağımız bir plan dâhilinde

verilmiştir. Bizlere verilen plan gereğince, birinci bölümde birfelsefe anlayışı olarak pozitivizmin tanıtılması ondan istenirken,materyalizmin tanıtılması da benden istenmiştir.

Konumuzun esasını oluşturmayan ama araştırma konumuza açıklıkgetirmesi bakımından genel bilgilerin verilmesinin hedeflendiğiikinci bölümde üzerinde durduğumuz dönemdeki (Tanzimat’tanCumhuriyet dönemine kadar) Türk Fikir Dünyası’nı; a) 0smanhlardailim anlayışı, b) 0smanhlarda eğitim anlayışı, c) Batıyla ilkilişkiler, d) Eğitimdeki bazı yenilik hareketleri (Pozitivizminyapısı gereği Murtaza Bey’den bu alt başlıklara ilave olarak hukukanlayışı üzerinde durulması istenmiştir.) alt başlıklar altındaişlememiz istenmiştir.

Dikkat edilecek olursa, her ikimizin de, bu bölümde ilkkullandığımız kaynak eser, tez hocamızın “Tanzimat’tan Sonra İlim veMantık Anlayışı” isimli eseri ile bu eserde kaynak olarak kullanılanİmam-ı Gazali’nin “İhyau’1-Ulumi’d-Din” isimli eseridir.Danışmanımızın eseri ile onun eserinde kaynak olarak gösterdiğieserler varken hem Murtaza Bey benim, hem de ben Murtaza Bey’ineserini dip not olarak veremezdik. Zaten yapılması gereken de budursanırım. Aynı şekilde, ana başlığı ve biri hariç diğer altbaşlıkları aynı olan araştırma konusuna açıklık getirmesi hedeflenengenel bilgilerin verildiği bir bölümde, bizim çalışmalarımızdan öncebu konularla ilgili bilgileri ihtiva eden araştırmalar yapılmışken,ne Murtaza Bey benim ve ne de ben Murtaza Bey’in çalışmasını dip notolarak gösterebilirdik. Öyle ki, bu araştırmaların her biri, okonularla ilgili olarak yapılmış ve uzun zaman gerektiren ciddi vederin araştırmaların mahsulüdürler. Mesela bu konularda araştırmayapan ve eserleri kaynak olarak kullanılan araştırmacılar şunlardır:Dr. Cahit Baltacı (1976), Niyazi Berkes (1973), Prof. Dr. M. KayaBilgegil (1972), Doç. Dr. Kamuran Birand (1955), 0sman Ergin (1977),İmam-ı Gazali (1346), Hasan Ali Koçer (1974), Nafi Atuf (1930), Dr.Necati Öner (1967), Prof. Ahmet Hamdi Tanpınar (1976), Ord. Prof.Hilmi Ziya Ülken (1966,1967) İbn-i Haldun (1970), Ahmet Cevdet(1229), Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı (1965,1968) ve Dr.İbrahim Temo (1939).

Murtaza Bey’in araştırmasından orijinal bulduğum ve aldığım yerleridip not olarak araştırmamın ikinci bölümünde, yani söz konusubölümde s. 92′de vermişim. Bu bölümdeki bilgilerin hemen hemen aynı

olduğundan bahsediliyor. Yukarıda da ifade edildiği gibi, genelbilgilerin verilmesinin amaçlandığı bu bölümde, her ikimizinaraştırmasından önce, bahsedilen konularla ilgili orijinalaraştırmaların yapılması ve yapılan araştırmalarda bilgi birliğininsağlanmış olması, üç aşağı beş yukarı aynı kaynakların tercih edilipkullanılmasına vesile olmuştur. Bizim orijinal olmayan bu bölümdeverdiğimiz bilgiler, o kaynaklardan farklı olmuş olsaydı, birçelişki ortaya çıkmaz mıydı? Mesela Türk-İslam dünyası tarafındanfikir ve görüşleri en çok tanınan İbn-i Haldun’un, Farabi’nin,Havarezmi’nin, İbn-i Sina’nın, Taşköprülüzade’nin, Ahmed CevdetPaşa’nın vs.nin ilim anlayışları, bu konuyla ilgili olarak yazılanbütün eserlerde aynıdır. Bu şahıslar üzerinde detaylı araştırmayapmadığımız için, bizim bu kaynaklardan farklı bilgiler vermemizsanırım doğru olmazdı.

