Toplumsal Eşitsizlik ve Çevre Sorunları: ELYSIUM Filmi Üzerinden Bir Çözümleme

11
TOPLUMSAL EŞİTSİZLİK VE ÇEVRE SORUNLARI: ELYSIUM FİLMİ ÜZERİNDEN BİR ÇÖZÜMLEME Ahmet Araşan “Çevre sorunlarını toplumdaki eşitsizlikler ve güç ilişkileri çerçevesinde değerlendirmek mümkün müdür” sorusunun iki ayrı başlık altında ele alınması gerektiği kanaatindeyim. Bunlardan birincisi, eşitsizlikler ve güç ilişkilerinden dolayı, çevre sorunlarının ve bunların maliyetlerinin hep belli kesimlerin üzerine yıkılıp yıkılmadığıdır. İkincisi ise toplumdaki eşitsizliklerin ve güç ilişkilerinin çevre sorunlarının kaynağı, sebebi veya en azından bir faktörü olup olmadığıdır. Bu ikincisini istatistik dilinde bir soruya çevirirsek şu şekle dönüşür: toplumdaki eşitsizliklerle çevre sorunları arasında bir korelasyon bulunmakta mıdır? Bugüne kadar birinci başlık altındaki inceleme ve analizler daha direkt ve tartışmaya yol açmayan sonuçlara ulaşmıştır. Bu sonuçlara göre modern dünyada, maddi ve siyasi eksenlerde oluşan hiyerarşide, aşağıda kalanlar, çevre sorunlarını, kirlenmeyi, bozulmayı, zehirlenmeyi en çok yaşayan topluluklar olmaktadır. Aynı zamanda bu toplulukların yaşadığı bölgeler de kirliliğe uğramaktadır. Yani insani hiyerarşi, aynı zamanda bozulacak çevreyi belirleyen bir etkendir. Her şeyden önce çevresel eşitsizliğin anlamını açmak gerekir. Kathleen I. O’Halleran bu konuda geniş bir tanım yapmıştır. Ona göre çevresel eşitsizlik, (a) doğal kaynakların miktarı, (b) tasarruflarla oluşturulan birikimler, varlıklar, arazi mülkiyeti gibi insanların elinde bulunan sermaye, (3) siyasi gücü veya etkinliği, dayanışma ve ayağa kalkma becerilerini de içeren sosyal refah veya sosyal sermaye eksenlerinde belirlenir. 1 Bir toplumda, bu üç değerden ne kadar az bulunuyorsa, o takdirde o toplum, ve tabii o toplumun bulunduğu çevre/doğa, bu üç değeri daha çok bulunduran topluluklara göre o kadar güçsüz hakimiyet bölgeleridir ve doğa hiyerarşisinde diğerlerine göre o kadar aşağıda olurlar. Eşitsizlik, bu üç değere dünyamızda çok önem verilirken, bunların toplamları arasındaki farkın büyük boyutlara ulaşmasıyla başlar. Tabii bu üç özelliğin bir değer oluşturmadığı dünyalarda bu açılardan eşitsizlik oluşması da mümkün değildir. 1 O’Halleran, kendi çevirim, s. 1082-1098, https://www.worldwewant2015.org/sustainability2015/equality

Transcript of Toplumsal Eşitsizlik ve Çevre Sorunları: ELYSIUM Filmi Üzerinden Bir Çözümleme

TOPLUMSAL EŞİTSİZLİK VE ÇEVRE SORUNLARI: ELYSIUM FİLMİ ÜZERİNDEN BİR ÇÖZÜMLEME

Ahmet Araşan

“Çevre sorunlarını toplumdaki eşitsizlikler ve güç ilişkileri çerçevesinde değerlendirmek

mümkün müdür” sorusunun iki ayrı başlık altında ele alınması gerektiği kanaatindeyim. Bunlardan

birincisi, eşitsizlikler ve güç ilişkilerinden dolayı, çevre sorunlarının ve bunların maliyetlerinin hep belli

kesimlerin üzerine yıkılıp yıkılmadığıdır. İkincisi ise toplumdaki eşitsizliklerin ve güç ilişkilerinin çevre

sorunlarının kaynağı, sebebi veya en azından bir faktörü olup olmadığıdır. Bu ikincisini istatistik

dilinde bir soruya çevirirsek şu şekle dönüşür: toplumdaki eşitsizliklerle çevre sorunları arasında bir

korelasyon bulunmakta mıdır?

Bugüne kadar birinci başlık altındaki inceleme ve analizler daha direkt ve tartışmaya yol

açmayan sonuçlara ulaşmıştır. Bu sonuçlara göre modern dünyada, maddi ve siyasi eksenlerde

oluşan hiyerarşide, aşağıda kalanlar, çevre sorunlarını, kirlenmeyi, bozulmayı, zehirlenmeyi en çok

yaşayan topluluklar olmaktadır. Aynı zamanda bu toplulukların yaşadığı bölgeler de kirliliğe

uğramaktadır. Yani insani hiyerarşi, aynı zamanda bozulacak çevreyi belirleyen bir etkendir.

Her şeyden önce çevresel eşitsizliğin anlamını açmak gerekir. Kathleen I. O’Halleran bu

konuda geniş bir tanım yapmıştır. Ona göre çevresel eşitsizlik, (a) doğal kaynakların miktarı, (b)

tasarruflarla oluşturulan birikimler, varlıklar, arazi mülkiyeti gibi insanların elinde bulunan sermaye,

(3) siyasi gücü veya etkinliği, dayanışma ve ayağa kalkma becerilerini de içeren sosyal refah veya

sosyal sermaye eksenlerinde belirlenir.1 Bir toplumda, bu üç değerden ne kadar az bulunuyorsa, o

takdirde o toplum, ve tabii o toplumun bulunduğu çevre/doğa, bu üç değeri daha çok bulunduran

topluluklara göre o kadar güçsüz hakimiyet bölgeleridir ve doğa hiyerarşisinde diğerlerine göre o

kadar aşağıda olurlar. Eşitsizlik, bu üç değere dünyamızda çok önem verilirken, bunların toplamları

arasındaki farkın büyük boyutlara ulaşmasıyla başlar. Tabii bu üç özelliğin bir değer oluşturmadığı

dünyalarda bu açılardan eşitsizlik oluşması da mümkün değildir.

