ROMAN ÇÖZÜMLEMESİNE TOPLUMDİLBİLİMSEL BİR YAKLAŞIM
Transcript of ROMAN ÇÖZÜMLEMESİNE TOPLUMDİLBİLİMSEL BİR YAKLAŞIM
ROMAN ÇÖZÜMLEMESİNE TOPLUMDİLBİLİMSEL BİR YAKLAŞIM
İlgili makaleyi kaynak göstermek için:
Günay, V. Doğan (Eylül 1995) "Roman Çözümlemesine Toplumdilbilimsel Bir Yaklaşım" Dil
Dergisi/Language Journal, Sayı: 35, Ankara: A.Ü. TÖMER Yayınları. [5-24].
V. Doğan GÜNAY*
"İnsan, zoon logon ekhon'dur.
Yani insan, konuşan varlıktır"
(Akarsu, 1984:36)
0. Genel gözlemler
Dille ilgili bir çok tanım verilebilir. Biz bu çalışmamızda: «dil, onu kullanan vericinin düşüncesini
aktaran ve kişisel yönlerini ele verebilecek göstergeler dizgesidir» tanımından yola çıkıyoruz. Her
konuşanın bireysel bir dil ayrıcalığı vardır. Yine aynı dilin konuşulduğu geniş alan içinde; konuşan
bireyler arasında: sözcük düzeyinde, vurgu düzeyinde, ya da sözdizim düzeyinde ayrıcalıklar olabilecektir.
Bununla birlikte bütün bu dil değişkenliklerini bir ortak dil bağlamında düşünmemiz mümkündür. Bir
devlet dili içinde değişkenlikler o resmi dile göre vardır.
Dil ile verici arasındaki ilişki her zaman dikkatle incelenmesi gereken bir durumdur. Verici-dil,
dil-alıcı, ve verici-dil-alıcı arasındaki ilişkinin dilbilimin başlıca inceleme alanı olduğunu düşünüyoruz.
Gerçekte birey, farkına varsın ya da varmasın, kendine özgü davranışlarını, alıcıyla ilgili yaklaşımlarını
kullandığı dil ve dilyetisi aracılığıyla ortaya koyabilecektir. Yine alıcının bireysel özelliklerini kendisine
iletilen bildiriyi (fr. message) çözümleme aşamasında görebiliriz.
Dili kullanan bir birey olabileceği gibi, bir çıkar grubu hatta daha geniş anlamda dilsel topluluk
olabilecektir. Her toplumsal grubun (meslek grubu, aile, öğrenci, siyasal topluluk,...), kullandığı ölçünlü
(standart) devlet dilinden başka grubun kendi amaçları doğrultusunda geliştirebileceği bir dili olacaktır.
Bu durumda bir vericinin kendine özgü davranışlarını, kullandığı dil yardımı ile görebileceğimiz gibi;
grubun düşünce ve beklentileri, alıcı ile olabilecek çeşitli düzeydeki ilişkileri ortak dillerinde
görülebilecektir. Bu ortak dilde; çoğul verici, dil ve alıcı (tekil ya da çoğul) arasındaki karşılıklı ilişkiden,
vericinin her türlü düşüncesini, verici-dil ve verici-alıcı arasındaki her türlü ilişkiyi saptamak olasıdır.
Her toplumsal grubun oluşturduğu dil, o dilsel grubun geliştirebileceği bir anlatım biçimidir. Bu tür
bir iletişimde, (çoğul olan) verici ile alıcı (bu bağlamda alıcı tekil ya da çoğul olarak düşünülebilir)
arasındaki ilişki ilginç olabilir. Zira verici olan toplumsal grubun ortak kimliği, bildirisi ile anlatmak
istedikleri, beklentileri, amaçları ve diğer özellikleri kullandığı dile de yansıyacaktır.
Toplumdaki değişimlere bağlı olarak dilde de değişimler olabilir. Bu nedenle toplum ve dil
birbirleriyle çok yakın ilişki içindedir. "Bir dilin belli bir dönemdeki sözvarlığını incelemek, bir bakıma
* Yrd. Doç. Dr., Niğde Üniversitesi Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü öğretim üyesi
2
«dilin nabzını tutmak, dolayısıyla toplumun nabzını tutarak o dönemde, toplumda, çeşitli alanlardaki
gelişme ve değişmeleri ortaya koymak» biçiminde nitelendirilebilir" (Aksan, Haziran 1988). Bu belli bir
dönemdeki dil varlığını incelemede önemli bir kaynak da o toplumun kültürel birikimi olabilir. Masal,
destan, roman, öykü gibi her türlü anlatı önemli bir kaynaktır. Bizim burada yapacağımız da bir
romandaki tiplemelerden yola çıkarak, bir dönemdeki Çukurova kasabasının (ve köyünün) söz varlığını ve
toplumdaki beklenti ve gelişmeleri bulabilmektir. Bu çalışmamızda, Yaşar Kemal'in Teneke* romanından
yola çıkarak, toplumdilbilimin, en genel anlamda toplumun kendini anlatma biçimi olan, her türlü anlatı
incelemesinde yeri olup olmadığını tartışmaktır. Yaklaşımımız bu yönde olacaktır. Kuşkusuz aynı roman
çeşitli bakış açıları ile incelenebilir. Bir romana dilbilimci gözüyle, ruhbilimci, iktisatçı ya da
toplumbilimci gözüyle bakılabilir. Hepsinin kendi içinde tutarlı araştırmalar olduğuna inanıyoruz. Ama
bizim bakış açımız, romanın söz varlığından (hatta kahramanların konuşmalarından) yola çıkarak,
kullanılan dil ile birey ve toplum arasındaki ilişkiyi ortaya koyma yönünde olacaktır.
1. Birey / grup ve konuştuğu dil
Dili kullanan kişi ya da toplumsal grup, bireysel ya da toplumsal düşüncelerini ortaya koyar. Verici
çok olduğunda, bireysel özellikleri değil bir grubun ortak özelliklerini yansıtır. Bu ortak dil, bir toplumsal
grubun ortak kimliğini açıklayabilecektir. Dil ile birey arasındaki ilişki, bireylerin oluşturduğu anlatım
biçiminde belli olur. Kuşkusuz kullanılan ortak bir dildir: örneğin Türkçe. Ama, «her yiğidin bir yoğurt
yiyişi vardır» sözüyle anlatılmak istenen gibi, her bireyin, toplumsal grubun, bölge insanının aynı dili,
Türkçe'yi, kendine özgü kullanma biçimi vardır. Her bireyin dil kullanımı; bölgesel özelliğini, mesleğini,
hayata bakış açısını, toplumsal yanlarını ya da etnik yapısını açıklar niteliktedir. Kısacası, aynı dilin
anlama ve anlatma yolu, farklı vericilerin akıl yürütme yoluyla yenilikler kazanabilir. Bu da vericinin
çeşitli özellikleriyle (kültürel düzeyi, deneyimi, bilgi birikimi,...) ile yakından ilgilidir.
Toplumsal bir varlık olan dil (fr. langue), söz (fr. parole) gibi bireysel değildir. Tek bir kişinin
kendine özgü dili yoktur. Verici, toplumsal olan dili kendi duygu ve düşüncelerini anlatmak için kullanır.
Gerçekte tek bir birey kendi sözünü oluşturduğu gibi, bireylerden oluşmuş bir grup da kendi dilini
oluşturacaktır. Oluşturulmuş bu sözde birey ya da grubun kendi düşünce yapısını ve kimliğini bulabiliriz.
Her vericinin kendine özgü sözü vardır. İnsan öbeklerinin ise dili vardır. İnsan çevresindeki dili edinirken
o dilin mantığını da öğrenmiş olur, o mantığı kabullenir.
Sözceleme (fr. énonciation) kuramına göre konuşan özne (burada söz konusu özneyi tekil ya da
çoğul olarak düşünebiliriz) ürettiği sözcenin (fr. énoncé) sorumluluğunu üzerine alır (Benveniste,
1983:82). Burada söz konusu olan birey ile dil arasındaki ilişkidir. Bu kuramı daha geniş bağlamda
düşündüğümüzde şöyle bir yaklaşım getirebiliriz: Toplumların duygu ve düşüncelerini aktarmada
* İnceleyeceğimiz roman, 1981 yılında İstanbul'da Tekin yayınları tarafından basılmıştır. Elimizdeki 7.
Baskıdır. 9 bölümden oluşan roman 156 sayfadır. Bunun 86 sayfası romandır. 87-156 sayfaları
aynı konunun yazar tarafından tiyatroya çevrilmiş kısmıdır. Tiyatro iki perdeden oluşmaktadır.
Birinci perde dört bölümden oluşmaktadır. İkinci perde ise altı bölümdür. Alıntıları bu kitaptan
yapacağız ve kısaca (s.10) şeklinde yazacağız.
3
kullandıkları dilleri birer üretilmiş söylem olarak alınabilir. Bu yaklaşımdan yola çıkarak, o dili konuşan
toplumun sözceleme öznesi durumunda olduğunu ve o dilin (burada sözce olarak algılayabiliriz)
sorumluluğunu üzerine aldığını söyleyebiliriz. Gerçekte burada sözceleme öznesi, dil gibi soyut ve
karmaşık toplumsal bir olgunun sorumluluğunu üzerine almıştır. Burada Saussure'ün dil/söz ayrımını
gözardı ederek, ölçüyü daha geniş tutuyoruz: Toplum ile kullandığı dil (bir başka deyişle tarih içerisinde
ürettiği söz) arasındaki ilişkiyi ele alıyoruz.
Sözceleme öznesinin öncelikle oluşturduğu sözcesi ile bir ilişkisi vardır. İkinci olarak oluşturduğu
sözce kanalıyla alıcısıyla bir ilişkisi vardır (Günay, 1993:18-19). Bu son durum dilbilimsel olarak alıcı ile
verici arasındaki dilbilimsel iletişimi belirtir. Bu bir bildirinin bir kişiden bir başka kişiye aktarılmasıdır.
Bir sözcenin üretiminin her aşamasında (sözceleme, sözce, söylem, anlatı,...) üretimden sorumlu bir
sözceleme öznesi vardır. Toplumca üretilmiş, benimsenmiş dil de toplumun ürettiği bir dizge ise (ki
öyledir); toplum, ürettiği dizgenin sorumluluğunu üzerine alır. Bir sözcenin üretilmesi aşamasında özne,
sözceleme ediminin ve sözcenin sorumluluğu alarak, sözceyi kendine mal eder. Örneğin dil için, kendi
düşüncelerini aktaracak türde geliştirmesini, sözceyi (dili) kendisine mal etme olarak alabiliriz.
Sözceleme, özne tarafından oluşturulmuş bir dünyayı betimler. Sözceleme, öznenin metinle girdiği ilişkiyi
ve metine bağlı davranışını gösterir (Kıran, 1983:47). Bu özne sözcelemenin oluşumuna müdahele
edebilir, ve kişisel özelliklerini orada gösterebilir. Sözün kısası, sözceleme, sözceyi kendine mal eden bir
sözceleme öznesi tarafından üretilir ve özgül belirleyicilerin içinde oluşur. Bu belirleyicilerin (zaman, yer,
kiplik, bakış açısı, iletme ediminin amacı, konu ve öznelerin seçimi,...) seçimi doğrudan özneye bağlıdır.