Osmanlılardaki bir eğitim kurumu ile o kurumda verilen derslerleilgili bilgiler verilirken de (kurumun yapılışı, o kurumda dersveren hocaların unvanları, hangi seviyede kimlere hangi derslerinverildiği vs. gibi konularda verilen bilgiler), bu konulardaorijinal ilmi çalışmalar yapan araştırmacıların verdiği bilgilerlebizim orijinal olmayıp ama sadece genel bilgiler vermek amacıylayazdıklarımız arasında bir uyum birliğinin olmaması doğru olurmuydu? Bir bölümün tamamen nakledildiği ve o eserden hiç sözedilmediği doğru değildir. Araştırmamızda birinci derecedenfaydalanılan kaynaklar, hemen hemen her sahifede dip not olarakgösterilmiştir. Aynı şekilde Murtaza Bey’in eseri de eserin 92.sahifesinde orijinal bulunan yönüyle kaynak olarak verildiği gibi,bibliyografya kısmında da verilmiştir. Ayrıca araştırmamızın ikincibölümünde biri hariç aynı konular üzerinde durmamızdan MurtazaBey’in haberi vardır ve kendisi bana bu hususla ilgili olarak aynen“Hocamız nasıl uygun gördüyse, o doğrudur ve onun dediğini veistediğini biz yapmak zorundayız” demiştir. Bu sebepler dolayısıyladanışmanımız tarafından hangi plan dâhilinde araştırmamızınyapılması istenmişse, biz, bu istekler doğrultusunda hareket ettik.

Araştırmamızın 3. bölümünün yayınlar kısmının alt başlığı olantercümelerde de aynı şekilde bizden daha önce yazılmış olan eserlerkaynak olarak gösterilmiştir. Doğrudan kendi araştırma konumuzuilgilendiren tercümeler verilirken, bizzat gördüğümüz tercümeeserlerin kendileri bibliyografik bilgilerle verilmiştir.

Araştırmanın “önsöz” kısmında kullandığım teşekkür cümlesindekisözleri, hatırladığım kadarıyla ben Lise yıllarımdan berikullanıyorum ki, bu cümle ne bana ve ne de bir başkasına aittir.Türk toplumunun hemen hemen her ferdine mal olmuş olan bu söz, benimtarafımdan kullanılabileceği gibi, bir başkası tarafından darahatlıkla kullanılabilir. Bundan tabii ne olabilir ki.

Araştırmamızın ikinci bölümünde, İmam-ı Gazzali’nin Arapça’dayazılmış eserinden dipnot olarak verdiğim bilgiye gelince, doktorajürimde görevlendirilen ve şu anda profesör olan meslektaşım Prof.Dr. Abdulkuddüs BİNGÖL’e tercüme yaptırttım. Bunun yadırganacak biryönü olduğunu sanmıyorum. Nitekim eserimin önsöz kısmında bu çeşityardımları olan mesai arkadaşlarıma isim vermeden teşekkürlerimisundum. Sonra bu çeşit yardımları bir ben değil, herkes alıyor.Ayrıca ne yayınlanan bu eserimin bir yerinde, ne yayınlanan diğeryazılarımda ve ne de bugüne kadar müracaatta bulunduğum birçoküniversite kurumlarına özgeçmiş olarak verdiğim belgelerde Arapçabildiğime dair bir beyanım ve ifadem bulunmamaktadır.

Araştırmamla ilgili olarak incelediğim 500 civarındaki eser odönemin gereği Osmanlıca’da yazılmıştır. Bahsettiğinize benzerkelime hatası değil kelime hataları Osmanlıca bilmediğimizden değil,basım hataları dolayısıyla meydana gelmiştir. Sizin tespitinizebenzer birçok hatayı ben kendim tespit ettim ve dostlarımadağıttığım kitaplarda onları düzelttim. Başka basım hataları yokmudur? Elbette vardır. Biz eser basıma girdikten sonra eseri, ancakçok acele olmak şartıyla bir defa gözden geçirebildik. Şayet eserinbasımı tekrarlanacak olursa, kendim ve dostlarım tarafından tesbitedilen hataları düzeltme imkanımız olacaktır. Baha Tevfik’e aitiktibas ettiğiniz kısmı biz de ontolojik görüş altında vermişiz. Buhusus herhalde gözünüzden kaçmış. Benim felsefe bilip bilmediğimekarar verecek mercilerin gerekli kararları vermiş olduklarınızannediyorum. Bu hususu bugüne kadar bizleri imtihana tabi’ tutanlarbilebileceği gibi, bizden bizzat ders alanlar daha iyi bilebilirler.Hiç bir zaman sahama ait her türlü bilgiyi bilebileceğim iddiasındabugüne kadar bulunmadığım gibi, bundan sonra da bulunamam. Ben kendisahamla ilgili olarak, ancak bana nasip edilen kadar veya gücümünyettiği kadar bilebilirim. Çünkü ben insanların bilgiyi bilebilmegüçlerinin sınırlı olduğuna inanan birisiyim.

