Toplumsal Eşitsizlik ve Çevre Sorunları: ELYSIUM Filmi Üzerinden Bir Çözümleme
Transcript of Toplumsal Eşitsizlik ve Çevre Sorunları: ELYSIUM Filmi Üzerinden Bir Çözümleme
TOPLUMSAL EŞİTSİZLİK VE ÇEVRE SORUNLARI: ELYSIUM FİLMİ ÜZERİNDEN BİR ÇÖZÜMLEME
Ahmet Araşan
“Çevre sorunlarını toplumdaki eşitsizlikler ve güç ilişkileri çerçevesinde değerlendirmek
mümkün müdür” sorusunun iki ayrı başlık altında ele alınması gerektiği kanaatindeyim. Bunlardan
birincisi, eşitsizlikler ve güç ilişkilerinden dolayı, çevre sorunlarının ve bunların maliyetlerinin hep belli
kesimlerin üzerine yıkılıp yıkılmadığıdır. İkincisi ise toplumdaki eşitsizliklerin ve güç ilişkilerinin çevre
sorunlarının kaynağı, sebebi veya en azından bir faktörü olup olmadığıdır. Bu ikincisini istatistik
dilinde bir soruya çevirirsek şu şekle dönüşür: toplumdaki eşitsizliklerle çevre sorunları arasında bir
korelasyon bulunmakta mıdır?
Bugüne kadar birinci başlık altındaki inceleme ve analizler daha direkt ve tartışmaya yol
açmayan sonuçlara ulaşmıştır. Bu sonuçlara göre modern dünyada, maddi ve siyasi eksenlerde
oluşan hiyerarşide, aşağıda kalanlar, çevre sorunlarını, kirlenmeyi, bozulmayı, zehirlenmeyi en çok
yaşayan topluluklar olmaktadır. Aynı zamanda bu toplulukların yaşadığı bölgeler de kirliliğe
uğramaktadır. Yani insani hiyerarşi, aynı zamanda bozulacak çevreyi belirleyen bir etkendir.
Her şeyden önce çevresel eşitsizliğin anlamını açmak gerekir. Kathleen I. O’Halleran bu
konuda geniş bir tanım yapmıştır. Ona göre çevresel eşitsizlik, (a) doğal kaynakların miktarı, (b)
tasarruflarla oluşturulan birikimler, varlıklar, arazi mülkiyeti gibi insanların elinde bulunan sermaye,
(3) siyasi gücü veya etkinliği, dayanışma ve ayağa kalkma becerilerini de içeren sosyal refah veya
sosyal sermaye eksenlerinde belirlenir.1 Bir toplumda, bu üç değerden ne kadar az bulunuyorsa, o
takdirde o toplum, ve tabii o toplumun bulunduğu çevre/doğa, bu üç değeri daha çok bulunduran
topluluklara göre o kadar güçsüz hakimiyet bölgeleridir ve doğa hiyerarşisinde diğerlerine göre o
kadar aşağıda olurlar. Eşitsizlik, bu üç değere dünyamızda çok önem verilirken, bunların toplamları
arasındaki farkın büyük boyutlara ulaşmasıyla başlar. Tabii bu üç özelliğin bir değer oluşturmadığı
dünyalarda bu açılardan eşitsizlik oluşması da mümkün değildir.
1 O’Halleran, kendi çevirim, s. 1082-1098, https://www.worldwewant2015.org/sustainability2015/equality
Aynı zamanda çevresel eşitliği sağlayacağı iddia edilen yukarıdaki değerleri tam anlayabilmek
için üzerlerinde biraz egzersiz yapmakta fayda vardır. Tarih boyunca politik ve askeri olarak zayıf,
aralarında dayanışma bulunmayan pek çok halkın sahip olduğu doğal kaynakların güçlü ülkeler
tarafından sömürüldüğü ve yok edildiği görülmüştür. Ancak buna izin vermeyen ülkeler için doğal
kaynaklar her zaman için bir güç faktörüdür. Askeri gücün karşısında ne sermaye gücü ne de mülkiyet
durabilir. Sermaye çoğu durumda etkilidir. Mülkiyet sahibi olmak her bölgede belli bir güce sahip
olmaktır. Aynı zamanda bu üç değer birbirleriyle ilişkilidir de. Doğal kaynaklar sermayeyi doğurur,
sermaye sosyal refahı artırır vs. Belki bu modelin en çarpıcı tarafı sosyal etkinliğin bir güç olarak
formülasyonda yer bulmasıdır. O’Halleran sosyal sermaye, dayanışma ve ayağa kalkma gücü gibi
toplumsal özellikleri de gücü artıran, hatta bazen diğer tüm güç faktörlerinden daha büyük miktarda
güç üreten değerler arasına koymuştur.
Ne yazık ki günümüzde insanlığın toplamdaki etik değerleri doğayı korumak için yeterli
değildir. Dolayısıyla herhangi bir doğal bölgeyi insanların yarattığı kirlilikten korumak için, gerek
çevresel değerlerle, gerek ahlaki değerlerle, gerekse de pragmatik sebeplerle hareket ederek bu
kirletme eylemine karşı çıkan insanlardan başka durdurucu bir güç yoktur. Dolayısıyla yukarıda
toplumlarla veya topluluklarla ilgili verilen güç ölçüm endeksi aynı zamanda doğanın kendisini –
oldukça belirsiz olan yenileme gücünü bir tarafa bırakarak- zararlı etkilerden koruyabilme endeksi
olmaktadır.
