KALKINMA: BİR TERİM NEYİ ANLATIR?

49
KALKINMA: BİR TERİM NEYİ ANLATIR? Hakan Mıhçı * 1) GİRİŞ En genel anlamda kalkınma, birçok ülkenin ulaşmak istediği temel “amaç” ve aynı zamanda iktisadi ve iktisadi olmayan bir dizi değişkende köklü değişikliklere yol açan bir “süreç” olarak görülebilir. Ulaşılmak istenen amaçlar ve aşılması gereken süreçler çerçevesinde kalkınmanın ne anlama geldiği anlaşılmadıkça, hangi ülkenin kalkınmakta, kalkınmış veya kalkınmamış olduğunun belirlenmesi güçleşmektedir. Bu nedenle, kalkınma teriminin kapsamlı bir biçimde incelenmesi ve kalkınma olgusunun temel bir bakış açısıyla değerlendirilmesi zorunludur. Öte yandan kalkınma olgusuna getirilen yaklaşımlar, ülkelerin iktisadi ve toplumsal gelişim süreçlerinin incelenmesinden elde edilen bulgular ve bu bulguların bütünsel bir çerçevede değerlendirilmesi sonucunda zaman içinde sürekli değişikliğe uğramıştır. Bu durum kalkınmanın nasıl tanımlanması ve ne şekilde ölçülmesi gerektiği konularında uzlaşmaya varmayı güçleştirmektedir. Bu güçlüğü ortadan kaldırabilmek ve kalkınma olgusuna temel bir perspektiften bakabilmek amacıyla tasarlanan bu çalışma, kalkınmanın tanımı ve ölçülmesinde tarihsel zaman * H.Ü., İ.İ.B.F., İktisat Bölümü Araştırma Görevlisi 1

Transcript of KALKINMA: BİR TERİM NEYİ ANLATIR?

KALKINMA: BİR TERİM NEYİ ANLATIR?

Hakan Mıhçı*

1) GİRİŞ

En genel anlamda kalkınma, birçok ülkenin ulaşmak

istediği temel “amaç” ve aynı zamanda iktisadi ve iktisadi

olmayan bir dizi değişkende köklü değişikliklere yol açan bir

“süreç” olarak görülebilir. Ulaşılmak istenen amaçlar ve

aşılması gereken süreçler çerçevesinde kalkınmanın ne anlama

geldiği anlaşılmadıkça, hangi ülkenin kalkınmakta, kalkınmış

veya kalkınmamış olduğunun belirlenmesi güçleşmektedir. Bu

nedenle, kalkınma teriminin kapsamlı bir biçimde incelenmesi

ve kalkınma olgusunun temel bir bakış açısıyla

değerlendirilmesi zorunludur.

Öte yandan kalkınma olgusuna getirilen yaklaşımlar,

ülkelerin iktisadi ve toplumsal gelişim süreçlerinin

incelenmesinden elde edilen bulgular ve bu bulguların

bütünsel bir çerçevede değerlendirilmesi sonucunda zaman

içinde sürekli değişikliğe uğramıştır. Bu durum kalkınmanın

nasıl tanımlanması ve ne şekilde ölçülmesi gerektiği

konularında uzlaşmaya varmayı güçleştirmektedir.

Bu güçlüğü ortadan kaldırabilmek ve kalkınma olgusuna

temel bir perspektiften bakabilmek amacıyla tasarlanan bu

çalışma, kalkınmanın tanımı ve ölçülmesinde tarihsel zaman* H.Ü., İ.İ.B.F., İktisat Bölümü Araştırma Görevlisi

1

içinde ortaya çıkan değişiklikleri saptamak üzerinde

yoğunlaşmaktadır.

2) BATILILAŞMA, SANAYİLEŞME VE MODERNLEŞME ANLAMINDA

KALKINMA

Kalkınma teriminin yaygın olarak kullanılmaya başlandığı

dönem İkinci Dünya Savaşı sonrasına rastlar. Ancak daha önce

de iktisat bilimi bu konuyla ilgilenmiş ve kalkınma yerine

daha çok “ilerleme” terimi kullanılmıştır. Gerek Adam Smith

(1961:91)’in “maddi ilerleme”, gerekse John Stuart Mill

(1968:189)’in “ekonomik ilerleme” terimleriyle

kavramsallaştırmaya ve betimlemeye çalıştıkları süreç

kalkınma ile özdeşleştirilebilir.1

Kalkınma teriminin iktisat yazınındaki kullanımının

yaklaşık yarım yüzyıllık bir geçmişi olmasına rağmen, bu

terimle anlatılmak istenen sürecin yüzyıllara yayılan bir

geçmişi bulunmaktadır. Kabaca kapitalist gelişme ile

özdeşleştirilebilecek bu tarihsel süreç içerisinde sanayi

devrimi ve bu devrimin yarattığı baş döndürücü değişiklikler

önemli bir yere sahiptir. Onsekizinci yüzyılda İngiltere’de

başlayan ve daha sonra Kıta Avrupası ülkeleri ve bu arada

Amerika Birleşik Devletleri’ne yayılan sanayileşme sürecinin

getirdiği yenilikler ve değişiklikler, “ilerleme” kavramı

çerçevesinde değerlendirilmiş ve Batı her türden gelişme ve1 Kalkınma teriminin yabancı dillerde ve Türkçedeki semantik içeriğininayrıntıları için Başkaya (1994:23-30) ve Arndt (1981:457-466)’abakılabilir.

2

modernliğin merkezi haline gelmiştir. W.W. Rostow (1975)

“Herşey Nasıl Başladı” (How It All Begun) adlı kitabında

modern kapitalist ekonominin kökenlerinin Batı Avrupa’da

aranması gerektiğini belirtirken, başka bir çalışmasında da

sanayileşmenin zaman içerisinde “modernliğin simgesi” haline

geldiğini vurgulamaktadır (Rostow, 1971:54).

Bu süreçte, Batı dışında kalan ulus ve cemaatler için

“Batılılaşma”, “sanayileşme” ve hatta “modernleşme”, Batı

uygarlığının yarattığı maddi ilerlemeye ulaşmanın farklı

isimler altındaki temel aracı haline gelmiştir (Arndt 1987).

Böylece batılılaşma, sanayileşme ve modernleşme, iktisadi ve

toplumsal yaşamda tüm dünyaya egemenliğini kabul ettiren bir

paradigmaya dönüşmüş; “ilerleme/kalkınma” kavramlarıyla özdeş

olarak kullanmıştır. Bunun sonucunda, ülkelerin

ilerlemesinin/kalkınmasının düzeyi, batılılaşma, sanayileşme

ve modernleşmeyi ne ölçüde gerçekleştirebildikleriyle

belirlenmeye başlamıştır.

Kalkınmanın batılılaşma ve modernleşmeyle özdeş olarak

algılanması, Batı dışındaki toplumların zaman içinde

oluşturdukları kendi kültürel ve etik değerlerine

yabancılaşmalarını da beraberinde getirmiştir. Soruna bu

açıdan bakıldığında, Başkaya (1994:22)’nın tespitlerine

katılmamak elde değildir:

“Kalkınma kavramı, diğerlerinin de Batının bugünküdurumuna gelmeleri gerektiği, bunun mümkün ve gerekliolduğu, bu amaca ulaşmak için, toplumların tarihsel

3

geçmişlerinin ürünü olan, kültürel, ideolojik, etikv.b. kalıntılardan uzaklaşmaları gerektiği, kendigeçmişlerinden miras kalanla hesaplaşmaları gerektiği,düşüncesini içeriyor.”Geçmişle hesaplaşmanın zorunluluğunu Keyder (1993:14)’de

vurguluyor:

“Modernleştirmeyi daha aktif olarak üstlenenulusal kalkınmacı devlet elitleri açısından, modernliktoplumun belli ilkeler etrafında örgütlenmesi anlamınageliyordu. Bunun için de “modern” olarak kabuledilmeyen ilişkiler, bağlantılar, kimliklerreddedilmeliydi.”

Bu tür bir hesaplaşmanın yaratabileceği toplumsal ve

kültürel sorunlar bir yana, Batı dışındaki toplumlar için

Batılılaşmanın “sonuçlarına” ulaşmak tarihsel olarak

olanaksız gözükmektedir. Bu olanaksızlığın nedenini Kılıçbay

(1994:85) şu şekilde ortaya koymaktadır:

“Böylece bu haliyle Batılılaşma (veya çağdaşlaşma,modernleşme) bana sahte bir sorunmuş gibi gözükmektedir,çünkü yaşanmış bir tarihin sonuçlarına ulaşılmak istenirken,bu tarihin (Batı’yı oluşturan tarih) başlıca yaratılarındanbiri olan bireyi üretmeyi başaramamış olan Doğu

toplumları, gene de batılılaşma programınınişleyebileceğini sanmaktadırlar. Tarih iki kere aynı biçimde

yaşanmaz, yoksa tarih olmazdı.”

Bütün bu eleştirilere rağmen, kalkınmanın batılılaşma,

sanayileşme ve modernleşme ile özdeşleştirilmesi, kalkınma

olgusu çerçevesinde yapılan tartışmaları derinden etkilemiş

4

ve teorik çalışmaların önemli bir kısmının arka planını

oluşturmuştur.

3) İKTİSADİ BÜYÜME ANLAMINDA KALKINMA

Kalkınma ve azgelişmiş ülkeler (AGÜ) ile ilgili

sorunların ulusal ve uluslararası düzeydeki temel ilgi odağı

haline gelmesi İkinci Dünya Savaşı sonrasına rastlar. Bu

duruma yol açan temel nedenler iki savaş arasında ve İkinci

Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan bir dizi gelişmeye

bağlanabilir.

İki savaş arasındaki dönemde ulusal bağımsızlık

hareketlerinin etkisiyle hızlı bir dekolonizasyon sürecine

girilmiştir. Bu süreçte imparatorluklar parçalanmış; koloni

veya sömürge konumundaki birçok ülke bağımsızlığına

kavuşmuştur. Bağımsızlığını yeni kazanan ülkelerin temel

amacı politik bağımsızlığı iktisadi alana yaymak olmuştur.2

Ayrıca bağımsızlığını yeni kazanan ülkelerin diğer

ülkelerle birlikte Birleşmiş Milletler çatısı altında bir

araya gelmeleri ve gelişen kitle iletişim araçlarının

yardımıyla halkların da birbirlerini daha yakından tanıma

olanağına kavuşması, değişik gelişmişlik düzeyindeki

ülkelerin birbirlerinden haberdar olmalarına ve2 Kolonizasyon dönemindeki uluslararası serbest ticaret uygulamalarının,koloni veya sömürge konumundaki ülkelerin geri kalmışlığına yol açan temelneden olarak görülmesi (birincil mal üreticisi olarak uzmanlaşmanıngetirdiği eşitsiz değişim ilişkileri), iktisadi bağımsızlığa ulaşmak içinmüdahaleci ve ulusalcı iktisat politikaları izlemenin zorunluluğunutepkisel olarak gündeme getirmiştir (Little 1982).