Materyalizm ve pozitivizm, birer felsefe anlayışı olarak bazıhususlarda müştereklik arz etmelerine rağmen, genellikle felsefede,iki ayrı anlayış olarak değerlendirilirler. Bu sebeple bir doktoradanışmanının, bir öğrencisine, Materyalizmin Türkiye’dekiEtkilerini, bir öğrencisine de Pozitivizmin Türkiye’deki Etkilerinibirer araştırma konuşu olarak vermesinden daha tabii ne olabilir ki.

Hem benim ve hem de Murtaza Bey’in araştırmalarımızı, başta hocamızolmak üzere görüp inceleyen, aşağı yukarı birçoğu her ikimizinjürilerinde görev alan, birçok üniversite kurumlarınamüracaatlarımızda raportörümüz olan, ayrıca üzerinde durduğumuzdönemle ilgili araştırmalar yapan birçok değerli ilim adamıbulunmaktadır ki, bu ilim adamları bizim araştırmalarımızı bizzatgörmüşler, incelemişler ve rapor vermişlerdir. Bu söz konusu ilimadamlarının yapıcı tenkitlerinin dışında hiç bir tenkitleri olmadığıgibi, hiç birinin sizin bahsettiğinize benzer suçlamaları daolmamıştır. Zaten herhangi bir yanlışlığımız olmuş olsaydı herkestenönce bu hatanın düzeltilmesini saygıdeğer Danışman Hocamız, Prof.Dr. M. Necati ÖNER isterlerdi…

Çalışmama akademik sınavlarımda onay veren, yukarıda sözünü ettiğimbazı ilim adamları şunlardır:

Prof. Dr. M. Necati ÖNER

Prof. Dr. S. Hayri BOLAY

Prof. Dr. Kenan GÜRSOY

Prof. Dr. Abdulkuddüs BİNGÖL

Prof. Dr. Muhittin AŞKIN

Prof. Dr. M. Naci BOLAY

Prof. Dr. Mahmut KAYA

Prof. Dr. Teoman DURALİ

Prof. Dr. İsmail YAKIT

Prof. Dr. Yalçın KOÇ

Pamukkale Üniversitesi’nin hocalarına idareciler de dahil olmaküzere meseleyi bizzat kendim ilettim. Herkes doktora hocasınınverdiği planın tatbik edilmesinin yadırganacak bir yönünün

