Teknolojik Değişim: Türkiye'de Üretim Araçları Üretimi (1996-2005) [Doktora Tezi]

453
T.C. MARMARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ İKTİSAT ANABİLİM DALI KALKINMA İKTİSADI VE İKTİSADİ BÜYÜME BİLİM DALI TEKNOLOJİK DEĞİŞİM: TÜRKİYE’DE ÜRETİM ARAÇLARI ÜRETİMİ (1996 – 2005) Doktora Tezi ÖZGÜR NARİN İstanbul, 2008

Transcript of Teknolojik Değişim: Türkiye'de Üretim Araçları Üretimi (1996-2005) [Doktora Tezi]

T.C. MARMARA ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ İKTİSAT ANABİLİM DALI

KALKINMA İKTİSADI VE İKTİSADİ BÜYÜME BİLİM DALI

TEKNOLOJİK DEĞİŞİM:

TÜRKİYE’DE ÜRETİM ARAÇLARI ÜRETİMİ

(1996 – 2005)

Doktora Tezi

ÖZGÜR NARİN

İstanbul, 2008

T.C. MARMARA ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ İKTİSAT ANABİLİM DALI

KALKINMA İKTİSADI VE İKTİSADİ BÜYÜME BİLİM DALI

TEKNOLOJİK DEĞİŞİM:

TÜRKİYE’DE ÜRETİM ARAÇLARI ÜRETİMİ

(1996 – 2005)

Doktora Tezi

ÖZGÜR NARİN

DANIŞMAN: YRD. DOÇ. DR. KURTAR TANYILMAZ

İstanbul, 2008

i

GENEL BİLGİLER

İsim ve Soyadı : Özgür Narin

Anabilim Dalı : İktisat

Programı : Kalkınma İktisadı ve İktisadi Büyüme

Tez Danışmanı : Yrd. Doç. Dr. Kurtar Tanyılmaz

Tez Türü ve Tarihi : Doktora - Eylül 2008

Anahtar Kelimeler : Teknoloji, Yenilik, Bilim, Kapitalizm, Üretim Araçları, Makine,

Elektronik, Otomotiv, Gerçek Boyunduruk, Marx, Schumpeter

ÖZET

TEKNOLOJİK DEĞİŞİM: TÜRKİYE’DE ÜRETİM ARAÇLARI ÜRETİMİ

(1996-2005)

1980’lere kadar yaygın olan “sanayileşme” vurguları günümüzde yerini

“teknolojik açığı kapatma”, “yetişme” sözcüklerine bırakmıştır. Sermaye birikimi

perspektifinden far kopartılmış; büyümenin motoru, zenginliğin ve değerin kaynağı

olarak yeniden tılsımlı bir değnek haline getirilmiştir. Buna karşılık bu tezde teknoloji,

kapitalist üretim sürecine dönüşen bilim üretiminin bir ürünü olarak analiz edilmiştir.

Bilim ve teknolojinin üretim süreci sermaye birikimi perspektifiyle ele alınmıştır.

Bu bağlamda 1996-2005 yılları arasında Türkiye’de üretim araçları üretimi

incelenmiştir. Bu dönemde teknolojik düzeyi yüksek olan yatırım malları üretiminin

payındaki göreli artışın üretim araçları üretimine aynı biçimde yansımadığı

gösterilmiştir. Teknoloji üretimi esas olarak üretim araçları üretiminin geri bağlantısı

olarak gelişebilirken, bu dönemde bu geri bağlantının zayıf olduğu gösterilmiştir.

Teknoloji politikalarının 1996’dan önce etkin olarak uygulanamamasında olduğu gibi

1996 sonrası belirli sermaye kesimlerinin ihtiyaçlarına yönelik uygulanmasında,

yönetim hatası değil, sermaye birikimi belirleyicidir.

ii

GENERAL INFORMATION

Name and Surname : Özgür Narin

Field : Economics

Programme : Development Economics and Economic Growth

Supervisor : Assoc. Professor Kurtar Tanyılmaz

Degree Awarded and Date : Doctorate- September 2008

Keywords : Technology, Innovation, Capital Goods, Means of

Production, Capitalism, Real Subsumption of Scientific Labour, Manufacturing, Marx,

Schumpeter

ABSTRACT

TECHNOLOGICAL CHANGE: PRODUCTION OF MEANS OF PRODUCTION

IN TURKEY (1996-2005)

Nowadays “catching up” and “reducing the technology gap” are the two

alternatives that take the place of the term “industrialisation” which was used widely

untill 1980s. Similarly today technology is understood as if it is a magic wand. It is

seen as the engine of growth or taken as the source of all value and wealth. Common

point of all these approaches is that they separate technology from capital

accumulation. But in this thesis, technology is analyzed as the output of scientific

production which itself becomes a capitalist production process. The production

process of science and technology is analyzed from the perspective of capital

accumulation.

From this point of view, production of means of production in Turkey between 1996-

2005 is investigated in this thesis. Capital goods sector which has relatively higher

technological level grows faster in this period. But production of means of production

sector does not grow so fast. Since the production of technology is possible essentially

as backward linkage of production of means of production, this thesis shows that this

backward linkage is weak in this period. So it is not the technology policies that

changes the structure of production. In contrast capital accumulation determines the

technological structure of production.

iii

ÖNSÖZ

1980’lere kadar yaygın olan “sanayileşme” vurguları yerini “teknolojik açığı

kapatma”, “yetişme” sözcüklerine bıraktı. Türkiye’de 1980 sonrası dillendirilmeye

başlayan pek çok teknoloji politikası ve kurumu ancak 1995 sonrasında uygulamaya

girdi. Teknoloji, büyümenin, zenginliğin ve değerin kaynağı olarak yeniden tılsımlı bir

değnek haline getiriliyor. Oysa ki teknoloji ve bilim üretim süreci, üretimin ve sermaye

birikiminin ihtiyaçlarından bağımsız değildir. 1995’ten sonraki uygulamalar da bu

ihtiyaçlarla örtüşmektedir. Ancak teknolojik gelişmenin içsel dinamikleri asıl olarak

üretim araçları üretiminde gözlemlenebilir, incelenebilir. Bu çalışma bu yönüyle

teknoloji üretiminin yani “bilim üretim” sürecinin kapitalistleşmesini, üretim araçları

sektörü üzerinden inceliyor. Fakat bunun için öncelikle teknoloji üretimi haline dönüşen

bilim üretimini kuramsal olarak irdelemek gerekiyor.

Bu nedenle tez (özellikle ikinci bölümde), bilim ve teknolojinin “üretim”ine

Marksist bir yaklaşım sunma çabasındadır. Dahası bu çalışma diğer alanlarda olduğu

gibi bilim sektöründe de üretim sürecinin özgüllüğüne yapılan vurguyu ön plana

çıkararak, bilim ürününün yani teknolojinin dolaşımının bu üretimden ayrılamayacağını

ileri sürmektedir. Bilim ve teknolojinin yönetimi, üretim sürecinden koparılamaz.

Dolayısıyla kapitalist meta üretiminin hakim olduğu bir toplumda bir meta olarak

üretilen bilimsel ürün, emek üretkenliğini artıran bir bilgi de olsa, bu bilginin üretim

sürecindeki kullanımı, sınıflı ilişkileri yeniden üretir. Kapitalist toplumda ürünün

kullanım değeri değil, değişim değeri ön plandadır ve bilimin meta olan ürünü bundan

muaf değildir.

Metalaşma bilimi tümüyle kuşattığı için, bilim ile teknoloji üretimi bir ve aynı

sayılsa yeridir. Marksist yaklaşımda teknolojik değişim, krizler irdelenirken ele alınır.

Krize karşı nafile bir çabanın ürünü olarak değerlendirilir. Adeta teknolojik değişim

kriz duvarına çarpacağını bile bile koşan sermayenin kaçınılmazca hızlanmasına

benzemektedir. Rekabet hızlanmasını, teknolojisini geliştirmesini getirirken, kar

oranlarını düşürmekte, duvara yaklaştırmaktadır. Öte yandan, aynı teknolojik değişme,

sabit sermayenin değerini düşürdüğü, devir hızını artırdığı için duvarı da öteler gibi

gözükmektedir; ancak duvara yaklaşma hızı duvarın ötelenme hızından çok daha

iv

yüksektir. Kriz kaçınılmazdır. Bu yerinde bir değerlendirmedir ancak değer kuramının

kapsamı açısından yeterli değildir. Bilim ve teknoloji üretimi değer kuramı çerçevesinde

pek incelenmemektedir. Oysa duvarın ötelenme hızı ile sermayenin ona yaklaşma hızı

arasındaki değişim süreci, yani sermayenin krizden kurtulmak için yürüttüğü (boşuna

da olsa) “marjinal” etkinliği irdelenmeye değerdir. Çünkü sınırda yürütülen bu

marjinal etkinliğin çok boyutlu etkileri vardır. Zihinsel emeğin durumu, yaratıcı emeğin

etkinliğinin rasyonalize edilme çabası, yeniliğin albenisi bu boyutlardan sadece ilk akla

gelenlerdir.

Öte yandan bilim ve teknoloji üretimini Marksist yaklaşımla ele alırken, bir

diğer temel sorun, sermaye birikiminin uzun vadeli eğilimleri ile teknolojik değişmenin

doğası arasındaki gerilimdir. Kar oranlarının düşmesi bir eğilimdir. Değerler ile

fiyatlar arasındaki ilişki kendini uzun vadede ortaya kor. Değer kuramı uzun erimli

eğilimleri temsil eder. Oysa teknolojik değişim, hem zaman olarak kısa vadelidir hem

de değişime sürüklenen rekabet içindeki özneler açısından “tekil”, “mikro” incelemeyi

zorunlu kılmaktadır. Ancak politik ekonominin yaklaşımına benzer biçimde mikro bir

analiz ya da “metodolojik bireycilik” türünden davranışçı irdeleme yöntemi Marksist

yaklaşıma göre hatalıdır. Bu ise zaten iktisat disiplininde “alaylı” olan yazar açısından

daha baştan kolayca çözülemeyecek bir sorun alanını açmaktadır. Bu yüzden bir ilk

çaba olabilecek nitelikte de olsa, tezde üretim araçları üretimi kesimi ile onun içinde

özel bir alan olarak varsaydığım bilim üretimi arasındaki ilişkiye yoğunlaşmaya

çalıştım. Konuyla ilgilenenlere yardımcı olmasını dilerim.

Çalışmaya öneri ve eleştirileri ile katkıda bulunan danışmanım Yrd. Doç. Dr.

Kurtar Tanyılmaz’a, Prof. Dr. Fuat Ercan’a, Prof. Dr. Mehmet Türkay’a, desteğini

esirgemeyen Özgür Mutlu Ulus’a, Melda ve Özgür’e, Prof. Dr. Alper Güzel’e, Elif ve

Bahar Narin’e ve ayrıca Samsun’daki dostlarıma çok teşekkür ederim. Hepsine sadece

destekleri için değil, tezin çerçevesini oturtma arayışında bana gösterdikleri sabırdan

dolayı daha fazla teşekkür borçlu olduğumu hissediyorum.

İstanbul, Eylül 2008 Özgür Narin

v

İÇİNDEKİLER TABLO LİSTESİ.................................................................................................................................. Vİİİ

GRAFİK LİSTESİ.....................................................................................................................................X

KISALTMALAR ..................................................................................................................................... Xİ

GİRİŞ ...........................................................................................................................................................1

BÖLÜM 1 ....................................................................................................................................................7

1. 1996–2005 ÜRETİM YAPISINDAKİ TEKNOLOJİK DEĞİŞİM.....................................................7

1.1 BAŞLANGIÇ OLARAK 1996 YILI: SÜREKLİLİK VE FARKLILIK ............................................................. 7 1.2 1980–1995 ARASINDA İMALAT SANAYİNİN TEKNOLOJİK YAPISI .....................................................17 1.3 1996–2005 ARASINDA İMALAT SANAYİNİN YAPISI: .........................................................................23

1.3.1 Genel Yapı, Üretim ve İstihdamdaki Değişim ..........................................................................23 1.3.2 İmalat Sanayi Sabit Yatırımlarının Teknolojik Düzeyi ve Sektörlere Göre Dağılımı...............25 1.3.3 Üretim ve İhracatta Yatırım Malları ve Ara Mallarının Ağırlığındaki Değişim ......................28

1.3.3.1 Üretimdeki Değişim......................................................................................................................... 28 1.3.3.2 İstihdamdaki Değişim ...................................................................................................................... 29 1.3.3.3 İhracattaki Değişim .......................................................................................................................... 32

1.3.4 Üretim ve İhracatın Teknolojik Yapısındaki Değişim ..............................................................34 1.3.4.1 Teknoloji Düzeylerine Göre Alt Sektörlerin İhracatındaki Gelişme ................................................ 38

1.3.4.1.1 Yüksek Teknoloji İhracatını Gerçekleştiren Alt Sektörlerin Payı ............................................ 38 1.3.4.1.2 Orta-Yüksek Teknoloji İhracatını Gerçekleştiren Alt Sektörlerin Payı.................................... 42 1.3.4.1.3 Orta-Düşük Teknoloji İhracatını Gerçekleştiren Alt Sektörlerin Payı ..................................... 44 1.3.4.1.4 Düşük Teknoloji İhracatını Gerçekleştiren Alt Sektörlerin Payı.............................................. 45

1.3.5 Dış Ticarette Biriken Basınç ve Birim İşgücü Maliyeti ............................................................46 1.3.6 İhracattaki Artışla Birlikte İthalattaki Artış: Endüstri İçi Ticaret............................................48 1.3.7 Dâhili İşlem Rejimi...................................................................................................................52 1.3.8 İmalat Sanayinde İkili Yapının İzleri........................................................................................54

1.4 1996–2005 ARASINDA TEKNOLOJİ ÜRETİMİ VE TEKNOLOJİK DEĞİŞİM ............................................58 1.4.1 İmalat Sanayinde Teknolojik Yeniliğe Dair Göstergeler: ........................................................59 1.4.2 Araştırma-Geliştirme Harcamaları..........................................................................................59 1.4.3 Teknolojik Yeniliklerin Nitelikleri ............................................................................................63 1.4.4 Araştırma ve Geliştirme Sürecinde Nitelikli Emek Gücünün Durumu .....................................65 1.4.5 Ar-Ge Çalışmalarını Yürüten Sektörler ve Finans Kaynakları ................................................68 1.4.6 Araştırma-Geliştirme Etkinliğinin Kurumlarla ve Yasalarla Düzenlenmesi ............................71 1.4.7 Teknoloji Alt Yapısının Gelişmesi: ...........................................................................................79

1.5 TÜRKİYE’DE TEKNOLOJİYE BAKIŞIN DEĞİŞİMİ ÜZERİNE NOTLAR....................................................82

BÖLÜM 2 ..................................................................................................................................................94

2. TEKNOLOJİ VE GEÇ KAPİTALİSTLEŞME .................................................................................94

2.1 TEKNOLOJİNİN TANIMI: ....................................................................................................................94 2.1.1 Teknik ve teknoloji ayrımı ........................................................................................................95 2.1.2 Batı düşüncesinde Teknoloji kavramın evrimi: Tekniklerin Bilgisinden Nesneye ....................97

2.2 KLASİKLERDE TEKNOLOJİYE KISA BİR BAKIŞ: .................................................................................98 2.3 NEO-KLASİK OKULUN TEKNOLOJİYE BAKIŞI ..................................................................................103 2.4 SCHUMPETER VE YENİLİK KURAMI: EVRİMCİ İKTİSAT OKULU’NUN SIÇRAMA TAHTASI ................110

2.4.1 Schumpeter’den Evrimci İktisada Geçiş Süreci: Yenilik Süreci Araştırmaları ......................124 2.5 EVRİMCİ İKTİSAT OKULU VE TEKNOLOJİ ........................................................................................125 2.6 TEKNOLOJİYE MARKSİST YAKLAŞIM ..............................................................................................133

2.6.1 Marks’ta Teknoloji .................................................................................................................133 2.6.1.1 Marks’ın Yapıtlarında “Yenilik”.................................................................................................... 141

2.6.2 Marks Sonrası Marksist Akımda Teknoloji ............................................................................145 2.6.3 Bilim ve Teknoloji Üretiminin Sermayenin Gerçek Boyunduruğu Altına Alınması................149

2.6.3.1 Biçimsel boyunduruk / Gerçek Boyunduruk .................................................................................. 157 2.6.3.2 Bilimsel Üretim Sürecinin Çelişkili Doğası ................................................................................... 167

2.6.4 Bilimsel Üretimin Taşıdığı Çelişki, Sınır Durum ve Sonuçları ..............................................168

vi

2.6.5 Kapitalist Bilimsel Üretimin Sonuçları: .................................................................................178 2.6.6 Bugün Teknolojinin Yerini Anlamak: .....................................................................................186

2.6.6.1 Bilimsel Üretim Sürecinin Uluslararasılaşması, Geç Kapitalistleşen Ülkelerde Eklemlenmesi ..... 186 2.6.6.1.1 Uluslararasılaşan Sermaye Açısından Teknolojik Yenilik ve Ar-Ge’nin Kaçınılmazlığı ...... 191 2.6.6.1.2 Teknolojik Yeniliklerin “Sınama Tahtası”............................................................................. 193 2.6.6.1.3 Ar-Ge’nin Uluslararasılaşması ile “Sınama Tahtası”nın Buna göre Biçimlenmesi................ 194

2.6.6.2 Bilim Üretim Sürecinin Uluslararasılaşmasının Koşulları ............................................................. 200 2.6.6.2.1 Fikri “Mülkiyet Hakları”nın Uluslararası Anlaşmalarla Kabul Ettirilmesi ............................ 200 2.6.6.2.2 Ar-Ge Destek ve Teşviklerinin Dünya Çapında İzlenmesi ve Ülkelere Ulusal Politika Olarak Önerilmesi ............................................................................................................................................ 202 2.6.6.2.3 Nitelikli Emek Gücü, Eğitimde Artan Uzmanlaşma .............................................................. 202

2.6.7 Bilim Üretim Sürecinin Uluslararasılaşması İle Geç Kapitalist Ülkelerin Eklemlenmesi .....206 2.6.8 Geç Kapitalistleşen Ülkelerde Sermaye Birikimi, Çelişkileri ve Teknoloji ............................207 2.6.9 Geç Kapitalistleşme ve Teknoloji: Kimi Sonuçlar..................................................................219 2.6.10 Üretim Araçları Üretiminin Teknoloji ve Kapitalist Gelişme Açısından Önemi ..................224

BÖLÜM 3 ................................................................................................................................................227

3. 1996–2005 DÖNEMİNDE ÜRETİM ARAÇLARI ÜRETİMİ, TEKNOLOJİK DEĞİŞİM ........227

3.1 “YATIRIM MALLARI”NDAN ÜRETİM ARAÇLARI ÜRETİMİNE, KATEGORİNİN AYRIŞTIRILMASI........228 3.2 YATIRIM MALI OLARAK SINIFLANDIRILAN ÜRETİM ARAÇLARI ÜRETİMİ.......................................232 3.3 ÜRETİM ARAÇLARI ÜRETEN KESİM I AÇISINDAN ÖNEMLİ SEKTÖRLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ ....233

3.3.1 Makina İmalat Sanayi ............................................................................................................234 3.3.1.1 Makina İmalat Sanayinin Tanımı: .................................................................................................. 234 3.3.1.2 Dünyada Makina İmalat Sanayinin Genel Durumu:....................................................................... 237 3.3.1.3 1996–2005 Yılları Arasında Sektörün Genel Durumu: .................................................................. 238

3.3.1.3.1 Üretim Yapısı, İşletmelerin ölçeği ......................................................................................... 238 3.3.1.3.2 Yatırımlar............................................................................................................................... 245 3.3.1.3.3 Sektörün Dış Ticareti ............................................................................................................. 248 3.3.1.3.4 Dış Ticaretin Bileşimi: ........................................................................................................... 257 3.3.1.3.5 Teknolojik Düzey, İşgücü Niteliği, Katma değer ve verimlilik yapısı ................................... 259 3.3.1.3.6 Üretim Teknolojisi: ................................................................................................................ 262

3.3.1.3.6.1 Teknolojinin ürün geliştirmedeki rolü ........................................................................... 263 3.3.1.3.6.2 Teknolojinin doğrudan ürün üzerindeki rolü ................................................................. 265 3.3.1.3.6.3 Teknolojinin imalat süreci üzerindeki rolü .................................................................... 265

3.3.1.3.7 Ar-Ge Harcamaları: ............................................................................................................... 266 3.3.1.3.8 İstihdam ve Verimlilik Göstergeleri....................................................................................... 272 3.3.1.3.9 Genel Amaçlı Makina ile Özel Amaçlı Makina İmalatındaki Değişim.................................. 275 3.3.1.3.10 Makina İmalat Sanayinde Kurumsallaşma ve Sermaye Kesimleri Arasındaki İlişki ........... 281 3.3.1.3.11 Makina İmalat Sanayinde Sermayenin Merkezileşme Eğilimi............................................. 285

3.3.1.4 Makina İmalat Sanayi Üzerine Değerlendirme: ............................................................................. 293 3.3.2 Üretim Aracı Niteliğindeki Taşıt Üretimi...............................................................................302

3.3.2.1 Üretim Aracı Niteliğindeki Taşıtların Ayrıştırılması...................................................................... 302 3.3.2.2 Üretim Aracı Niteliğindeki Taşıt Üretimi ve Yan Sanayinin Gelişimi ........................................... 309 3.3.2.3 Emek gücünün Dağılımı ve Yapısı, Emek Süreci ve Verimlilik .................................................... 314 3.3.2.4 Dış Ticaret...................................................................................................................................... 319 3.3.2.5 İç Pazarın Gelişimi ......................................................................................................................... 322 3.3.2.6 Otomotiv Sektöründe “Değer Zinciri” ........................................................................................... 325 3.3.2.7 Taşıt Üretiminde Teknoloji ve Ar-Ge ............................................................................................ 328 3.3.2.8 Genel Değerlendirme: .................................................................................................................... 336

3.3.3 Endüstriyel Elektronik ............................................................................................................345 3.3.3.1 Endüstriyel Elektronik: Tanımı ve Elektronik Sanayi İçindeki Yeri .............................................. 345 3.3.3.2 Elektronik Sanayinin ve Endüstriyel Elektronik Sektörünün Gelişimi........................................... 349 3.3.3.3 Sanayinin ve Sektörün Yapısı, Yabancı Sermaye, Yoğunlaşma .................................................... 357 3.3.3.4 Yatırım Teşvikleri, Ar-Ge Yardımları............................................................................................ 358 3.3.3.5 Endüstriyel Elektroniğin Alt Sektörleri:......................................................................................... 368

3.3.3.5.1 Tüketim Cihazları Alt Sektörü:.............................................................................................. 368 3.3.3.5.1.1 Geri Bağlantıları Açısından Tüketim Elektroniği .......................................................... 369 3.3.3.5.1.2 Telekomünikasyon Alt Sektörü: .................................................................................... 374 3.3.3.5.1.3 Profesyonel ve Endüstriyel Cihazlar Alt Sektörü........................................................... 376

3.3.3.5.1.3.1 Otomasyon ve Robotik: Türkiye’deki Gelişimi..................................................... 377 3.3.3.5.1.4 Askeri Elektronik Cihazlar Alt Sektörü: ........................................................................ 385 3.3.3.5.1.5 Bilgisayar Alt Sektörü: .................................................................................................. 387

vii

3.3.3.5.1.6 Bileşenler Alt Sektörü:................................................................................................... 393 3.3.3.6 Endüstriyel Elektronik Sanayinin Gelişimi Üzerine Genel Değerlendirme.................................... 396

BÖLÜM 4 ................................................................................................................................................402

SONUÇ ....................................................................................................................................................402

KAYNAKÇA...........................................................................................................................................415

viii

TABLO LİSTESİ

Tablo 1 İmalat Sanayinin Bileşimi ve Değişimi ...........................................................18 Tablo 2 Sabit Yatırımların Teknoloji Gruplarına Göre Dağılımı (1990–2005) .............26 Tablo 3 Yatırımların Sektörlere ve Teknoloji Düzeyine Göre Dağılımı (1990–2005)...27 Tablo 4 İmalat sanayinde üretimde çalışanlar, reel ücret ve işgücü verimliliği .............30 Tablo 5 İmalat Sanayi Üretim ve İhracat Miktarı Endeksi............................................33 Tablo 6 İmalat Sanayiinde Teknoloji Düzeyine Göre Yaratılan Katma Değer Payı ......35 Tablo 7 1996– 2005 Yılları Arasında İhracatın Teknolojik Bileşimi ............................36 Tablo 8 İhracat ve Üretimin Teknolojik Düzey Karşılaştırması (1996–2004)...............37 Tablo 9 1996–2005 Yılları Arasında İthalatta Teknoloji Bileşimi ................................52 Tablo 10 Ar-Ge Harcamaları ve GSMH içindeki Payı .................................................60 Tablo 11 Ar-Ge Harcamalarının Sektörler Arası Dağılımı ...........................................62 Tablo 12 Patent İstatistikleri ........................................................................................76 Tablo 13 Ulusal Patentlerin Sektörel Dağılımı ve Yabancı Patentler ............................77 Tablo 14 Makina İmalat Sanayi Üretim Endeksi........................................................240 Tablo 15 Makina İmalat Sanayi Üretim ve Dış Ticaret Değerleri ...............................242 Tablo 16 Sabit Sermaye Yatırımları ve Yatırım Yoğunluğu.......................................246 Tablo 17 Makina İmalat Sektörünün Dış Ticaret Hacmi ............................................248 Tablo 18 Makina Sektörünün İhracatı........................................................................249 Tablo 19 Alt Sektörlerin İhracatının Toplam İhracat İçindeki Payı ............................250 Tablo 20 84. Fasıl İhracatı .........................................................................................251 Tablo 21 Makina Sektörünün İthalatı.........................................................................252 Tablo 22 84. Fasıl İthalatı ..........................................................................................253 Tablo 23 Makina Alt Sektörlerinin Ar-Ge Harcama Payları.......................................267 Tablo 24 Makina Sektöründe Çalışan Sayısı Endeksi.................................................273 Tablo 25 Üretimde Çalışılan Saat Başına Kısmi Verimlilik Endeksi ..........................274 Tablo 26 Makina Alt Sektörlerinin Karşılaştırması ....................................................278 Tablo 27 İlk Beşyüz ve Bin içindeki Makina İmalat Şirketleri ...................................288 Tablo 28 2005 Yılında İlk 500 içindeki Makina Şirketleri .........................................289 Tablo 29 2006 Yılı İlk 500 Firma İçindeki MİB Üyelerinin Satışları .........................289 Tablo 30 1996-2005 Arasında Motorlu Kara Taşıtları Üretim Adetleri ......................303 Tablo 31 Üretim Aracı niteliğindeki Motorlu Taşıt Üretimi .......................................304 Tablo 32 Otomobil ile Taşıt Üretim Değeri Endeksi ..................................................307 Tablo 33 Üretim Aracı Taşıtlar ve Aksam Üretim Endeksi ........................................312 Tablo 34 Otomotivde Çalışanların Reel Ücret Endeksi ..............................................316 Tablo 35 Üretim Aracı Taşıtlar ve Otomobil İhracatı.................................................319 Tablo 36 Adet olarak İhracatın Üretime Oranı ...........................................................320 Tablo 37 Motorlu Taşıt İthalat Değerleri ...................................................................321 Tablo 38 Alt Sektörlerin Dış Ticareti.........................................................................321 Tablo 39 Üretim Aracı Taşıtların Türkiye Pazarı .......................................................322 Tablo 40 Türkiye'de Kamyonet İç pazarı ve Yerli Üretim.........................................323 Tablo 41 Seçilen Üç Ana Firmada Ar-Ge Giderleri ve İhracat İlişkisi........................333 Tablo 42 Elektronik Sanayii Üretim Miktarı ..............................................................351 Tablo 43 Elektronik Sanayi Ürün İthalatı...................................................................355 Tablo 44 Elektronik Sanayi Ürün İhracatı..................................................................356 Tablo 45 Elektronik Sanayi Yatırım Endeksi .............................................................361 Tablo 46 Elektronik Sanayi Yatırım Teşvik Belgelerinin Dağılımı ............................362

ix

Tablo 47 Elektronik Sektörüne verilen TÜBİTAK-TİDEB Ar-Ge Destek Tutarları ...364 Tablo 48 Dünyada Endüstriyel robot kullanımı (1996-2004) .....................................381

x

GRAFİK LİSTESİ

Grafik 1. Yüksek Teknoloji İhracatı Yapan Sektörlerin Bileşimi .................................39 Grafik 2. Orta-Yüksek Teknoloji İhracatını Gerçekleştiren Alt Sektörlerin Bileşimi ....42 Grafik 3. Orta-Düşük Teknoloji İhracatını Gerçekleştiren Alt Sektörlerin Bileşimi......44 Grafik 4. Düşük Teknoloji İhracatını Gerçekleştiren Alt Sektörlerin Bileşimi ..............45 Grafik 5. Özel İmalat Sanayinde Birim İşgücü Maliyeti...............................................47 Grafik 6. Yıllara Göre Ar-Ge Harcamaları (Milyar Dolar) ...........................................60 Grafik 7. İmalat Sanayi Yeniliklerinin Yıllara Göre Değişimi......................................64 Grafik 8. Ar-Ge Çalışanlarının Yıllara Göre Oranı ......................................................65 Grafik 9. Özel Sektörün Ar-Ge Çalışmalarının Finansman Kaynakları ........................69 Grafik 10. Kamunun Ar-Ge Çalışmalarının Finansman Kaynakları..............................70 Grafik 11. Üniversitelerin Ar-Ge Çalışmalarının Finansman Kaynakları......................70 Grafik 12. Teknoloji Destek Fonlarının Sektörlere Dağılımı (1991-2007)....................74 Grafik 13. Yeniliğin Pazara Nüfuz Etmesi .................................................................151 Grafik 14. Makina İmalat Sanayi Alt Sektörleri ve İmalat Sanayi Üretim Endeksi .....241 Grafik 15. Üretim Aracı olarak Motorlu Taşıt Üretimi ve Toplam Üretim .................306 Grafik 16. Üretim Aracı Taşıtlar ile Otomobillerin Üretim Endekslerinin Karşılaştırılması ........................................................................................................308 Grafik 17. Otomotiv Ana Sanayi Yatırımları (milyon ABD Doları) ...........................310 Grafik 18. Üretim Aracı Niteliğindeki Motorlu Taşıt ve Aksamları Üretim Endeksi ..313 Grafik 19. Motorlu Taşıt Üretiminde Çalışılan Saatbaşına Kısmi Verimlilik Endeksi 315 Grafik 20. Elektronik Sanayi Üretim, İthalat ve İhracat Değerleri ..............................350 Grafik 21. Elektronik Sanayi Alt Gruplarının Üretim Değerleri (1999-2005) .............352 Grafik 22. Alt Gruplandırmanın Elektronik Sanayi İçinde Payı..................................353 Grafik 23. Endüstriyel Elektronik Üretiminde Bileşenlerinin Yıllara Göre Payları.....354 Grafik 24. TTGV 'nin Elektronik Sanayinde İki Alana Desteği (1993–2004) .............367

xi

KISALTMALAR

Ar-Ge Araştırma Geliştirme BTYK Türk Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu DPT Devlet Planlama Teşkilatı DTÖ Dünya Ticaret Örgütü ENOSAD Endüstriyel Otomasyon Sanayicileri Derneği GSMH Gayri Safi Milli Hasıla GSYİH Gayri Safi Yurtiçi Hasıla IFR Dünya Robotik Federasyonu - International Federation of Robotics IMF Uluslararası Para Fonu - International Monetary Fund ISIC Uluslararası Endüstriyel Sınıflandırma Standardı İAOSB İzmir Atatürk Organize Sanayi Bölgesi İGEME T.C. Başbakanlık Dış Ticaret Müsteşarlığı İhracatı Geliştirme

Etüd Merkezi İSO İstanbul Sanayi Odası İTO İstanbul Ticaret Odası KOBİ Küçük ve Orta Büyüklükteki İşletmeler KOSGEB T.C. Sanayi ve Ticaret Bakanlığı Küçük ve Orta Ölçekli Sanayi

Geliştirme ve Destekleme İdaresi Başkanlığı MAM TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezi MİB Makina İmalatçıları Birliği MMO Makina Mühendisleri Odası OAİB Orta Anadolu Makine ve Aksamları İhracatçıları Birliği ODM Orijinal Tasarım İmalatçıları –Original Design Manufacturer OECD Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü - Organisation for

Economic Co-operation and Development OEM Orijinal Ekipman İmalatçıları –Original Equipment Manufacturer OSD Otomotiv Sanayii Derneği OSO Ortak Satınalma Organizasyonu TAYSAD Taşıt Araçları Yan Sanayicileri Derneği TEKMER Teknoloji Geliştirme Merkezleri TESİD Türk Elektronik Sanayicileri Derneği TİAD Takım Tezgâhları Sanayici ve İş Adamları Derneği TKB-ESAM Türkiye Kalkınma Bankası-Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar

Müdürlüğü TPE Türk Patent Enstitüsü TTGV Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı TÜBİSAD Türkiye Bilişim Sanayicileri Derneği TÜBİTAK Türkiye Bilim ve Teknik Araştırma Kurumu TÜBİTAK-TİDEB TÜBİTAK Teknoloji İzleme ve Değerlendirme Başkanlığı TÜBİTAK UEKAE TÜBİTAK Ulusal Elektronik ve Kriptoloji Araştırma Enstitüsü TÜSİAD Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği UME Ulusal Metroloji Enstitüsü UNECE Birleşmiş Milletler Avrupa Ekonomik Komisyonu - United

Nations Economic Commission for Europe

xii

ÜSAMP Üniversite Sanayi Ortak Araştırma Merkezleri Programı

GİRİŞ

Tüm dünyada, ekonomik büyümede teknolojinin belirleyiciliğinin arttığı

yönündeki söylem güçleniyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD Bilim ve Teknoloji

Politikası’nın değişimini ifade eden 1993 tarihli strateji belgesinin başlığı bile

teknolojinin belirleyiciliğine vurgu yapıyor: “Amerikan Ekonomisinin Büyümesi için

Teknoloji: Ekonomik Güç Sağlamak için Yeni Bir Yol”. Buna göre “teknoloji”,

“ekonomik güç sağlamak için yeni bir yol”dur.

Türkiye’de de 2000 yılında hazırlanmaya başlayan teknoloji strateji belgesinde

(TÜBİTAK Vizyon 2003-2023 Strateji Belgesi, 2004) ise şunlar söylenmektedir:

Bu strateji belgesi, dünyadaki bilimsel ve teknolojik gelişmelerin Türkiye’yi yol ayrımına getirdiği tarihsel bir dönemde hazırlanmıştır. Strateji belgesinin gösterdiği yol, ülkemizin, geleceğin jenerik teknolojilerinde egemenlik sağlayarak uluslararası toplumun refah içinde bir üyesi olmasını ve yarınlarını garanti altına alacaktır. Bunun dışında izlenebilecek herhangi bir yolun ise sonuçta Türkiye’yi nereye götüreceği bilinmektedir: uluslararası toplumun sancılı ve ancak varlığını korumaya çalışan etkisiz bir üyesi olmak.

Tek yol teknolojik gelişim olarak gözükmektedir.

Nora Şeni, Ereğli Demir Çelik Fabrikası’nın kuruluşu üzerine çalışmasında çelik

gibi ağır sanayinin geliştirilmesinin o zamanların Türkiye’sinde nasıl her derde deva

olarak önerildiğini, biraz da hiciv içeren örneklerle anlatır.1 ‘90’lara kadar ağır sanayi

ile Türkiye’nin “memleket sorunu” arasında kurulan ilişkide, bir kavram olarak

“sanayileşme” merkezdeydi. Ekonomiyi “azgelişmişlik” ve buna karşı sanayileşme

belirliyordu. Bugün ise “sanayileşme”nin yerini “yetişme” ve “teknolojik açığı

kapatma” aldı. Adeta değdiği her şeyi zenginlik ve refaha çeviren bir tılsımlı değnek,

her kapıyı açan bir anahtar gibi görülen teknolojinin “albenisi” her yeri kapladı.

1 “Kaldırılan her ‘gelişme’, ‘kalkınma’, ‘demokratikleşme’ taşının altından ‘Türkiye’nin çelik üretim kapasitesinin yetersizliği’ çıkıyor. … Burhan Oğuz’un ‘Çelik Üretimi Yükselmedikçe’ adlı ve Türkiye’deki spor eğitim ve formasyonunun yetersizliğini konu edinen yazısı bu durumun iyi bir yansıması” (Şeni, 1978, s.15).

2

Öyle ki ulusal teknoloji politikalarının oluşturulması, buna uygun kurumsal

düzenlemeler, adeta yeni bir kalkınma anlayışının anahtar istemleri haline geldiler. Bu

konuya yapılan en ılımlı vurguda bile, faktör birikiminin artırılmasıyla yetinilmemesi,

bunun sınırları gözetilerek teknolojik yenilik ve gelişmeye önem verilmesi gerektiği

belirtilmektedir2. Görülen o ki, belirli sermaye kesimleri için uluslararası sermaye ile

eklemlenme, dış pazarlarda rekabet yüzünden kısıtlanan “katma değer”i artırmanın

koşulu, maliyet ve fiyat rekabetinin ötesine geçmedir. Sınırlı da olsa bu sermaye

kesimleri ürün farklılaştırma, üretim teknolojisini geliştirme gibi teknolojik yenilik

kaynaklarına ihtiyaç duymaktadırlar. Öte yandan 1970 krizinin ardından kar oranları

düşen, uluslarasılaşmış üretken sermayenin rekabeti daha fazla kızışmıştır ve teknolojik

yenilik bu kesimler için giderek daha fazla vazgeçilmez hale gelmektedir. 1990’lar ile

birlikte OECD, AB gibi uluslararası birliklerin teknoloji politikalarını hızla

benimsemeleri uluslararası birikimin bu ihtiyacını göstermektedir.

Sermaye birikiminin ihtiyaçları ile gündeme gelen politikalar aynı zamanda bu

politikaları en çok destekleyen iktisat yaklaşımlarının da güncellik kazanmasını

sağlamıştır. Büyümeyi, sınıfsal çelişkileri de biriktiren sermaye birikimine bağlamak

yerine teknolojik yeniliğin kendisine bağlayan Yeni Schumpeterci akım, bu koşullarda

giderek etkili hale gelmiştir. Öte yandan bu akımı güçlendiren başka bir neden ise

“neoliberal” politikalar yüzünden devletlerin üretime müdahale ve teşvik olanaklarının

teknoloji politikaları dışında çok kısıtlanmış olmasıdır. Daha çarpıcı olan ise bu

kısıtlamaların, yeni Schumpeterci akım dışındaki okulların da teknoloji politikalarına

elde kalan tek seçenek olarak yaklaşmalarını sağlamış olmasıdır. Sermaye birikiminden

ve sınıflardan soyutlanmış bir büyüme tasarımına sahip, planlama geleneğinden gelen

ulusalcı, yeni Keynesci anlayışlar da teknolojiye sarılmaya başlamışlardır.

Teknoloji, her derde deva olarak görülmekte, sınıfsal sonuçlarından soyutlanarak

yine ön plana konulmakta; sermaye birikiminin sınıfsal gerilimleri gözden ırak

tutulmaya çalışılmaktadır. Böylelikle zenginliği yaratanın teknoloji ve uygun teknoloji

seçimi olduğu yönündeki yanılsama, teknolojinin fetişleştirilmesi tekrar bir hayalet

olarak ülkede ve iktisat yazınında gezinmeye başlamıştır. Emeğin maddi bir biçim almış 2 “Sadece faktör birikimlerine dayalı büyüme süreçlerinin doğal sınırları dikkate alınarak teknolojik ilerleme ve verimlilik artışlarının sürekli kılınması konusuna önem verilmelidir” (TÜSİAD, 2005b).

3

hali, emeğin karşısına ona yabancı bir güç olarak çıkmaktadır. Eski bir deyişle, ölü

emeğin hayaleti, yeniden dikilmiştir canlı emeğin karşısına…

Buna karşı olarak ben bu tezde, teknolojinin sermaye birikiminin bir sonucu

olduğunu vurgulayacağım. Bu nedenle sınıfların belirlediği toplumsal üretim

ilişkilerinin bir sonucu olarak teknolojik değişimi ve teknoloji üretimini ele alacağım.

Üretimin bilgisi olarak teknolojinin bizzat kendisinin üretimi, kapitalist üretim süreci

tarafından içerilmiştir; yani teknoloji üretimi artık kapitalist birikimin dinamiklerine tabi

kılınmıştır. Özellikle erken kapitalistleşen ülkelerde olgun bir biçimde görüldüğü gibi

teknoloji üretiminin kendisi bir sektör haline gelmiş, ürünleri metalaşmıştır. Ancak

teknoloji ve bilim üretiminin, sanayi ve üniversiteler ile iç içe geçmiş yapısı yüzünden

bu üretimin dinamiklerini anlamak, ölçmek ve değerlendirmek o kadar kolay değildir.

Üstelik bu üretim süreci, hukuki (mülkiyet hakları), kurumsal yapısını (üniversite,

teknopark vb.) henüz şekillendirmektedir. Bu durumda, teknoloji transferinin yoğun,

teknoloji üretiminin çok zayıf olduğu geç kapitalistleşen ülkelerde teknoloji üretiminin

ve teknolojik değişimin dinamiklerini anlamak gittikçe güçleşmektedir.

Geç kapitalistleşen ülkelerin bir kısmında 1980’lerle birlikte yatırım mallarını

üretimine geçilmiş durumdadır. Yatırım malları üretimi içinde özellikle üretim araçları

üretimi, teknolojik değişimi inceleme açısından olduğu gibi esas olarak teknolojinin

üretimini gözleme açısından merkezi bir yere sahiptir. Teknoloji üretimi bütün

kesimlere girdi verse de çalışma açısından merkezi girdi-çıktı bağını üretim araçları

üretimiyle oluşturmaktadır. Çünkü üretim araçları üretiminin geri bağlantısı olarak

gelişen teknoloji üretimi, sistemli bir teknolojik yeteneğin oluşmasının tek yapısal

koşuludur. Teknolojik değişim, teknoloji üretimi olmadığı sürece, teknoloji transferiyle

yani ülke dışından teknoloji edinme ile sağlanır. Oysa burada odaklanılan teknoloji

üretiminin yapısal koşullarını irdelemektir. Bu da ancak sermaye birikimi

perspektifinden üretim araçları üretimiyle ilişkisine bakılarak incelenebilir. Klasik

politik ekonomi, teknolojik değişmeyi anlamak için mikro analizi, firma ve sektör

bazında teknoloji göstergelerini kullanmaktadır. Bu politik ekonomi okullarının

(neoklasik, evrimci) mikro analizi ve bu analizi toplulaştırma yöntemleri; kuramsal

temelleri ile birlikte Marksist yaklaşım açısından yetersiz ve sorunludur. Bu durumda

yapılması gereken teknolojik değişim ve giderek de teknoloji üretiminin kendisini

4

gözlemlemek üzere, üretim araçları kesimine ve bu kesimin belli başlı sektörlerine

yoğunlaşmaktır.

Kısacası geç kapitalistleşen ülkenin teknolojik değişimini incelemenin yanında,

teknoloji üretme kapasitesini sermaye birikimi perspektifinden değerlendirebilmek için

üretim araçları üretimi kesimini, bu kesimin teknolojik değişimini ve teknoloji üretimi

ile geri bağlantısını yakından incelemek gereklidir. Bu çalışmada bunu yapmaya

çalıştım.

Türkiye’de teknolojik değişimin genel tablosu ile bunun üretim araçları

üretimine ve teknoloji üretimine yansıması önemli farklılıklar göstermektedir. Bu

nedenle teknoloji konusunda kuramsal çerçeveyi ortaya koymadan önce, Türkiye imalat

sanayinin 1996–2005 yılları arasında teknolojik değişiminin tablosu ortaya konarak teze

başlanmıştır.

Bu amaçla birinci bölümde Türkiye’de 1996–2005 yılları arasında teknolojik

değişim irdelenmiştir. Bu teknolojik değişim ve buna yönelik kurumlar ve politikalar ile

sermaye birikiminin ihtiyaçları arasındaki bağlantılar gösterilmeye çalışılmıştır. Yatırım

malları üretimi ve ihracatında yaşanan görece parlak büyüme, ürünlerin ve üretimin

teknolojik yapısını da geliştirmiş, teknoloji düzeyini yükseltmiştir. Öte yandan aynı

dönem, teknoloji politikalarının, kurumlarının ve Ar-Ge desteklerinin ağırlıklı olarak

söylemden uygulamaya geçtiği bir dönemdir. Bunda üretimdeki teknolojik değişme

kadar uluslararası anlaşmalarla devlet müdahalesinin sınırlanması ve teknoloji

politikalarının öne çıkması da etkili olmuştur. Bu teknolojik değişimin dayattığı

ihtiyaçlar, iktisat yazınına da yansımıştır. Teknolojik değişim ihtiyacı ve bu amaçla

teknoloji politikaları uygulama, bu konuda öncelikleri farklı olan “sanayileşme” ve

planlama geleneğinden gelen yazarlar ile yeni Schumpeterci görüşe yakın yazarlar

arasında yakınlaşmayı da beraberinde getirmiştir. İlk bölümde bu konular işlenmektedir.

Birinci bölümün açtığı sorular, diğer bölümlere geçişin olanaklarını

sunmaktadır. Bu teknolojik değişim, kendi başına büyümeyi, erken kapitalistleşen

ülkelere yetişmeyi getirebilir mi? Bu teknolojik değişim ne derecede yapısaldır? Ne

derecede geri bağlantı etkisiyle ülke içindeki bilim ve teknoloji üretimini geliştirmiş,

teknolojik yeteneği artırmıştır? Bu soruyu yanıtlamak için önce var olan teknoloji

5

yaklaşımları incelenmeli, belirli bir teknoloji perspektifi geliştirilmelidir. Bu ikinci

bölümde yapılmaktadır. Ardından teknoloji üretiminin yapısal dinamiklerini ele verecek

belirli sektörlere yoğunlaşılmalıdır. Bu da üçüncü bölümün konusudur.

İkinci bölümde klasik ve neoklasik okulların, evrimci iktisat ile Marksist

iktisadın teknoloji yaklaşımları ele alınmaktadır. Teknolojiyi büyümenin ve değerin

kaynağı olarak gören yaklaşımların yanı sıra teknolojik değişmeyi rastlantısal bir

gelişme olarak, dışsal biçimde ele alan, teknolojik gelişmeyi bir tercih ve politika

yönelimine indirgeyen anlayışlar eleştirilmektedir. Benimsenen yaklaşım, teknolojinin

bizzat sermaye birikiminin bir sonucu olarak değiştiği, sınıfsal mücadele içinde

şekillendiği yönündeki Marksist yaklaşımdır. Tez boyunca bu yaklaşım son otuz yılın

gelişmeleri üzerinden yeniden üretilmektedir. Buna göre, II. Dünya Savaşı’ndan sonra

olgunlaşan bilim ve teknoloji üretiminin iç içe geçmesi, bilimsel araştırmaların

ürünlerinin hızla metalaşması, bilimsel emek sürecinin de kapitalist üretim süreci haline

dönüşmesine yol açmaktadır. Yani buluş bir meslek haline dönüşmüş, bizzat bilimin

kendisinin kapitalist üretim haline gelmiştir. Ancak yine bu bölümde, bu kapitalist

dönüşümün tamamlanamayacağı ileri sürülmekte ve dönüşümün sınırları, çelişkileri

irdelenmektedir. Üretken sermayenin uluslararasılaşması koşullarında 1990’lardan

sonra bilimsel üretim süreci de uluslararasılaşma aşamasına gelmiştir. Ar-Ge’nin

uluslararasılaşması, geç kapitalistleşen ülkelerdeki üretim yapısını uluslararası

sermayenin gelişimi gibi dıştan belirleyen koşul olarak öne sürülmektedir. Öte yandan

teknolojik değişim ile geç kapitalistleşmenin içsel bağını, üretken sermayenin gelişimi

oluşturmaktadır. Geç kapitalistleşen ülkelerin bazılarında gelişmeye başlayan yatırım

malları ve üretim araçları üretimi, bu ülkelerin teknolojik değişimini hızlandırmaktadır.

Ülke içi üretimdeki teknolojik değişimin yapısal nitelik kazanmasının ve kalıcılaşan

teknoloji üretiminin temel koşulu, üretim araçları üretiminde teknolojik gelişmenin

düzeyi ve geri bağlantı etkisiyle teknoloji üretimini sürüklemesidir. Son olarak bu

bölümde, geç kapitalistleşme koşullarında teknolojik değişim ve teknoloji üretimi, bu

içsel ve dışsal etkenler gözetilerek irdelenmektedir.

Üçüncü bölümde, dönem içinde Türkiye’de üretim araçları sektörünün gelişimi,

teknolojik açıdan değişimi incelenmiştir. Üretim araçları üretiminin geri bağlantı olarak

bilim ve teknoloji üretimi ile ilişkisi, odaklanılan merkezi noktayı oluşturmuştur.

6

Yatırım malları içinde sayılan elektrikli ev eşyalarını ayırt ettikten sonra makina imalat

sanayindeki gelişim, bu sektörün teknolojik değişimi ve teknoloji üretimi ile olan geri

bağlantısı, ilk inceleme konusudur. Ardından tüketim malı olan binek otomobilleri

ayrıştırıldıktan sonra üretim aracı niteliğindeki taşıtlar için benzer bir inceleme

yapılmaktadır. Son olarak da tüketim elektroniği ayrıştırıldıktan sonra endüstriyel

elektronik sektörüne odaklanılmaktadır.

Son bölümde Türkiye’de bu dönemde yaşanan teknolojik değişimin üretim

araçları üretimine ne düzeyde yansıdığı, ülke içi teknoloji üretiminin durumu ele

alınmakta, sonuçlar çıkarılmaktadır. Bilim ve teknoloji üretiminin geç kapitalistleşme

ile ilişkisi, 1996–2005 yılları arasında Türkiye’de üretim araçları üretimindeki

teknolojik değişme ve teknoloji üretimi bağlamında irdelenmektedir.

Sonuç olarak tezde, teknoloji, sermaye birikimi perspektifinden irdelenerek,

bilim ve teknoloji üretiminin bugün geldiği aşama, Türkiye’de 1996-2005 yılları

arasında teknoloji üretimi ve üretim araçları üretimindeki gelişim üzerinden ortaya

konmuştur.

7

BÖLÜM 1

1. 1996–2005 Üretim Yapısındaki Teknolojik Değişim

1996 ile 2005 yılları arasındaki on yıllık süreçte üretim yapısındaki

dönüşümlerin incelenmesi, sözü geçen dönemde artan “teknolojik yenilik” söylemlerini

açıklamada önem taşıyor. Ama önce bu dönem seçimimizi yani tarihsel sınırlamamızın

nedenlerini açıklamak gerekiyor.

1.1 Başlangıç olarak 1996 Yılı: Süreklilik ve Farklılık

Bilim ve teknolojinin üretim yapısındaki önemi, teknolojik atılımın gerekliliği

1980’lerden sonra sürekli yinelenerek söylenmektedir. Ancak ‘90’ların ikinci yarısının

teknolojinin kurumlaşması ve politikaların harekete geçirilmesi açısından özel bir yeri

vardır. İncelememizi 1990’ların ikinci yarısından başlatmamızın ana nedenlerinden biri

budur. 1996 yılı (1 Ocak 1996) aynı zamanda Gümrük Birliği anlaşmasının yürürlüğe

girdiği tarihtir, üstelik bu tarihten sonra özellikle Avrupa ile genelde ise dış ticarette

gümrüklerde önemli bir indirim yapılmaya başlanmıştır. Dış ticaret hacmi hızla

büyümüştür. Ancak bu tarihten başlamanın sadece dışsal bir nedeni olamaz. Bu aynı

zamanda imalat sanayi katma değerinde en fazla paya sahip kimi sektörler açısından da

içsel bir ihtiyaç olarak görülmelidir. Zaten bu sektörlerin büyük bir kısmı, Gümrük

duvarlarının indirilmesine karşı önceden hazırlanmaya başlamıştır. Üstelik 1998 Rusya

krizi, 1999’daki Marmara depremi, incelediğimiz dönemin ilk yarısında önemli etkileri

olan başka dışsal faktörlerdir, ama bunlar içsel birikimi tek başına belirleyen değil,

ancak sınırlayan etkenlerdir. Dönemlendirme sadece dışsal koşullar ile

açıklanmamalıdır. 1980 sonrası dışa açık sermaye birikimi süreci, esas olarak

1990’lardan sonra belirli bir düzeye erişmiş, “teknolojik atılım”, “verimlilik”

söylemlerine eşlik eden kurumsal düzenlemelerin altyapısı bu dönemde oluşmaya

başlamıştır.3 İmalat sanayinde teknolojik yapıdaki dönemsel değişimi

değerlendirmemizi, üretken sermayenin gelişimi ile sınırlandırmaya çalışacağız. Elbette

ki, 1994–2001 arası yaşanan dönem, yapısal ve uluslararası krizlerle dolu, Türkiye’deki

sermaye açısından da özellikle para-sermaye yönünde önemli dönüşümlerin yaşandığı

3 III. Teknoloji Kongresi’nde otomotiv sanayinin tarihini değerlendiren Tofaş yöneticisi Jan Nahum dışa açılma tarihi olarak ‘90’ların ikinci yarısını göstermektedir.

8

bir dönemdir (Ercan, 2004b, 2002). Dönemin ilk yarısında önde gelen sermaye grupları

içerisinde para sermaye donanımını geliştiren, bu donanım açısından avantajlı olanlar,

imalat sanayinin ileride anlatacağımız ikili yapısına uyan biçimde üstünlük elde

etmişlerdir. Üstelik bu grupların uluslararası sermaye ile eklemlenme düzeyleri de farklı

olmuştur.4 İşte 1994–2001 arasında ülke içi sermaye birikiminin toplam sermaye

döngüsü açısından belirleyici olan görünümü, bu para sermaye donanımının, finansın

yeniden yapılanmasıydı. Ancak bizim çalışmamız açısından bundan daha az önemli

olmayan bir gerçek ileride ayrıntılı bir biçimde inceleyeceğimiz gibi, dönemle birlikte

yerine oturan, uluslararası üretken sermayeyle eklemlenme ve ihracata yönelik iç

birikimin gelişme örüntüleridir. Özellikle otomotiv sanayinde Gümrük Birliği’ne

hazırlık ile başlayan süreç, dönemin ilk yarısında büyük yatırımlar ile yerine oturma,

pekişme niteliği göstermiştir, öte yandan ihracatın en etkili kalemlerinden tüketim

elektroniği bu dönemde önemli büyüme göstermiştir. Gümrük Birliği ile bu süreç yeni

bir eşiği atlamıştır.

Teknoloji edinme ve onu üretme açısından temel kurumlar, yasal düzenlemeler,

teşvik, destek ve izleme mekanizmalarının uygulamaya geçirilmesi, yaşam bulması ise

bu dönemde olmuştur. Dönem, bu yönüyle, on yıllardır söylenen, 1980’den sonra

kurumsal yapıları oluşturulan bir evrenin uygulamaya geçiş sürecidir. 1990’ların ikinci

yarısı ile birlikte artık, teknolojik yenilik5 yaratma yönünde kurumsal müdahalenin

koşullarının oluşturulmaya başlanmasından, uygulamaya geçilmiştir. Bir yandan ’80

sonrası, dış ticaret rejimi ve finansal serbestleşmenin önünün açılmasıyla birlikte,

sermaye birikiminin uluslararası sermaye ile teması diğer yandan bunu içselleştirme

süreci yaşanmıştır. Ayrıca dışa açılan sermaye birikimi açısından, dış pazarlarda

rekabeti sürdürebilmek için teknolojik yenilik konusunda sözden çok pratikte uygulama

zamanı gelmiştir. 1990 öncesi teknolojik yenilenme daha çok lisans sözleşmeleriyle

4 İmalat sanayi içindeki ikili yapı ve oluşumu ileride değerlendirilecektir; bu ikili yapıya dair bkz. Tanyılmaz (2004), Ercan (2004b).

5 Burada yenilik sözcüğüne verilen anlam, yaygınlaşan kullanımına benzerdir. Buna göre, yenilik teriminin alt anlamı, üretimin örgütlenmesinden, teknolojisine kadar yaşanan değişimdir. Bu değişimin özgün olması gerekmez, ancak değişim olması gereklidir. Teknolojik yenilik ise bu anlamıyla üretim teknolojisindeki değişimi anlatmaktadır ve çeşitli derecelerde, özgünlük içerenlerden, salt değişim olarak ortaya çıkanlara kadar değişmektedir.

9

ülkeye getirilen teknolojilerin montaj olarak uygulanması ve sınırlı da olsa taklit ile

yürümekte iken, dışa açılmanın getirdiği rekabet koşulları kendisini dayatmıştır.

Üretken sermayenin 1980 öncesinden bugüne kadar teknoloji ile ilişkisine iyi bir

örnek Koç grubunun uluslararası ortaklı şirketi olan TOFAŞ’ın Yönetim Kurulu Üyesi

Jan Nahum’un bu döneme dair anlattıklarında bulunabilir (III. Teknoloji Kongresi

Bildirileri, s. 79–80). Nahum, ilk olarak Türkiye’de otomotiv sanayinin gelişiminin kısa

bir özetini verir:

Türk otomotiv sanayi, 1960’lı yıllarda montaj sanayi olarak faaliyete başlamış, 1970’li yıllarda yan sanayisini oluşturmuş, 1980’li yıllarda ekonomik ölçeğe gelebilmek için kapasitesini artırmış ve 1990’lı yıllarda güncel model yapmak üzere yatırımlarını süratlendirmiştir.

Bu özette, imalat sanayinin 1980 öncesi montaj sanayi niteliği teknolojik

yapısını da açığa çıkarır. 1980 ile 1990 arasındaki dönem de, ölçek ekonomisi ağırlıklı

bir dönem olması özelliğini taşır. 1990’lı yıllar ise özel bir yere sahiptir. Konuşmanın

devamı, bu dönemleştirmenin teknolojik içeriğini de açıklar:

Bu sürecin ilk yıllarında, … 70 yıla yakın bir geçmiş ve … gelişmiş bir otomotiv endüstrisi olmasına karşın, Türk otomotiv sanayinin hiçbir teknolojik birikimi yoktu. Hatta o yıllarda bir teknoloji çekingenliği mevcuttu. Türkiye’nin o günkü sanayi alt yapısı düşünülürse, bunun doğal olduğu kabul edilebilir. Bu çekingenlik o yıllarda yapılmış olan lisans anlaşmalarında izlenebilir; tüm teknolojik sorumluluk, lisansı verene bırakılmış, pazar ile ilgili sorumluluklar alınmıştı. Bu anlaşmalar, o günün koşullarında her iki tarafı da tatmin etmişti. Lisansı veren, tüm hakları ve teknolojiyi kendinde tutabiliyor, hatta yatırımın düşük olma mecburiyeti sonucunda devre dışı kalan teknolojileri verilebiliyor, bu da olası bir rekabet ile karşılaşmasını engelliyordu. Diğer taraftan da bilmediği bir pazarda, satışla ilgili sorumlulukları da üstlenmek durumunda kalmıyordu. Lisansı alan, kendi bilgi ve beceri kapsamında olan pazar hakkında karşı tarafa bilgi vermeden ve kendi pazarına olan hâkimiyetini kaybetmeden bir ürünün üretimini yapabileceği bir lisansa sahip olabiliyor ve bu ürünün hiçbir teknik sorununu çözmek mecburiyetinde kalmadan karşı tarafa sorumluluk devredebiliyordu.

Jan Nahum, 1980 öncesi teknolojik birikimin, sanayi yapısı düşünüldüğünde

doğal olarak zayıf olduğunu, lisans anlaşmalarına dayandığını belirtmektedir. Bu tarih

1980’lerden sonra değişmiş, “sanayinin teknolojik birikimi artmıştır”.

10

Otomotiv sanayinin gelişme sürecinin ortalarında, sanayinin teknolojik birikimi artmış, üretim konusunda bilgi ve konuya hâkim oldukça çekingenliği üstünden atarak teknolojiye hâkim olma teknoloji yaratma isteğine kavuşmuştu.

1980’lerde oluşmaya başlayan isteğin kuvveden fiile dönüşebilmesi için bir

dönemin geçmesi gerekmiştir. Nahum, 1980 ile 1990 arasındaki dönemi, otomotiv

sanayi için ölçek ekonomisi dönemi olarak tarif etmişti. Ona göre “teknolojiye hâkim

olma” süreci ise 1990’lardan sonra başlayabilir. Nahum, kapalı pazardan açık pazara

geçme sürecini otomotiv sanayi için 1990’ların ortasından başlatır. Üstelik 1990’ların

ortası, aynı zamanda TOFAŞ için devlet destekli Ar-Ge yatırım atağının başlangıcı

olarak vurgulanmaktadır. Bu dönemde TOFAŞ, devletten önemli oranda destek alarak

büyük Ar-Ge yatırımlarına girişir.

Görüldüğü gibi, dışa açık sermaye birikimi süreci 1980’lerle başlarken, üretken

sermayenin sermaye yoğun bölümü için bu süreci anlamlandırma biçimi farklı

olmaktadır. Kısacası, imalat sanayinde önemli bir bileşeni temsil eden otomotiv sektörü

için, açık pazara geçiş, ’80 sonrası değil, rekabete karşı “teknolojiye hâkim olunan”

‘95’lerden sonra başlamaktadır. 1980 öncesi ise, teknolojik yenilik yoktur; bunun yerine

çekingen davranılmış, “teknolojiye hâkim olmadan” iç pazara hâkim olmakla yetinerek,

sadece lisans anlaşmaları yapılmıştır

1980 sonrası dışa açılmanın artırdığı rekabetin teknolojik değişim üzerinde etki

göstermesi beklenir. Ancak, sermaye birikiminin düşük ve kısmen düşük-orta düzey

teknolojili, tüketim ve ara malları üretimine dayalı yapısı yüzünden bu etki kendisini

hemen göstermemiştir. Uluslararası pazarlarda rekabetin teknolojik değişme yönünde

kendini dayatması, orta-yüksek ve kısmen yüksek teknoloji üzerinde basınç oluşturması,

1990’ların ortalarında yeni bir evreye ulaşmıştır; çünkü 1980 sonrası dış ticaretin

serbestleştirilmesi ile birlikte, yoğun teşviklerle dışa açılan üretim dalları ilk başta

yoğun olarak “kaynak” ve “emek yoğun” olarak nitelenen üretim dallarıdır.6 Bu dallar

düşük teknolojili üretim dallarıdır. Dışa açılmanın ilk on yılı, yoğun teşviklerle

6 İleride görüleceği gibi gıda “kaynak yoğun”, tekstil “emek yoğun” sektör olarak sınıflandırılmaktadır. Kuşkusuz bu sınıflandırma, değeri yaratanın emek gücü olduğu yönündeki bir perspektiften kaynaklanmamaktadır. Burada bu gruplandırmalar, uluslararası standartlara uymak adına, ancak bu eleştirel kayıtla kullanılmaktadır.

11

desteklenen emek-yoğun ve kaynak-yoğun ürünlerin ihracattaki ağırlığı ile

belirlenmiştir. Üstelik 1980 sonrası ihracattaki artışın ve görünürde verimlilikteki artışın

büyük bir kısmı kapasite kullanım oranlarının tekrar artmasıyla elde ediliyordu

(Taymaz, 2001, s.69). Yani sermaye birikimi, 1980 öncesi içine girdiği bunalımdan, dış

pazara yönelik, finansal serbestleşmeyle birlikte yürüyen yeni birikim modeli altında

yeni yeni kurtulmaya başlarken, bunalımın etkisiyle oluşmuş atıl kapasitesini yeniden

değerlendiriyordu. 1980’ler bu atıl kapasitenin kullanıma açıldığı yıllar oldu. İhracat

için ilk göreli olanak ise emek ve kaynak yoğun (tekstil ve gıda), düşük teknolojili

üretimin dışa açılması idi. Soyak’a göre 1980’de kaynak yoğun ve emek yoğun

sanayiler toplam imalat sanayi ihracatının % 87,9’unu, 1995’de ise %66,9’unu

oluşturuyordu (Soyak, 2002, s.126). İhracatın başını çeken tekstil gibi bir sektördeki bu

düşük teknolojik değişim, ucuz emek kullanımına dayanan birikimi tarif etmektedir.7

Söz konusu bu iki sektörde de, 1980 ile 1995 arasında teknolojik yenilik ve değişim

zayıf durumdadır.8 1985–95 arasındaki dönemde, teknolojik değişim hızının en yüksek

olduğu sektörler olarak mühendislik hizmetleri, kara taşıtları, kimya sanayi gibi ölçek

ekonomisine dayanan, büyük ölçekli üretim yerleri gösterilmektedir (Taymaz, 1998),

(Doğaner-Gönel, 2000).

Bu dönemde, imalat sanayinin ağırlıklı olarak küçük ölçekli üretime dayanan

yapısı da, emek yoğun, düşük verimlilikli üretim ile karakterizedir. Büyük imalat

sanayinin toplam imalat sanayi istihdamı içerisindeki payı 1980 yılında % 84,1 iken,

1996 yılında %77,3’e gerilemiştir. 1980–1996 döneminde istihdam düzeyi ancak

118.685 kişi artmıştır. Bu düzey oldukça düşük bir artıştır; ancak kayıt dışı olasılığının

yarattığı hatayı belirtmek gerekir. 1996 yılı itibariyle, imalat sanayinde yaratılan katma

değerin % 6,4’nü küçük isletmeler yaratırken, büyük ölçekli imalat tesisleri toplam

katma değerin %93,6’sını yaratmaktadır. 1980 yılında küçük isletmelerin toplam

istihdam içindeki payı %15,9 iken, aynı oran 1996 yılında %22,7’e yükselmiştir. Büyük

7 Eşiyok da, bu sektörlere dayalı üretimin düşük ücretler ve düşük verimliliğe dayalı bir sistem olduğunu belirtmektedir (Eşiyok, 2002).

8 Doğaner-Gönel de, imalat sanayi katma değerinde en büyük paylara sahip olan gıda ve tekstilde Ar-Ge yoğunluğunun çok düşük olduğunu vurgular (Doğaner-Gönel, 2000, s.36). Taymaz’ın çalışmasına göre, 1980–1995 arasında gıdada teknolojik değişim hızı binde 26 iken, tekstilde binde 13’tür. Aynı dönemde mühendislik sanayilerinin teknolojik değişme hızı ise binde 45, temel metal sanayi ve kimya sanayinin değişme hızı ise binde 36’dır (Taymaz, 1998).

12

imalat sanayinde istihdam düzeyi 1980–1996 döneminde çok az artmış, 1980 yılında

1.023.669 kişi olan istihdam düzeyi, 1996 yılında sadece 10 bin kişi artarak 1.032.617

kişiye yükselmiştir (Eşiyok, 2002, s.38).

Onyıllardır sürekli vurgulanan teknolojik değişme ihtiyacının ancak 1990’ların

ikinci yarısında somut uygulamaya geçebilmesinde farklı ölçekteki üretim yapılarının

farklılaşan bu ihtiyaçları da rol oynamıştır. 1990’ların ikinci yarısında otomotiv gibi

büyük ölçekli üretim yapan sektörlerde teknolojik yeniliğe dair ihtiyacın daha açık dile

getirilmesi, bir olgunlaşma ve eşik atlama ihtiyacının bir göstergesidir. İleride

görülebileceği gibi uluslararası pazarlara açılan büyük sermaye gruplarının, uluslararası

sermaye ile eklemlenme, yabancı ortağın ya da rakibin etkisiyle konumunu koruma gibi

ihtiyaçları da teknolojik yenilik, standartlaşma, standartların izlenmesi, tespit edilmesi

gibi düzenlemeleri istemelerine ön ayak olmuştur. Öte yandan aynı dönemde, üretim

yapısındaki ağırlığını hala kaybetmeyen küçük ölçekli işletmelerin rekabet edebilirliğini

artırmak için KOBİ’lerin geliştirilmesi ve bunlarda, verimlilik ve teknolojik değişmeye

verilen önemin artırılması yönündeki istemlerin daha yüksek sesle ifade edilmesi de bu

nedenledir.

Teknolojik değişimin ve buna yönelik kurumsallaşmanın 1990’ların ortasından

önce görece zayıf olmasından örnekler verilerek, üretim yapısındaki dönüşümün

“teknolojik dinamizme” kavuşması için vaktin henüz gelmediği gösterilebilir.

Verimlilik ve teknoloji söylemi 1980’lerden beri TÜSİAD, TİSK gibi

kurumların her vesileyle sık sık dillendirdikleri bir ihtiyacı oluşturuyordu. Ancak

1990’ların ortasıyla birlikte teknolojik yenilik ve bundan kaynaklanan verimlilik

söylemi gerçek yerini bulabilecek bir ifadeye dönüşmüştür. 1980 sonrası dışa açılan

sermaye birikiminin emek ve kaynak yoğun içeriği yüzünden, ihracata yönelik aldığı

teşvikler ve ücretlerin bastırılması nedeniyle verimlilik artışı ağırlıklı olarak kapasite

kullanımının artırılmasına denk düşüyordu. Teknolojik yeniliğin gerekliliği ise

1990’lara gelindiğinde uluslararası rekabetin kendisini dayatması ile iyice artıyordu.

İmalat sanayini temsil eden ve ihracata yönelik sermayenin büyük bir kısmını temsil

etmese de, uluslararası rekabetin gereklilikleri, yani dış pazarın ihtiyaçlarını

karşılamaya çalışan iç sermaye birikim sürecinin gereksinimleri 1990’ların ortasına

doğru kendini teknolojik yapıda yenilik, ürün yeniliği düzeyinde hissettirmeye başladı.

13

Uluslararası rekabet ile iç birikimin sınırlarının kesiştiği bu noktadaki ihtiyacı,

Eczacıbaşı pek çok örnekten biri olarak şöyle dile getirir:

Geçenlerde Bülent Eczacıbaşı güzel bir şey söyledi. ... Bir süre öncesine kadar her horoz kendi çöplüğünde öter anlayışı vardı. Bu anlayış içinde Türkiye sınırları içinde bir yere sahip olmanız yeterliydi. Şimdi bu dalgadan sonra sadece Türkiye’deki marka, Türkiye’deki piyasa payı, yetmeyecek. Oyunun kuralı değişiyor. Eğer siz Japonya Tokyo’da, New York’ta, satılabilecek özelliklere sahip bir ürün üretmiyorsanız yarışı kaybediyorsunuz demektir.9

Aslında teknolojik yenilik istemi birçok farklı alanda dile getirilmektedir.

TÜSİAD da Türkiye imalat sanayindeki firmaların rekabet stratejilerini, önceliklerini

değerlendirirken bir durum tespiti yapmakta ve öneriler sunmaktadır. Bu önerilerin

hepsi de teknolojik yeniliğe odaklanmaktadır: Rekabet stratejisinde “düşük fiyat” yerine

“ürün farklılaştırma”; “hızla tasarım değiştirme ve hızla yeni ürün sunma”; “kaliteli

ürün ve üretim süreçleri”; “göreli yüksek katma değerli” mamuller üretmek (TÜSİAD,

2000).

Örneğin, “Ulusal Yenilik Sistemi” başlıklı önemli raporda Erol Taymaz (2001,

s.78), şu sonucu çıkarırken, buna başka örnekler bulmak o dönem için zor değildi:

Türkiye’nin uzun dönemde ekonomik gelişmesini düşük üretkenlik ve ücret düzeyine sahip sanayiler ile sürekli fiyatları düşürerek gerçekleştirilemeyeceği açıktır. Türkiye sınai ve ihracat yapısını teknoloji yoğun ürünlere dönüştürmelidir. Teknoloji yoğun sanayilerin gelişmesi sonucu, yeni teknolojilerin yayılması ve ülke düzeyinde teknolojik yeteneğin yükselmesi ile düşük teknoloji sanayilerinde de üretkenliğin artması sağlanacaktır.

Benzer söylemler, basında da duyulmaktadır (Referans, 3 Şubat 2007):

Son dönemde gelişmekte olan ülkelerin bazıları sanayileşme stratejilerini değiştirmemekte direniyor. Oysa ithal edilmiş teknolojileri ve Avrupa Birliği'ne göre düşük ücret düzeyi avantajını kullanarak sanayileşme yolu her geçen yıl biraz daha kapanıyor. Düşük ücret için Romanya ve Mısır gibi ülkelerde de fabrika açmak da kalıcı bir çözüm yolu değil. Çünkü sanayici ve girişimci tüm

9 Yaşar Holdingi, TMSF sonrası içine düştüğü zor durumdan “kurtaran adam” olarak görülen eski adalet bakanı ve Yaşar Holding Yönetim Kurulu üyesi Hasan Denizkurdu ile yapılan röportaj. Referans, 16.04.2007.

14

dikkatini ücret ve döviz kuru düzeylerine verdiği zaman, teknolojik ilerlemeleri ve yeni yönetim tekniklerinin uygulanmasını ihmal ediyor. Mevcut ürünlerin katma değerinin yükseltilmesi için gerekli olan çalışmalar hep erteleniyor.

Aynı zamanda Türkiye Bilişim Vakfı Başkanı da olan Faruk Eczacıbaşı şöyle

diyor: "Türkiye'nin dünya üzerindeki rekabetçilik, çağdaşlık, üretim, verimlilik, etkinlik

ölçütlerine göre durumu hiç de olması gereken düzeyde değil. … (Eczacıbaşı ve

Başkanı olduğu vakfa göre) hedef, ‘yüksek teknolojinin Türkiye'de katma değer

yaratacak şekilde kullanılması’. Önemli olan ise, üretimde yüksek teknolojinin

kullanılması" (Aktaran Güngör Uras, Milliyet, 31 Mart 2007). Teknolojik yenilik

ihtiyacının dile getirildiği örnekleri, basında bolca bulmak olanaklıdır.10

Bu tür söylemlerin gelip odaklandığı nokta, kaynak ya da emek yoğun, düşük

teknolojili üretimden dolayısıyla düşük ücret düzeylerinde rekabet edebilen üretimden

kurtularak, teknolojik yeniliklerle teknolojik düzeyini yükselten, yüksek katma değerli

ürünler üreten üretime geçmek gerektiğidir. Devalüasyonlar ile emek ücretleri üzerinde

baskı sermayenin rekabet gücünü sınırlı ve geçici olarak artırmaktadır. Krizler ve

devalüasyon sonucunda iç pazarın daralması, uluslararası pazarlara yönelmeyi

getirmektedir ancak uluslararası pazarlara açılmanın yarattığı rekabet, standartlaşma ve

emek maliyetleri dışındaki maliyetler gibi bileşenleri de dikkate almayı dayatmaktadır.

Üstelik artan ihracatın, ithalat bağımlılığı, girdilerin çoğunun ithal edilmesi de, üretilen

katma değerin başka ülkelerle paylaşılması anlamına gelir. Bu durumda katma değeri

yüksek mallar üretmek, bunun için teknolojik yenilik yaparak verimliliği artırmak temel

hedef olarak yoğunlaşılan alanlar olmaktadır.

1990’ların ikinci yarısında, daha önce de belirttiğimiz gibi, teknolojiye yönelik

kurumsal yapıların oluşturulmaya başlanması, yatırım malları üretiminin göreli olarak

artmaya başlaması gibi birbiriyle ilgili iki unsur, teknolojik yenilik konusunda

kurumsallaşma yönünde bir dönüşümün ilk izleri olarak görülebilir. Ancak burada

sermayenin merkezileşmesini, çelişkili yapısını göz ardı etmemek gerekir. Daha sonra

10 Oyak Çimento Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Celal Çağlar: "… inovasyon olması için elinizde bir ürün olması lazım. Bizim ortaya koyduğumuz bir ürün yok. Başkalarının yaptığı ürünleri kullanıyoruz veya işletiyoruz. Bununla ancak karın doyar, zengin olunmaz… Türkiye üretimde rüştünü ispat etmiş bir ülkedir. …Artık, teknoloji üretmek, marka üretmek zamanıdır" (Referans gazetesi, 10 Nisan 2007).

15

açıklayacağımız gibi, bu çalışmada imalat sanayi bir bütün olarak görülmemekte, aksine

yüksek sermaye donanımına sahip üyeleri ile geneli oluşturan parçalı dağınık işletme

yapısına sahip küçük üyeleri arasındaki keskin ayrım ve çelişkiler göz önünde

bulundurulmaktadır. Teknolojik yenilik ihtiyacı, imalat sanayinin, bütün sektörlerin

genelinin ihtiyacı değildir, aksine belirli bir kesiminin ihtiyacıdır. Tez boyunca imalat

sanayinin yapısından söz edilirken, bu ayrım, çelişkili birliktelik göz önünde

bulundurulmaktadır. Ancak imalat sanayinin bütününden başlayarak her bir sektör

içinde belirli oranlarda gerçekleşen bu ayrılmada, temsil gücünü taşıyanlar, parçalı ve

dağınık yapının genelini oluşturan işletmeler değildir, aksine “katma değer”in büyük bir

kısmını temsil eden sermaye donanımı görece yüksek işletme ve şirketlerdir. İmalat

sanayinin teknolojik yenilik yönündeki değişimi de, sermaye birikiminin evrimi gibi

sistemli ve planlı bir yapının dönüşümü değildir; aksine kaçınılmaz biçimde krizleri,

bunalımları içinde barındırır. Bu çerçevede teknoloji ve verimlilik söylemi, elbette ki

imalat sanayinin temsil eden sermaye donanımı yüksek kesimler açısından bir ihtiyaç

olarak olgunlaşmıştır. Farklı terimlerle ifade edilmesine ve 1980’lerden beri uzun

süredir dillerde olmasına karşın 1990’ların ortasında bu söylemin cisimleşmesine dair

nüve biçimindeki ilk adımları görebilmek olanaklı olmuştur.

1983’te Türk Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu (BTYK) kurulmuştur; fakat bu

kurumun ikinci toplantısının ancak 1993 yılında yapılabilmesi11, bu süre içinde yeterli

yol kat edilememesi de ‘90’ların ikinci yarısına kadar üretim yapısındaki dönüşümün bu

gereksinim ile uyuşmadığını göstermektedir. 1991 yılında kurulan Türkiye Teknoloji

Geliştirme Vakfı (TTGV) etkin yapısına ancak Ar-Ge desteklerinin 1995 sonrası

verilmesiyle kavuşmuştur. 1994’te kurulan Türk Patent Enstitüsü, 1995’ten itibaren

TÜBİTAK bünyesinde Ar-Ge desteğine yönelik etkin bir birim olarak kurulan

TÜBİTAK Teknoloji İzleme ve Değerlendirme Başkanlığı (TİDEB) gibi kurumların

hepsi de gerçekte üretim yapısında yaşanan sorunları ve ihtiyaç duyulan gereksinimleri

gidermek üzere kurulmuşlardır. Zaten “1995’de Ar-Ge faaliyetlerine TÜBİTAK

11 “… gerek ‘Türk Bilim Politikası: 1983–2003’ dokümanı, gerekse 1985 yılında Hükümet’in isteği üzerine İTÜ’de oluşan bir komisyonca hazırlanan ‘Türkiye İleri Teknoloji Teşvik Projesi’ hayata geçirilememiştir. 1983’te kurulan, ancak ilk toplantısını 9 Ekim 1989’da yapabilen BTYK’ye sınırlı ölçüde de olsa işlerlik kazandırılması ise, bu kurulun 3 Şubat 1993’te yaptığı ve Türk Bilim ve Teknoloji Politikası: 1993–2003’ başlıklı, yeni bir politika dokümanını kabul ettiği ikinci toplantısından sonra başlayan dönemde mümkün olmuştur” (TÜSİAD, 2005a).

16

aracılığıyla bağış yapılmasını öngören kararname ile ancak 1990’ların ortalarından

itibaren özel kesim Ar-Ge faaliyetlerinin teşvik edilmesi söz konusu olabilmiştir”

(Taymaz, 2000, s.168).12

Bu yüzden imalat sanayinin yapısını teknolojik açıdan değerlendirmek için on

yıllık dönemi 1996’dan başlatmamızın diğer bir temel nedeni, yukarıda da görüldüğü

gibi teknoloji üzerine kurumsal yapıların bir kısmının daha önceden kurulmuş olmasına

rağmen, uygulamanın ve değişimin ancak 1990’ların ortasından itibaren yaşama

geçmeye başlaması yüzündendir. 1980’lere yaklaşırken iç pazarın sınırlarını zorlayan,

ithal girdi kullanımı nedeniyle döviz sıkıntısını da biriktiren üretken sermaye

birikiminin, 1980 sonrası tüketim malları ile ara malların üretiminden, sermaye malları

üretimine hemen kayması beklenemezdi. Teknolojik atılım ve verimlilik bu dönemde

hep gündemde olmasına karşılık, verimliliğin denk düştüğü kurumsal yapı ve yeniden

yapılanmanın uygulamaya konması için, üretken sermaye açısından belirli bir mesafe

katedilmek zorundaydı. Finansın serbestleştirilmesi 1980’lerin sonlarında hukuksal

düzene oturtuldu, ticaretin serbestleştirilmesi ise Gümrük Birliği’nin uygulamaya

girmesinden önce kademeli olarak oluşturuldu. Bu iki süreç ile birlikte uluslararası

sermaye ve uluslararası işbölümü içindeki yere yerleşme, iç birikim ile uluslararası

sermayenin çakışma, çatışma ve dengeye varma süreci, teknoloji geliştirmeye yönelik

kurumsallaşmanın 1990’ların ikinci yarısına dek uzamasını sağladı. Örneğin, iç

birikimin kilit sektörleri olan otomotiv ve tüketici elektroniğinin yaşadığı gelişmeler, bu

çerçevede çalışmada daha ayrıntılı ele alınacaktır. Ancak 1994 krizi ile göreli olarak

kesintiye uğramasına rağmen otomotiv sanayinin ve tüketici elektroniğinin13 Gümrük

Birliği’ne hazırlanma süreci, bu süreçte teknoloji kurumlarının kurulması, en önemli

Ar-Ge desteklerinin, bu sektörlere ve özelleştirilecek kamu işletmelerine yönelmesi bu

tarihsel dönüm noktasını tesadüf olmaktan çıkartmaktadır.

12 “AR-GE faaliyeti, sisteme dahil bütün ülkelerde, devletçe en çok desteklenen, devletin en çok subvansiyon sağladığı alandır. Ama, Türk takımlarının yurt dışındaki maçlarını izlemeye gidiş dahil, akla gelen hemen her alanda teşvik edici önlemler uygulayagelmiş olan Türkiye, ancak geçen yıl, 1 Haziran 1995’te, diğer ülkelerdekiyle karşılaştırılabilir çapta bir AR-GE desteği uygulamasını başlatabilmiştir” (Göker, 1996, s.9-10).

13 Tüketici elektroniği için Gümrük Birliği sürecinden sonra da Avrupa Birliği içerisinde “göreli özerk” durum devam etmiştir. Hızla diğer pazarlara yayılan Uzakdoğu ülkelerine yönelik Avrupa’nın koyduğu kısıtlamalar, bu sektörün Avrupa pazarındaki etkili büyümesinde önemi bir paya sahiptir.

17

Ele aldığımız dönemdeki teknolojik değişimi anlayabilmek için bu dönemden

önce üretimin teknolojik yapısını aşağıda ana hatlarıyla aktaracağız.

1.2 1980–1995 Arasında İmalat Sanayinin Teknolojik Yapısı

1995’e kadar Türkiye’nin üretim yapısındaki teknolojik değişimi anlamak için

dönemi toplu biçimde yansıtan veri setlerinden yararlanabiliriz. Ancak bu verileri

irdelemeden önce, teknolojik yapının incelenmesinde, verilerin derlenmesinde belirli

ölçütleri belirtmek gerek.

Sanayi dallarının sınıflandırılmasında teknoloji iki türlü ölçüt olarak

kullanılmaktadır. İlk sınıflandırma Ar-Ge yoğunluğunu esas alır (OECD, 1996, c.2, s.61).

İkinci sınıflandırma türü de, teknoloji yönelimine göre sınıflandırmaktır (OECD, 1996),

(Lall, 1998). İlk türden sınıflandırmada Ar-Ge etkinlikleri belirleyici kıstastır. Oysa Ar-Ge

etkinlikleri, üretim sürecindeki tek teknolojik girdi değillerdir; üretim faktörlerindeki ve

üretim yapısındaki teknoloji de ölçüte dahil edilmelidir. İşte bunu gerçekleştiren ikinci

tür sınıflandırmadır. Bu sınıflandırma tipi, “Teknolojik yönelime” göre sınıflandırma

olarak adlandırılır. Bu sınıflandırmada imalat sanayileri, kaynak-yoğun (alüminyum, gıda

işleme, petrol rafine işlemi vb.), emek-yoğun (giyim, ayakkabı vb.), uzmanlaşmış (gelişmiş

makinalar, TV, güç kaynağı donanımları vb.), ölçek-yoğun (çelik, otomotiv, kimya, kağıt

vb.) ve bilime-dayalı (Elektronik, biyo-teknoloji, ilaç sanayi vb.) olarak bölünür (Lall,

1998).

Bu tez çalışmasında genel olarak ilk tür, yani teknolojik düzey sınıflandırması

kullanılacak. Bu sınıflamaya göre, gıda, içki, tütün (ISIC 31), dokuma, giyim, deri (ISIC 32),

orman ürünleri ve mobilya (ISIC 33), kâğıt ve kâğıt ürünleri (ISIC 34), petrol rafinerileri

(ISIC 353 ve 354), taş ve toprağa dayalı sanayi (ISIC 36), demir, çelik, metal ana sanayi

(ISIC 371), metal eşya sanayi (ISIC 381) ve deniz taşıtları sanayi (ISIC 3841) düşük teknoloji

sanayilerini; ana kimya sanayi (ISIC 351 ve 352, 3522 hariç), kauçuk ve plastik ürünler

((ISIC 355 ve 356), demir dışı metaller (ISIC 372), elektriksiz makina (ISIC 382, 3825

hariç), ulaşım araçları (ISIC 384, 3841 ve 3845 hariç) ve diğer imalat sanayi (ISIC 39) orta

teknoloji sanayilerini; uçak (ISIC 3845), bilgi işlem makinaları (ISIC 3825), elektrikli

makinalar (ISIC 383), ilaç (ISIC 3522) ve mesleki ve bilimsel cihazlar (ISIC 385) yüksek

18

teknoloji sanayilerini oluşturmaktadır (Taymaz, 2001, s.69 n2), (OECD, 1996, c.2,

s.61).14

Erol Taymaz’ın “Ulusal Yenilik Sistemi” raporunda 1969’dan başlayarak, ele

aldığımız dönemin başına kadar uzanan zaman dilimi içinde ihracatın teknoloji

düzeyine göre değişimi incelenmektedir (Taymaz, 2001, Şekil 5.4a). Buna göre, bütün

bu yıllar içinde ihracatta ve dolayısıyla üretim içinde düşük teknolojili ürünlerin payı hep

yüksek olmuştur. Üretimin teknolojik yapısında 1980 öncesinde ve hatta 1990’lara kadar

ağırlığı olan düşük düzeyli teknolojik ürünlerdir; belirleyici olan tüketim malları sektörü

iken ara malları üretimi 1980’lere doğru yükselmiştir.15 1995 öncesi dönem düşük

teknolojinin ağırlığı korunmakla birlikte orta teknolojinin görece olarak artış gösterdiği

bir dönem olmuştur (Taymaz, 2001), (MMO, 2008, s.45).

Bu gelişmeye mal grubu sınıflandırmasıyla da bakılabilir. Burada yatırım malları

genelde daha yüksek teknoloji düzeyini ifade etmektedirler. 1962 ile 1967 arasında

imalat sanayinin mal gruplarına göre dağılımı, payları şöyle değişmiştir:

Tablo 1 İmalat Sanay inin Bileş imi ve Değiş imi

İmalat Sanayinin Bileşimi ve Değişimi (%)

1962 1972 1987 1993 1997

Tüketim Malları 62.3 53.2 40.8 35 42

Ara Mallar 27.8 33.9 44.8 43 40

Yatırım Malları 9.9 12.9 14.4 22 18

Kaynak (Çakmakçı, 1999, s.42).

14 Buradaki alt sektör numaraları, Uluslararası Endüstriyel Sınıflandırma Standardı’nın (ISIC) ikinci yorumuna (Rev. 2) göre yapılan numaralandırmalardır. Tezde yer yer ISIC Revize 3 de kullanılacaktır.

15 Türkiye’de 1960’lardan başlayarak bilim politikalarının ve Tübitak’ın tarihinin ilginç bir anlatımı için bkz. Özdaş (2000). 1960’ların ortasında ilk teknoloji envanteri Ergun Türkcan tarafından hazırlanmıştır: “Bilim Politikası Ünitesi 1965’te Türkiye’nin araştırma kuruluşlarının durumunu, araştırma harcamaları ve araştırıcı sayısı ile ilgili envanter çalışmasını tamamlamıştı. Ülkemizdeki bu ilk envanter çalışmasını Prof. Dr. Ergun Türkcan yürüttü. 1965 sonunda envanterden ortaya özet olarak şöyle olumsuz bir sonuç çıkmıştı. Potansiyel araştırıcı sayısı 4000 kadar, AR&GE harcamalarının GSYİH’ya oranı %0,37; sanayide hiç araştırma yok, teknoloji üretimi yok, çok sayıda tarımsal araştırma enstitüsü mevcut, fakat aralarında koordinasyon yok. Bu enstitülerin araştırıcı sayıları yetersiz, kritik kütle sağlanmamış, araştırmaların düzeyi yetersiz, kapalı ekonomide araştırmaya gerekli önem verilmiyor çünkü rekabet yok” (Özdaş, 2000, s.30-31).

19

1960’lar tüketim malları ağırlığı hakimdir, 1970’ler ile birlikte önce dayanıklı

tüketim mallarının ardından da ara malların üretimi artmıştır. 1980’lere doğru ara

malları üretimi de ağırlık kazanmaya başlamıştır; ama yine de üretimin genel bileşimi

içinde 1980’e kadar belirleyiciliğini koruyan tüketim malları üretimi olmuştur.16 1970’li

yılların başında üretken sermaye, tüketim ve belirli ara mallarının üretiminde

yoğunlaşmıştır. 1970’lerin sonlarına doğru, iç pazarın üretim artışıyla doygunlaşması bu

sınırların aşılması gerekliliği, artan üretimin gereksinim duyduğu ithalatın artması,

“yatırım malları” kesiminde sağlanan genişlemenin, ara mallarından fazla olması ve

yüksek bir yatırım temposu ithal fazlasını getirir (Boratav, 2003). İçe dönük sermaye

birikimi bir yandan iç pazarın sınırlarını aşma ve düşen karlılığı engelleme sıkıntısı

diğer yandan ise yükselen ithalatın getirdiği giderek artan döviz sıkıntısı ile boğuşur. Bu

dönemden sonra ülke içi sermaye birikimi açısından da ticaretin serbestleştirilmesi, dışa

açılma yapısal bir zorunluluk haline gelmiştir (Ercan 2004a).

1980 sonrası ihracata yönelen, dışa açık sermaye birikimi, ücretlerin

baskılanmasına dayanarak, atıl kapasiteyi harekete geçirme ve emek yoğun ile kaynak

yoğun ürünlerin imalatı ve ihracatında yoğunlaşmıştır. Uluslararası rekabetin de

etkisiyle dışa açık sermaye birikimi sürecinin konsolidasyonu yani yapısını pekiştirip

yeni ihtiyaçlar ve yeni eşiklere dayanması 1990’lı yılları bulmuştur. Ancak 1996–2005

dönemi ile birlikte imalat sanayi içinde ara mallar ile sermaye malları, üretimde göreli

ağırlıklarını artırmaya başlamış, üretimin teknolojik yapısı içinde düşük teknoloji

ağırlığını korumasına karşılık bu ağırlık düşmeye başlamış, orta ve yüksek

teknolojilerin üretim ve ihracatı 1996 öncesindeki yavaş artışa göre, belirgin bir biçimde

gelişmeye başlamıştır.

Nurhan Yentürk (1994, s.43), ele aldığımız dönemden önce gelinen eşik

noktasının kimi görünümlerini vermektedir:

İçinde bulunduğumuz yıllarda (Ocak 1994 b.n.), artık 1980 yılından bu yana uygulanan kısa vadeli sonuç veren politikalarla

16 Boratav da imalat sanayinin yapısına dair 1963 ile 1980 yıllarını ele alan bir tablo verir. 1963 yılında toplam üretimin %71.1’ini yaygın tüketim ile dayanıklı tüketim mallarını kapsayan tüketim mallarından oluşurken, ara malları üretimi %20.5, yatırım malları ise %8.4’ünü oluşturmaktadır. 1980’de bu rakamlar, tüketim malları için %49.9; ara mallar için %42.6; yatırım malları için ise %7.5 olmuştur (Boratav, 2003, s.133).

20

ihracatı teşvik etmek mümkün değildir; işçi ücretleri ve iç talebi daha fazla kısmak mümkün olmamakta, sübvansiyonlar verilememekte, mal çeşitlemesine gidilemediği için devalüasyon ihracat üzerinde artık eskisi gibi etkin olamamakta ve tam kapasite sınırına ulaşan, eski teknolojilerle donanmış sektörlerle ihracat artışı sağlamak mümkün olmamaktadır. Kaldı ki, yukarıda değinildiği gibi, yeni rekabet koşullarında yeni kuşak mikro elektronik teknolojilerin kullanılması en basit sektörlerde bile kaçınılmaz olarak yeni yatırımları gerektirmektedir.

Çalışma açısından önemli olan noktalardan bir diğeri ise teknoloji kavramının

sorunları ile yakından ilgili olan ve incelediğimiz dönemde etkileri tamamıyla gözüken

bir gerçektir. Yukarıdaki veriler ihracata yönelik ürünlerin teknolojik içeriklerindeki

değişimi makro düzeyde irdeleyen verilerdir. 1980 sonrası kamu harcamalarının

kısılması ve devletin ekonomi üzerindeki etkinliğinin azaltılması amaçlanarak yürürlüğe

konulan uygulamalar sonucu, modernizasyonları yapılan KİT’ler dışında, üretimde

teknolojik yapının değişimi konusunda verilere ulaşmak daha zor hale gelmiştir. Hatta

ele aldığımız dönemde oluşturulması planlanan teknoloji envanterinin dönemin sonu

itibariyle bile yeterli düzeyde oluşturulamamış olması, içerilmiş teknoloji dışında

içerilmemiş teknolojiyi (lisans anlaşmaları vb.) firma bazında ölçmenin alt yapısının

kurulamaması düşünüldüğünde, 1995’lerden önce bu verilerin derlenmesi daha güçtür

(Türkcan, 2003). Ar-Ge ve teknoloji çalışmalarını gözleyebilmek açısından daha

görünür olan ise, Ar-Ge destekleridir. Ancak özel kesime yönelik Ar-Ge teşviklerinin

verilmesi ise ancak 1990’ların ortasında daha önce sözü edilen kararnamenin

çıkarılmasıyla başlamıştır. İncelediğimiz dönem içerisinde sektörler arası girdi çıktı

bağlantılarını ele alan, girdi çıktı tabloları en son 1996 tarihlidir. Bu ise ele aldığımız

dönüm noktasından sonra yaşanan iki dönemli değişimi (1996–2000 ve 2001-2005)

yansıtmakta yetersiz kalmaktadır. Sektör ve firmalar arası ilişkiler olarak incelendiğinde

ise veri kaynakları daha sınırlı hale gelmektedir. Ar-Ge istatistiklerinin DİE tarafından

sistemli bir biçimde derlenmesi 1991 yılında başlamıştır.

1996 yılını başlangıç noktası olarak almamızın nedenlerini açıklarken 1991–

1997 arasında Ar-Ge’ye ayrılan kaynakları inceleyen Taymaz’ın çalışmasını da dayanak

olarak gösterebiliriz.17 Bu çalışmada Taymaz, bu dönem içerisinde imalat sanayinde Ar-

17 “1995’ten sonra Ar-Ge faaliyetlerinde bulunan firma sayısında çok önemli bir artış gözlenmektedir” (Taymaz, 2000, s.168).

21

Ge’ye ayrılan kaynakları ve bu kaynakların sektörel dağılımını da incelemiştir (Taymaz,

2000). Araştırmadan birkaç temel sonuç çıkmaktadır. 1990’ların ortasında Ar-Ge

harcamalarında önemli bir artış gerçekleşmiştir.18 İkinci önemli sonuç, makina

sanayinin Ar-Ge harcamalarında tuttuğu büyük yerdir. Burada ISIC2’ye göre

sınıflandırılan makina sanayi, üretim aracı niteliğindeki makina imalat sanayi, elektrikli

makina, bilgi işlem cihazları, telekomünikasyon aletleri, tüketici elektroniği ile

otomotiv sanayi gibi ekonomik açıdan ve Ar-Ge’ye yönelik olarak hâlihazırda önemli

pek çok sektörü kapsamaktadır. İleride göreceğimiz gibi 1990’lı yıllar aynı zamanda

Türkiye’de telekomünikasyon alt yapısına yönelik önemli yatırımlar yapıldığı yıllardır

ve ‘90’ların ilk yarısında Telekomünikasyon sektöründeki Ar-Ge çalışmaları, zaten

genel düzeye göre çok büyük olmayan Ar-Ge harcamalarının önemli bir kısmını

oluşturmaktadır. Öte yandan Gümrük Birliği’ne hazırlanmaya başlayan otomotiv,

tüketim elektroniği sektörleri de salt kapasite yatırımları yapmamışlar, aynı zamanda

sınırlı da olsa (otomotiv için daha fazla olmak üzere) Ar-Ge’ye kaynak ayırmışlardır.

Taymaz’ın araştırmasının diğer bir önemli sonucu ise kimya sanayinin (içine ilaç

sektörü de girmektedir) Ar-Ge harcamalarının payının büyüklüğü ve artması ile gıda ve

tekstil sanayi Ar-Ge harcamalarının düşme eğilimidir. Dolayısıyla 1990’ların ortası

araştırma ve geliştirme harcamaları açısından bir değişimi de beraberinde getirmiştir.

1990’ların ortasını bir dönüm noktası haline getiren Gümrük Birliği gibi dışsal

bir başka etmen, Dünya Ticaret Örgütü’nü oluşturan anlaşmalarda ve AB ile yapılan bir

anlaşmadan kaynaklanan teşvik ve sübvansiyonların kısıtlanması ve bunun yol açtığı

sonuçlardır.19 Türel’in de belirttiği gibi “bu kararlar ihracat performansına dayalı destek

ve sektörel bazlı seçici tedbirleri uygulanamaz hale” getirmektedir (Türel, 2001, s.102).

Bu durumda teknoloji politikaları benimsemek, sınırlı sayıdaki seçenekler arasında

bulunan “araştırma geliştirmenin teşvik edilmesi”, üniversite sanayi işbirlikleri ve

eğitime önem verilmesi önerilen çözümlerden biri olarak yaygınlaşmaya başlamaktadır

(Yentürk, 1991), (Türel, 2001).

18 “1995–97 döneminde Ar-Ge harcamaları %80 artış göstermiştir” (Taymaz, 2000, s.168).

19 DTÖ’yü oluşturan anlaşmalar: “Sübvansiyonlar ve Telafi edici önlemler anlaşması”, “Ticaret ile ilgili yatırım önlemleri” (TRİMs) ve AB ile Mart 1995’te varılmış olan 1/95 sayılı Ortaklık Konseyi Kararı. Bkz. (Türel, 2001).

22

Ar-Ge harcamalarından en büyük payı alan sektörler aynı zamanda dış pazarlar

ile eklemlenmede en hızlı dönüşüm yaşayan sektörler olmuşlardır.20 İster

telekomünikasyon ve otomotiv gibi uluslararası sermayeyle eklemlenmiş olsun isterse

de tüketim elektroniği gibi yerli büyük holdinglerin etkin olduğu yoğunlaşma düzeyi

yüksek bir sektör olsun, dış rekabet yerli sermayenin önünde bu yönlerden önemli bir

eşik olmuştur. Yalnız, teknolojik gelişmenin, sermaye birikiminden koparılmaması

gerektiğini tekrar hatırlatmakta yarar var. Bu eşik, sermaye birikiminin hiyerarşik ve

eşitsiz yapısı içinde gelişen yerli sermayenin geneli için bir eşik değil duvardır, sadece

uluslararası sermayeyle eklemlenen, birikim düzeyi dış pazarlara açılabilme

kapasitesinde olan yerli sermaye kesimi açısından bir eşiği ifade etmektedir. Bu

kesimler açısından uluslararası pazarların getirdiği standartlaşma baskısı, ithal girdiyle

hafifletilmeye çalışılsa da, eklemlenilen uluslararası sermayeyle bağları

kuvvetlendirebilmek, ticaretin serbestleşmesiyle iç ve dış pazarda rakiplerle rekabet

edebilmek için teknolojik yeniliklere açık olmak zorunlu hale gelmiştir.21 1990’ların

ortası, Gümrük Birliği, krizler, finansal yeniden yapılanma, “neoliberal” politikalar gibi

uluslararası etkenlerin yanında yerli sermaye açısından, iç birikimin bu ihtiyaçları ile

gündeme gelmektedir.

Sonuç olarak; 1995 öncesi dışa açık birikimin niteliğini, imalat sanayinin

teknolojik özelliklerini, Ar-Ge harcamalarının sektörel dağılımını, teknoloji ve

verimlilik yönündeki artan ihtiyacın nasıl oluştuğunu açıklamaya çalıştık. Bu ihtiyaca

yönelik kurumların kurulabilmesi, embriyonik halde de olsa işler hale gelmesi ancak

1990’ların ikinci yarısından itibaren olanaklı olmuştur. Bu dönemlendirmeyi

temellendirirken, uluslararası pazarlara eklemlenme ile iç dinamikler arasındaki

kesişmeyi göstermeye çalıştık. 1980’lerde artan ihracatın, teknoloji düzeyi yüksek

olmayan, teknolojik yeniliği ilk başta gerektirmeyen emek ve kaynak yoğun sektörlere

dayanan yapısını vurguladık, buna karşın, imalat sanayi üretimi içinde ara malları ile

20 İmalat sanayi şirketleri üzerine yapılan bir çalışmada, yeniliklerin ve Ar-Ge etkinliklerinin bu şirketlerin uluslararası rekabet edebilirlikleri üzerinde büyük oranda belirleyici olduğu sonucuna varılmıştır (Özçelik ve Taymaz, 2004, s.409-424).

21 Dahası, ileride ayrıntılı açıklayacağımız gibi, teknolojik yenilik ve Ar-Ge harcamaları, kendi yapıları gereği risklidirler ve miktarlarından çok daha büyük projeleri ifade ettikleri gibi, gerçekleşirlerse, bu büyüklükte etkiler yaratırlar. Yani 1990’ların ortasında başlayan Ar-Ge destekleri, teknolojik yenilik potansiyellerinin (ve risklerinin) çok küçük bir oranına verilen destektir.

23

sermaye malları üretiminin, orta ile yüksek teknolojili ürün üretiminin artmaya

başladığını gösterdik. Karşımıza çıkan ilk soruyu açıklamaya çalıştık: “Eğer teknolojik

yenilik gereksinimi, uluslararası rekabetin zorlaması ile gerçekleştiyse, bu neden dışa

açılmanın yaşandığı 1980’lerde hemen başlamadı?” Burada imalat sanayinin iç yapısını

(ileride genişçe açıklayacağımız ikili yapı), iç sermaye birikim sürecini merkeze alarak

teknolojik yenilik için hem üretim ölçeği, hem orta ve yüksek teknolojili sektörlerin

gelişimi açısından 1980’lerde koşulların olgunlaşmadığını vurgulamaya çalıştık.

Sorunun böyle ortaya konması, kuramsal çerçevemiz açısından “teknolojik değişmeyi

rekabet yaratır” biçimindeki önermenin eksikliklerini de açıklayacak ipuçları ortaya

koyar. Ancak bunların geliştirilmesi ve çözümlenmesi kuramsal çerçeve tartışıldıktan

sonra olacaktır. Bu çözümleme ayrıca 1996–2005 dönemini incelememizin nedenlerini

daha fazla açıklığa kavuşturacaktır.

1.3 1996–2005 Arasında İmalat Sanayinin Yapısı:

1.3.1 Genel Yapı, Üretim ve İstihdamdaki Değişim

Bu bölümde 1996–2005 döneminde imalat sanayinin teknolojik yapısını

irdeleyeceğiz. Tez boyunca 1996–2005 dönemini bir bütün olarak incelediğimiz gibi,

yer yer iki döneme ayırarak da ele alacağız. 1996–2001 yılları arasındaki dönem

Gümrük Birliği’nin uygulanması, krizler ile karakterize bir dönem olarak ilk alt dönemi

oluşturmaktadır. 2001–2005 dönemi ise kriz sonrası toparlanma ve görece hızlı büyüme

ile karakterize olan alt dönemdir.22 Bu kısa alt dönemlendirmeden sonra 1996–2005

arasında imalat sanayinin teknolojik yapısını incelemeye geçebiliriz. Bunun için önce

imalat sanayinin genel yapısı, sektörel durumu, değişimi hakkında ana hatlarıyla bilgi

vermek gereklidir.

22 Yükseler ve Türkan da (2006) benzer alt dönemlere ayırmaktadır. Kuşkusuz 2001 krizi sonrası dönemi ayrı bir alt dönem olarak ele almamızı gerektiren yeniden yapılanmanın pek çok önemli ayağı bulunmaktadır: Bu dönemde başlayan ve giderek kurumsallaşan “yapısal reform”lar, hukuksal düzenlemeler, iş yasasının değişmesi vb. Bkz. Ercan (2003 ve 2005). Bunlara teşvikleri düzenleyen, 18 Ocak 2001’de yürürlüğe giren 2000/1821 sayılı karar da eklenebilir. Bu karar yatırım ve teşvikler alanında köklü bir yeniden yapılanma anlamına gelmektedir. Türel’e göre böylelikle yatırım ile ticaret politikası birlikteliği artık kopmuştur (Türel, 2001).

24

DPT’nin 2003 yılında yayınladığı rapora göre, İmalat sanayinin GSMH içindeki

payı 1980’de % 18,3 iken, 2000 yılında % 23’e, 2002 yılında ise yüzde 25,6’ya

ulaşmıştır (DPT, 2003).

Toplam istihdam içinde imalat sanayinin payındaki değişim, genel olarak imalat

sanayi ve üretimin yapısı açısından da önemli bir göstergedir. Dünya Bankası’nın

Türkiye İşgücü Raporu’na (2006) göre 1980 yılında 15 yaş ve üstü toplam istihdam

15.7 milyon iken, bunun 8.4 milyonu tarımda (%53), 2.3 milyonu sanayide (%15), 4.1

milyonu hizmetler sektöründe (%26), geriye kalan 900 bini ise inşaat sektöründe

çalışmaktadır. 2004 yılında ise 21.7 milyon olan toplam istihdamın, 7.4 milyonu

tarımda, 4 milyonu sanayide, 1 milyonu inşaat sektöründe, 9.4 milyonu ise hizmetler

sektöründe çalışmaktadır. Toplam istihdam içinde en fazla hizmetler sektörünün payı

artmış olmakla birlikte, imalat sanayi istihdamı da yaklaşık ikiye katlanmıştır.23 Buna

karşılık, nüfusun büyümesi bile, tarımdaki ölçülebilen, kayda geçirilebilen istihdamdaki

azalmayı durdurmamıştır (Dünya Bankası Türkiye İşgücü Raporu, 2006). OECD

verilerine göre, 2005 yılında istihdamın % 40,9’u hizmet sektöründe, % 24,2’si

sanayide, %34,9’u tarımda çalışmaktadır. Tarımın payında çarpıcı düşüşe karşılık,

sanayi ve hizmet sektöründe artış görülmektedir. Dönemin ortasında 1998 yılında

tarımsal desteklerin kaldırılması, tarımsal üretime yönelik uygulamalar, 1980’lerden

bugüne tarımsal istihdamın azalmasını daha da hızlandırmıştır. Bu durumun tarım dışı

istihdama yönelik yarattığı “emek arzı”nın büyüklüğü ileride imalat sanayine yönelik

dış koşulları belirleyen bir değişken olarak değerlendirilecektir. Sadece bu durumun,

imalat sanayindeki yedek işçi ordusunu artırdığını, bunun da zaten krizlerin ardından

baskılanan reel ücretlerin üzerinde ek bir baskı doğurduğunu belirtmek gereklidir.

23 Ele aldığımız konu teknolojik değişim ile sermaye birikimi arasındaki ilişki olduğu için ekonomik göstergeler ve istatistik veriler hakkında iki çekince tüm çalışma boyunca saklı kalmaktadır, elverdiğince bunlara karşı titiz davranmak gereklidir. İlki DİE ya da TUİK istatistiklerinin verilerindeki örneğin işsizliğe dair, ya da “kayıtdışı”na dair sorunlar ile ilgilidir. İkincisi ise, tezin perspektifinden kaynaklanmaktadır. Sadece katma-değer, verimlilik, kısmi ya da toplam faktör verimliliği gibi kavramlar değil, aynı zamanda klasik iktisat tanımları açısından bile üretken sektör ayrımına uymayan hizmetler sektörünün kapsamı, ücret ve birçok kategori, sermaye birikimine artı-değer kuramı merkezli yaklaşan bir perspektif açısından ayıklanmadan, süzülmeden verili olarak alınamaz. Pek çok durumda ilk yaklaşım (first approximation) olarak belirli ham verilerin yıllara göre değişme eğilimi gözetilmiştir çünkü birbirini izleyen dönemlerde yapılan özdeş ölçütlere göre veri toplama işlemlerinde gerçekten de belirli bir eğilim kendini açığa vurur.

25

İmalat sanayi üretimi, 1980–1990 döneminde yıllık ortalama % 7,1, 1990–2000

döneminde ise % 4.2 artış göstermiştir. Bu oran 2001 yılında % -9.5, 2002 yılında ise %

10.9 olarak gerçekleşmiştir. Güven Sak’ın belirttiğine göre, 1990 ile 2005 arasında

imalat sanayi kriz dönemleri dışında rekor büyüme aralıklarında seyretmiştir (Sak,

2007). Özellikle dönemin ikinci yarısında, yani 2002–2005 yılları arasında gerçekleşen

hızlı büyüme konusunda DPT raporu da benzer sonuçları vermektedir. DPT raporuna

göre, kriz dönemleri dışında imalat sanayinin katma değerinde önemli oranda yükselme

vardır. Katma değerdeki ortalama yıllık büyüme oranı 1980–90 döneminde % 6.6 iken

bu rakam, 1990–2000 döneminde % 4.2 olarak gerçekleşmiştir. 2001 yılında kriz

nedeniyle % -7.5 olurken, 2002 yılında % 9.4 gibi büyük bir artış gerçekleşmiştir (DPT,

2003). Kriz dönemlerinde özellikle özel kesim olmak üzere kapasite kullanım oranları

düşse de 2003–2005 arası %80 civarında gerçekleşmiştir. Kamu kesiminde kapasite

kullanım oranı daha yüksek ve istikrarsız iken, özel imalat sanayinde kapasite kullanım

oranları kriz dönemlerindeki düşüşler dışında genelde istikrarını korumuştur.

1.3.2 İmalat Sanayi Sabit Yatırımlarının Teknolojik Düzeyi ve Sektörlere Göre Dağılımı

Sabit sermaye yatırımlarının hangi teknoloji düzeylerine dağıldığı, üretimdeki

teknolojik değişmeyi yansıtan göstergelerden biridir. Bu nedenle 1990–2005 arasında

bu verileri değerlendirebiliriz:

26

Tablo 2 Sabit Yatırımların Te knoloji G ruplarına Göre Dağılımı (1990–2005) İmalat Sanayinde Yapılan Sabit Yatırımların Teknoloji Gruplarına Göre Dağılımı (1990–2005) %

Teknoloji Dağılımı

Yıllar Yüksek Orta-Yüksek Orta-Düşük Düşük Toplam

1990 3,62 17,08 50,16 29,14 100,00 1991 7,11 25,82 34,07 33,00 100,00 1992 3,26 21,86 44,38 30,50 100,00 1993 4,67 24,65 32,01 38,67 100,00 1994 2,77 26,12 34,34 36,78 100,00 1995 2,93 18,13 36,95 41,99 100,00 1996 3,14 21,32 31,57 41,23 100,00 1997 2,46 23,91 31,76 41,86 100,00 1998 2,72 24,01 32,15 41,12 100,00 1999 2,81 25,12 30,96 41,11 100,00 2000 2,79 25,40 31,02 40,79 100,00 2001 2,72 25,60 30,18 41,50 100,00 2002 2,85 26,01 31,09 40,05 100,00 2003 2,96 26,22 32,01 38,81 100,00 2004 3,12 25,07 31,17 40,64 100,00 2005 3,27 26,49 30,46 39,78 100,00

Kaynak (MMO Makina İmalat Sanayii Sektör Araştırması, 2008, s.47).

1991 yılında sabit sermaye yatırımlarının %33’e yakını yüksek ve orta yüksek

teknolojiye yapılmış iken, bu oran 1996 yılında %24,5’a düşmüş, 2001 yılında %28,3’e

çıkmış, 2005 yılında ise toplam sabit sermaye yatırımlarının %29,8’i bu teknoloji

düzeylerinde gerçekleşmiştir.

Bu yatırımların 1990–2005 arasındaki ortalamasının sektörlere dağılımı ise şöyle

gerçekleşmiştir:

27

Tablo 3 Yatırımların Sektörlere ve Tekno loji Düzeyine Göre Dağılımı (1990–2 005)

İmalat Sanayii Yatırımlarının Sektörlere ve Teknoloji Düzeyine Göre Dağılımı (1990–2005 Ortalaması)

SEKTÖRLER Yatırım (%) İleri teknoloji

Havacılık ve Uzay Veri yok Bilgisayar ve büro makinaları 0,05 Elektronik-haberleşme 1,73 İlaç 1,98 TOPLAM 3,76 Orta-İleri teknoloji

Meslek, bilim ve ölçü aletleri 0,56 Taşıt araçları 9,52 Elektrik makinaları 3,02 Kimya sanayi 4,96 Makina imalat sanayi 4,50 TOPLAM 22,56 Orta-Düşük teknoloji

Lastik ve plastik sanayi 5,42 Gemi yapımı 0,24 Demir-çelik 11,95 Demir-çelik dışı metaller 1,30 Metal olmayan Mineraller 11,21 Metal eşya 4,60 Petrol rafinerileri ve ürünleri 4,01 Diğer imalat sanayi 0,50 TOPLAM 39,23 Düşük teknoloji

Kağıt ve basım sanayi 4,20 Tekstil ve konfeksiyon 20,01 Gıda, içki ve tütün 9,09 Orman ürünleri 1,15 TOPLAM 34,45 GENEL TOPLAM 100,00 Kaynak (MMO Makina İmalat Sanayii Sektör Araştırması, 2008, s.49).

Görüldüğü gibi bu dönem içinde en büyük yatırım düşük ve orta-düşük

teknolojiye, özellikle tekstil ve konfeksiyona yapılmıştır.24 Ara malları üretimine

yönelik demir-çelik ve metal olmayan mineral üretimine yapılan yatırım bu sektörlerden

24 Bu tablo, kağıt, gıda, tekstil ve konfeksiyon gibi sektörlere yapılan sabit sermaye yatırımının nitel içeriği konusunda bir bilgi vermiyor, nicelik gösteriyor. Bu sorun sadece içerilmiş teknoloji yönüyle değil aynı zamanda konfeksiyona yönelik nanoteknoloji uygulamaları, boyama ve kesim tekniklerindeki teknolojinin gelişimini hatırlatmak açısından dile getirilmektedir. Bu sabit yatırımlarda bu nitel içeriğin bilgisine ulaşmak olanaklı değildir.

28

sonra gelmektedir. Bundan sonra gelen sektör ise orta-yüksek teknolojideki taşıt

araçlarıdır. Otomotiv sanayinin payı ara mallarından sonra %10’a yaklaşan bir paydır.

Bu teknoloji düzeyi içinde otomotivden sonra, elektrik makinaları, kimya sanayi ve

makina imalat sanayinin sabit yatırımlardan aldığı pay da dikkate değerdir. Bu tablo, 15

yıllık bir döneme yayılmış sabit sermaye yatırımlarının ortalamasını

değerlendirmektedir. Bu dönem içinde yatırımların değişimi ve ağırlıklarında değişimi

göstermemektedir. Yatırım malı niteliğindeki üretim araçları üretimini incelerken

göreceğimiz gibi, özellikle otomotiv sanayinde ve elektronik sanayinde 1995–2000

arasında yapılan yüksek yatırımları göz önünde bulundurursak, orta yüksek teknolojinin

payındaki göreli artışa en büyük katkının bu dönem içinde olduğu sonucuna varabiliriz.

Yatırımları ve imalat sanayinin genelindeki teknolojik değişimi değerlendirirken

dikkate almamız gereken bir başka veri, makina iç pazarındaki artıştır. Makina imalat

sanayini incelerken verileriyle ayrıntılı göstereceğimiz gibi Türkiye’de makina ve

aksam satışı dönemin ikinci yarısında iki katına çıkmıştır. İstihdamın fazla artmamış

olmasına karşılık üretim endekslerinde gerçekleşen büyüme, makina ithalatındaki artış,

üretimde makinalaşmanın önemli göstergeleridir. Öte yandan yeni alan makinayla

birlikte üretimdeki teknolojik nitelikte görece yükselmektedir.

Tekstil gibi ihracatta ve üretimde temel yeri olan emek yoğun sektörlerde

yaşanan gerilemeye, kaynak yoğun sektörlerin payındaki göreli azalmaya karşılık

makina kullanımının artması üretimde göreli artı değer elde etme ve üretkenliği bu

yönde artırma yönündeki çabaları gösterdiği kadar, içerilmiş teknoloji transferiyle

belirli bir teknolojik değişimi de beraberinde getirmektedir.

1.3.3 Üretim ve İhracatta Yatırım Malları ve Ara Mallarının Ağırlığındaki Değişim

1.3.3.1 Üretimdeki Değişim 1998 yılında tüketim malları, imalat sanayi üretiminin %44’ünü, ara malları

%36’sını, yatırım malları ise üretimin %20’sini oluşturmaktadır (Yükseler ve Türkan,

2006, s.58). 1998–2005 yılları arasında yıllık ortalama yatırım malları üretimi, imalat

sanayi genelindeki üretim artışının (% 3,77) epey üstünde bir hızla (% 7.44)

büyümüştür. Ara mallar, yıllık ortalama % 3.73, tüketim malları ise % 0.75 hızla

29

büyümüştür.25 İmalat sanayi içinde tüketim malları hala en büyük oranı kapsamasına

karşın, 1998–2005 arasında üretimdeki büyüme neredeyse durgunluğa yakın olmuş,

oysa özellikle yatırım mallarında kayda değer bir miktarda olmak üzere, ara mallar

üretiminde de büyüme devam etmiştir. Belirtilen dönemde yatırım malları grubundan

Haberleşme ve radyo TV cihazları imalatı sektörü (yıllık ortalama üretim artış oranı

%17.39), Motorlu Kara taşıtları imalatı (%11.01), Büro, muhasebe ve bilgi işlem

cihazları imalatı (%9.66) en hızlı üretim artışı gösteren alt sektörler olmuşlardır. Ara

malları üreten grubun içinden ise, Plastik ve Kauçuk ürünleri imalatı (%9.21) ile Ağaç

ve mantar ürünleri imalatı (%7.23) kayda değer üretim artışı ortalaması yakalamışlardır

(Yükseler ve Türkan, 2006, s.58).

Ele aldığımız dönemin sonunda yatırım malları grubunda yaşanan bu

çarpıcı yıllık üretim artışı oranı (%19.9) ve tüketim malları grubunda görülen

gerileme bu dönemin en belirleyici görünümüdür.

1.3.3.2 İstihdamdaki Değişim Yükseler ve Türkan’ın hazırladığı tabloyu irdeleyerek bu dönemde imalat

sanayine ilişkin göstergeleri daha ayrıntılı ele alabiliriz:

25 Dönemin ikinci yarısında, yani 2003–2005 yılları arasında bu eğilim daha da güçlenmiştir: “Bu dönemde, imalat sanayi genelinde ortalama yıllık üretim artışı yüzde 8.2 iken, ara malları grubunda yüzde 7.7, yatırım malları grubunda ise yüzde 19.9 olmuştur. Tüketim malları grubunda üretim gerileme göstermiştir” (Yükseler ve Türkan, 2006, s.59).

30

Tablo 4 İmalat sa nayinde üretimde çalışanlar, reel ücret ve işgücü verimliliği İmalat sanayinde üretimde çalışanlar, reel ücret ve işgücü verimliliği

Çalışanlar Endeksi (1997=100)

Çalışanların Sektörel Dağılımı*

Reel Ücret (Yıl.Ort.% Değ.)**

Verimlilik (Yıl.Ort.% Değişimi)***

2001 2005 1997 2001 2005 2005/1997 2005/1997 İmalat Sanayi 81.7 84.8 100.00 100.00 100.00 -1.00 5.46

A.Genellikle Tüketim 81.4 77.8 52.15 51.30 46.68 -0.23 3.89 1.Gıda ve İçecek Ürünleri 87.4 85.4 13.52 14.46 13.53 0.90 4.23 2.Tütün Ürünleri 86.2 66.7 2.16 2.28 1.69 4.49 5.65 3.Tekstil Ürünleri 75.6 70.1 21.63 20.02 17.77 -1.17 3.26 4.Giyim Eşyası 81.2 77.6 10.79 10.72 9.81 -1.32 3.26 5.Deri, Bavul, Ayakkabı 57.1 45.4 1.97 1.38 1.05 -3.96 6.33 6.Mobilya, Diğer İmalat 96.1 116.5 2.07 2.44 2.83 -1.14 4.66

B.Genellikle Ara Malları 85.0 88.6 27.72 27.97 29.06 0.81 5.06 7.Ağaç ve Mantar Ürünleri 73.0 104.3 0.74 0.66 0.90 -1.49 5.07 8.Kâğıt ve Kâğıt Ürünleri 77.0 59.3 2.38 2.24 1.65 -1.61 9.10 9.Basım ve Yayım 73.7 73.0 1.21 1.09 1.03 0.09 7.47 10.Kok Kömürü, Petrol 88.7 84.4 1.07 1.17 1.06 4.76 1.96 11.Kimyasal Ürünler 91.2 90.3 6.15 6.87 6.51 -1.21 6.54 12.Plastik ve Kauçuk Ürün. 88.7 110.9 3.18 3.46 4.14 -2.11 7.14 13.Metalik 75.7 90.2 6.96 6.45 7.35 -2.71 5.17 14.Ana Metal Sanayi 81.9 90.7 6.03 6.04 6.41 -0.35 5.41

C.Genellikle Yatırım 88.4 113.9 20.13 20.81 24.26 -1.44 4.30 15.Metal Eşya Sanayi 69.6 77.9 4.17 3.56 3.81 -1.05 4.48 16.Makina ve Teçhizat İma. 85.7 102.7 5.37 5.63 6.46 -0.98 4.36 17.Büro,Muhase.,Bilgi 680.9 2006.3 0.01 0.10 0.28 3.32 -25.19 18.Elektrikli Makina ve 81.7 74.8 3.65 3.65 3.20 -0.63 3.28 19.Haber. Teçhizat, Radyo. 95.9 159.6 0.89 1.05 1.67 -6.66 11.55 20.Tıbbi, Has. Optik Al. 66.4 85.0 0.51 0.42 0.51 0.00 1.47 21.Motorlu Kara Taşıtları 100.8 145.7 4.20 5.18 7.17 -2.01 4.05 22.Diğer Ulaşım araçları 76.3 74.8 1.32 1.23 1.15 0.77 -4.98

Kaynak (Yükseler ve Türkan, 2006, s.80). (*) TÜİK tarafından yayınlanan “İmalat Sanayi Ücret ve Kazanç Anketi”nde yer alan 2003 yılında çalışanların sektörel dağılımından ve imalat sanayi çalışanlar endeksinden yararlanarak hesap edilmiştir. (**) Üretimde çalışılan saat başına reel ücret. (***) İşgücü verimliliği (kısmi verimlilik), üretimde çalışan kişi başına üretim miktarından hesaplanmıştır.

Bu tabloya göre, imalat sanayinde çalışanların sayısı 1997 ile 2001 yılları

arasında düşmüş, 2001 ile 2005 arasında ise bu düşülen noktadan biraz yükselmiştir.

1997 yılı 100 alındığında 2001 yılında çalışanlar endeksi 81,7’ye düşmüş, 2005 yılında

ise biraz yükselerek 84,8’e çıkmıştır. 1998 ile 2005 arasında imalat sanayinde

çalışanların sayısı yılda ortalama %2 gerilemiştir. 2001–2005 yılı ayrı tutularak

incelenirse, istihdam düştüğü yerden yılda ortalama %0,9 artmıştır. Ancak dönemin ilk

yarısında kaybettiği istihdamı tekrar yerleştirememiştir.

Öte yandan imalat sanayi içinde çalışanların sektörel dağılımı incelendiğinde

dönüşümün ipuçlarını veren bir değişim görülmektedir. 1997’de imalat sanayinde

31

çalışanların %52.15’i tüketim malları üretiminde çalışırken, 2005’te bu oran %46.68’e

düşmüştür. Buna karşılık ara malları üretiminde çalışanların imalat sanayinde

çalışanların toplamına oranı %27.72’den %29.06’ya yükselmiştir. Yatırım mallarının

istihdam payı ise %20.13’ten %24.26’ya yükselmiştir.

1997–2001 arasında kriz nedeniyle istihdam yatırım malları dışındaki

sektörlerde hızla azalmıştır. İstihdam en fazla tüketim malları üreten sektörde

azalmıştır. Bu dönemde yıllık ortalama azalma oranı, tüketim malları sektöründe %3,1,

ara mallar sektöründe %1,5’dur, yatırım malları sektöründeki istihdamda ise %1,6

oranında artış gerçekleşmiştir.

2001–2005 döneminde yavaş da olsa yükselen istihdamda, en hızlı artışı

yatırım malları üretimindeki istihdam göstermiştir. 2002–2005 döneminde, istihdamdaki

yıllık ortalama artış oranları, yatırım mallarında %6,6 ile en yüksek düzeyde

gerçekleşmiştir; ara mallarında ise %1 düzeyindedir.

Buradaki önemli noktalardan biri, özellikle 1980 sonrası imalat sanayinde ve

ihracatta önemli bir yer tutan, emek yoğun sektörler olan tekstil ve giyim

sanayilerinde, söz konusu dönemde istihdam önemli oranda azalmıştır.26 Buna

karşılık yatırım malları grubunda, özellikle motorlu kara taşıtları, haberleşme

teçhizatı-radyo-TV imalatı sanayinde ise istihdam artışı önemli düzeydedir

(Yükseler ve Türkan, 2006, s.78).

Burada yatırım ve ara mal üretimindeki değişimleri izlerken, bu malların

üretimlerinin teknolojik düzeylerinin de farklı olduğunu hatırda tutmak gerekir. Bundan

sonraki alt bölümde ayrıntılı inceleyeceğimiz bu değişimin nedeni tüketim malından

yatırım malına doğru gidildikçe genelde teknoloji düzeyinin de yükselmesidir. Gıda ve

tekstil gibi sanayilerin, son yirmi yıldır, imalat sanayi içinde tuttukları yerin önemi

düşünüldüğünde, ele aldığımız dönemde düşük teknolojili, tüketim malları grubuna

göre, orta ve yüksek teknolojiye dayanan ara malları ve yatırım malları üreten

sanayilerin gelişme eğilimi içine girdikleri görülebilir. 26 Tüketim malları grubundaki istihdam payı azalışının %88,5’i tekstil ve giyim imalatı sanayisine dayanmaktadır. Türk lirasının değerlenmesi ve özellikle Çin’e uygulanan kotanın kaldırılması, bu sanayilerdeki istihdam ve üretimi olumsuz etkileyen başlıca faktörler olarak belirtilmektedir (Yükseler ve Türkan, 2006, s.78).

32

Bu çarpıcı bir sonucu da ortaya çıkarmaktadır. Üretimde ara ve yatırım

mallarından kaynaklanan bu göreli hızlı büyüme artışı, büyük bir istihdam yaratmamış,

öte yandan varolan istihdam yapısı içinde yatırım ve ara malları üretiminde istihdam

daha hızlı büyümüştür. Bu da yatırım ve ara malları sektörlerinin teknolojik

düzeylerinin daha yüksek olması ile ilgilidir. Burada sağlanan büyüme, emek yoğun ve

kaynak yoğun sektörlerde olduğu gibi istihdama aynı oranda yansımamaktadır.

Makinalaşma, yeni fabrikaların kurulması; otomasyon ve komple yeni yatırımlar ile

istihdam alanı açılsa da, tam da bu makinalaşma yüzünden yaratılan ek istihdam aynı

oranda fazla olmamaktadır. Bu geç kapitalistleşen ülkelerde teknoloji seçiminin ve

yönetiminin hatalı olmasından dolayı böyle değildir, bunu ileri sürmek bir başka

teknoloji fetişizmi örneğidir. Aksine kapitalizmin doğası gereği, teknoloji seçimi değil

sermaye birikiminin koşulları gereği böyledir. Bunu ileride geç kapitalistleşme ve

teknoloji bölümünde açıklayacağız.

1.3.3.3 İhracattaki Değişim Yatırım malları ve ara mallar üretiminin artan önemini, ihracatın yapısında da

izlemek olanaklıdır. Bu açıdan ele aldığımız dönemde imalat sanayinde sadece

istihdamda tüketim mallarından ara mallar ve yatırım malları üretimine doğru bir kayma

olmamıştır; aynı zamanda dış ticaretteki hızlı büyüme ile birlikte irdelendiğinde de

yatırım malları üretiminin artan önemi burada da kendisini göstermektedir. Buradaki en

önemli değişimlerden birisi hem üretimde hem de ihracatta gerçekleşen artıştan en

büyük payı önce yatırım mallarının ardından da ara malların almış olmasıdır.

33

Tablo 5 İmalat Sa nay i Üretim ve İhracat Miktarı Ende ksi İmalat Sanayi Üretim ve İhracat Miktarı Endeksi (1997=100)

İmalat Sanayi Üretim Endeksi İmalat Sanayi İhracat Miktar Endeksi Toplam Tüketim Ara Yatırım Toplam Tüketim Ara Yatırım

1997 100.0 100.0 100.0 100.0 100.0 100.0 100.0 100.0 1998 100.1 100.1 101.7 96.6 110.8 106.5 100.4 134.3 1999 95.9 97.2 98.9 86.6 114.7 104.2 105.7 155.8 2000 102.1 104.5 101.0 100.5 131.4 112.2 123.5 193.3 2001 92.4 100.1 94.8 76.2 159.4 127.4 152.6 261.9 2002 102.5 105.8 105.1 92.6 188.3 146.6 177.0 323.2 2003 112.0 109.1 114.3 111.2 229.9 168.7 210.0 442.4 2004 123.6 108.0 123.9 146.2 267.1 171.4 250.9 571.3 2005 129.7 105.5 131.4 159.5 289.8 177.7 263.6 663.2

Memo Endeks İçindeki Ağırlıkları (1997=100) 1997 100.0 30.6 47.9 21.5 100.0 57.2 25.6 17.2

Kaynak (Yükseler ve Türkan 2006, 28)

Tabloda görüldüğü gibi 1997 ile 2005 arasında imalat sanayi üretimi 1997’de

100 birim iken 2005 yılında 129,7 birime çıkmıştır. İmalat sanayi üretiminde 1999 ile

2001 yıllarındaki kriz nedeniyle düşmeler gerçekleşmişse de üretim artmıştır, sanayi

yılda ortalama % 3,3 büyümüştür (Yükseler ve Türkan, 2006, s.28). Bu tabloda

yukarıdaki sonuçları desteklemektedir. Üretimdeki yıllık büyüme hızı, tüketim

mallarında yüzde 0,7, ara mallarında yüzde 3,5 ve yatırım mallarında yüzde 6,0 olarak

gerçekleşmiştir. Öte yandan, 1997 yılında imalat sanayindeki içinde ara malları ve

yatırım malları üretimi, toplam üretimin %69,4’ünü oluşturmaktadır. Bu bile başlı

başına 1980 sonrası dışa yönelik sermaye birikimi rejiminin geldiği nokta ve temel

özelliğini belirtmek açısından önemli bir noktayken, 8 yıl içerisinde yatırım malları

üretimi 100 birimden 159,5 birime artarken, bunu ara malları üretimi izlemiştir. Ara

malları üretimi 100 birimden 131,4 birime çıkmıştır. Buna karşılık tüketim malları

üretimi ise pek değişmemiştir; 1997’de 100 birim iken 2005’te 105,5 birime çıkmıştır.

1996 ile 2006 yılları arasında Türkiye’nin dış ticaret hacmi, yaklaşık 67 milyar

dolardan özellikle dönemin ikinci yarısında hızlı bir artış göstererek, 224 milyar dolara

çıkmıştır. Dış ticaret açığı başlangıçta 20 milyar dolar iken zaman zaman düşse de

özellikle dönemin ikinci yarısında artarak 2006 yılında 53 milyar dolara yaklaşmıştır.

Tüm bu dış ticaret hacmi içinde teknolojik bileşim de değişmektedir. İmalat sanayinde

ihracattaki değişimin göreli ağırlığı, ara mallar ve sermaye malları üretimine

34

yönelmiştir.27 Bu dönem içinde yatırım malları ihracatı 6 kattan fazla artmıştır. Üretilen

ara mallar ile yatırım mallarının ihracatı bu dönem sonunda neredeyse 5 katına çıkmıştır

(1997’de 200 birim iken 2005’de 926,8 birime çıkmış). Buna karşılık tüketim mallarının

ihracatı 1,8 kat artabilmiştir.

İncelediğimiz dönem içinde genel olarak imalat sanayinin ihracat miktarının

yılda ortalama yüzde 14 civarında “dengeli bir yapı” sergileyerek arttığı belirtilmektedir

(Yükseler ve Türkan, 2006, s.28). Yani kriz dönemlerinde iç pazarın daralmasına

karşın, krizler karşısında ayakta kalabilen, dahası büyüyebilen belirli kesimler açısından

dış pazarlara açılmak kaçınılmaz hale geldiği gibi, ihracat da düzenli biçimde artmıştır.

İmalat sanayi içinde ihracata yönelen sermaye, yani dış ticarette ağırlığı taşıyan

sermaye ekonominin sıkıntıda olduğu kriz zamanlarında bile ihracattaki büyüme

kapasitesini koruyabilmiştir. Kriz, belirli büyüklükteki sermayelerin kimileri için

güçlenme fırsatı, değersizleşmeden yararlanma fırsatı iken daha küçük sermayeler

için bir yıkımı getirmektedir. İhracata yönelmek, dış rekabete açık hale gelmek

demektir ve bu da belirli bir sermaye birikimini, teknik bileşimi gerektirir. Bu

düzeydeki sermayenin krizden etkilenme düzeyi ise daha küçük sermayelere göre daha

hafif olmaktadır.

1.3.4 Üretim ve İhracatın Teknolojik Yapısındaki Değişim

Üretimin yapısında yatırım ve ara mallara doğru gerçekleşen göreli kayma, bu

malların teknolojik düzeyinin tüketim mallarına göre genelde daha yüksek olması

nedeniyle üretimin teknolojik yapısına da yansımıştır. Bunu, incelediğimiz dönem

içinde hem üretimin hem de ihracatın değişen teknolojik yapısında çarpıcı bir biçimde

görmek mümkündür.

Üretimin teknolojik yapısının değişimini izleyebilmek için imalat sanayinde

yaratılan katma değerin teknoloji düzeylerine göre paylarını değerlendireceğiz. Her

27 Dış Ticaret Müsteşarlığı uzmanı Murat Ertekin de benzer bir sonuca ulaşmaktadır: “…en dikkat çekici nokta, yatırım malları ihracatının toplam ihracat içindeki payında görülen artıştır. … Bu durum, ihracatın kompozisyonundaki önemli bir değişikliğe işaret etmektedir. … Yani Türkiye yatırım mallarını kendisi üretme aşamasına geçmektedir” (Ertekin, 2005).

35

ikisinde de teknolojik düzey gruplandırmasında OECD ölçülerinden yararlanacağız.28

Bu sınıflandırmaya göre, imalat sanayinde yaratılan katma değerin teknoloji düzeylerine

göre payları 1985 ile 2005 arasında şöyle değişmiştir:

Tablo 6 İmalat Sa nayiinde Te knoloji D üzeyine G öre Yaratıla n Kat ma Değer Payı İmalat Sanayiinde Teknoloji Düzeyine Göre Yaratılan Katma Değer Payı (%)

Teknoloji Düzeyi 1985 1995 2000 2005

Yüksek Teknoloji 5,0 4,9 5,2 5,7

Orta-Yüksek Teknoloji 20,4 22,1 22,4 23,1

Orta-Düşük Teknoloji 38,5 36,3 37,0 36,8*

Düşük Teknoloji 36,1 36,7 35,4 34,4

Kaynak (MMO Makina İmalat Sanayii Sektör Araştırması, 2008, s.45). * Tablo girdisindeki hata, ilgili tablonun değerlendirmesindeki veriyle tutarlı hale getirilerek düzeltilmiştir.29

Görülebildiği gibi imalat sanayi katma değeri içinde yüksek teknolojinin ve orta-

yüksek teknolojinin payı artma eğilimindedir. Ele aldığımız dönem içinde düşük ve orta

düşük teknolojinin imalat sanayi katma değeri içindeki payı, 1985 yılında %74,6 iken

1995–2005 arasında %73’ten %71,2’ye düşmüştür. Düşük ve orta-düşük teknolojili

ürünler imalat sanayinin geneli içinde mutlak değer olarak en büyük payı korumaktadır;

ancak görüldüğü gibi düşme eğilimindedir. Yüksek ve orta yüksek teknolojinin imalat

sanayi katma değeri içindeki payı ise artmaktadır; 1985 yılında % 25,4 iken 1995–2005

arasında %27’den %28,8’e çıkmıştır.

28 OECD’nin teknolojik düzey gruplandırması şöyledir: Yüksek Teknoloji Sektörleri: Hava Taşıtları, Uzay Araçları, Aksam ve Parçaları; Eczacılık ve Eczacılık Ürünleri; Ofis, Muhasebe ve Bilgi İşlem Makinaları; Radyo, Televizyon ve İletişim Malzemeleri; Medikal Optik Alet ve Cihazlar. Orta Yüksek Teknoloji Sektörleri: Elektrikli Makina ve Cihazlar Aksam ve Parçaları; Motorlu Taşıtlar, Römorklar, Yarı Römorklar; Kimyasal Maddeler (Eczacılık Ürünleri Hariç); Demiryolu Ulaşım Araçları ve Taşımacılık Malzemeleri; Makina ve Cihazlar, Aletleri ve Parçaları. Orta Düşük Teknoloji Sektörleri: Kömür, Rafine Petrol Ürünleri ve Nükleer Yakıt; Kauçuk ve Plastik Ürünler; Diğer Mineral Ürünler (Metallerden Oluşmayan), Gemiler ve Suda Yüzen Araçlar; Temel Metaller; İşlenmiş Metal Ürünler (Makinalar için olanlar hariç). Düşük Teknoloji Sektörleri: Diğer Yerlerde Sınıflanmayan İmalat Sanayi; Ağaç, Kâğıt, Kâğıt Ürünleri, Baskı ve Yayıncılık; Gıda Ürünleri, İçecekler ve Tütün; Tekstil, Tekstil Ürünleri, Deri ve Ayakkabı. Doğal Kaynak Yoğun Sektörler ise yukarıdaki sınıflandırmaların dışında kalan diğer sektörlerdir (Canlı Hayvanlar, Tarım ürünleri, gibi).

29 “Türkiye’nin 2005 yılı verilerine göre imalat sanayiinin katma değerinin yaklaşık %71’ini düşük ve orta-düşük teknoloji gruplarından sağladığı görülmektedir” (MMO, 2008, s.44).

36

İmalat sanayi üretiminin teknolojik düzeyi böyle iken, 1996 ile 2005 yılları

arasında ihracatın teknolojik bileşimindeki değişimi ise aşağıdaki tablo yansıtmaktadır:

Tablo 7 1996 – 2005 Y ılları Arasında İhracatın Te knolojik B ileşimi 1996– 2005 Yılları Arasında İhracatın Teknolojik Bileşimi (%)

1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005 Yüksek teknoloji 2,9 3,6 5 6,1 7,1 6 5,7 6,1 6,3 5,6 Orta Yüksek teknoloji 16,0 14,6 15,0 17,6 18,7 21,1 22,6 24,3 26,2 26,6 Orta Düşük Teknoloji 18,4 18,8 18,0 18,0 18,6 20,7 21,1 21,0 24,1 24,9 Düşük Teknoloji 51,1 51,7 51,0 48,2 47,2 44,1 43,8 42,2 37,4 36,0 Doğal Kaynak 11,4 11,1 10,9 9,9 8,1 7,8 6,5 6,2 5,8 6,7 Toplam Pay 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 Kaynak (İGEME, 2007, s.18–19).

Bu tabloya göre, incelediğimiz dönem içinde orta teknolojilerin ihracatında

yükselme eğilimine karşılık, düşük teknoloji ihracatının payındaki düşme açık bir

biçimde görülür. 1996 yılında düşük ve orta düşük teknolojinin ihracat içindeki payı

%69,5 iken, 2000 yılında %65,8, 2005 yılında ise %60,9’a düşmüştür. Buna karşılık

yüksek ve orta-yüksek teknolojinin ihracattaki payı, 1996 yılında %18,9 iken, 2000

yılında %25,8, 2005 yılında ise %32,2’ye çıkmıştır.

Bir başka gerçek ise yüksek teknolojinin payının dönemin ilk yarısında

yükselmesi, ikinci yarısında ise durağanlaşmasıdır. Buna karşılık ihracatın toplam

bileşimindeki payına göre, doğal kaynak yoğun ürünlerin ihracatında belirgin bir düşüş

vardır.

İhracatta yatırım ve ara mallarında yaşanan gelişme yansımasını teknoloji

düzeyindeki göreli değişmede göstermektedir.

OECD’nin Bilim, Teknoloji ve Sanayi göstergelerini derlediği belgesi, OECD

Science, Technology and Industry Scoreboard (2003) benzer bir eğilimi yansıtmaktadır.

Aşağıda verilen bu tablo, ihracatta orta teknolojinin yükselen payına karşılık, düşük

teknolojinin düşen payını doğrulamaktadır. Üstelik benzer biçimde orta yüksek

teknolojinin payı daha fazla büyümüştür. Bu tabloda yukarıdakilere ek olarak ihracatın

yanı sıra üretimin teknolojik düzeyini yansıtan veriler ve bunların Avrupa Birliği

ortalamaları ile karşılaştırması bulunmaktadır.

37

Tablo 8 İhracat ve Üretimin Te kno lojik Düzey K arşıla ştırması (199 6–2004) İmalat Sanayi İhracat ve Üretimin Teknolojik Düzey Karşılaştırması (1996–2004)

Türkiye AB(1) İhracat Üretim İhracat Üretim Teknoloji Seviyesi %

1996 2004 1996 2003 2001 1999 Yüksek 2,8 6,8 3,3 3,5 23,5 12 Ortanın Üstü 18,2 28,0 17,2 20,6 40,2 31 Ortanın Altı 21,0 25,6 27,0 22,9 15,3 24 Düşük 58,0 39,7 52,5 52,9 20,8 33 TOPLAM 100,0 100,0 100,0 100,0 100,0 100 Kaynak OECD Science, Technology and Industry Scoreboard, 2003 (193–4, 225–6)

Yukarıdakilere ek olarak bu tabloda üretimin teknolojik düzey açısından

bileşimindeki değişim ile ihracatın bileşimindeki değişimi kıyaslayarak başlayabiliriz.

1996–2003 yılları arasında yani 7 yıllık bir süreç içinde düşük düzeyli teknoloji ürünleri

üretiminin payı %52’ler düzeyinde gerçekleşirken, özellikle üst orta düzey teknoloji

malların üretimdeki artışına dikkat etmek gerekiyor. Bu düzeydeki üretimin ihracat

içindeki payı da kayda değer bir biçimde artmıştır. Belirtilen dönemde alt orta düzey

teknolojinin payı düşerken ihracat içindeki payı azalmamış artmıştır. Düşük düzeyli

teknolojik ürünlerin ihracat içindeki payı ise en fazla azalan kesimdir. Buna karşılık

yüksek teknolojili ürünlerin üretiminde az da olsa artış olmasına karşın bu ürünlerin

ihracat içindeki payı üretimlerindeki artıştan daha fazla artmıştır.

İhracatın teknolojik yapısındaki bu değişimi gösteren ve dünyadaki değişimle

kıyaslayan başka bir tablo da yukarıdaki sonuçları desteklemektedir. Tablolardaki

mutlak büyüklük farklılıkları, sınıflandırma ve teknoloji ölçütleri açısından

farklılıklardan kaynaklansa da eğilim belirgin bir biçimde aynı yöndedir. İhracatta

düşük teknoloji ve kaynak yoğun mallar ile ilksel ürünlerin payı açık bir biçimde

azalmakta, orta ve yüksek teknolojili malların ihracatı ise yükselmektedir.30 Ancak

elbette ki, bu gelişim dünya eğilimlerine paralel olsa da onunla kıyaslandığında düşük

teknolojinin büyük, yüksek teknolojinin küçük payı gözetildiğinde özellikle yetersizdir.

Kendi içinde değerlendirmeden sonra, yukarıdaki tablodan AB ülkeleri

ortalamaları ile kıyaslamak gerekir. Buna göre Türkiye imalatında düşük düzey

30 Yusuf Türkoğlu’nun hazırladığı İGEME raporu (İGEME, Türkoğlu, 2007) ve OECD raporları da (OECD Statistical Compendium, 2006) benzer sonuçları doğrulamaktadır. Diaa Nouredin, Manuel Albaladejo ve Nihal El Megharbel'in 1990-2004 arasında ihracatın teknolojik yapısını değerlendirdikleri çalışma da benzer sonuçlara ulaşmaktadır (Aktaran Ersel, 2007).

38

teknoloji üretiminin yeri (%52,9) belirleyicidir ve AB üretim ortalamalarına (%33) göre

epey yüksektir. Orta düzey teknolojinin üretiminde düşük düzeye göre daha yakın

ortalamalar olmasına karşın, ihracat içindeki paylar gözetildiğinde durum farklıdır.

Türkiye imalat sektörünün orta düzey teknolojiler ihracatında alt orta düzeyde etkin

olduğu, AB ortalamasına göre Türkiye’de üst orta düzeyde ihracatın payı daha azdır.

İleri teknoloji ürünlerin üretiminde ve ihracatında Türkiye AB ülkelerine göre epey

geridedir.

OECD’nin verilerine göre, 2005 yılında yüksek teknolojinin üretilen katma

değerdeki payı ABD, Japonya gibi erken kapitalistleşen ülkelerde %15 civarındadır. Bu

oran Güney Kore’de %20,5 Türkiye’de ise 5,7’dir. Tahmin edilebileceği gibi bu

ülkelere göre, orta-düşük ve düşük teknolojinin üretimdeki payı Türkiye’de yüksektir.

(OECD Statistical Compendium, 2006).

İzleyen bölümde farklı teknolojik düzeyde ürün ihraç eden sektörlerin bu

ihracata katkılarını ayrı ayrı ele alacağız. Böylece her bir teknoloji düzeyinde öne çıkan

sektörleri belirleyecek, bu sektörlerin üretim aracı niteliğinde yatırım malı ve ara malı

üretimi ile ilişkisini değerlendireceğiz.

1.3.4.1 Teknoloji Düzeylerine Göre Alt Sektörlerin İhracatındaki Gelişme İlk olarak ihracattaki payı en düşük olmasına karşın incelediğimiz dönemde

yükselme gösteren, Ar-Ge harcamaları oranı en yüksek olduğu için yüksek teknoloji

düzeyi olarak adlandırılan düzeyi inceleyelim.

1.3.4.1.1 Yüksek Teknoloji İhracatını Gerçekleştiren Alt Sektörlerin Payı

Yüksek teknolojili ürün üreten sektörlerin bu ihracattaki payı şöyle

gerçekleşmiştir (İGEME, 2007).

39

0

500.000

1.000.000

1.500.000

2.000.000

2.500.000

3.000.000

3.500.000

4.000.000

4.500.000

5.000.000

1996

1997

1998

1999

2000

2001

2002

2003

2004

2005

2006

Yıllar

Bin

US

D

Hava Taşıtları, Uzay Araçları,Aksam ve Parçaları

Eczacılık ve EczacılıkUrünleri

Ofis, Muhasebe ve Bilgiİşlem Makinaları

Radyo, Televizyon ve İletişimMalzemeleri

Medikal Optik Alet veCihazlar

TOPLAM

Grafik 1. Yüksek Teknoloji İhracatı Yapan Sektörlerin Bileşimi

Kaynak: Tablodan grafiğe dönüştürülmüştür (İGEME, 2007, s.11).

Toplam ihracat hızlı büyümüştür, bu ihracat içinde radyo ve televizyon alt

sektörünün gerçekleştirdiği ihracat ön plana çıkmıştır. İleride göreceğimiz gibi bu

sektörü yatırım malı olarak sınıflandırmaktan daha çok tüketim malı olarak

sınıflandırmak gerekmektedir. Ancak bu sektörün aksam ve parçalarının (elektron

tüpleri, elektronik valfler vs.) üretimi ara malları üretimi içinde sayılmalıdır ve bu

yönüyle teknolojik düzeyi yüksek ara malı niteliği taşımaktadır. Radyo ve televizyon

ile aksamlarının üretimi çarpıcı bir ihracat payına sahiptir, bundan sonra gelen

hava taşıtları, uzay araçları aksam ve parçalarını, eczacılık ürünleri ile medikal optik

alet ve cihazlardır. Büro ve bilgi işlem cihazları ihracatı ise en alt sıradadır.

Yüksek teknoloji üretiminde temel bir paya sahip radyo-televizyon üretiminde

ihracat artışını vurgularken, bu alt sektörde dâhili işlem rejimi uygulamasının en etkin

biçimde yürütüldüğünü, en fazla ithalata bağımlı sektör olduğunu da hatırlatmak

gerekiyor.31 Zaten yüksek teknolojili ürün ithalatında yine en büyük payı bu sektör

almaktadır.

31 “Elektronik, ihracatı son yıllarda yükselen bir alt sektör olarak dikkat çekmektedir. Başta Beko ve Vestel firmaları aracılığıyla yapılan ihracatın ağırlıklı bir kısmı dâhili işlem rejimi çerçevesinde yapılmaktadır. 2004 yılında 3,4 milyar dolar olarak öngörülen ihracat için 2,6 milyar dolarlık ithalat gereği bildirilmiştir. Bu anlamda sektörde ithal girdi kullanımı ihracatın yüzde 77’si gibi oldukça yüksek bir orana ulaşmaktadır. Genelde ithal girdi kullanımının yüzde 66,5 olduğu hatırlandığında, elektroniğin, dâhili işlem rejimi ile ihracat yapan sektörler içinde ithal girdi kullanımı en yüksek sektör olduğu görülmektedir” (Sönmez, 2005, s.36).

40

Dâhilde işlem rejimi ile ithalata bağımlı bir üretim yapısının sonucu üretilen artı

değerden yerli üretken sermayeye düşen payın (katma değerin) sınırlanması,

kısıtlanmasıdır. İleride ayrıntılı biçimde işleyeceğimiz elektronik sektörü içinde tüketim

elektroniği yan sanayi ilişkisin en zayıf sektörlerdendir. Bu yüzden temel girdileri olan

elektronik tüp, panel ekran, elektronik valf, mikro işlemci gibi parçaları ithal

etmektedir. Oysa tam da bu alan tüketim malı olan radyo ve televizyonun üretimine

giren üretim aracı niteliğindeki yatırım mallarını oluşturmaktadır. Yani tüketim malı

ihracatındaki artışın çekişiyle artan parça ihtiyacı üretim aracı olarak ağırlıklı biçimde

içeride üretilmemekte, ithalata bağımlı kalmaktadır.

Radyo ve televizyon ihracatı toplam yüksek teknoloji ihracatı içinde en fazla

büyüklüğü oluştururken, havacılık taşıtları, uzay araçları alt sektörü incelediğimiz

dönemde en yüksek yıllık ortalama büyüme oranını yakalayan sektör olmuştur.

TMMOB Makina Mühendisleri Odası tarafından 2007 yılında düzenlenen IV.

Ulusal Uçak, Havacılık ve Uzay Mühendisliği Kurultayı Sonuç Bildirgesi’ne göre,

1930'lu yıllarda sahip olunan uçak tasarım, üretim becerileri kesintiye uğratılmış,

1950'li yıllarda duraklama noktasına getirilmiştir. Bildirgeye göre, 1980'li yıllarda

gerçekleştirilen uçak imalatının ise montaj sanayi ile sınırlı kaldığı, ulusal tasarım

kabiliyetine katkısı olmadığı belirtilmektedir. 2007 yılı gözetilerek yapılan

değerlendirmeye göre, tam da bu yüzden ihracatta yüksek oranda büyüme gösteren

havacılık sektörünün “ABD'ye bağımlı bir sektör olmaktan ileriye gidemediği”

söylenmektedir (Birgün, 14 Haziran 2007).

Sektörün önemli şirketlerinden olan TUSAŞ Motor Sanayi (TEI) 1985 yılında

ABD şirketi General Electric ile ortak olarak kurulmuştur. Askeri ya da ticari uçak

motoru ve aksamı üretmektedir. 1998 yılında tamamlanan uçak motoru F110

projesinden sonra askeri uçak motorları ve NATO uçakları için motor üretimine devam

etmiştir. 2003 yılında TUSAŞ Genel Müdürü Tayfun Mutlu’nun Türkiye İhracatçılar

Meclisi dergisi Turkishtime’a yaptığı açıklamaya göre, şirket, Ar-Ge çalışmalarıyla

gerçekleştirilen bilgisayar destekli tasarım ve bilgisayar destekli mühendislik

uygulamaları çerçevesinde somut projeler üretme çabasına 1996 yılında başlamıştır

(Turkishtime, Ağustos-Eylül 2003). İncelediğimiz dönemde, Tusaş, hem yedi Avrupa

ülkesiyle ortak “Geleceğin Büyük Uçağı” projesine hem de ABD ve İngiltere ile birlikte

41

Müşterek Taarruz Uçağı projesine girmiştir. Eskişehir’deki üretim biriminde genel

olarak uçak motoru ve motor aksamı üretmektedir.

Savunma Sanayi Müsteşarı Murad Bayar’ın 2005 yılında yaptığı bir açıklama ile

uçak ya da helikopter üretmek yerine doğrudan tedarik edileceği belirtilmektedir. Aynı

açıklamada müsteşar havacılık taşıtları ve aksamlarının üretiminde yerli Ar-Ge ve

tasarımın durumu hakkında ilginç ipuçları vermektedir: “Savunma sanayisinde ortak

imalattan vazgeçiyoruz. Çünkü ortak imalat, çok kalıcı faydalar bırakmıyor. Bir

savaş uçağı, helikopter geliştirme imkânımız henüz yok. Bu uçak ve helikopterleri

doğrudan satın alacağız. Ancak bunların görev bilgisayarları ve sistem entegrasyonlarını

biz imal edeceğiz”(Radikal, 7 Temmuz 2005). Yani ihracattaki önemli büyüme gösteren

havacılık sanayi, temel parçaların imalatında, bu konudaki araştırma, geliştirme ve

tasarımda büyük oranda yabancı ortağa bağımlı çalışır gözükmektedir.

Eczacılık sektörünün ihracatı yüksek teknoloji ihracatı içinde %10’dan az bir

payla üçüncü sırada yer almaktadır. İthal ilaç gibi ürünlerin esnekliği fazla olmadığı için

bu sektörün ithalatı radyo televizyon ithalatından sonra ikinci sırada gelmekte, pay

olarak ise %20–25 arasında yer tutmaktadır.

Sonuç olarak yüksek teknoloji ihracatının içinde gerek en büyük payı tutan

radyo televizyon üretimi gerekse de en yüksek artış oranına sahip havacılık sanayi,

üretim araçları üretimindeki teknolojik gelişimi göstermek açısından bir ilerleme

göstermekle birlikte başlıbaşına olumlu bir sonuç ortaya koymamaktadırlar. Bu sınırlı

teknolojik ilerleme düzeyi ileride endüstriyel elektronik sektörü incelenirken ayrıntılı

incelenecektir. Ancak şu anki genellik düzeyinde şunu belirtebiliriz: radyo televizyon

tüketim malı olarak, büyük oranda dâhili işlem rejimi kapsamında ve ithalata

bağımlı biçimde üretilmektedir; üstelik ithalata bağımlı olanlar gerek yüksek

teknoloji açısından en merkezi elektronik aksam ve parçalardır gerekse de bizzat

üretim aracı niteliği taşıyan teknolojik düzeyi yüksek ara mallarıdır. Hava taşıtları

ihracatının ağırlığını taşıyan motor ve motor aksamı ihracatı, yabancı şirketle

yapılan ortaklığın getirdiği sistem entegrasyonu, tasarım ve Ar-Ge yetisi dışında

yeni bir yeti yaratmış gözükmemektedir, bu anlamıyla yabancı ortağa bağımlı bir

teknoloji yükselmesi olarak ortaya çıkmaktadır. Fakat “teknolojik bağımlılık”

belirttikten sonra bu genellik düzeyinde kalmak, teknoloji üretiminin kademelenen

42

yapısının getirdiği değişiklikleri görememekle sonuçlanacaktır. Üretim araçları

niteliği taşıyan ve yüksek teknolojili sektörlere daha yakından bakmak gereklidir.

Bunu sonraki bölümde yapacağız. Ancak burada televizyon alt sektöründe

üretimde ve ihracattaki parlak yükselişi gözetilirse şu kesindir: Yüksek teknolojili

metaların ihracatında ve üretimindeki yükselişin parlak tablosu, üretim araçları

üretim ve bu alandaki teknolojik içerik açısından değerlendirildiğinde aynı

düzeyde gözükmemektedir.

1.3.4.1.2 Orta-Yüksek Teknoloji İhracatını Gerçekleştiren Alt Sektörlerin Payı

Orta-yüksek teknoloji ihracatının alt sektörlere göre dağılımı şöyledir:

0

5.000.000

10.000.000

15.000.000

20.000.000

25.000.000

1996

1997

1998

1999

2000

2001

2002

2003

2004

2005

Yıllar

Bin

US

D

Elektrikli Makina ve Cihazlar

Motorlu Taşıtlar, Römork vb.

Kimyasal Maddeler(Eczacılık Hariç)

Demiryolu Ulaşım Araçları veTaşımacılık

Makina ve Cihazlar

TOPLAM ORTA-YÜKSEKTEK. İHRACATI

Grafik 2. Orta-Yüksek Teknoloji İhracatını Gerçekleştiren Alt Sektörlerin Bileşimi

Kaynak: (İGEME, 2007, s.13) tablodan derlenmiştir.

Orta-yüksek teknoloji ihracatında en önemli payı motorlu taşıt ihracatı

tutmaktadır, ardından ise makina imalat sanayinin yaptığı ihracat gelmektedir. Onları

yakın paylarla kimyasal madde ihracatı ve elektrikli makina ihracatı izlemektedir.

Toplam ihracatta orta-yüksek teknolojinin payının belirgin biçimde yükselmesinde

motorlu taşıt ile makina ve teçhizat ihracatının önemli bir rolü var. İlki, otomotiv ve

yan sanayisini, ikincisi ise genel ve özel amaçlı makinaların (iş makinaları, tarım, gıda,

tekstil makinaları, soğutma cihazları, motor ve tribün ile takım tezgâhları) yanı sıra

elektrikli ev aletlerini kapsamaktadır. Ancak ihracat sıralaması yapılırsa, otomobil dışı

43

taşıt ihracatı (kamyonet, kamyon, otobüs, minibüs vs.), otomobil ihracatı32, beyaz eşya

ihracatı ve daha sonra da takım tezgâhı ihracatı orta yüksek teknoloji içinde belirleyici

konuma sahiptir. Üretim aracı niteliğindeki taşıtlar ve makinalar ile tüketim aracı olan

binek otomobiller ve beyaz eşya imalatı ilerleyen bölümde ayrıştırılarak incelenecektir.

Burada sadece ihracatın orta yüksek teknoloji bileşimini oluşturan kalemler içinde

üretim aracı olanlar ile tüketim malı olduğu halde yatırım malı kategorisine sokulanları

ayırt etmek, bu teknolojik düzeyin bunlar arasında nasıl pay edildiğini göstermeye

çalıştık.

Motorlu taşıt üretimi de sadece tüketim malı olarak değil üretim aracı niteliği

taşıyanları da kapsamak üzere, dâhilde işlem rejiminden yararlanan alt sektörler

arasındadır.33

Orta yüksek teknoloji ihracatında bundan sonra gelen diğer kalemin buzdolabı,

çamaşır ve bulaşık makinası gibi elektrikli ev eşyası olduğunu daha önce belirtmiştik.

ISIC Revize 3.’e göre elektrikli ev eşyaları, özel ve genel amaçlı makinaların da dahil

olduğu makina ve teçhizat üretimine girmektedir. Bu sektör içinde elektrikli ev eşyası

dış ticaretinden sonra makina imalat sanayinin dış ticareti gelmektedir. Dolayısıyla eğer

orta yüksek teknoloji ihracatı ve üretiminde üretim araçları imalatının ağırlığına

bakacaksak, dış ticarette bu teknoloji düzeyinde ilk sıralarda yer alan, tüketim malı

statüsünde yer alması gereken binek otomobillerinin ve beyaz eşya dış ticaretinin

yarattığı etkiden arındırarak düşünmemiz gereklidir. Üstelik motorlu taşıt üretiminde

olduğu gibi beyaz eşya üretiminde de dâhili işlem rejimi dış ticaretin önemli bir

bileşenidir. Mustafa Sönmez’in aktardığına göre, bu sektörde üretilenleri ihraç

edebilmek için %66 ithal etmek gerekmektedir (Sönmez, 2005, s.37).

Tıpkı motorlu taşıt üretiminde olduğu gibi ithalata bağımlı sektörün özellikle

dönemin ikinci yarısında değerlenen TL ile birlikte kar oranı sınırlanmakta, ürettiği artı

32 Mustafa Sönmez 2004 yılı verilerine dayanarak şu bilgiyi verir: “Toplam ihracatımız içinde %15,1’lik paya sahip olan taşıt araçları ve yan sanayi sektörünün ilk üç büyük ihraç kalemini, eşya taşımaya mahsus motorlu taşıtlar, binek otomobilleri ve otobüsler grubu oluşturmaktadır” (Sönmez, 2005, s.34).

33 “Alt sektörler itibariyle 2004’te, dâhilde işleme rejiminden en yüksek miktarda yararlanan sektör taşıt araçları oldu” (Sönmez, 2005, s.34). Bu içeride işleyerek ihraç etmek taahhüdüyle yapılan ithalatı da artırmaktadır. Motorlu taşıt ithalatı, orta yüksek teknoloji ithalatının %29,6’sını oluşturmaktadır (İGEME, 2007, s.14).

44

değerden aldığı pay, “katma değer” daralmaktadır. Bu ise reel ücretleri baskılayarak,

verimliliği artırarak, yeni üretim teknolojilerinin yanı sıra üretim örgütlenmelerini de

düzenleyerek gerçekleşmektedir. Bu sadece dönemin ikinci yarısında böyle değildir,

sadece krizden sonra bu tür önlemlerin basıncı daha belirgin hale gelmiştir.

Orta yüksek teknoloji ihracatında diğer kalem olan genel ve özel amaçlı makina

ihracatının yapısı ile teknolojik düzeyin anlamını ayrı bir bölümde ileride ele alacağız.

1.3.4.1.3 Orta-Düşük Teknoloji İhracatını Gerçekleştiren Alt Sektörlerin Payı

Bu teknoloji düzeyindeki alt sektörlerin ihracata katkıları şu şekildedir:

0

2.000.000

4.000.000

6.000.000

8.000.000

10.000.000

12.000.000

14.000.000

16.000.000

18.000.000

20.000.000

1996

1997

1998

1999

2000

2001

2002

2003

2004

2005

Yıllar

Bin

US

D

Kömür, Rafine Petrol Ürünlerive Nükleer Yakıt

Kauçuk ve Plastik Ürünler

Diğer Mineral Ürünler(Metallerden Oluşmayan)

Gemiler ve Suda YüzenAraçlar

Temel Metaller

İşlenmiş Metal Ürünler(Makinalar için olanlar hariç)

TOPLAM ORTA DÜŞÜKTEK. İHRACATI

Grafik 3. Orta-Düşük Teknoloji İhracatını Gerçekleştiren Alt Sektörlerin Bileşimi

Kaynak (İGEME, 2007, s.15) tablodan derlenmiştir.

Görüldüğü gibi, orta düşük teknoloji ihracatında en yüksek payı (%40) temel

metal ihracatı almaktadır. Orta düşük teknoloji genelde ara mallardan oluşmaktadır.

Sadece gemi ve suda yüzen araçların bir kısmı üretim araçları niteliğindeki yatırım

malları kapsamına girmektedir. Gemiler ve sudan yüzen araçlar, ihracat payı olarak

düşüktür, ancak 1996–2006 arasında yıllık ortalama büyüme oranı %46 olarak

gerçekleşmiştir; bu orta-düşük teknoloji üretimi içinde en yüksek orandır.34 Bu oranın

34 Tuzla Tersaneler Bölgesi İzleme ve İnceleme Komisyonu üyesi Aslı Odman sektör hakkında şunu söylüyor: “Türkiye gemi inşaat sanayiinin uzmanlık alanı orta boylu tankerler, bu alanda Avrupa’nın baş üreticisi konumdayız. Bir de megayatlar yapılıyor. Ama esas kazaların olduğu üretim alanı tankerler. Niye Türkiye tercih ediliyor: Hem Avrupa’ya yakın hem de işçilik ucuz. Sektörde “yerli sermaye” var

45

çalışanlar açısından nasıl sağlandığı ise sektörde artan iş güvencesiz çalıştırma,

taşeronlaştırma ve iş kazaları ile açığa çıkmaktadır.35 Öte yandan bu sektörün ithalatı

incelediğimiz dönemde toplamda en büyük payı taşımamasına karşılık, en büyük artışı

göstermiştir. Tüketim malı olarak kullanılanlar dışarıda bırakılırsa, taşımacılık için

kullanılan gemi ithalatının gösterdiği bu artış, kur düşüklüğünün yanı sıra, üretim aracı

olarak taşımacılıkta kullanılan gemi alımının arttığını göstermektedir.

Orta düşük teknoloji ithalatında büyüklük olarak en büyük payı temel metaller,

ardından da kömür ve petrol ürünleri sektörleri yani ara mal sektörleri almaktadır.

1.3.4.1.4 Düşük Teknoloji İhracatını Gerçekleştiren Alt Sektörlerin Payı

Son olarak da düşük teknoloji üreten sektörlerin ihracattaki payları şöyledir:

0

5.000.000

10.000.000

15.000.000

20.000.000

25.000.000

30.000.000

1996

1997

1998

1999

2000

2001

2002

2003

2004

2005

Yıllar

Bin

US

D

Diğer Yerlerde Sınıflanmayanİmalat Sanayi

Ağaç, Kağıt, Kağıt Ürünleri,Baskı ve Yayıncılık

Gıda Ürünleri, İçecekler veTütün

Tekstil, Tekstil Ürünleri, Derive Ayakkabı

TOPLAM DÜŞÜK TEK.İHRACATI

Grafik 4. Düşük Teknoloji İhracatını Gerçekleştiren Alt Sektörlerin Bileşimi

Kaynak (İGEME, 2007, s.16) tablodan derlenmiştir. Toplam ihracatta hala en yüksek payı tutan düşük teknoloji ihracatında

incelediğimiz dönemde düşme yaşanmıştır. Bu genel seyir hatırda tutularak incelenirse,

şekilden de görüldüğü gibi, düşük teknoloji ihracatında en büyük pay tekstil, deri ve fakat ithal girdi oranı yüzde 60’larda; en pahalı motorlar, ana hammade olan çelik bile yurtdışından, Ukrayna’dan, Romanya’da geliyor. Başka bir tabirle sektörde, “en yerli olan” ucuz işçilik” (Milliyet, 17 Ağustos 2008).