5

farklılıkların bilincine varmalarına yol açmıştır. Hem

gelişmekte olan ülkeler (GOÜ), gelişmiş ülkeler (GÜ) in

maddi refah düzeyini daha yakından gözlemleyip, kendi

gelişmişlik düzeylerinin bir yazgı olmadığını, yoksulluk ve

sefaletten kurtulmanın olanaklı olduğunu düşünmüşler; hem de

GÜ, GOÜ'in sorunlarıyla daha yakından ilgilenmenin zorunlu

olduğunu anlamaya başlamışlardır.

Öte yandan, Sovyetler Birliği'nin İkinci Dünya Savaşı

sonrasında da varlığını sürdürmesi ve savaş sonrasında ortaya

çıkan yeni sosyalist ülkelerle birlikte sosyalist sistemin

etki alanını genişletmesi, Batı'da sosyalizmin GOÜ'e

yayılabileceği korkusunu yaratmış ve Soğuk Savaş'ın temelini

hazırlamıştır.3 Soğuk Savaşın bir uzantısı olarak yaşanan

bloklaşma sürecinde ise, alternatif politik sistemler

arasında sıkışan ve Üçüncü Dünya ülkeleri olarak

adlandırılmaya başlanan azgelişmiş ve GOÜ'in sorunları ön

plana çıkmıştır. Bu süreçte bloklar arası rekabet ve taraftar

çekme yarışı hız kazanmış, her iki bloğun düşünürleri Üçüncü

Dünya ülkelerinin karşı karşıya olduğu sorunlara çözüm

üretmeye başlamışlardır.

Kalkınma olgusu üzerine görüş bildiren “batılı”

düşünürler çoğunlukla Birleşmiş Milletler ve diğer

uluslararası kuruluşlar etrafında toplanmışlardır.

3 Bu arada Sovyetler Birliği’nin devlet güdümündeki merkezi planlamaaracılığıyla sanayileşmesini hızla geliştirmesi, hem GOÜ’in sosyalistkalkınma biçiminden etkilenmelerine, hem de kalkınma sürecinde planlamanınönemli bir yere sahip olduğu düşüncesinin oluşmasına yol açmıştır.

6

Uluslararası örgütlerde uzman olarak çalışan H.W. Singer, P.

Rosenstein-Rodan, R. Nurkse, R. Prebish, G. Myrdal ve W.A.

Lewis gibi iktisatçıların katkılarıyla, kalkınma adı altında

kendine özgü bir yazın alanı ve iktisat biliminin bir alt

dalı oluşmaya başlamıştır.

Başlangıçta kalkınmanın anlamı ve amacı üzerine söylenen

sözler son derece geniş kapsamlı ve içeriği belirsizdir.

Örneğin Birleşmiş Milletler’in 1948 yılında yayınladığı bir

raporda “yaşam standartlarının iyileştirilmesinin iktisadi

kalkınmanın temel amacı olarak görülebileceği”

belirtilmektedir (United Nations, 1948:271). Ancak yaşam

standartlarının iyileştirilmesinin neleri içerdiği ve bunun

nasıl gerçekleştirileceği açık değidir. Bu belirsizlik kısa

sürede aşılmış ve kalkınmanın ne anlama geldiği konusunda

daha net yaklaşımlar geliştirilmiştir. 1950 yılında

yayınladığı kitabında P.T. Ellsworth şunları söylemektedir:

“Esas olarak iktisadi kalkınma sorunu ulusal gelir düzeyini

kişi başına düşen çıktıyı arttırmak yoluyla yükseltmektir ve

böylece her birey daha fazla tüketme olanağına sahip

olacaktır (Ellsworth, 1950:796). “Sorun” bu şekilde ortaya

koyulunca daha kesin tanımlara ulaşmak mümkün olmuştur:

“İktisadi kalkınma kendisini artan mal ve hizmet akımıyla

gösteren maddi refahtaki sürekli ve kalıcı bir iyileşme

olarak tanımlanabilir (Okun ve Richardson, 1962:230).” Sadece

bu kadar değil, daha teknik tanımlarla da karşılaşılmıştır:

7

“İktisadi kalkınma bir ekonominin kişi başına düşen

gelirindeki büyüme oranının düşük veya negatif olması

durumundan, önemli ve sürekli olarak artan düzeye ulaştığı

süreç olarak tanımlanır (Adelman, 1961:1).”

Böylece 1940’ların sonlarından 1970’lerin ortalarına

kadar geçen dönem içerisinde, kalkınma kavramı iktisadi

büyüme ile eşanlamlı bir kavram gibi düşünülmüştür. Öyle ki,

kalkınma yazınının öncülerinden olan W.A. Lewis’in “iktisadi

kalkınma” üzerine 1955 yılında yayınladığı ilk kitabının

başlığının “İktisadi Büyüme Teorisi” (The Theory of

Economic Growth) olmasını kimse yadırgamamıştır.

Azgelişmiş ve GOÜ'in sorunlarının “acil” olarak

çözülmesi amacıyla yola çıkan kalkınma iktisadının

başlangıçta sadece iktisadi büyüme üzerine yoğunlaşması

oldukça ilginçtir. Açlık, yoksulluk, işsizlik, gelir dağılımı

v.b. sorunlar bir köşede dururken, neden iktisadi büyüme ön

plana çıkmış ve kalkınmayla özdeşleştirilmiştir?

Nedenlerden ilki, kapitalizmin gelişme sürecinde elde

edilen tarihsel deneyimle ilgilidir. Kalkınma iktisatçıları

kalkınma sorunuyla karşı karşıya kalan ülkelerin izlemesi

gereken yolun, Batı’daki kapitalist kalkınma sürecinin

benzeri olduğuna inanmışlar ve bu süreçte elde edilen

bulgulardan yola çıkarak hızlı iktisadi büyümenin kalkınmanın

anahtarı olduğu sonucuna varmışlardır (Ingham, 1993:1803).

8

İkinci neden ise, birçok kalkınma iktisatçısının

iktisadi büyümeyi kendi başına bir amaç olarak değil,

kalkınmayı gerçekleştirmenin bir yolu olarak görmeleridir

(Bhagwati, 1984:50). İşsizlik, yoksulluk ve gelir dağılımı

gibi GOÜ’in karşı karşıya olduğu canalıcı sorunların

çözümüyle özel olarak ilgilenmemelerine rağmen; büyüme

sürecinin bu sorunların çözümü için yeterli kaynağı

yaratacağına inanmışlardır (Şenses, 1984:115).

Üzerinde yeterince durulmayan nedenlerden birisi de, iki

Dünya Savaşı ve bir Büyük İktisadi Bunalım’la karşı karşıya

kalan Batı ekonomilerinin yirminci yüzyılın ilk yarısında,

ondokuzuncu yüzyılla karşılaştırıldığında, yeterli düzeyde

üretim artışı gerçekleştirememeleri ve iktisadi büyüme

oranlarının düşmesidir. Bu durum savaş sonrası dönemde

iktisadi büyümeyi, GOÜ'in yanısıra GÜ için de, iktisat

politikalarının temel amacı haline getirmiştir.4 Buna paralel

olarak iktisadi büyüme, iktisat teorisiyle uğraşan Batılı

bilim adamlarının da temel ilgi alanı haline gelmiştir (Arndt

1978).

Kalkınma olgusu iktisadi büyüme ile özdeşleştirilince,

kalkınma iktisadının öncüleri kalkınma sürecinde geri kalmış

ülkelerde iktisadi büyümenin nasıl sağlanabileceği sorunu

üzerinde yoğunlaşmışlar ve çeşitli çözüm yolları

üretmişlerdir. Bu çalışmaların temel noktaları bir araya4 Şenses (1984:111) iki savaş arasındaki dönemde sadece GOÜ'in değil,GÜ’in de büyüme performanslarının düşük olduğunu ve bu durumun GÜ içintehlike işaretleri verdiğini belirtiyor.

9

getirildiğinde, karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır: AGÜ’in

iktisadi büyümesini sınırlayan en önemli etkenlerden

birisinin sermaye kıtlığı olduğu düşünülmüş; sermaye birikimi

sürecini hızlandıracak politikalara vurgu yapılmıştır. Bu

süreçte yatırımların arttırılması öngörülmüştür. Örneğin

Rostow hızla büyüyen bir ekonomide, yatırımların GSMH’nın

%10’unun üzerine çıkarılmasını savunurken (Rostow 1960),

Lewis sermaye birikimi sürecinde yatırımların GSMH’ya

oranının %12-15 düzeylerine ulaşmasının zorunlu olduğunu

söylemiştir (Lewis 1954). Ancak düşük tasarruf oranlarının

görüldüğü (%4-5 gibi) AGÜ’de bu düzeylerdeki yatırım

oranlarına (%12-15) ulaşabilmek için, yurtiçi tasarrufların

vergilendirme yoluyla kısa sürede arttırılması gerekmektedir

(Lewis, 1976: 257). Hedeflenen yatırım oranlarıyla

gerçekleşen tasarruf oranları arasında başlangıçta ortaya

çıkabilecek olan açık ise dış yardımla karşılanacaktır.

Yurtiçi tasarruf oranı yükseldikçe, dış yardıma duyulan

gereksinim de zaman içinde ortadan kalkacaktır (Bhagwati,

1984:52).

Öte yandan, yeni yatırım projelerinde istihdam edilecek

işgücünün kırsal kesimden karşılanması öngörülmüş, bu amaçla

tarım sektöründe büyük ölçüde gizli işsizlikten kaynaklanan

“işgücü fazlasının” daha üretken sanayi faaliyetlerine

kaydırılmasının gerekli olduğu düşünülmüştür (Rosenstein-

Rodan 1943; Nurkse 1953; Lewis 1954; Fleming 1955).