bulunmadığı hususunda hemfikirler. Biraz da kendi şahsımdanbahsetmek istiyorum. Ben, Allah’a, Onun peygamberlerine ve onlaragönderdiği kitaplara inanan, inançlı bir insanım. Ben kendimi bildimbileli, bu inancımdan bugüne kadar hiç taviz vermedim, bundan sonrada vermeyi Allah bana nasip etmesin. Hayatım boyunca bir tekprensibi kendim için ideal olarak kabul ettim ve bu prensipdoğrultusunda hareket ettim ki, bu prensip, kendimi, kendi nefsimive benlik şuurumu yenip aşmayı ve Allah yolunda yaşamayı bir görevolarak kabul etmemdir. Bu itibarla başkalarının aleyhinde düşünmeyi,hareket etmeyi, bulunmayı hep kendi nefsimin esiri olmam olarakgördüm ve bu sebeple Allah’tan aklım ve irademle nefsimi kontrolalına almayı diledim. Bu hususta Allah’ın yardımıyla birazcık daolsa başarılı olduğumu zannediyorum. Bu durumumu beni tanıyanlarbilir. Onlardan sorup öğrenebilirsiniz. Bahsetmeye çalıştığım buanlayışım dolayısıyla, bugüne kadar başkalarının aleyhine olabileceksöz söylememeye ve harekette bulunmamaya hep gayret ettim. Nefsimeuyarak, hiddetlenip fevri hareket ederek, başkalarına zararverebilecek her türlü düşünceden ve hareketten mümkün olduğu kadarkaçınmaya çalıştım. Bu sebeple nefsimden ve nefsimin kötüarzularından, mümkün olduğu kadar kendimi koruduğum kanısındayım,işte bu idealim ve düşüncem, bana bugüne kadar kim olursa olsunherkese yardım ettirtmiştir. Bu durumumdan da hiç şikâyetim yok,çünkü böyle olmamdan ifade edilemeyecek derecede zevk duyuyorum.Yardım elimi uzattığım herkesten, hep saygı ve itibar gördüğümüonların hem tavır ve hareketlerinden hem de yüzleriningülümsemesinden anlıyorum. Yukarıda da ifade etmeye çalıştığım gibi,ben Allah’a, peygamberlerine ve onlara gönderilen kitaplara inanan,bunlara sevip bağlanan, ayrıca vatanını, milletini, bayrağını,insanını da sevip onlara candan bağlanan, Müslüman Türk milletininbir ferdiyim. Dini inançlarımdan nasıl taviz vermiyorsam, aynenbunun gibi, milliyetimden de taviz veremem. Bu inançlarım vedüşüncelerimden dolayı doçentliğim geciktirildi ama bütün bunlararağmen şikâyetçi değilim. Çünkü en azından benimle aynı duygu vedüşünceleri paylaşmayanlar tarafından doçentliğim verilmedi.Eserlerimden oy birliği ile geçmeme rağmen sözlüden oy çokluğu ilebırakıldım. Ama Allah’ın yardımıyla doçentliğim gecikmeli de olsa,bir yıl sonra, objektif ölçüler içerisinde hareket eden ilimadamları tarafından bana verildi. Bütün bunlara rağmen, ismiminbaşına konulan veya konulacak olan, Doktor, Doçent veya Profesörgibi unvanlara pek itibar etmediğimi de belirtmek isterim. Çünkü

bana göre bir insan için asıl kalıcı isim, Allah rızasını kazanarakelde edilen isimdir. Bunun dışında elde edilecek isimler, unvanlar,makamlar vs. ise bu dünyayı ilgilendiren ve insanın nefsini körleyipoyalayan isimler, unvanlar, makamlar vs’dir.

Ben bugüne kadar ahlakımla yaşadım, budan sonra da böyle yaşamayadevam edeceğim. Bu hususta Peygamber Efendimizin, “Ben güzel ahlakıtamamlamak üzere gönderildim” şeklinde vecizeleşen sözünü kendimebir rehber olarak seçtim. Bu sebeple ben; iyiliği, doğruluğu, hoşgörüyü, alçak gönüllülüğü, sabrı, nefsine hâkim olmayı, haramdankaçıp helal iş yapmayı, vefalılığı, merhametliliği, şefkatliliği,haya sahibi olup sır saklamayı, gıybet etmemeyi, iftirada bulunmamayı,kıskanmamayı, fedakarlık etmeyi, bu dünya menfaati için değiltamamıyla ilahi bir sevgiye dayanan bir dostluk anlayışıyla birdostluk kurmayı, kötülük yapana karşı iyilikle muamele etmeyi (ÇünküPeygamber Efendimizin, “Size kötülük edene siz iyilikle muameleediniz…” sözü gereğince), bir hayat felsefesi olarak benimseyen vebu prensipler çerçevesinde hareket ederek yaşamayı kendisi açısındanbir görev kabul eden ve sorumluluk duygusu taşıyan bir insanım.Birisiyle ilgili bir fikir yürütüp karar verirken de bu ölçülerçerçevesinde davranıp hareket etmek gerektiğine inanıyorum. Buhususta da örnek alabileceğim ilk kişi, yukarıda da ifade etmeyeçalıştığım gibi, Peygamber Efendimiz’dir. Bundan başka da rehberegerek yok sanırım.

Prof. Dr. Mehmet AKGÜN

Pamukkale Üni. Fen-Ed. F. Felsefe Bölüm Başkanı