Eşitsizlik ve hiyerarşide aşağıda olan bölgelere kirlilik akışı her şeyden önce uluslararası
boyutta görülür. Daha “zengin” ve dünya politikasında güç sahibi olan ülkeler, daha “fakir” ve
“güçsüz” ülkelere çevresel kirlenme ihraç ederler. Küresel çevre bozulmasını gelişmiş ülkeler
yaratmakta, bundan faydalanmakta, ancak bunun ceremesini, zararlarını gelişmemiş ülkelere
yollamaktadırlar. Zehirli atıklar yok edilmek üzere bu ülkelere gider, güçlü ülkelerde yasaklanan
hammaddelerle güçsüz ülkelerde üretim yapılır, kendi ülkelerinde yasaklanan zararlı ve zehirli
teknolojilerin güçsüz ülkelerde kullanılması teşvik edilir, zehirli teknolojiler bu ülkelere izinli veya
izinsiz olarak gönderilir.2 Güçlü ülkeler kendi pislik kaplarını doldurmuş, kapları dolu olmayan ülkelere
kendilerinden taşan pislikleri akıtmakta, onların kaplarını da doldurmaktadırlar. Kirlilik güçlü
bölgelerden güçsüz bölgelere bir akış halindedir.
Bu kirlilik akışına dur demek güçsüz ülkeler için neredeyse imkansızdır. Bu teknolojiler ve
hammaddeler ucuzdur, verimlidir, iş ve kalkınma imkanı yaratır. Ancak makro temeldeki bu çevre
sömürüsünün tek sebebi, zehirli maddelerin bazı alanlarda yarattığı geçici iyileşmeler değildir. Güçlü
ülkeler güçsüz ülkeleri, gayet etkili biçimde kullandıkları ekonomik ve politik kıskaçlarla etkisiz hale
getirirler. Bunun için yapılan, her şeyden önce -özellikle sömürgecilik dönemi sonrasında- ülkelere bir
“kalkınma” hedefi vermek, batı değerlerini içeren belli kıstaslarla kalkınmış, kalkınmakta olan, ve
kalkınmamış ülke ayırımları yapmak, kalkınma sınıfına geçme hedefi doğrultusunda ülkeleri
borçlandırmak, siyasi yapılarını esir almak ve onları diledikleri gibi yönetebilmektir. Ülkelerin borç
batağının doğal kaynaklarını kaybetme ile sonuçlandığı da görülmüştür.3
Uluslararası dengesizliklerin dışında yerel eşitsizlikler de zayıf olanın aleyhine işler ve kirliliği o
bölgeye çeker. Yerli ve geleneksel yaşamlarını sıkı sıkıya devam etmek isteyen halkların sahip olduğu
doğal değerler kirletilmiş, yok edilmiş ve hatta bu topluluklar yerlerinden sürülmüşlerdir. Herhangi bir
2 http://www.theguardian.com/global-development/2013/dec/14/toxic-ewaste-illegal-dumping-developing-countries 3 Kılıç, Tok, s. 225
doğal kaynağa, bir sermayeye, bir politik güce sahip bulunmayan yoksul halk sürekli olarak sağlığa
zararlı veya herhangi bir besin değeri bulunmayan yiyecekler tüketmeye zorlanmaktadırlar. Maliyeti
son derece düşük bu ürünlerin fiyatları, her zaman aynı oranda kar etmeye olanak sağlayacak şekilde
düşük tutulabilmekte “asgari doyma” sağlanmakta, bu sayede yaşam savaşındaki insanların
dayanışma ve ayağa kalkma motivasyonu geliştirmesine imkan verilmemektedir. Ne tip sağlık
sorunlarına yol açacağı belli olmayan bu gıdalar dünyanın her yerinde bulunan yoksullara öbek öbek
akmaktadır.
Asit yağmurları ve iklim değişikliği, yarattıkları felaketlerle hem yaşadıkları yerlerden
göç etme imkanları olmayan güçsüzleri en olumsuz şekilde etkilemektedir. Zaten yoksullar bozuk
sağlıksız çevrelerde yaşamaya itilerek bir çeşit yaşam boyu süren bir afete mahkum olmaktadırlar.
Yoksullar ayrıca, başka çareleri olmadığından, kirli suya, zararlı deterjanlara, zirai ilaçlara, güvenlik
önlemleri bulunmayan denetimsiz işyerlerinde pek çok zehirli kimyasala ve diğer zehirlere maruz
kalmaktadırlar.4 Enerji ihtiyaçlarını önce kendilerine sonra çevreye zararlı maddeler ve yöntemler
kullanarak giderirler. Bazı yorumcular yoksulların bu maddeleri kullanmayı “tercih” ederek çevreyi
kirlettiklerini iddia ederler.5 Aslında durum böyle değildir. Onlar bu maddeleri tüketmeyi, onlarla iç
içe yaşamayı çevre bilinçleri olmadığından tercih etmezler. Sadece kendi imkanlarıyla ulaşabilecekleri
seçenekler bir tek bunlardır. Yapılan bir tercih varsa o da, yine güç sahibi kişiler tarafından yapılan, bu
maddeleri üretme tercihidir. Yoksulların imkansızlıkları fırsat bilinerek, büyük karlar elde edebilmek
için zehirli maddelerin ticareti gerçekleştirilmektedir.