35 “Tuzla Tersaneler Bölgesi’ndeki ana iş (çelik profilleri işlemek) hukuka aykırı bir şekilde ve %90’a varan oranlarda irili ufaklı taşeron şirketlere kaydırılmıştır. Bu iş güvenliği, emek maliyeti, sosyal hakların da bu esas işveren olan tersane sahipleri tarafından, bu yükü taşıyamadığı aşikâr olan ‘zayıf ve küçük işletmelere’ aktarımıdır. Tuzla’da ölen işçilerin çoğu taşeron işçileridir” (Tuzla Tersaneler Bölgesindeki Çalışma Koşulları ve Önlenebilir Seri İş Kazaları Hakkında Rapor, 2007).

46

ayakkabı üretim sektörünündür (%73). Buna karşılık bu sektörün 1996–2006 yılları

arasında ortalama yıllık büyümesi orta düşük teknolojilere göre düşüktür (İGEME,

2007, s.17). İhracattaki büyüklük payı açısından bundan sonra gıda, içecek ve tütün

ürünleri (%15) gelmektedir, onu izleyen, ağaç ve kâğıt ürünleri ihracatıdır.

İhracatın teknolojik düzey olarak kompozisyonunu incelendiğinde ilk görünen

olgu şudur: İmalat sanayi içinde giderek teknolojik düzey açısından ağırlığını daha fazla

hissettiren ara malı ve yatırım malı üretiminin, ihracatta etkisini artırmasıyla birlikte,

Türkiye’de bu imalatı yürüten sermaye kesiminin gündemine dış rekabet karşısında

seçeneklerini artırmak yönündeki basıncın girmesi kaçınılmazdır. Bu ister yabancı

sermaye ortaklığıyla yürütülen sektörlerde, isterse de yerli sermayenin hakimiyetiyle

ilerleyen sektörlerde olsun artmakta olan bir basınçtır. Sadece birinci durumda

uluslararası pazarlarda rekabetin yanına yabancı ortağın birlikte üretime devam etmesini

sağlayacak ara kademe teknolojik yenilikleri, özgüllükleri üretme yönünde bir basınç

eklenmektedir. Büyüklük olarak düşük teknolojinin payı hala devam etse de, artış hızı

olarak orta teknolojideki gelişme, teknolojik düzeyin geliştirilmesi ihtiyacını

doğurmaktadır. Teknoloji, teknolojik yenilik, gerek üretim sürecinde (imalat, taşıma),

gerek dolaşım (pazarlama, reklam) sürecinde gerekse de yeni ürün geliştirilmesinde,

ürün çeşitlendirmesinde sermaye birikimi açısından daha da büyük ihtiyaç haline

gelmektedir. Dönemin ikinci yarısı TL’nin görece değerlenmeye başlaması ile birlikte

karlılığı artırmak için zaten baskı altında tutulan reel ücretlerin ötesinde verimliliği

artırma kaçınılmaz hale gelmektedir. Hem üretim süreçlerinde yenilik hem de üretim

donanımında teknolojik yenilik, çalışma koşullarının düzenlenmesi, makina ithalatı bu

sürecin sonuçlarıdır. Sermaye ve para sermaye olanaklarının geliştirilmesine yönelik

finansal ve kurumsal düzenlemeler bir yandan, rekabete ayak uydurabilmek için gerekli

olan göreli artığı yaratmada temel önem taşıyan teknoloji ve verimlilik ise diğer yandan

sermaye birikiminin bastıran ihtiyaçları içine girer. Son zamanlarda “katma değeri

yüksek mallar üretimi”, “rekabet edebilmek için teknolojik yenilik” üzerine söylemler

bunun için daha da güçlenmektedir.

1.3.5 Dış Ticarette Biriken Basınç ve Birim İşgücü Maliyeti

Dış ticaretin bu boyutta büyümesi ile birlikte özellikle uluslararası sermayeyle

eklemlenmiş ve dış pazarlara yönelmiş olan sermaye kesimlerinin üzerinde verimlilik

47

ve çalışma koşulları yönünde basınç giderek artmaktadır. Birim işgücü maliyeti, bu

basıncı değerlendirebilmek için iyi bir göstergedir. Şöyle tanımlanmaktadır:

Birim İşgücü Maliyeti = [Çalışılan Saat Başına Nominal Ücret / (Üretim /

Üretimde Çalışılan Saat)] / (Fiyat Endeksi ya da Döviz kur sepeti)

İlkinde, birim saat başına cari ücretlerin, birim saat başına üretime oranı, üretici

fiyatları ile düzeltilirken (deflate)36, ikincisinde belirli bir döviz sepeti37 ile düzeltilir.

Yani işgücünün üretim ile kıyaslanan maliyeti ilkinde ülke içi enflasyondan arındırılır,

ikincisinde ise döviz kurlarındaki değişimden arındırılır. Dolayısıyla ilki fiyatlardaki

değişimden arındırılmışken, ikincisi daha çok uluslararası pazar ile bütünleşmiş, dış

ticarete yönelik birim işgücü maliyetini yansıtmaktadır. İkincisine, dünya ekonomisi

açısından Türkiye’deki iş gücü maliyeti (emek gücünün ücreti) demek olanaklıdır.

Yükseler ve Türkan’ın raporunda birim işgücü maliyetine bakıldığında 2001 krizi

nedeniyle düşen maliyetler görülebilmektedir.

0

20

40

60

80

100

120

140

1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005

Yıllar

Kur Sepeti Bazlı Birimİşgücü Maliyeti

Sektör Fiyatları BazlıBirim İşgücü Maliyeti

Grafik 5. Özel İmalat Sanayinde Birim İşgücü Maliyeti (1997=100)

Kaynak (Yükseler ve Türkan, 2006, s.73)

36 Burada saat başına nominal ücretin üretici fiyatları yani TEFE ile deflate edilmesine dikkat etmek gereklidir. Söz konusu maliyet işçinin geçimi değildir, yani TÜFE endeksi kullanılmaz. Maliyet, kapitaliste maliyettir, birim üretimle kıyaslanan nominal ücret bu nedenle üretici fiyatlarındaki değişmeden arındırılır.

37 Yükseler ve Türkan, bu döviz sepetini (1 $+0.77 Euro) olarak ağırlıklandırıyorlar (Yükseler ve Türkan, 2006, s.72).

48

Burada iki maliyet arasındaki makası özellikle vurgulamak gerekiyor. 2001

sonrası döviz kuruna göre olan birim işgücü maliyeti, TL’nin değerlenmesi nedeniyle

yükselirken, TEFE’ye göre birim işgücü düşmeye devam etmektedir. “2000 yılı ve

sonrasındaki reel ücret gerilemesi ve işgücü verimliliğindeki artış, döviz kurundaki

değerlenmenin olumsuz etkisini sınırlandırarak, ihracat performansının sürmesine

katkıda bulunmuştur” (Yükseler ve Türkan, 2006, s.40). Yani 2001 krizi sonrası imalat

sanayi, ihracat performansını sürdürebilmek, elde edilen katma değeri düşürmemek için

reel ücreti baskılamak ve verimliliği artırmak yönünde bir eğilimi artarak

sürdürmektedir. Çünkü makas açılmaktadır. Dış pazarlarda rekabet eden sektörler

açısından birimi işgücü maliyeti döviz bazında yükselmektedir. Ülke içinde emeğin

yeniden üretimi açısından, reel ücretler baskılansa ve düşse de dışarıda TL’nin

değerlenmesinin etkisiyle karlılık sınırlanmaktadır. Bu durumda zaten baskılanan reel

ücretlerin daha fazla baskılanmasının sınırları bulunmaktadır, üstelik emek sürecinde

mutlak artı değer çekmenin de belirli sınırları vardır. İleride de görüleceği gibi bu

durumda verimliliği artırmak, üretim teknolojilerinde yeniliği olduğu kadar üretim

örgütlenmesinin yönetimi ve denetiminde yeniliği de anlatmaktadır. Tam zamanında

üretim (JİT), esnek çalışma bu gibi yöntemler arasındadır. Özellikle TL’nin

değerlenmesine karşılık ihracatını artırmaya devam eden otomotiv gibi sektörler için bir

yandan reel ücretleri baskılama, istihdamda göreli bir artış yaşanırken, döviz sepetine

göre birim işgücü maliyetindeki artışı karşılamanın en etkin yolu olarak bu ortaya

çıkmıştır. İleride yatırım malı olarak üretim aracı niteliğindeki taşıtların üretimi

incelendiğinde, uygulamaya konulan esnek çalışma, envanter takip yöntemleri, tam

zamanında üretim gibi yöntemlere değinilecektir. Elbette ki, bu üretim yöntemlerinin

kullanılabilmesinin bir koşulu da üretim yerinde uygulamaya sokulması gereken

teknolojik yeniliklerdir.

1.3.6 İhracattaki Artışla Birlikte İthalattaki Artış: Endüstri İçi Ticaret

Ele aldığımız dönemin ikinci yarısında Türk lirasının aşırı değerlenmiş olması,

dış ticaret açısından bakıldığında ihracat üzerinde daha fazla üretim performansı basıncı

yaratırken (bu da reel ücretler üzerinde baskıyı, verimliliği artırmayı zorlamaktadır) öte

yandan da giderek daha fazla ara mal ve yatırım malının, girdi olarak ithal edilmesi

sonucunu doğurdu. Aşırı değerli Türk lirası, ithalatı yerli ürünlere göre kimi alanlarda

49

daha üstünlüklü hale getirmiştir. Bu ise endüstri içi ticaretin yüksek olması, dünya

piyasalarıyla ara girdi ve nihai ürün ithalatı yoluyla eklemleşme düzeyinin yüksek

olması (TÜSİAD, 2005b)38 demektir. Yani uluslararası üretken sermayenin

devreleriyle ve meta zincirleriyle iç içe girmiş bir üretim yapısı vardır. Özellikle

üretimi ve ihracatı artan ürünleri üreten sektörlerin çoğu aynı zamanda ithal girdi

kullanımında da ön sıralarda yer almaktadırlar. Yine TÜSİAD raporuna göre, başta

yüksek teknoloji ürünleri olmak üzere, ilgili ihracatın ilgili ithalatı karşılama düzeyi çok

düşük seviyededir (TÜSİAD, 2005b).

Yükseler ve Türkan’ın 1998 yılı girdi çıktı tablolarından yararlanılarak

oluşturduğu veriler, imalat sanayinde sektörlerin ithal girdi kullanımını göstermektedir

(Yükseler ve Türkan, 2006, s.58). İncelediğimiz dönemde en yüksek üretim artışı

gösteren yatırım malları üretimi aynı zamanda en yüksek ithal girdi kullanımı

ortalamasına da sahiptir. Büyümesi hızlanan sektörler aynı zamanda ithal girdiye en

bağımlı sektörlerdir.39 Bunun için özellikle incelediğimiz dönemin ikinci yarısında

ithalata dayanan, ithalattaki büyümeyle bağlantılı bir ihracat büyümesi yaşanmıştır.

İmalat sanayindeki yatırım ve ara mallarına dönük üretim temposundaki kayma,

ithalatın da artmasını getirmiştir. Bu gerçek TÜSİAD raporunda da (2005, s.119) dile

getirilmektedir:

Türkiye ekonomisinin yıllık toplam ihracatından elde ettiği gelir, ara malı ithalatına yaptığı harcamaya kabaca denktir. Bu durum, Türkiye’deki üretim yapısının önemli miktarda ithal ara girdi-ye gereksindiğinin temel göstergelerinden yalnızca bir tanesidir. Sanayi üretiminin genişlediği dönemlerde ithalat da yükselmekte ve ihracata dönük üretim yapan sektörler başta olmak üzere, sanayi genelinde ara malı talebi artmaktadır.40

38 “Uluslararası ürün piyasalarındaki yükselen ürünler açısından Türkiye’nin üretim yapısını değerlendirildiğinde, dünya piyasasıyla ara girdi ve nihai ürün ithalatı yoluyla eklemleşme düzeyinin yüksek olduğu söylenebilir” (TÜSİAD, 2005b, s.41). Ayrıca bkz. (TÜSİAD, 2005).

39 “Özellikle, 2003–2005 döneminde imalat sanayi üretim artışı hızlanmış ve üretim doğrudan ve dolaylı ithal girdi kullanımının yüksek olduğu alt sektörlerde yoğunlaşmıştır” (Yükseler ve Türkan, 2006). Yükseler ve Türkan’ın 2008 yılında güncelledikleri veriler daha çarpıcı biçimde benzer sonucu göstermektedir (Yükseler ve Türkan, 2008b).

40 Bu TÜSİAD raporu, ara girdi talebinin hangi sektörlerde yoğunlaştığını da inceler. Buna göre, bir birimlik yurtiçi talep artışının ithalatı en fazla etkilediği sektörlerden bir kısmı ve sıralamadaki yeri şöyledir: 1- ana metal sanayi, (0.4022 birim ithalat); 2- kimyasal maddeler sanayi; 4- radyo-tv haberleşme cihazları imalatı sanayi, (0.2784 birim ithalat); 5- plastik-kauçuk sanayi; 10-Taşıt araçları sanayi, (0.2293

50

Bu raporun çıkardığı şu sonuç (s.120), Yükseler ve Türkan’ı desteklemektedir

ve çok önemlidir:

(İthal girdiye en bağımlı –b.n.) sektörler, Türkiye ekonomisinde son

dönemde ihracat artışlarıyla ön plana çıkmış sektörler olmalarının yanı sıra,

yüksek teknolojiye dayalı ürünler üreten sektörler olmaları nedeniyle de

önemlidir. Ancak, elde edilen bulgular bu sektörlerde yüksek düzeyde

teknolojik bağımlılık olduğunu ortaya koymaktadır. Diğer bir deyişle, bu

sektörlerde yaşanan nihai talep artışları büyük ölçüde bu sektörlerin

yurtdışından yine kendi sektörlerinden yaptıkları ara girdi ithalatına dayalı

üretim ile karşılanmaktadır. Bu durum, imalât sanayiinin geneli için de

geçerliliğini korumaktadır.

Raporun en can alıcı sonucu da buradadır: yüksek ihracat gerçekleştiren ama öte

yandan ithalata bağımlı bu sektörler, yüksek teknoloji sektörleridir, yani Ar-Ge

harcamalarının payı yüksektir, ancak bu yüksek düzeyde teknolojik bağımlılık

olduğunu göstermektedir. Bir başka özellik de bu sektörlerde elde edilen katma değerin

sınırlanmasıdır.41 Bu genel olarak ele aldığımız dönemde Endüstri içi ticaret, dâhili

işlem rejimi gibi öne çıkartılan kavramların, gerçekte teknolojik bağımlılık ve yaratılan

“katma değerin”, yani değerin ülke içindeki genişlemesinin (üretilen artı değerin)

endüstri içi ticaret ile ülke dışına transfer edilmesi anlamına gelmektedir. Burada can

alıcı nokta, ileride daha fazla değineceğimiz sermaye diliyle kavramları açıklayan

politik ekonominin “katma değer” kategorisi ile, artı değer ve kar perspektifi arasındaki

önemli farkın getirdiği açıklayıcılıktır. Katma değerin sınırlanması, düşmesi, her zaman

üretimin büyümemesi anlamına gelmez, aksine artı değer ve kar kavramları burada

önem kazanır. Ülke içinde ihracata açılan sektörlerin yarattığı artı değerin bir kısmı

üretim fiyatının uluslararası pazarda belirlenmesi, kur, uluslararası lisans sözleşmeleri

ile ithal girdi kullanımı gibi etkenlerle ülke dışına aktarılmaktadır. Elde kalan katma

birim ithalat); 12- Makina teçhizat sanayi, (0.2267 birim ithalat). Görüldüğü gibi ara malları yanında Radyo tv; taşıt araçları ve makina teçhizat ithal girdi bağımlılığında üst sıralardalar.

41 Güngör Uras, ISO 500’e giren şirketlerin 2004 ile 2005 yıllarındaki üretimleri ile katma değerlerini karşılaştırdığı yazısında, sabit fiyatlarla üretimin %2,2 artmasına karşılık yaratılan katma değerin %10 azaldığına işaret eder (Milliyet, 28.07.2006).

51

değer ise sınırlanmaktadır. Endüstri içi ticaret, artı değer üretimini sınırlamazken, bu

artı değerin kar olarak paylaşımını ülke içinden ülke dışına değer aktarımı olarak

düzenlemektedir.

Özellikle üretim içindeki payları önemli miktarlarda olan ve hızlı büyüme

oranlarına sahip olan sanayilerin (taşıt araçları, büro teçhizatları, kimya ürünleri imalatı

gibi) ithalat bağımlılığı, dış ticaret açığı için önemli olduğu gibi, uluslararası sermaye

birikimi ve meta zinciri ile olan eklemlenme düzeyini de göstermektedir. Bu imalat

sanayileri orta teknoloji (taşıt imalatı, kimya ürünleri imalatı) ile yüksek teknoloji

sanayilerdir.

Tüm bunlarla bağlantılı olarak dış ticaretin teknolojik düzeyinin tam bir

tablosunu vermek açısından son olarak ithalatta teknolojinin payını kısaca irdeleyelim.

52

Tablo 9 1996–2005 Y ıllar ı Arasında İthalatta Te kno loji B ileşimi 1996–2005 Yılları Arasında İthalatta Teknoloji Bileşimi (%)

1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005 Yüksek Teknoloji 11,4 12,2 14,1 17,5 17,0 14,0 12,7 11,7 12,8 11,2 Orta Yüksek Teknoloji 39,5 41,2 42,3 38,4 37,1 33,5 34,5 36,3 37,8 36,4 Orta Düşük Teknoloji 14,4 14,4 14,7 14,5 15,5 19,1 18,9 18,9 19,6 21,4 Düşük Teknoloji 14,3 13,2 13,2 12,3 11,0 12,3 13,6 12,6 11,2 10,6 Doğal Kaynak 20,2 18,7 15,5 17,1 19,3 21,0 20,1 20,3 18,3 20,2 Toplam 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 Kaynak (İGEME, 2007, s.18–19).

İthalatta en büyük payı orta yüksek teknoloji yani elektrikli makina ve cihazlar,

motorlu taşıtlar, kimyasal maddeler, makina ve cihazlar oluşturmaktadır. İlerleyen

bölümlerde üretim araçları niteliği taşıyan yatırım mallarını ayrıştırırken, takım

tezgâhları gibi makina imalat sanayi kapsamında yapılan ithalattaki artışı, bunun yanı

sıra motorlu taşıt ithalatındaki artışı da göreceğiz. İthalatta en yüksek pay orta yüksek

teknolojinin iken, ihracatta da en büyük artış bu teknoloji düzeyinde yakalanmıştır.

Bunun yanında diğer teknoloji düzeyleri belirli bir düzeyde dalgalanırken, orta düşük

teknoloji ithalatının payı %14’ten %24’e çıkmıştır. Bu teknoloji düzeyinin ağırlıklı

olarak kömür, petrol ürünleri, kauçuk, plastik, işlenmiş ya da işlenmemiş metal ve metal

olmayan ürünler gibi ara mallardan oluştuğu düşünülürse, kurdaki düşüşün ithalata

yaptığı etkiyle, ara malı girdisinde de ithalat artmıştır.

1.3.7 Dâhili İşlem Rejimi

Endüstri içi ticaretin diğer bir göstergesi, ya da başka ifadeyle bu ticareti

hukuksal düzenlemeye bağlayan ve teşvik eden bir mekanizma, dahili işlem rejimidir

(DİR). Dâhilde işleme rejimi, sanayicilerin, ithal ettikleri girdileri ülke içinde işleyerek

belli bir süre içerisinde ihraç etmeleri kaydıyla gümrük ve diğer vergi ve fonlardan muaf

olarak ithalat yapabilmelerine olanak sağlamaktadır. Dâhilde işleme izni alınarak

yapılan ithalat, ticaret politikası önlemlerine tabi tutulmaz. Gümrük ve diğer vergiler

teminata bağlı olarak kesilmez. Bu sistemde, ihracat taahhüdünün gerçekleşmesinden

sonra alınan teminatlar iade edilmektedir.

DİR, özellikle incelediğimiz ikinci dönemde ihracatın büyük bir oranını

oluşturmaya başlamıştır (Sönmez, 2005). 2004 yılı verilerine göre, toplam ihracatın

%55’i dâhili işlem rejimine girmektedir. Bu rejimden en çok yararlanan sektörler,

sırasıyla, metal sanayi, otomotiv sanayi, konfeksiyon sanayidir. İlk sırayı alan metal

53

sanayi içinde elektronik sektörü, makina sanayi de bulunmaktadır. Metal sanayi, toplam

dâhili işlem rejimi ihracatının üçte birini oluşturmaktadır. Öte yandan otomotiv sanayi

toplamın dörtte birine yakınını gerçekleştirmekteyken, konfeksiyon sanayi altıda birini

geçmektedir.

Ayrıca ithalatın büyük bir kısmı da dâhili işlem rejimi kapsamında içeride

üretilen mallar için yapılmaktadır.

İhracatın ithalata bağımlılığı üzerine yapılan çalışmaların yoğunlaştığı yön,

dâhili işlem rejimleri olurken, birim ihracat için yapılması gerekli ithalat hakkında da

sonuçlar vermektedirler (Sönmez, 2005, s.31). Bu oran % 77 ile en yüksek elektronik

sanayindedir, daha sonra sırasıyla, demir çelik (% 75,3), demir dışı metaller (% 73,3),

elektrikli makinalar (% 66), taşıt araçları (% 64,8), madeni eşya (% 61,1), dokuma

ve giyim (%58,3) gelmektedir.

Önemli bir nokta ise, dâhilde işlem rejimi kapsamında makina teçhizat

ithali yapılamamasıdır. Yani ihraç edilmek üzere içeride işlenmesi taahhüt edilen mal

için makina teçhizat almak DİR kapsamı içinde değildir. Buradan en azından ileride

işleyeceğimiz makina imalat sanayi verilerinde, doğrudan makina alımlarının DİR

kapsamına girmediği sonucu çıkartılabilir. Öyleyse DİR makina üretim

göstergelerinde saptırıcı bir etki yapamaz; bu ithalatın artmasında ya da azalmasında

etkenler kur ile içeride üretken sermayenin yatırımlarıdır. İncelediğimiz dönem içinde

makina ithalatı ve makina iç pazarı hızlı bir biçimde büyümüştür. Bu da üretken

sermayenin genişlediğini göstermektedir.

Dâhili işlem rejimi birçok yönden göstergeleri farklılaştırmaktadır. İhracattaki

yüksek artışın ithalat ile olan bağının net bir şekilde ayırt edilmesini çoğu zaman

zorlaştırmaktadır. Durumu, ithal girdilerin ucuzlaması ve bu yüzden ithalatın artması

şeklindeki açıklamadan daha karmaşık hale getirmektedir. İhracattaki artışın yarattığı

parlaklığın incelememizi etkilememesi için dâhilde işlem rejimini vurgulamak

gerekliydi. Bu ihracatın önemli bir kısmı bu rejim kapsamında ithalata dayanıyor. Bu da

ithal edilen girdinin taahhüt edilen bir sürede içeride işlenerek ihraç edilmesini

gerektirmektedir. Bunun anlamı, emek gücü niteliklerinden yararlanarak, işlemenin

burada yapılması, ama üretimde elde edilen artı değerin kar transferi, eşitsiz değişim

temelinde başka ülkelere aktarılmasıdır. Yoğun ihraç edilen kimi ürünlerde, katma

değerin ve karlılığın sınırlanması olarak dillendirilen şikâyetler bu gerçeğin bir

54

görünümüdürler. Otomotiv sanayinde bu işleme yönündeki taahhüt daha bağlayıcı ve

kapsamlı olabilmektedir. Girdilerin, yan sanayinin hangi ürünlerinin nereden

kullanılacağı bile lisans veren çok uluslu şirket tarafından sözleşme altına alınmaktadır.

1.3.8 İmalat Sanayinde İkili Yapının İzleri

İmalat sanayinde üretimin ve dış ticaretin yapısına dair yukarıda yaptığımız

incelemeden ana hatlarıyla bir ikili yapının izlerini çıkarmak olanaklıdır. Bu ikili yapı

bir yandan sermaye birikiminin olağan sonucu olarak merkezileşme eğilimi ile imalat

sanayinin parçalı ve dağınık yapısı arasındaki gerilimi ifade etmektedir. Ancak öte

yandan dışa açık birikim modeli ile birlikte uluslararası sermaye ve pazarla eklemlenme

bu ikili yapıyı kendi koşullarına göre şekillendirmektedir.

Türkiye imalat sanayinin yapısı, KOBİ oranı çok yüksek olan parçalı ve dağınık

işletmelerin ağırlıklı olduğu bir yapıdır. Ancak bu işletmeler içinde sermaye birikimin

olağan sonucu olarak büyük şirketler de bulunmaktadır. İmalat sanayinden ya da

herhangi bir alt sektörden bahsederken bu ikiliğin dikkate alınması gereklidir.

Öte yandan 1980 sonrası dışa açık birikimin imalat sanayi içinde yarattığı

değişimler, bu ikili yapıyı da şekillendirmiştir. 1980 sonrası gıda ve tekstilin, tüketim

mallarının toplam katma değer içindeki ağırlığı 1990’larla birlikte göreli olarak

değişmektedir. Bu göreli değişmede, uluslararası sermaye ile eklemlenem ara malı,

yatırım malı sektörlerinin gelişimi de önemli rol oynamıştır. Bunun için, 1987, 1996 ve

2005 yıllarında imalat sanayi toplam katma değerinin belirli sektörlerdeki dağılımına

bakabiliriz:

• 1987 yılında Makina ve taşıt araçlarının (Tüketim elektroniği ve metal

eşyayı da kapsamaktadır) toplam katma değerdeki payı %19 iken, 1996

yılında %29,5’a çıkmış, 2005 yılında %30,1’e yükselmiştir.

• Ana kimya sanayi, petrol ve kömür türevleri, plastik ve lastik ürünlerini

kapsayan Kimya sanayi, 1987 yılında toplam katma değerin %25,4’ünü,

1996’da 23,9’unu üretmiştir. 2005’te bu pay, % 24,2 olmuştur.

• Tekstil’in payı 1987 yılında %16 iken, 1996 yılında %15, 2005 yılında

%14,1’e düşmüştür.

55

• Gıda’nın payı 1987’de %17,1 iken, 1996 yılında %12,7; 2005 yılında ise

%11,5’e düşmüştür. Bunun dışında metal ana sanayinin belirtilen yıllarda

katma değer payında düşme yaşanmıştır (MMO Makina İmalat Sanayii

Sektör Araştırması, 2008, s.94).

Bu tablodan ve yukarıdaki üretim, dış ticaret verilerinden görüldüğü gibi ele

aldığımız dönem görünüm olarak yatırım mallarına doğru ihracat ve istihdamda göreli

bir kayışın olduğu dönemdir.42 Belirttiğimiz gibi katma değer payı henüz mutlak olarak

büyük payı ifade etmese de, daha hızlı artan, hızlı büyüme gösteren sektörler, yatırım

malı ile ara malı sektörleridir (orta-yüksek ve yüksek teknoloji sektörleri). Fakat bu

sektörler aynı zamanda ihracatta da yüksek büyüme kaydetmişlerdir. Bu imalat

sanayinin ikili yapısını kendi koşullarına göre derinleştirmekte, yeniden

şekillendirmektedir. Bu ikili yapıyı Tanyılmaz da (2004, s.34).vurgulamaktadır:

Bir yanda ihracata yönelmiş, ama bu arada iç pazarı da büyük

ölçüde ellerinde tutan sermaye bloku, öte yanda sadece ülke içinde

üretim yapan ve bu uluslararası üretim zincirinde yer alamamış

sermaye grupları.

Yani bu ikili yapı, dış pazarlara açılma ile birlikte ihracata yönelen sektörler ile

iç pazar ile sınırlı kalan sektörler arasında yaşanan ayrışmanın etkisine de maruz

kalmaktadır.

Kuşkusuz, imalat sanayindeki ikili yapının gerçekliği ve hareketi, birbirinden

kesin çizgilerle ayrılmış kuramsal bir nitelemeyi değil bu ikisi arasında geçişler gösteren

bir yapıyı oluşturuyor. Örneğin, ileride göreceğimiz gibi, yabancı sermaye ortaklığı çok

az olan, uluslararası pazarlara açılmaya başlayan, hatta üretken sermaye ihracı da yapan

bir makina imalat sanayi, tüketim elektroniği sanayinden farklı bir nitelik

göstermektedir. Otomotiv sanayinde uluslararası sermaye ile eklemlenmiş yapı, binek

otomobilinde farklı bir nitelik sergilerken, hafif ticari araçlarda yerli sermayenin

42 Yatırım malları üretiminin, genel düzeyde ülke içi üretimi tetiklemesi, ülke içi üretime yatırım malı girdisi sağlaması beklenir. Oysa ileride göreceğimiz gibi bu, üretim aracı niteliğindeki yatırım malları için geçerlidir. Bunlar iç pazara yönelik üretim aracı gereksinimini karşılayabilirler. Bu nedenle yatırım mallarındaki iyileşmenin üretim araçları üretimine ne kadar yansıdığı, bunun teknolojik değişime nasıl yansıdığı ileride ele alınacak.

56

donanımı açısından daha etkili olabilmektedir. Bu ara görünümler, kuşkusuz

incelediğimiz dönemin geçiş yapısı niteliğinden kaynaklanmaktadır. Bu geçişte dış

ticaretin Gümrük Birliği ile bu düzeyde serbestleşmesinin yarattığı koşullar kadar,

dönemin ilk yarısında toplam sermaye döngüsünün özellikle para sermayenin ülke içi

oluşma koşullarının şiddetli biçimde sarsıldığı ve yeniden yapılandığı koşulların da

etkisi bulunmaktadır. Ancak en azından yukarıda irdelediğimiz genellik düzeyinde (yani

otomotiv, tüketim elektroniği ve makina imalat sanayi gibi üretim aracı niteliği taşıyan

sanayilerdeki ayrıntılı incelemeye girmemişken) yatırım mallarındaki göreli değişimi

yorumlamakta bu çerçeve işe yarar bir çerçevedir.

Bu dönem içinde yatırım mallarında yaşanan gelişmenin temel itici güçleri

otomotiv, dayanıklı tüketim malları ve tüketim elektroniği sanayileri olmuşlardır.

Bunlar, uluslararası sermayeyle eklemlenme biçimleri kendi içlerinde farklılık gösterse

de (Taymaz ve Yılmaz, 2008) sermaye merkezileşmesinin en yoğun olduğu ve

uluslararası pazarlara açılan sektörlerdir. Taymaz ve Yılmaz’ın 2007 yılında yaptıkları

bir çalışmaya göre, genel olarak imalat sanayinde Gümrük Birliği sonrası toplam faktör

verimliliği çok büyümemiştir; ancak otomotiv ve tüketim elektroniği sektörlerinde

yüksek düzeyde verimlilik artışı görülmüştür (Taymaz ve Yılmaz, 2007). Öyle ise

uluslararası pazarlara eklemlenme derecesini hatta yerli sermayenin belirli kesimlerinin

ülke dışında özellikle ele aldığımız dönemde artan yatırımları da göz önünde

bulundurarak bu ikili yapıyı, imalat sanayinin değerlendirilmesine de yansıtmak bir

gerekliliktir.

Burada bir noktaya daha değinmek gereklidir. İmalat sanayinin ikili yapısı,

sermaye birikiminin ikili yapısını yansıtmaktadır ve bu yapı, görüldüğü gibi eşitsizdir.

Uluslararası sermayeyle eklemlenen, ihracatla büyüyen sermaye kesimleri bu üretim

yapısının hakim aktörleridir. Buna karşılık içinde hareket ettikleri ortam, en azından

inceleme alanımız çerçevesinde Türkiye’deki imalat sanayinin genelidir. Bu ortam, yani

ikili yapının iç pazarla ile sınırlı kalan, dağınık ve parçalı imalat yapısı, hakim sermaye

kesimlerinin içinde hareket ettiği ortamdır, bu ilişki çelişki ilişkisinden daha çok, bu

harekete mukavemet etme ilişkisi olarak tarif edilebilir. İlerleyen bölümlerde örnekleri

verilecektir; ancak otomotiv sanayinin yan sanayi ilişkinin güçlü olması, bu mukavemet

içinde üretim yapısının gelişme alanlarını göstermektedir. Ülke içi üretim, kesimler

57

arası ilişkinin yani üretim araçları üretimi ile tüketim araçları üretimi arasında girdi çıktı

ilişkisinin “göreli” olarak sağlıklı kurulduğu bir ideal tipten öte, böyle bir ikili yapı

içinde, hakim sermaye akımının çevresinde kümelenen, ya da uluslararası sermaye ile

eklemlenerek, ülke içinde yan sanayi şeklinde evrilen bir dallanmayı anlatmaktadır.

İmalat sanayinin “genel” yapısı yerine ikili yapısını ön plana çıkarmak, salt

kavramsal netlik için değil, aynı zamanda tez boyunca yaşanan bir gerilimin de

ifadesidir. Bu ikili yapı göz ardı edilerek, imalat sanayinin “genelindeki” teknolojik

değişme irdelenmeye çalışılırsa, sanayinin dağınık ve KOBİ’lerin sayısal ağırlığı ile

belirlenen örüntüsü içinde teknolojik değişme dinamikleri, sermayenin

merkezileşmesinin görünümleri gölgede kalacaktır. Bu durumda genel olarak doğru

olan ana önermeler her şeyi eşitler tarzda ağırlık kazanmaktadır. Kamu yatırımları

ortadan kalkmıştır, dış ticaret çok büyümüştür, bu koşullar altında yatırım ve tasarruf

düzeyi çok düşüktür. Sabit sermaye yatırımları 1980 öncesine göre çok zayıf

durumdadır. İmalat sanayi parçalıdır, düşük ücret ve emek yoğun üretime

dayanmaktadır, genelinde içerilmiş teknoloji dışında (o da görelidir, ikinci el makina

alımı da fazladır) teknoloji değişimi yoktur. Bu parçalı ve dağınık yapının sermaye

yapısı çok güçsüzdür, büyük bir kısmı için finansal araç ve para sermaye olanağı çok

kıttır. İkili yapı göz ardı edilir; eşitleyici ve körleştirici bu ana önermelerle imalat sanayi

türdeşleştirilirse, ülke dışında yatırımlar yapan, fabrika açan, içeride gelecekte döviz

kuru sarsıntılarından etkilenmeyeceğini iddia eden43, uluslararası sermayeyle hızlı

biçimde eklemlenen sermaye grubundaki değişim görünmez kalır. Bu nedenle ikili yapı

tez boyunca böyle tanımlanacak, üretim yapısındaki teknolojik değişim incelenirken şu

gerçeğe dikkat edilecektir: İster diğer ülkelerle (erken kapitalistleşmiş ülkelerin tümü,

geç kapitalistleşen ülkelerin bir kısmıyla) kıyaslanırken olsun, isterse de kendi başına

değerlendirilsin, Türkiye’de teknoloji edinme ve üretmenin zayıf yapısı bir arkaplandır.

Yani kabul edilmesi gereken bir arka plandır. Ancak bu arkaplan önermesi eşitleyici ve

düzleyici bir biçimde tüm üretim yapısına yayılır, onun eşitsiz yapısı içinde ne anlam

ifade ettiği deşifre edilmezse aynı zamanda genel bir doğru, bir arka plan önermesi 43 Koç Holding yöneticisi Bülend Özaydınlı şöyle diyor: "Bu yıl mevcut işlerdeki gelişmenin yanı sıra yeni iş alanlarına da girmeyi hedefliyoruz. Bu kapsamda Türkiye'de ve komşu ülkelerdeki özelleştirmeler önemli fırsatlar içeriyor... Topluluğumuz iç ve dış pazarlarda yeni atılım ve girişimlerle büyümeye devam ediyor. Yurtdışı gelirlerinin toplam ciro içindeki payı arttı. Bunun doğal bir sonucu olarak yurtiçi piyasalardaki dalgalanmalardan doğacak risklerimiz azaldı" (Milliyet Business, 13 Mayıs 2004).

58

körleştirici, iç gerilim ve dinamikleri açıklamaktan uzak bir önermeye dönüşür. Bu

tezde bu gerçek olabildiğince dikkate alınmaya çalışılmaktadır.

Örneğin 1997–1999 yılları arasında Tüsiad için yapılan sektör araştırmalarında

imalat sanayinin genelinin rekabet stratejisinin ürün farklılaştırmaktan çok fiyat

düşürme olduğu saptanmıştır (Tüsiad, 2000, s.23).44 Ancak aynı araştırma, imalat

sanayinin genelinden ayrı olarak “liderler (öncüller)” ile “artçılar” arasında ayrım

yapmakta, liderlerin üretim, organizasyon ve ürün sürecinde teknolojik yenilikleri

rekabet stratejisine almaya başladığını belirtmektedir. İşte teknolojik yenilik ihtiyacı, bu

yöndeki teknoloji politikaları, bu şirketler, sermaye kesimleri için en işlevli politikalar

olduğu kadar, bu kesimler için giderek daha fazla gereksinim haline gelmektedir.

Bu ikili yapı, bu tez çalışmasında sermaye birikiminin kaçınılmaz sonucu olması

dışında herhangi bir yargıyla değerlendirilmemektedir. Sermayenin doğası gereği

tekelleşme eğilimi taşıdığı ortadayken, üretimin geneli üzerine politika önerisi getirmek

yerine, bu üretim yapısının ikili niteliği ve değişim dinamikleri açığa çıkartılmaya

çalışılacaktır.

1.4 1996–2005 Arasında Teknoloji Üretimi ve Teknolojik Değişim

Geldiğimiz bölüme kadar, dönem içinde yatırım malları üretimindeki değişime

vurgu yaptık. Üretimde ve ihracatta, teknolojik yapının önceki döneme göre göreli

değişimini irdeledik. Orta teknolojinin, özellikle orta yüksek teknolojinin değişimi ile

sınırlı da olsa yüksek teknolojini üretim ve ihracatında artışın, değişimin izlerini

saptadık. Yani göreli olarak teknoloji derecesi yükselen ürünler üretiminde bir gelişme

görülmektedir. Bunlar, ürünlerin teknolojik düzeylerini ele almamız açısından anlamlı

verilerdir. Bunun yanında bu tür yatırım mallarının, teknolojik düzeydeki ürünlerin

üretim sürecindeki değişimin, ürünlerde ve üretim sürecinde yapılan teknolojik

yeniliklerin, bu alanlarda yapılan Ar-Ge harcamalarının verilerini de değerlendirmemiz

gerekiyor. Yani imalat sanayindeki doğrudan teknoloji üretimine yönelik çabaların bir

44 Otomotiv, elektronik ve çimento sektörlerini kapsayan bu araştırmaların nitelikleri de ele aldığımız dönemin farklılığını gösterir. Bu araştırmalar ilk kez bir sektörün büyüklü küçüklü şirketlerinin sektörün ortalama üretkenliği, üretim ve organizasyon yapısı, “rekabet stratejisi” hakkında kendini ölçeceği ölçüt (benchmarking) olarak görülmektedir.

59

göstergesi olan verileri ortaya koymamız gerekiyor. Burada ikinci bölümde daha

ayrıntılı anlatacağımız bir gerçeği vurgulayarak devam etmek gereklidir. Üretim

teknolojisi ve üretimin teknolojik olarak değiştirilmesi yönündeki çabaları

değerlendirmeye yönelen artı değer üretimi ve sermaye birikimi perspektifli bir

yaklaşımın, bilim üretim sürecini, yani Ar-Ge ve teknoloji üretim sürecinin gelişimini

göz önünde bulundurması gereklidir. İkinci bölümde temellendireceğimiz gibi bu

sürecin sermaye tarafından sanayileştirilmesine yönelik çabalar bulunmaktadır; bu

durumun teknoloji üretimi açısından dolaysız sonucu, bu üretimin de bir girdi çıktı

ilişkisi temelinde parçalara bölünmesi (temel bilimsel araştırmalar, Ar-Ge, mühendislik

bilimleri), belirli bölümlerinin aktarılabilir duruma gelmesidir. Fakat aynı zamanda,

bilim ve teknoloji üretim süreci, yatırım mallarından, ara mallara, tüketim mallarına,

kısacası genel olarak ekonomiye girdi sağlayan bir sektör haline dönüşmektedir.

Teknoloji üretiminin, teknolojik yenilik, üretim süreci, yöntemi ya da ürün yeniliği gibi

kapsamının genişlemesi, bu sürecin bir sonucu ve aynı zamanda üzerinde geliştiği

koşulları oluşturmaktadır.

Aşağıda sunulan teknolojik yeniliklerin ve değişimin tablosu, teknoloji

kuramları ve yaklaşımları değerlendirildikten sonra yukarıdaki çekinceler gözetilerek

ilerleyen bölümlerde yorumlanacaktır.

1.4.1 İmalat Sanayinde Teknolojik Yeniliğe Dair Göstergeler:

Bu bölümde teknolojik yeniliklere dair göstergeleri inceleyeceğiz. İlginç olan

verilerden birisi, bu teknolojik göstergelerin büyük bir kısmının ele aldığımız dönemde

izlenmeye başlanması, hatta bunları hazırlayan kurum ve kurumsallaşmaların

(TÜBİTAK’in altında oluşan alt kurumların) büyük bir bölümünün de aslında zaten

incelediğimiz dönemde kurulmuş olmasıdır. İmalat sanayinde teknolojik yeniliğe dair

önemli bir gösterge Ar-Ge harcamalarının ele aldığımız dönemde değişimidir.

1.4.2 Araştırma-Geliştirme Harcamaları

Bu dönemde Ar-Ge harcamaları şöyle değişmiştir:

60

Ar-ge Harcamaları

0

0,5

1

1,5

2

2,5

3

1995 1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005

Yıllar

Mil

yar

Do

lar

Ar-ge Harcamaları

Grafik 6. Yıllara Göre Ar-Ge Harcamaları (Milyar Dolar)

Kaynak TUİK.

Görüldüğü gibi Ar-Ge harcamalarının yükselişi özellikle 2001 yılı kriziyle

kesintiye uğramış ancak ikinci dönem daha yüksek bir hızla artış göstermiştir. Aşağıda

bu harcamaların mutlak büyüklükleri ve GSMH’e oranla büyüklükleri gösterilmektedir:

Tablo 10 Ar-G e Harcamaları ve GSM H içinde ki Pay ı Ar-Ge Harcamaları ve GSMH içindeki Payı

Yıllar 1995 1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005

Ar-Ge

Harcaması

(Milyar

Dolar)

0,7 0,9 1,11 1,07 1,31 1,35 1,04 1,38 1,31 2,21 2,84

GSMH

içinde Ar-

Ge Payı

0,37 0,44 0,48 0,49 0,62 0,63 0,73 0,67 0,62 0,67 0,79

Kaynak TUİK ve TCMB.

GSMH içindeki Ar-Ge payı da, harcamanın büyüklüğü gibi, 2001 kriziyle

kesintiye uğramış ama 2003 yılı ile birlikte tekrar yükselişe geçmiştir. Ancak bir

karşılaştırma açısından, Türkiye’nin 2005 yılında ulaştığı binde 8’lik paya karşılık,

2000 yılı değerleri ile alındığında İsveç’in payı %3,7, Japonya’nın payı %3,3, Güney

Kore’ninki %2,9’dur. ABD ve Almanya ise GSMH içinden araştırma ve geliştirme

61

harcamalarına sırasıyla %2,4 ile %2,3 pay ayırmaktadır. Yani Türkiye’de incelediğimiz

dönem içinde Ar-Ge harcamaları önemli bir artış göstermiştir, ancak erken

kapitalistleşen ülkelere ve kimi geç kapitalistleşen ülkelere göre çok küçüktür.

Dünya Bankası’nın 2006 yılındaki bir raporuna göre, 2002 yılında bu Ar-Ge

harcamalarının %41’i şirketlerin Ar-Ge harcamalarıdır (Dünya Bankası, 2006b, s.182).

Dünya Bankası, özel sektörün Ar-Ge harcamaları içindeki payını düşük bulmaktadır.

Raporda belirtildiğine göre özel sektörün Ar-Ge harcamasındaki payı Çek

Cumhuriyeti’nde %52, Çin’de %60 düzeyinde bulunmaktadır. Toplam Ar-Ge

harcamalarında özel şirketlerin payı 2005’den sonra Türkiye’de yüzde 43 iken, AB-

25’te yüzde 65 civarındadır. Milli gelirlerinden Ar-Ge’ye en yüksek payları ayıran

ülkelerden Finlandiya, Japonya ve ABD’de bu oranlar sırasıyla yüzde 74, yüzde 82 ve

yüzde 69’dur (TİSK İşveren Dergisi, Mart 2007).

Ele aldığımız dönem içerisinde özellikle dönemin ikinci yarısında Ar-Ge

harcamaları ve teknolojik yenilik konusunda önemli bir artış görülmektedir. Ancak

karşılaştırmalı olarak bakıldığında Türkiye çok geridedir. Bir TİSK raporuna göre,

Türkiye’nin yenilikçilik endeklerine göre AB ortalamasını yakalamasının 20 yıl ve

ABD’yi yakalamasının 50 yılı aşacağı tahmin edilmektedir (TİSK, 2007).45 Ancak bu

iki önerme çelişkili değildir. Türkiye’nin bu dönem içinde Ar-Ge’de gösterdiği artış,

teknoloji geliştirme ve üretme konusunda sermaye birikiminin belirli bir evresini

göstermektedir. Ancak erken kapitalistleşmiş ülkelerle kıyaslandığında Türkiye çok

geridedir. Bu da zaten teknolojinin sihirli bir değnek olmadığını göstermektedir.

Teknoloji, sermaye birikimine bağlıdır. 1980’den sonra karlılık nedeniyle ara malları

hatta sınırlı olarak yatırım malları üretimine yönelen Türkiye’deki donanımı yüksek

sermaye açısından 1990’ların ortası belirli bir aşamayı ifade etmektedir. 1990’lar

sonrası yatırım malları üretiminde, ihracatında başı çeken sermaye grupları açısından

teknoloji ve teknolojik gelişme belirli ölçülerde, rekabet, ürün yeniliği, standartlaşma

için bir ihtiyaçtır. Ele aldığımız dönemdeki gelişmenin ana dinamiklerinden biri budur

45 “2005 yılı AB ülkeleri yenilikçilik endekslerine göre Türkiye 0.06 endeks puanı ile sonuncu ve İsveç 0.72 endeks puanı ile birinci olmuştur. AB-25 ortalama 0.42 ve ABD 0.60 puan almıştır. Türkiye’nin AB ortalamasını yakalamasının 20 yıl ve ABD’yi yakalamasının 50 yılı aşacağı tahmin edilmektedir. Ülkemiz bu endeks sınıflandırmasında ‘kaybedenler’ grubunda yer almaktadır” (TİSK, 2007).

62

ama öte yandan uluslararası sermaye ile karşılaştırıldığında teknolojik gelişme henüz

zayıftır ve bu da bu gelişimin üst sınırlarını belirlemektedir.

Ele aldığımız dönemde Ar-Ge harcamalarının özel şirketler, kamu kesimi ve

üniversiteler arasında hangi oranda dağıldığını aşağıda görmek olanaklıdır:

Tablo 11 Ar-Ge Harcamalarının Se ktörler Arası Dağı lımı

Ar-Ge Harcamalarının Özel Sektör, Kamu ve Üniversiteler Arasındaki Dağılımı

Yıl Ticari (Trilyon TL)

Kamu Yüksek Öğretim

Toplam

Ticari Ar-

Ge’nin Payı (%)

Kamu Payı

Yüksek Öğretim

Payı

1995 7 2,2 20,4 29,5 23,6 7,4 69

1996 17,3 7,9 41, 5 66,7 26 11,9 62,1

1997 45,76 14,9 81,1 141,8 32,3 10,5 57,2

1998 82,2 19 159,2 260,4 31,6 7,3 61,1

1999 186,1 32,6 270,4 489,2 38 6,7 55,3

2000 267 49,4 482 798,4 33,4 6,2 60,4

2001 435,86 95,1 760,9 1291,9 33,7 7,4 58,9

2002 529 129,3 1185 1843,3 28,7 7 64,3

2003 510,4 229,3 1457,4 2197,1 23,2 10,4 66,4

2004 700,6 230,5 1966,4 2897,5 24,2 7,9 67,9

2005 1297,6 443,2 2094,5 3835,4 33,8 11,5 54,7

Kaynak TUİK.

Bu iki tablo, Türkiye’de 1996–2005 arası Ar-Ge harcamalarının gelişimi

açısından önemli sonuçlar sunmaktadır. Ar-Ge harcamalarının 2001 kesintisine karşılık

düzenli bir artış gösterdiğini dikkate alarak, yukarıdaki tablodan şu eğilimleri çıkarmak

mümkündür. Genel olarak özel sektör Ar-Ge harcamaları artma eğiliminde, üniversite

Ar-Ge harcamaları da azalma eğilimindedir. 2001 krizinin ardından toparlanmayla

birlikte 2004 ve 2005 yıllarında özel sektör Ar-Ge harcamaları da tekrar yükselmeye

başlamıştır. Özellikle kriz sonrası toparlanmaya dek olan dönem, yani 2001–2004 yılları

arası üniversite ile özel sektör Ar-Ge paylarının değişimi, üniversite sanayi işbirliğinin

içeriğini ve anlamını açığa çıkarmaktadır. Özel sektör Ar-Ge harcamalarının sekteye

uğradığı bir dönemde üniversite Ar-Ge harcamaları pay olarak yükselmekte, özel sektör

harcaması tekrar yükselmeye başladığında ise üniversite Ar-Ge harcamalarının payı

63

azalmaktadır. Dünya Bankası’nın, OECD’nin, evrimci ve kurumsalcı iktisadi görüşlere

yakın olan teknoloji yaklaşımı, Ar-Ge harcamalarında özel sektörün payının artmasını

hedeflemektedir. Ancak bu artışın hemen gerçekleşmesi beklenemez. Devletin

doğrudan teşviklerle sektörleri destekleyemediği durumlarda, teknoloji politikaları ile

özel sektörü desteklemek gündeme sokulmaktadır. Bu da kamunun payının azalması,

üniversitelerin sanayi ile işbirliğine girmesi, teknoloji politikaları ile özel sektör Ar-Ge

harcamalarının desteklenmesi demektir. 2001 krizi ile birlikte özel sektör Ar-Ge

harcamaları düşmeye başlamış buna karşılık üniversitelerdeki Ar-Ge harcamaları bunu

telafi eden bir artışa yönelmiştir.46 Özel sektör Ar-Ge harcamalarının payının kriz

nedeniyle azaldığı anda üniversitelerde Ar-Ge harcamalarının payının artması, teknoloji

geliştirmenin sosyal maliyetini genele yayma kadar, ileriye dönük ihtiyaca yönelik bir

eklemlenmenin de başlangıç adımlarıdır. Özel sektörün Ar-Ge harcamalarının zeminini

oluşturacak nitelikli emek gücü ve deneyim bu üniversite Ar-Ge harcamalarından

gelmektedir, gelecektir. Ar-Ge yani bilim üretim sürecinde nitelikli emek gücünü

(elbette eşitsiz biçimde) oluşturmak üzere yapılanları ilerleyen bölümlerde anlatacağız.

Ancak şimdi üretimde yapılan ve ölçülebilen teknolojik yeniliklerin durumunu

değerlendirelim.47

1.4.3 Teknolojik Yeniliklerin Nitelikleri

TUİK’in AB programlarına uygun yaptığı teknolojik yenilik anketlerinin

sonucunda, imalat sanayindeki yeniliklerin teknolojik yenilik çeşitlerine göre dağılımı

ve bu dağılımın 1995–2004 arasındaki değişimi şöyledir:

46 İTÜ’ye bağlı otomotiv sanayi ile işbirliği içinde çalışan araştırma merkezi OTAM göz önünde bulundurulursa, özel Ar-Ge harcamaları geri çekildiğinde, üniversitenin Ar-Ge harcamalarının yükselmesinin telafi edici etkisinin nasıl işlev görebileceği anlaşılabilir.

47 Bu alanda düzenlenen anketler ancak incelediğimiz dönem içinde yaygın olarak yapılmaya başlanmıştır. Teknolojik yenilik kavramının zamanla yaygınlaşması ve algılanması yüzünden bu anketlerin elde ettiği ölçüler, eksiklikler taşımaktadır. Bu eksiklik bir yandan genel olarak imalat sanayinin yapısı ve sermaye birikimi ile ilgilidir, öte yandan algılayış ile ilgilidir. Ancak giderek bu anketlerin ölçüm yeterliliklerinin yükseleceği, bu ölçüye uygun uygulamaların artacağı (arananın bulunacağı) yönünde bir eğilimin olduğu da ortadadır.

64

İmalat Sanayinde Yenilik Çeşitleri

20,1

26,331

35,8 36,4

29,9

44,1

37,3 39

05

101520253035404550

1995-1997 1998-2000 2002-2004

Yıllar

%

Ürün Yeniliği

Süreç Yeniliği

Ürün ve Süreç Yeniliği

Grafik 7. İmalat Sanayi Yeniliklerinin Yıllara Göre Değişimi

Kaynak TUİK. Ürün yeniliği yapma bütün dönem boyunca istikrarlı bir artış göstermiştir. Ürün

çeşitlendirme, bireysel sermaye açısından rekabet edebilmenin önündeki az seçenekten

biri haline gelmiştir. Bu arada şunu belirtmek gerekir ki, bu üç dönem gözetildiğinde

ankete yanıt veren bütün firmalar içinde teknolojik yenilik yapanların oranı artmıştır

(İlk dönem: %24,6; ikinci dönem: %29,4, üçüncü dönem: %34,8).

TUİK verilerine göre, 2002–2004 yılları arasında sanayi içerisinde teknolojik

yenilik yapma oranı %34,58’dir. Yani her bin firmadan ancak 346’sı teknolojik bir

yenilik (ürün ve/veya süreç yeniliği) yapmaktadır. 250’den fazla çalışana sahip olan

firmaların yarısından fazlası (%56,3) teknolojik yenilik yapmaktadır. Buna karşılık 50

ile 250 arasında çalışana sahip şirketlerin %46,2’si teknolojik yenilip yaparken, 50’den

az çalışana sahip şirketlerin %31’i teknolojik yenilik yapmaktadır. Ölçek ekonomisi ile

teknolojik yenilik yapabilme yeteneği birbirine koşut gözükmektedir. Büyük ölçeğe

sahip şirketler daha fazla teknolojik yenilik yapmaktadırlar. Bu sonuç bir kere daha

teknoloji geliştirme, teknoloji üretme ve teknolojiyi edinme (istenirse teknoloji üreten

bir şirketten satın alma) sürecinin kopmazcasına sermaye birikimi ve düzeyiyle

bağlantılı olduğunu göstermektedir. Daha geniş bir bütüne bağlama ise ilerleyen

bölümlerde yapılacaktır.

65

1.4.4 Araştırma ve Geliştirme Sürecinde Nitelikli Emek Gücünün Durumu

Ar-Ge çalışanlarının ve araştırmacıların incelediğimiz dönem içindeki değişimi

ise şöyledir:

8,29,6 10,4 10,2 10,5

13,1 12,8 13,6

18,1 18,3

22

78 8 8

910

11 11

1516

18

0

5

10

15

20

25

1995 1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005

Yıllar

On

bin

işg

ücü

baş

ına

düşe

n

Ar-Ge Çalışanı

Araştırmacı

Grafik 8. Ar-Ge Çalışanlarının Yıllara Göre Oranı

Kaynak TUİK. İşgücü başına düşen Ar-Ge çalışanı sayısı incelediğimiz dönemde düzenli olarak

artmıştır. Ama dönemin ikinci yarısındaki artış hızı ilk yarısındakine göre daha fazladır.

Grafikteki yükseliş erken kapitalistleşen ülkeler ve G. Kore ya da Çin ile

karşılaştırıldığında çok küçük olsa da (OECD Science, Technology and Industry

Scoreboard, 2003 ve 2007), nitelikli emek gücü sayısı artmaktadır.

Üniversiteler, Ar-Ge çalışmasını yürütecek nitelikli emek gücünü yetiştirme

işlevleri yüzünden önemlidirler. Bu kurumlar, aynı zamanda üniversite sanayi işbirliğini

gerçekleştirmek, üniversitenin temel bilimsel araştırma ortamını sermaye birikiminin

metalaştırma arayışına açmak için de temel bir rol üstlenirler. Bu yüzden ele aldığımız

dönemde üniversite sayısı, üniversitede okuyan öğrenci sayısı sistemli bir biçimde

artırılmaktadır. Kuşkusuz yüksek öğretim de eşitsiz bir biçimde yeniden

biçimlendirilmektedir; Ar-Ge için gerekli nitelikli emek gücü bütün üniversitelerden

sağlanamaz. Bunu TÜSİAD raporu da (2003c, s.18) dile getirmektedir:

… yükseköğretim hayatımızda çok önemli değişiklikler yaşanmıştır. Vakıf üniversiteleri kurulmuş, devlet üniversitelerinin sayısı 28’den 53’e çıkmış, üniversiteler ülkenin dört bir yanına

66

yayılmaya başlamıştır. Sistem homojen olmaktan çıkıp giderek heterojen bir karakter kazanmaya başlamıştır. Ayrıca, bilim ve teknolojinin ülkemiz dahil bütün dünyada ekonomi ve toplum hayatında daha fazla rol oynaması, yükseköğretim kurumları arasında farklılaşmayı zorunlu hale getirmiştir. Bu farklılaşma fiili olarak gerçekleşmeye başlamış; bazı üniversitelerimiz kendilerine değişik misyonlar tanımaya ve özellikle araştırma–öğretim, sanayi ilişkileri, lisansüstü eğitim–lisans eğitimi eksenleri üzerinde kendi konumlarını tanımlamaya başlamışlardır.

Üniversiteler arasında uzmanlaşma başlamıştır. Özel üniversiteler ve belirli

teknik üniversiteler Ar-Ge’ye ve üniversite sanayi işbirliğine yönelik nitelikli emek

gücü yetiştirmek üzere öğretim vermektedirler.48 Aynı raporda belirtildiği gibi, bu

nitelikli emek gücünün oluşturulması için üniversitelere yönelik talepler de artmaktadır

(TÜSİAD, 2003c). Ar-Ge çalışmalarına nitelikli işgücü sağlamanın yanı sıra üniversite

sanayi işbirliği üzerinde önemle durulan bir talep olarak öne çıkmaktadır. Elbette ki

temel amaç bu işbirliklerinde yürütülen temel bilimsel araştırmaların sonuçlarının

ticarileştirilmesidir. Ticarileştirme (ya da metalaştırma) kavramı, teknolojik yenilik

açısından temel bir kavramdır. 1995 sonrası girilen dönem açısından anlamı daha da

belirginleşmektedir. “Üniversiteler ile sanayi işbirliğinin geliştirilmesi” amacıyla

açıklanan ihtiyacı ifade etmekte de kilit önemdedir. Yenilik süreçlerinde ticarileştirme

aşaması, temel bilimsel buluşların, sanayiye ve tüketime uygun hale getirilmesini ifade

eder. Yani temel bilimsel buluşların yürütüldüğü, kamuya ait Ar-Ge kurumları,

üniversitelerdeki Ar-Ge çalışmaları ile sanayi arasındaki bağın kurulması aşamasını

ifade eder. Üniversite ile sanayi işbirliğinin cisimleşmesi için sermaye kesimlerinin

ihtiyaçlarının somutlaşmış biçimi olan araştırma ve geliştirme süreçlerinin ticari

ürünler, yani metalar olarak ortaya çıkması gerekmektedir. Bunun birkaç aracı

bulunmaktadır: “Üniversite sanayi işbirliği”, “Ar-Ge çalışmalarının sadece kamuda

değil, özel şirketlerde de desteklenmesi” ve bu Ar-Ge çalışmalarını yürütebilecek

48“Ülkemizin özellikle kritik teknolojilerdeki araştırmacı açığının kapatılması, ileri teknoloji alanlarında kapasite oluşturulması, … beşeri-fiziki kaynakların en etkin şekilde kullanılması amacıyla Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı tarafından 2001 yılından itibaren İTÜ, Ankara Üniversitesi ve Gazi Üniversitesinde İleri Araştırma Eğitim Programları ve Ortadoğu Teknik Üniversitesinde Öğretim Üyesi Yetiştirme Programı başlatılmıştır. Söz konusu programlar aracılığıyla VIII. Beş Yıllık Kalkınma Planında öncelikli olarak yer alan konularda 1000’in üzerinde doktoralı araştırmacı yetiştirilecek olup 2005 yılından itibaren bu projelere Ankara Üniversitesi ve Ege Üniversitesinde yürütülecek Öğretim Üyesi Yetiştirme Programları eklenmiştir. Ayrıca, seramik sanayiinin doktoralı araştırmacı ihtiyacını karşılamak amacıyla Anadolu Üniversitesinde Seramik Sanayiinin Ar-Ge Yeteneğinin Artırılmasına yönelik Lisanüstü Ar-Ge Programı başlatılmıştır” (DPT, 2006c, s.255).

67

“nitelikli insan” yani nitelikli emek gücü yetiştirilmesidir. Tez boyunca, bu amaca

yönelik atılan adımların, kurumların özellikle ele aldığımız dönemde arttığını, hatta

genelde bu dönemde başladığını göreceğiz. Üniversite sanayi işbirliğine yönelik temel

program olan ÜSAMP’ın (Üniversite Sanayi Ortak Araştırma Merkezleri Programı)

uygulamaya konması da dönemin başlangıcındadır.49 Program, Bilim Teknoloji Yüksek

Kurulu kararları uyarınca, TÜBİTAK Bilim Kurulu’nun 07 Eylül 1996 tarihli

toplantısında kabul edilerek uygulanmaya başlamıştır.

Zaten Ar-Ge insan kaynakları daha çok üniversitelerde birikmiş olarak

görülmektedir50. Bilginin metalaştırılması, kapitalist üretim sürecine girdi olabilmesi

yani ticarileştirilmesi için sanayinin Ar-Ge “insan kaynakları”nın da zenginleştirilmesi

gerekli görülmektedir (TTGV, 2007). Bu kaynakların üretimi ise üniversitelerin bu

yönde yeniden yapılandırılması ile mümkündür.

Üniversiteler sadece kendi aralarında uzmanlaşmamaktadırlar; aynı zamanda

öğretim olarak da kendi içlerinde giderek daha fazla uzmanlık alanları oluşmaktadır.

Öğretim müfredatı, bu uzmanlık alanlarına göre yeniden biçimlenmekte, yeni bölümler

kurulmaktadır. Bilim üretiminin giderek daha fazla uzmanlık dalına ayrılması üzerine

kuramsal bölümde bütünsel bir çerçeve sunacağız. Ancak bilim üretiminini temel

alanlarından olan Ar-Ge çalışmalarının konuları da bilimini artan uzmanlık dallarını

belirlemektedir. Bu nedenle Ar-Ge için gerekli nitelikli emek gücünün eğitimini

üstlenen üniversitelerde uzmanlık dallarının artışını görmek olanaklıdır.

Özellikle ele aldığımız dönemde açılan yeni bölümlerden birkaçı ve öğretime

başlama tarihleri şöyledir: İTÜ’de Kontrol Mühendisliği (2001–2002 yılında öğrenci

almaya başlamış), Telekomünikasyon Mühendisliği, İmalat Mühendisliği (Makina

fakültesine bağlı, 2003–2004 yılında öğrenci almaya başlamış), 1999 yılında öğretime

49 “[ÜSAMP] özetle üniversite ve sanayi kesimlerinin, teknolojik yaratıcılıkta ve endüstriyel gelişmelerde temel ve uygulamalı araştırmalar aracılığı ile etkileşimini sağlamak yönünde kurumsal bir yapılanma öngörmektedir” (Kiper, 2004, s.105–106). Üniversite sanayi işbirliğinin Türkiye’deki durumu için bu kaynağa bakılabilir.

50 Ergün Türkcan üniversitelere fabrika derken, bugünkü gelişmeye paralel bir öneri sunmaktadır: “…bizim uzun dönemli yatırım önerimiz bir üniversite yatırımı mahiyetinde, insan gücüne yatırımdır. O büyük genç kitleyi dezavantajdan avantaja çevirmeyi de onları üniversite fabrikasının içine sokarak büyük bir üretici haline getirmek şeklinde düşündük” (Türkcan, 1994, s.39)

68

başlayan Sabancı Üniversitesi’nde Mekatronik bölümü, Mikroelektronik Mühendisliği

bölümü, Malzeme Bilimi ve Mühendisliği, Üretim Sistemleri Mühendisliği; Yıldız

Teknik Üniversitesi’nde yeni öğrenci alacak olan Mekatronik Mühendisliği

bulunmaktadır. Ele aldığımız dönemin ortalarında kurulan özel üniversitelerde de Fen

Fakültesi’ne bağlı olarak Enformasyon Teknolojileri (Işık Üniversitesi) ya da sistem

mühendisliği (Yeditepe Üniversitesi) gibi yeni bölümler açılmıştır.51

Tübitak’ın 2005 yılındaki raporuna göre, artan bu uzmanlaşma alanlarının

yanında aynı zamanda meslek standartları ve yeni akreditasyon sistemleri gibi

mekanizmalarla bu nitelikli emek gücünün eğitimi de standartlaştırılmaktadır. Bunun

için ilk başlarda uluslararası denetlemeye başvurulmuş52 ama Türkiye’de akreditasyon

ve eğitim standardının kurumlaştırılması ihtiyacı dile getirilmiştir. Yani bu nitelikli

emekgücünün eğitimi, yetiştirilmesi, sanayinin ihtiyaçları ile geri beslemeli biçimde

sağlanmaktadır.

Ele aldığımız dönem içinde nitelikli emek gücünün yaratılması yönünde yaşanan

değişimleri değerlendirdik. Bu dönem içinde yürütülen Ar-Ge çalışmalarının finansal

kaynaklarını da irdelemek gerekiyor.

1.4.5 Ar-Ge Çalışmalarını Yürüten Sektörler ve Finans Kaynakları

Farklı sektörlerde yapılan Ar-Ge çalışmalarının finans kaynağını incelemek için

TUİK’in konuyla ilgili verilerinden yararlanabiliriz ancak bu veriler 2000 yılından

sonra toplanmaya başlanmıştır. Sırasıyla özel sektörde, Kamu’da ve üniversitelerde

51 ÖSYM’nin 2004 yılı ÖSYS Yükseköğretim Programları ve Kontenjanları Kılavuzu’nda daha önce ayrı bölümler olarak bulunmayan şu türden alt bölümler vardır: Yazılım Mühendisliği, Bilişim Sistem Mühendisliği, Biyomedikal Mühendisliği, Biyomühendislik, Elektronik Mühendisliği, Elektronik ve Haberleşme Mühendisliği, Kontrol Mühendisliği, Telekomünikasyon Mühendisliği, Üretim Mühendisliği, Uçak Mühendisliği, Uzay Mühendisliği, Mekatronik Mühendisliği, Seramik Mühendisliği.

52 “Türkiye’de ise bu konu ilk kez 1994 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nin iki programının (Kimya ve Maden Mühendislikleri) ABET tarafından ABD’de akreditasyon verilen programlara denkliklerinin alınması ile gündeme gelmiştir. Bu girişimi takiben, 2004 yılına kadar 4 üniversitenin (ODTÜ, Bilkent Üniversitesi, Boğaziçi Üniversitesi ve İstanbul Teknik Üniversitesi) 11 fakültesindeki 20 değişik mühendislik alanındaki 41 program için ABET’e başvurularak ya denklik alınmış ya da alınmak üzere işlemler sürmektedir… Dünyadaki ve Avrupa’daki mühendislik programlarının akreditasyonu konusundaki gelişmeler ve ülkemizdeki mühendislik eğitimindeki sayısal tablo mühendislikte ulusal bir akreditasyon sistemine duyulan ihtiyacı açıkça göstermektedir” (TÜBİTAK EİK, 2005, s.58).

69

gerçekleşen araştırma geliştirme etkinliklerinin finans kaynakları ele aldığımız dönemin

ikinci yarısında şöyle gelişmiştir:

200 000 000

400 000 000

600 000 000

800 000 000

1 000 000 000

1 200 000 000

1 400 000 000

2000 2001 2002 2003 2004 2005

Yıllar

Mil

yon

TL Özel sektörün finansmanı

Kamu finansmanı

Diğer yurtiçi finansman

Uluslararası finansman

Grafik 9. Özel Sektörün Ar-Ge Çalışmalarının Finansman Kaynakları

Kaynak: TUİK.

TÜBİTAK’ın Ar-Ge yardımları, kamu kesimi finansmanı olarak alınmaktadır.

Görülebildiği gibi özel sektörün Ar-Ge harcamaları içinde halen kamu finansmanının ya

da TÜBİTAK desteğinin oranı çok azdır.

Kamu sektörünün finansman kaynakları ise incelediğimiz ikinci dönemde

şöyledir:

70

50 000 000

100 000 000

150 000 000

200 000 000

250 000 000

300 000 000

350 000 000

400 000 000

450 000 000

2000 2001 2002 2003 2004 2005

Yıllar

Mil

yon

TL Özel Sektör finansmanı

Kamu finansmanı

Diğer yurtiçi finansman

Uluslararası finansman

Grafik 10. Kamunun Ar-Ge Çalışmalarının Finansman Kaynakları

Kaynak: TUİK. Kamunun Ar-Ge çalışmalarının finansmanında Avrupa Birliği’nin 6. Çerçeve

programı gibi uluslararası kurumların payı az da olsa bulunmaktadır.

Üniversitedeki Ar-Ge çalışmalarının finansman kaynakları ise aşağıdaki gibidir:

200 000 000

400 000 000

600 000 000

800 000 000

1 000 000 000

1 200 000 000

1 400 000 000

1 600 000 000

2000 2001 2002 2003 2004 2005

Yıllar

Mil

yon

TL Özel sektörün finansmanı

Kamunun finansmanı

Diğer yurtiçi finansman

Uluslararası finansman

Grafik 11. Üniversitelerin Ar-Ge Çalışmalarının Finansman Kaynakları

Kaynak: TUİK.

Görülebildiği gibi üniversitelerin Ar-Ge çalışmalarının ana kaynağı, kendi kamu

ödenekleridir. Ancak özel sektörün payı da giderek artmaktadır. 2003–2005 yılları

71

arasında çok az da olsa uluslararası finansman desteği bulunmaktadır. Yüksek öğretime

yönelik yapılan Ar-Ge finansmanının amacı ağırlıklı olarak temel araştırmalar olarak

görülmektedir. Temel araştırmalar yanında özellikle incelediğimiz dönemde kurulan

OTAM gibi otomotiv sanayi ile üniversite “işbirliğine” dair araştırma geliştirme

kurumlarına yönelik destekler de bulunmaktadır. Bu destekler, artma eğilimi

göstermektedir. Üniversite-sanayi işbirliğinin geliştirilmesi, özel kesimin Ar-Ge

çalışmaları ile üniversiteler arasında etkin bağlantıların kurulması, pek çok devlet

kurumu ile sermaye çevrelerinin temel talepleri arasındadır.53 Bu taleplerle uyumlu

olarak grafikten görüldüğü gibi özel kesim desteği de artmaktadır.

1.4.6 Araştırma-Geliştirme Etkinliğinin Kurumlarla ve Yasalarla Düzenlenmesi

Ele aldığımız dönemi haklı çıkaran en temel göstergelerden birisi, teknoloji ile

ilgili temel kurumların ya bu dönemde kurulmuş olması ya da uzun süredir atıl olmasına

karşın bu dönemde uygulamaya geçtiğinin ilk örneklerinin görülmesidir.

1983’te kurulan ve dönemin başlarına kadar atıl olan Türk Bilim ve Teknoloji

Yüksek Kurulu (BTYK) ve gelişimi ilk örnektir. İkinci toplantısı ancak 1993 yılında

yapılabilmiştir. 1991 yılında kurulan Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı (TTGV) etkin

yapısına ancak Ar-Ge desteklerinin 1995 sonrası verilmesiyle kavuşmuştur. “1995’de

Ar-Ge faaliyetlerine TÜBİTAK aracılığıyla bağış yapılmasını öngören kararname ile

ancak 1990’ların ortalarından itibaren özel kesim Ar-Ge faaliyetlerinin teşvik edilmesi

söz konusu olabilmiştir” (Taymaz, 2000, s.168). 1995’ten itibaren TÜBİTAK

bünyesinde Ar-Ge desteğine yönelik etkin bir birim olarak kurulan Teknoloji İzleme ve

Değerlendirme Başkanlığı (TİDEB) gibi kurumların hepsi de gerçekte üretim yapısında

yaşanan sorunları ve ihtiyaç duyulan gereksinimleri gidermek üzere kurulmuşlardır.

1994’te kurulan Türk Patent Enstitüsü başka bir örnektir.

Yukarıda aktardığımız gibi tam dönemin başında Ar-Ge desteği vermeye

başlayan TÜBİTAK’ın bu desteği krizli yılların ardından özellikle dönemin son iki

yılında büyük bir artış göstermiştir. 2005 yılında TÜBİTAK’ın Ar-Ge projelerine

53 Eğitim ve “insan kaynakları” başlıklı raporlardan buna pek çok örnek verilebilir. Belli başlıları için bkz. TÜSİAD (2003c), TÜSİAD (2003b), TÜBİTAK EİK (2005), OECD (1996).

72

doğrudan destek miktarı 266 milyon dolara ulaşmıştır (Yatırım Danışma Konseyi

İlerleme Raporu, 2006). Aynı raporlara göre, TÜBİTAK’ın 2005 yılı bütçesi 450

milyon dolar, 2006 yılında bu bütçe 715 milyon dolar olmuştur. Üniversitelere ise 68

milyon dolar Bilimsel Araştırma proje desteği verilmiştir. TÜBİTAK tarafından

kuruluşundan sonraki 40 yıl boyunca (1964–2004) üniversitelere verilen bilimsel

araştırma proje desteği toplam 133 milyon dolar iken 2005 yılında bunun yarısından

fazla destek verilmesi, incelediğimiz dönemin ikinci yarısında Ar-Ge harcamalarına

verilen destekteki artışa çarpıcı bir örnektir.

Öte yandan uluslararası rekabete açılma ile birlikte özellikle ikili yapıya hakim

olan sermaye kesimlerinden başlayarak bunların yan sanayisi konumunda olanlar ve

giderek imalat sanayinin tümü için, standartlar önemli bir engel haline gelmiştir.

Uluslararası standartlar, gümrük duvarlarının indirilmesiyle birlikte iç pazarı da etkiler

hale gelmiştir. İleride göreceğimiz gibi, sektör uzmanlarının temel şikayetlerinden birisi

standartlaşmanın yeterli düzeyde yapılamaması ise hemen ardından uluslararası

standartların ulusal kurumlarca tespit edilip belgelendirilmesinin gerekliliğidir. Bu

konuda Ulusal Metroloji Enstitüsü (UME) incelediğimiz dönemde kurulup

etkinleştirilmeye başlamıştır. Ama belli başlı uluslararası standartların belgeleri hala

ülke dışındaki standart kurumlarından alınmaktadır.

1995’ten beri patent sayısının düzenli bir biçimde artmasının önemli etkenlerden

birisi, fikri mülkiyet haklarının düzenlenmesidir. Yasal düzenlemeler bu dönemden

itibaren hayata geçmiştir. Öte yandan kurumsal standartların belirlenmesi açısından

Türkiye, 1997’den beri Patent İşbirliği Anlaşması’nın (PCT) resmi bir üyesidir. Ayrıca

2000 yılından beri de Avrupa Patent Birliği’nin (EPC) üyesidir. Her iki anlaşmanın

uygulamalarını da kabul etmiştir. Bu da 2000 yılında en yüksek noktasına ulaşan

yabancı patent başvurularının yolunu açmıştır. 2001 krizi nedeniyle patent artışının

yükselmesi azalmışsa da marka ve sınai tasarım başvuruları artmaya devam etmiştir

(TTGV, 2006:16).

Özellikle dönemin ikinci yarısında hazırlanması sürekli gündeme getirilen ancak

2008 yılında yürürlüğe giren Ar-Ge kanunu, gerçekte incelediğimiz dönemin sonlarında

ihtiyaç olarak belirmiş ve tartışılmaya başlanmıştır. Bu dönem böyle bir kanuna geçiş

olarak sık sık Ar-Ge teşviği yönünde vergi düzenlemeleri yapıldı. Bunlardan biri ele

73

aldığımız dönemin sonlarına denk gelmektedir: Gelir ve Kurumlar Vergisi

Kanunlarında yapılan değişikliklerle, 31 Temmuz 2004 tarihinden itibaren, “vergi

mükelleflerinin işletmeleri bünyesinde gerçekleştirdikleri münhasıran yeni teknoloji ve

bilgi arayışına yönelik araştırma ve geliştirme harcamaları tutarının % 40’ı oranında

hesaplanacak ‘Ar-Ge İndirimi’ Şubat 2005’ten itibaren yürürlüğe koyulmuştur.54

Vergi indirimlerinin yanı sıra, incelediğimiz dönemin ikinci yarısında Teknoloji

Geliştirme Bölgeleri’ndeki yatırım faaliyetlerine yönelik teşvikler, bu özel yatırım

alanlarında faaliyet gösteren şirketler için sağlanan bazı yeni vergi avantajları ile

artırılmıştır (Yatırım Danışma Konseyi İlerleme Raporu, 2005).

Teknoloji Geliştirme Bölgeleri Kanunu incelediğimiz dönemin ortasında 2001

yılında yürürlüğe girmiştir. 26 Haziran 2001 tarih ve 4691 nolu Kanuna dayanarak 2005

yılı Eylül ayı itibari ile toplam 18 tane Teknoloji Geliştirme Bölgesi (TGB)

kurulmuştur. Bunlar Ankara Üniversitesi TGB, Ortadoğu Teknik Üniversitesi TGB,

Hacettepe TGB, TÜBİTAK-MAM TGB, İzmir TGB, Yıldız Teknik TGB, Gebze TGB,

İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Arı Teknokent TGB, Kocaeli Üniversitesi TGB,

Eskişehir TGB, Selçuk Üniversitesi TGB, İstanbul Üniversitesi TGB, Batı Akdeniz

Üniversitesi TGB, Trabzon TGB, Erciyes TGB, Çukurova Üniversitesi TGB, Erzurum

Ata Teknokent TGB ve Mersin TGB’dir (DPT, 2006c, s.255). 2006 yılında sayısı 23’e

ulaşan ve 14’ü faaliyete geçmiş olan bu bölgelerdeki şirketlere 2004 yılının başında

vergi muafiyeti gibi bazı muafiyet ve teşvikler sağlanmıştır.55

Teknoloji desteği konusunda önemli bir diğer kurum, Teknoloji Geliştirme

Vakfı’dır (TTGV). TTGV tarafından özel sektör Ar-Ge projelerinin finansmanı için

uygulanmakta olan “Teknoloji Geliştirme Finansmanı” faaliyetleri Hazine ve Dış

Ticaret Müsteşarlıklarının sağladığı kaynak ile sürdürülmektedir. TTGV 1996–1999

yılları arasında yıllık ortalama 71 başvuru almıştır. Bu rakam 1999–2005 döneminde

yıllık ortalama 150 başvuruya çıkmıştır. TTGV, bu projelerin yaklaşık üçte birini

desteklemiştir. Vakfın fonlarından KOBİ’lere ve erken aşama/başlangıç (start up)

54 Kurumlar Vergisi Genel Tebliği (Seri No:86) (R.G.20.02.2005/25733).

55 Ayrıntılar için bkz. (Yatırım Danışma Konseyi İlerleme Raporu, 2005, s.22–23).

74

düzeyindeki girişimcilere verilenlerin oranı toplam fonun %80’i civarında olmuştur

(Taymaz, 2006, s.16).

Teknoloji Geliştirme Projeleri, 1991–2007 yılları arasında toplam 528 proje

sözleşmesi bağıtlamıştır. Bu dönemde projelere kullandırılan tutar 130 milyon dolara

yakındır. Bağıtlanmış destek tutarı ise 186 milyon dolar civarındadır. Bu dönemde

desteklenen firmaların %78’i KOBİ niteliğindedir. Geriye kalanı büyük

şirketlerdir. Bu firmaların yarıya yakını yeni (0–10 yıllık) kurulmuşlardır. Eski

firmaların (30 yaşından büyük) oranı %8’lerdedir (TTGV, 2007b).

Bu dönemde verilen desteğin sektörlere göre dağılımları aşağıdaki gibidir:

Sektörlerin Payı

Elektronik-Elektromekan

ik24%

Malzeme23%Makina

23%

Enformasyon17%

Biyoteknoloji8%

Kimya5%

Elektronik-Elektromekanik

Malzeme

Makina

Enformasyon

Biyoteknoloji

Kimya

Grafik 12. Teknoloji Destek Fonlarının Tutarına göre Sektörlere Dağılımı (1991-2007)

Kaynak: (TTGV, 2007b).

Buradaki iki özellik önem taşımaktadır. Firmaların KOBİ niteliği ve yeni

kurulmuş olmaları ile bu teknolojik destek alanlarının özellikleri. Bu firmalar, ileride

teknoloji yaklaşımlarında değineceğimiz “sınama tahta”sı niteliğine uygundurlar. Başka

bir yaklaşımla bakıldığında, teknolojik öğrenme kapasitesinin geliştirilmesi için

“kuluçka” ortamına uygun işletmelerdir. Bir yandan teknoloji üretiminin doğası gereği

uzmanlaşmış, nitelikli, teknoloji düzeyi yüksek işletmelerdir, bu özellikleriyle imalat

sanayinin genelindeki gibi teknolojik düzeyi ve nitelikli emek gücü oranı düşük olan

KOBİ’lere benzememektedirler. Ancak yanıltıcı olmaması için, bu işletmelerden

75

bazıları büyük şirketlerin yan kuruluş olarak kurdukları, Ar-Ge şirketleridirler; büyük

şirketlerden bağımsız hukuksal yapıları yüzünden de KOBİ niteliğinde sayılmaktadırlar.

İkinci özellik ise yardım alan Ar-Ge konularına dairdir. Bu konular ürün yeniliğine dair

olduğu gibi (malzeme, biyoteknoloji, kimya), üretim süreci yeniliğini (elektromekanik-

elektronik) de kapsamaktadır.56

Dış Ticaret Müsteşarlığı da (DTM) 1995 yılından itibaren Ürün Geliştirme Ar-

Ge Sermaye Desteği’ni başlatmıştır. 2003 yılına gelindiğinde TÜBİTAK-DTM’nin

vermiş oldukları desteklerin sonuçları şöyle yansıyor (Radikal, 21 Ağustos 2003):

1995'te TÜBİTAK ve DTM'nin çalışmasıyla Ar-Ge harcamalarının teşvik edilmesi, Türk sanayiinde dünya devleri yarattı. Firmalara yedi yılda 105 milyon dolar kaynak sağlandı… 1995'te TÜBİTAK'ın girişimi ve Dış Ticaret Müsteşarlığı (DTM) işbirliğiyle Teknoloji İzleme Değerlendirme Başkanlığı (TİDEB) bünyesinde sanayiye Ar-Ge desteğinin artırılması çalışmalarında yedi yılda sanayinin Ar-Ge içerisindeki payı yüzde 20'den, 40'a ulaştı. Fiat Doblo, Ford Transit Connect ve Arçelik Direct Drive çamaşır makinasinin de yer aldığı ve 105 milyon dolar kaynak ayrılan 1550 projenin 800'ü tamamlandı.

Ar-Ge desteklerinin “devler yaratması” tartışmalı olmakla birlikte sanayinin

devlerine daha fazla hizmet ettiğini söylemek olanaklı gözükmektedir. Zira sayılan

otomotiv firmaları yabancı ortaklı büyük şirketlerdir. Bir tek Arçelik yerli sermaye

yapısına sahiptir. Arçelik, 2004 yılı itibariyle, Türkiye’de verilen patentlerin tek başına

%10’una sahip durumdadır (Eroğlu ve Özdamar, 2006).

Türk Patent Enstitüsü’nün 1994’de kurulmasıyla birlikte, patent istatistikleri de

açıklık kazanmaya başlamıştır. 1995 ile 2006 yılları arasında yıllık bazda olmak üzere,

1923’ten 2003’e kadar patent başvuruları ve tescillenen patentlerin tablosu aşağıdaki

gibidir:

56 Kuşkusuz iki alan da birbirine geçişlidir. Kimya alanındaki bir yenilik, pekala üretim sürecindeki bir yenilik de olabilir. Öte yandan ürün yeniliği, üretim sürecindeki bir yeniliğe yol açar.

76

Tablo 12 Patent İstatist ikleri

Patent İstatistikleri

PATENT BAŞVURULARI VERİLEN PATENTLER YILLAR YERLİ YABANCI TOPLAM YERLİ YABANCI TOPLAM 1970 89 547 636 43 382 425 1975 98 512 610 30 432 462 1980 134 527 661 32 452 484 1985 132 461 593 61 324 385 1990 138 1090 1228 48 438 386 1995 170 1520 1690 58 705 763 1996 189 713 902 47 554 601 1997 203 1328 1531 7 443 450 1998* 207 2276 2483 31 743 774 1999 276 2744 3020 28 1097 1125 2000 277 3156 3433 23 1113 1136 2001 337 2877 3214 58 2051 2109 2002 414 1460 1874 73 1711 1784 2003 490 662 1152 93 1087 1180 2004 685 1577 2262 68 1868 1936 2005 935 2526 3461 95 3077 3172 2006 1090 4075 5165 122 4183 4305 Kaynak (Çakmakçı, 1999) ve 1995 sonrası için Türk Patent Enstitüsü’nün 16 Mart 2007 tarihli raporlamasından derlendi. * 1998’den itibaren verilen patentlere, TPE dışında uluslararası anlaşmalar olan, Avrupa Patent Anlaşması (EPC) ile Patent İşbirliği Anlaşmasınca (PCT) verilen patentler de dahil edilmiştir.

Tabloya göre, son yıllarda yerli patent başvurularında artışlar görülmektedir.

Yerli patent başvurusu 1995 yılında 170, 1999 yılında 276, 2000 yılında 277, 2001

yılında 337, 2002 yılında 414, 2003 yılında 490 ve 2004 yılında 685 olarak

gerçekleşmiştir. 2004 yılında kabul edilen yerli patent başvurusu sayısı 68, yabancı

patent başvurusu sayısı ise 1868 olarak geçekleşmiştir.

Albeni ve Karaöz’ün 1998-2003 yılları arasında resmi patent kayıtlarını

inceleyerek çıkardıkları sonuçlara göre, 1685 adet kayıt ile ABD, Türkiye’de en çok

patent koruması alan ülke konumundadır. ABD’yi ikinci olarak Almanya (1622)

izlemektedir (Albeni ve Karaöz, 2005).

1998-2003 yılları arasında patentlerin çeşitli sektörlere göre dağılımı ise

şöyledir:

77

Tablo 13 Ulusal Pate ntlerin Se ktörel Dağılımı ve Yaba ncı Patent ler Türkiye'de Alınan Ulusal Patentlerin Sektörel Dağılımı ve Yabancı Patentler

Sektörler 1998 1999 2000 2001 2002 2003

Ulusal Patentler

1998-

2003

Yabancı

Patentler 1998-2003

Kimyasal madde 6 11 8 13 14 20 72 3351

B.y.s. makina ve teç, 5 5 10 11 16 18 65 811

B.y.s. elektrikli makine ve cih.

5 2 0 0 15 17 39 414

Mobilya 0 1 2 15 0 2 20 441

Metal eşya sanayi 4 0 1 1 7 4 17 212

Metalik olm. diğ. mineral ürünler

2 2 0 0 2 7 13 204

Tıbbi; hassas ve optik alet 0 2 1 0 5 5 13 215

Gıda ve içecek 0 1 0 2 1 7 11 134

Plastik ve kauçuk ürünleri 1 4 0 1 3 1 10 201

Motorlu kara taşıtları ve parçaları

2 1 1 4 1 1 10 201

Diğerleri (13 adet) 1 2 3 11 8 12 37 1053

Toplam 26 31 26 58 72 94 307 7237

Kaynak (Albeni ve Karaöz, 2005). Görüldüğü gibi ulusal patent sayıları ile Türkiye’de alınan yabancı patent

sayıları arasındaki fark çok büyüktür. Bu yıllar içerisinde ulusal patentlerin %23,5’unu

içinde ilaç sanayinin de bulunduğu Kimya sektörü almıştır. İkinci sırada gelen başka

yerde sınıflandırılmamış makina sektörünün toplam yerli patentlerdeki payı %21,2’dir.

Başka yerde belirttiğimiz gibi beyaz eşya üreten bir şirketin Türkiye’de en fazla patent

alan şirket olduğu hatırlanırsa, bu sektörde başı çeken ürün elektrikli ev eşyası üretimi

olmalıdır. Motorlu kara taşıtlarının payı ise diğerlerine oranla az görünmektedir.

78

Patentlerin yanı sıra faydalı model57 istatistikleri de önemlidir. Bu sıralamada ilk

sırayı b.y. s. makina ve teçhizat almaktadır. Bu sektör 1998-2003 döneminde 620 model

tescil ettirmiştir. Bu ise kabul edilen tüm faydalı modellerin %36’lık kısmını

oluşturmaktadır. Bu sektörü takiben 223 patent ve %13.5 ile 36 numaralı Mobilya

sektörü izlemektedir. 31 numaralı başka yerde sınıflandırılmamış elektrikli makine ve

cihazları sektörü ise 124 patent ile % 7.2’lik bir pay elde etmiştir (Albeni ve Karaöz,

2005).

2005 yılı Eylül ayı itibari ile Bilimsel Atıf Endeksi (Science Citation Index)

istatistiklerine göre Türkiye toplam yayınlara göre ülke sıralamasında 19. sırada, Fen

Bilimleri Atıf Endeksinde 20. sırada ve Sosyal Bilimler Atıf Endeksinde 22. sırada

bulunmaktadır (DPT, 2006c). Türkiye’nin bu endekste, Fen Bilimleri dalında 1980’li

yılların sonunda 41’inci sırada olduğu düşünülürse, bilimsel üretimde özellikle 1995

sonrası hızlanan sürekli artış görülebilmektedir. Doçentlik ölçütlerinin artırılması,

uluslararası yayınlara yapılan devlet teşvikleri bunun önemli nedenleri arasındadır

(Atamer vd., 2002). Ancak 1990 sonrası ivmelenen yayın sayısı artışına karşılık bu

yayınların niteliğinin düştüğü de sık sık işaret edilen bir gerçek olarak görülmektedir

(Onat, 2003). Bu yayınlara yapılan atıf, yayınların etki faktörü ivmelenmeye ters oranla

azalmıştır (Göker, 2003). Bu gerçek ise tam da bilim üretim sürecinin teknoloji üretim

sürecine doğru evrildiğini ve kendisinin bir üretim süreci niteliğini taşımaya başladığını

gösteren çarpıcı olgulardan biridir. Bilimsel üretimde temel bilimsel araştırmalar

kademelenmekte, bu bilimsel araştırmalara konu olabilecek, yan sonuçları olabilecek ya

da daha büyük soruların açılmasına olanak taşıyacak küçük bilimsel yenilik, buluş,

araştırmaların etkinlik alanı genişlemektedir. Öte yandan bu bilimsel araştırmanın

sonuçlarının teknolojiye dönüşmesi, yani üretime uygulanması aşaması çok daha

kısalmıştır. Daha da ötesi, bilimsel yayınların gündemleri bu metalaşma-ticarileşme,

teknoloji üretimine yönelik, bunu koşullayan gündemlerdir. Dolayısıyla bilimsel

üretimin koşulları olarak bu bilimsel yayınlar ve araştırma temeli, bilimi ve teknolojiyi

57 “Faydalı model de bir tür patenttir. Ancak, faydalı model belgesi verilirken, patent için aranan üç kriterden sadece “Yenilik” ve “Sanayie uygulanabilirlik” aranır. “Tekniğin bilinen durumunun aşılması” şartı aranmaz. Patentler de koruma süreleri incelemesizlerde 7 ve incelemelilerde 20 yıl iken, faydalı model koruması 10 yıldır” (Albeni ve Karaöz, 2005).

79

iç içe geçirdiği kadar kendisinin de kapitalist toplumun değerlenme yasalarına tabi

olduğu bir üretim sürecine dönüştürmektedir.

1.4.7 Teknoloji Alt Yapısının Gelişmesi:

İncelediğimiz dönem, aynı zamanda Türkiye’de bilgisayar, iletişim gibi bilişim

sistemlerinin ve internet kullanımının yaygınlaşmaya başladığı ve ticarileştiği dönemdir.

Dünyada internetin kullanımı son on yıllarda çok çarpıcı ve hızlı bir biçimde gelişti.58

Bu gelişmenin dünyadan Türkiye’ye yansıması başka şeylerden daha kısa olmuştur.

Zamanın TÜBİTAK Başkanı Namık Kemal Pak, 2001 yılı verileriyle en azından

incelediğimiz dönemin ilk yarısı için bu gelişmeyi şöyle anlatmaktadır (Capital Dergisi,

1 Nisan 2001):

Türkiye internete tam olarak 1993 yılında girdi. Çok fazla gecikme olamadan. Eskiden bir teknolojinin bir ülkeden başka ülkeye geçişi 40–50 sene alırmış. Şimdi 7–8 senede geçiyor. …Cep telefonu kullanımındaki artış beş misli. İletişime çok fazla önem veriyoruz. Bilgisayarlaşmadaki artış 2 misli iken, internetteki artış 6 misline çıkmış... Ama bu sizi yanıltmasın. Çünkü, zaten çok düşük bir değerden daha az düşük bir değere geçildi. Sabit telefonlarda, telefonlaşma 1997’de yüzde 82 imiş, 2000’de yüzde 87’ye çıkmış. … Telekomünikasyon uydumuzun dördüncüsü yolda. Demek Türkiye dijitalleşme yolunda epeyce mesafeler almış.59

2005 yılına gelindiğinde, Türkiye’de internet kullananların sayısı 18,5 milyon;

ADSL abonelerinin sayısı 2,5 milyon olmuştur (TÜBİSAD Broşürü, 2007). TESİD

verilerine göre, 1995 yılında 320 bin cep telefonu abonesi varken, bu sayı 2007’de 55

milyona ulaşmıştır, ki bu sayı TÜBİSAD broşürüne göre, Avrupa’da dördüncü büyük

pazar demektir. Üstelik aynı broşüre göre, cep telefonu pazarı henüz yarı yarıya

doymuştur. 2001 yılında 9 milyar dolar olan Bilişim ve İletişim Teknolojileri pazarı

2006 yılında 22,7 milyar dolara ulaşmıştır. Bunun 17,4 milyar dolarını (2001 yılında 6,8

milyar dolar) iletişim teknolojileri oluştururken, geri kalan 5,3 milyar dolarını bilişim

58 “… global olarak dünyadaki internet kullanıcılarının sayısı, bugün için 1 milyarı geçmiş durumda. Bunların yaklaşık 215 milyonu geniş bant aralığında abone olmuş durumdalar, bu rakam 1999’da 5 milyonun altındaydı” (Capital Dergisi, 1 Haziran 2006).

59 “Yeni teknolojilerdeki ‘artış’ iyi ama mutlak değerler olarak artmaları da gerekiyor. Mutlak değerler olarak bakıldığında OECD ortalamalarının oldukça altındayız. …Demek Türkiye dijitalleşme yolunda epeyce mesafeler almış ama alması gereken daha çok mesafe olduğunu da ihmal etmemek gerekiyor”(Capital Dergisi, Ne kadar Dijital? 1 Nisan 2001).

80

teknolojileri (2001 yılında 2,4 milyar dolar) pazarı oluşturmaktadır. Görülebildiği gibi

iletişim teknolojileri iç pazarı daha hızlı büyümüştür. Ancak büyüyen Bilişim ve

İletişim Teknolojileri iç pazarı, üretim ve alt yapısı açısından bir değişimi de

beraberinde getirmiştir.

Bunun önemli toplumsal sonuçları olmuştur ve bu toplumsal değişimin üretime

yansımaması da beklenemez. Finansal sistemin yeniden yapılanmasından,

bankamatiklerin, kredi kartlarının, internetin kullanımına kadar tüketim ve dolaşım

alanına yansıyan değişiklikleri üretim alanına yansıyan değişiklikler izlemiştir.

Muhasebe, envanter tutma, satış planlama, bürolar arası bilgi akışı, üretim sürecinin

otomasyonu, bayilerle ilişki, müşteri takibi, tedarikçilerle kurulan esnek ilişki60 gibi

üretim alanıyla ilgili pek çok düzeyde değişim incelediğimiz dönem içinde ticarileşmiş,

yaygınlaşmıştır.

Bu konuda Microsoft Türkiye şirketi tarafından yapılan bir araştırmaya DPT

raporu da itibar etmektedir (DPT, 2007, s.233). Buna göre, 2003 yılı itibariyle donanım

ve yazılımın KOBİ niteliğindeki şirketlerde kullanımı şu sonuçları vermektedir:

• KOBİ’lerin %62’si teknoloji yatırımlarını ekonomi düzelinceye kadar

ertelemiştir. (Bu araştırma kriz sonrası toparlanmadan önce yapılmıştır. Bu gözetilirse

veri şu anlama gelir: Toparlanmayla birlikte teknoloji yatırımı yapmayı tasarlayan

KOBİ oranı en az bu kadar olacaktır.)

• Bilişim teknolojileri için ayrılan ortalama kaynak 5.162 ABD Doları’dır.

• İşletmelerin %49’u 2002 yılında 12 ay içinde en az 1 adet PC almıştır.

Bilgisayar kullanan çalışan sayısı, 2000–2002 yılları arasındaki 3 yıllık dönemde

%58’den %66’ya yükselmiştir.

60 “İmalatçılarımız her hafta pazartesi günü 6 aylık malzeme tahmin programlarımızı FOSN (Ford Otosan Supplier Network) intranet uygulamamızdan izleyebiliyorlar, sistemlerine indirebiliyorlar. Her gün, ilerdeki ilk 14 gün için verdiğimiz sevkiyat programlarımızı izleyip, sevkiyatlarını gerçekleştiriyorlar. Milkrun dediğimiz uygulamamız dahilinde, TNT, planlı seferler düzenleyerek parçalarımızı imalatçılarımızdan belli saatlerde toplayarak, fabrika içindeki kullanım yerlerine en yakın, daha önceden belirlediğimiz kapılardan boşaltıyorlar. İmalatçılarımız, parçalarını, fabrikalarından TNT araçlarına teslim ettiği anda, FOSN uygulamamız yardımı ile, sevkiyat bilgisini bize elektronik irsaliye ile bildiriyor” (Capital Dergisi, 1 Haziran 2003).

81

• Internet kullanım oranı %72’den %80’e yükselmiştir.

• Web sitesi olan KOBİ oranı %40’tan %53’e yükselmiştir.

• E-ticaret yapan KOBİ oranı %2’den %7’ye yükselmiştir.

• KOBİ’lerin %53’ü işletmelerde yerel ağ (LAN) kullanmaktadır.

• KOBİ’lerde en çok kullanılan yazılımlar; %83 ile kelime işlemci ve elektronik

tablolama programları ve %76 ile muhasebe programlarıdır.

Bu verileri güncellemek olanaklıdır. Son TUİK verilerine göre bütün ekonomik

faaliyet yürüten kurumların (imalat, inşaat, hizmet, eğlence vb.) genel olarak %88’inde

bilgisayar, %80’inde internet kullanılmaktadır. İmalat sanayi genelinde şirketlerin bu

teknolojik altyapıdan yararlanma düzeyi şöyledir: İstihdamı 250’den büyük şirketlerin

tamamında bilgisayar kullanılmaktayken, 50 ile 250 çalışan arasındaki işletmelerde bu

oran %98, elli çalışandan az istihdamın olduğu işletmelerde bilgisayar kullanımı ise

%81’dir. İnternet kullanımı ise bu sıralamaya göre, büyük şirketler için %100 iken,

diğerlerinde %95 ve %73’tür. Bu imalat sanayinin işletme yapıları düşünüldüğünde

önemli bir orandır. Üretimin bilişim ve iletişim teknolojilerine yönelik yüksek

bağımlılığını göstermektedir. TUİK, bu internet kullanımının amaçlarını derleyen bir

istatistik de yayınlamaktadır. Genel olarak bütün ekonomik faaliyetlerin büyük bir kısmı

interneti esas olarak bankacılık ve finansal işlemler (%75) ile piyasayı izlemek

(işletmelerin %68’i) için kullanmaktadır. Eğitim öğretim ile dijital ürün ve hizmetlerin

temini için kullananlar ise toplamın %35’i civarındadır. İmalat sanayi özelinde ise,

işletmelerin %78’e yakını interneti bankacılık ve finansal işlemler için, %68’i piyasayı

izlemek için, %41’i dijital ürün ve hizmetlerin temini için, %37’si ise eğitim öğretim

için kullanmaktadır. Aynı verilere göre, büyük şirketlerin (250+) %88’i bankacılık ve

finansal işlemler ile piyasa takibinde interneti kullanmaktadır. Bu şirketlerin %63’e

yakını dijital ürün ve hizmet temininde de internet kullanmakta, eğitim için kullananlar

da yarıyı geçmektedir.

Bilişim teknolojisine yönelik üretim alanındaki bu talep donanım açısından yerli

üretimle karşılanmamaktadır. Donanım ithal edip satan ya da monte eden şirketlerden

oluşan bir alt sektör yapısı bulunmaktadır. Buna karşılık yazılım sektörü gelişme

82

göstermektedir. Özellikle muhasebe programları, ERP/MRP, CRM yazılımları, GSM

operatörlerine VA sistem yazılımları, diğer sistem yazılımları alanında gelişmektedir.

Bu gelişmeleri ayrı olarak incelediğimiz endüstriyel elektronik sektöründe ayrıntılarıyla

aktaracağız.

Ancak görüldüğü gibi bilişim ve iletişim teknolojilerinin yaygınlaşması ve

toplumsal üretim sürecine nüfuz etmesiyle birlikte kurulan alt yapı, talep ve gelişim

açısından üretimi dolaysızca etkilemektedir. Bu gelişme, sadece bu alt yapıya yönelik

üretimi tetiklemekle kalmamakta; aynı zamanda kendisi genel olarak üretimi

hızlandırmakta, onda temel bir dönüşüm sağlamaktadır. Bu alt yapının kendisi genel

olarak dünya çapında bilimsel üretimin gerçek boyunduruk altına alınması çabasının bir

ürünü olduğu gibi, aynı zamanda bu bilimsel üretimi katlanarak hızlandırmaktadır.

Bilimsel üretimin gerçek boyunduruk altına alınma girişimini, çalışmanın 2. bölümünde

bütün boyutlarıyla ve ayrıntılı bir biçimde inceleyeceğiz. Bilim ve teknoloji üretimine

yönelik kuramsal yaklaşımları değerlendirdikten sonra, geç kapitalistleşen ülkelerde

teknoloji edinme ve üretme ilişkisi üzerinde duracağız. Ancak bu bölüme geçmeden

önce, Türkiye’de üretimdeki değişimin ve değişen teknoloji ihtiyacının bir yansıması

olarak teknoloji düşüncesinin ve teknolojiye bakışın değişimini değerlendirmek

gerekiyor. Türkiye’de ekonomiyi yönlendiren belli başlı kurumlar ile iktisat disiplinin

teknolojiye bakışındaki tarihsel değişimi izleyen alt bölümde ana hatlarıyla

irdeleyeceğiz. 1990’lar ile artan “teknoloji” vurgusunu, bunun iktisatçılar üzerindeki

yansımalarını ele alacağız.

1.5 Türkiye’de Teknolojiye Bakışın Değişimi Üzerine Notlar

1980 öncesinde “teknoloji” söylemi temel bir rol oynamamaktadır. Burada

TÜSİAD gibi sermaye kurumları ile DPT gibi planlama çizgisindeki devlet kurumları

arasında önemli bir ayrım vardır. DPT raporlarında teknolojik değişim sermaye/emek ya

da sermaye/çıktı gibi göstergelerle incelenir, sanayinin yapısı değerlendirilir. Örneğin

DPT’nin hazırladığı, bu konuya dair en önemli belgelerden biri olan, “Türkiye İmalat

Sanayiinde Sermaye ve İşgücü” (TİSSİ) Raporunda teknolojik değişme, henüz kendi

başına ele alınmasa da sermaye ve sanayileşme ekseninde irdelenir. Ancak TÜSİAD

gibi sermaye örgütlerinin raporlarında sanayileşme alt yapısı, döviz açığı teknoloji

83

söylemine göre çok daha baskındır. Aslında bu raporlarda teknoloji kelimesi çoğunlukla

geçmez.

1977 yılında yayınlanan Türkiye İmalat Sanayiinde Sermaye ve İşgücü

Raporu’nda 3. bölüm teknolojik değişmeye ayrılmıştır ve teknolojik değişme, üretim ve

sermaye yapısı ekseninde, onun bir parçası olarak değerlendirilir.61 DPT’nin hazırladığı

bu raporda kurumun planlamacı geleneği “teknolojik değişme”yi ele alırken de

kendisini göstermektedir. Teknoloji, bu tezin çerçevesine yakın biçimde (ama artı-değer

kuramına oturtulmadan ve bilim üretim süreci üzerinde ayrıca durulmadan) sermaye

birikimi ile yoğunlaşması ekseninde incelenir. Teknolojik değişiklikler, teknolojik yapı

ve ürün bileşimindeki değişiklikler, sermaye yoğunlaşması, ölçek gibi sermaye eksenli

bir analizle ele alınmıştır. Verimlilik, “üretimin toplanması” ve “sermaye yoğunluğu”

ile ilişkili olarak irdelenmiştir. TİSSİ raporu, ithal edilen teknolojinin sermaye yoğun

teknoloji olması yüzünden imalat sanayinin geri kaldığı yönündeki görüşleri eleştirir.

Rapora göre, “iyi planlanmış bir teknoloji transferi politikası” gereklidir (TİSSİ, 1977,

s.200). Bu transfer politikası, yeni iş alanlarının açılmasına, işgücü talebinin artmasına

engel olmaz. Görüldüğü gibi TİSSİ raporu, sanayileşme ve teknolojik değişim

konusunda en ileri ve kapsamlı raporlardandır. İmalat sanayini ve ekonominin diğer

kesimlerini en fazla etkileyen sektörün yatırım malları üretimi olduğunu, bu sektörde

gelişmenin gerekliliğini vurgulamakla kalmaz, ekonomik yapıyı olduğu gibi teknolojik

gelişmeyi de en fazla etkileyen bu sektöre vurgu yapar. Yani üretim araçları üretimi ile

teknolojik değişme arasındaki ilişkiyi sermaye eksenli olarak kurar. Ancak bilimsel

üretim sürecinin kendisini, bu üretimin yatırım ve tüketim malları ile ileri geri bağlantı

etkilerini ele almaz. Öte yandan, bugün ile karşılaştırıldığında haklı olarak raporun

önceliği sermaye ve üretim yapısı üzerinedir, teknolojik değişme ve teknoloji transfer

politikası buna bağlanır. Teknoloji üretimi, sermaye birikimi ve sanayileşme yolunda

atılması gereken adımlar yüzünden henüz gündemde değildir. Zaten raporun adı,

sanayileşme için öngörülen temel etkenleri vurgular, sermaye ve işgücü. Kısacası bu

61 1980 öncesi en ileri teknolojik değişme değerlendirmelerinden biri TİSSİ raporunda yer almaktadır: “Mühendislik bilgisi ile donatılmış ayrıntılı alan araştırmaları dışında ‘teknolojik değişme’ genellikle birkaç ‘ölçülebilir iktisadi değişken’ açısından incelenir. Bu çalışmanın bilgi kaynakları da, ‘teknolojiyi’ sermaye/emek oranları, sermaye/çıktı katsayıları ya da işyeri kalabalıklığı gibi göstergelerle tanımlamaktan, ‘teknolojik değişikliği” de bu göstergeler aracılığıyla ölçmekten başka olanak tanımamaktadır” (TİSSİ, 1977, s.64).

84

raporda, teknoloji 1980 öncesine göre önemli bir biçimde ele alınsa da sermaye, üretim

yapısı önceliklidir.

Buna karşılık sermaye kesiminin temsilci olan TÜSİAD’ın raporlarında

“teknoloji” kelimesinin neredeyse adı geçmez. Örneğin, Tüsiad’ın 1979 yılını

değerlendirdiği raporda o yıllardaki temel sanayi yapısının 1960’larda kurulduğu,

“planlamanın ekonomik politikanın temel aracı” olarak kavrandığı belirtildikten sonra,

Türkiye’nin bütünsel bir altyapısı olmadığı söylenir. Alt yapının ilk unsuru henüz yeni

şekillenmiştir: bu unsur ise bugünkü gibi “insan kaynakları” ya da “beşeri sermaye”

değildir, aksine bahis konusu unsur sanayi burjuvazisidir.62 Raporun değerlendirmesine

göre, altyapının ikinci unsuru, limanlar, santraller, yollar, su kaynakları yani fiziksel

altyapıdır. Bu da henüz yeni inşa edilmiştir. Alt yapıda teknoloji adı anılmamakta, terim

raporun genelinde başlık ya da ara başlık olarak geçmemektedir. Verimlilik, işgücü

verimliliği olarak tarımda ve sanayide ele alınmakta, teknolojiden bahsedilmemektedir

(Tüsiad, 1979, s.91-92). İletişim, radyo ve televizyon alt bölümlerinde de 3. plan

döneminde hedeflere ulaşıldığı belirtilirken bırakın teknolojiye ve önemine özel bir

göndermeyi, teknoloji kelimesi kullanılmamaktadır. Sanayileşme, döviz açığı, pazar

yapısı, iç pazar, yatırımlar ve KİT’ler raporun temel temasıdır.

1981 yılını değerlendiren Tüsiad raporu için de benzer bir durum söz konusudur.

Üretim yapısı ve dış ticaretin serbestleştirilmesi, döviz kurundaki düzenlemeler,

işgücüne yönelik baskı, parasal, finansal düzenlemeler, fiyatlamalar ile kamu

sektörünün daraltılması raporun temel konularıdır (Tüsiad, 1981). Teknoloji özel olarak

yer almamaktadır.

1990 sonrası Tüsiad raporlarında artık “teknoloji” yer almaktadır. Bunun nedeni

yine 1995 tarihli bir Tüsiad raporunda bulunabilir: “1981-87 döneminde istikrarlı bir

büyüme sağlanabilmiş, ekonomik beklentiler olumluya dönüşmüş, özel sektör ağırlıklı

teknoloji yatırımlarıyla sanayinin milli gelir içindeki payı artmıştır” (Tüsiad, 1995,

s.13). Dikkat edilirse artık özel kesim “sabit sermaye yatırımları”, “makina teçhizat”

gibi terimler, yine kullanılmakla birlikte çoğunlukla yerlerini farklı durumlara göre

bunları ifade eden “teknoloji” kelimesine bırakmıştır. 1980 sonrası yapılan yatırımlar,

62 “Sanayi burjuvazisi kendisini ticari karşılığından yakın zamanda biçimlendirmiştir” (Tüsiad, 1979:2).

85

üretim yapısındaki değişim, özellikle Tüsiad’da temsil edilen sermaye kesimleri

açısından “teknoloji”yi bir terim olmaktan çıkarıp kapsamı geniş ve muğlak da kalsa,

ihtiyaç haline getirmiştir. “Sanayileşme”, “yatırımlar” gibi ekonominin geneline hitap

eden kavramlar yerlerini özel kesimin ihtiyaçlarından kalkarak genele yönelik

talepleri anlatan kavramlara bırakmıştır.

Sermaye açısından 1990’ların ortasına kadar yaşanan krizler, özelleştirme, “mali

disiplin”, kamu kesiminin düzenlenmesi gibi gereksinimler ön plandayken, teknoloji bir

terim olarak kullanılmaya başlandı, ancak teknoloji politikaları kendi başına öneri

olarak ön plana çıkmadı (Örneğin Tüsiad, 1995). Bu konuda önemli bir istisna 1990

yılında hazırlanan “Türkiye’de Eğitim” başlıklı rapordur.63 Bu raporda teknolojik

değişmeyi yakalayabilmek için eğitimin yeniden yapılandırılması vurgulanmaktadır.

Ele aldığımız dönemde ise teknoloji ve teknolojik yenilik vurgusu, Ar-Ge

harcamaları Tüsiad raporlarında özellikle ele alınmaya başlamıştır. Tüsiad’ın 1997

yılında otomotiv ve elektronik üzerine hazırladığı raporlar bunun örnekleridir.64 Tüsiad,

şirketler ve sektörleri, davranış stratejilerini, performans ve kıyaslama (benchmarking)

özellikleriyle ele alan bu “ilk” çalışmasında elektronik ve otomotiv gibi sektörlerde

rekabet önceliklerini araştırmıştır (Tüsiad, 1997a, s.27). Zaten 1990’ların ortasında

teknoloji vurgusunun ön plana çıkmasına eşlik eden mikro araştırmalar, şirket ve sektör

bazında araştırmalardır. Bunda özelleştirmeler ile kamu kesiminin daraltılmasının

olduğu kadar esas olarak üretken sermayenin karlı olduğu belli başlı sektörlere yönelik

ihtiyaçlar da etkili olmuştur. 1997 yılındaki bu araştırmalarda teknolojik yenilik ve

kalite şirketler açısından belirleyici bir yer tutmaktadır. Örneğin otomotiv sektörü içinde

önde gelen şirketler ile sektörde alttaki şirketler arasında yapılan karşılaştırmada

birincilerin “kalite ve yenilik” bazında rekabet ettiği, ikincilerin ise maliyet ve tam

zamanında teslim etme bazında rekabet ettiği saptanmıştır (Tüsiad, 1997b, s.23). Ele

aldığımız dönemin ilk yarısında özellikle otomotiv sektöründe komple yeni

63 “Çağımızda sanayi toplumu, bilim ve teknolojideki hızlı gelişmelerle, enformasyon toplumuna dönüşmekte ve yoğun bilgi, üretimi ve maliyeti etkileyen en önemli faktör olmaktadır” (Tüsiad, 1990)

64 “Ar-Ge faaliyetleri ve teknolojik yenileme sektörün ve şirketlerin rekabet yeteneği açısından hayati öneme haizdir”(Tüsiad, 1997a, s.23).

86

yatırımlardaki büyük artış gözetilirse, her iki kesimin de teknolojik yenilik konusundaki

ihtiyaçların artacağını görmek zor değildir.65

Teknolojik yenilik üzerine yapılan vurgular, “katma değeri yüksek” malların

üretimi, teknolojik yenilik ve buna uygun alt yapı olan eğitimin geliştirilmesi,

incelediğimiz dönemin temel Tüsiad raporlarında bolca bulunmaktadır. Ele aldığımız

dönemin ikinci yarısında ise Tüsiad, sektörler düzeyinde yapılan mikro araştırmalar,

teknolojik yenilik ve Ar-Ge üzerine araştırmalarda (TTGV, Tübitak gibi kurumların

yanı sıra) üniversiteler ile işbirliğine yönelmiştir. Bu işbirliğinin örneklerinden biri,

Tüsiad’ın, Koç Üniversitesi Ekonomik Araştırmalar Forumu (EAF) ile birlikte

yürüttüğü çalışmalardır. Çeşitli sektörler üzerine yapılan bu incelemelerden, bu tez

çalışmasında da büyük oranda yararlanılmıştır. Bu raporlarının tümünün ortak noktası,

kurumsal değişimlerin yanı sıra, teknoloji politikalarının, teknolojik yeniliğin önemli bir

değişken olarak raporlarda temel bir rol üstlenmesidir. Bunun yanı sıra benimsenen

mikro inceleme ve araştırma yöntemleri, firma, devlet ve kurumlar arası ilişkiler alanını

irdeleme ve buna yönelik belli başlı sektörlere, kurumlara politika geliştirme özellikleri

geçmiş ile kıyaslandığında bu raporlardaki ayırt edici özelikleri oluşturmaktadır.66

1980’lerin sonu ve 1990’lar ile birlikte ekonomik kurumların

değerlendirmelerine paralel biçimde, Türkiye’deki üniversitelerde ve iktisat

literatüründe de teknoloji kavramı daha fazla öne çıkmaya başladı. Örneğin ilk kez 1994

yılında İTÜ’de yapılan Türkiye Üniversite-Sanayi İşbirliği Şurası, “sanayileşme”den öte

bilim ve teknoloji politikalarının önemi üzerine daha fazla vurgu yapıyordu (Aktaran

Yücel, 1997):

Bilim ve teknoloji politikaları, bütün dünyada ülkelerin refah seviyesini doğrudan etkileyen sosyal ve siyasi gidişine yön veren, gelişim ve değişim şartlarını ortaya çıkaran politikalar olmuştur. Teknolojinin bu etkinliği nedeniyle bütün ülkeler teknolojiyi üretmek,

65 “Üründe ve süreçte yenilik konusunda rekabetçi öncelikler, imalatta performans hedefleri ve aksiyon planlarına bakarsak; tasarım değişikliği hızı, yeni ürün geliştirme süresinin kısaltılması ve müşteri istekleri ve mamul tasarımının ilişkilendirilmesi konularının sektörün gündeminde olduğunu görüyoruz” (Tüsiad, 1997b, s.27).

66 Mikro araştırmaların, sektör ve sektörler arası incelemelerin, geçmişteki nüveleri olan girdi çıktı tablolarından daha farklı biçimde yetkinleşmesi, bunun koşullarının oluşmasının bu tarihlerde örtüşmesi de tesadüf değildir.

87

elde etmek, kullanmak ve yaymak için her türlü çabayı göstermektedirler.

Burada belirginleşmeye başlayan iki düşünce önemlidir. İlki teknolojinin

sermaye birikimi ve onun sonuçlarından koparılarak refah yaratan bir olgu olarak ele

alınması. Bu, teknolojinin fetişleştirilmesi olarak tez boyunca adlandıracağımız yönü

oluşturmaktadır. İkinci düşünce ise geçmişte “kalkınma” olarak anılan gerçekliğin

yerini alan “teknolojik yetişme”de, refahın sağlanabilmesi için bilim ve teknoloji

politikalarının önemine yapılan vurgudur. Tez boyunca göreceğimiz gibi “kalkınma”nın

araçları belirli sanayileşme güçlerinin devlet tarafından üstlenilmesi (KİT’ler, ağır

sanayi kuruluşları, alt yapı vb.) iken, bugün “teknolojik yetişme”nin araçları olarak

(üniversiteler, beşeri sermaye, üniversite sanayi işbirliği, Ar-Ge) devletin bilim ve

teknoloji politikaları öne sürülmektedir.67

İlk önce ilk yönüne, yani teknolojinin sınıfsal gelişimi ve sermaye birikiminden

soyutlanarak “refah yaratan” yönüne yapılan vurgulara örnekler verelim. DPT’den

İsmail Hakkı Yücel 1997 yılında şöyle söylemektedir:

Bilimsel düşünceyi özümseyip bir hayat tarzı olarak yaşayamayan toplumlar; üretimde, ticarette, hizmetlerin kalitesinde ve fertlerinin refah seviyesinin artırılmasında rekabet üstünlüğünü elde edememektedirler… Bilim ve teknoloji politikaları, bütün dünyada ülkelerin refah seviyesini doğrudan etkileyen sosyal ve siyasi gidişine yön veren, gelişim ve değişim şartlarını ortaya çıkaran politikalar olmuştur.

Ergun Türkcan da (1985, s.44) şunu öne sürer:

Artık James Watt'lar, Arkwright ve Golflar çıkmayacağı için yeni teknolojik dalga binlerce araştırıcının milyarlarca doları harcamasına bağlıdır. Kuşkusuz sonunda bu ilerlemeden derece derece tüm ekonomiler ve insanlar yararlanacak. … Şimdi yeni bir dünya oluşuyor. … Tek çare bu süreci iyi anlamak ve teknolojik sıçramaya bütün kaynakları seferber edip katılabilmektir.

67 Ergun Türkcan, Boratav ile birlikte editörlüğünü yaptıkları kitaptaki önerilerini İktisat dergisinde şöyle anlatır: “Artık bu aşamada devletin yapacağı, fabrikalar kurmak değil, ilerideki fabrikaları kuracak ve teknolojileri üretecek insanları yetiştirecek bir devletçiliktir. Burada bile tam bir devletçilik önermiyoruz. Çünkü artık özel sektör de üniversite kuruyor” (Türkcan, 1994). Ayrıca bkz. Boratav ve Türkcan (1993).

88

Korkut Boratav’a (1990, s.568) göre, 1990 yılında bilim ve teknolojiyi

“yakalamadan” “uygar ve gelişmiş dünya”ya yetişilemez:

(...)çağdaş bilim ve teknolojiyi yakalayabilen ülkeler, bu yüzyıl bitmeden uygar, ileri, gelişmiş dünyanın bir parçası olabilecekler, diğerleri ‘treni kaçırarak’ göreli azgelişmişliğe mahkûm olacaklardır.68

Bu görüşleri belirleyen ortak varsayım, teknolojik değişim ve teknoloji

üretiminin sınıfsal karakterinin olmadığı kabulüdür. Teknoloji üretiminin böyle bir

karakteri yoktur, olsa olsa dolaşımda sorun olabilir! Yani teknoloji kötü yönetiliyor

olabilir. Bu varsayımlar kümesine göre, verimliliği artırmak için teknolojik yenilikleri

üretimde kullanmak, ücretleri yükseltecektir.69 Çünkü teknolojik yenilik yüksek nitelikli

emek gücü demektir. Yüksek nitelikli emek gücünün verimli çalışabilmesi için

ücretlerinin yüksek olması gereklidir.

Bu varsayımlar, teknoloji üretiminin sınıfsal karakterini ihmal etmektedirler.

Teknoloji, emek sürecinde denetimi artırmak, artı-değeri çoğaltmak için işçilerin geneli

açısından emek niteliğini düşürme, ortalama emek maliyetini azaltma eğilimini

kuvvetlendirir. Dahası, bu eğilim, üretim sürecindeki teknolojik değişimin yapısını

belirler. Çünkü teknoloji sermaye birikimi içindir; sermaye “teknoloji”yi geliştirmek

için değildir.

Teknoloji üretimi tarafsız olarak ele alındığı gibi, bu üretim sırasında karşılaşılan

kötülüklerin de istisnai olduğu ve kötü yönetimden kaynaklandığı sanılmaktadır. İkinci

bölümde ayrıntılı biçimde inceleyeceğimiz sınıfsal nitelik yüzünden, teknoloji

üretiminin rekabetle ilgili olan yönü, kaçınılmazca israf edici öğeler içermektedir.

Yönetimle bu israfın yok edilebileceği varsayılır. Üstelik, teknoloji üretiminin kendisi

68 Keza Yakup Kepenek şunu söylemektedir: “Günümüzde üretim fazlasının ya da artı ürünün en fazla artırılabildiği alan esas olarak teknolojidir. İlk üretildiğinde ‘tekel’ niteliğinde olan yeni teknoloji sahip olanlara çok açık bir üretim fazlası, yüksek getiri sağlar. Gelişmiş/az gelişmiş ekonomik ayrımı özünde bu noktadan kaynaklanır” (Kepenek, 1990, s.564). Tanyılmaz (2004) bu görüşlerin eleştirel bir değerlendirmesini yapmaktadır.

69 “karlılık ve verimliliği yüksek teknolojik yenilikler getiren ve uygulayan girişimcilerle ilişkileri gerginleştirmemek, kar oranı ve verimlilik yükselmedikçe canlanmanın başlayamayacağının farkında olmak, bir vergi reformuna ve özellikle rantiyeler ile aracı finans kesiminin vergilendirilmesi çabalarına sahip çıkmak; enflasyon hızı üzerindeki ücret artışlarının verimlilik artışları ile ilişkilendirilmesinin bir toplumsal uzlaşma öğesi olacağını unutmamak....” (Türel, 1993, s.247).

89

bir sanayi ve dolayısıyla kapitalist bir üretim süreci olduğu için teknolojinin üretimi ile

dolaşımı birbirinden ayrılamaz. Üretimi belirleyen sınıfsal koşullar teknolojinin

dolaşımını dolayısıyla teknolojinin yönetimini de belirlerler. Teknoloji üretiminde

olduğu gibi bir bütün olarak üretimde artı-değere el koyma geçerli olduğu sürece,

üretilen ürünlerin nasıl dağılacağı, nasıl dolaşacağı, bu dolaşım ve dağıtım sürecinin

nasıl yönetileceği de sınıfsal ilişkiler tarafından belirlenir.

Teknolojinin bu “sihirli değnek” niteliği kimi zaman o kadar ileri götürülür ki,

“birlik ve beraberliğimizi” bile artıracağı ileri sürülür (Yücel, 1997):

Önümüzdeki yüzyılın Türk toplumunun tarihini belirleyecek kader çizgisinin bilim ekseni üzerine tesis edilmesi, 21. yüzyılın temellerinin sağlam atılması ile mümkündür. Bu işbirliği, bilim-teknolojide bilim adamı değişimi ve belli projelerde ortak araştırma-geliştirme faaliyetlerinin organizasyonunun sağlanmasıyla teknolojik bilginin ürüne dönüştürülmesi ve bu ekonomik gelişmenin çıktılarının dengeli bölüşümünün sağlanması birlik beraberliğin artırılmasına vesile olacaktır.

Teknoloji, sermaye gibi emekten bağımsız bir üretim faktörü olarak ele

alınmakta, fetiş karakteri kazanmaktadır.70 Teknolojinin değer ürettiği, zenginliğin ve

büyümenin kaynağı, belirleyicisi olduğu yönündeki bu görüşler, 2. bölümde etraflıca

değerlendirileceklerdir. Şimdi ikinci görüşü irdeleyebiliriz: Teknolojik yetişme için

teknoloji politikalarına verilen önemin artması.

Türkiye’de özellikle 1990’lardan sonrasını belirleyen, yukarıda anlattığımız

ekonomik süreç, sanayileşme söyleminin yerini teknoloji söyleminin almasını

hızlandırmıştır. Neoliberal politikalar ile kamu yatırımlarının, kamu kesiminin

neredeyse ortadan kaldırılması, dış ticaretin ve finansal hareketin serbestleştirilmesi,

imzalanan uluslararası anlaşmaların bağlayıcı hükümleri ile birlikte üretime yönelik

devletin teşvik kanalları sınırlanmıştır. Gerçekte ülke içi sermaye birikimini

güçlendirmeye yönelik özel kesimi destekleyen, bunun için oluşturulmuş bir “kamu”

planına öncelik veren “sanayileşme” anlayışının tüm araçları böylelikle

güdükleştirilmiştir. Böyle olunca bu anlayışı savunagelen iktisatçılar açısından

70 “[Teknoloji] özellikle son yarım asırda emek ve sermayeye ilave bir üçüncü üretim girdisi olarak yerini almış ve bu üç girdi arasında da etki olarak payını sürekli yükselterek % 50’lerin üzerine ulaşmıştır” (Kiper, 2004, s.61).

90

müdahalenin olanakları çok kısıtlanmıştır. Bu durumda teknoloji politikaları, özellikle

ele aldığımız dönemle birlikte çok sınırlı sayıdaki seçenek içinden en belirleyici araç

olarak öne çıkmıştır. Oktar Türel, bu durumu güzel tarif etmektedir (2001, s.104):

1960’lı-70’li yıllarda başarılı sonuçlarını izlediğimiz ticaret politikası ve yatırım politikası birlikteliği artık kopmuş durumdadır. Öte yandan, gerek AB’yle girilen anlaşmalar, gerek DTÖ’ne verilen taahhütler sonucunda Türkiye’nin ticaret politikalarındaki manevra alanı hemen hemen sıfırlanmıştır. … Önümüzde, açık gibi görünen çok önemli, büyük bir güzergah kalıyor. O da, teknoloji politikaları. 2000’li yılların başlangıcında sanayi politikaları kümesinin, yatırım politikaları alanında kalan araçlarla değil, daha çok teknoloji politikaları araçlarıyla yönlendirebileceğimiz şartlar oluşmaktadır.

Fikret Şenses (2002, s.390) için de teknoloji neoliberalizmin boğucu politikaları

içinde devlet müdahalesi için açık bıraktığı nadir kapılardan biri olarak görülmektedir:

… küreselleşmenin iş gücünün serbest dolaşımı alanında olduğu gibi, teknoloji alanında da yeterli liberalleşme sağlamayarak yavaş bir gelişme göstermesi ve ulusal düzeydeki çabalara olanak tanıması ve belki daha da önemlisi, ekonomik alanda hâkim neoliberal yaklaşımın bu alanda devlet müdahalesi olanaklarını henüz tıkamamış olmasıdır.

Oktar Türel ile Fikret Şenses planlamaya yakın geçmişten gelen iki örnek olarak

verilmiştir. Bunun yanında teknoloji politikalarını ve devletin bu politikalarla müdahale

olanaklarını vurgulayan pek çok örnek verilebilir. Ergun Türkcan’ın (2001) şu sözleri

böyle bir örnektir:

O halde biz ne yaparız? Büyük bir hayal ve büyük bir gerçek var. İşte bu hayal ve gerçek arasında bir bağlantı kurabilmenin noktası, devletin sahip çıkabileceği bir teknoloji ve ona inanmasıdır. Devlet uzağı görürse, yatırımcı da uzağı görür; eğer devlet bir şey görmüyorsa, yatırımcı da 10 gün sonrasını göremeyecektir. Problem, böyle bir devletin yeniden inşası ya da belki yeniden organize edilmesidir.71

1994 yılında, Nurhan Yentürk de, Boratav ve Türkcan’ın (1993) derlediği

kitaptaki önerilerden yola çıkar bu türden teknoloji politikalarını olumlu karşılar.

71 Ergün Türkcan, planlama geleneğinden gelmekle birlikte teknoloji politikaları ve kalkınma konusunda Boratav, Türel gibi yazarlardan ayrıksı durmaktadır. Türkcan, 1960’larda kendisi gibi planlamadan istifa eden Atilla Karaosmanoğlu ve başkalarıyla birlikte OECD tarafından yürütülen “Bilim ve Ekonomik Kalkınma üzerine Pilot Takım Projeleri”ne katılmıştır (Türkcan, 1996).

91

Yentürk, ulusal bir teknoloji transferi politikasının belirlenmesi, eğitim politikalarının,

nitelikli işçi yaratılmasının önemine değinir. Devletin teknolojik yenilik ve buluşları

desteklemek için kurumsal yapılar oluşturması, araştırma ve geliştirmenin teşvik

edilmesi gerektiğini belirtir (Yentürk, 1994). Tüm bunlar 1980’den sonra güçlenmeye

başlayan yeni Schumpeterci teknoloji ve yenilik politikalarının savunduklarına

yaklaşmak anlamına gelmektedir. Bu politikalar, ulusal yenilik sistemlerini savunurken,

bu türden teknoloji politikalarının kurumsal ilişkilerle bir sistem halinde uygulanmasını

savunmaktadırlar (Taymaz, 2001). Devletin rolü, teknoloji politikalarını belirli bir

sistem içinde, kurumlara etkinlik ve eşgüdüm vererek uygulamasıdır. Aykut Göker

(1998), bunu şöyle dile getirir:

Türkiye’nin… kalıcı çözümü ulusal bir bilim ve teknoloji politikasında araması aklın gereğidir…. Ancak bu durumda, Türkiye’de de devlet, diğer pazar ekonomisi ülkelerinde olduğu gibi, doğru rolü üstlenebilir ve söz konusu politika, sistemsel bir bütünlük, süreklilik ve siyasi kararlılık içinde hayata geçirilebilir.

1980’lerin sonundan itibaren teknoloji politikalarının sınıfsal niteliklerini

sergileyen önemli yazılar yazmış olan Hacer Ansal da bu yakınlaşmaya uymuş

gözükmektedir. Ansal, teknoloji açığını kapatmak için bu konuda “ulusal” politikaları

“ciddiyetle” uygulayacak bir devlet umut etmektedir (Ansal ve Ataman, 2003, s.219,

a.b.ç.):

Fakat en temeldeki önemli nokta, globalleşen dünyada devlet politikalarının önemini yitirdiğinin iddia edildiği ekonomik bir ortamda, özellikle gelişmekte olan ülkelerin bu dijital açık nedeniyle, ulusal bir politika izlemeden, global ekonominin yarattığı eşitsizliklerden ve ekonomik risklerden çok daha fazla etkileneceklerinin ve salt piyasa mekanizmalarının işleyişiyle BİT'in (Bilişim ve iletişim teknolojileri –b.n.) yarattığı avantajların yaygınlaşmasını sağlamanın ve dijital açığı kapatmanın mümkün olmayacağının giderek yaygın olarak kabul edilmesidir. O halde Türkiye için de, çok boyutlu ulusal politikalar oluşturacak, bunları ciddiyetle uygulayacak ve gerekli önlemleri bir an önce alacak bir devletin oluşması tek umut gibi görülmektedir.

Oysa Hacer Ansal, 1985 yılında (1985, s. 22-23) teknolojinin sınıfsal içeriğini

vurgularken ulusal teknoloji politikaları uygulayacak olan devletler için şunları

söylemekteydi:

92

Üçüncü Dünya ülkelerinin kendi kendilerine yeterli olabilmesi ve gelişmiş batılı ülkelere karşı bağımsız olabilmesi için geliştirilmiş olan bu önermeler ‘ulusal’ bir teknolojinin gerekliliğini vurgular ve halkın yararlarından bahsederken oldukça ‘ilerici’ bir konumda görünmektedir. Fakat bu kuramsal çerçeve bazı tutarsızlıkları ve belirsizlikleri de içinde barındırmaktadır. … …bu ulusalcı yaklaşım, Üçüncü Dünya ülkelerinde de sınıfların var olduğu, teknolojilerin kullanıldığı üretim birimlerinde emek-sermaye çelişkisinin ala-bildiğine yaşandığı gerçeğini göz ardı etmektedir.

Hakim politik ekonomi anlayışlarına eleştirel yaklaşan başka iktisatçılar da

teknolojinin var olan sınıfsal ilişkilerden soyutlanarak yönetilebileceği yanılsamasına

düşmektedirler. Bu bakışa göre, teknoloji politikaları, bağımlılık ilişkilerinin daraltıcı

etkilerinden kurtulursa teknolojik “değişim” sınıfsal işlevinden çıkar; ortak refah için

hareket eder hale gelir. Örneğin, kalkınma politikalarından soyutlanarak ele alınan

teknoloji bakışını eleştiren Cem Somel (2001, s.75) öte yandan da şunu söylemektedir:

Türkiye'de teknoloji alanında uygulanan politikalar, konuya gelişmiş ülkelerin bakmamızı tercih ettiği dar açıdan bakarak belirlenmektedir. … Eğitime, araştırma ve geliştirmeye ayrılan kaynakların millî gelirdeki payını artırmanın gereği tartışılmakta; teknoparklar kurulmakta; esnek üretim, kalite kontrol yöntemlerinin yayılması teşvik edilmekte; bazı okullarda bilgisayar laboratuvarları kurulmaktadır. Buna karşılık öncelikli sektörler seçme, yatırımları bunlara yönlendirme, teknoloji transferini yöntemlerini etkileme, işletmelerin teknoloji ve rekabet alanındaki temel stratejilerini etkileme işlevleri tamamen ihmal edilmektedir.

Somel’e göre, “bağımlı kapitalizmin politik yapısında ve gelişmiş ülkelerin

vesayeti altında” uygulanan teknoloji, teknolojik yönden dışa bağımlılığı sürdürecektir.

Bu bağımlılık ve “gelişmiş ülkelerin vesayeti” ortadan kalkarsa teknolojik “gelişim”

sınıfsal niteliğinden de arınacak, teknoloji transferini yönetme, teknoloji stratejisi

belirleme ve öncelikli sektör ile kalkınma sağlanacaktır. Bu öncelikli sektörde, görülen

o ki sınıf mücadelesi yoktur, teknolojik gelişme işçilerle uyum içinde hüküm

sürmektedir.

Oysa teknolojik “gelişme” ve teknoloji üretimi sınıfsal süreçlerdir; makinalaşma

üretimi sağladığı kadar, belirli toplumsal ilişkiler altında emek sürecinde hakimiyeti de

pekiştirmektedir. İkinci bölümde ayrıntılı biçimde ele alacağımız gibi emek süreci

tartışmaları, teknolojinin kapitalist sömürü mekanizması ile ilişkisini otuz yıldır

93

sergilemektedir. Teknolojinin sınıf mücadelesi içinde belirlendiği, öte yandan da

kapitalist tarafından emek sürecinde daha fazla artı değere el koymak için çalışan

üzerinde denetimi artırmaya yönelik kullanıldığı gerçeği belki de bu tartışmaların

hatırlattığı en can alıcı gerçektir.72 Teknolojik değişme sınıfsal içeriğinden yalıtılırsa,

gerçekte verimlilik adı altında artı değeri çoğaltmak, sermaye birikimini hızlandırmak,

rekabette öne geçmek anlamına gelen teknoloji uygulamaları, teknolojik açığı kapatma,

“yetişme” olarak tarafsız niteliklere büründürülürler. “Teknolojik yetişme”nin sermaye

birikimi için neyi ifade ettiği gerçeğinin üstü örtülmüş olur. Ele aldığımız dönemde

uzun süredir söylemde var olmasına karşın yavaş yavaş kurum ve teşvikleriyle

uygulamaya konulan bilim ve teknoloji politikaları, bu yüzden sınıfsal perspektiften

değerlendirilmek zorundadır. Teknolojinin nasıl bir içerikle ele alınacağını

saptayabilmek için, bu yüzden, var olan teknoloji yaklaşımlarının eleştirel bir

değerlendirmesini yapmak, geç kapitalistleşme ile teknoloji ilişkisini irdelemek

gereklidir. İzleyen bölümde bunu yapacağız.

72 Bu gerçek unutulunca teknolojik yeniliklerin esas amacı olan artı değer sömürüsündeki rolü, “verimlilik” gibi saf bir amaca dönüşmektedir. Oysa verimliliğin ürünlerine el koyan, çalışanlar değillerdir. Onların payına emek sürecinin daha fazla denetimi, sıkı çalışma ya da işsizlik düşmektedir. Aykut Göker bunu başka bir vesileyle şöyle aktarmaktadır: “Tasarım, üretim ve pazarlama süreçleri daha iyi denetlenebiliyor; bu süreçler arasında tam anlamıyla sistemik bir bütünlük sağlanabiliyor ve bunu mümkün kılacak esneklikler sağlanabiliyor; bu arada, bütün bu sistemik çözümlerle birlikte bir şey daha oluyor: Giderek, daha da büyüyen oranlarda olmak üzere, işgücü 'sayısallaştınlmış' makinalarca ya da sistemlerce ikame ediliyor... Bütün bu çaba niye; salt her şeyi daha iyi denetleyebilmek için mi? (Öyle ya, işgücünün, hâttâ belli bir düzeye kadar beyin gücünün ikame edilmesi de sonuç itibariyle daha iyi bir denetim imkânı sağlar.) Evet, denetim için; ama, bu denetim, son çözümlemede, bir başka şeye yarıyor; bunca çaba onun için: Bütün bunlar prodüktiviteyi [üretkenliği] artırıyor” (Göker, 2001, s.39).

94

BÖLÜM 2

2. TEKNOLOJİ VE GEÇ KAPİTALİSTLEŞME

Bu bölümde, üretimdeki teknolojik değişimi anlamamıza yardım edecek olan

teknoloji yaklaşımını belirlemek üzere, klasiklerin, neo-klasiklerin ve Schumpeter ile

birlikte yeni Schumpeterci ve Marksçı akımların farklı teknoloji yaklaşımlarını

inceleyeceğiz. Bunlardan teknolojiyi içsel olarak ele alan yaklaşımlara özel ilgi

gösterecek, bu yaklaşımların bugün önerdikleri teknolojik gelişme modellerini

irdeleyeceğiz. Teknoloji ile bilimin üretim süreci arasındaki bağı irdeleyerek,

yaşadığımız dönemde aldıkları özgül biçimleri, bu biçimlerin geç kapitalistleşen ülkeler

açısından anlamını değerlendirmek için kuramsal bir temel oluşturmaya çalışacağız. Bu

temelde geç kapitalistleşme ile üretimdeki teknolojik gelişme arasındaki bağı açıklamak

amacını güdeceğiz. Bölüme, teknolojinin tanımı ve bu kavramın sorunları ile bunun

tarihsel nedenlerini inceleyerek başlayacağız.

2.1 Teknolojinin Tanımı:

Tez boyunca teknolojiyi “üretimin bilgisi” anlamına uygun olarak kullanacağız.

Teknoloji bu özelliği ile bir yöntemin, niteliğin bilgisidir. İleride göreceğimiz gibi

üretimin bilgisi de metalaşmakta, teknoloji ve bilim üretimi bu bağlamda gündeme

gelmektedir. Teknolojik düzeyi yüksek malların, metaların üretimi, teknoloji

üretiminden ayırt edilmelidir. Birincisi bilginin somutlaştığı malların üretimi,

imalatıdır. İkincisi ise bilginin üretimidir. İlki imalat sanayidir, ikincisi ise bilim ve

teknoloji üretimi olarak kavramsallaştırılacaktır. Bilim ve teknoloji üretiminin çıktıları,

imalat sanayinin girdileri durumundadır. Ancak anlam içeriği olarak teknoloji burada

kullandığımız gibi “üretimin bilgisi” anlamına ulaşana kadar oldukça değişim

geçirmiştir.

Teknoloji kavramı, yunanca “Techne” kavramından türer. “Techne”, beceri

demektir. Daha geniş anlamıyla zanaat, sanat anlamına gelen bu kavram, “-ology”

ekiyle, bu zanaatın bilgisi, bilimi anlamı kazanır. Yani zanaatın, tekniklerinin bilgisi

anlamındadır. Ancak kavram tarihsel evrimi içinde kimi zaman bilgiye, kimi zaman da

nesneye yönelen bir evrim geçirmiştir.

95

“Teknoloji” teriminin ilk kez nerede kullanıldığına dair bilgiyi Marks’ın 1861–

63 yılları arasında teknoloji üzerine çalışırken tuttuğu notlarda bulmak olanaklıdır

(Marks, 1861). Almanya’da makina yapan ilk mekaniker ve mühendis olarak anılan

Johann Heinrich Moritz von Poppe’nin “Teknoloji Tarihi” (Geschichte der

Technologie) kitabına göre, bu terimi ilk kez, bir mühendis olan Beckmann,

Almanya’da yaklaşık 1772 yılında basılan bir belgede kullanmıştır.73

İlk kullanıldığı zamanlarda, üretimin, zanaatın, becerilerin bilgisi anlamına

gelirken, sonraki kimi kullanımlarda, bu zanaatın uygulamaları, hatta bu uygulamaların

ve bilginin kendisinde cisimleştiği nesnelerin bütünü haline de gelmiştir (Schatzberg,

2006). Teknolojinin değişen bu tanımını incelerken, bu değişimin toplumsal

ilişkilerdeki değişime karşılık düştüğünü vurgulamak gereklidir.

20. yüzyılın sonu, 21. yüzyılın başları, teknoloji kavramının daha fazla

yaygınlaştığı, politika unsuru olarak görüldüğü dönemlerdir. Bu dönemde teknoloji

terimi daha pratik ve “pragmatik” bir anlam kazanmıştır. Teknoloji, genel olarak

“üretimin bilgisi” biçiminde alınmaktadır (Türkcan, 1981).

2.1.1 Teknik ve teknoloji ayrımı

Teknik ve teknoloji ayrımı, tarihsel evrim içinde kendisini gösteren bir ayrımdır.

Bu ayrımın önemi, teknolojinin tekniklerin toplamı hatta bu tekniklerin genel ve

sistematik bilgisi olmasından kaynaklanır. Bu teknikler üzerine sistemli bilgi geliştirme

ihtiyacı kendiliğinden doğmamıştır. Üretim becerileri, toplumsaldırlar, ancak toplumun

kendini yeniden üretebilmesi, bunun sürekliliğinin sağlanması için bir sonraki kuşaklara

aktarılabilmelidirler.74 Üretimin ve toplumsal ilişkilerin gelişmesiyle birlikte bu

tekniklerin bilgisi de sistemlileşir, kayıt altına alınır ve gelişmeye başlar. Dahası aletler,

73 1739–1811 yılları arasında yaşamış olan Johan Beckmann, Göttingen Üniversitesi’nde profesördür. Özellikle üniversite döneminde tüm ilgisini çeşitli makina ve aletlerin kökenleri, tarihleri ve o günkü durumlarını incelemeye vermiştir. Bizzat tanışmış olduğu botanikçi ve zoolog Linnaeus’un sınıflandırma konusundaki çalışmalarından etkilenerek makina, alet ve buluşları bu tarzda sınıflandırmaya, köken ve tarihlerini incelemeye yöneldiği söylenmektedir (Wikipedia, “Johann Beckmann” maddesi, indirilme tarihi: Mayıs 2006).

74 Lonca (ya da ahilik) sisteminde, sınırlı da olsa kabul edilen yenilikler (çoğu zaman bunlara direnç gösteriliyor, yasaklanıyorlardı), dışarıya karşı özenle saklanıyordu. Kimi tekniklerin başka ülkelere yayılmaması, elde edilen üstünlüğün o ülke sınırları içinde kalması için nitelikli işgücünün (zanaatçıların) dolaşmasının, bilgi aktarmalarının yasak olduğu dönemler yaşanmıştır.

96

makinalar ve üretim araçları gerçekte üretim tekniklerinin bu bilgisinin cisimleşmiş,

somutlanmış biçimleridirler. Teknolojinin bu tekniklerin sistemli bilgisi ya da bu

sistemli ve yeni bilgilerin cisimleştiği ürünler olarak görülmeye başlanması da üretimin

gelişmesi ile paralellik gösterir. Bu anlamıyla bilimsel gelişmeler ile toplumsal üretimin

ihtiyaçları arasında sık sık işaret edilen paralellik, bu bilimsel gelişmelerin belirli bir

zaman aralığı sonrasında üretime, uygulamaya yansıması ile kendisini açığa vurur.

Ancak bunun için üretimin dinamizmi kilit kavramdır. Üretim tekniklerinin bilgisinin en

hızla biriktiği, değiştiği, denenip sınandığı dönem, tam da bu yüzden üretimdeki

dinamizmin en hızlı arttığı dönem olmuştur. Bu dönemde de, ürünlerin üretimine

yönelik teknolojik gelişme bir emekleme aşamasına işaret ederken, ürünleri üretmek

için gerekli üretim araçlarının üretilmeye başlanması olgunluk aşamasını gösterir.

İngiltere’de başlangıç düzeyindeki sanayilerde, makinaları üretenler, o sanayi

içindeki nitelikli zanaatkarlar idi (Noble, 1984), (Landes, 1969). Henüz makina üretimi

ayrı bir üretim dalı olmamışken, üretimin bilgisini bu zanaatkarlar taşımakta ve

aktarmaktaydılar. Bu durumda makinaların ayrı bir üretim dalı olarak üretilmesinin

üretimin teknolojik bilgisinin toplumsallaşması ve nesnelleşmesi açısından anlamı daha

görülür olacaktır. Bu bilgi, sadece makinayı üreten tekil zanaatkardan çıkacak (bugünkü

deyimle örtülü –tacit- bilgi olmaktan çıkacak), sistemli bir bilgi haline getirilmek

zorunda olunacaktır. Üretim araçları üretiminin bilgisinin nesneleşmesi, yani

makinaların makinalar aracılığıyla üretilmeye başlanması, üretimde bahsedilen

dinamizmin niteliksel olarak sıçradığı bir dönüm noktasını ifade etmektedir.

Toplumsal üretim ilişkilerindeki her aşamayla birlikte teknoloji kavramının

içeriği de değişmiştir. Üretimin gereklerine uygun alet üretimi, belirli bir üretim bilgisi,

beceri bilgisinin birikmesini, damıtılmasını gerektirirken, makina üretimi daha farklı,

gelişmiş düzeyde bir bilgiyi gerektirmektedir. Öte yandan bilginin kendisi de

sistemlileşmektedir, tıpkı makinanın örgütlenmiş, uyumlu çalışma bileşenlerinin

dinamik hareketi gibi, teknik de sistemli, örgütlenmiş bilgi haline gelmektedir.

Makina, belirli birikimdeki bilgi ve becerinin cisimleşmiş haliyken, bu niteliğin

ilişki olan yönü silikleşir. Her bir parçanın kendisi toplumun genel üretken emeğinin bir

ürünüyken, hatta bu parçaların sistemli olarak bir araya getiriliş biçimleri bile bu türden

bir toplumsal emeğin ürünüyken, cisimleşmiş olan ürün ön plana geçer. Teknoloji

97

tekniklerin toplamı, sistemli birikimi haline dönüşmekle kalmaz, kimi zaman bu

tekniklerin, becerilerin birikip damıtıldığı sistemlileştirildiği ürünlerin toplamı haline

dönüşür. Kısacası günümüze gelene kadar teknoloji, genel olarak üretimin bilgisi

olarak, beceriden, nesneler toplamına, kimi zaman bu nesnelerin taşıdığı beceri

niteliklerine kadar değişen anlam içeriklerine sahip olmuştur. Kavramın, karmaşıklığı

sadece bizzat kendisinin karmaşıklığından gelmemektedir, aksine geliştiği üretim

ilişkilerinin geçirdiği evrimi temsil ettiği kadar, onun belirli biçimlerinin damgasını da

üstünde taşımaktadır.

2.1.2 Batı düşüncesinde Teknoloji kavramın evrimi: Tekniklerin Bilgisinden Nesneye

Batı düşüncesinde Teknoloji kavramının evrimi, kapitalizm ile birlikte şeyleşme

ve meta fetişizmine güzel bir örnektir. Kapitalizm, önceki toplumlardan farklı olarak

kullanım değeri değil, değişim değeri üretimine dayanan, belirleyici olarak da artı değer

üretimini merkeze alan bir toplumsal ilişkiyi tarif eder. Bu toplumsal ilişkinin artı değer

üretimine, yani sermaye birikimine dayanan temel yapısı ve bu yapıyı karakterize eden

temel nitelikleri sistemli biçimde Marks tarafından kuramlaştırılmıştır. Yine Marks’a

göre, meta üretiminin genişlemesi ile birlikte, insanlar arasındaki ilişkiler metalar

arasındaki ilişkiler üzerinden kurulur hale gelmiş, metalar arasındaki ilişkiler toplumsal

ilişkinin yerini almıştır. Dahası toplumsal ilişkiler şeyleşirken, metalar arasındaki

ilişkiler toplumsal ilişkiler görünümünü almıştır. Teknolojinin üretimin bilgisi,

tekniklerin bilimi olması, henüz bu evreden önceki bir anlamı ifade etmektedir. Bu

teknikleri inceleyen, dolayısıyla bu teknikleri değiştirme, geliştirme yetisine sahip olan

insanı özne olarak koruyan bir bakış açısına dayanmaktadır. Oysa günümüzde teknoloji,

nesneye atfedilen bir nitelik, hatta nesnelerin toplamı anlamıyla da kullanılmaktadır.

Yüksek teknolojili ürünler, bu ürünlerde içerilmiş teknik bilginin fazla olduğunu, teknik

açıdan yüksek nitelikli bileşenlerden oluştuğunu anlatırken, teknolojinin

şeyleştirilmesinin de yolunu açmıştır. Teknolojinin, anlam gelişimi içinde bilgiden, bu

bilginin cisimleştiği nesneler toplamına doğru evrilmesi (Schatzberg, 2006), bir

toplumsal ilişkinin, tarihsel bir ilişkinin ifadesidir.

Tüm bu kavramsal evrim süreci, teknolojinin bir süreçten bir şey olmasına

yönelik bir evrimi anlattığı kadar, sermayenin şeyleşmesini de anlatmaktadır. Öyle ki,

98

gerçekte toplumsal emeğin ürünü olan bilim ve teknoloji, onu üretenlerin, insanların

karşısına onlardan yabancı bir güç, ileride göreceğimiz gibi sermayenin güçleri olarak

dikilmektedir. Bu güç, giderek toplumun kendi kontrolü dışında geliştiğini düşündüğü

aşkın bir güç olarak belirir.

Teknolojinin, hem tekniği, hem o tekniğin ürünlerini, hem de tekniğin bilgisini

birlikte anlatmasına varan sürecin nedeni, gerçekte teknoloji kavramının karmaşık

olması yüzünden değildir. Aksine tam da yukarıda anlatılan şeyleşme sürecinin

sonucudur. Teknoloji kavramı, sermayenin gelişmesi ile birlikte sermayenin şeyleşmesi,

taşlaşması olarak gizemli bir niteliğe bürünmüştür. Daha doğrusu, bu gizemli niteliğe

bürünen toplumsal ilişkilere karşılık olarak birkaç anlamı bir arada içeren bir tanıma

ulaşmıştır. İleride göreceğimiz gibi, teknoloji kavramının karmaşık yapısı, bu gizemin

altındaki ilişkileri ortaya çıkarmak yerine onları verili olarak alan klasik ekonomi

politiğe dayanan iktisat yazınında iyice belirgin hale gelmektedir. Teknolojik

değişmenin nasıl açıklanacağı, nasıl tarif edileceği ve nasıl yönlendirileceği hep bir

“bilmece” olmuştur. Bu konuda iktisat yazınında sıkça kullanılan benzetme, içinde ne

olduğu bilinmeden, girdileri ve çıktıları görünebilen bir kutu, kara kutu (black box)

benzetmesidir (Rosenberg, 1982), (Deraniyagala, 2006). Özellikle İkinci Dünya savaşı

sonrası yenilik, araştırma ve teknoloji üzerine iktisat yazınının çabası, büyük oranda bu

kara kutuyu denklemleştirebilmek, bir fonksiyona dönüştürebilmek üzerine sarf

edilmiştir. İzleyen bölümde, konuya özellikle eğilen belli başlı iktisat okullarının

teknoloji yaklaşımlarını değerlendireceğiz.

2.2 Klasiklerde Teknolojiye Kısa Bir Bakış:

Klasik okulun teknolojiye bakışı, bu okulun iki büyük temsilcisinin

düşünceleriyle irdelenebilir. İlk olarak 1776 yılında yayınlanan temel eseri ile Adam

Smith daha sonra ise, 1817 yılında yayınlanan kitabı ile David Rikardo’nun teknoloji

üzerine görüşlerine değinmek gereklidir. Adam Smith’in kitabı “Ulusların Zenginliğinin

Doğası ve Nedenleri Üzerine Bir Araştırma” 1776 yılında yayımlandı. Kitabın genel

kabul gören temel özellikleri ilk kez kapitalizmin sistemli ve kapsamlı bir modelinin

çıkarıldığı bir eser olmasıdır. Smith’in piyasaya, devlet müdahalesine, sınıflara dair

bütün önerileri bu modelden kalkarak türettiği belirtilir. Gerçekten de “Ulusların

Zenginliği”, kapitalist sistemin üretim ve piyasa yapısı, işleyişi, toplumsal sınıflarla

99

üretim kesimleri, zenginliğin ve gelirin dağılımı arasındaki ilişki, fiyatların oluşumu,

ticaret, para dolaşımı ve nihayet ekonomik büyümenin dinamiklerine dair temel ve

sistemli bir model sunar. Smith’in en temel adımı, emek değer kuramıdır. Bu yüzden

Smith, zenginliğin göstergeleri olarak metaların değerlerinin harcanan emek ile temsil

edildiğini belirtmiş,75 dahası bu değerlerin birikimi ile bu birikimden toplumsal sınıflara

düşen payı, (değerlerin kısımlarını gözeterek) incelemiştir. Bu amaçla metaların

fiyatlarını bileşenlerine ayırmıştır (Clarke, 1982).

Adam Smith’in iktisadi sistemi, o güne kadar sürdürülen toplumsal yapıdan iki

yönlü bir çıkış isteğini gösterir. İlki, feodal üretim ilişkilerinden çıkmaya ve egemenlik

kurmaya çalışan kapitalist ilişkilerin var olma isteğidir. İkincisi ise, ticari sermayenin

uzun gelişim dönemlerinin olgunluğa eriştiği yerlerde yeni bir aşamanın doğum

haberini veren, eskinin aşılması gerektiğini savunan, bu nedenle eski sistemi temsil eden

görüşe (merkantilizm) karşı yöneltilen eleştiridir.

Adam Smith’in kitabının ikinci temel öğesi ise işbölümünün rolüdür. Ulusların

Zenginliği’nin ilk bölümünün başlangıç cümleleri (1904, I.1.1, a.b.ç)şöyledir:

Emeğin üretken güçlerinde sağlanan en büyük ilerleme ve bunun herhangi bir yerde yönetim veya kullanımında gösterilen ustalığın, el yatkınlığının ve kavrayışın büyük bir kısmı, öyle görünüyor ki, işbölümünün sonucu olmuştur. .. işbölümü, sokulabildiği her işte, emeğin üretken güçlerinde nispi bir artışa sebep olur.

Buna göre, emeğin üretken güçlerindeki ilerlemenin en büyük nedeni

işbölümünden kaynaklanmaktadır. Smith’in yazdığı dönemde ön plana çıkardığı nitelik

işbölümünün emek üretkenliği üzerindeki etkisidir. Bunun dolaysız ve bizim için

önemli sonucu makinalardaki iyileşmenin emek üretkenliğine etkisinin öneminin henüz

birinci sıraya geçmemiş oluşudur. Smith bu alıntının devamında işbölümünün

gelişmesinin verimlilik üzerindeki etkisini anlatmak üzere bir iğne imalathanesinden

75 “Emek her şeye ödenen ilk fiyat, özgün satın alma parasıydı. Yeryüzündeki bütün zenginlik aslında altın ve gümüşle değil, emekle satın alındı” (Smith, 1904, s.I.5.2). Yine de metanın değeri ile harcanan emek arasında Adam Smith’in kurduğu ilişki, net ve tutarlı olmamıştır. Rikardo’nun da belirttiği gibi Adam Smith, yer yer değerin mutlak ölçüsü konusunda karışıklığa düşmüştür (Ricardo, 1997, s.27-32). “Smith asla tutarlı bir emek değer kuramı sunmamış olsa da, David Rikardo ve Karl Marks’ın emek değer kuramının daha gelişmiş değişkelerinin temeli olacak fikirler sundu”(Hunt, 2005, s.81).

100

örnek verir. Bu örnek, Smith’in kitabına dair bugün yaygın olarak bilinen örnektir, ama

Smith’in döneminde yaygın bir örnek değildir. Tersine Smith kitabında iğne

imalathanesi gibi önemsiz görünen bir imalat kesimindeki işbölümünün örneği olarak

anlatır. İleri işbölümü ekonominin genelinin ortalaması değildir; aksine Smith belirli bir

alanı özellikle seçmiştir. Verilen bu örnek, Smith’in örtülü bir varsayımı açısından

irdelenmeye değerdir. Ekonominin genelini yansıtmak yerine bu özel örneğin seçilmesi,

sermaye birikimi açısından ileriye dönük dinamik bir unsurun incelenmesi anlamına

gelir.

Smith’in kitabın ilk bölümünde odaklandığı işbölümü açısından iki özellik

önemlidir. İlk olarak Smith, fabrika dönemi öncesi manifaktürü merkeze alarak

yazmıştır. Büyük ölçekli üretim ve fabrika sistemi henüz kitabının merkezine girecek

denli oluşmamıştır. Onun gerekçelendirmesine göre, ilk bölümde yoğunlaştığı işbölümü

için verdiği iğne imalathanesi örneği, “önemsiz” görülebilecek bir imalat dalındadır,

çünkü henüz büyük ölçekli talebe yanıt veren üretim büyük sayıda işçi gerektirmektedir

ve onları da bir çatı altına toplamak o dönem için olanaklı değildir. Oysa tarihin akışı,

tam da büyük ölçekli üretim ve fabrika sistemini getirmiş, işbölümü büyük ölçekli

üretime uygulanmıştır. Yani Smith, o an için “önemsiz” ama geleceğe dair temel bir

dinamiği tutmuştur. İkincisi ise, birincinin bir sonucu gibidir, dönemin nitelikleriyle

bağlantılı olarak yeni yeni gelişmeye başlayan fabrika sistemi yerine yaygın olan

imalathane sistemi ve işbölümü, makinalar yerine daha ön planda gözükmektedir. Bu

nedenle Smith’in makinaların üretime getirdiği iyileştirmeler ve yenilikler üzerine

düşünceleri, kitabının esas eksenini oluşturmaz, ikincil bir işlev görür.

İşbölümünün temeli ve dayanağı olan “stok birikimi” yani sermaye birikimi,

aynı zamanda hem daha iyi işbölümü ve uzmanlaşmanın olanağını yaratır, hem de

makinalarda iyileştirme olanağını sağlar. Uzmanlaşma işin daha küçük parçalara

bölünmesini sağlar. Böylelikle parçalara bölünen bu kolay işleri devralabilecek yeni

makinaların bulunmasına olanak sağlar.76

76 “Stok birikiminin doğal olarak işbölümünden önce olması gerektiğinden, iş stokun arttığı oranda tekrar bölünebilir… her işçinin işi giderek basite indirgendiğinden, bu işlerin kolaylaştırılması ve kısaltılması için yeni makineler icat edilmeli.. bu nedenle … daha büyük miktarda malzeme stoku ve aletler (yani sermaye b.n.) biriktirilmelidir” (Smith, Adam., 1981).

101

Smith’in eserinde işbölümünün temel eksen olması, yeni makinaların icat

edilmesinin daha sonra gelmesi, bir önemli gerçeği karartmamalıdır. Bu iki özellik,

sermaye birikimine (stok birikimine) bir katkı ve verimliliği artıran etkenler olarak ele

alınırlar. Yani merkezde olan sermaye birikimidir. Üstelik makinaların işbölümüne göre

ikinci planda kalması, onlara dair ilerisi açısından önemli sonuçlar çıkarılmadığı

anlamına gelmez. Bir kere makinaların iyileştirilmesinin emek üretkenliğini artırdığı

belirtilir. Dahası zenginliği makinaların değil, emeğin yarattığı vurgulanır. Bu emek

değer kuramı açısından can alıcı önemdedir. Makinalar emek üretkenliğini artırırlar,

harcanan emeği azaltırlar. Daha fazla sayıda metayı daha az emekle üretmeyi sağlarlar.

Üstelik Smith, dönemine göre ileri bir sonuç olarak, makinaların değer yaratmadığını

belirtmekle kalmaz, makinayı oluşturan değerin, onu üretirken harcanan emek olduğunu

vurgular. Makina değer yaratmamakta, metayı üretirken, kendisi için harcanan değeri,

ürüne katmaktadır.

Makinaların, işbölümüne göre gölgede kalması, imalathanelerin belirleyici

olduğu bir üretim sisteminin ön plana çıkması, Smith’in 1776’ya kadar yaşadığı dönem

ile bağlantılıdır. İktisat tarihçilerine göre, sanayi devriminin başlangıcı 1770’lerden

sonradır, Adam Smith’in kitabı ise bu tarihte basılmıştır onun için Smith’in kitabında

uzmanlaşma ve işbölümüne dair bölümlerde örtülü olarak kısmi biçimde içerilmesine

karşılık teknoloji kendi başına bir konu olarak incelenmemiştir. Başka bir deyişle Adam

Smith, kitabını “sanayi devriminin tam da demir aldığı bir sırada” (Hunt, 2005, s.73)

yazmış ve yayımlamıştır. Smith’in kitabının sanayi devriminden önce yayınlanması

nedeniyle ondan sonra gerçekleşen birçok teknolojik yeniliğin etkileyici havası kitaba

yansımamıştır. Smith, ‘emeği kısaltan ve hızlandıran tüm o makinaların icadından’

bahseder ancak verdiği somut icat örneklerinin tarihleri, Orta Çağlara kadar uzanır.

Maden kömürü katılmış demir cevherinden söz eder oysa onun yaşadığı zamanda genel

olarak demir cevherine kok kömürü katılmaktadır (Blaug, 1985, s.36). Yine Blaug’un

belirttiği gibi, Smith’in eserinde Spinning Jenny, Compton tezgâhı, Arkwright’ın su

tezgâhı vb. gibi önemli pek çok teknolojik yenilik bulunmamaktadır. Kişisel olarak

102

tanıdığı James Watt’ın 1770’lerde kömür madenlerinde buhar makinalı taşıt

kullanmasından bahsedilmemektedir.77

Bu yüzdendir ki, Smith, yaşadığı dönemde yeni yeni ortaya çıkan bu teknolojik

gelişmeleri yeterince değerlendirememiştir (Türkcan, 1981, s.xix). Kendisinden sonra

gelen Rikardo’nun kitabında makinalar üzerine ayrı bir bölüm bulunmaktadır. Ancak

Smith, iğne imalathanesindeki işbölümünün gelişmesinin sermaye birikimi açısından

önemini vurgulayarak başladığı kitabında makina özel bir bölüm olarak ele

alınmamıştır.

Sanayi devriminin “demir almasıyla” birlikte sanayi üretimindeki emeğe dayalı,

işbölümü üzerine kurulu üretim sistemi giderek gelişmiş, buna uygun bir teknolojik

temele duyulan ihtiyaç ve talep artmıştır. Adam Smith’in iktisatta klasik ekolü kuran

kitabı ile David Rikardo’nun temel kitabı arasında başlayıp, hız alan bu dönem “sanayi

devrimi” olarak anılan, yoğun teknolojik yenilikler dönemidir. David Rikardo, bu hızlı

gelişmenin tam ortasında 1817 yılında yayınlanan kitabında makinalara özel bir bölüm

ayırmıştır. Bu yüzden teknoloji, özellikle Rikardo’da değişik boyutlarıyla, sermaye

birikimi üzerindeki farklı etkileriyle, etraflıca irdelenir. Ancak incelenen teknolojinin

üretimi değildir, teknoloji hala dışsal olarak alınmaktadır; incelenen, üretimin teknolojik

yapısının sermaye birikimi üzerindeki farklı etkileridir. Teknoloji dışsal bir

parametreyken, teknolojideki değişikliklerin kar, ücret ve birikim üzerindeki etkisi

incelenir. Örneğin, makinaların dayanıklılığının, üretimi hızlandırmalarının sermaye

birikimi üzerindeki etkisi, makinaların maliyetlerine göre işçileri yerlerinden etmesi

değerlendirilir. Tıpkı Adam Smith’in işbölümünün verimliliği artırmasına rağmen

işçiler üzerinde yarattığı rutinleşme gibi olumsuz etkilere eğilmesi gibi Rikardo da

“Makinalar üzerine bölüm”de makinaların işçiler üzerindeki olumsuz etkisini ayrıntılı

biçimde anlatır (Ricardo, 1997, s.335-344).

77 “‘Sanayi Devrimi’nin Peygamberi’, ‘imalatçıların çıkarlarının sözcüsü’ diye mırıldanırız kendi kendimize muhtemelen. Ancak bunların hepsi yanlıştır! Tüm kitap ‘insanlığın hükümdarı olmayan, olmaması da gereken tüccarların ve imalatçıların adi açgözlülüklerine, her şeyi tekellerine alan ruhlarına’ yöneltilmiştir. Tüccarlar ve imalatçılar, nefret edilen ticari (Merkantil) sistemin mimarıdırlar üstelik Ulusların Zenginliği’nde tam da bu adamların İngiltere’de o zamanlarda yeni bir sanayi çağı başlattığına dair neredeyse tek bir gösterge yoktur. Gerçekten de, kitapta Adam Smith’in son derece olağanüstü ekonomik değişim dönemlerinde yaşadığının farkında olduğu fikrini ileri sürmek için hiçbir şey yoktur. … Sanayi Devrimi’nin peygamberinin dili bu mudur?” (Blaug, 1985, s.36).

103

Rikardo, temel varsayımı olan azalan verimlilik üzerinden doğal maddelerin,

yani ücretleri oluşturan tarımsal gıdaların ve girdi olarak kullanılan hammadde

fiyatlarının kaçınılmaz olarak yükseleceğini, ücretlerin ise ancak makinalardaki

iyileşmeler sayesinde düşebileceğini ya da artmadan korunabileceğini öne sürer. Genel

olarak doğal kaynakların fiyatların azalan verimlilik nedeniyle artacağı yönündeki ön

yargısı, onu sanayideki karların kaçınılmaz biçimde giderek düşeceği sonucuna

vardırmıştır.78 Makinaların iyileştirilmesi ve işbölümü ile üretkenliğin artırılması, bu

kaçınılmaz sonucu ortadan kaldırmaz ancak geciktirir. Rikardo, teknolojik gelişmenin

“azalan verimlilik” ilkesinin kötü etkilerini bertaraf edemeyeceğine inanır ve

kötümserdir.