Özne, sözcesini oluştururken, onu yönlendiren "seslemenin (fr. phonation) fizyolojik görünümünden (fr.
aspect) psikolojik güdülere, toplumsal ve maddi çevresine kadar" (Maingueneau, 1989:2) bir çok etken
vardır. Bununla birlikte, söz konusu etmenler bir özneden diğerine değişir. Benveniste'in dediği gibi,
"anlamsal düzen kendini sözcelemede ve söylem evreninde gösterir" (Benveniste, 1982:64). Sözceleme
öznesine ait bu anlamsal düzen, söz konusu özneye ait psikolojik ve fizyolojik konumlar üzerine kurulur.
Bir toplumun konuştuğu dili oluşturan tüm değerleri (toplumun ürettiği) bir söz olarak ele alırsak,
Saussure'ün dilbilimsel anlamda bahsettiği söz kavramından çok daha geniş bir söz kavramına ulaşırız. Bu
tür bir yaklaşım bize bir dilemma* karşısında olduğumuzu gösterir: Saussure'e göre toplumun ortak malı
olan dili bireyler kişsel olarak kullandığında kendi sözünü oluşturur (Saussure'deki dil/söz karşıtlığı).
Halbuki toplumu bir birey gibi (en azından kullandığı dilin sorumluluğunu üzerine alan bir sözceleme
öznesi olarak) düşünürsek, bu sefer toplumsal olan dil, o toplumun sözü olacaktır. Biraz daha
belirginleştirmek için şöyle bir yaklaşım getirelim: Bir toplumun tarih içinde oluşturduğu dizgeler bütünü
o toplumun dilidir (dilin artzamanlı gelişimi: langue diachronique). Belirli bir dönemde kendini anlatmak
için kullandığı dil ise o toplumun sözüdür (dilin eşzamanda kullanımı: langue synchronique). Bu
* Dilemma: Konuşmacıya seçmesi için iki ihtimal sunan akıl yürütme. Diğeri yanlışsa, öteki doğrudur bu
ihtimallerin. Ve her iki kaziyenin ortak bir neticesi vardır, kendini kesin olarak kabul ettiren bir
netice. Cemil MERİÇ Bu Ülke İletişim yayınları. Bütün eserleri:2, İstanbul, 1982, s.310.
4
durumunda Saussure'ün Dil/söz ayırımı bizim burada anlatmak istediğimize yetmeyecektir. Burada şöyle
bir şema yapabiliriz:
Saussure'e göre
Bizim yaklaþýmýmýza göre
Toplumsal Bireysel
DÝL SÖZ
DÝLDÜÞÜNCE ÜRETÝMÝ
Toplumsal = bireysel (Bir dilikonuþan ve sözceleme öznesi
olan toplum)
Toplumsal (tarih içindesözceleme ediminin
getiren toplum)gerekli koþullarýný yerine
Burada Saussure'cü yaklaşımdan uzaklaştığımız söylenebilir. Oysa biz, Ferdinand de Saussure'ün
görüşüne koşut olarak bu tür bir sav ileri sürüyoruz. Dil toplumsaldır, ancak bu dilin üretilme
sorumluluğunu üzerine alan bir sözceleme öznesi vardır. O halde Saussure'ün kavramı olan DİL hem
toplumsaldır (dar anlamda) hem de bireyseldir (buradaki tanımlamamız doğrultusunda). Yani bir başka
toplumsal grup bu dili konuşamamaktadır. (Ya da şöyle diyelim: İngilizce, bizim tanımladığımız anlamda,
İngilizlerin dilidir; ama bugün bir çok milletin sözü durumundadır). Son olarak şunu da belirtelim:
Topluma ait bu sözün (Saussure'e göre dilin) çok geniş olduğunu, ne zaman başladığını ve ne zaman sona
erdiğini (ya da ereceğini) belirlemek güçtür. Zira Saussure'de bireysel olan sözü belirlemek çok kolaydır.
Söz tanımını burada belirttiğimiz şekilde ele alırsak bu tanım zorlaşacaktır.
Aslında sözceleme öznesinin (toplum) sorumluluğunu aldığı sözce (toplumun malı olan dil); kendi
düşüncesine, ruhsal ve toplumsal durumuna uygundur. Toplumun kültüründe ne varsa diline de
yansımıştır. Hatta kültür dille ve dilde yaşar, gelişir, birikir. Dil kültürün en sağlam hazinesidir. Humboldt,
"bireyin kendisini çevreleyen kitle ile bağlılıkları vardır. Bu bağlılıkların sonucu olarak onun her düşünce
etkinliği çevresinin de düşünce etkinliği içine girer. Dilin varlığı düşünce yaratmalarının da varolduğunu
kanıtlar" (Akarsu, 1984:50) der. Ona göre dil "düşünceyi yaratan bir şeydir" (Akarsu, 1984:40). Kişi
kendi düşüncesini, değerlerini bu dili kullanarak kazanmıştır.
Kullanılan dil ile konuşan birey, grup ya da toplum hakkında çok şey öğrenmek olasıdır. Locke, bu
konuyu "Sözcüklerde hiç bir zaman nesnelerin değeri dile gelmez, dile gelen yalnızca insan ruhunun öznel
bir davranışıdır. Dilde adlandırmalar doğrudan doğruya nesnelerin bir anlatımı değildir, bunlar, konuşanın
kendi tasarımları ile ilgilidir*" (Aktaran, Akarsu, 1984:29-30) olarak belirtir. Yaş, deneyim, bakış açısı,
bilgi birikimi, konumu, sağlık durumu, kişiliği, bireysel özellikleri, bedensel yapısı, cinsiyeti, coşkusu,
konuşmanın konusu, vericinin amacı, özlemi, alışkanlıkları, kapasitesi, kültürel düzeyi (Günay, 1991:72)
gibi konularda bilgi sahibi oluruz. Örneğin Edgü sözcüğünü iyi (Edgü > edyü > eyü > eyi > iyi) haline
getiren bir toplumun tahmini de olsa bir yaşı vardır. Yine Hint-avrupa dil grubunda özneden hemen sonra
yüklemin gelmesiyle, konuşan toplumun daha çok nesneyi (bağlaçlarla daha da zenginleştirebilir)
* altını biz çizdik
5
anlatımına katabilir. Bu durumda o dil ailesinden herhangi bir dili konuşan bireyin söylemini oluştururken
bile düşünme payı vardır. Türkçe için böyle bir kolaylık yoktur. Zira nesneler fiilden önce gelmek
durumundadır ve konuşan birey ne söyleyeceğini tam olarak kararlaştırdıktan sonra söze başlayabilir.
Araya bir çok nesneyi eklemesi halinde fiilin öznesini unutabilir, ya da fiil ile özne uyumsuz olabilir. Bu
tür bir yaklaşımdan kendimize şöyle bir pay çıkarabiliriz: Türk toplumu ne söyleyeceğine bütün olarak
önceden karar verir ve söze böyle başlar. Hint-avrupa dil grubunudan bir dili konuşan kişi ya da grup ise
ne söyleyeceği tam olarak kararlaştırmadan konuşmasına başlayabilir. Sonuçta söylemek istemediği bir
konuyu da söylemiş olabilir. Ancak bu dillerden birini konuşan için bir kolaylık ise, konuşma anında da
söyleyeceklerini değiştirme ya da zenginleştirme şansının bulunmasıdır. Dillerin anlatım gücüyle ilgili bir
yaklaşımı İngiliz etnolog Bronislav Malinovski şöyle dile getiriyor: "«Batı» dillerindeki günlük söylemler,
temel olarak düşünceyi aktarmaya yararlar, «ilkel» dillerdeki günlük söylemler, bir eylemi gerçekleştirmek
için vardırlar" (Aktaran: Ducrot, Todorov, 1979:88). Malinovski'nin söylemek istediği burada açıklamaya
çalıştığımız durumu destekler görünüyor: Batı dillerinin kullananların düşünce yapılarına bağlı olarak çok
geliştiği ve bunun sonucunda çok ince bir ayrıntıyı verebilecek konuma geldiği anlatılmak isteniyor.
Ancak ilkel denilebilecek dillerde düşünce üretimi az olduğundan dillerinde de gerekli gelişme
olmamıştır. Kısacası konuşulan Dil ile toplumların, toplumsal grupların ya da ulusların bütün özellikleri
karakterleri ortaya çıktığı gibi, ulusların dünya görüşlerini de dillerinden çıkarmak olanaklıdır. Ulusların
dünyayı farklı kavrayışı, hatta o topluluklar için belirtilen karakterleri, kullandıkları sözcüklerin
anlamlarında saptanabileceğini düşünüyoruz.
2. Toplumdilbilim
Toplumdilbilim, bir dilsel grubun, dilbilgisel davranışları ya da toplumsal normları, kısacası dil ile
toplum arasındaki bağıntıları ortaya koyar. "Dil olgularıyla toplumsal olgular arasındaki ilişkileri, bunların
birbirini etkilemesini, birbirinin değişkeni olarak ortaya çıkmasını" (Vardar, 1988:204) inceleyen
dallararası bir bilimdir. Toplumsal yapı ile dil yapısı arasında sıkı bir ilişki vardır. Aslında toplumdilbilim
insana ait her türlü dilsel özelliği inceleme konusu yapar. Çünkü bu dilsel ürün: bir verici tarafından,
belirli bir zamanda, belirli bir yerde ve belirli bir konuşma ortamında üretilmiştir. Kısaca toplumdilbilim
"dilsel ve toplumsal ortak değişkenlikleri inceleyen bir bilimdir" (Dubois, 1974:444). Toplumdilbilim
gerçek dünyada var olan bir toplumsal grubun dili ile ilgili araştırmalarda bulunur. "Kim, kiminle hangi
dilin hangi değişkeliğini (fr. variante) konuşur, ne zaman, ne hakkında" (Fishman, 1971:18). Böylesi bir
tanımda grubun konuştuğu dille ilgili sorgulama sözkonusudur. Bir başka deyişle, "dil ile verici, dil ile ile
düşüncesi arasındaki ilişki, verici ve alıcının toplumsal durumu, iletişim konumunun toplumsal koşulları
(söylem türleri), dil kullanımıyla bedensel davranış arasındaki benzerlik ya da fark" (Baylon, Fabre,
1983:74) toplumdilbilimin temel konularındandır. Verici ile düşüncesi olguları birbiriyle çok yakın ilişki
içindedir. Dil bir düşünce aracı ise, dilin bozulması düşünce üretme aracının da bozulması demektir. Yine
dil bir düşünce aracı ise, dili kullanan toplumların, dil kullanma ölçütlerine bağlı olarak düşünce yapılarını
da anlayabiliriz. Diğer taraftan düşüncedeki bir gelişme aynen dile de yansıyacaktır. Bunun en güzel
6
örneğini, düşünce alanımıza yeni giren bilimlerde, örneğin dilbilim alanında verebiliriz. Batı kaynaklı da
olsa ülkemizde dilbilimle ilgili bir çok düşünce üretilmiştir ve üretilmektedir. Buna bağlı olarak yeni
kavramları tanımlamada ve adlandırmada Türkçemize pek çok yeni sözcük ve terim girmiştir. Bugün
herkesin (özellikle politikacıların) ağzındaki söylem sözcüğü dilbilime ait bir kavramdır. Toplumun dille
ilgili ürettiği her şey topluma ait ve toplum içindir. Dil toplumun yaşantısıyla, davranış biçimiyle,
inanışıyla, çevreyi algılama biçimiyle, düşünce alanındaki gelişmelerle yakından ilgilidir. Kısacası dildeki
bir gelişme toplumun çeşitli alanlarına yansıyacaktır, ya da toplumdaki bir değişim, dilde de kendini
gösterecektir. Sonuç olarak dil ile toplum arasındaki ilişki ve etkileşim karşılıklıdır (Köning, 1992:326-
327). Dil toplumun yapısını etkilerken toplumsal yapı da dili etkiler, biçimlendirir.