Ayrıca günümüzde kirlilikten kurtulmak, temiz doğadan faydalanmak da maddi refahın bir
sonucu haline gelmiştir. Temiz hava almak, yeşille buluşmak, temiz sularda yıkanmak, kalabalıktan,
gürültüden uzaklaşmak, ultraviyole ışınlarına maruz kalmamak, doğayı korumaya çalışmak bile artık
belli maliyetlere katlanmadan gerçekleştirilememektedir. Temizlik ve doğallık güçlülerin edinebildiği
bir ayrıcalık haline gelmekte, güçsüzler ve özellikle yoksullar kirliliğe hapsolmaktadırlar. Kirlilik
güçsüzlere aktarılırken, temizlik onlardan alınıp güçlülerin ayrıcalığı haline getirilmektedir.6
Eşitsizlikleri ortadan kaldırmak için mülkiyetin ve sermayenin dışındaki yolları, yani ayağa
kalkmayı ve dayanışmayı kullanmaya çalışmak da güçsüzler için oldukça zorlu bir uğraştır. Her zaman
için çoğu ülkede dayanışmayı engelleyen kanunlar mevcuttur. Seslerini duyurmak oldukça zordur bu
insanlar için. İktidar ve diğer güçlüler iletişim kanallarını kontrol eder. Yasal yollar haksız uygulamaları
durdurmak için en önemli araçtır. Ancak mahkeme masrafları yüksek, avukat masrafları ise
çoğunlukla erişilmezdir. Eşitsizliğe karşı mücadeleler sadece bir gönüllü avukatla dayanışma içerisinde
yürütülebilmektedir.
Toplumsal eşitsizliklerin yol açtığı çevre bozulmasının sonuçlarından güç sahibi olmayan
kesimlerin uzak durabilmesi ve çevreyi bozup kirletenler karşısında dengeyi sağlayıp ekolojiyi
korumaya yönelik girişimlerde bulunabilmesi fikirleri “Çevresel Adalet” kavramını doğurmuştur.
Çevresel Adalet Leist’a göre şu prensiplere dikkat çekmektedir:7
4 Boyce ve ark., s. 12, http://dornsife.usc.edu/assets/sites/242/docs/justice_in_the_air_web.pdf 5 Scruggs, s. 260-262 6 Bryson, s. 735-736 7 Leist’tan aktaran Kılıç, Tok, s. 220
Ekolojik fırsat eşitliği: Doğal bir çevre içinde yaşama dair fırsat eşitliği, her insanın mal ve mülk
edinmede, (doğal yiyecekler, doğal maddeler, yapı malzemeleri gibi) doğal malları kullanmada ve
(hammadde ve enerji gibi) doğal kaynakların tüketiminde aynı haklara sahip olmasıdır.
Ekolojik insan hakları: Her insanın sağlıklı ve tehlikeleri olmayan belirli bir temel yaşam
standardına sahip olabilmesi (yararlanacak yeterli temiz hava, su vb. olması; radyasyon, gürültü vb.
tehlikelere maruz kalmaması).
Ekolojik düzenleme (tasarlama) hakları: Kültürel çevrenin tasarlanmasında ve korunmasında,
doğal kaynakların tüketilmesi ve çevrenin estetik olarak düzenlenmesinde, doğal anıtların
korunmasında ya da geri kazanımında, sanayileşmede, çöplerin depolanmasında, nükleer tesislerin
korunmasında, baraj yapımında vb. alınan kararlara katılım hakkının olmasıdır.8
Bu prensipler çevresel eşitliğin her insanın hakkı olduğunu ifade eder. İnsanlar arasındaki
eşitliğin doğanın korunmasına yol açtığı inancıyla, çevresel adalet sağlanarak doğanın da korunacağı
öngörülmektedir.
Bookchin dünya üzerinde ortaya çıkan çevre sorunlarının insanların kendi aralarındaki
ilişkilerden kaynaklandığını belirtmektedir. İnsanın insanı sömürmesinin zamanla insanın doğayı
sömürüsü şekline büründüğünü belirtmektedir.9 Acaba insanlar arasındaki güç eşitliği gerçekten
çevresel bir eşitliğe, dolayısıyla çevrenin daha az tahrip edilmesine yol açabilir mi? Bu soru bizi
yukarıdaki ikinci başlığımıza getirir: “toplumsal eşitsizlikler çevre tahribatının sebebi midir”?
Eşitsizliğin çevre sorunlarına yol açtığını savunanlar, sadece tahakküm sonucunda, karşı duran
kimse bulunmayınca kirlenme gerçekleşebileceği tezine sahiptirler. Yani tahakküm iradesini yaratan
olgu güç boşluğudur onlara göre. O’Halleran tarafından ortaya koyulan çevresel güç modeli aslında
pragmatik bir yaklaşım içerisindedir. Önerisi güçlerin üst sınıfta dengelenerek eşitsizliklerin ortadan
kaldırılması, bu sayede çevre tahribatının tamamıyla durdurulmasıdır. Gerçekten, eşitsizliklerin
tamamıyla ortadan kaldırılabilmesinin mümkün olup olmadığı sorusunu bir tarafa bırakırsak, eşit
güçteki güçlülerin mücadelesinde ortaya en azından bir “çevre koruma planı” çıkabilir mi? Görülen
şudur ki, tahribat üreten bir güçlüye karşı bir güçsüzün, eşitsizliği başka yollarla ortadan kaldırarak
çevre tahribatını durdurması durumu pek çok kez yaşanmıştır. Ancak iki güçlünün arasında kirliliği
sıfırlamak adına bir anlaşma henüz görülmemiştir.