10

Yeni ve büyük çaplı yatırımların tarım sektörüne göre

daha üretken bir sektör olan sanayi sektörü üzerinde

yoğunlaştırılması tercih edilmiş, sermaye birikimi ve

iktisadi büyümenin hızlı bir sanayileşme süreciyle

gerçekleştirilmesi öngörülmüştür. Sanayileşmeye yapılan vurgu

o düzeylere varmıştır ki, tarım sektörünün gelişimi

çoğunlukla gözardı edilmiş ve tarım sektörü ile sanayi

sektörü arasındaki bağlantılar yeterince kurulamamıştır

(Singer, 1984: 167).

Bundan başka, kalkınma iktisadının öncülerinin geri

kalmış ülkelerdeki iktisadi büyümenin serbest piyasa

mekanizmasına dayanarak gerçekleştirilebileceğine

inanmadıklarını belirtmek gerekir. Bu ülkelerdeki yapısal

sorunların (bilgi eksikliği, tekelci piyasaların varlığı,

piyasa katılıkları v.b.) serbest piyasa mekanizmasının tam

anlamıyla işlemesine olanak tanımayacağı, piyasa mekanizması

işlese bile özellikle gelir dağılımı üzerinde istenmeyen

sonuçlar yaratacağı düşünülmüştür (Hogendorn, 1992: 383-411).

Bu nedenle, iktisadi büyümeye serbest piyasa yerine “yol

gösterici planlama” (indicative planning) aracılığıyla

ulaşılmak istenmiştir. Planlama, özellikle kaynakların etkin

dağıtımı ve iktisadi büyümeden elde edilen gelirin daha adil

olarak paylaşılması süreçlerinde devreye sokulmuştur

(Tinbergen 1952; Lewis 1954). Planlamanın bir uzantısı olarak

devlet müdahaleleri gündeme gelmiş ve sanayileşmenin

11

altyapısını oluşturmak amacıyla devletin iktisadi

faaliyetlere etkin olarak katılımının gerekliliğine

değinilmiştir (Rosenstein-Rodan 1943; Nurkse 1953; Lewis

1954). Ayrıca yeni gelişen sanayii, sanayileşmiş ülkelerin

rekabetinden korumak için de devlet müdahalelerine

başvurulmuş, dış ticaret alanında korumacı politikalara

yönelinmiştir.

Korumacı politikalara yönelmenin diğer bir nedeni de,

dış ticaret hadlerinin GOÜ’in aleyhine seyretme eğilimidir.

GOÜ genellikle birincil mal ihracatçısı ve imalat malı

ithalatçısı olduklarından ve birincil mallar için dış ticaret

hadlerinin ondokuzuncu yüzyılın son çeyreğinden İkinci Dünya

Savaşının başlangıcına kadar uzanan dönem içerisinde sürekli

düşme eğilimi gösterdiğinden ( United Nations, 1949: 21-24),

tipik bir gelişmekte olan ülkenin aynı miktarda imalat malı

ithal edebilmesi için, giderek daha fazla birincil mal

ihracatı yapmasının zorunlu olduğu ve bu eğilimin daha uzun

süre devam edeceği varsayımından hareketle, Prebisch (1959)

ve Singer (1964), sanayileşmiş ülkelerden yapılan ithalatın

yurtiçi üretim ile ikame edilemediği sürece, GOÜ’in reel

gelirindeki düşüşün önlenemeyeceğini iddia etmişlerdir.

Bu iddialar bir yandan sanayileşmenin GOÜ’in kalkınma

sürecindeki önemine vurgu yaparken, diğer yandan da bu

ülkelerdeki kalkınma sürecinin içe-dönük ithal ikameci bir

sanayileşme stratejisi izlemesini uygun görüyordu.

12

Bu dönemde yapılan çalışmaların diğer bir özelliği de,

açıkça formüle edilmemesine rağmen, ölçeğe göre artan

getiriler ve dışsal ekonomilerin büyüme ve kalkınma

sürecindeki önemine yapılan vurgudur (Krugman 1992).

Bunun ilk örneğini Rosenstein-Rodan’ın “eşgüdümlü

yatırım” (coordinated investment) yaklaşımında bulabiliriz.

Rosenstein-Rodan piyasa büyüklüğünün sınırlı olduğu bir

ülkede tek bir ürün üreten büyük ölçekli bir fabrika kurmanın

(Rosenstein-Rodan ayakkabı fabrikası örneğini vermektedir)

verimsiz olacağını, ancak bu yatırımın diğer endüstrilerdeki

benzer yatırımlarla desteklenmesi durumunda verimliliğinin

artacağını ve yapılan yatırımların bir bütün olarak piyasanın

büyümesine katkıda bulunacağını iddia etmektedir (Rosenstein-

Rodan 1943).

Aynı konu üzerinde yoğunlaşan Nurkse de küçük ölçekli

üretimin talep üzerinde yaratacağı olumsuz etkileri ortadan

kaldırabilmek için, eldeki sermayenin dış yardımlarla

birlikte farklı ve birbirinin tamamlayıcısı birçok sanayi

dalında kullanılması durumunda piyasanın genişleyeceğini

vurgulamaktadır (Nurkse 1953).

Kalkınma sürecinde ortaya çıkan dışsal ekonomilerin

ölçek ekonomilerinden kaynaklandığını düşünen Fleming ise,

faktör arzı (özellikle tarımsal işgücü arzı) ile ölçek

ekonomileri arasındaki ilişki üzerinde yoğunlaşmaktadır.

Faktör arzının esnek olmaması durumunda, yapılan yatırımların

13

birbirinin tamamlayıcısı değil ikamesi olacağını düşünmekte,

dolayısıyla piyasanın genişmesine yol açmayacaklarını iddia

etmektedir (Fleming 1955). Bu nedenle, ölçek ekonomileri ile

faktör arzı arasındaki uyumun son derece önemli olduğunu

düşünmektedir.

Kalkınma sürecinde dışsal ekonomilerin önemini

vurgulayan yazarlardan birisi de Hirschman’dır. Hirschman,

“bağlantılar” (linkages) kavramından yola çıkarak, bir

endüstrinin ölçek ekonomilerinden yararlanabilmesi için

dışsallıklara başvurabileceğini düşünmektedir (Hirschman

1958). Bir endüstrinin talebi, düşük maliyetlerle çalışmasına

olanak tanımadığında, o endüstri “geriye bağlantı” yaratır.

Bir endüstrinin geriye bağlantılarının etkinliği, diğer

endüstrileri belirli bir üretim ve karlılık düzeyinin üzerine

çıkarabilme olasılığıyla yakından ilişkilidir. Bu

sağlanabilirse geriye bağlantı yaratan endüstri, düşük

maliyetli girdiler kullanarak üretim ölçeğini arttırabilir.

Benzer durum “ileriye bağlantılar” için de geçerlidir: bir

endüstri ürettiği ürünlerin maliyetini düşürebilirse, bu

ürünleri kendi üretim süreçlerinde girdi olarak kullanan

diğer endüstrilerin üretim ve kârlılık düzeylerini

yükseltebilir. Her iki durumda da piyasa genişleyecek ve

endüstriler ölçeğe göre artan getirilerle çalışma olanağına

kavuşacaklardır.

14

Ölçek ekonomileri ve dışsal ekonomilere vurgu yapan

bütün bu çalışmalar, kapalı ekonomi varsayımına dayanmakta,

kalkınma sürecinde dış ticaretin önemini dışlarken, yurtiçi

piyasayı temel almaktadır. Yurtiçi piyasanın GOÜ’de

genellikle dar olması ise, iktisadi kalkınmayı engelleyen en

temel etkenlerden biri olarak görülmektedir. Bu sorunun

aşılması için, firma düzeyinden başlayıp ekonominin geneline

yayılan, çeşitli dışsallıklar ve ölçeğe göre artan getiri

mekanizmalarının devreye sokulması önerilmektedir. Böylece

yurtiçi piyasa giderek genişleyecek ve iktisadi büyüme hız

kazanacaktır.

İktisadi büyüme toplumun yoksul kesimlerini oluşturan

işsizlere ve tarım kesiminde düşük ücretle çalışan işgücüne

yüksek gelir elde edebilecekleri istihdam alanları

yaratacaktır. Ayrıca iktisadi büyümeden elde edilen gelirin

bölüşümünde devlet, toplumun yoksul kesimlerini gözeterek,

gelir dağılımındaki eşitsizlikleri azaltmaya çalışacaktır

(Bhagwati, 1984: 54).

Bununla birlikte, kalkınma iktisadının öncülerinin temel

ilgi alanının iktisadi büyüme üzerinde yoğunlaştığı yeniden

vurgulanmalıdır. GSMH veya kişi başına gelirin hızla

artmasının, toplumun yoksul kesimlerine “otomatik olarak”

faydalar sağlayacağı düşünülmüştür (Todaro 1994: 149). Bu

nedenle, GOÜ’in karşı karşıya olduğu işsizlik, yoksulluk ve

15

gelir dağılımı gibi sorunların çözümünün geri plana itildiği

söylenebilir.

Kalkınma tamamen kişi başına düşen gelirdeki bir artış

olarak algılanıp iktisadi büyümeyle özdeşleştirilince,

ölçümünde de iktisadi büyümeye ilişkin istatistikler

kullanılmıştır. Bir ülkenin kalkınmış olarak

nitelendirilebilmesi için, ulusal ekonomisinin belirli

oranlardaki (%3-%5 veya daha fazla) bir yıllık GSMH veya

GSYİH artışını gerçekleştirecek ve bunu kalıcı hale getirecek

düzeye ulaşması gerektiği düşünülmüştür. Kişi başına GSMH’nın

büyüme oranı da alternatif olarak kalkınmanın ölçülmesinde

kullanılmıştır ve halen kullanılmaktadır.

4) YAPISAL DEĞİŞİKLİK ANLAMINDA KALKINMA

Daha önce de değinildiği gibi sanayileşme, tarihsel

perspektiften bakıldığında, iktisadi büyüme ve kalkınma

süreçlerinin temel belirleyicilerinden biri olmuştur. Bu

durum kalkınmanın, sanayileşmenin düzeyiyle tanımlanmasını

beraberinde getirmiştir. Kalkınmayı bu şekilde

tanımlayanların başında Colin Clark gelmektedir. Clark

iktisadi büyüme sürecinde ekonominin üretim ve istihdam

yapısının değiştiğini iddia etmektedir (Clark 1940). Bu

süreçte, birincil sektörün büyük bir kısmını oluşturan

tarımın önemi imalat -ikincil sektör- ve hizmetler -üçüncül

sektör- e göre azalır. Aynı şekilde işgücü tarımdan önce

16

imalat, daha sonra da hizmetler sektörüne doğru kayar.

