Orhan Pamuk'un Romanlarında Postmodernist Ögeler, Yüksek Lisans Tezi, Koü, 2006.
Transcript of Orhan Pamuk'un Romanlarında Postmodernist Ögeler, Yüksek Lisans Tezi, Koü, 2006.
GİRİŞ
Postmodernizm odaklı bu çalışma, bizi öncelikle
Modernizmi ele almaya yöneltti. Bunun nedeni, postmodernizm
kelimesinin anlamında yatar. Latinceden gelen ve Batı
dillerinde "post-" şeklinde kullanılan önekin anlamı
"sonraki"dir. Post'lu tanımlar, kendilerinden önceki dönemi
de işaret ettikleri için; öncelikle bu işaret edilen dönem
açıklanmalıdır. Dolayısıyla, postmodernizmin Modernizmin
ardılı olma özelliğini incelemeden önce, Modernizmin anlamı
ve özellikleri üzerinde durmak bir zorunluluktu. Ancak,
ileride de açıklanacağı gibi, Postmodernizmin, diğer post’lu
tanımların dışında kalan bir durumu da vardır.
Postmodernizmin, Modernizmin bir devamı mı, yoksa onun
tamamen reddi mi olduğu, henüz bir açıklığa kavuşmamıştır.
Bu durumda, Postmodernizmi, modernizmin hem devamı, hem de
inkârı niteliğiyle birlikte açıklamak konumuzu oluşturur.
Bir diğer problem de, Postmodernizm öncesinde hâkim akım
olan Modernizmin de kendi içinde tam olarak anlaşılıp
anlaşılmadığıdır. Bu yüzden, Modernizmin açıklanabilmesi de,
zorunlu olarak bizi Modernizmi doğuran büyük düşünce
akımına, “Aydınlanma Düşüncesi”ne götürür.
I. AYDINLANMA VE AYDINLANMA ÇAĞI
Postmodernizmi açıklayabilmek için, geriye doğru bu
temel noktalar üzerinde durmak gerektiğinden; öncelikle
Aydınlanma Çağı ve Aydınlanma Düşüncesi üzerinde durmak, her
şeyden önce bir gereklilik olarak karşımıza çıktığından;
çalışmanın Postmodernizmi açıklayan ilk bölümünde, kısaca
Aydınlanma Çağı da ele alınmış, bu dönemden yola
3
çıkılarak Modernizmin yansımaları incelenmiş ve
Postmodernizme, bu bağlamlarla ulaşmak tercih edilmiştir.
Aydınlanma kelimesi, aslında bireyin metafizik
anlamda gelişimini işaret eder. Aydınlanma Çağı dediğimiz
dönem ise -ironik bir biçimde-, metafizik ve akıl arasında
başlayan kavgada, akıl taraftarı olan dönemdir1. Aydınlanma
Çağı tanımlaması da iki ayrı dönemi işaret edecek şekilde
kullanılır. Biri, eski Yunan’daki antik aydınlanmadır. Ancak
modernizmin oluşumunda ele aldığımız esas Aydınlanma,
Avrupa'nın 17. ve 18. yüzyıllarda yaşadığı düşünce
akımını işaret eden dönemdir2. 17. Yüzyıl’da İngiltere’de
başladığı kabul edilen Aydınlanma, asıl olgunluğuna Fransa
ve Almanya’da ulaşmıştır. Bu hareket, “insanın temel özelliğini,
yalnızca düşünmesini sağlamakla kalmayıp onu doğru davranmaya da götüren
us sahibi oluşu[na]”3 bağlar. Artık akıl her şeyin ötesinde ve
üstündedir. Dini bilgiler de din adamlarının yorumları ile
değil; aklın yorumlarıyla yeniden kurgulanmalıdır.
Bu dönemi 18. Yüzyıl’da başlatan felsefeciler de
vardır. Döneme adını veren ise, Immanuel Kant’ın Wast ist
Aufklaerung? (Aydınlanma Nedir?) isimli kitabında yaptığı
1 Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü “Büyük Fikir Kitapları Dizisi-7”, Remzi Kitabevi, İstanbul 1994, s.21.2 Gencay Şaylan, Postmodernizm, İmge Kitabevi, Ankara 2002, s.115.3 Abdülbâki Güçlü, Erkan Uzun, Serkan Uzun, Ümit Hüsrev Yolsal, Felsefe Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara 2003, s.138.
4
yorumlardır4. Bu dönem, modern düşüncenin doğuşuna işaret
eden dönem olarak kabul edilir. Pek çok alanda görülen
gelişmeler, Aydınlanma Çağı’nda Avrupa’da etkisini göstermiş
ve yeni bir toplumsal oluşumu da gerçekleştirir. Aydınlanma
Çağı yalnızca modernizmin değil; Avrupa tarihinin en
büyük hareketi olan Fransız Devrimi’nin de
hazırlayıcılarındandır. Bu dönemin modernizme olan etkisini
bilim, siyaset, toplum ve felsefe alanlarındaki değişimlerin
en önemlilerini açıklayarak ortaya koymak, modernizmin
özelliklerini belirlemek açısından yeterli olacaktır
kanısındayız.
1.1. Bilim
Aydınlanma felsefesinin, bilimi modern hale getiren
pek çok temel özelliği vardır. Bu özellikler, bilim alanında
olduğu kadar; sosyal ve felsefî alanda da modernizmin temel
taşlarıdır.
Aydınlanma Çağı'nın itici gücü, doğa bilimleri
alanındaki yeni bilimsel gelişmelerdir. Ortaçağ ve Rönesans
dönemindeki bilim anlayışı, Aydınlanma Çağı’nda çok
farklı bir şekil kazanır. Ortaçağ'da, "gerçekliğe ancak inanç yolu
ile ulaşılabileceği" varsayılmakta ve "yüce ve aşkın bir güç tarafından
4 Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü, s.22.
5
kurulmuş ve makine düzeni gibi işleyen bir evren anlayışı kabul görmekte"
idi5. Bu evren, doğal olarak insan faktörünü dışarıda
bırakan, adeta tamamen metafizik bir evrendi. Böylece,
bilgiye ulaşabilmek için inanç sahibi olmak6, daha da net
bir şekilde söylemek gerekirse; kilisenin çizdiği rotada
ilerlemek, bir gereklilikti. Çünkü bu kabul edişte, her
türlü bilgiye sahip kurum, doğal olarak kiliseydi. Hatta
bu inanç da bilgiyi arayan insan için yeterli olmayacaktı
çünkü skolastik düşünceye göre insanın bilgisinin niteliği
ve niceliğinin belirlenmesi tanrının iradesine bağlıydı7. Bu
durum, yine de Rönesans döneminde bilimin tamamen skolastik
bir çerçevede sınırlı olduğu anlamına gelmez. Nitekim, Da
Vinci ve Dürer gibi bilim adamları, Rönesans Çağı’nda
modern bilimin başlangıcı sayılabilecek araştırmalar
yapmışlardı.
Yine skolastik düşünceye göre her sorunun bir tek
doğru cevabı bulunmaktadır ki bu da bizi, bilgi edinmenin
tek yolu olduğu düşüncesine dayanan iki değerli mantığa
götürmektedir8 (Aristo mantığı, veya düalist mantık: bir şey
ya doğrudur ya da yanlıştır). İki değerli mantığa göre
doğru ya da yanlış uçları arasında mantık yürütme yoluyla
gerçek ve doğru bilgiye ulaşılabilmelidir. Bu da doğal5 Gencay Şaylan, Postmodernizm, s.162.6 A.g.e., s.162. 7 A.g.e., s.161.8 A.g.e., s.161.
6
olarak bilimin deneye ve gözleme dayandırılması gereken
yapısını sarsan bir tutum olarak karşımıza çıkar.
Aydınlanma Çağı’nı başlatan bilimsel gelişme, öncelikle
bilime bakışın değişmesiyle mümkün olur. Bu değişimi,
Galileo'nun "Ben taşın ya da bir cismin neden düştüğü ile değil; nasıl yere
düştüğü ile ilgileniyorum"9 diyerek özetlemiş ve bu yüzden O,
modern bilimi ifade eden ilk kişi sayılmıştı. Ancak yaşadığı
çağın egemen görüşleri, bu kadar net çıkarsamalara izin
vermediğinden, Papa 5. Paul, Copernicus’un dünyanın
dönüşüyle ilgili teorisini “İncil karşıtı” ilân edince;
Copernicus’un baş savunucusu olan Galileo da bir süre “daha
zararsız” konularla ilgilenmek zorunda kalır10. Yine de bu
zararsız konularla meşguliyeti bile Galileo’nun Engizisyon
mahkemelerinde yargılanmasına engel olamaz. Bilimin bu
sıkıntılı çağındaki sorun, bilgiyi tanrısallıktan
uzaklaştırırken, sorgulamayı da yanında getirmesidir. Güneş
Sistemi ve Dünya’nın dönüşü tamamen kabul edildiğinde kilise
zarar görecektir; çünkü bu tanrının seçilmiş kullarının
yaşadığı yedinci gök katmanı inanışını yerle bir
etmektedir11.
9 A.g.e., s.158.10 J.D. Bernal, Modern Çağ Öncesi Fizik(Çev: Deniz Yurtören), Tübitak Yayınları, Ankara 1996, s.205.11 A.g.e. , s.206.
7
Modern bilimin gelişmesindeki diğer önemli adım da
Newton'dan gelir. Newton'un Evrensel Yerçekimi Kanunu’nu
bulmasıyla12, dünyanın metafizik düzeninin yerini bir anda
doğal yasalara bağlı yeni ve akılcı düzen alır. Böylece
Aydınlanmacı bilimin ilk özelliğine ulaşmış oluruz:
nedensellik. Bu da, ikinci özellik olan doğa merkezli kanunu ortaya
çıkarır. Newton'un aydınlanmadaki önemini anlatmak için,
mezar taşında yazılı olan şu sözleri yinelemek yeterli
olur: "Doğa ve doğanın yasaları karanlıkta saklıydı, Tanrı 'Newton doğsun!'
dedi ve her taraf ışıdı"13. Ya da:
“Doğa
Ve
Doğa yasaları
Gizlenmişti karanlığa
Tanrı
‘Newton olsun’ deyince,
Onlar
Çıktı tüm
Aydınlığa”14.
12 Mehmet Küçük, Modernite Versus Postmodernite (Derleme), Vadi Yayınları, Ankara 2000, s.97.13 Colin A. Ronan, Bilim Tarihi "Dünya Kültürlerinde Bilimin Tarihi ve Gelişimi"(Çev: Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu, Prof. Dr. Feza Günergun), Tübitak Yayınları, Ankara 2003, s.413.14 Bertrand Russel, Batı Felsefesi Tarihi (Çev: Muammer Sencer) “II. Cilt “Ortaçağ”, Say Yayınları, İstanbul 1994, s.288.
8
Üstelik, Newton’un modernliği, bugün anladığımız
bilimsel standartlarda bir modernlik de değildir. O’nu,
modern bilimin kurucularından yapan şey; yaşadığı dönemde, o
döneme göre modern fikirleri olmasıydı. Bu modern fikirler,
Newton’un tutucu bir bilim adamı olmasını engellemez.
Newton’un evreni, belli yasalara bağlı ama evrim ve
değişim içermeyen bir evrendir. Bunun yanısıra, başlangıç
noktasında her şeyin belirlenmiş olduğu ilkesine
bağlıdır15 ki bu da, tanrısal iradedir. Oysa Newton
sonrasında bilim adamları, doğanın yasalarını incelerken
tanrısal iradeyi tamamen dışarıda bırakacaklardır. Bu yeni
dönemde, örneğin evrim, bilimin temel kanunlarından biri
haline gelecektir.
Modern bilimin evrensel mekanikten kuantum fiziğine
doğru ilerleyen yapısı, dünyayı açıklamakta yeni birçok
modelin insanın hayatına girmesi anlamına gelir (Ancak
burada, yalnızca modern bilimin başlangıcı olarak ifade
edebileceğimiz bilimsel gelişmeler söz konusudur. Kuantum ve
çoklu evren kuramları, modern bilimin içindeki ileri
derecede ilerlemeleri oluştururken, modern bilimin de
tarifini değiştirirler). Bilimdeki ilerlemeler, modernizmin
oluşumunda birinci derecede önemli atılımlardır; çünkü
bilimdeki değişim felsefeye ve sosyal hayata da yansır.
15 J.D.Bernal, Modern Çağ Öncesi Fizik, s.266.
9
Bilim tarihindeki büyük değişiklikler, insan hayatını
doğrudan etkiler; çünkü modernizmin dayanaklarından olan
"insan ve insan aklına duyulan sonsuz güven"16 fikri bu
dönemde gelişmeye başlar. Bu da Aydınlanmacı bilimin
üçüncü temel özelliğini oluşturur: insanın özne konumuna
gelmesi. Modernizmin oluşumuna neden olan bu dönemde
Aydınlanma ilk aşama olarak önemlidir. Bu aşamada
kaydedilen bilimsel gelişmelerin çoğu modern zamanların
içinde geçerliliğini yitirecektir; ancak zaten buradaki
ayırıcı özellik, bilimin kendi çağı içinde yaptığı
atılımdır.
Bilimin, modernizmi geliştirmedeki itici güçlerinden
birisi de, gelişmelerin, dönemin hâkim düşünce sistemi olan
skolastik düşünceyi yıkmasıdır. Modernlik, "toplumun
merkezindeki tanrının yerine bilimi koyarak, dinsel inançlara -en iyi olasılıkla-
ancak özel yaşam dahilinde"17 yer sağlamakla; yeni bir dönemi
açmıştır. Modern bilimin diğer önemli unsurları olan
kuşkuculuk ve sorgulama da bilimin kazandığı yeni
yaklaşımlardır18. Kuşkuculuk, tanrı ve tanrının yasalarına
duyulan kayıtsız şartsız güvenin ve teslimiyetin
sarsılmasına neden olur. Bu nedenle modernizme ait bir
özelliktir. Aynı şekilde sorgulama da, yaptırım gücüne sahip16 Gencay Şaylan, Postmodernizm, s.57.17 Alain Touraine, Modernliğin Eleştirisi (Çev: Hülya Tufan), YKY, İstanbul 2004, s.23-24.18 Gencay Şaylan, Postmodernizm, s.162.
10
dini metinlerin ve yaptırım gücünü elinde tutan kilisenin
sorgulanmasına neden olur.
Aydınlanma Çağı’nda yaşanan “bilgi patlaması”, bilgiyi
sonsuzlaştırmış ve özellikle matematiksel alanda kesin bilim
anlayışını doğurur19. Bu yeni bilim, aynı zamanda tarafsız ve
nesneldir20.
1.2. Siyaset
Modernizmin doğuşunu sağlayan bir diğer önemli itici
güç, siyaset alanında gerçekleşen değişimlerdir. Siyâsi
alandaki en önemli gelişim, demokrasinin insan hayatı için
artık olmazsa olmaz haline gelmesidir. Demokratik düşüncenin
gelişmesi de yine bilim alanındaki çalışmalar sayesinde
tetikler. "İktidarın kaynağı"21, artık Rönesans'ta olduğu
gibi tanrı değildir; kaynak bu çağda halka yönelir.
Aydınlanma Çağı olarak tanımlanan geçiş döneminde
lâikleşmenin temel eğilim olması, onu doğrudan modernizmin
başlıca özelliklerinden biri haline getirir22. Modernizmin
dayanağı her ne kadar 17. ve 18. yüzyıllarda yaşanan
Aydınlanma Çağı ise de, Modernizmin siyasal gelişimi daha
ileri tarihlerde de devam eder. Burada ayırıcı olan19 A.g.e., s.165.20 A.g.e., s.166.21 Mehmet Küçük, Modernite Versus Postmodernite, s.100.22 Gencay Şaylan, Postmodernizm, s.115.
11
özellik, modernizmi oluşturan gelişim ile, modernizmin
kendi içindeki gelişiminin farklı olmasıdır. Bunun yanında,
Aydınlanma’nın sonucunda birbirine zıt iki siyasal-ekonomik
oluşumun doğduğunu söylemek de mümkündür: Kapitalizm ve
Sosyalizm. Modern çağ içindeki hareketlilik, Kapitalizmin
yaşamının daha uzun olmasını sağlamışsa da, insan ve
özgürlük alanında Sosyalist felsefenin etkileri, Sosyalizmin
modernliğin içinde devam etmesini sağlar. Kapitalizmin
uzun solukluluğu ve sürekli değişim içinde olması,
ekonomistlerin post-kapitalizm adını verdikleri yeni bir
dönemle de sürer. Ancak sosyalizm için post’lu bir tanım
uygun olamaz. Buradaki fark, sistemlerden birinin neredeyse
tamamen ekonomi merkezli, diğerinin de neredeyse tamamen
bireysel gelişmişlik merkezli olmasıdır23.
1.3. Toplum
Lâikleşme süreci, siyasî alanda olduğu gibi kültürel
alanda da değişimlere yol açar. Dinin artık toplumu
oluşturan değerlerin merkezinde yer alması imkansızdır;
çünkü Aydınlanma, yaşamı ve evreni akıl yoluyla açıklama
aşamasına geçilmesini sağlar. Toplum hayatının hemen her
zaman en önemli bağlantı noktalarından biri olan din,
Aydınlanma Çağı ile birlikte içerik ve yorum bakımından23 Pauline Marie Rosenau, Post-Modernizm ve Toplum Bilimleri(Çev: Tuncay Birkan), Ark Yayınları, Ankara 1998.
12
incelemeye alınır. Bu da dinî metinlerin de diğer metinler
gibi araştırılabilmeleri sonucunu doğurur. Bilimsel
ispatların öne çıkmasıyla artık her şeyden önce
“söz”ün24 var olup olmadığı da tartışmaya açık hale gelir.
Dinî metinlerin yoruma açık hale gelmesiyle de toplum
hayatında da köklü değişimler yaşanmaya başlanır. Toplum
hayatındaki diğer önemli değişimler de Kapitalizm ve
Marksizm'in gelişmesidir.
Aydınlanma ile birlikte, “Ortaçağ’ın üzerine yükseldiği büyü”
bozulur25. Bu da metafizik ile bilim arasındaki mesafeyi
açarken, toplumda romantizm ve özgürlüğü ön plana
çıkarır26. Ancak başlangıçtaki bu iyi niyetli ve romantik
oluşum, “bilim adına yöneten” ve sürekli bir yayılma
politikası içinde olan “realist ve despot bir burjuvazi” ye
dönüşecektir27. Büyü bozumu kavramıyla, ilk olarak Weber’de28
karşılaşırız; ancak bu son da değildir. Postmodernizme,
“büyüsü bozulmuş dünyayı büyülemek”29 görevi de aynı fikirden yola
çıkılarak yüklenecektir.
24 Yuhanna İncili'nin ilk cümlesi: "Önce söz vardı."25 Mustafa Bayram Mısır; Ecehan Balta, Modernizm, Postmodernizm ve Sol, Öteki Yayınevi, Ankara 1998, s.9.26 A.g.e., s.16.27 A.g.e., s.17.28 Alain Touraine, Modernliğin Eleştirisi, s.23.29 George Ritzer’in tüketim toplumu ile ilgili çalışmasının adı: Enchanting a Disenchanted World (Büyüsü Bozulmuş Dünyayı Büyülemek, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2000)
13
1.4. Felsefe
Felsefenin ve bilimin ilk çağlardan bu yana paralel
evrenlerde hareket ettikleri şüphesizdir. Bunu Russel’ın şu
sözleriyle netleştirebiliriz: “Bir bakıma modern felsefenin kurucusu
olan Decartes XVII. yüzyıl biliminin yaratıcısıydı da”30.
Aydınlanma Çağı'nın asıl önemi, bilim felsefesine
getirdiği yeniliklerdir. Aydınlanma Çağı bilim felsefesi,
bilginin kaynağı olarak tanrıyı göstermez. Aydınlanmacı
düşünürlerden Hobbes, "insanın duyu ve izlenimleri"nin
gerçek bilginin kaynağı olduğunu ileri sürerken Locke'a göre
de insan aklı boş bir tahtadır (tabula rasa)31. Bu boş
tahta ve kendi duyumları ile insan, evreni anlayabilecektir.
Bu düşünceye göre de bilginin kaynağı, insan dışındaki
evrendir. Aydınlanmacı bilim felsefesini en iyi açıklayan
sözler, Newton’un Philosophiae Naturalis Principia Mathematica isimli
eserinde söyledikleridir: “Yerçekimi, gravitasyon, esneklik, sıvıların
direnci ve benzeri diğer kuvvetlerle ilgili konulara yöneldiğim için de bu kitabı
felsefenin matematiksel ilkeleri olarak sunuyorum, zira kanımca felsefenin
tümü (ki bunun yaldızlı harflerle yazılması gerekir) doğadaki kuvvetlerin
araştırılmasından ve bu kuvvetlerden yola çıkarak diğer olguların
anlaşılmasından oluşmaktadır”32. Newtoncu bilim felsefesinin en
30 Bertrand Russel, Batı Felsefesi Tarihi, II. Cilt “Ortaçağ”, s.273.31 Gencay Şaylan, Postmodernizm, s.162-163.32 J.D. Bernal, Modern Çağ Öncesi Fizik, s.236.
14
temel özelliği, “mutlak uzay ve mekânın” geçerliliğini
yitirmesidir33. Bir başka deyişle, yukarıdaki başlıkta bilim
alanında açıklanan gelişmelerin felsefî alandaki
yansımaları, Aydınlanmacı felsefenin özünü oluşturur.
Sonuçta bu dönemin çok büyük bir değişikliğe işaret etmesi,
insanla ilgili bütün alanlarda değişime neden olur.
Newton ve diğerlerinin büyük etkilerine rağmen,
Aydınlanma Felsefesi, 18. yüzyılda Locke ile başlatılır,
ardından Kant ve Hegel gibi isimlerle devam ettirilir ve
asıl felsefî aydınlanma tarihi olarak 19. yüzyıl kabul
edilir34. Bir başka deyişle Aydınlanma felsefesi, Locke
öncesinde temellendirilmeye başlanır; ancak Locke ile doğar.
II. AYDINLANMANIN ÖZELLİKLERİ
Aydınlanma Düşüncesi, insanı ilgilendiren her konuda
toptan ve radikal değişimlere nedern olur. Bu düşünceler,
bütün dünyayı aynı anda etkilemese de, bugün içinde
bulunduğumuz modern dünyanın kökeni, Aydınlanma’ya dayanır.
Aydınlanma’nın özelliklerini, dört grupta toplayabiliriz:
2.1. Bilgi Kuramında Yeni Görüşler: Aydınlanmanın temel
özelliklerinden biri, bilginin ne olduğu tartışması, bir33 Bertrand Russel, Batı Felsefesi Tarihi, II. Cilt “Ortaçağ” , s.290.34 Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü , s.22.
15
diğeri de bilginin içeriği ve elde ediliş yöntemi üzerinde
sürdürülen tartışmadır35. Bu tartışmalardan doğan bazı
kavramları şöyle açıklanabilir:
*İdealizm: Bilginin kaynağı olarak insan aklını kabul eden felsefî
yaklaşım.
*Realizm: Bilginin kaynağı olarak aklın dışındaki evreni kabul eden
felsefî yaklaşım.
*Rasyonalizm: İnsanın tüm potansiyel bilgilere sahip olarak
doğduğunu kabul eden felsefî yaklaşım.
*Ampirizm: İnsan aklının içeriği olmadığını ve ancak dış dünya
gözlemleriyle bilginin elde edilebileceğini kabul eden felsefî yaklaşım36.
*Pozitivizm: Pozitivizm, Aydınlanmanın en temel özelliğidir. “Her
şey, bütün olan bitenler, aklın sıradüzenine (hiyerarşisine) sokulabilir.
Bunu yapacak olan da bilimdir”37. Pozitivizme göre doğru bilgi, ancak
tümevarım yöntemi ile elde edilebilmektedir38. Pozitivizm sözcüğü, Auguste
Comte39 tarafından ortaya atılmış bir kavramdır.
Bilginin ne olduğuna ilişkin tartışmaların40 Aydınlanma
ile başladığı düşünülmemelidir. Antik Yunan’dan beri bilgi,
35 Gencay Şaylan, Postmodernizm, s.168.36 A.g.e., s.167-169.37 Mustafa Bayram Mısır; Ecehan Balta, Modernizm, Postmodernizm ve Sol, s.17.38 Gencay Şaylan, Postmodernizm, s.179.39 A.g.e., s.178.40 Bilgi kuramı veya bilgi felsefesi(epistemoloji): Doğrudan doğruya bilgi’nin ne olduğunu inceleyen bir bilim dalını adlandırır ve şu sorunun karşılığını araştırır: Bilgi olgusu nasıl gerçekleşiyor? (Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü)
16
kavram olarak tartışılan bir konudur. Aydınlanma öncesinde,
antik Yunan’da bilgi, olanaksız bir kavramken41; daha sonra
ancak tanrının sahip olduğu ve onun iradesi doğrultusunda
insanlara verebileceği bir “nimet” haline gelir. Oysa
Aydınlanma, yukarıda da açıklandığı gibi bilime yeni bir
bakış getirmiş; Antik Yunan'dan beri tartışılan; ancak
skolastik düşünce ile gerileyen bilim felsefesi
tartışmalarının yeniden hayat bulmasını sağlar42.
Aydınlanmanın bilgiyle ilgili bir diğer temel özelliği
de, önceden metafizikle iç içe geçmiş bilgiyi metafizikten
ayırmaktır ki bu da bilgi kuramının yalnızca akılla
temellendirilmesini sağlayacaktır43. Burada bilginin
kaynağının insan veya dış dünya olması bir değişiklik
yaratmaz. Metafizik açıklama "sonunda ancak inançla
temellenebilir”ken, aydınlanma bilginin "bir insan yetisi
haline getirilmesi" için çalışır44.
2.2. Yeni Bir Toplumsal İlerleme Sistemi: Aydınlanmanın,
modernitenin temeli olmasını sağlayan özelliklerinden bir
diğeri de, kurucularından Kant'ın toplumsal fenomenlerin
bilgisinin yapılabilmesi için akla uygun olmayan tüm ahlaki
zorlayıcıların dışlanıp "toplumsal ve politik kurumlar"ın41 Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü, s.30.42 Gencay Şaylan, Postmodernizm, s.167.43 A.g.e., s.174.44 A.g.e., s.174.
17
akla uygun ahlaki zorlayıcılar ışığında yeniden
düzenlenmesini önermesidir. Bu yeni düzen ile, dünyaya
evrensel ve ebedî bir barış havası sağlanması amaçlanır45.
2.3. Bilimde Yeni İlkeler: Aydınlanmacı bilimin pek çok
yeni özellikleri vardır. Bunlardan birincisi, bilginin
sonsuzluğudur46. Doğa bilimlerinde ise, matematiği ve
hesaplamayı ön plana çıkaran kesinlik ilkesi hâkimdir47.
Aydınlanmacı bilime göre, Bacon'un faydacılığı önemli bir
altyapı özelliğidir. Buna göre bilim, insana ve insanlığa
faydalı olmak zorundadır ve değeri de buna göre
ölçülmelidir48. Aydınlanma Çağı'nda bilimin bir diğer
yeniliği, Newton'un nedensellik ilkesidir. Bu ilke, bütün
evreni -geçici olarak49- belirli nedenler ağıyla birbirine
bağlar.
Aydınlanmacı bilim, tarafsızlık ilkesine de önem verir.
Buna göre, gerçek bilgi, insanların önyargılarından ve
kişisel eğilimlerinden arındırılmış bilgi olmalıdır.
45 A.g.e. s.173. 46 A.g.e., s.165.47 A.g.e., s.165.48 A.g.e., s.166.49 Geçici olarak; çünkü modern bilimdeki gelişmeler ilerledikçe, AydınlanmaÇağı için çok önemli olan bu bilgi de çürütülmüştür. Nedensellik ilkesi,Heisenberg'in Belirsizlik İlkesi ve Kuantum Teorilerinin açıklanmasıylaişlerliğini yitirir.
18
Böylece, doğruluğu kişiden kişiye değişebilecek
çıkarımlardan uzak ve gerçek bilim yapılmış olacaktır50.
2.4. Yeni Bir İnsan Anlayışı: Aydınlanma Çağı’nın önemli bir
özelliği de özneye verdiği önemdir. Aydınlanmacı özne, sahip
olduğu akılla doğayı öğrenebilir ve değiştirebilir
yeterliktedir51. Bu öznenin temel farkı, bir bilinmezlik ve
kendi dışından gelen bir nedensellik içinde kaybolmayıp,
bizzat nedenselliği başlatmasıdır52. Yeni insan, doğa ve
doğanın yasalarına karşı farkedilir biçimde üstündür. Birey,
temel gerçeklik statüsüne yükseldiğinde, hayattaki “her şey”
bireye ve onun çıkarlarına göre yeniden yorumlanmalıdır.
Modernizmin merkezindeki bireyin doğumu böylece Aydınlanma
ile müjdelenir.
III. AYDINLANMAYA YÖNELİK ELEŞTİRİLER
Aydınlanmaya yönelik eleştiriler, özellikle 18. Yüzyıl
sonlarında artmaya başlar. Aklın her şeyin önünde görülmesi,
bireyin ön plana çıkartılması, bireysel bilginin
yetersizliği sorunuyla karşı karşıya kalır. Felsefî anlamda
da , Adam Smith’in liberal felsefesi ve Kant’ın ahlaksal
50 Gencay Şaylan, Postmodernizm, s.166.51 Mustafa Bayram Mısır; Ecehan Balta, Modernizm, Postmodernizm ve Sol, s.26.52 A.g.e., s.27.
19
ödev anlayışı yoğun eleştirilere maruz kalır53. 1940’larda
Adarno ve Horkheimer, Aydınlanma’nın öznesi olan usun,
Aydınlanma’nın kendisini yıktığını söyleseler de;
Aydınlanma’nın sona erip ermediği, erdiyse bunun belirgin
bir tarihinin olup olmadığı, belirsizdir.
Aydınlanma’ya yönelik asıl eleştiriler, aydınlanmanın
sonucu olan modernizm içindedir. Modernizme yapılan ve
postmodernizm olarak kabul edilen bu eleştiriler, aynı
zamanda dolaylı yoldan da olsa; Aydınlanma’ya yönelik
eleştirilerdir. Bu nedenle sözü geçen eleştirileri, modern
ve modern çevresinde gelişen kavramlara yönelik eleştiriler
olarak ele almak, daha doğru olacaktır düşüncesindeyiz.
IV. MODERN VE MODERN KÖKÜNDEN TÜREYEN KAVRAMLAR
Aydınlanmanın, dünya düzeninde yaptığı değişikliklerin
sonucunda, bugünkü anlamıyla modern ve modernden türeyen
kavramlar, dünyaya hâkim olmaya başlar. Çalışmamızın bu
aşamasında, modernle ilgili tüm kavramları, aşağıdaki gibi
açıklamayı uygun bulduk.