Yukarıda belirtilen pragmatik yaklaşımı test etmek üzere Lyle A. Scruggs tarafından
gerçekleştirilen bir araştırmaya odaklanılacaktır.10 Kendisi öncelikle dünyada ekonomik eşitsizliğin
bulunduğu bölgelerdeki ve nispeten kendi arasında eşit olan toplumların bulunduğu bölgelerdeki
çevre kirliliğinin arasındaki korelasyonu incelemiştir. İstatistikler üzerinden ulaştığı sonuçlara göre
eşitsizliğin çevresel kirlilik yarattığına dair bir ilişki yoktur. Aynı şekilde eşitlik de temiz bir çevre
anlamına gelmemektedir.
Scruggs daha sonra bir başka açıdan eşitsizlik ve çevre kirliliği ilişkisini ele almış, ekonomik
refahın çevreyi nasıl etkilediğine bakmıştır. Çünkü eşitsizliğin çevre kirliliğine yol açtığı savı -kendi
yorumuna göre- “zenginler ve güçlülerin sistematik olarak çevreyi zarara uğratmayı tercih ettikleri
fikrini ima etmektedir”. Ulaştığı sonuçlar bunun tersini gösterir. Gene istatistikler üzerinden yaptığı
araştırmaya göre zenginlik arttıkça çevre bilinci artmakta, ve bu şekilde zengin bölgeler daha temiz bir
8 Kılıç, Tok, s. 220 9 Kılıç, Tok, s. 223 10 Scruggs, s. 259-275
çevreye kavuşmaktadırlar. Tabi, aynı zamanda, yoksulluk ve yoksullar da çevre bilincine sahip
olmadıklarından çevre kirliliğine yol açmaktadırlar. Ancak en çok kirlenme eğilimi yoksulluktan
kurtulurken yaşanmakta, bu eğilim zenginleşince durmakta, iyice zenginleştikçe ise tersine dönmekte
ve temizlik yaşanmaktadır. Bu araştırmanın sonucuna göre ekonomik açıdan herkesin güçlenmesi
çevre için iyidir. Soyutlanmış, bütüncü bir yaklaşım içermeyen bu araştırmaya göre güçlenmek,
zenginleşmek, çevreyi kurtarır ve neticede herkesin güçlenmesi de bir nevi eşitlik halidir.
Bu araştırma, karşıtı olarak görülebilecek Elysium isimli filmi akla getirmektedir (2013). Filmin
senaryosunda dünya, 2154 yılına gelindiğinde öyle kirlenmiştir ki artık yaşam koşulları çok
zorlaşmıştır. Dünya sadece fakirlerin, hastaların, işçilerin yaşadığı bir yerdir. Dünyanın zenginleri ise
tertemiz bir çevresi olan insan yapımı devasa bir uydu Elysium’da yaşamaktadırlar. Buraya dünyada
yaşayanların girişi yasaktır. Elysium’da kullanılan teknolojilerden de dünyadakiler yararlanamaz.
Dünyanın, Elysium için üretim yapmaktan başka hiç bir değeri kalmamıştır. Filmin senaristine göre
zenginlik kendilerinden aşağıda gördüğü yoksulları kendi kaderleriyle baş başa bırakmakta ve çevre
kirliliğini onların bulunduğu ortama yığmakta hiç bir sakınca görmez. Zenginlik, kendisi gibi olanlarla
birlikte harika çevre koşullarına sahip bir ütopya kurma peşindedir. Bu tür bir zenginlik büyük yoksul
yığınlarla birlikte var olmaktadır. Burada altını çizmek istediğim husus yukarıda belirttiğim araştırmayı
yapan Scruggs’ın böyle bir senaryo yazmayacağıdır. Ona göre herkesin alınacağı, tüm dünyan
nüfusunun sığabileceği bir Elysium bulunabilir; ya da tüm dünya kapitalist sistem içerisinde
zenginleşmiş kişilerden oluşan bir Elysium haline gelebilir.
Eşitsizlik çevre sorunlarını yaratır demek, çevre sorunlarının varoluş koşullarına dair bir
önerme getirmektir. Bu amaçla yapılan araştırmalar, bugüne ait bir değişkenle bir başka değişken
arasındaki korelasyona bakar. Eğer iki değişken arasında bir korelasyon bulunursa sebepler
keşfedilmiş, araştırma tamamlanmış olur. Oluşturulan çevre siyaseti de ya bu araştırma sonuçlarına
ya da kişisel gözlemlere dayanır. Neticede çevreyi korumak amacıyla oluşturulan siyasetin
temellendiği çevre sorunları ontolojisi ya ampirik çalışmalardan ya da güncel fenomenolojik
analizlerden çıkar. Ancak bunlar eşitsizlik açısından bütüncül yaklaşımdan uzaktır.
Bu boyuttaki kirlilik ve bozulmanın, yani çevre sorunlarının bugünkü hale gelmesi Batı’da
gerçekleşen sanayi devrimine dayanır. Neticede dünyayı kirletmeye yetecek kadar bir teknoloji sanayi
devriminden önce bulunmuyordu. Sanayi devrimini açıklayan sosyal bilimcilerin ortak kanısı sanayi
devriminin önce toplumsal ve düşünsel bir değişimle başladığıdır. Dolayısıyla dünyayı geri dönülmez
şekilde kirleten bu değişimin var oluş koşulları o düşüncelerde bulunabilir. Sanayi devrimine yol açan
düşüncelere de “aydınlanma” diyoruz ve aydınlanmanın, sanayi devriminin ya da kapitalizmin, ne
derseniz deyin bugünkü toplumu yaratan dönüşümün sebepleri üzerine açıklamaların pek çok önemli
düşünür tarafından yapılmış olduğunu biliyoruz.