1 O’Halleran, kendi çevirim, s. 1082-1098, https://www.worldwewant2015.org/sustainability2015/equality

Aynı zamanda çevresel eşitliği sağlayacağı iddia edilen yukarıdaki değerleri tam anlayabilmek

için üzerlerinde biraz egzersiz yapmakta fayda vardır. Tarih boyunca politik ve askeri olarak zayıf,

aralarında dayanışma bulunmayan pek çok halkın sahip olduğu doğal kaynakların güçlü ülkeler

tarafından sömürüldüğü ve yok edildiği görülmüştür. Ancak buna izin vermeyen ülkeler için doğal

kaynaklar her zaman için bir güç faktörüdür. Askeri gücün karşısında ne sermaye gücü ne de mülkiyet

durabilir. Sermaye çoğu durumda etkilidir. Mülkiyet sahibi olmak her bölgede belli bir güce sahip

olmaktır. Aynı zamanda bu üç değer birbirleriyle ilişkilidir de. Doğal kaynaklar sermayeyi doğurur,

sermaye sosyal refahı artırır vs. Belki bu modelin en çarpıcı tarafı sosyal etkinliğin bir güç olarak

formülasyonda yer bulmasıdır. O’Halleran sosyal sermaye, dayanışma ve ayağa kalkma gücü gibi

toplumsal özellikleri de gücü artıran, hatta bazen diğer tüm güç faktörlerinden daha büyük miktarda

güç üreten değerler arasına koymuştur.

Ne yazık ki günümüzde insanlığın toplamdaki etik değerleri doğayı korumak için yeterli

değildir. Dolayısıyla herhangi bir doğal bölgeyi insanların yarattığı kirlilikten korumak için, gerek

çevresel değerlerle, gerek ahlaki değerlerle, gerekse de pragmatik sebeplerle hareket ederek bu

kirletme eylemine karşı çıkan insanlardan başka durdurucu bir güç yoktur. Dolayısıyla yukarıda

toplumlarla veya topluluklarla ilgili verilen güç ölçüm endeksi aynı zamanda doğanın kendisini –

oldukça belirsiz olan yenileme gücünü bir tarafa bırakarak- zararlı etkilerden koruyabilme endeksi

olmaktadır.

Eşitsizlik ve hiyerarşide aşağıda olan bölgelere kirlilik akışı her şeyden önce uluslararası

boyutta görülür. Daha “zengin” ve dünya politikasında güç sahibi olan ülkeler, daha “fakir” ve

“güçsüz” ülkelere çevresel kirlenme ihraç ederler. Küresel çevre bozulmasını gelişmiş ülkeler

yaratmakta, bundan faydalanmakta, ancak bunun ceremesini, zararlarını gelişmemiş ülkelere

yollamaktadırlar. Zehirli atıklar yok edilmek üzere bu ülkelere gider, güçlü ülkelerde yasaklanan

hammaddelerle güçsüz ülkelerde üretim yapılır, kendi ülkelerinde yasaklanan zararlı ve zehirli

teknolojilerin güçsüz ülkelerde kullanılması teşvik edilir, zehirli teknolojiler bu ülkelere izinli veya

izinsiz olarak gönderilir.2 Güçlü ülkeler kendi pislik kaplarını doldurmuş, kapları dolu olmayan ülkelere

kendilerinden taşan pislikleri akıtmakta, onların kaplarını da doldurmaktadırlar. Kirlilik güçlü

bölgelerden güçsüz bölgelere bir akış halindedir.

Bu kirlilik akışına dur demek güçsüz ülkeler için neredeyse imkansızdır. Bu teknolojiler ve

hammaddeler ucuzdur, verimlidir, iş ve kalkınma imkanı yaratır. Ancak makro temeldeki bu çevre

sömürüsünün tek sebebi, zehirli maddelerin bazı alanlarda yarattığı geçici iyileşmeler değildir. Güçlü

ülkeler güçsüz ülkeleri, gayet etkili biçimde kullandıkları ekonomik ve politik kıskaçlarla etkisiz hale

getirirler. Bunun için yapılan, her şeyden önce -özellikle sömürgecilik dönemi sonrasında- ülkelere bir

“kalkınma” hedefi vermek, batı değerlerini içeren belli kıstaslarla kalkınmış, kalkınmakta olan, ve

kalkınmamış ülke ayırımları yapmak, kalkınma sınıfına geçme hedefi doğrultusunda ülkeleri

borçlandırmak, siyasi yapılarını esir almak ve onları diledikleri gibi yönetebilmektir. Ülkelerin borç

batağının doğal kaynaklarını kaybetme ile sonuçlandığı da görülmüştür.3

Uluslararası dengesizliklerin dışında yerel eşitsizlikler de zayıf olanın aleyhine işler ve kirliliği o

bölgeye çeker. Yerli ve geleneksel yaşamlarını sıkı sıkıya devam etmek isteyen halkların sahip olduğu

doğal değerler kirletilmiş, yok edilmiş ve hatta bu topluluklar yerlerinden sürülmüşlerdir. Herhangi bir

2 http://www.theguardian.com/global-development/2013/dec/14/toxic-ewaste-illegal-dumping-developing-countries 3 Kılıç, Tok, s. 225

doğal kaynağa, bir sermayeye, bir politik güce sahip bulunmayan yoksul halk sürekli olarak sağlığa

zararlı veya herhangi bir besin değeri bulunmayan yiyecekler tüketmeye zorlanmaktadırlar. Maliyeti

son derece düşük bu ürünlerin fiyatları, her zaman aynı oranda kar etmeye olanak sağlayacak şekilde

düşük tutulabilmekte “asgari doyma” sağlanmakta, bu sayede yaşam savaşındaki insanların

dayanışma ve ayağa kalkma motivasyonu geliştirmesine imkan verilmemektedir. Ne tip sağlık

sorunlarına yol açacağı belli olmayan bu gıdalar dünyanın her yerinde bulunan yoksullara öbek öbek

akmaktadır.