2. 1. Toplumdilbilim ve edebiyat
Edebiyat kendi başına var olmadı: Toplum içinde doğdu ve toplumun bir anlatım biçimi olarak
varlığını sürdürüyor. Edebiyat bir topluluğun kendi duygu ve düşüncelerini yansıtma biçimidir. O halde
edebiyat bir çeşit toplum dilidir. Toplumun düşüncesine bağlı olarak gelişen bir üstdildir. Bir bireyin tek
başına bir olayı anlatması değil, tersine bir bireyin, toplumdaki bir grup adına (ve onun için) bir toplumsal
olguyu açıklamasıdır. Toplumun düşüncesini (bir başka iletişim dizgesi yardımı ile) anlatma biçimidir. Bu
açıdan edebiyat toplumdilbilimin konusunu oluşturabilir, diye düşünüyoruz.
Bireyin yazdığı roman, tiyatro, şiir, destan ya da herhangi bir yazınsal tür topluma ait olan dille
yazılmıştır. Her türlü yazınsal ürün topluma bağlanmayı gerekli kılan bir etkinliktir. Dolayısıyla edebiyat
toplumun malıdır. "Dil sayesinde yazarın elindekiler, topluluğun kullandığı söz hazinesi ve cümle yapısı
bilgisidir. Yapıp yapacağı belki «kabilenin kelimelerine daha öz anlam vermek»tir; fakat kelimeler gene o
kabilenindir" (Escarpit, 1968:118). Yazarın başarısı, diğer insanlardan farklı olarak, eserine kendi yaratıcı
gücünü katmasından kaynaklanır. İkinci olarak edebiyatta anlatılan bir konu da topluma ait bir durumun
saptanmasıdır. Edebiyat toplumun düşüncelerini dolaylı şekilde de olsa anlatma biçimidir. Bu da
toplumun şu ya da bu şekilde kendini anlatmasıdır. İşlenilen tema bakımından da toplumun dili
durumundadır. Bütün bunlardan çıkan ortak sonuç: Her türlü yazınsal ürün iki yönlü olarak toplumun
malıdır. Toplumların düşünce biçimini geliştiren en önemli etken kullandıkları dildir. İkinci olarak
edebiyatın kendine özgü bir dili vardır. Yazar da toplumların duygu ve düşüncelerini anlatmak için
kullandığı dil dizgesinden ayrı olarak (ama her zaman dil dizgesiyle yapılabilen) yazınsal bir dizgeyi
kullanır. Yazar iki iletişim dizgesini aynı anda kullanır. Bu durumu Todorov şöyle açıklıyor: "Bir metin
olguları iki türde belirtir: Anlamlandırma (fr. signification) ve simgeleştirme (fr. symbolisation). Bir olay
metnin sözcükleriyle anlamlanır. Bunlar anlatıya ait kişilerin sözleridir. Fakat simgeleştirilmiş olgular
yorumlanır ve yorum kişiden kişiye değişir" (Todorov, 1980:180). Dil dizgesinden başka yazın dizgesini
de kullanır. Dil bir göstergeler bütünüdür. Edebiyattaki dil dışı göstergeler (simgeleştirme) de (eğretileme,
benzetme,...) bu dilsel göstergeler yardımıyla yapılmıştır. Ama dilsel göstergelerden tamamen ayrı bir
göstergeler sistemidir. Kısacası yazınsal göstergeler, dilsel göstergelerden hareketle, onun yardımıyla,
ondan ayrı olarak edebiyatta yer alır. Zira yazınsal olarak düşündüğümüz dilin ( fr. langue littéraire) çok
7
kesin olarak sınırlandırılmış bir tanımı yoktur. Hatta her yazın adamı bu dili her gün değiştirebilir. Süheyla
Bayrav'ın saptaması doğrudur: "Belli bir uygarlık içinde gelişen, belli bir duyarlılıkla, alışkanlıklarla
oluşan bir dizge. Yazar o dizgeyi zaman zaman zorlar, ne var ki ondan tüm kurtulamaz, ayrılamaz"
(Bayrav, 1976:49). Bu yazın adamının yetenek ve yaratıcı gücüyle doğrudan ilgilidir. Dil için aynı
durumdan sözedemeyiz. (Birey ya da grup var olan dil kuralları içinde kendi sözünü oluşturur). Yazar
dilde yaşadığına göre, toplumun her sorunuyla ilgilidir demektir. Dilde yansır çünkü toplum. Tüm
sorunlarıyla toplum en iyi dilde birikir. Her dilin de bir öznesi vardır. Bu özne toplumdur. Bu toplumun
sözü ise kendi ürettiği destan, söylence ve her türlü kültürel üründür.
Romanda toplumdilbilimin incelemeyi amaçladığı gerçek anlamda sosyal gruplar yoktur. Zira
roman kurgusu gereği yapıntıdır ve gerçek dünya ile birinci dercede ilgili değildir. Roman kişlerini soyut
olarak, yazarın anlattıklarıyla tanıyoruz. Ancak bu tiplerin denkliğini gerçek dünyada bulmakta zorluk
çekmiyoruz. Kullandıkları sözcükler, oluşturdukları tümceler kendi kimlikleriyle ilgili bir çok ipucu
veriyor bize. Kısacası, toplumdilbilimsel bir yaklaşımla roman incelemesindeki amacımız şudur: Romanın
düşsel dünyasındaki tiplere (yani bir grubu simgeleştiren toplumsal kimlikler) ait dilsel edinimlerin ve
yine dillerinden yola çıkarak, toplumsal davranış biçimlerinin ortaya çıkarılması. Romandaki tipleri birer
toplumsal grup olarak almamız yanlış olmaz. Zira o tiplerden her biri gerçek dünyadaki aynı grubun ortak
yönlerinden hareketle yaratılmış toplumsal kimliklerdir.
Yazar imgelem gücü geniş olan kişidir. Ama en kolay olanı geldiği toplumsal sınıfların görüşlerini
anlatmak, onların sözcüsü olmak, onlara kendilerini anlatmaktır. Escarpit'in deyimiyle "başarı kazanan
kitap, topluluğun söylenmesini beklediği şeyleri söyleyen ve topluluğa kendi kendini tanıtan kitaptır"
(Escarpit, 1968:126). Teneke romanı da bu tür bir anlatıdır. 1950'lerin Çukurova insanına kendisini
anlatan bir uzun öyküdür. Çok fazla imgelem gücü gerektirmiyor. Olayların anlatımı gerçekten ziyade
gerçeğe benzerlik (fr. vraisemblance) bağlamında ele alınmış. Bütün bunlara karşın "gerçekçi romancı,
«gerçekçiliği» belirli bir dünya görüşü içinde yeniden «üretmek» durumundadır" (Yavuz, 1987:11).
Burada yazara düşen, yeniden ürettiği gerçeği kendi anlatım tekniği ile bütünleştirebilmek. Zira
gerçekciliğin ölçütü, doğayı ve eşyayı olduğu gibi betimlemek değil, betimleneni bir bakış açısına göre
yeniden yaratmaktır.
3. Bir anlatı türü olarak roman
Topluma ilgisiz bir sanatçı olamaz. Sanatçı tüm imgelem gücünü toplumsal olan dil ile toplumun
hizmetine sunar. Toplumsal olan dili kullandığına göre, aynı toplumun düşünce yapısını kullanarak,
kendi önerisini (ya da toplumun düşüncesini derleyip toplayıp yine) topluma sunar. İçinde yaşadığı
toplumun kullandığı dille kendini toplumuna anlatır. Kısacası romancı, hepimizin tanık olduğu bir
toplumsal durumu kendi gözlemleriyle soyut bir dünyaya taşır. Ama soyutlama ile düşünce arasında sıkı
bir ilişki vardır. Aynı olayı bir başka kişinin anlatması değişik olacaktır. Bu iki kavram arasındaki ilişki,
ilgili kişinin, yani yazarın, davranışıyla, çevreyi algılama biçimiyle, kültür düzeyi ile, inanışıyla, kısacası
yazarın her türlü bireysel özellikleriyle yakından ilgilidir. Her anlatılan konu bir toplumun genelinin ya
8
da bir grubunun dili durumundadır. Özellikle anlatılan konu kültür düzeyi, deneyim ve bilgi birikimi gibi
bazı kişisel özelliklerle yakından ilgili ise vericinin kişisel özelliklerini daha iyi görebiliriz.
Roman toplumun malı olan dil ile yazıldığına göre, toplumsal değişim, dilde yansıdığı gibi, her
türlü toplumsal yaratı ürününe de yansıyacaktır. O halde toplumdaki dil değişikliği için özellikle
artzamanlı bir inceleme arzulanıyorsa, çeşitli dönemlere ait romanların incelemesi bir yaklaşım
benimsenebilir.
Romanda seçilen konu gerçek bir hikayeye dayanabilir. Bir romanın dili yerel ağızlardan meydana
gelebilir. Ama romanın başarısı kullandığı yerel ağız ya da ölçünlü dilden ya da olayın gerçek oluşu/
gerçeğe benzer oluşundan kaynaklanmıyor. Yani Yaşar Kemal'in bölgesel dil kullanımı eserine bir
özgünlük katmıyor.
3. 1. Türk edebiyatında köy romanı
Toplumun düşünsel, kültürel ve toplumsal alandaki gelişmelere bağlı olarak Türk romanında bir
dönem köy yaşantısını konu alan bir çok ürün verilmiş. Ancak zaman içindeki gelişmelere bağlı olarak
bugünkü anlatılarda bu tür bir izlek ile karşılaşmıyoruz. Artık köy romanının yazılmamasını Türk
toplumunun hızlı bir biçimde kentleşmesiyle açıklayabiliriz. "Dil dışında, topluluk, yazarı edebi tarz ve
şekiller bakımından sınırlandırır. Edebi bir tarz icat edilemez. Sadece toplumsal topluluğun yeni
ihtiyaçlarına uydurulur. Bu da tarzların evriminin cemiyetlerin evrimiyle at başı gittiğini gösterir"
(Escarpit, 1968:119). Bugünkü toplum çarpık şehirleşme ile ilgileniyorsa, toplumun bir dili olma
iddiasında bulunan sanat türleri de bu konuları kendine izlek edinmelidir. Aksi durumda bir toplum dili
savı geçerli olmaz.