Karl Marks ve Friedrich Engels’e göre, Ortaçağ’ın feodal yapısını değiştiren, burjuvaların artık
boyunduruk ve kısıtlamalar altında yaşamak istememesi, feodallerin imtiyazlarına sahip olma
arzusudur. Tarihsel diyalektik içerinde oluşan bu durum sınıf çatışması yaratmış ve sonunda kazanan
burjuva sınıfı olmuştur. 11 Neticede Marks ve Engels’e göre sanayi devriminin altında burjuvanın
iktidarı ele geçirme ve hep iktidarda kalma çabası vardır. Bu mücadeleden galip ayrılan burjuva sınıfı
tüm dünyadaki iktidarını sürdürmek isteyen, bunun için elinden geleni ardına koymayan, halkları
birbirine düşüren, savaşlar çıkartan bir zümredir artık.
11 Marks, Engels. (1998) s. 51
Max Weber’in kapitalizm, dolayısıyla da sanayi devrimi açıklaması ise kültürel bir değişimin
altını çizer. Weber’e göre on altıncı yüzyılda ortaya çıkan Protestan mezhebi, yeni bir kültürün
doğuşuydu aynı zamanda. Kapitalizmin belli biçimleri her zaman her coğrafyada vardı, ancak esas
sorulacak soru, Batı’ya özgü “resmi serbest emeğin rasyonel organizasyonunun” nasıl ortaya
çıktığıydı.12 Yani geleneksel ticari işletmelerden farklı olarak, düzene konmuş yatırımlar yapan
kurumlar içerisinde disipline edilmiş yasal emekle yapılan ekonomik faaliyetin antropolojisini
yapıyordu Weber. Ona göre, bu dünyadan uzaklaşarak bir sonraki hayatta kurtuluşu vaat eden
Katolikliğe karşı, bu dünyada çalışıp harcamayarak, dolayısıyla birikim yaparak geçirilen bir hayat
talep eden Protestanlık kapitalist sermaye birikiminin temelidir. Geleneksel ahlakın katı ruhaniliği
gevşetilirken yerine tuhaf bir öz-disiplin talep eden yeni bir ahlak konulduğunu belirtir.13 Weber bu
daha önce görülmeyen kültürün ortaya çıkış gerekçesini, bir nevi dünyasal çilecilik “çağrısı” yapan
Protestan mezhebinde bulur. Çağrı, dünyayı aşan dini, ibadet yerlerinden alıp gündelik aktivitelerin
içerisine sokmuştur. Dolayısıyla kapitalizm, bu yeni bir ibadet biçiminin sonucunda doğmuştur.
Öncelikle İngiltere’de hakimiyetini kuran Kalvinizm gibi Protestanlığın dünyasal çilecilik açısından en
katı kolunun öğretisi sadece bir kısım insan için kurtuluş olduğunu tebliğ eder. Gerisi Tanrı tarafından
lanetlenecektir. Lanetleneneler, dünyasal aktivitelerde başarılı olanlar, çağrıya uyup zenginlik
biriktirenler arasından çıkmayacaktır. Dolayısıyla zenginlik gösterisi, aynı zamanda seçilmişliğin
manifestosudur.14 Bu sebeple Protestanlığı özellikle Kalvinizmi seçenler bir an önce servet biriktirme
ve onu gösterme yarışına girerek eski sistemi yıkmış, kapitalizmin temellerini atmıştır. Konumuzun
perspektifinden Weber’in söylediklerini yorumlarsak, kapitalizmin, dolayısıyla çevre kirliliğine yol
açan sanayi devriminin temelinde, ilahi kurtuluşu diğer insanlara kıyasla daha zengin olma ve öyle
kalmada arayan bir grup insan, bir kültür bulunmaktadır. Kurtuluş için zenginleşmek yetmez, büyük
bir çoğunluğun da yoksul kalması gerekir.
Frankfurt Okulu’nun düşünürlerinden Theodor Adorno ve Max Horkheimer’a göre,
“Aydınlanmanın programı dünyanın gözünü açmak, mitleri tasfiye etmek, hayal olanın yerine bilgiyi
koymaktı.” Bu bilginin temeli teknolojiydi ve teknoloji esasen diğerlerinin emeğiyle sermayesini
sömürme metoduna denk düşüyordu. İnsanın doğadan öğrenmek istediği şey, onu, doğanın
kendisine ve diğer insanlara hakimiyet kurabilmek üzere nasıl kullanması gerektiğiydi. İnsanın zihnini
ile şeylerin doğası arasındaki mutlu uyum yasaklandı; bunun yerine boş nosyonlarla ve kör deneylerle
evlendirildi. Kavramın yerine formülleri, sebep ve itkilerin yerine kural ve olasılıkları yerleştirdiler.
Aydınlanma için hesaplama ve fayda kuralına uymayan her şey şüphelidir. Sayılar Aydınlanmanın
silahı haline geldi. Sayılara indirgenemeyen herhangi bir şey illüzyon olarak kabul edilir. Tanrı sevgisi
bile varoluş üzerindeki hakimiyet için kullanıldı. Mit Aydınlanma haline geldi. Aydınlanma belki eski
efendilikten veya asillikten kaynaklanan eşitsizliği sona erdirdi ancak bunu evrensel olarak herhangi
bir varlığın diğerine karşı ilişkisinde devam ettirdi. 15 Aydınlanma totaliterdi, her bireyi tek bir
kolektivitenin parçası olarak gördü, ve onu o kolektivitenin bir fonksiyonuna indirdi. Fonksiyon dışına
çıkmak cezalandırılıyordu. Bütünün parçası olmamak, tamamıyla farklı olmak imkansız hale geldi.