Klasik iktisadın teknoloji konusundaki yaklaşımını özetlemek gerekirse, bu

okulun odaklandığı temel nokta, büyüme, sermaye birikimi ve bu birikimin toplumsal

sınıflarla olan ilişkisini irdelemektir. Teknoloji ve “makinaların iyileşmesi”, klasikler

tarafından dışsal ama önemli bir gelişme olarak ele alınmakta, iki temel dayanak

üzerinden incelenmektedir. İlki metaların göreli değerlerini belirleyen unsurun

incelendiği değer kuramının geliştirildiği temeldir. Dışsal olarak teknoloji yani

makinaların geliştirilmesi bu göreli fiyatları yani değer kuramının değişik görünümlerini

nasıl etkilemektedir? Bu başlık altında klasik okulun çözümlediği sorun budur. İkinci

temel dayanak ise bu kuramsal araçları kullanarak, büyümenin, sermaye birikiminin

incelenmesidir. Birikim toplumsal sınıfların gerçekleştirdikleri ekonomik etkinliklerle

gerçekleştiği gibi, bölüşüm de üretilen değerden alınan paylara göre bu sınıflara dağılır.

Teknolojinin dışsal olarak alınması, yani veri olarak alınması klasik okuldan

neoklasik okula devreden temel özelliktir.

2.3 Neo-klasik Okulun Teknolojiye Bakışı

Teknik ilerleme günümüze kadar hâkim olan neoklasik iktisat açısından bir

artakalan (residual) faktör olarak nitelendi; büyümede, emek ve sermaye artışı ile 78 Sanayideki karların düşeceğini, topraktaki rantın ise bunun gibi düşmeyeceğini düşündüğü içindir ki, Borsa’da spekülasyonlar ile kazandığı zenginliğinin doruk noktasındayken, yaşamının son dönemlerinde toprak alımına yönelmiştir. Malthus’un öne sürdüğü ironi gerçekten de çarpıcıdır. Hayatı boyunca hiçbir çıkar gözetmeden toprak sahiplerini savunan görüşlere kendisinin sahip olduğunu, bu konuda Rikardo ile hep çatışma içinde olduklarını hatırlattıktan sonra, buna karşılık Rikardo’nun bir toprak zengini olmasına rağmen sanayinin çıkarlarını savunması gerçeğini alayla belirtir.

104

ilişkilendirilemeyen kısım teknik ilerleme olarak adlandırılageldi (Johnston, 1966,

s.158). Üretim fonksiyonundaki, emek ve sermaye faktörlerindeki artışla

anlamlandırılamayan kaymaları açıklamaya çalışan ilk modellerde, teknoloji dışsal

(exogen) bir öğe olarak alınır. Örneğin ileride aktaracağımız Solow’da teknoloji,

zamana bağlı üstel bir fonksiyondur; yani modelin dışında zamanla değişir. Onu

modele katmaya çalışan kuramlar da çıkar. Nicholas Kaldor, teknolojiyi yatırım

oranlarının bir fonksiyonu halinde modele katar; daha sonra yatırım oranlarındaki

değişim oranının bir fonksiyonu yapar. Eltis, zamanın ve yatırım oranlarının bir

fonksiyonu olarak işler. Arrow ise 1962’deki bir makalesinde, “toplam ekonomik

etkinlik”in bir fonksiyonu olarak modele katar. Emek ve sermaye girdilerindeki değişim

ile ilişkilendirilemeyen bu fazladan bölüme 1961’de artakalan (residual) adını veren

Harrod Domar’dır (Johnston, 1966, s.159). Domar, bu artakalanı, emek ve sermaye

girdilerindeki değişimlerden kalan her şey olarak tarif eder. Bu kavramı teknik ilerleme

ile eş anlamlı görür. Buna Solow “Teknik değişme”, Kendrick ise 1961’de Toplam

Faktör Verimliliği (Total Factor Productivity) der.

Robert Johnston’a göre, adı her ne olursa olsun, ekonomik büyümeye “katkısı”

kayda değerdir (Johnston, 1966, s.159). Bu katkının oranı üzerine ampirik çalışmalar,

Solow’un klasikleşen ilk makalesiyle başlayıp, Massel, Denison, Domar gibi

iktisatçıların çalışmalarıyla sürmüş, bu çalışmalarda söz konusu katkı %50 ile %90

arasında hesaplanmıştır (Johnston, 1966). Ancak bir artık, arta kalan olarak görülen

teknolojinin saptanması, açıklanmasındaki bu belirsizlik dikkate değerdir. Teknoloji,

henüz ilk kavramlaştırma aşamasından itibaren bir bilmece olarak kalmış görünmektedir

ve bu, gerçekte tüm bir politik ekonominin (buna sermaye kuramının temelleri

açısından Walras’a dayanan Scumpeter ve yeni Schumpeterci okul da dahildir) taşıdığı

doğum lekesidir, temelinde ileride açıklanacağı gibi sermaye kuramındaki eksiklikler

yatmaktadır.

Neoklasik iktisatta teknoloji kuramı, iki ayrı işlevi yerine getirir. İlki verili olan

bir üretim fonksiyonunda, yani verili olan teknikler kümesinin bütünü içinde uygun

tekniği seçmektir. Burada teknoloji o üretim fonksiyonu için verili olan teknikler

kümesinin tümünü temsil eder. Bu fonksiyon üzerindeki her bir nokta, belirli firmanın

farklı bileşimlerde kullandığı üretim faktörleri ile elde ettiği çıktıyı gösterir. Her bir

105

noktadaki emek sermaye oranı, o firmanın kullandığı tekniği, fonksiyonun kendisi ise

üretimdeki teknolojiyi anlatır. Her firma, elinde bulundurduğu üretim faktörleri uygun

teknik kümesini seçer. Bu yeni teknik, önceki teknik bileşime göre, daha çok sermayeyi

(sermaye-yoğun) ya da daha çok işgücünü (emek-yoğun) içerebilir; bu duruma

neoklasik iktisatta faktör ikamesi olarak anılır. Tüm firmaların teknik kümeleri, üretim

fonksiyonunu oluşturur. İkinci işlev de burada ortaya çıkar: bu işlev teknik değişimi ya

da teknolojideki değişimi açıklamaktır (Smith, 1997)79. Yani fonksiyondaki kaymayı

açıklamaktır. Ancak kaymanın nedeni, teknolojik değişme dışsaldır. Neoklasik iktisat

kaymanın niteliğini açıklar. Bu kayma, sermaye-yoğun, emek-yoğun ya da nötr bir

teknolojik değişim sonucunda olur.

Neoklasik okulda hangi türden teknolojik değişimin ortaya çıkacağına dair

bugüne kadar kabul edilen yanıtı Hicks vermiştir. Hicks’e göre, bilimsel teknik bilginin

gelişiminin, üretim fonksiyonunun aşağıya doğru kaymasına izin vermesi durumunda

hangisinin seçileceğine karar vermede, ussal eyleyen (rational agent) için temel

belirleyici olan, faktör fiyatlarıdır. Örneğin, eğer sermayenin maliyeti işgücünün

maliyetinden daha hızlı yükseliyorsa, firma, sermayeden tasarruf eden (capital-saving)

teknolojiyi tercih edecektir. Bu durumda Hicks, faktör fiyatlarındaki göreli değişmeyi,

buluşu teşvik eden itici güç olarak görür. Göreli olarak daha pahalı olan faktörün

kullanımını ekonomik hale getiren türden bir buluşu teşvik eder. Belirli bir teknoloji

düzeyinde faktör ikamesini açıklayan, faktör fiyatlarındaki göreli değişme, böylece aynı

zamanda teknolojik değişimin yönünü de açıklayan bir etken olur. Bununla birlikte,

teknolojideki değişmeyi belirleyen tek başına bir faktör fiyatındaki göreli değişim

olarak sınırlanamaz. Çünkü piyasanın aktörü olan ussal eyleyen, toplam maliyetlerdeki

değişmeye bakar. Toplam maliyetleri önemli oranda düşüren her yeni teknoloji

benimsenebilir; öyle ki bu teknolojide faktör bileşimi, göreli olarak fiyatı yükselen

faktörü daha fazla içerebilir.

Ancak teknolojinin üretim fonksiyonu olarak bir eğri ile gösterilmesi, üzerinde

çok tartışılan çeşitli varsayımlara dayanmaktadır. Ansal (1985b, s.20) bu varsayımları

şöyle sıralamaktadır:

79Neoklasik iktisadın teknolojiye bakışının daha geniş anlatımı için bkz. (Smith, 1997), (Smith, 2004), (Taymaz, 2001), (Yıldırım, ), (Buğra, 1985), (Ansal, 1985b), (Akyüz, 1980), (Soyak, 1995).

106

En önemlisi, belirli bir ölçekte belirli bir malı üretmek için kullanılabilecek sonsuz ya da çok fazla sayıda aynı verimlilikte teknik olduğu kabul edilmektedir. Bu tekniklerin ürettiği mallar arasında kalite ya da nitelik farkı bulunmamaktadır. Emek ve sermayenin rahatlıkla birbirini ikame edebildiği, sermayenin bölünebilirliği ve ölçülebilirliğinin yanı sıra emeğin homojenliği ve ölçülebilirliği de varsayılmaktadır.80

Neoklasik iktisadın teknik ve teknolojiyi tanımlaması böyleyken, bu okulun

teknolojik değişime bakışını aktarmak için, bu bakışın gelişmesindeki önemli bir

tartışmayı özetle aktaralım. Bunun için Robert Solow’un 1957 yılında yayınlanan

“Teknik Değişme ve Toplam Üretim Fonksiyonu” makalesi önemli bir dönüm

noktasıdır.

Solow makalesine, “girdi-çıktı tablolarının etkin olduğu ekonometrik

çalışmaların yoğunluğu içinde toplam üretim fonksiyonunu tekrar öne sür”metken

çekindiğini belirterek başlar. Makalesinin temel amacı, kişi başına çıktıda meydana

gelen değişimleri ayrıştırmaktır; üstelik bunu o güne kadar yapılandan farklı biçimde

teknik değişimi ayrıştırarak yapacaktır. Solow, teknik değişimi, “üretim

fonksiyonundaki her türlü kayma olarak” tanımlar. “Böylece yavaşlamalar, hızlanmalar,

işgücünün eğitimindeki iyileşmeler ve benzeri her şey, ‘teknolojik değişme olarak

görülecektir” (Solow, 1957, s.312).

Solow, üretim fonksiyonuna zamanı da değişken olarak katar, fonksiyondaki her

kayma, yani girdiler ile çıktıların ilişkisindeki her değişme teknik değişme olarak

görülür. Üretim fonksiyonu üzerindeki hareket teknik değişmenin olmadığı değişimi

temsil ederken (ya da aynı oranları koruyan farklı emek-sermaye büyüklüklerine sahip

farklı ekonomik birimleri temsil ederken) üretim fonksiyonun bir bütün olarak kayması

teknik değişmeyi anlatır. Solow, zamanın değişken olarak eklendiği üretim

80 Bu varsayımların her biri, üretim alanının ampirik olguları karşısında sorunlar yaşar. Aynı verimlilikte çok fazla teknik bulunması zordur, malların aynı nitelikte olması zordur. İleride anlatılacak olan Babbage ilkesine uygun olarak emek sürecinin niteliksizleşen parçalara bölünerek nitelikli emeğin ikame edilmesi sürecine karşılık, bu sürtünmesiz bir geçiş değildir. Dolayısıyla emeğin bölünebilirliği, homojenliği hep aksak bir işleyişin sonucudur. Bu model ile hiçbir zaman tam uyuşamayan hep ona yaklaşan ama erişemeyen bir süreci beraberinde getirir. Sermaye ile emeğin birbirini aksaksız ikame etmesi de ampirik olgular alanında sorun yaşayan bir varsayımdır.

107

fonksiyonunu ve kimi varsayımları kullanarak81 ABD ekonomisinin 1909 ile 1949

arasındaki üretim fonksiyonun oluşturan serileri oluşturuyor, teknik değişimi

hesaplıyor.

“Teknik Değişmenin Ana Hatları” bölümünde açıkladığı sonuçlarda, üretim

fonksiyonu her yıl ortalama 1.5 birim yukarıya kaymaktadır. Yani Solow, söz konusu

40 yıl içinde yılda ortalama %1.5 oranında bir teknolojik değişme saptıyor. Büyük

yankı uyandıran sonuçlarından bir diğeri de, bu artışın, sekizde birinin sermayedeki

değişimden kaynaklanmasına karşılık, sekizde yedisinin teknolojik değişmeye bağlı

olduğunu ileri sürmesidir (Solow, 1957, s.316).

Türdeş (homojen) girdi (türdeş emek ve türdeş sermaye) ile homojen çıktı

Solow’un da kullandığı neoklasik modelin temel varsayımları arasındadır. Zaten türdeş

girdilerdeki artış, türdeş çıktıları açıklamaya yetmediğinde geriye kalan fark, artakalan

(residual) olarak tanımlanır, bu bugüne kadar gelen tanımıyla Toplam Faktör

Verimliliğidir (TFP). Türdeş girdilere karşın, çıktının girdiye oranının eski döneme göre

farklı olmasının nedeni “teknolojik yenilikler” olarak görülür.

Solow’un makalesinde çıktıdaki değişme = α katsayısı ile ağırlıklandırılmış

sermayedeki değişme ile β katsayısı ile ağırlıklandırılmış emekteki değişmeden

büyüktür. Aradaki fark Toplam Faktör Verimliliğidir.

Üretim fonksiyonu Y şöyle tanımlanırsa:

Y= A(t). f(K, L)

Buradaki zamanın fonksiyonu olan A’nın zaman içinde değişimi teknolojik

değişimi açıklayan ana öğe olur.

∆Y/Y = α∆K/K + β∆L/L + ∆A/A

Sonuncu terim yani ∆A/A, emek ve sermaye faktörlerindeki değişimden ayrı,

artakalan bir birimdir. Solow’un toplam faktör verimliliği dediği bu son terimdir.

81 Üretim faktörlerine marjinal ürünleri ödeniyor, teknik değişme nötr kabul ediliyor, ölçeğe sabit getiri varsayılıyor.

108

Burada görüldüğü gibi, teknoloji emek ve sermayenin bir fonksiyonu değildir, sadece

zamanın bir fonksiyonudur. Zamanla değişir, ama neye göre değiştiği belli değildir,

yani dışsal olarak alınır.

Teknoloji konusundaki bu yaklaşımı John Hicks “yanılsama” olarak eleştirir.

Hicks, Solow’un kullandığı üretim fonksiyonunun sermaye birikiminin verimlilik

üzerindeki etkisini göstermekten uzak olduğunu söyler (Küçük, 1981, s.285).82 Hicks’e

göre üretim fonksiyonunda zamansal değişime atfedilen teknoloji değişkeni, sermaye

değişkeninden bu kadar kolay ayırt edilemez. Bu yaklaşımı, Nicolas Kaldor da sert bir

biçimde eleştirir:83 Kaldor (1961, s.1-2), Hicks’e katıldığını belirtir ve şunu ekler:

Üretim fonksiyonunun aktüel parametrelerini, ampirik olarak gözlemlenmiş değişimin sekizde yedisini fonksiyondaki kaymaların bir sonucu, arta kalan (residual) yalnızca sekizde biri ise, bu fonksiyonun eğiminin bir göstergesi olarak ele almaya mecbur kılan varsayımlar temelinde hesaplayan bir yöntem, her halükarda epeyce abes bir yöntem olmalıdır.

Son zamanlarda Solow modelinin hatalı olduğunu ortaya çıkaran ilginç

çalışmalardan da örnekler verilebilir. 2001 yılında yapılan bir çalışmada Güney Kore

için Solow modeli uygulandığında teknik değişmenin katkısı 0 olarak bulunmuştur.

Solow tarzı büyümeyi ölçen bu çalışmaya göre 1946–1999 yılları arası Güney Kore’de

teknolojik ilerlemeden kaynaklanan büyüme oranı sıfırdır (Pyo; 2001, s.98), (Gürak,

2006). Yine başka bir örnek, Collins ve Bosworth’un 1996’daki çalışmalarıdır. Buna

göre işçi başına 5,7 birim olarak gerçekleşen çıktı artışında Toplam Faktör

Verimliliğinin payı (TFP), 1,5, fiziksel sermayenin payı 3,3, eğitimin payı ise 0,8 birim

olarak hesaplanır (Aktaran Rodrik, 1999, s.51).

Bu tartışmalar, neoklasik iktisatta teknolojinin belirsiz ve sorunlu yerini

gösteriyor. Aynı zamanda neoklasik iktisadın sermaye kavramındaki onlarca yıldır

çeşitli yönlerden vurgulanan eksikliği de dile getiriyor. Ancak tüm bu eleştirilere karşın,

82 Solow artığının değer kuramı ve sermaye birikimi perspektifinden temel oluşturabilecek bir eleştirisi için bkz. (Küçük, 1981). Toplam Faktör Verimliliği kategorisinin başka bir eleştirisi için bkz. (Gürak, 2006).

83 Kaldor, Amerika’daki Cambridge’de çalışan Solow’a, İngiltere’deki Cambridge’de çalışan bir iktisatçı olarak, okyanusun öte yanında fonksiyon eğrilerinden ne kastettiklerini alaycı bir biçimde sormaktadır (Kaldor, 1961, s.1).

109

toplam faktör verimliliğinin bu biçimde hesaplanması neoklasik kuramda hakimiyetini

sürdürmektedir. Yukarıda anlatılan Solow’un teknolojik değişim görüşü, neoklasik

iktisatta içerilmemiş teknolojik gelişme modeli olarak anılmaktadır.84 Bu modelde,

üretim fonksiyonu üzerindeki hareket girdi artış-azalışına bağlanırken, üretim

fonksiyonundaki kaymanın girdi artışına atfedilmeyen kısmı (artakalan kısım- residiual)

teknik değişim olarak kabul edilmektedir. Teknik değişimden kaynaklanan bu

kaymaların nedeni ekonomi dışı olarak varsayılır.85 Teknoloji, neoklasik iktisat için veri

olarak alınır. Eş maliyet çizgileri çizilerek, uygun tekniklerin seçimi, karar verilmesi

üzerine incelemelerde de, seçenek olan bu tekniklerin nasıl ortaya çıktıkları

açıklanmaya gerek duymaz86. Çünkü teknik gelişim, teknolojik bilgi ekonomik sistemin

dışında gelişir, kamusal nitelik taşır (Soyak, 1995, s.94). Kolaylıkla ve maliyet

gerektirmeden bir firmadan diğerine aktarılabilir. Uygun teknolojinin seçimi, firmaların

göreli faktör maliyetlerini hesaba katarak optimal olarak saptadıkları bir tercih

meselesidir. Neoklasik iktisadın denge anlayışı nedeniyle, firmaların teknolojiyi

geliştireceği varsayılmaz.

Hem üretim koşullarının hem de kuramsal düşüncedeki eleştirilerin etkisiyle,

neoklasik iktisatta teknolojik düşünce dışsallıktan kurtarılmaya çalışılmışsa da bu yeterli

olmamıştır. Teknolojik gelişme modeline bu çabayla yukarıda anlattığımız içerilmemiş

modelden ayrı olarak içerilmiş teknolojik gelişme modeli eklenmiştir.87

Ayrıca Nelson’a göre, uluslararası düzeyde de, firma gibi karar birimleri

arasında teknolojik gelişme farklılıkları vardır, bu da, homojen üretim fonksiyonuna

84 İçerilmemiş teknolojik gelişme "yatırım ve birikim olgularından bağımsız olarak, mevcut sermaye stoku ve emeğin etkinliğinin, yani belirli bir girdi bileşiminden elde edilen çıktı miktarının zaman içinde sürekli olarak artması"dır (Akyüz, 1980, s.433).

85 “Teknolojinin uzun yıllar gelişmenin tarafsız bir belirleyicisi olarak görülmesinde, kuşkusuz, neo-klasik iktisadın teknoloji seçimi modelinin büyük rolü olmuştur” (Ansal, 1985b, s.19).

86 “Böyle bir kuramsal çerçeve, mevcut olduğu varsayılan, çok fazla sayıda, farklı faktör yoğunluğundaki teknolojik alternatifin nasıl ortaya çıktığını aydınlatmaktan uzaktır. Günün fiyatlarını yansıtan faktör bileşimlerinden çok farklı teknolojik alternatifleri acaba hangi güçler yaratmaktadır?” (Ansal, 1985b, s.20)

87 “İçerilmiş teknolojik gelişme yaklaşımı ile birlikte sermaye birikimi ve teknolojik gelişme arasındaki bağlar tekrar kurulmaya çalışılmıştır. Bu modellerde en son teknolojik bilgi düzeyi ancak o dönem için yapılan yatırımlar tarafından içerilmektedir” (Soyak, 1995, s.95-96).

110

dayalı neoklasik kuramca açıklanamamaktadır (Nelson, 1981, s.1035). Teknoloji verili

olduğu için, farklı ülkelerin, farklı firmaların nasıl olup da o tekniklere geldikleri sadece

ulusal düzeyde değil, uluslararası düzeyde de açıklanamaz. Evrimci iktisadın, farklı

ülkelerin kendilerine göre belirledikleri teknoloji politikalarının, iktisadi yapıda

gerçekleştireceği değişimi vurgulaması, bu noktadan kalkarak olmuştur.

Teknolojinin dışsal değil de içsel bir bileşen olarak neoklasik iktisada taşınması

çabası yeterli olmayınca, kuramın temel varsayımları daha açık eleştirilir hale gelmiştir.

Evrimci iktisadın temel öncülleri bu eleştirilerden ve Schumpeter’den doğmuştur. Bu

yüzden bundan sonraki bölümde Evrimci İktisadın temel taşını döşeyen Schumpeter’i

ele alacağız.

2.4 Schumpeter ve Yenilik Kuramı: Evrimci İktisat Okulu’nun Sıçrama Tahtası

Schumpeter’in düşüncesini çalışmamız açısından önemli kılan, onun kullandığı

3 temel kavramdır. Ekonomik değişme, yenilik ve girişimcilik. Bu 3 temel kavramın

özellikle ilk ikisi üzerinde ayrıntılı duracağız. Schumpeter’in ekonomik değişmeyi

açıklarken kullandığı sistematik üzerinde ısrarla durmamızın iki nedeni bulunuyor: bu

sistematiğin Marks’ın genişletilmiş yeniden üretim şemalarıyla olan bağlantısını

netleştirmek, bu bağlantının koptuğu başlıca halkanın önemini vurgulamaktır.

Schumpeter, ekonomik değişmeyi açıklama niyetiyle tüm diğer iktisat okullarından

koptuğunu ileri sürmektedir. Schumpeter’e göre, ekonomik değişmenin motoru

yeniliktir. Ancak ileride göreceğimiz gibi, temel halka Schumpeter’de açıklanmamış

olarak kalmaktadır: Yeniliğin motoru nedir? Girişimciliğin tesadüfî, bireysel yapısı bir

motor oluşturmamaktadır, adı üstünde bu kesintisiz bir nesnellik değil, rastlantısal bir

öznelliktir. Üstüne üstlük girişimciyi yaratan koşulların kendisi açıklanmaya muhtaçtır,

girişimcinin mizacını açıklamak ise betimlemeden öteye gitmemektedir. Schumpeter’in

yenilik kuramında, tarihte bireyin rolü, adeta yeniden yazılmaktadır. Kapitalizmin

kaçınılmaz krizlerini yatıştırmaya çalışan, kar oranlarının düşmesini yenilikler ile

engellemeye çalışan, fırsatları kollayan girişimci, sanki tarihte kapitalist bireyin rolünü

canlandırmaktadır. Schumpeter’in kendi tarifiyle bu yönde bir açıklama kısmi bir

çözümlemedir (fragmentary analysis). Üçüncü temel kavram olan girişimcilik ise

Schumpeter’in öncülü olduğu Evrimci İktisat okulunun bireysel metodolojisini,

111

davranışçı ve kurumsalcı yapısını açıklamak için, sadece bu kapsamıyla sınırlı olarak

belirli ölçüde ayrıntılı incelenmektedir.

Schumpeter’in politik ekonomi geleneği içindeki en özgün özelliği, daha önceki

iktisatçıların aksine ekonomik değişmeyi açıklama iddiasıdır. Ayşe Buğra (1985, s.28-

29), Schumpeter’in bu özelliğini vurgular:

Neoklasik iktisadın teknoloji konusuna yaklaşımına en güçlü eleştirinin J. Schumpeter tarafından yöneltildiğini söyleyebiliriz. Schumpeter neoklasik iktisadın, büyük ölçüde kaynak dağılımı konusuyla sınırlı olduğu için, yeni mallar ve üretim yöntemleri geliştirilmesinin kapitalist sistem içinde taşıdığı önemi gözden kaybettiğini vurguluyor. Ayrıca, sürekli fiyat rekabetinin üzerinde durulmasının üretimde gerçekleştirilen yenilikler kanalıyla yürütülen rekabetin gözden kaçması sonucunu verdiğini… söylüyor.

Evrimci İktisat okulunun öncülerinden Schumpeter’in adı Amerika’nın yerleşik

iktisat biliminde ilk olarak iş çevrimleri (Business Cycles) çalışmaları ile öne

çıkmışken, yenilik ve girişimcilik üzerine geliştirdiği düşünce, ilk başlarda geri planda

kalmasına karşın epey sonra, daha geniş bir alanda etkiler yaratmıştır (Sweezy, 1943,

s.93).88 “Yenilik Kuramı”, ilk kez Schumpeter’in 1912 tarihli “Ekonomik Gelişme

Kuramı” adlı kitabında geliştirilmiştir. Kitabın temel amacı, klasik ve neoklasik

ekonominin o güne kadarki sınırlı amacı olan kaynak dağılımı yerine ekonomik

değişimi açıklamaktır.89 Schumpeter’in bu ayırt edici yönünü Mark Blaug da (1985,

s.439) vurgular:

Marjinal verimlilik kuramı, ekonomik analizin kapsama alanının dışına düşüyor diyerek geleneksel olarak teknik değişme sorununu ihmal etmiştir. ‘Ekonomik Gelişme Kuramı’nda Schumpeter ekonomik ilerlemenin anlaşılması için ‘yenilik’lerin öneminin ısrarla üzerinde durarak bu boşluğu kapamaya çalışmıştır. Ancak Schumpeter yeniliklerin sistemli bir kuramını sağlamayı başaramadı,

88 Paul Sweezy, 1943 tarihli makalesinde, yenilik konusunu işlediği ünlü kitabı daha önce yayınlandığı halde Amerika’da İş Çevrimleri çalışmasıyla dikkat çeken Schumpeter’in geri planda kalan Yenilik Kuramı’nı oldukça erken bir tarihte gündeme getirmekte; çekinik ve örtülü de olsa eleştirmektedir (Sweezy, 1943).

89 “Onun çalışmalarının titiz bir okuması, amacının kapitalist bir toplumdaki ekonomik değişimin anatomisini berrak bir biçimde ortaya koymaktan başka bir şey olmadığını açıkça gösterir” (Sweezy, 1943, s.93). Schumpeter’in asistanlığını yapan ve onunla yakın bir ilişkisi olan Paul Sweezy, en önemli kitaplarından birinin adını “Kapitalist Gelişme Kuramı” koymuştur.

112

üstelik ekonomik ilerleme marjinal verimlilik kuramcılarının gündemindeki konu değildi. İşte bu yüzden iktisatçılar genellikle teknik ilerlemeyi ayrı tutmaya devam ettiler.

Denis’in aktardığına göre, ilk ortaya atıldığında Schumpeter'in kuramı

çözümleme alanında hızla ilerleme sağlamaya adaydı (Denis, 1982, s.566). Oysa bir

yandan çoğu iktisatçı tarafından sistemli bir biçimde bir kenara bırakıldı diğer yandan

da Schumpeter'in kendisi kendi kuramının içerdiği en önemli sonuçları çıkarmaktan

kaçındı. Bu da görüşlerinin yayılmasını, ilerlemesini epey engelledi.

Chris Freeman ve Luc Soete (2003, s.22), Schumpeter’in bu konudaki

özgünlüğünü güzel açıklamaktadırlar:

Schumpeter, İktisadi Döngüler (Bussines Cycles) üzerindeki büyük eserinde, yarım yüzyıl kadar süren ‘Kondratieff’ uzunu dalgalarının varlığını kabul etmekle birlikte, Kondratieff’ın açıklamasından farklı ve yeni bir açıklama getirmektedir. Schumpeter’e göre, her konjonktür döngüsü veya ‘uzun dalga’, bir yandan o dönemdeki teknolojik yenilik farklılıkları bir yandan da savaşlar, altın madenlerinin keşfedilmesi ya da kıtlıklar gibi tarihi olayların farklılığından dolayı benzersizdir. Ancak o, her dalganın özel ‘hareketi ve düzensizliği’ (fluctuation and perturbation) konusundaki ısrarının yanı sıra, iktisat teorisinin görevinin sadece tesadüfî olayları kataloglamanın ötesine geçerek, söz konusu dalgalanmaları yaratan sistem davranışının özelliklerini incelemek olduğuna inanıyordu. Görüşüne göre, bu özelliklerin en önemlisi, kapitalist büyümenin ana motoru ve girişimci karının kaynağı, çok büyük ölçüde çeşitlilik gösteren teknolojik yeniliklerdir.

“İş Çevrimleri” kitabından önce yazılan “Ekonomik Gelişme Kuramı” bu

çözümlemenin ilk taşlarının döşendiği kitaptır. Freeman ve Soete’nin de belirttikleri

gibi, Schumpeter’in önündeki temel sorunun, iş-çevrimleri üzerine yoğunlaşmışken

ortaya çıkan önemli bir problemden kaynaklandığı görülebilir: Döngüsel hareket eden

bir ekonomik yapının, sürekli yeniden ürettiği döngüden, niteliksel olarak farklı bir

döngüye nasıl ve neden atladığı, çözülmesi gereken problemi oluşturmaktadır. Bu

problem, ekonomik değişmeyi anlamak, bunun öznesi ve harekete geçirici gücünü

(primum mobile) incelemek, çözümlemek açısından önemli bir problemdir. İleride

bunun Walras’taki denge durumunu kabul etmekle birlikte, bir dengeden diğer dengeye

değişimi açıklama çabası olduğunu daha net göreceğiz. Schumpeter’in kuramını

çağdaşlarına göre önemli yapan bu probleme verdiği yanıt oldu.

113

Schumpeter’in başlangıç noktası, büyümenin değilse bile değişimin olmadığı bir

ekonomidir.90 Yani değişmeye neden olan özgül etmen soyutlanmıştır. Schumpeter

sonuçtaki ekonomik sisteme, “durağan döngüsel akış” der. Çünkü zaman geçse de bu

döngü, aynı kanallardan akar. Döngünün, girdileri, çıktıları çoğalabilir ancak aynı

kanalları kullanarak çoğalır. Bu da zaten büyüme (niceliksel değişim) ile değişimin

(niteliksel değişimin) ayrımıdır. Aynı kanallar ile döngünün daha fazla çıktıyla devam

etmesi, büyüme iken, burada henüz niteliksel bir değişim yoktur. “Döngüsel akış”91

başlangıç noktası alınarak, değişiminin koşulları çözümlenir. Bu noktadan sonra izlenen

işlem üç basamaktan oluşur:

İlk olarak değişime neden olan etmen –girişimci ya da yenilikçi-, bulunduğu

ekonomik çevreden soyutlanarak arı bir tip olarak çözümlenir. İkinci olarak, değişim

etmeni döngüsel akış modeline yerleştirilir.Üçüncü olarak ise, döngüsel akışta işleyen

kuvvetler ile yenilikçi etmenin etkileşimi kapsamlı bir çözümlemeye tabi tutulur.92

Bu üç aşamalı işlemin sonucunda ortaya çıkan iş çevrimleri biçiminde dalgalı

hareket gösteren bir ekonomik gelişme sürecidir. Yani ekonomik gelişmenin salınımlı

niteliği, Schumpeter tarafından bu model ile gösterilebilmiştir.

Schumpeter’in yaptığı bu çözümlemede değişime neden olan etmen “yenilik”tir

(innovation). Schumpeter yeniliği “ekonomik hayatın dünyasında işleri farklı şekilde

yapma” olarak tanımlarken; bunları beş maddeye ayırır (Schumpeter, 1962, s.83). Ona

göre yenilik, girişimci adı verilen belirli bireyler kümesinin etkinliği, işlevidir.93

Schumpeter’e göre, girişimci ise, Walrasçı durağan denge kuramıyla açıklanamayacak

90 Farklı bir özetleme için bkz. (Blaug, 1985, s.464).

91 “Döngüsel akış” (Circular flow) olarak Almancadan İngilizceye çevrilmiş olan sözcük özgün dilde Kreislauf terimidir. Döngü anlamına gelmektedir. Marks’ta sermayenin döngüleri/devreleri yani para, meta ve üretken sermaye döngülerinde bahsedilen döngünün almanca karşılığı Kreislauf’tur. Schumpeter, Marks ile aynı anlamda (circuit) Kreislauf kelimesini kullanıyor. Bu terim Almanca karşılığından İngilizceye hep döngüsel akış olarak çevrilmiştir. Leontief de 1928'de Döngü olarak Ekonomi (Özgün adı, "Wirtschaft als Kreislauf" olan tez İngilizceye Circular Flows in Economics olarak çevrilmiştir) tezini sunuyor.

92 Bkz. bölüm 2 (Schumpeter, 1961). Kısa bir özet için (Sweezy, 1943).

93 “Schumpeter, kabul edilegelmiş rutin ve uygulamalardan keskin bir biçimde kopabilmek için gerekli olan karakter, cesaret ve hepsinden öte vizyona sahip bu karizmatik figüre, girişimciye çok büyük bir önem vermiştir” (Rosenberg, 1976, s.67).

114

olan, değişimin aktörünü açıklamada temel önemde eyleyendir. Bir dengeden diğerine

değişimin temel motoru girişimcidir. Ekonomik Gelişme Kuramı kitabında girişimcinin

niteliklerini tüm boyutlarıyla açıklar (Schumpeter, 1955, s.87-94).94 Hatta Schumpeter’e

göre girişimci kendi eylemlerinin sonuçlarından bağımsız biçimde, ondan soyutlanarak

incelenebilen toplumbilimsel bir tiptir.95 Girişimcinin nitelikleri, her şeyden önce,

yenilik olanaklarını kestirebilmek, önemini anlayabilmektir, üstelik bunun için buluş ya

da yeniliğin kendince yapılmış olması, mucit olması da gerekmez. Bundan daha

önemlisi girişimci yeni şeyler yapmanın önündeki toplumsal ve psikolojik dirençlerin

üstesinden gelebilmeli, kısacası “liderlik” niteliklerine sahip olmalıdır. Yani girişimci,

enerjisi ekonomik kanallara yönlendirilmesi gereken bir liderdir.96 Sweezy,

Schumpeter’in girişimciyi bu şekilde tanımlayarak, ekonomik değişmenin kaynağını,

ilkesel olarak nüfusun herhangi bir sınıfı ya da katmanından çıkabilecek olan belirli bir

grup adamın (men) kişisel özelliklerine bağladığını söyler (Sweezy, 1943, s.94).

Girişimcilik, Schumpeter için belirli bir kişiye ya da kesin biçimde tanımlanan bir gruba

ait bir özellik olmasından önce bir işlevsel roldür.97

Yani kapalı bir dengeden, “döngüsel akış”tan dinamik bir gelişmeye geçmede

kilit aktör girişimcidir. Girişim ve yenilik kavramlarının üzerinde durmamızın tek

nedeni bunların Evrimci İktisat okulu için kilit kavramlar olması değildir; metodoloji 94 Öyle ki, girişimcinin niteliklerinin ayrıntısıyla anlatıldığı ikinci bölüm, Ekonomik Gelişme Kuramı’nın İngilizce çevirisinde yazar tarafından sadeleştirilmiştir. Sadeleştirilen bu bölümün özgün halinde Schumpeter, girişimcinin niteliklerini etraflıca açıklama üzerine yoğunlaşmış, bu yüzden de bu açıklamalar kitabın iktisadi değişimi açıklama genel çizgisinin dışına taşarak iktisat sosyolojisine girmişti. Bu bölüm bu nedenle çeviri sırasında sadeleştirilmiştir, kitabın yedinci bölümü olan Das Gesamtbild der Volkswirtschaft (Ekonominin Genel Görünümü) İngilizce baskıda tamamen çıkarılmıştır (Kızılkaya, 2005).

95 Schumpeter’in dar anlamıyla iktisatçı olmadığı aksine toplumbilimsel yöneliminin tüm çalışmalarında belirgin olduğu bir çok iktisat tarihçisi tarafından kabul görür (Denis, 1982, s.748-750), (Blaug, 1985). “Ekonomik toplumbilim” Schumpeter’e göre ekonomi biliminin dört temel alanından biridir. Diğer üçü ise ekonomik kuram, ekonomik tarih ve istatistiktir (Blaug, 1985, s.464). Schumpeter ve girişimcilik üzerine bkz. Kızılkaya (2005).

96 “Schumpeter teknoloji konusuna buluş (invention), yenilik (innovation) ve yeniliklerin yayılması (diffusion) aşamalarını inceleyerek yaklaşıyor. İktisatçılar açısından en önemli bulduğu yenilik aşamasını da girişimcinin kapitalist sistemdeki işlevinin en önemli yönü olarak görüyor. Schumpeter'e göre, kapitalist sistemde en önemli rolü oynayan girişimci tipinin ana işlevi, teknolojik gelişme düzeyinin veri olarak alındığı bir üretim fonksiyonu çerçevesinde optimal kaynak dağılımını sağlamak değil, bu üretim fonksiyonunu bütünüyle değiştiren yenilikleri üretimde kullanmak” (Buğra, 1985, s.27).

97 Blaug’a göre, Schumpeter’in yenilik ve girişimcilik üzerine düşünceleri, durağan (statik) denge analizine uymadığı için hep göz ardı edilegelmiştir (Blaug, 1985, s.464).

115

olarak Schumpeter’in metodolojine dikkat çekmek gerektiğindendir. Yenilik amacını

edinen girişimcinin davranışları, ileride kurumların davranışlarını, tercihlerini, öğrenme

yeteneklerini, örgütsel davranış şekillerini irdeleme yönünde her biri ayrı ayrı

geliştirilecek olan alanları önceden haber vermektedir. Üstelik devletin etkinliğinin

azaltılmaya çalışıldığı, uluslararası şirketlerin uluslararası düzeyde etkinlik kazandığı,

devletin henüz buna göre yeniden biçimlendirilemediği “neoliberal” dönemde,

kurumların etkinliğinin ön plana taşınması, yönetimin teknikleştirilerek, politikadan

arındırıldığı görüntüsünün verilmesi kaçınılmazdır. Schumpeter’in “girişimci” modeli,

bu anlamıyla ileride firma, kurum davranışı gibi bireysel bir metodolojiyle daha fazla

geliştirilecek olan bir “ideal tip” tir.

Bu ideal tipten kalkılarak geliştirilen yaklaşımlarda, girişimci (ya da

Schumpeter’den sonra ön plana çıkarılan “kurum” ya da firma) davranışları, davranışçı

bir tarzda incelenir. Bireysel metodoloji ile bu girişimcinin öznel tercihleri, rasyonel

davranışlar ve tercihlerin araştırılması yoluyla kuramsal olarak yeniden inşa edilir.

Böylelikle teknolojik yeniliğin kuramlaştırılması, bireysel davranışların toplulaştırılması

eliyle, davranışçı bir tarzda yürütülmeye çalışılır. Burada öznenin, nesnel yapı

tarafından nasıl oluşturulduğu, belirlendiği, nereden geldiği, eyleyenin (agency), yapı ile

ilişkisi sorun edilmez. Yani bu girişimcinin nasıl ortaya çıktığı, kuramsal problem

haline getirilmez. Bu yüzden girişimcinin öznel davranış ve tercihlerinin sosyolojik bir

incelemesi yer yer daha fazla önem kazanır. Zaten girişimcinin olanaklarından

yararlandığı, önceden vizyon sahibi olarak gördüğü yenilikler de bu öznelliğe bağlı

olarak doğrusal bir tarihsel çizgide gelişmezler. Doğrusal bir yörünge (patika,

trajectory) izlemezler. Yenilik süreci, kümelenmelerin olduğu kesikli ve salınımlı bir

süreçtir.

Schumpeter’in Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi kitabında (1962, s.83),

kapitalizmin motorunun itici gücü olarak tanımladığı yenilikler şunlardır:

Kapitalist motoru harekete geçiren ve hareket halinde tutan temel itici güç, yeni tüketim mallarından, yeni üretim ya da taşımacılık yöntemlerinden, yeni pazarlardan, kapitalist girişimlerin yarattığı yeni sanayi örgütlenmesi biçimlerinden kaynaklanır.

116

İktisat yazınında yenilik türleri, bundan sonra Schumpeter’in yazdıklarına uygun

olarak bu beş başlık altında sınıflanmaya başlanmıştır (Denis, 1985), (Buğra, 1985,

s.29):

1- Yeni bir malın üretimi

2- Yeni bir üretim yönteminin uygulanması

3- Yeni bir piyasanın açılması, daha önce açılmamış bir alana ürün satmak

4- Yeni bir hammadde ya da yarı mamul kaynağının elde edilmesi.

5- Yeni bir örgütlenmenin gerçekleşmesi, tekel durumu vb.

Tüm bu yenilikler98, kapalı ve durağan (statik) bir denge durumu yerine

ekonomik değişimi getiren temel harekete geçirici güçlerdir. Bu yenilikler aynı

zamanda “yaratıcı yıkım” denilen, yeniliğe açık olmayan ekonomik tabanın ayıklanarak,

yeniliğe açık olanların yeni bir temelde tekrar gelişmesi sürecini de yürütürler. Yeniliğe

açık olmayanlar için ekonomik değişim süreci yıkımı getirirken, yeniliğe açık olanlar

için ise bu süreç gelişmeyi, yaratıcı süreci getirecektir.

Bir yandan yaratım bir yandan yıkım süreci, evrimi hatırlatır. Gerçekten de

Schumpeter, hem kapitalizmi hem de teknik değişmeyi, bir evrim süreci olarak anlar.

Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi kitabının “Yaratıcı Yıkım Süreci” başlıklı 7.

bölümünde (1962, s.82) yeniliği, yaratıcı yıkım sürecini kapitalizmin motoru olarak tarif

eder:

Kavranması gereken esas nokta şudur: kapitalizmden bahsederken, bir evrim sürecinden bahsediyoruz. Üstüne üstlük uzun zaman önce Karl Marks tarafından vurgulanan bu kadar bariz bir olguyu hiç kimsenin görememesi garip görünebilir. Ancak modern kapitalizmin işleyişi hakkında önermelerimizin büyük bir çoğunluğunu çıkardığımız o bölük pörçük çözümleme99 (fragmentary analysis), bunu inatla görmezlikten gelir.

98 “Bütün bu olguların neoklasik bir üretim fonksiyonu aracılığıyla açıklanması çok güç” (Buğra, 1985).

99 Schumpeter, bundan önceki paragraflarda, iktisatçıların ve popüler yazarların gerçekliğin bölük pörçük parçalarından yola çıktıklarından bahseder. Bu parçalı, kısmi gerçeklikler doğrudurlar, hatta çoğu durumda biçimsel nitelikler bunlardan genellikle doğru biçimde türetilirler. Ancak Schumpeter, haklı olarak şu sonucu çıkartır: bu tür bölük pörçük, kısmi çözümlemelerden (fragmentary analysis) bir bütün olarak kapitalist gerçekliğin çözümlenmesine dair hiçbir sonuç çıkmaz. Sadece tesadüfen doğru yapılabilir.

117

Aynı bölümde Schumpeter, kapitalizmin durağan olamayacağını, doğası gereği,

bir ekonomik değişim yöntemi ya da biçimi olduğunu söyler. Bu değişimin sadece,

basitçe içinde bulunduğu toplumsal koşulların ya da doğanın değişimi yüzünden, bu

değişimin ekonomik verileri değiştirmesinden dolayı olamayacağını belirtir. Toplumsal

ya da çevresel değişimler sanayinin değişimini sağlar ama bunlar temel harekete geçirici

güç değillerdir. Ona göre, bu evrimsel nitelik, nüfusta ve sermayede gerçekleşen yarı

otomatik artıştan da, tamı tamına aynı şeyin geçerli olduğu parasal sistemin

kaprislerinden de kaynaklanmaz. Kapitalist motoru harekete geçiren ve hareket halinde

tutan, teknolojik yeniliklerdir (Schumpeter, 1962, s.83).100 Aynı sayfalarda Schumpeter,

iktisatçıları, sadece fiyat rekabetini gördükleri yönünde eleştirir. Gerçekte yeni meta,

yeni teknoloji, yeni arz kaynağı, yeni örgütsel biçim konusundaki yani teknolojik

yenilik konusundaki rekabet, daha önemlidir.

Schumpeter, kapsamlı bir konuyu sınırlı sayıda sayfada ele aldığı için yeterli

bulunmayan (Nelson, 1990, s.193) yedinci bölümde, aslında sonradan evrimci iktisadın

temel başlıklarını oluşturacak pek çok anahtar konuya kısaca değinir, ya da bunları ima

eder. Yaratıcı yıkım, evrimsel karakter, teknik değişimin yaparak öğrenme ile ilişkisine

değinir; katedilen yola ya da patikaya bağımlılık (path dependence) biçimlerinden

örnekler vererek açıklamalar yapar.101 Oligopol piyasalarda rekabet ve teknik değişimin

örneklerine değinir. Eş zamanlı çözümlemenin eksikliğini, dinamik bir çözümlemenin

gerekliliğini de vurgular.102

100 Schumpeter’in düşüncesini izleyen Nelson, bundan yaklaşık yarım asır sonra yazdığı “İlerlemenin Motoru Olarak kapitalizm” makalesinde (Nelson, 1990, s.193) 21. asırda Schumpeter’den miras olarak alınabilecek temel öncül olarak kapitalizmin ve teknolojik değişimin evrimsel karakterinden ve yaratıcı yıkımdan bahseder. Ancak örtülü olarak devraldığı temel öncülü belirtik kılmaz. İlerlemenin motoru kapitalizm ise kapitalizmin motoru nedir? Bu soruya Schumpeter’in burada verdiği yanıtı kabul eder. Üzerinde tüm bir yenilik iktisadının, evrimci kuramın kurulduğu bu yanıt, aslında bütün klasik ve neoklasik iktisadın temel sorununu barındırmaktadır. Zenginliğin, karın kaynağı nedir?

101 Teknolojinin patika bağımlılığı (path dependence ya da technological trajectory) Schumpeter ve yeni Schumpeterciler tarafından yaygın bir biçimde dile getirilse de Marks’ta bunun açıklaması olmadığı düşünülmemelidir. Marks’ın Kapital’i sermaye kuramıdır, teknoloji bir sonuçtur, bu yüzden açıklama üretilen sonuçlardan türetilir. Teknolojik değişimin patika bağımlılığının Marks’taki karşılığı için bkz. (Smith, 2002, s.157).

102 “Bir Burjuva Marksisti olarak Schumpeter” başlıklı makalesinde George Catephores, Schumpeter’in Marks’tan övgü ve beğeni ile bahsettiği noktaları vurgular (Catephores, 1994). Bunlar, gerçekten de kapitalist sistem içinden bakan nitelikli bir iktisatçı açısından anahtar perspektiflerdir. Schumpeter, kapitalizmin dinamik ve birikimli bir yapıyı içeren çözümlemesini, bu noktaları inkâr ederek değil, bunlardan öğrenerek yapar. Walrasçı denge anlayışı gözden geçirerek yerine koyduğu, teknik yeniliğe

118

Schumpeter'in durağan döngüsel akışında, Walrasçı genel denge durumunun

aksine, kar ya da faiz biçiminde artık yoktur. Sadece yenilik ve dinamik değişim, pozitif

faiz oranı üretebilir (Blaug, 1985, s.521). Modelin temel varsayımı budur. Toprak özel

mülktür, topraktan rant elde edilir, ancak pozitif bir faiz oranının olmadığı durumda

toprağı değerlemenin temeli yoktur. Yani durağan döngüsel akışta toprak için piyasa

yoktur. Bu varsayımlar doğal olarak çok tartışma yaratmıştır (Sweezy, 1943, s.94),

(Blaug, 1985, s.521). Fakat Blaug’un da belirttiği gibi, bu tartışmalar esas olarak

Schumpeter’in girişimcilik ve yenilik konusundaki önemli vurgularını ihmal etmek

pahasına yapılmıştır. Schumpeter, yeniliği açıklarken, buluş (icat, invention) ile yenilik

(innovation) arasında ayrım yapmıştır.103 Buluş kavramını, yeni teknik bilginin

keşfedilmesi olarak tanımlarken, yeniliği ise bunun sanayiye uygulanması olarak

kavramlaştırmıştır.

Sweezy'ye göre Schumpeter’in modeli kendi içinde tutarlıdır, ancak örtük olarak

şu varsayıma dayanır: döngüsel akış modelinde kapitalist diye özel bir sınıf yoktur.

Toplum toprak sahipleri ile diğerleri diye bölünmüştür. Herkesin "sermaye" denilen

şeye erişimi eşittir. Bu koşullarda açıktır ki, işi verene hiç artık gidemez; tüm gelir

toprak sahipleri ile emekçilere akar; işverme işlevinin hesap tutma, muhasebe ve gelir

gider hesabı dışında bir işlevi yoktur. Sweezy, 1943'te durağan döngüsel akış modelini

ve bunun altında yattığını düşündüğü varsayımı böyle tarif eder. Böyle bir model

tasarlandığında durağan ekonomi yaratmaya elverişlidir; çünkü gelir tümüyle harcanır,

tasarruf ve birikim için hiçbir şey kalmaz ki bu da durağan bir ekonomi demektir.

Pek çok iktisatçıya göre, Schumpeter’in “döngüsel akış” dediği kapalı devre

ekonomi ile yenilikçi girişimcinin dinamik bir değişim yarattığı ekonomi şeması,

gerçekte Marks’ın basit yeniden üretim ile genişletilmiş yeniden üretim şemalarına karşı

dayanan birikim modeli, Sweezy’nin ima ettiği gibi Marks’tan önemli izler taşır; ancak bu model artı-değer kuramı reddedilerek geliştirilmiştir.

103 Kimi iktisatçılar, (örneğin Nathan Rosenberg) Schumpeter'in bu ayrımına (buluş-yenilik-yayılma) katılmıyorlar. Rosenberg'e göre, gerçekte buluş ve yeniliklerin birbirinden ayrılması çok güçtür (Rosenberg, 1976, 1976a).

119

geliştirilmiş modellerdir (Sweezy, 1943), (Mirkowich, 1940), (Eliot, 1983), (Denis,

1982, s.567). 104

Henüz 1940’larda yapılan değerlendirmelerde (Sweezy, 1943), (Mirkowich,

1940) ekonomik değişmenin dinamiklerini açıklamayan klasik ve neoklasik iktisadın

aksine ekonomik değişim üzerine yoğunlaşan Schumpeter’in kuramı çok sınırlı da olsa

öne çıkarılmaya, vurgulanmaya çalışılmıştır.

Schumpeter’den evrimci iktisatçılara kalan, ekonomiyi dinamik olarak kavrama

yönündeki “evrim” düşüncesi, bu evrime neden olan değişimi yaratan “yenilik”

düşüncesidir. Böylece teknoloji, dışsal değil, bizzat iktisadın içinde, onun geliştirdiği bir

içsel parametre haline gelir.105 Ancak bu içsel dinamik yenilik süreci, öznesi

girişimcidir. Girişimcinin öznel yetileri, davranışları ve yöntemlerinin yapısal bir

açıklaması, kuramlaştırılması çabası, iktisat biliminin içinde yapılmamaktadır. Yer yer

sosyolojik nitelemeler, davranışçı değerlendirmelerin konusu yapılmakta, bununla

yetinilmektedir.

Schumpeter’in ekonomik değişmenin kaynağını, teknolojik yenilenmede

görmesi üzerine bir değerlendirme yapabiliriz. Schumpeter, Marks’ın ekonomik

değişmeyi inceleme vurgusundan ve tarihselleştirme eğiliminden etkilenmiştir.106

104 “[Schumpeter ] Marksçı toplumsal-ekonomik kuramdaki kimi gelişmemiş yerleri kullanarak, ilk defa evrimci bir kuramın mantıklı ve kabul edilebilir bir sistemini oluşturmuştur” (Mirkowich, 1940, s.580). “Tabii ki, eğer durağana karşılık genişleyen bir ekonomi ayrımını tipoloji için temel olarak benimsersek, Schumpeter’in durağan döngüsel akışına yakın bir benzerinin Marks’ın basit yeniden üretim modeli olduğu da, öte yandan Marks’ın ‘genişletilmiş ölçekte yeniden üretim’inin Schumpeter’in kapitalist gelişme kategorisine paralel olduğu da doğrudur” (Elliott, 1983, s.335).

105 Schumpeter’in teknolojiyi iktisadi anlayışa dahil etme girişiminin kendi içinde de önemli çelişki ve sınırları bulunmaktadır. “Schumpeter’ın yaklaşımında sermaye birikimi ve teknolojik gelişme arasında bağlar kurulmaya çalışılmış olması ve yatırım, kar gibi değişkenlerin de modele dahil edilmiş olması, ‘teknolojik bilginin’ de modele dahil edildiği izlenimini yaratmaktadır. Ancak, firmalar yatırım yaptıkları sürece, dışsal olarak gelişen yeni teknolojik bilgiyi üretim sürecine sokmaktadırlar. Bu durumda teknoloji hala dışsal bir faktör durumundadır” (Ansal, 2004, s.41). “Her iki modelleştirme biçiminden de anlaşılacağı gibi, teknolojik bilgi, neoklasik kuramda ekonomi dışı bir olgu olarak yorumlanmakta ve firmaların bu bilgiden yararlanabilmeleri için, birinci yaklaşımda zamanın geçmesi, ikinci yaklaşımda ise yatırım yapmak yeterli olmaktadır. Dolayısıyla bu yaklaşım, firmaların seçmiş oldukları tekniklerin yalnızca kullanıcısı olduklarını varsaymakta, bunları geliştirmek için herhangi bir faaliyette bulunmadıklarını zımnen kabul etmektedir” (Soyak 1995, 97).

106 Schumpeter'e göre Marks'ın önemi tarih ve ekonomiyi birleştirmesidir. Marks, statik bir ekonomik zemini varsayım olarak alıp oradan başlamamış, düşüncesini sürekli değişen ekonomik yapıya uygulamak istemiştir (Schumpeter, 1981, s.60).

120

Örneğin, Marks’ın iktisadi, tarihsel ve toplumsal gelişmeyi “bireysel iradenin üstünde”,

kapitalist sistemin mantığından kaynaklanıyor olarak görmesini çok önemser

(Schumpeter, 1981, s.56). Öte yandan Schumpeter’in, daha önce Marks’ın basit yeniden

üretim ve genişletilmiş yeniden üretim şemaları üzerine çalıştığı da çeşitli defalar

söylenmiştir. Her şeyden önce Avusturya kökenli Sermaye Kuramı okulunun bir

temsilcisidir, üstelik Kapital’in birinci cildiyle üçüncü cildi arasında “çelişki” olduğunu

öne sürerek, “dönüşüm” tartışmalarını başlatan, Marks’ın sisteminin sonunu ilan eden

Böhm-Bawerk’in öğrencisi olarak yetişmiştir. Marks’ın yeniden üretim şemalarından

haberdar olmaması beklenemeyeceği gibi içinden geldiği ekol düşünüldüğünde bunları

kabul etmesi de beklenemez.107 Bu yüzden Schumpeter’e göre, değer kuramı hatalıdır,

marjinal fayda kuramı daha doğrudur (Schumpeter, 1981, s.50). Marks’ın nitelikli emek

düşüncesinin sorunlu olduğunu belirtir, emek değer kuramına karşı çıkar. Ona göre,

“emek değerinin emek üretimi için harcanan iş saatine oranlı olduğu hiçbir zaman

ispatlanamamıştır”(Schumpeter, 1981, s.59).

Başlıca öncülleri ise, Avusturya sermaye okulunun ana kuramsal yapısıdır.

Walrasçı denge modelini durağan döngüsel akış şeması için temel kalkış noktalarından

biri olarak alırken, esas amacının verili parametrelerle kaynakların dağılımını

anlamaktan öte, bir dengeden diğer dengeye geçişin koşullarını açıklamak olduğunu sık

sık belirtir. Walras’ın genel denge modeli, bir dengeden başkasına geçişi açıklamaz ama

verili dengeyi açıkladığı sürece, iktisadi gerçekliğin özel bir görünümü olarak, bir

metodolojik kurgu anlamını taşımaktadır (Schumpeter, 1954, s.964). Walrasçı modeli

benimsemenin sınırları, verili denge koşulları içindeki güçleri, parametreleri

tanımlamakla başlar. Bir denge ile bir başka denge konumunu iyi analiz etmek,

Walrasçı yöntemle başarılabilir. Zaten bu güçler ve parametrelerin, zaman içinde bir

dengeden diğer denge durumuna nasıl değiştiğini anlamak için o güç ve parametreleri

hesaplamak Walras’ın yöntemiyle olabilir. Schumpeter için Walras’ın önem ve

anlamının, sınırlarını da bu oluşturur. Bunu şöyle dile getirir (1962):

107 Başka yerde belirttiğimiz gibi, Marks’ın Kapital çalışmaları sırasında tuttuğu notlar, taslaklar, henüz o tarihlerde derlenmediği ve yayınlanmadığı için Schumpeter’in bunları bilmediğini, Grundrisse’yi görmediğini söyleyebiliriz. Bu el yazmalarının başlıca önermeleri, Kapital’in temel kuramsal yapısında içerili olarak bulunmaktadır, ancak burada kimi noktalar daha ayrıntılı ve sınırları aydınlatacak biçimde çizilmiştir. Marks, teknolojik yenilik, yeni ürünlerin, yeni üretim dallarının, yeni ihtiyaçların yaratılması ve bunların sonuçları gibi konulara, burada daha geniş değinmiştir.

121

Bu noktada esas önemli olan, bir dengeden diğerine sürüklenen ve dışsal faktörlere dayanan bir değişim teorisinden ziyade, iktisadî sistemin nasıl olup da sürekli olarak kendisini dönüştüren bir içsel gücü yarattığını açıklayan teoriyi ortaya koymaktır.

Schumpeter’in düşüncesinin Walrasçı mirası ve kopuşu bu iken, ekonomik

değişimin motoruna atfettiği nitelik diğer bir önemli sorundur. Ekonomik değişimin

nedeni olan yeniliğe ve bu yeniliğin öznesi olarak girişimciye biçtiği rol ise teknolojiyi

dışsal almamasını getirir. Ancak sosyolojik bir tip olarak tanımladığı girişimcinin hangi

şartlar, sebepler altında doğduğu, bu sistemi toplam olarak neyin yeniden ürettiği

belirsiz kalır. İster Ekonomik Gelişme Kuramı kitabında ayrıntılandırdığı girişimcinin

sosyolojik nitelikleri olsun isterse de iktisadi sosyolojiye kayacak denli kapsamıyla

incelediği ve Almanca özgün baskıdan İngilizceye çevrilirken kendisi tarafından

sadeleştirilen ikinci bölümün esas kısımlarındaki açıklamalarla olsun girişimci dışsal

kalır. Schumpeter, henüz 1910’da ekonomik değişimde kurumların ve yeniliğin önemini

vurgularken, esas önemli olanın değişimi açıklamak, değişimin neden kaynaklandığını

bulmak olduğunu söyler. Ancak girişimcinin, bireysel yetenek ve liderlik yetilerinin

tanrı vergisi olarak kalmasının önüne geçemez. Girişimciyi yaratan, ona o olanakları

sağlayan nelerdir? Kapitalist üretim ilişkilerini incelemeye katmadan bu soruyu

yanıtlamak olanaklı değildir; Schumpeter de bu soruya tam anlamıyla yanıt vermez.

Bu nedenle Sweezy’nin, (Marks’ın adını anmadan) Marks’ın yeniden üretim

şemalarının değişimi açıklamakta daha geçerli olduğunu önermesinde haklılık payı

vardır. Açıktır ki, yeniden üretim şemaları üzerine yürüyen tartışmalar, “eksikliği”

yönündeki eleştiriler108, Schumpeter için bunları “rezerv”le kullanmasına neden olmuş

dahası, harekete geçiren gücü (artı değer üretimi, kar amacı yerine yenilik, piyasada ve

tekel ortamında tutunabilmeyi koyarak) farklı ele almasına yol açmıştır.

Schumpeter’de teknik değişimin kendisi aslında “teknik” bir biçimde

açıklanmıştır. Teknolojik yeniliği üreten değil de, onu kullanan, fırsatı değerlendiren

girişimci kar etmektedir. Artı-değer kavramı, değer ile kar ayrımı, üretim alanı ile

108 Marks’ın basit ve genişletilmiş yeniden üretim şemalarının ne kadar gerçeğe uygun bir model olup olmadığı üzerine tartışmalarda Rosdolsky ve daha sonra Mandel’in söyledikleri unutulmamalıdır (Bu şemalar üzerine Marksist perspektiften bir tartışma için bkz (Rosdolsky, 1989, s.445–505) özellikle 7. bölüm ve Mandel (1993, s.24).

122

bölüşüm alanı ayrımı gibi temel ayrımlar öncülü olan Walras da olmadığı gibi

Schumpeter’de de bulunmamaktadır. Halbuki Schumpeter, Marks’ın sisteminin çelişkili

bütünlüğe dayanan yapısını gayet iyi fark etmekte109, ama belirli bir sınıfın içinden ve

onun tarafı olarak görüşlerini geliştirmektedir. Artı-değer kuramını reddedildiğinde,

ekonomik yeniden üretimin temeli, rekabetçi bir piyasanın gereklerine uygun yenilikleri

“üreten”, fırsatları kullanan girişimcinin insafına bırakılmıştır.

Schumpeter’e göre, zenginliğin yani yaratılan değerin kaynağı, artığı ortaya

çıkartan yenilik süreci iken, teknoloji arzının incelenmesi, bölüşüm alanının konusudur.

Durağan döngüsel akıştan dinamik döngüye geçişte, kar, emeğin yarattığı bir değer

olarak değil, girişimcinin bireysel özellikleri sonucunda ortaya çıkar.110 Bunun gibi

teknolojinin yarattığı bu kar, büyümeyi sağlar.111 Ancak teknolojik yenilik fırsatını

değerlendiren girişimcinin “yarattığı” bu kar, kalıcı değildir (Schumpeter, 1955). Karın

cazibesi diğer firmaları cezbederek kendi yok oluşunu da yaratır. Schumpeter (1939,

s.105) bunu şöyle dile getirir:

Kar... kapitalist sistemde başarılı yenilikler üzerindeki ödüldür. Ancak, doğası gereği sürekli değildir; rekabet ve taklit edilme süreciyle yok olur.

Bu süreci Schumpeter "yaratıcı yıkım" (creative destruction) olarak niteler; zira

teknolojik yenilikleri teşvik ettiği için yaratıcı, fakat teknolojik yenilikleri

sürdüremeyen ve bunlara ayak uyduramayan firmaları ayıkladığı için yıkıcıdır.

Bir girişimcinin, firmanın teknolojik yenilik ile elde ettiği üstünlükten

kaynaklanan teknoloji rantı, gerçekte değerin kaynağı değildir.112 İleride Marks’taki

109 “Bu tip bir prosedürün analize kattığı canlılığı kabul etmemek imkânsızdır. Ekonomik kuramın gulyabaniye dönüşmüş kavramları, soluk almaya, canlanmaya başlarlar. Bu şekilde ekonomik teori mücadeleci bir nitelik kazanmakta dedüktif karakterinden hiçbir şey kaybetmemesine rağmen toplumsal hayattaki düzensizliği gösteren bir tablo anlamı kazanmaktadır” (Schumpeter, 1962, s.45–46) ve (Schumpeter, 1981, s.87).

110 “Kapitalist toplumda özel servetlerin büyük bir kısmı, kendisi temel hareket ettirici güç olan yenilik sürecinin bir sonucudur. Kuşaklar boyunca sürdürülen tasarruflar, tasarruf etmek için gerekli olan yenilikten gelen artık olmasaydı o kadar başarılı olamazdı” (Schumpeter, 1939, s.106).

111 "Gelişme olmadan kar, kar olmadan gelişme olmaz" (Schumpeter, 1955, s.154).

112 Schumpeter, artı-değerin olması için denge durumunun sürekli dengesizliğe sürüklenmesi gerektiğini öne sürer, ona göre, artı değer kuramının durağan denge koşullarında mümkün değildir (Schumpeter, 1962, s.28). Girişimcinin etkinliği dengeden uzaklaştırır ve ürününü, yeni yöntemin tekelini koruduğu

123

teknoloji yaklaşımında göreceğimiz gibi emek gücü sarf edilerek yaratılan artı-değerden

kar olarak alınan payın artması anlamına gelmektedir. Bu artı-kar teknolojik ranttır ve

bu karı elde etmek için firmalar arasında artan rekabet nedeniyle bir süre sonra bu artı

kar ortadan kalkar. Teknolojik rant bu nedenle kalıcı değildir, uyarlanma, taklit ve

rekabet ile belirli bir zaman sonra ortadan kalkar, girişimci firma üstünlüğünü kaybeder.

Değerin yaratılması alanı ile değerin kar olarak bireysel kapitalist tarafından edinilmesi

arasındaki ayrım, üretim ile bölüşüm alanı arasındaki ayrım ile koşuttur. Teknoloji rantı,

teknolojik üstünlüğün getirdiği geçici artı karlar, zenginliğin üretilmesi ile ilgili

değildir, zenginliğin bölüşülmesi ile ilgilidir. Teknolojik yeniliklerin üretilmesini

irdeleyen Schumpeter’in girişimci üzerine analizleri, evrimci yaklaşımın firmalar,

kurumlar üzerine analizleri, bu nedenle teknolojiyi bölüşüm alanında ele almaktadır.

Firmaların elde ettiği teknoloji rantının artırılabilmesi için stratejilerin geliştirilmesine

dayanan her tür yaklaşım, teknolojiyi salt bölüşüm alanında kavramak gibi bir temel

sınırlılık taşımaktadır.

Yenilik ve teknolojik değişim sürecinin, dışsal ve verili olarak ele alınmaması,

değiştirilebilen, planlanabilen, müdahale edilebilen bir süreç olarak öne çıkarılması,

Schumpeter’i temel alan Evrimci İktisat okulunun, devraldığı ana temalardan en

önemlisidir. Öte yandan aynı okulun devraldığı temel varsayım korunmakla kalmayıp

üstüne epey bir kuram inşa edildiği için, teknolojinin fetişleştirilmesi bugün bu

boyutlara varmıştır. Teknolojik yenilik, tüm albenisiyle ekonomik büyümenin ve

dolayısıyla “toplumsal refah”ın kaynağı olarak görülmektedir. Üstelik girişimci ve

yenilik bu kadar ön plana çıkarılırken, ilerlemenin motoru olarak görülürken, teknolojik

yeniliği ve girişimciyi neyin yarattığı, teknolojinin motorunun ne olduğu sorusu yine

belirsiz kalmaktadır. Evrimci okulun, devraldığı bu temel önerme, teknolojinin gerçekte

içselleştirilmesini değil daha fazla fetişleştirilmesini getirmiştir.

sürece normal kar oranının üstünde bir rant ile satmasını sağlar (Catephores, 1994, s.21). Zamanla bu rant ortadan kalkar. Schumpeter bu teknoloji rantını, değerin kaynağı olarak görür, onun dayandığı sermaye kuramının temel hatası da budur. Marks için bu artı karın kaynağı, sömürü ile yaratılan toplam artı değerden daha fazla pay almadır. Üstelik Schumpeter’in öne sürdüğünün aksine artı değer denge koşullarında da sömürülmektedir.

124

2.4.1 Schumpeter’den Evrimci İktisada Geçiş Süreci: Yenilik Süreci Araştırmaları

Evrimci iktisat, neoklasikleri eleştirerek, ancak onlardan kalkarak yola çıkmıştır.

Bu nedenle evrimci iktisat ile neoklasiklerin eleştirisi arasında bir ara basamak olarak

Yenilik Süreci araştırmaları durmaktadır. Bu dönem ayrıca evrimci iktisadın oluşması

için geçiş süreci niteliğindedir.

Teknik ilerlemeyi makro ekonomik düzeyde ele alan neoklasikler, üretim

fonksiyonundaki kaymaların emek ve sermaye girdilerindeki artıştan kaynaklanmayan

yanlarını incelerken birçok güçlükle karşılaşmışlardır. Bu güçlükler her seferinde

modeldeki bir değişiklikle kapsanmaya çalışılmıştır. Her defasında, artakalanı (residual)

tanımlamak için zamana ya da başka değişkenlere (yatırımlar, yatırım oranları, yatırım

oranlarındaki değişim, ekonomik etkinlik vb.) bağımlı pek çok fonksiyon üretilmiştir.

Teknoloji ve üretim fonksiyonunun kendisi geniş ve karmaşık bir sorun haline gelmiştir.

1960’larla birlikte sorun ayrıştırılmaya çalışılır (Johnston, 1966). Toplulaştırılmış halde

teknik ilerleme, sorunu makroekonomi düzeyinde tarif etmektedir, ancak yeniliğin

kaynağına, kökenlerine ve nedenlerine inememektedir. Yeniliğin kaynaklarına inmek

ise mikroekonomik düzlemde firmalar düzeyinde buluş, yenilik, taklit ve yayılma

arasındaki ilişkileri, bunların gelişimini izlemeyi gerektirir. Mikro düzey ile makro

düzey arasındaki ilişkiyi ise, taklit ve yayılmanın dinamiklerinin incelendiği, firma ile

sanayi arasındaki ilişkiler, sanayi içi ve sanayiler arası ilişkiler ve daha sonra da ülke içi

sanayiler ile dünya üzerindeki sanayiler arasındaki ilişkilerin çözümlenmesi kurar.

Artık makro düzeydeki “teknik ilerleme” tarifinin güçlükleri yerine, sorunun

kaynakları olarak görülen mikro düzeyden makro düzeyi kavramaya yönelinir. Yenilik

bir akış ve süreç olarak kavranır.113

Bu akışın aşamaları Schumpeter’den geliştirilerek oluşturulur, ancak

Schumpeter’dekiler gibi kalmaz. Schumpeter, buluş, yenilik ve taklit sürecini ele

almıştır. Tartışmalar içinde bu akış ve süreç geliştirilir. Buluş, yenilik, yayılma

aşamalarının yanı sıra alt aşamalar tarif edilir. Tüm bu aşamalar, mikro düzeyde firma

113 “[Y]enilik tek tek şirketler için özgül bir süreç, dünya ekonomisinin geniş perspektifinden ise zaman içinde bir akıştır” (Johnston, 1966, s.160).

125

içi ve firmalar arası yeniliklerin oluşumunu sağlayan dinamikleri incelemekte, dahası

bunların taklidi, yayılması vesilesiyle de sanayi içi, sanayiler arası değişimi

çözümlemektedirler. Mikro düzeydeki değişimlerin, uzun zamansal akış içinde

yayılması ile makro düzeyde yarattığı etki ise teknik değişimi tarif etmeye yardımcı

olur.

Bu amaçla 1960’larda yenilik üzerine mikro ekonomik perspektiften kalkıp,

firmaların yenilik ve buluşları nasıl geliştirdiğinin incelendiği pek çok ampirik çalışma

yapılır. Burada Marksist bilimci J. D. Bernal’den114 de etkilenen Cristopher Freeman’ın

plastik sanayilerinde, Japonya ve farklı ülkelerdeki yenilik sürecinin gelişmesini

araştırdığı olgusal çalışmalar, Nelson, Arrow’un çalışmaları özel yer tutar.

2.5 Evrimci İktisat Okulu ve Teknoloji

1950’lerde Nelson ve Arrow’un Schumpeter’den etkilenerek, neoklasik iktisadın

teknolojiye yaklaşımını eleştirmeye başlamasıyla birlikte evrimci iktisat akımının

temelleri doğmuştur; ancak sistemli bir düşünce olarak akımın ortaya çıkması

1980’lerdir.115 Bu akımın en önemli özelliği teknolojiyi dışsal almaması, teknolojik

gelişmeyi ekonomik gelişmenin içinde hatta onun motoru olarak sayması, müdahale

edilebilir bir süreç olarak görmesidir. Dahası, bu süreç, bir buluşun uygun ortamda

yeniliğe dönüşebilmesi, diğerleriyle rekabet edip, yaşama ve yayılma hakkı kazanması

biçiminde betimlenir. Bu da evrim süreci ile benzeşim kurularak, teknolojinin evrim

süreci olarak tanımlanır. Çünkü bu süreçte, yeni fikir ve buluşlardan, uygun koşullar,

rekabet ortamı olmadığı için elenenler olur. Richard Nelson (1962, s.194), evrimci

iktisadın evrim düşüncesinin temel niteliklerini 1962 yılında şöyle betimler:

Evrimci süreçler bir türün, ya da teknolojinin yeteneklerini geliştirmek ve yenilerini yaratmak için olağanüstü bir güç

114 J. D. Bernal, bu çalışmalara göre erken bir tarihte yayınlanan bilimin toplumsal işlevine dair ünlü kitabında, ülkelerin sanayi gelişmesi ile araştırma geliştirme etkinliklerine verdikleri destek, ayırdıkları kaynak, bilim insanları ve araştırmacıların bu ülkelerdeki sayısı arasında bağlantılar kurar. Araştırma geliştirme etkinliği ve yenilik ile ekonomik büyüme arasındaki bağlantıları, bunun toplumsal yönünü vurgular (Bernal, 1967).

115 Evrimci İktisat üzerine Türkçe’de yer alan kısa ama özlü bir özet için bkz. (Taymaz, 2001) özellikle 2. bölüm. Ayrıca (Ansal, 1985b ve 2004), (Soyak, 1995), (Arslanoğlu, 2001). Temel kaynaklar için bkz. (Nelson, 1993), (Freeman ve Soete, 2003). Burada da yararlanılan eleştirel bir değerlendirme için bkz. (Smith, 2004).

126

sergilemişlerdir. Bununla birlikte bu süreçler içkin olarak savurgan, ziyan edicidirler; kapitalist ekonomilerdeki teknik gelişme de bu konuda bir istisna değildir. Hem işlev verirken hem de işlevsiz bırakırken ziyan ederler. Geriye dönüp bakıldığında, izleme ve denetim altına alınsaydı asla girişilmeyecek olan bir sürü gereksiz buluş çabası görülebilir. Öte yandan, Ar-Ge’nin eş güdümlenmesi aracılığıyla başarılabilecek ölçek ve kapsam ekonomileri fırsatı kaçırılmakta ve toplumsal değeri yüksek görülen belir türden Ar-Ge etkinlikleri, tek tek firmalar bunları yapmayı karlı görmedikleri ve toplam tabloya kimsenin aldırmaması yüzünden yapılamamaktadır. Ayrıca, teknoloji büyük oranda özel mülk olduğu için işletmelerin, en iyi teknolojiye erişme arzusuyla verimsiz hatta kusurlu çalıştıkları düşünülebilir. Bu durum söz konusu firmaların zaten icat edilmiş olanı temelde yeniden icat etmesine yol açabilir.

Bu yaklaşıma göre, bir sistem ya da bir değişken, rastgele çeşitlenme ve

değişime uğrar; ama aynı zamanda bu çeşitlenme ve değişimi ayıklayan mekanizmalar

da vardır. Zaten yaklaşımın açıklayıcılığı ve öngörü potansiyelinin büyük bir kısmı, bu

sistemli kuvvetlerin belirlenmesinde yatmaktadır. Evrim iki yönlü bir kuvvetin

bileşimidir. Bir yanda ayıklama süreci sonrasında ayakta kalmayı, yaşamını sürdürmeyi

sağlayan eylemsizlik kuvvetleri, öte yanda ise, ayıklayıcı değirmende öğütülmek üzere

yeni çeşitlilikler üretmeyi sürdüren kuvvetler (Nelson, 1995, s.54), (Nelson ve Winter,

2002). Evrim süreci bu ikisinin bileşimi olarak görülmektedir.

Bu akıma göre, teknolojik evrimi yaratan mekanizmalar oldukça çeşitlidir.

Yaklaşımı benimseyen her yazar, belirli bir yönünü geliştirmiş ya da öne çıkarmıştır.

Girişimcinin risk alan mizacı (Schumpeter, 1955); Ar-Ge laboratuarlarının organize

biçimde yürüttükleri araştırmalar (Schumpeter, 1962); teknoloji geliştirenlerle

kullananlar arasındaki iletişim (Lundvall, 1988); devletlerin ve devletler arası

düzenleyici kurumların çeşitli teknoloji politikaları (Dosi vd., 1988); belirli sanayilerin

kümelendikleri coğrafi bölgeler ve şirket ağları içinde ortaya çıkan formel ve enformel

etkileşimler (Schrader, 1991); bu mekanizmalardan bazılarıdır.

Çeşitlenmeyi ve teknolojik değişimi bu mekanizmalar sağlarken, ayıklayıcı

mekanizmalar şöyle açıklanır: En önemlisi pazarda elde edilen başarıdan açığa çıktığı

gibi insan gereksinimlerine uygunluktur. Yerleşik teknolojik paradigmalara (Dosi,

1988), kültürel uygulamalar ve politik çıkarlara uygunluk (Nelson, 1993) diğer

ayıklayıcı mekanizmalar arasında sayılmaktadır. Öğrenme süreci aracılığıyla keşfedilen

127

kimi doğal sınırlara yanıt vermedeki başarı da bu ayıklayıcı mekanizmalardan bir

başkasıdır. Çeşitlendirici, teknolojik değişimi yaratan mekanizma ile ayıklayıcı

mekanizma birbirine karşı işleyen iki kuvvet gibi evrimi sağlamaktadır. Teknolojik

gelişme bu türden bir evrim sürecinin ürünüdür. Tıpkı evrimde olduğu gibi, belirli türde

yenilikler, buluşlar, Ar-Ge çalışmaları uygun ortam olmadığı için, uygun zamanda (yani

piyasayı belirleyen temel aktörlerin sermaye yapıları, geleceğe dönük beklentileri,

yaparak öğrendiklerinden elde ettikleri birikim, yetişememe sorunları gibi koşulların

“olgunlaşmaması” yüzünden) ortaya çıkmadıkları için yok olmakla yüzyüze kalırlar. Bu

yüzden teknolojik evrim süreci, aynı zamanda boşa giden bol çabanın sarf edildiği bir

süreçtir. Uygun zamanı, koşulları yakalayan güçlü genler ise ayakta kalırlar. Evrimci

iktisadın en temel zayıf noktası da burasıdır. Evrim, teknolojinin gelişimini açıklamak

açısından, görünümü iyi betimlemektedir, ancak teknolojik evrime yol açan süreç

benzetmeye uygun olarak “doğa”ya ait bir süreç ise, bunun nasıl bir doğa olduğunu bu

yaklaşım sorgulamaz. Bu benzetme, gerçekten de evrimci iktisadın temel niteliklerini

iyi açığa vurur. Bu genlerin oluşumu, koşullar yaratılarak (incubate: kuluçkaya

yatırılarak) yönlendirilmeye çalışılır. Teknolojik yenilik böylece yönlendirilebilen,

kontrol edilebilen bir şey haline dönüşür. Benzetmenin modern yorumu da hâlihazırda

mevcuttur. Biyoteknoloji ile genlere müdahale edilerek, evrimin yönü

değiştirilebiliyorsa, teknolojik gelişmeye de kuluçkaya yatırma, uygun

kurumsallaşmanın, etkileşimin yaratılması ile müdahale edilebilir.

Teknolojiyi bir evrim süreci ve motor olarak kavramak için varolan

varsayımların yetersizliği bir başlangıç noktası olmuştur. Teknoloji ve onun

gelişmesinde kullanılan bilgi, klasik ve neoklasik iktisadın piyasa ve üretim

varsayımlarına uymamaktadır. Örneğin neoklasik iktisatta, piyasada kaynakların etkin

bir şekilde tahsis edilebilmesinin üç ön koşulu vardır (Taymaz, 2001, s.6). Ürünlerin

dışlanabilir ve rekabetçi olması ile şeffaflık özelliği. İlk iki özelliğe göre, bir mal ancak

bir kişi tarafından kullanılabilir ve onun tarafından tüketilir. Yeniden tüketilmek için

yeniden üretmek ve satın almak gerekmektedir. Oysa teknolojik bilgi böyle değildir.

Şeffaflık için, piyasadaki aktörlerin rasyonel davranacak gerekli bilgiye sahip olmaları

gerekir. Oysa örneğin Arrow ikilemine göre, teknolojik bilgi, tüketicisi tarafından

alınırken, rasyonel bilgiye sahip olunamaz. Yani o malın ne olduğu öğrenilirse zaten

teknolojik bilginin bir meta olarak anlamı kalmaz. Teknolojik bilginin satışında alıcı ne

128

aldığının kullanana kadar tam ve rasyonel olarak bilgisini edinemez. İşte bu yüzden pek

çok neoklasik iktisatçı teknolojik bilginin bu özellikleri taşımadığı, neoklasik üretim

fonksiyonunun temel varsayımlarına uymadığını ileri sürerek, piyasa aksaklığının

(market failure) yaşanacağını savunmuşlardır. Bu iktisatçılar, kaynakların uygun

tahsisinin yapılabilmesi için teknoloji ve yenilik politikaları ile bu kaynak ayırma

sürecinin etkilenmesi gerektiğini öne sürmüşlerdir. Evrimci iktisat akımının temelinde

bu çıkış yatmaktadır.

Teknolojik bilginin üretilmesi için bunların yanı sıra büyük kaynaklara gerek

vardır, bunun yanında bu bilginin kamusal niteliği önemlidir. Bilginin meta olarak bu

farklı niteliğini Erol Taymaz da (2001, s. 37) hatırlatır:

Teknolojik yenilik ve bilginin bir firmada kullanılması, diğer firmalarda kullanılmasını dışlamadığı gibi teknolojik yenilik ve bilgi bir defa kullanıldıktan sonra tükenmez, yok olmaz. Hatta pek çok örnekte olduğu gibi, teknolojik yenilik ve bilginin yaygınlaşması, kullanılması, en azından yeni bilgilerin üretilmesini kolaylaştırarak, kendi değerini arttırır.

Teknolojik bilginin üretilmesi için ölçek ekonomisi önemlidir. Bu nedenle

merkez ülkelerde Ar-Ge çalışmaları belirli bölgelerde yoğunlaşır. Bir diğer piyasa

aksaklık unsuru, teknolojik bilginin geliştirilmesindeki belirsizliklerdir. Yenilik

risklidir.

Yenilik süreci evrimci akım için ekonominin merkezindedir. Bunu tamamlayan

bir etken olarak evrimci iktisat öğrenme süreçlerini öne çıkartır. Taymaz (2001, s.12–

16) bunu şöyle dile getirir:

Teknolojik gelişme doğrusal değildir, zigzaglı bir süreçtir, bu süreçte öğrenme ve dışıyla etkileşme, bir sistemle etkileşme ön plana çıkmalıdır. Bu süreçte hatalar olabilir, öğrenme esastır.

Bu bir öğrenme süreci olduğu için, çeşitliliğin korunması, ders alma, geri

besleme evrimci iktisatta teknolojik yeniliğin geliştirilmesinde merkezi konumdadır.

Evrim analojisini kullanmak, evrimci yaklaşıma klasik politik ekonomi

akımlarına göre, teknolojinin üretilme yöntemlerini, yollarını sorgulamada çok önemli

üstünlükler kazandırır. Evrim, çatışma ve uyum içerir. Böylelikle evrimci yaklaşımın

129

değerlendirmelerine salt uyum süreci değil çatışma süreci de girer. Bu aslında sınıfsal

çelişkilerin kısmi olarak evrimci iktisadın teknolojik değişimi anlamada kullandığı

değişkenlere yansıması anlamına gelmektedir. Öte yandan evrimci iktisadın öne

çıkardığı bir diğer önemli özellik, teknolojinin irdelenmesi için kaçınılmaz olan rekabet

ve rekabetin gelişimini anlamak için kullanmak zorunda kaldığı inceleme yöntemidir.

Bu yöntem, ayrıca evrimci iktisadın önündeki temel bir sorunu da ortaya çıkartır; ki bu

sorun gerçekte bir bütün olarak ekonomi biliminin temel sorunudur. Mikro inceleme ile

elde edilen tekil sonuçlardan bütünü oluşturma ya da toplulaştırma sorunu.

Teknolojinin gelişiminde, evriminde, yani çatışma ve uyum süreçlerinin iç içe olduğu

ama aynı zamanda rekabet eden kurum ve eyleyenlerin (agent) özne olduğu bir süreçte,

kurumlar, bunların birbiriyle ilişkileri ve davranışları önem kazanmaktadır.

Teknolojinin analizinde mikro incelemelerin artması, mikro eyleyenlerin davranış ve

ilişki kalıplarının irdelenmesinin öne çıkması bu yüzdendir. Oysa tarihsel sorun burada

da kendini açığa vurmaktadır. Bireylerin, kurumların ve eyleyenlerin davranışları ne

derece bağımsızdır, hangi ölçüye kadar yapı tarafından belirlenir? Mikro ile makro nasıl

buluşturulacak, mikro düzeyde davranış ve ilişki değerlendirmeleri nasıl

toplulaştırılacak, nasıl senteze ulaşılacaktır? Örneğin bu sorun, Giovanni Dosi

tarafından tartışılmaktadır ve ilginçtir ki, bu tartışmada Dosi yöntem açısından Jon

Elster’a gönderme yapmaktadır (Dosi, 1988b).116

Evrimci akımın, teknolojik yeniliğin geliştirilmesinde, öğrenmenin sağlanması,

kurumlar arası işbirliğinin oluşturulmasında devlete biçtiği rol de önemlidir. Yeni

Schumpeterci akımın örtülü varsayımlarından birisi, üretkenliğin artmasının, ülkenin

üretken kapasitesinin büyümesini sağladığı kadar (yani finansa, pazarlamaya veya

hizmetler gibi üretken olmayan kesimlere bel bağlamayan, üretime dayanan “sağlıklı

büyüme”yi sağladığı kadar) ücret düzeylerinin de buna koşut olarak iyileşeceğidir. Bu

anlayışa göre, verimlilik ve üretkenlik ile ücretler arasında olumlu bir ilişki vardır,

bilimsel ve teknolojik yeniliğin üretim sistemi tarafından benimsendiği, “öğrenen

116 Analitik Marksistler içinde anılan Jon Elster, mikro düzeye, birey davranışlarına verdiği önemle, öne çıkardığı “metodolojik bireyciliği” ile gerçekten de Yeni Schumpeterci’lerin kurum ve girişimci davranışları ile teknolojik ilerleme arasında kurmaya çalıştıkları bağ ve toplulaştırma sorunu için bir esin kaynağı olabilir. Ancak bu durum sadece diyalektikten soyutlanmış bir toplum kuramına dayanan Analitik Marksistler ile neoklasiklerin sermaye kuramını köklü bir şekilde eleştirmek yerine onu devralan evrimci iktisat yaklaşımının nihai noktalarda kesişmelerinin bir tesadüf olmadığını göstermektedir.

130

sistem”lerin gerçekleştirildiği üretim sektörlerinde verimlilik ile ücret artışı paralel

gider. Zaten bu nitelikli emek gücünün yaratılması için gereklidir. Verimlilik ile ücret

artışının birbirine koşut gittiği böyle bir ortam, yeni Schumpetercilere göre, gerekli

nitelikli emeğin eğitilmesi, üniversitelerin geliştirilmesi ve üniversite sanayi işbirliğinin

teknolojinin filizlendiği alanlar olması için de gereklidir. Firmalar, üniversite ve devlet

gibi kurumlar arası ilişkilerin odak noktasına alınması bu nedenle yeni Schumpeterci

okul için önemlidir. Bu kurumların özne olduğu politikalar oluşturulması ön plandadır.

Bu nedenle, Yeni Schumpetercilerin, Keynesci okulun devlet müdahalesine biçtiği

rolden farklı olarak bu anlayışın piyasa rekabetinde kurumlara, bu kurumlar ile devlet

ilişkisine ve firmalara verdiği öncelik daha farklıdır. Bu yüzden de evrimci yaklaşımı

öne süren yeni Schumpeterci okulun önerileri, neoliberal politikaların tüm gücüyle

kötülediği “devlet müdahalesi” açısından, Keynesci politikalara ve kötü anılan “devlet

müdahaleciliği”ne göre yeni “fırsatlar” sunmaktadır. Yeni Schumpetercilerin bu

“fırsat”ları değerlendirme yönündeki önerileri, onlara özgün tarzda bir müdahalenin

olanağını açar. Bu “müdahale” farklı biçimlendirilmektedir; çünkü bu müdahalede

piyasalar, kurumlar ve firmaların davranışları etkindir ve devletin otoritesine göre

belirleyicilikten arındırılmış değildir. Aksine yeni-schumpeterci akım, firma

davranışlarına özel bir önem atfeder, bu davranışları belirleyebilme, etkileyebilme,

devlet ve özel kurumlar (bilim ve teknoloji kurumları, üniversiteler, teknoparklar) ile

firmalar arasında gelişen etkileşime yön verebilme konusunda yoğunlaşır. Bu, 21.

yüzyılda öne sürülen düzenleme kurulları, devlet yönetiminde yönetişim gibi

kavramların uygulanmasıyla da koşut nitelikler taşımaktadır.

Yeni Schumpeterci akımın devlet müdahalesine biçtiği özgün rolün farklılığı,

günümüz hakim anlayışıyla da uyuşan biçimde teşvikler, fiyat teşvikleri gibi müdahale

yöntemlerinde de ortaya çıkmaktadır. Bu akımın önerdiği teknolojik değişim anlayışı,

hem talep hem arz yanlı birçok etkenin sonucu olarak ortaya çıktığı için teknolojik

değişimi, sadece fiyat ve talep teşviki gibi teşvik yöntemlerine dayandıran diğer

kuramlarla göre tam olarak zıttır (Deraniyagala, 2006, s.132). Teşvikleri bir müdahale

yöntemi olarak yeterli bulmamakla birlikte, yeni Schumpeterci okul devlet kurumlarına,

hükümete, teknoloji yatırımını geliştirmede, ulusal yenilik sistemleri gibi örneklerde

görüldüğü gibi önemli rol biçer.

131

Evrimci iktisat akımının, teknolojik gelişmeyi evrime benzetmesi görünümün bir

yanını sergilemesi, bunu betimlemesi açısından doğrudur. Gerçekten de teknoloji ile

bireysel sermayelerin rekabeti arasında böylesi bir benzeşim bulmak olanaklıdır. Ancak

eleştirdiği neoklasik iktisattan kopamadığı temel varsayım, evrimci iktisadın da temel

zaaf noktasını oluşturmaktadır; bu nedenle görünümü yakalamak, görünümün arkasında

yatan özü kavramak anlamına gelmemektedir. Görünüm olarak teknolojinin gelişimi,

doğadaki evrim yasalarına benzemektedir, güçlü olanın ayakta kaldığı, ayıklanma

mekanizmasının yürürlükte olduğu bir doğada evrim yaşanmaktadır; bu anlamıyla

teknolojinin birikimli ve evrimsel bir süreçte geliştiği doğrudur. Ancak eğer

teknolojinin evrim sürecinden bahsedilecekse, söz konusu olanın ebedi ve aksiyomatik

bir biçimde varolan bir doğa olmadığı göz önünde bulundurulmalıdır. Eğer bir doğadan

bahsedilecekse teknoloji kapitalist doğada evrimleşmektedir. Bu kapitalist doğanın

üzerinde durduğu temel ise, artı-değer ile ücretli emek ilişkisinin ve bunun sonucu

olarak da sermayenin üretimi ve yeniden üretimidir. Schumpeter’in unutulmasına

şaşırdığı Marks’taki evrim düşüncesinin gerçek özü, artı değer ve karın itici güç

olmasına dayanır. Schumpeter ve Evrimci iktisat, Marks’taki evrim düşüncesinin bu

gerçek devindirici gücünü yani “ayıklayıcı” olan sömürü perspektifini sistemin dışına

atarak evrim kavramını kullanmaktadırlar. Bu akım için kapitalizm “doğal”dır,

dolayısıyla artı değer sömürüsü de bu kapitalist doğanın bir parçasıdır. Marks’ta

bireysel sermayelerin “yaşayabilmeleri” için “artı değer sızdırmaları yani sömürü”

zorunludur ama yeterli değildir, üretilen artı değerden elde ettikleri pay olan karı

azamileştirmek zorundadırlar. Bu ise bireysel sermayelerin birbiriyle rekabetini,

teknolojik yeniliğe, emek üretkenliğini artırmaya yönelmelerini zorlar. Bu durum,

kapitalist için geçici de olsa tekelinde bulunan teknolojik yenilik sayesinde elde ettiği

artı karı kaybetmeme isteğini doğurur. Piyasa aksaklıklarını doğuran, ileride daha

patlayıcı biçimde yeniden ortaya çıkmak üzere belki geçici bir süre için yatıştırılabilen

ama asla yok edilemeyen bireysel sermayeler arası bu rekabettir. Marks’ın evrimindeki

rekabet koşullarını bu yıkıcı ve yok edilemez güdü belirler yani karın azamileştirilmesi

güdüsü belirler. Oysa Schumpeter ve ardıllarında evrim düşüncesi bu perspektiften

arındırılır. Tony Smith’in benzetmesiyle, bu Hamlet’i prens olmadan sahneye koymak

demektir (Smith, 2004, s.220).

132

Evrimci iktisadın özel önem atfettiği kurumlar, öğrenme gibi ayıklanmaya karşı

eğilim olarak işbirliğini öne çıkaran bir kavrayış, kapitalist “doğa” karşısında ancak ana

eğilime karşı hareket eden karşı kuvvet olarak geçici biçimde var olabilir. Sınıf içi

rekabet, aracı kurumlar, ortak işbirlikleri ile dindirilemez, ancak belirli bir süre ve yeni

biçimde ortaya çıkmak üzere ertelenebilir. Üstelik sınıf içi rekabet geçici bir süre için

ortak bir kurumla yatıştırılsa da, teknoloji geliştirmenin temel amaçlarından diğeri,

sınıfsal mücadelede işçi sınıfı karşısında gerçekleştirdiği düzenlemeler, bu sınıf ile

çatışma ve çelişkiyi keskinleştirecektir.

Evrimci iktisat, gerçekte sınıf mücadelesinin alanı olan teknolojinin

gelişmesinde sınıf içi rekabete yönelik iktisat politikaları önermekte, ama bununla da

kalmamaktadır. Teknoloji, bireysel sermayelerin kendi aralarındaki rekabet nedeniyle

hep sürtünmeli olarak işlemiştir, bunun nedeni ise, sadece teknoloji üreten odaklar

arasındaki (en iyi yorumla tekelci rekabetten kaynaklanan, en kötü yorumla teknolojik

öğrenme yetersizliğinden kaynaklanan) aksaklıklar değildir. Teknolojinin üretiminin bir

sınıf mücadelesi alanı olması, hem sermaye birikimini elinde bulunduran sınıfın, sınıf

içi rekabetini hem de bu sınıfın üretim sürecinde daha fazla kar etmek için

biçimlendirdiği teknolojiyi kullanan işçiler ile yürüttüğü mücadeleyi içerir.

Bu görünüme yol açan koşulları, yani kapitalizmin kaçınılmaz bir içsel dürtüsü

olan karlılık için emek üretkenliğini artırma güdüsünün yol açtığı sonuçları ileride daha

ayrıntılı tartışacağız. Ancak burada en çarpıcı olan çelişkiye değinebiliriz. Kapitalist

toplumda bireysel sermayelerin birbirleri aralarında, giderek kızışan rekabet

koşullarında kalıcı olarak üzerinde ortaklaşabilecekleri tek konum, ücretli emek

karşısındaki tutumlarıdır. Bunun dışında bireysel sermayelerin rekabeti, teknoloji

gelişimini bir yandan israf etmeye, yer yer kösteklemeye ve eşitsiz geliştirmeye yönelik

tutumu, bu tutum kapitalist üretim ilişkilerinin temelinde yatan kar etme güdüsünden

kaynaklandığı için ortadan kaldırılamaz. İleride göreceğimiz gibi teknoloji konusunda

egemen politik ekonomi içerisinde en ileri konumlardan biri olan evrimci iktisat

akımının öne sürdüğü görünüm ile bu görünüm örtüşmektedir. Teknoloji, değiştiren,

ayıklayan kuvvetlerin etkisi altında “doğal bir seçilim” sürecinden geçmektedir ve bu

israflı bir süreçtir, rekabet söz konusudur. Ancak bu doğal süreç, emek üretkenliklerini

artırmak üzere kendi kararlarıyla harekete geçmelerinin, toplumsal sermaye üzerindeki

133

uzun dönemli etkisinden sonuçlar ve dersler çıkarmışlardır. Bu sonuç ve derslerle,

teknolojik gelişmeyi, yani teknik değişim ve yenilik sürecini artık bireysel sermayelerin

plansız kararlarına bırakmaktansa, bunların etkili oldukları ortak kurumların sürece

müdahil olmalarının sağlanması yönünde “teknoloji politikaları” oluşturmak düşüncesi,

“teknolojinin ya da yeniliğin politik ekonomisi” olarak adlandırılır. Teknoloji

üretiminin kendisinin kapitalist niteliği, yani kapitalist üretim olarak teknoloji üretimi

bir yana bırakılır, üretimden koparılmış bir teknoloji yönetimi ön plana çıkartılır. Tıpkı

üretim ile bölüşümü ayırarak, ütopik bir biçimde “adil bölüşüm” isteyen sosyal

demokrat anlayış gibi, teknolojinin adil yönetimi, teknoloji politikası olarak önerilir.

Temel varsayım ise teknoloji ve verimliliğin ortak refahı sağlayacağıdır. Oysa

teknolojik gelişmeyi belirleyen, onu yöneten, o teknolojinin üretilme biçimidir.

Marksist kuramın üretim, değer ve artı değer merkezli yaklaşımı bunun için önemlidir.

2.6 Teknolojiye Marksist Yaklaşım

2.6.1 Marks’ta Teknoloji

Bu bölümde Marks’ın teknoloji konusundaki görüşlerinin Kapital’de yer alan

temellerini olabildiğince özet biçimde değerlendireceğiz. Teknolojinin, teknolojik

yenilik ve değişimin temeli olan sermaye birikimi ve birikim ile teknolojinin

bağlantısını sergilemek açısından bu temeller yeterlidir. Ancak teknoloji üretimi

kavramından bahsetmekle, bilim ve teknoloji üretiminin kendisinin sanayileştiği bir

durumu tarif etmekteyiz. Bu Marks’ın Grundrisse’de vurguladığı belirli bir tarihsel

aşamada “bir meslek haline gelen” icat ile ilgili bölümde ipuçları döşenmiş olan

durumdur. Bu alt bölümde Marks’taki teknoloji kavrayışını aktarmaya çalışacağız.

Bunun için önce teknoloji ile sermaye birikimi bağlantısı, teknolojik yeniliğin Marks’ta

nasıl yer aldığı gibi konuları işledikten sonra, ancak ilerleyen bölümde bilim ve

teknolojinin üretimini ele alacağız. İlerleyen bölüm bu açıdan Marks’taki teknoloji

kavrayışını bugünün koşullarında üretmeye çalışma amacını taşıyor. Bunun için

kullandığımız kavramsal araç, bilimsel üretim sürecinin boyunduruk altına alınma

çabası olacaktır.

134

Marks’ın teknoloji üzerine çalışmasını, ilk kez 1861–63 elyazmalarında görmek

olanaklıdır (Marks, 1861).117 Elyazmalarında “göreli artı değer” başlıklı bölümde,

Marks, emek üretkenliğini artırmak amacıyla devinim kazanan teknolojik gelişmenin

içeriği, tarihsel evrimi ve sonuçları üzerine okuduğu kitaplardan notlar alır, yorum

yapar. Artı-değer ve sermaye kuramının bir sonucu olarak teknoloji bundan sonraki tüm

çalışmalarında içsel olarak bulunmaktadır.

Marks’ın teknoloji ve teknolojik değişme üzerine görüşleri, sermaye kuramı ve

özel olarak göreli artı-değer yaratma ile sermayenin organik bileşimi kavramları

yardımıyla anlaşılabilir. Marks’ın göre, teknoloji üretiminin yani yeni teknolojiler

geliştirmenin amacı ana hatlarıyla emeğin sömürülmesi, kaynakların metalaştırılması ve

piyasanın genişletilmesidir (Levidow, 2007). Teknolojik yeniliklerin emek süreci

üzerindeki etkileri, yeni ihtiyaçlar, yeni ürünler yaratma gibi özelliklerle

örneklendirilebilecek tüm bu gelişmeler Marks’ın çalışmalarının bütününde özellikle

Kapital ve Grundrisse’de kapsamlı biçimde irdelenmiştir. Marks, bugün artan teknoloji

fetişizmine, teknolojiyi bir şey, bağımsız bir değişken olarak ele alan görüşe karşıt

olarak teknolojiyi emek üretkenliğini artırarak sermaye birikimini hızlandırma yönünde

ele almıştır. Bu yüzden Marks’ta teknoloji sermaye birikiminin, kar oranının ve artı-

değer oranının bir fonksiyonudur (Mandel, 2008, s.333). Birikimin kaynağını,

teknolojik yeniliklerde, teknoloji rantlarında bulan görüşe karşılık, Marks, dolaşım

alanında değer yaratılmadığını, değerin üretim sürecinde yaratıldığını

vurgulamıştır. Marksist yaklaşıma göre, teknolojik gelişme ve teknoloji üretiminin

nedeni ve kaynağını, teknolojik rantlarda aramak sonucu neden yerine koymak

olacaktır. Teknolojik rant teknolojinin nedeni değil sonucudur, dolaşım alanını

teknolojinin kaynağı olarak göstermek yüzeysel bir görünümü, gerçek nedenin yerine

geçirmek demektir. Sermaye birikiminin emek üretkenliğini artırma kaygısı, artı değer

üretimin birikimin temel mekanizması olmasından kaynaklanmaktadır.

Marks’ın sermaye kuramının temel yönlerinden birisi katmanlı yapısıdır.

Değerler ile fiyatlar arasında, artı-değer ile kar arasında, dolaysız üretim ile üretim-

dolaşım ve tüketimi kapsayan bir bütün olarak üretim (ya da yeniden üretim) arasında

117 Marks’ın teknoloji üzerine çalışmalarının tarihsel incelemesi ve değerlendirilmesi için bkz. Dussel (2001).

135

salt kuramsal düzeyde olmayan katman farkı bulunmaktadır.118 Artı değerin kara

dönüşmesi, aynı nitelikle (artı-değer elde etme) harekete geçen pek çok sermayenin

bulunduğu ayrı bir katmanda gerçekleşir. Benzer biçimde emek üretkenliğinin

geliştirilmesi anlamıyla teknolojik değişim, artı-değeri artırma yönüyle ilk katmanda yer

alırken, iki karşıt sınıf arasındaki doğrudan mücadelenin bir konusudur119. Buna karşılık

teknoloji rantı elde etmek için sermayeler arası rekabetin yaşanması ve bu niteliğiyle

teknolojik değişimin gerçekleşmesi ise ikinci katmanda yer alır. Bu iki katman ise

değerlerden fiyatlara geçiş, artı-değerden kara geçişte görüldüğü gibi Marks’ın sermaye

kuramı tarafından birbiriyle sıkı biçimde bağlanmıştır.

Teknoloji ve teknolojik değişimin temel itkisini anlamak için kapitalist üretimin

sadece bir meta üretimi olmadığını, esas olarak artı-değer üretimi olduğunu belirtmek

gerekir. Artı-değer üretimini artırmak, üretilen artı değerden bireysel kapitaliste düşen

kar payını artırmak, kapitalist toplumda teknolojik değişimin temel dinamizmini

oluşturur. İçsel bir zorunluluk, zorunlu bir eğilim olarak teknolojik değişim artı-değer

kuramından çıkar (Smith, 1997, s.118). Göreli artı-değer yaratma, sermayenin organik

bileşiminin artması, gerekli emeğin kısaltılması ve emek üretkenliğini artırma itkisi…

Tüm bunlar teknolojik değişimin açıklamada anahtar nitelikte kavramlardır. Bütün bu

kavramları, bir bütünün dinamik parçaları haline getirmek ise, artı değerin birikimini,

sermaye birikimini kuramlaştırmakla olabilir. Bu nedenle Marks’ın teknolojiye

yaklaşımı, onun kapitalist toplum üzerine düşüncesinin temeli olan sermaye kuramı ile

anlaşılabilir. Temel eseri “Kapital”de, kapitalist toplumun hücre biçimi olarak gördüğü

metadan başlayan Marks, meta üretimi üzerinden gelişen kapitalizmi açıklamaya

yönelir. Bir kullanım değeri olarak metayı üretmek için gerekli olan özgül emek, somut

emek olarak nitelenir. Buna karşılık farklı metaların alınıp satılmak üzere karşı karşıya

geldiklerinde belirli miktarlarla değişilmeleri için, özgül emeklerinden öte bir ölçüye

göre mübadele edilmeleri gerekir. Bu nedenle, belirli bir metanın (örneğin bir

mikroişlemcinin), bir başka meta (örneğin, ekmek) ile hangi miktarda değişilebileceğini 118 Bunlara emek süreci ile iş süreci arasındaki ayrım da eklenebilir. 1970’lerdeki emek süreci tartışmaları sonucunda açığa çıkan eksiklikleri bu ayrımla değerlendirmek hata olmayacaktır. Teknolojik değişme ile sınıf mücadelesi ve emek süreci arasındaki ilişkiye değinirken, getirdiğimiz bu kavramsal ayrıma tekrar değineceğiz.

119 Teknolojinin, değerlenme ve emek süreci içinde sermaye ile işçi sınıfı arasındaki sınıf mücadelesiyle biçimlenen bu yapısı için bkz. Braverman (1974).

136

ölçmek için her bir metanın birbirinden çok farklı olan üretilme yollarını, onlara

harcanan özgül emeği kullanmak mümkün olmaz. İki farklı türden metayı

karşılaştırmak için uygun ölçü emek miktarıdır, değerin tözü emektir, değer

büyüklükleri ise emek zamanları ile belirlenir. Ancak farklı nitelikte metaları pazarda

karşı karşıya getiren, belirli ve tutarlı ölçülerle mübadele edilmelerini sağlayan şey,

onlara harcanan özgül emek değil, soyut, türdeş toplumsal emek miktarıdır. Metalar

pazarda onlara harcanan emek miktarlarına göre değişilirler. Marks, kapitalist üretimin

temelinde yatan meta dolaşımını açıklarken, pazarda eşdeğerlerin değişildiğini ısrarla

vurgular. Şurada ya da burada eşdeğere aykırı değişimlerin (kurnazlıklar, pazarlık vs.)

toplamda birbirini götüreceğini, meta dolaşımı ile yeni değer yaratılamayacağını dile

getirir. Kapitalist toplumdan önce, dolaysız üreticilerin etkinliğiyle yürüyen basit meta

dolaşımına, meta üretimine, metaların değerlerine yönelik bu açıklama, kapitalist

toplumu tanımlamak için gerekli ama yeterli değildir. Basit meta üretimi ile kapitalist

meta üretimi ayrımının akılda tutulması gereklidir. Marks’ın meta analizi, sadece

kapitalist toplumu kapsamaz. Meta üretimi, basit meta dolaşımı içinde kapitalist toplum

öncesinde de dolaysız üreticiler arasındaki değiş tokuşu belirliyordu. Buna karşılık

kapitalist meta üretiminin temel özgül yanı, emek gücünün de bir meta olması, dolaysız

üreticinin üretim araçlarından koparılması, yaşamak için emek gücünü satmaktan başka

bir çaresinin kalmadığı üretim ilişkilerine dayanmasıdır. Emek gücünün bir meta

olmasıyla birlikte, sadece dolaysız üretici üretim araçlarından koparılmakla kalmaz,

aynı zamanda emeğin ürününden de koparılır; dahası emek kapasitesini gerçekleştirme

zamanı üzerindeki denetim de kendi elinden alınır. Emek gücünün bir meta olduğu bir

toplumda, emek gücünün ürünü ile kendisi bir meta olan emek-gücünün değeri

arasındaki fark, üretim araçlarına el koyanların elinde bir güç, birikim haline dönüşür.

Yani emek gücü, kendisini yeniden üretmek için gereken zamanın ötesinde

(ücretine karşılık gelen gerekli emek zamanının ötesinde) çalışarak artı-emek

sarfetmektedir. Bu artı emek, üretim araçlarının sahibi olan, emek gücüyle iş akdi yapan

sermaye sahibi tarafından artı-değer olarak kendine mal edilmektedir. Sermaye

sahibinin el koyduğu artı değeri artırma çabası, emek gücü açısından sömürüyü, yani el

137

koyulan artı değeri artırma çabasıdır.120 Sermaye birikiminin temel dinamiği, kapitalist

üretim sürecinin bütünsel mantığı açısından, toplam emek gücünden daha fazla artı-

değeri çekmek üzerinedir.

Bunun bir yolu Marks’ın mutlak artı değer üretimi olarak adlandırdığı

yöntemdir: Mutlak artı-değer yöntemi, işgününü uzatarak, toplam emek zamanı içinde

gerekli emek dışında kalan artı-emek zamanını artırmak amacını taşır. İşgününü

uzatmak, iş yeğinliğini artırmak, işgünü içindeki gözenekleri azaltmak mutlak artı değer

üretim yöntemleri arasındadır.121 Böylelikle işgünü sonunda kapitalistin el koyduğu artı-

değer artacaktır. Ancak bunun işgününün sınırları, işçinin fiziksel kapasitesi, işçilerin

direnci gibi fiziksel ve toplumsal sınırları vardır.

Emek gücünden daha fazla artı-değer çekmenin diğer bir yolu ise, göreli artı-

değer üretimidir. Göreli artı-değer üretimi, işgünü sabitken gerekli emek zamanını

kısaltarak, artı-emeği artırmaya dayanır. Bu ise emek üretkenliğini artırmak, yeni

teknolojileri yani yeni teknikleri, bunlara uygun örgütlenmeleri devreye sokmayı

gerektirir. Kapitalizmin kendinden önceki üretim yordamlarına göre, teknolojik değişim

açısından görülmemiş dinamizmini sağlayan da göreli artı değer üretimini artırmak

yönündeki bu itkidir. Yani daha çok artı-değer üretme eşdeyişle, sömürüyü artırma,

kapitalizmde teknolojik değişme yönündeki zorunlu eğilimi açıklayan nedendir (Smith,

1997, s.118). Gerekli emek miktarının azalması için, emek gücünün kendini yeniden

üretmesi için gerekli değerin daha kısa bir zamanda yaratılması gereklidir. Bu ise emek

üretkenliğini artırmakla olanaklıdır. Teknolojik değişimi açıklamak, kapitalistin bir

“girişimci” olarak yenilik hevesinin altında yatan itkiyi izah etmek de böylece mümkün

olur. Kapitalizmi, kendinden önceki üretim yordamlarından ayırt eden, mübadele için

mal, yani meta üretmek değildir, bundan daha fazlası, artı-değer üretmektir.

120 Salt bu yüzden kapitalizmde, artı-değer üretme amacından söz edilen her yerde, gerçekte madalyonun öbür yüzünden, yani sömürüyü artırma amacından bahsetmekteyiz. Marks için artı-değer kuramı, bir sömürü kuramıdır.

121 “İşgünü içindeki ‘gözenekleri’ azaltmak üzere emek sürecini yeniden yapılandıran yenilikleri aramak yönünde zorunlu bir eğilim vardır” (Smith, 1997, s.118) Bu yeni makinalarla verimliliği artırmak olmadan da emek sürecini yeniden yapılandırarak, artı değer üretiminin artması demektir.

138

Daha fazla artı değer üretmek için üretimin makinalaşması, gerekli emek

zamanını azaltacak, üretim sürecinin denetim ve gözetimini artıracak teknolojik

yeniliklerin kullanılması, kapitalizmin içsel ve zorunlu bir eğilimidir.

Artı-değerin yaratıldığı ve el konulduğu alan olan emek süreci, teknolojik

değişmenin önemli merkezlerinden biridir. Daha fazla artı-değer üretmek, emek

sürecinin denetimini gerektirdiği ölçüde, teknolojik değişim dolaysız sınıf

mücadelesinin alanı haline gelir (Braverman, 1974), (Narin, 2008a). Dahası sermaye

sınıfı içindeki rekabetin teknolojiyi belirlemesi gibi emek sürecinde işçinin daha fazla

artı değer amacıyla denetlenmesi de teknolojinin değişimini belirler.122 Burada tıpkı kar

oranının düşme eğiliminde olduğu gibi iki karşıt kuvvet hareket halindedir. Bir yandan

denetimi ve artı-değer çekme işlevini artırmak için işçilerin yerini alan makinalar ve

giderek işçinin vasıfsızlaşması ana eğilim halindedir. Ancak emek sürecinin

gerçekleşmesi (realizasyon), farklı üretim dalları ve sanayilerde aldı biçimden başka bir

şey olmayan iş süreçleri açısından görünüm çeşitlilik taşır. Ana eğilim, emek sürecinin

ve işçinin vasıfsızlaşması iken, karşı kuvvet olarak işçilerin az bir kesiminde kısıtlı da

olsa farklı niteliklerin uygulanması söz konusu olur.

Artı-değerin kar biçiminde gerçekleştiği, üretilen ürünlerin satışının, dolaşımın

ve tüketimin olduğu katman için de teknolojik yenilik önemlidir. Dolaşım ve ürün devir

zamanının kısaltılması, daha fazla artı-değer kütlesinin oluşması ve sermayenin

birikmesi için ihtiyaçken, bunu hızlandıran, iletişim, taşımacılık, pazarlama gibi

alanlarda da teknolojiye gereksinim artar. Bu durum, teknolojik yeniliğin üretilmesini

de ihtiyaç haline getirir. Üretim dışında, dolaşım alanını inceleyen Kapital’in ikinci

cildi, bu alandaki teknolojik yeniliklerin önemini vurgular.

Artı-değer perspektifine göre, neoklasik iktisattaki adlarıyla “emekten tasarruf

eden” ya da “sermayeden tasarruf” eden teknolojik değişimler gerçekte tek bir

madalyonun iki yönüdür. Bu iki yön, artı-değerin yaratıldığı temel katmanın, ikinci

122 Teknoloji aynı zamanda toplumsal cinsiyet ilişkileri tarafından da sınırlanır. Cinsiyet ayrımına dayanan hakim ilişkiler, teknolojinin gelişimini, teknoloji ile kadın emeği arasındaki ilişkileri de özgül nitelikte belirler. Çarpıcı örnekler için bkz. Noble (1995), Mitter ve Rowbotham (1997). Üstelik genel kanının aksine yapılan araştırmalar, teknolojinin ev işlerinde kadını özgürleştirmediği, ev işlerine harcanan zamanı azaltmadığı yönündeyken, ayrıca ev teknolojisinin geleneksel cinsiyetçi işbölümünü pekiştirdiği öne sürülmektedir (Serdaroğlu, Özkaplan ve Yücesan-Özdemir, 2001).

139

katmana yansıyan farklı görünümleridir. Yaratılan artı-değerin ne kadarının kapitaliste

kar olarak döneceğini belirleyen tek başına kapitalist değil, birçok kapitalistin

denetlediği üretim etkinliğidir. Kar oranları ve ortalama kar oranı da böyle belirlenir.

Kar oranlarının düşme eğilimi, bu bütünsel görüngünün içinde ortaya çıkar. Marks, bir

bütün olarak kapitalist üretim sürecini incelediği Kapital’in 3. cildinde, ilk iki ciltteki

“genel olarak sermaye” soyutlama düzlemi yerine, “pek çok sermaye” ve bunlar

arasındaki ilişki düzleminde kapitalizmi, kar oranlarını, sermayenin organik bileşimini

irdeler. Üçüncü cilt, teknoloji rantının yanı sıra, sermayenin organik bileşiminin

artması, kaçınılmaz kriz eğiliminin de ele alındığı cilttir. Bu ciltte, sabit sermayenin

maliyetini ve devir süresini düşürebilmek için teknolojik yenilikler yapmanın

kaçınılmazlığı ayrıntılarıyla işlenir. Böylelikle, teknolojik değişimin sermaye birikimi

ve bireysel sermayelerin doğasında bulunan rekabet açısından zorunlu yapısı açığa

çıkar.

Bu cilt aynı zamanda değerin dolaşım sırasında yaratılmadığını, üretim

sürecinde yaratıldığını ve artı değeri ön plana çıkartan Marks’ın teknoloji rantını

açıkladığı cilttir.123 Teknolojik yenilik, yeni üretim yöntemleri gibi yenilikler sayesinde

emek üretkenliği diğer bireysel sermayelerden yüksek olan bir sermaye, ortalama kar

oranının üstünde bir artı kar elde eder. Bu nedenle emek üretkenliğini, teknolojik

yeniliği korumak, sürdürmek, yeni teknolojiler arayışına girmek artı-karlar elde etmek

için zorunluluk haline gelir. 124 Kapitalist üretimin teknolojik dinamizmini de bu sağlar.

Burada teknolojik yeniliklerle elde edilen karlar, gerçekte yaratılan artı değerden alınan

paylardır. Marks dışındaki iktisat okulları (genel olarak politik ekonomi diye

adlandırılır) zenginliğin kaynağını da, teknolojik yeniliğin sağladığı bu karlar olarak

görmüşler, karın kaynağını açıklamamışlardır. Politik ekonomi ve onun bugünkü

ardılları olan neoklasik iktisat ve evrimci iktisat okulunun teknoloji “rantını” ele

123 Ortalama üretkenlik düzeyinden yüksek bireysel sermayelerin elde ettiği artı karlar ve “teknoloji rantı” olarak açıklanan görünüm için Kapital’in 3. cildinde özellikle 10 ve 15. bölüme bakılabilir (Marks, 1990).

124 “Kâr oranı düştüğünde, bir yandan, bireysel kapitalistlerin, gelişmiş yöntemler vb. ile kendi metalarının değerini, toplumsal ortalamanın altına düşürebilmelerini ve böylece, o günkü piyasa-fiyatlarında fazladan bir kâr gerçekleştirebilmelerini sağlamak için, sermaye gayrete gelir. Öte yandan, hepsi de, genel ortalamadan bağımsız ve bu ortalamayı aşan fazladan bir kâr koparma amacına dayalı yeni üretim yöntemleri, yeni sermaye yatırımları, yeni serüvenler ile, gözü dönmüşçesine girişimler yoluyla, bir kapkaççılık ve bu kapkaççılığı yaygın hale getiren ve isteklendiren bir ortam belirir” (Marks, 1990, s.229).

140

alışındaki hata, klasik politik ekonominin toprak rantı konusundaki kafa karışıklığına

benzemektedir. Tıpkı toprak rantını anlamak için önce gerçek bir sermaye kuramına

sahip olmak gerektiği gibi, teknoloji rantını açıklayabilmek için de aynı sermaye

kuramına ihtiyaç vardır. Teknoloji rantı, kendi kendine oluşan bir rant değildir, salt

rekabetteki üstünlükten, önce davranmaktan değer oluşmaz.125 Rant değer yaratmaz,

varolan değerin aktarımıdır. Yaratılan değer ise, makinanın değer yaratmasına ya da

teknoloji fetişizmine bel bağlayan politik ekonominin sermaye kuramı ile açıklanamaz;

üretim alanının özgüllüğüne, emek gücünün değer yaratmasına ve artı değer

perspektifine sahip bir sermaye kuramı ile açıklanabilir. Benzer bir biçimde bir bireysel

sermayenin geliştirdiği bir teknoloji sayesinde elde ettiği emek üretkenliği, toplumsal

olarak gerekli emek zamanından daha üstün ise, bu bireysel sermaye, oluşan ortalama

kar yüzünden, ürettiği metanın değerinden daha üst fiyat elde ettiği için üretilen toplam

artı değerden ona düşen pay daha yüksek olacaktır. Teknoloji rantı olarak gözüken bu

artı kar gerçekte toplumsal üretimde elde edilen artı değerin, sermaye oranında

paylaşılması sonucunda emek üretkenliği daha yüksek olan bireysel sermayeye

aktarılmasından başka bir şey değildir. Bu, teknoloji sayesinde yaratılan ek bir değeri

değil, toplam artı değerden teknolojik üstünlük yüzünden alınan payı anlatır. Tam da bu

nedenle teknoloji rantı, bizzat kendi başına ele alınamaz, kendisinden kalkarak

açıklanamaz ya da anlaşılamaz.

Sarf edilen emek yerine teknolojik yeniliği ya da teknolojinin kendisini değer

yaratan, zenginlik yaratan bir şey olarak koymak, bugüne kadar hakim olan teknoloji

fetişizmini doğuran ana etkendir. Marks’a göre, genel toplumsal emeğin (zihinsel ve kol

emeği) ürünü olan teknoloji, bu emek gücünün niteliği, tarihsel değişimi ve içinde

çalıştığı tarihsel koşullar açıklanmadan anlaşılamaz. Böylelikle emek ürünü olan

teknoloji insanın karşısına kendisinden bağımsız bir güç, sermaye olarak çıkar. Bilim

üretim sürecini irdelediğimiz bölümde, bilimin ve teknolojinin bağımsız bir parametre,

fetiş haline getirilmesini daha ayrıntılı irdeleyeceğiz.

125 Büyümeyi, teknolojik gelişmeye bağlayan Schumpeter ve yeni Schumpeterci kuram, gerçekte teknoloji rantının kendisinin değer yarattığını varsayar (Schumpeter, 1962, s.28). Bu, yeni Schumpeterci okulun neoklasik iktisattan, Walrasçı Sermaye kuramından devraldığı miras yüzünden sermayenin nasıl oluştuğu yönünde temel bir açıklamadan yoksunluğu anlatır.

141

Teknoloji fetişizminin olağan bir sonucu yeni teknolojilerin kendilerinin değer

yarattıkları yönündeki yanılsamadır (Lebowitz, 2007). George Caffentzis’e göre,

eskiden neoklasiklerin makinalar biçimindeki sermayenin metanın değerinden sorumlu

olduğunu düşünmelerine benzer biçimde son onyılların fütürologları teknolojiye

niteliksel olarak yeni bir rol biçiyorlar, makinanın değer üretebildiğini düşünüyor, böyle

varsayıyorlar (Caffentzis, 1997, s.31). Caffentzis’e göre, sadece bu fütürologlar değil,

muhalif kimlikleriyle bilinen Hannah Arendt, Habermas, Baudrillard ve Negri de

teknoloji yüzünden kapitalist birikimin doğasında niteliksel bir değişim meydana

geldiğini söyleyerek makinaların değer yaratabileceğini açık ya da örtülü ima

etmişlerdir. Oysa bu, teknoloji fetişizminin bir göstergesidir. Teknoloji sermaye

ilişkisinden soyutlanıp, kendi başına değer yaratır olarak görülmektedir.

Marks’ın teknoloji görüşü hakkındaki önemli yanılgılardan biri de, teknolojik

yeniliği yeni üretim yöntemleri ile sınırlı gördüğü, ürün yeniliği, yeni ürün ve ihtiyaçlar

yaratma, yeni üretim dalları yaratma konusuna eğilmediği düşüncesidir.

2.6.1.1 Marks’ın Yapıtlarında “Yenilik” Marks, teknolojik yeniliği sermaye kuramı çerçevesinde ve onun sonucu olarak

inceler. Smith’in de belirttiği gibi Kapital’in tüm ciltlerinde ana ekseni sermaye ve

sermaye birikimi oluşturmakla birlikte, teknolojik yenilik ve değişim bulunmaktadır

(Smith, 2002, s.152–53). Birinci ciltte artı-değer oranını artırma yönünde teknolojiyi

geliştirmek işlenir. İkinci ciltte devir süresini, üretim ve dolaşım zamanını kısmak üzere

teknolojik yenilik de incelenir. Üçüncü ciltte ise, değişmeyen sermaye maliyetlerini

azaltmak üzere sistemli biçimde teknolojik yenilik yapma eğilimi vurgulanır. Bu cildin

son bölümlerinde, ticaret, finans ve tarım sektörlerinde de sanayi kadar yoğun

teknolojik yenilik yapma güdüsünün olduğunu anlatmaktadır.

Marks’a dair önemli yanılgılardan birisi, onun sadece üretim sürecinde yeniliği

(süreç yeniliği) göz önünde bulundurduğu yönündeki savdır. Bu yanılgıya Nathan

Rosenberg’in de düşmüş olması ilginçtir. Sosyalist İktisatçılar Konferansı’nın (CSE)

teknoloji özel sayısında “Teknolojinin Öğrencisi Olarak Marks” başlıklı bir makale

yazan Rosenberg, daha sonraki bir kitabında şöyle demektedir: “Elbette ki, bütün

iktisatçılar üründe yeniliği ihmal etmemişlerdir” (Rosenberg, 1982, s.4). Rosenberg

bunu söyledikten sonra sadece Kuznets ve Schumpeter’e atıfta bulunur. Oysa ki ileride

142

aktaracağımız gibi Marks her iki türden yenilik ve yeni ihtiyaçların yaratılması üzerinde

kapsamlı bir şekilde durmuştur.126

Schumpeter’in teknoloji ve çevrimler konusundaki kapsamlı bilgisinde Marks’ın

önemli bir yeri olduğu açıktır. Bunu yukarıda değindiğimiz gibi temel eserlerinden

(Ekonomik Gelişme Kuramı’nın yanı sıra özellikle Kapitalizm, Sosyalizm ve

Demokrasi’den) çıkarmak olanaklıdır. Ancak sözünü ettiğimiz iki temel eserin yazılış

tarihleri de göz önünde bulundurulursa Schumpeter’in, daha önce yayınlanmamış olan,

ancak 1950’lerden sonra tefsir çoğaltma yöntemiyle Avrupa’da birkaç Marksist arasında

elden ele dolaşan Marks’ın 1857–58 el yazmalarını görmediği kesindir. Avusturya

Marksistlerinin Kapital’in özellikle 2. cildi üzerine yoğun tartışmaları, bu ülkeden

gelmiş olan Schumpeter’i önemli oranda etkilemiş olmalıdır; Marks’ın Kapital’inin tüm

ciltleri için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Ancak Schumpeter Grundrisse’yi görmemiştir.127

Oysa Marks’ın Kapital’e yönelik çalışma notları olan Grundrisse’de (1979, s.446, a. b.

ç.) yeniliğe dair söyledikleri, bu konudaki tartışmalardan yarım yüzyıl önce yapılmış

çok önemli çözümlemelerdir:

[N]isbi artı değerin üretimi yani üretici güçlerin artışı ve gelişmesine dayanan artık-değer artışı, yeni tüketimlerin üretilmesini gerektirecektir; dolaşım içinde ürünler çerçevesinin genişlemesi gibi, tüketim çerçevesi de genişleyecektir. Önce, varolan tüketimin nicelikçe genişlemesi, ikincisi, varolan ihtiyaçları daha geniş bir alana yaymak yoluyla yeni ihtiyaç yaratılması; üçüncüsü yeni ihtiyaçların üretilmesi, yeni kullanım değerlerinin keşfedilmesi ve yaratılması. Başka bir anlatımla, kazanılan artık-emek salt niceliksel bir artış olarak kalmaz, emeğin (dolayısıyla artık-emeğin) niceliksel çeşitlenme alanını da sürekli olarak genişletir, emekleri ayrıştırır, çeşitlerini çoğaltır.

Henüz 1857–58 yıllarında yeni kullanım değerlerinin yani yeni ürünlerin ortaya

çıkarılması, üretim süreçlerinin buna göre “niceliksel çeşitlenme”si ile göreli artı değer

üretimi arasında bağ kurulmaktadır. Ancak esas çarpıcı bölüm tam da bu alıntının

126 Değer Kuramı Üzerine Uluslararası Çalışma Grubu’nda (IWGVT) yer alan yazısında Cipolla da bu yanılgıya değinmiştir (Cipolla, 1997).

127 Sermaye kuramının temellerini reddetmesine karşın, Schumpeter’in, ‘Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi’de, Marks’ın yönteminin önemi ve dinamizmi gibi birçok konuda içten ilgisi göz önünde bulundurulursa, yayınlanmış olsaydı Grundrisse’den de epey etkileneceğini söylemek hata olmasa gerektir.

143

devamındadır. Marks (1979, s.446–447, a. b. ç.), üretimin bu yeni alanda çeşitlenmesini

örnekle anlatır

Örneğin, üretkenliğin iki katına çıkması sonucunda eskiden 100 talerlik sermayenin yaptığı işi şimdi 50 talerlik sermaye yapabiliyorsa, dolayısıyla 50 talerlik bir sermaye ile ona tekabül eden zorunlu emek serbest kalmışsa, şimdi bu açıkta kalan sermaye ve emek için yeni bir ihtiyacı doğuran ve doyuran, yeni ve nitelikçe farklı bir üretim dalının yaratılması gereklidir. Eski sanayinin değeri, sermaye ile emek arasındaki ilişkinin yeni bir biçime döküldüğü yeni bir sanayi için fon yaratarak korunur. Buradan nesnelerden yeni yararlanma yolları keşfetmek amacıyla tüm doğanın derinlemesine araştırılması, tüm yabancı iklim ve ülke ürünlerinin dünya çapında mübadelesi, doğal nesnelerin yeni (yapay) yollardan imal edilip, yeni kullanım değerleri kazandırılması. Yeryüzünün her yönden araştırılmasıyla yeni yararlanılabilir nesnelerin ve eskilerin yararlı yeni özelliklerinin –hammadde olarak yeni kullanım alanları, vb.- keşfedilmesi; dolayısıyla doğa bilimlerinin en yüksek noktasına kadar gelişmesi; bunun gibi, doğrudan doğruya toplumdan kaynaklanan yeni ihtiyaçların keşfedilmesi, yaratılması ve doyurulması; toplumsal insanın tüm niteliklerinin işlenip terbiye edilmesi… ... bütün bunlar da sermayeye dayalı üretimin bir koşuludur. Yeni üretim alanlarının açılması, yani nitelikçe yeni bir artık sürenin yaratılması, salt işbölümünün ilerlemesi değildir; olay, varolan üretimin kendi bağrından yeni bir kullanım değeri olan bir emek doğurmasıdır; sürekli olarak genişleyen ve her şeyi kapsar hale gelen bir emek ve üretim çeşitleri sistemi ile ona tekabül eden, sürekli genişleyen ve zenginleşen bir ihtiyaçlar sisteminin giderek gelişmesidir.

Evrimci iktisat akımını oluşturacak olan teknolojik yenilik ve yeniliğin

kaynakları üzerine tartışmanın bu yazıdan yaklaşık 100 yıl sonra yapıldığı hatırlanacak

olursa, Marks’ın Sermaye kuramıyla attığı devasa adım açık hale gelecektir. Artı-değer

üretiminden başka bir şey olmayan sermayeye dayalı üretimin teknolojik yenilik yapma

gereksiniminin sonuçları, bilim ve teknoloji üretimini yani bilimsel üretimi

hızlandırmaktadır.

’70 krizinden sonra yayılan teknolojik yenilik, teknolojik gelişme vurgusunun

albenisinin altında sermayenin ihtiyaçları bulunmaktadır. Kapitalizmin sürekli

teknolojik yenilik yaratma, yeni ürünler, yeni ihtiyaçlar doğurma zorunluluğu,

uygarlaştırma isteğinden kaynaklanmamaktadır. İhtiyaç doğrulması ve bunların

doyurulması, tam da sermaye kuramının merkezi bir sonucudur, bu sonucun altında

yatan neden ise, esas olarak ihtiyaçların karşılanması değil, artı-değer üretimi, kar elde

144

edilmesidir.128 Ancak tez çalışmamız açısından yukarıdaki bu temel alıntının, kapitalist

üretim ilişkilerinde bilimin ve teknolojinin geliştirilmesi yönündeki kaçınılmaz eğilim

dışında önemli başka bir sonucu daha bulunmaktadır.

Göreli artı değer üretimi ile birlikte eskiden belirli bir miktar sermayenin yaptığı

işi şimdi bundan daha az sermaye yapabilmektedir. Bu ek bir sermaye ve ek emek

gücünün boşa çıkması demektir. Yeni üretim dallarını kuran, yeni ürünler yaratan, bu

ürünlerin yaratılması için bilimsel araştırmaların, bilimsel üretim dalının gelişmesini

sağlayan bu ek sermaye fonudur. Ancak yeni üretim dalı ile bu üretim dallarını

çeşitlendirecek teknoloji üretimi başlangıçta belirgin bir ayrım değildir. Bu ayrımın

belirginleşmesi, tarihsel bir süreci gerektirmiştir.

Yeni üretim dalları ve teknolojinin geliştirilmesi için ek sermaye fonu olmalıdır.

Üstelik bu ek sermaye fonu, yeni üretim dallarında kar getirdiği kadar, yenilikleri

üretecek bilimsel üretim için de ayrılmalıdır. Kapitalizmin gelişimi aşamasında,

bilimsel üretim ileride anlatılacağı üzere, sermayenin gerçek boyunduruğu altına

alınma geriliminden uzakken, “doğanın derinlemesine araştırılması” bir meslek

haline dönüşmemişken, bu ayrım belirgin değildir. Başlangıçta mucit bulduğu icadı,

kendi küçük atölyesinde kullanmaya çalışmakta ya da bir işletmeciye satmaktadır.

Ancak bu ilk işletme çoğunlukla iflas etmekte, tüm riskler sınandıktan sonra onu alan

sermaye sahibi daha yüksek emek üretkenliğinin ya da yeni ürünün tüm karlarından

doğan kazançları daha düşük bir maliyetle elde etmektedir (Marks, 1990, s.96).129

Henüz bilim, gerçek boyunduruk altına alınmaktan uzak iken, bilimsel üretime, mucide

özel bir fon ayrılmamaktadır. Bu nedenle, bilim ve bilim üretimi, sınırsızca elde

edilebilir, sermayeye maliyeti olmayan, (belki çok sınırlı olan) üretim olarak

görülmekteydi. Ek sermaye, henüz sermaye birikiminin bu düzeyinde, sadece yeni

üretim dalını oluşturmak için kullanılmaktadır. Erken kapitalistleşen ülkelerin bir

anlamıyla üstünlüğü, belirli bir düzeyi geçmiş olan sermaye birikiminin bu ek

sermayeyi sadece yeni üretim dalının sermaye bileşenlerine kullanması olmuştur.

128 Arzın taleple sınırlı kalması, kapitalist toplumda geçerli değildir. Eksik tüketimci kriz anlayışının yanılgısı da üretimin tüketimi tetikleyeceği, arzın kendisine uygun talebi doğurabileceğini göz ardı etmesidir.

129 Rosa Lüksemburg’un deyimiyle “sınama tahtası” (Aktaran Mandel, 1974, s.47).

145

Bu fark, günümüzle karşılaştırıldığında daha açık hale gelecektir. Bugün, erken

kapitalistleşmiş olan ülkelerden farklı olarak geç kapitalistleşen ülkelerde, yeni bir

ürün ya da üretim dalında uluslararası pazarda rekabet edebilmek için bilim ve

teknoloji üretimi de boşta kalan ek sermayenin maliyetleri arasına girmek

zorundadır. Yani teknoloji, teknolojik yenilik, icat lisansla satın alınmak zorundadır,

kolaylıkla kopya edilemez ve bu teknolojinin kullanımının “yapma bilgisi”ni edinme

süreci bile teknolojiyi veren şirketin denetimi altındadır. Ek sermayenin yatırılabileceği,

yeni (tamamen özgün, yeni) üretim dalları kurulabilecek olan alan daralmıştır. Çünkü

bunun maliyetleri arasına, o “yeniliği” bulmanın kapitalist maliyeti girmiş durumdadır.

Bilim üretiminin, yani teknoloji üretiminin gerçek boyunduruk altına alınması süreciyle

olgunlaşan “icadın mesleğe dönüşmesi”, bilimsel araştırma ve geliştirmenin de

sermayeleşmesini getirmiştir.130 Kapitalist gelişimin tarihsel evrelerinin başında bilimin

“meyvelerinden” bol ve sınırsızmış gibi yararlanılmasına karşılık, son yarım asırdır geç

kapitalistleşmekte olan ülkelerin bunları bir meta olarak bulmasının nedeni, bu

“meyve”lerin kıtlaşması değildir. Aksine, bilimsel araştırma ve üretimin sonuçları o

günkünden daha fazla bol, dehşete düşürecek denli fazla ve çeşitlidir; fark, bilimsel

araştırma ve üretimin, kapitalist boyunduruk altına alınması girişiminde yatmaktadır.

2.6.2 Marks Sonrası Marksist Akımda Teknoloji

İncelediğimiz teknoloji yaklaşımları içerisinde teknolojiyi açıklamada değer

kuramı özel bir yer tutmaktadır. Marks öncesi değer kuramı ve Marksist değer kuramı

bu açıdan teknolojiyi açıklamada iki ayrı düşünceyi ifade ederler. Marks öncesi değer

kuramı artı değer kuramından yoksun olduğu için teknolojiyi dolaşım, bölüşüm alanına

itmiştir. Böylelikle teknoloji, sınıf mücadelesinden, artı değeri artırmak için emek

üretkenliğini artırma temel güdüsünden yola çıkılarak değil, rastlantısal gelişmelerin

üretime uygulanması olarak açıklanmaktadır. Marks’tan sonra Marksist akım ise,

teknolojiyi ele alırken değer kuramının farklı yönlerine ışık tutmuş, kimi zaman belirli

yönleri ihmal etmek pahasına başka bir yönü geliştirmiştir.

130 Mandel, bilimsel araştırma ve geliştirme etkinliğini, bu araştırma sürecinin değişmeyen ve değişen sermayelerine kadar betimler (Mandel, 2008, 8. bölüm).

146

Marksist akımda teknolojiye dönük incelemelerin ilk izleri dolaylı olarak

bulunabilmektedir. İncelemelerin ana ekseni, sermaye birikimi ve sermayenin yeniden

üretimidir. Teknoloji bu çerçevede bir yan sonuç olarak gündeme gelmektedir. Özel

olarak teknolojiye eğilinmemektedir. Rosa Lüksemburg, yeniden üretim ve

genişletilmiş yeniden üretimi tartışmaktadır. Yenilik ve teknik buluşların küçük ölçekli

girişimlerde yapılmasından yola çıkarak, bunlara “sınama tahtası” demektedir (Aktaran

Mandel, 1974, s.47). Avusturya Marksistlerinin yeniden üretim tartışmaları, Kapital’in

2. cildi üzerinde yürütülür (Arthur ve Reuten, 1998), (Rosdolsky, 1989). Sermaye

birikimi, kapitalistleşmeye yeni başlayan ülkelerde sanayileşme ve yeniden üretim

dışında, teknoloji başlı başına ele alınmaz. Bu da olağandır, çünkü Kapital üzerine

tartışmalar ancak 20. yüzyılın başlarında yaygınlaşmış, ilk gündeme gelen ise en çok

ihtiyaç duyulan konular yani sanayileşme, pazarın oluşumu, yeniden üretim, sömürgeler

olmuştur.

Marks’tan sonra teknoloji üzerine yoğunlaşan iki ayrı ve temel çalışma ekseni,

önemli yönleri tamamlamışlardır. Bunlardan ilki, teknolojik gelişme ile krizler

arasındaki ilişkiye dairdir. İkincisi ise teknolojik gelişmenin sınıfsal karakteri, emek

sürecine etkisi açısından yapılan katkıdır.

Teknoloji konusuna yönelik ilk taşlardan birisi Kondratyef’in ekonomik

gelişmenin dalgalı yapısı üzerine çalışmalarına Troçki’nin ilgisi ve Mandel’in bu

konudaki çabaları olarak gösterilebilir (Mandel, 1991 ve 1993). Bu çalışmalarda,

sermayenin zorunlu olarak içine girdiği kriz eğilimleri, organik bileşimin yükselmesi,

sabit sermaye maliyetlerinin düşürülmesi ve ana teknolojik değişimler ile kriz ilişkisi

ayrıntılı biçimde incelenmiştir. Sabit sermayenin devrinin kısalmasının, kapitalizmin

sermaye birikimi ve krizlere karşı koymak için zorunlu olarak yöneldiği bir sonuç

olması özellikle vurgulanır. Artı-karları artırmak, tekel karlarını sürekli kılmak için

teknolojik yeniliklerin önemi belirtilir (Mandel, 1993). Öte yandan sabit sermayenin

maliyetlerinin düşürülmesi, devrinin hızlandırılması için yapılan teknolojik yeniliklerin

aynı zamanda kapitalizmin kaçınmaya çalıştığı krizlerine onu daha hızlı biçimde

yaklaştırmakta olduğu vurgulanır. Kapitalizmin krizli yapısı ile teknolojik yenilik

dalgaları arasında kurulan bu ilişki önemlidir. Bu ilişkinin temelinde teknolojiyi

fetişleştiren, bağımsızlaştıran yaklaşımlara karşı sermaye birikimini ve Marks’ın

147

sermaye kuramını merkeze alma çabası vardır. Bu yönde en fazla çaba gösteren

Mandel’in bu gayreti, haklı, önemli bir çabadır. Ancak her ne kadar “harikulade” bir

konu olarak görse (Mandel, 1991) ve Ar-Ge’nin sanayiye dönüşmesi, Ar-Ge çalışmaları

için değişen ve değişmez sermayelerden bahsetse de (Mandel, 1993) Mandel de

teknoloji üretimini ve bilim üretimini başlı başına bir konu olarak ele almamıştır. Daha

çok bu konuyu “kapitalizmin uzun dalgaları” ile buluşlar ve yenilikler arasında bir ilişki

kurup kurmama sorunu olarak tartışmıştır.131

Politik ekonomi akımlarının 1950’lerde teknoloji ile sermayeyi birbirinden

ayıran analizlerini daha önceki bölümlerde aktardık. Bu dönemde Marksist akım haklı

olarak sermaye birikimin merkeziliğinde ısrar etmiştir. Teknoloji konusuna yoğunlaşan

irdelemeler yukarıda değindiğimiz kriz, teknolojik “devrimler”i irdelerken olduğu gibi

sınırlılıkla gündeme gelmiştir. Zaten teknoloji alanındaki Marksist akımın muarızı

olabilecek yaklaşımlara esin veren Schumpeter’in çalışmaları yayınlandıkları dönemden

epey sonra yaygınlık kazanmışlardır. Kapitalizmin 20. yüzyıldaki ilk genel krizinin

ardından Keynescilik baskın akım olarak çıkmıştır. Ancak 1970’lerdeki ikinci krizin

sonucunda kar oranların düşmesine karşı teknolojik yeniliğin irdelenmesi yeniden daha

güçlü biçimde Schumpeter ve yeni Schumpeterci akımı olgunlaştırmıştır. Zaten bu

akımın olgunlaşması ve teknolojinin evrimini (kurumsalcı akımdan da yararlanarak)

daha ayrıntılı inceler hale gelmesiyle birlikte Marksistler içinde teknolojiyi tekrar ele

alanlar da ortaya çıkmaya başlamıştır. Son çeyrek yüzyılda, teknolojinin ve

Schumpeterci akımların tartışılması kısıtlı da olsa gündeme gelmiştir132.

Teknolojinin üretilmesi konusunda yeni Schumpeterci akım, kurumlar, bunların

işlevleri, Ar-Ge çalışmalarının nitelikleri, üniversite, sanayi bağlantıları gibi alanlardaki

görünümleri ayrıntılı bir biçimde ortaya sermekte ve irdelemektedir. Bu açıdan yeni

Schumpetercilerin sorunu ortaya koydukları görünümlerin hatalı olup olmaması

değildir, bunun arkasındaki özdür. Bu görünümlerin değer kuramı çerçevesinden

131 Bu konuyu tersinden ele alanlar, yani kapitalizmin dalgaları ile buluş ve bilim üretimi arasındaki ilişkiyi en kapsamlı irdeleyenler Schumpeter’in İş Çevrimleri ile başlattığı yerden yeni Schumpeterci akım olmuştur. Bkz. Freeman (1982), Freeman ve Soete (2003), Rosenberg ve Frischtak (1983).

132 Bkz. Smith (2004), Bellofiore (1985), Catephores (1994).

148

dikkatli biçimde ele alınarak, teknoloji ve bilim üretiminin sermaye perspektifinden

incelenmesi önemlidir.

Teknoloji konusunda Marks’tan sonra gelenler içinden ikinci önemli taş,

Braverman’ın katkısıdır. Teknik değişmenin, sınıf mücadelesi içinde biçimlenmesini,

teknolojinin emek süreci ile olan kopmaz ilişkisini anlatan Harry Braverman olmuştur

(Braverman, 1974). Daha sonra “Emek süreci tartışmaları” olarak adlandırılacak olan

tartışmalar, teknoloji üretiminin sınıfsal niteliğini gözler önüne sermekte epey önemli

bir rol oynamıştır. Braverman, ilk katman olarak adlandırdığımız, değerlenme ve emek

süreci düzleminde teknik değişmenin, iki karşıt sınıf arasındaki mücadeleyle nasıl

şekillendiğini irdelemiştir. Teknolojik değişimin bunun dışında diğer bir yönü de, ikinci

katmanda gerçekleşir. Burada genel olarak sermayenin artı-değeri artırma yönündeki

itilimi, pek çok sermayeler düzlemine, rekabet boyutuna yükselir. Emek sürecinde elde

edilen artı değer, pek çok sermayenin rekabet ettiği bu düzlemde kar olarak geri alınır.

Kar oranlarının düşme eğilimi, bireysel sermayeler arası rekabet bu düzlemde

somutlanır. Böylece bu düzlemde teknolojik değişimin ikinci yönü ortaya çıkar. Bu yön,

sermaye sınıfı içindeki rekabetin teknolojik değişmeyi sürüklemedeki rolüdür. Ancak

bu iki yön birlikte ve bütünsel olarak değerlendirildiğinde teknolojik değişimin, sınıf

mücadelesinin bir sonucu olduğu, onun içinde geliştiği görülebilir.133

Bilim ve teknoloji üretiminin, bir meslek haline gelmesi, bir sanayi dalı

görünümüne bürünmesi en açık biçimiyle Marks sonrası dönemde yaşanan bir

gelişmedir. Marks’tan sonra Marksistler, teknolojinin gelişimi ile sermaye arasındaki

ilişkiye, başlı başına teknoloji üretimine seyrek de olsa değindiler. Her değinme, bu

konunun işlenmesinin önemli olacağına dair vurgularla sonlandırıldı (Narin, 2008b).

Ancak bu konu, kapsamlı bir kuramsal açıklamayla ele alınmadı. Bundan sonra,

teknolojinin üretimini irdeleyecek, bu alana sermaye birikimi açısından bakmaya

çalışacağız.

133 Ayrıca bu konuda bkz. Les Levidow, “Sınıf Mücadelesi olarak Teknolojik Değişim”, Levidow (2007).

149

2.6.3 Bilim ve Teknoloji Üretiminin Sermayenin Gerçek Boyunduruğu Altına Alınması

Teknolojinin gelişimi ve yayılmasında Kesim I’in yani makina ve üretim aracı

üretiminin önemine ileride değineceğiz. Ancak kapitalizmin bugünkü görünümünü tarif

etmek için üretim araçları üretimi kesiminin de türdeş olmadığını hatırlamak gerekiyor.

Bilgisayarlı takım tezgahları (CNC) üretimi ile bu takım tezgahlarının işlemesini

sağlayan mikrolelektronik tümdevrenin üretimi aynı kesim içinde önemli nitelik

farklılıklarını barındırmaktadır. Öte yandan tümdevre alanında aşağıda daha ayrıntılı

aktaracağımız örneklerde olduğu gibi, örneğin Intel için tümdevrenin merkezi aşamasını

oluşturan devre tasarımı ve üretimi ABD’de gerçekleşirken, bunun fiziksel ve seri

üretimi Çin’de gerçekleşmektedir. Üretim araçları üretiminin içindeki bu kademelenme

ile bilimsel üretim sürecinin, yani Ar-Ge ve tasarım anlamında mühendislik sürecinin

ilişkisini daha yakından incelemek gereklidir.

Kapitalizmi eleştiren yaklaşımlar açısından bile bilimsel araştırma ve onun

üretim sürecine uygulanması olarak tarif edilen teknoloji, özerk kuvvetler olarak ele

alındı. İlişki hep tek yönlü kuruldu. Üretim, sanayi talep eder, bilimsel buluşlar, üretime

uygulanır. Yani ilişkinin yönü hep, bilimin üretime uygulanması olmuştur. Bir

toplumsal üretim ilişkisinin bilimi özerk bırakacağı, bilimciyi derin düşünceleri içinde

arada bir yönelttiği talepler dışında rahat bırakacağı varsayılmıştır (Narin, 2008a).

Örneğin, Nathan Rosenberg, bilimin (teknoloji de denilebilir) rolünü talep yönelimli

olarak açıklar. Ona göre, bilimin yönelimindeki değişme sanayinin değişen ihtiyaçları

temelinde anlaşılmalıdır (Rosenberg, 1976, s.129). Ancak 1976’da yazdığı makaledeki

bu doğru önerme, makina üretiminin doğuşuyla başlayan aşamayı açıklamasına karşın

bugünkü durumu açıklamaya yetmemektedir. Kapitalist üretim, uluslararası şirketlerin

yoğunlaşan rekabeti, üretken sermayenin uluslararasılaşmasının bugünkü durumu

gözetilmemektedir. Düşen kar oranları karşısında teknolojik yenilik, yeni ürünler

üretme ihtiyacı bu bilimsel üretimin üretim sürecine de el atmıştır. Burada da talep

yönlü bir açıklamadan daha çok “arz yönlü” bir açıklamaya gerek vardır. Çünkü talep

de “arz edilmekte”, yani yeni ihtiyaçlar, yeni ürünler üretilmektedir. Artık, tek yönlü ele

alınan ilişkinin diğer yönünün irdelenmeli, daha doğrusu bilim üretim süreci ile

kapitalist üretim sürecinin özdeşleşme ve ayrılma geriliminin niteliği incelenmelidir.

150

Bilimsel üretim süreci kapitalist gelişme içinde giderek sermayeleşmekte,

sermayenin gerçek boyunduruğu altına girmektedir.134 Bu bölümde bilim ve teknoloji

üretiminin sermaye ilişkilerinin denetimine girmesini, temel işleyici mekanizma olarak

bu mekanizmayı devralmasını değerlendireceğiz. Bilim üretimi bu boyunduruk ile

birlikte giderek teknoloji üretimi ile iç içe girmekte, özdeşleşmektedir. İşte bilim ile

teknolojinin bu iç içe geçme süreci, bilim üretimi ile teknoloji üretimini bilimsel üretimi

potasında birleştirmekte, sermaye birikimi ile dolaysızca bağlamaktadır.

Bilimsel üretim ile teknoloji üretimini kaynaştırmada en temel rolü, temel

bilimsel araştırmalar ile bunların ticarileştirilmesi arasındaki ilişkinin çok daha iç içe

geçmesi oynamaktadır.

Bilimsel araştırmaların sonuçlarının ticarileşmesi, yani metalaştırılması

sürecinin çarpıcı ölçüde hızlanması, özellikle kapitalizmin 1970’lerde içine girdiği kriz

sonrasında gerçekleşmiştir. Aşağıdaki grafik, bazı buluşların pazara nüfuz etmesi,

yayılımı süresi ile yayılım oranını, yayılımın hızını göstermektedir.

134 Bilimin tarafsız olmadığı, sınıfsal niteliği, bilimsel araştırmanın mesleğe dönüşümü üzerine önemli bir literatür birikimi bulunmaktadır. Bu birikimin temel taşları için bkz. Bernal (1967), Braverman (1974), CSE (1976), Noble (1984, 1995), Mandel (2008). Bu birikimin farklı yönlerinin değerlendirmeleri için bkz. Ansal (1985, 1986, 1992), (Narin, 2008a).

151

Grafik 13. Yeniliğin Pazara Nüfuz Etmesi Kaynak: (Arıkan ve Ulusoy, 2005).

En eski buluşlardan olan telefonun yayılım süresinin uzunluğu, bunun ardından

otomobilin, elektriğin, radyonun geldiği görülebilmektedir. Ancak önemli olan her yeni

teknolojinin yayılım hızı ve oranındaki sürenin çarpıcı biçimde kısalmasıdır. Ele

aldığımız dönem içinde dünyada kullanımı yaygınlaşmaya başlayan internetin,

bilgisayarın (PC) ve GSM telefonlarının yayılım sürelerindeki keskin değişmeyi,

kısalmayı görmek olanaklıdır. Bu, aynı zamanda teknoloji üretimi ile bilim

üretiminin ne kadar iç içe geçtiğinin de göstergesidir. İlk görünüm, teknolojinin

pazarda yayılımının, talebin çekişinin bilimsel üretim süreciyle çok fazla iç içe geçmesi

şeklindedir, bu görünüm doğrudur ancak adı üstünde bu bir görünümdür. Çünkü

Marks’ın sermaye kuramına göre, pazarın kendisi, arz ve talep ilişkisinin kendisi verili

olarak alınmamalı aksine bizzat bu durum açıklanmalıdır; yani talep çekişinin kendisi

de açıklanmalıdır ve esas olarak bu durum artı-değer için üretim motoruna

bağlanmaktadır. Yani yeni ürünler, yenilikler, sermayenin daha fazla artı değer üretmek

için hızla metalaştırması gereken bilimsel ürünlerdir (Bkz. “Marks’ta Yenilik Nasıl Yer

alır?” başlıklı bölüm). Düşen karlılık, sermaye yoğunlaşması ve merkezileşmesi, daha

fazla artı değer üretim sürecinin dolaylı bir ürünü olan rekabet, hızlı bir biçimde

teknolojik yeniliği gerektirmektedir. Bunun kaçınılmaz sonucu ise, teknolojinin

kendisinin üretiminin de, adeta bir endüstri gibi denetlenmesi, ürün üretme sürecinin

152

hızlandırılmak üzere kontrol edilmesidir. Bu nedenle bilimin kendisi bile gerçek

boyunduruk altına alınmaya çalışılmaktadır. Yani bilimsel üretim sürecinin motoru da

bu sermaye birikiminin ritmine, gücüne bağlanmaktadır.

Böylelikle temel bilimsel araştırmalar ile teknoloji geliştirme birbirine

eklemlenmiş bir zincire dönüşmüştür. Sadece ticarileşme süresinin kısalması ve

esnekleşmesi değil, aynı zamanda birbirlerini etkilemeleri de bu iki üretimin tek bir

potada birleştirilebilecek denli kaynaştırılmasını getirmiştir.

Bununla ilgili olarak Ar-Ge’ye yılda 2,7 milyar dolar yatırım yapan ve sadece

Japonya’da 19 üniversite ile Ar-Ge işbirliğine giren uluslararası şirketlerden

Toshiba’nın Teknolojiden Sorumlu Başkanı Katsuhiko Yamashita bir röportajda

(www.bilgicagi.com, 12 Kasım 2007) şöyle diyor:

Geçmişte, Japonya’da bilim ve teknoloji birbirinden çok farklı algılanıyordu. Bilim, doğayı anlamaya ve gizemlerini çözmeye yönelik araştırmalar olarak görülüyordu. Herkes bilimin soylu bir uğraş olduğunu düşünüyor, bu yüzden de bilim insanları el üstünde tutuluyordu. Teknoloji ise toplumun ihtiyaçlarının giderilmesi ile ilgili bir uğraş olarak görülüyor ve teknoloji üreten mühendisler bilim insanlarına göre düşük bir sosyal sınıfa mensup olarak kategorize ediliyordu. Fakat günümüzde bilim ve teknoloji birbirini tamamlayan olgular olarak algılanıyor. Artık Ar-Ge çalışmalarının içinde hem bilim hem de teknoloji olduğu halk tarafından biliniyor ve bu sayede Ar-Ge mühendisleri de tıpkı eskinin bilim insanları gibi büyük saygı görüyor. Bu değişim üniversite ve sanayi işbirliğinin gelişmesi ile oldu. … Fakat üniversite - sanayi işbirliğinin istenilen seviyeye gelmesi 1995’ten sonra sağlanabildi.

Endüstrinin bilgisinin üretimi ile temel bilimsel araştırma giderek iç içe

girmektedir. Bunun kurumları da çeşitlenerek, bilim ve teknik üretimi ya da bundan

sonra kapitalist bilimsel üretim diye adlandıracağımız üretim sürecini oluşturmaktadır.

Ancak teknoloji üretimi yani bilimsel üretimin sonuçlarının ticarileştirilmesi ile

bilimsel üretim arasındaki bağı dikkatli irdelemek gerekiyor. Bilimsel üretimin belirli

bir sürecinden sonra bu bağın niteliği değişmiştir. Yukarıda söylediğimiz, iç içe geçme,

bir zincir oluşturma, birbirlerini karşılıklı etkileyebilme düzeyi bu nitelik değişiminden

sonra ortaya çıkmıştır. İşte bu değişim, bilimin endüstrileşmesini açıklamada

kullandığımız, onun gerçek boyunduruk altına alınma girişimi sayesinde

153

gerçekleşmiştir. İleride açıklayacağımız gibi, bilimin gerçek boyunduruk altına alınması

sürecini sadece emek sürecinin bölünmesi ve bunun kurumsallaşması olarak açıklamak,

hareketli ve dinamik bir süreci betimleyici bir biçim olarak tarif etmek olacaktır.

Bilimin gerçek boyunduruk altına alınma girişimi her biri kendi içinde ikilik yaratan

değişik boyutları içinde ele alınmalıdır:

Bir yandan artık zihinsel emek için de emek ile emek gücü ayrımını dikkate

almak gereklidir.135 Bilimsel emek, bilimin sermayenin boyunduruğu altına alınması ile

birlikte giderek daha fazla bölümü emek gücü haline dönüşen bir emek niteliği

taşımaktadır. Zihinsel emeğin, emek gücüne dönüşümü, bu dönüşümün yaratıcılık

açısından sınırları, çok önemli sonuçlar doğurmaktadır: Zihinsel emek gücünün

oluşturduğu değişen sermayenin yeniden üretimi, nitelikli emek gücü yaratmak için

eğitim, bu sermayenin değersizleşmesi vb…

Öte yandan bu boyunduruğun, bilimsel üretim süreci, üretim örgütlenmesi ve

üretim araçları üzerinde yarattığı değişim irdelenmelidir. Üretim araçlarının ve emek

örgütlenmesinin değişimi anlamında teknoloji, sabit sermayenin devri, değersizleşmesi

vb...

Biçimsel olarak sadece kurumsallaşma, parçalara ayrılma, rutinleşme olarak

görülen hareketin dinamiği, zihinsel emek gücü ile bu emek gücünün sonuçlarının mülk

edinilmesi dinamiğidir. Yani bir ikiliktir. Zihinsel emeğin, emek gücüne

dönüştürülmesi, bilimin endüstrileşmesini getirmektedir. Bu ikiliğin çarpıcı bir sonucu

bugün “yenilikçi kapitalizm” olarak karşımıza çıkmaktadır. Zihinsel emeğin, emek

gücüne dönüştürülmesi çabası, kapitalizmin temel dinamiği olan artı-değer üretimine

dayanmaktadır. Daha fazla kar etmek için yeni ürün, yeni üretim süreci, yenilik ve

teknoloji hiç olmadığı kadar hızlı bir biçimde geliştirilmektedir. Sabit sermayenin

devrinin hızlanması, ürün, üretim süreci ömürlerinin azalması, kapitalizmin kendi

ürettiği bir sonuç olduğu kadar, aynı zamanda kendisinin bizzat kendi engeli olduğunu

gösteren sonuçtur; çünkü sabit sermaye devrinin hızlanması, kapitalizmin krize doğru

135 “Emek gücünün bir meta olarak kendine özgü niteliğinden çıkan sonuçlardan birisi, kullanım değerinin alıcı ile satıcı arasındaki sözleşmenin tamamlanmasıyla, alıcının elinde doğrudan doğruya geçmemesidir”(Marks, 1993, s.189). Emek ile emek gücü ayrımının daha kapsamlı tarifi için bkz. (Marks, 1987, s.122–23). (Marks, 1993) özellikle 6. bölüm.

154

gidişi anlamına gelmektedir. Benzer biçimde, üretimde teknolojinin, makinalaşmanın

artması, sermayenin organik bileşiminin yükselmesini, kar oranlarının düşmesini

sağlayan en önemli etkendir. Ancak sermaye, kendi doğası gereği, sonucu kriz olacak

olsa da üretim sürecinde, ürünlerde teknolojik gelişmeyi, kar oranlarını yükseltme

çabası içinde hızlandırmak zorundadır. İşte bu teknolojik gelişmenin zihinsel emek

gücünün birikimli, tarihsel ve toplumsal136 emeğe dayanan sonuçları olarak

gözükmemesi, bunun sanki sermayenin kendisinin yarattığı bir ürünmüş gibi

gözükmesi, bugünün “yenilikçi kapitalizm” olarak görünmesini sağlayan en temel

etkendir. Marks (1998, s.366–67), bunu şöyle dile getirmiştir:

… gerçekte bilimin, doğal güçlerin ve emeğin ürünlerinin büyük ölçekte, toplumsal emek üzerinden kurulmuş uygulamalarının tümü, yalnızca emeğin sömürüsünün araçları artı emeğe el koyma araçları dolayısıyla emeğe karşı sermayenin sahip olduğu güçler olarak ortaya çıkarlar. Doğal olarak sermaye, emeği sömürmek için tüm bu araçları kullanır; ama sömürmek için bunları üretime uygulamak zorundadır. Ve bu yüzden de emeğin toplumsal üretken güçlerinin gelişmesi ve bu gelişmenin koşulları, sermayenin eylemi olarak belirir; buna karşı bireysel emekçi yalnızca edilgen bir tutum içinde olur, yine de bu gelişme ona karşı cereyan eder.

Bugün yaşanan tam da böyle bir süreçtir. Teknoloji gibi bununla iç içe geçmiş

olan bilim de değerin kaynağı olarak gösterilerek, fetişleştirilmektedirler. Geçmişte

doğal zenginliklerin, makinanın kendisinin değeri yarattığı, girişimci de dahil olmak

üzere üretimde rol oynayanların ise sadece bundan pay aldıkları söylenir idi. Böylece

emek gücünden elde edilen artı-değere dayalı sermaye kuramı perde arkasına atılırdı.

Şimdi ise bunların daha gelişkin biçimleri olan teknoloji ve bilim aynı rolü

üstlenmektedir. Yeniliğin büyümeyi, ilerlemeyi, teknolojik gelişmeyi sağladığı, bunun

da sermayenin ürünü olduğu yanılsaması, bu gerçeğin bugünkü görünümünden başka

bir şey değildir. Böylelikle Marks’ın (1979, s.639) dediği gibi, işçinin (hatta bilim

üretiminde çalışanın) kendisi için bile, bilimsel üretim ve teknoloji kendisinden

bağımsız, etkileyici bir güç olarak onun karşısına çıkmakta, zenginliğin yaratıcı olarak

görünmektedir:

136 “Eleştirici bir teknoloji tarihi, 18. yüzyılın buluşlarından ne kadar azının, tek bir kimsenin eseri olduğunu ortaya koyabilir”(Marks,1993, s.386).

155

Mekanizmanın cansız parçalarını birbirine ekleyerek, amaca yönelik bir otomat gibi çalışmasını sağlayan bilim, işçinin bilincinde değildir; makinada işçiye yabancı bir güç, makinanın kendi gücü olarak belirir.

Dün üretimde yenilik olarak ortaya çıkan makina sermayenin bir ürünü olarak

görülüyor, onu üreten bireysel emekçi edilgen görünüyordu. Bugün ise bir bütün olarak

bilim üretiminin, yani bilimsel üretim sürecinin ürünleri, teknoloji ve yenilik olarak

adlandırılırken, bu emek sürecinin gerçek özneleri olan zihinsel emek gücü tüketen

bilimcilerden koparılarak, kapitalizmin, sermayenin kendi ürünü olarak görülmektedir.

Bu Marks’ın anlatımıyla (1998, s.367) sermayenin bir gizemin ardına saklanmasıdır:

Böylece sermaye çok gizemli bir varlık haline gelir. ….(1) Artı emeği zorlayan bir güç olarak; (2) toplumsal emeğin üretken güçlerinin ve bilim gibi genel toplumsal üretken güçlerin emicisi ve sahiplenicisi (kişileşme) olarak üretkendir.

Böylelikle bilim toplumsal emeğin bir sonucu olarak değil de, sermayenin

ürettiği bir şey olarak işçinin (ve bilimcinin) karşısına dikilir.137

Üstelik bu durum, yine “yenilikçi” ya da “yaratıcı kapitalizm” olarak

çalışanların karşısına dikilmektedir; yaratıcılığın, bilimsel üretim sürecinin ve genel

olarak üretim sürecinin gerçek özneleri bunun karşısında edilgen bir tutumda

bırakılmaktadır. Öyle ki, emek üretkenliğinin artırılmasının, yeni teknolojilerin ve yeni

ürünlerin, emek süreci ve bir bütün olarak toplumsal refah açısından sonuçları

unutulmaktadır. Sermayenin gerçek boyunduruk altına alma sürecini ileride

açıklayacağız ancak boyunduruk altına alınmaya çalışılan bilim olduğunda bir sınır

durum oluşmaktadır. Bu sınır durumun sonuçlarından biri, bilimsel üretim sürecinin

merkezinde çalışan bilimcileri, “yaratıcı sınıf” olarak tanımlama, bugünkü toplumun

merkezine koyma gibi bir yanılsamayı doğurmaktadır. Bu sınır durumu ileride

değerlendireceğiz. Şimdi bilimin gerçek boyunduruk altına alınma sürecinin tarihsel

koşullarını verdikten sonra, bunu kavramsal olarak açıklamak gereklidir.

137 “…[emeğin] el birliği içinde birliği, işbölümü içinde bileşimi, emek ürünlerinin yanı sıra doğal güçlerin ve bilimin, makinaleşme içinde, üretim için kullanılması-tüm bunlar, bireysel emekçilerin kendileriyle, yabancı ve şeyleşmiş bir şey olarak, emekçilerden bağımsız ve onlara egemen olan emek araçlarının varlık biçimleri olarak karşı karşıya gelirler; tıpkı emek araçlarının kendilerinin sermayenin ve dolayısıyla kapitalistin işlevleri olarak, malzeme, araç-gereç vb. olarak basit görülür biçimlerinde, emekçilerle karşı karşıya gelmeleri gibi” (Marks, 1998, s.366; a.b.ç).

156

Bilimin endüstrileşmesi, endüstriyel araştırmanın kurumsallaşması yani

kapitalist bilimsel üretimin kurumsal gelişmesinin başlangıcı ilk olarak Batı Avrupa’da,

özellikle 1870’lerde Alman kimya şirketlerinde gerçekleşmiştir. İşletme içinde kurulan

ilk endüstriyel araştırma laboratuarı bu tarihlerde Alman kimya sanayinde ortaya

çıkmıştır (Mowery ve Rosenberg, 1993, s.11), (Ansal, 1997, s.190-91). ABD kimya

şirketleri ve diğerleri bu gelişimi hızlı bir biçimde taklit etmişlerdir. Ansal (1997, s.190-

91) şirketlerin bu çabalarını anlatmaktadır:

Aslında çabalarını birkaç cephede birden yürütmektedirler ‘Önce bilimsel endüstri metaları üzerinde kurumsal bir denetim kurarak endüstriyel ve bilimsel standartları yükseltmişler, ikinci olarak patent tekeli yoluyla bilimsel endüstri ürünleri üzerinde kontrol sağlamışlar ve patent sistemini reforme etmişler, üçüncü olarak sanayi ve üniversite araştırma kurumları aracılığı ile bilimsel yenilikleri ve buluşları kontrol altına almışlar. Nihayet dördüncü olarak yüksek teknik öğrenimi ve devlet okullarını dönüştürerek endüstriyel bilimin pratik uygulayıcıları üzerinde kontrol kurmuşlardır’…Bu büyük firmalar üniversiteden araştırmacılar alarak araştırmalarını firmaların içine taşıdılar. Kısa zamanda, yüzlerce bilimci, mühendis ve teknisyenin çalıştığı dev kurumlar oluşturuldu. Kendi araştırma merkezini kurmaya gücü yetmeyen küçük firmalar bağımsız araştırma merkezleri ve laboratuarları ile Ar-Ge gereksinimlerini karşılamaya çalıştılar.

Bilimin kurumsallaşmasından önceki aşama ile kurumsallaşma aşamasını

anlatan bu alıntı ikinci evreyi tarif etmektedir. Bu iki evreye ve özellikle ikinci evrede

bilimsel üretimin farklılaşmasına Nathan Rosenberg, makina üretimi vesilesiyle değinir

(Rosenberg, 1976). Buna karşılık Ayşe Buğra (1985, s.30-31) ise genel olarak teknoloji

bağlamında şu şekilde değinmektedir:

19'uncu yüzyıl deneyimi ile 20'inci yüzyıl gerçekleri arasında, teknolojik gelişmenin kaynakları açısından, bazı önemli farklar göze çarpıyor. 19'uncu yüzyılın teknolojik gelişmelerini büyük ölçüde sanayi dışından kaynaklanan buluşların üretime uygulanmasıyla açıklayabiliyoruz. Oysa 20'inci yüzyılda, özellikle en önemli teknolojik ilerlemelerin yer aldığı kimya, ulaşım ve telekomünikasyon gibi -sektörlerde, ilerlemelerin sanayi içinden, uzmanlaşmış Araştırma ve Geliştirme laboratuarlarında yürütülen sistematik çabalar sonucunda ortaya çıktığını görüyoruz.