53 Abdülbâki Güçlü, Erkan Uzun, Serkan Uzun, Ümit Hüsrev Yolsal, Felsefe Sözlüğü,s.138.
20
4.1. Modern
Modernizm sözcüğünün kökü olan modern, dilimize batı
dillerinden girer. Collins sözlüğüne göre modern, “çağdaş,
muasır zaman, son teknikleri ve aletleri kullanan, müzik, sanat, edebiyatın
çağdaş akımları, çağdaş insan”54anlamlarında kullanılır. Latince
kökenli modernus (modernus, modo kökünden gelir. Modo, hemen
şimdi anlamındadır.) “Modérne” olarak önce Fransızca’ya
geçer, sonra da “modern” şekliyle İngilizce’de görülmeye
başlar55. Sözcük, 5. Yüzyıl’dan beri kullanılmaktadır56 ve
sözü edilen yüzyılda modern, Papa I. Gelasius tarafından
İsa öncesi dönemden, İsa sonrası dönemi ayırmak için
kullanılmıştır. Ancak daha sonra Cassiodorus tarfından
kullanıldığında, yeni bir anlam kazanan modern, eskinin
karşıtı haline gelir57. Modern kelimesi, bu aşamada
kaotik bir özellik de kazanır. Bugün modern olarak
adlandırdığımız bir şey, yarın antika olacaktır. Bu yüzden
modern, değişken bir anlamdır. Bu anlamlarının yanında
54 Collins Compact English Dictionary, HarperCollins Publishers, Great Britain, 1998. 1) of the present or a recent time; contemporary 2)using the latest techniques, equipment,etc. 3) of contemporary styles or schools of art, literature, and music, esp. Those of an experimental kind 4) contemporaray person. [late latin modernus, from modus mode].55 Raymond Williams, Anahtar Sözcükler (Çev:Savaş Kılıç), İletişim Yayınları, İstanbul 2005, s.251.56 Fredric Jameson, Biricik Modernite (Çev: Sami Oğuz), Epos Yayınları,Ankara 2002, s.21.57 A.g.e. , s.22.
21
modern, günlük dilde kullanılırken, "yeninin ve yakın zamanın
eşanlamlısı" veya "gündelik yaşamda ve kültürde modaya uygun tutumlar" 58
anlamlarını kazanır. Günlük dildeki bu ve benzeri anlam
kaymaları nedeniyle modern sözcüğü ve türevleri,
anlaşılır olmaktan çıkarak, popüler kültüre ait, anlaşılması
güç sözcüklere dönüşürler.
4.2. Modernlik
Modernlik, genel olarak Rönesans’la başlayan bir dönem
olarak kabul edilir59. Baudelaire’e modernliği, “tarih içinde bir
zaman birimiyle ilgili değil, kişilerin güncel ve gerçekle kurdukları ilişki sonucu
ortaya çıkan bir düşünce ve duygu tarzı”60 olarak tanımlar.
Modernist yazar Marshall Berman, modernliğin tarihini 16.
Yüzyıl’dan başlatır ve bu dönemi de kendi içinde üçe
ayırır61. İlk dönem, 16. ve 18. Yüzyıllar arasındadır ve
insanların modern hayatı yeni algılamaya başladıkları ve
doğal olarak da neyin içinde olduklarını anlayamadıkları
dönemdir. Berman'a göre bu dönemde insanlık, sosyal açıdan
"deneyim ve umutlarını paylaşabilecekleri modern bir kamu ya da câmianın
58 Mehmet Küçük, Modernite Versus Postmodernite, s.95.59 Madan Sarup, Post-Yapısalcılık ve Postmodernizm(Çev: Abdülbaki Güçlü), Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara 2004, s.186.60 Dilek Doltaş, Postmodernizm ve Eleştirisi Tartışmalar/Uygulamalar, İnkılâp Kitabevi, İstanbul 2003, s.49-50.61 Marshall Berman, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor (Çev: Ümit Altuğ-BülentPeker), İletişim Yayıncılık, İstanbul 1994, s.13.
22
ne olabileceği konusunda" 62 fikir sahibi değildir. İkinci dönem,
Fransız Devrimi'nin bir anda ortaya çıkardığı "büyük, modern
bir kamu" 63yu gözler önüne sererken; "devrimci bir çağda; kişisel,
toplumsal ve siyasal yaşamın her boyutunda altüst oluşlar ve patlamalar
doğuran bir çağda yaşıyor olma duygusunu" 64 paylaşan yeni bir
kamusal oluşumu da müjdeler. Berman, bu ikinci dönemin sahip
olduğu arada kalmışlık duygusunun, "modernleşme düşüncelerini" 65
doğurarak onları kökleştirdiğini belirtir. Bir diğer
deyişle, modern sözcüğünden türeyen modernizm, genel
kabulüyle 19. yüzyılın hâkim düşünce akımını tanımlamakta
kullanılır. 20. yüzyılda yaşanan son evrede ise modernleşme,
neredeyse dünyanın tamamını kaplamış ve "gelişmekte olan
modernist dünya kültürü sanatta ve düşünce alanında gözalıcı başarılar sağla[r]"66. Ancak bu gözalıcı başarılara rağmen 20. yüzyıl
modernizmi de kamu sahasında meydana gelen bölünmeler
nedeniyle "örgütlenme ve insanların hayatlarına bir anlam verme yetisini" 67
yitirir.
Berman, modernliğin tarihini 16. Yüzyıl’dan başlatırken
Zygmunt Bauman modernliğin, "Batı Avrupa'da XVII. Yüzyıl’daki bir dizi
derin toplumsal, yapısal ve enteletüel dönüşümle başlayan ve Aydınlanma'nın
gelişmesiyle kültürel bir proje olarak; kapitalist ve daha sonra da komünist62 A.g.e., s.13.63 A.g.e., s.1364 A.g.e., s.13.65 A.g.e., s.13.66 A.g.e., s.13.67 A.g.e., s.14.
23
endüstri toplumunun gelişmesiyle de toplumsal olarak kurulan bir yaşam biçimi
olarak olgunluğa erişen tarihsel bir dönem"68 olduğunu belirtir.
Bauman’ın, kendisinin 17. Yüzyıl’da başlattığı modernliğin
tarihini, postmodernist bir şekilde yıkarken;
postmodernizmin önemli ögelerinden ironiyi ve oyunculuğu
kullandığını görülür: "Modernliğin kaç yaşında olduğu tartışmalı bir
sorudur. Modernliğin yaşı konusunda herhangi bir uzlaşma yok. Neyin yaşının
belirleneceği konusunda dahi uzlaşma yok" 69. Bauman'ın
"kararsızlığının" yanında Anthony Giddens, modernliği kesin
bir söylemle, 17. Yüzyıl Avrupası’nda başlatır70.
Touraine’e göre modernlik, öncelikle “her türlü erekçiliği
dışlamak” 71 üzerine kuruludur. Bu uzaklaşma, modernliğin,
tarih kavramını doğrudan etkileyen önemli bir yaklaşımdır;
çünkü Aydınlanma öncesinde tarihin sonu, cezalandırılan bir
insan ırkı imgesiyle bütünken, moderlikle tarihin sonu “tarih
öncesinin sonu”dur72 ve yeni bir döneme işaret etmeye başlar.
Modernliğin en önemli özelliği, toplumun sadece teknolojik
değil; entelektüel ilerlemesini de bir hedef olarak
görmesidir. Bunun yanı sıra, özel yaşam ve kamu yaşamı da
birbirlerinden ayrılmalıdır73. 68 Zygmunt Bauman, Modernlik ve Müphemlik (Çev: İsmail Türkmen), Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2003, s.13.69 A.g.e. , s.12.70 Anthony Giddens, Modernliğin Sonuçları (Çev: Ersin Kuşdil), Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2004, s.11.71 Alain Touraine, Modernliğin Eleştirisi, s.23.72 A.g.e., s.23.73 A.g.e., s.24.
24
Bu yaklaşımların hepsinin biraraya getirdiğimizde
ortaya çıkan sonuç, kesinlikle Avrupa kökenli bir kavram
olan Modernliğin, aşağı yukarı birkaç yüzyıllık bir geçmişi
olduğudur. Farklı kaynaklar bizi farklı yüzyıllara
yönlendiriyorsa da pratikte dünya tarihindeki gelişim
gözlenerek, modernliğin tarihini Aydınlanma Çağı ile
başlatmak doğru olacaktır kanısındayız. Modernliğin,
kendinden önceki dönemlere göre farkı; etki alanının
genişliği ve yoğunluğudur. Bu etki alanı “küresel” düzeye
ulaşmış; yoğunluk bakımından ise günlük hayatın bireysel
özelliklerine kadar müdahalede bulunmuştur74. Modernliğin
ilerleyen aşamalarında; yani ortaya çıkışın sonrasındaki
yüzyıllarda görülen modernliğin, Aydınlanma Çağı ile
bağlantısını kurmak güçtür.
4.3. Modernizm
Modernizm, her şeyden önce, “sanatın başlıca amacının
gerçekliği olduğu gibi, nasılsa öyle temsil etmek olmadığını, bunun bilincinde
olmakla, bu ülküyü sanat yapıtında gerçekleştirmekle yükümlü sanatçının
hepten zaman aşırı değerlere yönelmesi gerektiğini savunan; çok büyük ölçüde
‘gerçekçi estetik’ anlayışına karşı bir tepki olarak XIX. Yüzyıl sonlarında doğmuş;
74 Anthony Gidens, Modernliğin Sonuçları, s.14.
25
kimileyin ‘soyutlamacılık’ adıyla da anılan estetik öğretisi[dir]”75. Bir sanat
akımı olarak modernizmin amacı, gelenekten koparken; yeni
söylem yöntemleri uygulamak ve yeni bir yaratım düzeni
oluşturmaktır. Modernizmin sanata bakışındaki temel
özelliği, sanatçının özgürleştirilmesidir76. Ancak bu
özgürlük, postmodernizm aşamasında da eleştirildiği üzere,
özenli ve -klişeden uzak olmasına rağmen- üst-anlatı
merkezlidir. Dışavurumculuk, Kübizm, Dadacılık, Simgecilik,
Gerçeküstücülük gibi sanat akımları, modernizm içinde
gelişen akımlardır. Bu açıdan modernizme ait akımlar, aynı
zamanda avangard77 akımlar olarak da görülürr. Modernist
sanatın bir diğer özelliği de, kitleye karşı olması ve
popüler sanat anlayışından kaçınmasıdır78.
Modernizm, “Rönesans’tan bu yana insanoğlu’nun aklıyla evrende var
olan her şeyi öğrenebileceğine” ve böylece de “gerçek mutluluğa”
ulaşabileceğine inanan “bir düşünce[nin]” -yani
Aydınlanma’nın- ürünüdür.79. Modernizmin temel özellikleri
arasında, “estetik bir özbilinç ve düşünümsellik; eşzamanlılık ile kurgu lehine
anlatı yapısının reddi; gerçekliğin paradoksal, belirsiz ve kesin olmayan açık uçlu
75 Abdülbâki Güçlü, Erkan Uzun, Serkan Uzun, Ümit Hüsrev Yolsal, Felsefe Sözlüğü, s.1005.76 A.g.e., s.1006.77 Avant-garde: Öncelikle, Saint-Simon tarafından, sanatın sistemlerin üstündeki gücüne dikkat çekmek için kullanılmıştır. Öncü sanat akımı anlamında kullanılır( Perry Anderson, Postmodernitenin Kökenleri s.131). 78 Abdülbâki Güçlü, Erkan Uzun, Serkan Uzun, Ümit Hüsrev Yolsal, Felsefe Sözlüğü, s.1008.79 Dilek Doltaş, Postmodernizm ve Eleştirisi Tartışmalar/Uygulamalar , s.21.
26
doğasının araştırılması; bütünlüklü kişilik tasarımının, Freud’cu ‘yarık
özne’(bölünmüş kişilik) üzerindeki vurgu lehine reddedilmes”80 sayılabilir.
Modern sözcüğünden türeyen modernizm, genel kabulüyle
19. yüzyılın hâkim düşünce akımını tanımlamakta da
kullanılır. Bu düşünce akımının belirleyici özelliklerini
tesbit etmek, modernizmin tarifini yapmak için gerekli
olacaktır. Ancak modernizm de, bir süreç içinde yer alan
bir kavramı işaret ettiğinden; bu süreç içerisinde sürekli
değişimlere uğramıştır.
Modernizm sözcüğü, "bilimcilik ve pozitivizm, teknosentrizm, akılcılık
ve evrensellik gibi ögeleri" 81 içinde bulundurur. Bunun yanında
modernizmin gelişim ve varoluş sürecinde toplu bir
modernlikten bahsetmek şart değildir. Modernizmin
alanlarından biri veya birçoğu benimsenip bir taraftan yine
biri veya birçoğu reddedilebilir. Örneğin; modern bir
siyaset anlayışı güdülürken, geleneksel üretim tarzına bağlı
kalmak mümkündür82. Modernizm, Modernleşmeden farklı bir
kavramdır. Bauman, Modernizmi "postmodern bir proje ya da
postmodern durumun ilk belirtilerinin ortaya çıktığı evresi olarak görebileceğimiz
entelektüel(felsefî, edebî, sanatsal) bir akım"83 olarak tanımlar. Bu
80 Madan Sarup, Post-Yapısalcılık ve Postmodernizm, s.187-188.81 Gencay Şaylan, Postmodernizm, s.112.82 Mehmet Küçük, Modernite Versus Postmodernite, s.103.83 Zygmunt Bauman, Modernlik ve Müphemlik , s.13.
27
tanımın önemli noktası, modernizmin, varlığını ancak
postmodernlik kavramı ile ortaya koyabilmesidir.
4.4. Modernist
Modernist kavramını, "19. ve 20. Yüzyıllar’da
kullanılacağı biçimiyle"84 dile kazandıran kişi, Jean-
Jacques Rousseau'dur. Modernizmin tarihi içerisinde dönemler
olduğu gibi, modernist kimliğin de dönemleri ve bu
dönemler içinde farlkı referansları vardır. Modernist,
içinde bulunduğu modern çağa uygun bir kişidir; kendinden
önceki modernizme uyan kişi değildir. Örneğin 19. yüzyılın
büyük modernistleri, kendilerini "keşfetme ile kendini alaya alma,
kendinden haz duyma ile kendinden kuşkulanma arasında" gidip gelen;
tehlikeden haberdar olan ama güçten de mahrum olmayan;
"ironik ve çelişkili", "çok sesli ve diyalektik"tir85.
Marshall Berman'ın deyişiyle, "Modern hayatı bizzat
modernliğin yarattığı değerler adına mahkûm" eden,
modernizmden büyük umutları olan ama aynı zamanda kaotik bir
biçimde umudu reddeden yenilikçilerdir. Bunlar arasında,84 Marshall Berman, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, s.14.85 A.g.e., s.22.
28
Marx, Kirkegaard, Whitman, Baudelaire, Melville, Rimbaud ve
Dostayevski sayılabilir86. Baudelaire’in modern insanı,
kendini sürekli keşfeden ve bir sanat eseri gibi sürekli
yeniden yaratan kişidir87. 20. yüzyılın modernisti ise,
gelişmesi hızlanan yeni dünyasında, elektronik iletişim
mucizeleri ve yeni bilimsel disiplinlerle yeniden şekillenen
bir kişidir. 19. Yüzyıl Modernisti, Modernizmi hem yücelten
hem de yeren kişilerken; 20. Yüzyıl Modernistleri, kalıplara
bağlı kişilerdir. Modernizmin gelişmesiyle "gelişmeleri"
gereken yeni modernistler, eskinin aksine "katı
kutupsallıklara ve dümdüz bütüncülleştirmelere"88 yönelirler
ve körü körüne inaç ve bağlılığa saplanırlar. 19. Yüzyıl
Modernisti "hem o/hem bu" derken; 20. Yüzyıl Modernisti "ya
o/ya bu" der89. Modernistlerin bu tutumları, Modernizme
yönelik eleştirilerin merkezini oluşturur. Çünkü aklı ön
plana çıkarak ve gelenekleri yıkan Modernizm, bir anlamda
kendi geleneğini doğurmakla kalmamış, bu geleneğe sıkı
sıkıya bağlı yeni bir nesil oluşturmuştur. Bu da,
Modernizmin asıl amacının dışına çıkmasının bir simgesidir.
4.5. Modernleşme
86 A.g.e., s.22.87 Dilek Doltaş, Postmodernizm ve Eleştirisi Tartışmalar/Uygulamalar, s.50.88 Marshall Berman, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, s.24.89 A.g.e., s.24.
29
Modern sözcüğü dilbilimsel açıdan, işaret ettiği
dönemin özelliklerinin bulunduğunu gösteren bir sıfatken;
modernleşme bir süreci adlandırır. Bu süreç, topluma ait her
alanda farklı başlangıç noktalarını temel alarak; farklı
alanlarda, farklı zamanlarda karşımıza çıkar. Modernleşme
sözcüğü, ilk defa II. Dünya Savaşı sıralarında
kullanılmıştır90.
Berman’a göre: "Modern hayatın girdabı birçok kaynaktan
beslenegelir. Fiziksel bilimlerde gerçekleşen, evrene ve onun içindeki yerimize dair
düşüncelerimizi değiştiren büyük keşifler; bilimsel bilgiyi teknolojiye dönüştüren,
yeni insan ortamları yaratıp eskilerini yok eden, hayatın tüm temposunu
hızlandıran, yeni tekelci iktidar ve sınıf mücadelesi biçimleri yaratan sanayileşme;
milyonlarca insanı atalarından kalma doğal çevrelerinden koparıp dünyanın bir
başka ucunda yeni hayatlara sürükleyen muazzam demografik altüst oluşlar;
hızlı ve çoğu kez sarsıntılı kentleşme; dinamik bir gelişme içinde birbirinden çok
farklı insanları ve toplumları birbirine bağlayan, kapsayan kitle iletişim
sistemleri; yapı ve işleyiş açısından bürokratik diye tanımlanan, her an güçlerini
daha da arttırmak için çabalayan ve gitgide güçlenen ulus-devletler; siyasal ve
ekonomik alandaki egemenlere karşı direnen, kendi hayatları üzerinde biraz
olsun denetim sağlayabilmek için didinen insanların kitlesel toplumsal
hareketleri; son olarak, tüm bu insanları ve kurumları bir araya getiren ve
yönlendiren, keskin dalgalanmalar içindeki kapitalist dünya pazarı. Yirminci
90 Fredric Jameson, Biricik Modernite , s.13.
30
yüzyılda, bu girdabı doğuran ve onu sürekli bir oluş halinde yaşatan süreçler
'modernleşme' diye adlandırıl[ır]" 91.
Modernleşme, bir oluştan çok, bir harekettir. Belki de
dünya tarihinin en büyük fikir hareketi olan modernizmin,
toplumsal pratiklerde yerleşmesi, dünyaya yayılması ve kendi
ritmini dünyaya uyarlamasıdır. Modernleşme, günümüzde
hayattta kalabilmek için bir zorunluluk haline gelmiştir.
Yakın tarihten bir örnek olarak, Çin’in Tibet’i işgalini
gösterebiliriz: Amaç, modern bir Tibet yaratmaktır.
Moderleşmiş ulusların, modern olarak kabul etmedikleri
ulusları, modernleştirme çabaları, bu tür bir hayatın olmazsa
olmaz kabul edilmesinin bir sonucudur. Oysa modernizmin
dayanağı olan aydınlanma, insanın özgürlüğüne dayanan bir
düşünce sistemidir. Bu sistem içinde, doğal bir bireysel
özgürlük ve yine doğal olan bir toplumsal ilerlemekten
bahsedilmektedir. O halde modernleşmeyi zorunlu kılan nedir?
Aydınlanmacı pratiklerin yanlış anlaşılması veya kişisel
veya toplumsal amaçlar için kullanılmasının, böyle bir sonuç
doğurduğunu söylemek, yanlış olmayacaktır. Zaten ileride
açıklanacak olan postmodernizmin, modernizm ve modernleşmede
eleştirdiği önemli konulardan birisi de bu çeşit özgürlük
kavramı ve mutlak ilerlemedir. Modernleşme, bir güç halinde
geldiğinde ve modern hayatın lüksleri tekelleştiğinde, dünya
91 Marshall Berman, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, s.12.
31
toplumları arasındaki eşitsizlik büyümeye başlar. Bu da yer
yer modernleşmeyi, doğal bir sonuç olmaktan çıkarır.
4.6. Modernite
Modernite, "toplumun herhangi bir dış otorite ya da tanrısal köken söz
konusu olmaksızın kendi kendine ürettiği ilkelere dayanarak meşruluğunu
temellendirmesi" 92 anlamına gelir. Bu kavram, "geç romantizm hâlâ
klasik olana karşı gerici bir tepki olarak algılanan şeyden bir tatminsizlik
hissetmeye başladığı zaman[ı]" 93 işaret eder. Sanatta modernite,
"esas olarak 19. yüzyılda ortaya çıkan avangard ya da bohem sanat anlayışını"
ifade ederken; modernitenin estetik yaklaşımı da temelde
yabancılaşmaya başkaldırıyı esas alır 94.
Jameson, modernitenin dört ana ilkesi olduğundan
bahseder:
“1. İnsan dönemleştirmeden yapamaz.
2. Modernite bir kavram değil, ama daha çok bir anlatısal kategoridir.
3. Onu anlatmanın bir yolu öznellikten geçer.
4. Hiç bir modernite ‘teorisi’, bugün modernle postmodern bir kopuş
hipotezi kabul etmedikçe anlamlı değildir”95.
92 Gencay Şaylan, Postmodernizm, s.57.93 Fredric Jameson, Biricik Modernite, s.25-26.94 Gencay Şaylan, Postmodernizm, s.111.95 Fredric Jameson, Biricik Modernite, s.91.
32
Modernitenin kendisinden de önemli olan, Habermas’ın
tanımıyla, modernite projesidir. 18 yy.’da beliren modernite
projesi, Aydınlanma Düşünürlerinin “nesnel bilimi, evrensel ahlâk ile
hukuku ve kendi ayaklar üzerinde duran sanatı, kendi iç mantıkları temelinde
geliştirme” 96 amaçlarına dayanan, bir düşüncedir. Habermas, bu
projenin tamamlanmamış olduğu fikrini savunurken, belki de
modernizmin ancak postmodernizmle birlikte ele alındığında
yorumlanabileceğini iddia eden yukarıdaki tutuma benzer bir
fikir sunar.
4.7. Postmodern
Postmodern, bir tarihsel kesiti işaret eder. Bu
tarihsel kesit, modernizmin yarattığı kültürel bir karmaşa
içerisinde oluşmaktadır. Postmodern, sınırların yok olmaya
başladığı, kapitalizmin bütün insanlığı yalnızca bir
“tüketici kitlesine dönüştürdüğü”97, maddeselliğin
özneleştiği bir tarihsel kesittir. Karmaşanın hakim olduğu
bu ortam, dünyanın bazı yerlerinde gericiliği, bazı
yerlerinde de birbirine girmiş bir kolaj-mistisizmi ortaya
çıkarmaktadır.
96 David Harwey, Postmodern Durum, s. 25.97 Yıldız Ecevit, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar, İletişim Yayınları, İstanbul 2001, s.58.
33
Batı kültürünün ana taşıyıcıları yok olurken, daha
önceden birarada kullanılmayan kavramlar içi içe geçmeye
başlar. Bilim ve büyü, bilimsel tıp ve alternatif tıp,
teknoloji ve çevrecilik98, aynı yerde hayat bulur.
Postmodern, kelime olarak bu anlamları işaret etse de
araştırmamızın asıl yönü itibariyle bizi ilgilendiren,
Lyotard’ın de üzerinde ısrarla durduğu “postmodern durum”99
dur. Çünkü postmodern edebiyat, tam da bu durumun
edebiyatıdır. Yine de bir edebiyatçının gözüyle postmodernin
nasıl bir imge olduğunu söylemeden geçmek de haksızlık
olacaktır: “Her şeyin karşıtıyla birlikte hiçbir çatışmaya yer vermeden
varolduğu, farklılıkların barışçı bir karnaval atmosferi içinde bir arada yaşadığı
bir tinsel varoluş biçiminin adıydı postmodern” 100.
4.8. Postmodernlik
Postmodernlik tanımı da tıpkı postmodern tanımı gibi,
modern ile ilgilidir ve modernlikten sonraki dönemi işaret
eder. Postmodernitenin de modernitenin devamı ya da tamamen
inkarı olup olmadığı yolunda farklı iddialar bulunur101.
Postmodernlik, özellikle bireysel ve toplumsal kimlik
98 A.g.e., s.58.99 A.g.e., s.57.100 A.g.e.,, s.62.101 Madan Sarup, Post-Yapısalcılık ve Postmodernizm, s.186.
34
çeşitliliği102 üzerinde durur ki bu da onun çoğulcu demokrat
tavrı ile ilgilidir. Postmodernizmin, çoğu düşünür
tarafından devrimci bir yapıda bulunmasının nedeni de budur.
Postmodernlik, postmodern düşünürlerin fikirlerini
benimsemeye ve uygulamaya dayalı bir duruş biçiminin adıdır.
4.9. Postmodernite
Postmodernite, bir dönemin adıdır ve bu dönemde, “insanın
akıl yürütüp, bilime dayanarak özgürleşip, yüceleceği bağıntıları ciddi bir
biçimde sorgula[r]” 103. Postmodernite, Habermas tarafından
Nietzsche ile başlatılan bir dönemdir. Postmodernite içinde
-özellikle aydınlar- modernizm ve türevlerinin
getirdiklerini sorgulamaya başlarlar. Ancak postmodernite
ile ilgili net bir açıklama yapmak pek de mümkün olamaz.
Yukarıda modernitenin tanımını yapan Jameson’un yolu
izlendiğinde, postmodernitenin tanımının da modernitenin
tanımı gibi bir ardıla ihtiyaç duyduğunu söylemek,
mümkündür. Ancak postmodernizmin kendisi de henüz tam
anlamıyla belirlenmiş ve yaygınlaşmış bir akım olmadığından,
onun içinde yaşadığı süreci belirlemek de imkânsızdır.
4.10. Postmodernizm
102 Madan Sarup, Post-Yapısalcılık ve Postmodernizm, s.186.103 Gencay Şaylan, Postmodernizm, s.129.
35
“Öyleyse postmodern nedir?
İmajın ve anlatının kurallarına yöneltilmiş başdöndürücü
çalışmasında, aldığı ve almadığı yer nedir?
Modernin bir parçasını oluşturduğu muhakkak:
Devralınan her şeyden, bu daha geçen günden devralınmış olsa bile,
kuşkulanılmalıdır.”
Jean-François Lyotard104
Giriş bölümünde de belirtildiği gibi postmodernizm,
öncelikle etimolojisi nedeniyle modernizmle ilgili bir
kavramdır. “-post” önekinin sağladığı “sonraki” olma
anlamını üzerinde taşıdığı için, modernizmin sonrasına
işaret eder. Ancak bu sonrası olma durumu, modernizmin devamı,
veya modernizmin tamamen karşıtı olma hali olarak kabul
edilebilir. Hatta postmodernizm sözcüğünün yazılışında bile
fikir birliği sağlanamamıştır. Batılı kaynaklarda rastlanan
bu duruma göre, postmodernizm veya post-modernizm yazılışları,
yazarın kelimeye, doğal olarak da kelimenin yansıttığı
imgeye bakış açısını ifade etmekte kullanılır: Tire ile
yazıldığında “muhafazakar bir karşıtlık”, tiresiz
yazıldığında ise “radikal” bir destek söz konusu edilir105.
Bunların yanında, popüler bir terim olması nedeniyle,
çoğunlukla saçma, anlaşılmaz veya absürd gibi anlamlarla
104 Jameson, Lyotard, Habermas Postmodernizm(Haz: Necmi Zeka), Kıyı Yayınları, Ankara 1994, s.53.105 Pauline Marie Rosenau, Post-Modernizm ve Toplum Bilimleri, s.44-45.
36
kullanıldığı bir günlük alan da oluşturur. Ancak bu gündelik
kulanım, kesinlikle postmodernizmin içeriği veya tavrıyla ilgili
bir anlam taşımaz.
Postmodernizm, modernizme yönelik sert eleştirilerle
doğmuş bir akımdır. Temelinde de modernizme ait -özellikle
sanat alanındaki- özelliklerin kökten yadsınması bulunur.
Öncelikle mimari alanında ortaya çıkan postmodernizm, kendi
kuramcıları tarafından da açık ve anlaşılır bir şekilde
tanımlanmaz. Genel kanının aksine bu tutum,
postmodernizmin henüz tam olarak oluşmaması ile veya doğası
gereği anlaşılmaz ve saçma olmasıyla bağlantılı değildir.
Postmodernizmin kuramcıları, postmodernizmin tanımını
yapmaktan özellikle kaçınırlar; çünkü tanım yapmak; sınır
koymak ve düalist davranmak anlamına gelir ki bu,
postmodernizmin temelden reddettiği bir tutumdur.
Postmodernizmin ne olduğu ile ilgili sorulara, Lyotard,
Jameson, Hassan, Derrida ve Eagleton gibi kuramcıların net
bir yanıt vermekten kaçındıklarını; bunun yerine
postmodernizmle ilgili görüşlerini açıkladıklarını görürüz.
Postmodernizmin modernizm karşıtı bir sanat akımı olduğunu
söylemek gibi bir tavır benimsemek de, kesinlikle eksik bir
cevap olacaktır. Bu nedenle, postmodernizmin kuramcılarının,
postmodernizmle ilgili fikirleri ışığında bir sonuca
ulaşmaya çalışmak en doğru yöntemdir. Çünkü Lyotard’ın da
37
dediği gibi kuramcıya düşen görev, “gerçekliği sağlamak değil,
gösterilemeyen kavranabilir için yeni imâlar icad etmektir” 106.
Postmodernizm, her şeyden önce, bir sanat hareketidir.
Tarihsel gelişimine baktığımızda, 1960’ların sonunda
Fransa’da başlayan ve 1970’lerden sonra da ABD’de ağırlık
kazanmış bir düşünce ve sanat akımı olarak karşımıza
çıkar107. Bir başka deyişle postmodernizm, Amerika’dan çok;
Avrupa’nın çocuğudur. Bir sanat hareketi olarak Fransa
kökenli olsa da; Nietzsche ve Heidegger108 gibi Alman
filozofların etkisinde gelişmiş bir harekettir.
Sözcüğü, ilk olarak 1930’larda postmodernismo olarak,
Federico De Onis , “modernizmin kendi içindeki muhafazakar bir
gerileyişi” anlamında kullanırken; karşısına da, onun tersi
olarak, ultramodernismo şeklinde bir kavram koyar ve bunları
karşılaştırır109. Sözcüğün, edebî metinlerle ilgili olarak
ilk kullanımı, 1934’te Madrit’te yayımlanan “İspanyol Hispanik
Amerikan Şiiri Antolojisi”110 adlı kitapta geçmektedir. Charles Olsen
tarafından da, yenilikçi Amerikan şiiri yorumlanırken
kullanılır111. Postmodernizmi, modern karşıtı avangard bir
106 Jameson, Lyotard, Habermas, Postmodernizm, s.58.107 Dilek Doltaş, Postmodernizm ve Eleştirisi Tartışmalar/Uygulamalar, s.20.108 Pauline Marie Rosenau, Post-Modernizm ve Toplum Bilimleri, s.35. 109 Perry Anderson, Postmodernitenin Kökenleri(Çev: Elçin Gen), İletişim Yayınları, İstanbul 2002, s.10.110 Dilek Doltaş, Postmodernizm ve Eleştirisi Tartışmalar/Uygulamalar, s.33.111 A.g.e., s.33.
38
akım anlamında ilk kez kullanan, Randall Jarrel’dir112.
Arthur Toynbee ise 1947’de yayımladığı kitapta (A Story of
History), postmodernizmi Fransa-Prusya Savaşı ile ortaya
çıkmış “yeni bir dünya görüşü”113 olarak tanımlar. Toynbee’ye
göre bu dönem, batı uygarlığının, modernliğin yıkıcı
sonuçlarıyla karşılaştığı dönemdir.
1960’lı yıllarda Lyotard, Postmodernizmin içeriğini ve
postmodern yorumu genişleterek, Postmodern Durum114 isimli
eserinde genel hatları belirler. 1972 yılında, “Postmodern
Edebiyat ve Kültür Dergisi” isimli bir eleştiri dergisi
çıkarılır. Bu dergide, Modernizm ve Postmodernizmin,
edebiyat alanında ilk defa karşılaştırıldığı görülür115.
Ancak “Postmodernizm” sözcüğünü “Modernist düşünceye karşı
çıkış” anlamında ve sanatsal ve edebî bağlamda asıl kullanan
kişi, “The Dismemberment of Orpheus: Toward A Postmodern Literature”
isimli kitabıyla, Ihab Hassan’dır116. Hassan, “Postmodernin
temelindeki birliğin, ‘belirsizlik ve içkinlik’ oyununa dayalı olduğunu” söyler117.