Asit yağmurları ve iklim değişikliği, yarattıkları felaketlerle hem yaşadıkları yerlerden

göç etme imkanları olmayan güçsüzleri en olumsuz şekilde etkilemektedir. Zaten yoksullar bozuk

sağlıksız çevrelerde yaşamaya itilerek bir çeşit yaşam boyu süren bir afete mahkum olmaktadırlar.

Yoksullar ayrıca, başka çareleri olmadığından, kirli suya, zararlı deterjanlara, zirai ilaçlara, güvenlik

önlemleri bulunmayan denetimsiz işyerlerinde pek çok zehirli kimyasala ve diğer zehirlere maruz

kalmaktadırlar.4 Enerji ihtiyaçlarını önce kendilerine sonra çevreye zararlı maddeler ve yöntemler

kullanarak giderirler. Bazı yorumcular yoksulların bu maddeleri kullanmayı “tercih” ederek çevreyi

kirlettiklerini iddia ederler.5 Aslında durum böyle değildir. Onlar bu maddeleri tüketmeyi, onlarla iç

içe yaşamayı çevre bilinçleri olmadığından tercih etmezler. Sadece kendi imkanlarıyla ulaşabilecekleri

seçenekler bir tek bunlardır. Yapılan bir tercih varsa o da, yine güç sahibi kişiler tarafından yapılan, bu

maddeleri üretme tercihidir. Yoksulların imkansızlıkları fırsat bilinerek, büyük karlar elde edebilmek

için zehirli maddelerin ticareti gerçekleştirilmektedir.

Ayrıca günümüzde kirlilikten kurtulmak, temiz doğadan faydalanmak da maddi refahın bir

sonucu haline gelmiştir. Temiz hava almak, yeşille buluşmak, temiz sularda yıkanmak, kalabalıktan,

gürültüden uzaklaşmak, ultraviyole ışınlarına maruz kalmamak, doğayı korumaya çalışmak bile artık

belli maliyetlere katlanmadan gerçekleştirilememektedir. Temizlik ve doğallık güçlülerin edinebildiği

bir ayrıcalık haline gelmekte, güçsüzler ve özellikle yoksullar kirliliğe hapsolmaktadırlar. Kirlilik

güçsüzlere aktarılırken, temizlik onlardan alınıp güçlülerin ayrıcalığı haline getirilmektedir.6

Eşitsizlikleri ortadan kaldırmak için mülkiyetin ve sermayenin dışındaki yolları, yani ayağa

kalkmayı ve dayanışmayı kullanmaya çalışmak da güçsüzler için oldukça zorlu bir uğraştır. Her zaman

için çoğu ülkede dayanışmayı engelleyen kanunlar mevcuttur. Seslerini duyurmak oldukça zordur bu

insanlar için. İktidar ve diğer güçlüler iletişim kanallarını kontrol eder. Yasal yollar haksız uygulamaları

durdurmak için en önemli araçtır. Ancak mahkeme masrafları yüksek, avukat masrafları ise

çoğunlukla erişilmezdir. Eşitsizliğe karşı mücadeleler sadece bir gönüllü avukatla dayanışma içerisinde

yürütülebilmektedir.

Toplumsal eşitsizliklerin yol açtığı çevre bozulmasının sonuçlarından güç sahibi olmayan

kesimlerin uzak durabilmesi ve çevreyi bozup kirletenler karşısında dengeyi sağlayıp ekolojiyi

korumaya yönelik girişimlerde bulunabilmesi fikirleri “Çevresel Adalet” kavramını doğurmuştur.

Çevresel Adalet Leist’a göre şu prensiplere dikkat çekmektedir:7

4 Boyce ve ark., s. 12, http://dornsife.usc.edu/assets/sites/242/docs/justice_in_the_air_web.pdf 5 Scruggs, s. 260-262 6 Bryson, s. 735-736 7 Leist’tan aktaran Kılıç, Tok, s. 220

Ekolojik fırsat eşitliği: Doğal bir çevre içinde yaşama dair fırsat eşitliği, her insanın mal ve mülk

edinmede, (doğal yiyecekler, doğal maddeler, yapı malzemeleri gibi) doğal malları kullanmada ve

(hammadde ve enerji gibi) doğal kaynakların tüketiminde aynı haklara sahip olmasıdır.

Ekolojik insan hakları: Her insanın sağlıklı ve tehlikeleri olmayan belirli bir temel yaşam

standardına sahip olabilmesi (yararlanacak yeterli temiz hava, su vb. olması; radyasyon, gürültü vb.

tehlikelere maruz kalmaması).

Ekolojik düzenleme (tasarlama) hakları: Kültürel çevrenin tasarlanmasında ve korunmasında,

doğal kaynakların tüketilmesi ve çevrenin estetik olarak düzenlenmesinde, doğal anıtların

korunmasında ya da geri kazanımında, sanayileşmede, çöplerin depolanmasında, nükleer tesislerin

korunmasında, baraj yapımında vb. alınan kararlara katılım hakkının olmasıdır.8

Bu prensipler çevresel eşitliğin her insanın hakkı olduğunu ifade eder. İnsanlar arasındaki

eşitliğin doğanın korunmasına yol açtığı inancıyla, çevresel adalet sağlanarak doğanın da korunacağı

öngörülmektedir.