12 Giddens, s. XIII 13 Giddens, s. XII 14 Giddens, s. XIII 15 Adorno, Horkheimer, s. 3-42, kendi çevirim
Özgürlük vadeden Aydınlanma, her bireyin hayatını kontrol eden, onu biçimlendiren bir tahakküm
aracına dönüştü. Tabi bu aracı elinde bulunduranlar gücü ve iktidarı elinde bulunduranlardı.
Hannah Arendt aydınlanmaya yol açanın şüpheciliğiyle René Descartes olduğunu söylüyor.
Ona göre önemli nokta Descartes’ın kendi felsefesini bir bilim adamına, Galileo Galilei’ye dayandırıyor
olmasıydı. Galilei’nin gözlemleri matematik kuramlarla açıklamaya başlaması, sekülerleşmeye
korkunç bir devinim ve yön veren bu keşif, bu şekilde, tek başına aydınlanmanın koşulu olacak kadar
önemli hale gelmişti. Galilei’nin keşfi sonucu Descartes’ın ortaya çıkan şüpheciliği aydınlanmanın
başlangıcı olarak gerçekleşti. “Yeni ve kendiliğinden süreçleri harekete geçirmek konusundaki insani
yetiyi, doğaya yönelik bir tutuma, yani modern çağın […] doğa yasalarını araştırmak ve doğadan
birtakım nesneler üretmekle sınırlı bir tutuma kanalize etmek gibi bir sonucu olmuştur.”16 İnsanın
doğaya yönelttiği her soru matematik kalıplara göre cevaplandırılmaktadır artık.17 “Yeni bilgiye giden
yolu açan, temaşa, gözlem ve spekülasyon değil, ‘Homo Faberin’, yapmanın ve imalatın işe karışması
oldu.”18 Artık, ne bilinen kesin bir bilgiydi ne de görünen kesin bir gözlemdi. Bu şekilde insan
sekülerleşti. Ancak sekülerleşme dini inançlardan kopuş anlamına gelmiyordu. İnsanın içindeki dini
çıkarmak mümkün de değildi, gerekli de değildi. Sekülerleşmek ölümsüzlüğe ve öbür dünyaya olan
inancın sarsılması ve bu dünyadaki yaşamın en üst değer olması şeklinde gerçekleşti.19 Emin olmak
için yapmaya güvenmek varlık ile görünüşün yollarını ayırdı, insanı bir başka hakikat arayışına
zorladı.20 Yapmak bir epistemolojik kategori haline geldi. Geçmiş ve gelecek dünyadan kopan insan,
Kartezyen şüphecilikle, bedenine ve ruhuna bakmaktan ziyade kendi içine baktı. Bu içe bakışla yeni
bir akıl geliştirdi. Bu akıl başka hiç kimseyle yüz yüze gelmeden kendisiyle başbaşa bıraktı insanı.21
Kendisinden ve diğer insanlardan kopardı ve yaşamı için çalışmaya, üretmeye sevk etti. Bu yaklaşım, o
güne kadar süren temaşanın üstünlüğünü sona erdirdi ve onun yerine “yapmayı” geçirdi. Homo Faber
önyagılardan, baskılardan kurtulmuş serbest kalmıştı. Bu şekilde beşeri meseleler alanını da ele
geçirdi.22 Düşünmek ve her türlü ilişki Homo Faber’in tezahür alanı oldu. Pozitivist felsefe de bu
şekilde doğdu. Yapmayı destekleyen her türlü düşünce mubah oldu; bunun dışında kalanlara ise itibar
edilmedi. Düşünme yapmanın hizmetkarı oldu.23 Modern çağda, yani Homo Faber, iktidarını
kurduğunda, siyasi insanı ve siyasal alanı küçümser, onları dışlar.24 Sadece temaşayı işgal etmez.
Platon eylemin yerine ideaların peşinde koşan imalatı ve yapmayı geçirmek istiyordu.25 Bu idealar
Homo Faber’in serbest kalmasıyla birer kural haline dönüştü.26 Yapmak gerçekten eylemin yerine de
geçirilmiş, yapmaktan başka eylem olamayacağı inancı da yerleştirilmiştir. Bunun sonucu olarak
16 Arendt, s. 333-4 17 Arendt, s. 409 18 Arendt, s. 391 19 Arendt, s. 453 20 Arendt, s. 413 21 Arendt, s. 399 22 Arendt, s. 331 23 Arendt, s. 416 24 Arendt, s. 235 25 Arendt, s. 326 26 Arendt, s. 328
siyaset de güya yüksek bir amaca varmanın bir aracı seviyesine geriletilmiştir.”27 Mülk sahibi olma
olanağına da kavuşan aydınlanma insanı çalışmaya, bir servet biriktirmeye itildi böylece.
Arendt, Protestanların ‘ben’e sarılma sebebini, Weber’in de işaret ettiği gibi Tanrı nezdinde
kişisel üretkenliklerinin öneminin ortaya çıkmasına bağlar. Protestanlığın kurtuluşu dünyadan
uzaklaşmak değil, kişisel olarak dünyaya sarılmaktır. Protestanlık insanın kendi yaşamını en üstün
tutma anlayışını geliştirmesine yol açmıştır. Arendt’e göre Modern çağın kökeninde yer alan
aydınlanma ve sanayi devrimi “yapan ‘ben’i” en üst varlık haline getirerek oluştu Arendt’e göre.