O’na göre, yapısalcılıktan sonraki tüm motifler,
postmodernizme aittir. Ancak Hassan, postmodernizmin
kesinlikle sosyal veya kesinlikle edebî olduğu gibi bir
yorum yapmaz. Ona göre postmodernizm, edebî bir değişim112 A.g.e., s.33.113 A.g.e. s.33.114 Bkz. J.F. Lyotard, Postmodern Durum, Vadi Yayınları, Ankara 2000, 159s.115 Perry Anderson, Postmodernitenin Kökenleri, s.27.116 Dilek Doltaş, Postmodernizm ve Eleştirisi Tartışmalar/Uygulamalar, s.194.117 Perry Anderson, Postmodernitenin Kökenleri, s.31.
39
biçimidir ve “gerek kendinden önceki avant-garde akımlardan (kübizm,
fütürizm, dadacılık, gerçeküstücülük, vb.) gerekse de modernizmden ayırt
[edilebilmesi] mümkündür. Ne modernizm gibi Olimpiyen ve tarafsız bir tutum
içinde olan, ne de saydığımız diğer akımlar gibi bohem ve isyankâr olan
postmodernizm, sanat ile toplum arasında farklı türden bir uzlaşma
önermektedir”118. Postmodernizmin kuramını yapmasına rağmen
Postmodernizm hakkında fikrini en çok değiştiren kişilerden
olan Hassan, 1980’lerin sonunda artık, Postmodernizme farklı
bir açıdan bakmakta, onun değiştiğini ve yanlış bir yöne
girdiğini söyler. Bu dönemde, “İdeolojik saldırganlık ile
gizemsizleştirici(demistify) hafiflik arasında sıkışan, kendi yarattığı kitsch’in
tuzağına düşen postmodernizm, eklektik bir alaycılığa, sahte hazlarımızı, basit
inançsızlıklarımızı gizleyen bir şehvet kırıntısına dönüşmüştür”119. Bu tavrı,
şu şekilde yorumlamak mümkündür: Postmodernizm, temelinde
çok da akılcı nedenlerle reddettiği üst-anlatıların, modern
tutumların, ideallerin geri plana itilmesiyle oluşan
boşluktan yararlanan; gerçekten içi boş popülizmin ve belki
de Makyevelizmin maşası gibi kullanılmaya başlanmıştır. Bu
da doğal olarak postmodernizmin bir türlü anlaşılamadığı
toplumlarda, doğrudan postmodernizme yüklenmiştir.
Postmodernizm, Lyotard’a göre öncelikle modernizmin
“meşrulaştırıcı söylemlerine”120 karşı, evrensel söylemlerin
118 A.g.e.,, s.32.119 A.g.e., s.34.120 Madan Sarup, Post-Yapısalcılık ve Postmodernizm, s.188.
40
karşısında bir yapıdadır. Bu noktadan hareketle, Modernizme
ve Modernist sanatın özelliklerine toptan bir saldırı söz
konusudur. Postmodernizm, öncelikle, sanayi sonrası
toplumunun belirmeye başlamasıyla ilgilidir.
Postmodernizmin, sanayi sonrası ile ilgili oluş nedeni ise,
bilgi dolaşımının artık “temel iktisadi [bir] üretim gücü
haline” gelmesi ve “geleneksel meşruluk zemini[ni]”
yitirmesidir121. Sonuçta sanayi sonrası toplumunda “dil”122
bile sanayinin bir aracı olarak kullanılmaya başlanmıştır. O
halde artık dil kavramının içeriği ile ilgili bir yeniliğe
gitmek, dili oyunlaştırmak gerekir ki bu, Postmodernizmin
oluşumuyla ilgili bir başlangıç noktasıdır. Nihayetinde
Postmodernizm, yapısöküm ile birlikte bir anlam
kazanabilecek yapıdadır. Lyotard, Postmodernizmin kuruluşu
aşamasında aydının rolünü indirgeyerek, bilgi vermek yerine
kısa anlatılar kurgulamak işiyle sınırlamakla kalmaz; onun
artık bilgisinin yetersizliğini de kabul edip dinlemeye
geçmesi gerektiğini de savunur. Böylece kuramın kendisi bir
edebiyat türüne, kuramcı da yazara indirgenmiştir123. Yazar
da felsefeci görevini üstlenecektir. Postmodernizmle uğraşan
kişi, Postmodernizmin işaret ettiği çoklu dünyalarda yaşayan
kişidir.
121 Perry Anderson, Postmodernitenin Kökenleri, s.40.122 Jameson, Lyotard, Habermas Postmodernizm, s.23.123 A.g.e., s.26.
41
Postmodernizm, 1980 yılında Habermas’ın Frankfurt’ta,
modernizmle ilgili yaptığı bir konuşmada da (Die Moderne- ein
unvollendetes Projekt) önemli bir gönderge124 olarak yer alır. Adı
geçen konuşmada Habermas, öncelikle “estetik modernite
ruhunun”, “canlılığını” büyük ölçüde yitirdiğini kabul eder
ve postmodernitenin bu değişim sayesinde varolabildiğini
söyler. Modernitenin iki yönlü Aydınlanma projesi, lâik bir
yapının bilim ve sanatı kendi normlarına kavuşturması ve bu
durumun günlük yaşama işleyerek onu zenginleştirmesi
esaslarına dayanır. Ancak, bunun gerçekleşememesinin
yanında, hem alanlar arasındaki mesafe açılmış hem de sanat
toplumdan uzaklaşmıştır. 19. yy.’da avant-garde akımlar bu
arayı kısaltmaya çalışmışsa da, başarılı olamamıştır. Bu
durumda kısaca, modernite projesi de, henüz tamamlanmamış
bir projedir125.
Jameson, Postmodernizmi öncelikle, modernizmin kendi
içinde bir çözülme olarak tanımlar. 1984’te yayımlanan
makalesinde Postmodernizmi, “sermayenin ekonomik düzeninin
nesnel dönüşümlerine” bağlar, Postmoderniteyi ise artık
“hâkim üretim tarzının tarihindeki yeni bir aşamanın kültürel belirtisi” olarak
kabul eder126. Jameson, postmodernizmi daha çok, modernizmin
tüketim toplumunu yüceltmeye başlaması, ve değerlerin iç
124 Perry Anderson, Postmodernitenin Kökenleri, s.56.125 A.g.e., s.58 - 60.126 Perry Anderson, Postmodernitenin Kökenleri, s.81.
42
anlamlarının giderek nihilizme kaymasıyla bağdaştırmaktadır.
Postmodernizmin üst-anlatı ile ilişkisi, hâkim sistemlere
bakışı, halka açılması, karşıtları biraraya getirmesi gibi
durum ve tutumlar127, kaynaklarını çoğunlukla Jameson’dan
almışlardır. Jameson’un postmodernizme bakışı, genellikle
eleştireldir. Örneğin postmodernizmin bir özelliği olarak
toplumdaki hislerin sönmesini alır.
Postmodernizmin edebiyat alanındaki yansımaları
konusunda çalışmaları olan Terry Eagleton’a göre
Postmodernizm ve onun ürünleri, “şakacıdır, kendi kendiyle dalga
geçer, hatta şizoiddir; aynı zamanda, yüksek modernizmin gösterişsiz kendine
yeterliliğini, ticareti ve meta biçimini arsızca kucaklayarak tepki gösterir. Kültürel
geleneğe karşı tavrı saygısız bir pastiş görünümündedir; kasıtlı olarak
amaçlanmış derinlik yokluğu, her türlü metafizik ağırbaşlılığın altını oyar. Bu,
bazen acımasız bir sefalet ve sarsma estetiğine açılır” 128. Terry
Eagleton’un Postmodernizmle ilgili bu görüşleri,
Postmodernizmin yeraltı (underground) sanatını kullanmaktaki
ısrarıyla ilgilidir. Modern geleneğin ağırbaşlı ve öğretici
tavrının karşısına çıkan Postmodernizm, karşı çıkışını da,
doğal olarak Modernizmin reddettiği yaklaşımlarla
destekleyerek, feminizm, bilim-kurgu, fantezi, alt-kimlikler
127 İleride “Postmodernizmin Özellikleri” bölümünde incelenecektir.128 David Harwey, Postmodernliğin Durumu(Çev: Sungur Savran) , Metis Yayınları, İstanbul 1997, s.21.
43
ve küçük anlatılara yönelirken, yeraltı sanatının
özelliklerini kullanır.
Postmodernizmin temelinde iki temel görüş vardır.
Bunlardan birincisi, birlik, doğruluk gibi kavramların
olmaması, ikincisi de bütün dizgelerin dönüşlü olmasıdır129.
Birinci görüş, ileride Postmodernizmin özellikleri içinde
anlatılan üst-anlatının reddi ile ilşkili, ikincisi ise
okurun yeniden doğumu ve metnin sürekli gelişim halinde bir
nesne olması ile birbirine bağlıdır. Postmodernizm, ona
yüklenen “ultra-modern” kimliğe rağmen, aslında tamamiyle
özgün bir hareket veya oluşum değildir. Postmodernizmin
yapısı içinde, Fransız yapısalcılığı, romantizm,
fenomenoloji, nihilizm, popülizm, varoluşçuluk,
yorumbilgisi, batı Marksizmi, eleştirel teori ve anarşizm130
gibi pek çok farklı, hatta karşıt yaklaşım bulunur.
Postmodernizme ait büyük bir yanlış anlaşılma,
toplumsal hayatın içinde göze çarpar. Modernizmin
sorgulayıcı niteliği, temelinde Aydınlanmacı felsefeye
dayanırken, özellikle dinî metinlerin sorgulanması ve mutlak
teslimiyet duygusunun eleştirilmesiyle, dinî hayat açısından
önemli bir değişikliği doğurur. Postmodernizmin, Modernizmin
129 Abdülbâki Güçlü, Erkan Uzun, Serkan Uzun, Ümit Hüsrev Yolsal, Felsefe Sözlüğü, s.1165.130 Pauline Marie Rosenau, Post-Modernizm ve Toplum Bilimleri, s.36.
44
karşıtı olması sürecinde de, sanki dinî-sosyal otoritenin
yeniden yükseldiği gibi bir simülasyonun ortaya çıkarılmaya
çalışıldığını görürüz. Politik veya sosyal nedenlerle
kullanılmaya çalışılan Postmodernizmin, sanki özellikle
modernizmin lâik tutumuna karşı ve hatta onu yıkan bir akım
gibi tanıtılmaya çalışıldığı fark edilir. Ancak bu,
Postmodernizmin özellikleri incelendiğinde açıkça
görülebileceği gibi, kavramın doğasına aykırıdır.
Postmodernizm, Modernizmin toptan eleştirisini yaparken,
Modernizmin yücelttiği kavramların içini boşaltır, ancak
eleştirdiği bir şeyin yerine herhangi bir alternatif kesinlikle
sunmaz. Çünkü Postmodernizm için, iyi-kötü, doğru-yanlış
gibi tanımlamalar yapmak; dolayısıyla da eleştirdiği bir
kavramın yerine yenisini koymaya çalışmak imkansızdır. Böyle
bir tavır, ancak düalist düşüncenin hakim olduğu modernizm
gibi üst-anlatılara ait olabilir.
Postmodernizmin, sanatta Andy Warhol; edebiyatta Barth;
sinema alanında David Lynch ve felsefede Derrida, Lyotard ve
gibi temsilcileri131 ve Baudrillard gibi etkilendiği
sosyologlar vardır. Postmodernizmin önemli göstergelerinden
biri haline gelen simülasyon kuramının fikir babası olan ve
yukarıda da belirtildiği gibi Postmodernistleri ciddi
anlamda etkileyen Baudrillard’ın postmodernizmle ilgili
131 Madan Sarup, Post-Yapısalcılık ve Postmodernizm, s. 185.
45
fikri, dikkat çekicidir: “Bu kavrama benim kadar uzak biri olamaz.
Post-modernizm bir deyimdir, insanların kullandığı hiçbir şey ifade etmeyen bir
deyim. Hatta o bir kavram değildir, hiçbir şey değildir”132. Bunların dışında
Eco(Gülün Adı, Foucault Sarkacı, Baudolino, Önceki Günün
Adası), Foucault (Cinselliğin Tarihi I-II-III, Deliliğin
Tarihi) , Italio Calvino (Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu),
Tom Robbins (Ağaçkakan, Parfümün Dansı, Sıska Bacaklar,
Sirius’tan Gelen Kurbağa), Tim Burton (A Nightmare Before
Christmas, Corpse Bride) ve Eagleton da Postmodernizmin
önemli temsilcilerdir. Örneğin Eagleton, daha çok felsefe
alanındaki çalışmalarıyla tanınıyor olsa da; yazdığı tek
edebî eser olan Azizler ve Alimler’de133 küçük bir dünyada
mükemmel bir karmaşa yaratarak; Bakhtin, Wittgenstein ve
gerçekte var olmayan, Ulysses’in baş kişisi Bloom’un ortak
kurgusal hikâyelerini anlatır. Bütün bilinen gerçekliğin
hayalle karıştığı ve “varmış gibi” yaptığı yeni bir dünyadır
bu.
V. MODERNİZME YÖNELİK ELEŞTİRİLER
“Modernliğin kurtarıcı gücü,
modernlik başarıya ulaştıkça tükenir.”
Alain Touraine
132 Jean Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon (Çev: Oğuz Adanır) , DoğubatıYayınları, Ankara 2005, s.11.133 Terry Eagleton, Azizler ve Alimler(Çev:Osman Akınhay), Ayrıntı Yayınları,İstanbul 1998.
46
Modern ve modern kökünden türeyen kavramları, böylece
tanıttıktan sonra, şimdi de modernizme yönelik eleştirilerin
üzerinde duralım.
Modernizmin eleştirilen yönleri, Postmodernizmin
oluşumu aşamasında anahtar noktaları oluşturur.
Postmodernizmi ister Modernizmin ilerlemiş hali ister
Modernizmin yıkıcısı olarak ele alalım, her hal ve şart
altında Modernizme yönelen eleştirilen bu kavramı doğurur.
Modernizm, kendi gelişimi içerisinde sürekli olarak
eleştirilir; çünkü Modernizmi oluşturan gelişmelerin
doğasında böyle bir yaklaşım vardır. Bunlardan başlıcası,
kendisi de bir Modernist olan Rousseau’nun Modernizme
yönelik eleştirileridir. Rousseau, modern toplumda da devam
eden eşitsizlikleri eleştirir134. Bu da doğal olarak
Modernizmin bireyin gelişimi açısından önceki dönemlerden
çok da büyük bir farkı olmadığı anlamına gelir. Yine
Rousseau, Modernliğin kendi kendine “akılcı bir toplumsal
düzeni getireceği”135 fikrini kabul etmez. Çünkü Rousseau,
toplumun akılcılığını da kabul etmez.
134 Alain Touraine, Modernliğin Eleştirisi, s.36.135 A.g.e., s.37.
47
Modernizmin, Kapitalizmi tek gerçek ve tek iyi düzen
olarak lanse etmesi, sosyolojik açıdan pek çok eleştiri
alır. Modernizm, akılcılaştırmayı yüceltirken geçmişe
tamanen ve geri dönüş olmaksızın sırt çevrilmesini
istemektedir. Bu da Modernliği “katı” ve hatta “şiddetli”
bir hale getirir136. Modernizm felsefesinde eleştirilen
önemli noktalardan bir de modernizmin “düzeni” bir ilke,
adeta bir “imkansız ödev”137 olarak benimsemesidir. Marx,
“modern hayatın temel olgusu” olarak temeldeki kökten
çelişkileri gösterir138.
Modernizme yönelen eleştiriler, yalnızca bir kavram
olarak Modernizme değil; Modernizmin içinde gelişen diğer
kavramlara da yönelir. Bunlardan Fütürizm, makinalara karşı
aşırıya varan bir bağlılık ve geleneğe karşı aşırı bir
tiksinti geliştirdiği için ağır eleştiriler almıştır139. Bu
yüceltme, makinaları baş role çıkarmakta ve insan sadece
“fişi takan”140 bir eleman düzeyine indirgenmektedir. Böyle
bir indirgeme de doğal olarak Aydınlanma ile bireyliğini
farkeden insanın kaybolmasına neden olabilecek kadar etkili
bir durumdur.
136 A.g.e., s.45.137 Zygmunt Bauman, Modernlik ve Müphemlik, s.13. 138 Marshall Berman, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, s.17.139 A.g.e., s.26.140 A.g.e., s.28.
48
Modernizmin gittikçe katılaşan kuralları ve
gelenekleri yok edip tek tip bir dünya oluşturmaya
başlaması, modernist insana yönelik eleştirilerin de
artmasına neden olur. Modern toplum, bir kafese benzetilmeye
başlanır: “İronik bir biçimde, 20. yüzyılda demir kafesi eleştirenler kafes
bekçilerinin bakış açısını benimsemişlerdir. İçindekiler, içsel özgürlük ve
kişilikten yoksun olduklarına göre kafes, bir hapishane değildir. Kafesin bütün
yaptığı bir hiçlikler nesline, arzuladığı ve gerek duyduğu boşluğu sağlamaktır”141.
Nietzsche, modernliğin Hıristiyan idealleri ve doğal
olarak da Hıristiyanlığı çökertmesini ünlü “Tanrı öldü!”
sözleriyle ifade eder. Nietzsce’ye göre aslında tanrının
ölümü ve “nihilizmin yükselişi” travmatik oluşumlardır142. Bu
travma, insanları büyük bir değerler boşluğunda ama bunun
yanında da büyük bir “imkanlar bolluğu”nun143 ortasına atarak
son derece kaotik bir durum oluşturmuştur.
Touraine de Modernizme yönelik şu eleştiriyi yapar:
“Eskiden sessizlik içinde yaşıyorduk, şimdi gürültü içinde yaşıyoruz; eskiden
yapayalnızdık, şimdi kalabalığın içinde yitmiş bir durumdayız; pek az mesaj
alıyorduk, şimdi mesaj bombardımanına tutuluyoruz. Modernlik bizi, içinde
yaşadığımız yerel kültürün dar sınırlarından çekti aldı ve bir yandan bireysel
141 A.g.e., s.29.142 A.g.e., s.20.143 A.g.e., s.20.
49
özgürlük dünyasının, öte yandan da kitle toplumu ve kültürünün içine attı. (...)
Modernliğin ana gücü, yani kapalı ve bölümler halindeki bir dünyanın açılma
gücü mübadeleler çoğaldıkça ve insanların, sermayenin, tüketim mallarının,
toplumsal denetim araçları ve silahların yoğunluğu arttıkça tükeniyor”144.
İleride Modernist edebiyatın baş kişisi protagonistten
bahsettiğimizde, bu satırlardaki tarifin ne kadar doğru
olduğu bir kez daha anlaşılacaktır.
Modernizmin çöküşünü ve/veya değişimini hızlandıran en
önemli neden, modernist bakışın, kendine ait olmayan
sistemleri dışarıya atması ve bunlara yabancılaşmasıdır. Bu
yabancılaşma, soyutlamadan daha önemli bir sorunu ortaya
çıkarır: Modernizmin bu tavrı, özgürleşme idealini yücelten
aydınlamaya karşıttır. Çünkü, modernist sisteme uygun
görünmeyen, modernistler tarafından algılanamayan kavram ve
durumları yabancılamak, baskılayıcı ve aşağılayıcı bir tavrı
da peşinden getirir145.
Modernizmin, evrenin düzenini açıklamakta kullandığı
yöntem olan epistemoloji, en ağır eleştirileri alan
bölgedir. Batı kökenli epistemolojik açıklamalar, yine batı
kökenli bilimin ilerlemesiyle, yetersizleşmeye başlar146.
Epistemolojinin zaafı karşısına çıkan ontoloji, bizzat144 Alain Touraine, Modernliğin Eleştirisi, s.110.145 Dilek Doltaş, Postmodernizm ve Eleştirisi Tartışmalar/Uygulamalar, s.16.146 Kuantum fiziği ile ilgili olan bu durum, ileride ayrı bir bölüm olarak açıklanacaktır.
50
gerçeğin kendisinin ne olduğunu sorgulamaya başlayınca,
modernist gerçeklik yıkılmış olur147.
Modernizmin, Aydınlanmacı bir proje olarak çıkmaza
girdiği noktalar bulunur. Foucault’ya göre bu çıkmazlardan
en önemlisi, hümanizm ile Modernizm arasındakidir.
Aydınlanma projesinin doğasında, hümanizmanın ve insan
özgürlüğünün yüceltilmasi bulunur. Ancak Modernizm,
hümanizm ile olan dengesini yitirmiştir; çünkü “yalnızca bazı
hümanist yorumları sorgulamadan benimse[mekte] ve bunları din, bilim ve
politikadan çarpıtarak aldığı görüşleri üzerinde birtakım sınırlayıcı normlar ve
değerler dizgesi” 148 geliştirmektedir.
Modernizme yönelik eleştirilerden bir diğeri de,
sanatçının üzerindeki soyut baskıdır. Dünyayı değiştirmek ve
geliştirmeyi misyon edinen sanatçı, Modernizme karşıt bir
evrende yaşayamadığı için, kendi içine yönelir. Bunun
nedeni, “modern sanat anlayışı içinde sanatçının misyonunun”149 hümanizm
ve özgürlüğe dayalı olmak zorunda kalmasıdır. Bu durum da,
yukarıdaki kavramları zorunlu ahlâki ilkeler haline
getirdiği için, sanatçıyı özgürlük taraftarı bir anti-
özgürlüğün içinde hapsetmektedir.
147 Dilek Doltaş, Postmodernizm ve Eleştirisi Tartışmalar/Uygulamalar, s.10. 148 Yıldız Ecevit, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar, s.52.149 Gencay Şaylan, Postmodernizm, s.89.
51
Yukarıdaki çelişmenin bir diğer kutbu da sanatçıya özgü
misyonun bir zorunluluk haline gelmesidir. Özellikle Soğuk
Savaş dönemindeki kamplaşma, modernizmin iki temel ahlaksal
değeri hümanizm ve özgürlükle çatışmaya başlar “Sanatçının
mutlaka kapitalizmden yana, sosyalizme karşı bir tavır alması söz konusu
olamıyorsa, en azından sanatsal misyonun bir depolitizasyon üzerine oturması
beklenmekte[dir]”150. Leninist avant-garde da katı Bolşevik
Partisi baskısı karşısında benzer durumda kalır. Bu d
urum, sanatın kendiliğindenliğini, sanatçıya özgü olması
özelliğini yok edip, sanatı kalıplara sokar.
Modernizmin bir yansıması olan Fütürizm örneğine
bakıldığında, “Marinetti yansımalı seslerden başka bir şey olmayan ses-
şiirler” yazarken Klebnikov da “sırf seslerden oluşan bir dil icat eder[ek]”
edebiyatı “maddi koşullara” indirger151. Bu ve benzeri tutumlar,
edebiyatı daraltmakla kalmaz, başka dışa vurumlara olan
ihtiyacı da arttırır.
Postmodern kritiklere göre, “modern sanatın mutlaka ileriye,
yani geleceğe dönük olmasının bir zorlamayı” gündeme getirir. Ancak,
“böyle bir zorunluluk anlamsızdır ve sanat geçmişe dönerek, geçmişi yansıtarak
toplumsal belleğe çağrıda bulunabilmelidir” 152.
150 A.g.e. , s.90.151 Steven Connor, Post-Modernist Kültür(Çev: Doğan Şahiner), YKY, İstanbul 2001, s. 156. 152 Gencay Şaylan, Postmodernizm, s.95.
52
Bu eleştirilerin ışığında, şunu söylemek mümkündür:
Modernizm, kuralları yıktıktan sonra kendi kurallarını
koyduğu ve bunlara bağlı kaldığı için, kendinden
önceki dönemlerin hatasına düşmüştür. Kurallar da,
Modernizmin özgürlükçü yapısını yerle bir eder. Sistemlere
mutlak bağlılık ve eleştirinin kabul edilmemesini
eleştirerek “yeni dünya düzeni” kuran Modernizm, bu defa da
kendi düzenini mutlak kabul etmeye başlar. Bireyselleşme
dediği şey, aslında kuralları önceden koyulmuş ve sınırları
önceden belirtilmiş bir insan fikrinin, güya bireylar
tarafından keşfedilmesini sağlamaya dayanan bir
simülasyondur. Ve modernizm, bu simülasyonu da mutlak
gerçeklik olarak bireyin önüne koymaktan çekinmez.
Sanatçının da, bireyin özgürleştirilmesi aşamasında,
bağlılık göstermesi gereken kurallar ortaya çıkar.
Modernizmin desteklenmesi ve yüceltilmesi, sanki bir
insanlık ideali halini alır. Analitik olarak bakıldığında da
bu, örneğin kilisenin mutlak doğrularının yüceltilmesine
dayalı bir önceki sistemden hiç de farklı değildir.
53
I.POSTMODERNİZM
1.1. POSTMODERNİZMİ OLUŞTURAN KOŞULLAR
“Her şey paramparça;
Tutarlılığın emâresi bile yok.”
John Donne.
55
Modernizmin eleştirisinden sonra şimdi, postmodernizm
konusuna geçebiliriz.
Postmodernizmin oluşumundaki en önemli etken,
“modernizme ve onun savunduğu akılcılığa, evrenselliğe ve hümanist ideolojilere
karşıt”153 fikirlerin ortaya çıkmasıdır. Modernizmin savunduğu
ilkeler ve Modernizmin ortaya koyduğu yeni yaklaşım, zaman
içerisinde bazı eksiklikler ve hatta hataların olduğunu
gösterir. Modernizmin köklerine dayanan bu sorunlara karşı
Mostmodernizm, modern kuramlar tarafından dışlanan ve
modernin çerçevesine alınmayarak “dışarıda” sayılan bu
“değerleri, kültürleri, kimlikleri, düşünce ve ölçütleri” 154 yeni bir
gerçekliğin içine sokarak değerlendirmeye çalışır. Bu
yaklaşımı, Postmodernizme farklı destekçiler de
kazandırmıştır. Modernist düşüncenin “dışarıda” tanımladığı
feminizm, azınlıklara ait kültürler ve bu kültürlerin
söylemleri önem kazanınca, bunlar Postmodernizm yanında da
yer alırlar155. Böylece Postmodernizm hem etkileyen hem de
etkisinden beslenilen olarak, kuvvetlenmeye başlar. Bu
çoğulluk, Postmodernizme aynı zamanda “demokratik ve bilinçlendirici”156 bir kimlik de kazandırır.
153 Dilek Doltaş, Postmodernizm ve Eleştirisi Tartışmalar/Uygulamalar, s.9. 154 A.g.e., s.9.155 A.g.e., s.12.156 A.g.e., s.16.
56
Mark Poster, 20. Yy.’da Postmodernizmi oluşumunu
hızlandıran nedenleri net bir şekilde üç başlık altında
toplar:
1- Kolonilerin bağımsızlaşmasıyla birlikte, insanı merkez
alan batı düşüncesinin sorgulanmaya başlanması.
2- Feminizmin yaygınlaşmasıyla birlikte feminist hareketin
batılı anlayışı yoğun biçimde eleştirmeye başlaması.
3- Elektronik haberleşmenin hızlı gelişimiyle, globalleşme
ve kültür kaybının ortaya çıkmaya başlaması ve “bilgi
edinme ve aktarma yöntemlerinin ve sosyal yapının”157
değişmeye başlaması.
Postmodernizmi oluşturan nedenlerden biri olarak da
psikoloji alanındaki değişimleri ele almak gerekir. Kant,
Marx ve Freud gibi düşünürler, insan gelişiminde “düş gücü,
duygu, bilinçaltı, toplum yapısı, bilimsel yöntem ve eğitim”158 gibi
faktörlerin de önemli olduğunu vurgulayarak, toplumbilimde
yeni bir dönemin açılmasına neden olurlar.
Modernist yaklaşımın eleştirilmesi ve Postmodernizmin
ön plana çıkması ile ilgili olarak Jameson, Marksist
modellerin başarısız olması ve iletişim teknolojileri ile
burjuva toplumlarının yeni bir evreye girmesini neden olarak
157 A.g.e., s.21.158 A.g.e., s. 21.
57
gösterir159. İletişim teknolojilerindeki köklü ve hızlı
değişim, postmodernist düşünür Baudrillard’ın da dikkatini
çeker. Baudrillard’a göre de, “hipergerçeklik”160 olgusu,
insanın gerçeklik algısını bozarak toplumsal yapıyı
etkilemektedir. Bu, “gerçeğin yerini almış modeller”161, simülasyon
olarak tanımlanır. Simülasyon ve simulakrum, Baudrillard
tarafından kullanılan postmodern felsefe terimleridir.
Simülasyon, “gerçekte varolmayan bir şeyi, bir olayı, bir durumu ya da varlığı,
onu o yapan bütün ilişkileri, görünümleri ve bileşenleriyle birlikte sanki gerçekten
varmış gibi”162 göstermektir. Simülasyonun Modernizm ve
Postmodernizm açısından önemi, hipergerçeklikle birlikte
gelişen bu durumun, postmodernizmin doğasını tam olarak
yansıtıyor olmasından kaynaklanır. Modernizmin iletişim
alanında hipergerçekliğe kayması, simülasyonu doğurmaktadır
ki bu, dünyayı kavramaya yönelik bir tavır haline gelir.
Simülaktrum ise, Postmodernizmin kopyanın kopyası olma
özelliğine işaret eder. Simülaktrumun orijinali yoktur.
Taklidin de taklididir. Modernizmin hipergerçekliği öyle bir
hal almıştır ki artık insanlar, hiper-gerçeklikte aldıkları
hazzı, gerçeklikte bulamamaktadırlar. Bunu edebiyata
uyarlarsak, bilim-kurgu ve fantezinin yükselişinin
açıklamasını da bulmuş oluruz. İnsanlar, gerçeğin hayali
159 A.g.e., s.22. 160 A.g.e., s.25.161 İsmet Emre, Postmodernizm ve Edebiyat, Anı Yayıncılık, Ankara 2004, s.1.162 Abdülbâki Güçlü, Erkan Uzun, Serkan Uzun, Ümit Hüsrev Yolsal, Felsefe Sözlüğü, s.1306.
58
içinde yaşamaya öyle alışmışlardır ki, gerçeğe katlanmak
istememektedirler. Modern dünyanın gerçekliğinin çok
rahatsız edici ve hatta travmatik bir yapıya sahip olması da
bunun bir diğer nedenidir. İletişimsel açıdan ele
aldığımızda dünyadan haber almak iyidir; ancak dünyada
yaşanan savaşları duymakla, onları görmek arasında büyük
fark vardır. Modern dünya insanlığın gelişmişliğine rağmen
yaşadığı ilkelliği göstermekle kalmaz; bunu “canlı yayın”da
da gösterir. Böyle bir iletişimsel bombardıman altında kalan
insanlığın, iletişim bağımlısı olmasının yanısıra, bu
iletişimden rahatsızlık duyması da söz konusu olacaktır. Bu,
Modernizmin en büyük sorunlarından biridir. Çünkü insan,
aklın dışında, duygularla da kurgulanan bir varlık olarak,
aklî ihtiyaçlarını duygusal ihtiyaçlarıyla aynı anda
karşılayamamaktadır.
Postmodernizmin oluşumundaki en önemli gelişme,
bilimde, özellikle fizik alanındaki gelişmelerdir. Yukarıda
Aydınlanma Çağı’ndan bahsederken, bu çağın en önemli
özelliklerinden birinin, bilimsel gelişmelerin, dünya
düzenine bakışı değiştirecek kadar etkili ve farklı
noktalara işaret etmesi olduğundan bahsetmiştik. Modern
sonrası olarak nitelendirebileceğimiz dönemde de, benzer
nedenlerle dünyaya bakış değişir. Burada, fiik bilimini tek
başına ele almaktan çok, onun toplum ve doğa bilimleri
59
üzerinde etkili olarak dünyayı değiştirmesini ele almak daha
doğrudur ve bu durum, sadece Postmodernzimin oluşma koşulu
da değildir; tarih boyunca benzer etkilerle karşılaşırız.