Bookchin dünya üzerinde ortaya çıkan çevre sorunlarının insanların kendi aralarındaki

ilişkilerden kaynaklandığını belirtmektedir. İnsanın insanı sömürmesinin zamanla insanın doğayı

sömürüsü şekline büründüğünü belirtmektedir.9 Acaba insanlar arasındaki güç eşitliği gerçekten

çevresel bir eşitliğe, dolayısıyla çevrenin daha az tahrip edilmesine yol açabilir mi? Bu soru bizi

yukarıdaki ikinci başlığımıza getirir: “toplumsal eşitsizlikler çevre tahribatının sebebi midir”?

Eşitsizliğin çevre sorunlarına yol açtığını savunanlar, sadece tahakküm sonucunda, karşı duran

kimse bulunmayınca kirlenme gerçekleşebileceği tezine sahiptirler. Yani tahakküm iradesini yaratan

olgu güç boşluğudur onlara göre. O’Halleran tarafından ortaya koyulan çevresel güç modeli aslında

pragmatik bir yaklaşım içerisindedir. Önerisi güçlerin üst sınıfta dengelenerek eşitsizliklerin ortadan

kaldırılması, bu sayede çevre tahribatının tamamıyla durdurulmasıdır. Gerçekten, eşitsizliklerin

tamamıyla ortadan kaldırılabilmesinin mümkün olup olmadığı sorusunu bir tarafa bırakırsak, eşit

güçteki güçlülerin mücadelesinde ortaya en azından bir “çevre koruma planı” çıkabilir mi? Görülen

şudur ki, tahribat üreten bir güçlüye karşı bir güçsüzün, eşitsizliği başka yollarla ortadan kaldırarak

çevre tahribatını durdurması durumu pek çok kez yaşanmıştır. Ancak iki güçlünün arasında kirliliği

sıfırlamak adına bir anlaşma henüz görülmemiştir.

Yukarıda belirtilen pragmatik yaklaşımı test etmek üzere Lyle A. Scruggs tarafından

gerçekleştirilen bir araştırmaya odaklanılacaktır.10 Kendisi öncelikle dünyada ekonomik eşitsizliğin

bulunduğu bölgelerdeki ve nispeten kendi arasında eşit olan toplumların bulunduğu bölgelerdeki

çevre kirliliğinin arasındaki korelasyonu incelemiştir. İstatistikler üzerinden ulaştığı sonuçlara göre

eşitsizliğin çevresel kirlilik yarattığına dair bir ilişki yoktur. Aynı şekilde eşitlik de temiz bir çevre

anlamına gelmemektedir.

Scruggs daha sonra bir başka açıdan eşitsizlik ve çevre kirliliği ilişkisini ele almış, ekonomik

refahın çevreyi nasıl etkilediğine bakmıştır. Çünkü eşitsizliğin çevre kirliliğine yol açtığı savı -kendi

yorumuna göre- “zenginler ve güçlülerin sistematik olarak çevreyi zarara uğratmayı tercih ettikleri

fikrini ima etmektedir”. Ulaştığı sonuçlar bunun tersini gösterir. Gene istatistikler üzerinden yaptığı

araştırmaya göre zenginlik arttıkça çevre bilinci artmakta, ve bu şekilde zengin bölgeler daha temiz bir

8 Kılıç, Tok, s. 220 9 Kılıç, Tok, s. 223 10 Scruggs, s. 259-275

çevreye kavuşmaktadırlar. Tabi, aynı zamanda, yoksulluk ve yoksullar da çevre bilincine sahip

olmadıklarından çevre kirliliğine yol açmaktadırlar. Ancak en çok kirlenme eğilimi yoksulluktan

kurtulurken yaşanmakta, bu eğilim zenginleşince durmakta, iyice zenginleştikçe ise tersine dönmekte

ve temizlik yaşanmaktadır. Bu araştırmanın sonucuna göre ekonomik açıdan herkesin güçlenmesi

çevre için iyidir. Soyutlanmış, bütüncü bir yaklaşım içermeyen bu araştırmaya göre güçlenmek,

zenginleşmek, çevreyi kurtarır ve neticede herkesin güçlenmesi de bir nevi eşitlik halidir.

Bu araştırma, karşıtı olarak görülebilecek Elysium isimli filmi akla getirmektedir (2013). Filmin

senaryosunda dünya, 2154 yılına gelindiğinde öyle kirlenmiştir ki artık yaşam koşulları çok

zorlaşmıştır. Dünya sadece fakirlerin, hastaların, işçilerin yaşadığı bir yerdir. Dünyanın zenginleri ise

tertemiz bir çevresi olan insan yapımı devasa bir uydu Elysium’da yaşamaktadırlar. Buraya dünyada

yaşayanların girişi yasaktır. Elysium’da kullanılan teknolojilerden de dünyadakiler yararlanamaz.

Dünyanın, Elysium için üretim yapmaktan başka hiç bir değeri kalmamıştır. Filmin senaristine göre

zenginlik kendilerinden aşağıda gördüğü yoksulları kendi kaderleriyle baş başa bırakmakta ve çevre

kirliliğini onların bulunduğu ortama yığmakta hiç bir sakınca görmez. Zenginlik, kendisi gibi olanlarla

birlikte harika çevre koşullarına sahip bir ütopya kurma peşindedir. Bu tür bir zenginlik büyük yoksul

yığınlarla birlikte var olmaktadır. Burada altını çizmek istediğim husus yukarıda belirttiğim araştırmayı

yapan Scruggs’ın böyle bir senaryo yazmayacağıdır. Ona göre herkesin alınacağı, tüm dünyan

nüfusunun sığabileceği bir Elysium bulunabilir; ya da tüm dünya kapitalist sistem içerisinde

zenginleşmiş kişilerden oluşan bir Elysium haline gelebilir.