Dönüşüm genel bir güvensizlik içerisinde gelişen kişisel kaygıyla gerçekleştiği için her etkinlik bir
hesaplanmış faydacılığa götürdü insanı. Dönüşümcü, sonuçları öngörülemeyen ve geri
döndürülemeyen tek eylem bilim oldu. Homo Faber’in bakış açısından araçlar, üretim süreci ya da
gelişme, amaçtan, bitmiş üründen daha önemliydi.28 Bilim de böyle bir araç olmaktan öteye
gidemedi. “Homo Faber olduğu oranda insan araçsallaştırır ve bu araçsallaştırma her şeyin araç
düzeyine düşürüldüğü, içkin ve bağımsız değerini yitirdiği anlamına gelir [...] Doğanın bütün güçleri ile
genelde yeryüzü de işe yarayan şeyleşmeyi taşımadıkları için değerlerini yitirirler”.29
Marks ve Engels’e göre tarihsel diyalektik içerisindeki son iktidar kavgası, Weber’e göre
kültürel değişimin sonucundaki bir zenginlik arzusu, Adorno ve Horkheimer’a göre evrensel hakimiyet
amacı, Arendt’e göre ise yapmak amacından başka bir şeyi düşünmeyen seküler insan Aydınlanmanın
ve sanayi devriminin sebebidir. Dolayısıyla, bu belli başlı açıklamalardan hangisine itibar edilirse
edilsin Aydınlanmanın ve sanayi devriminin temelinde bir “diğerlerinden üstün olma”, alt etme,
iktidara geçme isteği vardır. Eşitsizlik oluşturmak, hiyerarşi kurmak ve bunun en üst basamaklarında
yer almak günümüz bilgisinin temeline iyice yerleşmiştir. Eşitsizlik, hiyerarşi ve ast, ikinci ve daha alt
sınıflar Aydınlanmanın doğurduğu dünya işleyişinin vazgeçilmezleridir. Aydınlanma fikirleriyle
donatılmış bir dünyada eşitliğe bel bağlamak, hangi siyasi rejim altında olursa olsun imkansızı
istemektir. Dünyanın her yerine yayılmış eşit olma fikri ise sadece eşitsizlik rejiminin karşısındaki bir
savunma mekanizmasıdır; her durumda tepkisel ve geçici olup bu rejimi değiştirebilecek fikirleri
yaratmaktan uzaktır.
Bu düşünürlerin, büyük toplumsal ve ekonomik dönüşümün insanlığı bozmasına yaptığı
vurgunun yanı sıra, doğada yarattığı olumsuz sonuçlara da dikkat çekmesi çok önemli bir husustur.
Doğaya hakim olma kavramının altında doğaya bir zarar verme tespiti de yatmaktadır. Aydınlanan
insan doğayı kendi doğal kanunlarına göre işleyen bir sistem olarak bırakma taraftarı değildir artık.
Doğanın yasaları ortadan kalkmalı, insanın doğayla ilgili yaptığı yasalar bunların yerine geçmelidir.
Doğa artık insanın ihtiyacına göre işlemeli, insanın sözünün dışına çıkmamalıdır. Çevre sorunlarının
temelinde açıkça söylenmeyen ama çok baskın olan bu görüş yatmaktadır. İnsan dilediği gibi
davranmakta, doğanın olumsuz tepki vermesini umursamamakta, kendi kurallarına göre davranmaya
devam etmekte, ona yönelik teknolojiler geliştirince doğanın uysallaşacağına inanmakta, eninde
sonunda doğanın kendi kurallarını kabul edeceğini düşünmektedir. Bu düşünürlerin insan kadar
doğanın da elden gitmesine yaptığı vurgu sanayi devrimi ile doğa tahribatı arasındaki ilişkiyi apaçık
ortaya koymakta, bu ilişkinin önemini göstermektedir. Bu düşünürler Bookchin gibi insanın insanı
27 Arendt, s. 331 28 Arendt, s. 423 29 Arendt, s. 231
sömürüsünün zamanla insanın doğayı sömürüsü şekline büründüğüne inanmazlar. İnsanın insanı
sömürüsü, bu amaçla küresel iktidar kavgası ile, insanın doğayı sömürüsü ve doğa üzerinde iktidar
kurma çabaları birbirinden bağımsız olarak ve aynı anda başlamıştır. Dolayısıyla insanın doğayı
sömürüsünü durdurmak, insanın insanı sömürmesini önleyerek gerçekleşemeyecektir Bookchin’in
perspektifi etkili bir sonuç doğurmayacaktır.
İnsanlar arası eşitsizlik ile çevre sorunları birbiriyle sebep sonuç ilişkisinde değildirler; daha
ziyade aynı anda ortaya çıkan iki sonuç gibidirler. Eşitsizlik ve çevre sorunları ana ve çocuk gibi değil
aynı anda aynı anadan doğan iki kardeş gibi ilişkidedirler. Birisi diğerini doğurmamıştır, ancak
birbirlerine etkilerler ve her birisi diğeri olmadan bir “kardeş” özelliği kazanamaz. Anne aydınlanma
ve sanayi devrimidir. Ama kardeşler birbirini kaçınılmaz olarak etkiler. Eşitsizlik olduğu için çevre
sorunları daha çok büyür ve zenginlerin bir Elysium kurmaları kolaylaşır. Aynı şekilde diğer yöndeki
etkileşim de meydana gelir: çevre sorunları olduğu için yoksulluk ve eşitsizlik de artar, farklar ve
bölünmeler derinleşir, aşılamaz hale gelir.