Fizik, doğanın algılanması, açıklanması ve sonrasında da
kültürün oluşması aşamalarındaki itici güçlerden biri olarak
karşımıza çıkar163. Ama bilim, bir yandan da
ispatlanamayanlarla da iç içedir: bilim “romanlar ve
öyküler” inşa eder164 bir taraftan.
Alışık olduğumuz evren, modernist anlamda Newtoncu bir
evrendir. Bu evrende, “her cisim kendi hareketsizlik ya da düz bir doğru
boyunca hareket durumunu, o durum üzerine etki eden kuvvetlerce değiştirmek
zorunda kalmadıkça korur” 165 ve “hareketteki değişiklik, etki eden hareket
ettiren kuvvetle orantılıdır ve kuvvetin etki ettiği yöndeki düz doğrunun
yönündedir” 166. Bu cümlelerin yazarı olan Newton’un, bilimsel
ararştırma ile ilgili kuralları da şu şekildedir: “Doğal
şeylerin nedenlerinden oluşumlarını açıklamak için, hem doğru hem de yeterli
olmayanları kabul etmeyeceğiz”, “Dolayısıyla aynı doğal sonuçlara, mümkün
olduğunca, aynı nedenleri atamalıyız”, “Cisimlerin derece derece ne kuvvetlenen
ne de hafifleyen ve deneyimlerimizin erişebildiği tüm cisimlere ait olduğu
saptanan nitelikleri, var olan bütün cisimlerin evrensel nitelikleri olarak
163 Nermi Uygur, Dil Yönünden Fizik Felsefesi, Remzi Kitabevi, İstanbul 1985,s.182-185.164 Roger Trigg, Akılcılık ve Bilim(Çev: , İzdüşüm Yayınları, İstanbul 2004, s.184.165 James T. Cushing, Fizikte Felsefi Kavramlar(Çev: B. Özgür Sarıoğlu), Sabancı Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2003, s. 133.166 A.g.e., s.133.
60
sayılacaktır”, “Deneysel felsefede olaylardan genel tümevarımla mümkün
olduğunca kesin ya da doğruya çok yakın çıkarılmış önermeleri, hayal
edilebilenin aksi yöndeki hipotezlere bakmayarak, daha kesinleştirilebilecekleri
ya da istisnalara maruz kalacakları başka olayların oluştuğu zaman dek
inceleyeceğiz”167. Böylece, varılmak istenen şey, gerçek
bilgidir. Yüzlerce yıl, bilim adamları gerçek bilgiyi
bulmaya çalışırlar. Ama 20. Yüzyıl’da birden çok farklı bir
evrenin tasarıları ortaya çıkmaya başlayınca, gerçeklik
kavramının içi boşalmaya başlar.
Gezegenler gibi elektronların da belirli bir yönde
döndüklerini keşfeden yeni evrende, atomların dalgaboyları
kendilerine özel çizgiler oluşturmaktadır. Heisenberg,
enerjinin bağımsız kuantumlar halinde hareket ettiğini
keşfettiğinde, değişkenlerin tam olarak belirlenemeyeceğini
de ispatlar168. Aynı dönemde, bu belirsiliği kabul edemeyen
“modern” bilim adamlarından Einstein, “Tanrı zar atmaz”
diyecektir. Ama sonraki dönemde Hawking’in de
çalışmalarıyla, “tanrının zar atmakla kalmadığı, aynı zamana
zar tuttuğu da” açıklanacaktır. Heisenberg’den kısa süre
sonra, Pauli, kütlesi ve elektron yükü olmayan nötrinoyu
keşfeder169. Tuhaf nötrinoları takip eden üç yeni parçacığa,
James Joyce’un bir eserinin verdiği ilhamla, “kuark” adı
167 A.g.e., s.143-144.168 Colin A. Ronan, Bilim Tarihi, s.569. 169 A.g.e., s.570.
61
verilir ki bu, “hiçbir şey” anlamına gelmektedir170. Bu isim
bile, kültürle bilimin birbirlerini etkileyişlerinin önemli
bir kanıtı olarak ele alınmalıdır. Einstein’in, ışık hızının
bütün enerjilerden daha hızlı olmasına dayanan Özel
Görelilik Teorisi, bir süre sonra, “kütleçekiminin cismin kütlesine
bağlı olmasının uzayın büyük bir kütlenin varlığı sebebiyle eğrilmesinden
kaynaklandığını”171 açıklayan Genel Görelilik Teorisi’ni
oluşturur. Bu, Newton’un cisimler arasındaki çekimle
mesafeyi birbirine bağlayan teorisinin yıkıldığının da
göstergesidir. Çünkü artık uzay, Öklitçi düz bir uzay
değildir; bir eğri halini almıştır.
Ama yeni bilim, tümüyle sıkıcı ve anlaşılmaz da
değildir. Yeni bilimin “maskotu”, yaşayıp yaşamadığından
emin olamadığınız bir kedidir: Scrödinger’in kedisi. Deneye
göre kedi, ışık geçirmeyen bir kutuda yaşar. İçeride, onun
yemekle mi yoksa zehirle mi beslendiğini belirleyen,
gelişigüzel bozunan bir radyoaktif madde ile çalışan bir
düzenek vardır. Scrödinger de, dışarıda, gözlem yapamadan
beklemektedir. Çünkü kutuyu açtığında kedinin ölü veya canlı
olmasına neden olabilecek gelişigüzel hareketi yapmış
olabilir. Kuantum kedisi, ölü-canlıdır.
170 A.g.e., s.571.171 A.g.e., s.575.
62
Evren, bizim bildiğimiz evren olmaktan çıkmakla
kalmayıp, bir çok evrene bölünmüştür. Çünkü “biz ne zaman bir
ölçüm yapsak olasılıklardan birinin gerçekleşeceği ve dünyanın kollara ayrılacağı
olası başka bir yön yaratırız. Çok[lu] dünyalar görüşüne göre, gerçeklik sürekli
kollara ayrılan sonsuz sayıda dünyadan oluş[ur]. Öyle ki, o çok sayıdaki
dünyaların içinde bir fizikçi, sonsuz sayıdaki sonuçlardan herhangi birini,
ölçümlerinin sonucu olarak değerlendirebilir. Fizikçinin bir ölçüm yaptığı ya da
karar verdiği her defada, onun dünyası kollara ayrılır ve artık kendisinin bir
kopyası vardır. Her birimiz, sonsuz sayıda kollara ayrılan pek çok dünyanın
üzerinde bulunan bir sürü kopyanın içinde var oluruz”172 . Böyle bir
evren, Postmodernizmin yeniden yapılanmasını severek
gerçekleştireceği bir evren olarak karşımıza çıkar. İleride
de söz edileceği gibi, bilim-kurgu ve fantezi gibi türlerin
yükselmesinde ve kendilerine Postmodernizm içinde yer
bulmalarında, bilimin kaotik bir evrene doğru ilerlemesi de
önemli bir itki olur.
Yukarıdakine benzer gelişmelerin yanı sıra,
psikolojideki gelişmeler de Postmodernistlerin “oyun
alanlarını” genişletmelerini sağlar. Bilişsel psikoloji,
algılar, inançlar ve tutumları birbirinden ayırmaz.
Bütüncüllüğü sağlayan ve ölçülemeyen ögeler, önceki
dönemlerde ayrı tutulmuşken bu dönemde insanın bilincini
oluşturan ögelerin çeşitlendirilmesi, yeni bir meydan okuma
172 Ian Marshall-Danah Zohar, Kim Korkar Scrödinger’in Kedisinden?(Çev: OrhanDüz), Gelenek Yayıncılık, İstanbul 2002, s.278.
63
olduğundan, Postmodernistler tarafından ilgiyle karşılanır.
Yeni evren, genişlemektedir ve büyük patlamayla oluşmuştur.
Solucan delikleri (kuantum tünellemesi), evrenin en uzak
köşelerine bir anda sizi götürebilecek tünellerin varlığına
işaret ederken, sıradan uzay-zaman teorilerini alt üst eden
kara delikler üzerine bilimkurgu romanları yazılmaya başlar.
Zaman, kara deliklerde durmuş olabilir, kara delikler hiç
var olmayabilir, kara delikler “kara” da olmayabilir.
Postmodernistler için harika bir gerçeklik...
Postmodernizmin bağlamlarını ve oluşumunu böylece
belirttikten sonra, şimdi Postmodernizmin genel
özelliklerine değinebiliriz.
1.2. POSTMODERNİZMİN ÖZELLİKLERİ
“Özgün olan tek bir şey olsun yok; kopyaya ya da taklide model olanın
kendisi de halis bir kopya veya taklit. Gerçek olgular yok; yalnızca yorumlar var,
bütün yorumlarsa daha eski bir yorumun yorumlanmasından öte bir şey
değiller.
Sözcüklere uygun anlamlar yok, yalnızca betili anlamlar dolaşıyor ortada.
Hiç bir metnin sahici biçimi korunmamış, yalnızca çevirileri var elimizde.
Doğruluk ya da hakikat diye bir şey yok; yalnızca pastiş ile parodi hayaletleri
64
cirit atıyor dört bir yanda.”173
Vincent Descombes
Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki: Postmodernizmin
özelliklerini ayrıştırmaya ve sıralamaya çalışmak,
Postmodernizme aykırı bir tutumdur. Bu akımın en önemli
özelliği olan kuram karşıtlığı, Postmodernist düşünürlerin
manifestocu bir tavır benimsemelerini engeller. Bunun doğal
sonucu olarak da, Postmodernizmin özelliklerinden bahsetmek
tam da Postmodernizmin karşısında olduğu modernist
düşüncenin bir eylemi olacaktır. Bir diğer yandan da,
ileride Postmodernizme yönelen eleştirilerden
bahsedildiğinde görülebileceği gibi, bu tavrı(kuram
koymamak) kesin bir doğru olarak benimsemek de
Postmodernizmin özgürleştirici özelliğine karşı bir
tutumdur.
Bunun yanında, Postmodernizmin özelliklerini modernist
bir yaklaşımla sıraladığımız zaman, öncelikle
Postmodernizmin felsefî özellikleri, sosyal özellikleri veya
edebî alandaki özellikleri gibi bir tutum da benimseyemeyiz;
çünkü Postmodernist düşünürlere göre edebî metinlerle bilgi
verme amaçlı metinler arasında da bir fark bulunmamaktadır.
173 Abdülbâki Güçlü, Erkan Uzun, Serkan Uzun, Ümit Hüsrev Yolsal, Felsefe Sözlüğü, s.1154
65
Bu özellikten yola çıkarak, Postmodernizmin tesbit
edilebilen tüm özelliklerini birarada sunmak doğru
olacaktır. Nihayetinde, modernist dünyaya karşı bir duruş ve
bir yöntem, bir sanat ve kültür akımı, ideoloji karşıtı bir
ideoloji ve bir düşünce biçimi174 olarak Postmodernizmin ve
Postmodern durumun tartışılabileceği tek alan, edebiyat
alanıdır175.
Postmodernizmin, bu güne kadar saptanan belli başlı
özelliklerini sıralayabiliriz:
1) Postmodernizm, modernizme karşı olma sürecinde, asla
bir kuram haline getirilemez.
(Postmodern yaklaşım, yıkılan değer ve normların yerine
yeni kuramlar koymaz176; çünkü kuramlara karşıdır.
Postmodernizmi kuramlaştırmak, “onun yapı çözücü,
sorgulayıcı özelliğini gözardı ederek yok olmasına
neden olmak”tır177. Postmodernist düşünürlere göre,
insan ve çevreyi ayırmak da dahil olmak üzere herhangi
bir ayrım ve sınıflandırmadan bahsetmek imkânsızdır178.)
174 Dilek Doltaş, Postmodernizm Ve Eleştirisi Tartışmalar/Uygulamalar, s.192.175 A.g.e., s.16-17.176 A.g.e., s.12.177 A.g.e., s.16.178 A.g.e., s.26.
66
2) Postmodernizm, insanı sürekli değişim, etkileşim ve
gelişim halinde kabul ederken; bu insan modernist
insanın aksine normlara karşıdır.
(Bu nedenle de, kural koyucu ve açıklayıcı bir tavır
yerine “mecaz ve gösterisel [performative]”179 bir tavır
kullanılır.)
3) Postmodernizmde, modernist özne ölmüş; yerine
postmodernist özne geçmiştir.
(Postmodernizmde kişi yerine, özne kullanılmaktadır180.
Ancak bu özne, modernizmin önemli bir ögesi olan özne
değil; onun postmodern halidir. Aydınlanma tasarısının
bir sonucu olan modern özne, “hiç bir aracıya konu
olmaksızın salt kendi bilincinden hareketle bilgiye
ulaşabilen; kendi öz çıkarları doğrultusunda bilgiye
konu nesneler dünyasını bölümleyip düzene koyan; kendi
özgür istenciyle altına imza attığı toplum sözleşmesi
temelinde yurttaşı olduğu toplumun gereklerini yerine
getiren; değerlerin kendi başlarına dünyada nesnel bir
temelleri olmadığından hareketle, değerleri hep kendi
özerkliğine dayanarak kuran bir ‘ben tasarımı’dır”181.
Bu özne, doğayı bir araç olarak görmekte ve onun
üzerinde bir otorite kurmaktadır. Ona göre, ilerleme179 A.g.e., s.16.180 A.g.e., s.24.181 Abdülbâki Güçlü, Erkan Uzun, Serkan Uzun, Ümit Hüsrev Yolsal, Felsefe Sözlüğü, s.1119.
67
kaçınılmazdır. Ancak postmodernistler, Nietzsche’nin
yoksaymacı felsefesinin de etkisiyle, öznenin
kendisinin bir kurgu olduğunu iddia ederler. Öznenin
ölümünü hazırlayan Foucault’yla birlikte, “kuran özne”
tasarımından, “kurulan özne” tasarımına geçilmiştir. )
4) Postmodernizmin “karakteri”, “kes-yapıştır”182
tekniğiyle oluşur.
5) Postmodernizmin gerçek kavramı, merkezsizdir183.
(İlk dönemde, Klasik Yunan-Roman’dan başlayarak
gerçeğin öznesi, tanrıdır. Rönesans ve modernizm
dönemlerinde ise gerçeğin merkezi, insan olmuştur.
Bunların yanında postmodernizm, gerçeğin ne olduğu ile
ilgilendiğinden ve bunun tam ve değişmez bir
açıklamasını bulamadığından, kavramı hiç bir üst-
anlatıya bağlamaz. Bu durumda, gerçeğin merkezi
olmadığı gibi, kendisi de yoktur.)
6) Postmodernizm, modernizmin dayandığı “her-şeyi
kapsayıcı dünya görüşlerini”184 reddeder.
(Postmodernizm, onunla ilgilenen herkese uygun fikirler
sunabilir. Bir başka deyişle postmodernizm içinde bir
182 Pauline Marie Rosenau, Post-Modernizm ve Toplum Bilimleri, s.38.183 Dilek Doltaş, Postmodernizm Ve Eleştirisi Tartışmalar/Uygulamalar , s.19.184 Pauline Marie Rosenau, Post-Modernizm ve Toplum Bilimleri, s 23.
68
yorum yapılmak istendiğinde, pek çok yorum ortaya
çıkacak ve farklı görüşler aynı anda söylenmiş gibi bir
illüzyon yaratılacaktır.)
7) Postmodernizm, kavramların içini boşaltır.
(Bir başka deyişle postmodernizm, üzerinde durduğu
kavramı nihilizm sınırında ele almaktadır.)
8) Postmodernizmde dil, “dilin rastlantısallığ”na
bırakılır.
(Postmodernist dil felsefesinin ayırıcı özelliği,
öncelikle Derrida’nın önem verdiği “dilin
rastlantısallığı”185 olgusudur. Foucault da, kullanılan
dilin iktidarın dili olması gerekçesiyle, “görüşlerini
ancak mevcut söylemlerin dışına çıkarak
aktarabileceğini” düşünmekte ve “hâkim düzence kabul
edilmeyen”186 dil ve kavramları kullanır. Örneğin
delilerin dili gibi “dışarıda” tutulan dilleri
kullanarak felsefî metinler yazmıştır. Bunların
dışında, sözcüklerin anlamlarının göreli olmaları da
Postmodernistlerin kabul ettikleri bir diğer
özelliktir. Postmodernistler, sözcük bazında anlamla
uğraşmakla kalmazlar. Metnin anlamı da önceki dönemlere
185 Dilek Doltaş, Postmodernizm Ve Eleştirisi Tartışmalar/Uygulamalar, s.25.186 A.g.e., s. 25.
69
göre farklıdır. Lacan’a göre, anlam, dildir; Barthes’e
göre anlam, okur ile metnin etkileşimidir187.)
9) Postmodernizmin kendinden önceki değer yargılarına ve
tanımlara bakışı, kuşkucudur.
(Bu yaklaşımıyla, “özne” ve “başka” arasındaki sınırı
yıkmakla kalmaz; “tarihsel gerçekliğin” de aslında
“yaratılmış gerçeklik” olduğunu öne sürer. Bu da
modernizmin “sözde” gerçeğinin, “modern Batılı beyaz,
Hıristiyan erkeklerce kurgulandığını[n]” kanıtıdır188.)
10) Postmodernizmin eleştirisi, sadece modernizme
yönelik değildir.
(Çünkü postmodernistler, modern, romantik, klasik,
vs... bütün akımlara ait özellikleri yer yer kullanır,
bunlardan alınmış ögelerin içine tamamen popüler
kültüre ait, hatta sanatın da sınırları içine girmeyen
parçalar koyarak sunarlar. Kuzeyli/batılı, eğitimli,
beyaz, genç adamın dünyasındaki gerçekler, görece
değişen ve gerçekliği artık kuşkuyla karşılanan yeni
“gerçek dünyada” işe yaramamaktadır. Bir açıdan
bakıldığında, aslında bunlar hiç bir zaman işe
yaramamıştır; çünkü büyük anlatıların yanındaki gizli
ama insâni parçalar silinmiştir. Bu silinmişlik de187 Yıldız Ecevit, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar, s.63.188 Dilek Doltaş, Postmodernizm Ve Eleştirisi Tartışmalar/Uygulamalar, s.190.
70
insanın kendisiyle gerçekleştirmesi gereken buluşmayı
engellemektedir. Modern dünyada Jung’un gölgeleri
kayıptır ki bunlar tam da olmaları gereken yerde,
insanın içinde olmalıdır. Prensle prenses evlenince
biten hikâye, aslında gerçek dünyada kavgalarla,
hastalıkla, yaşlılıkla, temizlik krizleriyle
sürmektedir. Postmodernizm, tam da bu hikâyenin
peşinden gider. )
11) Postmodernizmde sanatsal estetik, mesaj vermek,
misyon sahibi olmak veya özgün olmaktan uzaktır.
(Postmodernist sanatın estetik anlayışına göre (Andy
Warhol) : “Sanatçı için özgün olmanın gereği, bundan da
öte anlamı yoktur, kitlenin bildiği nesnelerin
sanatçının yorumunu da içerecek biçimde taklidi söz
konusu olmaktadır.(...) Burada söz konusu olan sanatsal
yansımada, bireyin kitle içinde kaybolması konusunda
özgün bir mesaj verimesi ya da kaybolup, yalnızlaşmanın
eleştirilmesi gibi bir misyon taşıması söz konusu
değildir. Postmodern sanat ve estetik anlayışına göre
bu tür misyonlar yaşamı yansıtmadan çok uzaktırlar.
Toplum içinde ufak bir grubun, psikolojik olarak farklı
görmeleri ve kitlelerin üzerinde oldukları duygusu ile
bir tatmine ulaşmaları dışında, postmodernist
eleştirilere göre, modernist sanat anlayışının hiç bir
71
işlevi kalma[dığı için]”189 , yeni bir dönemin
kurgulanması gerekmektedir. Sanatta misyon ise,
sanatçının özgürlüğünü sınırlamaktadır190. Sanatta
misyonun bir geçerliliği kalmamıştır; çünkü artık
yaşamın kendisinde bir misyon kalmamıştır. Sanatta
misyonun yerini, taklit ve popülizm almıştır. Misyonun
ortadan kalkmasıyla, sanatçının mesaj verme kaygısı da
ortadan kalkmaktadır. Çünkü “yaşama anlam verme ve
bununla ilgili bir mesaj taşıma[k]”191, olanaksızdır.)
12) Postmodernizmde sanatın estetik ölçütleri popülizm
ve eklektizm üzerine kuruludur.
(“Kitlenin beğenisi ile sanatsal ürünün estetik değeri
arasında, buna göre doğrusal bir orantı vardır”192.
Postmodernizmde “yüksek sanat ile kitle sanatı”193
ayrımları ortadan kalkarak, sentez oluşturulur ki bu da
pop-arta yönelişi işaret eder. Pop-art, Andy Warhol ile
başlatılan avangard bir sanat akımıdır. Bu akımın genel
özelliği, konu veya mesajla ilgili olmamasıdır ve
“özellikle çizgi roman türünde veya bu türle birleşen
sanat eserlerinde kendini gösterir194. Kisch (taklit)195
189 Gencay Şaylan, Postmodernizm, s.94.190 A.g.e., s.96.191 A.g.e., s.102.192 Gencay Şaylan, Postmodernizm, s.95.193 A.g.e., s.104.194 A.g.e., s.91. 195 A.g.e., s. 99.
72
ön plana çıkan bir özelliktir ve içerikte,
modernistlerin aksine mesaj verme veya çözüm bulma
kaygısı olmaksızın seks, şiddet, uyuşturucu gibi
konular vardır. Bu içerik, aynı tavırla postmodernizmde
de görülür. “Modern sanat anlayışının, misyonu olmayan,
kitleye hoş görünen sanat yapıtlarını küçümsemesi
yanlıştır ve anlamsızdır. Zaten tanımı gereği son
derece karmaşık ve dinamik olan gerçekliği sanatsal
ürünler ile yansıtmak olanaksızdır. Postmodern yaklaşım
içinde de sanatçı, tam bir özgürlük içinde yaşamı
yansıtacaktır ve çağdaş toplumda yaşam kitleselleşmiş
ise sanat yapıtının estetik değerini de kitle beğenisi
belirleyecektir. Kitleselleşen yaşamın yansıtılması,
postmodernlere göre, kaçınılmaz olarak taklidi
içerecektir. Buna göre, modern sanatçılar gibi taklidi
sanatın dışına atmak hem doğru hem de anlamlı bir iş
olmayacaktır. Sanat yaşamı yansıtacağı için taklidi
içerecek ve aynı zamanda dinamik olduğundan sanatsal
estetik için bir geçicilik (ephemerality) söz konusu
olacaktır.”196)
13) Postmodern sanat için bir mekansallık ya da
yerellik ön plandadır.
196 A.g.e., s.95-96.
73
(Bir başka deyişle, postmodern sanat anlayışı içinde
tarihin akışı, gelişme ve bunun evrenselliği yoktur;
hatta her türlü evrensellik iddiası anlamsız oldukları
gerekçesiyle dışlanır.
Postmodern sanat estetiği için, şu anda burada ölçütü
esas alınmaktadır. Kuşkusuz bu yaklaşım yani
evrenselliğin yadsınması bir anlamda Batı
benmerkezciliğinin yadsınması ve bir tür üçüncü
dünyacılığın öne çıkarılması anlamına gelmektedir. Bu
nokta, postmodern sanatın dolaylı bir biçimde de olsa
insancılık ilkesi ile ilişkilendirilmesine olanak
sağlamaktadır”197)
14) Postmodern sanat, eskiden kopmuş olmayı içerir.
Ama herhangi bir kritik ya da yeniden kurma söz konusu
değildir. Tekrar, taklit ve yapıştırma gibi yöntemleri
ön plana çıkararak, estetik ölçütlerini bunlara göre
kurar198.
(“Bu çerçeve içinde postmodern sanat estetiğinin
özellikleri şu şekilde sıralanabilmektedir.:
-Estetik ölçütünde artık toplum değil sanatçının kendi
bilinci belirleyicidir; ön plandadır;
-Misyon ve anlatı yadsınırken onların yerine montaj
konmaktadır;197 Gencay Şaylan, Postmodernizm, s.96-97.198 A.g.e., s.103-104.
74
-Gerçek açık uçlu olarak kavranmakta ve gerçekliği
yansıtma yerine belirsizlik ve kararsızlık esas
alınmaktadır;
-Bireyin bütünleşmiş kişiliği, tutarlılığı bir tarafa
atılmakta, hümanist değerlerden ve yapısallıktan
arındırılmış kişilik [dehumanized, destructured]
belirleyici olmaktadır;
-Yüksek sanat ile kitle sanatı ayrımı ortadan kalkarken
taklit ve yapıştırma sanatsal yapıtın üretilmesinde ön
plana geçmektedir.”199)
15) Postmodernizmde söylem, geleneğin tarafındadır.
( Modern sanatın geleneği yadsıyan tutumu, aslında
yersiz olarak görülür; çünkü gelenekte, ve geleneğin
günümüzde yorumlanmasında, sanatçının karşısına sonsuz
olanaklar çıkacaktır. Bir başka deyişle geleneği
yadsımak, sanatçının alanını daraltır ve verimini
düşürerek onu kısırlaştırır200.)
16) Postmodernizmde sanatsal içerik, yerini biçim ve
biçeme bırakır201.
199 A.g.e., s.103-104.200 A.g.e., s.104-105.201 Madan Sarup, Post-Yapısalcılık ve Postmodernizm, s.189.
75
17) Postmodernizmin doğruluk anlayışı, mutlak değil;
geçicidir202.
( Bu fikir, Nietszche’ye dayanır. Doğruluk geçici
olduğundan, tam ve mutlak bir doğruluktan söz etmek
imkânsızlaşacaktır.)
18) Postmodernizmde bilim anlayışı, “belirsizlik,
görecelilik ve rastlantısallık ilkeleri[ne]”203
dayalıdır ve bilimde tarafsızlık gibi aydınlanmacı
bilim özelliklerini reddeder.
(20. yy.’da, evrenin varlığı ile ilgili açıklamalar,
Heisenberg, Planck ve Einstein gibi fizikçilerin
buluşlarıyla birlikte yeni bir anlam kazanmıştır. Bu
yeni bilgilerin ışığında Newton fiziğinin yavaş yavaş
gözden düşmesiyle birlikte, evrene yeni gözlerle
bakılmaya başlanır. Kuantum fiziğinin gelişmesi ile
birlikte, “kesinlik/değişmezlik kavramları, yeni
fizikle beraber yer[lerini]
belirsizlik/olasılık/görecelik”204 kavramlarına
bırakmıştır. Kısaca açıklamak gerekirse, kuantum kuramı
ile, atom parçacıklarının davranışlarını açıklanırken;
“parçacıklar arasındaki etkileşimin nedensellik değil
raslantısallık ilkesine”205 göre oluştuğu ispatlanır. Bu yeni202 Gencay Şaylan, Postmodernizm, s.125.203 A.g.e., s.186.204 Yıldız Ecevit, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar, s.27.205 Gencay Şaylan, Postmodernizm, s.183-184.
76
bilgi, aydınlanmacı pozitivizmi de nedenselliği de
ciddi bir şekilde sarsar. Ancak asıl yıkıcı darbe,
Heisenberg’in “Belirsizlik İlkesi”nin ispatıyla
gerçekleşecektir. Bu yeni ilkeyenin sunduğu yeni
bilgiye göre, bir elektronun yeri tesbit edildiğinde
hızını ölçmek; hızı ölçüldüğünde de yerini belirlemek
imkansızdır. Sonuçta iki değerli mantık ve pozitivist
bilgi anlayışı206 yıkılır.
Aydınlanmacı tarafsızlık ilkesine de, fizikteki
gelişmelerle yıkılmıştır. Kuantum kuramcıları, bir tas
suyun sıcaklığının bile tarafsız olarak
ölçülemeyeceğini düşünürler. Çünkü, suya bir ölçüm
aleti koyulduğunda, suyun sıcaklığı değişecektir207. Bu
da, gözlemi yapan kişinin gözleme müdahale ettiğinin
ispatıdır.
Euclid-dışı geometrinin teorisyeni Goedel de, farklı
katmanlar ve geometrilerin varlığını ispatlayarak,
matematiğin tanımlanamaz bir yapı208 olduğunu iddia
eder.
Yukarıdaki bütün gelişmelerin ışığında postmodernler,
bilimin tanımlanmasının imkansızlığının yanı sıra,
bilim yapmanın, hatta kesin bir bilgiye ulaşmanın da
206 A.g.e., s.185-186.207 Gencay şaylan, Postmodernizm, s. 184-185.208 A.g.e., s. 186.
77
imkânsız209 olacağı sonucuna vararak, modern bilim
anlayışını yıkarlar.)
19) Postmodernizm, karşıtlıkları eşitler; böylece anlamın
içi boşalır210.
20) Postmodernizmde, hiper-gerçeklik hakimdir.
21) Pastiş ve şizofreni, iki önemli özelliktir.
Postmodernizmin özelliklerini yukarıdaki geniş olarak
açıkladıktan sonra, şimdi aşağıdaki gibi
maddeleştirebiliriz:
1) Postmodernizm, modernizme karşı olma sürecinde, asla
bir kuram haline getirilemez.
2) Postmodernizm, insanı sürekli değişim, etkileşim ve
gelişim halinde kabul ederken; bu insan modernist insanın
aksine normlara karşıdır. Bu nedenle de, kural koyucu ve
açıklayıcı bir tavır yerine “mecaz ve gösterisel
(performative)” bir tavır kullanılır.
209 A.g.e., s. 188.210 Yıldız Ecevit, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar, s.62
78
3) Postmodernizmde, modernist özne ölmüş; yerine
postmodernist özne geçmiştir.
4) Postmodernizmin karakteri, “kes-yapıştır” tekniğiyle
oluşmuştur.
5) Postmodernizmin gerçek kavramı, merkezsizdir.
6)Postmodernizm, modernizmin dayandığı “her-şeyi
kapsayıcı dünya görüşlerini” reddeder.
7) Postmodernizm, kavramların içini boşaltır.
8)Postmodernizmde dil kavramına bakış değişmiştir.
9)Postmodernizmin, kendinden önceki değer yargılarına
ve tanımlara bakışı, kuşkucudur.
10)Postmodernizmin eleştirisi, sadece modernizme
yönelik değildir.
11)Postmodernizmde sanatsal estetik, mesaj vermek,
misyon sahibi olmak veya özgün olmaktan uzaktır.
79
12)Postmodernizmde sanatın estetik ölçütleri popülizm
ve eklektizm üzerine kuruludur.
13)Postmodern sanat için bir mekansallık ya da yerellik
ön plandadır. Bir başka deyişle, postmodern sanat anlayışı
içinde tarihin akışı, gelişme ve bunun evrenselliği yoktur;
hatta her türlü evrensellik iddiası anlamsız oldukları
gerekçesiyle dışlanır.
14)“Postmodern sanat, bir bakıma eskiden kopmuş olmayı
içermektedir ama herhangi bir kritik ya da yeniden kurma söz
konusu değildir. Bu durumda sanat, tekrar, taklit ve
yapıştırma gibi yöntemleri ön plana çıkarmakta, estetik
ölçütleri bunlara göre kurulmaktadır”.
15)Postmodernizmde söylem, geleneğin tarafındadır.
16)Postmodernizmde sanatsal içerik, yerini biçim ve
biçeme bırakır.
17) Postmodernizmin doğruluk anlayışı, mutlak değil;
geçicidir.
18) Postmodernizmde bilim anlayışı, “belirsizlik,
görecelilik ve rastlantısallık ilkeleri[ne]” dayalıdır ve
80
bilimde tarafsızlık gibi aydınlanmacı bilim özelliklerini
reddeder.