Türk roman tarihinin önemli bir bölümünü köy romanı gibi, konusu belli ve yazarına fazla bir
sorumluluk getirmeyen, çok fazla bir imgelem gücü gerektirmeyen bir alanlar oluşturur. Olay gellikle bir
köyde, kasabada ya da ikisinde birlikte geçer. Bu tür romandaki yerleşim alanının işlevini ve sakinlerini
Kemal Karpat şöyle tanımlar: "Bizim düşüncemize göre, islam memleketlerinde kasaba dediğimiz
topluluk medrese kültürünü sinesine almış, tabiatla, insanla ilgisini kesmiş ve aklın kuru mantık
kaidelerine göre bir düzen yaratmış bir insan topluluğudur* " (Karpat, 1971:9). Aklın kuru mantık
kaidelerine göre yaratılmış düzenin dili de bu özellikleri taşıyacaktır. Karpat açıklamasını şöyle
sürdürüyor: "Kasaba köyün üzerine kurulmuş ve onu sömürmekle gelişmiş bir toplumsal düzendir.
Alabildiğine ferdiyetçi, hatta asidir. Köy üzerinde sağladığı ekonomik ve toplumsal üstünlüğü korumak
için de müfrit muhafazakardır" (Karpat, 1971:10). Burada söz konusu olan sosyolojik tanım,
inceleyeceğimiz roman için de aynen geçerlidir. Gerçekte kasaba köyü farklı biçimde de olsa sömürerek
yaşamaya çalışır. "Yakın şark, bir yandan siyasi otorite kuvvetiyle, diğer yandan kültürel ayaklanmasıyle,
köyü kasabanın daimi bir sömürgesi haline sokmuştur. Bu esasa dayanarak kasaba kendini belirli bir
şekilde geliştirmiş ve ona göre de yarattığı toplumsal üstünlük düşüncesini köye kabul ettirmiştir" (Karpat,
* altını biz çizdik
9
1971:10). Bu tür tehdit dolu sözcükleri kasabalının sözdağarcığında görüyoruz. "Ben de
Okçuoğluysam...." (s.69), "Ben kiraladım. Çıkacaksınız. (...) Yoksa basarım suyu" (s.33).
Buna karşın köylü de her zaman boyun eğmiyor. Zaman zaman kendi malını elde etme ve koruma
uğruna aç gözlü memurlara, insafsız ağalara karşı zaman zaman tek, zaman zaman grup halinde
bağımsızlık arama çabasını görebiliyoruz. "Kasabaya gidiyoruz. Doğru Gaymakama. O da olmazsa böyle
çamurlu çamurlu Ankara'ya. Kanun var. Kanun da var Hökümet de var" (s.48)
3. 2. Roman incelemesi ve toplumdilbilim
Dil ile konuşan özne arasındaki ilişki dilbilimin temel inceleme konularından biridir. Ama
konuşulan dil; sözceleyen özneden öteye, öznenin içinde bulunduğu toplumsal ortamdan ve toplumdan da
çeşitli ipuçları verebilir. Söz uçar yazı kalır, denir. Eğer bir bölgedeki dil değişkenliklerini yazıya
aktarmamışsanız o dilsel özellikler kaybolabilir. Bugün televizyonun kültüre yaptığı (olumlu/olumsuz)
etkiyi düşündüğümüz zaman, yerel ağızların çok çabuk kaybolacağını söylemek zor olmayacaktır. Yerel
ağızlar bir kültürün zenginliği sayılmalıdır. İşte bu bakımdan toplumdilbilim geçmiş bir döneme ait yerel
ağızları tanımada yazınsal ürünlere başvurmalıdır, diyoruz.
"Sanat üretildiği toplumun görüşlerini, hatta toplumun kendisini yansıtır" türü bir ilke kabul
edersek, o sanatta toplumun hayatına, geleneklerine ve diğer özelliklerine ait değerler bulmamız
kaçınılmazdır. Herhangi bir kültürel ürün kendini çevreleyen ekonomik, toplumsal, siyasal ve tarihsel
koşullardan soyutlanamaz. Her türlü düşünce ürünü ancak kendilerini oluşturan toplumun kendi bütünlüğü
içerisinde açıklanabilir. "Tüm edebiyat yapıtlarını belli bir toplumsal, ekonomik ve tarihsel yapı içerisine
oturtmadıkça, gerçek anlamlarını, iletmek istedikleri mesajı algılamak mümkün değildir" (Tolan,
1993:187). O halde bir yazınsal yapıt da toplumdilbilimin konusunu oluşturabilecektir. Zira bir toplumun
kültürel birikimidir ve o toplumla ilgili bir çok özellikler taşıyacaktır.
4. Teneke romanının toplumdilbilimsel çözümlemesi
Biz romanla ilgili olarak şu tür bir çalışma yaptık: Kişilerin yalnızca konuşmalarının geçtiği yerleri
ve yazarın açıklamalarında kişilerin önceden veya o anda yaptığı bir konuşma varsa (dolaylı anlatım)
onları bir araya yazdık. Bu durumda olay örgüsünün anlaşılması hemen hemen imkansızlaştı. Ancak, her
kahramanın konuşmalarından kendi kimliğini bulabildik. Yalnız burada gerçek bir toplumla yüzyüze
olmadığımızdan, seslenmeden kaynaklanan: tempo, kaba, özensiz, ince, genizsil ve gırtlaksıl gibi söze
dayalı özellikleri ayırt edemiyoruz.
Yaşar Kemal'in uzun öyküsü ya da romanı Teneke, Türk romanındaki köy romanı sınıfından bir
anlatı türdür. Olay bir kasabada geçmektedir. Teneke'de içten içe bir kültür ve uygarlık sorunu ortaya
konur. Yazar olayı bir anlatı olarak kaleme almıştır. Yoksa amacı bu sorunu incelemek olsa, bilimsel bir
metin kaleme alırdı. "Bilimsel bir inceleme modelinin sağladığı kavramsal olanaklarla, konuyu romanın
ulaşamayacağı bir düzeyde ve kesinlikte çözme[k]" (Benk, Mart 1982:7) yazar için daha kolay olabilirdi.
Köy yaşamındaki bir sorunu ortaya koyabilmek için yazar olay konusunu taşradan seçmiştir. Buna bağlı
10
olarak, köy halkı ölçünlü türe uymayan bir dil kullanmış. Yazar yerel ağızları kullanmaktan kaçınmıyor.
Hatta "köylü dilini bilmeyen yazarların iyi roman yazamayacağı" (Ateş, Mayıs 1985:24) gibi bir
düşüncede olduğunu söylüyor. Zira ona göre, Türk yazı dilini halk ağzından beslemek gerekiyor. Bölgesel
dil kullanan yazarların bir amacı da, bölge dilinin de devlet dilini zenginleştireceği düşüncesidir. Bu tür
bir sav Türk romanında 1950-1970 arasında geniş olarak görülebilir (Ateş, Mayıs 1985:24). Zaten bütün
kahramanlar da bölge ağzıyla konuşmuyor. Ölçünlü türü kullanan kişilerin yanında, toplumsal ya da
işlevsel tür kullanan kişiler de vardır. Şimdiki duruma baktığımızda bu tür yazarların haklılık payı
olduğunu görebiliyoruz. 1950'lerin sonundan itibaren kente göç olgusu ülkenin temel sorunlarından
olmuştur. Kentlileşme artmıştır. Böylece bölgesel ağızlar ölçünlü devlet dili içinde kaybolup gitmiştir, ya
da büyük kentlerin gecekondu semtlerinde, biraz da yapay olarak, yeni bit tür olarak yaşamaya
çalışmaktadır. "Genel olarak ağızların sözvarlığı ortak dile zor geçmekte, daha çok ağızlar üzerinde onun
etkisi söz konusu olmaktadır" (Aksan, Haziran 1988). Bugünkü durumda bölgesel ağızlar iyice
kaybolmaya yüz tutmuştur. Belki bölgesel ağızlardan Türkçemize yeni sözcükler kazandırılabilirdi.
Yaşar Kemal'in romanında köy-kasaba çatışması vardır. Köylülerin karşısında çeltikçiler
(Karadağlıoğlu Murtaza ağa, Okçuoğlu Mustafa ağa, Mehmet Dalkesen, Mustafa Patır Patır, Delihorozlu
Şeref ağa,...), çeltikçileri tutan köy muhtarı, belediye reisi, parti reisleri, kasaba müftüsü. İki yanın
ortasında; çeltikçilerden nefret eden, köylülerin iyiliğini isteyen, bunca yıldır bu kasabada yaşadığı halde,
çeltikçilerin isteğine boyun eğmeyen, Resul efendi; kaymakama vekillik eden tahrirat katibi Resul efendi.
Köy ya da kasabada kullanılan dil kişilerin yaşantısıyla, davranış biçimiyle, inanışıyla, çevreyi
algılama biçimiyle, düşünce alanındaki gelişmeye koşut olarak, kısacası yaşamın her boyutuyla yakından
ilgilidir. Kişilerin oluşturdukları tümcelerle içinde bulundukları ruh hali birbirini tamamlıyor. "Her
konuşmacı, toplumsal bağlam ve konu değiştikçe kimi dilbilimsel değişkenliklerde ayrılık gösterir"
(Labov, 1982:163). Genel anlamda tüm roman için geçerli olabilecek bir yaklaşımı inceleyeceğimiz
roman için şöyle diyebiliriz: Teneke romanındaki farklı tiplerin sözvarlığının incelenmesi, o romanda
konu olan ve gerçek yaşamın bir kesiti olan toplumun; romanın konusunun tahminen geçtiği dönemde
hangi konulara ilgi duyduğunu, bölge halkının değer verdiği kavramların neler olduğunu, hangi toplumsal
katmanlarla ilişki kuruduğunu ortaya koyar. Kısacası romandaki tiplerin sözdağarcığı toplumsal yapılarını
ele verir türdendir. Kullandığı dil vericinin kültürel yapısıyla doğrudan ilgilidir. Konuştuğu dil yardımı ile,
vericinin bulunduğu toplumdaki sosyal konumu hakkında belirli bir ipucu verecektir. Murtaza ağanın
tehdit dolu sözleri, kendisinin o toplumda ekonomik ve siyasal olarak daha güçlü olduğunun göstergesidir:
"Tam otuz lirayı dönüm başına babanızın hayrına mı veriyorum?" (s.32), "Ben kiraladım. Çıkacaksınız.
Benimki bir insaniyetlik size" (s.33). Kısacası, dil belki de davranıştan da önce gelen, insanı anlama ve
anlatma aracıdır.
4. 1. Romandaki tipler ve özellikleri
Geleneksel Türk köy romanında olduğu gibi bu romanda da belli başlı tipler vardır. Bu tipler bir
toplumsal grubun özelliklerini yansıtıyor. Bu tiplerin gerçek dünyayla ilgili olduğunu Yaşar Kemal kendisi
11
söylüyor: "Özellikle tip yaratırken o bölgedeki tiplerin anlatımına sadık kalıyorum" (Benk, Mart 1982:9).