Eşitsizlik çevre sorunlarını yaratır demek, çevre sorunlarının varoluş koşullarına dair bir

önerme getirmektir. Bu amaçla yapılan araştırmalar, bugüne ait bir değişkenle bir başka değişken

arasındaki korelasyona bakar. Eğer iki değişken arasında bir korelasyon bulunursa sebepler

keşfedilmiş, araştırma tamamlanmış olur. Oluşturulan çevre siyaseti de ya bu araştırma sonuçlarına

ya da kişisel gözlemlere dayanır. Neticede çevreyi korumak amacıyla oluşturulan siyasetin

temellendiği çevre sorunları ontolojisi ya ampirik çalışmalardan ya da güncel fenomenolojik

analizlerden çıkar. Ancak bunlar eşitsizlik açısından bütüncül yaklaşımdan uzaktır.

Bu boyuttaki kirlilik ve bozulmanın, yani çevre sorunlarının bugünkü hale gelmesi Batı’da

gerçekleşen sanayi devrimine dayanır. Neticede dünyayı kirletmeye yetecek kadar bir teknoloji sanayi

devriminden önce bulunmuyordu. Sanayi devrimini açıklayan sosyal bilimcilerin ortak kanısı sanayi

devriminin önce toplumsal ve düşünsel bir değişimle başladığıdır. Dolayısıyla dünyayı geri dönülmez

şekilde kirleten bu değişimin var oluş koşulları o düşüncelerde bulunabilir. Sanayi devrimine yol açan

düşüncelere de “aydınlanma” diyoruz ve aydınlanmanın, sanayi devriminin ya da kapitalizmin, ne

derseniz deyin bugünkü toplumu yaratan dönüşümün sebepleri üzerine açıklamaların pek çok önemli

düşünür tarafından yapılmış olduğunu biliyoruz.

Karl Marks ve Friedrich Engels’e göre, Ortaçağ’ın feodal yapısını değiştiren, burjuvaların artık

boyunduruk ve kısıtlamalar altında yaşamak istememesi, feodallerin imtiyazlarına sahip olma

arzusudur. Tarihsel diyalektik içerinde oluşan bu durum sınıf çatışması yaratmış ve sonunda kazanan

burjuva sınıfı olmuştur. 11 Neticede Marks ve Engels’e göre sanayi devriminin altında burjuvanın

iktidarı ele geçirme ve hep iktidarda kalma çabası vardır. Bu mücadeleden galip ayrılan burjuva sınıfı

tüm dünyadaki iktidarını sürdürmek isteyen, bunun için elinden geleni ardına koymayan, halkları

birbirine düşüren, savaşlar çıkartan bir zümredir artık.

11 Marks, Engels. (1998) s. 51

Max Weber’in kapitalizm, dolayısıyla da sanayi devrimi açıklaması ise kültürel bir değişimin

altını çizer. Weber’e göre on altıncı yüzyılda ortaya çıkan Protestan mezhebi, yeni bir kültürün

doğuşuydu aynı zamanda. Kapitalizmin belli biçimleri her zaman her coğrafyada vardı, ancak esas

sorulacak soru, Batı’ya özgü “resmi serbest emeğin rasyonel organizasyonunun” nasıl ortaya

çıktığıydı.12 Yani geleneksel ticari işletmelerden farklı olarak, düzene konmuş yatırımlar yapan

kurumlar içerisinde disipline edilmiş yasal emekle yapılan ekonomik faaliyetin antropolojisini

yapıyordu Weber. Ona göre, bu dünyadan uzaklaşarak bir sonraki hayatta kurtuluşu vaat eden

Katolikliğe karşı, bu dünyada çalışıp harcamayarak, dolayısıyla birikim yaparak geçirilen bir hayat

talep eden Protestanlık kapitalist sermaye birikiminin temelidir. Geleneksel ahlakın katı ruhaniliği

gevşetilirken yerine tuhaf bir öz-disiplin talep eden yeni bir ahlak konulduğunu belirtir.13 Weber bu

daha önce görülmeyen kültürün ortaya çıkış gerekçesini, bir nevi dünyasal çilecilik “çağrısı” yapan

Protestan mezhebinde bulur. Çağrı, dünyayı aşan dini, ibadet yerlerinden alıp gündelik aktivitelerin

içerisine sokmuştur. Dolayısıyla kapitalizm, bu yeni bir ibadet biçiminin sonucunda doğmuştur.

Öncelikle İngiltere’de hakimiyetini kuran Kalvinizm gibi Protestanlığın dünyasal çilecilik açısından en

katı kolunun öğretisi sadece bir kısım insan için kurtuluş olduğunu tebliğ eder. Gerisi Tanrı tarafından

lanetlenecektir. Lanetleneneler, dünyasal aktivitelerde başarılı olanlar, çağrıya uyup zenginlik

biriktirenler arasından çıkmayacaktır. Dolayısıyla zenginlik gösterisi, aynı zamanda seçilmişliğin

manifestosudur.14 Bu sebeple Protestanlığı özellikle Kalvinizmi seçenler bir an önce servet biriktirme

ve onu gösterme yarışına girerek eski sistemi yıkmış, kapitalizmin temellerini atmıştır. Konumuzun

perspektifinden Weber’in söylediklerini yorumlarsak, kapitalizmin, dolayısıyla çevre kirliliğine yol

açan sanayi devriminin temelinde, ilahi kurtuluşu diğer insanlara kıyasla daha zengin olma ve öyle

kalmada arayan bir grup insan, bir kültür bulunmaktadır. Kurtuluş için zenginleşmek yetmez, büyük

bir çoğunluğun da yoksul kalması gerekir.