Teknoloji üzerine literatür tarafından genellikle “büyük bilim”, bilimin

kurumsallaşması olarak tarif edilen bu süreci farklı bir şekilde tanımlamak olanaklı

157

mıdır? Yukarıda belirtilen iki döneme, Marks’ın sermayenin “biçimsel boyunduruğu”

ile “gerçek boyunduruğu” altına alınma ayrımıyla (formal subsumption/ real

subsumption) yaklaşıp, irdelemeyi deneyebiliriz.

2.6.3.1 Biçimsel boyunduruk / Gerçek Boyunduruk

Marks’ın kullandığı bu iki temel kavram, Kapital’de geçerler ancak ayrıntılı

olarak açıklanmazlar. Kapital’in birinci cildi için yazılan ancak sonra basımdan

çıkarılan “Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları” bölümünde bu kavramlar ayrıntılı bir

biçimde işlenir.

Kısaca özetlersek, sermayenin biçimsel boyunduruk altına aldığı emek

süreçlerinde artı değer üretimi ve artı değere kapitalist tarafından el koyulması

bulunmaktadır. Biçimsel boyundurukta, mutlak artı değer elde etme biçimi, artı değer

sömürüsünün tek biçimidir (Marks, 1990, s.1021). Buna karşılık, emeğin nesnel

koşulları ile öznel koşulları arasındaki ilişki, değerlenme sürecini tek öncelik olarak

alacak biçimde sermayenin denetimi altına alınmamıştır. Başka türlü ifade edersek,

“aktüel emek sürecinin karakterinde hiçbir değişme yoktur”(Marks, 1990, s.1021),

(Brighton Labor Process Group, 1977). Üretim ölçeği genişledikçe, biçimsel

boyunduruk altındaki emek kendi içinde farklılaşır. Bu ölçek büyümesi niteliksel

değişimin de yolunu açar. (Marks, 1990:1022) Sermaye hacminin genişlemesi, aracı

tüccarın elindeki sermayenin onu sanayi kapitalisti yapması, biçimsel boyunduruğun

gerçek boyunduruğa dönüşmesini sağlayan niteliksel değişimlerden birisidir. Biçimsel

boyunduruğun, öze dair özelliklerinden birisi de, artı emeğe el koyan ile emeği üreten

arasındaki satışın özgül içeriğidir. Alıcı emek araçlarının, emeğin nesnel koşullarının

sahibi olmadığı için satıcı ile ilişkiye girer, herhangi bir sabit politik ya da toplumsal

egemenlik, tahakküm ilişkisi yoktur. İkinci özsel özellik işe şudur: emeğin öznel

koşulları yani geçim araçları ile emeğin nesnel koşulları yani üretim araçları işçinin

karşısına sermaye olarak çıkarlar. Sermaye ile emek arasındaki biçimsel ilişki

kurulmuştur. “Teknolojik olarak konuşmak gerekirse, emek süreci eskisi gibi devam

eder, sadece artık sermayeye tabidir” (Marks, 1990, s.1026).

Emeğin sermayeye gerçek boyunduruğu ise, göreli artı değer üretimi ile

karakterize edilir. Bu aşamada emek süreci üreticinin yani işçinin denetiminden

158

çıkmış, boyunduruk altına alınmıştır. Öte yandan emek sürecinde makinaleşme ortaya

çıkar. Bilim ve teknolojinin bilinçli uygulaması bu aşamanın diğer bir temel özelliğidir.

Mutlak artı değer üretimi biçimsel boyunduruğun ayırt edici biçimiyken, göreli artı

değer üretimi gerçek boyunduruğun ayırt edici biçimidir. Marks (1990:1025) bunu

özellikle vurgular:

Eğer mutlak artı değer üretimi, sermayenin emeği biçimsel denetim altına almasının maddi ifadesi olsaydı, o zaman göreli artı değer üretimi de mutlak artı değer üretiminin gerçek boyunduruk altına alınması olurdu.

Gerçek boyunduruk sürecini belirleyen nitelikler, birbiriyle iç içe geçen

boyutlara sahip olsa da yeniden şöyle maddeleştirilebilir (Brighton Labour Process

Group, 1977):

- göreli artı değer üretimi

- makinaleşmenin devreye sokulması

- bilim ve teknolojinin bilinçli uygulanışı

- emeğin hareketliliği ve yerinden edilebilirliği (yedek sanayi ordusu)

- geniş ölçekli üretim

20. yüzyılın başıyla birlikte bilimsel üretim, bilimsel araştırma da bir anlamıyla

ölçek ekonomisinin etkisiyle geniş ölçekli araştırma kurumlarına yönelmiştir. Bunun en

can alıcı örneklerinden biri, Manhattan Projesi’dir. Atom Bombası geliştirmek amacıyla

bilimci ve mühendislerin oluşturduğu büyük bir ekip çalışması olarak görünmektedir.

Burada büyük bir proje, parçalara ayrılarak kurumsallaştırılmış, farklı parçalar farklı

araştırmacılarca üretilmiştir, az sayıda bilimcinin gizli askeri projenin tümünden haberi

vardır. Bunun dışındaki araştırmacılar bilimsel emek sürecinin bütününe hakim

değildirler, kendi parçalarından sorumludurlar. Böylelikle bilimsel üretim tek bir kişinin

kendi özerk düşünme sürecine değil, planlı, kurumsallaşmış bir emek sürecine,

parçalarına ayrılmış bir sisteme dönüşmüştür. Bilim tarihi üzerine kitaplarında

McClellan ve Dorn (2006, s.425) bu dönüşümü çarpıcı biçimde aktarırlar:

159

Manhattan Projesi138 … birçok yönden bilim yapmanın yeni bir yolu olan bilimsel üretimin endüstrileşmesini… örneklemiştir. 19. yüzyılda bir bilim adamı küçük bir laboratuarda yalnız ya da birlikte çalıştığı birkaç kişiyle bilimsel bilgi üretimindeki egemen biçimi temsil ediyordu. Ancak, 20. yüzyılda nükleer fizikteki gelişmelerle birlikte bu eski biçim değişmiştir. Araştırmalar büyük düzenler ve pahalı donatılar getirmeye başlamış ve giderek kişisel deneycilerin, hatta üniversitelerin ya da özel araştırma kuruluşlarının kaynaklarını zorlamaya başlamıştır. Bir ekibin her üyesi karmaşık bir araştırma çabasının tek bir yönünde uzmanlaşmıştır. Böyle ekip çalışmasına dayalı araştırmaların sonunda üretilen makalelerin altında bazen yüzlerce kişinin imzası olmuştur.

Bilimsel üretimin emek süreci parçalara ayrılmış, biçimsel boyunduruk altında

olduğunu söyleyebileceğimiz, eski birkaç kişilik laboratuar günlerine göre emek süreci

özerkliğini kaybetmiştir. 19. yüzyılın laboratuarında çalışan bilimcisi özerk ve kendi

zamanını, çalışma temposunu kendisi belirleyen araştırmacı idi. Alınır satılabilir ürün

üretmekten önce, “insanlığa yararlı” ve meraklarını doyuran temel bilimsel bir araştırma

ya da buluş yapma peşindeydi.

Oysa 20. yüzyılda araştırma emeğinin gerektirdiği süreç bölünmeye başlandı.

Bir ekibin her üyesi karmaşık bir araştırma çabasının tek bir yönünde uzmanlaşmış ise,

ekibin her bir üyesinin emek süreci gerçekte toplam emek süreci tarafından

belirlenecek, yaratıcılığın aleyhine emek sürecinin denetimi gerçekleşecektir. Bilimsel

gelişmenin literatürü, bu literatüre yayın verme, yayınların atıf istatistikleri üzerinden

sadece bilim insanının itibarının artması değil, giderek üniversitelerde bu ölçüye göre

değer görmeye başlaması, bilimsel emek sürecinin denetlenmesinin de yolunu açar.

Sanayi dışından ya da şirket içinden yürütülen Ar-Ge etkinliklerinin 20. yüzyılın

ikinci yarısından sonra değişimi için Ayşe Buğra’nın (1985, s.30-31) aktardıklarını da

örnek verebiliriz:

20'inci yüzyılda, özellikle en önemli teknolojik ilerlemelerin yer aldığı kimya, ulaşım ve telekomünikasyon gibi -sektörlerde, ilerlemelerin sanayi içinden, uzmanlaşmış Araştırma ve Geliştirme laboratuvarlarında yürütülen sistematik çabalar sonucunda ortaya

138 İkinci Dünya Savaşı’nda atom bombasının yapılması için yürütülen ve adeta bir “bilim manifaktürü” (Narin, 2008a ve 2008b) olarak çalışan Manhattan projesi hakkında bkz. McClellan ve Dorn (2006), Narin (2008b).

160

çıktığını görüyoruz. Bu olgunun tipik bir örneğini kimya sektöründe buluyoruz. Kimya sektöründe yer alan yeniliklerde bilimsel abstraktlar her zaman çok önemli olmuş. 1884'te bu abstraktların yalnızca yüzde 30'u kimya sanayiinin içinden kaynaklanıyor, geri kalanı sanayi dışında yürütülen bilimsel faaliyetlerin sonucu olarak yayınlanıyor. Daha 1952'de, sanayi içinden 'kaynaklanan abstraktların oranı yüzde 87'ye çıkmış. Yani yalnızca bilimsel faaliyet olarak, kâr amacı gütmeden yürütülen araştırma teknolojik gelişme toynağı olarak eski önemini büyük ölçüde yitirmiş. Aynı olguya tele-komünikasyon alanında da rastlıyoruz. ATT'nin Bell Laboratuvarlarında gerçekleştirilen ilerlemelerin Amerikan üniversitelerinin toplamında bu konuda yapıdan araştırmalardan elde edilen sonuçların çok üzerinde olduğu söyleniyor. Genel olarak telekomünikasyon sektörü kendi üniversitesini kurmuş bir alan olarak tanıtılıyor.

… [çeşitli] yazarların özel sektör Araştırma ve Geliştirme fa-aliyetlerinin rolünün çok fazla önemsendiğini, sanayi dışı bilimsel araştırmaların hâlâ teknolojik gelişmenin temel kaynaklarından biri olduğunu öne sürdüklerini görüyoruz.

… Bugün özel Araştırma ve Geliştirme üniteleri yalnız yeni buluşlar gerçekleştirmekte değil, sanayi dışından kaynaklanan buluşlar üzerinde çalışarak bunları üretime uygulamakta da etkili oluyorlar. Bu etkiyi, Schumpeter'in yaklaşımı doğrultusunda, buluş ve yenilik aşamaları arasındaki ayırıma dayanarak açıklamak, özel Araştırma ve Geliştirme ünitelerinin buluşlardan çok yeniliklerde oynadıkları rol üzerinde durmak artık mümkün değil. Günümüzde buluşların üretime uygulanması buluşların gerçekleşmesi için yürütülen bilimsel faaliyetlerden çok farklı olmayan çalışmalar gerektiriyor. Bu bağlamda buluşları teknolojik gelişmenin ger-çekleştirilmesinde kullanılan girdiler olarak görmek mümkün. Bu girdilerin işlenmesi ve üretimde kullanılır duruma getirilmesi sana-yide ayrı bir uzmanlaşma alanı, yeni bir iş örgütlenmesi gerektiriyor. Dolayısıyla, bu yapıyı oluşturan Araştırma ve Geliştirme ünitelerinin genelde teknolojik ilerlemelerin gerçekleştirilmesindeki yeri Jewkes ve Hollander'ın öne sürdüklerinden çok daha önemli.

İster Bell laboratuarları gibi büyük tekellerin kendi bünyesindeki araştırma

geliştirme kurumlarında yürütülen bilimsel araştırma süreci olsun, isterse de sanayi-

üniversite işbirliği adıyla endüstriyel kullanıma yönelik, elektronik, donanım, yazılım,

nano teknoloji, genetik gibi dallarda bilimsel projeler yapmak yani bilimsel üretim

süreçlerine girmek olsun, hepsi de geçmişteki emek süreçlerinin özerkliğinin yerine

farklı türde bir denetimin konduğu yeni bir işleyişi anlatır. Böylelikle Marks’ın 150 yıl

161

önce söylediği (1979, s. 650) bir süreç gerçekleşmiş, bilimsel üretim süreci parçalara

bölünmüş, buluş süreci bir meslek haline gelmiştir:

Sermayenin canlı emeği kendine maledişi bu yönüyle de makinalarda dolaysız bir gerçeklik kazanır: Eskiden işçi tarafından yapılan aynı işi şimdi makinanın yapmasını mümkün kılan, bir yönüyle, mekanik ve kimya yasalarının doğrudan doğruya bilimden kaynaklanan analizi ve uygulamasıdır. Buna karşılık, makinaların bu yoldan gelişmesi, ancak büyük sanayi bir kez ileri bir düzeye ulaştıktan ve bütün bilimler sermaye tarafından esir alındıktan sonra, var olan makinalar öbür tarafta zaten büyük kaynaklar sağlıyorken söz konusu olabilir. İcat o zaman bir meslek niteliğini kazanır ve bilimin bizzat dolaysız üretime uygulanması, onu belirleyen ve teşvik eden bir bakış açısı haline gelir.

Bilimin dolaysız üretime sistemli bir biçimde uygulanması, üretimin onu

belirleyen ve teşvik eden bakış açısı haline gelmesi epeydir olgunlaşmış ve tamamına

ermiş bir süreçtir. Bugün artık üretim sadece bilimi dışarıdan teşvik eden bir güç

değildir, bilimsel üretimin kendisi de bizzat bu üretimin temel niteliklerine sahip olacak

biçimde sermayenin boyunduruk altına alınma sürecini yaşamaktadır. Ar-Ge

kurumlarının genişlemesi, etkinliklerinin, üretim ile bağlantılarının ayırt edilemeyecek

denli sıkılaşması, araştırma sürecinin mesleğe dönüşmesinden öte, araştırma sürecinin

bile bilgisayarlar, yazılımlar, üretim örgütlenmeleri ile rutinleştirilme, denetlenme

yönünde örgütlenmesi, bu dinamiğin bir göstergesidir.139

ABD’de özellikle, ikinci dünya savaşından sonraki dönemde, merkezi ve alt

düzeydeki laboratuarların etkinliği, bu araştırmaların şirketler ve devlet tarafından

desteklenmesi giderek artmıştır. Bu laboratuarlar arasında bile bir işbölümüne

gidilmiştir. Büyük şirketlerin merkezi araştırma laboratuarları temel araştırmalar ile

uğraşırken, alt düzey araştırma laboratuarlarına ise, bu temel araştırmalar doğrultusunda

çıkan yeni teknolojilerden ürün geliştirme, yerleşmiş ürün ve süreçlerin geliştirilmesi

görevi kalmıştır (Nelson, 1993, s.50).

139 “Kapitalist meta üretimi bağlamında, araştırma hacmindeki sürekli büyüme kaçınılmaz olarak uzmanlaşmaya ve ‘özerkleşmeye’ yol açtı. İlk olarak, araştırma ve geliştirme büyük şirketlerin işbölümü içinde ayrı bir dal oldu. Daha sonra bağımsız bir işletme biçimini alabilirlerdi; özel araştırma laboratuarları kuruldu ve bunlar keşiflerini ve yeniliklerini en yüksek fiyatı veren alıcıya sattılar. Böylece Marx’ın öngörüsü doğrulanmış oldu: icat sistematik bir biçimde örgütlenmiş kapitalist bir iş olmuştu” (Mandel, 2008, s.336).

162

Teknolojik yeniliğin sermaye birikimine etkisinin incelenmesi rağbet gören bir

alandır. Bu yöndeki çabaların artmasıyla, özellikle Japonya başta olmak üzere ABD,

Almanya ve Avrupa’da araştırma geliştirme harcamaları ile bunların örgütlenmeleri

üzerine yapılan çalışmalar arttı. Bu çalışmaların hepsi de yenilik ve araştırma

geliştirmenin gerek şirketlerde gerekse de devlet desteğinde kurumsallaştığını

gösterirken, aslında bilimsel üretim sürecindeki emeğin bölünmesini, kurumlaşan farklı

biçimlerdeki emek örgütlenmelerini de betimliyorlar. Arka plandaki temel varsayım,

Schumpeter ile güçlenen bir önermedir: sermaye birikiminin kaynağı yeniliktir.140 Bu

yüzden yeniliğin teşvik edilmesi yönündeki çabaların temelinde yatan emeği verimli

hale getirme güdüsü karartılıyor. Bilimsel üretimin emek sürecinin daha fazla yenilik

yaratmak üzere örgütlenmesinin kendisine bakmak yerine bunun ürünü, yani yenilik

sermaye yaratan temel öğe olarak görülüyor. Hep olduğu gibi toplumsal bir ilişki yerine

sermaye bir şey olarak anlaşılıyor. Oysa emek üretkenliğinin artmasını sağlayarak artık

emeğin artmasını sağlayanın, bu emek üretkenliğini geliştirenin kendisi de bir emek

sürecidir. Sermaye birikiminin kaynağı yenilik değil, artı emeğe, artı değer olarak el

koymak olduğu burada da tüm örtme çabalarına karşın kendisini göstermektedir.

Bilim ve teknoloji üretiminin mekanizması, temel dinamiği hep heyecan verici

bir sorun olarak görülmüştür. Bilimsel üretim sürecinin anlaşılmasını, karmaşık hale

getiren özgül niteliğidir. Bilimin üretim sürecinin ikili özgül yanı bulunmaktadır:

birincisi, kendisine dönmesidir. İlk başlarda, emeğin gerçek boyunduruk altına

alınmasında bilim ve teknolojinin uygulanması bir koşul idi. Peki ya bilimin

üretiminde? Bilimsel üretime, bizzat bilimin kendisine, bilim ve teknoloji uygulanabilir

mi? İkinci özgül yan, emek ile yaratıcı etkinlik arasındaki köklü ayrımın, bilim

sürecinde nasıl bir biçim kazandığıdır? Bilim, doğası gereği, rutini kırmak, yaratıcı

etkinlik ile yolunu açmak zorundadır. Bilim üretim sürecinin bu ikili niteliği, belki de şu

can alıcı döngüdeki niteliksel değişmeye benzemektedir. Basit meta üretiminde, metalar

140 Schumpeter’in düşüncesini izleyen Richard Nelson, bundan yaklaşık yarım asır sonra yazdığı “İlerlemenin Motoru Olarak kapitalizm” makalesinde 21. asırda Schumpeter’den miras olarak alınabilecek temel öncül olarak kapitalizmin ve teknolojik değişimin evrimsel karakterinden ve yaratıcı yıkımdan bahseder (Nelson, 1990, s.193). Ancak örtülü olarak devraldığı temel öncülü belirtik kılmaz. İlerlemenin motoru kapitalizm ise kapitalizmin motoru nedir? Bu soruya Schumpeter’in burada verdiği yanıtı kabul eder, bunu devralır. Üzerinde tüm bir yenilik iktisadının, evrimci kuramın kurulduğu bu yanıt, aslında bütün klasik ve neoklasik iktisadın temel sorununu barındırmaktadır.

163

değişilirken bir tür meta değişildiğinde, tüm süreç kendisine dönmekte, sermaye birikim

süreci başlamaktadır. Bu emek-gücüdür. Emek gücü ile sermayenin taraf olduğu bir

meta değişimi, basit meta üretiminin tüm temellerini adeta yeni bir düzeye sıçratacak

denli parçalar.

Bilimin, “bilimin üretimine de girmesi” ile birlikte belirli düzey ve nitelikteki

zihinsel emek de artık emek-gücü olarak metalaşmakta, bilimsel üretimi gerçekleştiren

zihinsel emeğin, emek kapasitesi bir meta olarak sermaye tarafından satın alınır hale

gelmektedir. Yani Marks’ın kullandığı kavram ile “her tür bilimsel emek, keşif ve

buluşlar”141 anlamına gelen “evrensel emek” kategorisi de, soyut emek ve somut emek

bölümlenmesine uğramaktadır.

Zihinsel emeğin de metalaşması, bilimsel üretimdeki emek sürecinin de zamana

göre, farklı niteliklere göre bölünebilmesi, rutinleştirilebilmesini getirmiştir. Bunun

anlamı, Babbage ilkesinin, artık bilimsel emek sürecinde de işler hale gelmesi

demektir.142 Bilimsel emek sürecine de yayılan rutinleşme ana eğilim olsa da karşıt

kuvveti birlikte bulunmaktadır. .Gerçekten de, kapitalizmde emek süreci hakim akım

olarak araç üretme becerisinden yani vasıftan arındırılsa da, bu, karşı eğilimin yok

olduğu anlamına gelmez. Bilimsel emek sürecinde de, geri besleme, sınırlı sorumluluk

verme, etkileşim olanakları özellikle etkin olmaya başlamıştır. Zaten bu da hem bu

bölümün temel savıyla hem de tezin yöntem anlayışıyla tam anlamıyla uyuşmaktadır.

Hareket karşıt kuvvetlerin dinamik etkileşiminden çıkmaktadır.

İlk başta, diğer emek süreçlerinde olduğu gibi, bilimsel araştırma sürecine hakim

olan araştırmacılardaki ve bilim insanlarındaki bilgi çoğunlukla, her bir araştırma

kurumundaki bireyler ve rutinler tarafından içerilmiş halde, örtülü bilgi (tacit

knowledge) olarak var oluyordu. Daha fazla verimlilik elde etmek, bilimsel üretimin

141 “…evrensel emek (allgemeiner Arbeit) ile elbirliğine dayanan emek (gemeinschaftlicher Arbeit) arasında bir ayrımın yapılması yerinde olur. Her iki tür emek de, üretim sürecinde kendi rollerini oynar, birbiri içerisine geçer, ama her ikisi gene de farklıdırlar. Evrensel emek, her tür bilimsel emek, keşifler ve buluşlardır. Bu emek kısmen, canlı emeğin elbirliğine, kısmen de daha önce yaşamış kimselerin emeklerinden yararlanmaya dayanır. Öte yandan, elbirliğine dayanan emek ise, bireylerin dolaysızca elbirliğidir” (Almancasıyla karşılaştırarak çeviride bazı düzeltmeler yaptım. Krş. Marks, 1990, s.96).

142 Bilimsel emek sürecinin rasyonalize edilmesi ve Babbage ilkesinin uygulanması ile ilgili olarak bkz. Narin (2008a ve 2008b).

164

denetimini, parlak zekalı bireylerden çıkartarak, sermayenin denetimine gerçek bir

biçimde tabi kılabilmek için bireylerde içerilen bilgi, sürecin bilgisi nesnelleşmeliydi.

Bu yüzden bu alandaki ilk yöntem, yenilik sürecinin belirleyenleri üzerine odaklanmak

ve bu süreci doğrusal biçimde aşamalara bölmek oldu. Ancak kısa bir süre sonra bu

modeller, yerlerini doğrusal olmayan yenilik üretme modellerine bırakmıştır. Bilim

üretim sürecinin öznelerinin etkileşimini gözeten bu modeller, bölümlemeyi katı bir

biçimde, doğrusal aşamalara ayırma biçiminde yapmazlar. Yenilik içeren fikirlerin

çoğul girdilerden, önemli ölçüde geri beslemelerden sağlanabileceğini vurgularlar.

Araştırma, tasarım, imalat süreçlerinde önemli oranda geri besleme devrelerinin

(müşteri ilişkileri, sorun bildirme, iyileştirme talebi alma) kurulmasını gözetirler (Kline

ve Rosenberg, 1986), (Freeman, 1991).

Bilimsel üretimdeki emek sürecinin parçalanmasının, rutinleştirmenin getireceği

olumsuz eğilimleri dengelemeye çalışan bu modeller, aynı zamanda bu emeğin gerçek

boyunduruk altına alınmasının sınırlarını da açığa çıkartırlar. Bilimsel emeğin gerçek

boyunduruk altına alınması süreci kesintisiz bir biçimde devam etse de bu emeğin özgül

niteliği yüzünden tamamlanamaz. Yaratıcı etkinlik rutinleştirilemez. Bilimsel emeğin

kapitalizm tarafından gerçek boyunduruk altına alınması süreci, bu nedenle kendi

sınırlarını içinde taşımaktadır. 1957 yılında en büyük çok uluslu şirketlerden biri olan

General Electric firmasının araştırma bölümünde çalışan bir araştırmacı olan Irving

Langmuir, aslında bu süreci tarif etmektedir (Aktaran Nelson, 1959, s.113):

Araştırma laboratuarlarını belirli problemleri çözmek için organize etmek hem mantıklı hem de çoğunlukla son derecede karlıdır. Verimlilik, müdürün her bir çalışanı titizlikle planlanmış bir programda görevlendirmesini gerektirir. ... Ancak bu yöntemin ciddi sınırlılıkları vardır. Sorunu önden ele alıp iyi bir girişimi planlayacak düzeyde çözümleri yukarıdan ve doğrudan yeteri kadar öngörebilen müdürler nadirdir. Kendisine görece daha az yetki verilmiş olan araştırmacı, bu belirli problemi, yukarıdan ve doğrudan girişim ile elde edilenden yine de daha iyi yollarla çözebilmektedir.

Araştırma laboratuarları, sadece bir problem etrafında organize olarak çözüm

üretmemektedirler, aynı zamanda kar amacıyla da üretmektedirler. Ancak probleme

yönelik bilimsel üretim ne kadar ince elenip sık dokunarak planlansa, parçalara

ayrılarak tasarlansa da bu yöntemin sınırlılıkları ortaya çıkmaktadır. En temel sınırlılık

165

ise, yukarıdan yapılan planın yarattığı rutinleşmenin aşağıdaki bilimci ve araştırmacının

yaratıcılığını sınırlamasıdır. Çünkü bu plana karşın yine de daha az yetkili olan

araştırmacı, daha iyi çözümler bulabilmektedir. Artı değer üretiminin hizmetine koşulan

bilimsel üretim, bu emeğin özgül niteliği olan yaratıcılığını denetim altına almak

istemektedir.

Capital Dergisi’nin uluslararası sayısında da yayınlanan “Yönetilmek istemeyen

ve gerçekten de sizden daha akıllı olabilecek insanları nasıl yönetirsiniz?” başlıklı bir

makalede (1 Nisan 2007) bu durum, uluslararası şirketlerden örneklerle çarpıcı biçimde

anlatılmaktadır:

İsviçreli ilaç devi Roche’un CEO’su Franz Humer, iyi fikirler bulmanın ne kadar zor olduğunu bilmektedir. … Humer, giderek artan sayıda şirket için rekabet üstünlüğünün maliyet tasarrufları tarafından değil, entelektüel know-how’ca yönlendirildiğini öne sürmektedir. Uygulamada bunun anlamı, liderlerin bizim ‘zeki insanlar’ olarak adlandırdığımız insanların ortaya çıkabileceği ortamı hazırlamasıdır. Bu insanlar, şirketlerinin kendilerine sunduğu kaynaklarla orantısız değer yaratma potansiyele sahip; fikirlere, bilgilere ve yeteneklere sahip bir avuç yaramaz insandır. Örneğin, yeni bir şifre yaratan bir yazılım programlayıcısını ya da yeni bir ilaç formüle eden bir araştırmacıyı düşünün. Bu insanların tekil yenilikleri bir şirkete on yıl boyunca büyük nakit girişi sağlayabilir. … Üst düzey yöneticilerin tamamı bugün ekiplerinde akıllı ve yüksek düzeyde yaratıcı insanlara sahip olmanın önemini takdir etmektedir. Dünyanın en büyük iletişim hizmetleri şirketlerinden birisi olan WPP’nin CEO’su Martin Sorrell’in yakın zamanda belirttiği gibi, ‘En büyük meydan okumalardan birisi, yaratıcı sektörlerde ölçek uygunsuzluğu dezavantajıdır. Yaratıcı insanların sayısını ikiye katlamanız, yaratıcılığınızı ikiye katlamanız anlamına gelmez.’ Yetenek için çekici olmanız yetmez; aynı zamanda zeki insanların, bütün hissedarlarınız için zenginlik ve değer yaratma yolunda bütün potansiyellerini ortaya koyabilmelerini sağlayacak bir ortamı beslemeniz gereklidir. … Bu zor bir iştir. Eğer zeki insanların tanımlayıcı bir özelliği varsa, o da yönetilmek istememeleridir. Bu, bir lider olarak sizin için açık bir sorun yaratır. Globalleşmeyle birlikte bu meydan okuma daha büyük bir hal almıştır. Artık zeki insanlar eskisinden çok daha hareketli hale gelmiştir; Boston’da olduğu kadar Bangalore ya da Pekin’de de bulunur olmuşlardır. Bu durum zeki insanların daha çok fırsat sahibi olduğu anlamına gelmektedir. … Bu insanlarla konuştukça yöneticilerin- zeki çalışanlarıyla ilişkilerinin, kendilerini geleneksel tarzda izleyenlerle olandan çok farklı olduğunu gördük. Zeki insanlar, fikirlerinin önemli olduğu konusunda, şirket tarafından daha fazla sahiplenme ve takdir beklemektedir. Aynı zamanda keşfetme ve

166

başarısızlığa uğrama özgürlüğü de talep etmektedir. Yöneticilerinin kendi düzeylerinde entelektüel olmalarını ummaktadır –ancak, bir yöneticinin yetenek ve dehasının kendilerininkini gölgelemesini istememektedir.

Dergi’nin yazarları, bu olgunun “bilime dayalı sektörler”de gerçekleştiğini

belirtip, bu konuyu inceleyen makale için “PricewaterhouseCoopers, Electronic Arts,

Cisco Systems, Credit Suisse, Novartis, KPMG, British Broadcasting Corporation

(BBC), WPP ve Roche gibi şirketlerin liderlerinin de bulunduğu 100’den fazla

yöneticiyle görüştük”lerini söylüyorlar.

Kapitalizm, araştırma sürecini rutinleştirirken, yaratıcı zekayı bastırmak, üretim

sürecini ortadan kaldıracağı için zihinsel emek sürecinin yaratıcılığı için,

rutinleştirmeye karşı güçleri de harekete geçirmek zorunda kalmaktadır. Bir diğer

yöntem ise rutinleşmeyi tamamen yaratıcılığı yok edecek denli geliştiremese de, yaratıcı

emeğin örtülü bilgisini deşifre ederek, onu değişmeyen sermayenin (makina,

otomasyon, bilimsel üretim sistemi) ya da örgütlenme sisteminin bir parçası haline

getirmektedir. Böylelikle, bilimsel emek üreten çalışanın denetimi sınırlanmış, kar

güdüsüyle daha fazla etkin kılınması sağlanmış olacaktır. Şirketlerin üst düzey

yönetimleri ile görüşmelerin sonuçlarıyla oluşturulan yukarıdaki makale bunu şöyle

anlatmaktadır:

Kötü haber ise dünyadaki bütün kaynak ve sistemlerin, bunları kullanacak insanlara sahip değilseniz hiçbir işe yaramayacak olması. Daha da kötüsü, bu insanların, bilgi ve yetenekleri nedeniyle kendilerini istihdam etmek zorunda olduğunuzu bilmeleri. Eğer bir şirket bu insanların zihinlerine ve ilişki ağlarına içkin bu bilgiyi ele geçiremiyorsa, yapması gereken daha iyi bir bilgi yönetimi sistemi kurmaktır. Bu tür sistemlerin zımni bilgiyi ele geçirme konusundaki başarısızlıkları, bilgi yönetimi konusunda şimdiye kadar bilinen en büyük hayal kırıklıklarından birisidir.

Ancak emek sürecindeki rutinleşme, yaratıcı emeğin özerkliğini ve dolayısıyla

yaratıcılığı azaltarak bilimsel üretimi kısıtlamaktadır. Bilimsel “soyut emek” yani

rutinleşen emek, bilimin özgül niteliğine, bilimsel “somut emeğin” duvarına

çarpmaktadır. Bir eğilimi dengeleyen karşı kuvvet olarak, rutinleşen bilimsel emek

süreci yaratıcı bilimsel emeği boğmaktadır. Peki bu süreç tamamlanabilir mi?

167

2.6.3.2 Bilimsel Üretim Sürecinin Çelişkili Doğası

Bir yandan bilim ve teknolojinin kullanımının, bilimin üretiminin kendi emek

sürecine bile etkiyerek, onun özerkliğini kıracağını söylemek, diğer yandan da bu

özerkliğin tam anlamıyla kırılmayacağını söylemek bir çelişki midir? Burada bilimin

üretim sürecinin ikili dinamik yapısı, devinimi yatmaktadır. Bilimin gerçek boyunduruk

altına alınışı, bir süreçtir, hem gerçekleşir hem de gerçekleşemez. Kendi sınırı,

içindedir. Bu sınır, bilimsel üretimin emek sürecinin, rutin emeğin yanı sıra esas olarak

“yaratıcı etkinliğe” ihtiyaç duymasında yatmaktadır.

Kapitalizm, gelinen aşamada, her türden yolu denemektedir. Yenilik süreci,

başlangıçta doğrusal olarak bölümlenirdi. Ancak, bu yaklaşım karşılıklı etkileşime

dayanan, doğrusal olmayan yöntemlere geçmek için hızla bir kenara bırakıldı. Çünkü

eski yöntemlerden yenisine geçenler, yenilik ve buluşlar için fikirlerin ancak çoklu,

çoğul girdilerden gelebileceğini ve gerçektende geldiğini fark ediyorlardı. Fark ettikleri

diğer nokta da, araştırma, tasarım ve üretim süreçlerinde önemli miktarda geri besleme

çevrimlerinin varlığı idi (Freeman, 1991), (Kline ve Rosenberg, 1986). Bir yandan emek

üretkenliğini artırmak, ürün çeşitliliğini sağlamak, ucuz hammaddeyi sentetik olarak

üretebilmek, yeni buluşlar, yenilikler ve bilimsel düşünceler geliştirmenin zeminini

oluşturmak için, gerekli donatımları, fonu, desteği, takım çalışması ortamını,

uzmanlaşma ve işbölümünün örgütlenmesini gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Bu

doğrultuda toplam verimliliği, emekçinin direnci karşısında güdülenmeyi (motivasyonu)

artırabilmek için hatta “liderlik”, “yaratıcılık” adı altında insan davranışına dair bilimsel

olarak hazırlanmış ”oyun” biçimlerini de kullanabilmektedir. Gerçekten de, emek süreci

hakim akım olarak araç üretme becerisinden arındırılsa da, bu karşı eğilimin yok olduğu

anlamına gelmez. Bilimsel emek sürecinde de, geri besleme, sınırlı sorumluluk verme,

etkileşim olanakları özellikle etkin olmaya başlamıştır.

Bilimsel emek sürecinin özgül niteliğini oluşturan, yaratıcı etkinlik, bilimsel

üretimin “somut emeği”dir. Kapitalist meta üretimi koşulları altında yaratıcılık ile

rutinleşme, bilimsel emeğin ikisi de bir arada bulunmak zorunda olan, ama herhangi

birinin tek başına kalamayacağı, mutlak olarak bir diğeri üzerinde hakimiyet sağlayıp

onu yok edemeyeceği, herhangi birine indirgenemeyecek olan zorunlu antagonistik

parçalarıdır. Bu nedenle tüm bu yöntemler bilimsel üretimi denetlenebilir aşamalara

168

bölmeye çalışsa da, belirleyici olan bilimsel emek sürecinin özsel niteliğidir. Bu nitelik

ise yaratıcı etkinliktir. Emek ile yaratıcı etkinlik ayrımı, Caffentzis’in hatırlattığı gibi

Marks’ta da bulunmaktadır. Üstelik bu ayrım Aristo’dan beri gelen bir düşünsel

geleneğin ürünü olarak sürekliliğini korumaktadır. Etkinlik (action) ile emek (labor),

birisi öz etkinliği, yaratıcı etkinliği anlatırken, diğeri, belirli ilişkilerle gelişen, dıştan

dayatılan (empoze edilen) disipline edilen emeği anlatmaya yöneliktir (Caffentzis,

2005).

Bilimin sermaye tarafından birikime içerilmesi süreci gerilimlidir. Bu gerilimi

doğuran temel paradoks, gerçekte “emek” ile “yaratıcı etkinlik” karşıtlığını içinde

barındıran, bilimsel emek sürecinin gerçek boyunduruk altına alınması sürecinin bir

yandan zorunluluk olarak işlemesi ile öte yandan tamamlanamaması gerilimidir.

Sermaye birikiminin etkin ve artı değer açısından üretken olma çabası, emek

üretkenliğinin daha da yükselmesini, bilimsel emek sürecinin de giderek

rutinleştirilmesini, denetim altına alınabilmesini zorlayacaktır. Ancak, burada gerçek

boyunduruğun özsel engeli ortaya çıkar. Bu engel kendi içindedir: Yaratıcı etkinlik

boyunduruk altına alınırsa yaratıcı etkinlik olmaktan çıkar, bu nedenle bilimin gerçek

boyunduruk altına alınması süreci, içinde yaşadığımız özgül kapitalist toplumda, esas

amacı artı değer üretimi olan, bu yolda emek üretkenliğini sınırsızca artırmak isteyen bir

toplumda, tamamına eremeyecek, bitimsiz bir süreçtir.

2.6.4 Bilimsel Üretimin Taşıdığı Çelişki, Sınır Durum ve Sonuçları

Bu bitimsiz süreç, sermayenin sürekli üzerine gittiği ama rutinleştiremediği

aksine varlığına ihtiyaç duyduğu yaratıcı zihinsel emeğin ayakta kalmasını sağlar.

Dahası bu yaratıcı etkinlik tümüyle sermayenin kar mekanizmasının hizmetine koşulur.

Böylelikle sermaye toplumun evrensel emeğinin, genel aklının tüm ürünlerini soğurur.

Bu bir sınır durumdur. Yani sermaye var olduğu sürece aşılamayan ama hep

yaşanan bir paradokstur. Tıpkı sermayenin engelinin kendisi olması gibi ya da bunun

ifadesi olarak kapitalizmin krizinden ve kar oranlarının düşmesinden kurtulmak için

koşar adım gittiği uçurumda, teknolojiyi ilerletmek zorunda kalması; bunun da kar

oranlarını düşürmesi, uçurumun kendisi olması gibi… Bu sınır durumun kendisi, bugün

yaygın olarak görünen özgül bir sonucu yaratmaktadır. Erken kapitalistleşmiş ülkelerde

bu sonuç daha olgunlaşmış olduğu için belirgin bir yanılsama olarak görülmektedir.

169

Diğer tüm sermaye ilişkilerini, sınıf çelişkilerini gölgeleyerek, bilimsel üretim sürecinin

merkezinde çalışan bilimcileri, “yaratıcı sınıf” olarak tanımlama, tüm toplumsal

gelişmeyi ve “büyümeyi” bunlara atfetme gibi bir yanılsama doğmaktadır.

Bu sınır durumun yarattığı diğer bir can alıcı sorun ise, değer kuramı ile ilgilidir.

Buna çarpıcı bir biçimde değinen Tessa Morris Suzuki’dir (Morris-Suzuki, 1986).

Burada Morris-Suzuki, bu sınır durumun getirdiği sorunu açık yüreklilikle ortaya koyar.

Morris Suzuki şunu hatırlatır: bilimsel araştırma, Ar-Ge çalışması ile üretilen bilgi, yeni

ürün, tasarım, yeni teknoloji, örneğin ünlü tablolar ve seçkin şaraplar ile benzer

özellikler taşır. Bu Marksistler için tanıdık bir problemdir oysa bunlar da emek değer

kuramının dipnotlarına atılmaktadır. Morris Suzuki’ye göre artık bunlar kenarda kalan

istisnalar değillerdir, meta haline gelen enformasyon dipnotlara sıkıştırılamaz (Morris-

Suzuki, 1986, s.86). Çok önemli hale gelmiştir. Mandel, Geç Kapitalizm’in etkileyici 8.

bölümünde, araştırmacının emeğinin üretken emek olduğunu söylerken, bu emeğin

ürününün nasıl bir ürün olduğunu ortaya koymaz.143 Ancak Arrow tartışmaya açtığı,

Morris-Suzuki’nin de değindiği bilginin ve enformasyonun niteliği üzerine süren sorunu

irdelemez. Halbuki bu sınır durumu incelemek gereklidir. Üstelik böyle bir inceleme,

inceleyeni mutlaka Morris Suzuki’nin aynı yazıdaki kaderiyle, sonuçlarıyla

buluşturmaz. Morris Suzuki, şu sonuca varır: emeğin doğrudan sömürüsü artık daha az;

toplumsal bilginin özel sömürüsü ise daha önemli hale gelmiştir.

Oysa ki sermaye sözkonusu olduğunda sınır ile sınıf arasında bir seçim

yapılamaz. Kapitalizm, intihar etmez, sınırdan atlayarak sınıf varlığını ortadan

kaldırmaz. Emeğin yaratıcı niteliği kuşatılabilir, ancak tümüyle teslim alınamaz. Çünkü

bu durumda canlı emek ortadan kalkar, ki bu sermayenin de ortadan kalkması demektir.

Mandel ile bu noktada ortaklaşılabilir. Bu, Geç Kapitalizm kitabın sonunda yürüttüğü

otomasyon tartışmasındaki haklı konumdur.

Yeni bilgi, tasarım, araştırma ürününün üretilmesi sürecine ve etkilerine biraz

daha yakından bakalım. Teknoloji yazınında “teknoloji rantı” ile açıklanan durumu artı-

143 Şunu söyler: “Bilgi ve özgünlüğün tüketim malları ile aynı şekilde ve aynı otomatik düzenlilikle üretilemeyeceği yeterince açıktır” (Mandel, 2008:342). Bu bilginin ve özgünlüğün niteliklerini, yarattığı sonuçları tartışmaz.

170

değer kuramı çerçevesinden daha önce açıklamıştık. Buna göre teknoloji rantına sahip

olan bireysel sermaye artı-kar elde eder, emek üretkenliği yüksek olan bu sermayeye,

yarattığı artı değerin üstünde bir değer aktarılmış olur. Bu değer, ortalama ve onun

altında emek üretkenliğine sahip bireysel sermayelerin çalışanlarının ürettikleri artı

değerin bir kısmının aktarılmasından başka bir şey değildir. Bir sınır durumun yeniden

üretilmesi anlamında bilimsel üretimin temel amacı ve ürünlerinin özsel niteliği ya

emek üretkenliğini artırmak ya da yeni ürünler yaratmaktır, böylelikle kapitalistin karını

ve pazarını artırmak, yeni ürünler için yeni pazarlar yaratmaktır. Bu durum, sermayenin

bilimsel üretimi gerçek boyunduruğu alma çabasına koşut olarak bilimsel üretimin

temposunun, üretim ile bağlantılı ve karşılıklı olarak hızlanmasını getirir. İlk sonuç,

açıkladığımız mekanizmanın yarattığı bir görünüm olarak “teknoloji rantı”

görüntüsünün süreğenleşmesini sağlar. Her yenilik, üretim sürecini hızlandırır, sanki

pazara yeni girenin değeri tamamen “gizli el”ce belirleniyormuş izlenimi yaratır. İkinci

sonuç, pazara yeni ürünlerin girmesidir. Pazara giren her ürünün, fiyatlandırılması ve

değerini bulması sanki yine “gizli el” tarafından yapılıyormuş gibi görünür.

Bilimsel araştırma, yeni ürün, yeni ihtiyaç ve yeni üretim dalı yaratma

konusunda 150 yıldan önce Marks’ın Grundrisse’de yazdıklarını daha önce alıntılamış

ve değerlendirmiştik (Marks, 1979, s.446–49). Yeni ürün, ihtiyaç ve üretim dalı yaratma

konusundaki araştırmanın daha görünür ve albenili olması, giderek çeşitlenen üretim

dallarında istihdam edilen sınıfın geniş kesimlerinin görünmemesine neden olmuştur.

Bu hatalı tutumu Morris-Suzuki de (en azından sözünü ettiğimiz yazısında)

sergilemiştir. Yeniliğin albenisi, bizzat kapitalistin bunu teşvik etmesi, zihinsel emek

gücünün giderek daha fazla sermayenin boyunduruğu altına alınmasının yanında

sayıları artan niteliksiz ve yarı nitelikli emek gücünün maruz kaldığı yoğun sömürü

koşullarının gölgelenmesini getirmiştir.

Bilimsel üretimin ürünleri olan bilgi ve enformasyon hakkında iktisat yazınında

(özellikle evrimci iktisadın ortaya çıkışında sıçratıcı olan Arrow’un bilgi ve

enformasyon üzerine yazdıkları) yaşanan tartışmalar ve sorunlar bu sınır durumun

yarattığı görünümlerin bir sonucudurlar. Marks (1998, s.334), bu tartışmalardan çok

önce, adeta kehanet düzeyinde şunları söylemiştir:

171

Zihinsel emeğin ürünü -bilim- her zaman değerinin çok altında bir yerde durur; çünkü onu yeniden üretmek için gerekli emek-zamanının, ilk üretimi için gereken emek zamanı ile hiçbir ilişkisi yoktur. Örneğin bir okul çocuğu, iki terimli denklem teoremini bir saatte öğrenebilir.

Bilimsel üretim tam da bu tarife uygun bir üretimdir, sürekli özgün olmak

durumundadır ve ilk üretimindeki emek zamanı, çoğaltılmasında, uygulanmasındaki

emek zamanı ile karşılaştırılamayacak denli yüksek ve nitelik olarak farklıdır. Bir

bilimcinin emeğinin yeniden üretilmesi için gerekli olanlar, sadece geçim olanakları

değildir; bu bir sınır durumdur. Bilimcinin yaratıcılığını, temel bilimsel keşfini, problem

çözme yeteneğini gerçekleştirmesi etkinliği zihinsel somut emektir. Bu somut emeğin

yeniden üretilmesi için gerekli olanlar, bu niteliği yeniden üretmek için gereklidir, ama

aynı zamanda bu pazar ölçülerine vurulabilir değildir. Oysa bir soyut emek olarak

ürünleri, emek üretkenliğini artırması gibi sonuçlarla pazarda dönüşür. Değer kuramı

açısından sınır durumu da zaten bu gerçek oluşturur. Rutinleştirilen bölümlerine karşılık

yaratıcı zihinsel emek bilim için kaçınılmazca gereklidir. Bu emeğin değeri emek

zamanı olarak pazar ölçülerine vurulamaz. Ancak üretilen ürünlerin mülk edinilme

biçiminde bugün yaşanan geçiş niteliğindeki değişimler, fikri mülkiyet hakları, telif

hakları gibi çabalar gerçekte bu karşılığı yakalama çabalarıdır. Ancak sınır durum

burada da kendisini gösterir. Yakalamak olanaklı değildir, asimptotik olarak yaklaşılsa

bile süreğenleşen üretim içinde uzaklaşır.

Bilimcinin zihinsel emeğinin ve yaratıcılığının pazar karşısındaki durumu, bilim

ve teknoloji üretiminin bu sınır durumu, ölçü olarak değerin sınır durumudur. Ancak

ölçü aşılmış durumda değildir, kapitalizm artı-değer yaratmak mecburiyetindedir,

bilimsel üretimi, bilimcinin zihinsel emek gücünü mutlak olarak boyunduruk altına

alamaz. Tam da bu nedenle Marks’ın Grundrisse’de bu konuyu ele aldığı alt başlık

“Ölçü Olarak Değer” ile ilgilidir. Tam olarak “Burjuva Üretimin Temeli (Ölçü olarak

Değer) ile Gelişimi Arasındaki Çelişki” başlıklı bölümde, gerçekte gelecek toplum

tasarımı çerçevesinde değerin ortadan kalktığı, büyük sanayinin zorunlu emek zamanını

asgariye indirgediği bir toplumdan bahsedilir (1979, s.652):

Günümüzde zenginliğin temelinde yatan yabancı emek süresi hırsızlığı, bizzat büyük sanayi tarafından yaratılan bu yeni temel kar-şısında pek zavallı bir dayanak görünümündedir. Dolaysız biçimiyle

172

emek, zenginliğin ana kaynağı olmaktan çıkınca, emek süresi zenginliğin ve dolayısıyla mübadele değeri kullanım değerinin ölçüsü olmaktan çıkar ve çıkmak zorundadır. Yığınların artık-emeği genel zenginliğin gelişiminin önkoşulu olmaktan, onunla birlikte azınlığın emeksizliği insan kafasının evrensel güçlerinin gelişmesinin koşulu olmaktan çıkar. Bununla, mübadele değerine dayalı olan üretim çöker ve dolaysız maddî üretim süreci sefalet ve antitez biçimlerinden kendini kurtarır.

Marks, burada sınıfsız bir toplumun oluşum koşulunu, gelecek tasarımını

aktarmaktadır. Burada bir yapı anlatılır, yoksa sınıf mücadelesi olmadan kendiliğinden

sınıfsız bir topluma geçişten bahsedilmez. Bu maddi koşulun144 oluşması büyük

sanayinin gelişmesinin belirli bir evresine bağlıdır. Marks, kapitalizmin büyük

sanayinin ve bilimin gelişmesiyle yaratılan “dev güçleri” hapsetmeye çabalamasını bu

bölümde (1979, s.651) şöyle anlatır:

Bir yandan emek süresinin minimuma indirgenmesi için bastıran, öte yandan emek süresini zenginliğin tek ölçüsü ve kaynağı olarak vazeden sermaye, süregiden çelişkinin ta kendisidir. Sermaye zorunlu emeğe harcanan süreyi azaltır, ama sadece fazlalık emeğe harcanan süreyi artırabilmek üzere azaltır; dolayısıyla fazlalık emeği, giderek artan bir ölçüde, zorunlu emeğin koşulu —ölüm kalım meselesi— haline getirir. Dolayısıyla bir yandan bilimin ve doğanın tüm güçlerini, toplumsal işbirliğinin ve toplumsal bağlantıların tüm olanaklarını, zenginlik üretimini, üretimde harcanan emek süresinden (nispeten) bağımsız hale getirmek için seferber eder. Öte yandan böylece yaratılan bu dev toplumsal güçleri emek süresi ile ölçmeye, onları eskiden üretilmiş değerlerin değerini koruma görevinin koyduğu sınırlar içine hapsetmeye çabalar.

Marks’ın tabiriyle sınıfsız toplum bu dev toplumsal güçlerin hapishaneden

çıktıkları toplumdur, değerin ölçüsünün ortadan kaldırıldığı, aşıldığı toplumdur.

Buradaki tanımlamamızla, sermaye bilimsel üretimi boyunduruk altına alma çabası

içinde tam da bu sınırlarda gezinmektedir. Bir yandan bilimcinin emeğini boyunduruk

altına alma, yenilikleri, teknolojik gelişmeyi ve buluşları pazarda ölçülebilir ürünlere

144 Marks bu koşulları şöyle tarif eder: “…büyük sanayi geliştikçe, fiilî zenginlik üretimi, giderek emek süresinden ve harcanan emek miktarından çok emek işlemi sırasında harekete geçirilen faktörlerin gücüne bağımlı olmaya başlar. Bu faktörlerin muazzam etkinliği ise, üretimlerinde harcanan direkt emek süresiyle tamamen orantısızdır, daha çok bilimin genel durumuna ve teknolojinin, yani bu bilimin üretime uygulanışının ne derece ileri olduğuna bağlıdır. (Bilimin ve özellikle doğa bilimleri ile buna bağlı olarak ötekilerinin gelişmesi de, yine maddî üretimin gelişmesine bağlıdır) ” (Marks, 1979, s.651).

173

dönüştürmek zorundadır. Öte yandan bu “dev toplumsal güçleri emek süresi ile

ölçmeye, onları eskiden üretilmiş değerlerin değerini koruma görevinin koyduğu sınırlar

içine hapsetmeye çabala”maktadır. Kendi sınıf varlığını kendisi bitiremeyeceği için de,

artı değer üretiminin cenderesi içinde bu üretimi zorlamaktadır.

Marks’ın değerin ölçü olmaktan çıktığı gelecek toplum tasarımına gönderme

yaparken çarpıcı biçimde vurguladığı bir koşul (1979, s.654) çok önemlidir:

Sabit sermayenin gelişme düzeyi, genel toplumsal bilginin ne dereceye kadar dolaysız bir üretici güç haline geldiğini ve dolayısıyla toplumsal yaşam sürecinin koşullarının ne dereceye kadar general intellect'in kontrolü altına girmiş olduğunu, ne dereceye kadar dönüştürülüp ona uyarlı biçime sokulmuş olduğunu gösterir. Toplumun üretici güçlerinin, salt bilgi biçiminin ötesinde, ne dereceye kadar toplumsal pratiğin, maddî yaşam sürecinin dolaysız organları halinde üretilmiş olduklarını ortaya koyar.

Üretim sistemlerinde yapay zekâ, otomasyon sistemleri, ERP gibi yazılımlar,

bilgisayar, robot sistemleri kullanımı konusunda ileriki bölümde aktardıklarımız, sabit

sermayenin gelişme düzeyi konusunda çarpıcı örneklerdir. Bir fabrikadaki tüm

girdilerin bilgisinden, tedarikçiyle ilişkilere, ürün tasarımından, ürün ömrünün, bakım

sürecinin tasarımı, müşteri sorunları ve önerileri üzerinden ürünü tekrar tasarlamaya

kadar neredeyse tüm üretim sürecinin yazılım haline yani sabit sermaye haline

dönüşmesi uygulamaya geçirilmektedir. Tüm bunlar artı değere el koymanın,

dolayısıyla sömürünün hala sürdüğü bir sınıflı toplumda sabit sermayenin gelişmesinin

düzeyini göstermektedir.

Burada getirilen açıklama hem Mandel’in yorumuyla hem de Grundrisse’nin

“makina üzerine fragman” olarak adlandırılan ünlü bölümünün “ütopik” yorumundan

çıkarak kapitalizmin kendi kendine gelecek toplum tasarımına ulaştığını ileri süren

Negri ve Otonomistlerin yorumuyla ayrılmaktadır (Mandel, 2008), (Negri, 1991). Sınıf

olarak var olduğu sürece sermayenin, kendi sınırlarındaki bu çelişkili, gerilimli hareketi

ortadan kalkmadığı için bir ölçü olarak değer ortadan kalkmamıştır. Mandel’in

özellikle 8. bölümdeki etkileyici betimleme ve yorumları, bilimin üretim sürecinin

görünümlerine dair çok önemli veriler, katkılar taşımaktadır ancak Mandel’in

aktardıkları ile geçerken yaptığı yorum arasında hep bir gerilim bulunmaktadır. Oysa

174

Mandel’in 8. bölümde yaptığı bu yorumun aksine tartışma bilimin bir üretici güç olup

olmaması değildir, bu yanlış bir tartışma düzeyidir (Mandel, 2008, s.344). Soyutlama

düzeyi Kapital I’e uygun yeniden üretilmelidir. Doğa, üretim araçları gibi emek

nesneleri kadar emek de bir üretici güç, yani üretim kuvvetidir. Tam da bu yüzden

işçinin sadece kol emeği değil, kapitalist bilim üretimi sürecinde durmaksızın, emek

gücü haline dönüştürülmeye zorlanan zihinsel emeği de bir üretim kuvvetidir. Mandel,

“entelektüel emeğin proleterleştirilmesi”nden söz etmektedir (Mandel, 2008, s.350).

Üstelik araştırmacının emeğinin üretken emek olduğunu da söylemektedir. Ancak

“entelektüel emeğin proleterleştirilmesi”nin çelişkili doğasına değinmemekte, bunu

irdelememektedir.145 Çarpıcı biçimde bölümün sonunda otomasyonu ve eğitimin

maliyetlerini tartışmadan hemen önce, üniversitelerde öğrencilerin ’68 isyanını, “uzman

aptallığı”na karşı çıkmalarını, yabancılaşmaya karşı çıkma düzeyinde bırakır (Mandel,

2008, s.352–54).146 Zihinsel emeğin özgül niteliğine yapılan kimi göndermeler,

“nitelikli emek gücü”ne yapılan göndermeler olarak kalırlar çünkü otomasyonun

sınırlarına değinileceği belirtilen son bölümde zihinsel emeğin yaratıcı karakteri ile

rutinleştirilme kuşatması arasındaki çelişkili ilişki ve sınır durumdan söz edilmez. Yani,

zihinsel emeğin yaratıcılığının kuşatılması, bu kuşatmanın zihinsel emeğin emek

gücüne dönüştürülmesi aracılığıyla yapılmasından bahsedilmez; üstelik bu sınır

durumun tersinden kapitalizm tarafından nasıl kullanılabileceğine dair bir irdeleme

yoktur. Çelişki ve sınır durum, aşılmazsa, geç kapitalizmin “geç” nitelemesinde ortaya

çıkan geçlik, tersinden sermaye sınıfı tarafından kullanılır. Kapitalizm, yeni ürünler,

yenilikler ve teknoloji üretebilmek, kar oranlarının düşmesine karşı koyabilmek için, bu

sınır durumu “titreterek”147 rutinleştirerek kuşatmasına karşın yaratıcılıktan ürün elde

145 Hatta Mandel, daha ilginç bir ikiliğe varır. Ona göre, geç kapitalizmde sabit sermaye devir süresinin kısalması, entelektüel emeğin üretim sürecine artan entegrasyonuna karşılık gelir. Bunun sonucunda oluşan üretim ve yeniden üretimin tüm yönleri üzerinde sistematik kontrolü ele geçirme çabası da entelektüel emeğin üstyapı kurumları ile fabrika yönetimi gibi idari görevlere girmesine neden olur (Mandel, 2008, s.351-52).

146 “Geç kapitalizmde bilim iki anlamda potansiyel bir üretim gücüdür. İnsanın sınıfsal sömürü, meta üretimi ve toplumsal işbölümüne kölelikten kurtuluş için maddi olanaklarını artırır. Aynı zamanda potansiyel olarak işçilerin üstyapısal manipülasyon ve ideolojik yabancılaşmadan kurtuluşunu kolaylaştırır” (Mandel, 2008, s.355).

147 Yapılan eylem bir sömürü sisteminin sürmesini getirmese, bu eyleme pekala “gıdıklayarak” denilebilirdi. Üstelik gıdıklamak, bir benzetme olarak yerine oturmaktadır. Çünkü fazla gıdıklamak, ölümle sonuçlanır, canlı katılarak ölür. Kararında gıdıklamak ise gıdıklayan için istenen sonucun alınmasıdır. Gıdıklanan zihinsel emek yaratıcı emeğini sergileyebilir, gıdıklayan sermaye ise kar

175

etmeye çalışır. Bu sınır durumu aşamaz, çünkü bir sınıf olarak sermaye ve ücretli

emeğin varoluşu bunu gerektirir. Gerçekte kendi sınırlarında kendi sınıfsal varoluşunu

yok etmeden, sömürü sistemini devam ettirir.

Kapitalist toplumda bilim üretimi, sahip olduğu halelerden arındırılmalıdır. Saf

bilgi üretim süreci, izole bireyin kendi hayal dünyası dışında bir yerde

bulunmamaktadır. Bu çerçevede bilgi, metalaştırılmaktadır. Üstelik metalaştırılmaya

girişilen bilgi148 (bu da kuşkusuz tamamlanmayan, tamamlanamayacak bir süreçtir)

endüstrinin, aslında genel olarak üretimin bilgisidir. Örneğin, sabit sermaye içerisinde

önemli yer tutan yazılım, bu bilginin metalaşmış hali, hatta makinaya içerilmiş halidir;

çünkü emek sürecinin örtülü bilgisinin deşifre edilmiş algoritmasını makinaya içerir.

Farklı bilgisayarlı kontrol cihazlarının bileşiminden oluşan otomasyon sisteminin nasıl

kurulacağını tasarlayan mühendis, tasarımcı, araştırmacı endüstrinin, üretim sisteminin

bilgisini üretiyordur. Bu bilginin kullanım değeri, üretimin sistemlileştirilmesi, içerili

emek örgütlenmesinin makinalar bileşiminde somutlaşmasıdır. Bunun dışında genel

olarak bilginin nasıl bir meta olduğu, içeriği ve tanımındaki tüm belirsizlikler, Marks’ın

sermaye kuramının belirsizlikleri değildir; kapitalizmin kendi sınırlarını, kendini yok

etmeden zorlamasının belirsizlikleridir. Bilginin nasıl bir meta olduğu149, nasıl mülk

edinileceği, değerinin ölçüsünün ne olacağı, bunun nasıl sermayeleştirileceği,

kapitalizmin kendi sınırları ile ilişkisinin sorunudur. Önümüzdeki onyıllarda, bilginin

“kamu malı” olması ile özel mülk edinilmesi arasındaki gerilimin artacağı, buna yönelik

mülkiyet biçimlerinin geliştirileceği şimdiden görülebilmektedir.150 Bilginin

oranlarının düşmesini az da olsa dindirebilmek için kısa bir süreliğine yeni teknolojiden derman bulur. Tıpkı kapitalizmin makinalaşma ile çalışanı yaptığı işe yabancılaştırması, vasıflarını makinaya soğurması, büro işini de buna benzetmesi (Braverman, 1974) gibi, zihinsel emeğe yönelik bu süreç de rutinleşme, yabancılaşma ve daralan uzmanlaşma alanlarını getirmektedir.

148 Bu konu tartışılmaktadır. Geliştirilmesi gerekli gibi gözükmektedir. Bir yandan bilgi (Knowledge) sermaye bağının ve ilişkisinin dışındadır. Metalaştırılan bilginin enformasyona dönüştüğü konusunda bkz. (Curry, 1997). Ayrıca bkz. Fransman (1994). Enformasyon bilimsel üretim sürecine dönüşen bilgi gibi gözükmektedir. Metalaştırılan bilgi ile enformasyon arasındaki sınırın, ayrımın belirsizleşmesinin nedeni, tam da yaratıcı zihinsel etkinlik ile onun emek gücüne dönüştürülmesi arasındaki çelişkili sınır durumda yatmaktadır.

149 Arrow ikilemi, tam da sermayenin bu alandaki ikilemidir. “…bilginin, bilindiği zaman alınmasına gerek kalmaz, bilinmediğinde ise değeri ölçülemez” (Taymaz, 2001).

150 Bu yönde süregiden tartışmalar üzerine bkz. (UNCTAD Enformasyon Ekonomisi Raporu, 2007).

176

metalaştırılması ve değer kuramı arasındaki ilişki bu nedenle Marks’ın sermaye

kuramının çarpıcı doğrulamalarını oluşturmaktadır. Aynı zamanda onun yeniden

üretiminin temel çıkış noktalarını, izlerini göstermektedirler. Yukarıda Artı-Değer

Kuramları’ndan aktardığımız “denklemin öğrenilmesi”ne dair alıntı, bilginin bir meta

olarak üretilmesinin ve aynı şekilde mübadeleye konu edilmesinin kendi içlerinde ve

birbirleri arasında yarattığı gerilimlerin, çelişkilerin uzun yıllar önceden haber

verildiğini göstermektedir. Aynı zamanda buradaki çelişkili süreç, bu tartışmaların

temelinin Sermaye kuramı açısından açıklanabileceğini de göstermektedir. Ne sömürü,

ne artı-değer, ne sınıflar ortadan kalkmıştır. Aksine zihinsel emeğin sömürülmesi evresi

ayrı bir içerik kazanmaktadır. Kapitalizm zihinsel emek (kafa emeği) ile kol emeğini,

kendi sınıfsal varoluşu içinde birleştiremeyeceğine göre, bu ayrımı yeni bir düzeyde

daha da köklüleştirecek gelişim göstermelidir. Kapitalizmin “yenilik”çi yüzü, yeni

ürünler ile “yeni” pazarlar yaratması, gerçekte pazarları derinleştirmesi ancak bu

ayrımın izleri sürülerek anlaşılabilir.

Mandel’in bilimi üretici güç olarak kabul eden tartışmalarla arasına mesafe

koyması anlaşılırdır; çünkü bu tartışmalar o dönemde SSCB tarafından da “Bilimsel

Teknolojik Devrim” adı verilen bilimsel teknolojik gelişmenin toplumsal ilişkilerin

önüne koyulmasına neden olmuştu. Bu tartışmalar SSCB’de kurulduğu söylenen

“sosyalizm”in “öncülük ettiği bilimsel teknolojik devrim” gerekçe gösterilerek, bilimi

ve teknolojiyi sınıfsız bir gelişme gibi görmeye yol açmıştı. Ancak bilimin üstüne

geçirilen efsaneleştirmeler ve haleler kaldırılmalıdır. Üretici güç olan bilim değildir, kol

emeğinin yanında zihinsel emeğin ücretli emek haline dönüştürülmesi, üretici güç

açısından bir önem taşımaktadır. Bilimin ve teknoloji üretiminin kendine özgü niteliğini

anlamak için ise, bu üretimin “yaratıcı” kaynağı ile bilimcinin emek gücünün artı-değer

mekanizmasına içerilmesi, ücretli emeğe dönüştürülmesi çabasının çelişkili ve sınır

niteliğini kavramak gereklidir. Bazı yazarlar, özellikle kapitalizmin 1929’daki krizi ve

onu takip eden dünya savaşının ardından yaşanan hızlı ve sıçramalarla dolu teknolojik

gelişmeye Bilimsel Teknolojik Devrim demektedirler. Onlara göre, bu “devrim” ile yani

“Üretici güçlerde meydana gelen bu köklü değişim kol emeğinin aşılmasını

entelektüel emeğin üretim sürecinin belirleyici olmasını sağlarken, bilim de üretici

güç haline gelmiştir” (Çalhan, 1990). Bu, özellikle 1970’lerden sonra sanayi sonrası

toplum yanılgısına yönelik yaygın düşüncelerin pek çok türüne sadece bir örnektir; bu

177

düşünceyi temsil eden bir örnek olarak alındı. Bu tartışmanın kökeninde “bilimsel,

teknolojik devrim”den başlayarak sanayi sonrası toplumlara yönelen bir kuramsal evrim

bulunmaktadır. Bu genel kanıyı eleştirmek bu yüzden önem kazanmaktadır. Eğer

“bilimsel, teknolojik devrim”den söz ederken, bir teknolojinin diğerini devirmesinden

bahsediliyorsa, bu terim daha da şekilsiz hale gelecektir; bu haliyle bir kavram olmaktan

uzak, sözde-terim olabilir. Çünkü şeylerin, şeyleri devirmesi mümkün olamaz, o

“şeylerin” nasıl üretildiği, hangi tür toplumsal ilişkilerle üretildiği gerçeği karartılmış,

şeyler kişileştirilmiş olur ki, bu tam da “meta fetişizmi”nin kendisidir. Oysa devrim,

toplumsal ilişkilerde, üretim ilişkilerinde köklü bir değişim anlamına gelmektedir. Bilim

üretim süreci, sermayenin gerçek boyunduruğu alınma yönünde bir gerilim altındayken,

sadece kol emeğinin değil zihinsel emeğin emek gücüne dönüştürülmesi çelişkisini

derinleştirir. Bu “meslek haline gelen icat” işinde çalışan araştırmacı ve bilimcilerin,

ücretli emek içine dahil edilmelerinin sermaye üzerinde yarattığı etkiyi gösterir. Ücretli

emek ve sermaye ilişkisi ve bu karşıtlık ortadan kalkmamıştır. Yani üretimin toplumsal

ilişkisi ortadan kalkmamıştır. Bu ilişkide yaratıcı emek ile zihinsel emek gücünün

sermayenin boyunduruğu altına alınması arasındaki gerilim, sermayenin sınırlarına dair

bir gerilimdir. Bu yüzden zihinsel emek gücü, kol emeği üzerinde bir yer edinmez.

Aksine sermaye birikiminin doğası gereği, bu ayrılık daha köklüleşmekte, zihinsel

emeğin içinde de ücretli emek ayrımının üretilmesini getirmektedir. Üstelik aynı

sermaye birikiminin kaçınılmaz gereği olarak bilim üretim süreci, geri bağlantısını

oluşturduğu sanayi kesimleri içinde küçük bir yer tutacaktır. Yani sınıfın bütünü içinde

küçük bir yer tutacaktır; üstelik tıpkı sermayenin ve bilimin, makinanın işçinin karşısına

yabancı bir güç, sermayenin yarattığı ve kendi emeği olarak görmediği bir güç olarak

çıkması gibi, aynı şey zihinsel emek için de geçerli olmaktadır. Bir bilimsel

araştırmanın küçük ve uzmanlaşmış parçalarını yürütenler, bilimsel araştırmanın büyük

niteliğini görmemekte ya da bunu kendilerinin emeği sonucunda değil, onları biraraya

getiren olanakların sonucu olarak görmektedirler. Üstelik daha önce belirttiğimiz gibi,

kapitalizmin, sermayenin kendi sınırları üzerinde yürüttüğü kendi çelişkili sürecini,

“yenilikçilik”, “yaratıcı kapitalizm” olarak sunma çabası, çalışan kesimlerin karşısına

onların toplumsal (hem zihinsel hem de fiziksel emek gücünün birlikte) emeklerinin bir

ürünü değil de, gerçekten sermayenin bu türden bir yeniliği olarak çıkarılmasına yol

açmaktadır. Tam da bu nedenle, zihinsel emeğin, ücretli emeğe dönüştürülmesi süreci

178

göz ardı edilerek zihinsel emeğin kol emeği üzerinde, bilimin ve yeniliğin toplumsal

emek üzerinde bir ayrıcalığı varmış gibi görünmesi sağlanmaktadır. Bu yanılsamalı

görünüm, gerçekte eski bir görünümdür, sermayenin kendini zenginliğin kaynağı gibi

göstermesi yönündeki aldatıcı görünüm.

Bilimsel üretim sürecinin boyunduruk altına alınmasının çelişkileri, onu

kavrama çabamızın çelişkileri değildir, kapitalizmin çelişkisidir. Sermayenin sınırları

üzerinde yaşanan bu gerilimli ve çelişkili devinim, iktisat kuramına pek çok farklı

yönde yansımaktadır. Bilginin nasıl bir meta olduğuna dair tartışmalar, nasıl mülk

edinilebileceğine dair tartışmalar, bu mülkiyet biçiminin nasıl gelişeceği, yasal

düzenlemelerin nasıl olacağına dair tartışmalar tam da bu sınır durumun ürünüdürler.

Bu iki görüntü de, gerçekte değer kuramının sınırlarına yönelik sürekli bir

gerilimdeki hareketin yarattığı görünümlerdir. Bunun iki sonucu da, sanki değer

kuramının uygulanmadığı bir üretim izlenimini doğurur.151 Gerçekte pazar, kapitalist

meta mübadelesi yani eşdeğerlerin ve ücretli emek ile sermayenin mübadelesi var

olduğu sürece değer kuramı da var olmak zorundadır. Ya da tersinden değer kuramının

ortadan kalkması durumunda bir toplumsal bir ilişki olarak sermaye de ortadan kalkmak

zorundadır, servet ve zenginlik bir sermaye işlevini göremez duruma gelirler.

2.6.5 Kapitalist Bilimsel Üretimin Sonuçları:

Sermaye tarafından bilimin gerçek boyunduruk altına alınma çabası ve bunun

yarattığı paradoks (çelişkili süreç), genel olarak üretim ve toplumsal ilişkiler üzerinde

önemli sonuçlar yaratır. Bugün yeniliğe, teknolojiye verilen kendinden menkul önem ve

bunlara tanınan özerklik, bunların bağımsız değişkenler olarak alınmasının ardında

yatan temel neden, teknoloji ile bilim üretimin iç içeliğini ve kapitalist toplumda

bilimsel üretimin niteliğini kavrayamamaktır. Bilimsel üretim süreci tanımlanamadığı

sürece, bu sürecin yarattığı teknoloji, buluşlar anlaşılamamakta, teknolojiyi harekete

151 Değerin ölçülemezliği yönündeki görüşler kaynağını ve gücünü bu görünümlerin yüzeydeki yaygınlaşmasında buluyor olmalıdırlar. Öte yandan, zihinsel emeğin boyunduruk altına alınma çabası, bu emek gücünün ürettiğinin değerlenmesi ve gerçekleşmesi sorununu yeni bir biçimde ortaya koymaktadır. Ancak ilk tartışmalara konu olan “dönüşüm sorunu” (non-problem) gerçekte Marks’ın değil kapitalizmin sorunuydu. Tıpkı bunun gibi, bu gelişmenin doğurabileceği yeni “dönüşüm sorunu” aynı biçimde kapitalizmin bu sınır durumunun, çelişkili varoluşunun sorunudur.

179

geçiren sermaye birikimi dinamiği, bu dinamiklerin özneler (bireysel sermayeler, genel

olarak sermaye karşısında bunların farklılaşması, devlet vb.) olarak birbirleri karşısında

tutumları ve ilişkilerinin hareketi de kavranılamamaktadır. Teknolojiyi, bir doğa olayı

gibi dışsal veri olarak alan klasik ve neoklasik iktisat yaklaşımları, bundan daha ileri

düzeyde ele alan evrimci ve kurumsalcı iktisat yaklaşımlarının hepsinin temelinde

benzer bir sorun vardır. Öyleyse yenilik ve teknolojinin gelişiminin sonuçları, kendinde

çelişkili olan bilimsel üretim sürecinin perspektifinden tekrar açıklanmalı ve tarif

edilmelidir. Bu bölümde, bilim ve teknoloji üretiminin sonuçlarını sergileyerek,

elimizdeki kavramsal çerçevenin avantajlarını kullanmaya çalışacağız.

Bilim ve teknoloji üretimi (kapitalist bilimsel üretim), artık sadece emek

üretkenliğini artırmaya yönelik üretim araçlarının, örgütlenmelerinin, emek

bileşimlerinin üretilmesini değil aynı zamanda yeni ürünlerin üretimini de

sağlamaktadır. Bu anlamıyla bilimsel üretim, teknolojiyi (yeniliği, yeni ürünü, emek

örgütlenmelerini, örgütlenme tasarımını) makinaları, iş örgütlenmelerini, otomasyon

sistemlerini üreten kesim haline gelmektedir. Yani Kesim I ile Kesim II’nin ikisine de

üretim yapan ama aynı zamanda ikisinin de ürünleri ve emek üretkenlikleri üzerinde

katlamalı bir etkiye sahip olan bir bölüm (kesin söylenemese de adeta yeni bir kesim,

departman) olarak gelişmektedir. Bilim ve teknoloji üretimi, sermayenin gerçek

boyunduruğuna girdikçe, başlangıçta daha fazla ivmelendirdiği Kesim I içinde özel bir

yere sahip olmakta; üretim araçları üretiminin gelişmesinde daha fazla belirleyici

olmaktadır.

Üretim araçları üretimi kesimi içinde (Kesim I) içindeki bu özel yer bazen

üretim süreci içinde iç içe geçmiş olarak belirgin durmamaktadır ancak bunun belirgin

örnekleri de vardır. Örneğin, üretim araçları üretiminde merkezi ve çok önemli bir yere

sahip olan tümdevre üretimi, özellikle endüstriyel uygulamaya yönelik tümdevre

üretiminde yaygınlaşan olgu, tümdevre üretimi ile tasarımının birbirinden ayrılmasıdır.

Bu ayrılma, aynı fabrika ya da şirket içindeki bir ayrılma değildir, düpedüz üretim ayrı

bir sektörleşmeye var bir ayrılmadır. Buna DPT raporunda belirtilen bir olgu (2007,

s.112–3) örnek verilebilir:

Mikroelektronikle ilgili çok önemli bir özellik de zaman içinde ‘üretim’ ve ‘tasarım’ işlevlerinin biribirinden bağımsızlaşması ve

180

tümdevre tasarımının başlı başına bir ‘ürün’ niteliği kazanmış olmasıdır. Gerçekten başlangıçta tümdevre tasarımı üretime bağımlı ve üretimin bir ön adımı niteliğinde iken, zamanla tümdevre üretiminde uzmanlaşmış ve çok yüksek üretim hacimleri nedeni ile çok düşük maliyetlerle tümdevre üretimi yapabilen üretim evlerinin ortaya çıkması, yenilik yaratma potansiyelinin asıl kaynağı olan ‘tümdevre tasarımı’nı, ayrı bir üretim etkinliği düzeyine yükseltmiştir. Sistem üreticisi firmaların kendi bünyelerindeki tasarım merkezlerinin yahut siparişe göre tasarım yapan bağımsız tümdevre tasarım merkezlerinin yanısıra, ‘Fabless IC company’ olarak anılan yeni bir sanayi türü ortaya çıkmıştır.

Mikroelektronik devre tasarımının ayrı bir ürün, ayrı bir üretime dönüşmesi,

bilimsel üretimin, kendi ürünü olan, kapitalist bilimsel üretim sürecine dönüşmesinin

çok güzel bir örneğidir.

Bu örnekler sadece tümdevre gibi üretim araçları için geçerli değildir;

çoğaltılabilir: Otomasyon tekniklerinin, robotiğin, yeni üretim sistemlerinin

geliştirilmesinde, bilgisayarın, yazılım ve yarı iletken teknolojilerinin üretilmesi,

doğrudan makina niteliğindeki üretim araçlarının üretimine bilim ve teknoloji

üretiminin (yani kapitalist bilimsel üretimin) yaptığı katkının bir örneğidir.

Nanoteknoloji, malzeme bilimi, genetik gibi bilimsel üretim alanları hammadde ve ara

madde üretimine yönelik üretim araçları kesimini etkilemektedir. Öte yandan bilimsel

üretimin sonuçları ham maddeleri sentetik olarak üretmenin yanında doğrudan yeni

meta ürün üretme, ürün çeşitlendirme yönünde de gerçekleşmektedir. Nanoteknoloji ile

üretilen kumaşlar, yeni yakıt teknolojileri, Türkiye’de de kimi şirket ve kuruluşların

üzerinde çalıştıkları yakıt pilleri, günlük hayatımızda yeni seçeneklerle ortaya çıkan

ürün çeşitleri (yeni özelliklere sahip telefon, cep telefonu, bilgisayar vb.) bu yönde

örneklerdir.

Bilimsel üretim sürecinin diğer can alıcı niteliklerinden birisi, sistem kuramı,

sibernetik, yapay zeka, oyun kuramı gibi dallar üzerine yetkinleşmenin, üretimin bilgisi

düzeyine inmiş olmasıdır. Bu alandaki kuramsal bilginin tarihi bir asıra yaklaşmaktadır;

üretim alanında kullanılmaya başlaması ise yarım yüzyılı aşmıştır. Bu konuda İkinci

Dünya Savaşı sırasında ve sonrasındaki teknolojik gelişmelerin incelenmesi bile

yeterlidir (Noble, 1984 ve 1995), (Ramtin, 1991). Sibernetik ve yapay zeka tam da

böyle bir zamanda erken kapitalistleşmiş ülkelerde (özelikle ABD) çalışılmaya, dahası

181

sonuçları üretimde kullanılmaya başlanmıştır. Dolayısıyla sermaye tarafından gerçek

boyunduruk altına alınmaya çalışılan bilimsel üretim sürecinin üzerinde yoğunlaştığı

alanlar, salt makina, hammadde ya da yeni ürünler tasarımı değildir; aynı zamanda

uygun emek örgütlenmeleri ve bileşimleri de tasarlamaktır.

IBM Genel Müdürlerinden Amparo Moraleda Martinez, 2006 yılında bilimsel

üretimin ürünlerini ve bu üretim sürecinin belirginlik kazanmasının yarattığı etkileri

şöyle anlatmaktadır (Capital Dergisi, 1 Ekim 2006):

Bize göre, inovasyon, derin bir endüstri bilgisi ve yeni teknolojilerin birleşimidir. Bu yüzden endüstri unsuruyla, teknoloji unsurunu birleştirmeniz gerekir. Bu iki unsur size ürünlerinizi aşamalı olarak daha iyi yapmanızı sağlar. Ama bunu yeni ve radikal bir yolla yapmanız gerekir. Bugün yeni teknolojiler sadece işinizi daha iyi yapmanızı sağlamıyor. Aynı zamanda iş modellerinizi ve iş yapış şekillerinizi yeniden tanımlamanıza olanak tanıyor. … Önceki tüm devrimler ve buluşlar fiziksel yeteneklerimizi geliştirmek için bize yardımcı oldu. Yani teknolojiyi kullanarak kaslarımızı güçlendirdik. Şimdiyse zihinsel yeteneklerimizi güçlendiriyoruz. Yani teknoloji ile beyin gücümüzü kuvvetlendiriyoruz. Bu gerçekten çok ilginç. Çünkü, bu artık yeni bir basamakta olduğumuz anlamına geliyor.

IBM Genel Müdürünün öne sürdüğü iki nokta belirginleştirilmelidir. Onun

diliyle, yenilik sadece yeni ürün üretmekle değil, “iş modelleri”, “yapış şekilleri”ni

yeniden tanımlamak, endüstri bilgisini geliştirmektir. İkinci olarak ise, ilk olarak “kas

kuvveti” güçlendirilmişti, artık “zihinsel yetenekler” güçlendiriliyor.

Sermayenin mantığı, hem yeni ürünler tasarlamaya, hem de bu ürünlerin üretim

şekillerini tasarlamaya dek nüfuz etmektedir. Temel amacı “insan hatasını sistem dışına

çıkarmak” olan makina ve otomasyonun yanı sıra, bunun sonucunda ortaya çıkan

“endüstrinin bilgisi” de işlenerek geliştirilmektedir. Bilimsel üretim sürecinin bu açıdan

bölünmesinin bundan sonraki adımı, yeni emek örgütlenme sistemleri geliştiren bilim

dallarının, endüstri mühendisliği, sistem mühendisliği gibi yeni uzmanlık alanlarının

yaratılmasıdır.152 Bilimsel emek sürecinin bu alt dallarına yönelik emek gücü, yani

nitelikli emek yaratma gereksinimi, üniversitelerin, eğitim sisteminin bu yeni

152 Sadece ABD’de değil tüm dünyada üniversitelerde mühendislik dallarının çeşitlenmesi, ayrışması, bir yandan uzmanlaşma ve işbölümünü, diğer yandan da bilimsel üretim sürecinin parçalara bölünmesine en güzel kanıtlardandır.

182

uzmanlaşma alanlarına yönelik biçimlendirilmesini getirmektedir. İleride

inceleyeceğimiz bu konuda önemli bir nokta dar uzmanlaşma alanlarının artmasının

hakim eğilim olmasına karşın kendi içinde karşıt kuvveti de barındırmasıdır. Tıpkı

emek sürecinde vasıfsızlaştırmanın karşı kuvveti ile birlikte bir eğilim olması gibi153,

bilimsel üretim sürecinin bu ayrışması ve uzmanlaşması karşısında yeri geldiğinde bu

dalları birlikte kullanan eşgüdüm olanakları da sermaye birikiminin karlılığına hizmet

etmek için yaratılabilmektedir. Üstelik bilim ve teknolojinin üretimi, sadece emek

bileşimlerine ve örgütlenmelerine yönelik, bunların yerini alacak otomasyon ve makina

sistemlerinin yapılmasında kullanılmamaktadır, hatta farklı kurumların eşgüdüm için ağ

yapıların işleyiş biçimlerinin tasarlanmasında, sistem kuramı, oyun kuramı, benzeşim

(simulation) gibi araçlardan yararlanılmaktadır.154

Endüstrinin bilgisinin sistemlileştirilmesine yönelik araştırmalar, bu bilginin

deşifre edilmesi155, bundan sonraki gelişmelerin de yolunu açmaktadır. Bu bilgiye

enformasyon yazınında zımni bilgi, örtülü bilgi (tacit knowledge) denmektedir.156

“Örtülü bilgi”nin belirli bir yönü, evrimci yaklaşım tarafından ayrıntılı biçimde

geliştirilmiştir (Nelson ve Winter, 1982). Neoklasik iktisadın tam (perfect) bilgiye sahip

ekonomik bireyi gibi firmayı da böyle varsaymasını eleştiren evrimci yaklaşım, tersini

önermiştir. Ona göre, firmalardaki bilgi çoğunlukla, her bir örgütteki bireyler ve rutinler

153 Emek sürecinde çalışan geniş kesimler için vasıfsızlaştırma temel kuvvet iken, sermaye birikiminin dinamik yapısına göre sürekli değişen, gelişen iş süreçlerine uygun bir “vasıflılaşma”nın yaşandığı dar bir çalışan kesim oluşmaktadır. Tıpkı değerlenme alanından gerçekleşme alanına, yani değerlerden fiyatlara dönüşümde olduğu gibi emek sürecinden “iş süreci”ne dönüşümde esas kuvvet vasıfsızlaşma iken buna karşı kuvvet olarak göreli vasıflılaşma, işçi sınıfının küçük bir kesimi için kendini yeniden üretmektedir. Bu konudaki tartışmalar için bkz. Braverman (1974), Friedman (1977), Elger (1979), Rowlinson ve Hazard (1994), Lucio ve Stewart (1997).

154 Yeni Schumpeterci iktisat okulunun, öğrenme, öğrenen kurumlar, firmalar üzerine çalışmaları, böylesi bir bilim ve teknoloji üretim sürecine örnektirler.

155 Bütün bir evrimci kuram yazını açısından deşifre (decode) etme, en temel sorunlardan biridir. Üretimin içinde, üretim birimleri içerisindeki nitelikli emeğin ya da üretim birimleri arasındaki işlemlerin bilgisinin örtülü olmaktan çıkarılarak deşifre edilmesiyledir ki, bu bilgiler sistemli olarak incelenebilmekte, optimize edilebilmektedir. Dahası bu bilgilerin, bilgisayarlı otomasyon sistemleri ve ERP (Şirket Kaynak Planlaması) gibi yazılımlarda girdi olarak kullanılabilmesi, böylelikle üretimin esnek ve akışkan, hemen yanıt verebilen tarzda planlanması olanaklı olmaktadır.

156 Örtülü bilginin, deşifre edilmiş, çözümlenmiş (decoded, codified knowledge) bilgiye çevrilmesi sadece bir kere yapıldığında biten bir işlem değildir, geliştikçe değişen, birbirini besleyen bir süreçtir. Daha ayrıntılı bir anlatım için Bkz. (OECD, 1996).

183

tarafından içerilmiş, örtülü bilgidir. Bu yüzden bu alandaki ilk yöntem, yenilikçi sürecin

belirleyenleri üzerine odaklanmak ve bu süreci doğrusal biçimde aşamalara bölmek idi.

Ancak bu yaklaşımın sorunlarla karşılaşmasının ardından yerine hızlı bir biçimde

etkileşimli ve doğrusal olmayan yenilik modelleri benimsendi. Bu modeller, yenilik için

gereken fikirlerin çok sayıda girdiden gelebileceğini ve geldiğini kabul ediyor;

araştırma, tasarım ve imalat sürecinde önemli oranda geri besleme devrelerinin

olduğunu biliyorlardı. Gerçekte evrimci yaklaşımın odaklandığı nokta, üretimde

verimliliği artırmak adına emek sürecini rutinlere bölmek, Babbage ilkesi çerçevesinde

emek gücünün maliyetini düşürmektir. Bu nedenle üretim sürecinin (aynı şey bilimsel

üretim süreci için de geçerlidir) üretken olan, olmayan neredeyse her aşamasında emek

gücünün örtülü bilgisi dekode ve deşifre edilmeye çalışılır. Firmaların üretim,

pazarlama, müşteriyle ilişki, tasarım, tedarik gibi süreçlerini yönlendiren, şirket kaynak

planlaması (ERP), SAP ya da PLM gibi karmaşık yazılımlar, otomasyon sistemleri

firmaların işleyişindeki emek süreçlerinin bilgisinin deşifre edilmesiyle oluşturulurlar.

Örneğin, bir ustanın bir nesneyi üretmedeki bilgisi, mahareti bir örtülü bilgidir, ancak

uzun bir çıraklık deneyimi ile edinilebilir, kullanma kılavuzu haline dönüştürülemez.

Ustanın bilgisinin deşifre edilerek rasyonalize edilmesi, bu işlemlerin bir kısmını

makinanın yapabilmesini, üretimin hızlanmasını, üretimde kullanılan emek gücünün

niteliğinin dolayısıyla ücretinin yani maliyetinin azalması anlamına gelmektedir.

Bilgisayarlı takım tezgâhlarının (CNC) atası olan sayısal kontrolörlerin (NC)

tarihi bu konuda çok güzel bir örnektir. David Noble, sayısal kontrolörlerin operatörün

örtülü bilgisini deşifre ederek, bunu mekanizmaya nasıl dönüştürdüğünü, nasıl içerili

hale getirdiğini, bu tezgâhların adeta "otomatik bir operatör" olduğunu açıklamıştır

(Noble, 1984, s.84). Noble, o tarihsel dönemde yönetim (işletme) uzmanlarının

“işçilerden kurtuluş” yönündeki bu adım karşısında nasıl heyecan duyduklarını da başka

bir kitabında anlatmaktadır (Noble, 1995, s.79). Daha önce tezgâhtaki işi kendi el

becerisiyle yapan “usta” işçinin yaptığı işi çözümleyerek, onu algoritmaya çeviren

bilimci, bu algoritmayı yürüten bir sayısal kontrolör vasıtasıyla tezgâhı

otomatikleştirmektedir. Yani ustanın örtülü bilgisi, çözümlenmiş bilgi olarak makinaya

içerilmektedir. Rubery ve Grimshaw’a göre, bilişim teknolojileri de bu örtülü bilginin

makinalaştırılmasını, otomatikleştirilmesini hızlandırmıştır. Üstelik bunu üretim

sürecinin her aşamasına, üretken olmayan alanlara ve dolaşım, tüketim alanına da

184

yaygınlaştırmıştır. Bu bilişim teknolojileri, çalışanlara, daha önce sadece örtülü

biçimiyle ulaşılabilen çözümlenmiş (codified) bilgilere ulaşma ve bunları kullanma

fırsatları sunmaktadır (Rubery ve Grimshaw, 2001, s.168). Ama aynı zamanda bu

bilişim teknolojileri dolaşım alanından, tüketim alanına tüketicilerde yeni ihtiyaçlar

doğuran, bunların doyurulması için ürünlerde yenilik ve ek seçenekler tasarlayan

karmaşık bir üretim sürecine yol açmıştır.

Bilimsel üretim süreci de rutinleşme, emek sürecinin bölümlenmesi basıncı

altında aynı biçimde örtülü bilginin belirli bir kısmının (yaratıcılık dışında kalan

kısmının) çözümlenmesi, deşifre edilmesiyle karşı karşıya kalmıştır. Benzer bir süreç,

bu alanda da vardır. Uluslararası büyük şirketlerle görüşmelerden edinilmiş sonuçlarla

yazılan bir makale (Capital Dergisi, 1 Nisan 2007), bu şirketlerin zihinsel emeğin sahip

olduğu bilgiyi ele geçirme yönündeki niyetlerini şöyle anlatmaktadır:

Eğer bir şirket bu insanların zihinlerine ve ilişki ağlarına içkin bu bilgiyi ele geçiremiyorsa, yapması gereken daha iyi bir bilgi yönetimi sistemi kurmaktır. Bu tür sistemlerin zımni bilgiyi ele geçirme konusundaki başarısızlıkları, bilgi yönetimi konusunda şimdiye kadar bilinen en büyük hayal kırıklıklarından birisidir.

Artık endüstri kavramı yaşamın tüm alanını kaplayan bir kavram haline

dönüşmüştür. Bunun bir sonucu, endüstrinin bilgisinin (teknolojinin üretimi) üretiminin

bilimsel üretim süreci ile aynı şey haline gelmesidir. Diğer bir sonucu da, endüstrinin

her aşamasının ve bu aşamadaki bilginin çözümlenmesi çabasıdır; bu çabanın kendisi

sermaye birikiminin temel itilimi olan kar ve artıdeğeri çoklaştırma amacına yönelik

ivmelenmektedir. Sadece üretim sürecinin makina ve örgütlenme anlamıyla teknolojisi

geliştirilmemekte, aynı zamanda yeni ürün ve tüketici yaratma anlamında da teknoloji

kullanılmaktadır. Bunun üretim sürecinde çok çarpıcı ve çeşitlenen sonuçları vardır.

Ürünün tasarlanması, ürün ömrünün (tasarım, üretim, bakım, sigorta) bir bütün olarak

tasarlanması, üretim sürecinin otomasyonunun tasarlanması, tedarikçi ilişkilerinin

tasarlanması, müşteriden gelen şikâyetlere göre geri beslemeyle ürünün iyileştirilmesi,

tüm bunlar büyük endüstriyel yazılımlar ile otomasyona bağlanmaktadır. Bu

yazılımların en iyi örneklerinden biri şirketlerin kaynak planlamasını yapan ERP

185

yazılımıdır.157 Diğeri ise ürün ömrünü, ürün yaratmaktan, bu ürünün bakımı, ne zaman

eskiyeceğini, buna göre bakım ve mühendislik hizmetlerini planlamaya dek

tasarımlayan yazılım olan Ürün Ömrü Yönetimi (PLM) yazılımıdır.158 Öyle ki bu

yazılımların kullanılması, denetlenmesi bile kendi nitelikli işgücünü, mühendislik

işlemlerini doğurmaktadır. Tüm bunlar bilimin gerçek boyunduruk altına alınması

süreciyle kademelenen bilimsel üretimin sonuçlarıdır.

Bu anlamıyla gerçek boyunduruk altına girmiş olan bilimsel teknolojik üretim

süreci, “sermayenin sınırları”nı oluşturmaktadır. Bir yandan “genel emeğin”, yani

toplumsal bilgi birikiminin ürünlerini alabildiğine toplumsallaştırırken, diğer yandan

bunları patent, fikri mülkiyet hakları, tescil gibi yöntemlerle özel mülkiyet sınırları içine

hapsetmektedir. Öte yandan “yaratıcı emeği” denetim altına alma sürecinin

tamamlanamayacak bir süreç olması anlamında sermayenin sınırlarını anlatmaktadır.

Bilimsel emeğin gerçek boyunduruk altına alınma girişimiyle birlikte, tüm dünyanın

“kol emeğinin” sömürülmesinin ardından tüm dünyanın zihinsel emeği de, rastlantısal

ya da kendine özerk yasalara sahip olmadan sermayenin yasallığına tabi olarak

sömürülebilir hale gelmektedir. Çünkü bilimin sermayenin gerçek boyunduruğu altına

157 ERP: “Açılımı enterprise resource planning olan ve bir işletmenin lojistik ve finansal tüm faaliyetlerini birbirleriyle ilişkili olarak kontrol etmek, yönetmek iddiasındaki planlama aracı. Planlama kısmı çok önemlidir çünkü işletmenin tüm fonksiyonlarından akan veriler malzeme, üretim, ana üretim, finansal, stok planlamaları yapmak amacıyla kullanılır. Sistem işleyişi sırasında sipariş alır, stok kontrolü yapar, üretim ve/veya satın alma emri açar, teklif ister, teklif analizi yapar, teklif verir, fatura keser, muhasebe kayıtları tutar, bakım kontrolü yapar, personel kayıtları tutar, satış analizi yapar, daha neler neler. … Bunlara ek olarak standart fonksiyonlarda mevcut olmayan ne kadar … uygulama varsa, özelleştirme adı altında talep edilip danışman firmalara avuç dolusu para dökülür, …, artık kontrol edilemez hale gelmiş programı ayakta tutabilmek için hem bir tabur eleman beslenir hem de danışman firmalara kafadan teslim olunur. Böyle durumlarda programın yeni versiyonlarına ya geçilemez ya da sil baştan projelendirilir. … Erp uygulama projeleri çok maliyetlidir. Uzun sürer, firmanın en iyi elemanlarının seneler boyu mesailerinin büyük kısmını projeye vermelerini gerektirir. malzeme listelerinden, ürün ağaçlarından, standartlardan ve en önemlisi planlamadan bihaber firmalar için birkaç beden büyüktür .... iki senelik proje sonunda sistem üzerinden [önemsiz ve alelade- .b.n.] fatura kesildiğinde tüm elemanların sevinç gözyaşları dökmesi durumun vehametini belgeler” (Ekşi Sözlük, ERP maddesi, 5877734 no’lu giriş).

158 “Ürün Ömrü Yönetimi (PLM), son dönemin yükselen trendlerinden biri. Hatta geleceğin vizyonu olarak tanımlanıyor. … Türkiye’de de Beko, Tai F16 fabrikası, Ford, Tofaş ve BSH gibi pek çok şirket PLM çözümleri kullanıyor. Ancak yine de PLM, Türkiye’de henüz çok yeni bir kavram. Dünyada yaklaşık 10 yıldır gelişen pazar, Türkiye’de yeni yeni oluşuyor. Önce ERP yapmalarının ardından bunu yapıyorlar. Önce üretimin bilgisini oluşturuyorlar, yani entegre üretim bilgileri. Sonra müşteri isteklerinden tedarikçilerin durumuna kadar zincir oluşturan bir tasarım sürecini entegre planlıyorlar. Bu zincirin içinde bakım gibi ürün ömrünü ilgilendiren tüm parçalar entegre halde var. Yani üretim zinciri buna göre tasarlanıyor” (Capital Dergisi, 1 Mayıs 2005). Dünyada en büyük 500 şirketin (Fortune500) tamamı ERP kullanırken, buna karşılık Türkiye’de (Capital500) sadece 50’si kullanmaktadır (Capital Dergisi, 1 Ocak 2004).

186

alınma süreciyle birlikte, bilimsel emek süreci parçalara ayrılabilmiş, bu emek sürecinin

belirli bölümleri için Babbage ilkesini uygulamak olanaklı hale gelmiştir. Böylelikle

sermayenin uluslararasılaşmasında son aşamalardan biri olan üretken sermayenin

uluslararasılaşması gibi bilimsel üretim süreci de uluslararasılaşmaktadır (Ar-Ge’nin

uluslararasılaşması). Bunun sonuçlarını, geç kapitalistleşen ülkelere yansımalarını,

bugün teknolojinin yerini anlamak açısından bundan sonraki bölümde

değerlendireceğiz.

2.6.6 Bugün Teknolojinin Yerini Anlamak:

Bugün teknolojinin yerini anlamada temel koşullardan biri olan bilimsel üretim

sürecinin boyunduruk altına alınma girişimi ile bununu yarattığı gerilimi ayrıntılı olarak

inceledik. Genel koşullarıyla bilim üretiminin sanayileşmesi ve üretken sermayeyle

eklemlenmesini irdeledik. Şimdi bunun dünya üzerinde gerçekleşme biçimini

açıklamaya çalışacağız. Teknoloji sermaye birikiminin dolaysız bir sonucu olduğu için,

bilim üretim sürecinin uluslararasılaşmasının koşulları, üretken sermayenin

uluslararasılaşması eğilimi ve geç kapitalistleşen ülkelerde sermaye birikiminin

gelişimidir. Birinci yöne dışsal eğilim diyecek, ikincisine ise içsel eğilim diyeceğiz. İlk

olarak uluslararası yönü inceleyecek, bilimsel üretimin uluslararasılaşmasını

değerlendireceğiz, geç kapitalistleşmenin bu süreçle ilişkisinin içsel yönlerine ondan

sonra geçeceğiz. Gerçekte bu iki yön iç içe geçmiştir ve birbirinden etkilenip

etkileyerek somut biçimler alır.159

2.6.6.1 Bilimsel Üretim Sürecinin Uluslararasılaşması, Geç Kapitalistleşen Ülkelerde Eklemlenmesi

Ar-Ge’nin ya da bilimsel üretim sürecinin uluslararasılaşmasının başlangıcı

olarak genelde anılan dönüm noktası 1990’lı yıllardır.160 1990’lı yıllardan beri

159 İç ile dışı kuramsal düzeyde ayırmak kolay iken, gerçekte ayırmak neredeyse olanaklı değildir. Ford ile birlikte Türkiye’de üretim yapan şirketin ya da General Electric şirketinin Türkiye’de Ar-Ge çalışması yapması kadar Vestel de Silikon Vadisi’nde ya da İngiltere’de Ar-Ge işletmesi, şubesi kurmakta, satın almaktadır.

160 Bilimin evrensel olduğu söylenegelmiştir. Bilimin evrensel karakteri ile bilimsel üretim sürecinin (Ar-Ge) uluslararasılaşması çelişkili değil midir? Bu çelişki gerçekte genel toplumsal aklın, toplumsal emeğin bir birikimi olan bilim ile bu bilimin ürünlerinin mülk edinilmesi arasındaki çelişkidir. Genel emek, yani zihinsel bilim emeği toplumsallaşmış iken, bu zihinsel emeğin ürünleri metalaşmakta, özel mülk edinilmektedir.

187

uluslararası Ar-Ge etkinliklerinin önemli oranda arttığı ileri sürülmektedir (Dunning,

1994; Cantwell, 1995; Cincera, Van Pottelsberghe vd., 2006; Edler, 2004).161 Bu alanda

tartışma sürmektedir. Dunning ve Wymbs, pek çok çokuluslu şirketin yeni enformasyon

ve yeni fikir kaynaklarını giderek artan ölçüde ülke dışındaki iştirakçilerine

genişlettiklerine dair çarpıcı örnekler vermektedirler (Dunning ve Wymbs, 1999). Buna

ters olarak Pavitt ve Patel, çok uluslu şirketlerin yenilikçi etkinliklerinin en büyük

kısmının yerli ulusal temele dayandığını ileri sürerler (Pavitt ve Patel, 1999). Ancak

ilginç olan bu tartışmanın düzlemidir; çünkü bu tartışma düzlemindeki iki alternatif, Ar-

Ge’nin uluslararasılaşmasını yanlışlamamaktadırlar, aksine bunu doğrulamaktadırlar.

Süregiden bu tartışma, tıpkı üretken sermayenin uluslararasılaşmasının eşitsiz ve

hiyerarşik doğası gibi, (bundan ayrı ve özgül bir durum kesinlikle olmadan aksine

dolaysızca bunun sonucu olarak) Ar-Ge’nin uluslararasılaşmasının da bu niteliklere

sahip olduğunu göstermektedir. Çünkü tartışmanın iki tarafı da üretken sermayenin

uluslararasılaşmasının canlı bir örneği olan uluslararası şirketler tarafından Ar-Ge’nin

dünya çapında yapıldığını kabul etmektedir, tartışılan temel nokta, bu ağırlığın ana

ülkede mi, yerleşilen ülkede mi olduğudur. GATTS ve TRİPS gibi uluslararası

düzenlemeler sayesinde fikri mülkiyet “hak”larının yaygınlaşması ile birlikte Ar-Ge’nin

uluslararasılaşması olanaklı olmaktadır. Bu uluslararasılaşmada, merkezi (evrimci

iktisat okulunun yaygınlaştırdığı haliyle jenerik, kök ya da doğurgan) teknolojilerin

üretiminin sermaye birikiminin yüksek olduğu erken kapitalistleşen ülkelerde kalması,

bunun dışında kademelenen alanların geç kapitalistleşen ülkelerin bazılarına

“outsource” edilmesi genelleşen bir olgu olmaktadır. Belirttiğimiz tartışmanın kendisi

iki farklı yönden bunun verilerini sunmaktadır.

Ar-Ge’nin 1990 sonrası uluslararasılaşması, bu dönemdeki belirli koşulların

oluşmasına ve belirli sınırlara bağlıdır. Uluslararasılaşan üretken sermayenin ’70

krizinin ardından azalan kar oranları karşısında dünya pazarlarında yükselen rekabetin

161 “Araştırma dahil, bilimsel-teknolojik faaliyetlerin küreselleşmesinde sonzamanlarda hızlı bir artış oldu. Sınırötesi Ar-Ge projelerinde (BİT sayesinde) artan esneklik, Ar-Ge maliyetlerinin artması, (fikri mülkiyet haklarının güçlendirilmesi ya da Ar-Ge faaliyetlerinin vergilendirilmesi gibi) önemli politika değişiklikleri hep bu eğilimi destekledi. 1995-2005 yılları arasında uluslararası planda ortak yazılan bilimsel yayınlar üç kat arttı. İcatlarda sınırötesi işbirliği (iki veya daha fazla ülkede bulunan ortak icat sahiplerince alınan patentlerin oranı) dünya çapındaki icatların toplamı içindeki pay olarak yaklaşık iki kata (1991-93 ile 2001-03 arasında %4’ünaltından %7’nin üzerine) çıktı” (OECD Science, Technology and Industry Scoreboard, 2007).

188

bir gereği olarak Ar-Ge çalışmalarını yoğunlaştırması, koşullardan birini

oluşturmaktadır. Diğer bir koşul Bilgiişlem ve İletişim teknolojilerinde bu dönemde çok

hızlı ve güçlü biçimde yaşanan uluslararası alana yayılma ve etkinlik kazanmadır.

Ayrıca ulaşım ve uluslararası ticaretin olanaklarının artması, dünya ticaretin bu dönem

içinde krizlere rağmen hacim olarak büyümesi etkenlerden diğerlerini oluşturmaktadır.

Daha önce belirttiğimiz gibi fikri mülkiyet “hak”larına dair hukuksal düzenlemelerin

yapılması, patent hakları ve kurumlarının yerleşmesi, standartlaşmanın kurumsal

düzenlemesi olan standart tespit kurumlarının kurulması Ar-Ge’nin

uluslararasılaşmasının koşulları arasındadır. Uluslararası şirketlerin, uluslararasılaşan

üretimin erken kapitalistleşen ülkelerden geç kapitalistleşen kimi ülkelere de yayılmaya

başlaması ile birlikte, ikili bir dinamik harekete geçmektedir. Yerleşilen ülkelerdeki

üretim yerinin özelliğine bağlı olarak erişilen pazarlara yönelik teknolojik yenilik ve Ar-

Ge üretiminin, devletlerin teşvikleri ve nitelikli emek gücü koşullarına göre, bu

ülkelerde de yapılması bu dinamiğin dışsal yönüdür. İçe yönelik olarak gerçekleşen ise

bu şirketlerle ortaklık halinde üretim yapan yerli sermayenin, bu şirketlerin stratejilerine

uygun olarak, erişilen pazarlara özgün değişiklikler yapmak üzere başlayan Ar-Ge

çalışmasıdır. Özellikle incelediğimiz dönemde geç kapitalistleşen ülkelere yönelik

eskisine oranla görece artan üretim kaydırmanın diğer sonucu, aynı zamanda kolaylıkla

üretim yerini taşıyabilmektir. Bu durumda ortak olunan yerli sermaye, üretim yerlerinin

kaydırılmaması, üretilecek yeni modeller, yeni ürünleri o ülkedeki fabrikada üretilmesi

yönünde uluslararası şirketi ikna etmek için özgün Ar-Ge çalışması yürütme girişiminde

bulunmaktadır. Nitelikli emek gücünün, üretim yapısının, girdi ve yan sanayi durumu,

verilen teşvikler, Ar-Ge destekleri ve özel serbest bölgeler gibi etkenler, Ar-Ge’nin

uluslararasılaşmasının sınırlarını oluşturmaktadır.

Kendisi de kademelere bölünmüş bir üretim olan bilim üretimi (Ar-Ge) üretken

sermayenin bir etkinliğidir. Sermaye birikiminin, artı-değer üretim dinamiğinin dışında,

bundan muaf bir üretim, sanayi değildir, bağımsız bir değişken hiç değildir. Aksine bir

sanayi kolu gibi görülürse, bu sanayi kolunu devindiren sermaye birikiminin kendisidir.

Elbette ki, üretim sürecinin kendisine, ürünün niteliğine ve sermayenin

değersizleşmesine göre, farklı Ar-Ge süreçleri farklı birikim düzeylerindeki etkinliğe

karşılık gelirler. Örneğin, İntel’in mikroelektronik tüm devre tasarımlarının bilimsel

üretimi ABD’de (fiziksel üretimi Çin’de) yapılırken, TOFAŞ Fiat’ın Türkiye’deki

189

otomobil fabrikalarında yürütülen Ar-Ge çalışması ile uluslararası düzeyde uygulamaya

giren süspansiyon kolu üretilebilir. Tıpkı üretken sermayenin uluslararasılaşmasındaki

gibi bilimsel üretim sürecinin belirli kademeleri belirli coğrafyalara belirli koşullar

altında devredilebilmektedir. Elbette ki bu süreç, zaten üretken sermayenin

uluslararasılaşması üzerine oturmaktadır.

Bilim ve teknoloji üretim sürecinin yani Ar-Ge’nin uluslararasılaşmasının

örnekleri bolca bulunmaktadır. Buna göre geç kapitalistleşen ülkelerde devlet destekli

ya da şirketlerin Ar-Ge harcamaları eşitsiz de olsa artmaktadır. Örneğin, 2007 yılı

OECD Bilim, Teknoloji ve Sanayi Karnesi’nin sonuçlarına göre “2005 yılında Çin,

satın alma gücü paritesine göre dünyada en yüksek Ar-Ge harcaması yapan üçüncü ülke

konumuna ulaşmıştır. En çok Ar-Ge harcaması yapan ülke ABD, ikinci sıradaki ülke ise

Japonya'dır. Çin 2000 ile 2005 yılları arasında Ar-Ge harcamalarını yılda %18'in

üzerinde artırmıştır” (OECD Science, Technology And Industry Scoreboard 2007).

Üstelik 2007 tarihli bu karneye göre, araştırmanın odağı “gelişmekte olan

ülkelere” de yayılmakta, özel bir yoğunlaşma ise Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve

Güney Afrika'ya karşı gösterilmektedir.

OECD karnesine göre, uzmanlaşma perspektifinden bakıldığında Hindistan, Çin,

Singapur gibi geç kapitalistleşen ülkelerin yüksek teknoloji sanayine (bilgisayar, ilaç)

odaklandığı belirtilmektedir.

UNCTAD’ın hazırladığı 2006 Dünya Yatırım Raporu’nda da benzer bir

eğilimden söz edilmektedir. Rapora göre, 2005’te Güney, Doğu ve Güney doğu

Asya’ya Ar-Ge alanında 315 yeni doğrudan yabancı yatırım projesi yönlendi (Dünya

Yatırım Raporu 2006, s.56).162 Bunların beşte dördü Çin ve Hindistan’a yönelmiş

durumdadır. Bu şekilde 2005’in sonunda Çin’deki yabancı yatırımlı Ar-Ge

merkezlerinin sayısı 750’ye çıkmıştır.

162 UNCTAD’ın bu yatırım raporuna teknoloji, araştırma ve geliştirme üzerine çalışmaların gelişkin olduğu Norveç ve İsveç Hükümetleri mali destek vermişlerdir. Raporun ekonomik danışmanlığını ise Ar-Ge’nin ve yenilik kapasitesinin uluslararasılaşması üzerine çalışmaları bulunan John H. Dunning yapmıştır.

190

Ar-Ge harcamalarının başını uluslararası şirketler çekmektedir; ancak bu

harcamalar sadece erken kapitalistleşmiş ülkelerde yapılmamaktadır. Bunu Ar-Ge

harcamaları üzerine yapılan bir haberde görmek olanaklıdır (Referans, 2 Ocak 2006):

Tüm dünyada, özel ve kamu sektörleri tarafından Ar-Ge’ye harcanan toplam meblağ 680 milyar dolar. Bunun yarısına yakını çok uluslu şirketler tarafından harcanmakta. … Ar-Ge şampiyonu şirketlerden her biri, bu alanda yılda 5 milyar dolardan fazla harcıyor. Gelişmekte olan ülkeler arasında ise bu rakamı aşan sadece 4 isim var. Onlar da Çin, Güney Kore, Tayvan ve Brezilya. Ar-Ge’ye büyük yatırım yapan şirketler uzun yıllar bazı Ar-Ge faaliyetlerini merkez ülke dışında sürdürmüşler. Ama yeni olan, Ar-Ge çalışmalarının Avrupa veya Amerika dışında gelişmekte olan ülkelere yöneliyor olması. Örneğin Amerika’daki şirketlerin sadece yüzde 3’ü 1990’ların başında Asya’da Ar-Ge çalışması yürütürken, bugün bu rakam %10’u aşmış. Çok uluslu şirketlerin Ar-Ge’nin outsource edilmesi için 10 yıl önce ayırdıkları bütçe 30 milyar dolar civarındayken bu rakamın bugün ikiye katlanarak 70 milyar doların üzerine çıkmış olduğu tahmin ediliyor.

UNCTAD’ın 2006 Yatırım Raporu kapsamında 300 büyük şirketle yapılan bir

anket sonucunda, yanıtlayan 69 şirketten %67’sinin, Ar-Ge çalışmalarını gittikçe daha

fazla başka ülkelere “outsource” etmeye hazırlandıkları ortaya çıkmıştır. Ar-Ge’yi kendi

ülkelerinde tutmayı planlayanların oranı ise %2’dir.

Uluslararası şirketlerin Ar-Ge’lerini uluslararasılaştırmasında yabancı ülkenin

yatırım olanaklarının yanı sıra verdiği Ar-Ge desteklerinin de önemli etkisi olmaktadır.

Henüz 2000 yılında TOFAŞ Fiat yönetici Jan Nahum şunu söylemektedir (III. Teknoloji

Kongresi Bildirileri, 2000, s.95):

Sağladığımız devlet desteği, bu faaliyetler için ortağımızın başka yerde Ar-Ge yatırımı yapmaktansa bizde yapmasını teşvik etti.

Zaten Ar-Ge’nin uluslararasılaşmasına eşlik eder biçimde, ülkelerin teknoloji

politikalarını, bu politikaları oluşturan kurumları, standart tespit kurumlarını geliştirme,

izleme yönünde uluslararası anlaşmalar da yürürlüğe girmeye başlamıştır.

Ar-Ge’nin uluslararasılaşmasında 1990 sonrasının belirleyici önem taşımasında,

bu dönemde geç kapitalistleşen ülkelerin pek çoğunda finansal açıdan ve dış ticaret

açısından yeniden yapılanmanın gerçekleşmesinin de etkisi vardır. Çünkü teknoloji

191

sermaye birikiminin dolaysız bir sonucudur, ama bu dolaysızlık karmaşıklıktan uzaklık

anlamına gelmemektedir. Sabit sermayenin devir süresinin kısaltılması, emek

üretkenliğinin artırılması, teknoloji ve yenilikten doğan artı karların çoğaltılması, tüm

bunları doğuran ve yeniden şiddetlendiren tekil sermayeler arasındaki rekabet ve son

olarak kapitalizmin kaçınılmaz krizleri, teknolojinin gelişmesini doğuran etkenler

arasındadır. Örneğin para sermayenin kurumlarının ve ilişkilerinin yeniden yapılanması

kapitalizmin ‘70’lerdeki krizinin bugüne yansıyan sorunlarını ve değişimini doğurduğu

gibi teknoloji üretiminin kendisine de etki etmektedir. Bunun sonuçlarından birisi, sabit

sermaye yatırımları olduğu kadar rekabet yüzünden kaçınılmaz şekilde korunmak

zorunda kalan Ar-Ge çalışmalarının finansmanına da etki etmesidir. Üstelik Ar-Ge’nin

gerektirdiği para sermaye, genişletilmiş yeniden üretimi yüksek olabileceği gibi aynı

zamanda iflasa gidebilecek yüksek riskler taşıyan bir sermaye yapısıdır. Tüm bunların

tetiklediği ve bunları doğuran kapitalist krizler veri alınırsa bilimin üretim süreci yani

teknolojinin üretiminin bugünkü yeri sorusu ana hatlarıyla yanıtlanabilir.

2.6.6.1.1 Uluslararasılaşan Sermaye Açısından Teknolojik Yenilik ve Ar-Ge’nin Kaçınılmazlığı

Kapitalizm doğası gereği üretimi büyütmek, emek üretkenliğini artırmak ve

üretkenlikle birlikte ürün fiyatlarında salınımlı olarak düşüşe yol açmak zorundadır. Bu

salınımın genişleme evresinde yapılan yüksek sermaye yatırımları ve kızışan rekabet ile

birlikte ürün fiyatları düşmeye başlar. Bu düşüş, rekabeti daha da kızıştırır; sabit

sermayenin yükselmesi ile birlikte sermaye birikiminin kar oranları da düşmeye başlar,

risk ve rekabet artar. Bu durumda özellikle sermaye birikimi yüksek olan tekil

sermayeler yeni pazarlar elde etmek, pazarı derinleştirmek ve rekabet amacıyla Ar-Ge

harcamalarına yüklenmişlerdir. Bu ’70 krizinin ardından ağır krizin süreğenleştirdiği bir

durum olarak belirir, maliyetleri düşürmek için her türlü indirim zorlanır ancak Ar-Ge

harcamalarından kesinti yapılamaz.

Meta-ürün değerinin fiyat göstergesi olan maliyetin bileşenlerinin incelenmesi,

bu evreyi farklı şekilde anlatabilir. Örneğin sermaye yoğunluğunun yani sermayenin

organik bileşiminin oldukça yüksek olduğu elektronik sektöründe rekabet eden

uluslararası şirketlerin maliyet konusundaki endişeleri bunu göstermektedir. Üretimin

uluslararasılaşma düzeyi ve gelişkinliği göz önünde bulundurulursa, maliyet bileşeni

192

üzerindeki her bir ek değiştirme çabası (neoklasik iktisadın marjinal katkı ya da faktör

verimliliği dediği değişim oranı) dünya üzerinde sermaye birikiminin esnek hareket

olanaklarını (kimi zaman sığınaklarını) temsil etmektedir; yani her bileşendeki ek

maliyet yüküne karşı alınan tedbir sermayenin farklı dönemlerde izlediği stratejileri

açıklamaktadır.163 Hammadde maliyetleri, fiyat düşüş ya da yükselişlerine karşı kredi

piyasası, stok yönetimi, kaynaklara yakın bölgelere fabrika kurma gibi uluslararası

işbölümünde değişimlere yol açmaktadır. Aynı biçimde emek maliyetleri üretimin,

vasıfsız ya da yarı nitelikli işgücünün düşük ücretlerle çalıştırıldığı ülke/bölgelere

kaydırılmasını getirmektedir. Ancak üretken sermayenin uluslararasılaşmasının geldiği

aşamanın bir göstergesi olarak, geliştirilen yaklaşımlar hep ya bir bölge ile sınırlı

kalmakta ya da geçici olarak geçerli kalmakta, sonra yerlerini yeni bir olgular demetine

bırakmaktadırlar. Uluslararası işbölümünün, ticaretin ve finansal yapının

dönüşmesindeki bu esneklik düzeyi, daha önce belirttiğimiz gibi bir geçiş dönemini

gösterdiği gibi üretken sermayenin uluslararasılaşmasının bir aşamasını da

göstermektedir. Örneğin, belirli bir dönem için geçerli olan sermaye birikiminin maliyet

bileşenlerine göre yaptığı düzenlemeyi Dicken aktarmaktadır. Dicken’e göre, “seçilmiş

az gelişmiş ülkelerde” üretim yapmanın temel güdüsü maliyet baskısını azaltmak iken,

“sanayileşmiş ülkelerde” yatırımın temel güdüsü ise talebin ve satın alma gücünün daha

yüksek olduğu pazara erişimdir (Dicken, 1992).

Ancak sermaye birikiminin yüksek, yoğunluğunun ise fazla olduğu günümüz

rekabet ortamında bu maliyet bileşenlerindeki en küçük değişimin bile önemli hale

geldiği ortadadır. Yüksek sabit sermayeye sahip, yüksek yatırım ile yürüyen sektörlerde,

girdilerde, emek örgütlenmesinde, üretim araçlarında ya da yeni pazarlar açacak şekilde

üründe bir teknolojik yenilik yapma basıncı daha fazla artmaktadır. Bu da Ar-Ge

harcamalarını kaçınılmaz hale getirmektedir. Bununla ilgili olarak 1999 yılında Sony

şirketinin bir yöneticisi şöyle söylüyor (Aktaran Tanyılmaz, 2002, s.19):

163 Yeni Uluslararası İşbölümü (NIDL) yaklaşımı, ister yeni Smithci bakışla işbölümünün gelişmesi, emek sürecinin parçalanması açısından bakılarak isterse yeni Rikardocu bakışla erken kapitalistleşmiş ülkelerde bölüşümün sorunları açısından bakılarak olsun üretimin kaydırılmasının esnek hareket olanaklarını ve sığınaklarını anlatmaktadır (Berry, 1989). Ancak YUİB yaklaşımı aynı zamanda haklı olarak eleştirilmektedir; bu eleştiri, dönemin geçiş dönemi olmasına bağlı olduğu kadar maliyet bileşenlerine yönelik sermayenin tek bir alternatifi kullanmaktan uzak olmasının, farklı alternatifleri esnek olarak kullanma yetisinin bir ürünüdür.

193

Fiyat savaşını değil, hissedarları ve buna bağlı olarak da sermaye piyasasından saldırgan bir biçimde, Ar-Ge yatırımları için kaçınılmaz olan büyük kaynakları kazanan gerçek galiptir.

Yüksek organik sermaye bileşimine sahip olan uluslararası şirketler, kızışan

rekabetle birlikte maliyet bileşenleri üzerinde uyguladıkları tüm indirim çabalarına

karşın, Ar-Ge’den kesinti yapmama eğilimindedirler. Amerikan şirketi Motorola,

1985’te zarara uğrarken bile Ar-Ge harcamalarından kesinti yapamaz. Zarar ettiği için

Ar-Ge harcamalarına kaynak ayırmakta zorlansa da Ar-Ge rekabet için önemlidir. Bir

şirket yöneticisi bu dönemde şunu söyler (Aktaran Tanyılmaz, 2002, s.15):

Uzun dönem rekabet edebilirliğimizi kaybetme korkusuyla AR-GE kesintisi yapmamaya cesaret ettik. Aynı zamanda bu kayıplar, AR-GE faaliyetlerimize gerekli fonları bulma kapasitemize ciddi sınırlar koyuyordu.

Öte yandan Ar-Ge harcamaları da yüksek risk taşımaktadır. Buralara bağlanan

para sermayenin riski büyüktür. Üretken sermayenin uluslararasılaşmasının olgunlaşma

öncesi evrelerinde, yani Ar-Ge henüz uluslararasılaşmamışken yaşanan gelişmeler, Ar-

Ge’nin uluslararasılaşması ile birlikte dünya ölçeğine taşınmıştır. Ar-Ge çalışmalarının

temel bir niteliği olan küçük ve orta ölçekli işletmelerin “sınama tahtası” olarak

kullanılması özelliği, bu dönüm noktası ile birlikte dünya ölçeğinde biçim kazanmıştır.

Bu yüzden sınama tahtası işlevini açıklayıp, Ar-Ge’nin uluslararasılaşmasından önceki

ve sonraki anlamına değinebiliriz.

2.6.6.1.2 Teknolojik Yeniliklerin “Sınama Tahtası”

Erken kapitalistleşen ülkeler, geç kapitalistleşen ülkelere belirli ölçüde kendi

geleceklerini gösterirler. Bilim ve teknolojinin üretim sürecinin bugünkü gelişkin

halinin nüveleri de ilk olarak erken kapitalistleşen ülkelerde görülmüştür. Buluşların,

üretime yansıması sırasında karşılaşılan riskler ve sermayenin bu riskin altında kalmış

küçük ölçekli işletmelerin yani sınama tahtalarının değersizleşmesinden yararlanması,

Marks tarafından da vurgulanmıştır. Buna göre genelde ilk icad eden iflas etmekte, daha

sonra bu yeniliği kullanan kapitalist teknoloji rantından yararlanmaktadır.164 Bu

164 “Yeni bir buluş üzerine dayanan bir kuruluşta işletme giderlerinin, daha sonra ex suis ossibus (onun ölümünden sonra –b.n.) kurulan işletmelerin giderlerine göre çok daha büyük olması. Bu öylesine

194

ülkelerde sınama tahtası olarak gelişen buluş süreci, bilimsel üretimin sanayileşmeye

başlamasıyla birlikte üretken sermayeyle daha sıkı eklemlenmiştir.165 Daha sonra

üretken sermayenin gelişkinlik derecesine göre, son on yıllarda geç kapitalistleşen

ülkelerde de görülmeye başlayan, yeni ürün, üretim dalı deneyen bu işletmeler, bilimsel

üretim sürecinin içinde geliştiği, üretken sermayenin bunu kendine eklemlediği “kültür

ortamı” durumundadırlar. Ancak bilimin sanayileşmesi erken kapitalistleşen ülkelerde

ilk kez başlamışken, bu süreç uluslararasılaşan üretim ile birlikte farklı bir boyuta

çıkmıştır. Artık uluslararası şirketler, dünya üzerine yayılan üretimlerinde bu “kültür

ortamı”ndan yararlanmakta, onu etkilemekte, gelişmesi için olanakları uluslararası

kurumlar ve devletlerarası anlaşmalar nezdinde desteklemektedirler.

Bu nedenle teknolojik yenilik ve gelişimler için bir “sınama tahtası” niteliğinde

küçük ve orta işletmelerin desteklenmesi, kimi yerlerde risklerin maliyetinin

toplumsallaştırılması için devlet desteği, Ar-Ge kuruluşlarının oluşturulması, o tarihten

çok sonra bugün de evrimci iktisadın, yeni Schumpeterci akımın arka planındaki

önerilerden biri olmuştur. Geçtiğimiz on yıl ve önümüzdeki on yıllar bu önerilerin yavaş

uygulamaya konulduğu ve koyulacağı yıllardır.

2.6.6.1.3 Ar-Ge’nin Uluslararasılaşması ile “Sınama Tahtası”nın Buna göre Biçimlenmesi

Ar-Ge’nin uluslararasılaşması sık sık vurguladığımız gibi ancak ve ancak

üretken sermayenin uluslararasılaşmasının üzerine oturabilir ve bu sürecin belirli bir

evresinde başlayabilir. Ar-Ge’nin uluslararasılaşmasıyla birlikte “sınama tahtası”

yöntemi de farklı bir biçime bürünmüştür. Geç kapitalistleşen ülkelerin kimilerinde var

olan Ar-Ge etkinliğinin ya da sınırlı da olsa yeni ürün ve teknoloji geliştiren şirketlerin

uluslararası sermaye ile eklemlenme biçimleri bu sürecin tarihsel gelişimini

oluşturacaktır. Bu gelişim türdeş değildir, somut biçimleri geç kapitalistleşen ülkelerin

doğrudur ki, bir işte öncülük edenler çoğu zaman iflas ettikleri halde, daha sonra binaları, makineleri, vb., daha ucuza satın alanlar ancak bundan para kazanırlar” (Marks, 1990 , s.96).

165 “Yeniliklerin ve teknik-buluşların önemli bir bölümü, Amerika Birleşik Devletleri'nde küçük ölçekli girişimlerde yapılmaktadır hâlâ. Rosa Luxemburg'un elli yıl önce açıkladığı üzere, sınama tahtası olarak davranmaktadırlar. Ancak, başarı garanti edildiğinde, bu şirketleri tekelci korporasyonlar satın almaktadırlar. Hollandalı Profesör Kistemaker, ültrasantrifujun babası, özellikle bilimsel âletler alanında, bu küçük işlerin, Amerika Birleşik Devletleri'nin gelişiminde oynadıkları önemli role değinmektedir” (Mandel, 1974, s.47). Ayrıca bkz. (Tanyılmaz, 2002, s.17).

195

kimilerinde daha görünürdür ve bu ülkelerdeki yerli sermaye birikiminin yapısına,

uluslararası sermayeyle eklemlenme düzey ve biçimlerine bağlıdır.166

Bilim ve teknoloji üretiminin parçalara bölünmesi ve Ar-Ge’nin

uluslararasılaşması, bu sınama tahtası niteliğinin yeni bir boyut kazanmasını sağlamıştır.

Bilimsel teknolojik yenilikler hala küçük ölçekli birimlerde geliştirilmekte, buralarda

sınanmaktadır. Ancak gerek bunun geç kapitalistleşen ülkelere ayrılan parçaları, gerekse

de buna uygun koşulların yaratılması ile birlikte sınama tahtaları, uluslararası şirketler

ile benzer bir ilişkiyi kuracak şekilde geç kapitalistleşen ülkelere de taşınmıştır. Elbette

ki, bilimsel teknolojik üretimin kilit öğeleri, jenerik teknolojilerin üretimi hem sınama

yanılmanın gerektirdiği sermaye birikimi ve finansal düzey açısından hem de üretkenlik

ve yeni ürünler açısından merkezi önem taşıması yüzünden erken kapitalistleşmiş

ülkelerde kalmıştır.

Öte yandan uluslararasılaşan üretken sermayenin, uluslararası şirketlerin dünya

üzerinde eşitsiz ama bileşik yayılan (bileşik vurgusu, bilişim teknolojileri, üniversiteler

arasındaki işbirliği gibi nedenlerle dünya üzerinde etkileşimin hız ve yoğunluk

kazanması yüzünden önemlidir) sınama tahtaları, Ar-Ge birimleri ile kurduğu ilişkide

ortaya çıkmaktadır. Geç kapitalistleşen ülkelerde, ülke içi birikimin geldiği düzeyden

doğan büyük şirketler, tekeller ile uluslararası şirketlerin oluşturduğu oligopol yapı, bu

“sınama tahtalarının” koşullarını yarattığı gibi, onlarla yürüyen bağın niteliğini de

belirlemektedirler. Bu nedenle verilen Ar-Ge desteklerinin büyük bir bölümü, bu

oligopol yapıyı oluşturan şirketlerin projelerinde kullanılmaktadır. Bu ülkelerin

genelinde üniversite sanayi işbirliğinin geliştiği temel alanlar yine bu şirketlerin ve

sınırlı da olsa savunma sanayinin Ar-Ge projelerindedir. Bunu ileride Türkiye örneğinde

göstereceğiz.

Ulusal Yenilik Sistemleri olarak sunulan ulusal ölçekte teknoloji geliştirme ve

destek projeleri ise uluslararası sermaye ile eklemlenen ülke sermayelerinin, devletin

etkinliğinin azaltıldığı “neoliberal” dönemde, yeni devlet kurumlaşmaları ve destekleri

166 Ar-Ge’nin uluslararasılaşmasında uluslararası şirketlerden başlayarak geç kapitalistleşen ülkelerde Ar-Ge etkinliklerinin değişimine ileride daha ayrıntılı değineceğiz. Bu değişim, üretken sermayenin uluslararasılaşmasında Bina ve Yaghmaian’ın vurguladığı dönüm noktalarıyla koşutluklar sergilemektedir (Bina ve Yaghmaian, 1991), (Palloix, 1977).

196

temelinde sanayiye müdahale etmelerinin yöntemleri olarak ortaya çıkmaktadırlar.

Üstelik dış ticaretin devasa biçimde hızlandığı bir dönemde, dışa yönelik sermaye

birikiminin hakim olduğu bu ülkelerde, teknolojik yenilik ihtiyacı sadece uluslararası

sermayenin değil, kendisi de belirli ölçülerde uluslararasılaşan kesimlere sahip olan

yerli sermayenin de gereksinimidir. Burada önemli olan, devlet dışında üniversitelerin,

Ar-Ge kurumlarının benimsemesi ve ortak yürütmesi beklenen bu sistemli politik

uzlaşmanın, aynı zamanda içeride sermaye birikiminin belirli düzeyine karşılık gelmesi,

onun ihtiyaçlarına denk düşmesidir. Ar-Ge’nin uluslararasılaşmasında belirleyici olan

uluslararası şirketler iken, bunun geç kapitalistleşen ülkelerle eklemlenmesinde diğer bir

belirleyici unsur bu ülkelerde öne çıkan iç sermaye birikimini geliştirmiş oligopol

yapıdır. Buna benzer biçimde, önerilen devlet teşviki, üniversite ve sanayi işbirliği de

bu yapının rekabet üstünlüğü, teknoloji geliştirmesine yöneliktir. KOBİ niteliğindeki

işletmelerde teknoloji geliştirme, belirli düzeyde bir sermaye birikimini

gerektirmektedir. Bu işletmeler ise ya yan sanayi ile bağlantı ya da belirli riskli

teknolojik yeniliklerin oluşturulmasında sınama tahtası işlevi görmektedirler. Ulusal

yenilik politikaları önerileri, bu sınama tahtalarının bu sermaye kesimleri için

geliştirilme ortamını oluşturma hedefindedir, önerilen kuluçka sistemi uluslararası

sermayeyle eklemlenmiş oligopol yapının etrafından saçaklanan bir teknoloji geliştirme

düzeyini ifade ettiği kadar, bu sermaye kesimlerinin istekleri ve kapasiteleri ile

sınırlıdır.

Burada ortaya çıkan iki temel sonuç önemlidir ve daha sonra Türkiye’ye dair

çıkarımlarda kullanılacaktır:

İlk temel sonuç şudur: Ar-Ge’nin uluslararasılaşması sürecinin motoru ve temel

sürükleyicisi uluslararası şirketlerdir. Çünkü Ar-Ge harcamalarında başı çeken şirketler,

baştan beri tekeller (oligopoller) olmuşlardır. Mandel’in de belirttiği gibi, büyük

şirketlerin bu alanda egemen oluşunun ana nedenlerinden biri, bilimsel üretim sürecinin

yani Ar-Ge’nin ve bilimsel araştırmanın riskli olmasıdır (Mandel, 2008, s.338). Bu riski

kaldırabilmek büyük sermayeler gerektirmektedir. Bu nedenle Ar-Ge harcaması en

yüksek olanlar büyük şirketlerdir, bunun dışındaki Ar-Ge harcamaları tam da bu yüzden

devlet destekleri ile sürmektedir. Ve yine bu nedenle 1990 sonrası Ar-Ge’nin

uluslararasılaşmasının başını çeken uluslararası şirketlerdir.

197

Bina ve Yaghmaian, daha önce yabancı ülkelerde maden sanayine giren

“ulusötesi” şirketlerin üretken sermayenin uluslararasılaşmasının tekil örnekleri

olabileceklerini ama bunun yeterli olmadığını belirtirler. Genel dönüm noktası olarak,

üretken sermayenin uluslararasılaşmasının “ulusötesi” şirketlerin imalat sanayine

girmesi ile başladığını öne sürerler (Bina ve Yaghmaian, 1991, s.113). Bugünkü

durumda, üretimi uluslararasılaştıran bu uluslararası şirketler, belirli ülkelerdeki üretim

yerlerinde Ar-Ge ortamının gelişkinliğine bağlı olarak Araştırma-Geliştirme birimlerini

de kurmaya başlamışlardır.

Bilimsel üretim süreci, sadece şirketlerin Ar-Ge’sini değil aynı zamanda

devletin, üniversitelerin yürüttüğü Ar-Ge çalışmalarını da kapsamaktadır. Özellikle

‘70’lerin ortasında başlayan krizden sonra bu Ar-Ge alanlarının daha dolaysız biçimde

sermayenin hizmetine koşulması gündeme gelmiştir. 1980’lerden sonra uluslararası

anlaşmalar ve “neoliberal” politikalarla, yatırım ortamını iyileştirmek için Ar-Ge destek

ve teşvik politikalarıyla devletlerin Ar-Ge desteklerinin yönlendirilmesi, üniversiteler

ile sanayi işbirliğinin güçlendirilmesi, iletişim ve elektronik haberleşme,

telekomünikasyon alt yapısının özelleştirilmesi gündeme gelmiştir167. Bir yandan bunlar

bilimsel üretim sürecini daha fazla sanayiyle entegre etmiştir. Öte yandan ise bilimsel

üretim sürecinin kendisi uluslararasılaşan üretim sürecine paralel olarak bir sanayi gibi

uluslararasılaşmaktadır. ’70 krizi sonrasında şiddetli biçimde düşen kar oranları

üzerinden dünya pazarında kızışan rekabetin sonucunda uluslararası şirketler Ar-Ge’ye

uluslararası alanda girişmişlerdir. Bir anlamda, Bina ve Yaghmaian’ın ileri sürdüklerine

benzer biçimde uluslararası şirketlerin, dünya üzerinde (elbette ki eşitsiz ve bileşik

biçimde) devlet, sanayi ve üniversitenin Ar-Ge sürecinde giderek daha fazla birbiriyle

ilişkili hale gelmesiyle birlikte gelişen ve bütünleşen bilimsel üretim sürecine girmesi

söz konusudur. Bu da Ar-Ge’nin uluslararasılaşmasında uluslararası şirketlere

sürükleyicilik vermektedir.

167 ABD’nin yanı başındaki Meksika’nın “neoliberal” politikalarla bilimsel üretim sürecini yeniden yapılandırmasına çarpıcı bir örneği Schoijet ve Worthington vermektedir (Schoijet ve Worthington, 1993). Bir yandan üretimin uluslararası şirketler etkisiyle ve ulusal ölçekte yeniden yapılanması ile üniversite-sanayi işbirlikleri, konsorsiyumları arasındaki ilişkinin gelişimini anlatan makale, öte yandan bilimsel üretim sürecindeki sınıfsal ayrımlaşmayı ve direnci de anlatmaktadır. Öyle ki, yerel halk ve bölgede çalışanlarla ilişki kuran (enerji üretiminde nükleere karşı çıkan, elektronik sanayinin yarattığı çevre kirlenmesi üzerine araştırma yürüten), bunların sorunlarına yönelen araştırmacılar ve araştırma kurumlarına yönelik baskı ve yeniden yapılanma farklı örneklerle anlatılmaktadır.

198

Ancak büyük şirketler ve uluslararası şirketler kavramlarına değinirken,

sermaye birikimi çerçevesinden bakmanın ayırt edici özelliği vurgulanmalıdır. Buna

göre, büyük şirketler ve uluslararası şirketler yani yerli ya da uluslararası tekeller, tek

tek firma düzeyinde, firmalar arası ilişki düzeyinde irdelenmemelidirler, aksine (tekel

ve oligopol nitelikleri yüzünden) özgül bireysel sermayeler olarak genel olarak sermaye

ile ilişkileri çerçevesinde irdelenmelidirler (Palloix, 1977).

İkinci temel sonuç ise, uluslararası şirketlerin, Ar-Ge çalışmalarını

uluslararasılaştırırken eklemlendikleri, etkileştikleri şirketlerin, genellikle yerleştikleri

ülkelerdeki ihracata açılmış oligopoller olmasıdır. Bu sadece tekil TOFAŞ Fiat

örneğinin genelleştirilmesi değildir, olgular da bunu söylemektedir. Örneğin,

Deraniyagala, geç kapitalistleşen ülkelere dair, yabancı teknolojiye bağımlı kaldıkları ve

teknoloji geliştiremedikleri yönündeki genel kanıya ters örneklerin çoğaldığını belirtir.

Ona göre, son 20 yıldır geç kapitalistleşen ülkelerde teknoloji geliştirmenin karmaşık ve

farklı doğasını açığa çıkartan bir bu literatür hakim görüşe meydan okumaktadır

(Deraniyagala, 2006, s.123). Ayrıca Ben Fine ile birlikte yaptıkları bir çalışmada, bu

ülkelerde dış ticaretin serbestleşmesinin bütün sektörlerde genel olarak üretkenliği

artırıcı teknolojik değişimi teşvik ettiğini savunan görüşleri eleştirirler ve bunların,

teknolojik değişimin zaman zaman oligopolcü piyasa yapılarında öne çıktığını gösteren

alternatif çalışmaları göz ardı ettiğini vurgularlar (Deraniyagala ve Fine, 2001). Ar-

Ge’nin uluslararasılaşması olarak saptadığımız üretken sermayenin

uluslararasılaşmasının belirli bir sonucu, bilimsel üretim sürecinin dünya üzerindeki

dışsal yönünü oluşturmaktadır. Bu dışsal yön, sermaye birikiminin içsel yönüyle

etkileşmekte, hali hazırda onu önünde etkileyip etkileneceği bir ortam olarak

bulmaktadır. Deraniyagala’dan aktardıklarımız bilim üretme, teknoloji üretme ve

teknoloji geliştirmenin ülke içi birikim ile olan ilişkisini kurduğumuz ilerleyen bölümde

daha ayrıntılı ele alınacaktır.

Uluslararası şirketlerin (ve bazen bunlarla birlikte oligopol yapıların) Ar-Ge

çalışmalarını uluslararasılaştırmasına yönelik örnekleri çoğaltabiliriz. Örneğin,

Türkiye’de kurulan ve sayıları 20’yi bulan Teknoloji Serbest Bölgeleri ve Teknoloji

Geliştirme Bölgeleri'nde Ar-Ge faaliyetleri yürüten şirketlerden uluslararası şirketlerin

Ar-Ge firmaları da bulunmaktadır. Bu Ar-Ge firmalarında yerli nitelikli işgücü

199

çalıştırılmaktadır. Gebze'deki Teknoloji Serbest Bölgesi’nde bulunan Amerikan General

Electric Şirketi’nin, 25 Türk mühendisten oluşan General Electric Marmara Technology

Center A.Ş. adlı birimi anılan Serbest Bölge’de iki yılı aşkın süredir faaliyettedir”

(Tuncel, 2005). İncelediğimiz dönem içerisinde Nortel şirketinin ortak olduğu Netaş ve

onun yanı sıra Toyota gibi şirketler de de Ar-Ge çalışmalarını yerli nitelikli işgücünü

kullanarak yapmaktaydılar. Sony Türkiye Genel Müdürü Moshen Noohi şunları

söylüyor (Capital Dergisi, 1 Aralık 2003):

Türkiye’deki operasyonumuzu satış ve pazarlamadan çok Ar-Ge faaliyetlerine yönelik olarak kullanıyoruz. Buradan Avrupa’ya IT araştırma ve geliştirme faaliyetleri yürütüyoruz. Bu alandaki gelişimimiz sürdüreceğiz. Bu alanda daha fazla yatırım yapacağız.

Dünya üzerinde teknoloji ve Ar-Ge’ye yönelik politika belirleyen, öneren, karar

veren farklı kurumların, araştırma kurumlarının, üniversite sanayi işbirliğinin artmasının

nedeni Schumpeterci ya da yeni-Schumpeterci görüşün yaygınlaşması değildir. Tam

tersi geçerlidir. Bilimin gerçek boyunduruk altına alınması sürecinde mesafe kat

edildikçe Ar-Ge de uluslararasılaşmakta, belirli kademeleri dünya üzerine denetimli

olarak yayılmaktadır. Uluslararası şirketlerin sürükleyiciliği ile yürüyen Ar-Ge’nin

uluslararasılaşması sürecinde, Ar-Ge için ülkelerin seçimi, bu ülkelerdeki uygun Ar-Ge

alt yapısı, nitelikli emek gücünün durumu, maliyetler gibi sermaye birikiminin benzer

ölçülerine dayanmaktadır. Fakat teknolojik alt yapı ile Ar-Ge alt yapısının

oluşturulması, giderek daha fazla ülkenin gündemine “yatırım ortamı”nın iyileştirilmesi

gerekçesiyle girmektedir. Uluslararası kurumlar da bu yönde politikaları desteklemekte,

izlemektedirler168. OECD, AB gibi birçok farklı ulusların bir araya geldiği birlik ve

platformun, Bilim ve Teknoloji karneleri oluşturması, bunlara fon ayırması bu

yüzdendir. UNCTAD, OECD’nin “ulusötesi” şirketler ya da yatırım raporlarında

birleşme-satın alma, doğrudan yatırım göstergelerinin yanında Ar-Ge doğrudan yatırım

projeleri de gösterge olarak yer almaktadır. Türkiye’de yatırım ortamını iyileştirmek

için uluslararası şirketler, yerli büyük şirketlerle devlet kurumlarının birlikte toplanarak

oluşturdukları Yatırım Danışma Konseyi’nin senelik toplantılarında ve raporlarında

168 “Hizmetlerin özelleştirilmesi” altında yürütülen, geç kapitalistleşen ülkelerde devlete ait olan telekomünikasyon ve iletişim sektörlerinin özelleştirilmesi gibi uluslararası anlaşma yükümlülükleri, kuşkusuz destekten ve politika önerisinden öte zorlayıcılığı ifade etmektedir.

200

Türkiye’de Ar-Ge desteklerinin ve Ar-Ge temelinin oluşturulmuş olmasına yaptıkları

vurgu da böyle bir amaçladır. Üstelik uluslararası şirketlerin düşen karlılık

ortamında, Ar-Ge çalışmalarının farklı devletler tarafından desteklenmesi, onlara

bu yönde büyük kaynak aktarılması, bu sayede elde edilen karlar özel mülk

altında kalırken, bu şirketlerin bu yöndeki maliyetlerinin, risklerinin

toplumsallaşmasını da sağlamaktadır. Kuşkusuz, teknoloji üretiminin

kademelenmesi, bu kademe zincirleri arasında hiyerarşi ilişkilerinden ve işbölümünden

uzak değildir; ancak bu ilişkilerin karmaşıklaştığı bir gerçektir.

2.6.6.2 Bilim Üretim Sürecinin Uluslararasılaşmasının Koşulları

Bilimsel üretim sürecinin özgül çelişkisi, altında yatan paradoks, soyut

düzlemde de olsa, bu üretim sürecinin uluslararasılaşmasına yansımaktadır. Bu yansıma

eşitsiz ve bileşik gelişen bir nitelik sergilemektedir. Buna göre, uluslararası düzeyde

sermaye birikiminin eşitsiz, hiyerarşik yapısına dayalı olan ve onunla dolaysızca bağlı

olan teknolojik gelişmede, teknolojik bağımlılık, bağlılık zinciri kırılmamalıdır. Ancak

öte yandan, uluslararası düzeyde kızışan rekabet için tüm kaynaklar soğurulmalı,

teknolojik yenilik olanakları kullanılmalıdır. Teknolojik bağımlılığın kırılmaması ile

teknolojik yeniliğin yaratılması ve genişletilmesi arasındaki çelişki her zamanki gibi

mülkiyet ilişkilerinin yeni biçimlerle genişletilmesiyle çözülmektedir. Uluslararası

düzeyde fikri mülkiyet “hakları”nın uluslararası anlaşmalarla geç kapitalistleşen

ülkelere kabul ettirilmesi bu sürecin bir sonucudur.

2.6.6.2.1 Fikri “Mülkiyet Hakları”nın Uluslararası Anlaşmalarla Kabul Ettirilmesi

Çokuluslu şirketler, üretimin uluslararasılaşması ile birlikte teknoloji

transferinden doğan kilit niteliklerini, lisans, fikri mülkiyet hakları gibi yasal

düzenlemelerle özel mülkiyet korumasına almaktadırlar; ancak bu teknoloji transferleri

sonucunda o ülkenin sınırlı da olsa teknolojik yeteneğini geliştirme olasılığını da

görmektedirler.

Siemens yönetim kurulu başkanı V. Pierer teknoloji transferinin, transfer yapılan

ülkelerde “etkileşimi” harekete geçirdiğini vurgularken buna değinmektedir (Aktaran

Tanyılmaz, 2002, s.23):

201

… bu pazarların bizim için temelli ve istikrarlı olmalarının önkoşulu, bizim uygun büyüklükte katma değeri oraya kaydırabilmemizdir; çünkü ancak oradaki yerel ekonominin sanki bir üyesiymiş gibi kabul gördüğümüzde uzun vadede orada iş yapabilmemiz mümkün olacaktır. Tabii ki bunun bedeli, yatırımların ve finansman yardımlarının yanı sıra, bu ülkelere amaca uygun bir know-how transferidir. Ancak iyi hizmet ve nitelikli know-how daima aynı madalyonun iki yüzü olduklarından, günümüzde gerçekleştirilen know-how transferinin (örneğin Çin’e) bir sonucu olarak orta vadede bu ülkelerden gelebilecek bir kitlesel rekabeti hesaba katmak zorundayız. Giderek daha fazla birbirine yaklaşan dünyamızda bu ağ tarzı etkileşimlerden kendi üstünlüğümüz ve teknolojik gücümüz için faydalanmak bize bağlı olacaktır.

Siemens yöneticisinin, Siemens’in Çin’e yaptığı üretim ve teknoloji transferi

sonucunda, bu ülkeden gelebilecek rekabetten neyi kastettiği açıktır. İleride geç

kapitalistleşen ülkelerin teknoloji edinme (transfer) süreçlerinin, içsel sermaye birikimi

ile buluştuğu elverişli noktalarda, bu ülkeler için sınırlı da olsa teknoloji geliştirme

olanağını sunduğunu belirteceğiz. Teknoloji üretiminin içsel koşulları, iç sermaye

birikimi ile ilişkisini anlatacağımız ileriki bölümlerde bunu ayrıntılı işleyeceğiz.

Elbette, üretimin uluslararasılaşmasının temel aktörü olan çok uluslu şirketlerin

bu teknoloji üstünlüklerini elden çıkarmamak isteyeceği de ortadadır. Bu yüzden çok

uluslu şirketler, üretimlerini uluslararasılaştırırken, teknoloji transferlerini de koruma

altına almak için fikri mülkiyet hakları, lisans sözleşmeleri ile kilit teknolojilerini

koruma altına almaktadırlar (Ernst, 1985). Ama artık sadece merkez ülkelerde üretilen

teknolojik yeniliğin kopyalanmasını engellemek için müdahale söz konusu değildir,

aynı zamanda uygun geç kapitalist ülkelerde yapılan bilimsel üretim de mülk

edinilebilmekte, denetlenebilmektedir. Bunun için desteklenen bir başka strateji ise,

nitelikli işgücünün ve ortamın bulunduğu durumlarda, burada gelişebilecek fikirleri,

yenilikleri de sermayeleştirmek için Ar-Ge harcamalarının yasal zemininin ve

kurumlarının oluşturulmasına karşı çıkmamak; hatta uluslararası kurumlar eliyle destek

vermektir.

202

2.6.6.2.2 Ar-Ge Destek ve Teşviklerinin Dünya Çapında İzlenmesi ve Ülkelere Ulusal Politika Olarak Önerilmesi

Uluslararası şirketlerin sürükleyiciliğinde Ar-Ge’nin uluslararasılaşmasına eşlik

eden, hatta bunun koşulu olan bir olgu, genellikle yerleşilen devlette Ar-Ge’ye yönelik

destek ve teşvikin bulunmasıdır.

OECD’nin Bilim ve Teknoloji karnesi, ülkelerin Ar-Ge harcamalarını, bu

harcamaların içinde kamunun ve özel şirketlerin payını özellikle incelediğimiz dönemde

ayrıntılı olarak göstermektedir. Aynı kurumun yenilik (innovation) ve Ar-Ge üzerine

raporlarının artması, araştırma alanlarının buraya yoğunlaşması bunun diğer açık

göstergeleridir. AB’nin çerçeve programları (FP6, FP7) gerçekte yenilik ve Ar-Ge ile

teknoloji politikaları alanında kapsamlı programlardır. Bu yönde teşvik, destek,

harcamanın artmasıyla birlikte, bu teşviklerin sonuçlarının izlenmesi, standartların

oluşturulması, tespit edilmesi, patentlerin izlenmesi yönünde kurumsal değişiklikler

uluslararası kurumların on yıllardır içinde bulunduğu yeniden yapılanmalardır. 1990’lı

yıllarla birlikte uluslararası kurumların bu yönde ülkeleri izlemeye başlaması, bu

ülkelerde teknolojiye yönelik devlet teşviklerinin gelişmeye başlamasıyla koşuttur.

2.6.6.2.3 Nitelikli Emek Gücü, Eğitimde Artan Uzmanlaşma

Bilim üretim sürecinin uluslararasılaşması ile birlikte, bu sürecin etkin olmaya

başladığı geç kapitalistleşen ülkelerde, sürecin ihtiyaçları ölçüsünde nitelikli emek gücü

yaratmanın, bilimci, araştırmacı, tasarımcı, mühendis yetiştirmenin alt yapısı da

oluşturulmaya çalışılmaktadır. Uluslararası Kurumların yayınlarında “beşeri sermaye”

(Human Capital) olarak nitelenen bu türden nitelikli emeğin yaratılması sürecidir. Tüm

süreç sermaye birikiminin bir sonucu ve biçimi olduğu için, bunun geç kapitalistleşen

ülkelere yansımasının da eşitsiz ve bileşik yapıda olması kaçınılmazdır. Üniversite

kurumlarında, yüksek lisans, doktora araştırma kurumlarında ve üniversite sanayi

işbirliğinde yapılacaklara dair uluslararası önerilerin ancak belirli bir kısmı

uygulanabilecek, ülke içinde belirli üniversitelerde sonuç alınacaktır.

Bilim üretim sürecinin başta belirttiğimiz temel özgüllüğü ve çelişkisinin bir

sonucu olarak, yaratıcı zihinsel emek ile iş arasındaki gerilim sürmek zorundadır. Bu

nedenle üniversitelerin kapitalist sermaye teşekküllerine dönüşmesi de gerilimlidir;

203

ancak kesin olan üniversitelerin ve sanayinin Ar-Ge açısından iki ayrı kaynak olarak

kalacaklarıdır. Bu nedenle aynı zamanda sanayiye de bilim üretim süreci yani Ar-Ge ve

mühendislik için nitelikli emek gücü sağlayan üniversitelerde eğitimin eşitsiz ve

hiyerarşik yapıda da olsa geliştirilmesi, uluslararasılaşan üretken sermayenin, bilim

üretim sürecinin ihtiyaçları ve çıkarlarına denk düşmektedir.

Üniversite sanayi işbirliğinden (Türkiye’de İTÜ OTAM, ODTÜ Teknokent),

teknoloji desteklerinden (TTGV; TİDEB) en fazla yararlanan, çok uluslu şirketler ile

bunların ortağı olan yerli büyük holdinglerdir. Bu süreç eşitsiz ve bileşik gelişme

yasasına uygun olarak yerli sermaye birikimi açısından Ar-Ge’nin

uluslararasılaşmasıyla eklemlenmenin önünü açmaktadır. Eşitsizdir; örneğin genetik

araştırmaları için gereken donanım ve sermaye birikimi ancak erken kapitalistleşmiş

ülkelerde bulunmaktadır. Ancak aynı zamanda bileşik gelişmedir; çünkü kimi

durumlarda teknolojik gelişme açısından aynı yol kat edilmemekte, uygun olan yerden

başlanabilmektedir. Örneğin, Aselsan’ın şifreleme, telsiz araştırmaları; ODTÜ ile bu

gibi konularda yürütülen kapitalist elbirliği, robotik alanındaki bazı firmaların

çalışmaları, nanoteknoloji alanında Bilkent gibi üniversitelerle yürütülen elbirliği, erken

kapitalistleşen ülkelerdeki Ar-Ge çalışmalarına yakın nitelikler barındırmaktadır.

Aselsan ve Bilkent örneklerinde görüldüğü gibi geç kapitalistleşen ülkelerde de sınırlı

alanlarda önemli bilim ve teknoloji üretimi gerçekleşebilmektedir. Sınırlı da olsa kimi

alanlarda böylesi teknik gelişmelerin erken kapitalistleşen ülkelere yakın olması,

bilim üretim sürecinin uluslararasılaşmasının bir görünümüdür; yoksa bu durum,

teknolojilerde bu ülkelere yetişme anlamına gelmemektedir. Bunu şöyle açıklamak

olanaklıdır: Bilkent’te yapılan nanoteknoloji araştırmaları Avrupa düzeyinde ileri

araştırmalardır ve yerli nitelikli emek gücüne dayanmaktadır. Bu araştırmaların

kapitalist meta üretimine giren ürünlere dönüşmesi durumunda, bu üretimi

gerçekleştiren tekil sermaye, ya üretimin gerektirdiği birikim gereği uluslararası

şirketlerle ortak olacaktır ya da uluslararası şirketin altında üretecektir. Diğer seçenek,

bağımsız bir üretici olarak girmesidir, bu durumda yukarıda belirttiğimiz “sınama

tahtası” olarak kalacaktır. Ülke içinde bu metanın üretilmesinin tüm zorlukları

deneyimlendikten sonra ister değersizleştikten, isterse de üretimi oturtmasından sonra

uluslararası şirketler tarafından birleşme veya satın alınma (M&A) yöntemiyle ele

geçirilecektir. Bu ise teknolojik yetişmeden daha çok, yerli nitelikli emek gücünün

204

yaratıcılığının soğurularak, uluslararasılaşan sermaye tarafından kızışan rekabet

koşullarında kar oranlarının düşmesini dindirebilmek için mülk edinilmesidir.

Üniversite sanayi işbirliğinin sağlanabilmesi için nitelikli emek gücünün

oluşturulması gerektiği gibi, bu emek gücünü oluşturacak eğitim (gerçekte üretim)

sisteminin de üretim sürecine benzer biçimde rasyonelleştirilmesi gereklidir. Bu

rasyonelleşmenin önündeki engellerden biri, bilim üretim sürecinin kendisinin sanayiye

dönüştürülmesi ile paralel biçimde üreticilerin, araştırmacıların ve eğitmenlerin denetim

altına alınmasıdır. Bu yapılmazsa bunlar sürecin önünde bir “engel” haline gelmektedir.

Japonya’da aşılmış olan, üniversite sanayi işbirliğinin önündeki “engelleri”

Toshiba’nın Teknolojiden Sorumlu Başkanı Yamashita şöyle açıklamaktadır ”

(www.bilgicagi.com, 12 Kasım 2007):

Devlet üniversiteleri o kadar çok destekleniyordu ki, üniversite öğretim görevlileri hiçbir ek gelire ihtiyaç duymadan yüksek standartlarda yaşayabiliyordu. Bu da onlar için ek iş demek olan sanayi işbirlikleri ile ilgilenmelerine engel teşkil ediyordu. Ayrıca üniversitelerde alınan patentler devletin sayılıyordu bu da araştırmacıların haklarını kendilerine ait olmayacak teknolojiler için çaba harcamasını teşvik etmiyordu. … hükümetin üniversitelere verdiği teşvik azaltıldı. Bu sayede üniversiteler sanayi ile işbirliğine yaklaştırıldı.

Üniversitelerdeki nitelikli emek gücünün durumu ve yetiştirilmesi buna göre

yeniden düzenlenirken, buna koşut olarak bizzat yüksek öğretim sisteminde program ve

müfredat olarak uzmanlaşma daha fazla artırılmaktadır. Mandel (2008, s.348-50) bu

süreci şöyle açıklamaktadır:

Bilimin kümülatif büyümesi ne kadar çok ve araştırma ve geliştirmenin ivmesi ne kadar hızlı olursa, özgül kapitalist işbölümü, rasyonalizasyon ve uzmanlaşmanın özel karlılık artırma süreçleri –başka bir deyişle- emeğin sürekli fragmantasyonu- o kadar çok entelektüel emek ve bilimsel eğitim alanlarına nüfuz eder… Uzmanlaşmış ve kapitalist işbölümüne tabi kılınmış uygulamalı bilim –tekellerin kar maksimizasyonuna tabi kılınmış, parçalanmış bilim: geç kapitalizmin yüksek eğitimdeki savaş sloganı işte budur. Marx’ın … sözleri bir gerçeklik olmuştur: bilimin doğrudan (dolaysız olmalıydı –b.n.) üretime uygulanması, bu üretimi hem belirleyip hem de talep ettiği zaman icatlar bir işkolu haline gelir ve çeşitli bilimler sermayenin mahkumları haline gelir… [entelektüel emeğin –b.n.] bu

205

proleterleşme süreci ne kadar ileri giderse bilimler arasındaki işbölümü de o kadar derinleşir, bunun eşliğinde kaçınılmaz olarak aşırı uzmanlaşma ve ‘uzman aptallığı’ gelişir ve öğrenciler sermayenin değer kazanma koşullarına katı bir biçimde tabi kılınmış at gözlüklü bir eğitimin mahkumları haline gelirler.

Gerçekte, bilimsel üretim sürecinin gerçek boyunduruk altına alınma girişimine

koşut olarak, zihinsel emek süreci de disiplinlere bölünmekte, zihinsel emek gücünün

yetiştirilmesi sorunu ortaya çıkmaktadır.169 Buna uygun nitelikli emek gücünün yeniden

üretilmesinin koşulları hazırlanmaktadır. Bu konuda Ansal (1997, s.191), şunları söyler:

Üniversitelerle sanayi arasındaki ilişkileri daha yakın bir işbirliğine dönüştürerek üniversitedeki bilimsel potansiyelden ve çalışmalardan azami faydayı sağlamanın yolları açılmaya çalışıldı. Böylece … sanayi, üniversitelere kârlı bir işbirliği ve yatırım alanı olarak kapılarını ve kasalarını açtı. Bunun sonucunda da, bütün araştırmalar yeniden tanımlandı ve fakülteler, öğretim üyeleri ve öğrencilerin bu yapı içinde bağımsız bilimsel çalışmaları son buldu. Artık üniversitelerdeki bilimsel çalışmalarda hangi soruların peşine düşüleceğini, hangi problemlerin inceleneceğini, ne tür çözümlerin aranacağını ve ne tip sonuçlar çıkarılması gerektiğini bu yeni yapı belirler oldu… Son on yıllar içinde sanayide giderek artan bilimsel ve teknik uzmanlık gereksinimi nedeniyle, uzmanlık alanları daha çok parçaya bölünerek, çok sayıda dar alan uzmanlıkları ortaya çıkarıldı. Bu bölünme sonunda, her uzmanlık alanı kendi özel dilini ve terminolojisini doğurmuş, bu da bilimin halktan ve popüler kültürden daha da uzaklaşmasını getirmiştir.

Üniversite, meslek yüksek okulu ve meslek liselerindeki süregelen disiplinlere

son on yıllarda eklenen yeni disiplinler böyle bir gelişmenin göstergesidirler. Bu süreç

aynı zamanda bilimsel, teknik üretimin uluslararasılaşmasına, Ar-Ge’nin

uluslararasılaşmasına zemin hazırlamaktadır. Türkiye’de bu yönde yaşanan gelişmelerin

somut örneklerini ilk bölümde vermiştik, ABD’den örnekler ise David Noble’ın

çalışmalarında görülebilir (Noble, 1981 ve 2001).

Bilimsel üretim sürecine nitelikli emek gücü yetiştirme işleminin kendisi de bu

üretim sürecinin koşullarına, denetime, talebin koşulları tarafından geri beslenmeye ve

169 Tessa Morris-Suzuki, eğitimin “yaratıcılığı bilimselleştirmek” üzere bir sisteme dönüştürüldüğünü, bu biçimde tasarlandığını belirtir. Morris Suzuki’ye göre, bunun bir yolu sanayi ile eğitimi daha fazla birleştirmektir, diğer yolu ise bilimsel araştırmayı ekip işine bölüp, verimlilik hedefleri gibi denetim mekanizmalarına tabi tutmaktır (Morris-Suzuki, 1998, s.69).

206

standartlaştırılmaya tabi tutulmaktadır. Zaten bilimsel üretim süreci, temel bilimsel

araştırmalardan, teknoloji üretimine kadar zihinsel üretim alanını kapsar. Dolayısıyla

temel bilimsel araştırmaların üretilmesi, bu bilimsel araştırmalarda elbirliğinin ya da bu

araştırmaları yürütecek nitelikli emek gücünün üretilmesi anlamına gelen (ya da bu

kapsamıyla) eğitim sürecini de dolaysızca içerir. Bilimsel üretim sürecinin kapitalizm

tarafından gerçek boyunduruk altına alınma çabası, sermayenin sınırlarında bir çabayı

getirdiği kadar zihinsel emeğin ürünlerinin mülk edinilmesi amacını da taşır. Eğitim

sürecinin dallanması, eğitimdeki bölümlenme, bu nedenle sadece sanayinin talebine

yönelik eğitim dallarının oluşturulması gibi dışsal etkenlerle açıklanmamalıdır. Tıpkı

teknolojinin ve bilimin üretilmesinin sadece talep dinamiğiyle açıklanmaması gerektiği

gibi, bilimsel üretim sürecinin boyunduruk altına alınması çabasının bir sonucu olarak

açıklanmalıdır.

Bilim üretim sürecinin boyunduruk altına alınma girişiminin belirli bir evresinde

bilim üretim süreci uluslararasılaşmıştır. Bunun genel yapısını, sürükleyicilerini ve

koşulları ve sonuçlarını aktardıktan sonra, geç kapitalistleşme ile bu sürecin ilişkisine

geçebiliriz.

2.6.7 Bilim Üretim Sürecinin Uluslararasılaşması İle Geç Kapitalist Ülkelerin Eklemlenmesi

Üretim yapısının teknolojik değişimini izlerken iki ölçüyü hep koruyoruz.

Teknolojiyi edinmek170 ile teknolojiyi üretmek iki ayrı niteliktir ve bu iki ölçüden

üretim yapısının teknolojik değişimi irdelenmelidir. Bilim üretim sürecinin kapitalist

boyunduruk altına alınması ile birlikte uluslararasılaşması, teknolojinin üretilmesine

dair bir niteliktir ve erken kapitalistleşmiş ülkelerde ayrı biçimlerde, geç kapitalistleşen

ülkelerde ayrı biçimde görünür, farklı biçimlere bürünür. Geç kapitalistleşen ülkelerin

bu ülkelere eklemlenmesi, üretken süreç açısından baştaki iki ölçüye uygun ama

sermaye birikimi doğrultusunda gerçekleşir. İmalat sanayinin genel yapısındaki

teknoloji edinimi açısından sanayi üretiminin yapısı, üretken sermayenin sanayi

170 Bu kavramlaştırmada teknoloji edinmek, teknoloji transferi yapmak anlamına gelmektedir. Teknoloji edinmenin kendisi, edilgen olamaz. Transferi yapan ülkenin bu teknoloji ile sağladığı uyum, teknoloji üretmenin, onarma, taklit, geliştirme gibi kaçınılmaz ilk basamaklarının oluşmasına yardım eder. Teknoloji transferi için bkz. Emmanuel (1982), Erdost (1982), Kiper (2004).

207

üretimindeki dinamizmi ile teknoloji üretmek açısından ise Ar-Ge üretimi, üniversite

sanayi işbirliklerindeki üretim açısından belirlenir. Aşağıda, uluslararası anlamını

açıkladığımız bu süreçlerin iç birikim ve iç dinamik yönünü, uluslararası sermaye ile

eklemlenme yönünü açıklamaya çalışacağız.

2.6.8 Geç Kapitalistleşen Ülkelerde Sermaye Birikimi, Çelişkileri ve Teknoloji

Ben Fine ile Sonali Deraniyagala’nın saptamasına göre, son 20 yıldır geç

kapitalistleşen ülkelerde teknolojinin ekonomik analizi konusunda önemli ilerlemeler

gerçekleşmiştir (Deraniyagala, 2006). Bundan önce geç kapitalistleşen ülkelerin sınırlı

teknoloji elde edebilecekleri, yabancı teknolojiye bağımlı kalacakları varsayılmaktaydı.

Bu teknolojik bağımlılığı irdeleme yönünde neoklasik iktisada bir başkaldırı anlamında

ortaya çıkan “uygun teknoloji” yaklaşımı da teknolojinin nasıl geliştirilmesi yönünden

daha çok nasıl transfer edilmemesinden kalkarak kendini oluşturmuştu.171 Bu yaklaşıma

göre, erken kapitalistleşen ülkelerden transfer edilen teknolojiler hem sermaye yoğun

oldukları için işsizliğe, istihdam sorunlarına yol açıyorlardı hem de bu transferler,

ülkenin sosyal, teknik kapasitesine uymuyorlardı. Çoğu durumda bu teknolojiler ülkeye

kendi teknik uzmanları ile gelmekte, ülkenin teknolojik yenilik kapasitesini

geliştirmemekteydi (Ansal, 1985, s.21). Bu nedenle geç kapitalistleşen ülkeler, kendi

toplumsal yapılarını dikkatlice inceleyerek teknoloji transferi yaparken, buna uygun

teknoloji seçmeliydiler. Öte yandan kendi kapasitelerini kullanarak kendi teknolojilerini

yaratmalıydılar.