19) Postmodernizm, karşıtlıkları eşitler; böylece
anlamın içi boşalır.
20) Postmodernizmde, hiper-gerçeklik hakimdir.
21) Pastiş ve şizofreni, iki önemli özelliktir.
81
II.POSTMODERNİST ROMANIN YÖNTEM VE YÖNELİMLERİ
2.1. POSTMODERNİZM VE ROMAN
“Okurun doğumu,
yazarın ölümü pahasına gerçekleşmelidir.”211
(Barthes)
Modernizm ve Postmodernizmin tanımı ve tarihsel
süreçleriyle, bunlarla bağlantılı kavramların ve
özelliklerin genel hatlarla açıklanmasından sonra, bu
çalışmanın özünü oluşturan romanda alanında postmodernizm
konusunu ele alıp, sonra da Orhan Pamuk’un romanlarında
belirleyeceğimiz postmodernist ögeleri araştırabiliriz.
Postmodernizmin, etkili olduğu alan, yazıdır; çünkü
postmodernist düşünürler, her türlü metni, Postmodernizmin
tartışma alanı olarak kabul ederler. Postmodern sanatın
roman alanında büyük değişimlere neden olduğunu söylemek;
Postmodernizmin yeniliğini açıklamak için yeterli değildir.
Bu değişimleri ve yenilikleri inceleyebilmek için, romanın
211 Pauline Marie Rosenau, Post-Modernizm ve Toplum Bilimleri, s.55.
82
18. Yy.’dan itibaren geçirdiği evreler hakkında bilgi sahibi
olmak gerekir. Postmodernizmde sanatın, doğal olarak da
edebiyatın önemi, modernizmi toptan eleştirirken ona bir
alternatif üretmeyen postmodernistlerin, estetik düzlemde
alternatif getirmeleridir. Postmodernizm, modernizmin
sonrası olması veya inkârıyla birlikte, teorisyenleri için,
bir büyük dönemin de işaretidir: “postmodernizm, bu tür ‘üst-
anlatılar’ın ölüm habercisidir. Bu ‘üst-anlatılar’ın gizli terörist işlevi, ‘evrensel’ bir
insan tarihi yanılsamasını temellendirmek ve meşrulaştırmaktı postmodernizme
göre. Şimdi artık, manipülasyona dönük aklı ve bütünsellik (totality) fetişi ile bu
modernlik karabasanından uyanma sürecindeyizdir. İçine uyandığımız yeni
ortam, bütünleme ve kendini meşrulaştırma yolundaki nostaljik dürtüden
kurtulmuş postmodern dünyanın, hayat tarzlarının ve dil oyunlarının o heterojen
yelpazesinin, ferah çoğulculuğudur. Bilim ve felsefe, o şaşaalı metafizik
iddialarını fırlatıp atmalı ve kendilerini daha alçak gönüllü bir tarzla, başka
anlatılardan farkı olmayan bir dizi anlatı olarak görmeyi öğrenmelidir” 212.
Postmodernizmin yazılı metinlerle ilgili olması, yazılı
metinlerin yeniden ve yeniden kurulabilmesine dayanan
postmodernist yaklaşımın ürünüdür. Yazar veya felsefeci,
postmodernist tavırla bir metin yazdığında, ve ileride
açıklanacak yapısökümcü okuma bu metin veya metinlere
uyarlandığında, postmodernizmin nasıl bir şey olduğu ortaya
212 David Harwey, Postmodernliğin Durumu, s.22.
83
çıkabilmektedir. Metin, bir oyun alanıdır. Bu alanda metni
okuyan kişinin sonsuz sayıda yorum hakkı bulunmaktadır.
2.2. ROMAN AÇISINDAN 18.YY.’DAN İTİBAREN DEĞİŞEN DEĞERLER
Roman, klasik anlamıyla sokağa tutulan bir ayna olma
işlevini yansıttığı 19. yy.’da, başlangıcı ve sonu belli
“kapalı yapıda metinler[den]”213 oluşmaktadır. Bu dönem
romanı, Newton fiziğinin açıkladığı dünyayı bire bir
yansıtmak için kullanılmaktadır. Bu dünyada, zamanın ve
uzamın boyutları kesindir, roman, “nerede, ne zaman, nasıl
ve neden”214 sorularına kesin ve tartışmasız yanıtlar
verebilmektedir. Yanıtların kesin olmasının nedeni ise,
cevapların maddeler dünyasında aranıyor olmasıdır. Yıldız
Ecevit’in tanımıyla, “18-19. yy. klasist-gerçekçi romanının
ana kurgu ilkesi öykü anlatmaktır; içeriğin estetize
edilmesi demektir bu. İçerik ise; bir bireyin, içinde
yaşadığı zaman kesitinin sosyopolitik ve/ya da etik ülküleri
doğrultusunda çoğu kez de yerleşik ölçütlerle savaşım içinde
gerçekleştirdiği bir yaşam yolculuğundan”215 oluşmaktadır.
18. yy. romanının en önemli özelliği ise, “birey-insanın
henüz dünya ile örtüşmeyi”216 sürdürüyor olmasıdır.
213 Yıldız Ecevit, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar, s.22.214 A.g.e. , s.23.215 A.g.e., s.23-24.216 A.g.e., s.24.
84
18.-19. yy. romanının kahramanı, birey-insandır. Ancak
bu insan, yavaş yavaş maddeci gerçekliğin ötesine geçme
fikrine kapılmaya başlamıştır. Gerçeklik kavramı ve evrenle
ilgili çıkmazlara aslında bu yüzyılda bile rastlanmaktadır.
Ancak bunlar, çok ender görülen öncü fikirler olmaktan öteye
gidemez. Çünkü bu dönemde temsil edilen insan, tam da modern
insanın ikonudur. :
“Araştırdım, ah, ateşli çabalarla,
Felsefe, hukuk ve tıp bilimini,
Şimdi de duruyorum burada, bir ahmak gibi,
Hiç bir şekilde de akıllanmış değilim,
Yüksek ünvanım, doktoram bile var,
Ve on yıldan beri öğrencilerimin burunlarını,
Kâh o yöne kâh bu yöne çekiştirip duruyorum-
Bir şey bilemeyeceğimizi, sonuçta217 anlamak için!”218
Yine de bu birey-insan, maddesel dünyanın gerçekliğinin
içinde hareket etmektedir ki, Ahit Kitabı’nı açıp
okuduğunda, maddesel bir gerçeklikle ilâhi gerçekliği
açıklamaya hatta değiştirmeye çalışacaktır:
“Burada yazılan şu: ‘Başlangıçta kelâm219 vardı!’
217 Vurgulama bana ait.218 Goethe, Faust , Öteki Yayınevi, Ankara 1992, s.21.219 Yuhanna İncili’nin ilk cümlesi.
85
Daha burada duraksıyorum!
Kim devam etmeme yardım eder?
Bence kelâmın bu denli yüksek bir değeri yoktur,
Başka türlü çevirmem gerek bunu,
Eğer tin beni doğru aydınlatıyorsa.
Burada yazılan şu: Başlangıçta anlam vardı.
İyice düşün bu ilk satırı,
Kalemin şimdiden koşturmasın!
Her şeyi devindiren ve yaratan anlam mıdır?
Aslı şöyle olmalıdır: başlangıçta güç vardı!
Ama daha yazarken bunları, uyarılıyorum,
Bunun böyle kalamayacağına.
Birden bir çıkış buldum, tin bana yardım etti,
Ve kaygısızca yazabiliyorum:
Başlangıçta eylem vardı!”220
Modern insanın edebiyattaki yansıması olan Faust’ta, bu
insanın gelişebilmesi için bütün sistemlerin ve dengelerin
baştan değiştirilmesi gerektiği açıkça görülür; ancak bu,
aynı zamanda modern insanın trajedisidir221. İşte tam da bu
nedenle, modernliğin ve modernleşmenin bedelleriyle
yüzleşmeye başlayan ve entelektüel yalnızlığının da
nedeniyle yavaş yavaş soyutlanmaya başlayan modern insanı
yansıtır ve bizim alanımıza girer. 220 Goethe, Faust, s.52-53.221 Marshall Berman, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, s.49-50.
86
19. yy. ortalarında madde, öncelik olarak insanın
yerini almıştır. Materyalist felsefeler öne geçer. “Sanatın da
(...) içinde olduğu toplumsal üstyapı kurumları tümüyle, bir altyapı kurumu olan
ekonomi, dolayısıyla madde tarafında belirlenir. Bu felsefelerde (Marx, Engels,
Feuerbach) alt yapı üst yapıyı belirle[mektedir]” 222. 19. yy. sonlarına
doğru bu durum, edebî alanı da etkiler ve, “somut gerçeği”223
metafizik ögelerden arındırarak yansıtma çabasını doğurur.
19. yy. sonunda roman artık son derece uçta bir
somutlamayla dünyayı yansıtmaktadır. Bu somutlama, dönemin
estetik anlayışını oluşturmaktadır ve bildungsromanın yok
oluşuyla birlikte kahramanın pasifize olması sonucunu da
doğurur224.
Postmodernizmin özellikleri açıklanırken yukarıda
belirtilen, bilimsel alandaki değişimler de (belirsizlik,
görecelilik, rastlantısallık, tarafsızlık, Heisenberg’in
Belirsizlik İlkesi, Kuantum Kuramı, Euclid-dışı geometri,
gibi.) felsefe alanındaki değişimlerin yanı sıra, edebî
alanda da yeni bir dönem açmıştır.
222 Yıldız Ecevit, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar, s.25-26.223 A.g.e., s.26.224 A.g.e., s.26.
87
Bilimin yeni yüzü, romanın yansıttığı gerçeklerin de
değişmesine neden olmuştur. Hatta artık yansıtma yerine,
kurgudan bahsetmek gerekmektedir. Yeniden yorumlanan
evrende, karadelikler, solucan delikleri, paralel evren
kuramları yeni gerçeklikler olduğundan; fantastik bir
evrene, “tarihin başındaki mitosları çağrıştır[an]”225 yeni bir bilimkurgu
evrenine geçiş yapılmıştır. Yeni evrende zaman da çizgisel
özelliğini yitirmiştir. Bu, artık yeni insanın gerçeğidir.
Fizikteki gelişmelerin yanında psikanalizin gelişmesi, Freud
ve Jung’un bireye ve topluma ait bilince yönelik
araştırmaları, önceki yüzyılın “gerçeklik anlayışı dışında
kalan düşler” ve “arketipler[i]”, yeni dünyanın başrol
oyuncuları haline getirmiştir226. Bütün bu değişimler, önceki
dönemlere karşıt, “içinde
bilimsel/teknolojik/düşünsel/sosyolojik/psikolojik/ekonomik
bileşenlerin bulunduğu yeni bir biçim”227 arayışını
doğurmuştur. Bu noktada özellikle belirtilmesi gereken şey
şudur: Bu yeni sanat (20. yy. sonrası edebiyatı), sanıldığı
gibi gerçeklikten uzak değildir. Onun artık sokağa tutulan bir
ayna olamamasının nedeni, aynanın iki boyutlu yüzeyinde
görülenlerin, iç içe geçmiş onlarca bilgi katmanına ait
görüntüleri yansıtamamasıdır. Sadece, yansıtmacı estetiğin
225 A.g.e., s.27.226 A.g.e., s.28.227 A.g.e., s.31.
88
yerini biçimci estetik almıştır228. Yeni sanat, kendi
gerçekliği içerisinde ve tam da o gerçeklikle ilgilidir.
20. yy. başında roman, postmodernizme yönelmeye
başlarken şu özellikleri taşır:
1) 20. yy. başında roman, yansıtmacılıktan deneysel
biçimciliğe kayarken; gerilim ögesinin de öznesi değişmiş
olur229.
2) Bu dönemde roman, “anti-roman” haline gelir230.
3) Romanın temasında da kökten bir değişiklik meydana
gelir; ilk anlatılardan beri görülen dış dünyada
sürdürülen yolculuk fikri, artık iç dünyada yaşanmakta,
amaç bireyin kendini gerçekleştirmesi haline gelir.
4) Ana öykü, “yalnızca romanı oluşturan metin
adacıklarının kurgulanabilmesi için bir araç”231 haline
gelir.
5) Zaman-mekan mantığının tamamiyle değiştiği bu yeni
dönemde zamanda sıçramalar ve bunun sinema sanatındaki
228 A.g.e., s.29.229 A.g.e., s.42.230 A.g.e., s.42.231 A.g.e., s.44.
89
yansımasından alınan flashback(geriye dönüş), edebiyat
alanında da görülmeye başlanır.
6) Bütün bunlar, “modernist yazarın soyut dünyada ve
zaman içinde istediği gibi dolaşabilmesini sağlayan
kurgusal buluş[lardan]”232 olan stream of consciousness (bilinç
akımı)’ı doğurur.
7) Ve son olarak, postmodernist dönemin en önemli
ayırıcı özelliği olan montaj/kolaj teknikleri bu yüzyıl
romanında görülmeye başlar233.
Bu aşamada, öncelikle belirtilmesi gereken önemli
nokta; postmodernizmin özelliklerine benzer bu özelliklerin,
doğal olarak bunların doğduğu fikirlerin, aslında
postmodernizmden önce de modernistler tarafından
kullanılmaya başlanmasıdır. Çünkü Joyce, Kafka, Proust gibi
yazarların eserleri de genel olarak modernizmin
eleştirisidir. Burada, modern romanın baş kişisi olan
protagonistten de bahsetmek uygun olacaktır. 18 ve 19. yy.
romanındaki baş kişi, yukarıda da belirtildiği gibi, bir
birey-insandır. Ancak madde dünyasının egemenliği, bu
insanın tahtını sarsmaya başlar. Çünkü bu dönemde,
Nietsche’nin deyişiyle, “Tanrı öl[müştür]”. Modern insan,232 A.g.e., s.43.233 A.g.e., s.44.
90
artık maddesel dünyaya uyum sağlamak, doğadan uzaklaşmak,
“betonlaşmış kentlerde yaşamak” 234 zorunda kalarak yalnızlaşır. Bu
“yabancılaşma” ve yalnızlık, onun edebiyat bilimindeki
“kahraman” statüsünü de değiştirerek, onu bir
protagoniste(ana oyuncu) indirger235.
Modernist edebiyatın baş kişisi olan protagonist,
yalnız ve yabancılaşmış bir bireydir. Bu yabancılaşmayı,
modernizmin bir sonucu olarak ele almak, yanlış
olmayacaktır. Birey yaratmaya çalışan modernizm, birbirinden
ayrı olmak zorunda kalan insanlar yaratınca, yeni birey de,
nevrotik bir bütünlük sağlamak zorunda kalır. Dünyanın
sorunları ve kendi sorunları nedeniyle yalnızlığı artar
çünkü modernizm, özgürlükçü göründüğü için, bütün bireylerin
aynı anda ve aynı doğrultuda bilgi edinmesi veya olayların
farkında olmasını da engellemektedir. Böylece bireysel
gelişimiyle toplumun dışına itilen birey, toplumdan ayrı
olmasının getirdiği yalnızlıkla da baş etmek zorunda
kalacaktır. Yabancılaşma terimini ilk kez, “Tinin
Görüngübilimi” adlı eserde,
Hegel kullanır236. Hegel ve Feurbach’ın yabancılaşma
kavramları, daha çok din-birey ilişkisinin bireysel234 Yıldız Ecevit, Orhan Pamuk’u Okumak “Kafası Karışmış Okur ve Modern Roman”, İletişim Yayıncılık, İstanbul 2004, s.18.235 Yıldız Ecevit, Orhan Pamuk’u Okumak “Kafası Karışmış Okur ve Modern Roman”, s.19.236Abdülbâki Güçlü, Erkan Uzun, Serkan Uzun, Ümit Hüsrev Yolsal, Felsefe Sözlüğü, 1563.
91
düşünceye ket vurması bağlamındayken, bugünkü anlamıyla
yabancılaşmanın temel kullanımı, Marx’ta görülür237. Marx,
yabancılaşmayı kapitalist dünya düzenine bağlayarak, işçinin
bu koşullar altında emeğine ve üretimine yabancılaştığını
savunarak, yabancılaşmayı “işçinin kendi emeğine
yabancılaşması, çalışma etkinliğine yabancılaşması, insancıl
özüne yabancılaşması [ve] öteki insanlara yabancılaşması”238
olarak dörde ayırır. Bugün yabancılaşma, genel anlamıyla,
bireyin toplumsal ve ruhbilimsel olarak dışarıdan
uzaklaşmasıdır.
20. yy. sonrası romanının genel özelliklerini,
aşağıdaki gibi maddelerle belirlemek mümkündür:
1) 20. yy. sonrası roman estetiğinde birey, gerçeğe
yabancılaşmıştır239.
2) Dış dünyadan alınmış gerçek parçalarla, iç dünyaya ait
parçalar birleştirilerek, yeni bir dünya kurgulanır240.
Romancı artık, düşler ve bilinçaltı ögeleri gibi farklı
ögelerden faydalanabilmektedir.
237 A.g.e.,1563.238 A.g.e., 1563.239 Yıldız Ecevit, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar, s.36.240 A.g.e., s.36.
92
3) Romanda, olaya dayalı gerilim unsurunun başrolü sona
ermiştir241.
4) Yansıtmacılığın yerini, “kurguyla/teknikle/yapıyla
oynanan bir oyun”242 almıştır. Yazar bu konuda sonsuz bir
özgürlüğü kullanabilmaktedir. Gerçeklik,
yabancılaştırma243 yolu ile yeniden kurulmaktadır ki bu da
avangardist sanatı doğuran en önemli faktördür.
5) Artık bilgi vermek ve eğitmek gibi amaçlar, romanın
alanından dışarıya çıkarılmıştır244.
Roman türünün asıl gelişimini gerçekleştirdiği 18.
yy.’dan bugüne kadarki değişimini açıkladıktan sonra ve
bütün bu değişimlerin ışığında; öncüleri Marquez, Vonnegut,
Gunter Grass, John Fowles gibi yazarlar olan postmodernist
romanın özelliklerine geçebiliriz.
2.3. TÜRK ROMANINDA POSTMODERNİZM ve ORHAN PAMUK
Bizim edebiyatımızda Postmodernist eğilimler 1960 ve
sonrasında görülmeye başladığı kabul edilir245; ama gerçek
241 A.g.e. s.37.242 A.g.e., s.38.243 A.g.e., s.39.244 A.g.e., s.38.245 Yıldız Ecevit, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar, s. 65-67.
93
anlamda Postmodernizmden bahsedebileceğimiz dönem, aslında
1980 ve sonrasıdır. Postmodernizmin, yukarıda ısrarla
üzerinde durulduğu şekliyle, bir modernizm eleştirisi
olduğunu düşündüğümüzde, Cumhuriyet tarihi içindeki siyasal
ve sosyal değişiklikler, tetikleyici konumundadırlar. Türk
siyasetindeki iniş-çıkışlar, ülkemizde de modernizm
eleştirisini gündeme getirirler. Postmodernizmin, üst-
anlatının içini boşaltmaya yönelik olan temel kuralının
popülerleşmesinden önce yazılan romanlar, çoğunlukla
protagonistin hikâyesini anlatan romanlardır. 1980
sonrasında özellikle toplumun apolitikleştirilmesiyle
birlikte, modernizm eleştirisi hat safhaya ulaşabilmiştir.
Bu dönemde, popüler kültürün yükselişe geçtiğini, ve
geleneksel değerlerin yokolmaya başladığını; veya gereksiz
yerlerde şişirildiğini, toplumsal bir depresyona itilmeye
başladığımızı görüyoruz. Modernizmin kitle iletişim
araçlarının hâkimiyetyle kontrolünü kaybetmesi, bizim
toplumumuzu batıdan daha geç bir zamanda yakalamıştır. Ve
yine batıda görüldüğü gibi, azınlıkların, feminizmin
anlatılarının yükselmeye başladığı dönem, bu dönemdir.
Türk edebiyatında Postmodernizm tartışmalarının,
çoğunlukla yeni eserlerin etrafında toplandığını görüyoruz.
Tabii bir de, postmodernizmin anlaşılamamasından
kaynaklanan, yeni her şeyi modern-sonrası veya postmodern
94
olarak algılayan yorumlar da bulunmaktadır. Oysa
postmodernizmin en önemli özelliği, bir ardıl olmasıdır; bu
da modernizm aşamasının tam anlamıyla gerçekleşmesinden sonra
ortaya çıkabilir. Bunun yanında, modernizmin içinde pek çok
avangard yaklaşım olduğunu da göz önünde tutmak gerekir.
Daha da önemlisi, bir metnin postmodern olduğunu,
yorumlayarak açıklayabilmek için; yukarıda da defalarca
belirtilen yapısökümcü okumanın uygulanması gerekmektedir.
Bu durumda, yapısökümle bir bütün olan ve postmodernist
özelliklerin çoğunu içinde barındıran bir metnin postmodern
olduğunu söyleyebiliriz. Ama bu noktada da yeni bir sorunla
karşılaşmak mümkündür: Bir yöntem belirlemek, hatta yöntemin
belirlenebiliyor olması bile modernist bir tavır olacaktır.
Türk romanında modernizm aşamasının tam olarak
bittiğini ve kesin bir postmodern döneme geçildiğini
söylemek, bir hayli güçtür. Bunun yerine, modernist Türk
romanı içinde postmodernist ögeleri barındıran romanlar
olduğunu söylemek, daha uygundur.
Postmodernist romanda görülen farklı eğilimler
incelendiğinde, Murathan Mungan (Üç Aynalı Kırk Oda246)’ı
örnek olarak gösterebiliriz.
246 Murathan Mungan, Üç Aynalı Kırk Oda, Metis Yayınları, İstanbul 1993.
95
Postmodern romanın belki de en önemli ögesi olan parodi
üzerinden incelendiğinde, Hilmi Yavuz (Fehmi K.’nın Acayip
Serüvenleri247), İhsan Oktay Anar (Kitab-ül Hiyel248, Puslu
Kıtalar Atlası249, Efrasiyab’ın Hikâyeleri250, Amat251),
Süreyya Evren (Postmodern Bir Kız Sevdim252), Y. Hakan Erdem
(Kitab-ı Duvduvani253, Unomastica alla Turca254, Zaman
Çöktü255) ve Mehmet Açar(Hayatın Anlamı Ya Da Akhisarlı Hasan
Tütün’ün Maceraları256, Siyah Hatıralar Denizi257)’ın adı
geçen romanları, edebiyatımızda postmodernizmin önemli
örneklerindendir. Yine de Türk romanının postmodernizm
tartışmalarının merkezinde, Orhan Pamuk bulunur. Pamuk’un
belirgin modern-karşıtı tavrı ve gizli ironisi, eserlerini
çok-okunur ve çok-tartışılır kılar. Kişisel tavırlarıyla da
postmodernizmi destekler göründüğünü de söylemek gerekir258.
247 Hilmi Yavuz, Fehmi K.’nın Acayip Serüvenleri, Afa Yayınları, İstanbul 1991.248 İhsan Oktay Anar, Kitab-ül Hiyel, İletişim Yayınları, İstanbul 1996.249 İhsan oktay Anar, Puslu Kıtalar Atlası, İletişim Yayınları, İstanbul 1997.250 İhsan Oktay Anar, Efrasiyab’ın Hikâyeleri, İletişim Yayınları, İstanbul 1998.251 İhsan Oktay Anar, Âmat, İletişim Yayınları, İstanbul 2005.252 Süreyya Evren, Postmodern Bir Kız Sevdim, İthaki Yayınları, İstanbul 2003.253 Y. Hakan Erdem, Kitab-ı Duvduvani, Kanat Kitap, İstanbul 2004.254 Y. Hakan Erdem, Unomastica alla Turca, Kanat Kitap, İstanbul 2004.255 Y. Hakan Erdem, Zaman Çöktü, Kanat Kitap, İstanbul 2006.256 Mehmet Açar, Hayatın Anlamı Ya Da Akhisarlı Hasan Tütün’ün Maceraları, İthaki Yayınları, İstanbul 2005.257 Mehmet Açar, Siyah Hatıralar Denizi, İthaki Yayınları, İstanbul 2005.258 Örneğin “Kar” isimli romanını yayımlandığında, Türkiye tarihinde belki de, o güne kadar görülmemiş bir reklam kampanyası yürütülmüş; az okuyan bir toplumun üyesi olarak Türk okurunun, bu popülist tavır karşısında aklı oldukça karışmıştır. Kar’ın afişleri, uzun süredir
96
Orhan Pamuk, ilk iki romanı olan Cevdet Bey ve
Oğulları259 ile Sessiz Ev’de260, modernist yansıtmacı
biçimleri kullandığı söylenebilir. Ancak daha sonra,
romanlarında postmodern ögelerin, modern ögelerin yerine
geçmeye başladığı görülür.
2.4.POSTMODERNİST ROMANIN ÖZELLİKLERİ
Postmodernist romandan önceki dönemlerde romanın
özellikleri ile, postmodernist romanın özellikleri, büyük
ayrımlar içerir. Bu özellikleri, şu şekilde sıralayabiliriz:
1) Postmodernist romanda, kurmaca metinlerle (roman, şiir,
öykü, drama, mit, vs...) nesnel ve kanıtlanabilir
metinler (yazılı belge, tarih, mektup, eleştiri,
bilimsel yayın, vs...), birbirlerinin sınırlarından
içeri girer. Her şey, bir metindir261. Postmodernist
beklenen bir Hollywood filmine yakışan bir pazarlama taktiğiyle -en azından İstanbul’da- her yerde görülmüştür. Bir romanın ve bir romancının bu kadar popüler bir “nesne” haline gelmesi, bir anlamda modernist entelektüelizmin içinin boşaltılmasıdır. Çünkü o entelektüelizmin içinde, dile getirilmeyen bir gizli anlaşma vardır: farklı olmak.259 Orhan Pamuk, Cevdet Bey ve Oğulları, İletişim Yayınları, İstanbul 2000.260 Orhan Pamuk, Sessiz Ev, İletişim Yayınları, İstanbul 2005.261 Burada, metin kavramına da değinmak gerekir. Edebi eserlerin bir derinliği varken, metinler yüzeyseldir. Edebiyat fikri, artık yerini metin fikrine bırakmıştır çünkü böylece, özel değerlerden, atıflardan, üst söylemlerden uzaklaşmış olunur.(Nial Lucy, Postmodern Edebiyat Kuramı, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2003, s.15.)
97
edebiyat, kısa öyküler ve karışık parçalardan oluşur.
Bu tutum, söylemlerin iç içe geçmesiyle birlikte
“çokseslilik”262 kavramı doğar ve bununla da yeni bir
metin tanımına ulaşılır. Böylece, romanda, büyük
anlatı, nehir-roman, bildungsroman devri kapanarak,
küçük anlatıların yolu açılır.
(Bu da, “anlatıların gerçek/kurmaca, özne/başka ve
anlamlı/anlamsız ayrımlarını”263 sorgulayarak okur
üzerinde ontolojik bir kuşku uyandırmaktadır. Bu
girişkenlik, Barthes’in de üzerinde durduğu gibi, sanat
ürünleri ve bilgi verme amaçlı ürünler arasındaki
farkı264 da ortadan kaldırmaktadır. Hatta bu noktadan
sonra, insanbilimleri ve edebiyat türleri arasında da
fark bulunmamaya başlayacaktır265. Okuru merkeze doğru
çeken bu tavırda, edebî metnin içinde tren tarifesinden
televizyon programı dergisine kadar her şey
bulunabilir.
Aslında, postmodernistlerden önce yapısalcılar da
metnin yapısını “yeniden icad ederek”266 önceki
dönemleri eleştirmektedirler; ancak postmodernizmde262 Kubilay Aktulum, Metinlerarası İlişkiler, Öteki Yayınevi, Ankara 2000, s.7. 263 Dilek Doltaş, Postmodernizm ve Eleştirisi Tartışmalar/Uygulamalar, s.11.264 A.g.e., s.26.265 A.g.e., s.35.266 Pauline Marie Rosenau, Post-Modernizm ve Toplum Bilimleri, s.70.
98
daha da radikal bir söylemle, metni sonsuz sayıda
açılım ve yorumdan oluşan bir bütün olarak kabul
ederler. Ancak postmodernizmden faklı olarak,
yapısalcılıkta hala üst-anlatılar bulunmaktadır.
Küçük anlatılar, öznenin kendini ve çevresini
tanımasında daha etkilidir267. Lyotard, postmodernizmi
“üst-anlatılara inanmamak” şeklinde tanımlar268.Üst-
anlatılar, moderndir ve kendi gerçekliklerine
inanırlar. Ancak kısa anlatılar, kolaj metinler, yerel
anlatılar gibi, gerçeklik iddiasından çok anlatının
şekli ile farklılık gösteren metinler, postmoderndir.
Postmodern kurmaca, büyük bir metnin içinde bile
bağımsız parçalardan oluşur.
Bu özellik, aslında bütünüyle kolaj kavramıyla
ilgilidir. Ve Postmodernizm bağlamında kolajın önemi,
metnin sürekliliğini zedeleyerek anlam kargaşası
oluşturmasıdır. Kolaj, bizim çalışmamızın Metinlerarası
İlişkiler bölümünde açıklanacak ama farklı bir madde
olarak ele alınacaktır. Çünkü diğer metinlerarası
ilişkilerden daha önemli bir yeri vardır.)
267 Dilek Doltaş, Postmodernizm ve Eleştirisi Tartışmalar/Uygulamalar, s.24.268 David Harwey, Postmodernliğin Durumu, s.60
99
2) Postmodernist romanın gerçeklik anlayışı, yansıtmadan
uzaklaşmıştır ve postmodernist romanda, bir tek dünya
yerine çoklu dünyalar vardır. Ve postmodernizm, nasıl
hiper-gerçekliği kullanıyorsa; postmodernist romanda da
gerçek, marjinalliğe kayar.
(Postmodernist roman, sadece yansıtmacı kuramlardan
uzaklaşmazla kalınmaz; gerçeklik ve genel yargılar da
yadsınmaktadır. Böylece; yani gerçeklik kavramının
içinin boşalmasıyla birlikte, zaten yansıtmacı görüşün
de kullanımı imkansız hale gelmektedir.
3) Postmodernist roman, üstkurmaca bir metindir. Bunun
yanısıra, yazar, kurgu ile ilgili kavramların dışındaki
konularda da okurla bire bir “söyleşim”e girer.
(Üstkurmaca en çok, yazarın romanı nasıl kurguladığını
okura romanın içinde açıklaması şeklinde görülür269.
4) Postmodernist roman, modernistlerin seçkinci
cidddiyetlerine karşıdır270. Ciddiyetin yerini de oyun
alır.
269 Yıldız Ecevit, Orhan Pamuk’u Okumak “Kafası Karışmış Okur ve Modern Roman”, s.27.270 Yıldız Ecevit, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar, s.67.
100
(Yansıtmacı sanatı öldüren, belki de simülasyon ve
simülaktrumun ortaya çıkmasıdır. Yukarıda da
açıklandığı gibi, yansıtmanın önünde, ondan daha büyük
bir gerçeklik algısı sağlıyormuş gibi görünen etkili
bir illüzyon vardır: simülasyon. Kopyanın kopyası olan
bir evren tasarladığınızda da, basitçe ve oyuncul
davranmak mümkün olacaktır. Ancak burada seçkinci
ciddiyeti, gerçek anlamıyla bir ciddiyet tasarımı
olarak düşünmek yanlış olacaktır. Postmodernist de son
derece ciddi görünüyor olabilir, hatta ciddi bile
olabilir. Ama buna kesin olarak karar vermek
imkansızdır. Çünkü eğer gerçekten postmodernistse ciddi
görünen bir tavrın da onlarca alt-okuması ve onlarca
farklı anlamı olacaktır.)
5) Postmodernist roman, “sosyal/kültürel modernizmin
mutlak doğruları/söylemleri/efsaneleri” 271 ne karşıdır.
Yazar, bunların yerine “kendi ürünü olan gerçekleri
sergileyen bir mitos”272 oluşturmayı tercih eder.