Frankfurt Okulu’nun düşünürlerinden Theodor Adorno ve Max Horkheimer’a göre,

“Aydınlanmanın programı dünyanın gözünü açmak, mitleri tasfiye etmek, hayal olanın yerine bilgiyi

koymaktı.” Bu bilginin temeli teknolojiydi ve teknoloji esasen diğerlerinin emeğiyle sermayesini

sömürme metoduna denk düşüyordu. İnsanın doğadan öğrenmek istediği şey, onu, doğanın

kendisine ve diğer insanlara hakimiyet kurabilmek üzere nasıl kullanması gerektiğiydi. İnsanın zihnini

ile şeylerin doğası arasındaki mutlu uyum yasaklandı; bunun yerine boş nosyonlarla ve kör deneylerle

evlendirildi. Kavramın yerine formülleri, sebep ve itkilerin yerine kural ve olasılıkları yerleştirdiler.

Aydınlanma için hesaplama ve fayda kuralına uymayan her şey şüphelidir. Sayılar Aydınlanmanın

silahı haline geldi. Sayılara indirgenemeyen herhangi bir şey illüzyon olarak kabul edilir. Tanrı sevgisi

bile varoluş üzerindeki hakimiyet için kullanıldı. Mit Aydınlanma haline geldi. Aydınlanma belki eski

efendilikten veya asillikten kaynaklanan eşitsizliği sona erdirdi ancak bunu evrensel olarak herhangi

bir varlığın diğerine karşı ilişkisinde devam ettirdi. 15 Aydınlanma totaliterdi, her bireyi tek bir

kolektivitenin parçası olarak gördü, ve onu o kolektivitenin bir fonksiyonuna indirdi. Fonksiyon dışına

çıkmak cezalandırılıyordu. Bütünün parçası olmamak, tamamıyla farklı olmak imkansız hale geldi.

12 Giddens, s. XIII 13 Giddens, s. XII 14 Giddens, s. XIII 15 Adorno, Horkheimer, s. 3-42, kendi çevirim

Özgürlük vadeden Aydınlanma, her bireyin hayatını kontrol eden, onu biçimlendiren bir tahakküm

aracına dönüştü. Tabi bu aracı elinde bulunduranlar gücü ve iktidarı elinde bulunduranlardı.

Hannah Arendt aydınlanmaya yol açanın şüpheciliğiyle René Descartes olduğunu söylüyor.

Ona göre önemli nokta Descartes’ın kendi felsefesini bir bilim adamına, Galileo Galilei’ye dayandırıyor

olmasıydı. Galilei’nin gözlemleri matematik kuramlarla açıklamaya başlaması, sekülerleşmeye

korkunç bir devinim ve yön veren bu keşif, bu şekilde, tek başına aydınlanmanın koşulu olacak kadar

önemli hale gelmişti. Galilei’nin keşfi sonucu Descartes’ın ortaya çıkan şüpheciliği aydınlanmanın

başlangıcı olarak gerçekleşti. “Yeni ve kendiliğinden süreçleri harekete geçirmek konusundaki insani

yetiyi, doğaya yönelik bir tutuma, yani modern çağın […] doğa yasalarını araştırmak ve doğadan

birtakım nesneler üretmekle sınırlı bir tutuma kanalize etmek gibi bir sonucu olmuştur.”16 İnsanın

doğaya yönelttiği her soru matematik kalıplara göre cevaplandırılmaktadır artık.17 “Yeni bilgiye giden

yolu açan, temaşa, gözlem ve spekülasyon değil, ‘Homo Faberin’, yapmanın ve imalatın işe karışması

oldu.”18 Artık, ne bilinen kesin bir bilgiydi ne de görünen kesin bir gözlemdi. Bu şekilde insan

sekülerleşti. Ancak sekülerleşme dini inançlardan kopuş anlamına gelmiyordu. İnsanın içindeki dini

çıkarmak mümkün de değildi, gerekli de değildi. Sekülerleşmek ölümsüzlüğe ve öbür dünyaya olan

inancın sarsılması ve bu dünyadaki yaşamın en üst değer olması şeklinde gerçekleşti.19 Emin olmak

için yapmaya güvenmek varlık ile görünüşün yollarını ayırdı, insanı bir başka hakikat arayışına

zorladı.20 Yapmak bir epistemolojik kategori haline geldi. Geçmiş ve gelecek dünyadan kopan insan,

Kartezyen şüphecilikle, bedenine ve ruhuna bakmaktan ziyade kendi içine baktı. Bu içe bakışla yeni

bir akıl geliştirdi. Bu akıl başka hiç kimseyle yüz yüze gelmeden kendisiyle başbaşa bıraktı insanı.21

Kendisinden ve diğer insanlardan kopardı ve yaşamı için çalışmaya, üretmeye sevk etti. Bu yaklaşım, o

güne kadar süren temaşanın üstünlüğünü sona erdirdi ve onun yerine “yapmayı” geçirdi. Homo Faber

önyagılardan, baskılardan kurtulmuş serbest kalmıştı. Bu şekilde beşeri meseleler alanını da ele

geçirdi.22 Düşünmek ve her türlü ilişki Homo Faber’in tezahür alanı oldu. Pozitivist felsefe de bu

şekilde doğdu. Yapmayı destekleyen her türlü düşünce mubah oldu; bunun dışında kalanlara ise itibar

edilmedi. Düşünme yapmanın hizmetkarı oldu.23 Modern çağda, yani Homo Faber, iktidarını

kurduğunda, siyasi insanı ve siyasal alanı küçümser, onları dışlar.24 Sadece temaşayı işgal etmez.

Platon eylemin yerine ideaların peşinde koşan imalatı ve yapmayı geçirmek istiyordu.25 Bu idealar

Homo Faber’in serbest kalmasıyla birer kural haline dönüştü.26 Yapmak gerçekten eylemin yerine de

geçirilmiş, yapmaktan başka eylem olamayacağı inancı da yerleştirilmiştir. Bunun sonucu olarak

16 Arendt, s. 333-4 17 Arendt, s. 409 18 Arendt, s. 391 19 Arendt, s. 453 20 Arendt, s. 413 21 Arendt, s. 399 22 Arendt, s. 331 23 Arendt, s. 416 24 Arendt, s. 235 25 Arendt, s. 326 26 Arendt, s. 328

siyaset de güya yüksek bir amaca varmanın bir aracı seviyesine geriletilmiştir.”27 Mülk sahibi olma

olanağına da kavuşan aydınlanma insanı çalışmaya, bir servet biriktirmeye itildi böylece.