Burada kısaca tip ve karakter arasındaki olan ayırımı açalım: Karakter bireysel özellik taşır. Tip ise bir
toplumsal grubun en genel özelliklerini taşır.
4. 1. 1. Erkek tipler
Bizim romanımızdaki belli başlı kahramanlar tip özelliğini taşımaktadır.
* MURTAZA AĞA: Çukurova ve Güney Doğu Anadolu bölgesinde görülen feodal bir yapını
özelliklerini taşır. Haksız işleri yapmakta ustadır. "Bizim gazancımız insan ganı. Biz ganı emiyoruk. Sinek
ganı emmiyor, biz emiyoruk...." (s.61).
* MEMO ALİ: Eski eşkiya, yeni yerleşik düzen yanlısı bir köylü tipidir. İsminden de anlaşılacağı
gibi doğu kökenlidir: "Siz merak etmektir yok. Değil Okçioğli adamları, Okçioğli babasi, sülalesi, bin kişi
de gelmiştir. Yaklaşmış yoktur su... Hiç kimse... Ya ölmiştir Memo Ali, ya da su yaklaşmiş yoktir" (s.68).
* RESUL EFENDİ: Yerel feodal güçlerle iyi geçinmeye çalışan korkak memur tipi. Tahrirat katibi
Resul efendi, içten içe ağalara karşı çıksa da onlardan korkar. Ama her zaman devletin yanında olmaya
çaba gösterir. "İstifa edemem. Diyecekler ki, bakın şu sümsük Resul'a, bir kaymakam vekilliğinin bile
altından kalkamadı" (s.7).
4. 1. 2. Kadın tipler
Romanda kadın çok fazla yer işgal etmiyor. Tüm romanda iki-üç kadından sözedilir. Bazıları
olaylara doğrudan katılmıştır. Ama bir iki tanesi de ya söz düzleminde vardır, ya da roman kurgusunda
önemli bir işlevi yoktur. Örneğin kaymakamın arkadaşı Nermin hanım söz düzleminde vardır. Diğer
taraftan romanın kurgusunda iki kadın yer almıştır.
* ZEYNO (Zeynep) KADIN: O, zaman zaman Anadolu'da görülen erkek gibi cesur kadınlardandır.
Toplayıcı, birleştirici ve önderlik edici bir ruhu vardır. "Sizin de erkekliğiniz batsın iğdişler. Köy göl
oldu. Sürgüne gidiyoruz. Hiç erkek kalmadı mı bu köyde?" (s.46). Resul efendinin ve eşinin karşıtı olarak
yerleştirilmiş bir tiptir. Zeyno karı "hayatın zoru ile erkek kadar kabiliyetli olduğunu ispat ederek,
[erkekler] kadar sorumluluk yüklendiğini görüyoruz" (Karpat, 1971:21). Çoğu kez soylu bir kimlik çizer.
Toprak sahibinin ve devlet memurunun adaletsizliğine dayanamaz. "O, Okçuoğluysa, ben de Zeyno
karıyım. Benim de inadım inat. El mi yaman bey mi yaman, görür Okçuoğlu..." (s.64).
*RESUL EFENDİNİN KARISI: İkinci kadın tipi, Resul Efendinin eşidir. Kocasına temkinli
olmayı salık verir. "Sana derim ki Resul Efendi, burnunu sokma bu işlere. Hepsini senden bilirler" (s.37).
Çeltikçilerin kocasına zarar vereceğinden korkar. "Uuuy! Ocağımıza incir diktiler, ocakları sönesiceler
uuy!" (s.9). Kasabanın ağasına karşı gelmek, onun hasmı olmak istememektedir.
4. 2. Dil türleri ve romanda kullanılan dil düzeyleri
12
Dil bir ulusun ortak malıdır. Lehçe, ağız ve değişkeler ise bu dilin alt gruplarıdır. Belirli bir dilin
içinde bu alt gruplardan bir ya da bir kaç tanesi bulunabilir. Bu gruplar ölçünlü dile çok büyük zarar
vermez. Hatta ülkemizdeki bölgesel kullanımlar arasında bile anlaşılmazlık sorun olamayacağını
söyleyebiliriz. Devlet dilindeki herhangi bir sözcük bölgesel ağızda bozulmuş biçimde ya da farklı kökten
gelmiş bir sözcükle denktir. Dilin değişmesi ya da yeni bir grup dilinin doğması toplumsal dinamizme
bağlıdır. Wilhelm von Humboldt'a göre diller "kendi başlarına ve özgür olarak doğmazlar. Bağlı oldukları
kültür çevrelerinin özelliklerine göre ve o özelliklerle birlikte gelişirler (Akarsu, 1984:50). Bu toplumun
kültür alanındaki, düşünce alanındaki, ruhsal ve sosyal alandaki değişmeyle doğrudan ilintilidir.
Kamile İmer, Norbert Dittmar'dan yola çıkarak dört ayrı dil türünden söz eder. Ölçünlü türler,
bölgesel türler, toplumsal türler, işlevsel türler (İmer, 1987:217). Biz konumuzla ilgili olanlardan kısaca
sözedelim.
Romanda ana grup olarak üç tür insan vardır: Buna bağlı olarak da üç tür dilin varlığından
sözedebiliriz: Köylüler, çeltikçiler ve devlet memurları. Yazar bu kişileri bizzat konuşturarak onları
okuyucusuna tanıtır.
4. 2. 1. Ölçünlü tür
Bu dil türü devletin resmi dilidir ve bir ülkenin kültürel merkezi ile yakından ilişkilidir. Yani
Türkiye Türkçesinin ölçünlü tür olarak İstanbul ağzını seçmesi bir raslantı sonucu değildir. Aksine
İstanbul ağzı bir kültür dili olmuştur ve diğer yerel ağızlardan daha gelişmiştir. Romanda ölçünlü türü
kaymakam Fikret Irmaklı kullanıyor. "Bendeniz Fikret Irmaklı. Teşekkür ederim. Ne zahmet!
Teşekkürler... Çok çok teşekkürler" (s.16). Ayrıca bölge insanından olan memurlar da bu dili konuşma
çabası içindeler. Bölgeden olan memurlar devlet dilini (ölçünlü tür) kullanıyorlar (ya da kullanmaya
çalışıyorlar). Burada Resul Efendi bu tipi belirtiyor ve iki dili de yerine göre bir arada kullanıyor. Bu
gruptaki memurlar ölçünlü türü konuşmaya özen gösteriyorlar.
Kişinin farklı gruplar karşısında benimsediği dil kullanımı farklılık gösterecektir. Arkadaşıyla, ya
da amiriyle konuşurken kişinin kullandığı dil hep farklılık gösterir. Bölgesel ağızları konuşan bir kişi,
zorunluluk halinde ölçünlü türü kullanıyor. Böylesi bir kullanımda yerel ağızlardan tam kurtulamaması
söz konusu olabilir. "Aynı dilsel toplulukta kullanılan dilin çeşitli türlerindeki kodlar az ya da çok
örtüşmektedir. Bölgesel kullanıma sahip bir konuşucu ile ölçünlü (standart) tür konuşan bir konuşucunun
birbirlerini anladıkları oranda örtüşme alanı değişmektedir" (İmer, 1990b:25). Burada Resul Efendi iki tür
dil kullanım kodunu biliyor. Murtaza ağa ile konuşurken: "Ne yapalım ağam, sayenizde" (s.6) diyecek,
ama kaymakama: "Size söyliyeceklerim var efendim (...) Bana çok iyilik ettiniz" (s.39) diyecektir. Kasaba
halkına: "Usandım elinizden deyyuslar" (s.7) diye bağıracaktır. Ya da eşiyle: "Hanım, bir anlatıversem, bir
çıtlatıversem bunların yaptıklarını, alimallah dumanını attırır" (s.36) diyerek bölgesel ağız özelliklerini
koruyacaktır. Bu nedenle iki grup arasında bir köprü görevi üstlenmiş durumdadır.
Aynı şekilde köylüler kendi aralarında kendi bölgesel dillerini kullanarak, daha rahat konuşurken
kaymakamla konuşmalarında ölçünlü türe uyma gereği duyarlar. Tabi bu tür kullanımlarda kişiler ölçünlü
13
türü kullanırken yanlışlıklar yapabiliyor. Murtaza ağa'nın "Buyurun beğem efendim. Gaymakamım
beğimiz bizim, sevgili gaymakamımız" (s.18) türü bir dil kullanımı, zorlamalı bir anlatım gibi görünüyor.
Bu bakımdan Resul efendi ile Murtaza ağanın dili kullanımında ayrılıklar görülebiliyor. Zira Resul efendi
ölçünlü dili daha rahat konuşabiliyor.
4. 2. 2. Bölgesel tür
Bu tür dil kullanımında, dilin bölgesel değişiklikler ve bölgesel kullanımların birey ve toplum
üzerindeki etkisi görülür. Biraz büyükçe olan hiç bir toplulukta aynı ağız konuşulmadığını rahatlıkla
söyliyebiliriz. Değil bir ülkede, bir şehir sınırları içinde bile farklı ağız ya da şive konuşulabilir. Gerçekte
her resmi dil ölçünlü dil bir ya da birkaç lehçe (fr. dialecte), değişke (fr. variante), ağız ( = şive) (fr.
parler, parler local, patois) barındırabilir. "Toplumdilbilimsel değişken, toplumsal bağlamın, dilbilimsel
olmayan bir değişkeniyle; konuşan, konuşulan ve onu belirleyen koşullarla ilişkiler biçiminde
tanımlanabilir" (Labov, 1982:171). Kısacası bölgesel dil, belirli yerleşim alanı içinde oturanlar tarafından
kullanılan, ölçünlü dilin yanında sözel olarak varlığını sürdüren bir kullanımdır. Ortak dilin geniş kullanım
alanında olabilecek dilsel değişiklikler bölgeseldir. Bu da ortak dili kullanan diğerlerini çok fazla
etkilemeyecektir.
Sanatçılar, yazarlar, düşünce adamları yerel ağızları çalışmalarında kullanabilirler. Teneke romanı
yerel ağızlar kullanımına güzel bir örnektir. Kitapta bölgesel ağız kullanımı anlatının tümünü kapsamıştır.
Hatta bu yönü verilmek istenilen bildiriyi de etkileyecek durumdadır. Olay Çukurova'da geçtiği için
kullanılan yerel ağız da bu bölge ile ilgilidir. (Bir eleştirimizi de belirtelim: Memo Ali'nin dili birazcık
yapay duruyor. Doğu kökenlidir. Türkçeyi doğru olarak konuşamıyor. Kendisi için İkidillilikten (fr.