Ancak Ansal’ın belirttiği gibi (1985, s.22-23) uygun teknoloji yaklaşımı, “ulusal

bir teknoloji” adı altında teknolojinin sermaye birikimine bağlı sınıfsal yapısını göz ardı

etmiştir:

Üçüncü Dünya ülkelerinin kendi kendilerine yeterli olabilmesi ve gelişmiş batılı ülkelere karşı bağımsız olabilmesi için geliştirilmiş olan bu önermeler ‘ulusal’ bir teknolojinin gerekliliğini vurgular ve halkın yararlarından bahsederken oldukça ‘ilerici’ bir konumda görünmektedir. Fakat bu kuramsal çerçeve bazı tutarsızlıkları ve belirsizlikleri de içinde barındırmaktadır. Örneğin, Üçüncü Dünya ülkelerinin emek-yoğun, küçük ölçekli ve basit —dolayısıyla geri—

171 Uygun teknoloji yaklaşımının bir anlatımı için bkz. Ansal (1985 ve 2004), Buğra (1985).

208

teknolojiler kullanarak batılı ülkelerin gelişmişlik düzeylerine nasıl ulaşacağı açık değildir. Diğer yandan daha az sermaye-yoğun ve küçük ölçekli teknolojilerin daha yaygın kullanımı, dolayısıyla biraz daha fazla sayıda kapitalistin varlığı ile o ülkedeki emekçilere ne yarar sağlanacağı ve bunun ülkedeki gelir dağılımını nasıl olumlu bir yönde etkileyeceği belirsiz kalmaktadır. … ‘Uygun teknoloji’ yaklaşımının, neo-klasik iktisat kuramına göre teknoloji tartışmasını hayli zenginleştirici bir etkisi olmuştur. Teknolojinin, sosyal ve ekonomik koşullar karşısında tarafsız olmadığı, geliştirildiği toplumların özelliklerini içinde barındırdığı, buna karşın o toplumları da etkilediği ve biçimlendirdiği görüşleri tartışmaya değişik boyutlar getirmiştir. Fakat bu ulusalcı yaklaşım, Üçüncü Dünya ülkelerinde de sınıfların var olduğu, teknolojilerin kullanıldığı üretim birimlerinde emek-sermaye çelişkisinin alabildiğine yaşandığı gerçeğini göz ardı etmektedir. Bu yüzden, Üçüncü Dünya ülkelerinde emeğin ucuzluğuna dayanarak emek-yoğun teknolojileri savunabilmekte, dolayısıyla bu ülkelerde ücretlerin düşüklüğünü bir üstünlük olarak değerlendirerek bu avantajın sürekliliğini öngörebilmektedir. Bu ülkelerde ücretlerin düşüklüğünün çoğu zaman burjuva demokrasilerine yapılan otoriter müdahaleler yoluyla gerçekleştirildiği göz önünde bulundurulursa, bu yaklaşımın ilericiliği de oldukça kuşkulu bir hale gelmektedir.

“Uygun teknoloji” yaklaşımı ya da teknoloji seçimi gibi geç kapitalistleşen

ülkelere dönük yaklaşımların doğurduğu teknoloji fetişizmine iki çarpıcı örnek sırası

gelmişken verilebilir. Her ikisi de Türkiye’de de görülen önemli örneklerdir. Bunlardan

ilki geç kapitalistleşme nedeniyle teknoloji ithalinin, sermaye yoğun olması yüzünden

işsizlik yaratması yönündeki hatalı saptamadır. İkincisi ise teknolojik girdilerin bir

kısmının ülke içinde üretilememesinin bir yönetim hatası olarak görülmesi yönündeki

hatalı saptamadır.

İlk örneğin altında yatan teknoloji fetişizmi şöyle açıklanabilir: Geç

kapitalistleşen ülkelerde istihdamdaki sınırlı artışın ya da işsizliğin nedeni teknoloji

yoğun makinaların, sermaye yoğun tekniklerin üretimde kullanılması değildir. Sadece

geç kapitalistleşen ülkelerde değil bir bütün olarak kapitalizmde sermaye birikiminin

yapısını belirleyen hangi teknolojinin seçildiği değildir; aksine sermaye birikiminin

yapısı bu teknoloji seçimini ve üretimini koşullar. Bu bakımdan “azgelişmiş” ülkelerin

teknoloji ve sermaye yoğun teknikler ithal ettikleri için buralarda işsizliğin arttığı ve

istihdamın sınırlandığı yönündeki tartışmalar teknoloji fetişizmine bir örnektir. Yedek

işçi ordu kapitalizmin kaçınılmaz bir sonucu ve üzerine dayandığı bir temeldir.

209

Teknolojinin işsizlik yaratıp yaratmayacağı, ithal edilip edilmemesi, ülkenin

ihtiyaçlarına uyup uymaması bireysel kapitalistler için temel sorun değildir. Karlılık,

artı değerin çoklaştırılması, bireysel kapitalistin üretken yatırımlarında hangi üretim

tekniğini kullanacağını belirleyen ana etkendir. Bu da kapitalizmin doğası gereği

böyledir ve bunu belirleyen teknoloji politikaları değil, birikimin ihtiyaçlarıdır (Kay,

1975).172

Teknoloji fetişizminin bir başka örneği ise geç kapitalist ülkelerde üretimin girdi

çıktı eklemlenmesinin sağlanabilmesini bir teknoloji tercihine, teknoloji politikasına

indirgeyen anlayıştır. Buna göre, örneğin Türkiye’de 1990’larda gelişen, 2000’lerde

hızlı biçimde büyüyen tüketim elektroniği sektörüne yönelik bileşen üretimi, 1990’larda

önerilmiştir; ancak teknoloji politikaları uygulanmadıkları için bu gerçekleşmemiştir.

Oysa yukarıdakine benzer bir biçimde bu teknoloji tercihinin uygulanmaması yüzünden

değil, bireysel sermayelerin karlılıklarına uygun olmadığı için yani sermaye birikiminin

yapısı yüzünden gerçekleşmemiştir. Kapitalizmin kötü yönetilmesi değil, doğası gereği

böyledir. İthal girdileri satın almak, bireysel sermaye için daha uygun olduğu sürece

Türkiye’de bileşen üretimi gündeme gelmemiştir. Bir ihtiyaç haline gelmesi ise ele

aldığımız dönemin sonunda gerçekleşmiştir. Teknoloji fetişizmi, teknolojiyi sermaye

birikiminden, sınıfsal perspektiften koparmakta, kapitalist üretim ilişkileri ile bağını

ortadan kaldırıp yönetim ve tercih sorununa indirgemektedir.

Son 20 yıldır geç kapitalistleşen ülkelerde teknolojinin gelişimine dair kuramlar

ise sınıfsal perspektiften daha fazla uzaklaşmışlar, ancak bu ülkelerde teknolojinin

gelişim dinamiklerine eğilme yönünde yol katetmişlerdir. Deraniyagala’nın belirttiği

gibi teknolojik bağımlılığın tek yönlü ve kalıcı olduğu yönündeki kanıyı sarsan

araştırmalar yapılmıştır. Bu yöndeki çabalar, geç kapitalistleşen ülkelerin kimilerinde

teknoloji geliştirmenin karmaşık ve farklı doğasını açığa çıkartan çalışmalara yol

açmıştır (Deraniyagala, 2006, s.123). Bu, erken kapitalistleşmiş ülkeler ile geç

kapitalistleşenler arasındaki teknoloji bağımlılığının ortadan kalkması anlamına

gelmemektedir. İleride Türkiye örneğinde göreceğimiz gibi robot tasarımı, sistem

172 “Sorun şu şekilde ifade edilebilir: bireysel sermaye açısından, ülkede emek bolluğu varsa ve bu tekniklerin uygulanması daha büyük oranda işsizlik yaratacaksa bile, en kârlı üretim olanağını sağlayan bu teknikler kullanılacaktır” (Yaman-Öztürk, 2006, s.90).

210

entegrasyonu Türkiye’de yapılsa bile otomasyonun temel işlemcisi ülke dışında,

uluslararası şirketlerin lisansı ve üretimi altındadır. Robot tasarımı, teknolojik yetenek

olarak edinilmiş bir bilimsel emeği (Ar-Ge ve mühendislik) ifade etmektedir. Geç

kapitalistleşen ülke kendi sınırları içerisinde teknoloji geliştirme yoluna gitmektedir.

Ama otomasyonun merkezi bileşeni, ithal edilmektedir. Bilimsel üretim, Ar-Ge

çalışmalarında sermaye birikimi, donanım, gerektiren temel bilimsel araştırmalar ve

bunların ürüne, teknolojik yeniliğe dönüştürülmesi ağırlıklı olarak erken kapitalistleşen

ülkelerde, bunların uluslararası şirketlerinin elindedir.

Bu bağlamda teknolojinin üretimi, ülke içinde teknolojik yeteneğin geliştirilmesi

üzerine ulusal yenilik politikaları öneren evrimci iktisat okulu, ana perspektifi dışında

betimleyici olarak anlamlı bir yere oturmaktadır. Evrimci iktisat ile birlikte, teknoloji

transferiyle teknolojik gelişme görüşünün yerini, ulusal yenilik politikaları, yani ülke içi

kurumların, firmaların Ar-Ge çalışmalarının koordinasyonu ve yaparak öğrenme

aracılığıyla içsel olarak teknolojik yetenek kazanma anlayışı aldı. Deraniyagala’nın

değindiği literatür de, lisanslar, fikri mülkiyet hakları, anahtar teslim yatırımlar ile

belirlenen teknoloji transferi koşullarında geç kapitalistleşen ülkelerin bu teknolojiyi

geliştirme yeteneğini salt transfer ile edinemeyecekleri sonucunu çıkartmaktadır.

Tersi yönde bir tartışma, ilginç bir biçimde “Eşitsiz Mübadele” kitabının yazarı

Arghiri Emmanuel’den gelir. Emmanuel, 1980’lerde geç kapitalistleşen ülkelere

önerilen “uygun teknoloji” yaklaşımına karşı çıkarken, en yüksek teknolojinin

transferinin çözüm olacağını savunur. Ona göre, uygun teknoloji (ara teknoloji)

gerçekte geç kapitalistleşen ülkeyi geri ve güçsüz bıraktıran teknolojidir, bu yüzden

Emmanuel, “ulusötesi şirketler”in taşıdığı en yüksek teknolojilerin geç kapitalistleşen

ülkeler için daha iyi olduğunu belirtir. Ona göre, uygun teknoloji “azgelişmiş ülkenin”

“azgelişmiş teknolojisi” olabilir, ülkenin gelişmesini dondurabilir, böylece

“azgelişmişliği” sürdürebilir; bu tehlike bulunmaktadır. Emmanuel’e göre bu

kaçınılması gerekendir (Emmanuel, 1982, s.104). Geç kapitalistleşen ülkeler, uygun

teknoloji adı altında ara teknolojileri almamalıdırlar, aksine yüksek teknolojiyi elde

etmeye çalışmalıdırlar. Çünkü Emmanuel’e göre, sermaye yoğun teknoloji toplumsal

refahı artırmaktadır. Bu erken kapitalistleşmiş ülkeler için olduğu kadar geç

kapitalistleşen ülkeler için de böyledir. Yüksek teknoloji, çok uluslu şirketlerin elde

211

edip uluslararası alana yaydığı teknolojidir. Bu yüzden “azgelişmiş ülkeler”de çok

uluslu şirketlerin yatırımları, yüksek teknolojiyi getirmesi ve burada teknolojik

gelişmeyi teşvik etmesi açısından önemlidir.

Emmanuel’e göre teknoloji transferi, sadece fiziksel ürünlerin hareketini

kapsamaz, becerilerin ve yapma bilgisinin (know-how) edinilmesini de kapsar

(Emmanuel, 1982, s.22–23). Çok uluslu şirketlerin yüksek teknolojiyi “azgelişmiş

ülkelere” getirmesiyle, yerel becerilerin gelişmesi için teşvik yaratılmış, böylelikle

teknolojinin kullanımı ve geliştirilmesi için olanak sağlanmış olur (Emmanuel, 1982,

s.53–55). Bu son önerme, teknoloji transferi üzerine vurgusunu biraz yumuşatmaktadır.

Emmanuel, böylelikle geç kapitalistleşmede teknolojinin yeri üzerine geliştirdiği

yaklaşımda, becerilerin edinilmesine, örgütsel değişime ve kurumlara da yer açmış olur.

Bu Veblen ve kurumsalcı okulun değerlendirmelerine benzemektedir, teknolojiyi sadece

makina ve aletlerden ibaret görmemekte, teknolojik yetenek ve becerinin, kurumların,

örgütlenmenin bundaki etkisini göz önünde bulundurmaktadır.173 Ancak Emmanuel’i

bunlara rağmen başta belirttiğimiz teknoloji transferinin dolaysızca teknolojik yetenek

yaratacağı yönündeki savlara benzer saymamızın nedeni Celso Furtado’nun

eleştirilerinde görülmektedir. Furtado, Emmanuel’in kitabında bu teknoloji transferini

destekleyecek toplumsal ve ekonomik alt yapının çözümlemesinin yapılmamasını

eleştirmektedir. Furtado’ya göre, Emmanuel, toplumsal refahın tanımı olarak çıktının

azamileştirilmesini göstermekte ve buna güvenmektedir. Read’e göre, Emmanuel

kitabında, çok uluslu şirketlerin doğası, oligopol yapıların önemi, piyasa yapısı ve şirket

stratejileri üzerine eğilmemiş, bu konudaki literatürü es geçmiştir. Dahası çok uluslu

şirketler, oligopol piyasalar gibi temel yapıları, eksik hatta kusurlarını kapatıcı bir

biçimde aktarmıştır (Read, 1983, s.163).

Emmanuel’in yaklaşımı, Gerschenkron’un geri kalmışlığın avantajları üzerine

analizine benzemektedir. Buna göre teknolojide önde gelen ülkeler tarafından yapılan

teknolojik yenilikler, bu teknolojiyi takip eden geç kapitalistleşen ülkeler için yararlı

olacaktır. Onlar daha ileri bir teknoloji seviyesinin içinde “gelişme olanağı”

173 Eleştirenler, kitabında bütün bir kurumsalcı okul literatürüne hiç değinmemesini, eksiklik olarak görmektedirler; üstelik onlara göre, bu okulu dikkate alması onun yaklaşımını, irdelemesini geliştirmesini sağlayacaktır (Read, 1983).

212

bulabileceklerdir. İlk bakışta eşitsiz ve bileşik gelişmenin, bileşik gelişme yönünü

vurgulayan bu yaklaşımın sınırlılıkları ise tam da teknoloji transferinin geç

kapitalistleşen ülkede teknoloji yeteneğinin gelişmesinde pürüzsüz bir olanak olmaması

ile ilgilidir. Zaten teknoloji yönünde içsel gelişme için kurumları, öğrenen sistemleri

vurgulayan Evrimci İktisadın görüşlerini geliştirdiği boşluk da bu alandır.

Gerschenkron’un önde gelen teknolojilere erkenden ulaşma yönünde ileri sürdüğü

üstünlük üzerine tartışmak yerinde olacaktır.

Geç kapitalistleşen ülkelerde teknoloji edinmeden teknoloji üretmeye yönelmeyi

analiz etmek için anahtar niteliğinde bazı belirlemelerde bulunmak gerekiyor.

Teknoloji, üretim yapısı üzerine oturur. Teknoloji üretiminin kendisinin sanayileşmesi,

genel olarak sanayileşmenin belirli bir evresinde gerçekleşmiştir. Üretken sermayenin

uluslararasılaşmasının birbirlerine alternatif olmayan aşamaları olarak içe yönelik

birikim (İthal İkameci Sanayileşme) ile dışa yönelik birikim (İhracata Yönelik

Sanayileşme) evrelerinde, geç kapitalistleşen ülkelerde tüketim malları üretiminden ara

malları ve bazı yatırım malları üretimine yönelik geçişler gözlenmiştir (Berry, 1989,

s.181), (Yaghmaian, 1991). Düşük teknolojilerden yüksek teknolojilere yönelen üretim,

geç kapitalistleşen ülkeler açısından teknoloji edinmenin yanında bu teknolojiyi üretme,

teknolojik yetenek kazanma olanağını da getirmiştir. Ama aynı zamanda içe yönelik

birikim ile gelişen sermaye yapısı, dış ticaretin serbestleştiği koşullarda, ihracata

yönelik olarak biçimlenmiştir. Bu da geç kapitalistleşen ülkelerde rekabete açılan

pazarlar ile birlikte ihracata yönelen sermaye kesimleri ile iç pazara yönelik sermaye

kesimlerinde oluşan ikili yapıya neden olmuştur. Teknoloji edinmenin ötesinde

teknoloji üretmenin (Ar-Ge çalışması yapmak, sanayi üniversite işbirliğine girmek)

birikim açısından içerideki temellerini geç kapitalistleşen ülkelerdeki bu yapı

oluşturmaktadır. Kuşkusuz geç kapitalistleşen ülkelerin bir kısmı için bu temellerin

oluşmasına karşın, bu ülkelerin pek çoğunda üretim araçları üretiminin geri bağlantısı

olarak sistemli bir teknoloji üretiminin gerçekleşmeye başladığını söylemek henüz

olanaklı değildir. Ancak teknoloji üretimini belirleyen iç koşul ve sınırlar böyle tarif

edilebilir.

Teknoloji üretmenin dışsal koşulunu ise yukarıda aktardığımız Ar-Ge’nin

uluslararasılaşması oluşturmaktadır. Bilim üretimi kademelere bölünmüştür, nitelikli bir

213

mal olarak bilimsel bilgi, bilimsel üretimin belirli kademeleri büyük oranda uluslararası

şirketlerin denetimi altında erken kapitalistleşen ülkelerin dışında da üretilebilmektedir.

Bu süreç büyük oranda geç kapitalistleşen ülkelerin dışa yönelik birikim aşamalarında,

dış ticaretin serbestleştiği koşullarda onları yakalamıştır. Bilim ve teknoloji üretiminin

uluslararasılaşmasının bu ülkelere yansıması ise, buralarda da teknoloji üretiminin

olanaklı hale gelmesidir, ancak bunun sınırlarını aşağıda aktaracağımız sermaye

birikimiyle ilişki belirlemektedir.

Dış ticaretin serbestleştiği, krizlerle finansın ve üretimin yeniden yapılandığı, öte

yandan ise daha fazla kar edebilmek için ürün niteliğinin, teknolojinin geliştirilmesi

basıncının sermayenin belirli kesimleri için arttığı bir dönemde geç kapitalistleşen

ülkelerdeki üretim yapısının teknoloji üretmek açısından iki sonucu bulunmaktadır.

Aşağıda irdeleyeceğimiz ilk sonuç, uluslararası sermaye ile eklemlenen ve/veya ihracata

yönelen yerli büyük sermayenin kendi ölçüsü ve ihtiyaçları temelinde teknoloji üretme

basıncıyla yüz yüze kalması ve bunun Ar-Ge teşvikleri gibi politikalar ile ilişkisidir.

İkinci sonuç ise, bunun dışında sınama tahtası olarak teknoloji üreten şirketlerin yer yer

ortaya çıkması ve bunların geç kapitalistleşen ülkelerdeki durumudur.

Teknolojinin maliyetinin patentler, lisans anlaşmalarıyla mülk edinildiği

koşulları göz önünde tutarak Marks’ın yenilik ve yeni üretim dallarına dair yukarıda

açıkladığımız görüşlerine yönelik çözümlememize tekrar dönebiliriz. Kapitalizmde

teknoloji üretiminin genel sonucu göreli artı değer üretiminin artması, dolayısıyla ek bir

sermaye ile emek gücünün boşa çıkmasıdır. Bu ek sermaye ve emek gücü Marks’a göre

yeni ürün üreten üretim dallarında kullanılabilir. Ancak burada tarihsel bir farklılık

bulunmaktadır. Erken kapitalistleşen ülkelerde ek sermaye, henüz sermaye

birikiminin bu düzeyinde, sadece yeni üretim dalını oluşturmak için

kullanılmaktadır. Bilimin gerçek boyunduruğa sokulma girişimi henüz yokken,

Marks’ın deyimiyle “icat meslek olmamışken”, mucit, geliştirdiği teknolojik yeniliği,

kendisi üretime uygulamaya çalışmakta ve genelde iflas etmektedir. Oysa onun bu

icadını alarak kullanan kapitalist (Marks sefil para sermaye der) esas büyük karları eden

sermayedar olur. Burada bilimsel üretim sürecinin ürünü, bedelsizce ya da çok az bir

masraf karşılığı mülk edinilir ve yeni karlar edinilir. Erken kapitalistleşen ülkelerin bir

anlamıyla üstünlüğü, belirli bir düzeyi geçmiş olan sermaye birikiminin bu ek

214

sermayeyi sadece yeni üretim dalının sermaye bileşenlerine kullanması olmuştur.

Burada “yeni”yi Marks’ın alıntısında tarif ettiği biçimiyle tanımladığımızı hatırlatmak

gerekiyor. Yeni bir buluşun metalaştırılması, yeni bir teknoloji, yeni bir ürün ya da

üretim süreci anlamında “yeni” ürün ve üretim dalından bahsediyoruz. Erken

kapitalistleşmiş ülkeler, bilimin icatlarından ve olanaklarından bedelsizce

yararlanmışlardır, ancak artı karlar için rekabet, bilimsel üretim sürecinin de

boyunduruk altına alınması girişimini getirmiş, bu üretimin ürünü mülk edinilmiştir.

Bugün, erken kapitalistleşmiş olan ülkelerden farklı olarak geç kapitalistleşen ülkelerde,

yeni bir ürün ya da üretim dalında uluslararası pazarda rekabet edebilmek için bilim ve

teknoloji üretimi de boşta kalan ek sermayenin maliyetleri arasına girmek zorundadır.

Yani teknoloji, teknolojik yenilik, icat lisansla satın alınmak zorundadır, kolaylıkla

kopya edilemez ve bu teknolojinin kullanımının “yapma bilgisi”ni edinme süreci bile

teknolojiyi veren şirketin denetimi altındadır. Ek sermayenin yatırılabileceği, yeni

(tamamen özgün) üretim dalları kurulabilecek olan alanın maliyetinde bileşenlere

teknoloji üretiminin payı, lisans ve patent olarak eklenmiştir. Çünkü bunun maliyetleri

arasına, o “yeniliği” bulmanın kapitalist maliyeti girmiş durumdadır. Somut bir örnek

göstermek gerekirse, Türkiye’de bir yerli sermaye grubunun uluslararası ortakla

kurduğu TOFAŞ-Fiat, otomobil üretim sürecinde bulunduğu pazarı koruyabilmek hatta

uluslararası ortakla birlikte girişilecek yeni yatırımları korumak, yeni ürün modellerinin

kendisinde üretilmesini sağlamak için, bölgesel pazara ya da genele hitab eden kendi

boyu ölçüsünde yenilikler geliştirmek zorundadır. İleride bu kısmi yeniliklere örnek

vereceğiz. Bu yeniliklerin geliştirilmesi için bir Ar-Ge yatırımına, değişmeyen ve

değişen sermayenin toplamı bir yatırıma ihtiyaç duymaktadır. Yani erken

kapitalistleşmenin üstünlüğüne sahip olmayan geç kapitalistleşen ülkelerde yeni üretim

dalına, yeni ürüne, yeni üretim sürecine ek yatırım yapıldığında, bunun içinde bilim

üretim sürecinin maliyeti belirgin biçimde yer almaktadır. Burada verdiğimiz örnek,

uluslararası sermayeyle eklemlenen oligopol niteliğindeki yerli sermayeye ait bir

örnektir ve ileride göreceğimiz gibi Ar-Ge ve bilim üretim sürecine sınırlı katkı

koyanların ve bundan uluslararası sermayeyle birlikte yararlananların bunlar olması

istisnai değildir. Daha sonra örneklerle göstereceğimiz bu sonuca işaret ettikten sonra,

yeni ürün ve üretim dalı konusunda geç kapitalistleşen ülkelerin dezavantajları

konusunu Marks’ın analizini sürdürerek biraz daha yorumlayalım.

215

Aslında geç kapitalistleşen ülkelerde sorun teknolojiye gelmeden önce başlar.

Esas sorun sermaye birikiminin, yatırımların düşüklüğüdür. Dolayısıyla en azından

imalat sanayinin geneli, oligopol sermayenin dışında serbest rekabetçi sermayenin de

içinde bulunduğu genel yapıyı ele alırsak bırakın ek sermayenin yeni üretim dallarına

(ve Ar-Ge üretiminin gerektirdiği sermayeye) yatırılmasını, üretken yatırımlarda karlılık

elde edebilecek ek sermaye yaratmak bile bir sorundur. Bu durum bizi yukarıdaki

sonuca tekrar döndürmektedir. Yeni ürünler, üretim süreçleri yani teknolojik geliştirme,

Ar-Ge (bilim üretim süreci) harcaması yapabilmenin koşulu geç kapitalistleşen

ülkelerde genel olarak imalat sanayi için zaten yok denecek kadar azdır. Yani Ar-Ge

politikaları, harcamaları, ancak sermaye birikiminde belirli bir aşamaya gelmiş, oligopol

sermaye düzeyinde olan ya da buna eklemlenmiş sermaye grupları için ek sermayenin

belirli bir bölümünün ayrıldığı harcamalar olabilirler.174 Öte yandan Türkiye örneğinde

görülmekle birlikte, 1990 sonrası dışa açık sermaye birikimiyle birlikte uluslararası

rekabet, uluslararası sermayeyle eklemlenme bu kesimlerin önüne bu sorunu dolaysızca

getirmiştir.

Bilim üretiminin, yani teknoloji üretiminin gerçek boyunduruk altına alınması

süreciyle olgunlaşan “icadın mesleğe dönüşmesi”, bilimsel araştırma ve geliştirmenin

de sermayeleşmesini getirmiştir. Dolayısıyla Gerschenkron’un geç kapitalistleşen

ülkelerde olasılık olarak gördüğü bileşik gelişme olanağının önüne bilimin kapitalist

boyunduruk altına alınmasıyla teknolojinin lisans, patent vb yoluyla mülk edinilmesi

geçmiş durumdadır. Benzer nedenler, teknoloji transferinin dolaysızca geç

kapitalistleşen ülkelerde teknolojik yetenek yaratmamasının altında yatan nedenler

olarak da değerlendirilebilir. Burayı da biraz ayrıntılandırmak teknoloji üretiminin mülk

edinilmesi sürecinin sonuçlarını daha fazla aydınlatacaktır. Çünkü bilimsel üretimin

maliyet bileşenleri kapitalizm tarafından iyice “rasyonalize edilmiş” haldedir. Sadece

teknolojik model üretmenin lisansı satılmamaktadır; aynı zamanda mühendislik

hizmetleri, modele ek özelliklerin geliştirilmesi için gerekli Ar-Ge hizmetleri de

174 Bu Carchedi’nin öncüllerine çıkarım olarak varmaktır, yani ters yönden bu sonuçlara ulaşmaktır. Carchedi uluslararası üretim fiyatlarının oluşumunda, ülkelerdeki ikili yapıyı (oligopolcü rekabet yapısı ile serbest rekabetçi yapı) tanımladıktan sonra, modal üretkenlik düzeyinin oligopol yapılar tarafından belirlendiğini söyler (Carchedi, 1988, s.62). Yani ülkedeki genel üretkenlik düzeyini bunlar temsil ederler, dolayısıyla emek üretkenliği, yenilik gibi yatırımları yapabilenler ağırlıklı olarak bu kesimlerdir; ya da tersinden bunları yapabildikleri için ortalama emek üretkenliğini belirlerler (Carchedi, 1991).

216

satılmaktadır. Bunlar da bilim üretim sürecinin kademelenmiş parçaları arasına

girmektedir. İleride açıklanacak olan Ürün Ömrü Yönetimi Programı (PLM) buna iyi

bir örnektir. Üretilen ürünün tüm tasarım aşamalarını yazılım halinde planlayan bir

sistemden bahsedilirken, bu ürünün bakımı, ilgili mühendislik hizmetleri, ömrü de

tasarıma dahil edilmektedir.

Bu yüzden teknoloji transferi, geç kapitalistleşen ülkeye dolaysızca bir

teknolojik yetenek, katkı kazandırmamaktadır. Burada dolaysızca vurgusu önemlidir.

Çünkü sürecin doğası gereği, ilk kez karşılaşılan bir teknoloji icat karşısında, bu yeni

teknolojiyi öğrenmek için onu kullanmak, bakımını yapmak, giderek taklit etmek,

işlevlerini taklit etmek gereklidir. Bu erken kapitalistleşen ülkelerde de böyle

gelişmiştir, geç kapitalistleşen ülkelerde de böyle yürümektedir.

Yukarıda belirttiğimiz gibi, geç kapitalistleşme açısından sermaye birikimi

sorunu hala ana gündemdir. Üstelik teknolojinin içsel olarak gelişmesi, teknoloji

edinmekten çok teknolojik yetenek edinilebilmesi için, hatta teknoloji üretmek için

sermaye birikimi, üretim yapısı önündeki sorunlar halledilmelidir. Burada sermaye

birikimi bütünsel bir niteliği tarif etmektedir, nicelik açısından yeterliliği ifade etmez.

Herhangi bir teknolojiyi geliştirmek, üretmek, yüksek teknolojili ürünü üretmek için

nicelik olarak yeterli sermaye bulunabilir; ancak bu sermaye kesimleri için karlılık, dış

pazarla rekabet açısından düşük iken, teknolojinin ithalatı daha uygun hale gelir.175

Nicelik olarak sermaye yeterlidir; ancak sermaye birikimi bir sorun olarak durmaktadır.

Bu durumda ithal edilen teknolojinin etrafında geliştirmeler, özgün parçalar üzerinden

teknoloji geliştirme bir seçenek haline gelir. Öte yandan, geç kapitalistleşen ülkelerde

emek gücünün tarımdan, tarım dışı üretime geçişi hala sürmektedir. Bu yedek emek

gücünün fazla olması, “sınırsız emek arzı” demektir. Önce geç kapitalistleşen ülkelerde

bu durumu değerlendiren yaklaşıma kısaca değinecek sonra bu sınırsız emek arzının

sanayiye emek gücü göndererek göreli olarak üretkenliği artırmakla birlikte, teknolojik

yönden makinalaşma yerine emek gücünün kullanılması yönündeki sınırlarını

değerlendireceğiz.

175 1991 Sanayi Kongresi için bir araya gelen elektronik sektörü temsilcileri, bileşenleri ithal etmenin yapmaktan daha ucuza geleceğini, sadece belirli bileşenlerin üretiminin desteklenmesinin daha iyi olacağını söylerken niceliksel sermaye yetersizliğinden bahsetmemektedirler (MMO, 1991).

217

Arthur Lewis’in İkili Ekonomi modeli ve “sınırsız emek arzı” yaklaşımına göre,

geç kapitalistleşen bir ülkede, biri tarım ve hayvancılığa dayanan “geleneksel sektör”

diğeri ise sanayi olmak üzere iki sektör bulunmaktadır.176 Geleneksel sektörde gerçek

işsizlik yoktur ancak gizli işsizlik vardır; burada aşırı istihdam yüzünden ek işçinin

geleneksel sektördeki üretime katkısı sıfıra yakındır. Tarımda ücretler, gizli işsizlik ve

üretime yapılan katkının az olması nedeniyle düşüktür. Oysa sanayi sektöründe ek işçi,

Lewis’e göre, üretime yaptığı marjinal katkı kadar ücret alır. Bu ikili ekonomide iki

sektör arasındaki ücret farkı yüzünden tarımdan, sanayi sektörüne doğru göç yaşanır. Bu

göçün yarattığı işçi kitlesini emebilecek sanayi ölçeği henüz oluşmadığı için, kentlerde

işsizliğin arttığı, sınırsız emek arzı koşulu yaşanır. Bu sanayi kesiminde ücretleri geri

çeker. Emek yoğun sömürü yani ucuz işgücü sonucunda sanayi gelişse de ücretler

artmaz, geleneksel sektörden sanayi sektörüne emek arzı yüzünden işsizler ordusu

azalmaz. Ancak sanayi kesiminde ve genel olarak üretimde verimlilik artar. Lewis’e

göre, sanayi üretimi artarken, sermaye birikimi de gelişecektir. Tarım kesiminin

ekonomi üzerindeki ağırlığı azalacak, ekonominin bütününe sanayi kesimi egemen

olacaktır. Deraniyagala’nın vurguladığı gibi Lewis’in ikili modelleriyle başlayan bu

incelemeler, teknolojik değişimin geç kapitalistleşmedeki rolünün önemine yönelik

farkındalığı artırmaktadırlar (Deraniyagala, 2006, s.127). Ancak bu modeller teknolojik

olarak görece gelişmiş modern sektörün olduğunu varsaysalar da bunun nasıl

oluştuğunu incelemezler. Yani teknolojik değişimin “kara kutu”sunu incelemezler.

Burada geç kapitalistleşen ülkelerde tarımdan göç eden sınırsız emek arzının,

gelişmekte olan sermaye birikimi açısından teknolojinin maliyetine karşı reel ücretleri

baskılayan ve emek yoğun sömürüyü artıran yönüne değinmek gereklidir. Geç

kapitalistleşen ülkelerde ucuz emek nedeniyle sanayileşmenin gelişmesi bu emek

gücüne dayanmaktadır (Gerschenkron, 1998). Ancak sermaye birikiminin düzeyi ile

birlikte makinalaşma ve teknoloji edinme, giderek de teknoloji üretme ihtiyaç haline

gelmektedir. Türkiye’de tüketim mallarının üretilmeye başlamasının ardından dayanıklı

tüketim malları ve sonra ara mallar üretimine geçilmesi, aynı zamanda üretimdeki

teknolojik düzeyinde gelişmesini getirmiştir. Ancak geç kapitalistleşen ülkelerin

176 Lewis’in sınırsız emek arzı ve ikili yapı kuramı için bkz. (Deraniyagala, 2006, s.127), (Ercan, 1996, s.98-100), (Yaman-Öztürk, 2006).

218

kimilerinde belirli büyüklükteki sermaye kesimleri için karlılığın dayandığı sınır,

yatırım malları üretimine geçmeyi bir ihtiyaç haline getirmektedir.

Yukarıda özelikle Ar-Ge etkinliğinin uluslararasılaşmasının geç kapitalistleşen

ülkeleri dıştan belirleyen bir etken olduğuna, bunun da uluslararası şirketler ve

uluslararası sermayeyle eklemlenen yerli büyük sermaye (oligopol yapı) açısından

belirleyici olduğunu vurgulamıştık. Belirttiğimiz gibi Ar-Ge’nin uluslararasılaşması

temelde üretken sermayenin uluslararasılaşması üzerine oturmaktadır. 1980 sonrası geç

kapitalistleşen ülkelerin önemli bir bölümünde dışa açık sermaye birikim biçimlerinin

ağırlıklı hale gelmesiyle birlikte geç kapitalistleşen ülkeleri de etkilemeye başlamıştır.

Bu konunun görünümlerini işleyen literatürde 1990’lı yılların başı dönüm noktası olarak

ele alınmaktadır. Geç kapitalistleşen ülkelerin dışa yönelik, dışa açık sermaye

birikimine yönelmeleri, uluslararası sermaye ile eklemlenmeleri aynı zamanda bu

ülkelerdeki oligopol yapının uluslararası sermayeyle eklemlenmesini getirmiştir.

Bununla birlikte, bu kesim için de Ar-Ge etkinliği, teknolojik yönden gelişme ihtiyacı

daha fazla ağırlık kazanmıştır. Yukarıda belirttiğimiz gibi 1990’lardan sonra

uluslararası kurumların, erken ve geç kapitalistleşen ülkeleri de içine alan Ar-Ge

harcamaları, standart enstitüleri, patent ve nitelikli emek gücüne dair izleme raporları,

yardımlar ve programlar belirlemesi, uluslararası şirketler kadar uluslararası sermayeyle

eklemlenen yeri sermayenin rekabet ihtiyaçlarına da denk düşmektedir. Bu çalışmanın

çıkardığı sonuçlara göre, yerli sermayenin oluşturduğu ve uluslararası sermaye ile ister

meta ya da para sermaye düzeyinde isterse üretken sermaye düzeyinde eklemlenen

oligopol yapının teknoloji ihtiyacı şu saiklerden kaynaklanmamaktadır: ülke içinde

üretimin kesimlerinin birbirine eklemlenmesini sağlayacak bir yapı oluşturmak ya da

bunun için üretim araçları üretmek. Bu yapının temel amacı, karlılığın düşmemesi,

pazarları korumak ve genişletmek, uluslararası sermaye ile eklemlenmek, uluslararası

pazarlarda rekabet gücünü artırmaktır. Bu ise bütün sektörler genelinde teknolojinin

gelişmesi ya da bütün dallar açısından girdi çıktı eklemlenmesinin güçlü olması

anlamına gelmemektedir.177 Uluslararası pazarları savunan, onunla eklemlenmiş olan bu

177 Televizyon üretimi için resim tüpü, elektronik için bileşenler önemli bir girdidir. On yıllardır Türkiye’de bunların üretiminin yapılması önerilmektedir (MMO, 1991a). Ancak sermaye kesimi açısından yan sanayi yaratmak öncelikli sorun değildir; rapordaki şirket temsilcilerinin belirttiği gibi bileşenler ve resim tüpünü ithal etmek daha ucuzdur. Ancak bugün LCD ekran üretmenin pazarları

219

oligopol yapı için ülke içi teknolojinin gelişmesi, kendi üretim dalları ile ilgili olduğu

kadardır. Ben Fine ve Deraniyagala (2001), bunun teknoloji geliştirme açısından yararlı

olduğunda kime yaradığını şöyle aktarmaktadırlar:

Bazı serbestleştirme yandaşları, rekabetin artmasının bütün sektörler genelinde üretkenliği artırıcı teknolojik değişimi teşvik etmeye yeterli olduğunu savunurlar. … Bu tür basitçe kaçan önermeler, teknolojik değişimin zaman zaman oligopolcü piyasa yapılarında öne çıktığını gösteren alternatif çalışmaları göz ardı etmektedir.

Zaten geç kapitalistleşmenin çelişkilerinden temel önemde olanı üretimin

eklemlenmemiş olması, üretim araçları üretiminin olmaması ya da zayıf olmasıdır.

Ancak son 20–30 yılı kapsayan dönemde bu ülkelerin bir bölümünde ağır sermaye

donanımına, tüketici elektroniğine doğru bir kayma gerçekleşti. Yani bu ülkeler

sermaye malları üretmeye başladılar (Berry, 1989, s.181). Sermaye birikiminin bu

düzeye gelmesiyle birlikte, elbette donanımı yüksek olan sermaye kesimleri için

teknolojik yenilik de gündeme gelmeye başlamıştır. İşte Ar-Ge’nin uluslararasılaşması

ile birlikte geç kapitalistleşen ülkelere doğru da yayılan bilim ve teknoloji kurumlarının,

politikalarının oluşturulması süreci, sadece uluslararası şirketlerin değil, geç

kapitalistleşen ülkelerde uluslararası sermaye ile eklemlenen bu kesimlerin ihtiyaçlarına

da yanıt vermektedir.

Ar-Ge’nin uluslararasılaşmasının bir başka işlevi ise erken kapitalistleşmiş

ülkelere göre çok sınırlı da olsa, geç kapitalistleşen ülkelerde “sınama tahta”ları

yaratmak, oluşanları uluslararasılaşan üretimin hizmetine sokmaktır.

2.6.9 Geç Kapitalistleşme ve Teknoloji: Kimi Sonuçlar

Özetlemek gerekirse, geç kapitalistleşen ülkelerdeki teknolojik gelişmeyi içsel

olarak belirleyen etkenler, ülke içi sermaye birikiminin durumudur. Özellikle artık

belirli yatırım malları, sermaye mallarını üretmeye başlayan kimi geç kapitalistleşmiş

ülkeler için uluslararası sermaye ile eklemlenme, dış pazarlara açılma, teknoloji

yönünden rekabeti daha fazla ihtiyaç haline getirmektedir.

kaybetmemek için aciliyet kazanması gibi, ithal etmenin karlılığı düşürdüğü durumda, teknoloji üretimi gündeme gelmektedir.

220

Üretken sermayenin birikimi ve üretim yapısı açısından bu gelişimi dikkate

alınmadan geç kapitalistleşen ülkelerin erken kapitalistleşen ülkelere “yetişeceğini”

düşünmek yanıltıcıdır. Belirleyici olan teknoloji değil, sermaye birikimidir. Sık sık

tekrarladığımız gibi teknoloji bunun bir sonucudur.

Türkiye gibi geç kapitalistleşen ülkelerin bir kısmında yerli sermaye birikimi,

yatırım malları ve üretim araçları üretimi düzeyine gelmiştir. Ancak bu gelişme, bugün

“neoliberal” politikalar olarak adlandırılan sınıfsal politikaların ağır tahakkümü altında

gerçekleşmektedir. Bir yandan içe yönelik birikim sürecinin (“ithal ikameci

sanayileşme”) yapısal sorunları nedeniyle para sermaye ve döviz darlığı aşırı boyutlara

ulaştığı için, bu ülkeler kendilerini bu politikaların ağır mali yükümlülükleri altında

bulmuşlardır (Saad-Filho, 2007, s.194). Saad-Filho’nun belirttiği gibi bu politikalar,

büyük yerli ve yabancı sermayeyi kayırmakta, üretim yapısının eşgüdümünü

parçalamakta, öncelik planlamasını ortadan kaldırmaktadır (Saad-Filho, 2007, s.196).

Uluslararası sermaye ve iç birikimde öne çıkan yerli sermaye grupların “orman

kanunları” geçerli hale gelir. Üretimin eklemlileşmesinin yerini, bu sermaye

ortaklıklarının kendi çıkarlarına uygun eklemlileştirme girişimleri alır. Bu koşullarda

geç kapitalistleşen ülkelerin bir kısmında sadece pazar koşulları yüzünden değil, aynı

zamanda karlılıklarının gereği olarak yatırım malları üretimine yönelen sermaye

kesimlerinin ihtiyaçları, uluslararası sermayenin ihtiyaçları ile örtüşür.

Elbette bu, dışa açılmış, ihracatta belirli bir aşama kaydetmiş, uluslararası

sermaye ile eklemlenmiş ve merkezileşmiş yerli sermaye kesimleri için geçerlidir. Pek

çok durumda bu üretim, uluslararası sermaye ile ortaklıkla yapılmaktadır. Ancak

uluslararası sermaye ile eklemlenme sürecinde yerli sermayenin birikim gerekleri için,

kendi pazarını, yabancı ortağa karşı görece gücünü koruyabilmek için ürünlerde ve

üretim sürecinde teknolojik yenilik yapması gündeme gelmektedir. Öte yandan

uluslararası sermaye de, Ar-Ge’nin uluslararasılaşması ile birlikte farklı ülkelerde

bilimsel üretimin kendi birikimini tehdit etmeyecek ara aşamalarının geç kapitalistleşen

ülkelerde yapılmasına olanak tanıyabilmektedir. Bu örneğin, bölge ve ülke pazarlarına

göre özgülleşmenin, ürün farklılaştırmalarının gerektiği Ar-Ge faaliyetleri için geçerli

olmaktadır. Öte yandan bilim ve teknoloji üretiminin “sınama tahtası” niteliği gereği,

bağımsız ve yerel teknoloji geliştirme, icat yönündeki girişimlerin de sermaye

221

birikimine bağlanması, bu birikim kapanının genişlemesi, her yana uzanması anlamına

gelir. Bu da uluslararası sermayenin (ağırlıklı ve merkezi olan hala kendi bilimsel

üretimi olarak kalmakla birlikte) dünyanın her yanında zihinsel emek gücünün

yaratılarına el koyma becerisini artırmaktadır.

İşte tüm gelişmelere dayanarak Ar-Ge’nin uluslararasılaşması, geç

kapitalistleşen ülkelerde teknoloji teşviklerinin sağlanmasını, teknoloji yönünde tespit,

izleme ve destek kurumlarının kurulmasını getirdiği gibi, uluslararası sermaye ile

eklemlenen kesimlerin bu politikalara duyduğu ihtiyacı artırmıştır. Sık sık belirttiğimiz

gibi, Ar-Ge’nin uluslararasılaşması üretken sermayenin uluslararasılaşmasının belirli bir

aşamasında gerçekleştiği için onun kaçınılmaz eğilimleri, sonuçlarından ayrı

düşünülemez. Sürükleyici gücü uluslararası şirketlerdir. Bilim ve teknolojinin üretimi

eşit bir biçimde değil, aksine eşitsiz ve bileşik bir gelişme halinde dünyaya

yayılmaktadır. Geç kapitalistleşen ülkelerin hepsinde var olmamakta aksine bunlar

içinde Güney Kore, Tayvan ve yakınlarda Çin gibi, Ar-Ge harcamaları yükselen,

yatırım malları ve teknoloji düzeyi yüksek mallar üreten ülkeler gibi ülkelerden

başlamaktadır. Ar-Ge’nin uluslararasılaşması, ülkelere “teknoloji politikaları”

olanakları sunmakta, hatta bu “teknoloji politikaları”, uluslararası anlaşmalarla

doğrudan sektör teşvikleri ve çeşitli yatırım politika olanakları sınırlanan devletler için

sınırlı kalan teşvik araçları arasında önemli bir yer edinmektedir.

Böylelikle neoliberal devletin yeniden yapılanmasında “teknik” bir

müdahale olanaklı olmuştur. Teknoloji politikaları, teknolojinin fetişist

algılanması sonucunda, toplum karşısında tarafsız (nötr), siyasal katılımı

gerektirmeyen “teknik” müdahaleler olarak kavranmaktadır. Oysa teknolojinin

üretimi yukarıda aktardığımız gibi tarafsız değildir. Üstelik planlama türü makro

politikaların yerini mikro analiz, kurumlar ve firmalar arası analiz, bunların ilişkilerini

düzenleyen kurul ve kurumların oluşturulması alır. Makro perspektifin yerini mikroya

bırakması yeni Schumpeterci evrimci iktisat ile kurumsalcı iktisat yaklaşımının temel

niteliklerine çok uygundur.178 Bu yüzden bu akımlar güçlenirler.

178 Lapavitsas, yeni Schumpeterciler gibi yeni kurumsalcı iktisadın bilgi, kurum, toplumsal adetler ve mikroiktisatı analizlerine dahil etmesinin, bu süreçle paralelliğini anlatmaktadır (Lapavitsas, 2007).

222

Gerçekte uluslararası sermaye ile onunla eklemlenen yerli sermayenin

ihtiyaçlarına yönelik olarak teknoloji geliştirmenin maliyetleri

toplumsallaştırılmaktadır. Artan Ar-Ge harcamaları, patent sayısı, toplumsal refahı

değil, gerçekte giderek yeni ihtiyaçların metalaşmasını, sermaye için özel mülk edinilen

karları getirmektedir. Buna karşılık nitelikli emek gücünün eğitilmesi için gerekli

üniversiteler, bu üniversitelerin sanayi ile işbirliğini oluşturmak için geliştirdikleri

bilimsel altyapılar, özel bir üretimin değil toplumsal bir üretim ve birikimin

sonucudurlar (Narin, 2008a ve 2008b). Kapitalist toplumda bilimin üretimi de kapitalist

üretimin yasalarına tabi olmuştur: Emeğin toplumsallaşmasına karşılık, ürününün özel

mülk edinilmesi yasası, bilimin maliyetinin toplumsallaşmasına karşılık ürününün özel

mülk edinilmesi biçiminde işlemektedir.

Bu kayıtlar dikkate alındığı takdirde, yeni Schumpeterci iktisat akımının,

önerdiği teknoloji politikalarının içeriğinde olumlu ve olumsuz yanlar ayrıştırılabilir.

Teknoloji ve bilimin üretimi, kapitalist birikim sürecinin bir parçası haline gelmektedir.

Parçası haline geldikçe de bilimin ve teknolojinin üretiminin bizzat kendisi odak

noktasına oturtulmakta, bu üretimin koşulları, girdi ve çıktı ilişkileri, verimliliği daha

fazla masaya yatırılmaktadır. Evrimci okulun, üniversitelere, üniversite sanayi işbirliği

modellerine, kurumlara verdiği önem bu açıdan anlamlıdır ve kapitalist üretim içinde

bir sanayi haline gelen teknoloji üretimini sermaye birikimi perspektifinden

değerlendirebilmek için ele alınması gereken olumlu olgulardır. Teknoloji üretiminin

ülke içi dinamiklerini incelemek gereklidir. Burada evrimci akım ile Marksist akım

arasındaki yaklaşım farkı tekrar ortaya çıkar. 1970’lerde “azgelişmişlik”, “geri

kalmışlık”, “bağımlılık” olarak tarif edilen ilişkinin yerini, teknolojik açığın

kapatılması, “yetişme” almış, sermaye birikimi ve onun yapısal temelleri göz ardı

edilmiştir. Teknoloji fetişizmine neden olan asli öğelerden biri budur. Teknolojinin elde

edilmesi ve üretilmesinin yapısal temelleri olan sermaye birikimi yok sayılmaktadır. İşte

teknolojik yeteneğin yapıya oturması ve birikim haline gelmesi, teknoloji üretiminin

üretim yapısı içinde kalıcı olarak var olması için gerekli olan asli koşullara işaret

edebilecek olan kuramsal çerçeve Marksist yaklaşımdır. Buna göre, geç kapitalistleşen

ülkenin teknolojik yapısında köklü bir değişim gerçekleşmesi, ülkenin teknolojik

yetenek edinmek anlamında teknoloji üretmeye başlaması için

223

• üretim araçları içindeki teknolojik değişimin iç birikime özgül olmaya

başlaması,

• üretim araçlarının üretimi

• ve asıl olarak da üretim araçları üretimi ile o ülkedeki bilim üretimi arasındaki

ileri geri bağlantıların üretim yapısı içinde kurulmuş olması

gereklidir.

Kuşkusuz üretken sermayenin uluslararasılaştığı, çoğu ülkede üretim araçları

üretimi ile tüketim araçları üretimi devrelerinin ülke dışına taştığı bir yapıda tam bir

eklemlenmeyi beklemek doğru değildir. Yani erken kapitalistleşen ülkelerde daha

büyük oranda görüldüğü gibi, üretilen üretim araçlarının teknolojik niteliklerini

belirleyen temel bilimsel ve teknolojik geliştirmelerin çoğunun ülke içinde yapılmaya

başlanmasını geç kapitalistleşen ülkelerde de beklemek anlamlı değildir. Bilim

üretiminin kendisi de sermaye birikimi ile bağlı yapısı yüzünden eşitsiz gelişecektir.

Evrimci akım teknolojinin ülke içinde üretilebilmesi için teknoloji transferinden

öte, ülke içi teknolojik yeteneklerin geliştirilmesine yoğunlaşmak gerektiğini ileri

sürmekle olumlu bir yerde durmaktadır. Ancak teknolojiye dair bakışı, kapitalist üretim

ilişkilerinden soyutlanmış olduğu için, üretimin karakteri ile teknoloji üretimi, teknoloji

kapasite ve yeteneğinin yapısal nitelikleri arasındaki bağı kurmasını engellemektedir.

Teknoloji üretimi, üretim araçları üretimi ile yapısal bağları oluşturduğunda,

görece sağlıklı bir ileri geri bağlantı etkisi kurduğunda, ancak o zaman, ülke içi

üretimin yapısal bir birikimi, yeteneği haline dönüşebilir. Bu koşul yerine

getirilmediği sürece, daha büyük bir dalganın, yani Ar-Ge’nin uluslararasılaşması

tarafından belirlenen sürecin edilgen bir parçası olarak kalır. Bu durumda ise bugün geç

kapitalist ülkelerin yatırım malları üretmeye başlayanlarında görüldüğü gibi, Ar-Ge

kurumları ve teknoloji politikaları başka sonuçlara yol açar. Uluslararası pazarlarda

rekabet için kullanılan teknoloji ve ürünlerin üretilmesi sürecinde maliyeti

sosyalleştirmek ve yeni sınama tahtaları, “kuluçka ortamı” yaratmak.

Kısacası, geç kapitalistleşen bir ülkenin, teknolojik değişimini değerlendirmek,

teknoloji üretme kapasitesini yapısal olarak ölçmek için bu teknolojik değişimi

224

güçlendiren, tetikleyen ve onun temelini oluşturan üretim araçları sektörüne bakmak

önemlidir.

2.6.10 Üretim Araçları Üretiminin Teknoloji ve Kapitalist Gelişme Açısından Önemi

Hem Marksist akım açısından hem de özellikle başlangıcında Schumpeter ve

Schumpeterci okul açısından üretim araçları üretiminin (ikinciler açısından “yatırım

malları” üretiminin) teknoloji ve kapitalist gelişme bakımından önemli bir yeri vardır.

İlki açısından üretim araçları üretimi, emek üretkenliği artışının yayıldığı, sürükleyici ve

yaygınlaştırıcı temel dinamiklerden biridir. Üretim araçlarının üretimindeki gelişmeler,

hem tüketim malları üretimini hızlandırıp, emek üretkenliğini artırır, hem de bu kesimde

kullanılan üretim araçları üretimini artırarak, katlanan bir etkinliğe sahip olur.

Schumpeterci okulun da Marksist akımdan alarak geliştirdiği alanlardan biri bu

olmuştur179: Yatırım malı niteliğindeki üretim araçlarının üretiminin teknolojinin

yayılımı açısından önemi. Bu sektörün teknolojik yeniliklerin büyüyüp, yayılması için

bir merkezkaç kuvveti etkisi yaptığı belirtilmektedir (Rosenberg, 1963, 1976 ve 1982),

(Mowery ve Rosenberg, 1999), (Kathuria, 1999). Üretim araçları üretiminde yapılan her

teknolojik yenilik ya da maliyeti düşüren ürün yeniliği, tüketim malları üretimine

“sermayeden tasarruf eden” yenilikler olarak yansımaktadır. Emek üretkenliğini artıran

bu yeniliklerin, kesim II içindeki etkisi aynı zamanda bununla sınırlı kalmamakta,

“emekten tasarruf eden” ve “sermayeden tasarruf eden” değişiklikler olarak iki yönlü

yansıyabilmektedir.

Teknolojik değişimi ve yayılımı sağlamada üretim araçları üretiminin rolü çok

boyutludur. Ürün ya da süreçteki herhangi bir yenilik, ilerleme ve değişim, teknolojik

olarak daha ileri bir makina gerektirir. Bu makinanın üretilmesi ise bu ürün ve

sürecin kopyalanması, yani yayılmasını da kolaylaştıran bir etken haline gelir. Bu

yüzden üretim araçları üretiminin niteliği ve teknolojik düzeyi, o ülkenin teknoloji

edinmesinin (teknoloji transferi) yanı sıra teknoloji üretme dinamikleri üzerine

179 İki akım arasındaki geçiş aşamasını oluşturması açısından Nathan Rosenberg, öğreticidir. Sosyalist İktisatçılar Konferansı yayınları arasında basılan “Bilim, Teknoloji ve Emek Süreci” kitabına yazdığı makalede sermaye malları üretiminin Marks’ta tuttuğu yeri ön plana çıkartan Rosenberg, daha sonra bu kesimdeki teknoloji gelişimini ve yayılımını değerlendiren yayınlar yapmıştır (Rosenberg, 1976, 1982).

225

önemli ipuçları verir. Zaten tez çalışmamızda bizim de teknolojik değişmeyi

incelerken üretim araçlarını merkeze almamızın nedeni budur.

Üretim araçları üretiminde teknolojik değişimin ve yayılmanın bu merkezi

önemini ilk olarak vurgulayan Nathan Rosenberg olmuştur (Rosenberg, 1976). Daha

sonra Fransman da bu kesimin teknolojik değişim açısından önemini vurgular

(Fransman, 1984). Fransman bunun yanı sıra, geç kapitalistleşen ülkeler için bu kesimin

önemine özel vurgu yapar ve bunu üç nedene bağlar. Makinalaşma, verimliliği

artırmakta, üretim sürecindeki “öznel insan kararını” ortadan kaldırıp denetimi

artırmaktadır (Fransman, 1984, s.601). İkincisi bu kesimde bu ülkelerdeki diğer

sektörlere göre daha hızlı verimlilik artışı ve büyümede daha fazla esneklik olması

olanaklıdır. Son olarak da sermayeden tasarruf eden yenilikler bu sektörde

gerçekleşirler ve yayılarak ekonominin bütünü için verimlilik artışı yaratırlar.

Rosenberg’in ilk olarak vurguladığı bu son neden, Fransman tarafından erken

kapitalistleşmiş ülkelerin başarılı performanslarının altındaki temel nedenlerden birisi

olarak görülür. Geç kapitalistleşen ülkeler açısından ise, sermaye oluşumunun düşük

olması ve bu birikimin artış oranının az olması yüzünden ortaya çıkan sorun, iki yazar

tarafından da sermaye malları kesiminin olmaması ile ilişkilendirilir. Yine de geç

kapitalistleşen ülkeler için teknoloji geliştirmek, teknoloji transferiyle ya da yeni ortaya

çıkan teknolojik paradigmayı benimsemekle sıçranacak kadar kolay gözükmemektedir.

Aksine, teknoloji geliştirme, teknoloji üretme süreci yeni teknolojik gelişmelerin geç

kapitalistleşen ülkeler açısından içselleştirilmesi anlamına gelmektedir. Evrimci

yaklaşımın öğrenme süreci olarak öne sürdüğü ve firma düzeyinde incelemeye

yöneldiği alan, teknolojinin içselleştirilmesi, teknoloji edinmekten öte teknoloji üretir

hale gelinmesi sürecidir. İşte biz de bu nedenle tez çalışmasında teknolojiyi

içselleştirme ve giderek de üretme sürecinde önemli bir gösterge olan üretim araçları

üretimini irdelemekteyiz.

Üretim araçları üretimi, son on yıllarda erken kapitalisteşen ülkelerle sınırlı

kalmamıştır. Örneğin, üretim araçları içerisinde dolaysız ve merkezi bir rol oynayan

makina üretimi geç kapitalistleşen ülkelerin bir bölümünde de belirli bir gelişme

göstermiştir. “Hindistan, Güney Kore, Tayvan ve Arjantin gibi ülkelerin deneyimleri,

gelişmekte olan ülke ortamlarında etkili bir makina üretiminin ‘yavaş yavaş

226

geliştirebildiği’ yönündeki iddiayı desteklemektedir” (Matthews, 1991, s.67). İleride

göreceğimiz gibi Türkiye’de de makina üretimi özellikle ele aldığımız dönemde gelişme

göstermiştir. Bunun teknoloji transferinden (teknoloji edinme) teknolojiyi içselleştirme

ve giderek de üretmeye doğru gelişen aşamalar açısından önemli sonuçları vardır.

Üretim araçları üretimi, özellikle makina üretimi ile ürünü alan tüketici arasında

teknolojik yenilik açısından karşılıklı ve etkin bir ilişki vardır. Bu karşılıklı birbirini

destekleyen ve uyaran ilişki önemli bir yenilik kaynağıdır. Bu yenilik kaynağı,

yeniliklerin yayılmasını ve büyümesini de hızlandırır. Ancak yapılan araştırmalar, bu

etkileşimli ilişki sürecinin erken kapitalistleşmiş ülkeler ile geç kapitalistleşmiş

ülkelerde farklı biçimler aldığını göstermektedir. Örneğin Japonya ve Tayvan’da

yapılan bir araştırmada, makina imalat sanayindeki şirketlerden tasarımlarda ve satış

fiyatlarındaki iyileştirme-geliştirmelerin neye göre yaptıkları sorulmuştur. Japon şirket

temsilcileri, dış ve iç pazardaki müşterilerden aldıkları tepkileri ilk sıraya koymuşlardır.

Buna karşılık Tayvanlı şirket temsilcileri rakip şirketlerin ürünlerini belirleyici olarak

ilk sırada göstermişlerdir (Matthews, 1991, s.67). Geç kapitalistleşen ülkeler, erken

kapitalistleşen ülkelerdeki teknolojik yenilik ve ürünleri, önce kopyalayarak, teknolojik

yetenek elde etmektedirler. Yeni bir makina üretilmesi ya da makinaya özgün teknolojik

özellikler eklenmesi bundan sonraki aşama olarak gelmektedir. Bu aşamada

müşterilerden ek özelliklere dair talepler, yenilik ve geliştirmenin kaynağı olarak

imalatçıların gündemine girmektedir. Matthews’in aktardığına göre, bu konuda sistemli

bir çalışma yürüten ve Arjantin makina imalat sanayinin inceleyen Cortes’in bulguları

da bu sürece uymaktadır.

Biz de çalışmamızda, ele alınan dönemde teknolojik gelişmenin hem ölçüsü hem

de yerleşmesini gözlemek, sınamak açısından incelememizi üretim araçları üretimi

kesiminin durumu ve bu kesimin belli başlı sektörlerindeki değişim ile sınırlı tutacağız.

Öncelikle bundan sonraki bölümde üretim araçları üretimi adı altında, uluslararası

kurumların sınıflandırmalarında kullandıkları “yatırım malları”nı üretim araçları üretimi

çerçevesinde ayrıştıracak ve öyle kullanacağız.

227

BÖLÜM 3

3. 1996–2005 DÖNEMİNDE ÜRETİM ARAÇLARI ÜRETİMİ, TEKNOLOJİK DEĞİŞİM

Bu bölümde, 1996–2005 yılları arasında üretim araçları üretiminin gelişimini ve

bu üretimdeki teknolojik değişimi inceleyeceğiz. Daha önce imalat sanayinin üretim

yapısındaki teknolojik değişmeyi genel olarak değerlendirdik. Şimdi üretim araçlarını

merkeze alıyoruz. Sadece üretim araçlarında teknolojik değişmeyi incelemekle

yetinmeyecek, aynı zamanda bir bütün olarak bu kesimdeki üretimin değişimini de ele

alacağız. Çünkü üretim araçları sektörünün gelişimi, bir bütün olarak imalat sanayinin

teknolojik değişimini belirlemektedir. İleri bağlantı etkisiyle, imalat sanayinin

genelinin teknolojik niteliğini ve değişimini etkilerken, geri bağlantısı ile teknoloji

üretimini, yani bilim üretimini belirlemektedir. Bu nedenle belli başlı üretim araçları

sektörlerini incelerken, sektör değerlendirmesi yapacağız. Bu sektör

değerlendirmelerinde teknolojik değişimi irdeleyeceğiz. Ancak esas olarak ilgili

sektördeki teknolojik değişimi bir çıktı olarak görüp göremeyeceğimize bağlı olarak

eğer gelişmiş ise geri bağlantıya yani teknoloji üretimine ulaşmaya çalışacağız.

Marksist yaklaşımı temel alan artı değer ve değer kuramı çerçevesinde

oluşturmaya çalıştığımız teknoloji yaklaşımı uyarınca, bilim üretim sürecinin

göstergelerini görece daha sağlıklı biçimde görebilmenin yolu bu sektörün üretiminin

değişimini değerlendirmekten geçmektedir. İncelediğimiz on yıla damgasını vurmuş

olan, önümüzdeki yılları da belirleyen, teknolojik gelişme göstergelerinin ölçülmesi,

değerlendirilmesi sorunu, kısmen bu biçimde ele alınabilir. Yeni Schumpeterci’lerin

mikro araştırmalar ve sektör araştırmaları ile kurumsal ilişkileri birleştirerek bu soruna

çözüm arama yöntemlerinin eksikliği sadece sermaye kuramlarının eksikliğinden

kaynaklanmamaktadır. Teknolojinin kara kutusunu görünür kılmak yönünde dikkat

çektikleri görünümler doğru olsa da, bu görünümlerin mikro incelemeleri ve bunların

sonra toplulaştırılması başlıbaşına bir sorundur. Parçaların eklemlenmesi bütünü

yaratamamakta, organların bir araya getirilmesi bedeni canlandıramamaktadır.

Toplulaştırma yerine bütünsel bir bakışa ihtiyaç vardır. Aşağıda sermayenin

genişletilmiş yeniden üretimi çerçevesinde üretim araçları kesimini ele alarak, teknoloji

üretiminin zor ve örtülü olan göstergelerini yakalamaya, buradan hareketle teknolojik

228

değişimin yanı sıra teknoloji üretiminin durumunu irdelemeye çalışacağız. Bu

nedenle, Türkiye’de imalat sanayinde üretim araçları üretimini, teknolojik düzeyini ve

uluslararası işbölümü ile eklemlenme düzeyini inceleyeceğiz.

Üretim araçları üretimine bakarken ayırt edilmesi gereken temel sorun yatırım

malları sektörünü sağlıklı bir biçimde değerlendirmektir. Türkiye’de 1996–2005 yılları

arasında yatırım malları sektöründe bir canlanma görülmektedir. Buradan kalkarak

Türkiye’de teknolojik bir değişimin yaşandığını, teknoloji üretilmeye başlandığını

söylemek olanaklı mıdır? Yoksa bu verilerin başka bir filtreden geçirilmesi gerekli

midir? Yatırım malları sektöründeki canlanmanın üretim araçlarının üretimi açısından

anlamı nedir? Bu soruları yanıtlayabilmek için yatırım malları ile üretim araçlarını

ayrıştırmak gerekmektedir. Bundan sonraki alt bölümde bunu yapmaya çalışacağız.

Daha sonra teknoloji üretiminde ve teknolojik gelişmede yapısal bir değişimin

gerçekleşip gerçekleşmediğini anlayabilmek için yatırım malları niteliğindeki üretim

araçları üreten belli başlı sektörleri değerlendireceğiz.

3.1 “Yatırım Malları”ndan Üretim Araçları Üretimine, Kategorinin Ayrıştırılması

İmalat sanayi sınıflandırılırken üç ana bölüme ayrılır: tüketim, ara mallar ile

yatırım malları üreten imalat sanayi. Bu üç bölümün tanımlaması uluslararası

sınıflandırmalara göre yapılmaktadır ve DPT gibi kurumlar da bu sınıflandırmayı

kullanmaktadırlar.180 ISIC gibi uluslararası sanayi sektörleri sınıflandırmaları ile uygun

olarak Zafer Yükseler ve Ercan Türkan’ın 2006 tarihli raporunda “Devlet Planlama

Teşkilatı’nın üretim sınıflandırmasına paralel olarak” yatırım malları, ara mallar ve

tüketim malları şu şekilde toplulaştırılmıştır:

Genellikle Tüketim Malları: 1. Gıda ve İçecek Ürünleri; 2. Tütün Ürünleri; 3.

Tekstil Ürünleri; 4. Giyim Eşyası; 5. Deri, Bavul, Ayakkabı; 6. Mobilya, Diğer İmalat.

180 TUİK sermaye malları olarak adlandırdığı yatırım mallarını şöyle tarif etmektedir: “Sermaye malları, mal ve/veya hizmet üretimi için kullanılan, ham madde ve yakıt dışında kalan diğer mallardır. Bunlar fabrika binaları, makinalar, lokomotifler, kamyonlar ve traktörleri içermektedir. Arazi genellikle bir sermaye malı olarak dikkate alınmamaktadır” (TUİK Ağ Sayfası).

229

Genellikle Ara Malları: 1. Ağaç ve Mantar Ürünleri; 2. Kâğıt ve Kağıt

Ürünleri; 3. Basım ve Yayım; 4. Kok Kömürü, Petrol Ürün; 5. Kimyasal Ürünler; 6.

Plastik ve Kauçuk Ürün; 7. Metalik olmayan diğer Mineral Ürünler; 8. Ana Metal

Sanayi.

Genellikle Yatırım Malları: 1. Metal Eşya Sanayi; 2. Makina ve Teçhizat

İmalatı; 3. Büro, Muhasebe ve Bilgi İşlem Mak.; 4. Elektrikli Makina ve Cihazlar; 5.

Haberleşme teçhizatı, Radyo TV; 6. Tıbbi, Hassas Optik Alet Saat imalatı; 7. Motorlu

Kara Taşıtları; 8. Diğer Ulaşım araçları

Kuşkusuz her kategoriye giren alt sektör sayısı bundan fazladır, ancak genel

olarak çalışmalar bu sektörlerle sınırlı tutulmaktadır. Bu sınırlandırma anlamlı sonuçlar

çıkarmak için yeterlidir.

Ancak biz bu çalışmada, toplumsal üretimi iki kesimli bir ekonomi olarak ele

alacağız. Üretim araçlarının üretimi ile tüketim ya da geçim araçlarının üretimi olarak

iki kesimli bir ekonomide, üretim araçları şöyle tarif edilmektedir: 1- Makina, alet, araç

ve gereçler, bina; 2- hammadde, ara girdi, enerji ve yakıt. Tüketim araçları, üretime

girdi olmayan doğrudan tüketim amacıyla kullanılan, son kullanıcının, müşterinin

kullandığı ürünler olarak tanımlanmaktadır.

İki kesimli yaklaşım ile genel ekonomik sınıflandırmalar arasında bir örtüşme

olduğu kadar önemli ayrımlar da bulunmaktadır. Yatırım malları, iki kesimli ekonomide

üretim araçlarına karşılık gelir gibi görülmektedir ancak yatırım mallarında aşağıda

sınıflandırmada belirteceğimiz sorunlar vardır. Yatırım malları içerisinde üretim araçları

kategorisine girmeyenleri ayırarak sınıflandırmayı şöyle yapabiliriz. Hemen belirtmek

gerekiyor ki, hem alt sektörler düzeyindeki incelemenin sınırları ve kısıtlılıkları, hem de

çalışmanın kapsamı açısından bu genel tablonun kesin bir resminden öte, belirli sınırlar

dahilinde düzeltilmiş hali olarak görülmelidir. Daha kesin istatistiksel inceleme ve

ayrıştırmanın ilk adımı olabilir. ISIC Revize 3. sınıflandırması kullanarak, tüketim aracı

ile üretim araçları (yatırım malı olan üretim aracı ile ara mal olan üretim aracı)

sınıflandırmasını şöyle yapıyoruz:

230

Tüketim Malı Sanayileri:

Tüketim araçlarının üretildiği Kesim II kapsamına giren sanayilerin ISIC Revize 3’e

göre kodları şöyle sınıflandırılabilir:

• Gıda ürünleri ve içecek imalat sanayi (15),

• Tütün ürünleri imalatı (16),

• Tekstil ürünleri imalatı (17) ile giyim ve deri imalatı (18),

• Mobilya imalatı (36),

• Basım ve yayım, plak, kaset vb. kayıtlı medyanın çoğaltılması (22),

• İlaç (2423),

• Sabun ve temizlik, parfümeri, kozmetik diğer tuvalet ürünleri (2424),

• Kimi rafine petrol ürünleri imalatı (2320 bir kısmı),

• Plastik ve kauçuk ürünleri(2513, 2524),

• Metal olmayan mineral ürünler, porselen, cam, çanak, çömlek imalatı (2691,

2692, 2699),

• Metal eşya ve ev aletleri (286, 293, 33, 36’nın bir kısmı),

• Radyo, televizyon, iletişim aletleri üretimi (sadece 323)

Ara-üretim malı sanayileri

• Mobilya hariç ağaç ve mantar ürünleri imalatı (20)

• Kâğıt ve kağıt ürünleri imalatı (21)

• İlaçlar, temizlik malzemeleri ve konutlara yakıt hariç kimyasal malzemeler,

kauçuk, kömür ve lastik imalatı (23, 24 ve 25 kodlu sektörlerin bir kısmı)

• Çömlek, porselen hariç ametal mineral imalatı (2691 ve 2610? Hariç 26

kodlu sektör)

• Ana metal sanayi 27

• Metal eşya sanayinin bir kısmı (281 dahil)

Yatırım-üretim malı sanayileri

ISIC Revize 3 sınıflandırmasına göre, üretim araçları olarak değerlendirilmesi

gereken yatırım mallarını şöyle sınıflandırmak olanaklıdır.

231

• Makina ve teçhizat imalatı (291, 292): Makina imalat sanayi. Soğutma,

sanayi tipi havalandırma, depolama cihazlarından181, tarım makinaları, iş

makinalarına, takım tezgâhlarına üretim araçlarının çekirdeğini oluşturuyor.

• Haberleşme Teçhizatı (321, 322). Radyo, televizyon (323) tüketim malları

sınıfına girdiği için bu alt sektörün dışında tutulmalıdır.

• Elektrikli makina ve gereçleri (31). Burada hata payını ortaya koymak

açısından, tüketim malı olan pil ve lamba üretimini çıkarmak daha kesin bir

veri elde etmeyi sağlayabilirdi ama bunu ayırt etmek olanaklı değil. Ayrıca

elektrik motoru, jeneratör, transformatör ile tel ve kablo imalatının daha

ağırlıklı yer tuttuğunu varsaymak hata payını küçültecektir.

• Ulaşım ve Taşımacılık araçları (34*, 3511, 352, 353). Taşımacılık, ürünlerin

değerinin oluşmasında etkendir.182 Bu nedenle kamyon, karoserli taşıt üretimi,

üretim araçları üretimine (yatırım malları) girebilir. Ancak bunları içine alan

341 kodlu “motorlu kara taşıtları” sınıflandırması binek araçlarını da

kapsamaktadır. Bu nedenle kamyon, kamyonet, otobüs gibi ticari araçları

hesaplamak, tüketim malı niteliğindeki özel binek araçları ayıklamak

gereklidir. Bunun için üretilen kamyon, kamyonet, römorklu araç gibi ticari

araç sayıları ile binek aracı üretiminin yıllara göre bir kıyaslaması yapılarak,

181 Depolama ürünlerinin üretimi üretim aracı üretmektir. Bu nedenle Kesim I’e girebilir: “Meta-sermayenin pazarda meta arzı olarak kalması, binaları, depoları, ardiyeleri, ambarları bir başka deyişle, değişmeyen sermaye harcamasını gerektirdiği gibi, bir de, metaların buralara yerleştirilmesi için emek gücü ödemesini gerektirir. Üstelik metalar bozulurlar ve hava koşullarının zararlı etkilerine maruz kalırlar. Metaları bunlara karşı korumak için, kısmen malzeme biçiminde emek aletlerine, kısmen de emek gücüne ek sermaye yatırılması gerekir” (Marks, 1992, s.128).

182 Taşımacılık, üretken sermayenin bir işlevidir.

“… burada emeğin nesnesinde maddi bir değişiklik de ortaya çıkar –uzamsal bir değişiklik, yer değişikliği ortaya çıkar. … … metalarla ilgili olarak düşünürsek, bu durumda çalışma sürecinde emeğin nesnesinde, metada bir değişiklik ortaya çıkar. Metanın uzamsal konumu değiştirilmiştir ve bununla birlikte metanın kullanım-değerinde bir değişiklik olur, çünkü bu kullanım değerinin yeri değiştirilmiştir. Kullanım değerindeki bu değişikliğin gereksindiği emek ölçüsünde, metanın değişim değeri artar – gereksinilen emek, kısmen değişmeyen sermayenin aşınmasıyla, yani metaya giren toplam maddeleşmiş emekle kısmen de canlı emekle belirlenir, tüm öteki metaların değerini artırma sürecinde olduğu gibi.

Meta gideceği yere ulaşınca, onun kullanım değerinde meydana gelen bu değişiklik ortadan kalkar ve yalnızca metanın daha yüksek değişim değerinde artırılmış meta fiyatında ifadesini bulur” (Marks, 1998:385–86). Ayrıca bkz. (Marks, 1990, s.237), (Marks, 1992, Altıncı bölüm, Kısım III) ve özellikle s. 136–139.

232

ağırlıklı eğilim gözetilebilir.183 Bunun yanında gemi, lokomotif gibi taşıma

araçlarını da katmak için 3511, 352, 353 de yer almalıdır.

• Bilimsel optik, ölçüm aletleri (331). Özellikle biyogenetik alanındaki son

gelişmeler de dikkate alındığında tıbbi aletleri de üretken sermayenin etkinliği

kapsamına alabilmek çok daha mümkün hale gelmektedir. Bu olmasa bile 331

numaralı ISIC revize 3 sınıflandırmasında yer alan tıbbi, hassas aletler, ölçme

cihazları, sanayide kullanılan işlem kontrol teçhizatı, üretim araçları içerisinde

alınmalıdır.

• Büro ve bilgi işlem makinaları (30) Bu tartışılmaya muhtaç bir alandır.

Burada iki tür sorun bulunmaktadır. Birincisi tüketim malı olan bilgi işlem

makinalarının durumu. İkincisi ise üretken olmayan alanlarda, hizmet

sektöründe, finans, muhasebe gibi alanlarda kullanılan büro ve bilgi işlem

makinalarının oranı sorunu. Üretim olarak incelediğimiz dönemde önemli bir

pay oluşturmamaktadır, ithalatı ise giderek büyümektedir. Belirli bir hatayı

göz önüne alarak bu alanı üretim araçları içerisine katıyoruz.

Çalışma boyunca üretim araçlarının üretimi, bu perspektifle ayrıştırılacak ve

1996–2005 dönemi içindeki gelişimi incelenecektir.

3.2 Yatırım Malı Olarak Sınıflandırılan Üretim Araçları Üretimi

Yukarıdaki tanımlama ve sınırlandırmalardan kalkarak, yatırım malı

kategorisindeki üretim araçlarını şu alt sektörler altında inceleyeceğiz. Bu uygulanan

yatırım malı kategorisi üzerinden yapılan bir düzeltme niteliğindedir. Düzeltmenin

temel niteliğini, elektrikli ev aletleri (TV, çamaşır makinasi vb.), özel binek aracı

niteliğindeki motorlu taşıt üretimini tüketim malları kategorisinde sayarak, yatırım

mallarını üretim aracı ile sınırlama amacı oluşturmaktadır. Alt sektörleri burada biraz

daha ayrıntılı ayrıştırmaya çalıştık; ISIC Revize 3 temelinde 3 hatta kimi zaman 4 hane

niteliğinde ayrıştırmaya gittik. Ancak tabii ki daha kesin bir ayrıştırma üzerinden veri

oluşturmak da mümkündür. Yine de ana hatları ile bir gelişimi görmek açısından bu

verilerin yeterli olacağı da açıktır, zira yukarıda sınıflandırma sırasında hata payları,

183 Sektör derneklerinin verilerinden özel binek arabaları ayıklamak gerektiği kadar traktörleri de ayıklamak gereklidir. Çünkü GTİP sınıflandırmasında bunlar da motorlu kara taşıtları içine alınmaktadır. Bu ayıklama kuşkusuz genel hatlarıyla bir yaklaşım olacaktır.

233

sınıflandırmanın net olmayan yönleri ifade edilmiştir. Bu sınıflandırma ve veri

oluşturma sırasında dışarıda bırakılan ya da dâhil edilen alt sektörlerin sektör içindeki

payı gözetilmiş, hata paylarının sektörün eğilimine fazla etki etmemesine dikkat

edilmiştir.

1- Makina ve Teçhizat İmalatı (291, 292)

2- Büro, Muhasebe ve Bilgi İşlem Makinaları imalatı (30)

3- Elektrikli Makina ve Cihaz imalatı (31)

4- Haberleşme Teçhizatı (321, 322).

5- Bilimsel optik, ölçüm aletleri (331).

6- Ulaşım ve Taşımacılık araçları (34*, 3511, 352, 353)

Yatırım malı kategorisindeki üretim araçlarını bu şekilde tanımladıktan sonra,

bu ayrıştırmayı ayrıntılı incelemek gereklidir. İmalat sanayi genelinde yatırım malları

içerisinde sayılan 3 sektörün gelişimi önemli boyutlardadır. Haberleşme Teçhizatı,

Ulaşım ve Taşımacılık araçları ile Makina ve Teçhizat imalatı. Bu üç sektör de

incelediğimiz dönem içinde parlak bir gelişim sergilemişlerdir, ancak yukarıda da

belirttiğimiz gibi bu parlak gelişmenin içinde yatırım malları olmayan, televizyon,

beyaz eşya ve binek araçları gibi ürünlerin üretimi de kapsanmaktadır. Gerçekte tüketim

malları olan bu ürünleri ayırt ederek yatırım malları niteliğindeki üretim araçlarının

incelediğimiz dönem içindeki gelişimini ayrıntılı biçimde incelemek gerekmektedir.

İzleyen alt bölümlerde bunu yapacak, yatırım malları üretiminde gözüken parlak

yükselişin teknolojiye yansımasının gerçek bir görüntüsünü sunmayı hedefleyeceğiz.

3.3 Üretim Araçları Üreten Kesim I Açısından Önemli Sektörlerin Değerlendirilmesi

Bu çalışmada, üretim araçları üretiminin en temel alanını kapsayan belli başlı üç

sektörü ele alacağız. Makina imalat sanayi, üretim aracı niteliğindeki taşıt üretimi ve

endüstriyel elektronik sektörleri. Bu üç sektör, teknolojik değişimin merkezinde yer

alan, teknoloji üretimi ile en yakın geri bağlantı etkisini kuran sektörlerdir ve üretim

araçları üretiminin bu açıdan can damarı konumundadırlar. İlk olarak makina ve

teçhizat üretimi, yani merkezi bir konumda olan üretimin dolaysız araçlarının üretimini

ele alacağız. Yeni bir ürünün ya da bir teknolojik yeniliğin seri olarak üretilmesini,

234

diğer sektörlere yayılmasını sağlayan o ürünün makinasının üretilmesidir. Makina (ve

otomasyon) bu açıdan, teknolojik kapasitenin ve birikimin üzerinde somutlandığı bir

nesnedir. Öyleyse hangi nitelikte makinanın nasıl bir “üretim zinciri”yle üretilebildiği

bir ülkenin teknolojik yeteneğini gösteren en önemli göstergelerden biri olmalıdır. Zira

makina, üretim yöntemi ya da üründeki teknolojik yeniliğin önce deşifre (dekode)

edilmesi sonra da bir mekanizmaya aktarılmasıdır. Makina imalat sanayini, teknolojik

değişimini ve teknoloji üretimi ile bağlantısını bu nedenle inceliyoruz.

3.3.1 Makina İmalat Sanayi

Genel sınıflandırmalarda makina kategorisi, çamaşır makinası gibi beyaz eşya

kategorisine giren ürünleri de kapsamaktadır. Yani makina imalat sanayini doğru

biçimde tanımlayabilmek için öncelikle, uluslararası ve ulusal sanayi

sınıflandırmalarında yapılan tanımları daraltmak gerekiyor.

3.3.1.1 Makina İmalat Sanayinin Tanımı: Uluslararası Sanayi Sınıflandırma kodlarından olan ISIC Revize 3’e göre

alındığında makina imalat sanayi 29 nolu kodun altında yer almaktadır. Bu

sınıflandırmaya göre 29 numara “başka yerde sınıflandırılmayan makina ve teçhizat

imalatı”nı kapsar. Ancak 29 olarak genel biçimde sınıflandırılan sektörler içinde

yalnızca 291 ve 292 nolu sektörler makina imalat sanayi içinde yer almaktadır. 29 nolu

genel kodun altında yer alan 293 olarak kodlanan sektör, elektrikli ev aletleri imalatı

sektörüdür. Bu üretim araçları üretiminin durumunu değerlendirmek için ele alacağımız

makina imalatı kapsamına alınmayacaktır. Elektrikli ev aletleri tüketim aracıdır, tüketim

malları içerisinde sayılmalıdır. Bu çalışmada bu alt sektör, üretim araçları üretiminde

sınıflandırdığımız Kesim I sektörleri içine de alınmayacaktır. Oysa bugün istatistiklerde

bu alt sektör yatırım araçları sınıflamalarına dahil edilmektedir. Makina Mühendisleri

Odası da makina imalat sanayi ile ilgili hazırladığı raporlarında bugüne kadar 293 kodlu

alt sektörü makina imalat sanayi sektörlerine katmamaktadır.184

184 Bkz. EK C. Uluslararası sınıflandırmalara göre makina imalat sektörünün ve alt sektörlerinin daha ayrıntılı bir tablosu için Bkz. (MMO Raporu, 2004), (TKB ESAM, 2007, s.485–86).

235

Başka bir sınıflandırmaya göre ise, makina imalat sanayi, genel olarak Gümrük

Tarife Cetvelinin (GTİP) 84. fasılı altındaki malları kapsar.185 Bu bölüm boyunca genel

olarak ISIC Revize 3’un sınıflandırması kullanılmışsa da, kimi veriler kullanılırken 84.

fasıl altındaki malların istatistiksel verilerinden yararlanılmıştır. ISIC Revize 3

üzerinden yapılan sınıflandırmalara göre TUİK verileriyle Makina imalat sanayini

incelerken, yer yer kimi raporlardan yer yer doğrudan TUİK verilerinin kendilerinden

yararlanılmıştır. MİB gibi sektörün kimi raporlarında, özellikle Orta Anadolu

İmalatçılar Birliği raporlarındaki sonuçlarda, 84. fasıl esas alınmıştır. Bu gibi raporların

bazılarındaki sonuçlarla çelişkiye düşüldüğü yerlerde, iki ayrı sınıflandırmadaki

eğilimler kontrol edilmiş, bu eğilimlerin birbirini tutması halinde sonuçlara güven

duyulmuştur.

Bu sınırlama ile birlikte makina imalat sanayi kapsamına giren alt sektörler

şunlardır:

291 Genel amaçlı makina imalatı: Bu gruba dahil olan imalat dalları şunlardır: İçten

yanmalı motor (uçak, araba ve motosiklet motorları hariç) ve türbin imalatı, bunların

tamir ve bakım hizmetleri, pompa kompresör vana imalatı, mil yatağı, dişli, tahrik

tertibatı imalatı, sanayi fırını, ocak ve ateşleyici imalatı, forklift, palanga, vinç vs. gibi

kaldırma ve taşıma cihazı imalatı, soğutma ve havalandırma cihazları imalatı.

292 Özel amaçlı makina imalatı: Bu grupta tarım ve orman makinaları, takım

tezgâhları, metalürji makinaları, maden, taşocağı ve inşaat makinaları, gıda, içecek ve

tütün işleyen makinaların imalatının yanı sıra ayrıca tekstil makinaları, deri işlemede

kullanılan makinaların imalatı ile silah ve mühimmat da yer almaktadır.

Makina imalat sanayinin sınırlarını çizmek, yatırım malları sınıflandırması ve

eksen aldığımız üretim araçları üretimi kategorileri açısından önemlidir. 29 kodlu

185 Gümrük tarife cetvelinde elektrikli ev eşyaları 85. fasıl altında yer almaktadır. 84. fasıl altındaki başlıca ürün grupları: reaktör ve kazanlar; türbinler ve turbojetler; pompalar ve kompresörler; motorlar ve yedek parçaları; vanalar; klimalar ve soğutma makinaları; ısıtıcılar ve fırınlar; hadde ve döküm makinaları; gıda sanayii ve ambalajlama makinaları; tarım ve ormancılık makinaları; yük kaldırma, taşıma ve istifleme makinaları; inşaat ve madencilik makinaları; kağıt ve matbaacılık makinaları; yıkama, kurutma ve ütüleme makinaları; tekstil ve konfeksiyon makinaları; deri işleme makinaları; kauçuk ve plastik işleme makinaları; metal işleme makinaları ve takım tezgâhları; büro makinaları; rulmanlardır.

236

sektörü ayrıştırarak yukarıdaki alanları, makina imalat sanayine almamız, Makina

Mühendisleri Odası’nın kullandığı tanımlamalara uymaktadır. Ancak makina sektörünü

inceleyen birçok rapor, beyaz eşya üretimini de makina sanayine kattığı için dikkatle

incelenmeli, katıştırılan bu sektörler ayrıştırılarak veriler değerlendirilmelidir. Örneğin

Dış Ticaret Müsteşarlığı’na bağlı İhracatı Geliştirme Etüd Merkezi’nin (İGEME)

hazırladığı raporlarda da 293 ayrıştırılmamıştır (İGEME, 2006, 2007a). Oysa

ayrıştırmama, makina imalat sanayini olduğundan farklı göstermektedir. Buna yatırım

malları içerisinde değerlendirilen TV ve radyo alıcıları alt sektörü ile makina imalat alt

sektörünün durumundaki farklılığı gösteren çarpıcı bir örnek verilebilir. TKB ESAM

raporundaki verilere ayrıştırılarak bakıldığında 323 kodlu TV ve radyo alıcıları sektörü,

1998–2006 döneminde en yüksek performanslı alt sektör iken yatırım mallarında

merkezi önemde bulunan sektörler (291 ve 292) en son sıralardadır (TKB ESAM, 2007,

s.29-30). Üstelik yine yatırım malları içine sokulan ve 29 kodun altında makinalar ile

aynı alt sektörde toplulaştırılan elektrikli ev aletleri (293- çamaşır makinası vs.) TV ve

radyodan sonra performans olarak ikinci sıradadır.186 Makina imalat sanayi, bu biçimde

en son sıralarda yer alırken, TKB raporunda ya da Yükseler ve Türkan’ın raporunda

yatırım malları üretiminin incelenen dönemde, geçmişe göre yükseldiği

vurgulanmaktadır. Tüm bunların sonucu üretim araçları üretiminin gelişiminin yapısal

niteliklerinin belirsizleştirilmesi olmaktadır.

Üstelik istatistik verilerin, eksik ölçülere göre toplanmış olması, firma

anketlerinin eksik yapılması gibi nedenlerle sektörün dernekleri ve birlikleri bile bu

verileri sağlıklı olarak değerlendirememekten şikâyetçidirler. Makina imalat sanayi

incelenirken genel olarak yararlanılan 2007 tarihli TKB ESAM raporu da burada

tanımlanan anlamıyla makina imalat sanayini (291+292), “başka yerde

sınıflandırılmamış makina ve teçhizat imalatı” sektörü altında elektrikli ev eşyalarını da

(293) incelediği için, bu rapordan alınan veriler ayrıştırılmıştır.

186 293 kodlu başka yerde sınıflandırılmamış elektrikli ev aletleri imalatı sektörü, 1998–2001 döneminde 25. sıradayken, ancak 2001–2006 döneminde ikinci sıraya yükseldiğinde de dikkat çekmek gerekiyor (TKB, ESAM, 2007, s.30).

237

3.3.1.2 Dünyada Makina İmalat Sanayinin Genel Durumu:

Makina imalat sektöründeki işletmelerin önemli bir bölümü, genel olarak tüm

dünya ülkelerinde KOBİ niteliğindedir (TÜSİAD, 2003). İşletmelerin ortalama istihdam

düzeyi oldukça küçüktür. Örneğin, 1994 yılında Batı Avrupa’da 23.000 kadar işletme, 2

milyon kadar kişiyi istihdam etmekteyken ortalama istihdam 87 kişi düzeyinde idi.

ABD’de makina imalat sektöründe yüzlerce küçük firma bulunmaktadır bunlardan

sadece 88’i, 100’den fazla kişi istihdam etmektedir. Yalnız Almanya’da yapı biraz daha

farklı olup, 1995 yılında 5.800 işletmenin ortalama istihdamı 170 kişi idi. Aynı

kaynağın aktardığına göre, İtalya’da ortalama istihdam ise 70 kişi olarak saptanmıştır.

2003 yılı verileriyle dünyada makina imalatında AB 360,1 milyar Euro ile ilk

sıradadır; bu toplam dünya imalatının %38’idir. ABD’nin makina imalatı 233,2 milyar

Euro (%25) iken onu izleyen Japonya’nın makina imalatı 164,6 milyar Euro’dur. Bu ise

toplam imalatın %17,4’ü etmektedir (DPT, 2006a, s.30). 2004’e kadar geçen on yılda

AB ülkelerinde makina imalat sanayinde KOBİ’ler ağırlıklarını korumalarına karşın,

küçük işletmelerin elendiği, orta ve büyük işletmelere dair bir eğilim olduğu

gözlenmiştir. Örneğin Almanya’da Takım Tezgâhları imalatında 1992–94 yıllarında

ekonomik durgunluğun ardından birleşmeler artmıştır. 2003 yılında %67 oranında

KOBİ niteliği taşıyan şirketlerden oluşan takım tezgâhları imalatı sektöründe, 2002

yılına göre üretimdeki %5’lik azalmaya karşılık, büyük ölçekli firmaların cirolarında

artış olmuştur (DPT, 2006a, s.30)

2004 yılı verileriyle makina pazarının büyüklüğü AB ülkelerinde 290 milyar €,

ABD’de 278 milyar € ve Japonya’da 129 milyar € dur. Türkiye’de ise makina pazarının

22 milyar € düzeyinde olduğu tahmin edilmektedir.

Çalışmanın başında iki alt dönem olarak ele aldığımız, 1996–2005 döneminin

ikinci yarısında (özellikle 2001–2003 yıllarında) dünya konjonktürü pek olumlu bir

seyir izlememiştir. AB ülkelerinde ve Amerika’da iç pazarda bir daralma yaşanmış, bu

ülkelerde makina imalatı yapan firmaların satışları düşmüştür, ancak dünya çapında

2004 yılından başlayarak yavaş da olsa pazar tekrar genişlemeye başlamıştır. Örneğin;

Avrupa Takım Tezgâhları İmalatçıları İşbirliği Komitesi’nde (CECIMO) bulunan 15

Avrupa ülkesinde takım tezgâhı imalatı, talebe bağlı olarak 2002 ve 2003 yıllarında %

238

9’ar mertebesinde azalmıştır. Makina ihracatı bakımından Türkiye’nin en önemli pazarı

AB ülkeleri ve ABD ile Kanada’dır. Bu yıllarda bu pazarlarda bir daralma yaşanmış

ama buna rağmen 2003’e doğru ihracatta artış başlamıştır. 2005 yılı verilerine göre,

dünyada takım tezgâh ihracatını en çok artıran ülkelerin başında %27 ile Japonya

gelmektedir. Türkiye ise ihracat artışı bakımından dünyada % 25 ile 2. sırada yer

almaktadır. (DPT 2006a).

3.3.1.3 1996–2005 Yılları Arasında Sektörün Genel Durumu:

3.3.1.3.1 Üretim Yapısı, İşletmelerin ölçeği

Sektörle ilgili uzman kuruluşların hazırladığı raporların üzerinde ortaklaştığı

temel noktalardan birisi, sektörün parçalı yapısıdır. Bu yüzden sektördeki firma sayısı

ile ilgili sağlıklı veriler elde edilememektedir. Ancak TUİK işyeri sayımına göre 11

binden fazla firma bulunmaktadır (DPT 2006a). 15 Avrupa Birliği ülkesinde bu

sektörde çalışan firmaların toplamının 23100 olduğu gözetildiğinde bu rakam,

parçalılığı iyi anlatmaktadır.187 Üretim ağırlıklı olarak küçük ve orta boy işletmelerde

yapılmaktadır. 2003 yılı verileriyle bu sektördeki firmaların %77'si KOBİ niteliğindeki

işletmelerden oluşmaktadır (MMO, 2004 ve 2008). Sektör birliklerinin aktardıklarına

göre, çoğunluğu aile şirketlerinden oluşmaktadır.188 2003 yılında, sermayesi 5 trilyon

TL'nin üstünde yalnızca 6 firma vardır. 2005 yılında İstanbul Sanayi Odası’nın

hazırladığı 500 büyük sanayi kuruluşu listesinde bu sektörden 6 şirket bulunmaktaydı.

Yine 2005 yılını veri alan Makina Mühendisleri Odası araştırmasına göre, sektörde

KOBİ niteliğindeki işletmelerin oranı %89’dur. 2003 yılı verilerine göre, makina imalat

sektöründe, yıllık satış hacmi 600bin dolara kadar olan firmalar toplamdan %61 pay

almaktadır (MMO, 2004).

187 “AB Komisyonu raporu, 15 AB ülkesinde 23.100 firmanın makina imalatı yaptığını belirtmektedir. DİE verilerine göre ise ülkemizde bu sektörde faaliyet gösteren firma sayısı 11.000 dir” (Hidrolikpnömatik Dergisi, 2006, 21. sayı).

188 Sektörün bu nitelikleri erken kapitalistleşmiş ülkelerdeki makina imalat sanayi için de benzerdir. Nathan Rosenberg 2. Dünya Savaşı sonrası Amerika’da makina imalat sanayinde üretimin uzmanlaşmış niteliği ve büyük ölçekli olmayan, çok parçalı yapısından söz etmektedir (Rosenberg, 1963, s.219). MİB Başkanı Arslan Sanır sektörü özetleyen konuşmasında KOBİ ve aile şirketi niteliğinin getirilerini de maddeleştirerek açıklar: “AB ve ABD’de makina sanayinin öncüsü durumundaki firmaların büyük çoğunluğu KOBİ yapısındadır. Bunların hemen tümü aile şirketidir" (Hidrolikpnömatik Dergisi, 2006, 21. sayı).

239

Sektördeki bu parçalı ve dağınık yapı, son yıllarda ihracat ve iç pazar için

üretimde yerleştirilmeye başlayan belirli standartlar açısından da görülebilir. Makina

imalat sanayinde OAİB’in yaptığı bir envanter çalışmasına göre, Türkiye’de makina

imalatı yapan veya ihraç eden şirketlerin yarısından fazlasının herhangi bir kalite ve

benzeri standart belgesi yoktur (OAİB, 2007a:8). Bu standartlar arasında TSE de

sayılmaktadır. ISO, CE gibi daha yüksek standartlara sahip olmayan işletme oranı ise

bundan çok daha fazladır. Ürünlerinde AB standardı olarak kullanılan CE işaretine

sahip olan işletmelerin oranı %17’dir.

2006 yılında Makina İmalatçıları Birliği Genel Sekreteri tarafından Devlet

Planlama Teşkilatı’na hazırlanan rapora göre, sektörde atölye niteliğindeki işletmeler

hariç 3000 civarındaki imalatçı firma içinde kamu kuruluşu niteliğinde olan çok azdır.

Bunlar arasında şeker fabrikalarında ve çimento üretiminde kullanılan makinaları imal

eden birkaç işletme, kamu kurumu yapısındadır. MKEK ise savunma sanayine yönelik

imalat yapmaktadır. Rapora göre, “özelleştirmeler nedeni ile kamu kuruluşlarının

toplam imalattaki payları gün geçtikçe azalmaktadır” (DPT, 2006a).

Sektör üretiminde yabancı sermayenin yeri konusunda aynı rapora göre, bu

sektöre, yabancı sermayenin ilgisi fazla değildir. Raporun tespitlerine göre, 2–3

kuruluşta yabancı sermayenin katılımı söz konusudur. Dönemin ilk yarısında, makina

imalat sanayine yabancı sermaye yatırımı yapılmadığı belirtilmektedir (MMO, 2004,

s.108). Ancak dönemin ikinci yarısında çok büyük olmasa da yabancı sermaye yatırım

yapılmıştır. 2000 yılı verileriyle, yabancı sermayenin, toplam ödenmiş sermaye içindeki

payı %3,75’dir. 2006 yılı verilerine göre, bu pay %20’ye çıkmıştır (MMO, 2008, s.112).

Özellikle 2000 yılından sonra yabancı yatırımların öncekine göre büyük bir hızla arttığı

hatırlanırsa, makina imalat sanayine yabancı sermaye yatırımının dönemin ikinci

yarısında epey arttığı sonucu çıkartılabilir. Makina Mühendisleri Odası raporlarının

verileri değerlendirildiğinde en azından incelediğimiz ilk dönemde (1996–2001),

yabancı sermayenin makina imalat sanayinde ihracata, nitelikli emek istihdamına, Ar-

Ge’ye, teknoloji transferine katkısından söz edilemez. Yine de kesin olan sektördeki

yabancı sermaye oranının ilk dönemde diğer sektörlere göre küçük olmasıdır, ancak

bununla birlikte dönemin ikinci yarısında yabancı sermaye payı artmıştır. Zaten ileride

göreceğimiz gibi, ilk beşyüz firma arasında yer alan Türk Traktör, Koç ile Hollanda

firması ortaklığıdır, HEMA yabancı ortaklığa gitmektedir.

240

Teknoloji açısından makina imalat sanayi, genelde tüm alt sektörleri ile orta-

yüksek teknoloji grubu içinde yer almaktadır. Fakat içten yanmalı motorlar ve tribünler

ile takım tezgâhları imalatı grupları yüksek teknoloji grubuna daha yakındır (MMO,

2004, s.38).

TUİK verilerine göre 1997 yılı baz alınarak üretim endeksindeki değişim

incelenirse, makina imalat sanayi sektörünün gelişimi aşağıdaki tablodan görülebilir.

Başta da belirttiğimiz gibi, makina imalat sanayi sadece 291 ve 292 kodlu alt sektörleri

kapsamaktadır. Elektrikli ev aletlerini (293) kapsayan genel sınıflandırma kodu 29’u da

tabloda göstermemizin sebebi, incelenen dönemde makina imalat sanayindeki gelişim

ile elektrikli ev aletlerinin üretimindeki gelişimi de karşılaştırabilmektir.

Tablo 14 Makina İmalat Sa nayi Üretim Ende ks i

Makina İmalat Sanayi Üretim Endeksi (Üretim değeri ağırlıklı, yıllık ortalama)

İmalat Sanayi 29 291 292 Makina Toplamı

(291+292)

Yıllar

Endeks Değişim

% Endeks

Değişim

% Endeks

Değişim

% Endeks

Değişim

% Endeks

Değişim

%

1997 100,0 - 100,0 - 100,0 - 100,0 - 100 -

1998 100,1 0,1 97,4 -2,6 95,3 -4,7 101,3 1,3 98,3 -1,7

1999 95,9 -4,2 86,6 -11,1 85,7 -10,1 76,7 -24,3 81,2 -17, 4

2000 102,1 6,5 92,4 6,7 89,9 4,9 84,4 10,0 87,15 7,3

2001 92,4 -9,5 73,5 -20,5 83,7 -6,9 48,4 -42,7 66,05 -24,2

2002 102,5 10,9 89,2 21,4 94,2 12,5 51,7 6,8 72,95 10,4

2003 112,0 9,3 109,2 22,4 110,9 17,7 56,9 10,1 83,9 15

2004 123,7 10,4 143,2 31,1 136,2 22,8 70,3 23,6 103,25 23,1

2005 129,6 4,8 144,8 1,1 124,7 -8,4 64,7 -8,0 94,7 -8,3

Kaynak TUİK verileriyle karşılaştırılarak (TKB ESAM, 2007, s.489) raporundan derlenmiştir.

Bu gelişimin seyrini en kolay aşağıdaki şekilde ayırt etmek olanaklıdır. Makina

imalat sanayinin alt sektörlerinin incelediğimiz dönemdeki gelişimini incelerken başta

ayırdığımız 293 kodlu sektörü özellikle grafikte belirttik. Elektrikli ev eşyası üreten

sektör olan 293 kodlu sektör, makina imalat sanayi kapsamında değildir; aynı

sınıflandırma içinde yer almasına karşılık belirtilen dönemde en yüksek büyüme

241

gösteren alt sektör durumundadır. Diğer bölümlerde açıklanacağı gibi, yatırım malları

içerisinde sayılan 293 nolu sektörün gelişimini yatırım mallarından, üretim araçları

üretimini kapsayan Kesim I’den ayırt etmek gereklidir.

Alt Sektör ile İmalat Sanayi Karşılaştırması

0

50

100

150

200

250

1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005

Yıllar

Üre

tim

En

dek

si

İmalat Sanayi291292293

Grafik 14. Makina İmalat Sanayi Alt Sektörleri ve İmalat Sanayi Üretim Endeksi

Bu grafiğin gösterdiği 3 temel gelişme bulunmaktadır:

Birincisi, 291 nolu makina imalat sanayi alt sektörü, yani genel amaçlı makina

sektörü imalat sanayi üretim endeksi ortalamasıyla benzer bir seyri izlemektedir. İmalat

sanayinin bütününün taleplerine uygun genel amaçlı makinaların üretiminin imalat

sanayi genelindeki büyümeyle koşutluklar göstermesi beklenmelidir. Ancak üretimin

ağırlıklı olarak iç pazara yönelmesi gibi bir durum da yoktur. Zira bu alt sektörün

ithalatı incelenirse, ihracatından çok daha büyük oranda artmıştır.

İkincisi makina imalat sanayi kapsamı dışında olmasına rağmen, ilerideki

göstergelere etkisi açısından önemli olan elektrikli ev aletleri üretiminin (293)

gelişimidir. Özellikle 2001 yılına kadar imalat sanayi ortalamalarına yakın seyreden

üretim endeksi, 2001’den sonra 291 ve 292 kodlu alt sektörlere göre çok hızlı bir

biçimde yükselme eğilimine girmiştir.

Üçüncü temel nokta ise, 292 nolu makina imalat sanayi alt sektörünün, yani özel

amaçlı makina sektörünün üretim endeksinde yaşanan düşmedir. Ancak 1996 yılı ile

2001 yılı arasında üretim endeksinde yaşanan hızlı düşme, açığı telafi edemese de

242

2001’den sonra yükselme eğilimine tekrar girmiştir. Özel amaçlı makina kapsamına

giren çok sayıda üretim aracı bulunmaktadır. Tarım makinaları, inşaat makinaları, takım

tezgâhları vb. üretim endeksinde yaşanan bu düşmenin bu alt makina üretim

etkinliklerinde de aynı şekilde olup olmadığı konusu önem kazanmaktadır. Yani özel

amaçlı makina üretiminin bileşiminde bir değişim olup olmadığına bakmak gereklidir.

292 kodlu alt sektörde yaşanan bu üretim endeksinin düşmesinin yapısal sonuçlarını

ileride istihdam ile birlikte inceliyoruz. Bu alt sektörde takım tezgâhları üretiminde

önemli bir yükselme gerçekleşmiştir. Buna karşılık diğer sektörlerde düşüş

gerçekleşmiştir, en çarpıcı düşüş ise tekstil ve deri işleme makinaları alt sektöründe

yaşanmıştır. Takım tezgâhlarında yaşanan üretim endeksi artış büyük olsa da diğer alt

sektörlerin çoğunda yaşanan düşüşün toplamını telafi edememektedir.

Makina imalatının tüm alt sektörleri için, hatta beyaz eşya üretimi için de geçerli

olan ortak özellik, incelediğimiz ilk dönemde (1996–2001) hepsinde yaşanan üretim

düşüşüdür. Bu dönemde, bu sektörlerdeki üretim endeksleri, aynı zamanda imalat

sanayi ortalamasının da altında gerçekleşmiştir. Toparlanma ve büyüme eğilimi, tüm alt

sektörler açısından ikinci dönemde yaşanmıştır. Bu dönem aynı zamanda ihracatta da

“patlama”nın gerçekleştiği yıllardır.

Dolayısıyla ikinci dönemde, makina pazarının değişimini, makina imalat

sanayinin iç pazar ile ihracat açısından değişimini incelemek için aşağıdaki tabloyu

kullanabiliriz:

Tablo 15 Makina İmalat Sa nayi Üretim ve Dış Ticaret Değerleri Makina İmalat Sanayi Üretim ve Dış Ticaret Değerleri (milyon ABD $)

2001 2002 2003 2004 2005 2006

Sektör Pazar Hacmi 13.160,1 16.337,1 19.626,5 24.093,8 25.019,3 27.995,9

Artış Hızı (%) - 24,1 20,1 22,8 4,47 11,90

Sektör Üretimi 9.663,0 11.779,0 14.300,0 17.500,0 17.675,0 19.871,0

Artış Hızı (%) - 21,9 21,4 22,4 1,0 12,4

Sektör İç Pazar Satışları (Milyon $) 8.066,0 9.698,0 11.253,0 13.593,0 12.725,0 13.880,9

Toplam İç Pazarda Üretimin Payı (%) 61,3 59,3 57,3 56,4 50,9 49,6

Toplam İç Pazarda İthalatın Payı (%) 38,7 40,7 42,7 43,6 49,1 50,4

Kaynak 2005–6 için MİB'den alınan veriler, öncesi için MİB’e göre aktaran (DPT, 2006a).

243

Makina imalat sanayinin dış ticaret yapısı ileriki bölümlerde ayrıntılı

irdelenecektir. Burada makina iç pazarı, makina imalat sanayinin bu pazara yönelik

eğilimini incelemek açısından sonuçlar çıkarmak gerekirse, şöyle maddeleştirilebilir.

• Türkiye’deki makina pazarı incelediğimiz dönemin ikinci yarısında ikiye

katlanmıştır. Söz konusu ürünün yeni üretim birimlerinin kurulmasında temel

önemde olan bir ürün, üretim aracı, makina olduğu düşünülürse bu önemli bir

artıştır.

• Öte yandan sektör üretiminin, iç pazardan dış pazara yönelik eğilimi

hızlanmıştır. İthalatın iç pazardaki payı artmıştır. Dönemin ikinci yarısının

başlangıcında makina ithalatının iç pazardaki makina gereksinimi karşılama

payı %39 iken 2005 ve 2006 yıllarında yarı yarıya hale gelmiştir. İthalatın

artmasında düşük kurun, yüksek liranın etkisi görülmektedir. İthalat daha

baskın hale gelmektedir, yani genel olarak imalat sanayindeki uzun erimli

büyümenin zemini olabilecek olan üretim araçlarının karşılanmasında ithalat

daha etkin haldedir. Makina imalat sanayi dış pazara yönelik üretimini

artırmıştır. İthalatın daha baskın hale gelmesi beraberinde ikinci el makina

alımı gibi sorunları da getirmiştir. Sektör birlik ve kurumlarının yayınlarında

bu konuda şikayetler de belirtilmektedir. Bu şikayetler karşılıklı çatışmayı da

yansıtmaktadır. Zira sermaye yapısı güçlü olmayan imalat sanayi kesimleri

açısından üretim araçlarının ilk elden alınmasıyla ikinci el alınması arasında

yüksek maliyet farkları vardır.189 Bu nedenle artan makina ithalatı içinde bu

dönemde, iç pazarda ikinci el makina ithalatı hızlanmıştır. Makina sektörü, iç

pazara yönelik iyi tanıtım yapamamaktan, yerli makinaların

kullanılmamasından, ithal mallar karşısında iç pazarda etkisiz kalmaktan

şikâyetçidir.

TKB ESAM raporundan derlenerek elde edilen verilere göre, bu dönemde

kapasite kullanım oranları incelendiğinde, makina imalat sanayinin genelde imalat

sanayi ortalama kapasite kullanım oranlarının altında olduğu gözlemlenmektedir (TKB

ESAM, 2007). Ancak son yıllarda başta 291 (motor, türbin, soğutma, taşıma

189 Bu şikayetler sektör dergi ve raporlarında bulunmaktadır. Ayrıca benzer şikayetler için bkz. Dokuzuncu Kalkınma Planı- Makina ve Metal Eşya Sanayii Özel İhtisas Komisyonunun 28 Kasım 2005 Tarihli 2. Toplantısı Ses Çözümleri, http://plan9.dpt.gov.tr/oik38_makinametal/2.ToplantiSesCozumu.doc, (2 Eylül 2006).

244

makinaları) olmak üzere 292 kodlu alt sektör de (tarım, orman makinaları, takım

tezgâhları, gıda ve içecek tütün işleyen makinalar) imalat sanayi ortalama kapasite

kullanım değerlerine yaklaşmıştır. Elektrikli ev aletleri içine giren 293 kodlu sektörün

kapasite kullanım oranı genelde en yüksektir. Ele alınan dönemin hemen hemen

tümünde elektrikli ev aletleri üretimindeki kapasite kullanım oranı imalat sanayi

genelinin üzerinde seyretmiştir.

Makina imalat sanayinin üretimi içinde en büyük üretim değerine sahip alt

sektörler sırasıyla, motor ve türbin imalatı (291 içinde); soğutma, havalandırma ve

klima cihazları imalatı (291), takım tezgâhları imalatı (292) ve sanayi kurutucu, yıkama

ve ütüleme makinaları (292) üretimidir. Elbette bunlar içinde aksam ve parça

imalatlarının da bulunmaktadır (MMO, 2008, s.35). Bu kodlama altında geçen soğutma

ve iklimleme makinaları sanayi tipi olduğu için yatırım malı kategorisinde ele

alınmaktadırlar. Yani makina imalat sanayinin üretimi ağırlıklı olarak 291 kodlu genel

amaçlı makinaları, motor ve türbin ile soğutma ve iklimlendirme cihazları imalatını

kapsamakta, bundan sonrasını ise 292 kodlu özel amaçlı makinalar olarak tanımlanan

takım tezgâhları üretimi ile sanayi tipi kurutma, yıkama makinalarının üretimi

izlemektedir. Yine 2008 tarihli bu rapora göre, makina imalat sanayinde en hızlı gelişen

üretim, ara malları (pompa, kompresör, musluk, vana, dişli kutusu vs.) ile aksam ve

parça üretimidir. Üretimde ağırlık orta düşük teknolojinin aldığı paydadır. Rapora göre,

geleneksel (konvansiyonel) makinaların üretimi ağırlıktadır. Dolayısıyla katma değer

açısından kısıtlıdır (MMO, 2008, s.35).

Soğutma ve Havalandırma donanımı imalatı, büyük ve orta küçük firmaların

etkinliğindedir. 2002 yılında sektördeki yabancı sermaye ortaklı şirketler toplamın

%12’si düzeyindedir (MMO, 2004, s.35). Aynı rapora göre 2002 yılında üretimin

%42’si ihraç edilmektedir. Orta düşük teknoloji sınıfındadır ve Ar-Ge payı düşük,

özgün ürün imalatı azdır.

Motor ve türbin imalatı açısından iç pazar sermayenin etkin kullanıldığı

“optimal” bir üretim ölçeğini sağlamazken, ihracat da düşüktür. Bu alanın rekabet

düzeyi düşük görülmektedir.

245

Üçüncü sırada yer alan takım tezgâhları imalatı alt sektörü, makina imalatının

can damarı, stratejik alt sektörü olarak ele alınmaktadır. Sektörde 4 büyük firma 2002

yılı itibariyle üretimin %60’ını sağlamaktadır; MMO raporuna göre, bu şirketler

“CAD/CAM, Mekatronik ve Laser teknolojileri, toplam kalite üretimini gerçekleştirmiş

olup AR-GE çalışmalarını hızlandırmışlardır” (MMO, 2008, s.42). Bunların dışındakiler

ise daha küçük KOBİ niteliğinde işletmelerdir. Üretim yapısı açısından %75

konvansiyonel tezgâh üretilmektedir. Ancak geri kalan oran, artan CNC (Sayısal

kontrollü tezgâh) üretimini belirtmektedir ve önemlidir. Bilgi işlemcili sayısal kontrollü

tezgâh (CNC) üretimine yönelme eğilimi vardır. Takım Tezgâhları İşadamları

Dayanışma Derneği’nin (TİAD) yayınladığı raporlara göre, takım tezgâhı satışları

çeşitli sektörlere yönelik yapılmaktadır; ancak önem sırasına göre otomotiv, makina

imalatı, kalıp otomotiv yan sanayi sektörleri bu satışların en çok yöneldiği sektörlerdir

(TİAD, 2006a ve 2006b). TİAD’a göre, “2005 yılında bu sektörlerde yaşanan yatırım

eğilimi takım tezgâhları ve makina sanayine olumlu yansımıştır”(TİAD, 2006a, s.19).190

Gerçekten de takım tezgâhları üretimi dönemin ikinci yarısında hem imalat hem ihracat

açısından önemli oranda artış göstermiştir. 2006 yılında Türkiye takım tezgâhları

üretiminde 1,1 milyar dolarla, dünya üretiminin % 1,9’unu gerçekleştirmektedir

(MMO, 2008, s.41). 1990’ların başıyla kıyaslarsak, o tarihlerde CNC tezgâhlarının

yerli üretimini gerçekleştiren iki şirketin (Tezsan ve Taksan) ürettikleri CNC

sayısı 1991’de 9, 1992 ve 1993’te ise 27 ve 58 adettir (Ansal, 1998, s.222).

3.3.1.3.2 Yatırımlar

Genel olarak imalat sanayine yapılan yatırımlar, 1980 sonrası hızla düşmüş

1990'larda toparlanmış ama 1997'den sonra tekrar azalma eğilimine girmiştir. Bunu

Tablo 3’te görmek olanaklıdır. Tablo 3, 1970 ile 2005 yılları arasında Türkiye imalat

sanayinde sabit sermaye yatırımlarını, bunların özel ve kamu kesimine göre toplam

sabit sermaye yatırımları içindeki payı ve yatırım yoğunluklarını göstermektedir.

190 Ancak burada gözden kaçırılmaması gereken bir nokta TİAD’ın sadece takım tezgâhı üretenleri değil, üretmeden satan firmaları da kapsayan bir dernek olduğudur. TİAD üyelerinin yarısından fazlasının etkinliği içinde takım tezgâhları, kesici, aparat ve sarf malzemelerinin ithalatı vardır. İmalat yapanlar ise yarısından azdır. Üyelerin %42’si ithalat yapmakta; ancak %35’inin toplam satışları içinde üretimlerini payı %80 ile %100 arasındadır.

246

Yatırım yoğunluğu, sabit yatırım değerinin sektörel katma değere oranı olarak

tanımlanmaktadır.

Tablo 16 Sa bit Sermaye Yatırımları ve Yatırım Yo ğunluğu

Sabit Sermaye Yatırımları ve Yatırım Yoğunluğu

Toplam Sabit Sermaye Yatırımlarındaki Pay Yatırım Yoğunluğu Yıl

İmalat Sanayi Sabit Sermaye

Yatırımları

(000 YTL) Toplam Kamu Özel (%)

1970 107.392 32,7 19,8 38,8 47,6 1975 153.975 37,6 27,2 43,3 43,0 1980 126.763 28,5 26,3 30,0 32,8 1985 94.267 23,1 12,6 31,9 16,9 1990 163.475 19,5 4,5 26,2 20,9 1995 219.809 22,6 5,7 26,2 22,6 2000 245.177 19,4 2,8 26,7 20,8 2001 148.053 17,6 4,9 23,3 13,7 2002 156.210 17,8 3,9 24,2 14,1 2003 168.310 14,3 3,7 25,1 13,9 2004 151.840 14,1 3,5 26,2 12,7 2005 165.920 13,0 3,0 25,9 12,9

Kaynak (MMO, 2006a) 1994 fiyatlarına göre YTL olarak yeniden düzenlenmiştir.

Tabloya göre, 1970–80 arasında artış eğiliminde olan sabit sermaye yatırımları,

1980’den sonra düşüşe geçmiştir. 1990’larla tekrar yükselişe geçen imalat sanayi sabit

sermaye yatırımları 2001 kriziyle kesintiye uğramıştır. Bundan sonrası ise yaklaşık 160

milyon YTL etrafında dalgalanmaktadır. Burada açık olan olguların arkasına daha

ayrıntılı bakmak gereklidir. İmalat sanayine yapılan yatırımların toplam sabit sermaye

yatırımları içindeki payı neredeyse kesintisiz olarak düşmüştür. Bu oran imalat sanayine

yönelik kamu yatırımları için de ufak istisnalarla (‘90’larda o da küçük bir artışa

geçmesine karşın 2001 krizi sonrasında yine düşmeye başlamıştır) geçerlidir.191 Ancak

bütün bu dönem boyunca toplam sabit sermaye yatırımlarından özel kesime düşen pay

diğerine göre çok daha az azalmıştır, üstelik 2001 krizinden sonra bir artış göstermiştir.

191 Kamu yatırımlarında 1990–1995 arasında yaşanan az da olsa toparlanma görünümü ve buna bağlı olan özel kesim yatırımındaki düzelme eğilimini, özelleştirmeye açılan kamu işletmelerinde modernizasyon çalışmasına bağlamak olanaklıdır, örneğin bu dönemde Ereğli Demir Çelik şirketi ERDEMİR, GAP’tan sonra en büyük yatırım olarak gösterilen modernizasyon projesini gerçekleştirmiştir. TBMM Tutanakları, 1998, Zonguldak Milletvekili Tahsin Boray Baycık’ın konuşması (TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 20 Cilt: 57 Yasama Yılı: 3, 113 üncü Birleşim, 1 Temmuz 1998 Çarşamba), ayrıca bkz. Erdemir Ağ Sayfası Tarihçe (www.erdemir.com.tr, 2007).

247

MMO raporuna göre, makina imalat sanayinin toplam sabit sermaye yatırımları

içindeki payı ise yalnızca %1,5’dur. Buna karşılık teknoloji düzeylerine göre yapılan

sınıflandırmadan yola çıkarak Yüksel Işık’ın raporunda hesaplanan orana göre, 1990–

2000 yıllarının ortalaması olarak imalat sanayi yatırımlarından makina imalat sanayine

düşen yatırım payı %4,01’dir (MMO, 2004, s.41).

Makina imalat sanayi yatırımlarını değerlendirirken, incelediğimiz dönemin can

alıcı önemini bir kere daha vurgulamak gerekir. Çünkü 1960’lı yıllardan beri, sermaye

kesimleri sabit sermaye yatırımlarında ihtiyaç duydukları makina ve teçhizatı teşvik

belgesi kapsamında gümrüksüz olarak ithal edebiliyorlardı. Bu imalat sanayinin genel

olarak yatırımı ile ilgili olarak olumlu olmakla beraber, makina imalat sanayi için

olumsuz sonuçlar doğuruyordu. Makina imalat sanayi 1960’lı yıllardan beri dış

rekabetin basıncı altında kalıyordu. Ama Gümrük Birliği sonrasında ithalattaki kimi

gümrük kısıtlılıklarının kalkmasıyla birlikte imalat sanayindeki diğer kesimler açısından

da gümrüksüz ithalat koşulları oluştu. Yani artık Makina imalat sanayinin ‘60’lı

yıllardan beri yaşadığı rekabet koşulları diğer sektörleri de etkilemeye başladı. DPT için

hazırladığı sektör raporunda (DPT, 2006a, s.7) dönemin MİB Başkanı Arslan Sanır da

buna değinir:

…diğer sektörler Gümrük Birliği sonrası, 1995 yılından itibaren gümrüksüz ithalatla rekabet etmek durumunda kalmış iken, makina imalat sanayii 1960’lı yıllardan, yani hemen hemen kurulduğu ve gelişmeye çalıştığı yıllardan beri gümrüksüz ithal edilen makinalarla rekabet etmek durumunda olmuştur. Rekabet şartlarının ağırlığı, bu sektörün kar marjlarının, başlangıçtan itibaren düşük olmasına, bunun sonucu olarak da oto-finansman ile büyümenin sınırlı kalmasına ve sektörün gelişmesinin yavaş olmasına neden olmuştur.

Makina imalat sanayi yatırımlarındaki düşüklüğün temel nedenlerinden biri

düşük kur nedeniyle ithalatın basıncı ise, diğeri kamu harcamalarının kısılmış olmasıdır.

Belediyeler gibi kamu kesiminden önemli alıcıların, makina alım ihalelerinde kamu

harcamasının kısılmış olmasının ve bununla da bağlantılı olarak ithal makinaların tercih

ediliyor olmasının sektörün yatırım ve üretim gelişmesini sınırlamada önemli bir etkisi

olmuştur. Bunun bir nedeni de makina imalat sanayinin KOBİ niteliği, ağırlıklı olarak

aile şirketi olmasından kaynaklanan finansman sorunudur, yani para sermaye edinme

248

araçlarının kısıtlı olmasıdır. Çünkü kamu harcamalarında ihale ile alınan makinalar için

yabancı şirketler ve bunların mali kuruluşları, ya da bankaları uygun ve uzun vadeli

krediler sağlayabilmektedirler. Bu ise makina imalat sanayi açısından rekabet

edilemeyecek bir durum yaratmaktadır.

Yani yatırımların gelişmemesinin, beklendiği gibi finansmanda ve kamu

harcamalarında Türkiye’de son 10–15 yıldır yaşanan makro gelişmelerle yakından ilgisi

vardır. Yavuz Bayülken’in raporuna göre, makina imalat sanayi genellikle dünyadaki

yabancı yatırımların ilgi alanına girmemektedir. Gerçekten de makina imalat sanayinde

yabancı yatırım oranı düşüktür. KOBİ niteliğindeki aile şirketleri, incelediğimiz döneme

damgasını vuran istikrarsızlıkların da artırdığı bir biçimde dış finansman ya da kredi

kullanmaktan çok yarattıkları artı değeri sınırlı ölçülerde yatırıma harcamaktadırlar.

3.3.1.3.3 Sektörün Dış Ticareti

İncelenen dönemde, makina imalat sanayinin dış ticaretteki gelişimi aşağıdaki tabloda görülmektedir:

Tablo 17 Makina İmalat Se ktörünün Dış Ticaret Hacmi Makina İmalat Sektörünün Dış Ticaret Hacmi

291 292 Toplam

Yıllar Bin USD Bin USD Bin USD

1995 1.754.459 3.427.190 5.181.649

1996 2.415.026 5.248.765 7.663.791

1997 2.916.853 5.260.884 8.177.737

1998 3.177.106 4.741.746 7.918.852

1999 2.384.719 3.052.172 5.436.891

2000 2.646.117 3.646.852 6.292.969

2001 2.862.156 2.850.325 5.712.481

2002 3.031.775 4.477.033 7.508.808

2003 3.639.097 6.073.227 9.712.324

2004 5.048.971 7.175.363 12.224.334

2005 5.994.324 8.606.054 14.600.378

Kaynak (TKB ESAM, 2007) raporundan derlenmiştir.

249

1995–2005 arası dönemde sektörün dış ticareti toplamda üçe katlanmış.

Büyüklük olarak en yüksek dış ticaret hacmi tarım ve orman makinalarında (292)iken

genel amaçlı makina üretimindeki dış ticaret daha yüksek artmıştır. Burada makina

imalat sanayi kapsamına almadığımız 293 kodlu elektrikli ev aletlerinin dış ticaretini

karşılaştırabiliriz. Elektrikli ev aletleri dış ticareti, 1995–2005 dönemi içinde ortalama

% 457 gibi büyük bir oranda artmasına karşın aynı dönemde genel amaçlı makina dış

ticareti %242 oranında artmıştır (TKB ESAM, 2007, s.496).

Makina ihracatının dış ticaret içindeki yerini değerlendirmek için ise aşağıdaki

tablolardan yararlanabiliriz. Sektörün genel (291) ve özel amaçlı makina (292)

üretiminden oluşan alt sektörlerinin katkıları da gözetilerek ihracatı şöyle gelişmektedir:

Tablo 18 Makina Sektör ünün İhracatı

Makina Sektörünün İhracatı

291 292 291+292

Yıllar

Bin USD Bin USD Bin USD

1995 179.714 208.765 388.479

1996 230.611 285.352 515.963

1997 250.051 369.460 619.511

1998 297.585 402.325 699.910

1999 311.717 439.022 750.739

2000 383.905 506.228 890.133

2001 449.232 535.677 984.909

2002 546.945 684.167 1.231.112

2003 782.535 1.077.776 1.860.311

2004 1.099.043 1.206.769 2.305.812

2005 1.371.471 1.596.272 2.967.743

Kaynak (TKB ESAM, 2007, s.497) Raporundan Derlenmiştir.

Alt sektör ihracatlarının karşılaştırıldığı tablonun da gösterdiği gibi makina

imalat sanayi ihracatı 2001’den sonra hızlı bir artışa girmiş, bu artışta özel amaçlı

250

makina ihracatı genel olarak 291 kodlu alt sektör ihracatındaki artıştan daha yüksek bir

artış göstermiştir. Bu iki alt sektörün ihracatlarının artış hızı birbirlerine son yıllardaki

sapmalar hariç yakın gerçekleşmiştir. Son iki yıl içinde özel amaçlı makina imalat

sektörü daha hızlı bir artış gerçekleştirmiştir.

İncelediğimiz dönemin sonunda geldiği aşamayı belirtmek açısından Orta

Anadolu İhracatçılar Birliği’nin Makina sektör raporuna göre, 2006 yılı verileriyle en

fazla ihracat yapılan alt mal grupları sırasıyla inşaat ve madencilik makinaları (292),

endüstriyel klima ve soğutma makinaları (291) ve takım tezgâhları (292) olmuştur

(OAİB, 2007b)192. Makina imalat sanayinin toplam imalat sanayi ihracatı içindeki payı

1996’da %2,5 iken, 2005’te %4,3’e çıkmıştır. İmalat sanayi ihracatının incelediğimiz

dönem içinde 3.5 katına çıktığı gözetilirse, makina ihracatının bu oran içindeki payının

yükselmesi, artışın önemli bir artış olduğunu gösterir.

Buna karşılık, özel amaçlı makina alt sektörünün toplam ihracattaki payı, genel

amaçlı makina ihracatının payından daha yüksek gerçekleşmiştir.

Tablo 19 Alt Sektörlerin İhracatının Topla m İhracat İçinde ki Pa yı

Alt Sektörlerin İhracatının Toplam İmalat Sanayi İhracatı İçindeki Payı

Yıllar 1995 1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005

291 0,93 1,12 1,07 1,24 1,30 1,50 1,56 1,62 1,76 1,84 1,99

292 1,08 1,39 1,58 1,67 1,83 1,98 1,86 2,03 2,43 2,03 2,32

Kaynak (TKB ESAM, 2007, s.498) verilerinden derlenmiştir.

TUİK verileri üzerinden hazırlanan TKB ESAM raporu ile sektör birliklerinin,

örneğin MİB’in ya da OAİB’in hazırladığı raporlardaki (OAİB, 2007b) ihracat

rakamlarında farklılık gözükmektedir. İlkinde 2005 yılı toplam makina ihracatı 3

milyon dolara yakın iken, sektör birliklerinin ihracat rakamları, aşağıda 84. fasıl

tablosunda görüldüğü gibi 2005 yılı için 5 milyon doları aşan bir ihracat göstermektedir.

İkisi arasındaki farklılığı açıklamak için 84. fasılda yer alan ama 291 ve 292’de

yer almayan büro makinalarının ihracat rakamı yeterli olmamaktadır. Bu durumda tek

192 Gardner yayıncılığın yayınladığı rapora göre, takım tezgâhları ihracatı dönemin sonunda, 2005 yılında dünya ihracatında 18. sıradayken 2006 yılında 16. sıraya yükselmiştir. Dünya takım tezgâhları ithalatında ise Türkiye 2006 yılında 9. sırada yer alıyordu (Kalıp Dünyası Dergisi, 30 Mart 2007).

251

bir sınıflandırmaya bağlı kalmak ve mutlak büyüklükleri olmasa da eğilimleri bu

sınıflandırma üzerinden incelemek en tutarlısı olacaktır. Ancak ilerlemeden önce TKB

ESAM’ın, dolayısıyla TUİK’in verilerini, sektör birliklerinin topladıkları veriler ile

karşılaştırmak, bunları sınamak açısından bir karşılaştırma yapabiliriz. Burada iki

verinin birbiri karşısında tutarlılığından çok, yani mutlak büyüklüklerin uyuşup

uyuşmadığından çok, eğilimlerin aynı olup olmadığını sınayacağız. Zira TUİK’in

verilerinde olduğu kadar esas olarak Makina İmalatçılar Birliği ya da OAİB gibi sektör

birliklerinin veri toplama, envanter oluşturma konusundaki şikayetleri bizzat

kendilerince de özellikle 2000’li yılarla birlikte sık sık dile getirilmiştir. Her iki birlik de

son yıllarda Makina Sanayi envanteri oluşturmak için çalışmalarını tamamlamışlardır.

Bu sınamayı yapmak için eğer Makina imalat sanayini, 84. fasıl olarak alırsak,

ihracatın gelişimi şöyledir:

Tablo 20 84. Fasıl İhracatı 84. Fasıl İhracatı (Bin USD)

1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005

810.588 985.832 1.175.481 1.275.949 1.423.987 1.749.495 2.142.459 2.994.073 4.130.648 5.246.237 Kaynak DTM.

Bu verileri, ileride ithalat verileriyle de birleştirip, 291–292 cinsinden ithalat-

ihracat verileriyle karşılaştıracak ve tutarlılığı sorgulayacağız.

Burada hemen belirtmek gerekiyor ki, makina imalat sanayi her iki

karşılaştırmaya göre de Türkiye ihracatında ilk sıralarda yer almaktadır. Örneğin, 2006

yılı itibariyle 84. fasıl ihracatta 3. sıradadır. İlk iki sırayı motorlu kara taşıtları ile giyim

sanayi almıştır. Makina imalat sanayini izleyen ise elektrikli makina ve cihazlar, yani

elektrikli ev eşyası sektörüdür. Yine 2006 yılı verilerine göre, 84. fasıl ithalatta ise 2.

sıradadır.

Makina imalat sanayi ithalatına dair veriler ise şöyledir:

252

Tablo 21 Makina Sektörünün İthalatı

Makina Sektörünün İthalatı

291 292 291+292

Yıllar Bin USD Bin USD Bin USD

1995 1.574.744 3.218.425 4.793.169

1996 2.184.415 4.963.412 7.147.827

1997 2.666.802 4.891.424 7.558.226

1998 2.879.521 4.339.421 7.218.942

1999 2.073.002 2.613.151 4.686.153

2000 2.262.212 3.140.624 5.402.836

2001 2.412.924 2.314.648 4.727.572

2002 2.484.830 3.792.866 6.277.696

2003 2.856.562 4.995.452 7.852.014

2004 3.949.929 5.968.594 9.918.523

2005 4.622.854 7.009.782 11.632.636

Kaynak (TKB ESAM, 2007 , s.499) Raporundan Derlenmiştir.

İhracat ve ithalat tablolarından hemen görülebileceği gibi 2001’den sonra

sektörün ihracatı önemli oranda artış göstermeye başlamıştır. Ancak makina imalat

sanayinin ithalatı, ihracatının çok üstündedir.193

Makina imalat sanayi ithalatında en büyük payı özel amaçlı makina ithalatı

almıştır. Bu alt sektörün ithalatı, 2002 ile 2005 yılları arasında 3,8 milyar dolardan %84

artarak 7 milyar dolara çıkmıştır. Aynı dönemde genel amaçlı makinaların ithalatı yakın

bir artış oranıyla, 2,5 milyar dolardan 4,6 milyar dolara çıkmıştır. Burada takım

tezgâhlarının, özel amaçlı makinaların (tarım ve inşaat makinaları, tütün işleme ve

tekstil makinaları) 292 kodlu alt sektöre girdiklerini tekrar hatırlatmak gerekiyor.

İhracatın ithalatı karşılama oranına dair irdelemede bulunacağız ancak bu

irdelemeyi, iki farklı veri setinin eğilimlerini karşılaştırıp, sınadıktan sonra yapacağız.

193 İmalat sanayi genelinde incelediğimiz ikinci dönemde ithalat yükselmiştir, dış ticaret açığı vardır ve artma eğilimindedir. Üstelik Türkiye, 2004 yılında %40 gibi bir ithalat artışı ile dünya rekoru kırmıştır.

253

İlk veri seti TUİK (TKB ESAM) veri setidir, ikinci veri seti ise OAİB ve MİB’in yer

yer kullandıkları 84. fasıl dış ticaret veri setidir.

GTİP 84. fasıl üzerinden makina imalat sanayinin dış ticaret rakamlarını

değerlendirip karşılaştırmak ve verilerimizi sınamak için bu fasıl ürünlerinin dış ticaret

rakamlarına da bakarsak, 84. fasıl ürünlerin ithalatı incelediğimiz dönemde şöyle

gerçekleşmiştir.

Tablo 22 84. Fa sıl İtha latı 84. Fasıl İthalatı (Milyar Dolar)

1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005

8.56 9.29 9.05 6.5 7.96 6.38 8.24 10.38 13.57 16.51 Kaynak DTM verileri.

84. fasıl olarak ihracat ve ithalatı karşılaştırırsak, şu sonuçlara varırız: 84. fasılda

291 ve 292’ye ek olarak büro ve bilgi işlem makinaları bulunmaktadır. Bunların genel

istatistiklere etkisinin fazla olmadığını göstermek açısından şu verileri verebiliriz. 2004

yılında büro makinalarının ihracat değeri 44 milyon dolar, 2005 yılında 60 milyon

dolardır (Yıllara göre yaklaşık 84. fasılın yüzde biri civarında seyretmektedir).

Dolayısıyla yukarıdaki iki farklı veri seti yani sektörü ISIC sınıflandırması ile 291+292

olarak ele aldığımız veri seti ile 84. fasıl olarak ele alan veri setleri arasında (TKB

ESAM raporu ile Dış Ticaret Müsteşarlığının 84. fasıl verileri), yapılan ihracat ve

ithalat karşılaştırmaları benzer eğilimler ortaya çıkarmaktadır. Mutlak büyüklükler

olmasa da yıllara göre, eğilimler benzerdir. Bu nedenle ISIC Revize 3 kullanan TUİK

verilerinden ve TKB ESAM raporundan yararlanarak, ihracat ve ithalat karşılaştırması

üzerine, alt sektörler üzerine sonuçlar çıkarmak anlamlı gözükmektedir. Dahası TUİK

verilerini ve TKB ESAM raporunu, kimi sınırlar dahilinde, çalışmanın ilerleyen

bölümlerinde kullanmak için gereken sınama yapılmış olmaktadır.

İhracat ve ithalatı karşılaştırdığımız yukarıdaki grafikten şu sonuçlar

çıkarılabilir: Makina sanayi ithalatı mutlak büyüklük olarak incelenen dönemde

ihracatın çok üstündedir. Kriz dönemlerinde ithalat azalma eğilimi gösterirken, ikinci

dönemde artışa geçmiştir. Grafikten ihracatın artışının iki dönemi belirgin biçimde belli

olmaktadır. 2001 hem ihracat hem de ithalat göstergeleri açısından bir kırılma yılı

olmuştur. 2001 sonrası, ihracat artış hızlarında farklılaşma (ihracat eğrisinin eğiminin

254

farklılaşma) gerçekleşmiştir. Bu kırılma noktasından sonra ihracat önceki döneme göre

daha hızlı artmıştır. Yine tabloların ve grafiğin gösterdiği bir başka gerçek 2001 yılına

kadar ithalatın azalma eğilimine karşın 2001 krizi sonrasında hızla artış eğilimine

girmesidir. Mutlak büyüklük olarak ithalat rakamlarının ihracatın çok üzerinde olması

gerçeğinin yanında 2001 sonrasında ihracattaki artış hızı ithalattaki artış hızını

geçmiştir. 2002’de 1,23 milyar dolar olan ihracat, %140 artarak 2005’te 2,97 milyar

düzeyine ulaşmıştır. Buna karşılık aynı dönemler içinde ithalat, 6,28 milyar dolardan

11,63 milyar dolara çıkmıştır; ki bu %85 artış demektir.

Yukarıdaki tablolardan ihracatın ithalatı karşılama (X/M) oranlarına dair de

sonuçlar çıkarmak olanaklıdır. Buna göre her iki alt sektörde de bu oranlar

yükselmişlerdir, ancak yine de henüz düşük düzeydedirler. 291 kodlu alt sektörde 1996

yılında %11 olan oran, 2005 yılında %30 olmuştur. 292 kodlu alt sektörde ise 1996

yılında %6 olan oran, 2005 yılında %23 olmuştur. Buna karşılık beyaz eşya (293) alt

sektöründe karşılama oranı 1996 yılında %97 iken 2005 yılında %335’e çıkmıştır.

Burada da 293 kodlu alt sektör makina imalat sanayi kapsamına hatalı biçimde

katıldığı durumda göstergeleri tam tersi biçimde değiştirecek ölçüde çarpıcı bir

farklılık sunmaktadır.

2000 yılında makina imalat sanayinin ihracatlarında düşük ve orta düzeyde

teknoloji etkilidir, yüksek teknolojinin oranı ise azdır (MMO, 2004). 2002 yılı

değerlerine göre, makina sanayi ithalatı en çok AB'den, ihracat da en çok AB’ne

yapılmaktadır. Yine aynı rapora göre, makina imalat sanayi düşük katma değer

yaratmaktadır. Ancak 1987'den 2000'e ücretin katma değer içindeki payı %23,5'den

%8,8'e düşmüştür ki, hiçbir sanayi sektöründe böyle düşüş yoktur.

Bu raporda sektör, ticari rekabet açısından çeşitli ölçülere göre

değerlendirildiğinde “önemli ölçüde ithalata bağımlı, uzmanlaşma orta düzeyde, dış

rekabete yarı açık, ihracatın dünya içindeki payı binde 6, ihracatın ithalatı karşılama

oranı %30 az” olarak değerlendirilmektedir (MMO, 2004). DPT raporu ise bu

değerlendirmeyle birlikte düşünüldüğünde ilginç bir veri sunmaktadır: Rapora göre,

“Makina İmalatçılar Birliği tarafından 2003 yılında 78 firmaya uygulanan bir

araştırma ile sektörde ithal girdi oranının yüzde 19 düzeyinde olduğu tespit

edilmiştir”(DPT, 2005, s.128). İthalata bağımlılık, imalat sanayinin ithal makina

255

kullanmayı tercih etmesinin ötesinde eğer sektörün ithal girdi tercih etmesi olarak

açıklanacaksa, MİB’in yaptığı söz konusu araştırma, farklı bir sonuç ortaya

çıkarmaktadır.

Tam da burada ithal girdi kullanımı ile “ithalata bağımlılığı” birbirinden ayırmak

gereklidir. İç pazarın ithal makinalar tarafından karşılanma düzeyi ithalata bağımlılığı

oluşturmaktadır. Ancak bu oran, ithal girdi kullanımından farklıdır. İthal girdi kullanımı

ise makina üretiminde girdi olarak kullanılan ürünlerin ithal edilmesi ile ilişkilidir.

Kuşkusuz iki oranın örtüştüğü noktalar bulunmaktadır; ister özel amaçlı ister genel

amaçlı olsun makinaların ithalatı içerisine bu makinaların aksamlarının ithalatı da

girmektedir. Dolayısıyla bu makina aksamlarının ithalatı, yerli makina üretiminde girdi

olarak kullanılabilmektedir. Ancak burada toplulaştırılmış makina ithalatına bakarak

ithal girdi oranını belirlemek eksik olacaktır.

Makina imalat sanayi ihracatının yapıldığı iki temel alan AB ve ABD’dir. 1990–

2005 dönemi değerlendirildiğinde AB’ye olan ihracat %40’lar civarında seyretmiş, son

yıllarda bu oran %38’lere düşmüştür (MMO, 2006). Aynı dönemde ABD'ye olan

ihracat, % 5'ten % 11,5'a çıkmıştır, Ortadoğu ülkelerine yapılan ihracat ise son

yıllarda % 9,0 civarındadır. Rusya'ya olan makina ihracatı 2004 yılında % 4,0

civarında kalmaktadır.

Sektörün ihracat, ithalat verileri gözetilerek, şu genel sonuçlar çıkartılabilir ve

kimi kayıtlar düşülebilir. Elektrikli ev aletleri kapsam dışına çıkarılınca makina imalat

sanayinin durumu daha açık olarak görünmektedir. 293 kodlu elektrikli ev eşyaları

göstergeleri olduğundan daha olumlu göstermektedir.

İhracat ile birlikte ithalatın artması, bunun içinde AB ülkelerinin büyüyen payı

ile birlikte düşünüldüğünde makina imalat sanayinin ihracat konusunda özellikle ikinci

dönemde gösterdiği gelişme ihtiyatla karşılanmalı, buna karşılık ithalatta, özellikle de

özel amaçlı makinalar ithalatındaki hızlı büyümeye dikkat edilmelidir. Sektör

derneklerinin genel şikâyetleri arasında “ikinci el makina ithalatı”nın sınırlandırılması

ön plana çıkmaktadır194. Öte yandan da makina ithalatındaki hızlı büyüme, içeride

194 Örneğin Metalmakina dergisi 161. sayıda Mumak şirketi Genel müdürü Yusuf Öksüzömer bu konuda genel şikayeti dile getirmektedir.

256

üretken sermayenin etkinliğine dair bir işaret olarak gösterilebilir. Burada düşülmesi

gereken tek kayıt, Takım Tezgâhı İşadamları Derneği’nin (TİAD) üye yapısının da

gösterdiği gibi, takım tezgâhının içeride imalatının yanında ithalatçıların, aynı anda hem

imalat hem de ithalat yapanların ağırlığı, bu ithalatın tekrar ihraç edilmesi üzerine

işleyen firmaların sektör yapısındaki yeri ve ağırlığıdır. Yani ithal edilenlerin başka

ülkelere ihraç edilmesi, iç pazara giren ithal makinaların ne kadarının üretken

sermayenin işlev görmesi için kullanıldığı konusunda belirsizlik yaratmaktadır.

MİB Başkanı Arslan Sanır ithalatın artmasını belli başlı birkaç nedene

bağlamaktadır (Metalmakina dergisi, sayı 162). Yeni teknolojilerin geliştirilmesi ve

uygulanması için makina imalatçıların markalaşmış ithal girdilere yönelmesi, kurun

düşüklüğünün getirdiği maliyet düşüklüğü, kamu kuruluşlarının kredi vb. gibi

nedenlerle ithal makinaları tercih etmesi, büyük presler195 gibi bazı makinaların

Türkiye’de yapılamıyor olması…

Makina imalat sanayi sektörü (291+292) incelenen dönem ele alındığında en

fazla dış açık veren ilk üç sektör arasında yer almıştır. Özel amaçlı makina imalatı ana

kimya sanayinden sonra ikinci sırada yer alırken, genel amaçlı makina imalatı, kimya

ürünleri ve demir çelik dışındaki ana metal sanayinin ardından 4. sırada yer almıştır.

Üstelik sektör genelinde dış açık artma eğilimi göstermektedir.

Sektörün rekabet gücünü belirleyen göstergelerin özellikle dönemin ikinci

yarısındaki değişimi dış ticaret açısından önemlidir. İç talebin ne kadarının ithalatla

karşılandığını belirleyen ithalat sızma oranı 2002 yılında %85 iken 2006 yılında %67’ye

düşmüştür.196 Üretimin iç pazarı karşılama oranını gösteren Uzmanlaşma katsayısı 2002

yılında %41 iken 2006 yılında %65’e yükselmiştir. Bu dönemde uzmanlaşma gelişmiş,

sınırı aşmıştır. Sektör ihracatının ithalatı karşılama oranı 1980 yılında %5,5 iken 2002

yılında %30,6’ya 2006 yılında %41’e çıkmıştır. Görüldüğü gibi sektörün ithalatı

karşılama oranı 1980 yılından bu yana büyük oranda gelişmiştir.

195 Otomotiv sanayinde kullanılan büyük transfer presleri, bu işlerde uzmanlaşmış ve marka haline gelmiş şirketlerce Japonya, Almanya ve ABD’de yapılabilmektedir.

196 Karş. (MMO, 2004, s.115) ile (MMO, 2008, s.119).

257

3.3.1.3.4 Dış Ticaretin Bileşimi:

Dışa açılma ve ihracata hazırlanma açısından makina imalat sanayinde, kesici

alet, bıçak ve takımlar, takım tezgâhı ve makina imalatında aparat, yedek parça ve

takımlar, özel bazı makina imalatları, sıvı pompa, kompresör ve vanalar gibi ürün

gruplarının önemli başarı gösterdiği belirtilmektedir (MMO, 2006b). Ancak kimi

etkenler de (makina direktifleri, CE belgeleri, akreditasyonu gerektiren belgeleme vs.

yetersizliği) dışa açılmada makina imalat sanayinin rekabet gücünü azaltmaktadır. Buna

rağmen makina imalat sanayinin dış ticareti açısından önemli kimi kalemleri ayırt

ederek, bunların dış ticaret içerisindeki bileşimlerini ve gelişmelerini kısaca da olsa

değerlendirebiliriz.

İnşaat ve madencilik makinaları, dönem sonu itibariyle (2005) dünya ihracatının

%0,4'ünü yapmakta. 125 ülke içinde 27. sırada yer almaktadır. Bu alanda ihracatta

birinci ABD %18, ikinci Almanya %12, üçüncü Japonya’dır (%11), onları sırasıyla

İngiltere, İtalya Fransa, Belçika izlemektedir. Türkiye bu alanda 2005'te 399 milyon

dolar ihracat yapmıştır, ithalatı ise 1,2 milyar dolardır. Bu oran dünya ithalatının

%1,5'idir ve dünyada 18. sırada yer almaktadır. İnşaat makinaları ithalatının artış

oranları 2004 ve 2005'te %75, 2006 yılında da %43 olarak gerçekleşmiştir ki, bu yüksek

bir düzeydir. Bu yıllarda konut ve inşaat sektöründeki canlanmanın bu ithalattaki payı

önemli orandadır. (OAİB, 2007b, s.18).

Makina imalat sanayinin ihracat ve ithalattaki diğer bir önemli kalemi klima ve

soğutma makinalarıdır. Türkiye’nin bu alandaki ihracatı, 2005 yılında dünya ihracatının

%0,96'sıdır. Son beş yılda (2001–2006) ihracat yaklaşık dört kart artmıştır. Bununla

birlikte, sektörde ithalat artışı ihracattan daha düşük gerçekleşmiştir. 2006 yılında

ihracat 427 milyon dolara yakın, ithalat ise 395 milyon dolar olarak gerçekleşmiştir.

Takım tezgâhları alt sektöründe ihracat ve ithalat ise şu durumdadır: 2006 yılı

verilerine göre, Türkiye’nin takım tezgâhı ihracatı, dünya ihracatının %0,4’dir. İhracatta

dünyada 24. sıradadır. İthalatta ise dünyanın %1,7'si oranında ithalat gerçekleşiyor.

OAİB'e göre takım tezgâhları ihracatı makina imalat sanayi ihracatı içinde 3. sırada yer

alıyor. Takım tezgâhları içerisinde incelediğimiz dönemin sonuna doğru ihracatı en çok

gelişen sac işleme makinalarıdır. İthalat açısından değerlendirirsek, takım tezgâhları

258

ithalatta makina sanayi içinde ön sıralardadır. OAİB iştigal alanına göre Makina

sektöründe ithalat yapanlar içinde ikinci sırada takım tezgâhları vardır. Bu açıdan en

çok ithalat yapan ikinci alt sektördür. 2006'ya gelindiğinde ithal edilen en büyük kalem

“metalleri dövme, işleme, kesme, şataflama presleri, makinaları”, ithalatı en çok artan

kalemin ise “elektrik, lazer, ultrasonik vb. çalışan lehim, kaynak cihazları” olduğu

görülmektedir (OAİB, 2007b, s.24).

Arslan Sanır sektöre dair yaptığı açıklamada takım tezgâhı ihracatında

incelediğimiz dönemde “yapısal bir değişiklik” olduğundan bahseder (Metalmakina

dergisi, sayı 162). Buna göre, AB pazarı dışında da Rusya ve Polonya gibi ülkelere,

potansiyel pazarlara ihracat artmaktadır. Bu AB’ye bağımlılık şikâyetine karşı, riski

azaltan bir etken olarak öne sürülmektedir. 2005 yılında takım tezgâhı ihracatının en

çok artış gösterdiği iki ülke Rusya ve Polonya’dır.

İncelediğimiz dönemin sonu, yani 2005 yılı itibariyle takım tezgâhı dış

ticaretinin bileşimi şöyledir: bazı özel sac işleme makinaları ithalatta ilk sıradadır (%

26), ardından işleme merkezleri (% 22) geliyor. Bundan sonra ise CNC tornalar ve

genel olarak tornalar (% 19.7) gelmektedir. Buna karşılık takım tezgâhları ihracatımızda

ise ön sırayı sac işleme makinaları (% 71.18) almaktadır. Bunun ardından payı küçük

olsa da CNC torna grubu (% 7.5) gelmektedir. Yalnız bilgisayar kontrollü sayısal

torna tezgâhlarının (CNC) son yıllarda ihracatı hızla artmaktadır. Dönemin MİB

başkanı Arslan Sanır’ın beklentisi yakında ihracatta önemli bir pay alacağı yönündedir

(Metalmakina dergisi, sayı 162). Üstelik yine Sanır’ın belirttiğine göre, sac işleme

makinalarının dış ticaretteki ağırlığının azalmaya başlamasıyla birlikte CNC tezgâhların

belirleyiciliği artmaktadır. CNC torna ve işleme merkezleri, teknoloji yoğun bir

üründür. Bunların imalatı ve ihracatı artış göstermektedir. Bu bölüm içinde

değindiğimiz gibi sektörün ilk beşyüze ya da bine giren şirketleri arasında takım

tezgâhı üreten, CNC üretiminde uzmanlaşan ve yatırımları artan şirketler önemli

bir yer tutmaktadır. Bu, makina imalat sanayi açısından, sanayinin geneli olmasa bile

belirli bir kesimi için teknolojik düzeydeki gelişme eğilimlerini göstermesi yönünden

anlamlı bir veridir.

259

3.3.1.3.5 Teknolojik Düzey, İşgücü Niteliği, Katma değer ve verimlilik yapısı

Tanımı gereği makina imalat sanayinin özelliği, teknoloji yoğun bir sektör

olmasıdır. Yani üretim sürecinde yüksek teknoloji kullanım oranı fazladır. Burada

üretim sürecinde teknoloji kullanımı ile üretilen ürünün teknolojik düzeyi arasındaki

ayrıma dikkat etmek gerekir. Gerek bu ayrım açısından gerekse de makina imalat

sanayine dair son yıllara kadar sağlıklı bir envanter tutulamaması nedeniyle, bu gibi

göstergelerde raporlar arasında epey bir karışıklık ortaya çıkartmaktadır. Buna teknoloji,

Ar-Ge ve mühendislik konusundaki verilerin, envanterin yetersizliği de eklenmelidir.

Örneğin her ikisi de Makina Mühendisleri Odası’nın görüşlerini içeren

raporlarda yer alan şu farklılık açıklanmalıdır. IV. Makina Tasarım ve İmalat

Teknolojileri Kongresi sonuç bildirisinde makina imalat sanayi değerlendirirken şunlar

söylenmiştir:

Firmalarımızın çoğu katma değeri düşük ve düşük-orta kategorilerdeki teknolojilerde makinalar imal etmekte, bir bölümü de tamamen fason üretim yapmaktadır. Orta-yüksek teknoloji aşamasına ulaşan firma sayısı ise yalnızca 50'dir. Böylece sadece bu firmalar küresel rekabette yer alabilmektedir.

Yine Makina Mühendisleri Odası’ndan Yavuz Bayülken’in hazırladığı raporda,

1999 yılında yapılan bir araştırmaya göre, imalat sanayi içinde yüksek teknoloji

uygulayan 100 firmadan 65’i makina imalat sanayi içinde yer aldığı söylenmektedir

(MMO, 2004, s.2).

İlki ürünler açısından, ikincisi ise üretim süreçleri açısından makina imalat

sanayini almaktadır. Ancak üretim süreci olarak yüksek teknoloji uygulayan her 100

firmadan 65’i makina sanayinde yer alırken, ürün teknoloji düzeyi bu kadar düşük

(sadece 50 firma) olamaz. Akla uygun tek yanıt, 1999 yılında yapılan araştırmanın,

genelde makina kapsamına alınan elektrikli ev eşyası ile elektrikli makina üretimini de

kapsama dahil etmesidir. Arçelik vd. gibi şirketler de bu kapsama alındığında %65 gibi

bir oran, Kongre sonuç bildirisindeki değerlendirmeyle tutarlı hale gelebilir. Çalışma

boyunca olanaklı olduğu kadar bu ayrıştırmaya titizlik gösterilmiştir. Ancak sektörün

tüm dağınık yapısına karşılık yaşanan merkezileşme de çarpıcı biçimde görünmektedir.

Binlerce farklı düzeylerde, çoğu geleneksel üretim araçları ile geleneksel tezgâh,

makina, pompa, parça ve bileşenleri gibi ürünler üreten küçük ve orta ölçekli

260

işletmelerin içinden sivrilen, sektörün genelinin sayısal verileri üzerinde ağırlığını

koyan şirket sayısı bu sayıdan çok azdır.

Ürünleri açısından ise daha önce de belirttiğimiz gibi, sektör orta düzey teknoloji

sınıfında üst sıralarda yer almaktadır. İçten yanmalı motorlar ve türbinleri ile takım

tezgâhları üretimi yüksek teknoloji grubuna daha yakın olarak görülmektedir.

Makina Mühendisleri Odası Makina İmalat Sanayi Oda Raporuna göre, 2004

yılında Türkiye'de imalat sanayi yatırımlarının % 4,5'u orta-yüksek teknoloji grubuna

yapılmaktadır. Buna karşılık orta yüksek teknoloji grubunun yarattığı katma değer toplam

katma değerin %22,9’unu bulmaktadır (MMO, 2006a). Aynı yıl içinde toplam katma

değerden yüksek teknoloji %5,5; orta-düşük teknoloji %37; düşük teknoloji ise %34

pay almaktadır. 2004 yılındaki bu oran örneğin Yunanistan, Portekiz, Meksika gibi

ülkelerin teknolojik bileşiminden daha fazla orta ve yüksek teknoloji ağırlıklı bir

orandır. Üstelik İtalya’nın teknolojik bileşimine yakındır. Teknolojik bileşimde 2004

yılı verileriyle gözüken bu gelişmeye karşılık yatırımların kompozisyonunun düşük

kalmasının açıklamasını yatırımları düzenlemeyen devlet ve planlamanın eksiklerinde

aramak ise sermaye birikiminin bugünkü gelişimini, devletin buradaki yerini

kavrayamayan, devleti sermayenin üstünde planlayıcı ve düzenleyici bir kurum olarak

gören bir anlayış olacaktır.

Makina imalat sanayinin, orta-yüksek teknoloji grubuna daha yakın olduğunu

belirtmiştik. Orta-yüksek teknoloji grubundaki yatırımların % 21'i makina imalatına

yönelmektedir (MMO, 2006a). Bu erken kapitalistleşmiş ülkelerle kıyaslandığında henüz

düşüktür ama Türkiye açısından orta-yüksek teknolojiye yönelme eğiliminin de bir

göstergesidir.

Makina imalat sanayinin ihracatını miktar ve değer olarak ayrıştırıp

değerlendirirsek de teknolojik düzey ile ilgili anlamlı sonuçlara varabiliriz. Makina

imalatındaki ihracat artışında, miktar artış oranı ile değer artış oranları aynı

seyretmemektedir. MİB Bültenlerinden buna bir örnek vermek olanaklıdır.

İncelediğimiz dönemin sonundan bir örnek olsa da özellikle dönemin ikinci

yarısındaki eğilimi temsil etmektedir. Buna göre, MİB’in topladığı verilere göre, 2006

yılında makina sektöründe ihracat artışı miktar olarak %17,4’tür, buna karşılık değer

261

olarak %24,9 artış gerçekleşmiştir. 2007’de ise miktar bazında ihracat artışı %15,1;

değer olarak artış ise %33,9’dur. Yani bir yıl içinde ihracat miktar olarak daha az artmış

olmasına rağmen, değer olarak daha fazla artmıştır. Bu dönemde kurdaki değişimlerin

bu değişim oranında daha az olduğu dikkate alınırsa, birim miktar başına içeriğin yani

birim miktarın fiyatının daha pahalı olduğunu gösterir, kurdaki değişimi arındırırsak

daha pahalı mallar ihraç edildiği ortaya çıkar. Bu da teknolojik bakımdan daha gelişmiş

makinalara yönelindiği anlamına gelir (MİB Bülteni, Ocak 2008). İncelediğimiz

dönemde (özellikle ikinci yarısında) üretilen ürünün, makinanın teknolojik düzeyi

gelişmiştir.

Makina Mühendisleri Odası’nın sektör üzerine raporlarında belirttiğine göre,

makina imalat sektöründe eğitimli işgücü oranı düşüktür (MMO; 2004). 2000 yılında

makina imalatı yapan işyerlerinde yaklaşık 121 bin işgücü arasında yürütülen bir işyeri

araştırmasının sonuçlarına göre, istihdamın %1,4’ünü mühendisler oluşturmakta; teknik

eğitim almışlar ise % 30,6'lık bir oranı oluşturmaktadır. Vasıfsız işgücünün toplamda

yaklaşık % 70'lere ulaşması, rapora göre sektörün nitel işgücü zaafını göstermektedir

(MMO, 2006a). 2008 yılında yapılan sektör araştırması, nitelikli işgücünün payında

(mühendisler %1,5; teknik eğitim almışlar %32; vasıfsız işgücü %68) az da olsa bir artış

göstermektedir (MMO, 2008, s.103).

Hâlbuki makina imalat sektörü, genel olarak “mühendislik” sektörü olarak

anılagelmektedir. Yeni makinaların, müşteri taleplerine göre üretimi sırasında tasarım,

yenilik gibi süreçlerde mühendislerin en etkili uygulama alanı bulabilecekleri bir sektör

olmasına karşılık nitelikli işgücü sektörde yer alan şirketlerin en fazla ihtiyaç duydukları

eksiklik olarak sürekli dillendiriliyor. Nitekim TMMOB raporları da bunu teslim ediyor.

Makina imalatı mühendislik gerektiriyor ancak Türkiye’de mühendislik ve Ar-Ge çok

zayıf. Üstelik nitelikli işgücü konusundaki bu eksiklik sadece üretime yönelik değil,

yönetim teknolojisi ve teknoloji de zayıf durumdadır. Bu konudaki değerlendirmeler,

genel olarak sanayide yer alan KOBİ’lerin Ar-Ge çalışmaları ve mühendis istihdamı

üzerinden yapılmaktadır. Sanayideki işletmelerin büyük bir bölümünü oluşturan 200

bini aşkın KOBİ’nin %46,5’inde mühendis istihdamı yoktur. %22,3’ünde yalnızca 1

mühendis bulunmaktadır.

262

Makina imalat sanayinde firmaların %42'sinde hiçbir Ar-Ge çalışması

yapılmamaktadır. Üretime yönelik firmaların yalnızca % 17'sinde Ar-Ge bölümü

bulunmaktadır. Şirketlerin %36’sında mühendis istihdam edilmemektedir. %33’ünde

teknisyen/tekniker çalıştırılmamaktadır.197

2002 yılı verilerine göre (MMO, 2004, s.116) sektörde patenti alınmış ürün

sayısı 397 iken bu sayı 2006 yılında 446’ya çıkmıştır (MMO, 2008, s.120). Bu

rakamların yeni başvurular değil de, o güne kadar alınmış toplam ürün patentleri olduğu

düşünülürse, artma olsa da düşük bir patent sayısıdır.

Bu veriler sektörde, Ar-Ge çalışmalarının düzeyi, işgücü istihdamının niteliği

hakkında genel bir bilgi vermektedir.

3.3.1.3.6 Üretim Teknolojisi:

Makina imalat sanayi, üretim araçları üretiminin can damarıdır. Yatırım malları

sınıflandırması içinde bu nedenle temel bir yer tutar. Bu yüzden teknoloji sektör için

belirleyici bir yere sahiptir. “Engineer” karşılığıyla mühendislik kavramının özgün

kökeni ve doğuşu da makina ve motor ile doğrudan bağlantılıdır. Makina imalatı, zanaat

ile bilim arasındaki ilişkiyi anlamak için ilk ipuçlarının bulunabileceği temel bir alandır.

İlk makina imalat süreci, kendi başına makina üzerine yoğunlaşan bir manifaktür ya da

atölyeden doğmamıştır. Aksine tekstil, dokuma gibi sanayi kollarında çalışan nitelikli

işçilerin, zanaatkarların üretimi kolaylaştırmak üzere geliştirdikleri aletlerin bu atölyede

üretilmesinden giderek bu aletleri ve makinaları üretmek için sadece bu konuda çalışan

atölye ve manifaktürler kurulmasına giden bir süreç olarak gelişmiştir (Clegg, 1979).

Makina imalat sanayi, üretim araçlarının üretimi olduğu kadar, bilimin ve teknik

gelişmenin rasyonel bir disipline kavuşmasının da izlenebildiği bir süreç olmuştur.

Bugün makina imalat sektöründeki teknoloji üç niteliği ile ele alınmaktadır.

• Teknolojinin ürün geliştirmedeki rolü

• Teknolojinin doğrudan ürün üzerindeki rolü

197 Bu veriler yakın tarihlidir, IV. Makina Tasarım ve İmalat Teknolojileri Kongresi sonuç bildirgesinden ve bu kongrenin açılışında MMO Yönetim Kurulu Başkan Vekili Nergiz BİLGİN’in yaptığı konuşmadan derlenmiştir.

263

• Teknolojinin imalat süreci üzerindeki rolü

3.3.1.3.6.1 Teknolojinin ürün geliştirmedeki rolü Ürünün tasarımı, prototipin hazırlanması sürecindeki teknolojik gelişmelerdir.

Bu gelişmeler enformasyon teknolojisindeki ilerlemelere dayanmaktadır. Bilgisayarlı

tasarım, benzeşim (simülasyon), prototip oluşturma, model tasarımı gibi yöntemlerdeki

gelişmeler, ürün geliştirme sürecinin temel basamaklarını oluşturmaktadır. Hızlı

modelleme, ürünün kesin bir prototipini çıkarmak ve denemek, hızlı kalıp çıkarmak

açısından makina imalat sektörü için temel bir önem taşımakta, halen kullanılmaktadır.

2006 yılındaki bir rapora göre, makina imalat sanayinde bu alanda ortaya çıkan

son uygulama ise “ortak tasarım”dır (MMO, 2006a). Ana firma ile tedarikçi şirketin,

aparat, parça, bileşen, tertibat ya da sistemi ortak tasarlaması anlamına gelmektedir.

Rapora göre bu tasarım biçimi “özellikle ürünün kalite-maliyet optimizasyonunda”

önem kazanmaktadır. Ancak Türkiye açısından bu uygulamanın incelediğimiz dönem

içerisinde zemini oluşmasına karşılık, sektörün parçalı ve dağınık yapısı nedeniyle

henüz etkinleşmesi olanaklı olmamıştır. Ortaklaşma çabası, ortak tasarım ya da Ar-Ge

çalışmasından önce, sektör birliklerinin yanında satın alma birliği kurmakla başlamıştır.

Araştırma geliştirme çabalarının maliyeti bireysel sermayelerin kendi çaplarında

karşılanabildiği kadar yürütülmekte, TÜBİTAK, TTGV, DTM gibi kuruluşlardan Ar-Ge

destekleri ancak belirli bir sermaye büyüklüğüne gelmiş şirketler için olanaklı olmakta

ve görünmektedir. Yan sanayinin ve sektörde buna uygun kümelenmelerin oluşturulması,

parçalı ve dağınık yapı içinde büyüyebilen sermaye kesimlerinin de beklentisini ve

ihtiyacını oluşturmaktadır.198 İthalatın artmasında, girdilerin ithal edilebilmesi ve kurun

buna uygun olmasının payı vardır. Ancak makina imalat sanayinde birikim ve

merkezileşme eğiliminin önde gelen şirketleri kura dayanan bu girdi maliyetleri

düşüklüğünün daimi olamayacağını görmektedirler. Bu nedenle yan sanayinin

oluşturulması, buna yönelik ürün geliştirme teknolojisinin rekabet için gerekli olduğunu

giderek daha fazla görmektedirler.

198 TİAD da, AB’nin talaşlı imalat ve saç parça imalatını birlik dışındaki ülkelere kaydırma eğiliminden bahsetmektedir. … artık dünya çapındaki otomotiv üreticilerinin yan sanayi, parça üretimi hızla ya AB adayı gelişmekte olan ülkelere ya da AB dışındaki ülkelere kayacaktır” (TİAD, 2006b, s.37).

264

Örneğin, Şahinler Metal Makina Endüstri A.Ş'nin ihracat departmanından Erman

Karataş bu konuda şunları söylüyor (MetalMakina, 2006, Sayı 162):

Türkiye’ye Motor, Redüktör ve Hidrolik Kompenentlerin ithalatı yapılıyor. Çünkü Türkiye de bunu sağlayacak üretici bulunmamaktadır. Bir makina üretiyoruz fakat bunun hidrolik ve elektrik aksamını yurt dışından getirtiyoruz. Aslında bunlar ülkemizde yapılsa hem makina teslimatlarımız kolaylaşır, hem de Türkiye kazanır.

Sözü edilen bu süreç, incelediğimiz dönemde, özellikle son dönemlere doğru,

makina imalat sanayinde başlamış olan bir süreçtir. Mumak şirketi Genel müdürü Yusuf

Öksüzömer ise sektör konusunda şunu söylemektedir (Metal Makina, sayı 161):

Avrupa’daki meslektaşlarımız ile çok az bir çıtamız kaldı. Biz onlardan 100 ya da 150 yıl sonra bu serüvene başlamamıza rağmen 50 yıl gibi kısa bir süre içerisinde çok hızlı adımlarla yakaladık ve çok az bir mesafemiz kaldı. Onlarda bizim için ulaşılmayacak şeyler değil. Fakat takdir edersiniz ki ülkemizin içerisinde bulunduğu pozisyonda Ar-Ge yatırımları ile ilgili firmaların maalesef cirolarının içerisindeki ayırdıkları pay yüksek değil. Türkiye de ki her işletme kendi ateşi ile yanıyor pozisyonunda ve dolayısıyla bu ateşi söndürmek için suyu da kendi bulmak zorunda. Bu ateşin hararetini düşürmek içinde diğer ekipmanları da kendisi oluşturmak durumunda. Bir ateşin içerisinde bütünüyle yanarken dolayısıyla Ar-Ge çalışması ile ilgili olarak çok fazla vakit ayıramıyor ve bunun için büyük departmanlar oluşturamıyorsunuz. Bugün bir Alman ve İsviçre de ki firmaları göz önüne alırsak eğer, bizim yıllık cirolarımız onların Ar-Ge departmanlarının cirolarının belki % 10-20 si seviyesinde ve bizim o noktalara ulaşmamız tabiî ki hayal. Firmalar yaşam savaşı içerisinde aynı mütevazilikte Ar-Ge çalışmasına mutlaka bir şey ayırıyor. Sektörde firmaların kendi içerisinde bir birim oluşturup burası Ar-Ge departmanıdır, burada 20 tane beyaz yakalı insan çalışır ve ben bunların maaşlarını öderim, bu departman sadece yenilik düşünüp bunları bizim çalışmalarımıza adapte edecek demek maalesef Türkiye’nin gerçeği ile bağdaşmıyor. Bunu biz yapıyoruz diyen kişilere de sadece bakarak bunu yapmayı ümit ediyordur diye düşünürüm. Yapılan Ar-Ge çalışmaları bahsettiğim olay içerisinde gerçekleşiyor. Karşınıza yeni bir proje geliyor. O yeni projeye siz kendi üretiminizi adapte etmek için uğraşıyorsunuz. Günümüz Türkiyesine bakıldığında müşteri o kadar değerli ve az ki, müşteri memnuniyeti için yapılan çalışmalar insanı Ar-Ge çalışmasının içine itiyor. Mevcut ürününüzün bir yerinin farklılaştırılması isteniyor. Bu durumda siz mevcut olanaklarınızı ve mühendislik departmanınız içerisinde bir proje ortaya çıkarıyorsunuz ve müşterinizin onayına sunuyorsunuz. Onaylandıktan sonra

265

sözleşmesini yapıyor ve imalata geçiyorsunuz. Dolaylı olarak Ar-Ge gerçekleşmiş oluyor.