Postmodernist romanda yazar, okurun öne çıkmasıyla
sahneden silinirken,273bir misyonun taşıyıcısı olmaktan
da kurtulur. Böylece metin de, mesaj verme kaygısından
arınmış olur.271 A.g.e., s.67.272 Dilek Doltaş, Postmodernizm ve Eleştirisi Tartışmalar/Uygulamalar, s.35.273 Bir önceki maddenin doğal uzantısı olan bu durum, ayrıntıya girilebilmesiiçin farklı bir madde olarak ele alınmıştır.
101
(Modernist döneme baktığımızda yazarın başrolünü
pekiştiren en önemli özelliği olan, bilgi verme misyonu
karşımıza çıkar. Yazar, bu dönemde modernizmin
modelleri içinde zorunlu bir özgürlük ve aydınlanmayla,
aslında zoraki bir öğretmen durumundadır. Ancak
postmodernizm, modernizmin kuramlarına ve üst-
anlatılarına karşı çıkıp, misyonu da yadsıyınca yazarın
sahnede daha fazla kalması gerekmez.Bunların yanında,
modernizmin yazara yükledikleri de postmodernistlere
göre aslında çok da gerçek olgular değildir; çünkü
“yazarın metin ile kurmuş olduğu ilişkiyi bilmek”274
olanaksızdır. Yazara karşı bu tavır, yapısalcılıkla
birlikte başlar. Yapısalcı yazar, metni ortaya koyup
sahneden çekilen bir kişidir. Yapısalcılıar, örneğin
akademisyenlerin yazdıklarının da aslında kurumlar
tarafından yazıldığını iddia ederler; “metinler kendi
başlarına ayakta durmalıdır.”275
“Yazarın ölümü” 276, akademik araştırmalaralanında yeni
bir dönemin de işaretidir. Bir edebî metin incelenirken
kullanılan önemli yöntemlerden biri olan yazarın
hayatının çözümlenmesi, postmodernizm ve postmodernist
274 Pauline Marie Rosenau, Post-Modernizm ve Toplum Bilimleri, s.59.275 A.g.e., s.61.276 A.g.e., s.65.
102
yazarla ortadan kalkacaktır. Bu da, özellikle akademik
alanda sıklıkla görülen yazar-kişiliği-sanatı-eserleri
çalışmalarının sonudur. Yazarın ölümü kavramı, Roland
Barthes’a aittir277. Yazarın ölümü, yaşadığımız dönemde
çok olağan bir durumdur çünkü; “modern yazarın
tektipleştirici çizgisel anlatı yapısının mezarı,
günümüzde yepyeni, birbirine aşırı girişik, çok okumalı
anlatı yollarınca kazılmıştır”278. Artık, yazarın
metinde ne söylemiş olabileceğini incelemek yersizdir.
Bu durumda, salt metnin neler söylediği incelenmeli ve
bildirilmelidir. Ancak yazarın ölümünde kesin bir ayrım
da ortaya çıkmaktadır. Barthes metinleri, okurcul
metinler ve yazarcıl metinler olarak ikiye ayırır279.
Postmodernist metin, okurcul bir metindir.
Yazarın ölümü, postyapısalcılık ve postmodernizm
açısından büyük önem taşır; çünkü metnin
çokkatmanlılığı ve okur merkezli olabilmesi, yazarın
ölümüne bağlıdır. Bu tutum, okuru olduğu kadar, yazarı
da özgürleştiren bir durumdur. Yazarın ölümünü, gerçek
yazarın bilinçdışı bir eylemi olarak, edebiyat eserinde
de görebiliriz: Postmodernist anlatının sonunda,
çoğunlukla, anlatıcının öldüğü görülür. Bu, bir anlamda277 Abdülbâki Güçlü, Erkan Uzun, Serkan Uzun, Ümit Hüsrev Yolsal, Felsefe Sözlüğü, s.1590.278 A.g.e., s.1590.279 A.g.e., s.1590.
103
yazarın, anlatıcı olarak üstlendiği görevi de terk
etmesidir.
Uygulamada da postmodernizm, evrensel doğruluk
arayışının dışında kalarak, bölgesellik, gelir-geçerlik
gibi durumların üzerinde durarak, bunları kullanmayı
tercih eder. Bu da yukarıda bahsedilen, öznenin kendini
tanımasını sağlayan küçük anlatıların yolunu açar. Aynı
zamanda bu maddeyi, simülasyon ve simülaktrum ile
bağdaştırmak da olanaklıdır. Kopyanın kopyasını eserde
sunan yazar, kendi algıladığı veya algıladığını sandığı
dünyayı yaşama geçirir.)
6) Postmodernist romanın baş kişisi, sürekli değişim
halinde280 olan bir anti-karakterdir. Ve bu kişi, dünya
ile ilişkisini nasıl kurgulayacağına karar veremez.
(Postmodernist baş kişi, onu bir karakter olarak
betimlememizi sağlayabilecek karakter özelliklerini
taşımaz. Felsefî ve edebî anlamda, bir kişinin karakter
olabilmesi için gereken, onu tanımlayacak değişmez
içsel özelliklere sahip değildir. Hiç bir şekilde
tutarlı değildir, asla bir tip de olamaz.
280 Postmodernizmin özellikleri listesindeki ikinci madde ile ilgili.
104
Postmodernist öznenin, karar verme zorunluluğu da
yoktur. Bir başka deyişle karar verememek, öznenin
kurgusundaki bir eksikliğe dayandırılmamalıdır. Aksine,
postmodernist yazar, özneyi kurgularken bilinçli bir
tavırla onun “anything goes” (her şeye uyar) bir kişi
olmasını tercih etmiş ve onu bu doğrultuda hayata
geçirmiştir. Bu kişinin eksik bir karakter olduğunu
düşünmek, modernist eleştiri yapmamız durumunda geçerli
olacaktır. Ancak postmodernist öznenin okuması ve alt-
okuması yapılırken de, metnin tamamında da uygulanması
gerektiği gibi yapısökümcü okuma yapılmalıdır.)
7) Postmodernist roman, yazar ve konu merkezli olmaktan
uzaklaşmıştır ve okur merkezlidir.
(Postmodernist edebiyatta okur ve metin yer
değiştirebilen parçalardır281. Bir başka deyişle okur,
metin üzerindeki düşüncesini biraz da kendi önceki
okumaları ve tarihi üzerinden kuracağı için; aynı
zamanda okuduğu metnin yeniden yazarıdır. Ancak bu okur
tipi de yazarına benzer bir tavır takınarak, bilgi
edinmek veya bir sonuca ulaşmak amacıyla değil; sırf
eğlenmek için okumaktadır.)
281 Pauline Marie Rosenau, Post-Modernizm ve Toplum Bilimleri, s.56.
105
8) Postmodernist romanda mekan, sürekli bir değişim
içindedir ve zaman da çizgisel değildir.
(Zaman ve mekandaki tutarsızlık, postmodernist metnin,
modern metinle benzerlik taşımasına neden olur. Ancak
postmodernist metinde bu yöntem, bilinç akımı gibi
modernist yaklaşımlarla değil; tamamen yapısökümle
ilgilidir. Bu tutarsızlıkların yanında, postmodern
metinde bir süreksizlik ve kopukluk da hakim ögeler
arasındadır. Süreksizlik, metnin okunması aşamasında
okurun rolünü genişleten bir faktördür. Üstelik bu
tutum, aynı zamanda sarsıcıdır da. )
9) Postmodernist romanda, çoğulcu bakış açısı hâkimdir ve
zıtlıklar sıklıkla görülür.
(Çoğulcu bakış açısı, postmodernizmin, modernizmin
düalist dünya görüşüne karşı olmasıyla doğrudan
ilgilidir. Bir gerçek ve onun karşısında bir yanlış
olduğu gibi bir tasarımı kabul etmeyen postmodernizm,
edebiyat eserinde de çokkatmanlı okumalarla(yapısöküm)
tamamlanabilecek bir yöntemi benimser. Böylece, yazılan
metinden sonsuz sayıda anlam çıkarılabilir ve bunların
birinin gerçek veya doğru olması hatta birbirleriyle
106
bağlantılı olması bile gerekmez. Ancak eğlence ve
popüler kültür, ön plandadır.)
10) Postmodernist romanları, önceki dönem
romanlarından ayıran en önemli özellik, ironi ve oyun
merkezli kullanılan “imgelerin, sözcüklerin
yinelenmesi, parodi, pastiş, metinlerarası veya bir
metnin içinden dış dünyaya gönderme yapılması, anlam
birliğini yadsıyan, anlam kayganlığını vurgulayan
göstergelere yer verilmesi”282olgusudur. Bunların
yanında, postmodernizmin roman alanındaki en önemli
yapısal özelliği de kolajdır.
(Kolaj, yukarıda açıklanan yazarın sahneden silinmesi
olgusunun önemli destekçilerindendir. Postmodernistlere
göre her metin bir “kopyadır”283 ve daha önceki
metinlerin bir kolajıdır. Bu da doğal olarak yazarın
kendine özgü bir şey ortaya koymadığını ispatlayacak ve
yazarı geri plana itecektir.)
2.5. POSTMODERNİST ROMANIN BİR DİĞER ÖZELLİĞİ OLAN
METİNLERARASILIK
282 Dilek Doltaş, Postmodernizm ve Eleştirisi Tartışmalar/Uygulamalar, s.27.283 Pauline Marie Rosenau, Post-Modernizm ve Toplum Bilimleri, s.61.
107
Yukarıda en son maddede adı geçen kavramların ve
bunlarla bağlantılı olan diğer kavramların, ayrıntılı olarak
açıklanması gerekmektedir. Çünkü bunlar, postmodernist
romanda karşımıza çıkan önemli ögelerdir ve çalışmamızın
ikinci bölümünde Orhan Pamuk’un eserleri incelenirken en çok
bu kavramlar üzerinde durulacaktır.
Metinlerarası kavramını “Séméiotike, Recherches Pour
Une Sémanalyse”(1969)284 isimli yapıtıyla ilk ortaya atan
kişi olan Kristeva’ya285 göre, her metnin diğer metinlerle
ilişkisi vardır ki buna metinlerarasılık286 adı verilir ve
yine her metin, “bir başka metnin sindirilmesi(absorption) ve biçim
değiştirmesidir(transformation)287”. Yine de kavram, özünü Mihail
Bahtin’den alır288.
Metinlerarası ilişkiler, genellikle Rus biçimcilerinden
esinlenerek ortaya çıkan bir kavram olarak değerlendirilir.
Rus biçimciler, neredeyse tüm metinlerin önceki metinlere
göndermelerden oluştuğunu düşünürler289. Ancak Rus
biçimcilerin, postmodernist anlamda metinlerarasını
başlattığını düşünmek, yanlış bir kanıdır; çünkü
postmodernist edebiyatdan farklı hatta eksik olarak Rus284 Kubilay Aktulum, Metinlerarası İlişkiler, , s.24.285 A.g.e., s.191.286 Pauline Marie Rosenau, Post-Modernizm ve Toplum Bilimleri,s.72.287 Yıldız Ecevit, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar,.s.153.288 Kubilay Aktulum, Metinlerarası İlişkiler, s.25.289 A.g.e., s.8.
108
biçimcileri metinlerarası ilişki bakımından yalnızca “biçim
olgusu”290 üzerinde durmuşlardır. Modern edebiyat içinde de
daha önceki dönemlerde de şu veya bu şekilde önceki
metinlerin, yeni yazılan metin içinde anıldığı,
eleştirildiği, dönüştürüldüğü veya alıntıladığı, bir
gerçektir. Ancak nasıl Yunus Emre’nin yazdığı bir şiir
yüzünden sürrealist olduğu söylenemezse; postmodernizmden
önceki dönemlerde kullanılan metinlerarası ilişkilerin de
bizi ilgilendiren anlamda kullanıldığı söylenemez.
Postmodernist edebiyatta asıl önemli olan, metinlerarasının
kullanımıyla, bir “kolaj-metin” oluşturmaktır. Kolaj-metin,
yansıtmacı romanın yazıldığı önceki dönemlerin aksine,
“edebiyatın kendi başına anlam üretebileceği metinsel bir görünüm” 291
yaratır. Bu durum, Barthes’in292 de söylediği ve
postmodernizmin önemli ögelerinden biri olan, her metnin
birbirinin tekrarı olduğu ve özgünlükten bahsetmenin
olanaksız olduğu olgusuna yol açar. Metinlerarasılık,
Postmodernizmden önce de kullanılmış bir yöntemdir; ancak
Postmodernizmle birlikte metinlerarasılık, metnin
çizgiselliğini kesip, ayrışıklık ve kopukluk yaratmak293 için
kullanılmaya başlanır. Hatta bu yöntemle yazılan metinleri,
“bir alıntılar mozaiği”294 olarak tanımlamak da mümkün olmaktadır.
290 A.g.e., s.21.291 A.g.e., s.9. 292 Pauline Marie Rosenau, Post-Modernizm ve Toplum Bilimleri, s.72.293 Kubilay Aktulum, Metinlerarası İlişkiler, s.166.294 A.g.e., s. 9.
109
Bu tavır, özellikle yukarıda da açıklandığı gibi, 18.yy.-
20.yy.’ın ilk yarısındaki roman anlayışına karşı çıkan bir
tavır olarak benimsenmiştir. Okurun ön plana çıkması ve
anlam çokluğu, bu yöntemle sağlanmaktadır. Postmodernizmden
önce görülen metinlerarası ilişkilerin merkezinde,
Postmodernist dönemin aksine, yazar vardır.
Postmodernistlere göre metnin söylediklerinden çok, imâ
ettikleri önemlidir295. Bu da diğer metinlerin, anımsatılan,
gönderme yapılan, etkilenilen, vs... metinlerin asıl metnin
yorumlanması açısından ne kadar önemli olduklarının
açıklayıcısıdır. Metinlerarası anlamı formüllere indirgemek
mümkün değildir. Çünkü her yazar, her bir metinlerarası
yöntemini salt kendi fikri ve iletmek istediği anlam
doğrultusunda kullanarak yeni bir anlam oluşturmaya
gidebilir. Bu durum, araştırmacıyı bir sonsuz olasılıklar
grubu içinde sınırlı olasılık aramaya iteceğinden, belirgin
tiplemeler oluşturulamaz. Yine de, “özellikle roman alanında”
metinlerarasının yaygın olarak, roman kişisini “psikolojisi,
saplantıları, takınağı olmuş düşünceleri yanında bilgisi” ve “ait olduğu
toplumsal ortam[ın]”296 belirtilmesi için kullanıldığını söylemek
uygun olacaktır. Buradan yola çıkarak, postmodernizmin edebî
alandaki tavrı içinde son derece dikkat çekici bir kaosu
görebiliriz. Postmodernistler, üst-anlatıları, misyonu,295 Pauline Marie Rosenau, Post-Modernizm ve Toplum Bilimleri, s.72.296 Kubilay Aktulum, Metinlerarası İlişkiler, s.167.
110
bilgi vermeyi reddeder ve modernizmin edebî alandaki her
türlü yaklaşımını, özellikle de elitist yapısını
eleştirirken; aslında kendileri de bir entelektüel elitist
yapıya, gizli bir üst-anlatıyla seslenmektedirler. Okur
önemlidir, okurun metinden çıkaracağı sonsuz sayıda yorum
önemlidir, ama dikkat edilecek olursa, okurun önceki
okumaları da önemlidir. Metnin söylediğinin dışındaki
imâları ayrıştıracak olan okur da belirli bir kesimi
oluşturmaktadır. Örneğin çağımızda geçen bir konuşmanın
içinde bugünkü kelimelerle ve cümle yapısıyla, konuşma
diline uyarlanmış bir Divan şiiri mısrasının kökenini, onun
aslında bir şiirden alıntılanmış olduğunu anlayan okur ile
anlamayan okur farklı yorumlar yapacaktır. Bu, bir yandan
tam da postmodernizmin çok anlamlı ve çok katmanlı yapısını
desteklerken; bir yandan da metinden çıkarılacak anlam
çeşitliliği ve alınacak keyif bakımından birbirinden çok
farklı dereceler ortaya koyacaktır. Metinlerarası anlamı tam
olarak bulmak ve belirli kalıplarla bulunabilecek bir formül
yaratmak nasıl mümkün olamıyorsa; metinlerarası sonsuz
göndergeyi tamamen çözebilecek bir okur profili de
bulamayız. Çünkü yazar gibi okur da, kişisel birikimi ve
doğal yönelmeleri ile sonsuz sayıda konu içerisinde belirli
konularda yoğunlaşmıştır. Kendi ilgi ve bilgi alanına giren
konularda yapılmış olan göndergelerin çoğunu çözümleyebilse
bile, diğer konularda çözümleme yapamayacaktır.
111
Metinlerarası yöntemleri, ortakbirliktelik ilişkileri
ve türev ilişkileri olarak iki başlık altında incelemek
mümkündür:
Ortakbirliktelik İlişkileri Türev
İlişkileri
Alıntı ve gönderge Yansılama
Gizli alıntı-anıştırma Alaycı(gülünç)
dönüştürüm
Anıştırma Öykünme 297
Her biri, farklı anlamlara işaret eden yukarıdaki
yöntemlerin ortak özelliği, metinlerarası göndergeyi zorulu
kılıp, metinlerarası ilişkiyi harekete geçirmeleridir298.
2.5.1. Alıntı:
Metinlerarasılıkta, açıklığa kavuşturulması gereken en
önemli konu, alıntıdır. “Metinlerarası bir görüngüde
tanımlanan metin bir alıntılar mozaiği, son derece farklı,
ayrışık unsurların biraraya geldiği bir uzam olarak”299
belirtilmektedir. Bu tanımda dikkat çeken “alıntılar
297 A.g.e., s.93-133. 298 A.g.e., s.114.299 A.g.e., s.9.
112
mozaiği” olma durumu, metnin temel özelliği konumuna
geldiğinde, alıntının açıklamasının yapılması gerekecektir.
Jacobson’a göre alıntı, “bir sözce içinde sözce, bir ileti içinde ileti,
bir sözce üzerine sözce” 300 olarak tanımlanabilir. Alıntının en
genel tanımını, bu sözlerin ışığında yapmak mümkündür; ancak
bu tanım alıntının özel niteliklerini açıklamakta yeterli
değildir.
Genelde bilinen ve en yaygın olan alıntı, bilimsel
metinlerde kullanılan alıntıdır. En belirgin
metinlerarasılık yöntemlerinden biri olan bu tür alıntıyı,
bilimsel metin içerisinde, “ ” içinde yazılmış, sayfa veya
metin sonunda dipnotla gösterilmiş olarak bulmak mümkündür.
Bu alıntıların, dipnotla belirtilmiş olmaları, metinlerarası
göndergenin ana metinden net olarak ayrılabilmesini sağlar.
Alıntı, “bilinçli, istemli bir anıştırma” 301 olarak kendisine “açıklık katan
iki temel tipografik unsur[u]” 302, ayraç ve italik yazıyı gerektirmektedir.
Bilimsel alanda kullanılan alıntı, bir metni bir başka
metinle ilişkiye sokarken, “genellikle ileri sürülen bir görüşü açıklamak
ya da desteklemek için” 303 kullanılır. Bu tip alıntılar, daha çok
üzerinde araştırma yapılan konu ile ilgili yetke sahibi
kişilerin yazdıklarından yapılırlar. Burada yetke bağı300 A.g.e., s.94.301 A.g.e., s.94.302 A.g.e., s.95.303 A.g.e., s.98.
113
kurulurken, alıntı yapılan kişinin incelenen konu ile ilgili
araştırma yapmış bir kişi olması önem kazanır. Sözgelimi, bu
paragrafta, bilimsel anlamda alıntının ne olduğundan söz
ederken; Jacobson, Genette veya Aktulum’dan parçalar alarak
bunları -yukarıdaki tanıma uygun şekilde- metne
yerleştirmek, bilimsel alıntı uygulamasıdır.
Alıntı, en kısa tanımıyla bir metin içerisindeki diğer
metinlerdir. Ancak bu tanım, bazı eleştirmenler tarafından
kabul görmemektedir. Compagnon’dan aktaran Aktulum “Her yazı bir
yapıştırma ve açımlama, alıntı ve yorumdur” 304 sözleriyle, alıntının
mutlaka bir yetkeye ve tipografik belirtilere bağlı
olamayacağına işaret etmektedir. Çünkü alıntı, sadece
yukarıda belirtildiği gibi bilimsel metinde uygulanan bir
metinlerarasılık yöntemi değildir. Yine Compagnon’dan
hareketle, “alıntı aynı zamanda bir sözcelemin yinelenmesi (yinelenen bir
sözcelem), bir yeniden-sözcelemdir” 305 tanımını kullanmaktadır306. Bir
başka deyişle alıntı sadece bir tekrar değil, bir yeniden-
yaratıdır. Bu durumuyla alıntı, yazarın bilinçli veya
bilinçsiz olarak diğer yazarların metinlerini de kullanarak
bir yeniden yaratım ortaya çıkarmasıdır. Bunu bilinçli
304 A.g.e., s.96.305 A.g.e., s.97.306 Compagnon, tüm metinlerin bir alıntı olduğunu da düşünür. O’nun alıntı vemetin arasındaki bağ açısından yorumu, postmodernist metnin temel özelliklerinden birini de ortaya koyar: “Her yazı bir yapıştırma ve açımlama, alıntı ve yorumdur. Öyleyse yazmak, hep yeniden-yazmaktır.” (Kubilay Aktulum, Metinlerarası İlişkiler, s.96.)
114
olarak yaptığında kullandığı teknikler az çok tesbit
edilebilirken; tersi bir durumda, metnin içinde alıntının
tesbitini yapmak zorlaşacaktır. Dolayısıyla, bilinçli olarak
yapılan alıntı bağlamında, aşağıda belirtilen tüm
metinlerarası ilişki türlerini “alıntı” olarak ele almak
doğru olacaktır.
Yazar, alıntı yaparken sadece diğer yazarların
metinlerinden yararlanmak zorunda değildir. Kendi
eserlerinden “öz-alıntılar”307 yapabildiği gibi, yazar veya
ünlü olmayanlardan308 da alıntı yapabilmektedir.
Edebî metinlerde yazar, alıntıyı kendi görüşünü
desteklemenin dışında farklı amaçlar için
kullanabilmektedir. Yazar, işlediği biçimi/içeriği daha önce
işlemiş olan metinlerden alıntılar yapabilir. Bunu yaparken,
kendi isteğine göre tipografik belirtiler kullanabileceği
gibi, kullanmamayı da tercih edebilmektedir. Yazar, diğer
metinlere göndermeler yaparken, kendi ögesi (cümle, figür,
konu, üslup) ile alıntıladığı kaynak metindeki ögeyi
özdeşleştirmeye çalışıyor olabilir. Ya da işlediği konuya
benzerlik taşıyan kaynak metnin kuvvetinden yararlanmak
isteyebilir. Bununla beraber, yazar bir diğer metinden bir
ögeyi alarak onu kendi metnine de taşıyabilir. 307 Kubilay Aktulum, Metinlerarası İlişkiler, s.101.308 A.g.e., s.96.
115
Romanda alıntının işlevi, metnin izleğine katılmaları,
diğer bağlamlarla birleşerek anlamı desteklemelesidir309.
2.5.2. Gönderge:
Metinlerarasılık ilişkilerinde, her ne kadar “alıntı”
gibi bir genel tanım kullanılıyorsa da; farklı yöntemler
nedeniyle, daha ayrıntılı bir isimlendirme yoluna gidilmesi
gerekmektedir. Bunlardan biri olan göndergede, sadece
“yapıtın başlıkları ya da yazarın adı”310 anılmaktadır. Tanım
daha da genişletilirse; gönderge, bir eserin, bir figürün ya
da bir gerçek kişinin adı ile sınırlandırılmış olabilir.
Göndergenin, bir diğer alıntı şekli olan gizli alıntıdan
farkı da bu isimlerin açıkça söylenmiş olmasıdır.
2.5.3. Gizli Alıntı:
Gizli alıntı, yazarın bilinçli olarak yaptığı bir
alıntıdır. Ancak bu bilinçliliğe rağmen bu tip alıntıda
yazar, alıntı yaptığı eserin ya da bir figürün adından söz
etmediği gibi, hiçbir tipografik belirti de
kullanmamaktadır. Yazar, bir diğer metinden irili ufaklı
parçaları kendi metni içinde olduğu gibi kullanmaktadır.309 A.g.e., s.101310 A.g.e., s.101.
116
Gizli alıntı, edebiyat tarihinde 18. yüzyıla kadar, doğal
bir aktarım tarzı olarak görülmüş, daha sonra bir
metinlerarası yöntemi olarak belirlenmiştir. Gizli alıntı
bir metinlerarasılık yöntemi olarak ortaya çıktığında da,
‘aşırma’nın ötesinde “daha önceki yazarların metinlerini ve öne sürdükleri
düşünceleri düzeltmek, böylelikle bir edebî geleneğe bağlı kalmamak, onun
benimsetmeye çalıştığı ilkeleri yadsımak” 311 için kullanılmaya
başlanmıştır.
2.5.4. Anıştırma:
Bir diğer alıntı yöntemi olan anıştırmada ise yazar,
sadece “telkin” yoluyla kendi yazdığı metni bir diğer metine
bağlamaktadır. Böyle bir metinlerarasılık yöntemi de
Bakhtin’in “söyleşim” adını verdiği olguyu gündeme getirir.
Bu durum da yine Bakhtin’e göre çoksesliliği yani “romanın belirgin
özelliği[ni]” doğurmaktadır312. Anıştırmanın en önemli özelliği,
gizliden gizliye belirli bir okur grubuna seslenmesidir;
çünkü “bir sözce ile yansılarını gönderdiği bir başka sözce arasında belli bir
algılamayı zorunlu kılar[ken]”, bulunması zor olduğundan “çoğu zaman
311 A.g.e., s.108.312 A.g.e., s.29.
117
kişisel ekin birikimi ve çabayı gerektir[mektedir]”313. Bu özelliği ile
anıştırma, yazarın metnine ayrı bir özellik katmasının
yanında, alıntıda olduğu gibi net göstergeleri kullanmadığı
için de edebî metinlerde daha önemli bir yere yerleşir. “Bir
düşünceyi söylemine olağanüstü bir incelikle katma[yı]” tercih ederek
anıştırmayı kullanan yazar, bu yolla “herkes için bildik olan yazarın
adına yaslanma gereksinimi duyma[dan]”, “yetke düşüncesini fazla öne
çıkarma[yarak]” farklı bir alıntı yapmış olur314. Böylece
anıştırma, alıntıdan ayrılır; çünkü “alıntı gibi iki sözceyi yan yana
getirmek yerine, üst üste koy[maktadır]”315. Anıştırmanın metne ne
kattığı ve amacı açıktır; ancak anıştırmanın tanımında da
farklı fikirler öne sürülmektedir. Bunların başında,
anıştırmanın tümce ile sınırlandığını öne süren görüş ve
sadece bir veya birkaç sözcükle yapıldığını ileri süren
görüş vardır316. Anıştırma, pek çok farklı ögenin pek çok
farklı edebî türde kullanımı ile yapılabilmektedir.
Anıştırmanın gizli alıntıdan farkı ise gizli alıntının bazen
bir eserin tümünü kapsayabilmesi; anıştırmanın ise
çoğunlukla bir ya da birkaç sözcük ile sınırlı olmasıdır. Bu
açıdan anıştırma ve gizli alıntı arasında “nicel” bir
farklılık vardır317.
313 A.g.e., s.109.314 A.g.e., s.109.315 A.g.e., s.113.316 A.g.e., s.109.317 A.g.e., s.114.
118
2.5.5. Yansılama (parodi):
Adını, Aristoteles’in Poetika adlı eserindeki “bir şarkıyı
başka bir tonda söylemek, yani bir melodiyi başka bir ses perdesine geçirmek”318 olan parodiden alan parodi, edebî anlamda; “bir metni başka
bir amaçla kullanmak, ona yeni bir anlam yüklemektir” 319. Bunu
postmodernist edebiyata uyguladığımızda tanım, bir önceki-
metnin konusunu alıp, onun içini boşaltıp sıradanlaştırmak
olacaktır. Bu tanımla birlikte parodinin öne çıkan özelliği,
konunun üzerinde yapılan oynamalardır. Parodinin bir diğer
ayırıcı özelliği de, yerme amacından çok eğlenme amacı
taşımasıdır320. Parodi, nicel olarak da kısa bir alıntı
şeklidir. Bir metnin tamamı ile değil de o metni çok net
çağrıştıran küçük bir parçası ile ilgilenmektedir. Bunun
yanında parodi, “bir başka yapıta ait bir parçanın ya da tümcenin yeni bir
bağlamda olduğu gibi yinelenmesi” ile de yapılabilmektedir321. Bu
durumda da parodisi yapılan parça yine de değişime
uğramaktadır; çünkü yeniden kullanıldığı yer, içi
boşaltılmış bir anlatı olacaktır. İçinde bulunduğu orijinal
metinde bir üst anlatı ögesi olan parça, parodisinin
yapıldığı metin içinde bir alay ögesi olmuştur. Anıştırmada318 A.g.e., s.117.319 A.g.e., s.117.320 A.g.e., s.119.321 A.g.e., s.121.
119
olduğu gibi parodide de, pek çok farklı metinlerden alıntı
yapılabilmektedir: “yapıt başlıkları, siyâsal partilerin
sloganları, tarihî sözler, atasözleri,...”322. Parodi ve
ironi, Bakhtin’in diyalogsallaştırma323 kavramının en rahat
görülebileceği metinlerarası ögelerdir. Parodi, bir metnin
postmodern olduğunu anlama noktasında en önemli başvuru
noktasıdır. Çünkü metnin ağırlıkla parodiye bağlı olması,
anlatının içini boşaltma aşamasında çok büyük bir farklılık
yaratır. Postmodern görüşü ortaya çıkarmakta en rahat
belirlenebilecek nokta, parodidir.
2.5.6. Alaycı Dönüştürüm:
Yansılamadan farklı olarak alaycı dönüştürüm -
postmodernist roman açısından yorumladığımızda- bir önceki
anlatının biçim ve içerik olarak olduğu gibi alınıp, yeniden
yazılması ve bu arada önceki anlatının içinin boşaltılıp
sıradanlaştırılmasıdır. Bu yolla amaçlanan, dönüştürülen
yapıtı biraz yermek, biraz da oyun oynayarak eğlenmektir324.
Alaycı dönüştürüm, bir edebî tür olarak kullanılmaya322 A.g.e., s.122.323 Mikhail Bakhtin, Karnavaldan Romana(Çev: Cem Soydemir), Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2001, s.50. 324 Kubilay Aktulum, Metinlerarası İlişkiler, s.126.
120
başlandığında -16. yüzyıl- kullanılan kaba güldürü tanımına
göre, “sıradan, kaba, aşağı, teknik, renkli bir söz dağarı kullanır; sözdizim
düzleminde, tümceler arasında kopukluklar, eksiltiler, yer değiştirmelerle
belirlenir; sözbilim düzleminde ise üst üste yığmalara, karşısava, tumturağa,
gülünç olana yer verir” 325. Yine postmodernist edebiyata
uyarladığımızda bir üst metinden alaycı dönüştürüm yapan
yazar, üst metinin biçimi ve içeriği ile “oynayacak”tır.
2.5.7. Öykünme (pastiş):
Düzeni ve mantığı reddeden, eski-yeni, bilim-söylenti
gibi zıt ögeleri birarada bulunduran “kırk-yama”326
tekniğidir. Öykünmede yazar, “metnin biçemini hedef
seç[mektedir]327. Burada taklit edilen, bir yazarın belirgin
özellikleri de olabilir. Ancak öykünülen metnin biçimi,
“dolaylı olarak” taklit edilmektedir; çünkü Genette’ye göre
“bir metin doğrudan taklit edilemez” 328. Öykünmenin amacı da eğlenmek
ve oyun oynamaktır. Yine postmodernist anlatı ön plana
çıkarıldığında amaç, üst metnin kendisiyle ve yazarın
karakteristik özellikleriyle eğlenmek amacıyla metin ve
yazarın tarzı sıradanlaştırılacaktır.