Bilinguisme) sözedebiliriz. Hatta karma ikidillilikten (fr. Bilinguisme composite: İki dili tek bir kod içinde
ve tek bir dilmiş gibi konuşma durumu) (Fishman, 1971:10) sözedebiliriz. Ama bir doğulu vatandaşımızın
da bu şekilde konuşmadığını düşünüyoruz. Bütün bunların ötesinde sözceleme öznesi yazar olduğuna
göre, biz okuyucuların tek silahı eleştirmektir. Düzeltme şansımızın olmadığını biliyoruz).
Romanda bölgesel türü, özellikle en alt kesim kullanıyor: Köylüler. Köy yaşamı ile dili arasındaki
ilişki doğru orantılıdır. Her ikisi de olabildiğince yalın ve sade. Temel gereksinmeleri karşılamaktan öteye
bir işlevi yoktur. "Köy insanların ilkel yaşama ihtiyaçlarını karşılamak için kurulmuş, [üretici] insanların
meydana getirdiği bir topluluktur. Yaşama ihtiyaçlarını karşılamak için kurulmuş tabiî bir düzen içinde
hayatını sürer gider. Eğer köy dışardan veya kendi içinden toplumsal, ekonomik ve kültürel bir etki
görmezse durgun bir şekilde yaşamakta devam eder" (Karpat, 1971:10). Burada İmer'in görüşlerine
katılıyoruz: "Dilin gelişmesini, toplumda olan değişmeler, kültür ve düşünce alanındaki gelişmelerle
[açıklayabiliriz]. (...) Her toplumun içinde yaşadığı düzenin koşullarına göre gerekli sözcükleri [kullandığı
gerçektir]" (İmer, 1980:157). Yani insanın karakteri, davranışı, sosyal süreçler, sosyal örgütlenmeler hatta
toplumun alınyazısı coğrafi çevreyle yakından ilgilidir. Romanda bu dili en iyi Memo Ali simgeleştiriyor:
"Ne gelmiştir elimden Ane! Ne gelmişdir! Öldir Okçiyi, çıkmiştir dağe. Okçi bir adem değildirkim. Okçi
14
çoook! Şaşirmişim Ane! Ben çatlayacak. Hersimden çatlayacak ben. İğdiş olmuş biz ane, iğdiş...." (s.46)
diyen bir köylü dili. Kısacası aynı dil birliği içinde de olsa, köylü ile kasabalının, köylü ile memurun,
köylü ile kaymakamın, kasabalı ile kaymakamın dil edinimleri (fr. compétence linguistique) ve
kullanımları; sözvarlığı, sözdizim ve anlatım düzeyi gibi bir çok yönden farklılıklar göstermektedir. Bu
bölgesel lehçe birazcık da toplumsal farklılaşmayı (fr. différenciation) gösteriyor (Fishman, 1971:19).
Yani Çukurova'daki herkes o dönemde böyle konuşuyor diye bir savımız yok. Aksine bu lehçe Çukurova
köylüsünün toplumsal kimliğini belirtiyor.
Yazarın romanında bu ağız özelliğini kullanmasının şu amaçları olabilir:
1. Olay Çukurova'da geçtiği için bölgesel ağız kullanılarak verilmek istenen bildirinin daha
inandırcı olması beklenir. Bu durum, yazarın anlattığı kişiyi gerçekten tanıyor imgesi vermek içindir.
Roman bir yapıntı dahi olsa gerçeğe benzerlik kaygısı güdülmüş olabilir. Fethi Naci, Yaşar Kemal'in
yaşantısından ve tanıklığından, yani insanlardan yola çıkarak (Naci, 1976:45) olayları anlattığını söyler.
Kısaca Yaşar Kemal yaşadıklarını aktarmıştır, diyebiliriz. Burada yaratılan kurmaca dünya gerçekle yakın
ilişki içindedir. Toplumda varolan bir durumun nesnel bir biçimde anlatımıdır. O halde, okuyucu olarak,
yazarın bakış açısıyla bir toplumsal olayın tanıklığını yapıyoruz. Eser bir yapıntı olmasına karşın,
göndergeleri gerçek dünyaya aitmiş izlenimi verilmek istenmiş olabilir.
2. Yazar Çukurova'lıdır ve bölgesel ağız kullanımında bir sorunu olmayacaktır. Bu durumu da
yazarın bir ayrıcalığını yapıtında yansıtması olarak algılamak gerekir. Kendi bölge insanının sorunlarını
dile getirmek istemesi sözkonusudur. "Yaşar Kemal, anlattığı çevrenin ekonomik ve sosyal yapısını bütün
ayrıntılarıyla incelemiş (...) avucunun içi gibi biliyor" (Naci, 1976:44). Yazar için toplumun sözcüsüdür ya
da toplumun sözünü, toplum adına söyliyen kişidir, dersek doğru olacaktır.
3. Yazar, kişilerin "toplumsal olaylar karşısındaki durumunu, bilinç düzeylerini ortaya koyan,
aydınlatan; kişileri kullandığı sözcükler, cümleler, deyimler, deyişler, bunların şu ya da bu biçimde
söylenişi sayesinde birey-çevre bütününü gözlerimizin önüne" (Ateş, Mayıs 1985:24) sermek istemiştir.
Yine bölgesel dilden devlet diline yeni sözcükler aktarılabileceği düşüncesi Kemal'in bir dönem
savunduğu düşüncelerdendir.
4. 2. 3. İşlevsel tür
Toplum ne denli karmaşık olursa olsun, her zaman çıkar gruplarının kendine özgü bir dili vardır.
Buradaki dil, ortaklığı hangi bağlamda olursa olsun, bir çıkarın sonucudur. Bu tür bir kullanım devlet
dilinden söz dağarcığı, titremleme (fr. intonation), ve tümce yapıları bakımından değişiklikler görülebilir.
Söz dağarcığına yeni sözcükler girmiştir. Bu var olan bir sözcüğe yeni bir anlam yükleme şeklinde
olabileceği gibi, bir başka dilden ödünç alınmış sözcükler de olabiliyor. Her toplum, günlük yaşamındaki
gereksinimlerine bağlı olarak gerekli sözcükleri kullanır ve içinde yaşadığı durumların gereği yeni
sözcükler üretir. Buradan yola çıkarak, "toplumsal yapı ile dil yapısı arasında karşıtlık ilkesi" (Theodor
Landowski'den aktaran İmer, 1980:160) aranabilir.
15
İşlevsel tür olarak kasabadaki çeltik ağalarının dilini alabiliriz. Kendi aralarındaki sohbetlerde
kullandıkları dil, meslek dilidir ve işlevsel tür özelliği gösterir. "Çeltikçiler meydanlarda görünmez
oldular. Bölük bölük müzakerelerde bulunuyorlardı. Müzakerelerle gün geçiyordu" (s.56), "Bir arabanın
üstüne çıkıp oturdular. Uzun uzun müzakere ettiler" (s.54). İşte bu uzun müzakereler o toplumsal grubun
bir üstdiliyle yapılmaktadır. İşlevsel bir özelliği vardır. Bu grup, köylü üzerinde yetki kurmaya çalışan,
egoist ve çıkarları uğruna her şeyi yapabilecek kasabanın ekonomik bakımdan güçlü olan kesimidir:
Çeltik ağaları. "Ağanın köydeki eğemenliği kesindir. Köylüleri kendilerine karşı olan tutumlarına göre
cezalandırır, ödüllendirir. Mahkemede istediği gibi tanıklık yaptırır onlara, kendilerine başkaldıranlara
uydurma diller bile kullanır" (Karpat, 1971:69). Murtaza ağanın Resul Efendi için söylediği ilginçtir:
"Irasul Efendi, Irasul Efendi, benim toprağa döktüğüm servetim senin gibi yüz itin kanına değer (...) Şunu
iyi bil ki, Irasul Efendi, bir kurşunun bedeli elli kuruştur" (s.11). İlçenin memuru ona karşı olmamaya özen
gösterir. Köylülerden bir isteği olduğu zaman tehdit ederek ister ve eski yaptığı iyilikleri hatırlatır: "Benim
yaptığım iyiliği babanız yapmaz.. Gözü çıkasıcalar. (...) Size yaptığım iyilikler gözünüze dizinize dursun.
Nankörler. Ben size yapacağımı bilirim" (s.35). Romanda asıl önemli olan ve yazarın büyük yer verdiği
kasaba dili, bir dönem Türkiye'deki kasaba yaşamı ve toplum ile ilgili birçok ipucu verebilecek özellikler
taşıyor. Örneğin "Bizim gazancımız insan ganı. Biz ganı emiyoruk. Sinek ganı emmiyor, biz emiyoruk...."
(s.61) diyebilen bir grubun dili.
Romanda kültür düzeyi yüksek bir bakanla konuşup gelen kasabalı, şehire geldiğinde, bakanın
ölçünlü dilde söylediklerini kendi süzgecinden geçirerek alıcıya aktarmaktadır. Murtaza ağa kaymakamın
söylemediği sözü köylüye aktarırken yerel ağzıyla aktarıyor. "Bana «Ağa, dedi, seni heç beyle
bellemiyordum. Sen adamın tekesiymişsin» dedi, senin hakkında kötü mekdip ulaştırdılar bana" (s.20),
"Getdim dahiliye Vekilime efendim dedim, biz dedim, bu vatan evladıyık dedim. (...) Biz zulum altında,
barmak gadar bir çocuğun zulmü altında (...) Dedim dedim dedim oğlu dedim. (...) Bana baktı gene yazdı,
yazdı babam yazdı" (ss.78-79) . Burada da görüleceği gibi, serbest aktarılan söylemde bile vericinin kendi
özelliklerini görebiliyoruz.
4. 3. Romandaki ölçünlü türe uymayan sözcük ve cümlelerin çözümlemesi
İncelediğimiz romanda ölçünlü devlet diline uymayan sözcükler ve yapılar belirledik. Sözcük
düzeyindeki farklılıklar çoğunlukla, devlet dilinde var olan bir sözcüğün farklı söylenmesinden
kaynaklanan türler.
Romanda devlet dilindeki (resmi dil) sözcüklerin değişikliğe uğramış biçimleri (beğem,
gaymakam, gözel, pambuk, galdı, esvap (elbise), galem, irezil, deel (değil), uruskatiye (ruhsat), mekdip
(mektup), gumutan, barmak, gadar, halbuysaykim (halbuki), Evrepa, galıntı, dayire, taşakkur,...), ölçünlü
türe uymayan tümce türleri (aleyidir etme, sana direm işte, "su evleri yıkmişdir" (s.62), "inyad uçin"
(s.62), "hökümata gidak (gidelim)" (s.47), "yok olmiştir Memo Ali ya da su yaklaşmiş yokdir, (...) siz hoş
gelmişsez" (s.70), tohdur beğ bene gulak ver, "haşşöyle ağam" (s.70), "Amanı bilin mi memur Bey?"
16
(s.28), ölürdü beni (öldürdü beni), bugün mutlak söyliyeceğim, "seni heç beyle bellemiyordum" (s.20),
"çocukları iyicene çamura sokup kucağınıza alın" (s.48), "seni gördüm, derekap fikrimi değiştirdim"
(s.21), "vallaha göbeğe gadar su billah su" (s.49), gözümüzün çiçeğini ye Irıza,...) gibi yerel değişiklikler
görmek olasıdır. Burada da görülebileceği gibi, bölgesel bir ağız konuşan köylülerin dili daha yalın ve
kısadır. Yine dilbilgisi bakımından daha basittir. "Bir garbi yel esmesin, torlar toparlar getirir" (s.33).