Arendt, Protestanların ‘ben’e sarılma sebebini, Weber’in de işaret ettiği gibi Tanrı nezdinde

kişisel üretkenliklerinin öneminin ortaya çıkmasına bağlar. Protestanlığın kurtuluşu dünyadan

uzaklaşmak değil, kişisel olarak dünyaya sarılmaktır. Protestanlık insanın kendi yaşamını en üstün

tutma anlayışını geliştirmesine yol açmıştır. Arendt’e göre Modern çağın kökeninde yer alan

aydınlanma ve sanayi devrimi “yapan ‘ben’i” en üst varlık haline getirerek oluştu Arendt’e göre.

Dönüşüm genel bir güvensizlik içerisinde gelişen kişisel kaygıyla gerçekleştiği için her etkinlik bir

hesaplanmış faydacılığa götürdü insanı. Dönüşümcü, sonuçları öngörülemeyen ve geri

döndürülemeyen tek eylem bilim oldu. Homo Faber’in bakış açısından araçlar, üretim süreci ya da

gelişme, amaçtan, bitmiş üründen daha önemliydi.28 Bilim de böyle bir araç olmaktan öteye

gidemedi. “Homo Faber olduğu oranda insan araçsallaştırır ve bu araçsallaştırma her şeyin araç

düzeyine düşürüldüğü, içkin ve bağımsız değerini yitirdiği anlamına gelir [...] Doğanın bütün güçleri ile

genelde yeryüzü de işe yarayan şeyleşmeyi taşımadıkları için değerlerini yitirirler”.29

Marks ve Engels’e göre tarihsel diyalektik içerisindeki son iktidar kavgası, Weber’e göre

kültürel değişimin sonucundaki bir zenginlik arzusu, Adorno ve Horkheimer’a göre evrensel hakimiyet

amacı, Arendt’e göre ise yapmak amacından başka bir şeyi düşünmeyen seküler insan Aydınlanmanın

ve sanayi devriminin sebebidir. Dolayısıyla, bu belli başlı açıklamalardan hangisine itibar edilirse

edilsin Aydınlanmanın ve sanayi devriminin temelinde bir “diğerlerinden üstün olma”, alt etme,

iktidara geçme isteği vardır. Eşitsizlik oluşturmak, hiyerarşi kurmak ve bunun en üst basamaklarında

yer almak günümüz bilgisinin temeline iyice yerleşmiştir. Eşitsizlik, hiyerarşi ve ast, ikinci ve daha alt

sınıflar Aydınlanmanın doğurduğu dünya işleyişinin vazgeçilmezleridir. Aydınlanma fikirleriyle

donatılmış bir dünyada eşitliğe bel bağlamak, hangi siyasi rejim altında olursa olsun imkansızı

istemektir. Dünyanın her yerine yayılmış eşit olma fikri ise sadece eşitsizlik rejiminin karşısındaki bir

savunma mekanizmasıdır; her durumda tepkisel ve geçici olup bu rejimi değiştirebilecek fikirleri

yaratmaktan uzaktır.

Bu düşünürlerin, büyük toplumsal ve ekonomik dönüşümün insanlığı bozmasına yaptığı

vurgunun yanı sıra, doğada yarattığı olumsuz sonuçlara da dikkat çekmesi çok önemli bir husustur.

Doğaya hakim olma kavramının altında doğaya bir zarar verme tespiti de yatmaktadır. Aydınlanan

insan doğayı kendi doğal kanunlarına göre işleyen bir sistem olarak bırakma taraftarı değildir artık.

Doğanın yasaları ortadan kalkmalı, insanın doğayla ilgili yaptığı yasalar bunların yerine geçmelidir.

Doğa artık insanın ihtiyacına göre işlemeli, insanın sözünün dışına çıkmamalıdır. Çevre sorunlarının

temelinde açıkça söylenmeyen ama çok baskın olan bu görüş yatmaktadır. İnsan dilediği gibi

davranmakta, doğanın olumsuz tepki vermesini umursamamakta, kendi kurallarına göre davranmaya

devam etmekte, ona yönelik teknolojiler geliştirince doğanın uysallaşacağına inanmakta, eninde

sonunda doğanın kendi kurallarını kabul edeceğini düşünmektedir. Bu düşünürlerin insan kadar

doğanın da elden gitmesine yaptığı vurgu sanayi devrimi ile doğa tahribatı arasındaki ilişkiyi apaçık

ortaya koymakta, bu ilişkinin önemini göstermektedir. Bu düşünürler Bookchin gibi insanın insanı

27 Arendt, s. 331 28 Arendt, s. 423 29 Arendt, s. 231

sömürüsünün zamanla insanın doğayı sömürüsü şekline büründüğüne inanmazlar. İnsanın insanı

sömürüsü, bu amaçla küresel iktidar kavgası ile, insanın doğayı sömürüsü ve doğa üzerinde iktidar

kurma çabaları birbirinden bağımsız olarak ve aynı anda başlamıştır. Dolayısıyla insanın doğayı

sömürüsünü durdurmak, insanın insanı sömürmesini önleyerek gerçekleşemeyecektir Bookchin’in

perspektifi etkili bir sonuç doğurmayacaktır.