Bugün bunun örneklerini görmekteyiz. Büyümeyi güya özgürlük üst hedefi için araç olarak
gösteren, aslında karları artırma, zenginliklerine zenginlik katma hevesinde olanlar, bu dünyayı
kirleten teknolojileri üretenlerdir. Mülkiyet hakkının kullanılmasını küresel ısınmadan sulak alanların
yok olmasına kadar pek çok çevre sorununun kaynağı olarak görenlerin sayısı her geçen gün daha da
artmaktadır.30 Kendi “Elysium”larında çevre koruma fikrine sıkı sıkıya yapışmaları, kendi çevreleri için
yatırım yapmaları onların çevreci olduklarını, hatta çevreye zarar vermediklerini göstermez. Bir
taraftan tüm dünyada çevreyi kirleten teknolojilere ses çıkarmayıp, onları görmezden gelip, o
teknolojilerin varlığını sürdürmesine yarayan tüketim alışkanlıklarından vaz geçmeyip, hatta karlarını
artırmak için onları teşvik edenlerin kendi çevrelerini koruması onların çevre düşmanlığını gideremez;
onların çevreyi kirleten ve zehirleyen varlıklar olma özelliğini değiştiremez. Gelişmekte olan ülkelerde
ekonomik zorluklar baş gösterince çevre koruma düşüncesi hemen ikinci plana atılabilmektedir.31
Elysium’cu bu zenginlerin çevreciliği kendi coğrafi sınırlarına ve kendi karlarına zarar gelecek sınırlara
kadardır. Bunların dışına çıkıldığında zengin çevreciler çevrecilikten vaz geçerler. Gelişme ve rekabet
çevre korumanın önüne geçer, bunların karşısında çevreden feragat edilir.
Herkes zengin olunca çevre sorunları bitecektir iddiasındaki yukarıdaki araştırma da, eşitsizlik
çevre kirliliğini doğuruyor demek de eşitlilik ütopyasını yanıltıcı şekilde ete kemiğe büründürür,
evrensel eşitliği “gerçekimsi” hale getirir. Hele yoksulların çevreyi kirlettiği söylemi bu yoksulluğun
nasıl oluştuğu, yoksulluğun aslında zenginlik ve iktidar sahibi olma rejiminin bir parçası olduğu
gerçeğini göz ardı etmektir. Herkesin zenginleşerek veya bir şekilde güçlü hale gelerek eşitsizliğin yok
edilmesi, bu sayede çevreyi koruma önerisi, zenginleşme ve bu şekilde bir güç sanayi devrimine, yani
eşitsizlik fikrinden doğan, eşitsizlik olmadan varlık bulamayacak bir dönüşüme ait bir kavram olduğu
için kendi içerisinde çelişkilidir. Eşitsizliği yok etme fikirleri ancak Aydınlanma ve sanayi devrimine ait
kavramlarının dışında, o özelliklerden uzak yeni özellik kümesinde hayat bulabilir. Eşitsizliğe karşı
geliştirilebilecek tek değerli hareket, eşitsizlik yaratanlarla aynı şekilde zenginleşmek, mülk edinmek,
doğal kaynakların hakimiyetini ele geçirmek, askeri güç kazanmak gibi faaliyetler peşinde koşmak
değil, dayanışma içerisinde, çoğulluk içerisinde ayağa kalkmak, isyan etmektir. Ve asla iktidar peşinde
koşanların, hiyerarşi yaratanların ve alttakileri umursamayıp ezenlerin para, mülkiyet ve iktidar gibi
silahlarını ele almamaktır.
30 Kılıç, Tok, s. 221 31 OGR’den aktaran Kılıç ve Tok, s. 225
KAYNAKÇA:
Adorno, Theodor, Horkheimer, Max (2008). Dialectic of Enlightenment, Verso
Arendt, Hannah, (2013). İnsanlık Durumu, Bahadır Sina Şener (çev.), İletişim yayınları
Boyce, James K. Ve ark. (2009), Justice in the Air, http://creativecommons.org altında lisanslanmıştır
Bryson, Jeremy (2013). “The Slums of Aspen: Immigrants vs. the Environment in America's Eden. Lisa
Sun-Hee Park and David Naguib Pellow”, Urban Geofraphy, C:34, S:5
Giddens, Anthony, (2005) “Introduction”. Max Weber Protestant Ethics and the Spirit of Capitalism,
Talcott Parsons (İng. Çev.) Routledge
Kılıç, Selim. Tok, Nafiz (2014). “Geleneksel Adalet Anlayışlarından Çevresel Adalet Anlayışına”,
Uluslararası Alanya İşletme Fakültesi Dergisi, C:6, S:3, s.213-228
Marks, Karl (2009). Çizgilerle Komünist Manifesto. Rodolfo Marcenaro (çiz.). Nail Satlıgan (çev.).
İstanbul: Yordam Yayınları.
O’Halleran, Kathleen (2012). “Oklahoma:,” Yay. Haz. Kim Kennedy-White ve Leslie Duran America
Goes Green: An Encyclopedia of Eco-Friendly Culture in the United States, S:3
Scruggs, Lyle A. (1998). “Political and Economic Inequality and the Environment”, Ecological
Economics, S:26