Çoğunlukla eylemi açıklayıcı bir anlatımdır. Yani düşünceyi anlatan cümleler daha azdır. Dilek ve emir
tümceleri daha kısadır: "Ocakları sönesiceler" (s.9). Bazen sözcüğe yeni harfler ekliyorlar: "iyicene"
(s.48), "haşşöyle" (s.70), "amma" (s.32), "halbuysaykim" (s.78), "uruskatiye" (s.70). Bazen de harf
düşürüyorlar: "Deel" (s.78), "mutlak" (s.75), "allasen/Allahını seversen" (s.62). Bölgesel kullanımda bu
tür ses yitimi, ses türemesi ve ses aktarımı sık karşılaşılan bir durumdur (Bkz. İmer, 1990:69-81).
Gerçekte ölçünlü dile uymayan bu bölgesel kullanımın da (kuralları ölçünlü tür gibi çok kesin olmamakla
birlikte) kendine özgü bir dizgesi vardır. Kullanan bölge halkı bu dizgeyi sadık kalır. Yani romandaki
bölgesel dil kullananlar, "bölgesel dil kullanıyorum" diye istediği gibi bir sözdizim kullanamazlar.
Kullanılan dilin de kendi içinde geçerli bir dizgesi vardır. Bu dizge devlet dilinden farklılıklar gösterebilir
ama, yine de belli bir iletişim kurma kaygısı içinde üretilmiştir. Bu bölgesel dili kullananların ölçünlü
devlet dilini kullanmak için ne bir zorlaması ne de özel bir çabası vardır. Labov insanların doğru
olduklarını bildikleri biçimleri niçin konuşmadıkları sorusunu "tembelliğini vurgulamak, ilgi eksikliği ya
da saygınlık kuralından soyutlanmışlık" (Labov, 1982:181) olarak cevaplar.
Dikkat ettiğimizde sözcük düzeyindeki değişiklik sert harflerin (k, p, t) yumuşak harflerle (g/ğ, b,
d) yer değiştirmiş olduğunu anlıyoruz (kırk/gırk, kadar/gadar, kalın/galın, parmak/barmak,
düştüm/düşdüm, tatlı/datlı,...). Sesletimi daha zor olan sözcük başındaki sert harfler, daha kolay
çıkarılabilecek olanlarla değiştirilmiş. Sözcük başındaki P harfinin sesletimi B harfine göre daha zordur.
Aynı şey K ve G için de geçerlidir (galem, gaymakam, gadıköy, gumutan...). Devlet dilindeki herhangi bir
sözcük bölgesel ağızda bozulmuş biçimde ya da farklı kökten gelmiş bir sözcükle denktir. Bu değişimin
kaynağını Türkçe'nin Arapça ve Farsça ile olan yakın ilişkisine bağlıyoruz. Ayrıca iklimin de dil üzerine
etkisi olduğunu düşünenlerdeniz. Sıcak bir yörenin insanları konuşmaktan aciz bir durumdadır.
Gözlemlerimize göre sert harfleri çıkarmak yumuşak harfleri çıkarmaktan daha zordur, daha çok emek
gerektirir. Yine cümle başındaki çıkarılması zor olan, R gibi, S gibi harlerden önce bir harf eklenmesi bu
tür bir özelliğe bağlanabilir. Ayrıca geniş bir köy ortamında daha çok bağırarak iletişim kurulur. Yani
burada söz konusu olan iletişim ediminde; uzaklık ve bir takım nedenlerle yüksek sesle gerçekleşmesi
gerekiyor. Kırsal kesimindeki iletişimde yüksek sesle konuşmak iletişimin neredeyse temel
özelliklerinden. Kasabada birazcık daha kibar olma gereğini duyan Murtaza ağa İresul derken, köyde daha
kaba şeklini kullanma gereğini duyuyor: Irasul. Çünkü köyde tehdit ederek ve bağırarak konuşması
gerekiyor. İnce ünlülerle konuşarak çok fazla etkili olunamayacağını düşünüyor olmalı. Buna benzer
örnekler romanda bulunabilir: Resul/İresul-Irasul, Rezil/irezil, ruhsat/uruhsat-uruhsatiye, Rıza/Irıza-Irza
gibi. Vericinin bidirisinin yanında ses yüksekliğinin de anlaşmada önemi vardır. Bu bağırma esnasında
17
ince ünlüler bırakır. (Hökümat, "kefilsen" (s.84), "Taşakkur ederem" (s.79), "gözel" (s.19), "zulum"
(s.78), "zalım" (s.56), "Eyisin, hassın, can adamsın ağa, amma velakin köyde nasıl dururuz?" (s.32).
Sonuç olarak romandaki kişiler arasında şöyle bir dil kullanımı sınıflandırılması yapabiliriz:
Kasaba halkı Çukurova ağzıyla konuşuyor. Köylü ise biraz daha değişik, Çukurova bölge dilinin bir
değişkenliğini konuşuyor. Kaymakam, ölçünlü devlet dilini kullanıyor. Kasabadaki bölgeden memurlar,
hem Çukurova ağzını hem de devlet dilini yerine göre kullanmaya çalışıyorlar. Bazen de ölçünlü devlet
dili içinde kendi ağızlarından yapılar, sözcükler kullanıyorlar.
4. 4. Kişilerarası seslenme (hitap)
Kullanılan dildeki tümce yapısı, sözcük seçimi, vurgu ve dilbilgisel kipler yardımıyla alıcı ve verici
arasındaki toplumsal ilişkiyi ve işlevselliği öğrenmek olasıdır. "Toplumdilbilim, hem konuşucunun hem
de dinleyicinin toplumsal konumuyla, bildirişim durumlarını, söylem çeşitlerini ele alır" (Vardar,
1988:204). Konuşmacı kişi için tek bir biçim yoktur. Romandaki kişilerin birbirlerine karşı kullandıkları
seslenme biçimi bile toplumsal kimliği ele verir türdendir: Bey: Kaymakam bey (resmi makam), Fikret
bey (Kaymakama yakın olma isteği); Ağa: Murtaza ağa (toplumdaki sosyal statüsü, siyasal ve ekonomik
üstünlük) "Senin gibi var mı ağa? Sen yok musun? Gözünden anladın değil mi?" (s.28), Ağa hazretleri
(dalkavukluk), Ağam, Ağa efendi (yalvarma, zorunlu saygı, yalvarma) "Köylüler: Ne edek ya ağam?"
(s.31), Beyefendi: (Resmiyet, kibarlık, saygınlık), Efendim: (Kibarlık, yalvarma. Özellikle Resul
Efendinin kaymakama olan yaklaşımı), Efendi: Irasul efendi (horgörme, hiçe sayma, Küçümseme),...
Bunlar farklı kişilerin birbirlerine karşı olan tutumunu gösteren seslenme biçimleri. Kısacası her
konuşmacı toplumsal bağlam ve konu değiştikçe, kullandığı kimi seslenme biçimleri, sözdizim özellikleri,
sözcük seçimi, kısacası dilbilimsel değişkenler de ayrılık gösterebilir. Sonuç olarak, dil kullanımı ile
toplumsal davranış biçimi arasında karşılıklı etkileşim sözkonusudur. Ortak dilde bölgesel ağızlara özgü
söz gereçlerinin başında, seslenme (hitap) öğeleri gelmektedir.
Toplumdilbilim, betimlemeci ve sınıflandırmaya (fr. Taxinomique) dayalı bir yöntem izleyerek
(Laks, Eylül 1984:112) tutarlı bir inceleme arzulamaktadır. Bu tür bir yaklaşımla, kişilerarası seslenmeyi
incelediğimizde, en çok Murtaza ağanın seslenme biçimi önemli görünüyor. Umutlu, yalvarış ve
kızgın/kinlenmiş haldeki seslenme biçimi hep değişik. Farklı durumlardaki seslenme biçimi işlevsel tür
olarak tanımlanabilir. Ayrıca konuştuğu kişinin sosyal durumu onun için hep önemli. Bir köylüden istekte
bulunurken bile tehdit eder bir biçimde konuşurken, bir kaymakamdan istekte bulunması halinde çok
acınacak duruma düşebiliyor. Burada toplumdilbilimin temel sorularından birisinin cevabını bulabiliriz.
"Bir kimse bir şeyi alıcısına niçin ve hangi bağlamda söylemiştir?" Murtaza ağanın kaymakama sesleniş
biçimini üç grupta topladık:
1. Kaymakam yeni geldiğinde Murtaza ağanın kendi yanına çekebilme arzusunu belirten iltifat ve
övgü dolu adlandırmalar: "Kaymakamıma da yakışmış, oğluma da layık" (s.15), Efendi gaymakamım,
gözel oğlum, gözel efendim, beğem efendim (s.18), gaymakam beğimiz (s.18), bizim sevgili
18
gaymakamımız (s.18), "Fikret beyefendi oğlum" (s.23), "iki gözümün çiçeği, gözümün çiçeğini ye
gaymakamım" (s.22), "sonradan görmüş deel" (s.20), oğul, evladım,...
2. İkinci gruptakiler daha çok yalvarma biçimindedir. Bir işi için kaymakamdan yardım
istemektedir. Yasal olmayan bu iş için kaymakama yalvarması gerekmektedir. İstediği işi yapması için
yalvarması Murtaza ağaya uymayan bir durumdur ama çıkarı her şeyin üstündedir: "«Gaymakamım» diye
ağıdımsı bir ses geldi karanlıktan. «Ben Murtaza ağayım Gaymakamım»" (s.60), "Elini ayağını öpüyüm
gaymakamım. Etme eyleme. Ocağına düşdüm" (s.61), Yapma tutma yavrum, acı bana gözel efendim,...
Yalnız kaymakama değil, çıkarı için herkese yalvarmaktadır: "Gözümün çiçeğini ye Iraza (...) Göster
kendini Irazam" (s.53)
3. Son gruptakiler birincisinin tam tersidir. Artık onu kasabadan Teneke çalarak kovmak
zamanıdır: Konuşmanın ortamı önemlidir. Gelişigüzel, coşkulu ya da duygusal konuşmalarda vericiye
bağlı dilbilimsel değişkenlikler vardır. "Nasıl vermez uruhsatı? Genç, çocuk... Başına geleceği bilmiyor"
(s.56), "Sen bilirsin Gaymakam (...) Eyi düşün, senin de gençliğine yazık" (s.61), Zibidi oğlan, it, it oğlu
it, zibidi, beatnik, züppe, "Bakın onu nasıl uğurladım! Tam yüzelli tenekeyle" (s.85)...