İnsanlar arası eşitsizlik ile çevre sorunları birbiriyle sebep sonuç ilişkisinde değildirler; daha

ziyade aynı anda ortaya çıkan iki sonuç gibidirler. Eşitsizlik ve çevre sorunları ana ve çocuk gibi değil

aynı anda aynı anadan doğan iki kardeş gibi ilişkidedirler. Birisi diğerini doğurmamıştır, ancak

birbirlerine etkilerler ve her birisi diğeri olmadan bir “kardeş” özelliği kazanamaz. Anne aydınlanma

ve sanayi devrimidir. Ama kardeşler birbirini kaçınılmaz olarak etkiler. Eşitsizlik olduğu için çevre

sorunları daha çok büyür ve zenginlerin bir Elysium kurmaları kolaylaşır. Aynı şekilde diğer yöndeki

etkileşim de meydana gelir: çevre sorunları olduğu için yoksulluk ve eşitsizlik de artar, farklar ve

bölünmeler derinleşir, aşılamaz hale gelir.

Bugün bunun örneklerini görmekteyiz. Büyümeyi güya özgürlük üst hedefi için araç olarak

gösteren, aslında karları artırma, zenginliklerine zenginlik katma hevesinde olanlar, bu dünyayı

kirleten teknolojileri üretenlerdir. Mülkiyet hakkının kullanılmasını küresel ısınmadan sulak alanların

yok olmasına kadar pek çok çevre sorununun kaynağı olarak görenlerin sayısı her geçen gün daha da

artmaktadır.30 Kendi “Elysium”larında çevre koruma fikrine sıkı sıkıya yapışmaları, kendi çevreleri için

yatırım yapmaları onların çevreci olduklarını, hatta çevreye zarar vermediklerini göstermez. Bir

taraftan tüm dünyada çevreyi kirleten teknolojilere ses çıkarmayıp, onları görmezden gelip, o

teknolojilerin varlığını sürdürmesine yarayan tüketim alışkanlıklarından vaz geçmeyip, hatta karlarını

artırmak için onları teşvik edenlerin kendi çevrelerini koruması onların çevre düşmanlığını gideremez;

onların çevreyi kirleten ve zehirleyen varlıklar olma özelliğini değiştiremez. Gelişmekte olan ülkelerde

ekonomik zorluklar baş gösterince çevre koruma düşüncesi hemen ikinci plana atılabilmektedir.31

Elysium’cu bu zenginlerin çevreciliği kendi coğrafi sınırlarına ve kendi karlarına zarar gelecek sınırlara

kadardır. Bunların dışına çıkıldığında zengin çevreciler çevrecilikten vaz geçerler. Gelişme ve rekabet

çevre korumanın önüne geçer, bunların karşısında çevreden feragat edilir.

Herkes zengin olunca çevre sorunları bitecektir iddiasındaki yukarıdaki araştırma da, eşitsizlik

çevre kirliliğini doğuruyor demek de eşitlilik ütopyasını yanıltıcı şekilde ete kemiğe büründürür,

evrensel eşitliği “gerçekimsi” hale getirir. Hele yoksulların çevreyi kirlettiği söylemi bu yoksulluğun

nasıl oluştuğu, yoksulluğun aslında zenginlik ve iktidar sahibi olma rejiminin bir parçası olduğu

gerçeğini göz ardı etmektir. Herkesin zenginleşerek veya bir şekilde güçlü hale gelerek eşitsizliğin yok

edilmesi, bu sayede çevreyi koruma önerisi, zenginleşme ve bu şekilde bir güç sanayi devrimine, yani

eşitsizlik fikrinden doğan, eşitsizlik olmadan varlık bulamayacak bir dönüşüme ait bir kavram olduğu

için kendi içerisinde çelişkilidir. Eşitsizliği yok etme fikirleri ancak Aydınlanma ve sanayi devrimine ait

kavramlarının dışında, o özelliklerden uzak yeni özellik kümesinde hayat bulabilir. Eşitsizliğe karşı

geliştirilebilecek tek değerli hareket, eşitsizlik yaratanlarla aynı şekilde zenginleşmek, mülk edinmek,

doğal kaynakların hakimiyetini ele geçirmek, askeri güç kazanmak gibi faaliyetler peşinde koşmak

değil, dayanışma içerisinde, çoğulluk içerisinde ayağa kalkmak, isyan etmektir. Ve asla iktidar peşinde

koşanların, hiyerarşi yaratanların ve alttakileri umursamayıp ezenlerin para, mülkiyet ve iktidar gibi

silahlarını ele almamaktır.

30 Kılıç, Tok, s. 221 31 OGR’den aktaran Kılıç ve Tok, s. 225

KAYNAKÇA:

Adorno, Theodor, Horkheimer, Max (2008). Dialectic of Enlightenment, Verso

Arendt, Hannah, (2013). İnsanlık Durumu, Bahadır Sina Şener (çev.), İletişim yayınları

Boyce, James K. Ve ark. (2009), Justice in the Air, http://creativecommons.org altında lisanslanmıştır

Bryson, Jeremy (2013). “The Slums of Aspen: Immigrants vs. the Environment in America's Eden. Lisa

Sun-Hee Park and David Naguib Pellow”, Urban Geofraphy, C:34, S:5

Giddens, Anthony, (2005) “Introduction”. Max Weber Protestant Ethics and the Spirit of Capitalism,

Talcott Parsons (İng. Çev.) Routledge

Kılıç, Selim. Tok, Nafiz (2014). “Geleneksel Adalet Anlayışlarından Çevresel Adalet Anlayışına”,

Uluslararası Alanya İşletme Fakültesi Dergisi, C:6, S:3, s.213-228

Marks, Karl (2009). Çizgilerle Komünist Manifesto. Rodolfo Marcenaro (çiz.). Nail Satlıgan (çev.).

İstanbul: Yordam Yayınları.

O’Halleran, Kathleen (2012). “Oklahoma:,” Yay. Haz. Kim Kennedy-White ve Leslie Duran America

Goes Green: An Encyclopedia of Eco-Friendly Culture in the United States, S:3

Scruggs, Lyle A. (1998). “Political and Economic Inequality and the Environment”, Ecological

Economics, S:26