İstihdam olanakları imalat ve hizmetler sektöründe artarken,

tarım sektöründe azalır. Clark’ın yapısal değişim yaklaşımı

iktisadi büyüme sürecinde ortaya çıkan “sektörel dönüşüm” le

yakından ilişkilidir ve bu dönüşüm büyümenin kaynağı olarak

görülmektedir. Verimlilik, tarımla karşılaştırıldığında,

imalat ve hizmetler sektöründe daha yüksek olma

eğilimindedir. Clark’ın iddia ettiği gibi, işgücünün daha

verimli alanlara kaydırılması iktisadi büyümenin önemli bir

kaynağı olabilir.

Savaş sonrası dönemden başlayarak, GOÜ’deki yoksulluk

sorununun temel nedeni imalat ve hizmetler sektörünün ulusal

gelir içindeki payının, GÜ ile karşılaştırıldığında, düşük

olmasına bağlanmış; bunun sonucunda kalkınma sürecinde

sanayileşmenin önemi vurgulanmıştır. Böylece kalkınma

politikalarının amacı, sanayi üretiminin ulusal gelir

içindeki payının GÜ’deki düzeylerle karşılaştırılabilecek bir

düzeye (%20’ler ve üzeri) çıkartılması olmuştur (Ingham

1995:77). Clark’ın tarihsel “olgulardan” hareketle

oluşturduğu yaklaşımı GOÜ’in iktisadi hedefleriyle

çakışmıştır.5

5 Clark’ın yapısal değişim yaklaşımının, S. Kuznets ve H. Chenery’ninkatkılarıyla daha gelişkin bir aşamaya ulaştığını belirtmek gerekir.Kuznets, birçok ülkenin tarihsel istatistiki verilerinden hareketle,ulusal gelirin uzun dönemdeki (1700-1960) değişim eğilimini ve bu değişimeeşlik eden sermaye birikimi ve gelir dağılımındaki değişiklikleri ortayakoymaya çalışmıştır (Kuznets 1971). H. Chenery ise, M. Syrquin ilebirlikte 1975 yılında yayınladıkları bir kitapta ulusal gelir ile yapısalgöstergeler arasındaki ilişkileri ekonometrik yöntemler kullanarak

17

Bu yaklaşımdan hareketle, bir ülkenin kalkınma düzeyinin

belirlenmesinde, ekonomisinin sektörel dönüşümü

gerçekleştirme oranına bakılmaya başlanmıştır. Özel olarak

imalat ve hizmetler sektörünün toplam üretim ve istihdam

içindeki paylarının ne ölçüde arttırıldığı, tarım sektörünün

payının ise ne ölçüde azaltıldığı bir kalkınma ölçütü olarak

kullanılmıştır. Böylece kalkınma stratejileri çoğunlukla

hızlı sanayileşme üzerinde odaklanmıştır (Todaro, 1994:14).

Kalkınmanın yapısal değişiklik olarak tanımlanması,

1950’ler ve 1960’lardaki kalkınma düşüncesine egemen olan

geleneksel yaklaşımın bir sonucudur. GOÜ, GÜ’in tarihsel

deneyimini kendilerine örnek almakta; kalkınma sürecinin

iktisadi yönü ön plana çıkarılmaktadır. Kalkınmanın yapısal

değişiklik bağlamında tanımlanması, sanayileşme ve iktisadi

büyümeyle özdeşleştirilmesini tamamlar niteliktedir. Bundan

başka, kalkınma sürecinin yapısal değişiklikler bağlamında

incelenmesinin kalkınma düşüncesindeki önemli bir aşamaya

karşılık geldiğini belirtmek gerekir. Her ne kadar

başlangıçta yapısal değişiklikler iktisadi değişkenlerle

sınırlı kalmışsa da, daha sonraki dönemlerde sosyal

değişkenlerin sürece dahil edilmesine kaynaklık etmiştir. İlk

incelemişler ve GOÜ için “kalkınma kalıpları” oluşturmuşlardır (Chenery veSyrquin 1975).

Clark’ın çalışmalarında yapısal değişimin iktisadi yönü ön planaçıkarken, onun yaklaşımını temel alan daha sonraki çalışmalarda, iktisadigöstergelerin yanısıra bazı sosyal göstergelerin de incelemeye dahiledilmesi, yapısal değişim yaklaşımının bütüncül bir çerçeveye oturmasınısağlamıştır.

18

haliyle bile, yapısal değişikliğin kalkınma sürecinin önemli

bir parçası olduğu bugün hala kabul edilen bir görüştür

(Ingham 1993: 1808).

5) HIZLI İKTİSADİ BÜYÜME VE YAVAŞ SOSYAL DEĞİŞİM: GELİR

DAĞILIMI VE YOKSULLUK SORUNLARI

İkinci Dünya Savaşı sonrasından 1970’lerin ortalarına

kadar uzanan otuz yıllık dönem iktisadi büyümenin “altın

çağı” olarak nitelendirilmektedir (Bruno 1994:11). Hem GOÜ,

hem de GÜ açısından bu dönemde ulaşılan büyüme oranları

tarihsel olarak en yüksek oranları göstermektedir (Morawetz

1978:12; Yotopoulos ve Nugent 1976:4).

Özellikle GOÜ’in bu dönemdeki büyüme oranlarının bugünkü

GÜ’in onsekizinci ve ondokuzuncu yüzyıllardaki performansının

üzerinde olması dikkat çekicidir (Rosen, 1984:21; Bhagwati,

1984:58-59). Dahası, GOÜ’de gerçekleşen büyüme oranları,

1950’ler ve 1960’larda geleceğe yönelik olarak yapılan

tahminleri de aşmıştır (Bhagwati, 1984:59).

GOÜ’deki iktisadi büyümeye yol açan en önemli

nedenlerden birisi sanayi sektöründe görülen hızlı büyüme

oranlarıdır. 1960-1975 yılları arasında sanayi üretiminin

yıllık ortalama büyüme oranı, GSYİH’nın büyüme oranının

oldukça üzerinde gerçekleşmiştir. Aynı dönemde tarımsal

üretimin büyüme oranı ise yeterli düzeylere ulaşamamıştır

(Bkz. Tablo 1).Ancak büyüme sürecinde tarım sektörünün

19

öneminin büyük ölçüde gözardı edildiği düşünüldüğünde,

tarımsal büyüme oranındaki düşüklüğün normal karşılanması

gerekir.

Büyüme oranlarındaki eğilime paralel olarak, sanayi

sektörünün GSYİH içindeki payı hızla artmış; tarım sektörünün

payı ise düşmüştür. Bu gelişmeler GOÜ’de hızlı bir

sanayileşme sürecinin yaşandığını ve Clark’ın yaklaşımı

çerçevesinde bir yapısal değişimin büyük ölçüde

gerçekleştiğini göstermektedir.

1960-1975 döneminde GOÜ’in yatırım oranları da çarpıcı

bir şekilde artmıştır. Öyle ki, GOÜ’deki yatırım oranları

Rostow ve Lewis’in kalkınma süreci için gerekli gördükleri

%12-15’lik düzeyin oldukça üzerine çıkmıştır. Benzer

gelişmeler yurtiçi tasarruf oranlarının artışında da

görülmüştür. Yatırımların büyük bir bölümü yurtiçi

tasarruflarla finanse edilmiştir (Bkz. Tablo 1). Ancak

yatırımların finansmanında dış kaynağa duyulan gereksinim,

beklentilerin tersine, zaman içinde azalmamıştır.

Öte yandan, uzun yıllar GOÜ’in aleyhine seyreden dış

ticaret hadleri, özellikle orta gelirli GOÜ’in lehine

dönmüştür. Dolayısıyla, dış ticaretteki karamsarlığın zaman

içinde tartışılır hale geldiği söylenebilir. Ancak düşük

gelirli GOÜ’in dış ticaret hadlerindeki kötüleşme 1960-1975

döneminde de devam etmiştir.

20

Kısacası, incelenen dönem içerisinde, GOÜ’deki iktisadi

göstergelerin genel olarak olumlu yönde değiştiği

söylenebilir. Ancak orta gelirli GOÜ’in gösterdikleri

performans ile düşük gelirli GOÜ’inki arasında ciddi

farklılıkların olduğu belirtilmelidir. Ayrıca Lewis (1980:

556)’e göre, bu dönemde GOÜ ile GÜ arasındaki kalkınma açığı

azalmak yerine artmıştır. Daha da önemlisi, hızlı iktisadi

büyümenin sosyal refahı arttıracağı, yoksulluk ve gelir

dağılımındaki eşitsizlik sorunlarına çözüm getireceğine

yönelik beklentiler gerçekleşmemiştir.

Tablo 2' den de izlenebileceği gibi, GOÜ'deki işsizlik

oranları 1960-1973 yılları arasında artmıştır. Özellikle

Afrika kıtasındaki GOÜ'in ortalama işsizlik oranı % 10 gibi

oldukça yüksek bir düzeye çıkmıştır.

Bundan başka, GOÜ'de yoksulluk sınırının altında

yaşayanların sayısı 1979 yılında 500 milyona ulaşmış; bu

insanların toplam nüfus içindeki payı %35 gibi inanılması güç

bir düzeye çıkmıştır. Ek olarak, Asya'daki yoksulluk sorunun

dünyanın diğer bölgelerine göre daha da ciddi boyutlarda

olduğu belirtilmelidir (Bkz. Tablo 2).

Ayrıca, GOÜ'de 1975 yılında günlük kalori gereksinimini

karşılayamayan 1 milyar insanın bulunduğu düşünüldüğünde,

hızlı iktisadi büyümenin insanların temel gereksinimlerini

karşılamada bile yetersiz kaldığı anlaşılmaktadır.

21

Öte yandan, hızlı iktisadi büyümeye rağmen gelir

dağılımındaki eşitsizlikler de giderilememiştir. 1960 yılında

0.544 olan Gini katsayısının 1980'de 0.602'ye ulaşması,

GOÜ'deki gelirin giderek daha eşitsiz olarak dağıldığının en

açık göstergesidir.

Çin Halk Cumhuriyeti, Kore Cumhuriyeti gibi çok hızlı

büyüyen birkaç Asya ülkesi dışında, iktisadi büyümenin, gelir

dağılımındaki eşitsizlikleri giderici ve yoksulluğu azaltıcı

etkilerine pek rastlanmamıştır (Bhagwati, 1984:63-64).