Makina imalat sanayinde ürüne yönelik araştırmanın nasıl gerçekleştiğini güzel

bir biçimde anlatan bu alıntı aynı zamanda bu Ar-Ge çalışmasının zayıflığını, eksik

yönlerini de ortaya koymaktadır.

3.3.1.3.6.2 Teknolojinin doğrudan ürün üzerindeki rolü Ürüne yönelik belirli standartların belirlenmesi, “tüketici ihtiyaçları” gibi

etkenler ürün üzerinde yeniliklerin yapılmasını gerekli kılmaktadır. Çevreye uyumlu

ürün, kullanıcı dostu ürün, güvenilir, yüksek kaliteli ve maliyeti düşük ürün niteliği gibi

nitelikler, doğrudan ürüne yönelik teknolojinin de uygulanmasını getirmektedir.

Örneğin nano teknolojilerin malzeme bilimindeki ilerleme ile birlikte ürünlere

yansıması, ürüne yönelik yenilik ve teknolojik uygulamalara güzel bir örnektir. Ürünün

malzemesi, kalitesine yönelik teknolojik yenilikleri kapsamaktadır.

Makina imalat sanayinde ürün süreci müşterinin talebine göre esnek

değişebildiğinden üründe yenilik ya da ürün geliştirme önem kazanmaktadır. Sektörün

belirli firmaları bu özelliğin önemini fark etmiş görünüyorlar.199

3.3.1.3.6.3 Teknolojinin imalat süreci üzerindeki rolü Sektöre yönelik rapor ve araştırmalar, teknolojinin sektör içindeki kullanımını

ayrıntılandırırken imalat sürecindeki kullanımını iki başlık altında incelemektedirler. 1-

yeni imalat teknolojilerinin kullanılması, 2- imalatta gelişmiş yönetim teknolojilerinin

uygulanması.

Bilgisayar kontrollü takım tezgâhları (CNC tezgâhlar), imalatta kullanılan

robotlar, robot kollar, esnek imalat yöntemleri, otomatik montaj sistemleri ilk başlığın

altında ele alınmaktadır. İkinci başlık altına ise hızlı üretim, hızlı prototip imalatı,

yüksek hassasiyette (precision) üretim girmektedir.

199 Mumak Makina Genel Müdürü Yusuf Öksüzömer şunu söylüyor: “Son yıllarda üretim gamımız biraz değişti. Küçük tonajlı makinaları daha az üreterek daha büyük tonajlı ve daha özel spesifik makinalar üretmeye başladık. Proje firması olmaya doğru ağırlık verdik. Çünkü yoğun üreticilerin olduğu bir pazar ve siz ancak belli farklılıklarınızı müşteriye empoze ederek pazarda tutunabilirsiniz. Eğer böyle olmazsanız sizi sadece fiyat kriterleriyle değerlendirirler” (Metal Makina,161. sayı).

266

Ama öte yandan, imalat sürecine yönelik teknoloji böyle sınıflandırılırken, yeni

üretim teknolojilerinin, imalat teknolojileri ile yönetim teknolojilerini birleştirdiği

örnekler de belirtilmektedir. Bilgisayarla bütünleşik üretim uygulamaları (CIM, SAP),

üretim sürecinin bilgisayar ile kontrol edilmesini, üretim hattı ile yönetim arasındaki

bilgilenme, denetleme, yönetim hızını artırmakta, hassasiyetini yükseltmektedir.

Ancak Makina mühendisleri odasının raporunda dendiği gibi, sektör üretiminde

yüksek ya da orta yüksek teknoloji uygulanması, dolaysızca ölçek ekonomisine bağlıdır

(MMO, 2006a). Bu yöndeki teknoloji yatırımlarının önündeki en büyük engel de

sektörün parçalı yapısı, ağırlıklı olarak küçük ve orta boyutlu işletmelerden oluşmasıdır.

Bu parçalı yapının ağırlıklı olarak aile işletmelerinden oluşması, faiz ve döviz

kurundaki ve makro değişkenlerdeki istikrarsızlık, kredi ve finans kullanımını

kısıtlamıştır. Başka bir yerde belirttiğimiz gibi, bu aile şirketleri kredi almak, bankalarla

bu temelde ilişkiye girmekten sakınmaktadır, daha çok üretken sermayenin karlarından

sınırlı yatırımlar yapmaktadırlar. KOBİ’lere yönelik kredilerin özellikle incelediğimiz

dönemin sonlarında, finansal yapılanma, göreli istikrar döneminde ortaya çıkması yine

de sektörün geneli için değil ancak ihracata yönelmiş, belirli düzeyde birikime sahip

işletmeler için yararlı olabilir.

3.3.1.3.7 Ar-Ge Harcamaları:

2008 tarihinde güncellenmiş verilere göre, 1996–2005 yılları arasında alt

sektörlerin Ar-Ge harcamalarının toplam satışlarına oranı şöyle gelişmiştir:

267

Tablo 23 M akina Alt Se kt örlerinin Ar-Ge Harcama Payları Makina İmalat Sanayii Alt Sektörlerine Göre Ar-Ge Harcamaları Payı

Alt Sektörler 1996 1997 1998 1999 2000 2003 2005

İçten yanmalı motor ve türbin imalatı 0,2 0,2 0,3 0,2 0,3 0,4 0,5

Pompa, kompresör, vana imalatı 0,4 0,5 0,4 0,5 0,5 0,5 0,6

Sanayi fırını, ocak vs. imalatı 0,2 0,2 0,3 0,4 0,3 0,4 0,4

Yükleme, kaldırma ve taşıma makinalar 0,1 0,1 0,2 0,3 0,3 0,3 0,4

Soğutma, havalandırma ve klima cihazları imalı 0,3 0,5 0,5 0,6 0,5 0,6 0,6

Tarım ve orman makinalar 0,1 0,1 0,1 0,1 0,1 0,1 0,2

İnşaat ve maden makinalar 0,1 0,2 0,1 0,2 0,1 0,2 0,3

Takım Tezgâhlar 0,6 0,7 0,9 1,0 1,2 1,2 1,3

Gıda, içki, tütün mak. 0,4 0,5 0,4 0,8 0,9 1,0 1,0

Tekstil, konfeksiyon ve deri makinalar 0,3 0,4 0,5 0,7 0,6 0,6 0,6

Kauçuk, plastik vs. işleme 0,3 0,4 0,3 0,5 0,3 0,4 0,4

Kâğıt, karton, baskı makinalar 0,4 0,5 0,7 0,8 0,8 0,8 0,9

Diğer özel amaçlı makinalar 0,2 0,4 0,6 0,7 0,9 0,9 1,0

Kaynak (MMO, 2008, s.116).

Tablodan görüldüğü gibi Ar-Ge harcamasının yoğun olduğu alt sektörler, takım

tezgâhları, gıda, içki ve tütün işleme makinaları, kâğıt, karton ve baskı makinaları ve

diğer özel amaçlı makina alt sektörleridir. İçten yanmalı motorlar, pompa ve komp-

resörler, soğutma-havalandırma cihazları alt sektörlerinde Ar-Ge’ye ayrılan fonlar

yetersizdir.

Makina imalat sanayinin Ar-Ge harcaması 2006 yılında toplam satışlarının

% 1,0’idir. Makina Mühendisleri Odası raporuna göre dünyada bu oran % 2,5-3

arasındadır (MMO, 2008, s.120).200 Takım tezgâhlarının Ar-Ge harcamalarının

200 “Almanya’da yapılan bir araştırma, makina imalatının tüm sektörler içindeki yüzdesinin % 12 olduğunu, 2005 yılı harcamalarında Ar-Ge’ye ayrılan payın % 3,8 … olduğunu saptamıştır” (MMO, 2008, s.117).

268

payı %1,3 ile bu orana daha yakındır. Makina imalat sanayi içinde takım

tezgâhlarının payı, üretim ve ihracattaki payının görece büyüklüğü dikkate değerdir.

2002 yılı gibi kriz dönemi verileriyle değerlendirildiğinde bile, takım tezgâhları üretimi

(2,63 milyar dolar), inşaat ve maden makinalarından (2,86 milyar dolar) sonra makina

imalat sanayi içinde en büyük üretim değerine sahiptir (MMO, 2008, s.36).

2004 yılı verilerine göre, sektörel açıdan araştırma geliştirme etkinliklerine firma

cirolarından ayrılan payların son 10 yıl içindeki durumu şöyledir: İlk iki sırayı,

elektronik ve elektrik makinaları almaktadır. Ar-Ge harcamaları elektrikli makinalarda %

1,5'a kadar çıkmaktadır. Üçüncü sırayı otomotiv almakta ardından makina imalatı

gelmektedir. Makina imalatında işletmelerin cirolarından araştırma geliştirme

etkinliklerine ayrılan pay 2000 yılı itibariyle % 0,8'i bulmaktadır. Bu oran 1995 yılında

0,3 iken bu noktaya yükselmiştir. Yukarıdaki tablo, bu oranın yükselme eğiliminde

olduğunu göstermektedir. Sektörel birliklerin ve kurumların öngörüsü bu payın % 1,5'a

ulaşması kaydıyla, sektörün özgün ürün tasarımı yapmaya başlayabileceği yönündedir

(MMO, 2004), (TİAD). Takım tezgâhları sektörünün Ar-Ge harcamaları 1996’da %0,6

iken bu oran 2005’te %1,3’e çıkmış; yani bu sınıra yaklaşmıştır. Bu bölümde örnekleri

görüldüğü gibi tasarım yönünde altsektörde önemli değişiklik gerçekleşmekte, sektörün

üzerinde bu yönde basınç artmaktadır. Zaten makina imalat sanayi içinde ele aldığımız

dönemde Ar-Ge’ye en çok pay ayıran sektörlerin başında da Takım tezgâhları sektörü

gelmektedir.

Yine TUİK verilerine göre, makina imalat sanayinde teknolojik yenilik yapan

firma oranı 1995–1998 yılları arasında, %38,1 iken, 1998–2000 yılları arasında bu oran

%50,8’e çıkmıştır. 2002–2004 yıllarında ise %52,17 olmuştur.201 Yani yenilik eğilimi

artmaktadır.

Henüz yeni gelişmekte olan sektörel bazlı envanter çalışmaları dikkate alınırsa,

Ar-Ge destekleri ile bunun envanterinin tutulmasında da kimi sıkıntılar vardır. Sektör

birliklerinin yayınlarında Ar-Ge çalışmaları, Ar-Ge çalışanlarının verilerini bulmak zor

201 TUİK, yenilik kavramını geniş tutmaktadır. Ürün yeniliği (hizmet ve mal olarak), süreç yeniliği, organizasyon yeniliği, pazarlama yeniliği, yenilik tanımları içinde geçmektedir.

269

olmaktadır. Buna karşın Ar-Ge çabaları önemli artış göstermektedir. OAİB raporunda

(2007a, s.8) bu konuda şu dile getirilmektedir:

Türkiye’de makina imalat sanayii, bazı alanlarda teknolojik açıdan gelişmiş ülkelerin gerisinde kalmakla birlikte, gerek AR-GE desteklerinde diğer sektörler arasında ilk sırayı alması ve gerekse patent alma oranındaki yüksekliği göz önüne alındığında hızlı bir gelişim içerisinde olduğu ve yüksek teknolojiye sahip ülke firmaları ile rekabet potansiyeline sahip olduğu görülmektedir. Nitekim son 12 yılda yaşanan ihracat artışı, Türk makina endüstrisinin hızlı çıkışının en önemli göstergesidir. Sektörde bugün, 200’den fazla ülkeye ihracat yapılmakta olup, Almanya, İtalya, İngiltere ve ABD gibi teknoloji devleri ihracatımızda ön sıralarda yer almaktadır.

Yenilik ve araştırma geliştirme ile ilgili makina imalat sanayine dair derli toplu

bir araştırma bulunamadığı için, patent başvuruları gibi sonuçlardan hareket etmek fikir

verebilir. İstanbul Sanayi Odası’nın 2006 yılı açıkladığı ilk beş yüze giren makina

imalatçılarının patent sayıları şöyledir (Dünya Gazetesi, 7 Ağustos 2007):

68. sıradaki Türk Traktör şirketi, Koç Holding’e bağlıdır, tarım makinaları

üretmektedir ve 2 patenti kayda geçmiş. 88. sıradaki Uzel Makina de başka alanların

yanı sıra tarım makinaları üretmektedir, 2006 yılında 4 patent tescil ettirmiştir. 159.

sıradaki Hema Endüstri A. Ş, savunma sanayi, otomotiv gibi farklı alanların yanında

dişli ve makina da üretmektedir; 14 patenti vardır. 205. sıradaki Hidromek Makina

Şirketi'nin 7 patenti vardır. 301. sıradaki Durmazlar Makina şirketinin de patent sayısı

7’dir. Bu yıl içinde ilk 500’e giren şirket içinden sadece 88’inin patent sahibi olduğu, bu

önemsiz bir oran değildir.

Ancak ağırlığı KOBİ niteliğinde olan, elindeki sınırlı sabit sermayeyi etkin

kullanma olanağı bulunmayan, geleneksel takım tezgâhları ile iş yürüten şirketlerden

oluşan makina imalat sanayinin hepsi açısından aynı nitelikte Ar-Ge ihtiyacından

bahsetmek yanlış olacaktır. Burada makina imalat sanayi de bireysel sermayelerin

eşitsiz gelişmesinden, sektörel temelde sermayenin merkezileşmesinden muaf değildir

böyle de olamaz. Bu yüzden özellikle ihracata yönelik üretim yapan ve bu üretimini

incelediğimiz dönemin ikinci yarısında belirgin bir biçimde geliştirerek önce çıkmış

şirketler açısından Ar-Ge ve teknoloji geliştirme özel bir anlam taşımaktadır. Belirli bir

düzeyde birikim sağlamış, ilk bin firma arasında yer alan bu türden şirketler ile makina

270

imalat sanayinin genelini oluşturan parçalı, KOBİ niteliğindeki yapının araştırma

geliştirme ihtiyaçları da, bu etkinliğe biçtikleri anlam da değişmektedir. Üstelik bu iki

kesimin ihtiyaçlarının ayrışmasını MÜSİAD202 Başkanı Ömer Bolat, farklı bir biçimde

dile getirmektedir. Bolat (Aksiyon Dergisi, Sayı 467), son dönemde yasalaştırılması

gündemde olan Ar-Ge teşviklerinin sonuçlarının hangi işletmelere nasıl yansıyacağına

dair ipuçları verirken, bu işletmelerin finans gibi Ar-Ge olanaklarından yararlanmasının

kısıtlarını da göstermektedir:

Şu anda Meclis’te görüşülen, şirketlere Ar-Ge desteği tasarısından, sadece 50 ve üzeri Ar-Ge personel çalıştıran şirketler yararlanabiliyor. Oysa bu durumda Türkiye’de sadece 83 şirket var. Bu rakamın en azından 20’ye düşmesi lazım.

İlk bin firma arasına giren sektör şirketleri için araştırma geliştirme, ürün, üretim

süreci, yönetim teknolojileri yönünde tasarım, nitelikli işgücünü buraya yönlendirme

anlamı taşımaktadır. Ancak buradan kestirme biçimde temel araştırmalara yönelik bir

Ar-Ge çalışmasının da olgunlaşmış ve yapılmakta olduğu çıkarılmamalıdır. Bu kesim

açısından makina imalatının temel parçalarına, örneğin endüstriyel otomasyon

elektroniğine dair temel araştırmaların üretici bazında yapılmasına pek

rastlanmamaktadır.203 Sektörün geneli açısındansa araştırma geliştirme etkinliği imalat

sanayinin genelinde olduğu gibi yeterli bir düzeyde değildir.204

Makina imalat sanayi, soyut bir alan değildir, Türkiye imalat sanayi içinde,

dünya kapitalizmiyle bağlı biçimde var olmaktadır. Üretimin teknolojik değişimi

202 Müsiad üyeleri arasında makina imalat sanayi içinde önde gelen, ilk bine giren şirketler bulunmuyor. Daha çok Anadolu’ya dağılmış küçük işletmeler halindeki makina işletmeleri var. Ancak ağırlığı distribütörler ve makina ve teçhizat ticareti yapan şirketler oluşturuyor.

203 Örneğin, ihracatta son yıllarda ön sıralarda yer alan Durmazlar Makina, henüz 1980’lerde yaptığı anlaşmayla bilgisayar kontrollü tezgâh ve son olarak lazerli tezgâh üretmek için temel otomasyon mekanizmalarını Türkiye’de firması bulunan Bosch Rexroth şirketinden almaktadır.

204 İlk bine giren firmalar açısından istihdam edilen nitelikli işgücü, mühendisler ürün ve üretim süreci tasarımı içinde etkin bir yer edinebilme şansına sahiplerken, daha küçük olanlar açısından sektör dergilerinde, toplantılarda dile getirilen şu şikayet anlamlıdır. Makina imalat sanayi, temelde bir mühendislik sanayisidir. Ancak küçük bireysel sermayeler açısından nitelikli işgücü, mühendisler, araştırma geliştirme ve tasarım niteliğinden daha çok “atölye şefi” olarak kullanılmaktadır. “Yıllarca aynı tasarıma göre imalat yapan ve geliştirmeye önem vermeyen firmaların pazardaki konumlarını korumaları ve mevcut platformda yaşamlarını sürdürmeleri gittikçe zorlaşmaktadır. Günümüzde makina imalatı yapan bazı firmaların bünyesinde tek bir mühendis dahi bulunmamakta, bazılarında ise mühendisler atölye içinde formenlerin yapması gereken işlerde istihdam edilmektedir” (MİB Bülten, Aralık 2006).

271

bireysel sermayelerin öznel tasarrufları ile “el yordamıyla” gelişse de bu bireysel

sermayelerin belirli bir toplamının izlediği patika gözlemlendiğinde, üretimdeki

teknolojik gelişimin yönü kar oranlarını yükseltmek yönünde ilerlediği görülebiliyor.

Dışarıdan gelen koşullar olarak görülen, dünya kapitalizminin kriz dalgaları, içeriye

mali krizler biçiminde yansısa da, bu yansımalar somut biçimlerini, içeride eklemlenmiş

sermaye dinamikleriyle buluyorlar. Makina imalatçıları 2001 krizi sonrası liranın

değerinin yükselmesinden, ithalatın artmasından, iç pazara yönelik üretimlerinin

kısıtlanmasından ve ihracatta düşük kur etkisinden şikâyet ediyorlar. Düşük kur ile

yüksek faizin üretim kadar bu üretimin ek sermayesinin yaratılması ve kullanılmasında,

yani finansmanda da sorun yarattığından bahsediyorlar. Cari açığın artışının finansal bir

kriz olarak yansıyabilecek etkileri, içeride, yani makina imalat sanayinin bünyesinde bu

sorunlar olarak ortaya çıkıyor. Ancak kurun, işgücü maliyetinin üzerlerinde yarattığı

maliyet baskısını, finansman sorunlarını aşmak sektörün geneli için değil, belirli

kesimleri için mümkün olacak. Burada sermaye birikiminin çelişkili doğasını göz

önünde bulundurduğumuzu ve imalat sanayinde olduğu gibi makina imalat sanayini

değerlendirirken, onun genelinden bahsetmediğmizi, ikili yapıyı tekrar hatırlatmak

gereklidir.

Makina İmalatçıları Birliği Genel Sekreteri Arslan Sanır’ın söyledikleri

(Metalmakina dergisi, sayı 162) bu açıdan anlamlıdır:

7-8 firma var ki sac işleme makinalarının imalat ve ihracatının %60-65 ini onlar gerçekleştiriyor. Onun dışında küçük imalatçılar da var. Pazar gün geçtikçe zorlaşıyor. Küçük imalatçılar bakımından yine hayat şansı var fakat bazı küçük imalatçılar yıllardır aynı makinayı üretiyor ve üzerine herhangi bir yenilik koymuyor. Müşteri ihtiyaçlarına göre bugünün ihtiyaçlarına göre makinayı nasıl geliştirebilirim düşüncesi içinde değil. Bu tip firmalar biran önce yeniliğe yönelmezlerse yaşam şartları gün geçtikçe azalıyor.

Burada yenilik kabaca her derde deva olarak konulsa da, esas vurgulanmak

istenen bazıları için yaşam şartlarının zorlaşmasının makina imalat sanayi yapısı

açısından anlamıdır. Teknolojik yenilik ve araştırma geliştirme konusunda, parçalı ve

dağınık yapıya denk bir performans sergileyen makina imalat sanayi bu nedenle geneli

itibariyle, yani tüm kesimleri açısından aynı teknolojik gelişmeyi göstermez.

272

Teknolojinin ikinci yönü ise, üretim yapısında üretimin artışı, ürünün niteliğinde

ve teknik anlamıyla üretimdeki ilişkilerin niteliğinde yaşanacak yapısal bir dönüşümün,

toplumsal sonuçlarının herkes için iyi olamayacağı vurgusudur.205 Teknoloji, sınıf içi

rekabet yüzünden oluştuğu kadar emek süreci üzerindeki denetimi artırmak yönünde bir

itkiyle de geliştirilmektedir. Burada üretimde teknolojik gelişmenin olup olmadığı ve

teknoloji üretilip üretilmediği, bunun için olanakların açılıp açılmadığı sorusunun yanıtı

ne olursa olsun, bu olanakların sermaye birikiminin olanakları olduğu, bunun toplumsal

sınıflar açısından getirilerinin farklı olduğu vurgulanmalıdır.206

3.3.1.3.8 İstihdam ve Verimlilik Göstergeleri

Makina imalat sanayinde envanter çalışması incelediğimiz dönemin sonlarına

doğru yeni yeni başlamıştır. Bu yüzden sağlıklı verilere ulaşmak zordur. İGEME

raporuna göre, MİB üyesi 185 firmadan derlenen bilgiler, bu grupta yer alan firmaların

ortalama istihdamının 53 kişi olduğunu göstermektedir (İGEME, 2007a). Bu değerleri

genelleştirerek elde edilen sonuçlarla, atölye tipi imalat yapan ve/veya onarım ve

yenileme işleri ile yan sanayi olarak çalışan veya yenileme pazarı için aksam-parça imal

edenler dışında kalan kuruluşlarda 180.000–200.000 kişi istihdam edildiği

hesaplanmıştır. Sözü edilen kuruluşlar dışarıda bırakılmayıp tahmine eklendiğinde

istihdam 500 bin kişi olabilecektir. Bu rakam içinde, kalıp imalatçıları ile makinalar için

hidrolik-pnömatik ve elektrik-elektronik bileşen imal eden firmaların istihdamı yer

almamaktadır.

205 Türkiye’de dokumacılık sektöründe teknolojinin ve makinalaşmanın etkisi buna güzel bir örnektir. Hem zaman kısalmakta, hem de gereken emek süreci vasıfsızlaşmaktadır. “Mekanik jakar ve mekanik ayarla çalışan bir tezgahta mevcut çözgü ve taharla üretilen kumaşın değiştirilmesi, … yaklaşık 45 dakikayı alırken ustalık becerisi de gerektirmekteydi. Elektronik donanımlı ve elektronik jakarlı bir tezgahta bu işlem beceriyi yok denebilecek bir miktara indirirken zaman ise yaklaşık 10 dakikaya düşmüştür” (Özaksun, 1997, s.48).

206 Müsiad Başkanı Bolat 2008 yılında şunu söylüyor: “Sanayiciler diyor ki biz artık insan çalıştırmak yerine makina çalıştırmayı tercih ediyoruz, otomasyona yatırım yapıyoruz” (Aksiyon, sayı 467). Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında İrlanda’da insanların yerini, otlakların ve burada yetişen sığırların alması gibi, işçilerin yerini makinalar alıyorlar. Nedenini bu konuşmanın başında açıklıyor Bolat: “İşletmeler üzerinde yoğun bir kamu mevzuat yükü var. Doktor, avukat istihdamı, kreş açmak, spor salonu açmak, özürlü, yükümlü ve terör mağduru çalıştıracaksın gibi. Bunların ortadan kaldırılması ve bu yükleri kamunun üstlenmesi lazım. Devletin sosyal politikalarının yükünü neden müteşebbisler çeksin?”(agy).

273

Peki makina imalat sanayinde istihdamın yapısı incelediğimiz dönem içinde

nasıl değişmiştir? Bu soruya yanıt bulmak için çalışan sayısı endekslerinden

yararlanmak gerekir. TUİK verilerine göre, makina imalat sanayinde çalışanların endeks

olarak değişimi şöyledir:

Tablo 24 M akina Se ktör ünde Çal ışa n Sayıs ı Ende ksi Makina İmalat Sanayinde Çalışan Sayısı Endeksi (1997=100)

Yıllar 291 292 1996 87,4 99,1 1997 100 100 1998 100,9 103,5 1999 90,8 94,7 2000 89,1 90 2001 84,3 83,6 2002 86,8 72,3 2003 91,3 73,9 2004 104,7 78,4 2005 114,6 78,1 Kaynak TUİK.

Burada genel amaçlı makina üretiminde çalışan sayısında artış gözükürken özel

amaçlı makina imalatında azalma görülmektedir. Özel amaçlı makina imalatında

istihdamda, 2001 kriziyle birlikte yaşanan hızlı düşüşün ardından toparlanma eğilimine

karşılık dönem sonu itibariyle bu yeterli olmamıştır. Daha önceki veriler göz önünde

bulundurulursa, genel amaçlı makina imalatında (291) istihdamın artmasına paralel

olarak üretim de artmıştır. Ancak özel amaçlı makina üretiminde (292) hem üretim hem

de istihdamda bir azalma vardır.

Makina imalat sanayinde incelediğimiz dönemde verimliliğin değişimi alt

sektörler itibariyle aşağıdaki tabloda gösterilmiştir. Elektrikli ev aletlerinin (293)

tabloya eklenmesinin nedeni her zamanki gibi karşılaştırma ve ayrıştırmayı sağlamak

içindir.

274

Tablo 25 Üretimde Çalı şıla n Saat Başına Kısmi Verimlilik Ende ksi Üretimde Çalışılan Saat Başına Kısmi Verimlilik Endeksi (1997=100)

Yıl İmalat Sanayi 291 292 293

1997 100,0 100,0 100,0 100,0

1998 100,7 95,7 98,2 95,7

1999 107,5 98,6 82,8 104,5

2000 115,7 105,5 95,7 101,2

2001 116,9 104,1 62,9 101,5

2002 126,9 109,3 74,6 133,6

2003 136,1 120,6 77,2 143,8

2004 146,1 128,2 88,2 163,6

2005 154,8 107,4 82,9 188,9

Kaynak (TKB ESAM, 2007, s.508)

Verimlilik ölçüsü olarak kişi başına üretim yerine çalışılan saat başına üretim

değerleri alınmıştır. 291 kodlu alt sektörde istihdamın artmış buna karşılık 292 kodlu alt

sektörde azalmış olduğunu daha önceki tabloda göstermiştik. TUİK verilerine göre, ele

aldığımız dönemde üretimde çalışılan saat endeksi de buna paralel bir gelişme

göstererek, ilki için artış, ikincisi için ise azalış kaydetmiştir. 291 kodlu genele amaçlı

makina imalatında çalışılan saat endeksi, istihdama göre biraz daha fazla artmışsa da,

292 sektöründe çalışılan saat istihdama paralel azalmıştır. İlkinde artan istihdamı daha

fazla çalıştırma eğilimi az da olsa gözükmekte iken 292 kodlu sektörde üretimde

çalışılan saat çok benzer bir oranda azalmıştır. Zaten bu yüzden kişi başına üretim

olarak verimlilik ile çalışılan saat başına üretim olarak verimlilik birbirine yakın

çıkmaktadır. İstihdam ile çalışma zamanının paralel seyretmesi, üretimdeki bir kısmi

verimlilik artışının emek gücünün daha uzun süreler işe koşulmasıyla mı sağlandığı

yoksa üretim sürecinde emek üretkenliğini artıran (makinalaşma, üretim

organizasyonunda gelişme vb.) bir değişme ile birlikte gerçekleştiği gibi bir ikilik

sorununu biraz daha aşılabilir kılmaktadır. Yine de biz, çalışılan saat başına üretimi

ifade eden çalışılan saat başına kısmi verimlilik endeksini temel aldık. Bu endekse göre,

genel amaçlı makina imalatında verimlilik artmıştır, yine de bu artış imalat sanayi

ortalamasının altında kalmıştır, buna karşılık özel amaçlı makina imalatında verimlilik,

275

2001 kriziyle düştüğü noktadan toparlanma eğilimindedir. Elektrikli ev aletleri

imalatında ise verimlilik çok hızlı bir biçimde yükselmiştir, imalat sanayi ortalamasının

epey üstüne çıkmıştır. Genelde kullanılan istatistiklerde “başka yerde sınıflandırılmamış

makina ve teçhizat üretimi (b.y.s. makina ve teçhizat imalatı)” başlığı altında birlikte

sınıflandırıldığında genelin bütün göstergelerini iyileştirdiği gibi verimliliği de

olduğundan iyi göstermektedir.

Şimdiye kadar makina imalat sanayi alt sektörlerinin üretim, istihdam ve

verimlilik göstergelerini değerlendirdik. Buraya kadar çıkan verilerin ışığında bu alt

sektörleri değerlendirmek için alt sektörleri oluşturan dalları da ayrı ayrı incelemek daha

sağlıklı bir bakışı oluşturmak için gerekli olacaktır. Genel amaçlı makina üretiminde,

istihdamında ve verimliliğinde bir artış ortaya çıkmıştır. Özel amaçlı makina için ise

tablo imalat sanayi ortalama değerlerinden düşüktür ve düşüş eğilimi vardır. Önce bu

düşüş eğiliminin, özel amaçlı makina üretiminin alt dallarında nasıl seyrettiğini

inceleyecek, daha sonra da sektörün geneli ile öne çıkan bazı sermaye kesimleri

arasındaki ilişki açısından makina imalat sanayinin genel gelişimine bakacağız.

3.3.1.3.9 Genel Amaçlı Makina ile Özel Amaçlı Makina İmalatındaki Değişim

Daha önceki bölümde genel amaçlı makina imalatında istihdamda ve üretimde

imalat sanayi ile paralel giden bir artış olduğunu, buna karşılık özel amaçlı makina

imalatında ise hem üretimde hem de istihdamda düşüş olduğunu belirtmiştik. Özel

amaçlı makina üretimi ve istihdamı 2001 krizi sonrası yaşanan düşüşün ardından

toparlanmaya çalışsa da dönemin başındaki değerlerin altında kalmaktadır. Üretim ve

istihdamdaki bu veriler ile incelendiğinde her iki alt sektörün durumu kaba çizgileri ile

çıkmaktadır. Genel amaçlı makina üretiminde hem üretimde hem de istihdamda bir artış

bulunmakta, ihracat da incelediğimiz dönemde artmaktadır. Özel amaçlı makina üretimi

291 kodlu sektör üretiminden mutlak değer olarak daha büyüktür, ihracattaki artışı da

bu alt sektörden fazladır. Ancak 292 kodlu özel amaçlı makina üretiminin üretim ve

istihdam tablosu bu dönem içinde düşme göstermiştir. Bu alt sektörü özel olarak

incelememizin bir nedenidir. Ancak alt sektörlerin üretimindeki değişikliği izlerken özel

amaçlı makina üretimini ayırt etmemizin bir başka nedeni de özel amaçlı makina

üretimindeki olası değişimlerin hem üretimin teknolojik yapısı hem alt yapısı açısından

276

özel bir önem taşımasıdır. Bu alt sektör hem yeniden üretim açısından hem de

teknolojik yapıdaki değişim açısından can alıcı olan Takım tezgâhları üretimini

kapsadığı gibi, inşaat makinaları, tarım makinaları vb gibi üretim araçları alt yapısını da

kapsamaktadır. Genel amaçlı makina üretiminde, motor ve tribün imalatı, soğutma

teçhizatı imalatı, vana, pompa imalatı gibi sektörlerde daha önce belirtildiği gibi

geleceğe dönük rekabet gücü, gelişme olanakları, üretimin optimal düzeyi, özel amaçlı

makina imalatına göre daha avantajsız görülmektedir. Bu bakımdan 291 kodlu genel

amaçlı makina imalatında üretim ve istihdam artışının yanı sıra 292 kodlu özel amaçlı

makina sektöründe üretim ve istihdamda yaşanan değişmeyi irdelemek gerekiyor.

Özel amaçlı makina üretimi alt sektörlerinden takım tezgâhlarında çalışan

sayısının aynı dönemdeki değişimini TUİK verilerinden bulmak olanaklıdır. 1997

yılında çalışan sayısı endeksi 100 iken krizler nedeniyle 90’lar etrafında salınmış, buna

karşılık 2004 yılında 120, 2005 yılında ise 130’a yükselmiştir.

Bunu alt sektörün üretim endeksi ile karşılaştırırsak takım tezgahları üretimi

hakkında şu sonuca varırız: Takım tezgâhları üretim endeksi 1996 yılında 91’den 2005

yılında 187,5’a çıkarken207, çalışanlar da 99’dan 130 endekse yükselmiştir (1997 yılı

endeksi 100 alınmıştır). Takım tezgâhları üretimi, çalışan sayısı ile birlikte artmıştır.

Öyleyse üretimdeki ve istihdamdaki bu göreli düşüşü açıklayabilmek için diğer alt

sektörlere bakmak gerekiyor.

TUİK verilerine göre, tarım ve orman makinaları imalatında çalışan endeksi,

1996 yılında 99,2 iken 1998 yılında 114,5’a çıkmış 2001 krizi ile birlikte düşmüş daha

sonra bu düşüş devam ederek çalışan endeksi 2005 yılında %64,5 olmuştur. Üretim ise

1996 yılında 94,1’den 2001 krizine kadar yükselmiş ancak kriz sonrası yaşanan düşüşün

ardından toparlanma çabalarına karşın 2004 yılında 80,1’e çıkan endeks değeri 2005’te

59,8 olarak kalmıştır. Yani tarım ve orman makinalarında üretim ve istihdam bu

dönem içinde düşmüştür. İkinci dönem (2001–2005) arasında yaşanan toparlanma

sürdürülememiştir. Yine TUİK verilerine göre, tarım ve orman makinalarının bu

dönemdeki ithalatı hızlı biçimde artmıştır.

207 TUİK verilerine göre, 1998 yılında 122,6’ya çıkan üretim endeksi, 2001 krizi ile birlikte 78,5’a düşmüştür. 2004 yılında 110,1’e düzenli olarak yükselmiştir. 2005 yılındaki artışı ise çarpıcı orandadır.

277

Maden ve inşaat makinaları imalatında çalışanlar endeksi, 1996 yılında 99,2

iken kriz sonrası düşüşün ardından yükselerek 2005 yılında 125,6 olmuştur. Üretim ise

1996’da 96,7 iken 2005 yılında 73,5 olmuştur. Bu ara dönem içinde üretim, düşme

eğiliminde olan bir dalgalı seyir izlemiştir. 2005 yılına gelene kadar 2003 yılında

düştüğü 45,1 dip noktasından yükselme eğilimine girmiştir. Ancak incelediğimiz

dönemde maden ve inşaat makinalarında üretimin düşmesine karşılık istihdam göreli

olarak yükselmiştir.

Yiyecek, içecek ve tütün işleyen makina imalatında çalışanlar endeksi, 1996

yılında 99,1 iken kriz sonrası düşüşün ardından düşmeye devam ederek 2005 yılında

74,9 olmuştur. Üretim endeksi ise 1996 yılında 97 değerinden yükselmesine karşılık

2001 krizinde yaşanan düşmenin ardından toparlanma eğilimleri 2005 yılında yine

düşüşe geçmiştir. 2005 yılında üretim endeksi 62,3 olmuştur. Gıda ve tütün işleyen

makina imalatında hem üretim hem de istihdam bu dönemde düşmüştür.

Tekstil, giyim ve deri işleme makinaları imalatında çalışanlar endeksi, 1996

yılında 99,1 iken kriz sonrası düşüşün ardından düşmeye devam ederek 2005 yılında

70,9 olmuştur. Bu sektörün üretim endeksi çarpıcı bir değişimi göstermektedir. 1996

yılında 74,4 olan üretim endeksi 1997 yılında 100 iken bu yıldan sonra düzenli olarak

düşmeye başlamıştır. 2005 yılındaki endeks değeri 3,8’dir. Tekstil, giyim ve deri işleme

makinaları imalatında üretim çarpıcı bir biçimde düşerken istihdam da düşmüştür.

Diğer özel amaçlı makina imalat sektörlerinde de istihdamda ve ortalama olarak

üretimde göreli düşüş yaşanmıştır. Elde ettiğimiz sonuç şöyle tablolaştırılabilir.

278

Tablo 26 M akina Alt Se kt örlerinin Karşıla ştırması Makina İmalat Sanayi Alt Sektörlerinin Karşılaştırması

Alt Sektörler Üretim İstihdam

Takım Tezgâhları Artma Artma Tarım ve Orman makinaları Azalma Azalma Maden ve İnşaat makinaları Azalma Artma Yiyecek, içecek ve tütün işleme makinaları

Azalma Azalma

Tekstil, giyim ve deri işleme makinaları

Azalma Azalma

Özel Amaçlı Makina İmalatı (Genel)

Azalma Azalma

Burada üretimi de istihdamı da incelediğimiz dönemin ikinci yarısında artış

gösteren Takım Tezgâhları sektörünün gelişimini özel olarak biraz daha irdelemek

gerekiyor. 2002 yılında Makina İmalatçıları Birliği ile dünya makina imalat sanayine

yönelik uzman kuruluşlardan biri olan ABD’deki Gardner Publication’ın işbirliği ile

yürüttüğü çalışma sonucunda takım tezgâhlarına yönelik şu bulgular elde edilmiştir.

2002 yılında dünya makina pazarı %14 bir azalma yaşarken, Türkiye

makina imalatı dünyadaki en yüksek artışı göstermiştir. Türkiye’nin imalat artışı

%17’dir, onu Çin izlemektedir. Oysa bunun aksine önde gelen 5 imalatçının

imalatında bu yıllarda azalma vardır (MakinaTek, Mart 2003). Avrupa

Birliği’ndeki Makina imalatçıları AB’den büyük Ar-Ge proje destekleri almaktadır,

2002 yılı itibariyle Türkiye’deki makina imalat sektörünün imalatındaki bu yükseliş ise

bu destekler olmadan gerçekleşmiştir. Bu yıllarda Makina İmalatçıları Birliği Genel

Sekreteri olan Arslan Sanır, sektörün durumunun imalatçılar tarafından bile

bilinmediğini belirttikten sonra makina imalat sanayinin durumunu şöyle açıklamaktadır

(Makinatek, Mart 2003):

…bu sektör, özellikle 1995 yılından itibaren oldukça hızlı ve emin adımlarla büyümeye devam etmektedir. Şüphesiz sektörün konumunun bilinmemesinin ana nedeni, birçok konuda olduğu gibi takım tezgâhı sektöründe de istatistik bilgilerine erişmede karşılaşılan güçlükler ve mevcut bilgilerin de yayın organlarında yer almayışıdır.

279

Takım tezgâhının incelediğimiz dönemin ikinci yarısında katettiği gelişme, dış

ticaretin bileşimindeki değişimi incelediğimiz bölümde sözü edilen gelişmelerden de

görülebilir.

Genel olarak imalatta yaşanan değişimleri incelediğimiz bölümde değindiğimiz

gibi örneğin tekstil ürünleri ya da tütün ürünleri imalatında özellikle ikinci yarıda

yaşanan durgunluk, ihracatta tıkanıklık gibi nedenlerle tekstil, giyim ve deri işleme

makinaları ile tütün işleme makinalarında üretimde azalma görülmektedir. Keza gıda

makinaları üretimi de daralmaktadır.208 Ancak özel amaçlı makinalardaki genelde

üretim düşüşü, takım tezgâhları için söylenemez. Yalnız bu alt sektör, sektörün

genelinin düşme eğilimini artırmaya yetmemektedir. Geneldeki bu düşüşe karşın,

istihdamda artmaya paralel takım tezgâhı (sac kesme, kontrollü tezgâh) ve maden-inşaat

makinaları alanında faaliyet yürüten şirketlerin ilk beşyüz içinde yer almaları dikkate

alınması gereken bir veridir. Maden ve inşaat makinaları imal eden bu şirketlere

bakıldığında, geçmişlerinde distribütörlük ile başlayarak(imalat da yapanların bir kısmı

bir yandan da distribütörlüğü hala sürdürmektedir), montaj ve bakım düzeyinde imalata

daha sonra da yetersiz de olsa yan sanayileri kullanarak imalata geçmişlerdir. İki

sektörün de ithalat bağımlılığı bulunmaktadır. Benzer bir sonucu, bir başka kaynağın

değerlendirmelerinde de görmek olanaklıdır.

Türkiye Kalkınma Bankası Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi’nin

(ESAM) yaptığı araştırmada, geniş bir alt sektörler kümesi, performans ölçütlerine göre

sıralanmıştır. Bu ölçütler, üretim endeksi, dış ticaret yapısı, açıklanmış karşılaştırmalı

üstünlük (RCA) skoru, verimlilik gibi 6 farklı endeksten oluşmaktadır. Bunlar

üzerinden hesaplanan performans skorları ayrıca iki döneme ayrılmıştır. 1998–2001

dönemi ile 2002–2006 dönemi (TKB ESAM, 2007, s.29-30). Bu iki dönem içinde

makina imalat sanayinin alt sektörlerinin gelişimini özetlersek şöyledir: Genel amaçlı

makina imalatı sektörü (291), ilk dönem ortalaması olarak 51 alt sektör arasında 45.

208 Gıda makinaları üreten bir şirketin Yönetim Kurulu Başkanı Bülent TALAY şunu söylüyor: “Talay Makina olarak gıda sanayiine yönelik makineler üretiyoruz.... Üretimimizin yüzde 40’ını ihraç ediyoruz. … İç piyasada makarna, un, bakliyat ve çerez gibi gıda sanayii alanlarında yatırımların durması nedeniyle kapasitemizin ancak yüzde 40’ını kullanabiliyoruz. …Pazar daralıyor ve müşteri sayımız azalıyor. Kar marjları çok düştü. Müşterilerimiz olan gıda sanayicileri yurtdışına yatırım yapmaya başladılar. Örneğin; Iğdır’daki bir bakliyat ve çerez firması Nahçivan’a yatırım yapıyor. Tukaş, salçayı Çin’de üretiyor. Türkiye gıda sanayiinde kan kaybediyor” (İAOSB Makina Sektörü Araştırma Raporu, 2006).

280

sıradayken, ikinci dönemde 32. sıraya yükselmiştir. Buna karşılık özel amaçlı makina

imalatı alt sektörü (292) ise her iki dönemde de bulunduğu yeri, 42. sırayı korumuştur.

Bu sektör ileride de belirtildiği gibi incelenen dönemde dış ticaret açığı en fazla ikinci

sektör durumundadır. Bu alt sektörün sermaye malı olarak merkezi niteliği

gözetildiğinde, bu durum, büyüyen üretimin sermaye malı ihtiyacını karşılamak için

ithalatın da arttığı yönünde bir sonuç ortaya çıkarmaktadır. Yani ithal edilen makina ve

teçhizat yatırımında büyük bir artış vardır. Dış ticaret açığı ikinci dönemde ilk dönemin

iki katına yaklaşmışken, sektör ihracatı 3 kat artmıştır. Buna karşılık ESAM

değerlendirmesine göre, sektörün rekabet üstünlüğü (Açıklanmış karşılaştırmalı

üstünlük RCA skoru) yükselse de düşük kalmıştır. Makina imalat sanayi rekabet gücü

düşük sektörler arasındadır. 51 sektör içerisinde rekabet gücü 40-45. sıralar arasında

değişmiştir. ESAM’ın raporuna göre bu dönemde özel amaçlı makina imalat sanayinde

verimlilik değişmemesine karşılık üretim endeksi ikinci dönem düşmüştür. Bunda fiyat

artışlarının önemi vardır. Fiyat üzerinden rekabet edememe, yüksek fiyat artışı buna

karşılık döviz kurunun bu hızla artmaması, iç pazarda ürün satışını ve rekabeti

kısıtlamış, ithalatın etkisi artmıştır. Bunun sonucunda da ikinci dönemde görüldüğü gibi

üretim kısılmış, ithalatın iç üretim karşısında payı artmıştır. Örneğin Takım Tezgâhları

imalatı özel amaçlı makina üretimi sektörü içindedir, bu dalda çalışan kimi şirketlerin

ihracatı çok yükselmiş, ama aynı zamanda ileride göreceğimiz gibi bu şirketlerden bir

kısmı ilk beşyüz şirket arasına girecek denli birikim düzeylerini artırmışlardır. Fiyatların

artması, bu şirketler açısından verimlilik endekslerinde olumsuz bir etki yaratsa da bu

şirketlerin üretim düzeylerini eksik göstermektedir. Ancak bu fiyat artışı, uluslararası

pazarlarda rekabet açısından liranın değerli olmasını bir sorun haline de getirmektedir.

Bu veriler makina imalat sanayi için önümüzdeki dönemdeki dağılma ve yeniden

yapılanma yollarını da göstermektedir.209

İmalat yapısının geneli için bu görünüm, sermaye birikiminin çelişkili yapısı

nedeniyle sektördeki tüm sermayelere aynı yansımamaktadır. Makina sektörünün

yaşayacağı değişimde, büyük firmalar, yani rekabette üstün gelebilecek, belirli bir 209 Ortak Satınalma Organizasyonu (OSO) Yönetim Kurulu Başkanı Dalgakıran’da 2006 yılının sonunda gazetelere verdiği demeçte, Türkiye makina sektörünün bir değişim sürecine girdiğini belirterek şunu söylemektedir: "5 yıl içinde küçük firmaların kapanacağı bir gerçek. Bu süreci hasarsız atlatmak için ortak hareket etmek şart. Belli bir büyüklüğün altındaki firmalar ya birleşecek veya yan sanayici olacak” (Referans, 29 Kasım 2006).

281

birikim düzeyine gelmiş şirketler ayakta kalırken, diğerleri elenecektir. Kısacası

sermayenin merkezileşmesi kaçınılmaz biçimde bu alanda da kendini göstermektedir.

Üstelik bu merkezileşme, bu sermaye kesimlerinin ihtiyaçlarını dile getirip,

yansıtabilecek ortak kurumların kurulmasını da beraberinde getirmektedir.

Dalgakıran’ın “ortak hareket” ihtiyacı olarak dile getirdiği de sermaye kesimleri

arasındaki bu kurumsallaşmayı anlatmaktadır, zaten bizzat makina sanayinden 50

imalatçının kurduğu OSO’nun kendisi böyle bir ihtiyacın ürünüdür. İzleyen bölümde bu

gelişimi irdeleyeceğiz.

3.3.1.3.10 Makina İmalat Sanayinde Kurumsallaşma ve Sermaye Kesimleri Arasındaki İlişki

Üretimin yapısını 1996–2005 arasında incelememizin nedenlerini anlatırken, bu

dönemin birkaç açıdan farklılık gösterdiğini (yatırım malları üretim ve ihracatında

görünen değişim, istihdam yapısındaki değişim) vurgulamış, bu farklılıkların yaratacağı

değişimleri üretim yapısında gözlemleme ve bunları anlamlandırma hedefini

belirtmiştik. Makina sanayinin geçmişi, dağınık, parçalı ve KOBİ’lerden oluşan

yapısıyla incelediğimiz dönemin öncesine dayanmaktadır. Ancak 1996–2005 yılları bu

sektör açısından da önemli değişikliklerin yaşandığı bir dönem olmuştur. Sektöre ait

kurumların, daha çok ‘90’lı yılların ikinci yarısından itibaren faal hale gelmeleri, üretim

araçları üretimi kesimi için bu dönemin özel niteliğini açığa vurmaktadır. Bunun

yansımaları sektördeki sermaye merkezileşmesinin somut, görünür sonuçları,

kurumlaşmalar, dış ticaret ağırlığı gibi göstergelerde görülebilmektedir210. Bu, sektörün

ileri gelen kurumları tarafından da dillendirilmektedir. 211

210 Dönemin MİB Başkanı Arslan Sanır’ın DPT için hazırladığı raporda dış ticaretteki bu gelişmenin dönüm noktası şöyle belirtilir: “1970’li yıllarda, küçük çaplı da olsa başlayan ihracat, çoğu kez dış firmaların markaları altında ve bu firmalar için fason imalat niteliğinde idi. Özellikle 1995 yılından sonra ihracata önem veren firmaların artması, dış fuarlara kendi isim ve markaları ile katılmaları, bu firmaların makinalarının uluslararası platformda kendi isimleri ile tanınmasına imkân vermiştir. Günümüzde birçok firma, kendi markaları ile anılır ve tanınır hale gelmiştir…. Özellikle 1995 yılından sonra yavaş da olsa makina ihracatında bir gelişme gözlenmekte idi” (DPT 2006a, s.11 ve 27).

211 2006 yılının sonlarında MİB Başkanı Fatih Bakan’ın şunu söyler: “Makina sanayii son 10 yılda gelişmeye başladı. … Sektörün mazisi 10 yıl...” (İAOSB Ağ Sayfası, Makina Sektör Araştırması).

282

Bu kurumların bu dönemdeki gelişiminin incelenmesi hem makina imalat sanayi

içindeki sermaye kesimlerinin bazılarının hızlı yükselişini anlamlandırmaya yarayacak,

hem de bu sermaye kesimlerinin birbirleriyle ilişkisini incelemenin vesilesi olacaktır.

Sanayi Bakanlığı’nın 5. Beş Yıllık Kalkınma Planı önerileri doğrultusunda

1990’yılında kurulmuş olan Makina İmalatçıları Birliği dışında makina imalat

sanayindeki sermaye kesimleri OAİB, MİB, TİAD gibi kurumlarda ve alt kurumlarda

örgütlenmeye başlamışlardır.212 MİB de, bu yıllarda etkin hale gelmiş, 2000’li yıllar ile

birlikte makina imalatı sektörünün en önemli sorunları konusunda bu sermaye

kesimlerinin ihtiyaçlarını etkin bir biçimde dile getirmeye başlamıştır. Sektöre yönelik

sanayi envanterinin çıkarılması, bu yıllarda hedeflenmiş, yakın zamana kadar belirli bir

bölümü tamamlanmıştır. 2006 yılı itibariyle Makina İmalatçıları Birliği, ilk beş yüz

büyük firma (İSO 500) arasına giren 6 sektör firmasını bünyesinde barındırmaktadır. Bu

firmaların bir kısmı MİB’in yönetim kurulunda yer alıyorlar.213

Dönemin ikinci yarısında yükselen ihracatla birlikte sektör kurumlaşması,

ihracat birlikleri temelinde gelişmiştir. Orta Anadolu Makina ve Aksamları İhracatçıları

Birliği (OAİB) bu çerçevede değerlendirilebilir. 2002 yılında kurulan OAİB, 9 bin

civarında makina ihracatçısının kurduğu bir birliktir.

Sektör üretiminde stratejik bir yer tutan takım tezgâhları alt sektöründe bulunan

sektörel örgütlenme de Takım Tezgâhları Sanayici ve İş Adamları Derneği’dir (TİAD).

TİAD, takım tezgâhları ile bunların aksesuarları ve kesici takımlarının üretimi, ihracatı

ve ithalatını yapan sermaye kesimlerinin bir araya gelmesiyle 1992 yılında kurulmuştur.

TİAD’a üye 138 firmadan 37’si üretici firma iken 91’i ithalatçı/dağıtımcı firma

konumumdadır.

212 Alt sektörlere ait kimi derneklerin kuruluş tarihleri şöyledir: POMSAD: 1996; İSKİD, 1993; İMDER, 2002. Sektör derneklerinin ve birliklerinin uluslararası (özellikle Avrupa Birliği) sektör kuruluşlarına katılmaları ise 2000’li yıllar ile başlamıştır. MİB, Avrupa Takım Tezgâhları İmalatçıları İşbirliği Komitesi’ne (CECIMO) Kasım 1999’da üye olmuştur. POMSAD, 2001 yılında Europump’a, 2003 yılında Avrupa Vana Sanayicileri Derneği CEIR’e tam üye olmuştur. İSKİD, AB sektör kuruluşu Eurovent’e üye olmuştur. İMDER, 2006 yılında CECE’ye, AB İş Makinaları İmalatçıları Komitesi’ne üye olmuştur.

213 İlk beşyüz içerisinde MİB üyelerine göre başlarda bulunan iki firma birliğe üye değil. Bu iki firma da traktör ve tarım makinaları üretimleriyle birliğin kapsamına girmektedir. İlki Koç Holdinge bağlı Türk Traktör, ikincisi ise tarım makinası yanında motor ve otomotiv parçaları da üreten Uzel şirketidir.

283

Bunun yanı sıra diğer alt sektörlerin de dernekleri bulunmaktadır. İMDER:

İnşaat Makinaları, POMDER-Pompa ve Valf imalatçıları derneği, İSKİD-

İklimlendirme Soğutma Klima İmalatçıları Derneği vb. gibi. Makina imalat sanayinde

birikimde gelişme ve sermayenin merkezileşmesiyle birlikte bu alt sektörlerin MİB

çatısı altında birleştirilmesi yönünde eğilimler güçlenmektedir. 2006 yılında MİB

başkan vekili olan MUMAK genel müdürü Yusuf Öksüzömer bunu şöyle dile getiriyor

(MetalMakina, sayı: 161):

Birçok küçük ve büyük dernekler var. Bu dernekleri bir platform altında toplayalım fikrimiz var. Bu konuya ilişkin fikirler oluşmaya başladı. MİB’in son Yönetim Kurulunda da bu konuyu ele aldık. Bugün MİB’in yönetim kurulunda İş makinaları derneğinden bir yönetim kurulu üyesi, ısıtma soğutma sektörünü temsil eden bir üye, takım tezgâhlarında Türkiye’nin CNC takımlarını üreten firmanın bir yöneticisi, araç üstü ekipman ve pompa grubundan bir üyemiz var. Bu meslektaşlarımızı son genel kurulda yönetim kuruluna dahil ettik ki kararlarımızı bütün sektörü kucaklayacak şekilde alalım ve daha önceden oluşan bir kanıyı da ortadan kaldıralım. MİB, takım tezgâhçılarının kendi aralarında oluşturduğu birliktir dolayısıyla sorunlarımızı anlamazlar şeklindeki yargıyı da ortadan kaldırmak için böyle bir çalışma içerisine girdik.

Burada makina imalat sanayinde sermayenin merkezileşmesinin bir

kurumsallaşması olarak MİB’in gelecekte alabileceği konum gözükmektedir. Ancak

yukarıdaki konuşmanın sonunda bir “yargıyı” düzeltmek adına yapılan vurgu makina

imalat sanayinde takım tezgâhı üreten sermayecilerin bu merkezileşmede can alıcı bir

rol oynamış olduklarını da göstermektedir.

İncelediğimiz dönemin sonunda gerçekleşen bir başka kurumlaşma örneği ise

makina üreticisi 50 küçük ve orta büyüklükteki işletmenin (KOBİ), hammadde ve

aramalı girdilerinde satın alma maliyetlerini azaltmak için Temmuz 2005'te kurdukları

Ortak Satınalma Organizasyonu’dur (OSO). Burada kurucu üyeler ve kimi makina

imalatçıları arasında bu fikrin 2000 yılında ortaya atılmış olduğunu, gerçekleşmesinin

ise 2005’i bulduğuna dikkat çekmek gerekiyor (Referans gazetesi, 29Kasım 2006).

OSO, gelişme gösteren makina imalat sanayinin girdi ihtiyaçları açısından birleşme

gereğini yansıtmaktadır. Bu birleşme, girdi maliyetlerinde üreticilere avantaj

kazandırmıştır. Bu türden işbirlikleri, ağlar oluşturulması, sektörün parçalı yapısı

nedeniyle farklı kurumların da gündemindedir, üstelik bunlar Avrupa Birliği’nin

284

önerdiği projelerde de bulunmaktadır. Makina İmalatçıları Birliği Temmuz 2004 – Ocak

2006 arasında böyle işbirliği ağlarını oluşturmuştur (MİB Bülteni, 12 Mayıs 2006).

Belçika ve Avusturya'da da aynı anda uygulanan bu örgütlenme ağına ''İşbirliği Ağları''

adı verilmektedir. AB bu uygulamayı 1996 yılında başlatmıştır. MİB Bülteni’ne göre, “

İşbirliği ağları, KOBİ'lerin kendi başlarına erişemeyecekleri pazarlara erişmelerini

sağlayan, kapasite ve uzmanlıklarını bir araya getirerek birlikte üretim yapıp, işbirliği

ile daha çok kazanç sağlayan, imalatçıların maliyetlerini azaltarak rekabet güçlerini

artırmaya yönelik bir iş yapma biçimidir” (Bülten, 12 Mayıs 2006). Bu işbirliği ağları,

AB 6. Çerçeve Programı kapsamındaki fonlarla iki alanda uygulanmıştır. İlki

kompresör yan sanayini oluşturmak üzere, ikincisi ise Amerika’daki büyük şirketlerle

rekabet etmek amacıyla araçüstü ekipman imalatçılarının bir araya gelmesi üzerine

olmuştur. Makina imalat sanayi, ikili yapıyı, bir yanda sermaye birikiminin çelişkili

doğasından kaynaklanan merkezileşmeyi öte yanda ise genele yayılan KOBİ ve aile

şirketi niteliğini sürdürmektedir. Bir yanda sermaye birikim düzeyi gelişen, ilk bine

giren şirketler diğer yanda parçalı niteliğini koruyan KOBİ’ler. Bu nedenle sektöre

yönelik yan sanayi oluşturma, işbirliği ağları oluşturma ve kurumsallaşma önerileri

sıklıkla gelmektedir.

İhracat ile birlikte artan birikim düzeyi bu türden birlik ve kurumlaşmaları

oluşturmakta ya da olanları etkin hale getirmektedir. Ancak sektörde yer alan, üstelik

birikim düzeyi yüksek olan ve birliklere üye olmayan şirketler de vardır.

İlk beşyüz içinde daha üst sıralarda yer alan iki şirket olan Türk Traktör ile Uzel,

MİB içinde yer almamaktadırlar. Türk Traktör Koç Holding’in geniş etkinlik alanında

yer alan şirketlerden birisi ve uzun bir geçmişe dayanan bir tanesidir. Uzel Holding de

tarım makinaları dışında etkinliklerde de yoğunlaşmıştır. Farklı etkinliklerle geniş bir

alana hakim sermaye kesimi Birliğe üye olmamaktadır. Bu sadece etkinlik alanlarının

daha geniş olmasından dolayı değildir. Büyük holdinglerden oluşan bu sermaye

kesiminin ihtiyaçları, tek bir daldaki şirketlerinin ihtiyaçlarından daha geniş olmaktadır.

Örneğin MİB üyeleri için daha düşük maliyetlerle girdi satın alma sorunu Ortak

Satınalma Organizasyonu (OSO) gibi kurumlara ihtiyaç doğururken, bu şirketler bu

sorunu aynı düzeyde yaşamamaktadır. Ya da döviz kurunun ihracat üzerinde yarattığı

basınç, makina ithalatının basıncı gibi sorunlar incelediğimiz dönemin sonunda makina

285

imalat sanayindeki birçok ihracatçı firmayı da zorlamaya başlamıştır. Ama büyük

holdingler açısından, diğer dallardaki etkinliklerinin getirileri açısından bu henüz bu

kadar büyük bir sorun doğurmamaktadır. Dolayısıyla açığa çıkmamış bir çıkar

farklılaşması, etkinlik alanın geniş olmasından kaynaklı bir avantaj, bir parçası makina

imalat sanayi içinde yer alan bu sermaye kesiminin, sektörün diğer kesimleriyle

ayrılmasını sağlamaktadır. Bu ihtiyaç ve çıkarlar, incelediğimiz dönem içinde henüz

açık bir çatışmaya dönüşmemiş gözükmektedir.

Özetlemek gerekirse, sektördeki kurumsallaşmanın 1990’ların ikinci yarısından

itibaren gelişmesi, sektörde sermayenin merkezileşmesinin hem bir göstergesi hem de

bir sonucu olmuştur. Bu tarih incelediğimiz dönemin başlangıcıyla da çakışmaktadır.

Bu on yıllık dönemde ihracatın hızlı biçimde gelişmesi, aynı zamanda ithalata

bağımlılığın da artması söz konusudur. Bunda Gümrük Birliği anlaşması gibi önemli dış

ticaret dönüm noktasının da incelediğimiz dönemin başındaki ortamı belirlemesinin

etkisi vardır; ve bu, kuşkusuz sermayenin bu merkezileşmesini etkileyen nedenler

arasındadır. İkinci önemli nokta, makina imalat sanayinin tüm dağınık yapısına karşın,

içinde gelişme ve merkezileşme dinamiklerini taşıyan özneleri (agency) ortaya

çıkarmasıdır. Örneğin takım tezgâhı imalatı yürüten sermaye kesiminin, sektördeki bu

birliği kurması, kurumsallaşma çabalarının önünü açması boşuna değildir.

3.3.1.3.11 Makina İmalat Sanayinde Sermayenin Merkezileşme Eğilimi

Makina imalat sanayi üzerine yapılan eleştirel değerlendirmelerin geneli,

sermayenin “ulusal” ölçekte birikimini, ulus temelli yönelimi gözeterek 1980 sonrası

yatırımların düşmesiyle, makina imalat sanayinin gelişmemişliğine yönelik vurguyu ön

plana çıkarırlar (MMO, 2004, 2006). Oysa makina imalat sanayine hakim olan parçalı

ve dağınık yapı içinde sivrilmekte olan bireysel sermayelerin evrimi değerlendirilmediği

gibi bunlarla diğer KOBİ’ler arasındaki ilişkinin nasıl değiştiği ya da KOBİ’lerle bağlı

diğer sektörler arasındaki ilişkinin bu süreçte nasıl değiştiği üzerine bir değerlendirme

eksik bırakılır. Makina imalat sanayinin kendi içinde merkezileşme eğilimi dikkate

alınmaz, sektörün dağınık kesimi ile merkezileşen sermaye arasındaki ilişki, krizlerin bu

merkezileşmeyi artıran, ilişkileri yeniden düzenleyen yapısı üzerine irdelemeye

gidilmez. Bu eleştirel değerlendirmelerde, genel bir sanayileşme hedefi, sanki

sanayideki şirketler açısından “ortak bir iyi” hedeflenir. Merkezi bir planlama ile etkin

286

işletmelerin genel çıkarı, sermayeler arasındaki rekabet yerine ortak koordinasyon ve

planlama gözetilir. Oysa yine Makina Mühendisleri Odası’nın raporuna göre, 2001

krizinden sonra yatırımları askıya alan sektörde ayakta kalan firmaların bir bölümü

yeniden yapılanma sürecine girmiştir (MMO, 2004, s.19). Kriz sonrası yeniden

yapılanma, sermayenin merkezileşmesi sürecinin bir parçası olarak krizden ayakta

kalarak hatta kimi zamana güçlenerek çıkan bireysel sermayeleri, bu bireysel

sermayeler arasında yeniden ve yeni bir biçimde kurulan ilişkileri gerektirir. Bu nedenle

makina imalat sanayi üzerine varılan yargı da sektörün geneli üzerine olamaz, her kriz

bu yeniden yapılanmayı getirecektir. Sektörün parçalı ve dağınık yapısı içinde yatırım

eğiliminin düzelmesinin ve toparlanmasının genelde yaşanması bu nedenle beklenemez.

Aksine sermayenin merkezileşmesi eğilimi kendini göstermektedir. Sektörün geneli

parçalı yapıya sahipken ve binlerce KOBİ’den oluşmaktayken, 2007 yılında yalnızca 50

firmanın orta-ileri düzeyde teknoloji aşamasına ulaştığı ve sadece bunların küresel

rekabette yer aldığı belirtilmektedir.214

Öyleyse imalat sanayinin genelinde olduğu gibi özellikle ihracatta artış gösteren

çoğu sektörden biri olan makina imalat sanayinin bu parçalı yapısını dikkatle

değerlendirmek gereklidir. Bu çalışmada buna sektörün ikili yapısı diyeceğiz. Bir yanda

sektör imalat piramidinin üstünde yer alan, sadece iç pazara değil özellikle krizlerde ve

kriz sonrasında esas olarak dış pazara yönelik üretim yapabilen, sermaye birikiminde ve

merkezileşmesinde ileri düzey firmaların oluşturduğu üst katman ile alttaki geniş ve

parçalı, dağınık durumdaki KOBİ niteliğinde iç pazara yönelik üretimin daralması ve

genişlemesine bağlı olarak üretim yapıları sınırlanan ya da genişleyen, iflas eden ya da

varlığını geleneksel tezgâh, parça ve aksam üretiminde, sınırlı bir talebe yönelik yan

sanayi, tedarikçi olarak sürdüren alt katman. Sermaye birikiminin merkezileşme eğilimi,

az sayıda firmayı yukarıdaki katmana bırakır, oraya çıkarırken, makina imalatının

geçmişten devralınan yapısı alt katmanı oluşturur.

214 “Firmalarımızın çoğu katma değeri düşük ve düşük-orta kategorilerdeki teknolojilerde makinalar imal etmekte, bir bölümü de tamamen fason üretim yapmaktadır. Orta-yüksek teknoloji aşamasına ulaşan firma sayısı ise yalnızca 50'dir. Böylece sadece bu firmalar küresel rekabette yer alabilmektedir. Sektörün bütünü itibarıyla bakıldığında ise, mevcut durum sektörün güçlü olmasını ve üretim yapısını katma değeri yüksek üretime doğru çekmesini mümkün kılmamaktadır” (IV. Makina Tasarım ve İmalat Teknolojileri Kongresi sonuç bildirgesi, 2007).

287

İncelediğimiz dönemin ikinci yarısında, özellikleri sonlarında alt katmanın

durumunu göstermek ve ikili yapıyı anlatmak için Makina İmalatçıları Birliği’nin

değerlendirmelerinden yararlanabiliriz. Son zamanda yayınlanan bültenlerinde sık sık

geçen bir saptamayla örnek verelim. Buna göre, alt katmanı oluşturan, ihracata

yönelmeyen, iç pazara satış yapan KOBİ niteliğindeki makina imalatçıları, ucuz döviz

nedeniyle artan ithalatın pazarı daraltması yüzünden özellikle dönemin ikinci yarısından

bugüne giderek daha fazla oranda iflas ediyorlar, üretimleri daralıyor.215

MİB’in bültenlerinin çoğunun olduğu gibi, Ocak 2008 Bülteni makina imalat

sektörünün ikili yapısını anlatan başlıbaşına bir belgedir. Bir yandan ihracata yönelen ve

sermaye merkezileşmesinde daha ileri olan makina imalatçısı şirketler diğer yandan iç

pazara çalışan, üretimi daralan, KOBİ niteliğindeki daha küçük işletmeler. Birincisinin

ihracatı artmakta, buna karşılık ikincisinin iç pazara yönelik varoluşu daralmaktadır.

Pazarı ucuz ithalatın etkisiyle ithal makina girdileri kaplamaktadır.

Bu ikili yapının üst katmanını tarif etmek gerekirse, sermayenin merkezileşme

eğilimi olarak anlatmak ve bunun sonucunda üst katmanda sivrilen kimi şirketlerle

durumu betimlemek daha yararlı olacaktır. Kriz sonrası ayakta kalan şirketler, kurun ve

iç pazardaki daralmanın etkisiyle ihracata yönelik yeniden yapılanma eğilimine

girmişlerdir. İncelediğimiz dönemin ikinci yarısında ihracatın bileşimindeki değişimi,

makina imalat sanayi açısından değerlendirdik, sermayenin merkezileşmesi eğilimini ise

bu dönemlerde şirketlerin durumlarını gözden geçirerek gösterebiliriz.

Makina imalat sanayi içinde incelediğimiz dönem içinde düzenli olarak 4 şirket,

İstanbul Sanayi Odası’nın her yıl belirlediği ilk 500 firma içine girmiştir. İkinci 500’e

giren şirket sayısı bundan fazladır.

215 “[2007 yılı] İhracatın önemli ölçüde arttığı bu dönemde imalat artışının yavaşlaması, hatta yılın ikinci yarısında bir azalma yaşanması ilginç ve belki de çelişkili bir durum görüntüsü vermektedir. … Bu rakamları imalat artışında bir yavaşlama olarak algılamak ve geçen yıllar kadar olmasa da imalatta bir artış var demek gerçek durumu yansıtmayan bir yorumdur. Bu artış oranı, ihracata yönelmiş firmaların gerçekleştirdiği imalat artışından daha düşük bir rakamdır. Bu duruma göre henüz ihracata açılmamış birçok küçük ölçekli makina imalatçısı, önemli sayılabilecek ölçüde pazar kayıplarına uğramıştır. Yaklaşık bir hesapla, yerli imalatçıların yurt içi satışlarında % 7,5’luk bir azalma olduğu sonucu çıkmaktadır. Bu kayıp, belirtildiği gibi esas olarak ihracat yapmayan, çoğu KOBİ yapısındaki imalatçıların kaybıdır” (MİB Bülteni, Ocak 2008).

288

Tablo 27 İlk Beşyüz ve B in içinde ki Ma kina İmalat Şir ket leri İlk 500 ve 1000 içindeki Makina İmalat Şirketleri

Yıllar 1997 2000 2003 2005

İlk 500 firma 7 makina imalatçısı -- Uzel Makina (24)

Türk Traktör (34)

Hema Dişli (147)

Erkunt Sanayi (420)

Coşkunöz (444)

Parsan Makina (445)

Valf Sanayii (495)

6 makina imalatçısı var -- Uzel Makina (39)

Türk Traktör (73)

Hema Endüstri (219)

Hema Dişli San (324)

Hidromek (478)

Coşkunöz (485)

1 kamu 5 özel şirket

--

Türk Traktör (46)

MKE (75)

Uzel Makina (92)

Hema Endüstri (168)

Coşkunöz (344)

Durmazlar (405)

1 kamu 8 özel şirket

-- Türk Traktör (53)

Uzel Makina (62)

MKE (81)

Hema Endüstri (116)

Hidromek (287)

Coşkunöz (313)

Durmazlar (317)

Erkunt (403)

Parsan (473)

İkinci 500

firma

İkisi Kamu kuruluşu

(Tüdemsaş ve MKE)

olmak üzere 15

Makina imalatçısı

Hidromek (616)

Kalekalıp (617)

Meksan-Coşkunöz

(985) vd.

13 özel şirket

Valf san. (509)

Parsan (510)

Durmazlar (563)

Kalekalıp (714)

Baykal (815)

Samsun Makina (942)

vd.

10 özel şirket

Hema Dişli (502)

Erkunt San. (506)

Hidromek (521)

Parsan (558)

Şahinler (598)

Valf San. (638)

Baykal (749)

vd.

12 özel şirket

Samsun Makina (574)

Tatmak (596)

Valf San. (600)

Baykal (616)

Hattat Tarım Mak. (681)

Erkunt Tarım Maki. (684)

Hisarlar Makina (716)

Kale Kalıp Makina (888)

Eksen Makina (926)

vd.

Kaynak İstanbul Sanayi Odası İlk Beşyüz Firma ve İkinci Beşyüz Firma listelerinden derlenmiştir.

Tabloyu incelediğimizde makina imalat sanayinde temel şirketler

görülebilmektedir. Türk Traktör, Uzel, Hema, Coşkunöz, Hidromek, Durmazlar, Parsan

gibi şirketler ilk 500 firma arasında yer alırken, Baykal, Şahinler, Kale kalıp, Valf

sanayi, Hisarlar, Samsun Makina gibi şirketler ilk bin şirket içinde kendilerine yer

bulmaktadırlar.

Büyüklük konusunda bir fikre sahip olmak açısından, 2005 yılı İSO 500

sıralamasına giren makina şirketleri ve satışları şöyledir:

289

Tablo 28 2005 Yılında İlk 5 00 içinde ki Ma kina Şir ketleri 2005 Yılı İlk 500 Firma İçindeki Makina Şirketlerinin Satışları

SIRA FİRMA ADI NET SATIŞI (YTL)

62 UZEL MAKİNA 443.522.997

116 HEMA ENDÜSTRİ 272.146.137

287 HİDROMEK 124.296.754

313 COŞKUNÖZ MAKİNA 116.910.696

317 DURMAZLAR MAKİNA. 114.956.221

382 ŞAHİNLER 91.571.528

413 ÇUKUROVA İNŞAAT MAK 84.510.880

473 PARSAN 74.224.106

Yaklaşık 20 bin işletmenin bulunduğu makina imalat sanayinde ilk beşyüze

giren Makina İmalatçılar Birliği’ne üye firma sayısı 2006 yılında da 6 olmuştur.216

Üstelik aşağıda sıralanan bu şirketler incelediğimiz dönemin ikinci yarısında ilk beş yüz

şirket içinde giderek üst sıralara çıkmışlardır:

Tablo 29 2006 Yılı İlk 500 F irma İçindeki M İB Üyelerinin Satışları 2006 Yılı İlk 500 Firma İçindeki MİB Üyelerinin Satışları

SIRA FİRMA ADI NET SATIŞI (Milyon YTL) 159 HEMA ENDÜSTRİ 243,6 205 HİDROMEK 195,2 301 DURMAZLAR 141

330 COŞKUNÖZ MAKİNA END. 129,3 386 ŞAHİNLER METAL SANAYİ VE TİCARET A.Ş. 109,.5 458 PARSAN MAKİNA PARÇALARI SANAYİİ A.Ş. 91,6

Makina imalat sanayinin, ilk beş yüz ve bin firma içindeki gelişimi, bu

sanayideki sermayenin merkezileşme eğiliminin sürmekte olduğunu da göstermektedir.

Yukarıda adı geçen firmaların bu dönemdeki gelişimi bu açıdan özellikle önemlidir.

1993–1994 ile 2004 yılı arasında ilk bine giren şirketlerin cirolarının kaç kat arttığını

gösteren bir tabloya göre, bu dönem içinde tarım makinaları, traktör üreten Erkunt

sanayinin cirosu 270 kat artmış, Türk Traktör’ün 220 kat, Parsan 165 kat, Uzel ise 156

kat artmıştır (Referans, 27 Temmuz 2006). İlk bine giren sektör şirketleri içerisinde

büyük holdinglere bağlı olanlar, geniş etkinlik alanları dışında tarım makinaları üretimi

ile öne çıkmaktadırlar. Ama ilk bin içinde önde gelen grubu, takım tezgâhları üreticileri

ile iş makinaları üreticileri oluşturmaktadır. Bu makina imalat sanayinin görünümü ve

216 MİB’e üye olmayan Türk Traktör (68), Uzel (88) ilk beşyüzde yer almaya devam etmektedirler. Türk traktör, Hollandalı ortak ile Traktör üretmekte, buna karşılık Uzel şirketi, makina imalat sanayi alanı dışında da ürünler üretmektedir. Hema endüstri de üretim etkinliğini sadece makina imalat sanayi alanında değil bunun dışındaki alanlarda da sürdürmektedir.

290

geleceği açısından önemli bir veridir. Örneğin dönemin sonunda, 2006 yılının başında

alanında Almanya gibi ülkelerden sonra başı çeken İtalya’dan gelen İtalyan Takım

Tezgâhları ve Robot İmalatçıları Birliği (UCIMU), kendi seçtikleri 7 şirketle

görüşmeler yapmak üzere Türkiye’ye gelmişlerdir. Bu 7 şirket, ilk bin hatta beşyüz

içinde de yer alan Coşkunöz, Durmazlar, Baykal Makina, Şahinler, Dirinler gibi önde

gelen takım tezgâhı imalatçılarından oluşmaktaydı.

Dönemin, özellikle ikinci yarısında artan ihracatın bu merkezileşmeyi

hızlandırdığı da söylenebilir.217 Örneğin Durmazlar Makina şirketinin, sac kesme

makinaları üretiminde 2000’li yılların başında dünya çapında Japonya’nın ardından

ikinci sırada olduğu, 2004 yılına gelindiğinde ise Japonya ve Belçika’nın ardından 3.

firma durumunda olduğu öne sürülüyor (Olay Gazetesi, 29 Şubat 2004).

Dönemin ikinci yarısında sektöre yabancı sermayenin ilgisi de artmıştır.

Örneğin, Durmazlar şirketi bu dönemin sonlarında kendisine yabancı ortaklık teklif

edilmesine karşılık yabancı ortaklığa girişmemiştir, ancak incelediğimiz dönemin

sonlarında lazer kesiciler ile ilgili olarak Almanlar ile know-how anlaşması

yapmışlardır. Durmazlar makina için 2001 yılının önemli bir dönüm noktası olduğunu

ifade eden olgu, incelediğimiz dönem içinde en büyük yatırımlarını 2001 krizinden

sonra yapmalarıdır (Hürriyet, 3 Eylül 2006). 2001–2002 yılında kurdukları iki fabrikaya

20 milyon dolar yatırım yaparlar (Finansal Forum, 1 Haziran 2002).218 Bu dönemin

sonunda 2007 yılında da lazer kesme makinaları ile büyük bir yatırım yapmışlardır.

Öyleyse Makina Mühendisleri Odası raporlarında vurgulandığı gibi makina sektörünün

genelinde yatırımların düşmesi, raporun aksine sektörün her işletmesi için söz konusu

değildir.

217 “2006 yılında yüzde 30 büyüyen makina sektöründe çıtayı ihracatçılar yükseltti. 20 bin oyuncuya sahip sektörün 6 milyar dolar seviyesine ulaşan ihracatının yüzde 80’ini 200 firma gerçekleştirdi. En büyük ihracatı 75 milyon dolarla tekstilden inşaata, elektronikten ısıtma-soğutma sanayiine kadar pek çok alana makina üreten Durmazlar Makina yaparken iş makinaları ihracatında 40 milyon dolarla Hidromek öne çıktı. Sac işleme ve takım tezgâhı üretiminde söz sahibi olan Baykal Makina ise artan talep nedeniyle iç piyasaya odaklandı” (Referans, 5 Ocak 2007).

218 Durmazlar Makina gibi makina imalatçıları için bilgisayarlı kontrol mekanizmasını sağlayan Bosch Rexroth firmasıdır (www.boschrexroth.com.tr, 2007). Durmazlar otomasyon alanındaki girdilerini 1985 yılından beri bu Alman şirketinden almaktadır. Rexroth firması, hidrolik, pnömatik, bilgisayarlı kontrol ve tahrik sistemleri, montaj sistemleri gibi temel otomasyon girdilerini sağlamaktadır.

291

Koç Holding’in bir Hollanda firması ile ortak işlettiği Türk Traktör şirketi,

2003`te üretimden satışlarını 93.3 trilyondan 389.5 trilyon liraya çıkartarak, o yılın İSO

500 raporuna en hızlı büyüyen şirket olarak geçmiştir.

2003 yılında kurulan Erkunt Sanayi, tarım makinaları üretmektedir; 2004’te

“Türk tasarımı” traktör üretmiştir, 2007’de ise Bulgaristan ve Azerbaycan’a “ilk Türk

tasarımı traktör ihracatı”nı gerçekleştirmiştir (Dünya, 20 Mart 2007). Kurulduğu yıl

506. sırada, 2005’de ise 403. sırada yer alarak ilk beşyüz şirket içerisine girmiştir.

Hidromek, 2005 yılı sonunda iki yeni fabrika kurmak için yatırım yapmıştır

(Referans, 30 Kasım 2005). İlk bin içinde yer alan Baykal Makina ise incelediğimiz

dönemin sonunda 2007 yılında Almanya'da sac işleme makinaları üreten, 53 yıllık

Weinbrenner GmbH şirketini satın almıştır (Hürriyet 1 Aralık 2007).

Özellikle dönemin ikinci yarısında artan, kurumsallaşan bu merkezileşme

eğilimi iki veri akılda tutularak değerlendirilmelidir. İlki makina imalat sanayinde

yabancı sermayenin az oluşudur. Sermayenin ilgisinin dönemin sonlarına doğru

gelişmeye başlaması ilginç bir veridir. İkincisi ise daha önce aktardığımız MİB’in 2003

yılında 78 firmada uyguladığı bir araştırmanın sonuçlarıdır. Buna göre sektörde ithal

girdi oranı yüzde 19 düzeyindedir”(DPT, 2005, s.128). 1998 yılı girdi çıktı tabloları

üzerinden oluşturulan ve daha önce kullandığımız bir tabloya göre, bys makina ve

teçhizat imalatının (yani makina imalat sanayi ile elektrikli ev aletlerinin imalatı)

doğrudan ithal girdi kullanımı % 14.6, dolaylı ithal girdi kullanımı %8.7 olarak

hesaplanmıştır (Yükseler ve Türkan, 2006, s.58). Toplam ithal girdi bağımlılığı ise

%23.3’dür. Elektrikli ev aletleri imalatının (293) diğerlerinden daha yüksek ithal girdi

bağımlılığı olacağı varsayılırsa MİB’in bulduğu bu oran anlamlı gözükmektedir. Buna

karşılık en yüksek ithalat bağımlılığı olan ana metal sanayinde bu oran %34.8, kimyasal

madde ürünleri imalatında %30.8, dönemin ikinci yarısında en yüksek büyüme hızına

ulaşan taşıt araçları üretiminde ise %24.5’dir (Sak, 2006). Makina imalat sanayinin ithal

girdi bağımlılığı bu sektörlerden az gözükmektedir.

Makina imalat sanayinde dönemin ikinci yarısında yaşanan hızlı ihracat, üretim

artışı, sermaye merkezileşmesi ve kurumlaşma, ithalat bağımlılığı ve yabancı sermaye

katkısı açısından düşük oranlarla yaşanmıştır.

292

Genel değerlendirmemizi belirleyecek olan bir başka etken ise, imalat sanayi

genelinde daha önce değindiğimiz bir gerçektir. Buna göre, iki farklı temele dayanan

birim işgücü maliyetlerini karşılaştırırsak elde edeceğimiz sonuç, genel olarak imalat

sanayinde olduğu gibi makina imalat sanayinde de benzerdir. İmalat sanayi genelinde,

döviz kuru sepetine göre birim işgücü maliyetinde 2001 kriziyle yaşanan düşüşün

ardından artış görünmekte iken, TEFE bazlı birim işgücü maliyeti 2001 krizinde

yaşadığı düşüşten sonra azalmaya devam etmiştir. Bunun genel nedenleri olarak ücretler

üzerindeki baskı, reel ücretlerin düşürülmesi, çalışma saatlerinin artırılması ile

verimlilik üzerindeki gelişmeler gösterilmişti. Bunun çalışan sınıf açısından sonuçları,

teknolojik yenilik kadar, çalışma saatlerinin artırılması ya da tam zamanında üretim,

esnek üretim, taşeronlaştırma gibi hem mutlak artı değer üretimine yönelik adımların

hem de göreli artık değer üretimine yönelik adımların hayata geçirilmesiydi. Zira döviz

kuruna göre birim işgücü maliyetinin yükselmesi uluslararası pazarda rekabeti

güçleştirdikçe, karlar sınırlanıyor, karları artırabilmek için ücretler ve sosyal haklar

üzerindeki baskı artıyor, bunun yanında verimlilik için düzenlemeler hızlanıyordu.

Benzer bir eğilim tıpkı genelde olduğu gibi dönemin ikinci yarısında özellikle

hızlanmakla birlikte, makina imalat sanayi için de geçerlidir. Bunu MİB rapor ve

bültenlerinde de görmek mümkündür. Örneğin MİB Bülteni’nde (Ocak 2008) şöyle

söylenmektedir:

TÜİK verilerine göre makina sektöründe ortalama fiyat artışları 2005 yılında % 3,6 olmuş, bu değer 2006 yılında da aynı düzeyde gerçekleşmiştir. Ön bilgilere göre ise 2007 yılı ortalama fiyat artışları % 4,5 civarında kalmıştır. Son yıllarda girdi fiyatları ve işçilik maliyetlerinin bu değerlerin oldukça üstünde arttığı dikkate alındığında, makina imalatı yapan firmaların gerek iç pazarda, gerekse ihracatta, pazardaki konumlarını koruyabilmek için karlarından önemli fedakârlıklar yaptıkları görülmektedir. Hele ihracatta döviz kurlarının ters yönde gelişmesi de dikkate alındığında, katlanılan fedakârlık daha iyi anlaşılmaktadır. Firmaların fiyat artışını en az düzeyde tutmak için verimlilik artışına da büyük önem verdikleri görülmektedir. Ancak verimlilik artışının da bir limiti, karlardan vazgeçerek satış yapmanın da bir sınırı bulunmaktadır.

Görüldüğü gibi TL’nin yüksekliği yüzünden girdi maliyetleri ve ithalatın basıncı

artmaktadır, aynı zamanda döviz sepetine göre alındığında, yani uluslararası pazar ile

kıyaslandığında kur sepetli birim işgücü maliyeti de yükselmektedir. Bu, karların

293

sınırlanması demektir. Aynı zamanda üretilen artı değerden alınan kar payının düşmesi

demektir; yani katma değerin sınırlanmasıdır. Karın ve kar oranının daralması

yüzünden, içeride ücretler üzerinde basınç artmakta ve verimliliği artırma için

düzenlemeler yapılmaktadır. Yukarıdaki MİB değerlendirmesi de bunu ifade

etmektedir. Ücretler üzerindeki basınç gerçekte emek gücünün kapitaliste maliyetini

düşürmek için basınçtır. Bunun kapsamı, emeklilik, sağlık gibi sosyal güvence

maliyetlerinin indirilmesi, esnek üretim, kıdem tazminatı ve emek gücü

mobilizasyonunun hızlanması219 (yani işçi çıkarmanın, yerine yeni işçi almanın

kolaylaştırılması, bunun için çalışma süresinin kapitaliste maliyetinin azaltılması yani

kıdem arttıkça işten çıkarmanın maliyetinin düşürülmesi için çabalar), gibi işçilik

maliyetlerini düşürmeye yönelik “uygulama”lardır. Öte yandan kur bazlı birim işgücü

maliyetinin yükselmesi, uluslararasılaşan üretim, endüstri içi ticaret ilişkileri içerisinde

içerideki üretken sermayeye düşen kar payını, ya da artı değerden ona kar biçiminde

düşen payın sınırlanması anlamına geliyor. Yani kurun yüksekliği yüzünden

Türkiye’deki üretken sermayenin ihracata yöneldiğinde uluslararası rekabet gücü

azalmaktadır. Kar ve kar oranı üzerindeki bu sınırlama, baskı içeride verimlilik ve ücret

baskısını demin dediğimiz gibi artırmaktadır.

3.3.1.4 Makina İmalat Sanayi Üzerine Değerlendirme: Makina imalat sanayi üretim aracı üretiminin merkezini oluşturmaktadır. Bu

sanayideki yatırımlar, emek üretkenliğini artıran teknolojik gelişmeler sanayinin diğer

dallarını uyarıcı ve sürükleyici niteliktedir. Geç kapitalistleşme nedeniyle iç pazara

yönelik üretim kısıtlı olsa da, yeniden üretimin devresi ülke sınırlarını aşsa da bu nitelik

önemini kaybetmemektedir. Bu nedenle incelediğimiz dönemde makina imalat

sanayinin gelişimine özel bir yer verdik. Burada bu sektörün teknolojik değişimini,

teknoloji üretimi ile geri bağlantı ilişkisini ve bir bütün olarak sektörün incelediğimiz

dönemdeki gelişimini değerlendireceğiz.

Makina imalat sanayi parçalı ve dağınık bir yapıdadır, ağırlığını KOBİ’ler

oluşturmaktadır. Zaten makina imalatının özgül nitelikleri gereği, seri üretime ya da

219 Kıdem tazminatı, esnek çalışmanın yaygınlaştırılması, işgücünün mobilizasyonu, işgücüne katılımın artırılması, kadın işgücünün oranını artırılması gibi önlemler çoğu uluslararası kuruluşun Türkiye’ye yönelik önerileri arasında sık sık tekrarlanmaktır. Örneğin bkz. Dünya Bankası İşgücü Raporu, 2006.

294

sürekli ve kalıcı biçimde merkezileşmiş büyük ölçekli üretime yatkın olmadığı

ortadadır; elbette ki bu ölçek ekonomisinin uygulanamaz olmadığını göstermez. Ancak

sektör, müşteri ihtiyacına yönelik ürün geliştirme, uygun üretim süreçlerinin sürekli

değişmesi, buna yönelik makina tasarımı gibi özellikler nedeniyle esneklik

gerektirmektedir. Bu da makina imalat sanayinin dünya genelindeki birbirine benzer

yapısını açıklamaktadır. Sektörün parçalı ve dağınık yapısı ile rekabette öne çıkan

işletmeler, sermayenin merkezileşme eğilimini göstermekte, toparlanma ve dağılma

yönünde iki zıt hareketi anlatmaktadır. Bu yüzden sektörü değerlendirirken sermaye

birikiminin ihtiyaçları ve temel eğilimleri doğrultusunda merkezileşme ve bireysel

sermayeler arası rekabeti de gözden kaçıran anlayışlar eksik kalacaktır. Çünkü sektörde

sermayenin merkezileşmesi süreci de özellikle incelediğimiz dönemde önem

kazanmıştır. Yani sektör ikili yapı göz önünde bulundurulmadan

değerlendirilmemelidir. Ancak sektör üzerine pek çok raporda (Makina Mühendisleri

Odası’nın hazırladığı sektör raporları gibi) değerlendirmeler, AB ile bütünleşmeye

hazırlanan, bu bütünleşmede eşit bir güç olarak yer alması beklenen bir sektör imgesi

üzerinden yapılmakta, ölçü buna göre alınmaktadır. Genel olarak sektörün zayıf

konumu ön plana çıkarılırken, belirli alt sektörlerin ve sermaye kesimlerinin büyüyen

yapısı dikkate alınmamaktadır. Hem sermaye birikiminin çelişkileri hem de

kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişimi göz ardı edilmektedir. Makina sektöründeki

şirketler içinde uluslararası yatırım yapan, yabancı ülkeden fabrika alanlar

bulunmaktadır. Bu değerlendirmeler, sektör içindeki eşitsiz gelişmeyi, sermaye

merkezileşmesini ve ihracata yönelen şirketlerin donanımlarını, sektörün parçalı ve

dağınık yapısı içinde eşitleyerek, tüm bir sektörü düzleyici sonuçlara varmaktadır. Bu

epey yaygın bir bakış açısıdır ve ikili yapının dikkate alınmamasıyla sonuçlanmakta,

sermaye birikiminin çelişkili ve eşitsiz gelişen yapısını görünmez kılmaktadır.

Makina imalat sanayinin incelediğimiz dönemdeki gelişimine üç süreç etki

yapmaktadır: krizler, Gümrük Birliği’ne geçiş ve AB’ye uyum süreci. İncelediğimiz

dönemin başında Gümrük Birliği anlaşmalarının etkisi vardır. Makina direktifi bu

yıllarda çıkarılmıştır. Çeşitli standartların (CE, ISO) yaygınlaşması, Ar-Ge teşvikleri,

KOBİ’lere dönük uygulamalar bu dönemde başlamıştır. İncelediğimiz dönemin ilk

yarısı krizler ve Gümrük Birliği’ne geçiş nedeniyle üretimin düştüğü yıllar iken

dönemin ikinci yarısında genel amaçlı makina imalatında artış, özel amaçlı makina

295

üretiminde de toparlanma görülmektedir. Dönem içinde sektörün temel üretim

göstergelerindeki artış, imalat sanayi genel ortalamasından düşük kalmıştır.220 İhracat

açısından ise durum bundan daha iyidir. Sektörün ihracatı her iki dönemde de önemli

artış göstermiştir, üretim büyük oranda dış pazara yönelmiş gözükmektedir. Özellikle

2001 krizi sonrası yüksek bir hızla artmıştır, bu dönemde yukarıda gösterildiği gibi,

sektörün büyük şirketleri açısından yatırımlar da artmıştır. Düşük kur nedeniyle

dönemin ikinci yarısında ithalat ve ikinci el makina ithalatı da yükselme eğilimini

korumuştur. Yani özel amaçlı makina gibi teknoloji düzeyi orta yüksek ve yükseğe

yakın makinalar üretildikleri kadar ithal de edilmektedirler. Ancak yine de ihracatın

ithalatı karşılama oranı, 1980 yılında %5,5 iken, 2006 yılında %41’e çıkmıştır. Bu, parçalı

ve dağınık yapı açısından oldukça çarpıcıdır. Çünkü üretim araçları üretiminin diğer

sektörlerine göre (otomotiv, elektronik) makina imalat sanayinin sermaye donanımı

görece küçüktür ve çok parçalı yapıdadır.

Makina sektöründeki teknolojik değişimi ve onun teknoloji üretimiyle geri

bağlantı ilişkisini değerlendirmek için sektördeki mühendislik düzeyi ve Ar-Ge

harcamaları önemli verilerdir. İmalat sanayinin genelinde olduğu gibi makina imalat

sanayinin geneli için de araştırma geliştirme harcamaları ve mühendislik

çalışmaları oldukça kısıtlı düzeydedir. Üstelik söz konusu sektör, müşteri talebine

göre ürün, üretim süreci yeniliğine gitmek zorunda olduğu gibi, makina sektörü

olmasından dolayı temel mühendislik sektörü olarak görünmesine rağmen, Ar-Ge

harcamaları kısıtlıdır. Ancak tüm genel göstergelere (üretim, ihracat, Ar-Ge

harcamaları, nitelikli işgücü vb.) bakarken olduğu gibi burada da genel için geçerli olan

ile büyük şirketler arasındaki farklılığı ya da alt sektörler arasındaki farklılığı göz ardı

etmemek gereklidir. Sektörler arasındaki farklılık açısından değerlendirildiğinde,

örneğin takım tezgâhları, sac işleme makinaları ile iş makinalarında mühendislik

etkinlikleri ve Ar-Ge harcamaları diğerlerinden yüksektir. Takım tezgâhlarındaki Ar-

Ge harcamaları, imalat sanayinin genelinden yüksek gözükmektedir. Bu teknolojik

değişime dair önemli bir dinamiktir. Burada söz konusu edilen alt sektörlerin yüksek

ihracat yaptıkları, son yıllarda önemli yatırım yapan alt sektörler arasında yer aldıkları

220 Makina sanayinin içine elektrikli ev aletleri de katılarak yapılan değerlendirmelerde, sektörün göstergeleri çok parlak bir büyüme yansıtmaktadır. Oysa burada sadece üretim aracı olarak işlev gören makinaların ve aksamlarının imalatı incelenmiştir. Bu da ayrıştırmamızın önemini ortaya koymaktadır.

296

da görülmektedir. Sektörler arasındaki farklılık gibi aynı zamanda sektörün genelindeki

KOBİ’lerin yapısı ile belirli bir birikim düzeyine ulaşmış şirketler arasında da

farklılıklar bulunmaktadır. Ar-Ge harcamalarına özel bir pay ayıran, Ar-Ge çalışması

için mühendis istihdam eden firmalar da bunların arasından çıkmaktadır.

Sektörün nitelikli işgücü ihtiyacı, iki yönden büyük bir sorundur. Sadece “atölye

şefi” olma konumunda kalmaktan ziyade mühendislik ve araştırma-geliştirme işlevlerini

yürütebilecek mühendislerin ve buna uygun üretim yapısının oturtulması bir sorun

değildir. Aynı zamanda meslek liselerinden yetişmiş teknisyen, operatör olarak

işgücüne de ihtiyaç vardır ve istisnasız tüm sektörel yayınlar, raporlarda bu iki ihtiyaç

dile getirilmektedir. Nitelikli emek gücünün durumu, patent sayılarının azlığı ve

mühendislik etkinliğinin zayıflığı göz önünde bulundurulduğunda, özgün

teknolojik yenilik dolayısıyla teknoloji üretiminin sektör ile bağlantılı durumu da

ortaya çıkmaktadır. Teknolojik değişimin, ülke içi geri bağlantılardan, teknoloji

üretiminden kopuk olduğu görülmektedir. Zaten temel teknolojik bileşenler ve

ürün üretim lisansları ithal edilmektedir.

Makina imalat sanayinin rekabet gücü diğer sektörlere göre düşük olmasına

karşılık dönem içinde yükselme eğilimindedir. Üretim, dış ticaret, işgücü ve verimlilik

üzerinden yaptığımız yukarıdaki değerlendirmeler göz önüne alınırsa, makina imalat

sanayinin iki temel sektörü ve alt sektörleri açısından ve bunların içinde ileri çıkan kimi

şirketler açısından durum farklılıklar göstermektedir. Genel amaçlı makina imalatı

incelediğimiz dönemde üretim ve istihdam endeksi olarak artmış, rebabet gücü

sıralamalarında da yükselmiştir. Buna karşılık özel amaçlı makina imalatı alt sektörü

rekabet sıralamasında bulunduğu yerde kalmış olarak görünmektedir. Ancak bu durum,

özel amaçlı makinaların hepsi için geçerli değildir.

Makina sektörü incelenen dönemde dış ticaret açığı en fazla ikinci sektör

durumundadır. İhracatta önde gelen sektör, ithalatın basıncı altındadır. Yani ithal edilen

makina ve teçhizat yatırımında büyük bir artış vardır. Dış ticaret açığı ikinci dönemde

ilk dönemin iki katına yaklaşmışken, sektör ihracatı 3 kat artmıştır. Bu performans

ölçütlerine göre genel olarak makina imalat sanayi rekabet gücü düşük sektörler

arasındadır. İncelediğimiz dönemin iki yarısını karşılaştırırsak, özel amaçlı makina

297

imalat sanayinde verimlilik değişmemesine karşılık üretim endeksi ikinci dönem

düşmüştür. Bunda fiyat artışlarının önemli bir etkisi vardır. Dönemin tamamında özel

amaçlı makina imalat sektöründeki fiyat artışı diğerlerinden epey yüksek çıkmıştır.

Fiyat üzerinden rekabet edememe, yüksek fiyat artışı buna karşılık döviz kurunun bu

hızla artmaması, iç pazarda ürün satışını ve rekabeti kısıtlamış, ithalatın etkisi artmıştır.

Bunun sonucunda da ikinci dönemde görüldüğü gibi üretim kısılmış, ithalatın iç üretim

karşısında payı artmıştır. Ancak burada alt sektörler arasındaki farklılıkların yanında alt

sektör içinde sermaye merkezileşmesini de hatırlatmak gerekir. Sözü edilen dönemin

ikinci yarısında ilk bine giren hatta ilk beş yüzde de yükselerek yer bulan

şirketlerin büyük çoğunluğu 292 kodlu özel amaçlı makina imalatı sektörüne

dâhildir. Durmazlar, Şahinler, Hidromek, Parsan, Baykal gibi şirketler, aynı zamanda

ihracatta da önemli büyümeler kat etmişlerdir.

Özel amaçlı makina alt sektörüne böyle özel önem vermemizin nedeni, daha

önce de belirtildiği gibi Takım tezgâhları sektörünün üretim araçları içinde tuttuğu kritik

yer nedeniyledir. Takım tezgâhı alt sektörü makina imalat sanayi içinde hem üretim

sürecinin alt yapısını belirlemek, teknolojik düzeyini tayin etmek açısından önemli bir

yere sahiptir, hem de teknolojinin ve yapısal değişimin üretime yayılmasını sağlayan

sürükleyici bir alt sektördür. Dönemin sonunda (2006 yılında) Türkiye takım

tezgâhları üretiminde, dünya üretiminin % 1,9’unu gerçekleştirmektedir. Bu

otomotiv sanayinin pazar payından yüksek bir orandır.221 Üstelik 1993’te 58 adet

bilgisayar kontrollü (CNC) takım tezgâhı üretilirken, 2006 yılında 1,1 milyar

dolarlık üretim yapılmaktadır. Yani ele aldığımız dönemde takım tezgâhları üretimi

büyük bir artış kaydetmiştir; ayrıca geleneksel takım tezgâhı üretiminden

bilgisayarlı, lazerli takım tezgâhına doğru gelişmektedir ve bunun ihracatı

artmıştır. Takım tezgâhları sektörü, sektörel raporlarda gelişme vaad eden sektör

olarak anılmaktadır ve teknolojik düzey olarak yüksek teknolojiye yakındır. Takım

tezgâhı alt sektörü makina imalat sanayi üretimi ve ihracatının yapısında teknolojik

nitelik olarak bir değişimin izlerini sunmaktadır. İş makinaları da bu dönemde önemli

bir büyüme göstermiştir; bu alt sektör teknolojik düzeyi yüksek olmasa da niceliksel

olarak takım tezgâhlarından hemen sonra gelmektedir. Sektörde bu dönemde öne

221 2004 yılında otomotiv sanayinin dünya taşıt pazarındaki payı %1,3’tür.

298

çıkmaya başlayan, ilk bin firma içinde yükselen şirketler, ağırlıklı olarak takım tezgâhı

(Durmazlar, Parsan) ve iş makinaları (Hidromek) alanında imalat yapmaktadırlar.

Üretimde yeniden yapılanmanın koşulları bunlarken, bu yeniden yapılanmayı

sağlayacak bir kriz makina imalat sanayinde şu olasılıkları getirebilir: Makina imalat

sanayinde ağırlıklı yer tutan KOBİ’lerin (çoğunlukla aile işletmelerinin) para

sermayenin finansal olanaklarından dolaysızca yararlanamaması yüksek faizi dolaylı bir

basınç olarak sektöre uygulamaktadır. Kurun oynaması ise daha dolaysız bir etkide

bulunmaktadır. Düşük kura karşı, başlangıçta ithal girdilerdeki ucuzlamadan da

yararlanarak ihracatını artıran makina imalat sanayi, kurdaki bir yükselme karşısında

hem ihracatta maliyet baskısından hem de ithalatın yarattığı rekabetten kurtulacaktır,

çünkü incelediğimiz dönemin sonlarına doğru iç pazarda ithal makina payı %50’ye

yaklaşmıştır. Öte yandan zaten sektörün önde gelen şirketleri, incelediğimiz dönemin

sonuna doğru, ithalata standartlar, yasaklar yoluyla kısıtlama getirilmesini istemiş,

kurun düşüklüğünün yarattığı basınçtan şikâyet etmeye başlamıştır. Kurun yükselmesi,

ihraç ettikleri ürünün maliyetini düşürecek böylelikle ihracatı artıracaktır. İthalat

azalacaktır, kur yükselmesi ve krizin sonucu olarak iç pazar ilk dönemde daralacaktır.

Bu dönemde makina imalat sanayinin dağınık yapısında ayakta kalan şirketler,

yapılarını güçlendirmiş şirketler olacaktır; ki sektörde bu dönemde sermayenin

merkezileşmesine dair sunduğumuz veriler, bu şirketlerin niteliklerinin nasıl olacağını

da göstermektedir.

Makina imalat sanayinin ihracatında Gümrük Birliği ile birlikte AB önemli bir

yer tutmaktadır. Sektör kurumlarının AB içindeki kurumlara üyeliği, AB standartlarına

uyum için çalışmaları sektördeki dönüşümün önemli dinamiklerine dair ipuçları da

vermektedir. AB 6. Çerçeve programı kapsamında incelediğimiz dönemin ikinci

yarısında makina imalat sanayi içinde kısıtlı da olsa “işbirliği ağı” uygulanması için fon

verilmiştir. İki alt sektörde dar bir alanda böyle bir işbirliği ağı kurulmuştur. Sektörün

KOBİ niteliği yüzünden çoğu sektör raporunda da yan sanayi olarak güçlenmenin

öneminden bahsedilmektedir. Geç kapitalistleşmenin kısıtlılıkları dolayısıyla makina

imalat sanayinin geneli açısından yüksek katma değerli makina üretiminin olanakları

oluşmuş gibi görünmemektedir; çünkü bu tezin temel önermesini kanıtlar biçimde üretim

299

araçları sektörleri yeterli gelişkinlikte olmadığı gibi onun geri bağlantısı olarak özgül

teknoloji üretimi de bulunmamaktadır.

Bir sektör olarak makina imalat sanayinin ele aldığımız dönemde belirginleşmeye

başlayan uluslararası işbölümündeki yeri bir yandan AB’yle ticaret çerçevesinde aksam

ve parça üreten yan sanayi olarak şekillenmektedir. Öte yandan, sektör ihracatta tüketim

malı niteliğin taşıyan yatırım mallarından sonra en büyük ihracat kalemi olarak beliren

takım tezgâhları üretimi gibi kimi alanlarda da belirli bir pazar payı elde edebilmektedir.

Bu sektörün yan sanayiyi aşan birikim dinamiklerini göstermektedir.

Makina imalat sanayinde yabancı sermaye oranı imalat sanayi geneline göre

dönemin ilk yarısında az iken, ikinci yarıda yükselmeye başlamıştır. Sektörün geneli

aile şirketi yapısını korumaktadır. İncelediğimiz dönemin sonlarına kadar KOBİ’lere

finansman desteği sektör açısından yeterli bulunmamakta, dahası yaşanan krizler,

yüksek faiz gibi nedenlerle bu şirketler kendi karlarından yatırıma yönelme

eğilimindedirler. Dolayısıyla bu, sektörün diğer alanlara (otomotiv, elektrikli ev

aletleri gibi) göre epey kısıtlı olan yatırımlarını da açıklamaktadır. Kredi sorunu yani

para sermaye birikim düzeyi sorunu, pek çok açıdan sektörün önüne çıkmaktadır. Kamu

harcamalarında önemli oranda iş makinası, makina alınmaktadır, ancak temelde yabancı

ülkelerde toplu makina alımlarında kredi olanakları daha fazla olduğu için ithal

makinalar tercih edilmektedir. Bu makina imalat sanayinin KOBİ niteliğindeki geneli

için yatırım olanakları açısından temel bir sorundur. Bununla birlikte, dönemin sonuna

doğru ihracatla büyüyen, sektörün genelinden sıyrılarak belirli bir birikime ulaşan

şirketlerin yatırımları, krediden yararlanma oranları da artmıştır. Ancak sektörün KOBİ

ağırlığı nedeniyle yatırım ve ek sermayenin değerlendirilmesi sorunu, sektörün geneli

için çözülemez. Çünkü bu tip işletmelerin sermaye yapılarına uygun biçimde finansal

yapılanmanın önünde geç kapitalistleşmenin getirdiği makro sorunlar durmaktadır. Kur

ve faiz, KOBİ niteliğindeki sermayenin ihtiyaçlarından çok belirli bir birikim düzeyine

ulaşmış büyük sermayenin ihtiyaçlarıyla ve uluslararasılaşan sermayenin ihtiyaçlarıyla

uyumlu olarak belirlenmektedir.

Türkiye’de makina imalat sanayi, geneli itibariyle orta ve düşük teknolojili ürün

ve aksam üretmektedir. Ancak bu sanayi içinde takım tezgâhı gibi alt sektörlerde ihracata

300

yönelik üretim ve büyüme dinamikleri sanayinin genelinden farklıdır. Geçmişten

gelenden farklı olarak incelediğimiz dönemde sermayenin merkezileşmesi de ağırlıklı

olarak bu sektörlerde gelişmektedir.

Kapitalizmin eşitsiz gelişmesi içerisinde Türkiye’nin Almanya, ABD, Japonya ya

da İtalya gibi ülkelerin makina imalat sanayileri düzeyinde “katma değeri yüksek” ya da

yüksek teknolojili ürünler üretmesini beklemek olanaklı değildir. Sanayinin genel olarak

koordine ve bütünleşmiş biçimde olmasını beklemek de mümkün değildir. Üstelik

kapitalizmin dünya ölçeğindeki durumu da salt makina imalat sanayi değerlendirilirken,

bir bütün olarak değerlendirmek üzere sadece veri alınmıştır.

Makina imalat sanayi, 1980 öncesinde de sonrasında da diğer sektörler gibi dış

ticaret koruması altında olmamıştır. Bu anlamıyla hep dış rekabete açık, onun basıncı

altında olmuştur. Başlangıçtaki kamu işletmelerinin yanında özel sermaye kesimlerinin

etkinliklerinin gelişimi 1980’lerden sonra başlamış, esas olarak ele aldığımız dönemde

bir sektör olarak oluşmuştur. Bu oluşumu sürükleyen güç, teknolojik değişme

değildir; aksine yaşanan teknolojik değişme ve buna giderek artan ihtiyaç bir sonuç

olmuştur. Belirleyici olan sermaye birikimi, karlı pazarlar bulma arayışı, Avrupa makina

sektöründe krizler ve aşırı birikim ile yeni açılan (Doğu Avrupa, Rusya) pazarları

olmuştur. Avrupa Birliği ile girilen Gümrük Birliği anlaşmasının seyri, dış rekabete hep

açık olmuş olan sektör için yeni pazarlara yan sanayi ya da fason üretici olarak

eklemlenme olanağını getirmiştir. Sermaye birikiminin gelişmesi, merkezileşmeyi

artırmış, belirli sermaye kesimlerinin fason üretici olmanın ötesinde teknolojik değişime

ihtiyaç duymasına yol açmıştır.

Ele aldığımız dönemde, makina imalat sanayi açısından dört temel faktör

belirleyici olmuştur. Makina pazarının büyümesi, iç pazarda ithalatın etkinliği artarken

sektörün ihracatta gösterdiği büyüme, sermayenin merkezileşme eğilimi, yüksek

teknolojiye yakın düzeyde bulunan takım tezgâhları üretimindeki gelişmedir.

Özetlemek gerekirse, bu sektör değerlendirmesinden sırasıyla üretim aracı

üretimine, teknolojik değişime ve teknoloji üretimine dair çıkarılacak ana sonuçlar

şunlar olabilir: İncelediğimiz dönem, özellikle dönemin ikinci yarısı makina imalat

sanayinde yapısal bir değişimin eşiğine yaklaştırmakta, bunun olanaklarını

301

hazırlamaktadır.222 Makina imalat sanayinin bir sektör niteliğine dönüşmesi (kamu

işletmelerinden çıkması) incelediğimiz dönemde gerçekleşmiş gözükmektedir. Parçalı

ve dağınık bileşiminin içinde merkezileşmekte olan sermaye kesimleri gözetildiğinde,

Türkiye’de makina üretimi gerçekleşmektedir ve daha çok ihracata yönelik olmak üzere

büyümektedir. Sermaye merkezileşmekte, Ar-Ge harcamaları imalat sanayi geneline

göre eşitsiz de olsa önemli oranda artmaktadır. Üretimin büyük oranı geleneksel ürünler

de olsa, yüksek teknolojiye yaklaşan bilgisayarlı takım tezgâhları (ve lazerli makinalar)

üretimi ve ihracatı çok önemli bir artış göstermiştir. Teknolojik değişme açısından

yüksek teknolojiye yakın ürünler üretilmesi ve ortalamanın üzerinde seyreden, giderek

artan Ar-Ge payları önemli göstergelerdir. Ancak teknoloji üretimine dair geri

bağlantıları zayıftır. Teknoloji üretimine yönelik bu sektördeki geri bağlantıları

irdelersek, şunlar ön plana çıkmaktadır: Sektörde mühendisler, ancak ihracata yönelen,

sermaye piramidinde yukarıya çıkan ve Ar-Ge harcamalarına yönelen işletmelerde

“atölye şefi”nden öte tasarım ve üretim sürecinde işlev görmektedirler. Teknoloji

üretimi kavramsallaştırmamıza uygun olarak kurumsallaşmış ve gelişkin bir Ar-Ge

çalışması zayıf gözükmektedir. Üniversitelerde mekatronik gibi bölümler bu dönemde

açılsa da nitelikli emek gücü yetiştirilmesi henüz yeni başlamıştır ve sektöre yansıması

uzun dönemli gerçekleşebilir. Zaten kapitalist bilim üretim sürecinin bir sonucu olarak

üniversite-sektör arasında bu yönde bir bağlantı ele aldığımız dönemde yoktur. Yüksek

teknolojili takım tezgâhları üretiminde merkezi elektronik ve otomasyon bileşenleri

ithal edilmekte, lisanslar ithal edilmektedir. Patent sayısı azdır ve fazla gelişme

kaydetmemiştir. Sektöre yönelik bu yönde ayrıntılı bir araştırma yapılmasa da

mühendislik etkinliğinin gelişkin olduğu az sayıda işletmede, yeni ürün tasarımı dışında

lisans ve patent alınabilecek özgün ürün ve üretim yöntemi geliştirme kapasitesi çok

zayıf olarak gözükmektedir.

222 Burada sözü edilen yapısal değişim, ne pürüzsüzdür ne de genel için bir değişim anlamına gelmektedir, aksine sermayenin çelişkili doğasını ifade eder biçimde bunalımın ve yeniden yapılanmanın gerçekleşeceği ve bunun yol açacağı bir değişimdir. Bu değişim, makina imalat sanayinin erken kapitalistleşmiş ülkelerin sektörlerine benzemesi gibi bir süreci ifade etmemektedir. Örneğin “AB ile bütünleşmede yeterli” olma ölçütü olarak böyle bir imgeyi gözeten yapısal değişimden bahsedilmemektedir.

302

3.3.2 Üretim Aracı Niteliğindeki Taşıt Üretimi

Otomotiv Sanayii Özel İhtisas Komisyonu Raporu’na göre otomotiv sanayinde

dünyada 60 ülkede 64 milyon taşıt üretilmektedir. Üretimin %80’ini erken

kapitalistleşmiş 5 ülkenin 10 firması yapmaktadır. (DPT, 2006b, s.135). Türkiye’nin

dünyadaki taşıt üretiminde aldığı pay ise giderek artmaktadır. 2001 yılında dünya

pazarındaki payı % 0,5 iken 2004 yılında bu pay % 1,3’e yükselmiştir (Yükseler ve

Türkan, 2006, s.126). Yani ele aldığımız dönemde otomotiv üretiminde önemli bir

büyüme vardır. Ancak bu büyümenin ne kadarının üretim aracı niteliğindeki taşıtların

üretimine yansıdığı, bunun nasıl bir gelişme gösterdiği, ne kadarının aslında tüketim

aracı olan binek otomobillerin üretimine yansıdığı önemli bir sorundur. Bu nedenle bir

ayrıştırmanın yapılması gerekmektedir.

3.3.2.1 Üretim Aracı Niteliğindeki Taşıtların Ayrıştırılması

Yatırım malı olarak anılan motorlu taşıtlar içerisinde binek otomobiller gerçekte

ağırlıklı olarak tüketim malıdırlar. Bu nedenle, motorlu taşıtlar içerisinde daha önce

ayırt etmeye çalıştığımız üretim aracı kategorisine uygun olarak yeniden sınıflandırma

yapmak yerinde olacaktır. Böyle bir yeniden sınıflandırmanın ardından, üretim aracı

niteliğindeki taşıt üretimi ve dış ticaretindeki gelişmeleri değerlendirmek, genel motorlu

taşıtlar üretimindeki gelişmelerden ayırt etmek gereklidir. Çünkü incelediğimiz

dönemde binek otomobil üretim ve ihracatı parlak bir dönem yaşamıştır. Oysa bu parlak

dönemin ne kadarı, üretken sermayenin işleyişine yansımış, onun üretken işlevlerinin

aracı olmuştur, bunu değerlendirmek önemlidir. İmalat sanayi içinde KOBİ ağırlığı

gözetildiğinde örneğin, kamyonet, kamyon üretimi ve bu taşıtların ülke içi pazarı,

üretken sermayenin işlevleri açısından anlamlı bir gösterge olacaktır. Bu nedenle toplam

motorlu taşıt üretimi verilerinden yararlanmak gereklidir.

OSD, bu motorlu taşıtların çeşitlerine göre, adet üretimlerini oldukça ayrıntılı

olarak vermektedir. Aşağıdaki tablo adet olarak motorlu kara taşıtlarının ne kadar

üretildiğini göstermektedir.

303

Tablo 30 1996-2005 Arasında Motorlu Kara Taşıt ları Üretim A detleri

1996-2005 Yıllarında Motorlu Kara Taşıtlar Üretim Adetleri

Yıllar Otomobil TIR Kamyon Kamyonet Midibüs Minibüs Otobüs Traktör Toplam 1996 207757 374 29058 21032 5856 10171 2499 48220 324967 1997 242780 670 43045 32435 9060 12933 3449 55510 399882 1998 239937 618 31205 45533 10275 13910 3039 60712 405229 1999 222060 311 12785 37551 9953 12894 2333 27435 325322 2000 297476 234 28114 68807 11506 20597 4213 37434 468381 2001 175343 v.b.* 6683 76672 3000 6486 2501 15052 285737 2002 204198 v.b. 12295 116872 4377 6139 2684 10652 357217 2003 294116 v.b. 19041 195606 6795 13624 4172 28794 562148 2004 447152 v.b. 31774 301563 9903 27988 4839 38627 861846 2005 453663 v.b. 37227 349885 7109 26162 5406 34907 914359 Kaynak OSD ve OSD verileriyle uyumlu olarak EconStats. * OSD’nin kendi tablolarında da 2001 sonrası TIR üretimi için veri bulunmamaktadır. Bu nedenle bu alanlar (v.b.) olarak bırakıldı.

Başta da belirttiğimiz gibi üretim aracı kategorisi içerisinde yer alabilecek

kalemleri belirlerken, binek otomobilin tüketim malı olması özelliği göz önünde

bulundurmak gereklidir. Bunun dışındaki araçların üretim ve taşımacılıktaki işlevleri

nedeniyle yatırım malı olan üretim aracı kategorisine sokulması anlamlı olacaktır.

Otobüs, minibüs gibi genel yolcu taşıma araçları da üretim aracı niteliğinde taşıtlar

içerisinde ele alınacaktır. Bu taşıtlar bir meta olan emek gücünün taşınması işlevini

üstlendikleri ölçüde, pazara metaların taşınmasından başka bir işlevleri yoktur. Bu

nedenle, nasıl ki taşımacılık aracı olarak kamyonetler, kamyonlar ve Tırlar üretim

araçları içerisinde yer alıyorlarsa, aynı şekilde emek gücünün pazara, fabrikalara

taşınmasında kullanılan bu türden taşıtlar da genel eğilim olarak üretim aracı

sayılmalıdırlar. Bu, emek gücünü dolaysızca üretim yerlerine taşıyan servis araçları,

minibüsler, dolmuşlar için olduğu kadar toplu taşıma araçları olan otobüsler ve

şehirlerarası yolcu taşımada kullanılan otobüsler için de benzer bir yakınlıkla böyledir.

Emek gücünün pazara taşınması kapsamına, geçim araçlarının elinden alınması ya da

işsizlik nedeniyle göç eden emek gücünün taşınması, emek gücünün yeniden üretim

olanaklarının sürdürülmesi gibi işlevler de girer. Bu kapsama girmedikleri halde burada

sayılanlar, yani buradaki hata payları temel eğilimi karartacak nitelikte değillerdir.

Ancak işsizliğin, göçün, kırsal nüfusun topraktan koparılmasının hızlı ve sert biçimde

yaşandığı bu dönemde, bu araçlara salt keyfi bir taşıma, yolculuk işleviyle bakmak

görüntünün altındakini kaçırmak olacaktır. Bu nedenle otobüs, minibüs gibi yolcu

taşımaya yarayan bu araçların, emek gücünün bir meta olarak düzensiz, geçici ya da

kayıtsız da olsa pazara taşınması işlevini gerçekleştirdikleri ve bunun olanaklarını

304

taşıdıkları söylenebilir.223 Traktörler de üretim aracı kategorisindedir ancak tarım

makinaları olarak makina imalat sanayi içerisinde de geçtiği için tekrar olmasın diye

burada alınmamaktadır.

Bu ölçülere göre, üretim aracı niteliğindeki taşıt üretimini ilk tablodan

yararlanarak hesaplayabiliriz. Otomobil üretimini de kıyaslamak açısından vereceğiz.

Bu bölüm boyunca taşıt üretimi içinde tüketim malı kapsamında sayılan otomobiller ile

üretim aracı niteliğindeki taşıtlar birlikte ele alınıp kıyaslanacaktır. Bu kıyaslama,

üretim aracı üretimi açısından motorlu taşıt üretiminin kapsamını verecek, genel olarak

motorlu taşıt üretimini bu açıdan filtrelemeye çalışacaktır.

Tablo 31 Üretim Aracı niteliğ inde ki M otorlu Taş ıt Üretimi Üretim Aracı olarak Motorlu Taşıt Üretiminin Bileşimi

Üretim Aracı Taşıt Otomobil Yıllar Toplam Motorlu Taşıt

Miktar Oran % Miktar Oran % 1996 324967 68990 21 207757 64 1997 399882 101592 25 242780 61 1998 405229 104580 26 239937 59 1999 325322 75827 23 222060 68 2000 468381 133471 28 297476 63,5 2001 285737 95342 33 175343 61 2002 357217 142367 40 204198 57 2003 562148 239238 42,5 294116 52 2004 861846 376067 44 447152 52 2005 914359 425789 47 453663 50

Tablodan görülebildiği gibi otomobil üretimi toplam motorlu taşıt üretimi içinde

önemli bir büyüklüktedir. Otomobil üretimi, 1996 yılında toplam motorlu kara taşıtları

üretiminin % 64’üne yakınken, bu oran 1999 yılında % 68’e yükselmiş 2001 krizinden

sonra da düşerek % 50’ye inmiştir. Buna karşılık üretim aracı olarak motorlu taşıtların

223 Kamyonet sınıfındaki kimi araçların da aslında tüketim malı olarak kullanıldığı öne sürülebilir. Dönemin ikinci yarısında hafif ticari araç niteliğindeki araçlara yönelik talebin, bunların üretim araçları olarak ticari işlerde kullanımından öte, aile kullanımına ve eşya taşımaya uygun olması yüzünden fazla olabileceği iddia edilebilir. Oysa çoğu durumda, bu, böyle araçları almak için ek bir neden olarak görülmektedir. Esas neden ise hala ticari işlerde kullanmak olarak kalmaktadır. KOBİ niteliğindeki işletmenin taşımacılığı gibi ticari işlerin yanında bakım, onarım işlerinde de kullanımı yaygınlaşan bu türden araçlar, çoklukla taşımacılık ve üretken işlevlerde kullanılmaktadır. Bu çalışmada böylesi araçların sınıflandırmaları kontrol edilmiştir. Otomotiv Sanayicileri Derneği (OSD) verileri firma düzeyinde yeni üretim modellerini ve sınıflandırmalarını oldukça ayrıntılı biçimde vermektedir. Hafif ticari araç ve kamyonetler değerlendirilirken, hazır verileri kullanmaktan öte, bu modellerin hangi sınıflandırmaya girdiği kontrol edilmiş, karşılaştırılmıştır. Örneğin Starex, Transit gibi modeller binek otomobil statüsünde değillerdir, bunlar hafif ticari araçlar ve kamyonetler statüsünde değerlendirilmektedir.

305

oranı ise 1996 yılında % 21 iken, 1999 yılında % 23’e, 2005 yılında ise % 47’ye

yaklaşmıştır.

Bir karşılaştırma açısından 1975’te toplam motorlu taşıt üretimi yaklaşık 140 bin

adettir, 1980’de ise 71bine düşer, bu yıllar arasında üretim aracı niteliğindeki motorlu

taşıt oranı %27 civarındadır, otomobillerin payı ise %46-48 arasındadır, geri kalanı

traktör üretimi oluşturur. 1990’da ise toplam üretim 241 bin adet olmuştur, ancak üretim

aracı niteliğindekilerin oranı %17’ye düşmüş, otomobillerin payı %70’e yaklaşmıştır

(EconStats ve OSD verileri).

Karşılaştırmanın da gösterdiği gibi, hem incelediğimiz dönem içinde hem de bu

döneme gelene kadar motorlu taşıt üretimi önemli bir büyüme kaydetmiştir. Yabancı

sermayenin ve sermaye yoğunluğunun yani tekelleşmenin büyük olduğu bu sektörde

üretim incelediğimiz dönemde 325 bin adetten, 914 bine çıkmıştır. Üstelik daha önceki

dönemi belirleyen traktörlerin ağırlığının azalmasına karşılık, otomobil üretiminin hızla

yükselmesidir. Ancak incelediğimiz dönemde, özellikle ikinci yarısında üretim aracı

niteliğindeki taşıtların üretiminde önemli bir artış olmuştur. Traktörler hariç üretim aracı

niteliğindeki motorlu taşıtların payı % 21’den, % 47’ye çıkmıştır.224

1996–2005 dönemine dair yukarıdaki verileri derleyerek, aşağıdaki grafiği

çıkartmak olanaklıdır. Bu grafik motorlu kara taşıt üretiminin bileşimini

sergilemektedir.

224 Üretim aracı taşıtlar içinde kamyonet üretimi 1996–2005 arasında 15 kat artmıştır. Kamyonet ihracatının da artmış olmasına karşılık, Türkiye imalat sanayinin KOBİ ağırlıklı yapısı gözetildiğinde kamyonet üretimindeki bu artış dikkat çekicidir.

306

0100000200000300000400000500000600000700000800000900000

1000000

1996 1998 2000 2002 2004

Yıllar

Taş

ıt Ü

reti

mi

(Ad

et)

Toplam Motorlu Taşıt

Üretim Aracı Taşıtlar

Otomobil

Grafik 15. Üretim Aracı olarak Motorlu Taşıt Üretimi ve Toplam Üretim

Bu grafikte üretim aracı niteliğindeki motorlu taşıtların oranındaki yükselmeyi,

otomobillerin bunların biraz üstündeki payını daha açık görmek olanaklıdır. Çalışmamız

açısından bir sonraki aşama, üretim aracı niteliğindeki taşıtların üretim adetlerindeki

büyüme kadar üretim değeri225 olarak büyümelerini endeks olarak hesaplamak olacaktır.

Bunun için motorlu taşıtlar için kullanılan fiyat endeksini kullanacağız. Fiyat endeksi,

fiyat değişim oranlarını verdiği için üretim değerinin değişimini yansıtacaktır. Endeksin

içine aldığı sepette otomobiller, traktörler de bulunmaktadır; ancak fiyat değişimi

gözetildiği için aynı fiyat endeksi, üretim aracı niteliğindeki taşıtların üretim değerlerini

incelerken de kullanılabilir. TIR üretimi gibi kimi kalemler için belirli yıllarda veri

bulunamamaktadır. Bu veriler, sıfır (0) olarak alındılar. Fiyat sepetinin karma niteliğinin

yaratacağı hata payına karşın elde edilecek sonucun üretim aracı niteliğindeki motorlu

taşıtların üretim değerini endeks olarak yansıtması olanaklıdır.

Bu hesaplama şu biçimde yapılmaktadır. Öncelikle üretim aracı niteliğindeki

motorlu taşıtları belirleyebilmek için tüm motorlu taşıtlar( eMQ ) içinden otomobillerin

225 Buradaki “değer” terimi, çalışmanın eleştirel eksenini oluşturan değer kuramı çerçevesindeki “değer” kavramı ile aynı değildir. Bu terim, aksi belirtilip eleştirilmedikçe fiyatlardaki değişim ya da enflasyon etkisinden arındırılmış fiyat değişimi ile ölçülen üretim “değer”lerini yansıtacaktır. Değerler ile fiyatlar arasındaki geçişi açıklamada “değer kuramı”nın üstünlükleri, yeniden üretimin döngüsel yapısını ve özellikle bunun sonucu olarak zamanı içermesidir. Burada fiyatlar bu gözetilerek, eğilimi açıklama anlamında veri alınmaktadır. Fiyatlardaki değişimin dolaysızca değerlerdeki değişim ile örtüşmeyeceği gerçeğine dikkat edilmektedir.

307

( eOQ )çıkartılması gereklidir. Bundan sonra bu miktar, her yıl için motorlu taşıtlar fiyat

endeksi eMP , ile çarpılmaktadır.

eOM

eO

eM

eM VQQP

−=− )(

İlk değişken olan fiyat endeksi için TL olarak sektörün üretici fiyat endeksi

şöyledir:

Tablo 32 Otomo bil ile Taşıt Üretim Değeri E nde ksi Otomobil ile Taşıt Üretim Değeri Endeksi

Yıllar M TEFE A B 1996 100 244,8 70,9 89,3 1997 251,1844 435,8 100 100 1998 459,3423 839,1 95 91,2 1999 527,4812 1258,6 72,7 89,1 2000 1395,635 2094 115,6 107,8 2001 1326,085 2686,8 85,6 65,9 2002 3910,07 5157,4 131,5 78,9 2003 8503,015 6840,7 215,7 110,9 2004 15042,48 7576,5 344,5 171,4 2005 16345,93 8115,8 349,4 155,8 Kaynak TUİK, OSD ve Econstats. M: Motorlu kara taşıtları Üretici Fiyat Endeksi (TL, 1996=100) A: Üretim aracı niteliğindeki taşıt üretim değeri endeksi. B: Otomobil üretim değeri endeksi.

A sütunu, motorlu kara taşıtları üretici fiyat endeksi (M)’nin, üretim aracı

niteliğindeki taşıt sayısı ile çarpılması ve sonra TEFE ile deflate edilmesiyle

oluşturulmuştur. Aynı şekilde B’de otomobil sayısı ile M’nin çarpılması ve TEFE ile

deflate edilmesi sonucunda elde edilmiştir. Böylelikle iki tür taşıtın TL cinsinden üretim

değerlerinin incelediğimiz dönemdeki değişimini izleyebiliriz.

Motorlu kara taşıtlarının önemli bir bölümünü oluşturan bu iki taşıt kesiminin

üretim değerlerinin karşılaştırmalı grafiği aşağıdadır:

308

0

50

100

150

200

250

300

350

400

1996

1997

1998

1999

2000

2001

2002

2003

2004

2005

Yıllar

Üre

tim

En

dek

si (

1997

=10

0)

Üretim Aracı Taşıtlar

Otomobil

Grafik 16. Üretim Aracı Taşıtlar ile Otomobillerin Üretim Endekslerinin Karşılaştırılması Yukarıda da görüldüğü gibi özellikle incelediğimiz dönemin ikinci yarısında

üretim aracı niteliğinde motorlu taşıt üretim değerindeki artış otomobil üretim değerinin

oldukça üzerindedir. Buna göre üretim aracı niteliğindeki taşıtların üretim değeri 1997

ile 2005 arasında 3.5 katına çıkmıştır. Buna karşılık otomobil üretim değeri ancak 1.5

katına çıkabilmiştir. Miktar olarak üretim ile üretim değeri arasındaki farka dikkat

çekmek gerekiyor. İlkinde otomobilin üstünlüğüne karşılık, ikincisinde üretim aracı

niteliğindeki taşıtların görece üstünlük kazandığı yukarıdaki grafikten de görülebiliyor.

Zaten özellikle dönemin ikinci yarısında yapılan değerlendirmelerde “Türkiye’nin hafif

ticari araç üretimine” yönelmesi gerektiğinin vurgulanmasının nedeni de burada

aranmalıdır. Hafif ticari araçlar üretiminde ele aldığımız dönemde büyük bir gelişme

yaşanmıştır.226 Grafik de hafif ticari araçları içine alan üretim aracı niteliğindeki taşıt

üretiminde önemli bir artış göstermektedir. Otomotiv sanayi üretiminde otomobil

üretiminin yanı sıra diğer araçların üretimde ağırlık kazanması, üretimin bu yöne doğru

226 “…otomobil alanında bir marka yaratılmasının ve pazarlanmasının oldukça güç olduğu bir gerçek. Ama unutulmaması gereken, bugün otomobilde bir markamız yok ama ticari araçlarda bir değil 2-3 markamız var. Sabancı Grubu’na bağlı Temsa, otobüs alanında Avrupa’da bir marka. Temsa markasıyla Avrupa’ya otobüs ihraç ediyor ve Fransa gibi önemli bir pazarda ikinci sıraya yükselmiş durumda. Keza, BMC yine aynı şekilde kendi markasıyla dünyanın birçok ülkesine ticari araç ihraç ediyor. Otokar ve Karsan’ı da bu markalara ekleyebiliriz. Açıkçası biz ticari araçlarda bal gibi marka yaratmışız” (Hürriyet, Emre Özpeynirci, 5 Aralık 2007).

309

kaydırılması anlamına gelebilir. Üretim aracı niteliğindeki taşıt üretimi içinde kamyonet

üretimindeki çarpıcı büyümeye burada bir kez daha dikkat çekmek gerekiyor.227

3.3.2.2 Üretim Aracı Niteliğindeki Taşıt Üretimi ve Yan Sanayinin Gelişimi Ele aldığımız dönemin ilk yarısında komple yeniden yatırımlardaki payıyla,

ikinci yarısında ihracatta ve üretimdeki artışıyla taşıt üretimi önemli bir yer tutmaktadır.

Özellikle dönemin ilk yarısı, uluslararası sermayenin bu alana gösterdiği yoğun ilgiyle

nitelenebilir. Erol Taymaz (Capital dergisi, 1 Aralık 2005) bu konuda şunu

aktarmaktadır:

Hazine Müsteşarlığı verilerine göre, taşıt araçları sanayisinde faaliyet gösteren yabancı sermayeli firmaların üçte birinden fazlası, taşıt araçları yan sanayi alanında faaliyet gösteren yabancı sermayeli firmaların da üçte ikisinden fazlası 1995 ve sonrasında kuruldu. Taşıt araçları yan sanayinde faaliyet gösteren çok sayıda yabancı firmanın kurulması, bu sektörün uluslararası tedarik zincirine daha fazla entegre olduğunu gösteriyor.

Uluslararası sermayeyle süren bu yoğun eklemlenmeden, bu sektör içinde yer

alan üretim aracı niteliğindeki taşıt üretimi de doğrudan etkilenmektedir. Burada üretim

araçları niteliğindeki taşıt üretiminin donanım ve kurumsal düzeydeki gelişmesini

değerlendirmek için otomotiv sanayinin genelinin donanım ve kurum yapısını

kullanacağız. Bu örneğin kamyonet üretimi ile taşıt üretimi yapan sermaye kesimlerinin

birbiriyle iç içe geçmiş ve dahası uluslararası pazarla eklemlenmiş olmaları yüzünden

benzer donanım ve yapı ilişkilerine sahip olduğunu öne sürmektir ve fazla hata payı

getirmeyecektir. Genel olarak Otomotiv sanayi için söylenenler, az ya da çok üretim

araçları niteliğindeki taşıt üretiimne yansımaktadır. Yerli otobüs parçası ve kendisini

üretmedeki sanayi deneyiminin uzun süredir varolduğu hatırlanırsa, ana sanayi yapası,

yan sanayi ile ilişkisi gibi koşulların benzer olduğunu varsaymak hata olmayacaktır.

Taymaz ve Yılmaz’ın da vurguladığı gibi otomobil endüstrisi “çok uluslu” şirketlerin

227 Hafif ticari araç sınıfına giren kamyonet üretiminin başlangıcı 1994 yılıdır. “Renualt Mais Genel Müdürü İbrahim Aybar, 1994 yılında başlayan hafif ticari araç pazarının Türkiye'de daima büyüme gösterdiğini, 2006 sonunda pazarın yüzde 40'ının hafif ticari araçlardan oluştuğunun görüldüğünü ifade ederek, geçen yıl 244 bin 618 hafif ticari araç satıldığını, Türkiye'nin hafif ticari araç üretimi ve potansiyeli açısından çok önemli bir durumda olduğunu söyledi… Türkiye ticari araç segmentinde Avrupa’nın en hızlı büyüyen pazarı. Son yıllarda hafif ve ağır ticari araç satışlarındaki yükselen grafik, Türkiye'yi Avrupa'nın en fazla ticari araç satılan ülkeleri arasına soktu. (büyüklük olarak ise) Türkiye'nin dördüncü büyük pazar” olduğu belirtiliyor (Kobiefor Dergisi, Mayıs 2007).

310

hakimiyeti altında ve güçlü bir ülke içi tedarikçi temeli vardır (Taymaz ve Yılmaz,

2008). Yine bu yazarlara göre, “yeni ürün ve süreç teknolojileri ile öğrenmeye yatırım

yaparak Gümrük birliği ile açılan fırsatları yakalamış durumdadırlar”. Otomotiv ana

sanayi ile yan sanayinin tedarik ilişkisinin güçlü olması önemli bir özelliktir. Bu güçlü

ilişki 1990’lı yıllara dayanmaktadır (Nahum, 2000). Zaten otomotiv sanayinde bu

yıllarda artan yabancı yatırımın nedenlerinden biri de ana sanayi yan sanayi ilişkisinin

güçlü olmasıdır.

İncelediğimiz dönem içerisinde otomotiv sektöründeki yatırımların gelişimini ise

aşağıdaki grafik özetlemektedir.

Grafik 17. Otomotiv Ana Sanayi Yatırımları (milyon ABD Doları)

Kaynak (Yılmaz, 2007, s.44).

Sektör 1994 krizinden önemli oranda etkilenmiştir, üretim yarıya inmiştir

(Taymaz ve Yılmaz, 2008). 1994’te Toyota, 1997’de Hyundai Assan ve Honda

doğrudan yabancı yatırım yapmışlardır. 2001’de zaten varolan Ford yeni fabrika

yapmıştır. Görüldüğü gibi yatırımlar 1994 krizinin ardından 1996 sonrası yükselmiş,

2001 krizine kadar artmıştır. Ancak incelediğimiz dönemde yatırımlarda önemli bir artış

gerçekleşse de 1994’deki düzeye yükselememiştir. 1992–2004 arasındaki otomotiv

ana sanayinin toplam yatırımları 5,8 milyar dolara ulaşmıştır. Bu yatırımların 1,83

milyar doları kapasite artırmak; 1,97 milyar doları yeni model üretmek; 670

milyon doları modernizasyon; 435 milyon doları yerlileştirme ve 223 milyon doları

da kaliteyi yükseltmek amacıyla gerçekleştirilmiştir. Ancak, Yılmaz’a göre, bir

düzineden fazla şirketin üretim faaliyetlerinde bulunduğu bir ortamda yıllık toplam 700

311

milyon doların altında bir yatırım miktarının yeterli olduğunu söylemek zordur (Yılmaz,

2007, s.44). Burada yatırımlar açısından vurgulanması gereken bir konu, izledikleri

çevrimsel karakterin ötesinde, bu çevrimler arasında nitelik farkının göz ardı

edilmemesidir. 1990’lı yılların ilk yarısı, 1994 krizine kadar otomotiv sanayinin yan

sanayi ilişkilerini güçlendirme ve önceden ilan edilmiş olan Gümrük Birliği’ne

hazırlanma sürecidir. Yılmaz ve Taymaz’ın aktardıklarına göre, Gümrük Birliği’ne

hazırlık sürecinde, otomotivin durumu üzerine yoğun lobi faaliyetleri devletler, AB

nezdinde yürütülmüştür (Taymaz ve Yılmaz, 2008). Bu dönemin ağırlıklı niteliği

komple yeni yatırımlar ile kapasite artırımlarıdır. 1995’ten sonra Ar-Ge yardımlarından

dalgalı da olsa yararlanılmaya başlanacaktır. Otomotiv ana ve yan sanayinin yabancı

ortağın hakim olduğu, uluslararası sermaye ile bütünleşmiş yapısını göz önünde

bulundurursak, yatırım ve Ar-Ge planlarını büyük oranda yabancı ortağın uluslararası

stratejilerine göre belirlendiğini görmek olanaklı olacaktır. Yatırımların düzeyi toplam

olarak 1994 krizi öncesini yakalayamamış olsa da, bu dönemdeki üretimin niteliği ile

incelediğimiz dönemdeki üretimin niteliği arasında bu yönden farklılık olması

kaçınılmazdır. Bu niteliksel farklılık, yatırımların sonucunda üretim sürecinin yeni

emek bileşimleri, otomasyon yani teknolojik niteliğinin değiştirilmesi anlamına

gelmektedir. Buna bir örnek olarak Ford Otosan’da yapılan değişikliği emek

sürecindeki değişimleri incelediğimiz kısımda aktaracağız.

Genel olarak motorlu taşıt üretiminde ihracat önemli bir rol oynuyor, ihracat

Türkiye’de yeni gelişen kamyonet ve hafif ticari araç üretimi için de önemlidir.228

Öte yandan imalat sanayindeki KOBİ ağırlığı dikkate alındığında, Türkiye’nin

kamyonet ve hafif ticari araç ihracatının yanı sıra bu kalemlerde büyüyen bir pazar

olması da imalat sanayindeki birikim eğilimi için anlamlı bir veri olarak ortaya çıkıyor.

Üretim aracı niteliğindeki bu taşıtların Türkiye’deki pazarı hızla büyüyor, büyüme hızı

olarak Avrupa’da ilk sıralarda yer alırken, büyüklük olarak 2006 yılı verileriyle 4.

sırada yer alıyor. Özellikle Otomotiv Sanayii Derneği’nin (OSD) dönemin sonundaki

228 2004 yılında sektör ile ilgili bir haberde de buna değiniliyor: “Otomotiv fabrikalarında kapasite kullanım oranlarının artmasında üretimin çok büyük bir bölümünün ihracata gitmesinin önemli bir rolü bulunuyor. Özellikle hafif ticari araçta Türkiye bir ihracat üssü haline gelmiş durumda. Bu kategoride fabrikalar adeta kapasitelerini zorlar duruma geldi…. üretimin yarıdan fazlası dünyanın dört bir yanına gönderildi” (Star gazetesi, 26.07.2004).

312

verilerine göre, bu pazarın yarıdan fazlası ithalatla karşılanmaktadır. Otomotiv

pazarında 2000 yılında ithalatın payı % 52 iken, bu oran 2001 ve 2002 yıllarında %48'e

düşmüş, 2003, 2004 ve 2005 yıllarında ise artan talep ve düşük kurun da etkisiyle bu

oran artarak sırasıyla % 56, % 58 ve %57 olarak gerçekleşmiştir.

Yabancı sermayenin, sermaye yoğunlaşmasının ve ihracata yönelik üretimin

yüksek olduğu motorlu taşıt üretimi içinde üretim aracı niteliğindeki taşıt üretimi

özellikle incelediğimiz dönemin ikinci yarısında önemli bir artış göstermiş, adet olarak

otomobiller ile yakın bir düzeye gelmiştir.

Otomotiv içinde üretim aracı niteliğindeki taşıtların üretimini inceledikten,

üretim değerini ayrıştırdıktan sonra, bu sanayinin üretim aracı üretiminde yer alan diğer

bölümünü de tamamlayıcı olarak katmamız gerekiyor. Böylece otomotiv sanayinin

üretim aracı üretimi kesimine yaptığı katkının bileşenlerini ortaya koymuş oluruz. Bu

bileşenler, üretim aracı niteliğindeki taşıtlar, römork ve karoser üretimi ile motor ve

aksamları üretimi alt sektörleridir. Üretim aracı niteliğindeki motorlu taşıt ve aksamları

üretimindeki gelişimi genel olarak şöyle tablolaştırabiliriz:

Tablo 33 Üretim Aracı Taşıt lar ve Aks am Üretim Ende ksi Üretim Araçları Niteliğindeki Motorlu Taşıtlar ve Aksamları Üretim Endeksi

İmalat Sanayi ÜAMKT* 342 343

Yıllar Endeks Değişim % Endeks Değişim % Endeks Değişim % Endeks Değişim %

1997 100,0 - 100 - 100,0 - 100,0 - 1998 100,1 0,1 95 -5,3 77,1 -22,9 10²�0 4,0 1999 95,9 -4,2 72,7 -30,6 47,5 -38,4 83,8 -19,4 2000 102,1 6,5 115,6 37,1 55,5 16,8 96,0 14,6 2001 92,4 -9,5 85,6 -35 45,9 -17,3 78,6 -18,1 2002 102,5 10,9 131,5 34,9 26,4 -42,5 84,5 7,5 2003 112,0 9,3 215,7 39 16,8 -36,4 98,1 16,1 2004 123,7 10,4 344,5 37,4 20,0 19,0 114,8 17,0 2005 129,6 4,8 349,4 1,4 28,6 43,0 119,7 4,3 Kaynak 341* için önceki hesaplamalar; 342 ve 343 için (TKB ESAM, 2007, s.641). * Üretim aracı niteliğindeki motorlu kara taşıtları.

Özellikle incelediğimiz dönemin ikinci yarısında üretim aracı taşıtlardaki artış

önemli orandadır. Buna karşılık römork, karoser üretimi çok düşmüştür. Motor ve

aksam üretimi ise önce düştükten sonra, taşıtlara göre daha az oranda büyüme

göstermiştir. Sektörlerin gelişimini bu tablo üzerinden ayrı ayrı izleyebilmek ve imalat

313

sanayi üretim endeksindeki artışlarla karşılaştırabilmek için aşağıdaki grafik yararlı

olacaktır:

0

50

100

150

200

250

300

350

400

1997

1998

1999

2000

2001

2002

2003

2004

2005

Yıllar

Üre

tim

En

dek

si

Üretim aracı taşıtendeksi

Römork, karoserüretim endeksi

Motorlu taşıt motor veaksam üretimendeksi

imalat sanayiortalama endeksi

Grafik 18. Üretim Aracı Niteliğindeki Motorlu Taşıt ve Aksamları Üretim Endeksi

Burada üretim aracı niteliğindeki taşıtların (ya da benzer biçimde otomobillerin)

gösterdiği üretim artışına karşılık bu taşıtların motor ve aksamlarını üreten alt sektörde

benzer bir üretim artışı görülmemektedir. Römork ve karoser üretimi ise bunun aksine

önemli oranda daralmıştır.

İncelediğimiz dönem içinde sektörün kapasite kullanım oranları 2001 krizine

kadar %55–65 arasında dalgalanmıştır. 2001 krizinden sonra düşen kapasite kullanım

oranları 2005 yılında %83,7’ye çıkmıştır (TKB ESAM, 2007, s.644). Ancak bu oranlar,

otomobil ve traktörlerle birlikte genel olarak motorlu taşıtların kapasite kullanım

oranlarıdır; kamyonet, hafif ticari araçlar gibi üretim aracı taşıtların üretimindeki artışın

daha fazla olduğu düşünüldüğünde, bu oranlardan daha büyük kapasite kullanımının

gerçekleştiği öngörülebilir. Römork ve karoser üretimi de daralmasına karşılık bu

dönemde kapasitesi düşmemiştir. Motor ve aksamlarının üretiminde de kapasite her iki

alt sektörden de daha yüksek gerçekleşmiştir. Motor ve aksamları üretimindeki gelişme,

taşıt üretimindekiyle koşut gerçekleşmese de kapasite kullanım oranları yüksektir. Yani

incelediğimiz dönemin ilk yarısında krizler, deprem ve Gümrük Birliği gibi etkenlerin

etkisi ile dalgalanan üretim aracı niteliğindeki taşıt üretimi, yerini ikinci yarıda önemli

bir artışa ve kapasite yükselmesine bırakmıştır.

314

3.3.2.3 Emek gücünün Dağılımı ve Yapısı, Emek Süreci ve Verimlilik Motorlu taşıt sanayi, geniş bir istihdam alanı yaratmaktadır, üretim, yenileme,

bakım, yan sanayi, reklam, bayi, trafik güvenlik, sigorta, tescil vs. gibi pek çok alanı

ilgilendirmektedir.229 Burada sadece ana ve yan sanayi içinde TUİK’in elde ettiği

istihdam verileri ele alınacaktır. 1999’da sektördeki işgücü 18 bine yakındır (Yılmaz,

2007, s.41). İncelediğimiz dönemin ikinci yarısında istihdam artmıştır, 2002’de 26 bin

iken 2005 yılında 38 bine çıkmıştır, üretim de artmıştır. TUİK 2002 yılı Sanayi

Sayımı’na göre, yan sanayi ile birlikte yaratılan doğrudan istihdam 415 bin çalışan

civarındadır. İstihdamdaki artış, verimlilikteki yükselme ve üretimdeki artış, reel

ücretlere yansımamıştır. Aksine verimlilik ile birlikte yeni teknolojik yatırımlar

artmıştır. Bunun motor taşıt üretimindeki emek süreci üzerinde de etkileri olmuştur.

İncelediğimiz dönem içinde yalın üretim ve yönetim uygulaması daha fazla yerleşmiştir.

Özellikle kriz döneminde istihdam bir düşüş yaşamıştır, bu dönemde ücretsiz izin ve

işten çıkarma büyük firmalarda da yan sanayide de artmıştır; istihdam bundan sonra

yükselse de artık çalışma uygulamaları işçi direncinin düşürülmesi nedeniyle nitelik

olarak daha farklı yaşanmaktadır. Yani dönemin ikinci yarısında düşüşün ardından

gerçekleşen istihdam artışıyla birlikte gelen uygulamalar, emek sürecine yansımıştır.

DPT raporunda (2006b, s.36–37) bu döneme dair şu söylenmektedir:

Burada işçi işveren ilişkilerinin kriz döneminde dayanışma içinde geliştiği ve krizin istihdam kaybı olmadan aşılması için bu dayanışmanın ‘esnek çalışma’ yöntemleri ile ve karşılıklı özveri içinde çözümlendiğini belirtmek gerekir.

Kriz sonrası yapılan yatırımlarda da bu emek süreci norm olarak alınmıştır.

TUİK verilerine göre, üretimde çalışanlar endeksi incelediğimiz dönemin içinde

imalat sanayi genel eğiliminin tersine taşıt üretimi ile motor ve aksam üretiminde

istihdam artış göstermiştir. Buna karşılık römork ve karoser imalatı istihdamında önemli

oranda düşüş gerçekleşmiştir, bu düşüş imalat sanayi genelindeki istihdam

daralmasından daha fazladır. Dönemin ilk yarısında (1997=100) taşıt üretimindeki

229 Bu konuda OSD’nin bültenlerine bakılabilir. “Bu kadar değişik sektörlerde otomotiv sanayinin yaratığı istihdam için diğer ülkelerdeki veriler de dikkate alınarak genellikle motorlu taşıt üretiminde çalışan 1 kişinin aksam ve parça üretiminde 5 ve ticaret ile hizmetler sektöründe de 5 kişi için ek istihdam yarattığı kabul edilmektedir. Buna göre sanayinin istihdamı 2005 yılı için 500 bin dolayında kabul edilebilir” (DPT 2006b, s.35).

315

istihdam 95-105 arasında salınmaktayken ikinci yarıda krizin ardından yaşanan

düşüşten sonra % 50 oranında artarak 156,9’a çıkmıştır. Motor ve aksamı üretimindeki

istihdam da benzer bir seyir izlemiştir. Buna karşılık römork ve karoser imalatındaki

istihdam 1997 yılında 100 iken 2005 yılında 46,2’ye düşmüştür. Üretimde çalışılan saat

endeksi, taşıt üretiminde biraz daha fazla olmakla birlikte istihdama paralel bir seyir

izlemiştir. Ancak istatistik verileri, nitel değişmeyi yansıtmakta eş düzeyde etkili

değillerdir. Yukarıda dönemin ilk yarısı ile ikinci yarısı arasında krizden sonra yaşanan

değişimi, istihdamdaki geçici düşüşe karşı yeniden artış olarak gösteren istatistik veriler

yansıtamazlar. Bu değişim sektör raporlarının satır aralarında görülebilmektedir;

çalışanlar “iç müşteri” olarak görülmektedir (Tüsiad, 1997b). Teknolojik donanımın

artırılması, yeni yatırımlar ve üretim örgütlenmelerinin geliştirilmesi ile paralel olarak

gitmektedir. Bu nedenle üretimde verimlilik artmaktadır.

İstihdam içerisinde nitelikli işgücünün yapısı da bu dönem içerisinde değişiklik

göstermiştir. Yılmaz’a göre, 1999–2005 arası mühendis (idari mühendisler de dahil

edilmiştir) sayısı, istihdamın düştüğü zamanlarda bile artmaya devam etmiştir (Yılmaz,

2007, s.42). Yalnız bu artış yüksek bir artış değildir. Dönemin ikinci yarısında 2001

krizi atlatıldıktan sonra yaşanan istihdam artışına göre daha azdır.

Genel olarak motorlu taşıtların üretimi ve alt sektörleri için kısmi verimlilik

grafiği şu şekildedir:

0

20

40

60

80

100

120

140

160

180

1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005

341 Taşıt üretimi

342 Römork, Karoserüretimi

motor ve aksam üretimi

imalat sanayi geneli

Grafik 19. Motorlu Taşıt Üretiminde Çalışılan Saat başına Kısmi Verimlilik Endeksi (1997=100)

Kaynak TUİK.

316

Römork, karoser üretimindeki ve motor aksamı üretimindeki verimlilik düşerken

taşıt üretimindeki verimlilik 2001 krizinden sonra artış göstermiştir, ancak imalat sanayi

genel ortalamasının altında kalmıştır.

Dönem sonunda sanayinin üretiminin büyük kısmını oluşturan belli başlı

şirketlerin verimliliklerini karşılaştırmak için Yılmaz’ın çalışmasındaki verimlilik

değerlerini verebiliriz. 2005 yılında yalnızca otomobil üreten yabancı şirketler olan

Honda ve Toyota’da verimlilik sırasıyla 61 ve 48 iken, yabancı sermaye ortaklı Türk

şirketleri olan, otomobilin yanı sıra kamyonet ve minibüs üreten Hyundai Assan, Oyak

Renault ve Tofaş’ın sırasıyla 66, 54 ve 56’dır. Hyundai Assan şirketi yeni yatırım

yapmış bir şirket olarak yüksek bir verimliliğe sahiptir. Buna karşılık Toyota’nın

fabrikası, dünya çapında teknolojiye sahip bir fabrika olarak gösterilmesine rağmen

(BDI raporu, 2005), Oyak Renault ve Tofaş’ın verimlilikleri Toyota’ya göre yüksektir

(Yılmaz, 2007, s.42).

Buna karşılık ücretlerde durum böyle değildir.

Tablo 34 Oto motivde Çal ışanların Reel Ücret Endeksi Otomotivde Çalışanların Reel Ücret Endeksi

Yıllar 1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005

Endeks 92,7 100 95 104 103,8 102,4 106,5 103,6 98,7 87,2

Kaynak TUİK.

Motorlu taşıt üretimindeki verimlilik ve üretim artışına karşılık reel ücretler,

2001 krizinden sonra düşme eğilimi içine girmiştir. İhracat yükselirken, ithalata

bağımlılık, TL’nin değerli olması gibi nedenlerle uluslararası rekabette fiyat basıncı

oluşmaktadır. Bu basınç, ücretler baskılanarak, teknolojik kapasite artırılarak

karşılanmaya çalışılmaktadır. 2001–2005 yılını ele alan bir değerlendirmeye göre, bu

yıllar içinde otomotiv sektöründe verimlilik %50’ye yakın, üretim ise %150’ye yakın

artarken, reel ücretler %17,5 oranında düşmüştür (Metal İşçisinin Gerçeği, 2006, s.6,

10, 22). Otomotiv sektörü, reel ücretlerdeki en yüksek düşüş, verimlilikteki en yüksek

artış oranı ile yatırım ve ara malları olarak sınıflandırılan sektörler içinde ilk sıralarda

yer almaktadır.

Reel ücretin baskılanmasının yanında emek örgütlenmesi, emek sürecinin

toplumsal bileşimi ve örgütlenmesinde de bir değişiklik yeniden yapılandırılmaktadır.

317

Emek gücünün üretim/yeniden-üretim koşullarını kuralsızlaştırmaya geçiş anlamına

gelen esnek çalışma, işgücü devrinin kriz sonrası daha fazla hızlanan düzeyi, sosyal

güvenlik kesintileri gibi payların düşürülmesi yönündeki çabalar, otomotiv sektörünün

“kayıtlı” emek gücünün de “kayıtsız”larla benzer koşullara yönlendirilmesi sonucuna

varmaktadır. Yeni iş yasasının yürürlüğe girmesiyle birlikte genel olarak imalat

sanayinin genelinde olduğu gibi otomotiv sektöründe de esnek çalışma, ücretlerin ve

tazminatların, fazla mesai ücretlerinin kısılması, taşeronlaştırma yaygın uygulama halini

almıştır.230 İstihdam “sayı”larının artan niceliği altındaki bu niteliksel evrim gözden

kaçırılmamalıdır.

Daha önce, incelediğimiz dönemin özellikle ilk yarısı içinde yatırımlardaki artış

dalgasının 1994 öncesi dönemdekini yakalamasa bile yeni bir nitelik kazandırdığını

belirtmiştik. 1994’e kadar hızlı bir biçimde artan, ’94 krizinde düşen yatırımlarda,

Gümrük Birliği’ne giriş, AB pazarına yakınlık üstünlüğünden yararlanma nedeniyle bir

hazırlığın etkisi vardır. İncelediğimiz dönemdeki yeni dalga yatırım akımlarında ise

farklı nitelikte değişimin etkileri görülmektedir. Elbette ki, bir önceki dönemden

tümüyle kopan bir nitelik değildir, süreklilik içermektedir. Bu dönemdeki yatırımların

niteliği ve emek sürecine etkileri açısından Otosan örneği çarpıcıdır. Bu bölümde

belirttiğimiz gibi aynı dönem Otosan’ın Ar-Ge harcamalarını katlayarak artırdığı bir

dönemdir. Capital Dergisi’nde “‘Yeni Fikirlerle’ Hızlı Büyüdüler”, Ford Otosan Fabrika

Müdürü Nuri Otay (Capital Dergisi, 1 Ağustos 2006) incelediğimiz dönemin ikinci

yarısında gerçekleşen bir yatırımın nasıl bir “dönüşüm” yaratığını anlatıyor:

Eskiden bir pres kalıbının değiştirilmesi için geçen zaman ortalama 2 saatti. Aynı yaklaşım ile Kocaeli Pres atölyesi kurulmuş olsaydı, hat bazında günde 6 kalıp değişikliği yapılacağı düşünülecek olursa, yılda yaklaşık 3 bin 360 saatlik bir süre kalıp değişikliği için

230 Oyak Renault Fabrikası: “ ‘Fazla mesai ücretlerinin düşürülmesi bizim için felaket olur’ diyen Renault işçileri, esnek çalışma ile ilgili maddeler için ise ‘Sendika Genel Başkanı Mustafa Özbek’in de dediği gibi zaten fabrikalarda uygulanıyor’ dediler.” Yan sanayiden Bosh: “Fazla mesai ücretlerinin düşürülmesine tepki gösteren işçiler, yaşayacakları sıkıntıları şöyle anlattılar: ‘Kabul edilirse daha fazla mesaiye bırakılacağız ama aldığımız parada değişiklik olmayacak. Kıdem tazminatı da giderse, elinde hiçbir şey olmayan kölelere döneriz.’ Boşa çıkan işçilerin Bosh’a bağlı işletmeler ve bölümlere çalışmaya gönderildiğini anlatan işçiler, ödünç işçiliğin hayata geçirildiğini ifade ettiler. İşçiler, bu durumun sürmesi halinde patlama olabileceğine dikkat çektiler” (Evrensel, 5 Ekim 2004). 2003 yılında yan sanayide üretim yapan bir şirkette çalışan işçilerin istekleri şöyledir: “Taleplerimiz, iş koşullarının iyileştirilmesi, asgari ücretin altında sigortasız işçi çalıştırılmaması, zorunlu mesainin kaldırılması …idi”(Evrensel, 5 Ekim 2004).

318

kaybedilecekti. Bunun yerine, Türkiye’de ilk defa tam otomasyonlu kalıp değiştiren pres hattı yatırımı yaparak, 2 saatlik kalıp değiştirme süresini 12 dakikaya indirdik. İmalat kaybını da yıllık 336 saate düşürmeyi başardık… Bu projenin devreye alınması sonucunda yüzde 90 oranında kayıp önlendi ve yıllık yüzde 50 oranında bir kapasite kazancı sağlandı. Daha sonra ise aynı kaynakları kullanarak pres hatları arasında malzeme taşıyan robotların hızlarını artırdık. Kayıpların azaltılmasına yönelik bu iki proje ile yüzde 100 kapasite artışı sağladık ve 6 pres hattı yerine, sadece 3 pres hattı kurularak 20 milyon Euro’luk yatırım bütçesini başka alanlara yönlendirdik.

Otomotiv sektörünün önde gelen şirketlerinden Man Türkiye ise 2001 yılında

gerçekleştirdiği “8,5 Projesi” ile 2002 yılında üretim kapasitesini ikiye katlamış

durumdadır. Capital Dergisi’nin haberine göre, “ … Man Türkiye Pazarlama Müdürü

Can Cansu, projenin tamamlanmasının ardından her 100 dakikada bir otobüsün üretim

bandından çıktığını söylüyor. Üretimde otobüs başına düşen üretim süresinin

azaltıldığına değinen Cansu, ‘Dolayısıyla, tek bir otobüsün toplam üretim süresini de

azaltarak 29 güne indirmeyi başardık’ diye konuşuyor” (Capital Dergisi, 1 Ağustos

2006).

Bu otomasyon ile sadece çalışan sayısında bir azalma değil, aynı zamanda

çalışma zamanının gözenekleri azaltılarak daha yoğun bir çalışma temposuna geçiliyor.

Avrupa Ford fabrikaları içinde “en iyi araç üretim fabrikası” (Aramızda, 2006) olarak

seçilen Ford Otosan fabrikasında yapılan ankette işçilerin %69’u ücretlerinden memnun

değilken (Sabah, 15 Haziran 2007), bu işçilerin 2006 yılına kadarki çalışma koşullarını

anlatan bir haber ise şöyledir (Evrensel, 29 Temmuz 2006):

‘Ford’un felsefesi, bandın hızını artırıp, daha çok mal üretmek ve daha çok kâr etmek.’ İşçiler, aynı hareketi giderek daha hızlı bir tempoyla yapıyorlar. Bu hız öyle bir yere vardı ki artık 1,7 dakikada bir otomobil üretiliyor. Başka bir Ford işçisi bu durumu şöyle anlatıyor: ‘Bant sistemi, eskiden köleler için yapılmış. Zaten bizlerin de bir köleden hiç farkı yok.’ … Geçen yıl bir araç 1,8 dakika yapılıyormuş. İşçiler önümüzdeki yıl ise bu rakamın 1,5’e düşürülmek istendiğini anlatıyor. Ford işçisi ‘Belden rahatsızlanan, kol lifleri kopan, kaşı patlayan ve çeşitli iş kazaları geçiren arkadaşlarımız var. Adam kalmadı. Arkadaşlarımızın canı çıkıyor’ dedi. Başka bir Ford işçisi de ‘İş ağır, işçinin ise değeri yok’ dedi. Ağır çalışma şartları artık çevreden de biliniyor. Her ay 28-30 işçi işi bırakırken, bu rakam 60’ın üzerine çıktı. … İşçinin normalde 1 saatte yapması gereken iş bu fabrikada yarım saatte yaptırılıyor. … 8 saat sürekli ayakta çalışan işçilere yarım saat yemek, 10’ar dakikalık iki çay molası veriliyor. Ve

319

koşuşturmaca bu molada da sürüyor. Ford işçisi molaların nasıl geçtiğini anlatıyor: ‘Yemekhane fabrikadan 10 dakika uzaklıkta. Koşturarak yemekhane kuyruğuna giriyorum, orada da 5-10 dakika bekliyorum. Yemeği aceleyle mideye indirip tekrar banda. Bir sigara içebilirsem benden mutlusu yok. Banda bir dakika geç kalınca azar işitiyorum.’ … Sürekli aynı işin yapılması, rotasyon yapılmadığı için işçinin vücudunun belli bir bölümünün sürekli çalışırken, diğer bölümünün sürekli durması bel fıtığı, boyun ağrıları, bedenin bir kısmının sürekli ağrıması gibi kalıcı rahatsızlıklara da yol açıyor. Ford işçileri, işçilerin yüzde 90’ında meslek hastalığı bulunduğunu söylüyor. Hastaneye gitmek isteyen, ‘Neden, niçin’ gibi sorularla yıldırıldığı, istirahat alanların evlerine kadar gidilip kontrol edildiği için pek çok işçi buna cesaret edemiyor. Ama buna rağmen bir hafta içinde 8 işçi bel fıtığı teşhisiyle hastaneye kaldırıldı.

Otomasyon ve kapasite artırımı yönündeki yatırımlarla emek sürecinde yaşanan

değişim sadece iş zamanındaki boşlukların, gözeneklerin doldurulması, mutlak artı

değer yaratmaya dönük bir süreci getirmiyor, otomasyon sistemi ile göreli artı değer

üretmeye yönelik süreç de niteliksel olarak dönüştürülüyor. Bu da, emek süreci ve

çalışma koşullarının değişmesine yol açıyor.

Emek sürecinde ve çalışanların koşullarında böyle değişimler yaşanırken,

işkolunda örgütlü bulunan Birleşik Metal-İş Sendikası’nın hazırladığı “Metal İşçisinin

Gerçeği” raporunun da belirttiği gibi reel ücretlerdeki düşüşle birlikte verimlilikte artış

yaşanıyor. Sektörde büyüyen istihdam bir yandan esnek çalışma koşullarında

çalıştırılırken, üretimdeki büyüme reel ücretlerde düşüşü getiriyor.

Yoğun çalışma ve göreli artı değer üretimine yönelimin hızlandığı dönem

boyunca üretimdeki büyüme ile birlikte sektörün dış ticareti de artmaktadır.

3.3.2.4 Dış Ticaret Dış ticareti değerlendirmek gerekirse, motorlu taşıt ihracatında üretim aracı

niteliğini taşıyan taşıtların payı ise şöyledir:

Tablo 35 Üretim Aracı Taşıt lar ve Oto mobil İhracatı Üretim Aracı Taşıtlar ve Otomobil İhracatı (Bin $)

Yıllar 1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005

Otomobil 197.594 108.607 103.455 674.472 623.310 969.671 1.270.71 2.196.79 3.928.49 4.331.27

Üretim Ar.Taşıt 279857 215468 229184 164695 346968 665431 894032 1660297 2799824 3318418

320

Kaynak OSD, 2006. Görülebildiği gibi hem üretim aracı taşıtlar hem de otomobillerin ihracatı

özellikle 2001 krizinden sonra hızlı bir artışa geçmiştir. Aynı dönemsel değişim

üretimin ne kadarının ihracata ayrıldığını incelerken de bulunmaktadır. Aşağıdaki tablo

incelediğimiz dönem içinde üretilen otomobil ve üretim aracı taşıt miktarının ihracat

oranlarını göstermektedir.

Tablo 36 Adet olarak İhracatın Üretime Ora nı Motorlu Taşıtlar İhraç Adeti/Üretim Adeti(%)

Yıllar 1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005 Otomobil 12,4 8,5 7,6 33 28 86 81,7 76,7 71,6 74,4 Üretim Aracı Taşıt 6,2 4,4 6,4 10,8 10,2 49,7 58,9 48,7 50,4 50,6 Kaynak OSD verilerinden ve önceki hesaplamalardan türetilmiştir.

Tablodan da görülebildiği gibi iç pazara yönelik otomobil ve üretim aracı

niteliğinde taşıt üretimi özellikle 2001 kriziyle birlikte büyük oranda düşmüştür.

2001’den sonra otomobil üretimi ağırlıklı olarak ihracata yönelmiştir; iç pazarın

daralması ve kurdaki değişikliğin etkisiyle üretim aracı niteliğindeki taşıtların ihracatı

da artmıştır, dönemin başında üretimin büyük kısmı iç pazara yönelik iken, TL’nin

değerlenmesi, harcamaların krizlerle kısılması gibi nedenlerle üretimde iç pazara

yönelik arzın payı %50 ‘ye düşmüştür. Ancak ihracatın büyüdüğünü de unutmamak

gerekir.

Römork ve karoser ihracatı ise dönemin başlangıcında 90 milyon dolar iken,

1999 yılında 37 milyon dolara keskin bir düşüş yaşamış; 2004 yılında ancak eski

seviyesine dönmüştür. Dönemin sonunda 2005 yılında römork ve karoser ihracatı 115

milyon dolar olmuştur (TUİK). 342 kodlu alt sektörün üretiminde 1999 yılı ile

başlayarak yaşanan büyük düşme göz önüne alındığında daralan üretimin giderek daha

fazla kısmının ihracata yöneldiğini söylemek mümkündür. Motor ve aksam ihracatı,

yani otomotiv yan sanayinin ihracatı, dönemin başında 280 milyon dolar civarındayken,

hızlı bir artış göstererek 2005 yılında 1,5 milyar dolara çıkmıştır. Yan sanayinin

gelişmesi ana sanayinin gelişme hızıyla paralel seyretmemektedir, bunu ihracattaki

artışta da görmek mümkündür, ana sanayi yani üretim araçları ihracatı daha hızlı

artmıştır.

321

İthalat değerleri, sektördeki dış ticaret açığının alt sektörlerdeki farklı anlamını

gözler önüne sermektedir. İlk olarak ana sanayideki yani üretim araçları niteliğindeki

taşıt üretimindeki dış ticareti ve pazar yapısını inceleyelim.