Toplumdilbilimin temel sorularından birisi "bir kimse bir şeyi neden söylemiştir?" (Labov, 1982:163). O
halde Murtaza ağanın hitap biçimlerini niçin söylediğini, niçin değiştirdiğini anlıyoruz. Gerçekte Murtaza
ağa, yeni konumlarına koşut olarak, kaymakam sözcüğünü anlamlandırmıştır. Yani her yeni ad koyma
işinin (farklı türdeki bir sesleniş biçimi) yeni bir anlamlandırma çabası olduğu açıktır. Tabi şunu da
söylemek olasıdır: Sözcük türetmek düşünce üretmektir. Her yeni adlandırma, Murtaza ağanın ürettiği
düşünceleri (hangi olguları hangi olgularla nasıl bir bağıntı içinde düşündüğünü) gösterir. Söylenilen her
yeni sözcük kişinin olgular arasında kurduğu düşünsel bağıntıları (ve bu bağıntıları nasıl kurduğunu)
açıklar. Denilebilir ki, Murtaza ağanın ruhsal durumu konuşmalarına aynen yansımıştır. Türkçemizde
"Dervişin fikri neyse zikri de odur" anlatımıyla belirtilmek istenen gibi. Düşünsel olarak arzulanan söz
düzleminde dile getirilmiştir. Aynı kişi farklı ruhsal anlarda farklı hitap şekilleri kullanarak, gerek
romanın alıcısına (okuyucu) gerekse romanın içinde kendi alıcısına çok önemli ipuçları vermiştir.
Pohpohlama, iltifat, yalvarma, hakaret gibi seslenişler. Burada toplumdilbilimin konusu olan dil kullanımı
ile toplumsal davranış biçimi arasındaki etkileşimi görüyoruz. Aslında bu tür bir kullanım yalnızca
Murtaza ağaya özgü değildir. Ama o bir bölgedeki Ağa tiplemesinin örneğidir (Murtaza, ismiyle bir
karakter olmakla birlikte, genel olarak ağa tiplemesinin özelliklerini taşıdığını anlıyoruz).
5. Sonuç ve genel değerlendirme
Romanın kurmaca dünyasındaki kişilerin konuşmalarının, kişileri ve grupları tanımada yardımcı
olacağını düşünüyoruz. Bu nedenle toplumdilbilim roman incelemesine yeni bir yaklaşım getirebilir,
dönemin roman tiplerinin kimlikleri konusunda bir çığır açabilir. Ulusların kendine özgü duyarlılıklarını,
dünyaya bakış açılarını, düşünce biçimlerini ürettikleri kendi kültürel değerlerinde görebiliyoruz.
Roman bir imgesel dünyadır. Yani her şey bir yapıntı ortamında gerçekleşir. Ama çalışmamızın
çok yerinde de sözünü ettiğimiz gibi, köy romanı ve özellikle Yaşar Kemal'in Teneke romanının
19
göndergeleri (fr. référent) gerçek dünyaya aittir. Bu özellik köy romanı temasını işleyen tüm romanlar için
geçerlidir diyebiliriz. Bu düşsel dünyanın kahramanları gerçek dünyada karşılaşılabilecek birer tiptir.
Onları yazarın bakış açısından tanıyabiliyoruz. Bu tiplerin sadece konuşmaları bile kendilerine ait sosyal
durumlarını, kimliklerini bulmada önemli ipuçları oluşturuyor.
Toplumdilbilimin konusu gerçek dünyadaki toplumsal katmanların dillerinden hareketle bir yargıya
varmaktır. Ama gerçek dünyanın bu toplum grupları kendilerini yalnızca konuşmalarıyla anlatmazlar. Bir
resimle, bir müzikle ya da, hangi türde olursa olsun, bir anlatı veya davranışla kendini, ya da bir toplumsal
durumunu açıklayabilir. Kemal Karpat, "Türkiye'nin sosyal tarihini yazacak olanların ilk sağlam kaynağı
şüphesiz ki edebiyat olacaktır" (Karpat, 1971:15) der. Gerçekten de edebiyat bir dönemin, bir toplumun
belirli bir toplumsal olgusunu dile getirmesi bakımından önemlidir. Romandaki tema ve diğer konular
sosyal tarihi yazma bakımından önemlidir. Ama biz, Karpat'ın görüşlerinden yola çıkarak şunu diyebiliriz:
Türkiye'nin toplumdilbilimsel gelişmesini yazacak olanların ilk sağlam kaynağı şüphesiz edebiyat
olacaktır. Çünkü edebiyat dil ile yazılır. Dil de toplumun aynasıdır. Edebiyattaki tipler bu toplumun
içinden çıkmıştır.
Burada bir bölge dilinin işleyişini ve toplumsal kimliği belirlemedeki işlevini sorguladık. Labov'un
"yöresel anadilin gözlemlenmesi, dilbilimsel yapıların çözümlemesi için bize en düzenli bilgiyi verir"
(Labov, 1982:164) sözü bizim hareket noktalarımızdan ilkiydi. Bu yaklaşımı çözümlediğimiz roman
aracılığıyla doğruladık. Ama bu tür bir çalışma için tek bir yazarın bilgileriyle sınırlı kalmak varılacak
sonuç için çok doğru veriler sağlamayabilir.
Dil, konuşan kişi ile ilgili bir çok nitelik belirtebilir. Dilbilimsel davranışı belirleyen toplumsal
normlar ya da kurallar, dili konuşan grubun; kültürel, düşünsel, ruhsal ve toplumsal yönlerini gösterebilir.
Bir toplumdilbilimci, kullanılan dil değişkenlerinin özelliklerinden, dilin belirleyici niteliğini, konuşanın
kendine ya da toplumsal grubuna ilişkin özelliklerini tanımlayabilir. Yine kullanılan dil, vericinin etnik
kökenini, mesleğini, yaşam düzeyini, dinsel durumunu, eğitim durumunu, kısacası kişinin fiziki ve
toplumsal durumunu belirtir. Dil toplumun yaşantısıyla, davranış biçimiyle, inanışıyla, çevreyi algılama
biçimiyle, düşünce alanındaki gelişmelerle ilgilidir, bunubla ilgili her türlü değişiklikten de doğrudan
etkilenir. Hakkında çok sınırlı bilgilerimiz olan bir topluluk ya da bölge halkı hakkında, titizlikle
yapılacak bir dil incelemesi bizi nesnel olarak bilgilendirecektir.
KAYNAKÇA
AKARSU, Bedia (1984) Wilhelm von Humboldt'da Dil-Kültür Bağlantısı, 2. Baskı, İstanbul: Remzi
Kitabevi.
AKSAN, Doğan, (Haziran 1988) "Ortak Dilin Sözvarlığındaki Yeni Gelişmeler ve Etkenler" II. Dilbilim
Sempozyumu, Anadolu Üniversitesi.
ATEŞ, Kemal (Mayıs 1985), "Türk Romanında Yöre Dili" in Çağdaş Eleştiri, İstanbul
BAYLON, Christian, Paul FABRE (1983) Initiation à la Linguistique, Paris: Nathan-Université.
BAYRAV, Süheyla (1976) "Dilbilimsel Edebiyat Eleştirisi" in Dilbilim, Sayı:1, İstanbul.
BENK, Adnan, (Mart 1982) "Yaşar Kemal'le Kapalı Oturum" in Çağdaş Eleştiri, Sayı:1, İstanbul.
BENVENISTE, Emile, (1982) Problèmes de Linguistique Générale. vol:I. Paris:Gallimard.
20
------------ (1983) Problèmes de Linguistique Générale. vol:II, Paris: Gallimard.
DUBOIS, J., et all. (1974) Dictionnaire de Linguistique. Paris: Larousse.
DUCROT, Oswald; Tzvetan TODOROV (1979) Dictionnaire Encyclopédique des Sciences du
Langage. Paris: Editions du Seuil.
ESCARPIT, Robert, (1968) Edebiyat Sosyolojisi, Çev. Ali Türkay Yazıcı, İstanbul: Remzi Kitabevi,
Kültür serisi.
FISHMAN, Joshua A. (1971) Sociolinguistique, Paris/Bruxelles: Nathan/Université, Colection: "Langage
et Culture".
GARMADI, Juillette, (1981) La Sociolinguistique, Paris: PUF, Collection "le linguiste".
GÜNAY, V. Doğan, (1991) "Dil Konuşanın Özelliğini Ne Oranda Yansıtır?" in Dilbilim Araştırmaları,
Hitit kitabevi, Ankara.
-------- (1993) La Technique de Narration Dans la Pièce de Siegfried de Jean Giraudoux,
yayınlanmamış doktora tezi, Hacette Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara.
İMER, Kâmile, (1980) "Toplumsal Dilbilim" in Dilbilim ve Dilbilgisi Konuşmaları I, Ortak yapıt,
Ankara: TDK yayınları.
--------- (1987) "Toplumdilbilimin Kimi Kavramına Kuramsal Bir Bakış ve Dil Türleri", A.Ü. Dil ve
Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, Cumhuriyetin 60. yıldönümü özel sayısı, Ankara.
--------- (1990a) Dil ve Toplum, Ankara:Gündoğan yayınları.
-------- (1990b) "Eksiklik Kuramı Çerçevesinde Kod Türleri" in Dilbilim Yazıları, Derleyenler: Ayhan
Sezer, Sabri Koç, Ankara:Usem Yayınları.
KARPAT, Kemal, (1971) Çağdaş Türk Edebiyatında Sosyal Konular, İstanbul: Varlık yayınları, 2.
Baskı.
KEMAL, Yaşar (1981) Teneke, İstanbul: Tekin yayınevi, 7. basım.
KIRAN, Ayşe (1983) "Les Rapports du Sujet de l'Enonciation et du Sujet de l'Enonciation Enoncée."
H.Ü. Edebiyat Fakültesi Dergisi. Özel sayı. Ankara .
KÖNING, Güray, (1992) "1990'larda Toplumdilbilim" in 20. Yıl Yazıları, Hacettepe Üniversitesi
Dilbilim Bölümü, Ankara.
LABOV, William (1982) "Dilin Toplumsal Bağlamı İçinde İncelenmesi" Çev. Veysel Kılıç, in Dilbilim
Seçkisi (Yayıma hazırlayan: Prof. Dr. Doğan Aksan), Ankara: TDK Yayınları.
LAKS, Bernard (Eylül 1984) "Le Champs de la Sociolinguistique française de 1968 à 1983, Production et
Fonctionnement" in Langue Française, Paris: Larousse.
MAINGUENEAU, Dominique (1989) Eléments de Linguistique pour le Texte Littéraire. Paris:
Bordas.
NACİ, Fethi, (1976) Edebiyat Yazıları, İstanbul: Gerçek yayınları.
ÖZAKINCI, Cengiz, (1994) Dünden Bugüne Türklerde Dil ve Din, İstanbul: Bellek yayınları.
TODOROV, Tzvetan (1980) Poétique de la Prose. Paris: Editions du Seuil.
TOLAN, Barlas, Prof. Dr., (1993) Sosyoloji, Ankara: Adım yayıncılık.
VARDAR, Prof. Dr. Berke (yönetiminde) (1988) Açıklamalı Dilbilim Terimleri Sözlüğü,
İstanbul/Ankara/İzmir: ABC Yayınları.
YAVUZ, Hilmi, (1987) Yazın Üzerine, İstanbul: Bağlam yayınları.