Örneğin ulusal gelirini çok hızlı artıran Brezilya’nın gelir

dağılımının, 1970 yılına gelindiğinde, eskiye göre daha da

bozulduğu anlaşılmıştır (Hirschman 1981).6

Dolayısıyla, iktisadi büyüme ile gelir dağılımının

eşitsizliği arasında doğrusal bir ilişkinin bulunmadığı

gözlenmiştir. Chenery v.d. (1974:4)'nin yaptıkları bir

çalışma, kişi başına gelir düzeyi yüksek olan ülkelerde gelir

dağılımı eşitsizliklerinin de yüksek olabileceği, düşük

gelirli ülkelerde ise gelirin daha eşit olarak

dağılabileceğini ortaya koymuştur.

Bu gelişmeler, iktisadi büyüme ile gelir dağılımı ve

yoksulluk arasındaki ilişkilerin yeniden sorgulanmasını

gündeme getirmiştir. İktisadi büyümenin yoksulluğu

6 Latin Amerika ve dünyanın diğer bölgelerinden elde edilen bulgular,büyüme sürecinde tarım kesimi aleyhine yürütülen politikaların (yanlışfiyatlama , korumacı politikalar, aşırı değerlenmiş döviz kurları,tarımsal altyapının oluşturulamaması gibi) eşitsizliği ve yoksulluğuarttırıcı sonuçlara yol açtığı görülmüştür (Bruno, 1994:12).

22

azaltabilmesi için, büyüme sürecini önceleyen, eldeki mevcut

varlıkların (assets) yeniden dağıtımını içeren “yeniden

dağıtım ile büyüme” politikası önerilmiştir. Mevcut

varlıklar, büyüme sürecinin başlangıcında, toplumun bütün

kesimlerine eşit olarak dağıtılabilinirse, hızlı iktisadi

büyümenin yaratacağı gelir artışlarının daha adil olarak

paylaşılabileceği düşünülmüştür (Adelman ve Morris 1983;

Chenery vd. 1974).7

Özet olarak, İkinci Dünya Savaşı sonrasından 1970'lerin

ortalarına kadar uzanan dönem içerisinde, kalkınma neredeyse

tamamen kişi başına sürekli gelir artışı olarak görülmüş ve

büyük ölçüde iktisadi büyüme ile özdeşleştirilmiştir. Hızlı

iktisadi büyümenin ise, sosyal refahı otomatik olarak

arttıracağı beklenilmiştir. Dönem içinde ulaşılan yüksek

büyüme oranlarının sosyal refahı artırmada yetersiz

kalmasının anlaşılmasıyla birlikte, geleneksel kalkınma

düşüncesinin de sınırlarına ulaşılmıştır. Geleneksel

kalkınma düşüncesindeki sınırlamalar, iktisadi büyüme amacına

yönelik araçların seçiminden değil; iltisadi büyümenin

kendisinin kalkınmanın diğer bazı amaçlarına ulaşmanın aracı

olmaktan başka birsey olmadığının yeterince

algılanamamasından kaynaklanmıştır.8 Bu gelişmeler kalkınma7 Böylesi bir yeniden dağıtımın etkin olabilmesi için politik tercihlerineşitlikçilik ilkesine dayandırılması zorunludur.8 Haider Naqvi’nin 15 gelişmekte olan ülkenin 1970-1990 yılları arasındakikalkınma ile ilişkili verilerini kullanarak yaptığı ampirik birçalışmasının sonuçları bu görüşleri destekler niteliktedir. Naqvi(1995:543-556)’ye göre, kişi başına GSYİH’nın büyümesi, makro-ekonomik

23

olgusuna bakış açısını önemli ölçüde değiştirmiştir.

İşsizlik, yoksulluk, temel gereksinimlerin karşılanması ve

gelir dağılımı gibi daha önce büyük ölçüde gözardı edilen

konular üzerinde yoğunlaşılmıştır. Böylece kalkınmanın sadece

iktisadi değil, toplumsal ve insani boyutlarının da olduğu

anlaşılmıştır.

6) İNSANİ GELİŞME ANLAMINDA KALKINMA

Kalkınmanın iktisadi büyüme ile eşanlamlı gibi

tanımlanması, kalkınma olgusuna uzun süre mal ve hizmet

üretiminin nasıl artırılacağı sorunu çerçevesinde bakılmasına

yol açmıştır. Bu dönemde kalkınmanın insani boyutu büyük

ölçüde gözardı edilmiştir. Oysa ki, kalkınmanın nihai odak

noktası insani gelimedir (Griffin ve Knight, 1992:576). Sen

(1992:15)’in de belirttiği gibi, “iktisadi kalkınma süreci

insanların yeteneklerini geliştirdiği (expansion of

capabilities) bir süreç olarak görülebilir.” Bu bakış

açısından da anlaşılabileceği gibi, kalkınmanın kişi başına

mal ve hizmet arzını artırmanın ötesinde bir anlamı vardır.

İnsanlar daha uzun süre yaşayabilirler mi? Daha iyi

beslenebilirler mi? Önlenebilir hastalıklardan

istikrar ve gelirin daha iyi dağıtılması arasında uyumlu bir ilişkivardır. Ek olarak, yoksulluğun önemli ölçüde azaltılması ve insanigelişmenin temel göstergelerinin iyileştirilebilmesi, kişi başına gelirinhızla arttırıldığı ülkelerde gerçekleştirilebilmiştir. Kalkınmanın buözelliğini “düzenli dönüşüm” olarak adlandıran Naqvi, bu dönüşümün kişibaşına gelirin yılda ortalama %3’ün üstünde büyüdüğü ülkelerdeaçıkçagörüldüğünü belirtmektedir.

24

kurtulabilirler mi? Okuyup yazarak ve birbirleriyle iletişim

kurarak düşüncelerini geliştirebilirler mi? Bu tür sorular

kalkınmayı insani gelişme ile özdeşleştirenlerin temel ilgi

alanlarını oluşturmaktadır.

1950'lerden günümüze gelindiğinde, GOÜ'in insani gelişme

alanında önemli kazanımlar elde ettikleri anlaşılmaktadır.

Bunun en iyi göstergelerinden birisi ortalama yaşam süresinde

görülen hızlı artışlardır. Gelir düzeyi düşük ülkelerde,

yüzyılın ortalarında ortalama yaşam süresi 30-40 yıl ile

sınırlıyken, günümüzde 60 yılın üzerine çıkmıştır. Birçok

ülkede kadınların ortalama yaşam süresi 70 yılı geçmektedir

(World Bank, 1993:23; Worl Bank, 1995:162).

Bebek ölümleriyle ilgili istatistikler de benzer bir

eğilim göstermektedir. Düşük gelirli ülkelerin bebek ölüm

oranlarında %50’nin üzerinde azalmalar olmuştur (World Bank,

1993:iii). Ancak 1993 yılında bile her 1000 bebekten 100’ün

üzerinde ölümle karşılaşılan ülkelerin sayısı 17’dir (World

Bank, 1995:214). Ayrıca Sierra Leone, Mozambik, Malavi, Mali,

Gambia gibi ülkelerde bebek ölüm oranları oldukça yüksektir

(World Bank, 1995:214).9

1950’lerde GOÜ’deki ortalama kaba ölüm oranları 25-30

(her bin kişiden) dolaylarındayken, bu oran 1993 yılında

10’un altına indirilebilmiştir (World Bank 1993; World Bank,

1995:212).10

9 Türkiye’deki bebek ölüm oranları 1970 yılında 144’den, 1993 yılında62’ye düşmüştür (World Bank, 1995:25).10 Aynı yıl Türkiye’deki kaba ölüm oranı 7’dir (World Bank, 1995:213).

25

GOÜ’in en başarılı oldukları alanlardan birisi de

okullaşma oranlarındadır. Son otuz yıldaki gelişmeler

sonucunda, erkeklerin tamamına yakını ilkokul eğitimini

tamamlamaktadır. Kızların durumu bu kadar iyi olmamakla

birlikte, birçok ülkede ilkokula gidenlerin oranı %60’ların

üzerindedir. Ortaokul ve lisedeki okullaşma oranlarında da

önemli ilerlemeler sağlanmıştır. 1965 yılında erkek ve

kızların ancak %21’i ortaokul ve liseye devam ederken, bu

oran 1992 yılında %42’ye çıkmıştır (World Bank 1987, 1995).

GÜ ile karşılaştırıldığında, GOÜ’in bu alanda hem niceliksel

hem de niteliksel olarak daha ileri aşamalara ulaşması

zorunlu gözükmektedir.11

Özet olarak, GOÜ’in insani gelişme alanında son kırk

yılda elde ettiği kazanımların hiç de küçümsenemeyecek bir

düzeye ulaştığı anlaşılmaktadır. Ancak bu kazanımların

bilinçli bir çabanın ürünü olduğunu söylemek güçtür. Daha

açık bir değişle, yukarıda belirtilen gelişmeler kalkınma

olgusunun insani boyutunun ön plana çıkarılmasından değil;

bilimsel, teknolojik ve sağlık alanlarında İkinci Dünya

Savaşı sonrasında görülen hızlı ilerlemelerden

kaynaklanmıştır.

Ayrıca 1970’lerin ortalarından itibaren dünya

ekonomisinde görülen krizler, GOÜ’in kalkınma performansını

11 1992 yılında birçok gelişmiş ülkenin ortaokul ve lisedeki okullaşmaoranı %80’nin üzerindedir (World Bank, 1995:217).

26

olumsuz yönde etkilemiş; insani gelişme alanında uzun dönemde

elde edilen kazanımların geliştirilmesini engellemiştir.

1970’li yıllarda birbirini izleyen petrol krizleri, bir

yandan uluslararası piyasalardaki dengelerin bozulmasına,

diğer yandan da GÜ’de stagflasyona ve artan korumacılığa yol

açmıştır. Bu dışsal şokların GOÜ (özellikle petrol üreticisi

olmayanlar) üzerinde son derece olumsuz etkileri olmuştur.

GOÜ’in 1980-1993 yılları arasındaki ortalama kişi başına GSMH

artışı %0.9 ile sınırlı kalmıştır (World Bank, 1995:163).

Latin Amerika, Afrika, Orta Asya ve Orta Doğu’daki GOÜ’de ise

kişi başına düşen GSMH bu dönemde azalmıştır (World Bank,

1995:162-163).

Büyüme oranlarındaki düşüşe paralel olarak, GOÜ’in

işsizlik oranlarında da 1980’li yıllarda önemli artışlar

görülmüştür (Todaro, 1994:49-50). Ek olarak, Latin Amerika ve

Afrika’daki birçok ülkede reel ücret düşüşlerine

rastlanmıştır (Griffin ve Knight, 1992:584-585).