Tablo 37 M otorlu Taşıt İtha lat Değerleri Motorlu Taşıtlar İthalat Değerleri (Milyon $)

Yıllar 1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005 Otomobil 1021 1671 1362 1296,5 2587,5 573 812 2215 4213 4294,6

Üretim Aracı

Taşıtlar 375 695 705 420 839 194 339 1207 2392 2123

Kaynak OSD verilerinden hesaplanmıştır.231

Motorlu taşıt ithalatı dönemin ilk yarısında dalgalı bir seyir göstermektedir. 1999

yılı devalüasyon ve TL’nin değerlenmeye başlaması ile birlikte ilk sıçramalı artışı

göstermiş, ancak 2001 krizi döneminde yaşadığı hızlı düşüşten sonra hızla yükselmeye

devam etmiştir. Bu yükselme genel olarak imalat sanayinde olduğu gibi özel olarak

motorlu taşıt sektöründeki ithalat baskısını da göstermektedir.

Üretim aracı niteliğindeki taşıt ihracat ve ithalatını, otomobil dış ticareti ile

karşılaştırarak inceledikten sonra motorlu taşıtlar sektörünün altında bulunan diğer alt

sektörlerin dış ticaretini ele alabiliriz. Römork, karoser ile motor aksamları dış ticaretini

yıllara göre şöyle tablolaştırılabilir:

Tablo 38 Alt Sektörlerin D ış Ticareti Motorlu Taşıt Alt Sektörlerinin Dış Ticareti (Bin $)

Yıllar 1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005 342 -106.919 91.543 59.382 16.137 12.448 25.099 16.973 -12.447 -45.288 3.640 343 -591234 -894446 -809325 -568113 -1070255 -85192 -97242 -572942 -1637247 -1636037

Tabloda da görüldüğü gibi 342 kodlu alt sektörde, yani römork ve karoser dış

ticaretinde açık başlarda fazla iken dalgalanmakta, kimi zaman fazlaya dönüşmektedir.

Ancak yine de üretimdeki daralma nedeniyle dış ticaret açığı ya da fazlası önemli bir

değeri bulmamaktadır. Buna karşılık 343 kodlu motor ve aksam dış ticareti açısından

aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Görüldüğü gibi yarım milyar dolarlık açık, 231 Bu bölümde aksi belirtilmedikçe ayrıntılı biçimde tutulan OSD verileri kullanılacaktır. Bu veriler içinde yeni ve kullanılmış taşıt ithal miktarı ve değeri ayrı ayrı olarak verilmektedir.

322

giderek büyümüş 2001 krizindeki düşüşe karşılık dönemin sonunda 1,5 milyar doları

geçmiştir. Motorlu taşıtlarda 2001 krizine kadar artan dış açık, dönemin ikinci yarısında

krizden sonra düşmeye başlamış kimi zaman fazla vermiştir. Burada TL’nin

değerlenmesi ile birlikte ithalatın basıncı aksam sanayi, ya da otomotiv yan sanayi

üzerinde olumsuz bir etki yaratmaktadır. Motor ve aksamlarında artan dış açık, ithal

girdiyi göstermekte, yan sanayinin ithal basıncı altında kalma düzeyini işaret

etmektedir.

3.3.2.5 İç Pazarın Gelişimi Dış ticaret verilerine de baktıktan sonra, üretim verilerinden de yararlanarak

Türkiye’de üretim aracı niteliğindeki taşıtların iç pazarını, bu pazara yönelik yerli

üretimi tablolaştırabiliriz:

Tablo 39 Üretim Aracı Taşıtlar ın Tür kiye Pazarı Üretim Aracı Taşıtların Türkiye Pazarı, değişimi ve Bu Pazara Yönelik Yerli Üretim (Adet ve Oran)

Yıllar İç Pazar % Değişim

İç Pazara Yönelik Yerli Üretim (Adet) % değişim

İç pazarda Yerli üretimin payı %

1996 101.664 64692 - 63,6 1997 160.665 58 97075 50 60,4 1998 166.396 3,6 97844 0,8 58,8 1999 107.325 -35,5 67656 -31 63,0 2000 201.736 88 119856 77 59,4 2001 66.017 -67 47941 -60 72,6 2002 80.665 22 58569 22 72,6 2003 190.595 136 122715 109,5 64,4 2004 314.920 65 186354 52 59,2 2005 324.457 3 210306 13 64,8

Üretim aracı taşıtta iç pazar 2 kattan fazla büyümüştür. Söz konusu taşıtların,

tüketim malı olan binek araçlarından ayrı niteliği göz önüne alındığında ve Türkiye

imalat sanayinin KOBİ ağırlığı gözetildiğinde üretim aracı talebinin bu kadar büyümesi

önemli bir göstergedir. Kuşkusuz ithalatın da artmış olması döviz ve finansman

sorunları yani para sermaye ihtiyacını karşılamaya ve düzenlemeye yönelik sorunlar

yaratmaktadır. Üretim aracı niteliğindeki taşıt pazarına yönelik “yerli” üretimin payı ise

%65 civarında oynamıştır. Kamyon, özellikle kamyonet pazarı ve üretimi bu üretim

aracı niteliğindeki taşıtlar içerisinde önemli bir yer tutmaktadır. Kamyonet pazarı

incelediğimiz dönemin içinde 5 katına çıkmıştır. Yerli üretim ise 7 katını geçmiştir.

323

Tablo 40 T ür kiye'de Ka myo net İç pa zarı ve Yerli Üretim Türkiye'de Kamyonet Pazarı ve İç Pazara yönelik Üretim

Yıllar

Kamyonet

iç pazarı

Üretim Aracı Taşıt Pazarındaki

oranı % İç pazara yönelik yerli kamyonet üretimi Yerli üretimin payı % 1996 51.552 51 20.442 40 1997 84.531 53 31.499 37 1998 105.249 63 44.799 43 1999 69.816 65 36.602 52 2000 136.534 68 62.204 45 2001 56.872 86 39.978 70 2002 59.190 73 40.255 68 2003 147.290 77 86.564 59 2004 239.529 76 120.879 50 2005 251.863 78 150.652 60

Kamyonet talebindeki hızlı artışın yanı sıra iç pazara yönelik yerli kamyonet

üretimi de artmıştır. Dönemin sonunda iç pazarın % 60’ı yerli üretimdir. Ayrıca

Türkiye’deki üretim aracı taşıtlar pazarı içinde kamyonet ağırlığını % 80’lere

yaklaşarak önemli oranda artırmıştır. Üstelik söz konusu üretim aracı niteliğindeki taşıt

pazarı da iki kattan fazla büyümüştür.

Bir başka kaynak ithalat ve rekabet açısından bu verileri doğrular niteliktedir ve

diğer bir göstergeyle desteklemektedir. Buna göre, sektörde ithalatın etkisi büyümekte,

buna karşılık rekabet üstünlüğü, dönemin başındaki ve ilk yarısındaki düşük

konumundan özellikle ikinci yarısında yükselerek önemli bir düzeye gelmiştir.

İthalat sızma oranları (Import Penetration Rate) olarak tarif edilen gösterge,

ithalatın, toplam iç pazara oranı olarak tanımlanmaktadır. İç pazar içinde ithalatın

oranını göstermektedir. Bu pay 0 olduğunda iç pazarın tamamen yerli olduğu, 100

olduğunda ise tamamen ithalata bağımlı olduğu ortaya çıkmaktadır. Akarsoy-Altay’ın

OSD verileriyle yaptığı hesaplara göre, genel olarak otomotiv sektöründe ithalat sızma

oranı 1996’da %28 iken, 2000 yılında bu oran %51’e yükselmiş, 2004 yılında ise %58’e

çıkmıştır. Bu genel olarak otomotiv sektöründe ithalata bağımlılığın arttığı anlamına

gelmektedir. Bu ithalata bağımlılığın bileşenlerini ayrıştırmak olanaklıdır. Tablo 15 bize

iç pazarda yerli üretimin payını vermektedir. Buradan üretim aracı niteliğindeki

taşıtlarda ithalatın sızma oranını bulabiliriz. Buna göre, ithalat sızma oranı 1996’da %36

civarında iken 2000 yılında %41’e yaklaşmıştır, ancak dönemin ikinci yarısında

324

düşmeye başlamıştır. Yine de 2004 yılında yine %41’e yaklaşan bağımlılık 2005’te

%35’de kalmıştır. Buradan da görülmektedir ki, dönemin ikinci yarısında ithalat

bağımlılığını, sızmayı artıran esas etken otomobil üretimi olmuştur. Üretim aracı

niteliğindeki araçların iç pazara yönelimi dönemin ikinci yarısında da ağırlıklı olmuştur.

İncelediğimiz dönemin tümü boyunca kamyonet iç pazarının beşe katlandığını ve yerli

üretimin genel olarak yükselerek %50-60’a çıktığını tekrar hatırlatmak yerinde

olacaktır.

Otomobil üretiminde ithal girdiye olan bağımlılık ise bir başka göstergedir.

Bunun en çarpıcı verilerini Taymaz ve Yılmaz’ın çalışması vermektedir. Otomotivde

dış ticaretin yapısını inceleyen yazarlar, otomotiv sanayinin erken kapitalistleşmiş

ülkelerden ithal edip yine onlara ihraç ettiğini belirtmektedirler. “Başka bir deyişle,

otomobil ve otomobil aksamları açısından endüstri içi ticaret Türkiye ile AB arasında

giderek daha önemli hale gel”miştir (Taymaz ve Yılmaz, 2008, s.12). Yazarlara göre,

Türkiye’deki otomobil şirketlerinin büyük çoğunluğu çokuluslu şirketlere ait olduğu ve

bunlar Avrupa’da birçok fabrikada iş yürüttükleri için endüstri içi ticaretin büyük bir

bölümü gerçekte firma içi ticarettir. Buna örnek olarak da Ford Otomotiv’i

vermektedirler. Şirket 2005 yılında ana şirketinden (parent company) satış gelirlerinin

%40’ı değerinde girdi ithal etmiştir. Türkiye otomotiv sanayi, Avrupa üretim

zincirleri ile tümüyle bütünleşmiştir (Taymaz ve Yılmaz, 2008, s.12).

Yükseler ve Türkan da, İMKB’de işlem gören şirketlerden yola çıkarak mikro

verilerle Otomotiv’in ithalat payını değerlendirmişlerdir. Otomotivde üretim maliyetleri

içinde ithalat payını 2003’te %51, 2004’te %58 olarak hesaplamışlardır (Yükseler ve

Türkan, 2006, s.132).

Bunun yanında Tülay Akarsoy-Altay’da sektörün rekabette geldiği aşamayı

belirlemek açısından Balassa’nın Açıklanmış Göreceli Üstünlük (“Revealed

Comparative Advantage”-RCA)232 göstergelerini incelemektedir.

Açıklanmış Göreceli Üstünlük, bir sektörün ihracatının ülkenin toplam

ihracatına oranını, o sektördeki toplam dünya ihracatının toplam dünya üretimi oranına

232 Açıklanmış Karşılaştırmalı Üstünlük olarak da adlandırılır. Daha önce RCA skoru olarak kullanmıştık.

325

bölerek hesaplanır. Elde edilen sayı (oran) 100 değerinden ne kadar fazla ise, ülke o

sektördeki ihracatta o kadar uzmanlaşmış demektir. Bu göstergeye göre, 1996 yılında

Açıklanmış Göreceli Üstünlük %38,1 iken özellikle 2001’den sonra artmıştır. 2002,

2003 ve 2004 yıllarında sırasıyla %94,2, %112,1 ve %138,8 olmuştur (Akarsoy-Altay,

2007, Tablo 1). Özellikle dönemin ikinci yarısında üstünlük 100 değerinin üstüne

çıkmış ve yükselmeye başlamıştır. Bu, otomotiv sektörünün ihracatta uzmanlaşmaya

başladığını göstermektedir.

Otomotiv sektörünün ithal bağımlılığının yanında yan sanayi ilişkilerinin de

bulunduğunu belirttik. Burada otomotiv sektörünün girdi çıktı ilişkilerini, değer

zincirini irdeleyebiliriz.

3.3.2.6 Otomotiv Sektöründe “Değer Zinciri” Otomotiv sektöründe “değer zinciri”, sektör yöneticilerinin tarifiyle 4 temel

kısımdan oluşmaktadır (Nahum, 2000).

1- ürün tarifi, ürün ve parça tasarımı ile Ar-Ge bölümü;

2- üretim bölümü;

3- Pazarlama ve satış;

4- satış sonrası hizmetler (Nahum, 2000, s.81).

Bu tarife göre Türkiye’deki otomotiv sektörü genel olarak değer zincirinin son

bölümleri dışında, 2. bölüm ile sınırlanmış durumdadır. Özellikle ilk bölüm,

Nahum’un tarifine göre, yüksek cirolu bölümdür ve teknolojik düzey olarak ileri

olan tasarım, yeni model üretimi, yedek parça tasarlanması, müşteri ihtiyaçlarına

göre ürün tasarımı gibi yüksek katma değerli alanı kapsamaktadır (Nahum, 2000,

s.84).

Geri bağlantılar açısından otomotiv ana sanayi ile yan sanayi ilişkisinin kuvvetli

olduğu yönünde çalışmalar bulunmaktadır.233 Özellikle bu yüzden 2001 krizi sonrasında

233 Bkz. (Taymaz ve Yılmaz, 2008), (Wasti, Kozan ve Kuman, 2006). Wasti vd. çalışması, 10 OSD, 72 TAYSAD üyesiyle 2002’nin ilk yarısında yapılan anket çalışmasının bir sonucudur.

326

kapasite artırımı yapılabilmiş ve çıktı artmıştır (Wasti, Kozan ve Kuman, 2006). Yan

sanayinin örnekleri olarak Koç holding ile İtalyan Marelli ortaklığı olan Mako234,

Teknik Malzeme gibi şirketlerin gelişimi gösterilebilir (Capital Dergisi, 1 Nisan 2008).

Wasti vd. göre, 1980 öncesi dönemde, ana-yan sanayi ilişkisinde kaliteden çok

maliyet ön plandadır. Öte yandan yerel tedarikçilerin kıtlığı, ana sanayiyi kendi yerel

tedarikçilerini yaratmak için teknik ve mali destek sağlamaya yönlendirmiştir. Yazarlara

göre 1980 sonrası durum değişmiştir; daha rekabete yönelik ve rakip olarak gören

anlayışla, sadece yerel değil dışarıdaki tedarikçilere de bakılmaya başlanmıştır. Gümrük

Birliği’nin kabulu ile birlikte uluslararası standartlar, ölçüm, test, sertifika ve tescil

geçerli olmuş, birçok yerel tedarikçi bunları almıştır. Türkiyeli üreticiler son zamanlar

sistem tedarikçisi aramaya başlamışlar, tek tek parça yerine sistem üreten tedarikçiler

talep etmektedirler. Ulusoy’a göre, bu durum tedarikçilerin, kendi ürün tasarımlarını

geliştirebilecek yetenek ve kaynakları oluşturmalarını zorunlu kılıyor; bunun

yanında tedarikçilerin yönetim becerilerini geliştirmeleri gerekiyor ki, bunu da

bütün tedarikçiler yapamıyorlar (Ulusoy, 2003). Üstelik bu sektördeki Türk

üreticiler, belli başlı yabancı otomotiv üreticileri ile ortak oldukları için, temel parça ve

sistemleri çoğu zaman bunların tedarikçilerinden ithal etme yoluna gitmektedirler.

Bunun sonucunda Türkiyeli tedarikçiler ya uluslararası standartların sıkı şartnameleri

altında Orijinal Ekipman Üreticilerine (OEM) fason üretim yapmakta ya da onların

lisansı altına üretmektedirler (Ulusoy, 2003).

Otomotiv sektörü, ana sanayi ve yan sanayi ile uluslararası sermayeye

eklemlenmiş, üretim zinciriyle iç içe geçmiş durumdadır. Taymaz ve Yılmaz’ın

verilerine göre, Ford otomotiv 2005 yılında ana şirketinden (parent company) satış

gelirlerinin % 40’ı değerinde girdi ithal etmiştir (Taymaz ve Yılmaz, 2008). Dönemin

ikinci yarısında “otomobil ve otomobil aksamları açısından endüstri içi ticaret

Türkiye ile AB arasında giderek daha önemli hale gel”miştir (Taymaz ve Yılmaz,

2008, s.12). Avrupa üretim zincirine eklemlenen otomotiv sanayinin motorlu araç ve

aksam üretimi ABD’ye göre göreli olarak epey düşük üretkenlik düzeyindedir, ancak

234 Mako, 2005 başında Koç Holding’in çekilmesiyle tamamen İtalyan şirketinin oldu. 2007 sonunda yeni kurulan 10 milyon Euro yatırımla kurulan 16 bin metrekarelik fabrikasında 300 kişinin çalışmaya başlamıştır. Bu kadar büyük bir sabit sermaye ve üretim tesisinin değişen sermayesinin göreli küçüklüğü, yan sanayideki organik bileşimin yüksekliğini göstermektedir.

327

Avrupalı üreticilerin üretkenlik düzeyleri de çok zayıftır. Türkiye, Avrupalı

üreticilerden verimlilik açısından göreli olarak daha iyidir, ücretler açısından ise erken

kapitalistleşmiş Avrupa ülkelerine göre ücretler düşük, ancak Polonya, Slovakya ve

Macaristan’a göre yüksektir (Taymaz ve Yılmaz, 2008, s.13). Yazarlara göre, aksam

üreticileri; otomobil üreticilerine göre Avrupa pazarında daha rekabetçi durumdadırlar,

ancak bunların üretkenlik ve ücret yapısı benzerlik göstermektedir.

Taymaz ve Yılmaz aynı çalışmalarında Otomotiv sanayinin dikey bütünleşme

düzeyini karşılaştırırlar, buna göre, Türkiye Doğu Avrupa ülkelerine göre üretim

açısından daha fazla dikey bütünleşmiştir. Yazarlara göre Doğu Avrupa ülkeleri

“outsource” bileşenlere güvenmek ya da kendileri alt sözleşmeli olarak çalışmak

zorunda kalmaktadırlar (Taymaz ve Yılmaz, 2008, s.14). Yani Türkiye’de otomotiv

sektörü daha fazla merkeze yakın gözükmektedir.

İleri bağlantılar açısından otomotiv sektörünü inceleyecek olursak, otomotiv

sanayi daha önce istihdamla ilgili olarak değindiğimiz gibi pek çok alanı etkilemektedir.

Yenileme, bakım, yan sanayi, reklam, bayi, trafik güvenlik, sigorta, tescil vs. gibi

üretim ve hizmet sektöründeki pek çok alana dolaysız ve dolaylı etki etmektedir. DPT

raporunda belirtildiği gibi "genellikle motorlu taşıt üretiminde çalışan 1 kişinin aksam

ve parça üretiminde 5 ve ticaret ile hizmetler sektöründe de 5 kişi için ek istihdam

yarattığı kabul edilmektedir” (DPT 2006b, s.35).

Pazarlama ve satış bölümünün finansal krediler, tüketici kredileri ile ilgili olarak

dönemin ikinci yarısında bu alandaki yerli sermaye kesimleri için de finansal olanaklar

artmıştır. 2001 krizinin ardından para sermaye donanımını yeniden yapılandıran ve

otomotiv sanayinde de yer alan kimi yerli sermaye kesimleri açısından “değer

zinciri”nin üçüncü bölümü içinde, özellikle finansal olanaklar içinde de daha fazla yer

bulmak olanaklı olmuştur. Elbette ki, diğer yabancı otomotiv şirketleri için bu olanaklar

iç ve dış finansal kaynaklar açısından daha çeşitli olmuşlardır.

Genel olarak otomotiv sektörü ekonomik istikrara ve faiz oranlarına duyarlı

işlemektedir. 2001 krizi sonrası iç talepteki düşüş nedeniyle daralma yaşanmış ancak

son birkaç yılda üretim tekrar yükselmiştir. Otomotiv iç pazarında dönemin ikinci

yarısında gerçekleşen genişlemeye etki eden faktörlerden biri de tüketici kredilerinde

328

yaşanan gelişmeler olarak gösterilmektedir (Yükseler ve Türkan, 122). Özellikle 2001

krizi sonrası banka ve kredi sisteminin yeniden yapılandırılması motorlu taşıt ithalini ve

pazarını etkilemiştir. Bu sefer de TL’nin değerli olması ihracatı sınırlayıp ithal girdi

kullanımını artırmıştır. Bu da sektörde üretilen artı-değerden yerli sermayenin aldığı

payı sınırlamakta, onu ücretleri kısma, yoğunlaşan emek zamanı ve verimlilik,

teknolojik yenilik yönünde baskıyı artırmaya zorlamaktadır.

3.3.2.7 Taşıt Üretiminde Teknoloji ve Ar-Ge Otomotiv sanayindeki araştırma ve teknoloji geliştirme etkinliklerini irdelemek

açısından 9. Kalkınma Planı Hazırlık Çalışmaları çerçevesinde hazırlanmış bu yöndeki

bir raporun güncellenmiş hali önemli veriler sunmaktadır (Akarsoy-Altay, 2006). Rapor

öncelikle sektörde teknolojik yenilik dinamiğini belirleyen nedenleri açıklamaktadır (s.

1-2):

Otomotiv sanayiinde bulunan kapasite fazlasının mali yükünü karşılayabilmek, sektördeki rekabetçi ortam, pazardaki büyümenin sınırlı kalması, müşterilerin daha talepkâr hale gelmeleri ve talep ettikleri ilave ekipmanların maliyetlerinin karşılanabilmesi için çözüm üretme arayışları, sektördeki Ar-Tge harcamalarının artması sonucunu doğurmaktadır. Öte yandan motorlu taşıt araçları üretiminde uygulanagelen ve trafikte can ve mal güvenliği ile çevrenin korunmasını amaçlayan teknik mevzuatın küreselleşmesi ve giderek daha fazla uygulama alanı bulması da sektördeki teknolojik gelişmenin önemli bir etkenidir. Özellikle Kyoto Konferansı ile ortaya konan çevre kriterleri, CO2 emisyonunu azaltma hedefini gündeme getirmiş ve bunun sonucunda, yeni motor ve araç teknolojilerine olan gereksinim büyümüştür.

Sermaye yoğunlaşmasının yüksek olduğu, çokuluslu şirketlerin lisans sahibi

olarak egemen olduğu bir sektörde üretken sermayenin teknoloji yönelimini

değerlendirmek açısından bu paragrafı ayrıntılı irdelemek gereklidir.

Otomotiv sektöründe bulunan “kapasite fazlasının mali yükü”, sektördeki

organik sermayenin, sermaye bileşiminin yüksekliğini göstermektedir. Burada böylesine

yüksek organik bileşimli sermaye birikiminin alınyazısı olan bir gerçek işlemektedir.

Yeni bir ürünün üretilmesi için gerekli ek sermaye miktarının her zaman fazla bir

kapasite doğurması kapitalizmin doğası gereğidir. Bireysel kapitalist, toplumsal

sermayenin uzun vadeli eğilimlerini her zaman doğru kestirebilecek öngörülere

329

dayanmaz, aksine, geçmiş deneyimlerden, rakiplerinden ve piyasanın o günkü

durumundan edindiği bilgilerle sermaye ve üretim araçları donanımını yeniler. Bu

donanım da kısa vadeli kapasite genişlemesini değil, orta ve uzun vadeli kapasite

genişlemesini gerektirir. Bu nedenle her zaman “atıl” bir kapasite bulunacaktır. Geç

kapitalistleşmenin kimi özgüllükleri ya da kar oranlarının düşme eğiliminin artan

basıncı nedeniyle kimi dönemlerde bu atıl kapasite artsa da belirli bir ölçüde hep

bulunmalıdır. Yani %100 kapasite kullanım oranlarını beklemek yerine örneğin %85

üzeri kapasite kullanımını “çok yüksek” bulan Amerikan Merkez bankası (FED) analizi

kar oranlarının düşmesi eğilimi karşısında sermayenin olağan durumunu yansıttığı kadar

nesnel bir gerçekliğe de işaret etmektedir. Otomotiv sektöründe organik sermaye yani

çalışan başına düşen üretim aracı, girdi gibi değişmeyen sermaye miktarı yüksektir.

Yüksek sermaye bileşimli sektörlerde bunun iki sonucu vardır. Üretimi genişletmek

istediğinizde yapmanız gereken yatırımın mutlak değeri büyük olmak zorundadır. Ek

sermayenin mutlak değeri büyüktür. Bunun sonucu ise bu düzeyde bir yeni yatırımın,

daha düşük kar oranlarına yapılmaması isteğidir. Bireysel kapitalistin elindeki

sermayeyi genişletmesinin, yani yatırımın maliyeti buyken, hali hazırda elinde bulunan

yüksek bileşimli sermayenin üretken kapasitesinin etkin kullanılması gerekir. Bu etkin

kullanımın anlamı, kıyasıya bir rekabetin235 yaşandığı “oligopol”cü bir pazarda, pazar

payı üzerinden yaşanan rekabet sonucunda kapasite oranlarının, yaratılan talebe, pazara,

tekellerin eğilimlerine göre belirlenmesinin yarattığı sınırlılıklardır. Sermaye

merkezileşmesinin bir sonucu olarak, tekel düzeyindeki bireysel kapitalistler açısından

talep arttığında fiyatı düşürmek yerine üretimi sınırlayarak fiyatı sabit kılmak ya da yeni

modellerle fiyat düzeyini korumak tercih edilen bir davranıştır. İlki belirli bir kapasite

fazlasını ve bunun getirdiği ek yükü sürekli kıyaslamayı gerektirirken, ikincisi ek

sermaye yatırımının getirisini sürekli gözetmeyi, hesaplamayı gerektirir. Sermayenin

“calculus”u denilen, yani ek sermayenin daralan kar oranları, ortalama kar ve değişen

pazarlar üzerine sıkı rekabet koşullarında getirisinin ne olacağını, an be an hesaplama

işinin, türev ve integral gibi optimizasyon araçlarına devredilmesinin nedeni budur.

“Calculus”, hamle kuramı (game theory) gibi matematiksel araçlara başvurma,

235 Smith, Marks’ın artı karlar için rekabetini örnek göstererek buna “güçlü rekabet” demektedir (Smith, 2002, s.155).

330

kapitalizmin varoluşunda bulunan kar oranlarının düşme eğilimine karşı nafile direnç

araçları gibidirler.

İlk yöntemin fiyatı düşürmek yerine üretimi sınırlamak olduğunu söylemiştik.

İkinci yöntem ise raporda bunu izleyen satırlarda anlatılanları açıklamaktadır:

“Müşterilerin daha talepkar hale gelmeleri”, gerçekte önceki bölümde yeni ihtiyaçlar

yaratma konusunda anlattığımız gibi, yeni ürün, teknolojik yenilik arzı demektir. Yani

otomotiv sektöründeki üretken sermayenin yeni ürünlerle yeni ihtiyaçlar yaratmasını

dile getirmektedir. Başka bir bireysel kapitalistin pazardaki payını genişletmek için yeni

bir ihtiyacı karşılayan ürün üretmesiyle (örneğin farklı özelliği olan bir otomobil), ilk

bireysel kapitalist için artık “müşteri daha talepkar” hale gelmiştir. Yani üretken

sermaye karlılık ve pazar payını genişletmek adına pazara yeni bir ürün sürmüş, bu yeni

ürüne olan talep, bu pazara başka bireysel kapitalistlerin yönelmelerini sağlamıştır. Yeni

ürün üretmek, yeni üretim teknolojilerini, yeni teknolojik ürünleri getirir. Bu da bu

yöndeki tasarım ve araştırma geliştirme etkinliğinin artması anlamına gelir. Üretimin

uluslararasılaşması ve parçalanmış olması nedeniyle standartlaşma gelişir ve

yaygınlaşır. Bir yandan standartlaşma, uluslararası rekabette yarattığı dinamikler ile

yeniden belirlenir. Diğer yandan çevre, insan sağlığı gibi sınırları gündeme taşıyan

toplumsal basınç etkisiyle teknik ve çevre mevzuatı gelişir. Yeni ürünün getirdiği

sınırlar bir yanında bireysel sermeyeler arası rekabetin getirdiği etkileri diğer yanda ise

toplumsal basıncın bunu sınırlamasını doğurur. İlki parça ve üretimdeki

standardizasyonu, tarife dışı bariyerleri kârı azamileştirme yönünde değiştirirken,

ikincisi çevresel nedenler, insan sağlığı gibi sebeplerle harekete geçen toplumsal basınç

ile bunları sınırlandırmaya çalışır. Ortaya çıkan standartlaşma ve yeni ölçüler,

teknolojik yeniliği, fiyatı düşürmek yerine üründeki yenilikleri ihtiyaç haline getirmeyi,

buna talep yaratmayı doğurur. Raporun diliyle anlatılan otomotiv sektöründeki

teknolojik gelişmenin altındaki sermaye dinamikleri bunlardır.

Otomotiv sektörünün teknolojik bakımdan özgüllüklerini irdelemeye

başlamadan önce, Tülay Akarsoy’un dikkat çektiği gerçeği hatırlatmakta yarar var:

Akarsoy’un aktardığına göre, Türkiye’de 3 firma dışındaki tüm otomotiv fabrikaları

yabancı otomotiv şirketlerinin lisansı altında üretim yapmaktadır (Akarsoy-Altay,

2006). Bu lisans anlaşmaları temel modellerin hangilerinin üretileceğinden, kimi zaman

331

hangi yedek parçaların nereden alınacağına, hangi geliştirme çalışmalarının

yapılacağına kadar genişlemektedir. Bazen ileride görüleceği gibi yerli ortak, yabancı

ana ortağa bir geliştirme projesi kabul ettirebilmektedir; kimi zaman da belirli bir taşıt

parçasının özgün üretimi için geliştirme işini üstlenebilmektedir.

Jan Nahum’un 2000 yılında sektörü tarif ederken verdiği değer zinciri

gözetilirse, dönemin ilk yarısına kadar otomotiv sanayi, zincirin en üst aşaması

olan ürün tarifi, ürün ve parça tasarımı, Ar-Ge gibi alanlarda etkin olamamıştır.

Bu döneme kadar otomotiv sektörü üretim ile sınırlı kalmıştır. Zaten sektör

özellikle ‘90’ların ikinci yarısından sonra yoğun Ar-Ge teşvikleri almaya

başlamıştır. Otomotiv sanayinde Ar-Ge çalışmalarının gelişimini izlemek için veri

kaynaklarından birisi TÜBİTAK Teknoloji İzleme ve Değerlendirme Başkanlığı’nın

(TİDEB) Ar-Ge destekleridir. TİDEB verilerine göre, 1995’ten bu yana araştırma ve

teknoloji geliştirme projesi için destek başvurusunda bulunan, ‘otomotiv ana sanayii’

kategorisinde sayılabilecek toplam firma sayısı 15; ‘otomotiv yan sanayii’ kategorisinde

sayılabilecek toplam firma sayısı ise, 100’dür. Üstelik, bu sayı süreklilik gibi ölçütler

gözetilirse düşmektedir. Devletin hibe olarak otomotiv sektörüne ayırdığı fon, yılda

ortalama 6 milyon dolardır, sektörün Ar-Ge’ye ayırdığı fon ise yılda ortalama 40 milyon

dolardır (Akarsoy-Altay, 2006), (DPT 2006b, s.85).

Dönemin ikinci yarısı ve özellikle sonları, önemli gelişmeler ve sonuçlar

doğurmuştur. Taymaz ve Yılmaz’a göre, 1997–2000 yılları arasında yeni model

geliştirme yatırımı, toplam yatırımın %20’si iken, yüksek kalite ve daha fazla

çeşitlilik yönündeki talebi karşılamak için 2000’den beri %40–50 düzeyine

yükselmiştir (Taymaz ve Yılmaz, 2008, s.14). Akarsoy-Altay’da benzer gelişmeler

aktarmaktadır 1996 ile 2004 yılları arasında otomotiv sanayinde proje sayısı yaklaşık

ikiye katlanmış, proje maliyetleri ise 5.5’a katlanmıştır. Bu artışın dalgalı yapısı, sektöre

dair raporlara göre, sadece krizlerle açıklanamaz. Bu raporlar, dalgalanmalarda, yabancı

ortakla birlikte girişilen Ar-Ge projelerinin rastlantısallığının payını belirtmektedirler.236

236 “Sektördeki tekelleşme nedeniyle Ar-Tge faaliyetlerinin paylaşımı uluslararası ortaklık bünyesinde olmaktadır. Özellikle, ana sanayideki bir firma kendi uluslararası ortağından/ortaklarından büyük bir Ar-Tge projesi alabildiğinde kendi yerli yan sanayisi ile birlikte bu faaliyeti sürdürmekte ve bununla ilgili olarak da kamu kaynaklarına başvurmaktadır. Böylece o yılın Ar-Tge giderleri yükselmektedir” (Akarsoy-Altay, 2006, s.11).

332

Genelde ana sanayideki firma, otomotivle ilgili yeni bir projeyi yabancı ortağına

kabul ettirdiğinde, bununla ilgili Ar-Ge için destek alınmaktadır. Bu da dalgalanmayı

açıklamaktadır. Yani üretim gibi Ar-Ge harcamaları da “yabancı ortağın stratejileri” ile

belirlenmiştir, yer yer yerli ortak kimi Ar-Ge projelerini kabul ettirerek kendi

üstünlüğünü sağlama yoluna gitmiştir. Yine de Ar-Ge harcamaları zayıf konumundan

artışa geçmiş görünmektedir. Özellikle incelediğimiz dönemin ikinci yarısında Ar-Ge

harcamalarında önceki döneme göre büyüklük olarak artış vardır. Genel olarak Ar-Ge

harcamaları ile karşılaştırmak gerekirse, otomotiv sektörünün toplam Ar-Ge projeleri

içindeki payı %11’dir. Buna karşılık proje maliyetlerinin toplam maliyet içindeki payı

% 24’tür.

DPT 9. Kalkınma Programı Otomotiv Sanayi Özel İhtisas Komisyonu’nda

Tübitak adına yer almış olan Tülay Akarsoy Altay’ın hazırladığı tabloya göre, bu

alandaki 3 büyük firmanın incelediğimiz dönem içindeki Ar-Ge harcamaları, Ar-Ge

personelinin değişimi ve bunların ihracat artışı ile ilişkisi şöyledir:

333

Tablo 41 Seçile n Üç Ana Fir mada Ar-Ge G iderleri ve İhracat İlişkisi Seçilen Üç Ana Firmada Ar-Ge Giderleri ve İhracat Artışı İlişkisi (1995–2004)

Firmalar I

Ar-Tge

I/III II İhracat (USD)

II/III III

Toplam Satış

IV

Ar-Tge’de

1995 1.562.551 %0,8 12.912.528 %6,2 208.197.630 48

2003 6.882.436 %2,3 21.427.578 %7,2 298.275.973 426

BM

C

TİDEB 'e Sunduğu Toplam Ar-Tge Proje Sayısı: 11

1996 2.553.988 %0,5 31.519.494 %5,7 553.769.802

2004 51.213.015 %1,4 1.807.350.636 %48,0 3.767.453.909 363 (münhasıran)

FO

RD

-O

TO

SAN

TİDEB 'e Sunduğu Toplam Ar-Tge Proje Sayısı: 22

1996 2.635.506 %0,3 257.372.790 %33,2 775.408.556 28 (münhasıran)

2003 8.041.427 %0,6 749.909.991 %54,5 1.375.769.823 138 (münhasıran)

TO

FAŞ

TİDEB'e Sunduğu Toplam Ar-Tge Proje Sayısı: 24

Kaynak (Akarsoy-Altay, 2006, s.13).

Her 3 firmanın Ar-Ge personelinde incelediğimiz dönem içinde çarpıcı bir artış

yaşanmıştır. Aynı artış saptaması Ar-Ge harcamaları için de yapılabilir. Özellikle Ford-

Otosan’ın Ar-Ge harcaması 20 katına çıkmıştır. Tüm firmaların Ar-Ge

harcamalarının ihracat miktarlarına oranı bu dönemde artmıştır. Yani ihracat artışı ile

Ar-Ge harcamaları arasında doğru orantılı bir ilişki bulunmaktadır. Ar-Ge harcamaları

en yüksek olan, TİDEB’e en fazla başvuran iki şirket (Tofaş ile Ford Otosan) toplam

satışlarının en büyük kısımlarını ihracata yönlendirmektedirler. Bu oran Ford için

incelediğimiz dönemde çok artmıştır. Hemen hemen iki şirket de satış hâsılatlarının

yarısını ihracattan elde etmektedirler. Ar-Ge harcamaları ile ihracat ve satış arasında

kurulan bu ilişki, aynı zamanda üretimin ihracata yönelik yapısı ile Ar-Ge

harcamalarının dalgalı yapısını da birbirine bağlamaktadır. Ar-Ge harcamalarının

dalgalı yapısının ana ortak ile sürdürülen ilişkiye bağlı olduğunu daha önce belirtmiştik,

bu ana ortağa kabul ettirilen Ar-Ge projesi ülke içinde yapılmaktadır ve bu Ar-Ge

harcamaları ile satış gelirleri daha çok ihracattan elde edilmekte yani üretim ve

geliştirme ağırlıklı olarak ihracata yönelik gerçekleşmektedir.

334

Firmalardaki Ar-Ge harcamaları, devletin Ar-Ge desteği ve Ar-Ge personelinde

görülen artışa paralel biçimde, üniversitede de teknolojik araştırma merkezi

kurulmuştur. Dönemin sonunda 2004 yılında, İTÜ ile OSD arasında, TÜBİTAK-

ÜSAMP (Üniversite Sanayi Araştırma Merkezleri Programı) çerçevesinde ‘Otomotiv

Teknoloji Ar-Ge Merkezi (OTAM)’ kurulmuştur (DPT 2006b, s.83–84). Bu imalat

sanayi genelinde teknoloji geliştirme yönündeki Ar-Ge desteklerinin artmaya başladığı,

Ar-Ge harcamalarının ve Ar-Ge personelinin oranının yükseldiği dönem olan

incelediğimiz dönemin sonunda otomotiv sektöründe Ar-Ge’nin kurumsallaşması

çabalarını göstermektedir.

Otomotiv sanayinde Ar-Ge’ye yönelik desteğin artışında önemli bir dönüm

noktası, 1994 yılında uygulamaya giren İhracatta Devlet Yardımları mevzuatı

çerçevesinde düzenlenen Ar-Ge Devlet Yardımlarıdır (DPT 2006b, s.91). Bu otomotiv

sektörüne önemli Ar-Ge “destek”lerinin verilmesini sağlamıştır. Dönemin

başlangıcındaki bu Ar-Ge desteği, daha sonra Gümrük Birliği’nin başlaması ve

TÜBİTAK TİDEB’in etkin Ar-Ge teşvikleri ile birlikte daha da artmıştır. Ancak OSD

gibi kurumların, DPT raporlarının üzerinde ortaklaştıkları bir diğer gerçek artan Ar-Ge

harcamalarına karşılık, katma değerin kısıtlandığıdır. Üretimin başka yerlere

kayması da sektörün önündeki diğer sınırı oluşturmaktadır.237 Sektör raporlarında

üretilen senaryoların ortak yönü, üretim zincirinin belirli aşamalarında teknoloji

geliştirme yönünde yoğunlaşmaktır. Çünkü bu yapılırsa yabancı ortağın üretimi başka

yere kaydırması engellenecek, yeni model üretimi için Türkiye’deki fabrikaları

kullanabilecektir. Bu senaryolardan diğeri ise, ürün seçimi ile ilgilidir. Dönemin ikinci

yarısında hafif ticari araçlar, özellikle kamyonetlerin üretimindeki hızlı artışla birlikte,

binek araçlardan öte bu alanda üretimi ve teknolojik tasarım niteliğini yoğunlaştırmak

yönünde seçenekler tartışılmaktadır. Kamyonet üretimi ve ihracatına yönelen ağırlık

gözetildiğinde üretimin ve teknolojik tasarımın bu alana yönelmesi, sermayenin karlılığı

için olduğu kadar, ana otomotiv şirketinin üretimi başka yerlere kaydırma basıncına

237 “… önümüzdeki yıllarda Türkiye’deki teknoloji ve ölçekten kaynaklanan nedenlerle üretim tesislerinin Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin gibi ülkelere kayması söz konusudur. Dolayısıyla sadece ‘iyi üretebilmek özelliği’ üretim tesislerinin Türkiye’de kalması için yeterli olmayacaktır. Üretim merkezi özelliğini korumak için bile Ar-Tge’ye kaynak ayrılması kaçınılmazdır”(Akarsoy-Altay, 2006, s.4). “Bugünkü rakiplerimiz Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Slovenya, Romanya ile Rusya’dır ve gelecekteki rakiplerimiz ise, Hindistan, Çin ve İran olacaktır” (DPT 2006b, s.135).

335

karşı da dönemin ikinci yarısında gerçekleşmekte olan bir seçenek olarak

gözükmektedir.238

Otomotiv sektörü özellikle ana sanayi itibariyle, sektördeki yoğunlaşma düzeyi,

yabancı sermaye oranı ve dış ticareti oranı yüksek bir sektördür, Ar-Ge harcamaları ve

nitelikli işgücü düzeyi bu nedenle imalat sanayi ortalamasına göre yüksektir. AB ve

uluslararası anlaşmalar ile ürün standartlarının sürekli yenilenmesi ve yükselmesi

yüzünden teknoloji, tasarım ve ürün kalitesi düzeyi yüksek tutulmaktadır. Bu, ana

sanayinin teknoloji harcamasını, nitelikli işgücü oranını imalat sanayi geneline göre

yüksek yapan ve yüksek tutan etkenlerden biridir. Üstelik uluslararası standartların

yaygınlaşması ve yenilenmesi, ana sanayi ile yan sanayi arasındaki ilişkilerin de

yeniden yapılanmasını getirmektedir.

Son bir söz de teknolojik düzeyin özgül ilişkileri ve üretimi üzerine söylenebilir.

TÜSİAD ve Otomotiv Sanayicileri Derneği’nin incelediğimiz dönemin başında birlikte

yaptıkları bir araştırmaya göre (Tüsiad, 1997b), OSD’ye üye 10 ana firma ve diğer

firmalar içerisinde üretimlerine en önemli katkıyı yapan imalat teknolojileri şöyle

sıralanmaktadır.

• Girdi malzemelere uygulanan otomatik muayene ve test,

• Otomatik muayene ve test,

• Karmaşık robotlar,

• Lazerlerin dışında gelişmiş kesme teknolojileri,

• Malzeme islemede kullanılan lazerler,

• Bilgisayar destekli tasarımı mühendislik (CAD/ CAE),

• Esnek imalat hücreleri / sistemleri (FMC/FMS).

Bu imalat teknolojilerinin ilk beş tanesi için 'önemli-büyük' katkı %100 olarak

belirtilmiştir. Sonraki iki sistem için de katkı oranı küçük değildir; bu oran sırası ile % 238 Yeni ürün ile talep yaratma yarışı, tüketiciye yönelik binek otomobilin sürekli çeşitlenmesini getirmektedir. Kamyonet, otobüs, midibüs ve hafif ticari üretiminde bu türden bir talep uyarma hızı yoktur; uluslararası pazarlar açısından yine yüksek bir rekabet vardır, ancak erişilebilecek pazarlar açısından sermayenin önünde etkin bir seçenek olarak durmaktadır. Bu sanki tarih tekerrürüne benzemektedir; 1980 öncesi dayanıksız tüketim mallarından dayanıklı tüketim malları üretimine geçen sermaye yapısı, bu sefer uluslararası sermaye ile eklemlenerek, elektronikten değil de, otomotiv’in “beyaz eşyası”ndan kamyonetten başlamaktadır.

336

90 ve % 83'tür. Ana sanayi firmalarında en büyük katkıyı, bu yüksek teknolojili

karmaşık makina ve sistemler yapmaktadır ancak yine de bu teknolojiler dönemin başı

itibariyle henüz çok az sayıda firmada kullanılmaktadır. İşaret edilmesi gereken

noktalardan birisi, yabancı ortak ile sürdürülen üretimde özgüllüğün, sürekliliğin

sağlanabilmesi için bu düzeyde yüksek ve karmaşık teknolojilere bağlı olunması ve

ilk beş teknolojinin araştırma, geliştirme ve tasarım açısından (en azından temel

araştırmalar ve bileşenler açısından) Türkiye’de üretilmiyor olmasıdır. Son ikisi

üretim örgütlenmesini, donanımın yanında yazılımı da gerektiren sistemlerdir;

bunların geliştirilmesi ve kullanımı için örgütlenme ve nitelikli işgücü düzeyi

oluşturulmaktadır.

Raporun belirttiğine göre, otomotiv ana firmaları açısından en yoğun

kullanılan yönetim ve enformasyon teknolojileri, toplam kalite yönetimi ve elektronik

veri iletişimidir. Kullanılan teknolojiler arasında en yaygın büyük katkı oranı

%100 ile imalat kaynak planlaması (ERP, MRPII) için gözlenmektedir. Onu % 90

ile toplam kalite yönetimi takip etmektedir. Yüksek teknolojik düzeyli ve karmaşık

robot, otomasyon ve lazer teknolojilerinde olduğu gibi elektronik veri iletişimi, üretime

yönelik enformasyon teknolojileri de donanım açısından Türkiye’de üretilmemektedir.

Ancak yazılım ve uygulamaları ile bu uygulama için gerekli nitelikli işgücü yerli

emek gücü ile karşılanabilmektedir.

Yani ana üretim ve değerlenme ile emek süreci örgütleme teknolojileri açısından

teknolojik düzeyin ilk sahibi hala, pek çok durumda üretim zincirinin ilk ve son

aşamalarını elinde bulunduran, lisans veren çok uluslu şirketlerdir. Türkiye’de sistem

entegrasyonu, yazılım ve uygulamaları yürütülmektedir.

3.3.2.8 Genel Değerlendirme: Makina sektöründe olduğu gibi otomotiv sektöründe de önce sektör

değerlendirmesini özetleyecek, sonra sektördeki teknolojik değişimi ve geri bağlantı

olarak teknoloji üretimi ile ilişkisini ana hatlarıyla yorumlayacağız.

İncelediğimiz dönem içinde kaydettikleri büyüme ve etkinlik ile önde gelen

sektörlerden biri olan otomotiv sektörü, teknolojik değişimi göstermesi, bunun teknoloji

üretimi ile olan bağlantısını sergilemesi açısından önemli veriler sunar. Ar-Ge’nin

337

uluslararasılaşmasında uluslararası şirketlerin ve onunla eklemlenen yerli büyük

sermayenin etkinlik biçimleri, devletin Ar-Ge desteklerinin bu tür bir eklemlenmeye

yönelik işlevi, Ar-Ge’nin uluslararasılaşmasının sermaye tabanı bu sektör üzerinden

anlaşılabilir. Bu yönde verileri yerli büyük sermayenin hakim olduğu açıdan sergileyen

bir başka önemli sektör, ileriki bölümde değerlendireceğimiz elektronik sanayidir.

Otomotiv sanayinde üretimin %80’ini erken kapitalistleşmiş 5 ülkenin 10 şirketi

yapmaktadır. Türkiye’nin dünyadaki taşıt üretiminde aldığı pay ise giderek artmaktadır.

2001 yılında dünya pazarındaki payı % 0,5 iken 2004 yılında bu pay % 1,3’e

yükselmiştir. Özellikle incelediğimiz dönemin ikinci yarısında yaşanan pazar payı artışı,

Çin ve Hindistan’dan sonra en yüksek artıştır. Otomotiv sektörü ana sanayi ve yan

sanayi açısından uluslararası sermaye ile eklemlenen, yerli büyük şirketlerin uluslararası

şirketlerle ortak olduğu oligopol bir yapı oluşturmaktadır.

Genel olarak taşıtlar içinde yaptığımız ayrıştırmaya göre değerlendirilecek

olursa, tüketim malı niteliğindeki binek otomobiller ile üretim aracı niteliğindeki taşıtlar

arasında yaptığımız ayrım önem kazanır. Görüldüğü gibi bu tür taşıtların üretimi ve

ihracatı özellikle dönemin ikinci yarısında binek otomobillerin oranlarına yaklaşmıştır.

Üretim aracı niteliğindeki taşıt üretiminde ele aldığımız dönemde en belirleyici

özellik hafif ticari araç üretimindeki çarpıcı büyümedir. Bunlar arasında özellikle

kamyonetlerin üretim ve ihracatındaki artış ise kayda değerdir. Bu taşıtların ülke

içi pazarı da oldukça hızlı bir büyüme kaydetmiştir. Sektör raporları, DPT raporları,

geleceğe dönük ticari araçlarda yoğunlaşma hedefi üzerine vurgu yaparken, bu yönde

kaydedilen gelişmeleri dikkate almaktadırlar. Buna karşılık bu kesimdeki teknolojik

değişimi sektörün genelinden ayırt etmek güçtür. Bu bölümde, bu teknolojik değişimin,

genel olarak otomotiv sanayindeki teknolojik değişime az çok paralel olduğunu

varsayarak, üretim araçları üretimindeki teknolojik değişimi saptamaya çalıştık. Bu

doğru bir saptama gibi görünmektedir, çünkü otomotiv sanayi yatırımları ve etkinlikleri

içinde hafif ticari araç üretiminin payı önem kazanmaktadır.

Gerek yerli gerek uluslararası sermaye olarak bu sektör incelediğimiz dönemin

ilk yarısı içinde büyük oranda komple yeni yatırımlar yapmışlardır. 1990’larla birlikte

uluslararası sermaye (yerli sermayeyle ortak ya da tek başına), ana sanayi yan sanayi

ilişkisinin güçlü olması, düşük nitelikli emek ücretleri ve Avrupa pazarına yakınlık gibi

338

nedenlerle buraya yatırım yapmış, Gümrük Birliği için önceden hazırlık ve AB

nezdinde lobi yürütmüştür. Bu komple yatırımların yerini ikinci yarıda Ar-Ge

yatırımları, Ar-Ge destekleri ve otomasyon yatırımları almıştır. Alman Sanayi

Federasyonu, 2005 yılında Otomotiv üzerine hazırlanan bir raporunda Türkiye’yi kast

ederek şöyle demektedir: “Araç üretim firmaları, şimdi ise üretim proseslerinin önemli

bir bölümünü otomasyon sistemine dönüştürmeyi perde arkası

hedeflemektedirler” (BDI, 2005).

Otomotiv sektörü, Ar-Ge harcamalarının ve Ar-Ge desteklerinin nasıl geliştiğine

ve yönlendirildiğine iyi bir örnektir. Bu sektördeki Ar-Ge harcamalarına verilen

destekler ve bu harcamalarının inişli çıkışlı yapısı, bu alandaki uluslararası şirketlerle,

bunlarla ortak yerli sermayenin projelerine göre dalgalanmaktadır. 1997–2000 yılları

arasında yeni model geliştirme yatırımı, toplam yatırımın %20’si iken, yüksek

kalite ve daha fazla çeşitlilik yönündeki talebi karşılamak için 2000’den 2007 yılına

kadar %40–50 düzeyine yükselmiştir. Bu sektördeki teknolojik değişimin hızlandığı

anlamına gelmektedir. 1996 ile 2004 yılları arasında otomotiv sanayinde proje sayısı

yaklaşık ikiye katlanmış, proje maliyetleri ise 5,5’a katlanmıştır.

Dönemin ikinci yarısında “2001 krizi sonrasında özel imalat sanayi genelinden

ve kendi geçmiş eğilimlerinden önemli ölçüde farklılaşmaya başlamış” (Yükseler ve

Türkan, 2008, s.16) olan sektörün bu gelişiminde verimlilik ve teknolojik donanımdaki

artışın payı vardır. Bu anlamıyla üretim aracı taşıtlardaki teknolojik değişme ele

aldığımız dönemde büyük olmuştur.239 Bu koşullarda sektör içinde üretim aracı

niteliğindeki taşıt üretiminin payı artmıştır. Ana sanayinin yabancı sermaye bileşimi,

Ar-Ge ve teknoloji açısından ana ortağa bağımlılığı ve dış ticarete bağımlılığı

gözetilirse, bu gelişimin tamamen öz merkezli bir gelişim olmadığı açıktır. Ancak ana

firma ve pazar ile kurulan ilişkide tekil sermayelerin kendi özgül geliştirme çabaları da

göz ardı edilmemelidir. İşte teknolojik değişimin hızlı ve güçlü bir biçimde yaşandığı

sektörde teknoloji üretimi konusunda geri bağlantıları oluşturan etkenler de burada

ortaya çıkmaktadır.

239 Sektörün bu gelişiminde reel ücret üzerinde yaratılan basıncın yanı sıra yalın üretim, esnek çalışma gibi emek süreci örgütlenmesinin yaygınlaşması ve derinleşmesiyle sonuçlanan köklü değişimler de rol oynamıştır.

339

Ar-Ge personelinde, Ar-Ge harcamalarında görülen görece yüksek artış,

üniversite sanayi işbirliği, standartlaşmaya dair ana sanayi ve yan sanayinin içine girdiği

zorunlu yönelim, teknoloji üretiminin temel dinamiklerini oluşturmaktadır. Ar-Ge’nin

uluslararasılaşmasının devreye girdiği yer de burasıdır. Uluslararası şirketlerle yani

uluslararasılaşan üretken sermaye ile eklemlenen yerli sermaye, Ar-Ge çalışmalarını

belirli sınırlar içinde yürütebilmektedir. Uluslararası şirketler için böylelikle Ar-Ge

maliyetleri, genele ya da çoğu zaman bölgesel pazara yönelik geliştirmelerin maliyetleri

ulus devletler nezdinde toplumsallaşmaktadır. Geç kapitalistleşen ülkelerde, Ar-Ge’nin

uluslararasılaşması ile sınırlanan bu teknoloji üretimi, teknolojik değişmenin ve

sermaye birikiminin karlılık için yönelmek zorunda olduğu yolun gereksinimleri olarak

doğmuşlardır. Teknolojik düzey olarak ana firmanın temel teknolojik bileşenlerine

bağımlı olmakla birlikte, üretimin koşulları (girdi, emek gücünün örgütlenmesi) ve

üründeki kimi teknolojik yenilikler (bazı parça ve aksamdaki yenilik girişimleri)

bu sektördeki belli başlı Ar-Ge alanlarını oluşturmuştur. Bunlar özgün araştırma

geliştirme çabalarıdır. Zira nitelikli ve ucuz işgücü ile girdi maliyetlerini düşük

tutmaya dayanan tekil sermayelerin kendi pazarlarına (iç ve dış) yönelik uluslararası

rekabet güçleri aşınmaktadır. Üstelik karlarının yani katma değerlerinin çok

kısıtlandığını, azaldığını bu sermayelerin kendileri dile getirmektedirler. Yani bu

alandaki tekil sermayeler ucuz ve nitelikli işgücü aracılığıyla elde edebildikleri rekabet

üstünlüklerini yitirmektedirler. Bu durumda, ana firmayla yapılan yeni

sözleşmelerin devamı, bu sözleşmelerin sonucunda üretilen ürünlerde elde edilen

karın azalmasının önüne geçmek hatta bazen üretimin devam edebilmesi için bile

bu türden özgül gelişme alanlarının açılması, otomotiv sektöründe belli başlı tekil

sermayeler açısından kaçınılmaz olmaktadır.

Genelde ana sanayideki firma, otomotivle ilgili yeni bir projeyi yabancı ortağına

kabul ettirdiğinde, bununla ilgili Ar-Ge için destek alınmaktadır. Bu açıdan Ar-Ge

harcamaları da “yabancı ortağın stratejileri” ile belirlenmiştir, yer yer yerli ortak kimi

Ar-Ge projelerini kabul ettirerek kendi üstünlüğünü sağlama yoluna gitmiştir. Yine de

Ar-Ge harcamaları zayıf konumundan artışa geçmiş görünmektedir. Özellikle

incelediğimiz dönemin ikinci yarısında Ar-Ge harcamalarında önceki döneme göre

büyüklük olarak artış vardır. Genel olarak Ar-Ge harcamaları ile karşılaştırmak

340

gerekirse, otomotiv sektörünün toplam Ar-Ge projeleri içindeki payı %11’dir. Buna

karşılık proje maliyetlerinin toplam maliyet içindeki payı % 24’tür.

Otomobil yapımına dair temel lisans ve teknoloji bilgisi uluslararası şirketin

elindeyken, otomotivin bileşenlerinde teknolojik yönden geliştirme arayışı yerli

ortağın çabasını oluşturmaktadır. Bu çabanın altında, otomotiv pazarındaki sıkı

rekabet, uluslararası şirketin yeni modelleri ve tasarımları başka fabrikalarına

kaydırma olasılığı gibi tehlikelere karşı sermaye birikiminin ihtiyaçları

bulunmaktadır. Bu ihtiyaç ve uluslararası şirketlerin Ar-Ge çalışmalarına yerleştikleri

ülkelerden destek alma eğilimlerinin sonucu, otomotiv sanayi ile üniversite işbirliğinde

de somutlaşmıştır. 2004 yılında, İTÜ ile OSD arasında, TÜBİTAK Üniversite Sanayi

Araştırma Merkezleri Programı çerçevesinde kurulan ‘Otomotiv Teknoloji Ar-Ge

Merkezi (OTAM)’ bu yönde bir adımdır. Bu çabaların henüz uluslararası şirketlerin Ar-

Ge harcamaları ile kıyaslanmayacak ölçüde küçük olmaları, geç kapitalistleşmenin

sınırları içerisinde değerlendirilmeli, erken kapitalistleşmiş ülkelerin ve uluslararası

şirketlerin ölçüleri ile kıyaslarken bu sınırlara dikkat edilmelidir.

Bilimsel üretim sürecinin merkezinde yer alan ürünler açısından, yani

otomobilin bir model olarak tasarımı, motor, elektronik bileşenin merkezi parçalarının

lisansları uluslararası şirketlerin elindedir. Bu merkezi bileşene dair teknolojinin

mülkiyeti yabancı sermayenin elindedir. Geç kapitalistleşmenin sınırını da burası

oluşturmaktadır. Örneğin otomotivde çok önemli bir sıçrama yaratan “Triboloji”

teknolojisini geliştiren Türkiye’den bir mühendistir, ancak Ali Erdemir, bu teknolojiyi

ABD’de geliştirmiştir, lisans ve üretim uygulama mülkiyeti bir amerikan uluslararası

şirketindedir (Tuncel, 2005). Buna karşılık Türkiye’de, uluslararası şirket ortağının

ürettiği tüm modellerde kullanılmakta olan “süspansiyon kolu” gibi Ar-Ge ürünleri

üretilmekte, bu türden teknolojik geliştirme çabaları sürmektedir. Ancak incelediğimiz

dönemin bu Ar-Ge çalışmalarının ortaya çıktığı, Ar-Ge desteklerinin verilmeye

başlandığı ve bunun kurumlarının kurulduğu dönem olduğunu da tekrar vurgulamak

gerekir.

Otomotiv sektöründe ana sanayi yan sanayi ilişkisi güçlü olmasına karşın bu

büyüme tablosunu, yan sanayi aynı hızda sürdürmemektedir. 1997 yılında yerli parça

kullanım oranı % 40’lar seviyesinde iken, 2003 yılında bu oran % 23’e düşmüştür.

341

TAYSAD genel sekreteri Barbaros Demirci’ye göre, dünyada motorlu taşıt üretimini

elinde tutan çok uluslu şirketler, tasarlamış oldukları, üretimi ekonomik olmayan kimi

taşıtları Türkiye gibi ülkelerde ürettiriyorlar. En ucuz, en kaliteli, teşvik sistemi

uygun, nitelikli ama ucuz işgücüne sahip ülke bu taşıtların üretimi için seçilecek.

Demirci’ye göre, amaç katma değerin paylaşımı üzerinden şekilleniyor. Kendisinden

bekleneni yerine getiren ülkedeki üretime verilen katma değer payı artacak, ancak

büyük payı, çok uluslu şirket alacaktır. Demirci’ye göre, yan sanayi için de bu

geçerlidir. Ancak bu kurallara uymaya hazır yan sanayi yeni üretilecek taşıtlara yönelik

parça ve aksam üretimi anlaşması yapabilmektedir. Buna karşılık Türkiye, ucuz parça

ve ürün ihraç ederken, dışarıdan aldığı ithal girdiler buna göre daha pahalıdır. Aradaki

katma değerin çok uluslu şirketlere gittiğini vurgulayan Demirci, yan sanayi için de ana

sanayi ile daha uyumlu bir işbirliği önermektedir (TAYSAD Dergisi, Sayı 23, 2004).

DPT raporuna göre, otomotiv sanayinde, 1990 ile birlikte “küresel entegrasyon”

başlamıştır. 2000’li yıllarda ise yüksek katma değerli üretime geçilmeye çalışılmaktadır.

Ancak yan sanayi ve yenileme pazarına yönelik sanayi etkinliği azdır. Üstelik çoğu

yabancı ortaklı sektörde “karlılık son derece sınırlıdır” (DPT 2006b, s.133).

Karlılıktaki sınırlılığın aşılması, katma değerin payının yükseltilmesi, tasarı ve

Ar-Ge etkinliklerinin geliştirilmesi bu kapsamdaki hedefler olarak sektörün önüne

koyulmaktadır. Otomotiv sektörü dönemin ikinci yarısında ihracatta en yüksek paya ve

değişime sahip sektör olarak öne çıkmıştır. Bu durum yan sanayiye görece olarak daha

yavaş hızla yansımakta olsa da yan sanayide de buna bağlı bir gelişim görüldüğü

belirtilmektedir.

Sektör kurumlarının açıklamalarına göre, otomotiv yan sanayinde tasarım,

teknoloji konusunda söz hakkına sahip olma, bu nedenle ortak tasarım, tasarım

partnerliği, Ar-Ge çalışması önem kazanmaktadır. Teknoloji konusunda söz hakkına

sahip olma yan sanayinde merkezileşen sermayenin temel sıkıntıları arasındadır. Çünkü

ana sanayideki yabancı ortaklar çoğu zaman lisans sözleşmelerinde aksam ve parça

tedarikinin de bağıtlanmasına yol açmaktadırlar. Bu parçaları iç pazardan elde

etmektense kendi yan sanayilerinden temin etmek için sözleşme yapmaktadırlar. Bu

durumda yan sanayinin konumu, teknoloji sahipliğinden uzak bir biçimde, çoğu

342

durumda tedarikçinin fason üreticisi olma düzeyine yaklaşmaktadır.240 Bu nedenle

“ortak tasarım, tasarım partnerliği”, yan sanayinin geneli için değil, merkezileşen ve

görece büyüyen sermaye kesimlerinin sık sık öne sürdüğü talepler arasındadır. Ar-Ge

ve tasarım merkezi olma istemi bu kesimler tarafından dillendirilmektedir.241

İncelediğimiz döneme karakterini veren, bir dönüşümden çok belirli sektörlerde

değişime yönelik alt yapının döşenmesidir. Bu değişim, tam da geç kapitalistleşmenin

özgül eklemlenme tarzına uygun olarak imalat sanayinin genelinin değişimi değildir;

aksine üretim yapısındaki değişim onu tanımladığımız gibi, uluslararası sermayeyle

eklemlenen (ortak olan ya da uluslararası pazarlara açılan) sermaye kesimlerinin

yaşadığı ve diğer kesimleri de onlar üzerinden etkileyen değişimdir. Otomotiv’de Ar-

Ge’ye yönelik devlet desteği, dönemin ikinci yarısı için hazırlanan 2008 yılında geçen

Ar-Ge yasasının büyük şirketleri kapsaması gibi gelişmeler göz önünde bulundurulursa,

teknolojik yenilik de bu kesimlerin hakim olduğu üretim alanlarının bir ihtiyacı

olarak ortaya çıkmaktadır. Otomotiv fabrikaları da Ar-Ge’nin uluslararasılaşması

sürecinden paylarını almaktadırlar. Uluslararası firmalar, farklı pazarlara yönelik

ürünlerde kimi alt seçenekleri, alt geliştirmeleri, yerleştikleri ülkelerin nitelikli

emek gücüne bırakabilmektedirler. Dahası, ortak olan sermaye kesimi açısından,

uluslararası şirketin o ülkede üretim yapabilmesini “çekici” kılmak için Ar-Ge

etkinliğine bel bağlamak giderek daha fazla artan seçenek haline gelmektedir.

Tofaş ve Ford-Otosan örnekleri böylesi teknoloji geliştirme örnekleridir. Bunun

gerçekleşebilmesi için Ar-Ge’nin uluslararasılaşmasıyla birlikte, belirli koşulların da

oturmuş olması gereklidir. Fikri mülkiyet hakları, sıkı lisans ve patent hakları, artık

uluslararası şirketleri ortak şirketlerle birlikte yerleştikleri nitelikli emek gücünün

240 TAYSAD Yönetim Kurulu Başkanı Ömer Burhanoğlu “Türk yan sanayinin önemli bir yol ayrımına geleceğine dikkat çek”mektedir. “Türkiye küresel oyuncu olma yolunda ya risk alıp yurtdışına açılacak ya iş modelini değiştirerek Tear 2’ye (ara kurum vasıtasıyla tedarik yapmak) razı olacak ya da spesifik parça üretiminde ihtisaslaşarak maliyetlerini minimize edecek veyahut organizasyonunu yalınlaştıracak. Bir diğer ihtimal ise küresel oyunculara şirketlerin tamamının ya da bir kısmının satılması”(Platin Dergisi, Eylül 2007, 119).

241 “Tasarımda etkili olmalıyız. Kaliteli üretim vizyonuyla ihracat potansiyelini gün geçtikçe artıran Türk otomotiv yan sanayi, global oyuncuların gözdesi olmaya devam ediyor. Rekabette söz sahibi olmak için kaliteli üretimin yanı sıra Ar-Ge ve tasarım süreçlerine yönelik yatırımların da hızlı bir şekilde artması gerekiyor. …Bir araçtaki parçaların yüzde 95'ini üretecek güce sahibiz. Odaklanılması gereken en önemli konu üretilen parçaların ne kadarının tasarımında söz hakkına sahip olunduğu… Türkiye'de üretilen dünya araçlarında hem ortak tasarımı, hem de doğrudan tasarımcı olarak [söz hakkına sahip olunabilir]” (Platin Dergisi, TAYSAD başkanı ile röportaj, Eylül 2007; s.119–122)

343

geliştirme yönündeki çabalarından da yararlanır hale getirmiştir. Teknoloji ise, sermaye

birikiminin eşitsiz doğasına bağlı ve bunun dolaysız bir sonucu olarak, ancak belirli

kademeleri ile geç kapitalistleşen ülkelerde geliştirilebilir. Üstelik üretim yapısının ikili

niteliğinin bir sonucu olarak hakim yerli sermayenin uluslararası sermaye ile kesiştiği

alanlarda ve uygun donanımlar ile hukuksal, kurumsal ve teşviğe dair düzenlemelerin

yeterli olduğu yerlerde bu gerçekleşebilir. Bu durumda teknoloji geliştirmenin nitelikli

emek gücü, devlet teşviği bu sermayenin hizmetine sunulmuş olur. Otomotiv sektörü,

sermaye kesimleri açısından bu nitelikleri taşıyan, uluslararası pazarlarda rekabetin

basıncı yüzünden bu ihtiyaçların en fazla dile getirildiği sektördür. Teknolojik

değişimin ve ülke içi teknoloji üretiminin sınırlarını geç kapitalistleşmenin ve

uluslararası sermayeyle eklemlenmenin bu sınırları oluşturmaktadır.

Kimi aksam ve parçalarda teknolojik tasarım konusunda bir gelişme, genel

olarak ise daha çok da üretim teknolojisi ile emek gücü örgütlenmesinin

yaygınlaşmasında değişim yaşanmış görülmektedir. İhracatın artmasına karşılık üretilen

artı değerden ülke içi tekil sermayelerin aldığı pay aynı oranda artmamaktadır. Bu

durum, sektörün tasarım, Ar-Ge gibi özgül alanlarda gelişerek “katma değerdeki

sınırlılığı” aşmak, bu payı yükseltmek yönündeki taleplerinde açığa çıkmaktadır.

Üstelik daha önce vurgulandığı gibi birim işgücü maliyetleri ülke içi ölçülerle

düşmekteyken, kur sepetine göre aynı düzeyde düşmemektedir, bu ikisinin arasındaki

makas, uluslararası rekabet nedeniyle fiyatlara yansıtılamadığı oranda emek süreci

üzerinde (reel ücretlerde düşüklük, esnek çalışma gibi üretim örgütlenmesinin

derinleştirilmesi) yansımakta, teknoloji emeğin yerini aldığı gibi, teknolojik donanımın

geliştirilmesi için farklı kurumsal “işbirliği”nin olanakları da döşenmektedir.

İncelediğimiz dönemde Ar-Ge’nin planlanması, kamu ve özel Ar-Ge olanaklarının

kurumsallaştırılması, Ar-Ge teşviklerinin planlanması yönündeki artan ilgi tam da

sermayenin bu artan ihtiyacını yansıtmaktadır. Makro düzeydeki Ar-Ge planlamaları,

farklı biçimler alan yatırım teşvikleri ile mikro düzeyde teknolojik öğrenme, teknolojik

yeniliğin üretilip yaygınlaşması arasındaki ilişkiyi hızlandırabilecek, “ara kayış”

olabilecek kurumsallaşmaların yaratılması yönünde artan talep de bu gelişmelerle

açıklanabilir.

344

Bu bölümü, 2000 yılında TOFAŞ CEO’su Jan Nahum’un 3. Teknoloji

Kongresi’nde yaptığı konuşmayı, o tarihten dönemin sonuna kadar yaşanan gelişmelere

uyarlayarak sonuçlandırabiliriz. Nahum (III. Teknoloji Kongresi, 2000) şöyle

demektedir:

Allah’ların katında yer almak Allah tarafından kararı verilip de uygulanan bir ulvi strateji değil. Eğer o mertebede yer almak istiyorsak zor ve dikenli bir yolda sürdürmekte olduğumuz bu yolculuğa her türlü fedakârlık ve gayretle devam etmeliyiz. O mertebeye erişmek bizim onu ne kadar çok istediğimize, o uğurda ne kadar zahmet çekmeye hazır olduğumuza ve ulusça bu konuya cidden ayırmak istediğimiz kaynaklarla orantılı. Görülüyor ki Allahlaşmak için bile Darwin’in Gelişim Teorisi geçerli. Geçmişte bir gün eğer bazı Allah’lar dünyaya gelip bizi yaratmış ise ve bunu yapacak teknolojik seviyede idilerse de, onların bu seviyeye gelmeleri için ya başka Allahlar onları aynı şekilde yarattı veya kendileri bir Darwinist gelişme geçirdiler. Öyle ise biz de niye onlar gibi bir Darwinist gelişmenin sonucu olmıyalım? Çünkü tarihteki izlerimiz ve geçmiş bulgular bu gelişimi bu kadar kısa bir evrim süresinde gerçekleştiremeyeceğimize işaret ediyor. O halde, eskiden olduğu gibi bugün de Allah’ların katkısıyla onların seviyesine erişebilir, onlar gibi olabiliriz. Çok kısa zamanda; eğer istediğimiz bu ise…

Nahum’un benzetmesi, eşitsiz ve bileşik gelişimin iki yönünü de yansıtmaktadır.

Bir yandan eşitsiz gelişmenin kabulüne dayanmaktadır: Otomotiv sektörün önde gelen

çok uluslu şirketleri, bu gelişimin üst basamaklarında yer tutmuş olan “Allah”lardır. Öte

yandan bu şirketlerle girişilen ortaklıklardan yararlanma kaçınılmazdır. Ancak bunların

da bir zamanlar yokken, o hale gelmiş oldukları yani Türkiye’deki tekil kapitalistlerin

sermaye birikiminin o düzeye gelebileceği vurgulanmaktadır. Öte yandan ise onlarla

girişilen bu ortaklık ile daha hızlı bir gelişmenin yani “bileşik” gelişimin yaşanması

olası gösterilmektedir. Bu konuda tekil sermayelerin çabası kadar, “ulusça” bu çabaya

ayrılan kaynaklardan bahsedilmektedir. Bunlar ise teknolojik yeniliği hızlandırma, bu

yeniliğin üretilmesinde devlete, üniversitelere, özel kurumlara ve bunların işbirliğinin

örgütlenmesine yani tekil sermayelerin teknolojik rekabet, sabit sermayenin devrini

kısaltarak karlılığı artırma yönündeki çabalarının risklerini toplam toplumsal

sermayenin paylaşması için devlete ve kurumlara işlev yüklemek anlamına gelmektedir.

345

3.3.3 Endüstriyel Elektronik

3.3.3.1 Endüstriyel Elektronik: Tanımı ve Elektronik Sanayi İçindeki Yeri Dünya genelinde elektronik sanayi, yüksek düzeyde sermaye yoğun ve

uluslararası şirketlerin hâkim olduğu bir sanayidir (Dicken, 1992, s.311). Üretim

sürecindeki gelişmeler, üretimin uluslararasılaşması gibi eğilimlerle birlikte kimi

alanları dünyanın farklı bölgelerine kaydırılabilmektedir. Bu kaymadaki anahtar ölçü,

üretim sürecinin giderek standartlaştırılan kimi parçalarının ne ölçüde coğrafi olarak

birbirinden ayrılabileceğidir242; bu parçaların daha fazla emek yoğun olması üretimin

parçalanmasının temel etkenlerinden biridir.243 Ancak elektronik sanayinin en temel

özelliği tüm diğer sektörlerin gelişmesindeki kuvvetli etkisidir (Tanyılmaz, 2002, s.5),

(Dicken, 1992, s.310). Teknolojik düzeyinin yüksek olmasının yanı sıra esas olarak

bilim ve teknoloji üretiminin en yakın aşamasını oluşturması, geri bağlantı olarak bu

üretimden beslenmesi, ileri bağlantı olarak da tüm sektörü belirlemesi nedeniyle

ekonomi açısından kritik bir sanayidir.244 Bir yandan tüketici ürünlerine, diğer yandan

üretim araçları üretimine yönelik ileri bağlantı etkisi yüksektir. Çünkü teknolojik

yeniliklerin hızlanması, elektronik sektör üretim devrini hızlandırdığı gibi, ürünlerin

ekonomik olarak eskime zamanını da azaltmaktadır. Bu nedenle elektronik sanayinin

ürünleri ister tüketici ürünleri olsun, isterse de üretim araçlarının önemli bileşenleri

olarak olsun, hızla ekonomik açıdan eskimektedir. Bu da bu sektörün ürünlerini

kullanan sanayiler açısından geriye doğru bakıldığında elektronik sanayini emek

üretkenliği ve teknolojik gelişme bakımından kritik önemde bir sanayi haline

getirmektedir. Elektronik sanayinin geri bağlantısı olarak adlandırılabilecek bilimsel-

teknolojik üretim açısından da ürün devrindeki hızlanmanın yarattığı basınç daha fazla

242 “Günümüzde hangi pazar olursa olsun, elektrikli ev aletleri içinde yer alan bileşenlerden ve hammaddelerden yaklaşık %60’ı tamamıyla standardize edilmiştir” (Tanyılmaz, 2002, s.9). Modüler üretim ve ürünlerdeki standartlaşma sadece tüketici elektroniği için değil genel olarak elektronik sanayi için de geçerlidir (Lüthje, 2005). Ürünlerdeki standartlaşma, üretim sürecinin parçalanması için önemli bir ölçüdür, böylelikle üretim parçalara ayrılıp, emek yoğun alanlar, pazarlara erişim ve kümeleşmeler gözetilerek farklı bölgelere kaydırılabilir.

243 Sektörün dünya çapında son yıllardaki gelişimi için bkz. Tanyılmaz (2002), Dicken (1992), Çakır (2004).

244 “Sanayiyi bu kadar önemli yapan … giderek artan biçimde elektroniğin uygulamasının yaygınlaşmasıdır. Gerçekten de, mikro-elektronik sanayi bugünün ‘sanayilerin sanayisi’ olarak tarif edilse yeridir” (Dicken, 1992, s.309).

346

Ar-Ge harcaması245, üniversite sanayi işbirliğine ve araştırma şirketlerine, nitelikli emek

gücüne yönelik yükselen talep anlamına gelmektedir.

Türkiye’deki elektronik sanayini incelerken, üretim araçları ve tüketim malları

olarak iki kesime ayırma perspektifini sürdüreceğiz. Sanayiyi bu ayrımla incelerken,

geri bağlantı ve ileri bağlantı etkilerini, sermaye yoğunlaşmasını, yabancı sermaye

etkisini de göz önünde bulundurmaya çalışacağız.

Elektronik sanayini, tüketici elektroniği ile endüstriyel elektronik (ya da

üretim aracı niteliğindeki endüstriyel elektronik) olarak bölümleyeceğiz. Üretim

araçlarındaki yapısal değişimi anlamaya çalıştığımız için bu bölümde ikincisini

inceleyeceğiz. Ancak tüketici elektroniğini de hem karşılaştırmak hem de birlikte

değerlendirmek için ele alacağız. Bu iki açıdan gereklidir: ilk olarak endüstriyel

elektronik, tüketici elektroniğinin önemli bir geri bağlantısıdır; her birindeki

gelişme ve değişmenin diğerini sürüklemesi ya da en azından etkilemesi beklenir.

İkinci olarak ise, incelediğimiz döneme özgü olarak, özellikle dönemin ikinci

yarısında tüketici elektroniğinin üretimindeki parlak artış ile endüstriyel

elektroniğin gelişimi arasındaki ilişkiyi ayrıştırmak gereklidir. Bununla birlikte

burada askeri elektronik sanayi, bu bölümlemeden ayrı, özel bir alan olarak ele alınacak

ve yeri geldiğinde karşılaştırmalı olarak incelenecektir.246 Zaten askeri elektroniğin,

genel olarak elektronik sanayi üretimi içindeki payı çok küçüktür, ancak teknoloji

açısından sürükleyici olabileceği yerlerde özel olarak değinilecektir.

245 Kriz zamanlarında bile sektörün önde gelen şirketleri, birçok şeyden kesinti yapmalarına karşın Ar-Ge harcamalarından kesinti yapamamaktadırlar (Tanyılmaz, 2002, s.15).

246 Sorun askeri elektronik sanayinin üretim aracı niteliğinde alınamayacağı gibi tüketim aracı olarak da ele alınamamasında ortaya çıkmaktadır. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrası kapitalizmin eğilimleri açısından silahlanma sanayi, toplam toplumsal sermaye içerisinde önemli bir yer tutmaktadır. Ancak bu yerin anlamı, literatürde tartışmalıdır. Monthly Review okuluyla öne çıkan “Tekelci Kapitalizm” yaklaşımı askeri harcamaları, artığın emilmesinin temel bir yönü olarak ele alır (Baran ve Sweezy, 1966). Değer kuramını bir yana bırakıp, kar oranlarının düşme eğilimi yerine “artığın” artma eğilimini ve bunun karşısında kriz yerine onun bir biçimi olan eksik tüketim krizini geçirir. Böyle olunca hızla yükselen “artığın” emilimi, ancak üretken olmayan sektörlerde (hizmet, silahlanma) gerçekleşebilir. Öte yandan Marksist yaklaşım içinde farklı bir bakış açısıyla Ernest Mandel, askeri harcamaların yapısını ayrı biçimde incelemiştir. Mandel’e göre, geç kapitalizmde sürekli silahlanma ekonomisi egemendir. Bkz. (Mandel, 2008), özellikle 9. bölüm. Silahlanma sanayi, teknoloji açısından sürükleyici olsa da, üretim değil yıkım araçları (means of destruction) üretimidir.

347

Yaptığımız bu bölümlemede tüketim aracı niteliği taşıyanlar teknoloji açısından

hemen bir kenara bırakılamazlar. Tüketim elektroniği sektörü, üretim aracı niteliği

taşımamaktadır ancak teknolojik düzeyinin “yüksek” ve “orta yüksek” olması

nedeniyle, bu tüketim araçlarındaki gelişme ve yenilikler, en azından kuramsal düzeyde,

geri bağlantı etkisiyle üretim araçları (makina ve süreç otomasyonu, bileşenler)

üretiminde de teknolojik gelişmeyi bir ihtiyaç olarak gündeme getirmektedir. Bu

durumda bu sektörün girdi bağlantıları, ithalat düzeyi, yoğunlaşma ve yabancı sermaye

düzeyi gibi göstergeler, sektörün ülke içi teknolojik gelişmeye katkısı açısından önemli

veriler olmaktadır.

Öte yandan, endüstriyel elektronik ise dolaysızca üretim aracı niteliği taşır ve bu

sektördeki üretim gelişimi, aynı zamanda teknolojik yapıda bir gelişmeyi ifade eder.

Dahası, üretim araçları üretimi içerisinde kilit rol oynayan dallardan birisi endüstriyel

elektroniktir. Bu sektörün gelişimi, bu gelişimin niteliğinin incelenmesi, üretim araçları

üretiminde teknolojik açıdan öz merkezliliği irdelemek, makina üretimine teknolojinin

katkısını sorgulamak açısından önemli olacaktır.

Endüstriyel elektroniğin diğer bir kilit özelliği, bu sektördeki cihaz ve

sistemlerin yapısı gereği seri üretim şeklinde değil, mühendislik tasarım ve geliştirme

ağırlıklı olarak üretilme niteliğidir. Kapitalizmde bilimin gerçek boyunduruk altına

alınma girişimi ve bunun çelişkili sürecini düşünürsek, endüstriyel elektronik

üretiminde bilimsel üretim süreci (Ar-Ge ile tasarım ve sistem oluşturma anlamında

mühendislik) önemli bir girdi olarak var olmaktadır. Endüstriyel elektronik, seri üretim

yapmamakta, aksine alıcı yani pazar ile yakın etkileşim içindedir; bu nedenle Ar-Ge ve

mühendislik işlemleri bu üretim içinde merkezi bir yer tutmaktadır. Tam da bunun için,

bu sektörde mühendislik ve Ar-Ge katkılarının niteliğini ölçmek ve bunları bir girdi

olarak ayırt etmek özel önem kazanmaktadır. Oysa ki, bu verileri sağlıklı bir düzeyde

bulmak kolay değildir.247

247 Makina imalat sanayini incelediğimiz bölümde, küçük ve orta ölçekli sanayi işletmelerinde mühendisin çoğu zaman “atölye şefi” olarak görüldüğü, mühendislik niteliğinin gerçekleşecek alan bulmadığı yönündeki yaygın saptamayı belirtmiştik. Tersi yönü gösteren bir saptama ise ileride görülebileceği gibi otomasyon sektörüyle ilgili yapılandır: Buna göre, sistem entegrasyonu, mimarisi gibi mühendislik hizmetleri, imalat sanayinde sanki “bedelsiz” olarak algılanmakta, bunlara yapılan harcamalar fazlalık olarak görülmektedir. Tüm bunlar imalat sanayinde mühendisliğin yeri konusunda algılamanın geç kapitalistleşmeye uygun biçimde olgunlaşmamasını gösterdiği kadar, imalat sanayinin bu

348

Bu sektörün üçüncü niteliği, cihaz ve sistemlerinin teknik önemine karşın sabit

sermaye yatırımları içerisinde görece küçük bir “parasal paya” sahip olması, bu

endüstriyel elektronik ürünlerinin önemini az göstermektedir.248

İzleyen alt bölümlerde, elektronik sanayi bu gruplandırmalar ışığında tasnif

edilecek ve özellikle endüstriyel elektronik incelenecek, sanayinin diğer alt bileşenleri

ile karşılaştırılacaktır. Tüketim elektroniğinin dönem içinde gösterdiği parlak büyüme,

endüstriyel elektroniğin bu alt sektörle karşılaştırarak incelenmesini zorunlu

kılmaktadır. Endüstriyel elektronik hem tüketim elektroniğinin hem de imalat sanayinin

elektronik alt yapısı ve üretim araçlarının elektronik bileşenleri açısından can damarı

niteliği taşıyan geri bağlantı niteliğine sahiptir. Karşılaştırma, bu geri bağlantı

niteliğinin ne kadar güçlü olduğu, elektronik sanayine ve tüm imalat sanayine ne kadar

bileşen ve girdi sağladığını incelemek, öte yandan da bunun özgül teknoloji üretimine

dayanıp dayanmadığını sorgulamak açısından yapılacaktır.

Elektronik sanayi, DPT sınıflandırmalarında şu alt sektörlere ayrılmaktadır:

a) Bileşenler alt sektörü.

b) Tüketici elektroniği alt sektörü.

c) Telekomünikasyon alt sektörü.

d) Profesyonel ve endüstriyel cihazlar alt sektörü.

e) Askeri elektronik cihazlar alt sektörü.

f) Bilgisayar alt sektörü.

Elektronik sanayinin bu alt sektörlerini, üretim aracı niteliği taşıdığı için

endüstriyel elektronik, tüketim elektroniği olarak ikiye ayıracağız. Endüstriyel

elektronik, bileşenler, telekomünikasyon, profesyonel ve endüstriyel cihazlar ile

bilgisayar249 alt sektöründen oluşmaktadır. Tüketim elektroniği ise tüketici elektroniği

yönde resmini verecek bir veri sisteminin kurulmasının güçlüklerini de göstermektedir. Hali hazırdaki ölçüm sisteminin yetersiz kalacağı açıktır.

248 1991 Sanayi Kongresi’nde ASELSAN Otomasyon Proje Direktörü, DPT Elektronik ve Haberleşme Uzmanı, PETAŞ Genel Müdürü, STFA-ENERKOM Özel Projeler Müdürü ve ENERSİS Genel Direktörü, endüstriyel elektronik sektörünün bu 3 kilit özelliğini vurgulamaktadırlar (MMO 1991a, s.66).

249 Bilgisayar alt sektörü, yukarıda düştüğümüz kayıtlarla burada üretim aracı niteliğindeki endüstriyel elektronik bölümlemesine dahil edilmektedir.

349

alt sektörü olarak alınmaktadır. Askeri elektronik sektörünü ise yeri geldiğinde

karşılaştırarak inceleyeceğiz.

3.3.3.2 Elektronik Sanayinin ve Endüstriyel Elektronik Sektörünün Gelişimi

Endüstriyel elektroniği ayırarak irdelemeden önce genel olarak elektronik

sanayinin bu dönem içindeki gelişimine değinmek gereklidir. Bu gelişimi sanayinin

üretim yapısı, yoğunlaşma düzeyi, yabancı sermaye oranı, üretim değeri, ihracat ve

ithalat durumu üzerinden değerlendirecek, sonra endüstriyel elektronik ve diğer alt

sektörler bazında yoğunlaşacağız.

Elektronik sanayi, ele aldığımız dönemin ikinci yarısında en çok büyüyen ikinci

sektör konumundadır (Capital Dergisi, 1 Ekim 2006, Son 5 Yılın Şampiyonları). Sanayi,

2000–2005 yılları arasında cirosunu yüzde 186 artırarak 8 milyar dolara çıkarmıştır.

İncelediğimiz dönemi belirleyen 2001 krizi sonrası yaşanan bu gelişme elektronik

sektörünü odak noktasına koymayı önemli hale getirmektedir.

DPT verilerine göre, 2004 yılında 31 000 kişilik istihdama sahiptir ve reel

sektörler arasında önemli yer işgal etmektedir (DPT, 2007, s.13). 2004 yılı verilerine

göre, elektronik sanayine kayıtlı 500 firma bulunmaktadır. 2004 yılında elektronik

sanayinde çalışan 31300 çalışanın, 11 bini tüketici elektroniğinde, 10 bini Telekom

cihazları alt sektöründe, 1600’ü bileşenler alt sektöründe, 3000’i diğer profesyonel

endüstri cihazlarında, 3700’ü ise Askeri elektronik sektöründe çalışmaktadır. Yani

istihdamın %35’i tüketici elektroniğinde, %32’si Telekom alt sektöründe, %12’si askeri

elektronik alt sektöründe, buna karşılık yalnızca %5’i bileşenler alt sektöründe

çalışmaktadır. Geri kalan %9,5 bilgi işlem cihazları alt sektöründedir. Burada Telekom

alt sektörü, servis sağlayıcıları da kapsamaktadır (DPT 2007). Elektronik sanayindeki

yoğunlaşmayı göstermesi açısından bu sanayinin 16 büyük şirketi, toplam 21 200

çalışanı istihdam etmektedir.

TESİD verilere göre elektronik sanayinin üretim, ithalat ve ihracat durumu

incelediğimiz dönem içinde şöyle gelişmiştir:

350

0

2

4

6

8

10

12

1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006

Yıllar

Mil

yar

US

D ÜRETİMİTHALAT

İHRACAT

Grafik 20. Elektronik Sanayi Üretim, İthalat ve İhracat Değerleri (Milyar USD)

Kaynak: TESİD. Bu tablo ve grafiğin gösterdiği, dönemin ikinci yarısında elektronik sanayi

üretimindeki yükseliştir. Üretim bütün dönem boyunca değer olarak yükselmiş, ancak

2001 krizi nedeniyle sekteye uğrasa da kısa sürede daha hızla yükselmeye başlamıştır.

İhracatın yükselmesine karşın ithalat da yükselmiştir. Elektronik sektörünün iç pazarı,

1997 yılında 5,7 milyar dolar iken 2000 yılında 8,1 milyar dolara çıkmıştır. Ancak 2001

kriziyle birlikte 4,6 milyar dolara (2002) kadar düşen iç pazar, 2005 yılında tekrar hızlı

biçimde yükselerek 15,5 milyar dolara çıkmıştır. 1997 yılında bu iç pazarın %25’i ülke

içi üretim tarafından karşılanmakta iken, bu oran 2001 yılına kadar düşmeye devam

etmiştir (%16). 2001 krizi, üretimin neredeyse tamamının ihracata yönelmesine yol

açmıştır, iç pazar büyürken, 2002’de bunun ancak %5,5’u yerli üretimle karşılanmıştır.

Ancak bu yıldan sonra bu pay artışa geçebilmiştir. 2005 yılında genişleyen iç pazarın

%25,5’u, 2006 yılında ise %28’i ülke içi üretim tarafından üretilen ürünlere aittir. Bu

oranlar genişleyen elektronik sanayi iç pazarı koşullarında, ülke içi üretimin bu

genişlemeye ne kadar hakim olduğunu göstermektedir. İncelediğimiz dönemin

tümünde elektronik sanayi iç pazarına ithal ürünler hakimdir ve bu pazar değer

olarak yaklaşık iki kat büyümüştür.

1997 yılında üretimin %40’ı, 2001 krizinin ardından ilk yıl üretimin %90,5’u

ihracata yönelmiştir. Bu oran gerilemektedir; 2006 yılında ancak 1998 seviyesindeki

değerine (%54) gelebilmiştir. 2001 krizi sonrası, krizin etkisiyle ücretlerdeki kayıp,

devalüasyon nedeniyle ülke içi pazarın daralması, üretimdeki artışı engellememiş,

351

krizden sağlam çıkanlar açısından üretim ihracata yönelmiştir. Burada döviz

kurunun genel etkisini tekrar hatırlamak gerekiyor. 2001 krizi sonrası yaşanan

devalüasyon ile birlikte TL’nin değeri düşmüş, girdi değerleri yükselmiştir. 2001 krizi

reel ücretler üzerindeki baskının daha da sıkılaşmasını, işten çıkarmaları getirmiştir.

Kriz sonrası TL’nin görece değerlenmesi ile birlikte girdi fiyatları görece düşmüştür,

ancak sermaye açısından reel ücretlerdeki baskı devam etmiş, üstelik buna yeni iş

yasası, sosyal güvence ve istihdama dair düzenlemeler de eklenmiştir. 2001 krizindeki

keskin düşüşünün ardından TL’nin değerlenmesinin girdiler üzerinde getirdiği

rahatlamanın yanında reel ücretlerdeki baskı devam etmiş, dış pazarlardaki fiyat baskısı

yüzünden işçilik maliyetleri olarak görülen bu alana baskı daha fazla artmıştır. TL’nin

değerlenmesi ürün fiyatlarının yükselmesi anlamına gelir, dış pazarlarda fiyat rekabeti

açısından maliyeti düşürebilmek için düşen girdilerin yanında emek üzerindeki baskı

disiplini korunmuştur. Bunun yanında imalat sanayinin ihracata yönelmiş kesimleri

açısından, ölçek ekonomisinin etkinliği de gözetilerek makinalaşma ve yeni emek

örgütlenmeleri ile verimliliğin yükseltilmesi yöntemleri benimsenmiştir. Benzer bir

uygulama, alt sektörleri temelinde ayrıntılı inceleyeceğimiz elektronik sanayinde de

yaşanmıştır.

Şimdi elektronik sanayini kendi gruplandırmamız açısından inceleyebiliriz.

Bunun için TESİD’in alt bileşenlere dair ayrıntılı yayınladığı verileri kullanacağız:250

Tablo 42 E le ktronik Sanayi i Üretim Miktarı Elektronik Sanayii Üretim Miktarı (Bin USD)

Sıra No: Alt Sektör Grupları YILLAR

1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005

1 Bileşenler Alt Sektörü

165.000 136.000 88.400 105.000 125.000 225.000 300.000

2 Tüketim Cihaz. Alt Sektörü 1.296.924 1.364.857 1.385.000 1.921.500 2.410.500 4.293.500 4.725.000

3 Telekom Cihaz. Alt Sektörü 841.000 924.000 935.000 952.210 912.000 975.000 1.250.000

4 Diğer Prof.&End Cihaz Alt Sekt. 335.000 340.000 305.000 350.000 415.000 650.000 965.000

5 Askeri Elektr. Cih.Alt Sektr. 210.450 215.500 204.000 240.000 278.950 433.400 450.000

6 Bilgisayar Cih. Alt sektörü 160.000 200.000 205.000 215.000 236.280 427.740 460.000

TOPLAM 3.008.374 3.180.357 3.122.400 3.783.710 4.377.730 7.004.640 8.150.000 Kaynak TESİD, İMMİB, TUİK.

250 Bu veriler, büyük oranda DPT Raporu, TESİD ağ sayfasından alınmıştır. Ayrıca benzer veriler 2005 yılı tahmini değerlerine kadar şu makalede de bulunmaktadır: (Ulutaş, 2007).

352

Bu değerleri kendi bölümlememize göre toplulaştırırsak, bu dönem içindeki

üretim ihracat ve ithalat değerlerini elde ederiz. Önce üretim değerleri açısından

inceleyelim.

0

500.000

1.000.000

1.500.000

2.000.000

2.500.000

3.000.000

3.500.000

4.000.000

4.500.000

5.000.000

1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005

Yıllar

Bin

US

D

Endüstriyel Elektronik

Tüketim Cihaz. AltSektörü

Askeri Elektr. Cih. AltSektr.

Grafik 21. Elektronik Sanayi Alt Gruplarının Üretim Değerleri (1999-2005) Endüstriyel elektronik üretimi 1999 yılında 1,5 milyar dolardan 2005 yılında 3

milyar dolara çıkmıştır. Bu alt grup en büyük artışını 2004 ve 2005 yıllarında elde

etmiştir. Ancak tüketim elektroniği 1999 yılında 1,3 milyar dolar değerindeki üretimini

2005 yılında 4,7 milyar doların üstüne çıkarmıştır. Bu alt grup da en büyük artışını 2004

ve 2005 yılında, yani 2001 krizinden toparlanarak çıktıktan sonra gerçekleştirmiştir.

Görüldüğü gibi tüketim cihazları üretimi elektronik sanayindeki en büyük

yükselişi gerçekleştiren, dönem sonunda endüstriyel elektroniği de geride bırakan

sektördür. Ancak ileride ayrıntılı inceleyeceğimiz gibi, endüstriyel elektronik

sektöründeki niceliksel artış da bu dönem içerisinde nitelik değiştirmiştir. Telekom

cihazları üretimi eski ağırlığını kaybederken, profesyonel endüstriyel cihazlar

üretimi ağırlığını eskisine görece olarak yükseltmiştir. Dönem içinde askeri

elektronik sanayi ise, 210 milyon dolardan 450 milyon dolara yükselmiştir. Artış önemli

bir artıştır ancak elektronik sanayindeki payı küçüktür. Öyleyse 1999–2005 arasında 3

milyar dolardan 8 milyar doların üstüne çıkan elektronik sanayindeki en önemli artış,

tüketim elektroniği üretimindedir. Bundan sonra, endüstriyel elektronik gelmektedir; ki

353

bu gruptaki artışta ağırlığı telekomun yerine profesyonel endüstriyel cihazlardaki artış

almıştır.

Aşağıdaki şekil, alt grupların elektronik sanayi içindeki yüzde paylarının yıllara

göre değişimini göstermektedir.

0%

20%

40%

60%

80%

100%

1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005

Yıllar

Askeri Elektr. Cih. Alt Sektr.

Tüketim Cihaz. Alt Sektörü

Endüstriyel Elektronik

Grafik 22. Alt Gruplandırmanın Elektronik Sanayi İçinde Yüzde Payı Endüstriyel elektroniğin toplam elektronik sanayi üretimi içindeki payı 1999

yılında %50’den 2005 yılında %36,5’a düşmüştür. Buna karşılık tüketim elektroniği

payını %43’den %60’lara çıkarmıştır. Askeri elektronik sanayinin payı ise aynı yıllar

içerisinde %7’den %5,5’a düşmüştür. Elektronik sanayi üretimi içinde tüketim

elektroniğinin son yıllardaki parlak yükselişini, endüstriyel elektroniğin ise mütevazi

yükselişini gördükten sonra, endüstriyel elektroniğin alt bileşenlerini ayrı ayrı

inceleyelim.

354

0%

20%

40%

60%

80%

100%

1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005

Bileşenler Alt Sektörü

Telekom Cihaz. Alt Sektörü

Bilgisayar Cih. Alt sektörü

Diğer Prof.& End. Cihaz AltSekt.

Grafik 23. Endüstriyel Elektronik Üretiminde Bileşenlerinin Yıllara Göre Yüzde Payları Endüstriyel elektroniğin toplam üretimi, 2001 yılına kadar tüketim

elektroniğinin biraz üstünde iken, bu tarihten sonra tüketim elektroniğinde kayda değer

bir yükseliş olmuş, endüstriyel elektroniğin toplam üretimini geçmiştir. Üretim

açısından endüstriyel elektroniğin ağırlıklı bileşenini telekomünikasyon cihazları

üretimi oluşturmaktadır. Bu alt sektörün endüstriyel elektronik içindeki payı 1999’da

%56 iken, 2001 krizinden sonra bu pay azalmaya başlamıştır, 2005’te %42’ye kadar

inmiştir. Buna karşılık Profesyonel Endüstriyel cihaz üretiminin payı 1999’da %22’den

2005 yılında %32’ye kadar yükselmiştir. Endüstriyel elektronik üretiminde daha sonraki

pay bilgisayar üretimidir. Bilgisayar üretimi 1999’da endüstriyel elektroniğin %11’ine

yakın oranını oluştururken, 2005 yılında bu pay, %15’i geçmiştir. Bileşen üretiminin

payı ise 1999 yılında %11 iken krizle birlikte %6’lara kadar düşmüş, 2005 yılında ancak

%10’a gelebilmiştir. Dönem içerisinde endüstriyel elektronik özellikle ikinci yarıda

önemli bir artış göstermiştir. Bu oranlar bu artışla birlikte değerlendirilmelidir. Buna

göre, endüstriyel elektroniğin büyük bir oranını oluşturan Telekom cihazları

üretimi düşmektedir. Profesyonel endüstriyel cihazlar üretimi yükselmektedir.

Bileşenler elektroniğinin durumu genel artışa karşın oran olarak düşme

göstermektedir ki bu ileri-geri bağlantı açısından daha da kötüdür. Tüketici

elektroniğindeki yüksek artışa ya da diğer alt sektörlerdeki artışa karşın bu

sektörlere girdi sağlayan bileşenler alt sektörü artmamakta aksine payı

düşmektedir. Bu da Türkiye’de bileşenler sektöründe incelediğimiz dönemde önemli

355

bir gelişme olmadığını, geri bağlantı olarak bileşenler sektörünün gelişmediğini

göstermektedir. Yani parlak bir biçimde, sermaye yoğunlaşması yüksek düzeyde ve

yerli sermayeyle gelişen tüketici elektroniği, yeri bileşenleri kullanmamaktadır.

Elektronik sektöründe ana-yan sanayi ilişkisi, tüketim elektroniği sektörünün geri

bağlantıları zayıftır.

İncelediğimiz dönem dış ticaretin hacim olarak önemli oranda büyüdüğü bir

dönemdir. Elektronik sanayinin bu dış ticaret içindeki payı ise şöyledir: dönemin ikinci

yarısında, 2000 yılında elektronik sanayi ithalatı 6,6 milyar dolara yakınken, toplam

ithalatın %12.2’sini oluşturmaktadır. 2005 yılında elektronik sanayi ithalatı 11 milyar

dolara yaklaşmıştır ve toplam ithalatın %9,3’ünü oluşturmaktadır. İhracat açısından

2000 yılında 1,4 milyar dolar olan elektronik sanayi ihracatı, toplam ihracatın %5,1’ini

oluşturmaktadır. 2005 yılında sektörün ihracatı 4 milyar dolara yükselmiştir, toplam

ihracatın %6,1’idir. Görüldüğü gibi elektronik sanayinin ithalattaki payı incelediğimiz

dönem içinde azalma gösterse de onda bir civarındadır. Buna karşılık ihracattaki payı

%5’ten %6’a yükselmiştir.

Elektronik sanayi içinde ele aldığımız alt sektörlerin dış ticareti ise şöyle

gelişmiştir:

Tablo 43 Ele ktro nik Sanayi Ürün İt halatı Elektronik Sanayi Ürün İthalatı (Değer Olarak 1000 ABD $)

1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005 Endüstriyel Elektronik 5.030.836 6.053.439 3.716.984 4.033.118 5.428.053 7.948.403 9.778.425

Tüketim Cihaz. Alt Sektörü

420.049 523.691 401.978 405.666 617.070 991.736 1.056.873

TOPLAM 5.450.885 6.576.530 4.118.332 4.438.784 6.045.103 8.940.139 10.835.268

Kaynak TESİD. İMMİB, TUİK (Askeri Elektronik sanayi ithalat değerleri TESİD verilerinde yoktur.)

Elektronik sanayi geneline kıyasla, ithalat üretimin üstünde seyretmekte ve hızla

artmaktadır. Üstelik bu ithalatın ağırlıklı payını endüstriyel elektronik almaktadır.

En yüksek pay, bileşenler alt sektörünün ithalatınındır, ondan sonra Diğer

Profesyonel endüstriyel cihazlar alt sektörü, Telekom ve bilgisayar alt sektörü

gelmektedir. Bu seyir incelediğimiz dönemde pek fazla değişmemiştir. Elektronik

sanayinde ithal edilen her 10 üründen kabaca 9’u endüstriyel elektronik ürünü olmuştur.

356

Üretimin artışı ile birlikte gerekli endüstriyel elektronik ihtiyacının iç pazardan çok dış

pazardan karşılanması da hızlanmış gözükmektedir. Bunun sonuçları, Türkiye’deki

üretim yapısının önemli düzeyde teknolojisini belirleyen endüstriyel elektroniğin ülke

içi üretimden sağlanmıyor olmasıdır. Makina, otomasyon, bilişim, mikro elektronik,

uygulamaya özgü mikro elektronik (ASİC) gibi üretim yapısının teknolojik düzey

olarak belirleyici merkezinde yer alan girdiler, geri bağlantı olarak ülke içinden

karşılanmamaktadır. Bu ise teknoloji açısından ülke içi üretimin sınırlılığını,

bilimsel üretimin merkezi düzeydeki araştırma-geliştirme ve teknoloji üretiminin

ülke dışında yapıldığını göstermektedir. Üretimdeki gelişmenin, içeride endüstriyel

elektronik sektöründen alınacak girdilerin üretimini ne kadar sağlayacağını belirlemek,

uzun vadeli bir gözlem çerçevesini gerektirmektedir. Ancak üretimin artış hızı, aynı

malların ithalatının artış hızından daha fazladır. Cari değerdeki, fiyatlandırmalardaki

değişmelerin ve ithalatın bileşimindeki farklılaşmaların yaratacağı yanılgıyı hesaba

katarsak bile, bu üretimin girdi olarak içeride üretilen endüstriyel elektronik ürünlerine

duyduğu ihtiyacı ve bu ihtiyacın karşılanması yönündeki zayıf da olsa itilimi

göstermektedir.

İncelediğimiz dönemde elektronik sanayinde ihracatın gruplara göre gelişimi

şöyle gerçekleşmiştir: Tablo 44 Ele ktro nik Sanayi Ürün İhracatı

Elektronik Sanayi Ürün İhracatı (Değer Olarak 1000 ABD $) 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005 Endüstriyel Elektronik 598.994 640.967 773.045 818.221 844.672 1.060.031 1.306.089

Tüketim Cihaz. Alt Sektörü

780.739 873.116 904.307 1.570.902 1.937.886 2.913.488 3.083.900

Askeri Elektr. Cih. Alt Sektr.

65.800 28.200 19.400 22.405 50.521 55.810 55.500

TOPLAM 1.445.533 1.542.283 1.696.752 2.411.528 2.833.079 4.029.329 4.445.489 Kaynak TESİD. İMMİB, TUİK.

Dönem içinde ihracat 3 kat artmıştır. Endüstriyel elektroniğin ihracattaki payı ise

1999–2001 arasında %42–45 arasında iken dönemin ikinci yarısında %26–30 düzeyine

inmiştir. Aynı şekilde askeri elektroniğin ihracattaki payı %5’den %1’e inmiştir. Buna

karşılık dönem içinde tüketim cihazları ihracatının toplam ihracata oranı, %54’ten

%70’ler düzeyine yükselmiştir. İhracatın bileşimi, tıpkı üretimin bileşimi gibi

tüketim elektroniğine doğru kaymaktadır; bu anlamıyla incelediğimiz dönemde,

357

özellikle ikinci yarısında elektronik ihracatında belirleyici olan tüketim

elektroniğidir.251 1999–2005 arasında renkli televizyon ihracatının ortalama yıllık artış

oranı %28,5’tur ve bu çok büyük bir artıştır (DPT 2007, 31).

1999 yılında endüstriyel elektronik üretiminin %40’ı ihraç edilmekteydi, bu oran

2001 yılına kadar yakın bir düzeyde kalırken, 2001–2003 yılları arasında üretimin yarısı

ihraç edilmeye başlanmıştır. 2005 yılında bu oran %44’e inmiştir. Buna karşılık 1999

yılında tüketim elektroniği üretiminin %60’ı dış pazara yönelik gerçekleşmişteyken, bu

oran 2002–2003 yıllarında %80’e çıkmış, daha sonra düşerek %65’lere gerilemiştir.

Tüketim elektroniği üretiminin büyük bir kısmı ihracata gitmekte, dış pazara

üretilmektedir. Endüstriyel elektronik ise bu açıdan daha sınırlıdır.

3.3.3.3 Sanayinin ve Sektörün Yapısı, Yabancı Sermaye, Yoğunlaşma Elektronik sanayinin geneli KOBİ niteliğindeki şirketlerden oluşmaktadır ancak

onun içinde en büyük payı oluşturan tüketici elektroniği sektörü ayrı nitelikler

göstermektedir: bu alt sektörde yoğunlaşma yüksek düzeydedir ve yabancı sermaye

oranı düşüktür; yerli şirketlerin hakimiyeti altındadır.252 Taymaz ve Yılmaz’ın

belirttiğine göre, tüketici elektroniği sektöründe 3 büyük üretici vardır. Arçelik, Beko ve

Vestel (İlk ikisi Koç Holding’in şirketleridir). Beko ve Vestel tüketici elektroniği iken

Arçelik bunun yanı sıra dayanıklı tüketim malları da üretmektedir. Bunların hiçbirinde

yabancı ortaklık yoktur. Üstelik yerli tedarikçi bağları çok zayıftır. Yani yerli yan

sanayileri oluşturulamamış durumdadır. Tüketici elektroniği üreticileri daha çok Doğu

Asya ve Avrupa ülkelerinden bu bileşenleri ithal etmektedirler. Yerli bileşen üreticisi

neredeyse yoktur ve bu üreticiler sadece bazı elektronik olmayan parçaları yerli

tedarikçilere üretmek üzere (outsource) bırakmaktadırlar (Taymaz ve Yılmaz, 2008,

s.14).

251 “… alt sektörlerle ilgili verileri incelediğimiz zaman, sektörün toplam üretiminde ve ihracatında gözlenen olumlu gelişmelerin aslında neredeyse tamamen tüketim cihazları üretim ve ihracatındaki artıştan kaynaklandığı ortaya çıkmaktadır” (Yılmaz, 2007, s.47).

252 “Elektronik sektörü, ağırlıklı olarak küçük ve orta ölçekli şirketlerden oluşmaktadır. İSO’nun en büyük 500 sanayi şirketi sıralamasına, … elektronikten (ISIC 383 kodlu) sadece 16 şirket girebilmiştir. … sıralamaya giren elektronik şirketlerinin üretimden satışları 7.6 milyar YTL’de kalmıştır. Elektronik sektöründe… yabancı yatırım oranının düşük olmasıdır” (Yılmaz, 2007, s.45).

358

Bileşenler alt sektöründe bulunan şirketler, KOBİ niteliğindedir ve çok kısıtlı bir

istihdama sahiptirler. Bileşenler sektörü genelde yan sanayidir, mekanik bileşen gibi

yüksek teknoloji gerektiren ürünler ana sanayi şirketlerinin kendi tesislerinde

üretilmektedir (DPT, 2007, s.97). Bu alt sektörde yerli sermaye hakimdir. Diğer

sektörlerin yapısı da ayrıntılı incelemelerde tarif edilmektedir, ancak endüstriyel

elektroniği değerlendirmek açısından iki sektör önem kazanmaktadır: Telekom ve

profesyonel endüstriyel cihazlar üretimi. Telekom cihazları üretiminde KOBİ

niteliğinde şirketler ağırlıktadır, ancak büyük ölçekli yabancı ortaklı ya da tamamıyla

yabancılara ait şirketler de bulunmaktadır. Sektörün gelişimi bu büyük ölçekli şirketler

belirlemektedir. Yani GSM şirketleri ile Siemens, Netaş, Alcatel, Ericsson gibi büyük

ölçekli ve yabancı sermayeli şirketlerin yatırımları sektörün genelini belirlemektedir.

Profesyonel endüstriyel cihazlar alt sektöründe yer alan şirketlerin, büyük çoğunluğu

küçük ölçekli şirketlerdir (DPT, 2007, s.201). Bu alt sektörde yabancı sermaye oranı

çok azdır, olanlar da yabancı şirkete ait ana sanayi şirketinden dışarı verilen (outsource)

parçalara dair şirketlerdir.

Görüldüğü gibi genel olarak elektronik sanayi, yerli sermaye etkinliği altındadır.

Yabancı sermayenin en etkin olduğu alt sektör Telekom cihazları üreten alt sektördür.

Sanayinin genelinde sermaye yoğunlaşması yüksek değildir, küçük ve orta ölçekli

şirketlerden oluşmaktadır. Ana sanayi yan sanayi ilişkileri güçlü değildir. Sermaye

merkezileşmesinin en yoğun olduğu alt sektör tüketici elektroniği sektörüdür (Taymaz

ve Yılmaz, 2008). Genel olarak sanayi eşitsiz gelişmiş durumdadır, muhasebe ve bilgi

işlem makinaları ile elektronik bileşenler çok küçüktür. TV üretimi ise çok büyüktür.

TV radyo verici üretimi sadece iç pazara çalışan yabancı şirketlerin hakimiyeti

altındayken, TV radyo alıcısı ise dünya pazarları ile sıkıcı bütünleşmiş halde çıktısının

büyük bir kısmını ihraç etmektedir (Taymaz ve Yılmaz, 2008, s.10).

3.3.3.4 Yatırım Teşvikleri, Ar-Ge Yardımları

2004 yılında elektronik sanayinin Ar-Ge harcamaları 133 milyon dolardır ve bu

toplam cironun % 1,11’idir (DPT 2007, s.30). TESİD’e göre, 2005 yılında Ar-Ge

harcamaları yaklaşık 180 milyon dolara, toplam cironun %1,9’una yükselmiştir.

“Türkiye genelinde bu oranın % 0,7 civarında olduğu düşünülürse elektronik sanayiinin

Ar-Ge çalışmalarına verdiği önem ortaya çıkmaktadır. Bu rakam sadece özel sektörün

359

Ar-Ge harcamasıdır, kamunun harcamaları dâhil edilmemiştir” (TESİD İnternet Sayfası).

Kamunun harcamaları, alt sektörleri incelediğimiz kısımlarda görülebileceği gibi

tümdevre gibi önemli konularda sürmektedir. Özellikle 1990’ların ortasından beri

büyümeye başlayan Ar-Ge destekleri elektronik sanayine yönelik olarak 2001 krizinden

sonra daha hızlı yükselmiştir. Bu harcamalar ile birlikte hesaba katıldığında elektronik

sanayine yönelik incelediğimiz dönemde Ar-Ge harcamaları dikkate değer derecede

yükselmiştir.

Elektronik sanayinin Ar-Ge harcamalarının imalat sanayinin genelinden oldukça

yüksek olduğu görülmektedir. Üstelik incelediğimiz dönemin son iki yılında görülen

artış temposu da ülke ölçülerine göre yüksektir. Bu dönemde tüketici elektroniğinde “çok

büyük bir üretkenlik artışı”nın gerçekleştiğini (Taymaz ve Yılmaz, 2008, s.13) göz

önünde bulundurursak, sanayinin en hızlı büyüyen bu sektörünün Ar-Ge harcamalarına

önemli bir katkıda bulunduğunu çıkarabiliriz. Büyüklük olarak diğer bir önemli katkı

ise Telekom alt sektöründen gelmektedir. Genel olarak telekomünikasyon cihazları

üretimi ve bu alanda teknolojik gelişme, üretim araçları niteliğini taşıyan endüstriyel

elektronik sektörü ve onun alt yapısı için can alıcı bir önemdedir. Üstelik Telekom alt

sektörü 1980’lerden sonra Ar-Ge harcamaları içinde giderek artan biçimde önemli bir

pay taşıyorlardı. Özellikle telekomünikasyon alt yapısının geliştirilmesi işlevinde Ar-Ge

gerekliliği bulunuyordu. Ancak incelediğimiz dönemin ilk yarısından itibaren Telekom

sektörünün Ar-Ge etkinliği eskisine görece olarak yükselme göstermemiştir.253

Telekomünikasyon alanı Ar-Ge harcamalarının elektronik sanayi içinde görece

yüksek olduğu bir alandır ancak jenerik (yani doğurgan, kök teknolojiler) teknoloji

geliştirme alanında zayıftır, dahası Fikret Yücel’in belirttiğine göre, bu zayıflık

incelediğimiz dönemin ilk yarısında 2000 yılında daha fazla artmıştır. Yücel, TUENA

adıyla anılan bu planın, devlet ve hükümet kurumlarının da katılımı ve direktifi ile

hazırlanmasına karşın yürürlüğe sokulmadığını belirtmektedir:

253 TTGV ve TESİD Yönetim Kurulu Başkanı Fikret Yücel şunu söylüyor: “Türkiye’de kullandığımız ‘infotelecommunication’ teknolojilerinin ürünlerinde bugün Türkiye’nin fikri mülkiyet payı %5 dolayındadır. Oysa bu pay geçmişte %20 idi. Olması gerekense %50’dir. ... Türkiye jenerik teknoloji alanlarında inovasyon yeteneği kazanmak durumundadır. Ama, böylesi bir yeteneği ‘infotelecommunication’ teknolojileri alanında Türkiye’ye kazandırmayı amaçlayan Ulusal Enformasyon Altyapısı Ana Plânı siyasi erk tarafından benimsenmemiş ve yürürlüğe konmamıştır” (Aktaran Göker, 2000).

360

“Yoksa, siyasi erk, Dünya Bankası uzmanlarınca hazırlanarak 1993 yılında

yayımlanan ve Türkiye’yi yalnızca ‘infotelecommunication’ teknolojilerinin iyi bir

kullanıcısı haline getirmeyi amaçlayan Rapor’u mu benimsemiştir?” (Aktaran Göker,

2000).

Telekom alt sektörünün elektronik sanayi içindeki payı ağırlığını korusa da

dönemin ikinci yarısında diğer profesyonel endüstriyel cihazlar üretimindeki artış daha

fazla gerçekleşmiştir. Telekom sektörünün Ar-Ge harcamalarının yükselişindeki

azalma, hatta gerileme buna bağlanabilir. Ancak ileride göreceğimiz gibi 2001 krizinin

ardından toparlanma süreciyle birlikte TTGV, TİDEB’in dönemin sonlarına doğru

verdikleri Ar-Ge desteklerinde Telekom alt sektörü de önemli bir yer tutmaktadır.

Elektronik sanayine yapılan yatırım teşviklerini ise aşağıdaki tablolarla

irdeleyebiliriz. İlk olarak yatırım teşviklerinin büyüklükleri, ikinci olarak da hangi

türden teşvikler oldukları ile ilgileneceğiz.

Elektronik sanayi üzerine 2007 tarihli DPT raporu 1980 ile 2005 arasında

yatırım teşviklerinin büyüklüklerini, sabit yatırım, işletme sermayesi ve istihdam gibi

veriler üzerinden vermektedir (DPT, 2007, s.21). İlk göze çarpan, ele aldığımız

dönemde verilen belge sayısındaki artıştır. 1996–2004 yıllarında (9 yıl) toplam 169

belge verilmiştir. 1980 ile 1995 arasında (16 yıl) verilen belge sayısı ise 210’dur. Ele

aldığımız dönemin ilk yarısı en fazla belgenin verildiği dönemdir, 169 belgenin 130’u

bu dönemde verilmiştir. DPT raporu yatırım teşviklerinin değerini cari TL üzerinden

vermektedir. 1997–2004 yılları arasında toplam yatırım miktarları aşağıdaki tablonun

ilk satırındaki gibidir. Bu miktarların 1997=100 kabul edilerek endeks haline getirilmiş

hali, ikinci satırı oluşturmaktadır. Cari TL cinsinden yatırım miktarlarını daha önce

kullandığımız döviz sepeti endeksine (üçüncü satır) böldüğümüzde yatırımların döviz

kuru cinsinden ağırlığını bulmuş oluruz.254 En alttaki satır bu ağırlığı yani yatırımların

kur cinsinden endeksini vermektedir.

254 Döviz sepeti ve kullanılış biçimi için bkz. (Yükseler ve Türkan, 2006, s.75).

361

Tablo 45 E le ktronik Sanayi Yatırım Endeksi

Elektronik Sanayi Yatırım Endeksi

Yıllar 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 Toplam Yatırım Cari TL

9023582 9643187 72179629 39499941 198531571 41544524 238893010 113304910

Endeksi 100 107 800 437,7 2200,1 460,4 2647,4 1255,6 Döviz Sepeti

100 171,7 268,8 377,8 731,4 923 991,5 986,6

Dövize endeksli Toplam Yatırım

100 62,24 297,58 115,87 300,81 49,88 267,01 127,27

Görüldüğü gibi 1997=100 olarak alındığında teşvik verilen yatırım miktarı

1998’de 62’ye inmiş. Ancak 1999’da 300’e yaklaşmıştır. Bu dalgalı seyir 2001

krizinden sonra da gerçekleşmiştir. 2001’de 300 gibi yüksek bir seviyeye çıkan yatırım

endeksi 2002’de 50’ye inmiştir. Ancak 2003’te yine yükselmesine (267) karşın 2004’te

127’ye düşmüştür. Yine de 1997’ye göre bir yükseliş göstermiştir. Burada dikkat

edilmesi gereken 2001 devalüasyonunun ardından 2003 ve 2004 yıllarında TL’nin

değerlenme eğilimidir. Kur cinsinden yatırımlarda görülen göreli düşme, gerçekte

TL’nin değerlenmesi yüzünden aynı oranda değildir.

1980 ile 2005 yılları arasında elektronik sanayine verilen teşvik belgelerinin

türlere göre dağılımını gösteren tablo aşağıdadır. Bu tabloda, belge fonksiyonları

şöyledir:

I- Ar-Ge; II- Darboğaz Giderme; III- Entegrasyon; IV- Finansal Kiralama; V- Kalite

Düzeltme; VI- Komple yeni yatırım; VII- Modernizasyon; VIII- Nakil; IX-

Tamamlama; X- Tevsi; XI- Ürün çeşitlendirme; XII- Yenileme

362

Tablo 46 Elektronik Sanayi Yatırım Teşvik Belgelerinin Dağıl ımı 1980-2005* Yılları Arasında Elektronik Sanayii’ne Verilen Yatırım Teşvik Belgelerinin

Fonksiyonlarına Göre Dağılımı (adet)

I II III IV V VI VII VIII IX X XI XII

1980 2 1

1981 1 1 2 1 1 1

1982 1 1 2

1983 1 3 2 2

1984 2 2 2 2 1

1985 3 3 2 4

1986 2 6 7 10

1987 1 6 3 2 6 1

1988 2 1 5 2 1 2

1989 2 1 4 4 3 1

1990 1 1 8 2 1 2

1991 1 2 9 4

1992 1 2 1 9 1 8

1993 2 2 2 15 2 2

1994 2 3 1

1995 4 2 5

1996 2 10 15

1997 1 1 6 2 1 4 1

1998 1 10 1 2 4

1999 1 20 1 1 9

2000 2 20 3

2001 1 7 4

2002 2 5 5

2003 5 5 2

2004 1 1 8 5

2005* 3 1 3

Kaynak (DPT, 2007, s.22) (* 2005 Eylül ayı sonu itibarıyla) Tablonun gösterdiği en önemli veri, dönem içinde komple yeni yatırımların

çarpıcı bir oranda artmış olmasıdır, dönemin ilk yarısında çok büyük ağırlık

taşımakla birlikte tüm dönemi belirlemektedir. Öyle ki, bu türden yeni

yatırımlardaki bu düzeyde bir artış 1980’den beri ilk kez görülmektedir. 1992 ve

1993’te Gümrük Birliği’ne hazırlık ile artan bu türden yatırım teşvikleri, ele aldığımız

dönemin ilk yarısında çok büyük oranda artmıştır. 1995–2000 arasında 66 belge

alınmıştır, ki bu 1980 ile 1993 arasında alınan bu türden teşvik belgesinin toplam

sayısını geçmektedir. Komple yeni yatırımlara benzer bir örüntüyü tevsi yatırımlarda

363

da görmek mümkündür. Dönemin ilk yarısında kapasite genişletmek için yapılan (tevsi)

yatırımlarda daha öncekilere göre önemli bir artış vardır. 2003 yılında ilk kez ürün

çeşitlendirme teşvik belgesi alınmıştır.

Sektörün aldığı yatırım teşviklerinin tablosu böyleyken, TÜBİTAK-TİDEB ve

TTGV’nin elektronik sanayine yönelik Ar-Ge etkinliklerine verdikleri destekleri

incelemek için aşağıdaki verilerden yararlanabiliriz:

364

Tablo 47 E le ktronik Sektörüne verilen TÜB İTAK-TİDEB Ar-G e Destek T utarları TÜBİTAK-TİDEB Tarafından Elektronik Sektörü Ar-Ge Faaliyetlerine Sağlanan Destek Tutarları

(Cari USD)

Teknoloji Alanı 2001 2002 2003 2004 2005* Bilgisayar Bilimleri ve Teknolojisi 58,378 286,510 2,511,529 6,306,904 Güvenlik 57,206 Yazılım Mühendisliği 1,819 208,198 520,824 574,079 Veri Gösterimi ve Saklanması 19,833 37,593 Bilgi Depolaması ve Geri Kazanımı 5,754 86,766 46,532 Haberleşme ve Ağ Protokolleri 42,743 İnsan Bilgisayar Etkileşimi 46,764 Kontrol Mühendisliği ve Teknolojisi 16,109 73,933 39,189 243,073 Elektrik-Elektronik Mühendisliği ve Teknolojisi

2,067,900

Elektronik Devreler 162,207 410,401 Manyetik Malzeme ve Aygıtlar 9,298 Güç Aygıtları (trafolar, reaktörler, şalt teçhizatı v.b.)

50,677 46,986

Genelleştirilmiş Elektrik Makinaları Kuramı ve Tasarımı

19,297 39,176

Güç Elektroniği 66,332 534,063 Aydınlatma Teknolojisi 19,741 Endüstri Mühendisliği ve Yöneylem Araştırması

129,282

Enformasyon Sistemleri 98,097 48,935 178,238 Bilgi (Enformasyon) Sistemleri ve Komünikasyon Teknolojisi

674,584 2,962,202

Telekomünikasyon Uygulamaları (telefon, telgraf, ISDN, teleteks)

505,977 1,163,702

Santraller ve İlgili Teçhizat 95,414 605,827 457,656 Radar Teçhizatı, Sistemleri ve Uygula. 55,236 Uydu Haberleşmesi 43,871 52,851 Televizyon Teçhizatı, Sistemleri, Uygula.

383,549 1,008,654

İşitsel Teçhizatlar ve Sistemler 66,028 104,749 Enstrümantasyon ve Ölçüm Teknolojisi 4,792 252,542 Otomatik Test ve Ölçüm Sistemleri 21,643 29,124 Elektriksel ve Manyetik Değişkenlerin Ölçümü (Gerilim, Akım, Güç, Frekans, Faz

3,281 9,422

Biyomedikal Ölçüm ve Görüntüleme 18,001 Askeri Devreler, Devre Elemanları, Teçh.

319,866 1,151,825 1,385,450

Askeri Haberleşme 3,057,300 1,326,714 Radar ve İzleme Sistemleri 36,152 126,685 94,120 Elektronik Savaş 364,223 201,953 Teknoloji Alanı 2001 2002 2003 2004 2005* TOPLAM 1,819 74,487 1,177,882 10,499,93

6 19,893,633

Kaynak (DPT, 2007, s.24-5) (* 2005 Kasım ayı sonu itibarıyla)

Özellikle incelediğimiz dönemin sonunda TÜBİTAK ve TİDEB’in elektronik

sanayine vermiş olduğu desteklerin hızla yükseldiğini görmek olanaklıdır. 2001 kriziyle

365

yükselen doların daha sonrasında değerindeki düşme yüzünden Ar-Ge harcamalarının

TL olarak değerindeki gerçek artış cari dolar fiyatlarındaki oranda değildir, bundan

biraz daha azdır; ancak yine de Ar-Ge harcamalarına verilen destek çarpıcı bir oranda

artmıştır. Özellikle 2004 ve 2005 yıllarında elektronik sanayindeki Ar-Ge faaliyetlerine

yüksek oranda destek sağlanmıştır. Elektronik sanayi içinde en yüksek destek verilen

alanlar sırasıyla şöyledir: Bilgisayar Bilimleri ve Teknolojisi, Elektrik-Elektronik

Mühendisliği ve Teknolojisi, Bilgi (Enformasyon) Sistemleri ve Komünikasyon

Teknolojisi, Televizyon Teçhizatı, Sistemleri, Askeri Devreler, Devre Elemanları,

Askeri haberleşme. Görüldüğü gibi, 2002 yılında 100 bin doları bulmayan Ar-Ge

destekleri, bir yıl içinde 1 milyon doları, iki yılda 10 milyon doları geçmiştir. 2005

yılında ise 20 milyon dolara yaklaşmıştır. TİDEB, verdiği bu desteklerle, projelerin

belirli bir oranını desteklemiştir. Aynı raporun hesaplamalarına göre, Ar-Ge için

TÜBİTAK’a önerilen projelerin toplam büyüklükleri, 2001 yılında ancak 8 bin dolara

yaklaşırken, 2004 yılında 18 milyon doları geçmiş, dönemin sonunda 2005 yılında ise 40

milyon dolara yaklaşmıştır. Proje büyüklükleri dönemin ikinci yarısında çok büyük bir

artış göstermiştir.

Verilen desteklerin miktarlarını teknoloji alanlarına göre büyükten küçüğe

sıralarsak, ilk sırada Bilgisayar Bilimleri ve Teknolojisi (9 milyon dolar) gelmektedir.

Daha sonra Askeri haberleşme (4,3 milyon dolar) gelir. Bu Ar-Ge harcamaları dönem

içinde üniversitelerle (özellikle ODTÜ ile) birlikte çalışan ASELSAN ve TSK’nın telsiz,

kriptolama sistemlerinin gelişiminde kendisini göstermiştir. Aynı alana ait Askeri

Devreler, Devre Elemanları (2,7 milyon dolar) harcamaları ise ileride ayrıntılı

anlatacağımız tümdevre üretimine dair TÜBİTAK UEKAE ile yapılan çalışmalar ile

ilgilidir. Bundan sonra yaklaşık 3,5 milyon dolar destek ile Bilgi (Enformasyon)

Sistemleri ve Komünikasyon Teknolojisi gelmektedir. Elektrik-Elektronik Mühendisliği

ve Teknolojisi (2 milyon dolar), Telekomünikasyon uygulamaları (1,6 milyon dolar)

bunları izlemektedir. Santraller ve ilgili teçhizat (1,1 milyon dolar) konusunda yapılan

Ar-Ge desteği de göz önünde bulundurulduğunda, telekomünikasyon teknolojisi alanında

alınan desteklerde bu sektörde etkin olan yabancı ortaklı şirketlerin, örneğin NETAŞ’ın

Ar-Ge çalışmalarının etkisi olmalıdır. Görüldüğü gibi Televizyon Teçhizatı,

Sistemleri’ne verilen Ar-Ge desteği 1,38 milyon dolar değerindedir ve özellikle son iki

yılda verilmeye başlanmıştır. Dönemin sonuna doğru TV sistemlerine verilen Ar-Ge

366

destekleri 2004 yılında 380 bin dolardan 1 milyon doların üstüne çıkmıştır. Bu da birkaç

büyük yerli şirketin hakim olduğu TV üretiminde Ar-Ge çalışmalarının etkinliğinin

arttığını göstermektedir. Daha ileride elektronik sanayi açısından önemi tekrar gündeme

gelecek olan yazılım alanına dönemin ikinci yarısında verilen toplam Ar-Ge desteği

yaklaşık 1,3 milyon dolara yakındır ve bu 2003–2005 yılları arasında artış göstermiştir.

İleride görüleceği gibi bu alandaki şirketler endüstrinin geneline göre sermaye birikimi

henüz küçük olan şirketlerdir; yazılımın Ar-Ge projelerindeki tablosu Vestel gibi ana

sanayi şirketleri açısından Ar-Ge harcamaları payını yansıtmaktan çok, bu küçük

şirketlerin paylarını yansıtmaktadır. Proje büyüklüğünün belirli bir oranına destek

verildiği gözetilirse, bu küçük şirketlerin de son yıllarda yazılım yönünde kendi

boyutlarına oranla büyük ve önemli Ar-Ge harcamalarına giriştikleri düşünülebilir.

DPT raporunun aktardığı gibi bu, TİDEB’in projelere verdiği destektir,

TÜBİTAK da kendi bütçesinden şirketlere ayrı destek verebilmektedir. Bu nedenle bu

tablo Ar-Ge’ye verilen desteğin mutlak büyüklüğünü göstermekten uzaktır; ancak bu

destekteki artış eğilimini yansıtmaktadır. DPT raporunda TTGV’nin 1993–2005 yılları

arasında Elektronik sektörüne verdiği Ar-Ge desteklerinin, elektrik/elektromekanik ile

enformasyon gibi iki alandaki dökümleri bulunmaktadır (DPT, 2007, s.25). TTGV proje

büyüklüğünün yarısı kadar destek vermektedir. Desteklenen proje sayısında ve

büyüklüklerinde özellikle incelediğimiz dönemde önemli artışlar olmuştur. Daha önce

her bir alanda desteklenen proje sayısı tek haneli rakamlarla ifade edilirken, 2000

yılından itibaren her yıl 10 ile 22 arasında değişen proje desteklenmiştir. Aşağıdaki

grafik projelere verilen desteklerin iki alana dağılımını ve toplamı vermektedir.

367

0

2

4

6

8

10

12

1993

1994

1995

1996

1997

1998

1999

2000

2001

2002

2003

2004

Yıllar

Mil

yon

Do

lar Elektrik/Elektromekanik

TTGV Desteği

Enformasyon TTGVDesteği

Toplam TTGV Desteği

Grafik 24. TTGV 'nin Elektronik Sanayinde İki Alana Desteği (1993–2004) Görüldüğü gibi elektronik sanayine verilen destek 1996 ve 2000 yıllarında iki kez

tepe yapmış, ilkinde 9 milyon doları (1996), ikincisinde ise 10 milyon doları (2000)

geçmiştir. Daha önemlisi, ele aldığımız dönemin ikinci yarısında TİDEB desteklerinde

olduğu gibi TTGV desteklerinde de önemli bir artış vardır. 1996 yılında desteklerdeki

artış, Gümrük Birliği’ne hazırlanma ve kapasite oluşturma ile açıklanabilir.

Dönemin ikinci yarısındaki ise, yerleşmiş bir sürecin Ar-Ge harcamalarına

yönelmesi gibi gözükmektedir. İlk tepe noktası dönemine kıyasla ikinci tepe noktası ve

sonrasında proje sayıları da oldukça çarpıcı biçimde artmıştır.

Bu bölümde görüldüğü gibi, dönemin ilk yarısı yatırımlardaki canlanma

açısından ikinci yarısı ise Ar-Ge harcamalarına ve belirli teknoloji alanlarına

yönelik destek açısından önemli gelişmelerin yaşandığı dönemler olmuştur.

1990’ların ortasının Ar-Ge destekleri için bir dönüm noktası olduğunu daha önce

belirtmiştik. 2001 krizi sonrası büyük şirketlerin, yerli ve yabancı ortaklarla birlikte

girdiği projelerde daha fazla Ar-Ge destekleri kullanması, özellikle otomotiv, elektronik

sektöründe sık görülmeye başlanmıştır.

Genel olarak elektronik sanayini, onun bir parçası olarak endüstriyel

elektroniğin gelişimini irdeledikten sonra, üretim yapısındaki ve teknolojik düzeydeki

gelişimi daha iyi irdeleyebilmek için alt sektörlerin durumunu daha yakından incelemek

gereklidir.

368

3.3.3.5 Endüstriyel Elektroniğin Alt Sektörleri:

3.3.3.5.1 Tüketim Cihazları Alt Sektörü:

Bu alt sektörde, renkli televizyon, ses cihazları, video, yazar kasa, elektronik

hesap makinaları, videokasetleri TV uydu alıcıları ve anten santralleri, elektronik tartı

ve cihazları üretilmektedir. Televizyon üretimi, özellikle incelediğimiz dönemde,

1995’lerden sonra patlama yapmış, 10 yılda 10 kata yakın artmıştır. Çıktının büyük bir

kısmını renkli televizyon oluşturmaktadır (Çakır, 2004). 1995’te 1,8 milyon renkli TV

üretilmekteyken, bu sayı 2004’te 20,4 milyon adete çıkmıştır. Ancak ileride

anlatacağımız gibi 2005’ten sonra gelişen yeni televizyon teknolojilerine yönelmede

gecikme ile birlikte üretim düşüşe geçmiştir. Sektörün üretiminde ve ihracatında ilk

sırayı ve belirleyiciliği renkli televizyonlar almaktadır. Bu nedenle tüketici elektroniğin

gelişiminde renkli televizyon üretiminin incelediğimiz dönemdeki evrimine özel bir

önem verilecektir.

Bu dönemde Tüketici elektroniğini özetleyen ana gelişmeyi Taymaz ve Yılmaz

belirtmektedir. Bu alt sektör birkaç büyük yerli şirketin hakimiyeti altındadır. “…

coğrafi yakınlık, verimli ülke içi emek ile piyasanın teknolojik olarak olgun ve

korunaklı olan CRT renkli televizyon segmentine yoğunlaşmış olması sayesinde Avrupa

pazarında rekabetçi hale gel”miştir (Taymaz ve Yılmaz, 2008).

Tüketici elektroniğinde ithalat Güney Kore gibi geç kapitalistleşen ülkelerden

yapılmakta, ihracat ise erken kapitalistleşmiş ülkelere doğru gerçekleşmektedir.

İthalatın oranı 2005’e kadar artmıştır. 1990’da bileşenler ithalatının üçte biri geç

kapitalistleşen ülkelerden iken 2005’de bu oran %47’ye yükselmiştir. Televizyon

ürünlerinin büyük bir kısmını erken kapitalistleşmiş ülkeler almaktadır (1990’da %90,

2005 %95). Türkiye giderek artan biçimde geç kapitalistleşen ülkelerden

elektronik bileşen ve bazı büro ve bilgi işlem cihazı ürünleri ithal etmektedir; nihai

ürünleri ise erken kapitalistleşmiş ülkelere (temel olarak AB’ye) satmaktadır

(Taymaz ve Yılmaz, 2008, s.12).

Yine Taymaz ve Yılmaz’ın bulgularına göre, üretkenlik düzeyi Türkiye’de tüm

diğer Doğu Avrupa ülkelerini ve İspanya’yı önemli ölçüde geçmektedir. AB ülkelerinin

(İngiltere ve Almanya) biraz üstünde ya da eşittir. “Hızlı sanayileşen ülkelerin (Kore ve

369

Singapur)” ise üstündedir. Taymaz ve Yılmaz’a göre, Türkiye’de tüketici

elektroniğinde 1990’ların ikinci yarısından sonra çok büyük bir üretkenlik artışı

gerçekleşmiştir (Taymaz ve Yılmaz, 2008, s.13). Göreli ücret maliyetleri ise doğu

Avrupa ülkelerinden yüksek, ancak AB ülkeleri ve Kore ile Singapur’dan önemli

oranda düşüktür. Türkiye’nin AB’ye ihracatının böyle artmasının nedeni budur; diğer

bir neden pazarlara yakınlıktır (Çakır, 2004, s.12).255

DPT Elektrik ve Elektronik Makinalar Sanayii Özel İhtisas Komisyonu raporuna

göre, incelediğimiz dönem içinde tüketici elektroniği alt sektöründe temelde kapasite

artırımına yönelik yatırım yapılmıştır. Rapor, bu alt sektördeki yatırımların verimlilik ve

kalite artırımına yönlendirilmesi gerektiğini belirtmektedir (DPT, 2007, s.39).

Kapasite artırımına yönelik yatırımların belirleyici olduğunu söyleyen aynı rapor

TV üreten şirketler hakkında daha ileride (s.153) şunu da söylemektedir:

Avrupa’da başta Japon markaları olmak üzere dünyanın bilinen bütün A brand markalara ODM bazlı renkli televizyon üretimi Türk firmalarınca yapılmaktadır. Türk televizyon üreticileri artık sadece üretim kapasiteleri ile değil, kendi şasesini tasarlayan, dizaynını geliştiren departmanları, yazılımları ve dünyaya yayılmış AR-GE, satış ve satın alma şirketleriyle faaliyet göstermekte ve fark yaratmaktadırlar.

Açıktır ki, kamu harcamaları gibi büyük yatırımların ortadan kalktığı 1980

sonrası dönemde, sermaye birikimi için önemli bir gösterge olan yatırımların

incelenmesi, bu yatırımların niteliği üzerine değerlendirmede bulunmak da daha uygun

verilerle ve dikkatle yapılmak zorundadır. Devletin kamu harcamaları bireysel

sermayelerin kapasitelerinin üzerinde, onların sorunlarına çözüm bulma yönünde

önemli harcamalar idi ve büyük bir pay kaplıyorlardı. Ancak kamu harcamalarının

payının ülke ekonomilerinde azaldığı bir dönemde, sermayenin gelişimini incelemek

için benzer bir düzeyi beklemek, bu düzeyi ölçü almak hata olacaktır.

3.3.3.5.1.1 Geri Bağlantıları Açısından Tüketim Elektroniği

255 Göreli maliyetlerin Doğu Avrupa ülkelerinde daha düşük olması ve Avrupa pazarına yakınlık avantajı dönemin ikinci yarısından itibaren bu ülkelerde otomotiv, elektronik vb. sektörlerde fabrikalar kurmak üzere yabancı yatırımların artmasına yol açmıştır.

370

Tüketim elektroniğinin lokomotifi televizyon üretimidir. Tüketim elektroniğinin

geri bağlantılarının ne durumda olduğunu anlamak için televizyon üretiminde

bileşenlerin maliyet paylarına ve bu bileşenlerin nereden sağlandığına bakılabilir. DPT

raporuna göre (2007, s.102), televizyon üretiminde geri bağlantıları oluşturan bileşenler

şunlardır:

Tüketim cihazları kapsamındaki renkli televizyon üretiminde, ürün maliyetinin % 50–60 oranındaki kısmı resim tüpü ithalatına, %15–20 oranında devre elemanları ithalatı, %5 oranında da diğer elektronik elemanlar ithalatı olmak üzere yaklaşık %80’i bulmaktadır. Geriye %10 mekanik ve %10 işçilik olmak üzere toplam %20 gibi düşük bir katma değer kalmaktadır.

Görüldüğü gibi televizyon üretiminde girdiler, resim tüpleri, devre elemanları,

diğer elektronik elemanlar, mekanik ve işçiliktir. Bu girdilerin %80’inin ithalatla

karşılanması, geriye kalan %20’nin mekanik ve işçilikten oluşması, sadece üretilen artı-

değerin katma değer olarak aktarılması anlamına gelmemektedir. Temel elektronik

elemanlar Doğu Asya ve Avrupa ülkelerinden ithal edilmektedir. Sadece kimi

elektronik olmayan parçalar yerli tedarikçilere ısmarlanmaktadır (Taymaz ve Yılmaz,

2008, s.14). Mekanik ve işçilik, ana sanayinin yürüttüğü montaj işlemidir; bu da

elektronik sektörünün sürükleyicisi durumundaki tüketim elektroniğinin geri

bağlantılarının ve yan sanayinin zayıf olduğunu göstermektedir. Burada bir eksikliği,

hata payını belirtmek gerekli; bu eksiklik DPT’nin iktisadi yaklaşımından

kaynaklanıyor olmalıdır. İleride göreceğimiz gibi, tüketim elektroniği sanayinde

sermaye birikimi, yoğunlaşmanın yüksekliği nedeniyle belli başlı birkaç şirketin

elindedir. Bu şirketler, sadece ürün montajı değil aynı zamanda temel bilimsel düzeyde

olmasa da yeni ürün üretimi, tasarımı da yapmakta, bunu satmaktadırlar. DPT’nin

maliyet bileşenlerinde belki işçilik kısmında ayırt edilmeden bulunan ve hata payları

taşıyan bu öğe de üretimin girdileri içerisine alınmalıdır. Bu da sektörün Ar-Ge

harcamaları ve bu Ar-Ge harcamalarının niteliğidir. Bu kayıtlarla, tüketim

elektroniğinin yan sanayisinin zayıf olduğu (neredeyse olmadığı) söylenebilir;

bileşenlerin %80’inin ülke dışından ithal edilen girdiden oluştuğu belirtilebilir.

İncelediğimiz dönemin ikinci yarısında tüketici elektroniğinde hızlı bir artış

yaşanmıştır. Bu hızlı artışta, Avrupa pazarının korunaklı olmasının etkisi vardır. Çin,

Malezya, Kore, Tayland ve Singapur’dan Avrupa’ya ihraç edilen TV’ler gerçekte

371

maliyet açısından daha ucuz ve rekabetçilerdir. Ancak incelediğimiz dönemde, Avrupa

bunlardan daha fazla gümrük ve anti-damping vergisi almıştır. Bu da Türkiye’deki

şirketlere korunaklı bir pazar yaratmıştır.256 Taymaz ve Yılmaz’a göre, Asyalı

üreticilere uygulanan anti damping tedbirleri, Türkiye’li üreticilere çok kritik bir

zamanda bir çeşit “bebek sanayi koruması” sağlamıştır. Türkiye’deki TV üreticisi

şirketlerin lojistik konumlarının Avrupa pazarı için çok uygun olması, reel ücretlerin

baskılandığı ve esneklik yönünde iş yasalarının geçirildiği ucuz ve nitelikli işgücü bu

sermayenin “avantajı” olarak ortaya çıkmaktaydı. Sektör raporlarına göre, coğrafi

konum sadece maliyet avantajı sağlamamakta, aynı zamanda teslim zamanını da

azaltmaktadır. Çinli üreticiler için Avrupa pazarına teslim süresi bir buçuk, iki ay iken

örneğin Vestel için 1-2 hafta düzeyindedir. Taymaz ve Yılmaz’a göre, imalat

esneklikleri ve kısa teslim zamanları sayesinde Türk üreticiler Avrupa pazarına yönelik

sipariş bazında çalışabilmiş ve pazarlarını genişletebilmişlerdir (Taymaz ve Yılmaz,

2008).

Ancak bu hızlı artış 2006–2007 yıllarında yavaşlamış, gerilemeye başlamıştır.

Bunun nedeni CRT tüplerden düz panel ekranlara geçiş yönündeki teknolojik yenilik ve

yeni ürünlerdir. Bu alt sektörde bundan önce Avrupa pazarlarında üstünlük sağlanan

ürün CRT tüplü televizyonlar idi. CRT tüplerin TV maliyetleri içindeki payı %60

seviyelerindedir. Bunlar ithal olarak karşılanmaktadır. “2004 yılında yapılan TV tüpleri

ithalatı 1.14 milyar doları bulmuştur. TV tüp ithalatının önemli bir bölümü Doğu

Asya’dan yapılırken, bir bölümü de Macaristan ve Çek Cumhuriyeti’nde 1990’ların

sonlarında ve 2000’li yıllarda kurulan fabrikalardan yapılmaktadır” (Yılmaz, 2007,

s.47). Türkiye’deki görece ucuz ve nitelikli işgücü, Avrupa pazarına yakınlık, teslim

zamanının kısa olması ve özellikle bu dönemde Çin ve Uzakdoğu’ya AB tarafından

uygulanan kısıtlamalar nedeniyle bu alt sektördeki şirketler Avrupa pazarlarını

büyütmüşlerdir. Ancak şimdi tüplü TV’lere göre daha yüksek teknolojili düz panel

televizyon pazarı bunun yerini almaktadır. Bu düz panel televizyonların üretiminde

maliyet payı %65–70 seviyelerini bulmaktadır. Bunlar Türkiye’de üretilmemektedir

(DPT, 2007, s.31–32). Maliyet payının yüksek olması, Türkiye’de üretilmemesi bu alt

256 Bu korunaklılığı bir Vestel yöneticisi şöyle dile getirmektedir: “2000 yılında, Çin’lilere yönelik ek vergiler kaldırılmış olsaydı, bu Vestel için yıkıcı olurdu” (Aktaran Taymaz ve Yılmaz, 2008, s.17).

372

sektördeki sermaye açısından karların düşmesini, üretimlerinin ve pazarlarının

daralmasını getirmektedir (Yılmaz, 2007, s.47).Bu sermaye kesimleri için önemli bir

sorun olarak belirmektedir.257

Tüketici elektroniğinin girdi olarak ithal girdi kullanması, ülke içi bileşen

sektörü ile geri bağlantılarının güçlü olmaması bu alanda yoğunlaşma düzeyi yüksek

olan sermaye gruplarının önüne karlılık ve sermaye birikimi engeli çıkarmaktadır. Bu

engelin aşılması yönünde seçeneklerden biri olan bileşenlerin ülke içinde üretilmesidir.

Ancak, zaten “verimsiz ve gelişmemiş” olan bileşen alt sektörü kendi başına yeterli

değildir. Bunun için ülke içi şirketlere rekabet üstü ortaklık, yabancı sermaye ortaklığı

gibi kurumsal ve evrimci stratejilerle girdi bağlantılarını oluşturma önerilmektedir.

Ancak bu aşamanın kendisi bile bu alandaki ülke içi sermaye birikiminin gelip

dayandığı eşiğin gerektirdiği ihtiyaçlar ile evrimci ve kurumsalcı teknoloji yaklaşımları

arasındaki koşutluğu göstermektedir. Evrimci ve kurumsalcı yaklaşımın devlet

müdahalesine alan açan yönelimi, Türkiye’de geçmişte önemli bir yere sahip olan

planlamacı okulda da yankı bulmaktadır. Dahası bu planlamacı yaklaşım, yeni

kuşaklarda yerini böyle bir anlayışa bırakmaktadır. Ancak bir yandan da bu devir

teslimin yapısal ve ekonomik koşulları oluşmaktadır. Ülke içi yoğunlaşan sermaye

birikimi ile genel olarak imalat sanayinin parçalı yapısının ikili ve diyalektik ilişkisi,

eski eksen olan ulusal çaplı devlet ve piyasa arasındaki planlamacı girdi çıktı ilişkisinin

yerine firma, üniversite, kurumlar gibi bir üçgende incelemeyi yeni eksen olarak

koymaktadır.

Tüketici elektroniğindeki şirketlerin incelediğimiz dönem içinde özellikle renkli

televizyon alanında OEM (Orijinal Ekipman İmalatçıları –Original Equipment

Manufacturer) konumundan ODM (Orijinal Tasarım İmalatçıları –Original Design

Manufacturer) konumuna geçtikleri belirtilmektedir (DPT, 2007, s.126). Orijinal

Ekipman İmalatçılarından farklı olarak Orijinal Tasarım İmalatçıları, ürettikleri özgün

ürünün haklarına sahip olmalarına karşın, bunu başka markalara satarlar; bu markalar

257 “2005 yılı itibariyle elde edilmiş olan ölçek büyümesi ve rekabet gücü avantajı kaybedilme tehlikesindedir. Bu nedenle, ülkemizde hükümetin yönlendirmesi ile rekabet üstü ortaklık ve yabancı sermaye katılımıyla takriben 2 – 2,5 milyar Dolar seviyesindeki bir yatırım ile panel üretimi tesisinin kurulması şarttır. Bu oluşum, ara mallarda üretim eksikliği çeken ülkemiz sanayiinin elektronik alanında önemli eksiğini tamamlayacaktır” (DPT, 2007, s.116).

373

altında satışa sunulurlar. Orijinal Ekipman İmalatçıları ise kendi markalarını kullanarak

son kullanıcıya ürün üretmektedirler.258 Bu tanımlamalar yeni işbölümünün niteliğini

ortaya koymak açısından da anlamlıdır. Örneğin Vestel, pek çok ülkeye televizyon

üretmekte, bu ülkelerde bu televizyonlar farklı markalarla satılmaktadırlar. Vestel

yöneticilerinden Levent Hatay, 2006 yılında (Capital Dergisi, 6 Haziran 2006) şunları

söylüyor:

Biz Avrupa’da artık OEM (Original Equipment Manufacturing) değil, ODM (Original Design Manufacturing) tarzında, yani tasarım ağırlıklı üretim yapıyoruz. Bizim müşterimiz JVC, Hitachi ve Toshiba… Bize gelip, al bunu montajla demiyorlar. Biz bu markalara Ar-Ge hizmeti sunarak ürün geliştiriyoruz. … Beyaz eşyada üretimin yüzde 50’si, televizyonda ise yüzde 25-30’u Vestel markasıyla yapılıyor… bilhassa Avrupa’daki OEM ve ODM stratejimiz çerçevesinde 100’den fazla ülkedeki dünya markaları için onlara özel olarak tasarlanmış dizayn ile üretim yapmayı sürdürmekteyiz.

Vestel, 2001’den 2008’e kadar Türkiye’de en fazla ihracatı gerçekleştiren şirket

konumundadır (Capital Dergisi, 1 Nisan 2008, Fasonun Yeni Nesil Liderleri). 2003 yılı

itibariyle Arçelik ihracatının yüzde 45’i de başka markalar adına yaptığı ürünlerden

oluşmaktadır (Capital Dergisi, 1 Aralık 2003).

Düz panel ekran teknolojisinde ve kotaların indirilmesiyle birlikte Uzakdoğu ile

rekabet edebilmek için elektronik sanayi, çok zayıf olan yan sanayisini güçlendirmeye

çalışmaktadır. Bir yandan da gerekli teknolojik alt yapıyı sağlamak için devlet

müdahalesi ile kurumlaşmaları teşvik etmektedir. Bu alandaki kurumlaşma da özellikle

incelediğimiz dönemin başında ayrı bir nitelik kazanmıştır. Uluslararası ticaretin

getirdiği standartlaşma yüzünden ölçüm, test ve tescil yönünde kurumlaşma da

bunlardan biridir. Diğer sektörleri incelerken de görebileceğimiz gibi, uluslararası

standartlaşmanın yaygınlaşması ve AB süreci ile birlikte, bu standartları ulusal olarak

verebilecek bir kuruma olan ihtiyaç, bu standartlara uygunluk tescil belgesinin maliyeti

258 “… özellikle renkli televizyonlarda OEM şeklinde başlayan üretim, yapılan yatırımlar, üretim miktarları ve bilgi birikimimize bağlı olarak zaman içinde ODM karakterini kazanmıştır. Avrupa’da başta Japon markaları olmak üzere dünyanın bilinen bütün A brand markalara ODM bazlı renkli televizyon üretimi Türk firmalarınca yapılmaktadır. Türk televizyon üreticileri artık sadece üretim kapasiteleri ile değil, kendi şasesini tasarlayan, dizaynını geliştiren departmanları, yazılımları ve dünyaya yayılmış AR-GE, satış ve satın alma şirketleriyle faaliyet göstermekte ve fark yaratmaktadırlar” (DPT, 2007, s.153).

374

açısından giderek daha fazla duyulan ve dile getirilen ihtiyaç haline gelmiştir. Sanayinin

niteliği gereği bu gibi durumlarda rekabet üstü bir yapının, üniversitelerin, devlet

kurumlarının etkinliği beklenmektedir. İşte elektronik sanayinde bu amaçla ESİM

kurulmuştur. Küçük ve Orta Ölçekli Sanayi için gerekli olan elektronik test ve ölçü

aletlerini sanayinin kullanımına sunmak, gerekli belgeleme ve tescilleme, malzeme

kontrol, standartlara uyumluluk ve kalite kontrol, belgelendirmeye yönelik hizmetler

sanayinin ihtiyaç duyduğu danışmanlık ve Ar-Ge (ürün geliştirme) hizmetlerini vermek

ya da koordine etmek amacı ile Elektronik Sanayi İhtisas Merkezi (ESİM) Vakfı 1995

yılının sonunda TTV, KOSGEB, TESİD; İTÜ, KalDer tarafından kurulmuştur. Bu

kurum, 1998 yılında bir Hollanda firması olan KEMA ile ESİM vakfı ortaklık

kurmuştur, halen ESİM A.Ş. olarak elektronik sanayi için akreditasyon test ve

belgelendirme işlemlerini yürütüyor. Ancak sektördeki şirketler hala CE onayını

Türkiye’den alamamaktadır.

3.3.3.5.1.2 Telekomünikasyon Alt Sektörü: Sektörün ürettiği başlıca ürünler telefon ve telgraf hatlarını birbirini bağlamaya

mahsus cihazlar (otomatik telefon santrali vb.), uç cihazlar (telefon, telefaks, vb.) iletim

cihazları (analog dijital cihazlar, TV aktarıcıları), telsiz-telefon/telsiz telgraf alıcı/verici

uydu vb. antenler, aksam ve parçaları, telekomünikasyon kabloları, bakır kablolar, fiber

optik kablolardır. Türkiye özellikle iletişim teknolojisi açısından Avrupa ile aynı

teknolojik gelişmişlik seviyesine sahiptir. Üretim açısından telekomünikasyon alt

sektörü tüketim elektroniği gibi yüksek bir artış izleyememiştir. Hatta profesyonel

endüstriyel cihazlar üretiminin artışı daha fazla gelişmiştir. Yılmaz’ın da belirttiği gibi

1990’lı yıllarda, özellikle sabit telefon şebekelerine yönelik büyük gelişme gösteren

telekomünikasyon cihazları alt sektörünün üretimi 1999’dan 2004’e 134 milyon dolar,

sadece %16 artmıştır (Yılmaz, 2007, s.47). 1990’lı yıllarda alt yapı geliştirme ile

büyüyen sektörün bu durumu dönemin ilk yarısına yansırken, dönemin ikinci

yarısındaki büyüme düşük kalmaktadır. İthalatta incelediğimiz dönem boyunca

gerçekleşen artışta en büyük payı, cep telefonu ithalatı almaktadır. Bu ithalat, çok

yüksek boyutlara ulaşmıştır.

Telekomünikasyon sektörü, elektronik sanayinin alt sektörleri içinde Ar-Ge'ye

en fazla kaynak ayıran sektör olma özelliğini göstermektedir. Bu alt sektörde Türkiye

375

sayısallaşma düzeyinde pek çok OECD ülkesini geride bırakmış durumda

bulunmaktadır. Türkiye, ürettiği sayısal santralleri Orta Asya ülkelerine satmaya

başlamıştır. Ancak son yıllarda Ar-Ge etkinlikleri açısından dönemin ilk yarısından

itibaren zayıflamaya başlamıştır. Bu alt sektörün Ar-Ge açısından durumunu yukarıda

özetlemiştik.

Telekomünikasyon sektörünün toplam üretiminde ağırlık bir yer tutan alt

dal kablo üretimidir. Dış talebin artması yüzünden kablo üretimi incelediğimiz dönem

ve ikinci yarısında önemli bir artış göstermiştir. Alt sektördeki diğer ürün kategorilerine

göre teknolojik düzeyi daha düşük olan kablo üretiminin gelişkin olması Telekom

sektörünün ülke içi teknoloji geliştirme açısından sınırlarını da belirlemektedir.

DPT raporlarına göre, bu alandaki gelişme henüz yeterince güçlü olmasa da

Telekomünikasyon dalında Telsiz Cihaz ve Sistemleri alt Sektörü ayrı bir önem

taşımaktadır. Çünkü incelediğimiz dönem içinde GSM Cep Telefonu ithalatı çok yüksek

boyutlara çıkmıştır. Bu ithalatın giderek daha da artacağı görünmektedir.

Sayısallaştırılmış Telsiz Cihaz ve Sistemleri ile sağlanacak (Trunk) Ortak İşletmeleri

GSM Şebekelerine en önemli alternatiflerden birisi olarak ortaya çıkmaktadır. Bu

sistemlere geçerek GSM şebekelerindeki yük bir miktar paylaşılabilecek ve bu alandaki

yerli üreticilerle dış harcamalarda azalma sağlanabilecektir. Ancak yine aynı rapora

göre, ASELSAN’ın bu konuda büyük illerde yürüttüğü çalışmalar henüz yeterli

olmaktan uzaktır (DPT, 2007, s.163).

Elektronik sanayinin alt yapı ve yaygınlık açısından önemli bir öğesini temsil

eden telekomünikasyon alt sektörünün diğer bir özelliği ise sektördeki şirket yapısıdır.

DPT raporunda bu alt sektörde etkinlik yürüten 35 şirket gösterilmiştir; bu şirketler

içinde kablo üretimi yapan HES gibi şirketler, Haberleşme cihazları ve Telsiz sistemleri

üreten ASELSAN ve Turkcell, Aycell (daha sonra AVEA olmuş, 2005 yılında çoğunluk

hissesi yabancı ortağa satılmıştır), Telsim gibi GSM telefon şirketleri bulunmaktadır.

Bunlar ve az sonra belirteceğimiz şirketler, alt sektörün temel yapısını oluştursa da

KOBİ niteliğinde olan ancak telefon, adsl, modem gibi alanlarda teknolojik ürünler

üreten şirketler de bulunmaktadır. Sektördeki büyük şirketler ve yabancı ortaklık ilişkisi

şöyledir: Büyük oranda yabancı ortaklı olanlar: Netaş, Alcatel’dir. Tamamen Yabancı

376

olan şirketler: Siemens ve Ericsson, yazılım alanında çalışan Solectron’dr GSM şirketi

Telsim daha sonra yabancı bir şirket tarafından satın alınmış Vodafone olmuştur.

Görülebildiği gibi telekomünikasyon alt yapısı olarak üretimde temel rol

oynayan belli başlı şirketlerin büyük bir kısmı yabancı ortaklıdır. Bu alandaki teknolojik

gelişmeleri yansıtan fikri mülkiyet payının incelediğimiz dönem içinde %20’den

%5’lere düşmesi ile birlikte düşünülürse, Fikret Yücel’in “telekomünikasyon

teknolojilerinin iyi bir kullanıcısı” nitelemesinde bu açıdan bir haklılık payı

bulunmaktadır. Ancak öte yandan ASELSAN gibi şirketlerin, Telsim, Turkcell gibi

şirketlerin incelediğimiz dönem içinde mühendis gibi nitelikli işgücü yapısındaki

değişim, HES gibi kablo şirketlerinin üretimindeki artış ve işgücü niteliğindeki

değişmeler, teknoloji konusunda yerli şirketlerin de gelişme gösterdiklerini

yansıtmaktadır.

3.3.3.5.1.3 Profesyonel ve Endüstriyel Cihazlar Alt Sektörü Ses ve görüntü sistemleri, endüstriyel elektronik cihazlar (statik çeviriciler,

otomasyon cihazları, sinyalizasyon ve alarm cihazları, endüksiyon ocakları), tıbbi

elektronik, test ve ölçü aletleri, otomotiv elektroniği (taksimetre, takometre) elektronik

saatler ve diğer cihazlar üreten alt sektörün ürünleri, büyük üretim yapan işletmelerde

üretim süreçlerinin teknolojik seviyesini belirlemekte etkin olmaktadır (Bayar, 2003).

Zaten bu alt sektör esas olarak üretim sisteminin teknolojik düzeyini belirlediği için

merkezi önemdedir. Bu alt sektörü incelerken Türkiye’de otomasyonun gelişimi

üzerinde ayrıntılı olarak duracağız. Üretimde otomasyon ve esnekliğin önem

kazanmasıyla birlikte alt sektörün önemi de artmaktadır. Ancak sektörün tüm elektronik

sanayi üretimi içindeki payı son derece küçüktür. Üstelik sektörün iç pazarı genel olarak

üretim sektörü ve tesisleriyle sınırlıdır (DPT, 2007, s.191). 2004 yılı itibariyle sektör

genel olarak elektronik sanayi üretiminin ancak %6,7’sini, ihracatın %7,7’sini, ithalatın

ise %24,4’ünü oluşturmaktadır. İç pazar da büyük oranda ithalat ile

karşılanmaktadır. Genel olarak kamu ihalelerinde yeri üreticiye öncelik tanınmaması

sorunu, bu sektör için de önemli bir sorun olarak durmaktadır. Sektörde üretim yapan

şirketlerin büyük çoğunluğu küçük ölçekli firmalardır ve incelediğimiz dönem içinde de

geçerli olmak üzere rekabet ve ihalelerde öncelik almama gibi nedenlerle bazı ürün

gruplarında üretim yapan yerli şirketler ticarete kaymakta ve üretim yapan firma

sayısının hızla azalmaktadır (DPT, 2007, s.201).

377

İncelediğimiz dönemin ikinci yarısında, Profesyonel ve Endüstriyel Cihazlar Alt

Sektöründeki ürün grupları içersinde, sinyalizasyon, alarm ve güvenlik sistemleri,

otomasyon cihazları ve redresör, UPS, konvertör ürünleri ile ilgili olarak bu

sektörde faaliyette bulunan şirketler, yeni kapasiteler eklemeye yönelik fabrika

yatırımları yapmışlardır (DPT, 2007, s.201). Bu yatırımlar arasında otomasyon,

kesintisiz güç kaynağı, konvertör gibi sanayiye girdi sağlayan ürün gruplarının

bulunması önemlidir. Profesyonel ve endüstriyel cihazlar üretiminde otomasyon ve

robotik sistemler üretim yapısının teknolojik düzeyi açısından önemli bir yer

tutmaktadır. Bu yüzden, bu alt sektörün otomasyon ve robotik bileşenini biraz daha

ayrıntılı ele alacağız.

3.3.3.5.1.3.1 Otomasyon ve Robotik: Türkiye’deki Gelişimi

Türkiye’de Otomasyon sektörü, ‘90’lar ile başlamış, ve asıl olarak incelediğimiz

dönem içinde gelişmiştir. Bu gelişimi 2004 yılında kurulan Endüstriyel Otomasyon

Sanayicileri Derneği (ENOSAD) ile izlemek mümkündür. Sektör şirketlerinde yönetici

konumunda bulunan dernek yöneticilerinin aktardıklarına göre, otomasyonun

Türkiye’de kaydadeğer tarihi 15 yıllık bir süreci anlatmaktadır. Bu durumda

otomasyonun 1990’lı yıllarla birlikte gelişmeye başladığı söylenebilir. Ancak derneğin

kuruluşunda yer alan şirketler, otomasyonun bir sektör haline gelmesinin incelediğimiz

dönemin sonunda ENOSAD’ın kurulması ile eş zamanlı gerçekleştiğini ileri

sürmektedirler (Endüstri ve Otomasyon Dergisi, Ocak 2005, Ayın Söyleşisi). Bu haliyle

sektörde 50 civarında firmadan söz edilmekteyken, 2004 yılında ENOSAD'ın yaklaşık

30 üyesi bulunmaktadır. Buna rağmen, ENOSAD’ın yeni gelişen otomasyon sektörünü

temsil ettiğini söylemek olanaklıdır, çünkü dernek üyeleri pazarın yüzde 90'ını

kapsamaktadır.

Dernek tarafından yapılan bir araştırmanın olmadığını belirtmelerine rağmen

2004 yılı için tahmin ettikleri otomasyon pazarı 150 milyon dolardır (Dünya Gazetesi

Endüstriyel Otomasyon Eki, 10 Kasım 2004). Bu 150 milyonun 100 milyon dolar

civarındaki büyük bölümünü süreç otomasyonu (proses otomasyonu) oluşturmaktadır.

Geri kalan ise makina otomasyonudur. Otomasyon ürünlerinden daha çok yararlananlar

ise, büyük ölçekli firmalardır. KOBİ’lerde otomasyon incelediğimiz dönemin sonunda

bile yeteri kadar bulunmamaktadır. Büyük firmaların otomasyona girişi de yine

378

ENOSAD verilerine göre, %20’lerde kalmaktadır (Dünya Gazetesi Endüstriyel

Otomasyon Eki, 10 Kasım 2004). Yani otomasyon henüz büyük şirketlerden

başlamaktadır ve onlarda bile küçük bir oranda kalmaktadır.

Derneğin değerlendirmelerine göre, üretken sermaye açısından otomasyon henüz

küçük bir orandadır ve AB’ye giriş sürecinde bu önemli bir pazarı ifade etmektedir,

ancak bu pazarda otomasyonun yayılımının öncelikle büyük şirketlerden başlayacağını,

bundan sonra KOBİ’lerde göreceli gelişkinliğe göre otomasyonun yaygınlaşacağını

belirtmektedirler.

Otomasyonun gelecekte öngörülen pazarı böyleyken, bu pazarın ne kadarının

Türkiye’deki otomasyon şirketleri tarafından tutulacağı ortada bir soru olarak

durmaktadır. Değerlendirme açısından bu pazarın ikili yapısı önem taşımaktadır:

makina otomasyonu ile süreç otomasyonu pazarı. ENOSAD üyesi şirketlerden birinin

proje müdürü (www.enosad.org.tr, “Endüstriyel Otomasyona Olan İlgi Artıyor”, Aralık

2007), bu iki ayrıma dikkat çekmekte, bunlarda pazarda rekabetin olanaklarını

belirtmektedir:

[Ercan] Cansever, 2004 yılında özellikle makina imalat sektöründe bir talep artışı görüldüğünü, endüstriyel otomasyon konusunda da şirketlerin büyük bir ivmeyle yatırıma yöneldiğini belirtti. Ancak Cansever, makina üretimi konusunda dünyada çok hızlı bir gelişme yaşandığına ve üretim teknolojisinin geliştiğine de dikkat çekiyor. Cansever'e göre, Türkiye proses kontrol ve otomasyonda rahatlıkla yabancı firmalarla rekabet edebiliyor, ancak makina otomasyonunda rekabet çok daha zor.

Bu nedenle Türkiye’de otomasyon şirketleri makina üretmek, makina

otomasyonunu gerçekleştirmekten daha çok mühendislik hizmetleri ve süreç

otomasyonuna yönelmektedirler. Bu da bilimin ve teknolojinin üretimi konusunda

uluslararası emek bölümünün yapısıyla ilgilidir. Makina otomasyonu, sermaye birikimi

yüksek, teknolojik birikimi ve araştırma düzeyi yüksek uluslararası şirketlerin

denetimindeyken, süreç otomasyonunun kimi işlevleri mühendislik hizmetleri adı

altında parçalara ayrılmıştır. Bu işlev otomasyonun merkezi işlevlerini yerine getiren

çok uluslu şirketlerden diğer şirketlere aktarılmış durumdadır. İlgili üretim araçlarının

ve bu üretim araçlarının bileşiminin (yani süreç otomasyonunun) nasıl bir sistemle

kurulacağı, nasıl geliştirileceği yönündeki mühendislik hizmetleri, dünyada olduğu gibi

379

Türkiye’deki yabancı ortaklıklar, temsilcilikler yoluyla ya da bu aşamayı geçerek farklı

biçimlerde yeni gelişmekte olan otomasyon şirketlerine düşmektedir. Bu üretim

araçlarının uygulanmasının ve geliştirilmesinin yanı sıra bakımının bilgisi, bu şirketlere

bırakılmaktadır.