325 A.g.e., s.127.326 Pauline Marie Rosenau, Post-Modernizm ve Toplum Bilimleri, s.16.327 Kubilay Aktulum, Metinlerarası İlişkiler, s.133.328 A.g.e., s.134.
121
2.5.8. Kolaj ve Palempsest:
Kolaj, yukarıda açıklanan yöntemlerin aksine, daha
yakın zamanda; 20. yüzyılda kullanılmaya başlanan bir
yöntemdir329. Plastik sanatlarda, diğer yapıtlardan kesilen
parçaların, yeni eserde yapıştırılması gibi düşünülebilen
kolaj, metinlerde ise “metin dışından alınan en küçüğünden en
büyüğüne kadar her ayrışık unsurun bir bütünü oluşturacak biçimde monte
edilip, belli bir düzgüye göre belirlenmiş bir yapıt içine sokulması işlemi”
olarak tanımlanabilir330. Bir metinlerarası ilşki yöntemi
olarak kolaj, herhangi bir parça ile yapılabilir. Bu
parçalar, gazetelerden, ilanlardan, resmî belgelerden,
afişlerden alınabileceği gibi; basmakalıp sözler veya
atasözleri gibi örnekler de olabilirler331. Kolaj da diğer
bazı metinlerarası ilişkiler gibi bir alıntı yöntemidir332.
Kolaj, düzeni reddettiği için, postmodernizmin en önemli
ögelerinden olmuştur. Ancak şunu da söylemek gerekir ki,
modernist akımların pek çoğunda da kolajın kullanıldığı
görülmektedir.
Postmodernist edebiyat açısından kolajın önemi,
anlatının sürekliliğine yaptığı müdahaledir. Kolaj, metinde329 A.g.e., s.222.330 A.g.e., s.223.331 A.g.e., s.224.332 A.g.e., s.224.
122
bir kopukluk olarak ortaya çıktığı için, yine üst anlatının
ve klasik anlatı tekniklerinin farklılaştırılmasını
sağlamaktadır. Bu da, “bir ayrışıklık yaratarak bir konunun artık
kesilmeden anlatıldığı, bir çizgiselliğe bağlı kal[ındığı] izlenimini”
silmektedir333. Böylece artık “yapıt bir geleneği izlemez, sürekli, çizgisel
bir gelişme göstermez”334 ve bu da yeni yapıtı farklı bir yere
oturtmayı sağlar.
Palempsest, önceki-metnin, yeni metine, bir amaçla
katılmasının “kafada yarattığı düşünce[dir]” 335. Aslında sözcüğün
kökeni çok daha farklıdır: Kağıdın zor bulunduğu
yüzyıllarda, üzerinde metin yazılmış kağıdın kazınarak
yeniden yazmaya uygun hale getirilmesi anlamında kullanılır.
Bu da, okuduğumuz metinde yer yer, silik de olsa eski metnin
görülmesine yol açmaktadır. Palempsest’i modernizm ve
postmodernizme uyarlarsak, yazarın kayıp bir metni bulması
ve bu metindekileri bize aktarmasına dayalı kurgular –ki
bunların hepsi yine yazarın hayalgücünde gelişmiştir-
palempsesti anımsatır.
Palempsestin postmodernizm açısından bir diğer önemi
ise, bizi, bütün metinleri aslında önceden yazılmış olduğu
sonucuna götürmesidir. Postmodernistlere göre, metnin ilk
333 A.g.e., s.225.334 A.g.e., s.225.335 A.g.e., s.216.
123
kez şu veya bu yazar tarafından yazıldığını söylemek ise,
sadece “modern bir kuruntu” olacaktır336.
Yukarıdakilerden yola çıkarak diyebiliriz ki,
Postmodernist romanda, kurmaca metinlerle (roman, şiir,
öykü, drama, mit, vs...) nesnel ve kanıtlanabilir metinler
(yazılı belge, tarih, mektup, eleştiri, bilimsel yayın,
vs...), birbirlerinin sınırlarından içeri girer. Her şey,
bir metindir. Postmodernist roman, kısa öyküler ve karışık
parçalardan oluşur. Bu tutum, söylemlerin iç içe geçmesiyle
birlikte “çokseslilik” kavramı doğar ve bununla da yeni bir
metin tanımına ulaşılır. Böylece, romanda, büyük anlatı,
nehir-roman, bildungsroman devri kapanarak, küçük
anlatıların yolu açılır. Postmodernist romanın gerçeklik
anlayışı, yansıtmadan uzaklaşmıştır ve postmodernist
romanda, bir tek dünya yerine çoklu dünyalar vardır. Ve
postmodernizm, nasıl hiper-gerçekliği kullanıyorsa;
postmodernist romanda da gerçek, marjinalliğe kayar.
Postmodernist roman, üstkurmaca bir metindir. Bunun
yanısıra, yazar, kurgu ile ilgili kavramların dışındaki
konularda da okurla bire bir “söyleşim”e girer.
Postmodernist roman, modernistlerin seçkinci cidddiyetlerine
karşıdır. Ciddiyetin yerini de oyun alır. Postmodernist
roman, “sosyal/kültürel modernizmin mutlak
336 A.g.e., s.217.
124
doğruları/söylemleri/efsaneleri” ne karşıdır. Yazar,
bunların yerine “kendi ürünü olan gerçekleri sergileyen bir
mitos” oluşturmayı tercih eder. Postmodernist romanda yazar,
okurun öne çıkmasıyla sahneden silinirken, bir misyonun
taşıyıcısı olmaktan da kurtulur. Böylece metin de, mesaj
verme kaygısından arınmış olur. Postmodernist romanın baş
kişisi, sürekli değişim halinde olan bir anti-karakterdir.
Ve bu kişi, dünya ile ilişkisini nasıl kurgulayacağına karar
veremez. Postmodernist roman, yazar ve konu merkezli
olmaktan uzaklaşmıştır ve okur merkezlidir. Postmodernist
romanda mekan, sürekli bir değişim içindedir ve zaman da
çizgisel değildir. Postmodernist romanda, çoğulcu bakış
açısı hâkimdir ve zıtlıklar sıklıkla görülür. Postmodernist
romanları, önceki dönem romanlarından ayıran en önemli
özellik, ironi ve oyun merkezli kullanılan “imgelerin,
sözcüklerin yinelenmesi, parodi, pastiş, metinlerarası veya
bir metnin içinden dış dünyaya gönderme yapılması, anlam
birliğini yadsıyan, anlam kayganlığını vurgulayan
göstergelere yer verilmesi” olgusudur. Bunların yanında,
postmodernizmin edebî alandaki en önemli yapısal özelliği de
kolajdır.
Çalışmamızın ikinci bölümünde Orhan Pamuk’un
romanlarında postmodernist ögeleri araştırırken, yukarıdaki
özellikleri şu şekilde başlıklar halinde toplayabiliriz:
125
1) İç içe geçmiş farklı söylemler.
2) Çoklu dünyalar ve marjinal gerçeklik.
3) Üstkurmaca.
4) Seçkinci ciddiyetin ölümü.
5) Modernist doğruların yerine geçen yazarın mitleri.
6) Postmodernist özne ya da anti-karakter.
7) Okurun yükselişi.
8) Mekan ve zamanda yenilik.
9) Çoğulculuk ve zıtlıkların birarada kullanılması.
10) Metinlerarasılık.
2.6. POSTMODERNİST ROMANIN TEMEL EĞİLİMLERİ
Postmodernist edebiyatın yukarıdaki özelliklerinin
yansıma alanı olan, birkaç temel eğilim337 olduğunu
söyleyebiliriz:
1) Avangardist biçim denemeleri: Calvino, Robbe Grillet, Butor, H. Ali
Toptaş, O. Pamuk.
337 Bu eğilimlere, fanteziyi de katmak doğru olacaktır. Postmodernizminyansıtmacı dünya görüşünden uzaklaşması, onun fanteziye yönelmesinekaçınılmaz olarak neden olmaktadır. Ancak fantezi, postmodernizmden dahada az bilinen bir kavram olduğu ve konumuzun sınırlandırılmasıaçısından, araştırmamızda fantezi ve postmodernizm ile ilgili ayrı birbölüm açmamayı uygun gördük. Bununla birlikte, üst-anlatı ögesitaşımayan fantastik eğilimlerin, kendilerine postmodernizmde yerbulduklarını kesinlikle belirtmek gerekir. (Bu konuyla ilgili olarakbknz: Tzevetan Todorov, Fantastik, Metis Yayınları, İstanbul 1999.)
126
2) Avangardist/deneysel biçimcilik: Eco, Süskind, O. Pamuk.
3) Feminist/çevreci, New Age, kozmik/mistik: Morge, Coelho, Tamaro,
Erendiz Atasü.
4) Tüketime yönelik olanlar (çarpıcı yaşam öyküleri, tarih, bilim-
kurgu, polisiye, serüven): Ayşe Kulin338.
Postmodernist romanın okuması da, modernist roman
okumasından farklı olarak gerçekleştirilir. Postmodernist
edebiyatta, doğru okuma yoktur. Sadece, metinlerarası
ilişkileri fark eden okur/okurlar ve onların sonsuz sayıda
okumaları vardır. Doğru bakış açısı da yoktur.
Postmodernizmde, odaklanmanın kahraman yarattığı
düşünüldüğünden, kahramana dayalı analiz de reddedilir.
Postmodernist metinlerin kurgulanmasında önemli bir
gösterge, deconstruction (yapıbozum/yapısöküm)’dır. Bu
metinlerin okunmasında da deconstructive reading
(yapıbozumcu/yapısökümcü okuma) kullanılır. Yapısökümün,
yani “metinlerin altındaki bütün yapıları söküp bozarak
okumayı savunan post-yapısalcı çözümleme yöntemi[nin]”339 de
yaratıcısı, Derrida’dır. Yapısökümün, kendi içinde modern
edebiyat eleştirisine yönelik bir eleştirisi vardır. Buna
göre, modern metin eleştirisindeki, metindeki eksiklikleri
yazarın yetersizliğine bağlayan tavır, “kolaycı bir
338 Yıldız Ecevit, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar, s. 69-70.339 Abdülbâki Güçlü, Erkan Uzun, Serkan Uzun, Ümit Hüsrev Yolsal, Felsefe Sözlüğü, s.1572.
127
yaklaşım[dır]”340. Metnin “tutarlı bir bütün olması[na]”341
dayanan modern yaklaşım, hatalıdır; çünkü bu yanlış bir
gerçekliği yansıtmaktadır.Yapısöküm açısından metin, bitmiş
bir halde bulunamaz. Bu durumda da metne, postmodernist
açıdan yaklaşmak gerekecektir. Bu yaklaşımda metni düzeltmek
veya “iyileştirmek” değil; onu “zenginleştirmek” ve onunla
oynamak ön plandadır342.
Yapısökümün postmodernizm açısından önemi,
postmodernist metnin, ancak bu yöntemle okunduğunda kendi
tavrı içinde bir yere oturtulabiliyor olmasıdır. Yapısökümcü
okuma, bu bağlamda postmodern metnin varlığını kanıtlayan
araçtır. Yapısökümcü okumayla okunan metinde, “metnin dışına
atılmış, adı konmamış, gözden saklanmış ne varsa ortaya [çıkar] ve metnin
dayattığı okumalara karşı metnin anlam çıtası”343 yıkılmış olur. Bu
türden bir okumanın temel amacı, “karşıtlıklar ile sıradüzenli yapı
varsayımları üzerinde yoğunlaşarak; metinde bulunan aporia’yı344, yani dilin
herhangi türden bir kullanımı yoluyla zorunlu olarak üretilmiş, çözümü olmayan
çelişkileri ortaya sermektir”345.Yapıbozum, postmodernistlerin dil
kavramına bakışlarındaki farklılığın da anlaşılabilmesinde
önemli bir etkendir. Çünkü, “bütün metinlerin kullandıkları kilit340 A.g.e., s.1572.341 A.g.e., s.1573.342 A.g.e., s.2.343 A.g.e., s.1573.344 Aporia: Yunanca poros’tan türeyen, çıkmaz anlamında kullanılan sözcük. (Felsefe Sözlüğü, Bilim ve Sanat yayınları, s.81.)345 Abdülbâki Güçlü, Erkan Uzun, Serkan Uzun, Ümit Hüsrev Yolsal, Felsefe Sözlüğü, s.1575.
128
önemdeki kavram ya da terimleri baştan varsaydıkları karşıtlıkların arkasında
sakladıklarını, bastırdıklarını”346 göz önüne serebilme üzerine
kuruludur. Postmodernistlere göre -özellikle Derrida ve
Foucault- dilde bir eşitsizlik vardır. İyi-kötü, güzel-
çirkin gibi karşıtlıklarla kurulan dil, bu karşıtlıkların
birini her zaman daha değerli gösterir. Yapısöküm, bu
kavramları belirler ve eşitsizlik ilişkisini “tersyüz
eder”347. Yukarıda (6. madde) sözü geçen üst-anlatıların
ortadan kalkması durumu da buna bağlı olarak gelişen bir
olaydır. Tabii ki bu yöntem kullanılırken yeni üst-anlatılar
veya yeni hiyerarşik düzenler kurulmamaya çalışılır.
Postmodernistlerin önemli bir yöntemi olan yapısöküm,
sistemleri ve kavramları eleştirirken, bu kavramların
geçersizliğini ve boşluğunu kanıtlamak için kullanılır348.
Ama yapısöküm, israrla yanlışı göstermek amacında değildir;
çünkü böyle bir tutum, “doğruluğun/hakikatin varolduğunu varsaymak
anlamına” 349 gelecek ve bu da, doğal olarak postmodernizmin
doğasına aykırı olacaktır. Yapıbozum, metni yerle bir eder;
ancak onu yeniden yaratmaz veya normlara uygun hale
getirmeye çalışmaz. Yapıbozum, metnin içeriğini
saçmalaştırmaya çalışırken, heyecan duygusunu da yüksek
dozda tutar. Düalist sistem reddedilir ve açık bir bakış346 A.g.e. s.1573.347 A.g.e., s.1573.348 Dilek Doltaş, Postmodernizm ve Eleştirisi Tartışmalar/Uygulamalar, s.35.349 İsmet Emre, Postmodernizm ve Edebiyat, s.9.
129
açısı da tesbit edilemez. Metin, münkün olduğunca çok
anlamlı ve “bulanık olmalıdır. Bu amaçlarla, kullanılan dil ve terimler de
“alışılmadık[tır]” 350.
Postmodernist romanda anlam da, önceki dönemlerden çok
farklı bir şekilde karşımıza çıkar. Anlam, artık söylenende
değil; söylenmeyendedir. Postmodernist romana ait metnin
temel özelliği, herhangi bir tutarlı anlamsal içeriğe sahip
olmamasıdır351. Derrida, metnin anlamını “Hiç bir şey”352
olarak tanımlar. Metnin içinde bir anlam varsa da o ancak
tez ve antitez arasındaki différance353 [devingenlik, alan,
boşluk] içinde bulunabilir. Difféance kavramı, Derrida’nın
bulduğu ve yapıbozumda kullandığı bir kavramdır. Aslında
kelimenin kendisi de yapıbozuma uğratılmış yeni bir
kelimedir: “ayrı olmak”, “erteleme”, “geciktirme” gibi
anlamlar taşıyan différance; différence ile aynı şekilde
okunmakta; ancak farklı yazılması ile ayrılmaktadır354. Tam
olarak açıklamasını hiç bir zaman yapmasa da, Derrida’ya
göre différance, “çoğunlukla kendisini unuttuğumuz, kimileyin yaşamın
bilinçdışı yönleri olarak düşündüğümüz, yeni anlama anları içinde kendilerini
örerek yeni anlayışlara ulaştığımız yaratıcılığın kaynağıdır” 355. Différence
350 A.g.e., s.10-11.351 Pauline Marie Rosenau, Post-Modernizm ve Toplum Bilimleri, s.56.352 Dilek Doltaş, Postmodernizm ve Eleştirisi Tartışmalar/Uygulamalar, s.36.353 A.g.e., s.36-37.354 Abdülbâki Güçlü, Erkan Uzun, Serkan Uzun, Ümit Hüsrev Yolsal, Felsefe Sözlüğü, s.382.355 A.g.e., s.382.
130
kavramı, Derrida’nın ve Foucauult’nun yeni dil
anlayışlarının bir yansıması olarak görülebilir. Yeni
anlamlar dünyasında bu terim, “dildışı dünyaya ilişkin her türden
dayanağın, kesinliğin, sağlamlığın, göndermenin, önceliğin sürekli ertelenmesi
gereğine vurguda” 356 bulunur. Bundan yola çıkarak, “bütün
gönderiler dünyada gönderdiklerini varsaydıkları şeylere değil de, öteki
metinlere, öteki metinlerdeki gönderilere göndermektedir. (...) o nedenle anlam
sürekli değişen, ayrımlar nedeniyle hep ertelenen bir görüngüdür” 357.
Différence, “belli bir sözcüğün içindeki ya da dışındaki öteki sözcüklerin izi
olarak ortaya [çıkar]” 358. Lyotard, différence kavramını hiç
kullanmasa da, postmodernizmin yorumunu yaptığı bir
yazısında, différance’ı uygulamıştır. Tanım yapmaktan
kaçınırken tam da différance ile açıklanabilecek bir yorumda
bulunur: “postmodern, modernin içinde gösterilemezi, bizzat gösterimin
kendinde öne çıkarandır; uygun formların tesellisi ile imkansızın nostaljisini hep
birlikte yaşamaya elveren beğeni konsensusunu reddedendir; yeni gösterimleri,
tadını çıkarmak için değil, ama gösterilemezin varolduğunu daha iyi hissettirmek
için araştırandır” 359.
Postmodernizmin edebiyat alanındaki en önemli
kuramcılarından olan Ihab Hassan, modernizm ve postmodernizm
arasındaki farkları, bir şema yoluyla açıklamayı seçer.
356 A.g.e., s.382.357 A.g.e., s.382.358 A.g.e.,s.383.359 Jameson, Lyotard, Habermas, Postmodernizm, s.57.
131
Aşağıda görülen bu şemada360, farklılıkların roman alanında
yorumlanabilmesi için yeterli açıklık bulunmaktadır:
modernizm postmodernizm
romantizm/simgecilik parafizik/dadacılıkamaç antiform(ayırıcı,açık)tasarım oyunhiyerarşi anarşihakimiyet/logos tükenme/sessizliksanat nesnesi/bitmiş yapıt süreç/performans/happeningmesafe katılım
yaratma/bütünleştirme/sentez
yaratmayı
imha/yapıbozum/antitezmevcudiyet yoklukmerkezlenme dağılmatür/sınır metin/metinlerarasısemantik retorikparadigma sentegmahipotaksi parataksimecaz mecazı mürselseçme bileşimkök/derinlik rizom/yüzeyyorum/okuma yoruma karşı/yanlış okumagösterilen gösterenokunaklı (okuyucuvari) yazılabilir (yazarvari)
360 David Harwey, Postmodernliğin Durumu, s.59.
132
anlatı/büyük tarih anlatı karşıtı/küçük tarihana kod idiyolekt (kişisel dil)belirti arzutür/sınır mutasyona uğramıştenasül uzuvları/fallik çok-biçimli/androjenparanoya şizofreniköken/neden fark-fark/izTanrı Baba Ruhülkudüsmetafizik ironibelirlenmişlik belirsizlikaşkınlık içkinlik
2.7. POSTMODERNİST KİŞİ
Postmodernizmin, yukarıda sayılan bütün yansımaları ve
özelliklerinin bir merkezi vardır ki; o da postmodernist
kişi, ya da genel tanımıyla postmodernist öznedir. Bu
öznenin, şu özellikleri vardır:
1) Anlam aramaktan vazgeçmiştir.
2) Ortak paydası olmayan değerleri yan yana getirmeyi
öğrenmiştir.
3) İlke/kural/kuram/ölçüt/felsefe/dizgeye bağlı değildir.
4) Demokratik çoğulcudur.
133
5) Mistisizme yakındır361.
Postmodernist öznenin özellikleri, aynı zamanda roman
alanında değişim geçiren baş kişinin de özellikleridir.
Protagonistten, postmodernist özneye doğru değişim geçiren
baş kişinin, postmodernizmin özelliklerini üzerinde taşıması
gerekecektir. O da, ait olduğu eleştirel sistem içinde, o
sisteme benzer bir şekilde, kolaj bir kimliğe, belki sadece
öncekine gönderme olan bir kimliğe sahiptir. Yansıtmacı
roman kişisinin aksine yeni özne, anlamın nerede olduğuyla
ilgilenmemekle kalmaz, anlamın varlığını da tartışır. Büyük
insanlık idealine inanmamakla kalmaz, böyle bir imgenin
varlığından bile haberdar olmayabilir. Bunun yanında, yine
yansıtmacı öznenin aksine, birbirinden çok farklı kural ve
ölçütleri birarada kullanarak, kendi simülatif gerçekliğini
yaratır.
361 Yıldız Ecevit, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar, s. 65-67.
134
I. ORHAN PAMUK’UN ROMANLARI
Orhan Pamuk’un romanlarında yer alan postmodernist
ögeleri incelemeden önce, yazarın yedi romanı ile ilgili
kısaca bilgi verebiliriz.
1.1. Cevdet Bey ve Oğulları
Cevdet Bey ve Oğulları, Orhan Pamuk’un ilk romanıdır.
Romanın, ilk baskısı Karacan Yayınları’nda 1982 yılına
136
aittir. Ancak bizim kullandığımız baskı, 14. baskı olan
İletişim Yayınları-2000 baskısıdır.
Pamuk, bu ilk romanıyla, 1979 Milliyet Yayınları Roman
Armağanı ve 1983 Orhan Kemal Roman Armağanı’nı kazanır.
Pamuk’un kendi ailesinin tarihiyle büyük benzerlikler
gösteren romanda, Nişantaşlı bir ailenin üç kuşaklık
serüvenleri anlatılmaktadır. Romanın temel karakteri,
başlangıçta küçük bir tüccarken yavaş yavaş hayatı değişen
Cevdet Bey’dir. Roman, tarihi kurmacanın yanı sıra, bir
dönem romanımızın en önemli konusu olan Batılılaşma’ya da
değinir. Cevdet Bey’in ailesinin üç kuşaklık değişim
öyküsünü gözler önüne sürer. Bu roman, bir bildungsroman
olarak tanımlanabilir. Bugün gerçekten Nişantaşı’nda olan
eski aile apartmanının nasıl kurulduğunu ve nasıl bugüne
geldiğini de öğrendiğimiz romanda, Pamuk’un gerçek ailesinin
yarı-kurmaca tarihçesi bulunur.
1.2. Sessiz Ev
Pamuk’un ikinci romanı olan Sessiz Ev’in362 ilk baskısı,
1983 yılında Can Yayınları tarafından yayımlanır. Bizim bu
çalışmada kullandığımız baskı ise, İletişim Yayınları’na ait
olan 26. baskıdır(2005).
362 Orhan Pamuk, Sessiz Ev, İletişim Yayınları, İstanbul 2005.
137
Orhan Pamuk, Sessiz Ev’le, 1984-Madaralı Roman Ödülünü
ve 1991-Avrupa Keşif Ödülü’nü kazanmıştır. Sessiz Ev, yaşlı
bir kadın ve üç torununun birlikte geçirdikleri bir haftayı
anlatır. Trajik bir hikâyesi olan ailenin geçmişi ve bugünü,
farklı anlatıcılar tarafından anlatılır. Dede ve baba
hayatlarını olmayacak şeylere harcayarak, erken yaşlarda
ölmüştür. Dede hayatını bir ansiklopedi yazmaya harcamış,
Eşini genç yaşta kaybeden baba da alkol yüzünden hastalanıp
ölmüştür. Çocukların biri devrimci, biri tarih doçentidir.
Diğeri de Amerika’ya gidip zengin olma hayalleri kurar.
Büyükhanım’ın yanında, kocasının gayrimeşrû oğlu cüce Recep
de vardır. Kardeşler Nilgün, Metin ve Faruk, bu bir haftayı
sürekli geçmişi hatırlayarak geçirirler. Romanın önemli
özelliği, kahramanların teker teker anlatıcı rolünü
üstlenmeleridir. Bu romanda da Doğu-Batı çatışmaları
görülür. Aynı zamanda, 1980 öncesinin siyâsî ortamının bir
resmini oluşturur.
1.3. Beyaz Kale
Yazarın üçüncü romanı olan Beyaz Kale’nin363 ilk
baskısı, 1985-Can Yayınları’na aittir. Bizim incelediğimiz
baskı ise, yine Can Yayınları’na ait olan 11.
363 Orhan Pamuk, Beyaz Kale, Can Yayınları, İstanbul 1993.
138
basımdır(1993). Bu baskıyı kullanmamızdaki önemli neden,
Pamuk’un kitabın 10. Baskısından itibaren “Beyaz Kale
Üzerine”364 başlıklı bir bölüm eklemesidir.
Beyaz Kale, XVII. Yy.’da İstanbul’da geçen bir hikâyeyi
anlatır. Türk korsanları tarafından esir alınan bir
Venedikli kölenin; astronomi, fizik ve resimden anladığı
için bir Türk’e satılması ile olaylar başlar. Köle’nin hoca
ile ilişkilerini anlatan roman, bir yandan da dönemin tarihi
yapısına yarı-kurgusal bir ışık tutar. Biri Batı’yı, biri
Doğu’yu temsil eden bu iki kişi, bilgilerinin ışığında
hayatı ve kendi varoluşlarını anlamlandırmaya çalışırlar.
Romanın sonunda, birbirlerine ikiz gibi benzeyen bu iki
karakter, birbirlerinin yerlerine geçerler. Hoca Venedik’e
dönerken; Köle de İstanbul’da Hoca’nın hayatını yaşamaya
başlar. Bu romanın en önemli özelliği, Pamuk’un
Postmodernist olarak tanımlandığı ilk roman olmasıdır.
Romanın arka kapağında : “Ustaca kurulmuş paradokslarla örülü,
hayranlık uyandıran postmodern bir hikâye(Publishers Weekly)” notu
bulunur.
1.4. Kara Kitap
364 Orhan Pamuk, Beyaz Kale, s.181-192.
139
Kara Kitap’ın365 ilk baskısı, 1990-Can yayınları’na
aittir. Bizim incelediğimiz baskı ise, İletişim
Yayınları’nın 2002 yılına ait 29. baskısıdır.
Kara Kitap da, Cevdet Bey ve Oğulları’nda olduğu gibi,
Pamuk’un gerçek hayattından izler taşır. Cevdet Bey ve
Oğulları’nda yoğunlukla anlatılan Nişantaşı’ndaki apartman,
burada da görülür. Romanın kişileri, bir köşe yazarı
olan Celâl, karısı kaçan Galip ve Galip’in karısı
Rüya’dır. Celâl ve Rüya, roman boyunca hep aranılan
kişiler olarak görülür. Temel konu, Galip’in karısı Rüya’yı
aramasıdır. Bu arayışında, Celâl’in köşe yazılarını ve kendi
anılarını kullanarak bütün İstanbul’u gezer. İç içe geçmiş
hikâyeler ve marjinal olaylar eşliğinde Galip, Celâl ve
Rüya’yı arar. Romanda, Celâl’in köşe yazılarından oluşan
bölümler de vardır. Galip, arayışının sonunda Rüya’yı
bulamaz, Celâl’in öldürülmüş olduğunu öğrenir ve Celâl’in
yerine geçerek köşe yazıları yazmaya başlar.
1.5. Yeni Hayat
Orhan Pamuk’un beşinci romanı olan Yeni Hayat’ın366 ilk
baskısı, 1994’te İletişim Yayınları’ndan çıkmıştır. Ancak
365 Orhan Pamuk, Kara Kitap, İletişim Yayınları, İstanbul 2002.366 Orhan Pamuk, Yeni Hayat, İletişim Yayınları, İstanbul 2002.
140
bizim incelemede kullandığımız baskı, İletişim Yayınları
2002 (66. Baskı) baskısıdır.
Yeni Hayat’ın öznesi Osman, okuduğu bir kitabın
etkisinde kalarak, bütün hayatını değiştirir. Kitapta
anlatılan hayatı bulmak için yollara düşen Osman, bir
yandan da âşık olduğu Canan’ı aramaktadır. Bir süre sonra
Canan’ı bulan Osman, bu defa da arayışına Canan’la devam
eder. Otobüs yolculukları sırasında pek çok kaza geçirir
ve kaza görürler. Tuhaf insanlarla tanışırlar. Hatta
kendileri gibi kitabın anlattığı hayatı arayan insanlar
da bulurlar. Bir diğer tarafta da konu, polisiye özellikler
göstermeye başlar. Canan’ın âşık olduğu Mehmet’in
babasının, Mehmet’in peşine taktığı ajanların öyküleri,
Osman’a anlatılır. Canan ile Osman, sonunda ayrılırlar ve
başka hayatlara ilerlerler. Ancak son bir arama için
ailesinden ayrılan Osman, bir trafik kazasında ölümüyle
buluşunca, yaşadıklarını anlamlandırmayı başarır.
1.6. Benim Adım Kırmızı
Pamuk’un altıncı romanı olan Benim Adım Kırmızı’nın367
ilk baskısı, İletişim Yayınları tarafından Aralık 1998’de
yayımlanmıştır. Bu baskıyı bulmak mümkün olamadığından,
367 Orhan Pamuk, Benim Adım Kırmızı, İletişim Yayınları, İstanbul 1998
141
çalışmamızda, aynı yıl, aynı ayda yapılan ikinci baskıdan
faydalandık.
Benim Adım Kırmızı, XVI. Yy. İstanbul’unda geçer. Dokuz
günlük bir hikâyeyi anlatan romanın, pek çok anlatıcısı
vardır. Merkezde, polisiye bir öykü etrafında Kara ve
Şeküre’nin aşkı işlenmiştir. Padişahın Enişte Efendi’ye
ısmarladığı bir “gizli kitap”ın nakkaşlarından Zarif
Efendi’nin ölümünün ardındaki gizi çözmeye çalışan Kara, bir
taraftan da, Zarif Efendi’nin dul kızı Şeküre’ye duyduğu
aşka karşılık aramaktadır. Yoğun oyuncu kadrosuna sahip bir
roman olan Benim Adım Kırmızı’da, konuşan resimler, çift
kişilikli katiller gibi marjinal görüntüler vardır. Romanın
sonunda Kara, ölümün ardındaki sırrı çözerek, Şeküre ile
evlenir. Ancak gizli kitap, tamamlanamaz.
1.7. Kar
Pamuk’un son romanı olan Kar’ın368 ilk baskısı, İletişim
Yayınları tarafından Ocak 2002 tarihinde yayımlanmıştır. Biz
bu çalışmada, aynı yılın Şubat ayında yayımlanan ikinci
baskısından faydalandık.
368 Orhan Pamuk, Kar, İletişim Yayınları, İstanbul 2002.
142
Kar, Almanya’da on iki yıl sürgünde kalmış şâir Ka’nın,
Kars’ta yaşadıklarını anlatır. Kars’ta türbanlı kızların
teker teker intihar etmeleri üzerine, buraya araştırma
yapmak için gelen Ka, bir yandan da eski aşkı İpek’le
yeniden birlikte olmaya çalışır. Kars’ta araştırmasını
sürdürürken, farklı inanç ve düşüncelere sahip insanlarla
karşılaşır, bir tiyatro kumpanyasının ihtilâline ve ölümlere
şâhit olur. Kars’ın karışıklığı, Ka’nın hayatına da yansır.
İpek’le birlikte olmayı başarmasına rağmen, Almanya’ya
dönerken yalnız kalır. Seneler sonra Almanya’da öldürülen
Ka’nın Kars’taki maceralarını, Ka’nın gazeteci arkadaşı
Orhan inceler ve yazıya geçirir.