Bütün bu gelişmeler yoksulluk sorununu yeniden gündeme

getirmiş, dünyadaki aç insanların sayısında hızlı bir artış

görülmüştür. Yapılan tahminlere göre, 1992 yılında GOÜ'de

yoksulluk içinde yaşayan insanların sayısı 1 milyarın üzerine

çıkmış; yoksul nüfusun toplam nüfusa oranı %30 olmuştur

(Todaro, 1994:147). 1990 yılında GOÜ'de sağlık hizmetlerinden

yeterince yararlanamayan, temiz su kullanamayan 1 milyarın

üzerinde insan yaşamaktadır (UNDP, 1992: 132). Aynı yıl beş

27

yaşına ulaşamadan ölen çocukların sayısı 14 milyon; beş yaşın

altında kötü beslenen çocukların sayısı 180 milyondur (UNDP,

1992:133).

Ayrıca 1980'li yıllarda kamu harcamalarının

kompozisyonunda da önemli değişiklikler olmuştur. Bu dönemde

hükümetler eğitim, sağlık gibi alanlara daha az harcama

yapmayı tercih ederken, askeri harcamalarda herhangi bir

sınırlamaya gitmemişlerdir (Gall, 1992: 539). 1989 yılında

GOÜ'de yapılan askeri harcamalar, sağlık ve eğitim

harcamalarının toplamından %70 daha fazla olmuştur (UNDP

1992). Ek olarak, bu ülkelerdeki asker sayısının doktorların

sekiz katından fazla olması (Gall, 1992: 533), hükümetlerin

insani gelişmeye ne kadar önem verdiklerinin açık

göstergesidir.

Kısacası, 1970’li yılların ortalarından itibaren

GOÜ'deki temel sorun krizle nasıl mücadele edileceği ve

iktisadi büyümenin yeniden nasıl sağlanacağı olmuştur.

Eğitim, sağlık ve sosyal hizmetlere yapılması gereken

harcamalar lüks olarak kabul edilip, kriz sonrasına

ertelenmiştir. Ancak bu tercihin uzun dönemde kalkınma

sürecini olumsuz yönde etkileme olasılığı yüksektir. İnsani

gelişmenin kendi başına bir anlamı olmasının yanısıra,

verimlilik, üretim ve gelir artışlarının da aracı olduğu

unutulmamalıdır.12

12 Tinbergen (1984:11-12) kalkınma sürecinde fiziki sermayenin yeterliolmadığını, fiziki sermayeyi destekleyecek bir beşeri sermayeye gereksinimduyulduğunu belirtmektedir.

28

1990’lı yılların başından itibaren kalkınmanın insani

boyutuna giderek daha fazla vurgu yapıldığı gözlenmektedir.

Birleşmiş Milletler 1990 yılından başlayarak her yıl düzenli

olarak İnsani Gelişme Raporları yayınlamaktadır. Bugüne kadar

hazırlanan raporlarda kalkınma süreci mallardan çok insanı

merkez alan (people-centered) bir süreç olarak

tanımlanmıştır. Diğer bir değişle, kalkınma olgusu insani

gelişme ile özdeşleştirilmiştir. İnsani gelişme ise

insanların yeteneklerini geliştirdiği bir süreç olarak

görülmüştür. Bu süreçte eğitim ve sağlık alanlarına daha

fazla yatırım yapılmasının gerekliliğine vurgu yapılmıştır.

İnsanların bilgi düzeylerinin ilerlemesi ve sağlık

koşullarının iyileşmesinin, yeteneklerinin gelişmesine katkı

sağlayacağı düşünülmüştür. Bu durum hem insanların yüksek

gelir getiren işlerde çalışıp yaşam standartlarını

yükseltmelerine, hem de bireysel özgüvenlerinin oluşumuna

yardımcı olacaktır (UNDP, 1995: 3).

Kalkınma olgusuna bakış açısındaki bu değişiklik,

kalkınmanın ölçülmesinde de değişik kriterlerin

kullanılmasını beraberinde getirmiştir. Bu alandaki ilk

çalışma Morris (1979)'in geliştirdiği "Yaşamın Fiziki

Niteliği Endeksi" (Physical Quality of Life Index)'dir. Bu

endekste insani gelişme ile ilişkilendirilebilecek üç

gösterge - bir yaşından başlayarak ortalama yaşam süresi,

bebek ölümleri ve okuma-yazma oranı- kullanılmıştır. Her bir

29

gösterge için ülkelerin performansına 1 ile 100 arasında bir

değer verilmiştir. 1 en kötü performansı, 100 ise en iyi

performansı göstermektedir. Örneğin ortalama yaşam süresi en

yüksek olan ülkeye 100, en düşük olan ülkeye de 1

verilmektedir. Alt ve üst sınırlar arasında kalan ülkeler de

sınırlara yakınlık derecelerine göre sıralanmaktadırlar. Her

gösterge için ülkenin performansı 1'den 100'e kadar

sıralandıktan sonra, bu sıralamaların ortalaması alınarak tek

bir endeks değerine ulaşılmaktadır.

Morris (1979)’in yaptığı çalışmada hernekadar düşük kişi

başına GSMH'ya sahip olan ülkelerin Yaşamın Fiziki Niteliği

Endeksi (PQLI) düşük ve yüksek kişi başına GSMH'ya sahip olan

ülkelerin PQLI'si yüksek bulunmuşsa da, GSMH ile PQLI

arasında doğrusal bir ilişkinin olduğunu söylemek güçtür.

Çünkü bazı yüksek kişi başına GSMH'ya sahip olan ülkelerin

PQLI değerleri, en yoksul ülkelerin ortalama değerlerinin de

altında olabilmekte ve bunun tersi durumlarla da

karşılaşılmaktadır (Morris 1979). Bu endeks 1980'li yıllarda

ülkelerin kalkınma performanslarının karşılaştırılmalarında

kullanılmıştır.

Bu alandaki daha sistematik ve kapsamlı bir çalışma

Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı çerçevesinde 1990

yılında başlatılmış ve İnsani Gelişme Endeksi (Human

Development Index) adı altında bir endeks oluşturulmuştur.

PQLI’e benzer şekilde, İnsani Gelişme Endeksi (HDI) de

30

ülkeleri insani kalkınma alanında gösterdikleri performansa

göre 0 ile 1 değerleri arasında sıralamaktadır. 0 en düşük, 1

ise en yüksek insani kalkınma değerini göstermektedir.

HDI kalkınmanın üç temel amacına yönelik olarak

oluşturulmuştur: (1) “uzun yaşam” doğumdan başlayarak

ortalama yaşam süresiyle; (2) “bilgi” yetişkinlerin okuma-

yazma oranı ve ortalama eğitim süresinin ağırlıklı ortalaması

olarak13 ve (3) “gelir” düzeltilmiş (adjusted) kişi başına

reel gelir (düzeltme satın alma gücü paritesiyle

yapılmaktadır) ile ölçülmektedir.

Aynı PQLI’ de olduğu gibi, HDI de bir ülkenin insani

gelişme düzeyini “mutlak” olarak değil, “göreli” olarak

ölçmektedir. Herbir gösterge için en yüksek performansı

gösteren ülkeye 1, en düşük performansı gösteren ülkeye 0

değeri verilmektedir. Diğer ülkelerin değerleri bu iki sınır

arasında belirlenmektedir.

Aşama aşama gerçekleştirilen ölçüm sürecinden sonra, her

ülke için tek bir HDI değerine ulaşılmakta ve ülkeler üç ana

grupta sıralanmaktadır: Düşük insani gelişme (0.00-0.50),

orta insani gelişme (0.51-0.79) ve yüksek insani gelişme

(0.80-1.00).14

13 Yetişkinlerin okuma-yazma oranının ortalamadaki ağırlığı 2/3, ortalamaeğitim süresinin ise 1/3’dür. Bu iki değişkenin ağırlıklı ortalamasıalınarak “ülkenin ulaştığı eğitim düzeyi” (educational attainment)belirlenmektedir.14 Türkiye 1992 yılında orta insani gelişme grubunda yer almaktadır (UNDP 1995).

31

Bu arada aynı PQLI’de olduğu gibi, kişi başına gelir

düzeyi düşük olan ülkeler HDI sıralamasının üstlerinde yer

alabilmekte ve bunun tersi durumlarla da karşılaşılmaktadır.

Örneğin Kanada 1992 yılında kişi başına gelir sıralamasında

11. iken, HDI sıralamasında 1. olmuştur. Aynı yıl Birleşik

Arap Emirlikleri’nin kişi başına gelir sıralamasındaki yeri

10. luk iken, HDI sıralamasında 62. liktir. Ek olarak,

Türkiye’nin HDI sıralamasındaki yerinin, kişi başına gelir

sıralamasındakinin on basamak üstünde olduğunu belirtelim

(UNDP, 1995:12). Bunun anlamı insani gelişme alanındaki

ilerlemelerin kişi başına gelirdeki hızlı artışların

öncesinde de sağlanabileceği veya kişi başına gelir düzeyinin

yüksek olmasının insani gelişmenin garantisi olmadığıdır.

Ayrıca HDI’ini oluşturan üç temel göstergenin kalkınmanın

insani boyutunun tamamını değilse bile önemli bir bölümünü

kapsayacak biçimde seçildiği vurgulanmalıdır. “Doğumdan

başlayarak ortalama yaşam süresi” sağlık koşullarıyla

yakından ilişkilidir. “Eğitim düzeyi” insanların iletişime

girebilmelerinde, bilgi edinebilmelerinde, kendilerini

geliştirebilmelerinde ve işe girmelerinde önemli bir role

sahiptir. “Satın alma gücü paritesi” ise nüfusun temel

gereksinimlerini karşılayabilme ve maddi refah düzeyini

göstermesi açısından anlamlı gözükmektedir.15

15 PQLI’nin en önemli eksikliklerinden biri gelirle ilgili herhangibirgöstergenin endekste yer almamasıdır. Oysa HDI satın alma gücü paritesiniendekse dahil ederek insani gelişmenin maddi gelirle ilgili boyutunu dagöz önüne almaktadır.

32

Ek olarak, HDI’in kişi başına gelir gibi kalkınmanın

“araçlarından” çok, “amaçları” üzerinde odaklandığını

belirtmek gerekir (Todaro, 1994:64).