Otomasyon sisteminin Türkiye’de daha sık kullanılan bölümü olan süreç

otomasyonunda, otomasyonun teknoloji düzeyi yüksek, karmaşık makinaları dışarıdan

alınmakta, bu makinaların otomatik denetimi, sistem entegrasyonu, yazılımların

uyarlanması ve geliştirilmesi ülke içinde yapılmaktadır. Yüksek organik sermaye

bileşimi ve sermaye birikimi gerektiren, yani sermaye yoğun otomasyon cihazlarının

üretimi ağırlıklı olarak ülke içinde yapılmamaktadır.

Türkiye’de süreç otomasyonu, sistem kurulumu gibi alanlarda etkin olan yerli

sermaye, kamu ihalelerinde ve kimi özel şirketlerin iş alımlarında yabancıya öncelik

vermesini eleştirmektedirler. Bunun bir nedeni, yabancı şirketlerin standartlarının bilinir

olması ve ürün kalitesidir.

Türkiye’de üretim araçları üretiminin ve teknolojik düzeyinin merkezi bir

yerinde duran otomasyonun genel yapısı sektör uzmanlarına göre şöyledir (Endüstri &

Otomasyon Dergisi, Ocak 2005):

Dünyadaki otomasyonla ilgili tüm markalar ülkemizde temsilcilik aracılığı ile firmalarımızın hizmetine sunulmuştur diyebiliriz. Firmalarımız çoğunlukla temsilcilik yapmakta, kendi beyin gücü ile sistem kurma hizmetleri vermekte veya malzeme temini üretim bazında ele alırsak; gelişmeler göstermektedir ki, otomasyon ürünleri de ülkemizde yapılabilmektedir. Bu konuda az olsa da firmalarımız vardır. İmalatçı firmalarımız, elektronik ölçü kontrol, pnömatik, hidrolik, endüstriyel kontrol vanaları, yazılım vb konularda odaklaşmışlardır.

Burada otomasyon firmalarının niteliği ortaya çıkmaktadır. Genelde yabancı

şirketlerin temsilcilikleri, bunlara mühendislik hizmeti veren firmalar, temel

donanımları dışarıdan alan bir yapı vardır. Otomasyon üretimini yapan yerli imalatçı

firmalar, elektronik ölçü kontrol, pnömatik, hidrolik, endüstriyel kontrol vanaları,

yazılım ve mühendislik hizmetlerini yapmaktadırlar. Bilimsel üretim sürecinin gerçek

boyunduruk altına alınması ile birlikte üretimin bilgisi olan teknolojinin üretimi de

380

giderek daha fazla analitikleştirilmiş, otomasyon sürecinin iki yönünün bileşenleri de

(proses ve makina otomasyonu) parçalara ayrıştırılmıştır. Makinaların geliştirilmesi,

süreçlerin kopyalanması ya da geliştirilmesi, bu süreçlere uygun ara ünitelerin imal

edilmesi, süreç ya da makinaların güncellenmesi, hızlanan eskimeye karşı yenilenmesi

gibi tüm otomasyon süreçleri parçalara ayrılmıştır. Zaten otomasyonun doğasında

“kontrol mühendisliği” vardır; yani süreci analitik bileşenlerine ayırarak kontrol etme.

Ancak buradaki süreç sadece makinalar arasındaki etkileşimin bilgi işlem teknolojileri

ile kontrol edilmesi değildir, aynı zamanda buna göre emek süreci de değişmektedir.

Mühendislik hizmetleri, gerçekte sabit sermayenin devrindeki hızlanmaya, eskimenin

hızlanmasına bağlı olarak yeniden yapılanmaktadır. Bu temelde bakım hizmetlerinin

yanı sıra mühendislik hizmetleri de gelişmiştir. Otomasyon sürecinin merkezi parçaları

(kontrol işlemcisi, robotik malzemeler, hassas malzemeler, yarı iletken teknolojileri ve

nano teknolojiler) dışarıdan alınarak, ara ve nihai bileşenler imal edilmeye başlanmıştır.

Bunun yanında mühendislik hizmetleri, bakım, yenileme, güncelleme ve geliştirme

hizmetleri gelişmiştir.

Geç kapitalistleşen ülkeler açısından otomasyonu, makinalaşma düzeyinde

(genel ve uygulamaya dönük mikroelektronik devrelerin üretilmesi vb.) yakalamak

zorken, sistem kurma, mühendislik ve yazılım alanlarında yakalamak olanaklıdır.

Ancak gerek sektör sermayedarlarının gerekse de sektör uzmanlarının, sektör

dergilerinin sık sık dile getirdiği sıkıntı, sistem kurma, üretimin ve bakımın bilgisi

yönündeki çabaların “karşılıksız” olarak görülmesi, “bedel” ve “fiyatlandırma”

konusunda sorunlar yaşanmasıdır.259 Bu sıkıntı da geç kapitalistleşmenin bir görüngüsü

olarak ortaya çıkmaktadır.

Endüstriyel otomasyonun önemli dalları ve araçlarından birisi endüstriyel

robotlardır; üretimin uluslararasılaşmasının ilerleyen aşamaları ve otomotiv, elektronik

vb. alanlardaki uluslararası şirketlerin etkinliği sonucu üretimde teknolojinin

259 “Sektörümüzün tabii ki bir takım sıkıntıları var. Bunların içinde en önemlisi Türkiye'de üretimini yaptığımız ve/veya yurt dışından temin ederek pazarladığımız ürün ve sistemlerin üzerine eklediğimiz gerçek katma değerimiz, emeğimiz olan donanım, yazılım ve otomasyon mühendisliğinin değerinin ve kalitesinin bugüne kadar gerektiği gibi korunamamış olması. Geçtiğimiz yıllarda bu sektördeki ticaretin, yatırımların azlığı, bütçelerin yetersiz olması sebepleriyle sadece mal bedeli karşılığı ve ücretsiz mühendislik haline dönüşmesi bu sektörde hizmet veren firmaları çok zor durumda bırakmıştır” (Endüstri & Otomasyon Dergisi, Ocak 2005).

381

kullanılması da geç kapitalistleşen ülkelerin özgüllüklerine göre sınırlı da olsa

yayılmaktadır.

Türkiye’de endüstriyel robot kullanımı üzerine yapılan araştırmaların sayısı

oldukça az gözükmektedir. 1999 yılında Durmuşoğlu ve Köker tarafından anketler ve

robot ithalatçı/üreticileri ile yapılan görüşmeler üzerinden yürütülen araştırma nadir

örneklerdendir (Durmuşoğlu ve Köker,1999).260 Güncel veriler, Birleşmiş Milletler

Avrupa Komisyonu’nun ve Dünya Robotik Federasyonu’nun (IFR) raporlarından elde

edildi. Ancak Türkiye’deki durum, buradaki sınırlı sayıda robotik üreticisi ve

ithalatçısının verileriyle incelenmeye çalışıldı.

Ele aldığımız dönemde dünyadaki endüstriyel robot kullanımını incelemek için

aşağıdaki endeksten yararlanabiliriz.

Tablo 48 Dünya da Endüstriyel robot kullanımı (1996-20 04) Dünyada Endüstriyel Robot Kullanımındaki Gelişmeler (1996= 100)

Bölgeler 1996 2004 Avrupa 100 180,6 Asya 100 259.3 Dünya 100 194.9

Kaynak UNECE/IFR Half Yearly Robotics Index.

Dünya çapında robot kullanımı dönem içinde 2 katına yükselmiştir. Asya’daki

artış ise bu ortalamanın üzerindedir. Uzakdoğu ülkelerinde, özellikle Çin’de otomotiv,

elektronik gibi yüksek teknolojili üretimin gelişmesi bu sonucu doğurmuş

gözükmektedir. Birleşmiş Milletler Avrupa Ekonomik Komisyonu (UNECE)

değerlendirmelerine göre, endüstriyel robot satışlarında 1999–2000 yıllarında AB’de ve

özellikle ABD’deki satışların artması yüzünden bir patlama yaşanmış, incelediğimiz

dönemde robot üretimini de etkilemiştir (BM UNECE Basın Bülteni, 2000). Yıllık robot

kurulumu açısından değerlendirdiğimizde, 1996–97 yılları, 2000 ve özellikle 2005

yılları robot satışlarının yüksek oranda arttığı yıllar olmuştur. Diğer yıllarda satışlar

düşmüştür. 2005 yılındaki yüksek artış, otomotiv (özellikle Asya’nın payı büyüktür) ve

elektronik sektöründeki yatırımlardaki büyümeye bağlanmaktadır (World Robotics

260 Araştırma, İSO500 içindeki bazı şirketlerle anket çalışması olduğu kadar, Türkiye’deki robot üreticisi ve ithalatçılarıyla yapılan anket ve görüşmeleri de kapsamaktadır. Robot’un tanımı, kullanım alanları için bu çalışmaya bakılabilir; Türkiye’deki kullanım alanlarının 1996’daki durumu için bu çalışmadan yararlanılmıştır. Araştırmada elde edilen robot sayıları, İSO500 içinden robot kullanması muhtemel şirketlere gönderilen anketler ve robot üreticileriyle görüşmeler üzerinden yapılmıştır. Gönderilen 101 şirketin ancak 25’inden yanıt alınmıştır. Bu 25 firmadan ancak 9’u robot kullandığını belirtmiştir.

382

2006). Yine UNECE raporlarına göre, dünyada en çok robot talep eden sektörler

sırasıyla, otomotiv, otomotiv yan sanayi, elektrik-elektronik, ilaç, metal eşya, makina ve

gıda sektörü olarak belirtilmektedir.

Hem dünya için hem de Türkiye için robot sayısının ötesinde önemli bir gerçek

de robot fiyatlarının ve niteliklerinin bu süre içinde çok büyük bir hızla değişmesidir.

Amerika’da aynı robotun fiyatı, 1990’da 100 iken 2000 yılında 37’ye düşmüştür.

Üstelik UNECE araştırmalarına göre, performansları katlanarak artmıştır, sadece

verili nitelikleri açısından değil, bunlara yeni eklenen nitelikler açısından da bu

robotlar performans kazanmaktadır. 2000 yılında kurulan robotun nitelikleri

gözetilerek fiyat endeksi hesaplansa endeks 18’e düşecektir; ki bu alıcı açısından

maliyetin neredeyse 1/6’sına düşmesi demektir (World Robotics 2001).

Sayısal olarak değerlendirdiğimizde, 1999 ve 2005 yıllarını karşılaştırabiliriz.

Tüm dünyada 1999 yılında çalışır halde 742 bin endüstriyel robot bulunmaktaydı.

Bunun 402 bini Japonya’da, 93 bini ABD’de, 176 bini Avrupa ülkelerindedir (UNECE).

2004 yılı sonunda dünyadaki endüstriyel robot sayısı 849,603 adettir. Bu sayı 2005

yılında 922,875 adete çıkmıştır. 2005 yılında toplam robot sayısının 297,374 ü Avrupa

ülkelerindedir (World Robotics 2006).

1996 yılında Türkiye’de endüstriyel robot sayısı 224’tür (Durmuşoğlu ve

Köker, 1999). Türkiye robot sayısı açısından dünya sıralamasında 22. ülke

konumundadır. Bir karşılaştırma yapmak açısından 1996 yılında Japonya’da,

ABD’de, Almanya ve İtalya’da bulunan robot sayıları yaklaşık sırasıyla, 400 bin,

70 bin, 60 bin ve 25 bin adet idi. World Robotics 2006 raporuna göre, 2004 yılı

sonunda Türkiye’deki kullanılan endüstriyel robot sayısı 196 iken bu sayı 2005 yılı

sonunda 403 adete ulaşmıştır. 2004 yılında eski robotlara 24 adet eklenirken, 2005

yılında 207 adet eklenmiştir. Dönemin sonunda robot kullanımı oldukça yüksek

bir artış göstermiştir.261

261 2004 yılında robot sayısındaki düşme üç nedenle açıklanabilir. Eğer veri doğruysa, robotların yenilenmediğini gösteriyor olabileceği gibi, veri hatalıysa 1996 yılında yapılan araştırmanın sınırlarıyla ilgili bir eksiklik de olabilir. Sık rastlanan başka olasılık ise robot tanımının farklı yapılması olabilir. 2003 yılındaki bir haberde farklı ve yüksek bir rakam verilmesi buna bir örnektir: “[İmalat sanayinde kullanılan robotlar –b.n.]Türkiye’de ise henüz 1000 kişilik bir koloni oluşturacak düzeydeler. Ancak, önümüzdeki

383

Her halükarda yerli üretimle ya da dışarıdan ithal üretimde robotik kullanımı için

1990’ların ikinci yarısı önemli bir dönüm noktası, hatta üretimde robot kullanımında

oturma dönemi olduğunu söylemek olanaklıdır. 1994 krizi sonrası toparlanmanın

başlaması bir etken iken, daha önceden kesinleşen Gümrük Birliği’ne giriş tarihinden

önce, serbestleşen ticarete, üretimde ve ürünlerdeki standartlaşmanın gereklerine

hazırlanma bir başka etkeni oluşturmaktadır. Otomotiv sanayinde yerli ve özellikle

uluslararası şirketlere ait fabrikaların dönemin ilk yarısında yaptığı yatırımların,

Gümrük Birliği ve ihracat serbestleşmesine hazırlıklarının da bunda büyük payı vardır.

Türkiye’de kendisi robot üretimi ve tasarımı yapan tek şirket olan Kale Altınay

şirketinin Genel Müdürü Hakan Altınay’ın söyledikleri (Capital Dergisi, 1 Şubat 2003)

bunu göstermektedir.

… üretimde robot teknolojisini kullanma oranı arttı. Özellikle 1990’lardan sonra, başta otomotiv ana sanayi ve yan sanayinde, yeni model üretim hatlarında bir yıl içinde robotlu sistemlere yapılan adet ölçeğindeki yatırım miktarı önceki bütün yılların toplamından daha fazla oldu. Bugün Türkiye’de toplam robot nüfusu bin adedin üzerinde.

Durmuşoğlu ve Köker’in çalışmasına göre 1996 yılında ABB, Altınay ve Bosch

olmak üzere Türkiye pazarına robot veren 3 firma bulunmaktadır. Dumuşoğlu ve

Köker’e göre, incelediğimiz dönemin ilk yarısında robot pazarının en büyüğü ABB’nin

elindedir ve en çok robot otomotiv ana sanayi ile yan sanayi ve beyaz eşyaya satılmıştır.

2003 yılındaki bir haber, Türkiye’de mevcut robotların %70-75’inin otomotiv ana ve

yan sanayinde olduğunu ileri sürmektedir (Capital Dergisi, 1 Şubat 2003, Türkiye’de

Bin “Çelik” Var).

Tek yerli robotik üretici şirketi olan Altınay Robotik ve Otomasyon şirketi,

1991’de kurulmuş, ilk 6 eksenli endüstriyel robotu 1993’te geliştirmiştir. İncelediğimiz

dönemin başında Dünya Robotik Federasyonu’na (IFR) 1996 yılında yedek üye olarak

seçilmiş, 1998’de Avrupa’nın 21 robot şirketinden biri olarak üyeliği tescil edilmiştir

(Aksiyon Dergisi, 22 Temmuz 1998). Altınay şirketi, İTÜ’nün de katkılarıyla

Türkiye’de üretilen ilk ağır sanayi robotunu (ASR 60), 1996 yılında Arçelik’e teslim

yıllarda sayılarının artacağına kesin gözüyle bakılıyor” (Capital Dergisi, 1 Şubat 2003, Türkiye’de Bin “Çelik” Var).

384

etmiştir. Bu yıla kadar Türkiye’de 11 fabrikanın otomasyon ve robot sistemini

yapmıştır.262 Daha sonra Kale ile birleşerek, otomotiv, otomotiv yan sanayi, beyaz eşya,

cam sanayi, seramik sanayi gibi birçok şirkete otomasyon sistemleri ve robot üretmiştir.

Kale Altınay, ülke dışında da robot ve otomasyon sistemleri satmaktadır. Ferrari'nin

Maserati fabrikasına aktarma hattı otomasyonu projesi, Renault ve Franke fabrikalarına

satış yapmıştır.

Dünya gazetesinin haberine göre (2 Ağustos 2005),

Bugün… Altınay'ın ürettiği robotlar; boyama, sızdırmazlık, kaynak, montaj, makinalara parça yükleme, boşaltma işlerinde ve kimya, beyaz eşya, otomotiv endüstrilerinde kullanılıyor. … Fabrika, ilk yıl tek robotun çalıştığı ‘hücre’ denen sistemler yaparken, 2003 yılında üç robotun çalıştığı sistemler kurmaya başlıyor. Geçtiğimiz yıl ise (2004 yılı –b.n.) birden fazla robotlu sistemin olduğu üretim hatları yapılıyor. … bugün Türk robotları Dünya Robot Federasyonu tarafından da onaylanmış durumda. Bu kurum, dünya çapında üretilen tüm robotlara kalite sertifikasyonu sağlayan uluslararası bir otorite. … Ve sonunda geçtiğimiz yıl Japon otomotiv devi Toyota, otomobil fabrikalarında kullanacağı sanayi robotlarını da… Altınay'dan almaya başladı.

Kale Altınay şirketinin incelediğimiz dönemin ikinci yarısında, 2001 krizinden

sonra büyük oranda ihracata yönelik üretim yaptığı görülmektedir. 2001 yılında

müşterilerinin %90’ı yabancı iken, 2002 yılında tamamı yabancı olmuştur (Zaman

Gazetesi, 17 Şubat 2003).

2005 yılı itibariyle pazara yönelik üretim ya da ithalat yapan otomasyon ve robot

şirketleri, Teknodrom, Kale Altınay ve AB Rotech olarak belirtilmektedir (Otomasyon

Dergisi, Temmuz 2005).263

262 Arçelik Çayırova Fabrikası, Eczacıbaşı Vitra Kartal ve Bozoyük fabrikaları, Paşabahçe Mersin ve Kırklareli fabrikaları, EA elektrik, Profilsan A.Ş., Şişecam, Tofaş. 1999 yılında şirket, yabancı ülkelerde üretim yapmak, merkezini bu ülkelere taşımak için ve ortaklık için kimi Avrupa ülkelerinden çağrı almıştır.

263 2003 yılında kurulmuş olan Teknodrom, genel olarak uluslararası elektrik şirketi olan Yaskawa grubunun robotik şirketi olan Motoman ürünlerini satmakta, bunların bakım, entegrasyon hizmetini yürütmektedir. AB Rotech, ABB ve Rotech ortaklığıyla 2000 yılında kurulmuş olan İsveç merkezli bir şirkettir. Robot üretimi yapmamakta, ABB robotlarının sistem ve süreç otomasyonu için uyarlamalarını yapmakta, projelendirmekte, mühendislik ve bakım işlemlerini yürütmektedir. 2007 yılı itibariyle şirket ağ sayfasına göre, Türkiye’de 500’ü aşkın ABB robotuna teknik destek vermektedir.

385

Dönemin ilk yarısında otomotiv ana ve yan sanayinde hız kazanan, ikinci yarıda

da beyaz eşya, ilaç sanayi gibi başka sektörlerde devam eden üretimde robot kullanımı

dikkate değerdir. Bunun yanı sıra, robot üreten yerli şirket ile robot ithal edip,

projelendirme ve mühendislik hizmetlerini yapan şirketlerin gelişimi de, incelediğimiz

dönemde teknoloji ve nitelikli emek gücü alt yapısındaki gelişmenin göstergeleridir.

Ülke içi sermaye birikiminin geldiği aşama henüz robotik üretimi açısından sınırlı

görünmektedir. Altınay robotik şirketinin İTÜ ile işbirliği içinde başladığı ve geliştirdiği

robotik sistemlerinin ülke dışına ihracatı, iç pazarda kullanımından daha fazla

olmaktadır.

3.3.3.5.1.4 Askeri Elektronik Cihazlar Alt Sektörü: DPT raporuna göre, sektörde çalışan şirketler şöyledir: Aselsan, Ayesaş, Esdaş,

Eta, Gate, Havelsan, Karel, Meteksan, Mikes, Milsoft, Netaş, Savronik, Selex, TAİ,

Tübitak Bilten, Tübitak Mam, Tübitak UEKAE, Vestel Savunma Sanayi, Yaltes. Bu

şirketler askeri elektronik alanı dışında da üretim yapmaktadırlar. Bu şirketlerin büyük

bir bölümü en önemli etkinliklerini 1990’larda, özellikle de incelediğimiz dönem

içerisinde gerçekleştirmişlerdir. Örneğin HAVELSAN, 1980’lerde bir Türk-ABD şirketi

olarak kurulmasına karşın, incelediğimiz dönem içerisinde askeri alanda bilişim üzerine

yoğunlaşmıştır. Esdaş, Havelsan’ın da ortak olduğu bir şirket olarak 1990’lı yıllarda

kurulmuş, 2002 yılında NATO’dan en iyi bakım yapan şirketler alanında ödül almıştır.

Özgün maddi mal üretimi yapmamakta, sistem kurulumu, planlaması, testi, bakım ve

onarımını yapmaktadır. NATO ülkelerine yönelik çalışmaktadır.

Geri bağlantılar açısından Kablo, Kablaj, Pil, Güç Kaynakları, Elektro-Mekanik

ve Elektronik Malzemeler sanayi, bu sektörün ilişkili olduğu başlıca yan sanayiyi

oluşturmaktadır. Ancak yan sanayi ilişkisi genel olarak olduğu gibi bu sektörde de

zayıftır. DPT raporu, incelediğimiz dönemin sonunda, geleceğe yönelik olarak yan

sanayiye destek verilmesi gerektiğini belirtmektedir; bu sayede üründeki yerli girdi

katkı payının artırılması umulmaktadır (DPT, 2007, s.221).

Temel önemdeki elektronik sanayinde olduğu gibi askeri elektronik sanayinde

de yan sanayi ilişkisi, girdi çıktı zinciri zayıf durumdadır. Bu sektördeki Ar-Ge

çalışmaları gelişkin olmakla birlikte sınırlıdır, ticarileştirmek yani pazarda satılabilir

metalara dönüştürmek yönünden henüz güçlü değildir. ASELSAN’ın telsiz gibi kimi

386

etkinlikleri dışında Ar-Ge’ye verilen destek önemli olmasına karşın bunun elektronik

sanayinin geneline yayılımı sınırlıdır. Bunu, bileşenler alt sektöründe inceleyeceğimiz

Tübitak Ulusal Elektronik ve Kriptoloji Araştırma Enstitüsü’nün (UEKAE)

mikroelektronik üzerindeki araştırmalarında görmek mümkündür. Ar-Ge çalışmasına

yoğunlaşılan alanlar ve kaynaklar sınırlıdır, bunun sonucu olarak da ticarileşmesi için

aşamalar daha aşılmamıştır.

İncelediğimiz dönem içinde, savunma sanayi konusunda yazan yazarlara göre,

1998 yılı önemli bir değişim yılıdır. 1998 öncesi savunma sanayi politikaları Kıbrıs

Harekâtı sonrasında yürürlüğe giren, yabancı ortakla birlikte yerli savunma sanayinin

kurulmasına yönelik politikalardır (Ziylan, 2001). Bu politikalarla, 1974 öncesi “ulusal”

özgün sanayi yaratma yerine “yerli” sanayi yaratmaya girişilmiştir. Burada benimsenen

yönelim, “savunma sanayii için gerekli yüksek teknolojilerin transfer edilmesinin

mümkün olmayacağı ve transfer edilebilen teknolojilerde de, edinen taraf olarak,

teknolojik gelişmelerin izlenemeyeceği kabul edilerek, en son teknolojiyi transfer

edebilmenin ve teknolojideki gelişmeleri izleyebilmenin yolu olarak; yabancı

üreticilerin katıldığı ve yerli ortakla birlikte üretimin her aşamasından sorumlu olduğu

ortak yatırımları desteklemek oldu" (MMO 1991b, s.43). Buna göre, teknoloji transferi

ürün yoluyla mümkün değildi; bunun yerine yabancı sermaye teşvik edilmeli; yabancı

sermaye ile kurulan ortaklıklarla teknoloji yeteneği geliştirilmelidir. Ziylan’a göre,

1998’e kadar bu yolda yabancı sermaye katkısı ile kurulan firmaların başarısı çok sınırlı

olmuştur. Aselsan, bu politikanın dışında, kendi özgün teknolojisini yaratma yönünde

bir politika izlemiştir (Ziylan, 2001).

20 Haziran 1998 tarihinde 98/11173 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı olarak Resmi

Gazetede yayınlanan “Türk Savunma Sanayii Politikası ve Stratejisi Esasları”

(TSSPSE), Savunma Sanayinde yeni bir dönem olarak kabul edilmektedir. Bu belgenin

en önemli özelliği Ziylan’a göre, teknoloji odaklı olması ve ihtiyaç duyulan teknolojileri

“milli olması zorunlu”, “kritik” ve “diğer” teknolojiler şeklinde gruplanmasıdır. Bu

tanımlama, ülke için gerekli teknolojiler için, projeden projeye değişmeyen,

kurumsallaşmış bir yaklaşımın ortaya konmasını sağlayacak olması açısından çok

önemlidir. Ayrıca “Milli Olması Zorunlu” ve “Kritik” ihtiyaçların “Milli” gizlilik

dereceli tesis güvenlik belgesine sahip yerli sanayi tesislerinde geliştirilip üretilmesi

387

esası getirilerek, ülke açısından “Milli Olması Zorunlu” ve “Kritik” teknolojilerin

edinilmesi süreci ve edinilen teknolojilerde sürekliliğin sağlanması garanti altına

alınmıştır (Ziylan, 2001). Ancak daha önce kabul edilen bilim ve teknoloji belgelerinde

olduğu gibi, bu savunma sanayi belgesinin de uygulanmadığı, hedeflerinin

gerçekleştirilmediği belirtilmektedir (Cumhuriyet, 20 Temmuz 2002), (Cumhuriyet

Bilim Teknik, 16 Nisan 2005).

2004 yılında savunma alanına yönelik yazılım ve bilgisayar geliştirme yönünde

adımlar atılmıştır. Buna göre, askeri helikopterlerin bilgisayarlı kontrol sistemlerinin

“dost-düşman” ayrımı yapan özelliğini belirlemeye yönelik yazılımların üretilmesi için

çalışmalar yürütülmektedir.

Askeri elektronik sektörünün ihracatı büyük ölçüde uluslararası politikalara ve

hükümetler arası temaslara dayanmaktadır. Sektörün satış yaptığı piyasalarda alımların

çoğunlukla satıcı ülke kredisine dayalı olarak yapılması ve sektör firmalarının kredi

bulmadaki sorunları ihracatı sınırlayan faktörlerdir (Bayar, 2003). İhracatın en önemli

kalemlerini, çeşitli tipte telsiz sistemleri ve uçuş simülatörleri oluşturmaktadır. Bu

alanlar aynı zamanda askeri elektronik sanayinin Ar-Ge çalışmaları ile üzerine

yoğunlaştığı ve özgün çalışmalar yaptığı alanlardır.

Öte yandan yabancı sermaye etkinliği ile transfer edilen teknolojinin ve

teknolojik gelişmenin sınırlı tutulduğu da sektör raporlarında belirtilmektedir. Bu

nedenle DPT raporu (2007, s. 225), şu vurguyu yapmaktadır:

Elektronik Savunma Sanayii alanında yabancı şirketlerin Türkiye’de yapacağı yatırımların kontrollü olması stratejik açıdan ve yerli Savunma Elektronik Sanayiinin ve dolayısıyla tüm Elektronik Sanayii sektörümüzün gelişimi açısından önem arz etmektedir. Yabancı sermayenin sınırlı teknoloji transferi ile sanayimizi istediği ölçeklerde tutması ihtimali göz ardı edilmemelidir. Elektronik sanayii için Savunma sektörü çok önemli bir teknolojik lokomotif görevi üstlenmekte olup, Elektronik Sanayiinin ihtiyaç duyacağı yan sanayinin ve teknolojilerin geliştirilmesinde önemli rol oynamaktadır.

3.3.3.5.1.5 Bilgisayar Alt Sektörü:

Türkiye’de bilgisayar alt sektörü zayıf bir durumdadır. Oysa bu sektör,

teknolojik değişimi sürüklemesi, belirlemesi açısından olduğu kadar “yüksek katma

388

değer”e sahip ürün üretmesi açısından önemli bir sektördür.264 Bu sektörün kendisinin

gelişimi teknolojik değişimi etkilediği gibi geri bağlantılarının gelişmesi de teknoloji

üretimini etkilemektedir. İncelediğimiz dönemin sonunda 2004 ve 2005 yıllarında

elektronik sanayi üretiminin yaklaşık %6’sını gerçekleştirebilmekteydi, ihracat

açısından ise aynı yıllarda elektronik sanayi ihracatının %1’ini gerçekleştirmekteydi.

Türkiye’de bilişim teknolojileri pazarı 1999’da 2,6 milyar dolar iken 2001 yılında 4

milyar dolara ulaşmış ancak kriz nedeniyle daralan pazar yeterince toparlanamamıştır;

2004 yılında ancak 3,5 milyar dolara yaklaşmıştır (DPT, 2007, s.233). Bu durumu ile

bilgisayar sektörü krizin en açık görüldüğü alan olarak yorumlanmaktadır (Yılmaz,

2007, s.47). İhracat da 1999’dan 2004’e kadar %35 oranında azalan boşluğu

kapayamamıştır. Ancak üretimdeki artışa karşın ihracatın aynı oranda artmaması, “hızla

büyüyen şirket sayısıyla yükselen iç tüketime (%52) yönelme olduğunu göstermektedir

(Yılmaz, 2007, s.47). İç pazarda en büyük payı donanım harcamaları almaktadır, ancak

yazılım ve bilişim hizmetlerinin payı da artmaktadır. Bu iki harcamanın toplamı 1999

yılında donanım harcamalarının yarısından az iken, 2004 yılında artan donanım

harcamalarının 2/3’ü düzeyine gelmiştir. İncelediğimiz dönemin sonlarında bu iç

pazarın %80 ile %85’i ithalatla karşılanmaktadır. İç pazarın büyük bir kısmı ithalatla

karşılansa da, bu pazarın genişlemesinin hem toplumsal hem de genel olarak sanayi

açısından farklı bir anlamı bulunmaktadır.

İncelediğimiz dönem, daha önce aktardığımız gibi, aynı zamanda Türkiye’de

bilgisayar, iletişim gibi bilişim sistemlerinin ve internet kullanımının yaygınlaşmaya

başladığı ve ticarileştiği dönemdir. Türkiye’ye internet 1993 yılında girmiştir, ancak

üniversiteler dışında yaygın kullanımı ele aldığımız dönemin başını bulmaktadır.

Bilgisayar, cep telefonu gibi bilişim ve iletişim teknolojilerinin yaygınlaşması da bu

dönemde gerçekleşmiştir. TESİD raporunda belirtildiği gibi Türkiye’de cep telefonu

pazarı ve ithalatı bu dönemde çok hızlı büyümüştür.

Türkiye’de Bilişim ve İletişim teknolojilerinin hızlı yayılmasının nedeni

Türkiye’deki sermaye birikiminin geldiği aşamayla örtüşmesidir. İnternet, bilgisayarın

yaygınlaşmasında bu sermaye birikimine uygun olarak değişen ve yeniden yapılanan

264 “Bilgisayar donanımı, yazılım hizmetleri, tüketim malzemeleri üreten alt sektörün en önemli özelliği hızlı değişen teknoloji ve yüksek katma değeridir” (Bayar, 2003).

389

üretim, tüketim ve dolaşım alanlarının etkisi vardır. Bunun önemli toplumsal sonuçları

olmuştur ve bu toplumsal değişimin tekrar yeniden üretimin toplam döngüsüne (üretim,

tüketim, dolaşım) yansımaması da beklenemez. Finansal sistemin yeniden

yapılanmasında alt yapı oluşturmaktan, bankamatiklerin, kredi kartlarının, internetin

kullanımına kadar tüketim ve dolaşım alanına yansıyan değişiklikleri üretim alanına

yansıyan değişiklikler izlemiştir. Muhasebe, envanter tutma, satış planlama, bürolar

arası bilgi akışı, üretim sürecinin otomasyonu, bayilerle ilişki, müşteri takibi,

tedarikçilerle kurulan esnek ilişki265 gibi üretim alanıyla ilgili pek çok düzeyde değişim

incelediğimiz dönem içinde ticarileşmiş, yaygınlaşmıştır.

Bu konuda Microsoft Türkiye şirketi tarafından yapılan bir araştırmaya DPT

raporu da itibar etmektedir (DPT, 2007, s.233). Buna göre, 2003 yılı itibariyle donanım

ve yazılımın KOBİ niteliğindeki şirketlerde kullanımı şu sonuçları vermektedir:

• KOBİ’lerin %62’si teknoloji yatırımlarını ekonomi düzelinceye kadar

ertelemiştir (2003 yılı sonuçları açıklanan bu araştırmanın yapılış tarihi sonrası

toparlanma evresinin yaşandığı gözetildiğinde, bu şu anlama gelir: teknoloji yatırımı

yapmayı tasarlayan KOBİ oranı en az bu kadar olacaktır).

• Bilişim teknolojileri için ayrılan ortalama kaynak 5.162 ABD Doları’dır.

• İşletmelerin % 49’u 2002 yılında 12 ay içinde en az 1 adet PC almıştır.

Bilgisayar kullanan çalışan sayısı, 2000–2002 yılları arasındaki 3 yıllık dönemde

%58’den %66’ya yükselmiştir.

• Internet kullanım oranı %72’den %80’e yükselmiştir.

• Web sitesi olan KOBİ oranı %40’tan %53’e yükselmiştir.

• E-ticaret yapan KOBİ oranı %2’den %7’ye yükselmiştir. 265 “İmalatçılarımız her hafta pazartesi günü 6 aylık malzeme tahmin programlarımızı FOSN (Ford Otosan Supplier Network) intranet uygulamamızdan izleyebiliyorlar, sistemlerine indirebiliyorlar. Her gün, ilerdeki ilk 14 gün için verdiğimiz sevkiyat programlarımızı izleyip, sevkiyatlarını gerçekleştiriyorlar. Milkrun dediğimiz uygulamamız dahilinde, TNT, planlı seferler düzenleyerek parçalarımızı imalatçılarımızdan belli saatlerde toplayarak, fabrika içindeki kullanım yerlerine en yakın, daha önceden belirlediğimiz kapılardan boşaltıyorlar. İmalatçılarımız, parçalarını, fabrikalarından TNT araçlarına teslim ettiği anda, FOSN uygulamamız yardımı ile, sevkiyat bilgisini bize elektronik irsaliye ile bildiriyor” (Capital Dergisi, Akıllı Fabrikayla Verimlilik Devrimi, 1 Haziran 2003).

390

• KOBİ’lerin %53’ü işletmelerde yerel ağ (LAN) kullanmaktadır.

• KOBİ’lerde en çok kullanılan yazılımlar; %83 ile kelime işlemci ve elektronik

tablolama programları ve %76 ile muhasebe programlarıdır.

Üretim alanındaki bu talebin daha güncel verilerini genel olarak imalat sanayini

incelediğimiz önceki bölümde vermiştik. Talepteki bu değişim, donanım açısından yerli

üretimle karşılanmamaktadır. Donanım ithal edip satan ya da monte eden şirketlerden

oluşan bir alt sektör yapısı bulunmaktadır. Buna karşılık yazılım sektörü gelişme

göstermektedir. Özellikle muhasebe programları, ERP/MRP, CRM yazılımları, GSM

operatörlerine VA sistem yazılımları, diğer sistem yazılımları alanında gelişmektedir.

2004 yılı verilerine göre, Türkiye’de yazılım sektörünün büyüklüğünün 250–300

milyon dolar düzeyinde olduğu tahmin edilmektedir. Bu rakamın içerisinde işletim

sistemlerinden veri tabanlarına, yabancı kaynaklı ERP’lere kadar her şey

bulunmaktadır. Ancak, tahminler, bunun yaklaşık 100 milyon dolarının Türkiye’de

üretilen yazılımdan kaynaklandığını gösteriyor. Yani Türkiye yazılım pazarının üçte

birini yerli yazılımcılarının elindedir (Capital Dergisi, 1 Aralık 2004, Yazılımın 20 Yerli

Devi). Ancak Türkiye’de yazılım pazarı büyümekte ve bu alanda sermaye birikimi

gelişmektedir. Capital Dergisi’nin aynı tarihli yazısına göre, 2001 krizi sonrası

şirketlerin bir kısmının iflas etmesiyle sonuçlanmıştır. Yani, bu alandaki sermaye

birikimi merkezileşme yönünde hız kazanmıştır. Yazılım sektörünün gelişmesindeki

önemli etkenlerden birisi, bir yandan bilişim alt yapısının ve üretimin getirdiği talepler

iken bir yandan da bu alandaki nitelikli işgücünün oluşmasıdır. Microsoft’un sahibi Bill

Gates, yazılım pazarında Türkiye’nin sahip olduğu nitelikli işgücü ile önemini şöyle

vurgulamaktadır (TÜBİSAD Broşürü, 2007):

Avrupa Birliği’nde yazılım mühendislerine olan talep oldukça yüksek. Türkiye’deki yazılım eğitiminin kalitesi son derece yüksektir. Türkiye, Avrupa yazılım pazarında ciddi bir oyuncu haline gelebilir.

Deloitte Technology Fast 500 programına göre, Avrupa, Ortadoğu ve Afrika’nın

En Hızlı Büyüyen 500 Teknoloji Şirketi listesinde Türkiye’den 21 şirket bulunmaktadır

(TÜBİSAD Broşürü, 2007). Mobilera bu 500 şirket içerisinde 15. olurken, Telekom

şirketleri sıralamasında 2. olmuştur. Deloitte’in oluşturduğu bu listeye göre, Türkiye'de

391

5 yıl içinde (2001–2006) en hızlı büyüyen teknoloji şirketleri sıralaması şöyledir: birinci

olan Mobilera şirketi 2001'de kurulmuş; 5 yılda %6764 büyümüştür. İkinci Veripark ise

%2730 büyümüştür. Üçüncü Bizitek, % 2717 büyümüştür (Dünya Gazetesi, 25 Eylül

2006).

Yazılım sektörü dönemin ikinci yarısında mutlak büyüklük olarak küçük

olmasına karşın önemli bir büyüme gerçekleştirmiştir.266

Başka bir örnek de 1995 yılında kurulan Cybersoft şirketidir. Vergi Daireleri

Otomasyonu Projesi’ni (VEDOP) yapmış olan bu şirket özellikle incelediğimiz

dönemin ikinci yarısında 2002–2005 yılları arasında, 20 milyon dolar cirosuyla, 4

milyon dolarlık Ar-Ge yatırımı yapmıştır; şirket, 200’ün üzerinde mühendis

çalıştırmaktadır (Capital Dergisi, 1 Ağustos 2005).

Görüldüğü gibi, incelediğimiz dönemin özellikle ikinci yarısında teknoloji

şirketleri önemli büyüme göstermişlerdir. Bunlar içinde yazılım sektörü giderek önem

kazanmaktadır. Yazılım sektörü ile tüketici elektroniğini kesiştiren, bu sektöre girdi

sağlamasına yol açan gelişme de sektörün kullandığı kimi donanımların, bileşenlerin

içinde gömülü yazılımların geliştirilmesidir. Bu sektördeki gelişmeleri ve anlamını

birkaç örnekle anlatabiliriz:

2001 yılında Vestel, İngiliz yazılım firması Cabot’ı satın alarak, İngiltere’de

yüzde 50’nin üzerinde pazar payına ulaştı. Bu şirketin ürettiği sayısal yayın yazılımları,

Vestel’in ürettiği cihazlarda kullanılmasının yanı sıra Toshiba ve Philips gibi firmalar

tarafından da satın alınmaktadır. Bundan sonra Vestel, 2005 yılında savunma

yazılımları üreten ABD sermayeli Aydın Yazılım’ın (AYESAŞ) yüzde 60’ını da satın

aldı (Capital Dergisi, 1 Ağustos 2005).

Yazılım üretimi, Ar-Ge çalışmasının ve nitelikli işgücü istihdamının da

geliştirilmesini gerektirmektedir. Bu nedenle Vestel’in yaptıkları, aynı dergide şöyle

aktarılmaktadır:

266 “… listeye giren 39 şirket ortalama yüzde 600 büyüdü. En düşük büyüme internet şirketlerinde gerçekleşirken, yazılım firmaları adeta patlama yaptı” (Sabah, 27 Eylül 2006).

392

İkinci önemli nokta sayısal Ar-Ge grubu ve Urla Teknokent’te bunun yardımcı birimlerini kurmamız. Şimdi daha fazla yetenekli gömülü yazılım üreten insanlara ulaşabilmek için İstanbul Arıkent’te bir Ar-Ge bölümü kuruyoruz. Bunun amacı, Türkiye’de gömülü yazılımlar konusundaki yetenek envanterinden en üst seviyede faydalanabilmek. İngiltere, Urla, İzmir ve Arıkent de bizim kendi tüketici elektroniği cihazlarımızın içindeki gömülü yazılımlarla ilgili iş planımızın parçası.

Vestel yöneticisi Cengiz Ultav yazılım üretimine yönelmenin nedenini şöyle

açıklıyor (Capital Dergisi, 1 Ağustos 2005):

Son 3-4 yıl içinde gömülü yazılım konusuna odaklandık. Cabot tesadüfen alınmış bir firma değildi. Bu, cihazlar içinde yazılımın kazandığı büyük öneme bağlı olarak yapılmış bir hareket. … Yazılımın ticari yönünü üç ana grupta toplayabilirsiniz. Bunlardan bir tanesi, PC gibi cihazlardaki işletim sistemi yazılımları. Bu tip yazılımlar ABD ve İrlanda ekseninde üretiliyor. İkincisi, uygulamalar ve yazılım değiştirme hizmetleri. Bunlar da daha çok Hindistan’da yapılıyor. Üçüncüsü de gömülü, yani sayısal yayın cihazları, DVD’lerin içindeki yazılımlar, yön bulma cihazları içindeki ya da uç bir örnek olarak plastik enjeksiyon makinasi içindeki yazılımlar. Bu çok önemli bir pazar. Gömülü yazılım konusunda dünya çapında rekabet avantajı elde edebiliriz diye düşündük.267

Bunun temel nedenlerinden başlıcası, tüketici elektroniğinin ana gövdesini

oluşturan televizyon üretiminde özgün olarak yeniliğin gerçekleştirilebildiği tek alanın

entegre devrelerin tasarımı, bunlara yüklenen yazılımlar olmasıdır. Bunun dışında

karmaşık entegre devreler, bu konuda uzmanlaşmış, genelde uzakdoğuda bulunan

şirketler tarafından üretilmekte, ya da bunlara ısmarlanmaktadır. Dolayısıyla tek özgün

yenilik ve geliştirme alanı, gömülü yazılımlar ve belirli entegre devre tasarımları olarak

görülmektedir.268 Türkiye’de tüketim elektroniğinde öne çıkan belli başlı şirketler de bu

nedenle bu alana, gömülü yazılım konusuna yönelmektedirler. Özellikle incelediğimiz

267 Benzer bir vurguyu sektörün geneli için DPT raporu da yapmaktadır: “Son yıllarda Türkiye’deki otomasyon ve otomatik kontrollü makina üretimlerindeki büyük artış, gömülü yazılımlar alanında da önemli gelişme sağlamıştır” (DPT, 2007, s.234).

268 “Üretilen cihazlardaki yenilik muhtevasını çok büyük oranda kullanılan entegre devrelerin tasarımının ve bunlara yüklenen yazılımların belirlediği düşünüldüğünde, Türkiye’deki güçlü tüketici elektroniği firmalarının rekabet öncesi işbirliği ile oluşturulacak bu alanda uzmanlaşmış bir tasarım altyapısının, tüketici elektroniği alanında katma değeri arttıracak ve yenilik yaratmayı teşvik edecek bir güç oluşturacağı görülür” (DPT, 2007, s.100).

393

dönemin ikinci yarısında yaşanan gelişmeler bu açıdan bir teknoloji geliştirme çabası

olarak görülmelidir.

Genel olarak bakıldığında bilişim sektörünün temel dinamiği iletişim

sektöründen gelmektedir. Burada ağırlık uluslararası şirketlerdedir. TÜBİSAD

verilerine göre, 43 milyonu aşan mobil telefon abone sayesinde üç operatörün toplam

geliri 6,9 milyar doları bulmaktadır. İletişim dışarıda bırakılırsa bilişimde yüzde 90

oranlarında ithalat söz konusudur. Yine TÜBİSAD’a göre, incelediğimiz dönemin

sonunda sektörde en çok ciro yapanlar da dağıtım kanalları ve sistem entegratörleridir.

Bu da ileri bağlantılar açısından Türkiye’de imalat sanayine, elektronik ve endüstriyel

elektronik sanayine ve alt yapıyı sağlamaya dönük donanım, iletişim gibi bilişim ve

iletişim teknolojisi altyapısı üretiminin zayıf durumda olduğunu göstermektedir. Bu

bileşenler genel olarak ithal edilmektedir. Yazılım üretimi ve “sistem entegrasyonu”nda

olduğu gibi mühendislik hizmetleri, bakım ve sınırlı da olsa Ar-Ge alanında ülke içi

üretim yapılmaktadır. Ekonomik büyüklük olarak görece küçük olmakla birlikte

sermaye birikimi ve büyüme kat eden yazılım sektörü önemlidir. Bilgisayar üretimi ise

montaj, bileşenleri birleştirme ve sistem entegrasyonu temelindedir, esas olarak

parçaların ithalatına dayanmaktadır.

3.3.3.5.1.6 Bileşenler Alt Sektörü: Bu alt sektör, elektrik elektronik sektörünün diğer alt kollarının girdi olarak

kullandığı devre elemanları, resim tüpleri, bobin ve transformatörler, akustik elemanlar,

elektronik röleler, baskılı devreler gibi ürünleri üretmektedir.

Tahmin edilebileceği gibi bileşenler alt sektörü standart ürünler üretimi

gerektirse de, bilimsel teknik üretim sürecine en yakın üretim alanı olduğu için ürünleri

ve üretim süreçleri sürekli değişen ve dünya çapında rekabetin çok yüksek olduğu bir

sektördür. Bu alt sektörde serbestleşen ticaret koşullarında rekabet edebilmek için

büyük yatırımlar ve teknolojik birikim gerekmektedir. Türkiye’de bu alt sektörün,

diğer alt sektörlerle girdi çıktı ilişkisi de zayıftır. Tüketici elektroniği üretimi için

gerekli bileşenlerin önemli bir kısmı ithalatla karşılanmaktadır. Kaldı ki, bileşenler

ithalatı da ihracatından oldukça fazladır. İhtiyacın büyük kısmı ithalatla

karşılanmaktadır. Bileşenler alt sektöründe ülke içi talebin yaklaşık %90’ı ithalat ile

karşılanmaktadır (DPT, 2007, s.36). Alt sektörün rekabet gücünün azlığı, diğer alt

394

sektörleri de olumsuz etkilemektedir. 2001 yılı verileriyle elektrik elektronik sektörü

üretiminde faktör maliyetleri içinde hammadde kullanımının %37,17 ile en yüksek paya

sahip olduğu göz önünde bulundurulursa, bileşenler alt sektörünün diğer elektronik

sektörlerine girdi üretmedeki zayıflığı ve kurdaki dalgalanmaların genel olarak

elektronik sanayi üzerinde yarattığı etki görülebilir (Bayar, 2003). Alt sektör

ürünlerinden baskılı devreler, elektronik cihazların üretiminde kullanılan bobin ve

transformatörler, elektronik röleler ve bağlantı elemanları üretimi nitelik ve nicelik

yönünden sektörün ihtiyacını karşılayabilecek durumdadır.

Bileşenler sektöründe resim tüpleri tamamen ithal edilmektedir; devre

elemanları ise hemen hemen tamamen ithal edilmektedir. Buna karşılık, bobin ve

trafolar, akustik elemanlar, elektronik röleler, ve baskılı devreler hem ülke içinde

üretilmekte hem de ithal edilmektedir. Bunlardan sadece bobin ve trafoların, elektronik

rölelerin ve baskılı devrelerin ihracatı yapılmaktadır (DPT, 2007, s.108–9).

Bileşenler sektörünün önemli bir parçası mikroelektronik alanı yani tümdevre

üretimi alanıdır. Vizyon 2023’de Teknoloji Öngörü Projesi çerçevesinde

mikroelektronik, teknolojik faaliyet önceliklerinde en ön sıralarda yer almaktadır.

Mikroelektronik üretimi, özgün olarak henüz yerli sermayenin özel üretimi olarak

bulunmamaktadır, TÜBİTAK ile askeri elektronik sanayi araştırmaları bu yönde

gelişmektedir. Üretim araçları üretiminde ve teknolojik düzeyi belirlemede çok temel

bir öğe olan mikroelektronik alanında Türkiye’de yaşanan gelişmelerin bir tarihçesi,

incelediğimiz dönemin bu tarihçe açısından önemini gösterecektir.

1980–83 yılları arasında “mikroelektronik teknolojisi alanında bilgi birikimi

sağlamak, bu alanda endüstriye araştırma-geliştirme desteği vermek, stratejik öneme

sahip tümdevreleri üretebilmek amacı ile, Yarıiletken Teknolojisi Araştırma Laboratuarı

(YİTAL) kurul”muştur. 1988–1991 yılları arasında CMOS/VLSI türü yongaların

üretimi NATO’nun “İstikrar İçin Bilim” Programı çerçevesinde sağlanan maddi destek

ve projeler ile yürütülmeye başlanmıştır. Mikroelektronik devre üretimi daha çok askeri

amaçlı olarak geliştirilmektedir.

Tam olarak incelediğimiz dönemin başında yani 1995 yılında bu bölüm, Ulusal

Elektronik ve Kriptoloji Araştırma Enstitüsü (UEKAE) adıyla bir Enstitü’ye

395

dönüştürülmüştür. Enstitü’nün tarihçesinde belirtildiğine göre, aynı yıl, NATO İstikrar

için Bilim programı çerçevesinde ülke içi sanayi kuruluşları ile birlikte yürütülecek bir

projeye de başlanmıştır. 2001 yılında 1,5 mikron, 2005 yılında 0,7 mikron kanal

derinliğinde tüm devre üretmiştir; 2007 yılında 0,35’e inilmiştir.269 Bir karşılaştırma

yapmak için Intel’in 2007 yılında ürettiği mikroişlemcilerdeki MOS transistor kanal

genişliği 0,065 mikrondur. Yani Türkiye’de seri olarak üretilmeyen, NATO destekli,

askeri araştırmalar merkezli kurulan laboratuarda üretilen mikroişlemciden 2005 yılına

göre, 10 kattan fazla küçük ve daha fazla gelişmiş, 2007 yılına göre ise 5 kattan fazla

küçük ve daha fazla gelişmiştir. Intel’in devreleri, üretken tüketime sunulabilecek meta

haline dönüşecek devreler iken Türkiye’dekiler sınırlı askeri kullanım ve laboratuar içi

geliştirme çalışmaları için kullanılmaktadır.

Yine incelediğimiz dönemin başında 1996 yılında YİTAL ile üniversiteler

arasında bağlar güçlendirilmeye çalışılmıştır. 1999 yılında UEKAE bünyesinde İleri

Teknolojiler Araştırma Grubu (İLTAREN) kurulmuştur.

Türkiye’de tümdevre tasarımı ve üretimi halen sınırlı ve ticarileşmemiş olarak

askeri sanayiye yönelik yapılmaktadır. Dicken’in de aktardığı gibi ulusal hükümetler,

dünyada az ya da çok, elektronik sanayinde ama özellikle yarı iletken ve tüm devre

üretiminde belirli biçimlerde müdahil olmuşlardır (Dicken, 1992, s.323–25). Ancak

Türkiye’de bu gelişimin ASELSAN ile başlamakla birlikte, tüm devre aşamasında

oldukça geç ve olgunlaşmamış olduğunu görmek olanaklıdır. Geç kapitalistleşmenin

getirilerinden biri olarak, tüm devre tasarım ve üretimine sanayiden katılım da

gelmemektedir. Bu da olağandır, en etkin kullanım alanı bulduğu elektronik sektöründe,

tümdevreler Uzakdoğu’dan istenilen tasarımlarla ısmarlanmakta, ithal girdi olarak

kullanmanın maliyeti daha uygun görünmektedir. TMMOB Makina Mühendisleri

Odası’nın düzenlediği 1991 Sanayi Kongresi için hazırlanan “Endüstriyel Elektronik”

yuvarlak masasında TELETAŞ yetkilisi, bileşenlerin bir kısmını üretmek önemli değil

bunları dışarıdan da alırız demektedir. ASELSAN, TELETAŞ ve diğer elektronik

üreticilerinin üzerinde ortaklaştığı öncelikli alanlar 1991 yılında uygulamaya özel

tümdevre (ASIC) üretimi, bobin, trafo üretimi, resim tüpü üretimidir. Sanayiyle uyumlu

269 Tarihçe için bkz. TÜBİTAK UEKAE ağ sayfası: (www.uekae.tubitak.gov.tr, 2008).

396

olan, uygulamaya özel tümdevrelerin, donanımın ve mekanik bileşenin üretilmesi, resim

tüpü üretilmesi konusunda devlet devreye girmeli denilmektedir (1991 Sanayi Kongresi

Elektronik Sanayii Sektör Raporu).

1991 yılından beri dile getirilen bu eksikliğe karşı sanayinin tümdevre ihtiyacını

nasıl karşıladığı DPT raporunda (2007, s.112) şöyle anlatılmaktadır:

Tümdevrelerin küresel pazarda yer tutacak nitelikte üretilebilmesi için gerekli yatırımın ve üretim bilgisi birikiminin çok yüksek olması ve rekabetin ancak çok yüksek üretim kapasitelerinin sağlanması koşulu ile mümkün olması, büyük hacimli mikroelektronik üretiminin –genellikle uzak doğu ülkelerinde bulunan-az sayıda uzman üretim merkezinde yoğunlaşması sonucunu vermiştir. Sistem üreticisi firmalar genellikle yeni ürünleri için gerekli gördükleri tümdevreleri ya kendi bünyelerinde tasarımlamakta, yahut tasarımları bağımsız ‘tümdevre tasarım merkezleri’nde yaptırdıktan sonra bu büyük üretim evlerinde ürettirmektedir.

Türkiye imalat sanayi, üretim araçları ve ürünleri için gerekli tümdevreleri, ithal

etmektedir. Uygulamaya özel tüm devre üretimi, 1991 Sanayi Kongresi’nde, Vizyon

2023 Teknoloji Öngörü ve Strateji Belgeleri’nde ve daha birçok yerde bir ihtiyaç olarak

belirtilmesine karşılık, sınırlı da olsa ticarileştirilmeyen, ancak desteklenen çalışma,

henüz epey ham bir halde incelediğimiz dönem içinde başlatılmıştır.

3.3.3.6 Endüstriyel Elektronik Sanayinin Gelişimi Üzerine Genel Değerlendirme

İncelediğimiz dönem içinde elektronik sanayini belirleyen tüketici elektroniği

olmuştur. Avrupa pazarında önemli bir pay alan birkaç yerli şirkete dayanan tüketici

elektroniği ihracat ile hızlı biçimde büyümüştür. Bu bir teknolojik değişimi ifade

etmektedir. Ancak teknoloji üretimini belirlemek için geriye bağlantıya bakmak

gereklidir. Ele aldığımız dönemde dış pazara yönelik gerçekleşen bu hızlı büyümenin

geri bağlantı etkisi olmamıştır. Endüstriyel elektronik sektörünün, tüketici elektroniği

ile bağı yok denecek denli zayıftır. Tüketim elektroniği, girdilerinin büyük bir kısmını

ithal etmektedir. Bu girdiler üretim aracı niteliğinde elektronik ürünleridir ve bu

niteliklerinden dolayı bütün imalat sanayinin teknolojik değişimini belirlemede temel

yer tutmaktadırlar. Öte yandan ele aldığımız dönemin ikinci yarısında tüketim

elektroniğine önemli bir girdi olan yazılım ve gömülü yazılım sektörü çok zayıf da olsa

gelişmektedir. Elektronik üretim araçları ile kurulan bu geri bağlantı dinamiği aynı

397

zamanda bu alanda teknoloji üretiminin gelişmesine yönelik bir etkendir. Zaten yazılım

alanında bazı şirketlerin yürüttükleri Ar-Ge çalışmaları da bunu göstermektedir.

Teknoloji üretimi açısından endüstriyel elektroniğe dair yapılacak diğer bir

önemli saptama ise şöyledir: Türkiye’deki üretim yapısının önemli düzeyde

teknolojisini belirleyen, teknoloji girdisi olan endüstriyel elektroniğin ülke içi üretimden

değil ithalattan sağlanmasıdır. Makina, otomasyon, bilişim, mikro elektronik,

uygulamaya özgü mikro elektronik (ASİC) gibi üretim yapısının teknolojik düzey

olarak belirleyici merkezinde yer alan girdiler, geri bağlantı olarak ülke içinden

karşılanmamaktadır. Bu ise teknoloji açısından ülke içi üretimin sınırlılığını,

bilimsel üretimin ya da merkezi düzeydeki araştırma-geliştirme ve teknoloji

üretiminin ülke dışında yapıldığını göstermektedir.

Türkiye’nin elektronik pazarı dönem içinde katlanarak büyümüştür, ancak büyük

oranda ithalat ile karşılanmaktadır. Endüstriyel elektronik açısından durum bundan daha

kötüdür. Örneğin bileşenlerde ülke içi talebin %90’ı ithalat ile karşılanmaktadır. Pazarın

katlanarak büyümesinde tüketim elektroniğinin etkisinden daha çok endüstriyel

elektronik talebinin, yani üretimin girdi talebinin etkisi vardır. Üretimin

gereksinimlerinin böyle yükselmesi teknolojik düzey ve üretim boyutlarının genişlemesi

açısından anlamlıdır ancak bu gereksinimlerin ülke içinden karşılanamaması elektronik

sektöründe üretim araçları üretimi açısından yetersizliği anlatmaktadır.

Bu nedenle üretim araçları üretiminde merkezi bir önem taşıyan endüstriyel

elektronik sektörü incelediğimiz dönemde gelişme gösterse bile üretimin genel yapısını

değiştirmekten daha çok, bir eşiğe dayanmıştır. Bu eşik biri dışsal diğeri içsel iki yönlü

bir eşiktir: bir yandan tüketim elektroniğinin ihtiyaçlarının ithalat ile karşılanmasının

yaratacağı basınç nedeniyle oluşan dış yön, diğer yandan ise bizzat sektörün kendisinin

uluslararası rekabete açılan iç pazar ve ihracat koşullarında üretiminin sınırlılığı

yönüdür. Endüstriyel elektroniğin geliştirilmesi ve desteklenmesi gerektiği yönündeki

ihtiyaç dönemin sonunda hatta yakın zamanda daha sık dile getirilir olmuştur. Ancak bu

dile getirmenin yönü farklı görünmektedir. Daha öncesi olmakla birlikte örneğin 1991

Sanayi Kongresi’nden beri tüketim elektroniği sektörünün resim tüpü gibi kimi

girdilerinin ülke içinde üretilmesi yönünde sektör temsilcileri önerilerde

bulunmaktadırlar. Buna rağmen ithal girdinin dönemin ikinci yarısında görece

398

ucuzlaması, şirketler için bu ihtiyacı biraz yatıştırmıştır. Ancak resimli tüpleri demode

bırakan yeni teknolojilere geçilmesi ve TL’nin değerindeki risklerin girdi fiyatlarına

yansıması olasılığı ile birlikte, bileşen üretimine ihtiyaç tekrar dile getirilmektedir.

İncelediğimiz dönemin sonunda elektronik sanayine, endüstriyel elektroniğe ve üretimin

elektronik alt yapısına yönelik Ar-Ge desteklerinin artmaya başlamasında bu ihtiyacı

karşılamak olduğu kadar bu maliyeti toplumsallaştırma amacı da vardır.

Ancak burada bu ihtiyacın dile getirilmesindeki zamanlamaya ve dile

getirilişindeki farklılığa değinmek gereklidir. Bu ihtiyaç, eskiden olduğu gibi ülke içi

sermaye birikiminin ihtiyaçları dolayımında şekillenmektedir. Fakat bu birikimi temsil

eden yerli sermayenin uluslararası sermaye ile eklemlenen kesimidir. Uluslararası

anlaşmalar ile birlikte sektörel teşviklerin önü kesilmiştir. Bir sektöre yönelik açık bir

teşvik uygulanamamaktadır. Ar-Ge gibi harcamalara verilen desteklerin önemi,

teknolojik alt yapıyı geliştirmek olduğu kadar bu yanıyla da sektörel teşvikleri telafi

etmektir. Yukarıda belirtildiği gibi, bu ihtiyacı karşılamaya yönelik adımlar, ithal

girdilerin görece ucuz olduğu, belirli teknolojilerin (resimli tüp) dışarıdan uygun

maliyetle alınıp, birleştirilerek ihraç edildiği, korunaklı ve önemli bir pazar payının elde

tutuluğu zamanlarda atılmamıştır. Ancak hem tüketim elektroniği sektörü olarak hem de

endüstriyel elektronik olarak bir eşiğe yaklaşıldığında endüstriyel elektronik ve

bileşenler sektörünün geliştirilmesi ihtiyacı dile getirilmeye başlanmıştır. Bu nedenle

gerçekte bu ihtiyaç, üretimin genel yapısını eklemlemek, yani üretim aracı üretim

kesimini oluşturmak, üretime endüstriyel elektronik girdisi sağlayan bir sektör

yaratmaktan farklı bir amacı taşımaktadır. Zaten zamanlaması da, şekillenme süreci de

bunu göstermektedir. Asıl olarak, sermaye yoğunlaşması yüksek tüketici elektroniği

sektörüne yan sanayi olarak sektörün gelişmesi önerilmektedir. Tüketici elektroniği

sektörü ise halihazırda uluslararası üretim zincirinin Avrupa pazarına yakın bir parçası

olarak ürün maliyetinin %80’ine yakının ithal girdi olarak almakta, ancak %20’si ülke

içinde ürettikten sonra ürünü erken kapitalistleşmiş ülke pazarlarına satmaktadır.

Elektronik sanayindeki büyüme görünümünün arkasında tüketim elektroniği

vardır. Dönemin ilk yarısında yatırımlardaki yüksek artış, komple yeni yatırımlardaki ve

kapasite artırımlarındaki büyüme, büyük oranda tüketim elektroniği alanındaki

şirketlerin yatırımlarına, kısmi olarak telekomünikasyon cihazları üreten şirketlere aittir.

399

Dönemin ilk yarısı elektronik sanayi açısından Gümrük Birliği’nin etkisiyle yatırımlar

tarafından belirlenirken, ikinci yarısı, kriz sonrası toparlanma, ihracata yönelik üretimle

belirlenmiştir. Bu dönemin diğer bir özelliği, 1990’ların ortasında başlayan devletin Ar-

Ge desteğinin, bu sanayi açısından bu dönemde önem kazanmasıdır. Gerçekten de

dönemin ikinci yarısında sadece tüketim elektroniğine değil, endüstriyel elektroniğe

yönelik olarak da önemli Ar-Ge destekleri verilmiştir.

Endüstriyel elektronikte üretim aracı açısından önemli yer tutan bileşenler

sektörü çok zayıf bir durumdadır. KOBİ niteliğindeki işletmelerde üretim incelediğimiz

dönemde artsa da görece küçük bir paya sahiptir. 1990’lı yıllarla başlayan

telekomünikasyon cihazları alt yapısını geliştirilmesinde ve buna yönelik Ar-Ge

harcamalarında dönemin ilk yarısı olgunlaşma aşamasını temsil etmektedir. Dönemin

ilk yarısı ile birlikte büyüme hızı azalmıştır. Bu alt sektörde uluslararası sermayenin

etkinliği önemli bir yer tutmaktadır. Endüstriyel cihazların büyüklük olarak payı

telekomünikasyon cihazlarından sonra gelmekle birlikte bunların üretimindeki artış hızı,

telekomünikasyon cihazları üretiminden daha fazla gerçekleşmiştir. 1990’ların

ortalarında başlayan Ar-Ge destekleri özellikle dönemin ikinci yarısında

telekomünikasyon, bilgisayar gibi endüstriyel elektronik sektörüne yönelik de verilmeye

başlanmıştır.

Ancak bu kadarı tablonun bütünü olarak görülmemelidir. Çalışmamızın ana

ekseni açısından teknoloji üretiminin merkezinde yer alan bilim üretim süreci,

sanayideki Ar-Ge çalışmalarını, üniversitelerde sanayi ile bağlantılı Ar-Ge çalışmalarını

ve mühendislik işlevlerinin bir kısmını da kapsamaktadır. Türkiye’de tüm bunlar

açısından incelediğimiz dönemde ama özellikle dönemin sonunda önemli gelişmeler

yaşanmıştır. Bu gelişmelerin elektronik sanayini ve endüstriyel elektroniği de kapsayan

yönleri bulunmaktadır. Elbette ki, bu gelişmeler geç kapitalistleşmenin sınırlayıcılığı

içerisinde gerçekleşmiştir. Yazılım ve robotik alanında üniversite ve sanayideki Ar-Ge

çalışmalarında yaşan gelişim bunlara bir örnektir. Tüketici elektroniğinde önemli pazar

payı elde etmiş bir şirketin gömülü yazılım üretimi için Ar-Ge çalışmalarına yönelmesi

ve yatırım yapması, ülke içi yazılım pazarının büyümesiyle birlikte bu pazara üretim

yapan yerli yazılım şirketlerinin gerçekleştirdiği hızlı büyüme oranları gibi göstergeler,

üretim yapısında şu an için dağınık duran öğeleri oluşturmaktadır. Bu dönem içinde

400

elektronik şirketleri yazılımla ilgili ülke dışında şirketler almış, Silikon vadisinde Ar-Ge

bürosu kurmuşlardır. Aynı dönem gömülü yazılım ile birlikte otomasyon ve otomatik

kontrollü makina üretimlerinde önemli oranda artışın görüldüğü dönemdir.

İncelediğimiz dönemin başında kurulan, tek yerli robot üreticisi şirketin gelişimi,

ihracata yönelmesi de üretim yapısındaki değişiklik dinamikleri için anlamlı bir öğedir.

Türkiye’de üretimde robot kullanımı artmaktadır, ele aldığımız dönemde hızlı büyüyen,

dönemin ilk yarısında büyük yatırımlar yapan otomotiv sanayinin bu artışta etkisi

büyüktür. Çoğu sektöre yaygınlaşmasa da üretimde robot kullanımı yönündeki bu artış

önemlidir. Öte yandan yerli robot üreticisi şirketin iç pazara yönelik üretimi sınırlıdır,

dönemin ikinci yarısında sadece dış pazara satış yapmıştır. Bu şirket, aynı zamanda

kuruluşu ve gelişimi ile, geç kapitalistleşen ülkelerde bilim üretim sürecinin

boyunduruk altına alınması süreciyle bağlantılı olan üniversite sanayi işbirliğine dair

önemli bir ipucu sergilemektedir.

Teknoloji açısından ortaya çıkan bu dağınık öğeler, Ar-Ge harcamaları,

teknoparklar, teknoloji geliştirme bölgeleri, üniversite sanayi işbirliği gibi projeler ve

Ar-Ge olanaklarının artırıldığı bir ortamda gelişmektedirler. Bileşenler sektörünün

önemli bir parçası mikroelektronik alanı yani tümdevre üretimi alanıdır. Bu alanda bu

dönemde kurulan Yarıiletken Teknolojisi Araştırma Laboratuarı, öncelikli olarak askeri

elektronik devreler üzerinde yoğunlaşmaktadır; ancak bileşenler üretiminde sermaye

birikiminin ihtiyacı olarak dillendirilen uygulamaya dönük tümdevre üretimini ve bu

üretim için gerekli araştırma zeminini oluşturmaktadır. Tümdevre üretiminde askeri

elektronik sanayinin, TÜBİTAK UEKAE gibi devlet kurumlarının ve üniversitelerin

yürüttüğü işbirliği üretim sürecine, sanayiye yansımamıştır. Üniversite sanayi

işbirliğinin otomotiv, yazılım gibi sınırlı alan dışında üretime yansıması kısıtlıdır. İTÜ

ile birlikte yürütülen bir robot üretim projesinin sanayileşmesi olarak başlayan, Ar-Ge

desteğinden yararlanan robotik şirketi, bu anlamıyla geleceğe dair bir ipucu

vermektedir.

Sermaye birikiminin çelişkili ve eşitsiz gelişme içeren yapısı, krizleri veri iken,

uluslararası sermaye ile eklemlenme ve karlılık oranlarının düşmesine karşı, üretimde

verimlilik ve teknolojinin kullanımı giderek daha fazla ivedilik ve merkezilik

kazanmaktadır. Bu kuşkusuz bireysel sermayelerin rekabetini dindirmeyecek, tümüyle

401

ve mutlak bir “rekabet üstü kurum ya da etkinlik” yaratmayacaktır. Ancak bilim

üretiminin riskli yapısı, “sınama tahta”larına ihtiyaç duyması, karlılık peşindeki

sermaye açısından devletin eski teşvik biçimleri yerine bu türden desteklerinin

belirlediği böyle bir ortamın oluşturulmasını gerekli kılmaktadır. Öte yandan bilim

üretiminin, Ar-Ge’nin ülke dışında, oradaki nitelikli emek gücünü de kullanarak

yapılabilir hale gelmesiyle birlikte, nitelikli emek gücünün yapısı, pazarlara yakınlık,

sağlanan teşviklerin niteliğine göre, uluslararası sermaye için de bu türden teknolojik

yeniliklerin geliştirilmesi olanağı istenir hale gelmiştir.

402

Bölüm 4

SONUÇ

Bu çalışmada, teknolojik değişimin ve teknoloji üretiminin kapitalizmde aldığı

biçim, geç kapitalistleşme ile ilişkisi incelenmekte ve bu bağlamda 1996–2005 yılları

arasında yaşanan teknolojik değişmenin Türkiye’de üretim araçları üretimine

yansımasına yoğunlaşılmaktadır.

Tezin ulaştığı temel sonuç, 1996–2005 yılları arasında Türkiye’de gelişen üretim

araçları üretiminin teknolojik değişime yansımasının olumlu olduğu ancak bu üretimin

geri bağlantısı olan teknoloji üretiminin halen zayıf olduğudur. Oysa ki ancak teknoloji

üretiminin üretim araçları üretiminin geri bağlantısı olarak gelişmesi koşulunda bir

sektör olarak teknoloji üretiminden ve o ülkenin teknoloji üretme kapasitesinden

bahsedilebilir. Tezde gösterildiği gibi Türkiye imalat sanayinin yapısını belirleyen,

teknoloji üretimi, teknoloji politikaları değildir. Aksine teknoloji üretimini belirleyen

geç kapitalistleşen Türkiye’nin sermaye birikim yapısıdır. Bu nedenle yatırım malları

üretiminde görülen büyüme tablosu, üretim araçları üretimi ile teknoloji üretimi

incelendiğinde benzer değildir.

Teknoloji üretiminin ülke içi sermaye birikiminin ihtiyacı olarak belirmesi için

üretim araçları üretiminin gelişmesi gereklidir. Gelişen üretim araçları üretimindeki

ihtiyaçların geri bağlantı etkisiyle teknoloji üretim kapasitesi gelişebilir. Teknoloji

transferinden, ülke içi teknoloji üretimine geçiş için üretim araçları üretiminde eşitsiz de

olsa belirli bir gelişmenin yaşanması gereklidir. Tüm bunlar ise sermaye birikiminin

belirli düzeylerini, aşamalarını ifade ederler. Yani teknoloji politikası sermaye

birikimini yönlendirmez, tam aksine sermaye birikimi teknoloji ihtiyacını

doğurur. 1990’ların ortasında doğmaya başlayan ihtiyaç sermaye birikiminin geldiği

aşamanın ihtiyacıdır.

1996–2005 döneminde Türkiye’de üretim araçlarında gelişme ve teknolojik

değişim vardır; ancak teknoloji üretimi benzer düzeyde gerçekleşmemektedir. Tezin

gösterdiği çarpıcı sonuçlardan birisi, üretim araçları üretiminde 1996-2005 yılında

yaşanan gelişmedir. Makina imalat sanayinde sermaye merkezileşmesi, ihracata

yönelme, teknolojik değişme, hafif ticari araç üretimi, elektronik sektörünün geri

403

bağlantısı olarak gömülü yazılım ve otomasyondaki ilerleme böyle bir gelişmenin

örnekleridir. Ancak üretim araçları üretimindeki gelişme henüz geri bağlantısını

üretmekten uzaktır. Genel olarak gözetildiğinde tezde gösterildiği gibi imalat sanayi

üretiminin geri bağlantısı olarak yatırım malı niteliğindeki üretim araçları üretimi

gelişmektedir ancak sınırlı sektörlerdeki gelişme dışında zayıf durumdadır. Diğer

yandan teknolojik değişim ihtiyacı, sermayenin bütünü için değil belirli kesimleri için

bu dönemde giderek daha fazla ihtiyaç haline gelmiştir. Özellikle uluslararası sermaye

ile eklemlenme çabasındaki yerli büyük sermaye ile ihracata açılan kesimler teknolojik

değişim ihtiyacını daha fazla hissetmektedirler. Bu kesimler için sınırlı da olsa geri

bağlantı olarak teknoloji üretimi ihtiyacı bu dönemde Ar-Ge teşvikleri, üniversite sanayi

işbirliği girişimleri, teknoloji kurumları aracılığıyla karşılanmaya başlanmıştır.

Özellikle bu dönemde tüketim ve ara mallarına kıyasla yatırım malları

üretiminde yaşanan parlak gelişmeyi birinci bölümde üretim ve ihracat verileri

üzerinden gösterdik. Yatırım malları politik ekonomi için önemli ve teknolojik düzeyi

yüksek mal grubudur. Bunun üretimi, teknolojiyi ve teknolojik düzeyi değiştirmiştir,

ancak teknoloji üretimini yaratmak için yeterli olmamıştır. Bunu, ikinci bölümün

sonunda ele aldığımız gibi, üretim araçları üretimi ile onun geri bağlantısı olarak

teknoloji üretimi arasındaki ilişkinin kapitalistleşme ve geç kapitalizmdeki özgüllüğüne

referansla açıklamaktayız.

Yatırım malları üretimi ve ihracatı böyle büyürken, bunun teknolojik değişmeye

ve bir sektör olarak teknoloji üretimine yansımaması neye dayanmaktadır? İşte yatırım

malları içerisinde üretim araçları üretiminin özgül yerini vurgulayan Marksist

yaklaşımın önemi burada ortaya çıkar. Teknoloji üretimi, üretim araçları üretimi temeli

üzerinde yükselir; bilim ve teknolojinin ülke içinde üretimi için, üretim araçları üretimi

geliştirilmelidir. Bu gerekli koşuldur ancak yeterli değildir. Geç kapitalistleşme, sınıfsal

ilişkiler ve sınıf mücadeleleri, sermaye birikiminin sınırları ve çelişkileri burayı da

belirler. Üretim araçları üretiminin bu çelişkiler ve sınırlar içinde talep ettiği alanlarda

teknoloji üretimi gelişmeye başlayabilir. Türkiye’de 1990’lardan sonra üretim araçları

üretimi gelişmektedir, ancak aynı zamanda girdi olarak ithalata bağımlılık da

artmaktadır. İthal girdilere bağımlılık, Kesim I’in gelişkinliğini sınırladığı ve belirlediği

kadar, teknoloji transferini de artırmaktadır. Kesim I’in girdi ve geri bağlantı ilişkisinin

404

güçlenmemesi aynı zamanda teknoloji üretimini de belirlemektedir. Üçüncü bölümde

gördüğümüz gibi, üretim araçları üretiminde bu bağlantıların sermaye birikimi

açısından gelişkin kurulmaya başlandığı yerlerde (otomotiv, yazılım, otomasyon),

teknoloji üretimi için sınırlı olanaklar açılmaktadır. Bu yüzden Kesim I’de geri bağlantı

olarak Ar-Ge etkinliği, mühendis sayısı, üniversite sanayi işbirliği gibi teknoloji

üretiminin nüveleri tam da ele aldığımız dönemde bu alanlarda ortaya çıkmaya başlasa

da çok zayıftır. Bu durum, üretimin genelinde görülen teknolojik değişimin teknoloji

üretimine, kalıcı kapasiteye dönüşmediğini göstermektedir.

Demek ki, teknolojik değişimin, bilim ve teknoloji üretiminin zayıflığını

belirleyen, uygulanmayan ya da olmayan teknoloji politikaları değildir. Bu, teknoloji

fetişizmine kapılmak, teknoloji üretimini teknoloji politikalarının belirleyeceği

yanılsamasına düşmek anlamına gelmektedir. Halbuki geç kapitalistleşen ülkelerin

teknoloji kapasitesinin gelişmesi, bununla bağlantılı olarak bu ülkelerde teknoloji

üretiminin olgunlaşmasının gerekli koşulu üretim araçları üretiminin gelişmesi ve

bununla geri bağlantı içinde bir teknoloji üretiminin oluşmasıdır.

Genel olarak geç kapitalistleşen ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de Kesim I’in

ortaya çıkması ve sınırlılıkları esas olarak sermaye birikiminin çelişkileri ve gelişimi

tarafından belirlenmektedir. Geç kapitalistleşmenin bugünkü sınırları, ülke içinde

üretimin büyük bir kısmının orta ve düşük teknolojili mallarda yoğunlaşmış olmasıdır.

Üretim araçları üretimi ise 1990’larda oluşmaya başlamış ve ele aldığımız dönemde bir

sektör olarak gelişmeye başlamıştır; 2001 krizinden sonra Kesim I üretimi de bu

gelişmeyi hızlandırmıştır. Bununla birlikte ele aldığımız dönemde ve özellikle ikinci

yarısında sınırlı da olsa geri bağlantılarını oluşturmak yönünde adımlar atmaya

başlamıştır. Bu uluslararası işbölümünün olduğu kadar iç sermaye birikiminin gelmiş

olduğu bir evrenin sonucudur. 1980’lere kadar tüketim araçları üretiminin yapıldığı

sektörlerde üretimin sınırlarına gelinmiş, bu alanda üretim, büyüyen sermaye kesimleri

için yeterli derecede kârlı olmaktan çıkmıştır. Bu nedenle yerli büyük sermaye, önce

dayanıklı tüketim malları ve ara mallarına daha sonra da karlılığın görece yüksek

olduğu yatırım mallarına yönelmiştir. Ancak yerli sermaye, birikimin sınırlılıkları

yüzünden ele aldığımız dönemin başına kadar yatırım malları üretiminde, genelde

uluslararası yerli sermaye ile eklemlenerek (otomotiv, telekomünikasyon cihazları

405

üretimi) gelişmiştir. Ele aldığımız dönemde bir sektör olarak hem uluslararası sermaye

ile ortak hem de kendi etkinliği altında alan bulduğu uluslararası pazarlarda (tüketici

elektroniği, makina imalatı) yatırım malı üretimine geçmiştir. Yatırım malları üretimi

içinde Kesim I’in belirginleşmesi, ele aldığımız dönemde gerçekleşmiştir. Hafif ticari

araçların üretimi, takım tezgahlarının ve iş makinalarının üretimi, yazılım, robotik ve

otomasyon sektöründeki sınırlı da olsa gelişmeler bu dönem içinde yaşanmıştır.

Gümrük Birliği sonrasında uluslararası pazarlarla yaşanan hızlı eklemlenme,

standartlaşma, ürünlerde farklılaşma ve uluslararası sermaye ile eklemlenme, yerli

sermayenin Kesim I üretimindeki özgül konumunu belirlemiştir. Birinci ve üçüncü

bölümde gösterdiğimiz gibi, yatırım mallarında gelişmeye başlayan üretim hala ithalata

ve ithal girdiye bağımlı durumdadır. Bu “karlılığın sınırlılığı” anlamında sermaye için

2001’den sonra giderek artan biçimde bir sorun olsa da sermayenin uluslararası

işbölümü ve birikim koşullarında ithal girdilere dayalı bir üretim sürdürülmekte, buna

karşılık otomotiv gibi kimi alanlarda ülke içi girdi eklemlenmesi oluşturulmaya

çalışılmaktadır.

Tezde, bu çerçevede Kesim I’in belli başlı 3 sektöründen şu sonuçlar

çıkmaktadır: Üretim araçları üretiminde merkezi bir yere sahip makina imalat sanayi,

genel olarak ele alındığında rekabet gücü düşüktür; ancak ele aldığımız dönemde

sermaye merkezileşmesi ve belirli sektörleri açısından önemli değişim göstermiştir.

Takım tezgâhları ve iş makinaları üretimi, ithalata bağlı olarak gelişseler de bu dönem

içinde bu açılardan önemli gelişme göstermişlerdir. Mühendislik sektörü olarak tarif

edilen sektörün geldiği noktada geneli için değil aksine merkezileşen ve ihracata açılan

sermaye kesimleri açısından mühendislik işlevleri, teknolojik yenilik ve geri bağlantı

olarak teknoloji üretimi bir ihtiyaç olarak önem kazanmıştır. Ele aldığımız dönemin

sonlarında doğru bu ihtiyaç daha fazla artmıştır. Elbette ki bu teknoloji ihtiyacı, örneğin

merkezi otomasyon elektroniğinin üretilmesi gereksinimi değildir. Üretim araçları

üretiminin kilit bir ara halka olarak tezde öne sürülmesinin anlamı da buradadır.

Sermaye birikiminin maliyet, karlılık açısından içeride üretebileceği girdilerin

teknolojisinin üretimi ihtiyaç olarak yükselmektedir. Takım tezgâhlarında bu aşama,

mühendislik işlevlerinin, ürün tasarım işlevlerinin geliştirilmesi olarak durmaktadır.

Diğerleriyle karşılaştırıldığında teknoloji üretimiyle geri bağlantısı dönem içinde en

zayıf olan sektörün makina sektörü olması ile diğer alanlardaki yerli sermaye

406

kesimlerine göre yeni gelişen yerli sermayenin hâkimiyeti arasında bir koşutluk

bulunmaktadır. Bu sektörde uluslararası sermayenin ortaklık oranı azdır ama

uluslararası sermayenin sektöre ilgisi özellikle dönemin ikinci yarısında artmıştır. Bu,

sermaye merkezileşmesinin olduğu kadar sermaye birikiminin ve ihracat pazarının

büyümesinin de bir sonucudur. Birikim geliştikçe teknolojik yenilik ihtiyacı gündeme

gelmektedir. Sermaye birikim düzeyi, teknolojik yenilik ihtiyacını da belirlemektedir.

Uluslararası sermayenin en etkin olduğu, hatta hakim olduğu Kesim I sektörü,

otomotiv sanayidir. Bu sektör içinde üretim aracı niteliği taşıyan taşıt üretimi özellikle

ele aldığımız dönemde uluslararası sermaye ile eklemlenen yerli sermayenin rekabet

için seçeneği olarak sivrilmiştir. Kesim I niteliğinin ön plana çıkması ve uluslararası

sermaye ile eklemlenen yerli sermayenin merkezileşmesinin, yoğunlaşmasının yüksek

olması yüzünden bu sektörün yan sanayi ile ilişkisi ve geri bağlantı olarak teknoloji

üretimi ile ilişkisi diğerlerine göre daha fazla gelişmiştir. Ar-Ge harcamaları, projeleri,

özgün ürün üretimi, üniversite sanayi işbirliği ve Ar-Ge personeli en çok bu sektörde

gelişkin haldedir. Bu da tezin öne sürdüklerini kanıtlamaktadır. Ar-Ge desteklerinden

önemli oranda yararlanan, üniversite sanayi işbirliğini geliştiren bu sektör için

teknolojik yenilik bir ihtiyaçtır. Ancak öte yandan bu kendi başına bir teknolojik

sıçrama, yetişme değildir; aksine uluslararası sermaye ile eklemlenen yerli sermayenin

otomotiv sektöründeki ihtiyacının dolaysız bir sonucudur. Üretim aracı niteliğinde taşıt

üretimine geçilmiştir, geri bağlantı olarak yan sanayi gelişmiştir. Bunun geri bağlantısı

olarak teknoloji üretimi bir ihtiyaç olarak durmaktadır. Üstelik teknoloji üretimi de

sermaye birikimi ile sınırlanmış durumdadır. Yani teknoloji geliştirme, sıçramayı

yetişmeyi sağlamamakta, aksine kendisi bir sonuç olduğu için sermaye birikiminin

sınırları ölçüsünde, onun izin verdiği oranda gelişebilmektedir. Ancak ve ancak bu

sınırlarda otomotiv bileşeninde özgün araştırma geliştirme etkinliği yürütülebilmektedir.

Bu da, uluslararası ortağın ülke içinde yerleşik kalması, “katma değer”den daha fazla

pay alma ve erişilen pazarlarda elde edilen payı koruma amacına hizmet etmektedir.

Üstelik uluslararası sermaye açısından bu teknoloji destekleri ve kurumları, üniversite

işbirlikleri pazara göre ürün, üretim tekniği uyarlamak, geliştirmek ve pazarını

derinleştirmek isterken ihtiyaç duyduğu teknolojik yeniliklerin maliyetinin o ülkede

toplumsallaşmasını sağlamaktadır. Oysa teknolojik yeniliğin ürünleri, uluslararası

sermaye ve yerli sermaye tarafından mülk edinilmektedir. Üstelik üretimdeki teknolojik

407

yenilik ve değişme, işçi sınıfı açısından emek sürecinin denetimi ve daha fazla artı

değer üretme amacına hizmet ettiği sürece daha fazla sömürü, serbest zamanın daha

fazla azalması anlamına gelmektedir.

Kesim I içinde teknolojik değişimin en hızlı olduğu, en etkin sektörlerden birisi

elektronik ve endüstriyel elektroniktir. Tezde gösterildiği gibi, yatırım mallarında bu

alandaki hızlı gelişme, yüksek düzeyde merkezileşmiş yerli sermayenin hakim olduğu

tüketim elektroniği sektöründe gerçekleşmiştir ve bu sektörün yerli geri bağlantısı yok

denecek kadar azdır. Yani endüstriyel elektronik sektörü aynı gelişmeden neredeyse hiç

pay almamıştır. Tüketim elektroniği sektörü ihracatta Avrupa’da edindiği önemli paya

karşın ithal girdi ile büyürken, bunun üretim aracı niteliğindeki endüstriyel elektroniğe

etkisi çok zayıf olmuştur. Bu alanda üretim aracının gelişmesinin zayıflığı kendisini geri

bağlantı olarak teknoloji üretiminde de göstermektedir. Teknoloji üretiminin sınırlı da

olsa en gelişkin olduğu alan yabancı sermaye etkinliği altındaki telekomünikasyon

cihazları üretimidir. O da 1990’larda enformasyon alt yapısı için gelişmiş, Ar-Ge

çalışmalarını artırmıştır. Ele aldığımız dönemin ilk yarısında belirgin biçimde üretim ve

Ar-Ge etkinliği azalmıştır. Endüstriyel elektroniğin üretim aracı olarak merkezi öğesi,

bileşenler sektörü çok zayıf durumdadır. Ancak üretim araçları üretiminin kilit halka

niteliği burada da ortaya çıkmaktadır. Büyüyen tüketim elektroniği, ithal girdilerin,

teknolojik değişmenin etkisiyle geri bağlantı olarak üretim araçları üretimini çok sınırlı

da olsa tetiklemiştir. Yazılım, gömülü yazılım, robotik, otomasyon sektörü yatırım

malları sektörünün sınırlı da olsa tetiklediği bu endüstriyel elektronik sektörleri

arasındadır. Bunlara yönelik Ar-Ge harcamaları, üniversite ve teknoloji proje destekleri

3. bölümde gösterdiğimiz gibi, ele aldığımız dönemin özellikle ikinci yarısında gelişme

göstermiştir. Yazılım, gömülü yazılım, robotik sektörlerinde sınırlı sermaye birikimi

gelişimine dayanan dinamikler, üretim aracı üretimi ile teknoloji üretimi arasındaki bu

ilişkiyi gösteren önemli örneklerdir. Üretim aracı üretimi ile teknoloji üretimi arasındaki

bağlantıyı, başka yerlerde olduğu gibi sermaye birikimi kurmaktadır. Bunun en çarpıcı

örneği, televizyon üreten tüketim elektroniği sektörünün, yeni televizyon modelleri

karşısında düz panel ekran üretimi ihtiyacını dile getirmeleridir. Ancak sermaye

birikimi yüzünden bu üretim yerli yapılamamakta, uluslararası sermaye ile

eklemlenerek yapılabilmektedir. Maliyetler ve karlılık buna engel olmaktadır. Bu

durumda yerli sermaye, azalan karlarının önüne geçmek için, ancak belirli alanlarda

408

teknolojik geliştirme yapabilmektedir. Yazılım, gömülü yazılım alanında Ar-Ge

harcamaları, bunu anlatmaktadır. Sermaye birikimi, düz panel ekranın içeride salt yerli

sermaye ile üretimini sağlayamamaktadır. Oysa 1980’lerden bugüne kağıt üzerinde

belirlenen teknoloji politikalarında elektronik sektörünün girdilerinin, teknolojinin

üretilmesi hedeflenmiştir. Bu, teknoloji politikalarının sermaye birikimine içsel

bağlılığını gösteren tezden çıkan çarpıcı bir örnektir.

Üretim araçları üretimindeki bu gelişme aşaması, ancak bu sınırlarda teknoloji

ihtiyacını gündeme getirmektedir. Üstelik teknoloji politikaları sermaye birikiminden

koparılarak ön plana çıkarıldığında, birikimin sınırlılıkları da perdelenmektedir.

Uluslararası sermaye ile eklemlenen Kesim I’in önde gelen sektörlerinin birbiriyle

ilişkisi anlaşılamamaktadır. Benzer biçimde parlak bir gelişme gösteren tüketim

elektroniğinin geri bağlantısı (yan sanayi) çok zayıftır, buna karşılık otomotivin yan

sanayisi gelişmiş durumdadır. Birikimden kopartılarak teknoloji söylemi ön plana

çıkartıldığında bu sektörlerin gelişim aşamaları içerisinde Avrupa pazarına yönelik yan

sanayi olma, uluslararası işbölümünde yerleştikleri yer gölgelenmektedir. Oysa ki,

maliyet bileşeni olarak girdilerinin %80’ine yakını ithal eden tüketim elektroniği

sanayinin geri bağlantılarının gelişimi birikimin sınırlılıkları çerçevesinde olanaklıdır.

Geri bağlantı olarak gelişmeye başlayacak bir endüstriyel elektronik alt sektörü, girdiler

açısından ithal bağımlılığının geç kapitalistleşmenin sınırları yüzünden hemen kıramaz

ve uluslararası işbölümünde yan sanayi olarak gelişir.

Dolayısıyla üretim araçları üretimindeki tüm bu gelişmeler, sermaye

birikiminden kopartılmış bir teknolojik yetişmenin ürünü ya da teknoloji politikalarının

sonucu olarak değil aksine ülke içi yerli sermayenin uluslararası sermaye ile

eklemlenmesini de kapsayan birikim süreci sonucunda gerçekleşmektedir. Bu nedenle,

bu tezden çıkan diğer bir sonuç, üretimin ve sermaye birikiminin belirleyiciliğinden

sıyrılmış bir “teknolojik atılım” ile erken kapitalistleşen ülkelere yetişmenin olanaklı

olamayacağıdır. Sermaye birikiminin dünya çapında eşitsiz ve bileşik gelişme koşulları,

üretken sermayenin uluslararasılaşması dinamikleriyle birlikte devam etmektedir.

Ancak ikinci bölümde ayrıntılı incelediğimiz gibi, bilim üretiminin sermayenin gerçek

boyunduruğu altında içerilmesi çabasının yarattığı bir başka sonuç da bunun kadar

önemlidir.

409

Bugün bilim ve teknolojinin üretimi de sanayileşmektedir. Bilimsel, teknolojik

üretimin emek süreci parçalara bölünmekte, denetim altına alınmakta, değerlenme

sürecinin buyruğu altına girmektedir. İcadın bir meslek haline dönüşmesi ile birlikte

bilim ve teknoloji üretimi de kapitalist sanayi üretimine dönüşmüştür. Bu sürecin bir

sonucu olarak teknoloji erken kapitalistleşen ülkelerin dışında da üretilebilir. Hatta

jenerik teknolojilere dair buluşlar erken kapitalistleşen ülkelerin dışında tekil de olsalar

gerçekleşebilirler. Ancak teknoloji üretiminin üretim araçları üretimi ve sermaye

birikimi ile ilişkisi kurulmadığı sürece anlaşılamayan bir gerçek ortada durmaktadır. Bu

teknolojik buluşlar, daha güçlü sermayelerin “sınama tahtası” olarak uluslararası

sermaye birikiminin hizmetine girmek zorundadırlar. Yani bu teknolojik sıçrama, geç

kapitalistleşen ülkelerin erken kapitalistleşen ülkelere yetişmesine yol açmaz, en fazla

yerli sermaye birikimi ile buluştuğu sınırlarda kendi kategorisinde yükselmesini getirir.

Dünyada Ar-Ge harcamaları oranı sıralamasında üçüncü sırada yer alan Çin’de

gerçekleşen teknolojik yenilik ve buluşlar, gerçekte uluslararası üretken sermayenin

patent, ürün ve üretim olarak mülk edindiği ve birikime içerdiği gelişmeler olmuştur.

Teknolojik sıçrama ile sermaye birikim hiyerarşisi değiştirilemez. Teknoloji, birikimi

sürükleyen bir neden değil, bu birikimin bir sonucudur.

Üretim araçları üretiminin geç kapitalistleşmiş olan Türkiye’deki gelişiminin

nedeni ve sınırlılıkları böyle iken, bu kesimdeki gelişme, “teknolojik yenilik”

söylemlerinin artmasını, teknoloji politikalarının önerilmesini belirleyen temel içsel

dinamik olarak ortaya çıkmaktadır. Teknoloji politikalarına yönelik önerilerin 1990’lar

ile birlikte tüm dünyada yaygınlaşmaya başlamasının nedeni ise, dışsal dinamiği yani

bilim üretiminin kapitalist emek sürecine içerilmesi sürecine dayanan Ar-Ge’nin

uluslararasılaşmasıdır. Ar-Ge’nin uluslararasılaşması süreci, bu tezde bilim üretiminin

sanayi haline gelmesi ve uluslararasılaşması olarak tanımlanmaktadır.

Tez boyunca teknoloji üretimi ile bilim üretimi birbiri yerine kullanılmıştır.

Bunun nedeni bağımsız bir bilim üretiminin olmaması değildir; aksine bağımsız yaratıcı

bilimsel düşüncenin, bitip tükenmez biçimde ticari ürün oluşturma, metalaşma amacına

koşulması yüzündendir. Bilim ile teknolojiyi birbirinden ayrıldıkları her yerde özdeş

olmaya zorlayan, bizim kavramsal çabamız değil, kapitalist üretimin yapısıdır.

Kapitalist üretimde bilim, giderek birikimin yükümlülüklerine tabi kılınan, onun

tarafından kuşatılan bir üretimdir. Bilimin üretimi, kapitalist üretime dönüştüğü sürece

410

ürünü metalaşmak zorunda, teknoloji üretimi olmak zorundadır. Ancak bilim teknoloji

ile özdeş olduğu her an, ondan kopmak, ondan ayrı olmak gerilimini içinde taşır. Bu

anlamıyla bilim üretiminin teknoloji üretimiyle özdeşleşmesi gerilimi, tam da bu tezde

öne sürdüğümüz biçimde bilimin kapitalist üretime içerilmesinin çelişkili dinamiğinin

bir sonucudur. Bilimsel emeğin kapitalist üretime içerilmesi ancak bu emek sürecinin

bölünmesi, denetlenmesi ile olanaklıdır. Bu ise kendi içinde yaratıcı emeğin rutin

olmayan doğası ile çelişki içindedir. Bilim üretiminin sermayenin gerçek boyunduruğu

altına alınması girişimi, bu yüzden bilim üretim sürecini de parçalar bölmeye çalışır.

Artık bilim ve teknoloji üretiminin ürünleri metalaşmıştır, üretim süreci kapitalist meta

üretimine tabi kılınma gerilimi altındadır. Bu nedenle tez boyunca bilim ve teknoloji

üretimi, sektörlere girdi veren bir sektör üretimi gibi ele alınmaya çalışılmıştır. Ancak

elbette ki analiz düzeyinde yapılan bu birleştirme gerçek hayatta aynı şekilde düzenli

biçimde, kurumsallaşmış olarak yansımamaktadır, Ar-Ge çalışmaları, üniversite ve

bunların tekil sermayelerle, genel olarak sermayeyle ilişkisi henüz oluşum niteliğindedir

ve farklılıklar göstermektedir. Bu sektörün henüz kurumlaşmamış niteliği geç

kapitalistleşen ülkelerde özgül sermaye birikimi yüzünden ve onun ihtiyaçlarına uygun

olarak biçimlenmektedir. Çünkü bir sanayi olarak bilim ve teknoloji üretiminin kendisi

sermaye birikimine tabidir. Bu yüzden teknoloji politikaları gerçekte sermaye

birikiminin kendi aşamalarının bir gereksinim olarak dillendirilmesinden başka bir şey

değildir.

İkinci bölümde gösterildiği gibi, bilim emek sürecinin parçalanması,

sanayileşmesiyle birlikte 1990’lardan sonra bilim üretim süreci uluslararasılaşmaya

başlamıştır. Üretken sermayenin uluslararasılaştığı bir dünyada, uluslararası şirketlerin

sürükleyici oldukları bugünkü evrede, bilim üretim süreci de farklı ülkelerde, farklı

yerlerde gerçekleştirilebilir. Dahası farklı olanak ve yerlerde gerçekleştirilen bilimsel

buluşlar, sermaye birikiminin sınama tahtaları, “kuluçka” alanları olarak var olabilirler.

Bilim üretim sürecinin uluslararasılaşan üretken sermaye temelinde ve bu birikime

kopmazcasına bağlı biçimde uluslararasılaşmasını tezde Ar-Ge’nin uluslararasılaşması

olarak belirttik. Ar-Ge’nin uluslararasılaşmasının Türkiye’deki görünümleri, bilim ve

teknoloji politikalarının yürütülmeye başlanması, patent, standart kurumlarının

oluşturulması, üniversite sanayi işbirliğinin, fikri mülkiyet haklarının oluşturulması gibi

olgulardır. Böylelikle iki kanal açılmaktadır. İlki sayesinde, uluslararasılaşmış üretken

411

sermaye açısından, dünya üzerinde eşitsiz de olsa yürütülen araştırma ve geliştirme

çalışmalarının sonuçlarını sermaye birikiminin hizmetine koşabilmek olanağı

güçlenmiştir. Dünyanın herhangi bir yerinde Ar-Ge teşvikleri, teknoloji politikaları,

uygulamaları sayesinde geliştirilen teknolojik yeniliklerin üretilme maliyetleri çoğu

zaman toplumsallaştırılırken, riskler de toplumsallaştırılacak, sınama tahtası olarak işlev

gören, başarılı olan kimi yeni uygulamalar, uluslararası sermayenin denetimine

girebilecektir. Birinci bölümün sonunda genel olarak ve üçüncü bölümde yeri

geldiğinde özel olarak işlediğimiz, Yatırım Danışma Konseyi’nin yatırım iklimi

yaratmak için Ar-Ge ortamı ve fikri mülkiyet haklarına verdiği önem, bu türden bir

gelişmenin görünümüdür. 1995’ten sonra Ar-Ge teşviklerinin ağırlıklı olarak verilmeye

başlanması, Ar-Ge ve teknoloji kurumlarının, standart ve ölçüm kurumlarının

kurulması, Yatırım Danışma Konseyi raporlarında uluslararası sermayeye uygun ortam

oluşturulması olarak aktarılmaktadır. Aynı zamanda uluslararası sermaye ile eklemlenen

ya da uluslararası pazarlara açılan yerli sermaye açısından karlı üretim olanakları için

kaçınılmaz olan teknolojik yenilik geliştirme işlevi, Ar-Ge harcamalarına olan ihtiyacı

artırdığı müddetçe, bu yönde devlet teşvikleri önemli bir yer dolduracaktır. Bilim üretim

süreci parçalandığı için, uluslararası üretimle eklemlenen, uluslararası şirketlerle

ortaklık yapan yerli sermaye, kendi pazarına, koşullarına özgün geliştirmeler yapmak

için bu teknoloji politikalarını kullanacaktır. Birinci ve üçüncü bölümde görülebildiği

gibi teknoloji teşviklerinden ve kurumlarından en fazla yararlananlar, büyük şirketler ya

da bu şirketlerin bağlantısı olarak gelişen teknolojik düzeyi yüksek, uluslararası

sermaye ile eklemlenmiş nitelikli KOBİ’lerdir. Bu durumda teknoloji teşviklerinin en

etkin olduğu alanlar, Kesim I üretiminin geri bağlantısı olarak gelişen teknoloji üretimi

alanlarıdır. Bu alanlar da uluslararası sermayenin, bu sermayeyle ya da uluslararası

pazarlarla eklemlenen yerli sermayenin etkin olduğu alanlardır. Teknoloji üretimi sınırlı

düzeyde kalıcılaşmakta, teknoloji üretiminin maliyeti toplumsallaştırılmaktadır.

Türkiye’de üretim araçları üretimi yeni geliştiği ve Kesim I üretiminin geri

bağlantısı olarak teknoloji üretimi gelişkin olmadığı için dünyadaki gelişmelerle ve

uluslararası anlaşmalarla paralel kurulan teknoloji kurumları ve politikalarının

uygulanma alanları kısıtlı gerçekleşmektedir. Bu teknoloji politikalarının uygulanması,

sermaye birikiminin çelişkileri üzerine oturmaktadır. Kesim I, geri bağlantı olarak

teknoloji üretimini oluşturacak denli gelişmediği sürece, Ar-Ge’nin

412

uluslararasılaşmasının yarattığı uluslararası işbölümü ortamında teknolojik değişime

yönelik politika ve kurumlar, gerçekte önce uluslararası sermayenin sonra da bu kesimle

eklemlenen yerli büyük sermayenin teknolojik yenilik ihtiyaçlarının maliyetini

(risklerini) toplumsallaştırmaya yarar. Gerçekten de, Ar-Ge’nin uluslararasılaşmasıyla

birlikte yerli sermaye ile birlikte Türkiye’de üretim yapan uluslararası sermaye de,

bölgesel pazarlarda daha etkin olabilmek, buralara yeni ürün modelleri üretmek ya da

modelleri pazarlara uyarlamak için belirli araştırma geliştirme projelerine girişmiştir.

Üstelik gerçekleşen teknoloji üretiminde, üniversite sanayi işbirliği kullanılmakta, Ar-

Ge teşviklerinden yararlanılmaktadır. Böylelikle uluslararası sermaye için dünya

pazarında rekabette teknoloji geliştirmenin, özellikle pazarlara uyarlama yönünde

teknoloji kademelerinin bazılarının üretiminin maliyeti yerleşilen ülkede

toplumsallaştırılmaktadır.

Bunun dışında ülke içinde teknolojik değişmeyi gerçekleştirebilen sermaye

kesimleri, uluslararası sermayenin yan sanayi ya da sınama tahtası olarak işlev görür.

Üçüncü bölümde işlediğimiz otomasyon sektörünün, yazılım sektörünün kimi şirketleri,

Altınay Robotik şirketi bu türden gelişime örnektirler. Robotik dalında gelişkin bir

üretim yapan Altınay Robotik ülke içi üretimde sınırlı kalırken, ihracata dönük,

teknoloji düzeyi yüksek bir üretim yapmaktadır. Üstelik şirketin gelişiminde bir nüve

olarak yerli teknoloji üretimi çabası, üniversite sanayi işbirliği önemli bir yer

tutmaktadır; bu örnekte de görüldüğü gibi teknoloji üretiminin maliyetleri

toplumsallaşmıştır; buna karşılık uluslararası üretim zincirleri içinde yer bulabilen

şirketin düşük maliyetli üretimi, uluslararası sermayeye eklemlenmiş durumdadır.

Bu nedenle sermaye birikiminin ayrı bir araç olarak öne çıkartılan “teknoloji”

gelişimi veya teknoloji üretimi ya da teknolojik yenilik, üretken sermaye için “sıçrama”

işlevi yürütemez. Teknolojik değişimin içeriden kaynaklanabilmesi, teknoloji üretiminin

bir sektör olarak gerçekleşebilmesi için üretim araçları üretiminin gelişmesi, geri

bağlantılarına ihtiyaç duyması gereklidir.

Ancak teknoloji üretimi ve kullanımına tarafsız yaklaşmak, sermaye birikiminin

teknolojiyi geliştirmesini öne sürmek, bir başka sorunu gündeme getirmektedir. Tezin

vurguladığı bir diğer temel sonuç, teknolojinin sermaye birikiminden ve sınıfsal

perspektiften ayrı değerlendirilmemesi gerektiğidir. Bugün teknolojik değişmeyi

413

sermaye birikimi ve sınıflardan koparan anlayış giderek yaygınlaşmaktadır. Bu anlayış,

teknolojinin zenginliğin kaynağı olduğunu, ortak refahı getireceğini, teknolojik açığın

kapanmasının teknoloji politikaları ile olacağını öne sürmekte, üstelik bu teknolojik

değişimin sonucunun herkes için iyi olacağını ileri sürmüktedir.

Tez boyunca, bu yönde yaygınlaşan anlayış ve teknoloji fetişizmi, teknolojik

değişimin sınıf mücadelesinin bir ürünü olduğu perspektifiyle eleştirilmiştir. Gerçekten

de 1970’lerin krizinden sonra düşen kar oranları tekil sermayeler arası uluslararası

rekabeti son derece şiddetlendirmiş, emek gücünü denetleme, artı değeri artırmaya

yönelik teknolojik değişimleri hızla gündeme taşımıştır. Yeni Schumpeterci akımın

güncellik kazanması da bu dönemlerle birliktedir. Bu yüzden teknolojik değişim tekrar

bir tılsımlı değnek haline gelmekte, geç kapitalistleşen ülkelerin önüne teknolojik

yetişme ve teknoloji politikaları bir hedef olarak konmaktadır. Gerçekte teknolojik

gelişme, düşen kar oranlarına karşı ürün ve üretim süreci yeniliği yaparak artan

rekabette öne geçme dinamiğinin sonucu olduğu kadar, emek sürecinde daha fazla artı

değer elde etmek için emek gücünün denetim altına alınmasını sağlama amacının da bir

ürünüdür. Kapitalist üretim altında teknolojik gelişme ve değişme de artı-değer

üretimine hizmet edecektir; teknoloji sermayenin zamanı ve mekanı ele geçirmesinin bir

aracı haline dönüşmektedir. Bir yandan sermayenin yeni ihtiyaçlar, yeni metalar, yeni

pazarlar yaratmak üzere olan çabası dünya pazarını, emeğin niteliğini yeniden

biçimlendirmekte, mekanı düzenlemektedir. Diğer yandan sermaye yeni üretim

teknikleri, yeni teknolojiler geliştirerek, gerekli emek ve artı emek zamanı, dolaşım

zamanı, devir zamanı üzerinde egemen olma çabasına girmektedir. Teknolojik

değişimin ve teknoloji üretiminin gündemde önemli yer tutmasının altında bu koşullar

yatmaktadır. Öte yandan bu durum, düşünsel planda farklı iktisat geleneklerinin

yaklaşımlarını da etkilemiştir.

Teknoloji fetişizmini taşıyıp yayınlaştıran yeni Schumpeterci yaklaşım,

teknolojinin “kara kutusu”nu açarak, teknolojik gelişmeyi irdelemekte, böylelikle

“kapitalizmin motoru” olarak gördüğü teknolojik gelişmeyi, büyümenin ve birikimin

asli öğesi haline tekrar oturtmaktadır. Bu teknolojiyi, sermaye birikiminden ve artı-

değer sömürüsünden kopararak teknoloji fetişizminin tekrar gündeme getirmek

anlamına gelmektedir. Bu anlayışın yaygınlaşmasında uluslararası konjonktür de etkili

414

olmaktadır. Üstelik bu konjonktür eskiden birbirinden ayrı duran akımları da birbirine

yaklaştırmaktadır. Özellikle 1990’lardan sonra DTÖ ve uluslararası kurumların

düzenlediği anlaşmalarla sektörlere yönelik doğrudan teşvik imkanları, yatırım

politikaları sınırlandırılmıştır. Yatırım politikaları ile dış ticaret politikaları arasındaki

bağ, bu bağa devletin müdahalesi kopartılmıştır. Bu durumda, teknoloji politikaları,

teknoloji kurumları ve teşvikleri kısıtlı seçenekler arasında öne çıkan olanak olarak

görülmektedir. Schumpeter’in yenilik konusundaki görüşlerinin yayınlanmasından

sonra ancak 21. yüzyılda etkinlik kazanabilmesinin koşullarını da bu ekonomik temel

oluşturmaktadır. Öte yandan ilk bölümün son kısmında incelediğimiz gibi, teknoloji

yönündeki söylemin yaygınlık kazanması ve devlet müdahalesi olanaklarının

kısıtlanması ile birlikte geçmişte planlamacı gelenekten gelen yeni Keynesçi

iktisatçıların bir bölümü de, yeni schumpetercilere yakın bir biçimde teknoloji

politikalarını desteklemeye başlamışlardır.

Sonuç olarak, üretim araçları üretiminin gelişmeye başlamasına karşın, bunun

geri bağlantısı olarak teknoloji üretiminin gerçekleşmemesi, Türkiye’nin teknoloji

üretme kapasitesinin henüz gelişmediğini gösterdiği kadar esas olarak başka bir temel

önermeyi göstermektedir. Teknoloji politikaları, büyümeyi ve ekonomiyi

biçimlendirmekte tılsımlı araçlar değillerdir; aksine sermaye birikiminin çelişkilerine

tabidirler. Türkiye’de üretim araçları üretiminin henüz yeni gelişmeye başlaması geç

kapitalistleşme koşullarında sermaye birikiminin özgüllüğü olarak ortaya çıkmaktadır.

Bu birikimin çelişkili ve eşitsiz yapısı, uluslararası sermaye ile eklemlenme düzeyi

üretim aracı üreten sektörler içerisinde eşitsiz ve farklı gerçekleşmektedir; bu yüzden

teknolojik değişmenin özgül teknoloji üretimine yansıması tezde gösterildiği gibi çok

sınırlı da olsa ancak birikimin çelişkilerinin eşitsiz yansıdığı otomotiv, endüstriyel

elektronik gibi alanlarda görülmektedir.

415

KAYNAKÇA

Kitaplar

Akyüz, Y. (1980). Sermaye, Bölüşüm, Büyüme. 2. baskı. Ankara: SBF Yayınları.

Ansal, H. (1992). “‘Alternatif Teknoloji’ ve Son Teknolojik Gelişmeler”. Önsöz. Dickson, D., Alternatif Teknoloji, İstanbul: Ayrıntı, 9-24.

(1997). “Bilim ve Emek Süreci”. E. Akalın, H. Aydoğdu vd. (hzl.). Bilim, Bilim Politikası ve Üniversiteler içinde. İstanbul: Bağlam Yay.

(2004). “Geçmiş ve Gelecekte Ekonomik Gelişmede Teknolojinin Rolü”, Teknoloji, (Derleme) içinde, TMMOB, Mayıs 2004, Ankara, s. 35-58.

Ansal, H. ve B. Ataman. (2003). “‘Bilgi Toplumu’ Derinliklerinde Türkiye’yi Arama Denemesi”. A. H. Köse, F. Şenses ve E. Yeldan (hzl.). İktisat Üzerine Yazılar 2 (Oktar Türel'e Armağan) içinde, 193-223.

Archibugi, D., J. Howells ve J. Michie (Ed.). (1999). Innovation Policy in a Global Economy. UK: Cambridge.

Arthur, C. J. ve G. Reuten (Ed.). (1998). The Circulation of Capital, Essays on Volume 2 of Marx’s Capital. Londra: Macmillan.

Baran, P. A. ve P. M. Sweezy. (1966). Monopoly Capital. New York: Monthly Review Press.

Bellofiore, R. ve N. Taylor. (2004). Constitution of Capital: Essays on Volume 1 of Marx's Capital. Gordonsville, VA, USA: Palgrave Macmillan.

Bernal, J. D. (1967). The Social Function of Science. Massachusetts: MIT Press.

Berry, M. (1989). “Industrialisation, De-industrialisation and Uneven Development: The Case of Pacific Rim”. Gottdiener, M ve N. Komninos (Ed.). Capitalist Development and Crisis Theory: Accumulation, Regulation and Spatial restructuring içinde. St. Martins Press: New York, 174-216.

Blaug, M. (1985). Economic Theory in Retrospect. New York: Cambridge University Press.

Boratav, K. (2003). Türkiye İktisat Tarihi. Ankara: İmge Yayınları.

416

Boratav, K. ve E. Türkcan. (1993). Türkiye’de Sanayileşmenin Yeni Boyutları ve KİT’ler. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.

Braverman, H. (1974). Labour and Monopoly Capital. New York: Monthly Review Press.

Caffentzis, G. (1997). "Why Machines Cannot Create Value; or, Marx's theory of Machines". Davis, J., T. Hirschl ve M. Stack (Ed.). Cutting Edge: Technology, Information, Capitalism and Social Revolution içinde. New York: Verso, 29-56.

Campbell, M. ve G. Reuten (Ed.). (2002). The Culmination of Capital, Essays on Volume III of Marx’s Capital. NY: Palgrave.

Carchedi, G (1987). Class Analysis and Social Research. Oxford: Basil Blackwell.

(1992). Frontiers of Political Economy. London: Verso.

(1998) “High-Tech Hype: Promises and Realities of Technology in the Twenty-First Century”. Davis, J., T. Hirschl ve M. Stack (Ed.). Cutting Edge: Technology, Information, Capitalism and Social Revolution içinde. New York: Verso, 73-86.

Clarke, S. (1982). Marx, Marginalism and Modern Sociology: From Adam Smith to Max Weber. London: Macmillan.

Conference of Socialist Economists. (1976). Technology and Labor Process. Monthly Review Özel Sayısı. 28, 3.

Çakır, E. (2004). Televizyon Sektör Raporu. İstanbul: İstanbul Ticaret Odası (ITO).

Çakmakçı, A. (1999). “Türkiye’nin Teknoloji Tarihi”. II. Teknoloji Kongresi Bildirileri Kitabı. TÜBİTAK, TTGV, TÜSİAD.

Davis, J., T. Hirschl ve M. Stack (Ed.). (1998). Cutting Edge: Technology, Information Capitalism and Social Revolution. London: Verso.

de Janvry A. (1981). The Agrarian Question and Reforms in Latin America. London: The Johns Hopkins University Press.

Denis, H. (1982). Ekonomik Doktrinler Tarihi. 2 Cilt. Çev: Attila Tokatlı. İstanbul: Sosyal Yayınları.

Deraniyagala, S. (2006). “Analysis of Technology and Development”. Sundaram, J. K. ve B. Fine (Ed.). The New Development Economics - After The Washington Consensus içinde. Londra: Zed Boks, 123-143.

417

(2007). “Uluslararası Ticarette Neoliberalizm: Sağlam Bir İktisat Kuramı mı, Yoksa Bir İman Sorunu mu?”. Saad-Filho, A. ve D. Johnston (hzl.). Neoliberalizm–Muhalif Bir Seçki içinde, s.168-178.

Dicken, P. (1992). Global Shift: The Internationalization of Economic Activity. Londra: The Guilford Press.

Doğan, C. ve N. Öcal. (2007). Yeni İktisat Politikaları ve Yenilik İktisadına Eleştirel Yaklaşım. Ankara: Detay.

Dosi, G. (1988). “The Nature of the Innovative Process”. Dosi, G., C. Freeman, R. Nelson, G. Silverberg ve L. Soete (Der.). Technical Change and Economic Theory içinde. New York: Pinter; 221-38.

Dosi, G., C. Freeman, R. Nelson, G. Silverberg ve L. Soete (Der.). (1988). Technical Change and Economic Theory. New York: Pinter.

Dunning, J. H. ve C. Wymbs. (1999). “The Geographical Sourcing of Technology-based Assets by Multinational Enterprises”. Archibugi, D., J. Howells ve J. Michie (Ed.). Innovation Policy in a Global Economy içinde, 185-224.

Dussel, E. (2001). Towards an Unknown Marx: A commentary on the Manuscripts of 1861-63. Trans.: Y. Angulo. New York: Routledge.

Emmanuel, A. (1982). Appropriate or Underdeveloped Technology?. Trans: Timothy E. A. Benjamin. New York: John Wiley & Sons.

Ercan, F. (1996). Modernizm, Kapitalizm ve Azgelişmişlik. İstanbul: Sarmal.

(2004a). “Sermaye Birikiminin Çelişkili Sürekliliği: Türkiye’nin Küresel Kapitalizmle Bütünleşme Sürecine Eleştirel Bir Bakış”. Balkan, N. ve S.Savran (Haz.). Neoliberalizmin Tahribatı–2 içinde. İstanbul: Metis Yayınları, 9–44.

(2005) “Türkiye’de Yapısal Reformlar”. Ercan F. ve Y. Akaya (Der.). Kapitalizm ve Türkiye I: Kapitalizm, Tarih ve Ekonomi içinde. Ankara: Dipnot Yayınevi.

Erdost, C. (1982). Sermayenin Uluslararasılaşması ve Teknoloji Transferi. Ankara: Savaş Yayınları.

Ertekin, M. (2005). Sektörler İtibariyle Üretim-Dış Ticaret İlişkisi Ve Rekabet Koşulları. T.C. Başbakanlık DTM. Mart 2005.

418

Fransman, M. (1984). “Technological Capability in The Third World: An Overview. Technological Capability in the Third World”. Fransman, M. ve K. King (Der.). Technological Capability in the Third World içinde. London: Macmillan.

Freeman, C. (1997). “The ‘National System of Innovation’ in Historical Perspective”. Archibugi vd. (Ed.). Technology, Globalisation and Economic Performance içinde, 24-49.

Freeman, C., R. Clark ve L. Soete. (1982). Unemployment and Technical Innovation. A Study of Long Waves and Economic Development. London: Francis Pinter.

Freeman, C. ve L. Soete. (2003). Yenilik İktisadı. Çev: E. Türkcan. Ankara: TÜBİTAK.

Gerschenkron A. (1998), “Tarihsel Perspektifte Ekonomik Geri Kalmışlık”, S.Landes (Ed.). Kapitalizmin Doğuşu. İstanbul: İnsan Yayınları, 123-143.

Gorz, A. (1978). “Technology, Technicians and Class Struggle”. Gorz, A. (Ed.). The Division of Labour içinde. Hassocks: Harvester Press, 159-89.

Gottdiener, M. ve N. Komninos. (1989). Capitalist Development and Crisis Theory: Accumulation, Regulation and Spatial restructuring. St. Martins Press: New York.

Göker, H. A. (1995). Bilim-Teknoloji-Sanayi Üçlemesi ve Türkiye Üzerine Düşünceler. Şubat 1995. İstanbul: Sarmal Yayınevi.

(2004). “Pazar Ekonomilerinde Bilim ve Teknoloji Politikaları ve Türkiye”. Teknoloji (Derleme) içinde. TMMOB. Mayıs 2004. Ankara, 123–220.

(2006). “Avrupa Birliği’nin Bilim ve Teknoloji Politikası: Aramızdaki Açık”. Avrupa Birliği Dersleri: Ekonomi-Politika-Teknoloji içinde, 405–433.

Gürak, H. (2006). Ekonomik Büyüme ve Küresel Ekonomi. Bursa: Ekin Kitabevi.

Himmelstein, D. ve S. Woolhandler. (1986). Science, Technology and Capitalism. Monthly Review Special Issue. July-August 1986.

Hirschman, A. O. (1975). The Strategy of Economic Development. Massachusetts: Yale University Press.

Hunt, E. K. (2005). İktisadi Düşüncenin Tarihi. Çev: Müfit Günay. Ankara: Dost.

Kalaycı, İ. (Ed.). (2006). Avrupa Birliği Dersleri: Ekonomi-Politika-Teknoloji. Ocak 2006. Ankara: Nobel.

Kay, G. (1975). Development and Underdevelopment. Londra: MacMillan.

419

Kiper, M. (2004). “Teknoloji Transfer Mekanizmaları ve Bu Kapsamda Üniversite-Sanayi İşbirliği”. Teknoloji (Derleme) içinde. TMMOB. Mayıs 2004. Ankara, 59–122.

Kline, S. J. ve N. Rosenberg. (1986). “An overview of innovation”. Landau, R. ve N. Rosenberg (Ed.). The Positive Sum Strategy: Harnessing Technology For Economic Growth içinde. Washington, DC: National Academy Press, 275-306.

Köse, A. H., F. Şenses ve E. Yeldan (Der.). (2003). İktisat Üzerine Yazılar 2: İktisadi Kalkınma, Kriz ve İstikrar (Oktar Türel'e Armağan). İstanbul: İletişim Yayınları.

Küçük, Y. (1981). Seçme Teknik Çalışmalar. AİTİA Yayın No: 162. Ankara: AİTİA.

Landes, D. S. (1969). The Unbound Prometheus: Technological Change and Industrial Development in Western Europe from 1750 to the Present. Cambridge: Cambridge University Press.

Landau, R. ve N. Rosenberg (Ed.). (1986). The Positive Sum Strategy: Harnessing Technology for Economic Growth. Washington DC: National Academy Press.

Lapavitsas, C. (2007). “Neoliberal Dönemde Anayolcu İktisat Kuramı”. Neoliberalizm –Muhalif Bir Seçki (Haz: Saad-Filho ve Johnston). içinde, s. 59-75.

Lebowitz, M. (2007). “Kapitalizmi Aşmak: Marx’ın Tarifinin Yeterliliği”. Alfredo Saad-Filho (hzl.). Kapitalizme Reddiye -Marksist Bir Giriş içinde. İstanbul: Yordam, 283-296.

Levidow, L. (2007). “Sınıf Mücadelesi olarak Teknolojik Değişim”. Alfredo Saad-Filho (hzl.). Kapitalizme Reddiye -Marksist Bir Giriş içinde. İstanbul: Yordam, 115-129.

Lundvall, B. (1988). “Innovation as an interactive process: from user-producer interaction to the National System of Innovation”. Dosi, G., C. Freeman, R. Nelson, G. Silverberg ve L. Soete (Der.). Technical Change and Economic Theory içinde. New York: Pinter, 349-69.

Lüthje, B. (2005). “The Changing Map of Global Electronics”. Pellow, D. N. (Ed.). Challenging the Chip: Labor Rights and Environmental Justice in the Global Electronics Industry içinde, pp. 17-30.

Mandel, E. (1974). Avrupa Meydan Okuyor. Çev: Tunç Tayanç. Ankara: Bilgi Yayınları.

(1991). Kapitalist Gelişmenin Uzun Dalgaları. Çev: Doğan Işık. İstanbul: Yazın.

(1993). Late Capitalism. Trans: Joris De Bres. Londra: Verso.

(2008). Geç Kapitalizm. Çev: Candan Badem. İstanbul: Versus.

420

Marks, K. (1987). Ücretli Emek ve Sermaye; Ücret, Fiyat ve Kar. Çev: Sevim Belli. Ankara: Sol Yayınları.

(1993). Kapital I. Çev: Alaattin Bilgi. Ankara: Sol Yayınları.

(1990) Capital I. Trans: Ben Fowkes. London: Penguin

(1998). Artı-Değer Teorileri I. Çev: Yurdakul Fincancı. Ankara: Sol Yayınları.

(1992). Kapital II. Çev: Alaattin Bilgi. Ankara: Sol Yayınları.

(1990). Kapital III. Çev: Alaattin Bilgi. Ankara: Sol Yayınları.

(1979). Grundrisse. Çev: Sevan Nişanyan. İstanbul: Birikim.

McClellan, J. E. ve H. Dorn (2006). Dünya Tarihinde Bilim ve Teknoloji. Çev: Haydar Yalçın. Ankara: Arkadaş Yayınları.

Mitter, S. ve S. Rowbotham (Der.). (1997). Women Encounter Technology, Changing Patterns of Employment in the Third World. NY: Routledge.

Mowery, D. C. ve N. Rosenberg (1999). Paths of Innovation: Technological Change in 20th Century America. Cambridge: Cambridge University Pres.

Narin, Ö. (2008b). “Bilim İle İktidar arasındaki İlişkinin Çözümlenmesinde ‘Eski’ Bir Ayrıma Başvurulabilir mi? Bilimin "Gerçek Boyunduruk Altına Alınışı" (Real Subsumption)”. Bilim ve İktidar. (Der. Kolektif). Nisan 2008.

Negri, A. (1991). Marx Beyond Marx - Lessons on the Grundrisse. New York: Autonomedia.

Nelson, R. R. (1993). (Ed.). National Innovation Systems : A Comparative Analysis. Cary, NC, USA: Oxford University Press.

Noble, D. (1981). "Corporate Roots of American Science". R. Arditti, Pat Brennan, ve Steve Cavrak. (Ed.). Science and Liberation içinde. Boston: South End Press.

(1984). Forces of Production. Alfred A. Knopf: NewYork.

(1995). Progress Without People. Between The Lines Press: Toronto.

(2001). Digital Diploma Mills: The Automation of Higher Education. New York : Monthly Review Press.

Özdaş, M. N. (2000). Bilim ve Teknoloji Politikası ve Türkiye. Aralık 2000; TÜBİTAK.

421

Pavitt, K. ve P. Patel. (1999). “Global Corporations and national systems of innovation: Who Dominates Whom?”. Innovation Policy in a Global Economy. (Eds. Archibugi, Daniele; Howells, Jeremy ve Michie, Jonathan ). içinde, pp. 94-119.

Pellow, D. N. (Ed.). (2005). Challenging the Chip : Labor Rights and Environmental Justice in the Global Electronics Industry. Philadelphia, PA, USA: Temple University Press.

Ramtin, R. (1991). Capitalism and Automation - Revolution in Technology and Capitalist Breakdown. Londra: Pluto.

Ricardo, D. (1997). [1817] Ekonomi Politiğin ve Vergilendirmenin İlkeleri. Çev: Tayfun Ertan. İstanbul: Belge.

Rodrik, D. (1991). “Closing the Technology Gap: Does Trade Liberalization Really Help?”. Trade Policy, Industrialization and Development: A Reconsideration. (Der: G.Helleiner). içinde. Oxford England: Clarendon Press.

(1999)Yeni Küresel Ekonomi ve Gelişmekte olan Ülkeler. İstanbul: Sabah Kitapları.

Rosdolsky, R. (1989). Making of Marx’s “Capital”. Çev: Pete Burgess. 2 Cilt. Londra: Pluto.

Rosenberg, N. (1976). Perspectives on Technology. Londra: Cambridge University Press.

(1976a). “Marx as a Student of Technology”. Technology, The Labor Process and The Working Class içinde. Monthly Review Special Issue: NY.

(1982). Inside The Black Box. Londra: Cambridge University Press.

(2000). Schumpeter and the Endogeneity of Technology: Some American Perspectives. London: Routledge.

Rosenberg, N ve D. C. Mowery (1993). “The US National Innovation System”. R. Nelson (ed.). National Innovation Systems : A Comparative Analysis. Cary, NC, USA: Oxford University Pres. içinde, s. 29-75.

Saad-Filho, A. ve D. Johnston (Haz.). (2007). Neoliberalizm- Muhalif Bir Seçki. Çev: Ş. Başlı ve T. Öncel. İstanbul: Yordam.

Saad-Filho, A. (Haz.). (2007a). Kapitalizme Reddiye -Marksist Bir Giriş. Çev: C. Gerçek, D. Orhun, Ş. Alpagut, E. Ünal, E. Kahraman, A. Zengin, H. Böğün. İstanbul: Yordam.

422

Schumpeter, J. A. (1939). Business Cycles: A Theoretical, Historical and Statistical Analysis Of The Capitalist Process. New York ; London: McGraw-Hill.

(1954). History of Economic Analysis. E. B. Schumpeter (Ed.). New York: Oxford University Press.

(1955). Theory of Economic Development. Trans: Redvers Opie. Cambridge: Harvard University Press.

(1962). Capitalism, Socialism and Democracy. New York: Harper Torchbooks.

(1981). Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi. İstanbul: Varlık Yayınları.

Smith, A. (1981). An Inquiry into The Nature and Causes of The Wealth of Nations. Indianapolis: Liberty Classics.

Smith, T. (2002). "Surplus Profits from Innovation: A Missing Level in Capital III?". The Culmination of Capital: Essays on Volume III of Marx’s Capital. (Editörler: Campbell ve Reuten). içinde s. 149-173.

(2004). “Technology and History in Capitalism: Marxian and Neo-Schumpeterian Perspectives”. Constitution of Capital: Essays on Volume 1 of Marx's Capital. (Editörler: Bellofiore ve Taylor), p 217-242.

Soyak, A. (1999). “Günümüzü Yansıtan Bir Sektör: Telekomünikasyon”. O. Baydar (Ed.). 75 Yılda Çarklardan Chip’lere. İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları.

Sundaram J. K. (Jomo K.S) ve B. Fine (Ed.). (2006). The New Development Economics- After The Washington Consensus. Londra: Zed Books.

Şeni, N. (1978). Emperyalist Sistemde “Kontrol Sanayii” ve Ereğli Demir-çelik. İstanbul: Birikim.

Tanyılmaz, K. (2002). Dünyada ve Türkiye’de Elektronik Sektörü. Birleşik Metal-İş Yayınları. No: 13/2002.

Taymaz, E. (1998). Türkiye İmalat Sanayiinde Teknolojik Değişme ve İstihdam. T.Bulutay (ed.). Teknoloji ve İstihdam içinde. Ankara: DİE, s. 179-217

(2000). “Türkiye’de Ar-ge Destek Programları: Bir Değerlendirme”. III. Teknoloji Kongresi Bildirileri. TÜBİTAK, TTGV, TÜSİAD içinde. s. 165-174.

423

(2001). Ulusal Yenilik Sistemi- Türkiye İmalât Sanayiinde Teknolojik Değişim ve Yenilik Süreçleri. Ankara: TÜBİTAK/. TTGV/DİE. 2001.

Thompson, E. P. (2004). İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu. Çev: U. Kocabaşoğlu. 2004. İstanbul: Birikim Yay.

Türkcan, E. (1981). Teknolojinin Ekonomi Politiği. Ankara: AİTİA.

(2003). “Teknoloji Seçimi Olarak Bilim ve Teknoloji Politikaları”. İktisat Üzerine Yazılar 2 …(Oktar Türel'e Armağan). (Der. Ahmet H. Köse, Fikret Şenses, Erinç Yeldan). içinde s. 153–169.

Usher, A. P. (1954). A History of Mechanical Inventions. Cambridge: Massachussets.

Weiss, D. D. (1976). “Marx vs. Smith on the Division of Labor”. Conference of Socialist Economists (Der.). Technology and Labor Process, Monthly Review Özel Sayısı içinde. s.104–118.

Yıldırım, N. (1973). Neoklasik İktisadın Teknolojik Gelişme Yaklaşımı. Ankara: SBF Yayınları.

Yılmaz, K. (2007). Türkiye için Doğrudan Yabancı Yatırım Stratejisi’ne Doğru. YASED Raporu.

Young, R. M. (1990). “Marxism and The History of Science” C. Olby et al.. eds, Companion to the History of Modern Science içinde Routledge, pp. 77-86.

Yücel, İ. H. (1997). Bilim-teknoloji Politikaları ve 21. Yüzyılın Toplumu. Ankara: Devlet Planlama Teşkilatı. Sosyal Sektörler ve Koordinasyon Genel Müdürlüğü. Araştırma Dairesi Başkanlığı. Temmuz 1997.

Süreli Yayınlar

Albeni, M. ve M. Karaöz. (2005). Türkiye’de Teknolojik Yenilik Üretimi ve Patentler. Fikri ve Sınaî Haklar Dergisi. Yıl:1. Sayı:2.

Amsden, A. H.(1990) Third World Industrialisation: ‘Global Fordism’ or a New Model?. New Left Review. I/182. July-August, 5-31.

Ansal, H. (1985). Teknolojinin Taraflılığı ve Üretim İlişkileri. 11.Tez. (1):152-171.

(1985b). Değişik Perspektiflerden Teknoloji. İktisat Dergisi. (246): 19-24.

(1986). Teknoloji Üzerine Biraz Daha Düşünmek. 11.Tez. (3):223-227.

424

(1998). Yeni Teknolojiler İşsizlik Yaratıyor mu? Türk Metal Eşya-Makina Sanayiinde Yeni Teknolojilerin İstihdama Etkisi. ODTÜ Gelişme Dergisi, 25 (2), s. 215-232.

Arrow, K. J. (1962). The Economic Implications of Learning by Doing. Review of Economic Studies. 29, 155-177.

Arslanoğlu, E. (2001). Ulusal Yenilenme Sistemleri Çerçevesinde Türkiye’de Teknoloji Politikaları. Mülkiye. XXV. Sayı 230. Eylül-Ekim 2001, 119-152.

Atamer, H., K. Dorsan, L. Önder ve T. Kıvanç. (2002). 70 bin araştırmaya 5 trilyon teşvik. Cumhuriyet Bilim Teknik. Sayı 823. 28 Aralık, 2002.

Bellofiore, R. (1985). Marx after Schumpeter. Capital & Class. (24), 60-74.

Bina, C. ve B. Yaghmaian. (1991). Post-War Global Accumulation and the Transnationalisation of Capital. Capital and Class. (43), 107-130.

Boratav, K. (1990). Petrol-İş 1990 Yıllığı. İstanbul: Petrol-İş Yayınları.

Brighton Labour Process Group. (1977). The Capitalist Labour Process. Capital and Class. (1), 3.

Buğra, A. (1985). İktisat Yazınında Teknoloji. İktisat Dergisi. (246), 25-34.

Caffentzis, G. (2005). Immeasurable Value? An Essay on Marx’s Legacy. Commoner. No.10. Spring/Summer.

Cantwell, J. (1995). The Globalisation of Technology: What Remains of The Product Life Cycle Model. Cambridge Journal of Economics. 19 (1), 155–174.

Carchedi, G (1988). Marxian Price Theory and Modern Capitalism. International Journal of Political Economy. vol 18. no 3. fall.

Carlsson, B. (2006). Internationalization of Innovation Systems: A Survey of the Literature. Research Policy. (35), 56-67.

Catephores, G. (1994). The Imperious Austrian: Schumpeter as Bourgeois Marxist. New Left Review. I/205. May-June 1994, 3-30.

Cincera, M., B. Van Pottelsberghe ve R. Veugelers. (2006). Assessing the foreign control of production of technology: The case of a small open economy. Scientometrics. Vol. 66. No. 3, 493–512.

Clegg, A. (1979). Craftsmen and The Origin of Science. Science&Society. XLIII. No: 2, 186-201.

425

Curry, J. (1997). The Dialectic of Knowledge in Production: Value Creation in Late Capitalism and The Rise of Knowledge-Centered Production. Electronic Journal of Sociology. V.2. No 3.

Çalhan, S. (1990). ‘Teknotronik Çağ’ İnsana Ne Vaat Ediyor?. Marksizm ve Gelecek. Kış 1990. Sayı 3, 52-60.

Deraniyagala, S. ve B. Fine. (2001). New Trade Theory versus Old Trade Policy: A Continuing Enigma. Cambridge Journal of Economics. 25 (6), 809-25.

Doğaner-Gönel, F. (2000). Türkiye’nin High-Tech Mallardaki Uluslararası Rekabet Gücü Üzerine Bir Çalışma. İktisat, İşletme ve Finans. 167, 34-44.

Dosi, G. (1988b). Sources, Procedures, and Microeconomic Effects of Innovation. Journal of Economic Literature. Vol. 26. No. 3. (Sep., 1988), 1120-1171.

Dunning, J. H. (1994). Multinational enterprises and the globalization of innovatory capacity. Research Policy. 23, 67–88.

Durmuşoğlu, S. ve M. S. Köker. (1999). Türkiye’de Endüstriyel Robot Kullanımı. Otomasyon Dergisi. Ocak-Şubat 1999, 78-82 ve 150-57.

Edler, J. (2004). International research strategies of multinational corporations: A German perspective. Technological Forecasting & Social Change. 71 (2004), 599–621.

Elger, T. (1979). Valorisation and 'Deskilling': A Critique of Braverman. Capital and Class. (7), 58-99.

Elliott, J. E. (1983). Schumpeter and Marx on Capitalist Transformation. The Quarterly Journal of Economics. Vol. 98. No. 2, 333-336.

Ercan, F. (2002). Çelişkili Bir Süreklilik Olarak Sermaye Birikimi. Praksis. 5, 25–77.

(2003). Neo-liberal Orman Yasalarından Kapitalizmin Küresel Kurumsallaşma Sürecine Geçiş: Hukuk-Toplum İlişkileri Çerçevesinde Türkiye'de Yapısal Reformlar – 1. İktisat Dergisi. 435, 3–10

(2004b). Türkiye‘de Kapitalizmin Süreklilik İçinde Değişimi (1980–2004) Bilgi Kuramsal Bir Çerçeve Denemesi. İktisat Dergisi. Sayı 452.

Ernst, D. (1985). Automation and Worldwide Restructuring of the Electronics Industry: Strategic Implications for Developing Countries. World Development. 13/3.

Eroğlu, Ö. ve G. Özdamar. (2006). Türk İmalat Sanayiinin Rekabet Gücü ve Beyaz Eşya Sektörü Üzerine Bir İnceleme. Akdeniz İ.İ.B.F. Dergisi. (11). 2006, s. 85-104.

426

Fransman, M. (1994). Information, Knowledge, Vision and Theories of the Firm. Industrial and Corporate Change. 3. 3, 713-757.

Freeman, C. (1989). New Technology and Catching Up. The European Journal of Development Research. June 1989. No. 1, 85-99.

(1991). Networks of Innovators: Synthesis of Research Issues. Research Policy. 20, 499–514.

Friedman, A. (1977). Responsible Autonomy versus Direct Control over the Labour Process. Capital and Class. 1.

Göker, H. A. (1998). ‘Küreselleşme’ sürecinde niçin bilim ve teknoloji politikası; niçin ulusal?. Toplum ve Bilim. Yaz, 1998. Sayı 77, 174-195.

(2000). Uruguay Turu Nihai Senedi’nde Sübvansiyonlar Konusu: Türkiye Açısından Değerlendirmeler. İktisat dergisi. Ekim 2000. Sayı 406.

(2001). Bilim ve Teknoloji Politikalarına Giriş İçin 'Enformasyon Toplumu' Üzerine Kavramsal Bir Yaklaşım Denemesi. Mülkiye. Cilt: 25. Sayı: 230, 27-66.

Johnston, R. E. (1966). Technical Progress and Innovation. Oxford Economic Papers. New Series. Vol. 18. No. 2. (July 1966), 158-176.

Kaldor, N. (1961). Increasing Returns and Technical Progress: A comment on Professor Hicks’ Article. Oxford Economic Papers. Vol. 13. No.1.

Kathuria, V. (1999). Strategies to Meet Competition: Firm-level Study of Indian Machine Tool Industry. The Journal of Entrepreneurship. 8. 1, 1-24.

Kepenek, Y. (1990). Petrol-İş 1990 Yıllığı.

Kızılkaya, E. (2005). Joseph A. Schumpeter’in Girişimcilik Fikrine Dair Bir Not. Akdeniz İ.İ.B.F. Dergisi. (10). 2005, 26-45.

Lall, S. (1998). Technological Capabilities In Emerging Asia. Oxford Development Studies. Vol. 26. Issue 2. Jun 98, 213-244.

Lenger, A. ve E. Taymaz. (2006). To innovate or to transfer?. Journal of Evolutionary Economics. Vol. 16(1), 137-153.

Lucio, M. M. ve P. Stewart. (1997). The Paradox of Contemporary Labour Process Theory: The Rediscovery of Labour and the Disappearance of Collectivism. Capital and Class. (62), 49-77.

Lukacs, G. (1966). Technology and Social Relations. New Left Review. 39, 27-34.

427

Marglin, S. (1974). What Do Bosses Do? The Origins and Functions of Hierarchy in Capitalist Production. Review of Radical Political Economics. Vol. 6. No. 2, pp. 60-112.

Matthews, R. (1991). Appraising Efficiency in Kenya's Machinery Manufacturing Sector. African Affairs. Volume 90. Number 358, pp. 65–88.

Mirkowich, N. (1940). Schumpeter's Theory of Economic Development. American Economic Review. 30. No. 3, pp. 580.

Morris-Suzuki, T. (1984). “Robots and Capitalism”. New Left Review. No. 147.

(1986). “Capitalism in The Computer Age”. New Left Review. No. 147. Ayrıca Davis vd. (1998). içinde.

Narin, Ö. (2008a). “Kapitalizm ve Bilimin Üretimi, Bilimsel Emek Sürecindeki Dönüşüm”. İktisat Dergisi. (494-95): 25-39.

Nelson, R. R. (1959). The Economics of Invention: A Survey of the Literature. The Journal of Business. Vol. 32. No. 2. (April 1959), pp. 101-127.

(1981). Research on Productivity Growth and Productivity Differences: Dead Ends and New Departures. Journal of Economic Literature 19 (September): 1029-1064.

(1990). Capitalism As Engine of Progress. Research Policy Vol. 19. No. 3, s. 193-214.

(1995). Recent Evolutionary Theorizing about Economic Change. Journal of Economic Literature. American Economic Association. vol. 33(1), pp. 48-90.

(2008). Economic Development From The Perspective of Evolutionary Economic Theory. Oxford Development Studies. Vol. 36. No.1. March 2008, pp. 9-21.

Nelson, R. ve S. G. Winter (2002). Evolutionary Theorizing in Economics. The Journal of Economic Perspectives. Vol. 16. No. 2. (Spring 2002), pp. 23-46.

Onat, A. (2003). “Bilimsel yayınlarımızdaki tırmanma süreci”. Cumhuriyet Bilim Teknik. Sayı 832. 1 Mart 2003.

Özçelik, E. ve E. Taymaz. (2004). “Does Innovativeness Matter for International Competitiveness in Developing Countries? The Case of Turkish Manufacturing Companies. Research Policy. Vol: 33. Issue:3 (April).

428

Palloix, C. (1977). “The Self-Expansion of Capital on a World Scale”. Review of Radical Political Economics. 1977; 9; 1.

Pyo, H. K. (2001). “Economic Growth in Korea (1911-1999): A long-term trend and Perspective”. Seoul Journal of Economics. Vol.14 No. 1. Seoul. spring 2001.

Read, R. (1983). “Review: Appropriate or Underdeveloped Technology?”. Journal of International Business Studies. Vol. 14. No. 3. (Kış 1983). pp. 162–163.

Rosenberg, N. (1963). “Capital Goods, Technology and Economic Growth”. Oxford Economic Papers. New Series. Vol.15. No.3. pp.217-227.

Rosenberg, N. ve C. R Frischtak. (1983). Long Waves and Economic Growth: A Critical Appraisal. American Economic Review. vol. 73(2), pp. 146-51.

Rowlinson, M. ve J. Hassard (1994). Economics, Politics, and Labour Process Theory. Capital and Class. (53): 65-97.

Rubery, J. ve D. Grimshaw. (2001). ICTs and employment: The problem of job quality. International Labour Review. Vol. 140. No. 2, pp. 165-189.

Schatzberg, E. (2006). Technik Comes to America: Changing Meanings of Technology before 1930. Technology and Culture. Volume 47. Number 3. July 2006, pp. 486-512.

Schoijet, M. ve R. Worthington. (1993). “Globalization of Science and Repression of Scientists in Mexico”. Science Technology Human Values 1993; 18; pp. 209-230.

Schrader, S. (1991). “Informal Transfer between Firms: Cooperation through Information Trading”. Research Policy. 20: pp. 153-70.

Serdaroğlu, U., N. Özkaplan ve G. Yücesan-Özdemir. (2001). The Story of a Marriage: Domestic Technology and Women. Ekonomik Yaklaşım. Cilt 12. sayı 41, 1-18.

Smith, T. (1997). The Neoclassical And Marxian Theories Of Technology: A Comparison and. Critical Assessment. Historical Materialism. No 1. Autumn 1997, 113-133.

Somel, C. (2001). Kalkınmasız Teknolojik Gelişme Politikaları. Mülkiye. Cilt: 25. Sayı: 230, s. 67-76.

Soyak, A. (1995). Teknolojik Gelişme: Neoklasik ve. Evrimci Kuramlar Açısından Bir Değerlendirme. Ekonomik Yaklaşım. 6 (15), ss. 93-107.

Sweezy P. M.(1943). Professor Schumpeter's Theory of Innovation. The Review of Economic Statistics. Vol. 25. No. 1 (Feb. 1943), 93-96.

Tanyılmaz, K. (2004). Türkiye’de 80 Sonrası Sanayileşme Deneyimine Bakarken. İktisat Dergisi. sayı 452, s. 27–39.

429

Taymaz, E. ve K. Yılmaz. (2007). Productivity and Trade Orientation: Turkish Manufacturing Industry Before and After the Customs Union. Journal of International Trade and Diplomacy. (1), 127-154.

Tuncel, S. (2005). Otomotiv’de Türkiye Ne Yapmalı? Cumhuriyet Bilim-Teknik. Sayı 941. 2 Nisan 2005. S. 20-21.

Türel, O. (1993). Ekonomik Büyüme, İstihdam ve Sendikalar: Uzun Döneme Bakış. ODTÜ Gelişme. Cilt 20. Sayı 1-2.

(2001). Türkiye’nin Yatırım Stratejileri Ne Olmalıdır. Oturumdaki açılış konuşması. İktisat Dergisi. Sayı: 413–414. Mayıs-Haziran 2001, 99–104.

Türkcan, E. (1985). Teknolojinin Jeopolitiği. İktisat Dergisi. (246): 35-45.

(1994). Sorunları Kabus Olmaktan Çıkarıp Avantaja Dönüştürmeli. İktisat Dergisi. Sayı: 345. Ocak 1994, s. 38-39.

(1996). “Türkiye’de Bilim Politikası”. TÜBİTAK Bilim ve Teknik. Haziran 1996.

(2001). Türkiye’nin Yatırım Stratejileri Ne Olmalıdır? Oturumdaki konuşma. İktisat Dergisi. Sayı: 413-414. Mayıs-Haziran 2001, s.112-115.

Ulusoy, G. (2003). “An assessment of supply chain and innovation management practices in the manufacturing industries in Turkey”. International Journal of Production Economics. Vol. 86. pp. 251-70.

Ulutaş, M. (2007). Ulusal Elektronik Sanayi Aldatmacası. Elektrik Mühendisliği Dergisi. 430. sayı. nisan 2007.

Walker, R. (1988). The Dynamics of Value, Price and Profit. Capital and Class. No: 35, 146-181.

Wasti, S.N., M. K. Kozan ve A. (2006). Buyer-Supplier Relationships in the Turkish Automotive Industry. International Journal of Operations and Production Management (26): 947-970.

Yentürk, N. (1994). Sanayileşme İçin Son Fırsat. İktisat Dergisi. Sayı: 345. Ocak 1994, s. 40–44.

Ziylan, A. (2001). Savunma Nereden Nereye – Türkiye’de Savunma Sanayii Tarihçesi. Ulusal Strateji Dergisi. Kasım/Aralık 2001.

430

Diğerleri

Akarsoy-Altay, T. (2006). Otomotiv Sektöründe Araştırma ve Teknoloji Geliştirme Faaliyetleri Üzerine Görüşler. Otomotiv Sanayii Özel İhtisas Komisyonu’na Sunulan Raporun Gözden Geçirilmiş Biçimi. 7 Mart 2006. http://www.inovasyon.org/getfile.asp?file=TA.IX_Plan_Oto_OIK_web.pdf, (11 Aralık 2007).

Bayar, G. (2003). Elektrik-Elektronik Sektörü, Mevcut Durum, Gelişmeler, İmkanlar. http://www.dtm.gov.tr/dtmadmin/upload/EAD/KonjokturIzlemeDb/elektrik.doc, (3 Kasım 2007).

Cipolla, F. P. (1997). Product Innovation in Marxian Theory and The Tendencies of Contemporary Capitalism. Değer Kuramı Üzerine Uluslararası Çalışma Grubu (IWGVT) 1997 Toplantısı. http://www.iwgvt.org/files/97Cipolla.rtf, (4 Aralık 2006).

Eşiyok, B. A. (2001). Türkiye Ekonomisinde Yeniden Yapılanma Sürecinde İhracat ve Rekabet Gücündeki Gelişmeler. Türkiye Kalkınma Bankası A. Ş. İktisadi Araştırmalar. Yayın No: GA-01-2-5. Nisan 2001. Ankara,

(2002). Türkiye Ekonomisinde İhracata Dayalı Büyüme Modeli ve İmalat Sanayiinin Yapısı. Türkiye Kalkınma Bankası A. Ş. Genel Araştırmalar. Ankara, Ekim 2002.

Göker, H. A. (1996). “Teknolojik Gelişmeler ve Türkiye’nin Teknoloji Geliştirme Koşul ve Olanakları”, TMMOB Kentsel ve Kırsal Alan Gelişme Stratejileri Semineri’ne yapılan sunuş, 13-14 Ocak 1996. www.inovasyon.org, (6 Aralık 2007).

(2003). Onuncu Yılında Türk Bilim ve Teknoloji Politikası:1993–2003 (3 Şubat 1993 Günü Yapılan Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu Toplantısında Alınan Kararlar ve Uygulama Sonuçları), Eylül 2003, Ankara.

Marks, K. (1861). Manuscripts of 1861-63. Kaynak: http://www.marxists.org/archive/marx/works/18 61/economic/index.htm, indirilme tarihi: Mayıs 2006.

Nelson, R. R. (1962). "The Link Between Science and Invention: The Case of the Transistor". The Rate and Direction of Inventive Activity. NBER. New Jersey: Princeton University Press, pp. 549-583.

Özaksun, T. (1997). “Dokuma Teknolojisinin Durumu ve Türkiye’de Dokuma Makinaları İmalat İmkânları”. Basılmamış yüksek lisans tezi. Uludağ Üniversitesi SBE İktisat Anabilim dalı.

431

Sak, G. (2007). Küresel Eğilimler ve Türkiye’nin Dönüşümü. TEPAV. Ankara. 26 Ocak 2007.

Sönmez, M. (2005). Türkiye İhracatının İthalata Bağımlılığı 2000–2004. Ekim 2005. Kaynak: www.bagimsizsosyalbilimciler.org, İndirilme tarihi: Aralık 2007.

Taymaz, E. (2002). “Competitiveness of the Turkish Textile and Clothing Industries”. http://www.inovasyon.org/getfile.asp?file=ET.textile%20and%20clothing%20ind.15_09_02.pdf, (20 Haziran 2005).

Taymaz, E. ve K. Yılmaz. (2008). Integration with the Global Economy - The Case of Turkish Automobile and Consumer Electronics Industries. TÜSİAD- Koç Üniversitesi Ekonomik Araştırmalar Forumu. Çalışma Makaleleri 0801. Şubat 2008.

Yaman-Öztürk, M. (2006). Geç Kapitalistleşme Sürecinde Kriz: Türkiye’de 1979 Krizi. Yayınlanmamış doktora tezi. Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. İstanbul.

Yükseler, Z. ve E. Türkan. (2006). Türkiye’nin Üretim ve Dış Ticaret Yapısında Dönüşüm: Küresel Yönelimler ve Yansımalar. TÜSİAD – Koç Üniversitesi EAF. Yayın No: EAF/WP/06/02; Eylül 2006. İstanbul.

(2008). Türkiye’nin Üretim ve Dış Ticaret Yapısında Dönüşüm: Küresel Makroekonomik Yönelimler ve Yansımalar

Dergiler: Aksiyon Dergisi Aramızda Dergisi Capital Dergisi Cumhuriyet Bilim Teknik Dergisi Elektrik Mühendisliği Dergisi Endüstri & Otomasyon Dergisi Finansal Forum Hidrolikpnömatik Dergisi Kalıp Dünyası Dergisi, http://www.kalipdunyasi.com.tr/ Kobiefor Dergisi Makina kalıp MakinaTek Dergisi, Bileşim Yayıncılık, http://www.bilesim.com.tr, indirilme tarihi: Aralık 2006. Metalmakina Dergisi, http://www.metalmakina.com, indirilme tarihi: Şubat 2007. Otomasyon Dergisi Platin Dergisi

432

TAYSAD Dergisi TBMM Tutanak Dergisi TİSK İşveren Dergisi TTMagazin Turkishtime, Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) yayın organı. Gazeteler: Birgün Gazetesi Cumhuriyet Gazetesi Dünya Gazetesi Evrensel Gazetesi Hürriyet Gazetesi Milliyet Gazetesi Radikal Gazetesi Referans Gazetesi Sabah Gazetesi Star Gazetesi Zaman Gazetesi İnternet Sayfaları www.allbusiness.com/ www.bagimsizsosyalbilimciler.org www.bilesim.com.tr www.bilgicagi.com www.dtm.gov.tr www.dpt.gov.tr www.enosad.org.tr www.inovasyon.org www.iwgvt.org www.kalipdunyasi.com.tr www.makinacininsesi.com www.marxists.org/archive www.metalmakina.com www.mib.org.tr www.mpm.org.tr www.osd.org.tr www.othercanon.com www.sendika.org www.tcmb.gov.tr www.tepav.org.tr www.tesid.org.tr www.tim.org.tr www.tmmob.org.tr www.tubitak.gov.tr www.tuik.gov.tr www.turkpatent.gov.tr

433

www.tusiad.org www.unctad.org www.unece.org www.unido.org www.worldbank.org.tr sozluk.sourtimes.org mimoza.marmara.edu.tr/~asoyak/ epp.eurostat.ec.europa.eu eaf.ku.edu.tr tr.wikipedia.org Rapor, Bülten ve Sonuç Bildirgeleri

ABD (1945). Science - The Endless Frontier, Temmuz 1945, Bilimsel Araştırma ve Geliştirme Bürosu Müdürü Vannevar Bush tarafından ABD Başkanı Roosevelt için hazırlanan rapor, Kaynak: http://inovasyon.org/, İndirilme tarihi: Kasım 2007.

ABD (1993)Amerika’nın Ekonomik Büyümesi için Teknoloji [Technology for America’s Economic Growth, A New Direction to Build Economic Strength], 22 Şubat 1993, Amerikan Başkanı Clinton ve yardımcısı Gore için hazırlanan bilim ve teknoloji politikasına ilişkin belge, Kaynak: http://inovasyon.org/, İndirilme tarihi: Kasım 2007.

Alman Sanayi Federasyonu BDI (2005), Otomotiv Sanayi üzerine Rapor, Kaynak: http://www.bdi-online.de/Dokumente/Internationale-Maerkte/Tuerkei_zus_fass_Tue.pdf, İndirilme Tarihi: Temmuz, 2007.

Birleşik Metal-İş (2001). Dünyada ve Türkiye’de Yatırımlar, Birleşik Metal-İş yayınları, No: 17 / 2001.

Birleşik Metal-İş (2006). Metal İşçisinin Gerçeği, Birleşik Metal-İş Yayınları, No: 15/2006.

Birleşmiş Milletler Avrupa Ekonomik Komisyonu (UNECE). 2000 yılı basın bülteni: http://www.unece.org/press/pr2000/00stat10e.htm.

DPT (2003). Türkiye Sanayi Politikası (AB Üyeliğine Doğru), DPT, Ağustos 2003, <http://ekutup.dpt.gov.tr/sanayi/tr2003ab.pdf>, (Erişim: 17.02.2007)

DPT (2005). Sanayi Görünümü, 2003–2005, http://ekutup.dpt.gov.tr/program/2005/destek05.pdf, indirilme tarihi: Mart 2006.

DPT (2006a). Dokuzuncu Kalkınma Planı Makina ve Metal Eşya Sanayii Özel İhtisas Komisyonu Raporu, Haz: Arslan Sanır, Ankara, Ocak 2006.

DPT (2006b). Dokuzuncu Kalkınma Planı (2007-2013) Otomotiv Sanayii Özel İhtisas Komisyonu Raporu, Temmuz 2006.

DPT, (2006c). Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı 2005 Yılı Programı Destek Çalışmaları: Ekonomik ve Sosyal Sektörlerdeki Gelişmeler, 2006, Ankara.

434

DPT (2007). Dokuzuncu Kalkınma Planı 2007–2013: Elektronik ve elektrikli makinalar sanayii. Özel İhtisas Komisyonu raporu, DPT, 2007.

Dünya Bankası Türkiye İşgücü Raporu (2006). http://www.worldbank.org.tr/labor2006.

Dünya Bankası (2006b). Türkiye – Ülke Ekonomik Notu: Sürdürülebilir Büyüme ve AB ile Yakınlaşmanın Geliştirilmesi.

İGEME (2006), “Makina İmalat Sanayii” Raporu, Haz: Hasan Köse, 2006.

İGEME (2007), “İleri teknoloji Ürünlerinin Dış Ticaretteki Payı ve Sektörel Dağılımı”, Haz: Yusuf Türkoğlu, DTM İGEME, Kasım 2007.

İGEME (2007a). , “Makina İmalat Sanayii” Raporu, Haz: Sinan Yüzal, Oğuz Kuyumcu, 2007.

İzmir Atatürk Organize Sanayi Bölgesi, Makina Sektörü Araştırma Raporu, (2006), http://www.iaosb.com.tr/uploads/MAKINESEKTORARASTIRMARAPORU.doc.

MİB Bültenleri, Makina İmalatçıları Birliği Bülteni.

OAİB (2007a). “Avrupa Birliği ve Makine Teçhizat İmalat Sektörü”, OAİB Ar-ge Şube Müdürlüğü Kasım 2007.

OAİB (2007b). Orta Anadolu Makine ve Aksamları İhracatçıları Birliği Makine Sektör Raporu, T.C. DTM Orta Anadolu İhracatçı Birlikleri Genel Sekreterliği AR-GE Şube Müdürlüğü, Haziran 2007.

OECD (1996); "The Knowledge-Based Economy"; OECD; Paris; 2 cilt, 1996.

OECD (1998), OECD-Working Group on Innovation and Technology Policy “National Innovation Systems: Policy Implications”, OECD/DSTI/STP/TIP(98)7/REV1, OLIS: 30 October.

OECD Science, Technology and Industry Scoreboard (2003), (2007).

OECD Statistical Compendium, 2005, 2006.

OSD (2006). Otomotiv Sanayiinde Dış Ticaret, (1992 - 2005) Yılları, 2006/1.

ÖSYS Yükseköğretim Programları ve Kontenjanları Kılavuzu, 2004, ÖSYM..

TC Maliye Bakanlığı Bütçe ve Mali Kontrol Genel Müdürlüğüz Bülteni, Nisan 2005.

TİAD (2006), Takım Tezgâhları Sektöründeki Gelişmeler ve TİAD üyelerinin 2006 yılı Beklentileri, TTMagazin Eki, Ocak 2006.

TİSK (2007). Türkiye’de Araştırma–Geliştirme: Ne Durumdayız? Ne Yapmalıyız?, Haz: Muammer Kaya, Yayın No: 285, Eylül 2007.

TİSSİ (1977). Türkiye İmalat Sanayiinde Sermaye ve İşgücü, DPT.

435

TKB ESAM (2007), Türkiye Kalkınma Bankası, "Türkiye İmalat Sanayiinin Yapısal Analizi ve Sektörel Performans Değerlendirmesi", ESAM, Ankara 2007.

MMO (1991a). TMMOB Makina Mühendisleri Odası Elektronik Sanayii Sektör Raporu -1991 Sanayi Kongresi, MMO Yayın No: 194/4, Kasım 1991, Ankara.

MMO (1991b). Makina Mühendisleri Odası Savunma Sanayii Sektör Raporu, 1991 Sanayi Kongresi, Kasım 1991.

MMO (2004), Makina Mühendisleri Odası, Makina İmalat Sanayii Sektör Araştırması, Haz: Yavuz Bayülken, Yayın No: MMO/2004/359, Ocak 2004, Ankara.

MMO (2006a). Makina Mühendisleri Odası Makina İmalat Sanayii Oda Raporu, Yayın No: MMO/2006/412, Nisan 2006, Ankara.

MMO (2006b), Makina Mühendisleri Odası, III. Makine Tasarım ve İmalat Teknolojileri Kongresi Sonuç Bildirgesi, internet adresi: http://www.tmmob.org.tr/modules.php?op=modload&name=News&file=article&sid=1088&mode=thread, indirilme tarihi: Ocak 2007.

MMO (2007). Makina Mühendisleri Odası IV. Makina Tasarım ve İmalat Teknolojileri Kongresi Sonuç Bildirgesi (24-25 Kasım 2007).

MMO (2007a). Makina Mühendisleri Odası IV. Ulusal Uçak, Havacılık ve Uzay Mühendisliği Kurultayı Sonuç Bildirgesi (2007).

MMO (2008). Makina Mühendisleri Odası, Makina İmalat Sanayii Sektör Araştırması, Haz: Yavuz Bayülken, Yayın No: MMO/2008/467, Mart 2008, Ankara.

TC Maliye Bakanlığı Bütçe ve Mali Kontrol Genel Müdürlüğü Bültenleri.

TİAD (2006a). Takım Tezgahları Sektöründeki Gelişmeler ve TİAD Üyelerinin Beklentileri, TTmagazin eki, Ocak 2006, İstanbul.

TİAD (2006b). Türkiye Takım Tezgahları Sektörü 2006, TİAD Sektör Raporları No 2, Haziran 2006, İstanbul.

TTGV (2006). Sınai Teknoloji Projesi Üzerine Bir Değerlendirme- Nihai Rapor, “An Assessment of the Industrial Technology Project-Final Report”, Haz: Erol Taymaz, Mayıs 2006, Ankara.

Tuzla Tersaneler Bölgesindeki Çalışma Koşulları ve Önlenebilir Seri İş Kazaları Hakkında Rapor, Tuzla Tersaneler Bölgesi İzleme ve İnceleme Komisyonu: DİSK/Limter-İş Sendikası, TMMOB-İstanbul İl Koordinasyon Kurulu, İstanbul Tabip Odası, İstanbul İşçi Sağlığı Enstitüsü, 16 Aralık 2007.

TÜBİSAD Broşürü, 2007, http://www.tubisad.org.tr/TUBISAD_Brochure07_eng.pdf, indirilme tarihi: Mart 2008.

436

TÜBİTAK Ulusal Bilim ve Teknoloji Politikaları Vizyon 2003-2023 Strateji Belgesi, Versiyon 19 [2 Kasım 2004].

TÜBİTAK EİK (2005). Eğitim ve İnsan Kaynakları Sonuç Raporu ve Strateji Belgesi, 2005.

TÜSİAD (1979), The Turkish Economy 1979.

TÜSİAD (1981), The Turkish Economy 1981.

TÜSİAD (1990), Türkiye’de Eğitim, Sorunlar ve Değişime Yapısal Uyum Önerileri, Temmuz 1990.

TÜSİAD (1995), 1995 Yılına Girerken Türkiye Ekonomisi, Ocak 1995, Yayın no: TÜSİAD-T/95, 1–169.

TÜSİAD (1997a), Rekabet Stratejileri ve En İyi Uygulamalar - Türk Elektronik Sektörü, Aralık 1997, Yayın no: TÜSİAD-T/97-12/223.

TÜSİAD (1997b), Rekabet Stratejileri ve En İyi Uygulamalar - Türk Otomotiv Sektörü, Aralık 1997, Yayın no: TÜSİAD-T/97-12/225.

TÜSİAD (1998), Türkiye’de Yeni Bir Ekonomik Ve Ticari Diplomasi Stratejisine Doğru, Eylül 1998, Yayın No: TÜSİAD-T/98 - 6/230.

TÜSİAD (2000), Moving Forward: Assessment of Competitive Strategies and Business Excellence in the Turkish Manufacturing Industry – A Benchmarking Study, Mart 2000, Yayın no: TÜSİAD-T/2000-3-278.

TÜSİAD (2003), Vizyon 2023, Ek 5: Makina İmalat Sanayi.

TÜSİAD (2003b), Ulusal İnovasyon Sistemi, Kavramsal Çerçeve, Türkiye İncelemesi ve Ülke Örnekleri, Ekim 2003, Yayın no: TÜSİAD-T/2003-10-362.

TÜSİAD (2003c), Yükseköğretimin Yeniden Yapılandırılması: Temel İlkeler, Ekim 2003, Yayın No: TÜSİAD-T/2003-10-365.

TUSİAD (2005), 2006 Yılına Girerken Türkiye Ekonomisi: İstikrardan Sürdürülebilir Büyümeye, Aralık 2005, Yayın no: TÜSİAD-T/2005-12-414.

TUSİAD (2005a), Türkiye’de Yeniden Yapılanma Arayışları, Seçilmiş Sektör/Kurum, Politika Örnekleri, Haziran 2005, Yayın no: TÜSİAD-T/2005-06-399.

TÜSİAD, (2005b). Türkiye’nin Üretim Yapısı: Girdi Çıktı Modeli ile Temel Bulgular, Haz: Gülay Günlük-Şenesen, İstanbul, 2005.

TÜSİAD Avrupa Birliği Sürecinde Türkiye’de Bilişim ve Telekomünikasyon Teknolojileri Sektörü Üzerine Görüş ve Öneriler (2006). Yayın No: TÜSİAD-T /2006 -06/419, Haziran 2006.

437

III. Teknoloji Kongresi Bildirileri, 11 Eylül 2000, TÜBİTAK, TTGV, TÜSİAD.

UNCTAD Dünya Yatırım Raporu 2006, New York ve Cenova, 2006, BM.

UNCTAD Information Economy Report 2007–2008, Science and Technology for Development: The New Paradigm of ICT, New York ve Cenova, 2007, BM.

World Robotics Raporları

Yatırım Danışma Konseyi İlerleme Raporları, 2005, 2006. Türkiye Yatırım Danışma Konseyi Ağ Sayfası, http://www.hazine.gov.tr/YatirimDanismaKonseyi.htm, indirilme tarihi: Mart 2007.

Yatırım Danışma Konseyi Sonuç Bildirgeleri, 15 Mart 2004 ve 29 Nisan 2005.

Sunuşlar:

Arıkan C. ve G. Ulusoy (2005) TÜSİAD - Sabancı Üniversitesi Rekabet Forumu’nun düzenlediği Ulusal İnovasyon Girişimi Çalıştayı’ndaki Sunuş, 1 Ekim 2005, İstanbul.

Ersel, Hasan (2007). İstanbul Sanayi Odası 6. Sanayi Kongresi, “Dünden Yarına Giderken Yeni Bir Sanayi Politikası Gereği Üzerine” başlıklı sunum, İstanbul, 26–27 Kasım 2007.

Nahum, Jan (2000). , III. Teknoloji Kongresi’nde yapılan sunuş, Bildiriler kitabının içinde, 11 Eylül 2000.

Sak, Güven (2007). “Küresel Eğilimler ve Türkiye’nin Dönüşümü”, TEPAV Sunuşu, 26 Ocak 2007, Ankara, Kaynak: http://www.tepav.org.tr/tur/index.php?type=downloadfile&cid=611&title=1, indirilme tarihi: Mayıs 2007.

Sak, Güven ve Fatih Özatay (2006). “Türkiye Ekonomisinin Yapısal Dönüşümü: İntibak Yönetimi, Risk Yönetimi ve Rekabet Gücü için Yeni Gündem”, Konya’da TEPAV ve TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi adına yapılan sunuş, 28 Nisan 2006, kaynak: www.tepav.org.tr/eng/admin/dosyabul/upload/Sak&Ozatay.2006.04.08KonyaTicaretOdasi.ppt, indirilme tarihi: Temmuz 2007.

TTGV (2007), “Türk Sanayinin Ar-Ge ve Yenilik Performansı”, TTGV Yönetim Kurulu’na Sunuş, Şubat 2007, http://www.ttgv.org.tr/UserFiles/File/Sunumlar/Sanayi_Ar-Ge_Performansi.pdf, indirilme tarihi: Mart 2007.

TTGV (2007b), “Üniversiteler; Mühendislik Fakülteleri ve Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı”, Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde yapılan 4-5 Mayıs 2007 tarihli

438

sunuş, http://mdk.anadolu.edu.tr/toplanti/14MDKSunular/TTGV.ppt, indirilme tarihi: Temmuz 2007

Yükseler, Zafer ve Ercan Türkan (2008b), TÜSİAD “Küresel Ekonomiye Entegrasyon Sürecinde Büyüme” Semineri’nde yapılan sunuş, İstanbul: 28 Şubat 2008.