7) SÜRDÜRÜLEBİLİR KALKINMA

Yakın zamana kadar kalkınma iktisatçıları kalkınmanın

sürdürülebilir olup olmadığı konusuyla ilgilenmiyorlardı.

Ancak son yıllarda “sürdürülebilirlik” kavramı sadece

kalkınma iktisatçılarının değil, kalkınma olgusuyla doğrudan

veya dolaylı olarak ilgilenen bütün çevrelerin (ekolojistler,

çevreciler v.b.) anahtar sözcüğü haline geldi (Başkaya,

1994:220).

Kalkınma iktisatçılarının sürdürülebilirlik kavramını

analizlerine dahil etmelerinin temel nedeni, iktisadi

kalkınma (büyüme) ile çevrenin korunması arasındaki dengenin

kurulması yönündeki çabadır. İktisadi büyüme sürecinde doğal

kaynaklar geleceği düşünmeden, sınırsızca kullanılmakta ve

çevrenin kirlenmesi önlenememektedir.16 Bu durum belirli bir

noktadan sonra büyüme sürecini olumsuz yönde etkileyecektir.

Dolayısıyla, bu olumsuzlukların en aza indirilmesi

gerekmektedir.

16 Örneğin fosil yakıt tüketimi ve kireç imalatının dünyaya yaydığı toplamkarbondioksit miktarı 1950’de 6 milyon metrik ton iken, 1992’de 22 milyonmetrik tona ulaşmıştır (World Resourses, 1996:330). Bunun önemli birbölümünün GÜ’deki sanayi üretiminden kaynaklandığını belirtmek gerekir(World Resources, 1996:313, 319).

33

Tek bir tanımı olmamakla birlikte, sürdürülebilir

kalkınma, genel olarak , “bugünün gereksinimlerini, gelecek

kuşakların da kendi gereksinimlerini karşılayabilme

olanağından ödün vermeksizin karşılamak” olarak

tanımlanmaktadır (World Commission of Environment and

Development, 1987:4). Kavramın bu şekilde tanımlanması,

kalkınma sürecindeki bugünkü eğilimlerin uzun süre devam

ettirilemeyeceği düşüncesini yansıtıyor. Ayrıca gelecek

kuşakların gereksinimleriyle bugünkü kuşağın gereksinimleri

arasında bir denge kurulmasının zorunlu olduğuna vurgu

yapılıyor. Böylesi bir dengenin kurulabilmesi için, çevre

üzerindeki baskıların gelecekteki kuşakların yaşam kalitesini

tehdit etmeyecek düzeylere indirilmesinin gerekliliği

üzerinde yoğunlaşılıyor. Başka bir deyişle, sürdürülebilir

kalkınma gelecek kuşakların seçeneklerini güvence altına

almayı amaçlıyor.

Sürdürülebilir kalkınmanın “gelecek kuşaklara karşı

haksızlık yapılmaması” görüşü oldukça anlamlı gözükmektedir.

Çünkü mevcut kalkınma süreçlerinin devam etmesi durumunda,

gelecek nesiller temel insani gereksinimlerini karşılayamama

tehlikesi ile karşı karşıya kalacaklardır. Hava, su, toprak

v.b. bütün nesillerin ortak mirası olan çevre kaynaklarının

kirletilmesi veya yok edilmesi17 sadece gelecek nesillerin

17 Örneğin tropik ülkelerdeki doğal ormanlık alanlar 1981-1990 yılları arasında %8.1 oranında küçülmüştür (World Resources, 1996:203).

34

değil, bugünkü nesilin de yaşam koşullarını olumsuz yönde

etkileyecektir (Todaro, 1994:327).

Sonuç olarak, sürdürülebilir kalkınmanın odak noktasının

insan olduğu, bugünkü ve gelecek nesillerin yaşam kalitesini

yükseltmekten yana, çevreye karşı duyarlı bir kalkınma süreci

öngördüğü söylenebilir.

8) DEĞERLENDİRME VE SONUÇ

Kalkınmanın tanımı ve ölçümünde zaman içinde ortaya

çıkan değişikliklerin belirlenmesi, kalkınma olgusuna temel

bir bakış açısının geliştirilmesini olanaklı kılmaktadır.

Kalkınma olgusunun neleri içerdiği, geleneksel yaklaşımlar,

geleneksel yaklaşımların bugünkü yorumu ve yeni yönelimlerin

harmanlanmasına dayanan bazı “genellemeler” doğrultusunda

yapılabilir:

n Kalkınma olgusunun bugünkü anlayışımız doğrultusunda

ortaya çıkışının kökenleri sanayi devrimi ve hatta

bu devrimin hazırlık dönemine kadar uzanmaktadır.

Aydınlanma çağı, Fransız Devrimi ve sanayi devrimi

gibi insanlık tarihinde görülen önemli gelişmelerin

Batı’dan kaynaklanması ve bu gelişmelerin hem Batı

hem de Batı-dışındaki toplumlar tarafından

“ilerleme” olarak algılanması, Batılılaşmanın ve

modernleşmenin bir paradigmaya dönüşmesine yol

açmış; bu paradigma toplumların iktisadi, sosyal ve

35

kültürel yaşantılarını son 3-4 yüzyıldır derinden

etkilemiş ve günümüzde de etkilemeye devam

etmektedir. Kalkınma olgusunun ortaya çıkışı ve

tarihsel gelişiminin de Batılılaşma ve

modernleşmenin yarattığı paradigmanın bir ürünü

olduğu söylenebilir.

Kalkınma olgusu, kalkınma kavramının yaygın olarak

kullanılmaya başlanmasının çok öncesinde, toplumsal

bilinç düzeyine yükselmiş ve büyük ölçüde Batılılaşma

ve modernleşmeyle özdeşleştirilmiştir. Bu durum

kalkınma kavramının yerleşiklik kazanmasından sonra

da devam etmiştir. Ancak kalkınmanın Batılılaşma ve

modernleşme ile özdeşleştirilmesine zaman içinde

farklı çevrelerden eleştiriler yöneltilmiştir18. Bu

eleştiriler anlamlı gözükmekle birlikte, GOÜ’e özgü,

yerel (indigenous) kalkınma modellerinin

oluşturulması alanında ciddi ilerlemelerin

kaydedildiği söylenemez.

n Öte yandan, kalkınma iktisadının öncülerinin yaptığı

gibi, kalkınma olgusunun yalnızca iktisadi büyüme

ile özdeşleştirilmesini bugün pekçok iktisatçı ve

politika uygulayıcısı benimsememektedir. Ayrıca

onsekizinci ve ondokuzuncu yüzyıllardaki sanayileşme

18 Radikal sağ ve sol çevrelerden yöneltilen eleştirilere toplu bir bakış için bkz. Arndt (1987:120-147; 154-165). Bu arada sosyalist kalkınma düşüncesinin batılılaşma ve modernleşme paradigmasından ne ölçüde bir kopuşu öngördüğü ayrı bir tartışma konusudur.

36

deneyiminin, GOÜ’de aynı şekilde tekrarlanacağını

beklememek gerekir. Bugün GOÜ’in karşı karşıya

olduğu iktisadi ve politik ortam, ondokuzuncu

yüzyıldan tamamen farklıdır. Buna rağmen büyüme ve

sanayileşme, kalkınmanın yeterli değilse bile,

gerekli koşulları arasında yer almaktadır. Asıl

sorun büyümenin, kalkınmanın diğer değişkenleri

üzerinde ve nihai amacına yönelik yaratabileceği

etkilerin incelenmesidir.

n Bundan başka, ekonomideki “sektörel dönüşüm” üzerinde

yoğunlaşan yapısal değişim yaklaşımının, kalkınma

sürecindeki öneminin hala devam ettiği

belirtilmelidir. Ancak sektörel dönüşümün tek başına

kalkınma anlamına gelmediği anlaşılmıştır. Yapısal

değişiklik yaklaşımı, iktisadi değişkenlerin

yanısıra, iktisadi olmayan bir dizi değişkeni

(sosyal, kurumsal değişkenler gibi) de inceleme

alanına dahil ettiği ölçüde, kalkınma sürecini daha

kapsamlı düzeyde açıklama olanağına sahip olacaktır.

n Kalkınmanın uzun süre daha çok iktisadi boyutuyla

değerlendirilmesi ve tanımlanması son yıllarda sıkça

eleştirilmeye başlanmıştır. Kalkınmanın asıl odak

noktasının insan olduğu görüşünden hareketle,

insanın gelişimine yönelik iyileştirmelerin önemine

37

vurgu yapılmıştır. Hatta kalkınmanın tamamen insani

gelişme ile özdeşleştirilmesi gündeme gelmiştir.

n Kalkınmanın tarihsel zaman içerisinde iktisadi ve

iktisadi olmayan birçok değişken üzerinde olumlu

etkiler yarattığı gözlenmektedir. Ancak kalkınmanın

faydalarından bugün herkesin eşit olarak yararlandığı

söylenemez. Hatta kalkınmanın yoksulluğu azaltma,

açlığı ortadan kaldırma, temel gereksinimleri

karşılama gibi amaçlarına bile daha tam olarak

ulaşamadığı anlaşılmaktadır. Ek olarak, kalkınma

sürecinin doğayı tahrip edici sonuçlar yaratması,

bugünkü nesilin olduğu kadar gelecek nesillerin de

yaşamını tehtid etmeye başlamıştır. Dolayısıyla,

kalkınmanın mevcut kalıplar ve eğilimlerin dışına

çıkması, “sürdürülebilir” olması gerekmektedir. Bu

süreçte eşitlikçi, doğaya ve insana karşı duyarlı,

bugün ve gelecek arasındaki dengeleri kollayan bir

kalkınma düşüncesinin (etiğinin) geliştirilmesine

gereksinim duyulmaktadır.

Sonuç olarak, kalkınma olgusunun zaman içerisinde daha

bütüncül bir çerçevede değerlendirilmeye başlandığı

söylenebilir. Bu bağlamda, mal-merkezli analizler, yerini,

insan-merkezli analizlere bırakmış, kalkınma çalışmaları

iktisat biliminin yanısıra, sosyoloji, felsefe, siyaset

bilimi, çevrebilim gibi farklı disiplinlerden etkilenmeye ve

38

hatta disiplinler-arası bir özellik kazanmaya başlamıştır.

Bütün bu gelişmelerin kalkınma “sorunu”nun çözümüne ne ölçüde

katkı sağlayacağı yakın gelecekte daha açık olarak ortaya

çıkacaktır.

KAYNAKLAR

ADELMAN, I. (1961); Theories of Economic Growth and

Development, Stanford: Stanford University Press.

ADELMAN, I. ve MORRIS, C. (1983); Economic Growth and Social

Equity in Developing Countries, Stanford: Stanford

University Press.

ARNDT, H. W. (1987); Economic Development: The History Of An

Idea, Chicago: The University of Chicago Press.

39

ARNDT, H. W. (1981); “Economic Development: A Semantic

History”, Economic Development and Cultural Change, 29, 3,

457-466.

ARNDT, H. W. (1978); The Rise And Fall of Economic Growth; A

Study in Contemporary Thought, Hellbourne: Longman Cheshire.

BAŞKAYA, F. (1994); Kalkınma İktisadının Yükselişi ve Düşüşü,

Ankara: İmge Kitabevi.

BHAGWATI, J. (1984); “Development Economics: What Have We

Learned?”, METU Studies in Development, 11, 1-2, 49-69.

BRUNO, M. (1994); “Development Issues in a Changing World:

New Lessons, Old Debates, Open Questions”, M. BRUNO ve B.

PLESKOVIC (Eds.), Proceedings of the World Bank Annual

Conference on Development Economics 1994 içinde, Washington

DC, 9-19.

CHENERY, H. ve SYRQUIN, M. (1975); Patterns of Development,

1950-1970, New York: Oxford University Press.

CHENERY, H. v.d. (1974); Redistribution with Growth, London:

Oxford University Press.

CLARK, C. G. (1940); The Conditions of Economic Progress,

London: Macmillan.

ELLSWORTH, P. T. (1950); The International Economy, New York:

Macmillan.

FLEMING, J. M. (1955); "External Economies and the Doctrine

of Balanced Growth", Economic Journal, 65, 241-256.

40

GALL, P. (1992); “What Really Matters - Human Development”,

C. K. WILBER ve K. P. Jameson (Eds.), The Political

Economy of Development and Underdevelopment içinde,

Singapore: McGraw-Hill, Inc., 532-541.

GRIFFIN, K. ve KNIGHT, J. (1992); “Human Development: The

Case for Renewed Emphasis”, C. K. WILBER ve K. P. Jameson

(Eds.), The Political Economy of Development and

Underdevelopment içinde, Singapore: McGraw-Hill, Inc., 576-

609.

HIRSCHMAN, A. O. (1981); “ The Rise and Decline of

Development Economics”, Essays in Tresspassing: Economics to

Politics and Beyond içinde, Cambridge: Cambridge University

Press.

HIRSCHMAN, A. O. (1958); The Strategy of Economic

Development, New Haven, Conn.: Yale University Press.

HOGENDORN, J. S. (1992); Economic Development, New York:

Harper Collins Publishers Inc.

INGHAM, B. (1995); Economics and Development, Cambridge:

McGraw-Hill, Inc.

INGHAM, B. (1993); “The Meaning of Development: Interactions

Between “New” and “Old” Ideas”, World Development, 21, 11,

1803-1821.

KEYDER, Ç. (1993); “Giriş”, Ulusal Kalkınmacılığın İflası

içinde, İstanbul: Metis Yayınları, 9-30.

41

KILIÇBAY, M. A. (1994); “Tekilden Çoğula Geçişin Alanı Olarak

Batı, Sorunsalı olarak Batılılaşma”, Cumhuriyet Yada Birey

Olmak içinde, Ankara: İmge Kitabevi, 73-88.

KRUGMAN, P. (1992); “Toward a Counter-Counterrevolution in

Development Theory”, L.H. SUMMERS ve S. SHAM (Eds.)

Proceedings of The World Bank Annual Conference on

Development Economics 1992 içinde, Washington DC, 15-38.

KUZNETS, S. (1971); Economic Growth of Nations: Total Output

and Production Structure, Cambridge, Mass.:Harvard University

Press.

LEWIS, W. A. (1980); “The Slowing Down of the Engine of

Growth”, American Economic Review, 70, 4, 555-564.

LEWIS, W. A. (1976); "The Cost of Capital Accumulation", G.M.

MEIER, Leading Issues in Economic Development içinde, New

York:Oxford University Press, 256-258.

LEWIS, W.A. (1955); The Theory of Economic Growth, London:

Allan and Unwin.

LEWIS, W. A. (1954); "Economic Development With Unlimited

Supplies of Labor", Manchester School of Economic And Social

Studies, 22, 2, 139-191.

LITTLE, I. M. D. (1982); Economic Development: Theory,

Policy, and International Relations, New York: A Twentieth

Century Fund Book, Basic Books.

MILL, J. S. (1968); Utilitarianism -Liberty -Representative

Government, ilk baskı 1910, London: J. M. Dent & Sons Ltd.

42

MORAWETZ, D. (1978); Twenty-Five Years of Economic

Development 1950 to 1975, Baltimore- London: The John

Hopkins University Press.

MORRIS, M. D. (1979); Measuring the Conditions of the World’s

Poor: The Physical Quality of Life Index, London: Frank

Cass.

NAQVI, S. N. H. (1995); “The Nature of Economic Development”,

World Development, 23, 4, 543-556.

NURKSE, R. (1953); Problems of Capital Formation in

Underdeveloped Countries, Oxford: Basil Blackwell.

OKUN, B. ve RICHARDSON, R. W. (1962); Studies in Economic

Development, New York: Holt, Rinehart & Winston.

PREBISCH, R. (1959); "Commercial Policy in the Underdeveloped

Countries", American Economic Review, Papers and Proceedings,

49, 251-272.

ROSEN, G. (1984); “Development Economics: Some Thoughts on

İts Past and İts Future”, METU Studies in Development, 11, 1-

2, 21-28.

ROSENSTEIN-RODAN, P. (1943); "Problems of Industrialization

of Eastern and South-Eastern Europe", Economic Journal, 53,

201-211.

ROSTOW, W. W. (1975); How It All Begun: Origins of the Modern

Economy, London: Methuen.

ROSTOW, W. W. (1971); Politics and Stages of Economic Growth,

Cambridge: Cambridge University Press.

43

ROSTOW, W.W. (1960); Stages of Economic Growth, A Non-

Communist Manifesto, Cambridge: Cambridge

University Press.

SEN, A. (1992); “Development: Which Way Now?”, C. K. WILBER

ve K. P. Jameson (Eds.), The Political Economy of Development

and Underdevelopment içinde, Singapore: McGraw-Hill, Inc., 5-

26.

SINGER, H. W. (1984); "Industrialization: Where Do We Stand?

Where Are We Going?" METU Studies in Development, 11, 1-2,

163-175.

SINGER, H. W. (1964); International Development, Growth And

Change, New York: McGraw-Hill.

SMITH, A. (1961); The Wealth of Nations, ilk baskı 1776, E.

Cannon (Ed.), London: University Paperbacks.

ŞENSES, F. (1984); “Development Economics at a Crossroad”,

METU Studies in Development, 11, 1-2, 109-150.

TINBERGEN , J. (1984); “Lessons and Prospects”, METU Studies

in Development, 11, 1-2, 11-19.

TINBERGEN, J. (1952); On The Theory of Economic Policy,

Amsterdam: North Holland.

TODARO, M. P. (1994); Economic Development, New York:

Longman.

TODARO, M. P. (1988); Economics for a Developing World,

Essex:Longman.

44

UNITED NATIONS (1948); Economic Report: Salient Features of

the World Economic Situation, 1945-47, New York.

UNITED NATIONS DEVELOPMENT PROGRAMME (1995); Human

Development Report 1995, Turkey, Ankara.

UNITED NATIONS DEVELOPMENT PROGRAMME (1992); Human

Development

Report 1992, Oxford: Oxford University Press.

UNITED NATIONS DEVELOPMENT PROGRAMME (1990); Human

Development Report 1990, Oxford: Oxford University Press.

WORLD BANK (1995); World Development Report 1995, Oxford:

Oxford University Press.

WORLD BANK (1993); World Development Report 1993, Oxford:

Oxford University Press.

WORLD BANK (1987); World Development Report 1987, Oxford:

Oxford University Press.

WORLD BANK (1978); World Development Report 1978, New York.

WORLD COMMISION ON ENVIRONMENT AND DEVELOPMENT (1987); Our

Common Future, New York: Oxford University Press.

WORLD RESOURCES (1996); World Resources 1996-1997,

Oxford:Oxford University Press.

YOTOPOULOS, P. A. ve NUGENT, J. B. (1976); Economics of

Development, Empirical Investigations, New York: Harper & Row

Publishers.

45

46

TABLO 1: GOÜ İÇİN BAZI İKTİSADİ GÖSTERGELER (1960-1975)_________________________________________________________________________________________________________________

_____________________

Yıllık Ortalama Tarım ve Sanayi Sektörlerinin Gayri Safi Yurtiçi Gayri Safi Yurtiçi

Net Dış Kaynak Dış Ticaret Hadlerinde Yıllık

Büyüme Oranları GSYİH İçindeki Payları Yatırımlar / GSYİH Tasarruflar/ GSYİH

Girişleri/ GSYİH Ortalama Değişim

_________________ _________________________ _________________ _________________

______________ _______________________

GSYİH Tarım Sanayi Tarım Sanayi

1960 1975 1960 1975 1960 1975 1960 1975

1960 1975

Düşük Gelirli 3.1 2.1 5.4 52 43 12 23 14.7 19.1

11.6 15.6 3.1 3.5 -0.2

GOÜ

Orta Gelirli 6.0 3.5 7.9 26 15 23 38 20.2 26.4

17.8 22.1 2.4 4.3 1.9

GOÜ

_________________________________________________________________________________________________________________

________________________Kaynak: World Bank (1978).

TABLO 2: GOÜ İÇİN BAZI SOSYAL GÖSTERGELER (1960-1980)

_________________________________________________________________________________________________________________

________________________

Yoksulluk Sınırının Altında Yoksulluk Sınırının Altında Yaşayan Günlük

Kalori Gereksinimini Gini

İşsizlik Oranı Yaşayanların Sayısı (Mil.) Nüfusun Toplam Nüfusa Oranı

Karşılayamayanların Sayısı (Mil.) Katsayısı

1960 1973 1979 1979

1975 1960 1980

AFRİKA 7.7 9.8 37.6

33 193

ASYA 6.8 7.2 418.4

40 768

LATİN AMERİKA 4.7 6.1 59.9

19 112

BÜTÜN GOÜ 6.7 7.6 515.9

35 1.073 0.544 0.602

________________________________________________________________________________________________________________

_______________________

KAYNAK: Todaro (1994: 144; 1988: 70, 71, 193).