II.ORHAN PAMUK’UN ROMANLARINDA POSTMODERNİST ÖGELER
Orhan Pamuk’un bugüne dek, Cevdet Bey ve Oğulları,
Sessiz Ev, Beyaz Kale, Kara Kitap, Yeni Hayat, Benim Adım
Kırmızı ve Kar romanlarını yazmıştır. Orhan Pamuk’un söz
konusu romanlarında Postmodernizm açısından inceleyerek,
daha önce belirlediğimiz postmodernist ögeleri bu romanlarda
arayacak ve Orhan Pamuk’un romanlarının ne kadar
postmodernist roman, kendisininde ne kadar postmodernist
yazar olduğunu tesbite çalışacağız.
143
Orhan Pamuk’un, ilk iki kitabı Cevdet Bey ve Oğulları
ile Sessiz Ev, modernist roman kabul edildiklerinden, bu
incelemenin dışında tutulmuştur. Yazarın ilk kitabı olan
Cevdet Bey ve Oğulları, yansıtmacı bir roman olarak kabul
edilir. Roman, “geleneksel-gerçekçi özellikler taşıyan; olayları akan bir
zamanın art ardalığı içinde anlatan ve kimi yerde gerçekle bire bir örtüşen dış
dünya betimlemelerinin yer aldığı” 369 modernist bir örnek olarak
tanımlanmaktadır. Pamuk’un ailesinin gerçek hayatından izler
taşıyan bu bildunsroman370, ciddi bir tarihsel araştırmanın
da ürünüdür.
Pamuk, ikinci romanı olan Sessiz Ev’de de, yansıtmacı
dünya görüşünü ve modernist eğilimleri kullanır. 1980
öncesinin yoğun siyasî çekişmelerinin, yine bir ailenin
hayatı çerçevesinde kullanıldığı romanda, yavaş yavaş klasik
modernist yapının yıkılmaya başladığı görülse de hala
postmodernist olarak kabul edebileceğimiz bir eğilimin
olmadığı söylenebilir. Klasik yansıtmacı biçimlerden farklı
olan, romanın beş farklı anlatıcı tarafından aktarılmasıdır.
Yansıtmacı romanın “egemen anlatıcısı”371, bu romanla
birlikte yavaş yavaş yok olmaya başlar.
369 Yıldız Ecevit, Orhan Pamuk’u Okumak, İletişim Yayınları, İstanbul 2004, s.32. 370 Bildungsroman: Büyüme, bilinçlenme romanları(Jale Parla, Orhan Pamuk’u Anlamak, s.85.)371 Yıldız Ecevit, Orhan Pamuk’u Okumak, s.33.
144
Pamuk, bundan sonraki romanlarında geleneksel-gerçekçi
çizgiden tamamen uzaklaşarak, yeni arayışlara yönelecektir.
Bizim araştırmamızın merkezini de, bu yeni arayışların
postmodernist ögeleri oluşturmaktadır.
Böylece, Orhan Pamuk’un diğer romanlarında
postmodernist ögeleri incelemeye geçebiliriz.
1.1. İç İçe Geçmiş Farklı Söylemler Ögesi
Postmodernist romanın birinci ögesi, yukarıda da
belirtildiği gibi, nesnel türlerle edebî türlerin birarada
kullanılması ve bu yolla çoksesliliğe ulaşılmasıdır. Bu
yöntem, çok çeşitli bir söylemi doğurduğu gibi, klasik
anlamıyla metne bakışın da değiştiğinin ifadesidir. İç içe
geçmiş farklı söylemler, modernist romanda da görülebilecek
bir öge olmasına rağmen, postmodernist romanda bu ögenin
özelliği, kolaj oluşturmak ve metnin sürekliliği ile
tutarlılığını bozmak için kullanılmasıdır.
Beyaz Kale, dışarıdan bakıldığında klasik yöntemlerle
yazılmış bir roman gibi görünmesine rağmen, giriş kısmında
okuyucuya verilen kurguya dayalı bilgi bölümü de, farklı
söylemlerin birarada uygulanmasına dayanır. Yazar, hayali
kişisi Faruk Darvınoğlu’nun ağzından, metin hakkında bilgi
145
verirken, bu metnin bir elyazması olduğunu a çıklar.
Başlığında, “Yorgancının Üvey Oğlu”372 yazan bu kitabı da
olduğu gibi aldığını okuyucuya duyurur. Bu giriş metni,
asıl metinden bağımsız bir açıklamadır. Asıl metin de,
ileride metinlerarasılık konusunda yeniden üzerinde
durulacağı gibi, aslında metinlerarası özelliğine sahiptir.
Beyaz Kale’de, iç içe geçmiş farklı söylemlere örnek
teşkil eden yukarıdaki örnek bulunduğundan, bu romanın
postmodernist romanın ilk özelliğini taşıdığını
söyleyebiliriz.
Kara Kitap’ın öznelerinden birisi olan Celâl, romanın
içinde hiç görünmez; ancak Celâl’in gazete yazıları O’nun
yerine romandadır. Kara Kitap’ın otuz dört bölümünden on
yedisi, Celâl’in gazete yazılarıdır. Bu yazılarda, köşe
yazısı türünün özelliklerinin kullanıldığı görülür. Celâl,
her yazısında rastgele gibi görünen bir konu seçmiştir.
Yazılar gerçekten bir gazeteye ait olsalar, aralarında
bağlantı kurulamayacaktır; ancak Galip, arayışını Celâl’in
yazıları aracılığıyla sürdürür. Bu nedenle yazılar, kurgunun
içinde, sıradan anlamıyla köşe yazısından çok, yol gösterici
olarak görev yapar. Köşe yazılarının bir diğer özelliği
de, sürekli dış dünyaya göndermeler yapılması ve dış
372 Orhan Pamuk, Beyaz Kale, s.7-10.
146
dünyanın da köşe yazılarıyla bütünleşmesidir. Bir anlamda
köşe yazıları, her bölüm arasında ayrı bir bölümdür. Hem
yapıyı bölen (yapısöküm açısından metnin postmodernizme
yakınlaşmasını sağlayan da bu özelliktir) hem de birarada
tutan ögeler olarak görülebilir. Birinci bölümün sonunda
yazarü Galip’in bindiği dolmuşta , Celâl’in o günkü
yazısını okumaya başladığını okura bildirir. Bir sonraki
bölüm, Celâl’in yazısıdır (İkinci Bölüm: Boğaz’ın Suları
Çekildiği Zaman373). Okur böylece, hem kendi gözünden hem de
Galip’in gözünden Celâl’i görebilecektir. Çünkü metin, bir
çoklu dünya modeline dönüşerek, Galip ve okuru aynı anda
Celâl’in yazısına yöneltmiştir. Celâl’in yazısında da o
ana ilginç bir müdahale yapılacaktır: “Köşe yazarlarımızı bile,
dirseklerimiz vapur iskelelerinde, kucak kucağa yuvarlandığımız otobüs
sahanlıklarında, harflerin tir tir titrediği dolmuş koltuklarında yarım yamalak
okuyoruz”374. Bu, “doğrudan Galip’e yapılmış bir atıftır”375.
Yedinci Bölüm’ün sonunda Saim de “kapının altından atılmış günlük
gazeteleri oku[maya]” 376 başlar. Bundan sonraki bölüm de Celâl’in
bir köşe yazısıdır. Celâl’in yazılarının bir diğer özelliği
de, okuma eylemi üzerinden Galip’le kesişmedikleri
zamanlarda da Galip’in yaşamı ile kesişmeleridir.
Onbirinci Bölüm’ün sonunda Galip, yatağına girer; ancak
373 Orhan Pamuk, Kara Kitap, s. 23.374 A.g.e., s.23.375 Nüket Esen, Kara Kitap Üstüne Yazılar, İletişim Yayınları, İstanbul 1996,s.46.376 Orhan Pamuk, Kara Kitap, s. 86.
147
hemen uyuyamaz. Onikinci Bölüm’deki köşe yazısında Celâl’in
kullandığı başlık, “Uyuyamıyor Musunuz?”dur377 ve bölümün
içeriği de uyuyamamakla ilgilidir.
Kara Kitap’ın yukarıdaki örnekleri, bizi, bu romanın iç
içe geçmiş farklı söylemlerin kullanımı özelliğine sahip
olduğu noktasına götürür.
Yeni Hayat’ta gazetelerden kesilmiş bir parça, bir
cinayeti hatırlatırken378, bir mani379 kitabın anlamı
konusunda yardım etmeye çalışır. Karamela kağıtlarında
yazılan içerik bilgileri de romanın içinde yer alır380. “Aşk
Nedir?”381 başlıklı bölüm de, farklı söylemlere örnektir. Bu
bölümde yazar, deneme türünde bir parçayı metnin içine monte
ederken, okurla söyleşime de girer: “Aşk teslim olmaktır. Aşk, aşkın
sebebidir. Aşk anlamaktır. Aşk bir müziktir. Aşk ve soylu yürek aynı şeydir. Aşk
hüznün şiiridir. Aşk kırılgan ruhun aynaya bakmasıdır. Aşk geçicidir. Aşk hiçbir
zaman pişmanım dememektir. Aşk bir kristalleşmedir. Aşk bir cikleti
paylaşmaktır. Aşk hiç belli olmaz. Aşk boş bir laftır. Aşk Allah’a kavuşmaktır. Aşk
bir acıdır. Aşk melekle gözgöze gelmektir. Aşk gözyaşlarıdır. Aşk telefon çalacak
diye beklemektir. Aşk bütün bir dünyadır. Aşk sinemada el ele tutuşmaktır. Aşk bir
sarhoşluktur. Aşk bir canavardır. Aşk körlüktür. Aşk yüreğin sesini dinlemektir.
377 A.g.e., s.242.378 A.g.e., s.140.379 A.g.e., 250.380 A.g.e., 251.381 A.g.e., 228-230.
148
Aşk kutsal bir sessizliktir. Aşk şarkılarda konu edilir. Aşk cilde iyi gelir. Kendimi
büsbütün koyverip inanmadan, ama ruhumu da yersiz yurtsuz bırakacak bir
alaycılığa da büsbütün kapılmadan, yani tıpkı televizyondaki görüntülere bakar
gibi kanarken kandırıldığımı bilerek, kanmazken kandırılmak isteyerek edindim
bu incileri. Kendi sınırlı, ama yoğun deneyimimden kalkarak, bu konudaki
düşüncelerimi ekliyorum: Aşk birisine şiddetle sarılma, onunla aynı yerde olma
özlemidir. Onu kucaklayarak, bütün dünyayı dışarda bırakma arzusudur. Insanın
ruhuna güvenli bir sığınak bulma özlemidir(…)” 382 .
Yukarıdaki örneklere göre, Yeni Hayat, iç içe geçmiş
farklı söylemlerin kullanılması bakımından, postmodernist
özellik taşıyan bir romandır.
Benim Adım Kırmızı’da, üç nakkaşa ait ilk bölümlerde
(Bana Kelebek Derler383, Bana Leylek Derler384, Bana Zeytin Derler385) mesnevi
tarzında bir anlatıma rastlanır. Bunun dışında, romanın
öznelerinin birbirlerine yazdıkları mektupların da aynen
alındığı görülür. Bu mektuplar, çoğunlukla Kara ile Şeküre
arasında yazılmıştır. Romanda ayrıca, anlatıcıların
anlattığı hikâyelere de rastlanır. Bu hikâyelerin
bazıları başlığı olmadan, anlatıcının konuşmaları
arasında aktarılır. Ancak bazılarının, başlıkları da
vardır: “Nakkaşın Ruhunun Yalnızlığını Teselli İçin Anlattığı Körlük ve Üslup382 Orhan Pamuk,Yeni Hayat, s.228-229. 383 Orhan Pamuk, Benim Adım Kırmızı, s.76-83.384 A.g.e., s. 84-90.385 A.g.e., s. 91-97.
149
Üzerine Bir Hikâye”386 de bunlardan birisidir ve bu hikâye, bir
başlığa sahip olmasının yanı sıra, “Elif” ve “Be” bölümleriyle,
mesnevi özelliği gösteren bir anlatıdır. Mesnevilerin bir
diğer özelliği de, alegorik içeriğe sahip olanlarında
görülen fabl benzeri anlatımlardır. Benim Adım Kırmızı’da
Köpek, At, Ağaç, Para, Ölüm, Şeytan ve Kırmızı’nın anlatıcı
olarak karşımıza çıktıkları bölümlerde de, bu mesnevilere
benzer bir tarzın kullanıldığını söylemek mümkündür.
Mesnevilerin en belirgin özelliklerinden biri de, ana
konunun aşk olmasıdır. Şeküre, Kara’ya büyük bir aşkla bağlı
değildir. Mantıklı düşünüşlerle, olayları neden-sonuç
ilişkileriyle incelemekten ve kendisiyle çocukları için en
doğrusunun ne olacağını irdelemekten geri durmaz. Bu
benzerlikler rağmen Benim Adım Kırmızı’nın bir mesnevi olup
olamayacağı ile ilgili sorun, şu şekilde çözülebilir. İlk
olarak, “mesnevi” bir roman olamaz; çünkü o bir nazım
şeklidir. Ikinci olarak da postmodernist yazar, önceki yapı
ve içerikleri, yeni bir yapı yaratırken, anlamsal ve
biçimsel bir tutarsızlık yaratmak için kullanır. Bunları
biraraya getirerek bir önceki-tür veya yeni-tür veya
yenilenmiş-tür yaratmak gibi bir kaygısı yoktur. Böylece, şu
noktaya varmak mümkündür: Benim Adım Kırmızı’da, bir önceki-
tür olarak, mesnevi tarzının yöntemleri, postmodern
yöntemlerle biraraya getirilerek, farklı bir metin anlayışı
386 A.g.e., s. 327-329.
150
ortaya konmuştur. Bu, iç içe geçmiş söylemdir; dolayısıyla
postmodernist bir ögedir.
Bir diğer hikâye de “Şeytan’ın Kadın’a Anlattırdığı Aşk Hikâyesi”387
başlıklı hikâyedir. Romanda, hikâyelerin dışında, açıklama
bölümleri olarak nitelenebilecek bölümler de vardır. Üstad
Osman, nakkaşları Zeytin, Kelebek ve Leylek’in kişisel
tarihlerini açıkladığı bölümleri naklederken, “Zeytin’in
Sıfatları”388, “Kelebek’in Sıfatları”389 ve “Leylek’in Sıfatları”390 başlıklarını
kullanarak, kendi anlatısı içinde yeni bölümler açar. İki
Abdal’a ait bölümde de “Resim, Ölüm ve Alemdeki Yerimiz Konusunda
Kısa Bir Açıklama”391 başlıklı bir açıklama bölümü de vardır. Son
olarak, Kadın’ın anlatıcı olduğu bölümdeki şarkı392, farklı
bir söylem örneği olarak okunabilir.
Bütün bunlar, Benim Adım Kırmızıyer alan postmodernist
bir öge olan iç içe geçmiş söyleme örnektir.
Kar’da, gazete kupürlerine sıklıkla rastlanır. Bu
kupürler, Kar’ın konusu ile ilgili parçalardır. Örneğin
Ka’nın Kars’a gelişi, hemen yerel bir gazeteden bildirilir
387 A.g.e., s. 404-405.388 A.g.e., s. 295-297.389 A.g.e., s. 297-300.390 A.g.e., s. 300-302.391 A.g.e., 354.392 A.g.e., 403.
151
ve “Ünlü Şairimiz KA Kars’ta”393 başlığı kullanılır. Diğer
başlıklar, “Millet Tiyatrosu’nda Sunay Zaim Grubunun Zafer Gecesi”394, “Kar
Yolları Kesti”395, “Kars’ta Bir Allahsız”396, “Sahnede Ölüm”397. Bir başka
metin de, Ka’nın Hayvanseverler Derneği’nin duvarında
gördüğü, horoz dövüşlerine ait kuralların bulunduğu bir
ilandır398. Şeyh Saadettin’in Ka’ya gönderdiği mektup399 da
bir diğer metindir. Bunun dışında, not niteliğinde iki kısa
mektup400 da bulunur. Ka’nın etkilendiği iki şiir de olduğu
gibi alınır401. Necip’in anti-materyalist bilimkurgu-
ütopyasının özeti de, farklı bir parça olarak alınır402.
Ayrıca romanda, Hayat Ansiklopedisi’nden alınan “Kar”403
başlıklı ansiklopedik bir açıklama bulunur. Yirmi dokuzuncu
bölümün sonunda da, bir kar tanesi şekli çizilmiş ve kar
tanesinin kollarına Ka’nın şiirleri yerleştirilmiştir404.
Son olarak, “İnsan Allah’ın Bir Şaheseridir ve İntihar Bir Küfürdür”405
şeklinde bir afiş metni de romanda bulunur.
393 Orhan Pamuk, Kar,s. 32.394 A.g.e., 33. 395 A.g.e., 34.396 A.g.e., 294.397 A.g.e., 336.398 A.g.e., 53.399 A.g.e., 93. 400 A.g.e., 388.401 A.g.e., 105, 291.402 A.g.e., 107-109.403 A.g.e., 213.404 A.g.e., 261.405 A.g.e., 426.
152
Kar’da iç içe geçmiş söylem örneği olarak bu örnekleri
gösterebiliriz. Böylece, romanın bu açıdan postmodernist
olduğunu söylemek de mümkündür.
1.2. Çoklu Dünyalar ve Marjinal Gerçeklik Ögesi
Postmodernist romanın bir diğer özelliği de, yansıtmacı
dünya görüşünden uzaklaşıp, çoklu dünyalara yönelmesidir.
Bunun yanı sıra, gerçeklik de yansıtmacı dünya görüşünün
dışına çıkarak marjinale kayar. Bu yeni gerçeklik, temelini
daha önceden belirttiğimiz fiziksel gelişmelerden alır.
Gerçeklikle ilgili algılar ve gerçeklik kavramının kendisi
saldırıya uğradığı için, postmodernist eğilimlere sahip
yazarlar, yansıtmacı gerçeklik yerine kendi kurguladıkları
bir gerçeklik modelini, eserlerinde kullanmaya başlarlar. Bu
da, aynı anda farklı yerlerde benzer şeylerin yaşanmasına,
farklı roman kişilerinin sonraki romanlarda yeniden
görülmesine, romanlar arasında bir paralel evren bağı
kurulmasına neden olur.
Beyaz Kale’de, iki kahraman olan Hoca ve Köle’nin
birbirlerine dönüştükleri görülür. Fiziksel olarak,
birbirlerine ikiz gibi benzeyen bu karakterler, zaman içinde
birbirlerine dönüşeceklerdir. Kitabın ithaf edildiği kişi
de, Orhan Pamuk’un bir önceki romanı olan Sessiz Ev’deki
153
kişilerden biri olan Nilgün Darvınoğlu’dur. Böylece,
romanlar arasında bir paralel evren gerçekliği de
yaratılmaya çalışılmış olur. Bir önceki romandaki karakter,
burada asıl yazar gibi gösterilen Faruk Darvınığlu’nun
kardeşi olan kişi, kitabın ithaf nesnesi olarak kaşımıza
çıkar. Bu tutumda, ileride de sözü edilecek olan
metinlerarası bağ da bulunur. Beyaz Kale’deki bir diğer
marjinal gerçeklik örneği de, Köle’nin zindanda tanıştığı
bir İspanyol kölenin hikâyesidir. Kolu kesilmiş olan bu
köle, memleketine geri dönerek kitap yazacağına
inanmaktadır; çünkü bir akrabasının başına da aynı olay
gelmiştir406. İlginç olarak, zindanda kolu kesildikten sonra
ülkesine dönerek dünyanın ilk romanını yazan gerçek bir kişi
vardır: Cervantes. Yazar, gizli ve ironik bir göndermeyle,
marjinal bir gerçeklik yaratmıştır.
Beyaz Kale, Sessiz Ev’in kişilerinden Nilgün Darvınoğlu
ve Faruk Darvınoğlu’nun yeniden görüldüğü bir roman olduğu
için, çoklu dünyalar ve marjinal gerçeklik ögesini
taşımaktadır.
Kara Kitap’ta, gerçeklik olgusu, daha çok zamanın
girift anlatımları nedeniyle karmaşık bir hale gelir. Ancak
bu özelliğin dışında da, marjinale kayan gerçeklik
406 Orhan Pamuk, Beyaz Kale, s.19.
154
özellikleri bulunur. Galip, çocukluğundan bahsederken, bir
hayal âlemini anlatmaktadır: “Babaanne, en büyük sihiri, harflerin
birbirine nasıl vurulacağını hırıltılı sesiyle duyurduktan sonra, ağzının
kenarından eksik etmediği Bafra sigarasının dumanını üfler, dumandan torunun
gözleri sulanır, alfabenin içindeki olağanüstü büyüklükteki at mavileşip
canlanırdı. Altında at olduğu yazan iri at, topal sucunun ve hırsız eskicinin
arabalarının kemikli atlarından büyüktü. Galip o zamanlar bu sağlıklı alfabe
atının üzerine, resmin üzerine döküldüğü zaman onu canlandıran sihirli eczadan
dökmeyi düşünüyordu, ama sonraları, ilkokula ikinci sınıftan başlamasına izin
vermedikleri için, bir de okulda, aynı atlı alfabeyle okuma yazma öğrenirken bu
isteği saçma bulacaktı. O zamanlar Dede, nar rengi şişenin içindeki o sihirli
eczayı söz verdiği gibi sokaktan getirebilseydi, galip sıvıyı Birinci Dünya Savaşı’nın
zeplinleri, topları ve çamurlu ölüleriyle dolu eski ve tozlu Illustration
mecmualarının, Melih Amca’nın Paris’ten ve Fas’tan yolladığı kartpostalların ve
Vasıf’ın Dünya Gazetesi’nden resmini kestiği yavrusunu emziren orangutanın ve
Ceâil’in gazetelerden kestiği tuhaf insan yüzlerinin üstüne dökmek isterdi” 407.
Galip, roman boyunca Celâl’i ararken, yavaş yavaş O’na
dönüşmeye başlar. İlk önce, sesinin Celâl’e benzediğini
görürüz408. Romanın sonunda da, Celâl’in yerine köşe yazıları
yazmaya başlayacaktır. Galip’teki bu değişim eğilimi, sadece
Celâl’le ilgili değildir. Celâl’i ararken, hep O’nun
407 Orhan Pamuk, Kara Kitap, s.12-13.408 A.g.e., s.64.
155
telefonu açacağını ve Celâl’le başka birsinin kimliğiyle
konuşacağını hayal eder409.
Galip’in İstanbul’daki arayışı, marjinal sahnelerle
süslenir. Kadınların belli film artistlerine benzedikleri,
hatta kendilerini artist zanneden hayat kadınlarının olduğu
bir geneleve gider410, bir manken atölyesinde, gerçek
görünümlü mankenlerle karşılaşır.
Kara Kitap, yukarıda saydığımız örnekler nedeniyle,
marjinal gerçekliğin ve çoklu dünyaların görüldüğü bir
romandır.
Yeni Hayat’ın arzu nesnesi olan kitabın, okurları
üzerinde bıraktığı etki, doğrudan marjinal gerçeklik
yaratır. Kitabın okurları, evlerini, ailelerini ve o zamana
kadar doğru bildikleri her şeylerini geride bırakarak,
kitabın anlattığı hayatı bulmaya çalışırlar. Pek çoğunun
hayatı yollarda geçer ve yollarda son bulur. Okur ve roman o
kadar iç içe geçer ki, okur romanı içselleştirmekle
kalmaz, romanı yaşamaya, romanda yaşamaya başlar: “Okuya
okuya benim bakışım kitabın sözlerine, kitabın sözleri de benim bakışıma
dönüştü”411.
409 A.g.e., s.31.410 A.g.e., s.145.411 Orhan Pamuk, Yeni Hayat, s.10.
156
Yeni Hayat’ın öznesi Osman, kitabı okurken bilinen
gerçeklik değişmeye başlar ve hayalle gerçek iç içe geçer:
“Kitabı okudum. Ona boyun eğerek, beni bu diyardan alıp götürmesini
dileyerek kitabı saygıyla okudum. Önümde yeni ülkeler, yeni insanlar, yeni
görüntüler belirdi. Alev renginde bulutlar gördüm, karanlık denizler, mor
ağaçlar, kızıl dalgalar. Sonra bazı bahar sabahları, yağmurun hemen arkasından
güneş çıkınca kirli apartmanların, lanetli sokakların, ölü pencerelerin benim
iyimser ve inançlı adımlarla yürüyüşüm üzerine, birden geriye çekilip açılıvermesi
gibi, aklımın gözündeki karışık hayaller ağır ağır açıldılar ve bembeyaz bir ışık
içinde karşıma aşk çıktı. Kucağında, küçük bir çocuk vardı, piyanonun üzerindeki
çerçevede resmini gördüğüm kızdı bu. Kız bana gülümseyerek baktı, bir şey
söyleyecekti belki, belki de söylemişti de işitmemiştim onu. Bir an bir çaresizlik
hissettim. İçimden bir ses benim bu güzel resmin hiçbir zaman parçası
olamayacağımı söyledi, ona acıyla hak verdim. Aynı anda da bir pişmanlık sardı
içimi. O sırada, o ikisinin bir çeşit tuhaf bir yükselişle kaybolduklarını içim
yanarak gördüm” 412.
Yeni Hayat’ın dikkat çekici yanlarından biri, romanın
sıklıkla rastlanan görüntülerinden biri olan otobüs
kazalarının, marjinal gerçekliği diliyle anlatılmasıdır:
“Hayatta kalan ve az sonra kalmayacak olan talihsizler yeni bir gezegenin
yüzeyine ayak basanların dikkatiyle arka kapıdan dışarı çıkıyorlardı. Anne anne,
siz kaldınız ben çıktım, anne anne kan ceplerimi bozuk para gibi doldurdu”413,412 A.g.e., 40.413 A.g.e., s.53.
157
“Ucu dışarı sarkan inşaat demirleriyle yüklü kamyona arkadan pervasızca,
kalleşçe saldıran bir otobüsün ön koltuklarında acımasızca zıpkınlanan yolcuları
gördüm. Tekir kediyi ezmeyeyim derken hantal otobüsünü uçuruma süren
şoförün sıkıştığı için çıkarılamayan cesedini gördüm. Paramparça olmuş kafalar
gördüm, yırtılmış gövdeler, kopuk eller, direksiyonunu iç organlarının arasına
şefkatle almış şoförler, dağılmış lahana gibi beyin parçaları, kanlı ve küpeli
kulaklar, kırık ve sağlam gözlükler, aynalar, gazete üzerine özenle yayılmış
renkli bağırsaklar, taraklar, ezilmiş meyvalar, bozuk paralar, dökülmüş dişler,
biberonlar, ayakkabılar, hepsi o ana istekle adanmış canlar ve nesneler” 414.
Yeni Hayat’ta marjinal gerçeklik ve çoklu dünyalar
ögesinin, önceki romanlardan daha yoğun olduğunu görüyoruz.
Bu durum bizi, Yeni Hayat’ın marjinal gerçeklik ve çoklu
dünyalar ögesi açısından yoğun bir postmodernist roman
olduğu sonucuna götürmektedir.
Benim Adım Kırmızı’da çoklu dünyalar ilkesinin öne
çıktığı görülür. İlk bölümde, anlatıcı, Ölü’dür. Ölü’nün
konuştuğu bir evren, yansıtmacı evrenin sınırlarını aşarak,
gerçek dünya ile hayal dünyasını iç içe geçirir. Böylece,
bildiğimiz gerçekliğin dışında bir gerçeklik yaratılır ve bu
iç içe geçmiş gerçeklik Ölü’nün içinden bize seslendiği bir
paralel evren yaratır. Bu yeni evren, bir simülasyondur;
yani “benzetilmiş” evrendir.
414 A.g.e., 59.
158
Çoklu dünyalar, paralel evrenler yaratır. Benim Adım
Kırmızı’daki bir diğer paralel evren tasarımı da, Köpek,
Ağaç, At, Para, Ölüm, Kadın ve İki Abdal’ın yaşadıkları
evrendir. Hatta bu evren de, iç içe geçmiş boyutlardan
oluşur. Bu anlatıcıların dünyaları, gerçek gibi görünen bir
hayalî dünya içinde, kendine ait bir başka gerçeklikle
kurgulanır. Bu anlatıcılar, aslında gizli bir anlatıcının
konuşturduğu öznelerdir. Gizli anlatıcı olan meddah, kitabın
adı anılmayan yazarıdır, denilebilir. Nitekim meddahın
ölümüne bakılarak da, postmodernist bir yaklaşım olan
“yazarın ölümü” arasında bağ kurulabilir. Benim adım
Kırmızı’da paralel evrenler, hem yansıtmacı evren
anlayışına hem de seçkinci ciddiyete yönelik saldırılardır
ve içlerinde ironik unsurlar bulunur. Köpek, Kadın, At ve
diğerleri, aslında kahvehanenin duvarına asılmış
resimlerdir. Meddah bu resimleri gerçek insanlar gibi
konuştururken, gerçek insanlarla alay etmekten de geri
kalmaz: “Bir köpeğim ben ve sizler benim kadar makul yaratıklar olmadığınız
için hiç köpek konuşur mu diyorsunuz. Ama öte yandan da ölülerin konuştuğu,
kahramanların bilmedikleri kelimeleri kullandığı bir hikâyeye inanır
gözüküyorsunuz. Köpekler konuşur, ama dinlemesini bilene”415.
415 Orhan Pamuk, Benim Adım Kırmızı , s.18.
159
Yine Benim Adım Kırmızı’da görülen bir başka paralel
evren tasarımı da, Pamuk’un roman kahramanlarını kendi
ailesinden seçmesidir. Romanın kadın kahramanı, Pamuk’un
annesinin adını taşır. Şeküre’nin iki oğlu da Orhan ve
Şevket adını taşırken, Pamuk ve kardeşinin adları
kullanılmış olur. Romandaki ailenin yaşamında, gerçek
ailenin yaşamından parçalar da vardır; babaları olmadan
yaşadıkları sıkıntılı dönem, romana yansır. En ilgi çekici
olan ise, son bölümde romanın kapanışını yapan Şeküre’nin şu
sözleridir: “Resmedilemeyecek bu hikâyeyi, belki yazar diye, bu yüzden
anlatıım Orhan’a. Hasan’ı ve Kara’nın bana yolladığı mektupları, Zarif Efendi’nin
üzerinden çıkan mürekkebi dağılmış at resimlerini çekinmeden verdim. Her
zaman asabi, huysuz ve mutsuzdur ve sevmediklerine haksızlık etmekten hiç
korkmaz. Bu yüzden Kara’yı olduğundan şaşkın, hayatımızı olduğundan zor,
Şevket’i kötü ve beni olduğumdan güzel ve edepsiz anlatmışsa sakın inanmayın
Orhan’a. Çünkü hikâyesi güzel olsun diye kıvıramayacağı yalan yoktur”416. Bu
sözlerde, Orhan Pamuk görüntüsündeki Orhan’ın, asıl yazar
olduğu belirtilir. Zaten kişilik bölünmesi (şizofreni) de,
yukarıda Ihab Hassan’a ait tabloda görülebileceği gibi,
postmodernizmin bir özelliğidir. Bu üstkurmacada, yazarın
olayları değiştirdiği de belirtilerek, anlamın içi
boşaltılmış olur. Okurun içine zorla çekildiği metin, gerçek
gibi görünen bir hayal, gerçeğin bir simülasyonudur. Bu
416 A.g.e., s.470.
160
simülasyonu kurarken yazar, gerçek gibi görünen hayali bir
dünyanın da hayalini yansıtmıştır.
Benim Adım Kırmızı’daki paralel evrenler, gerçek gibi
görünen kurgusal evren olan roman evreniyle sürekli
çakışırlar ve roman kurgusu içinde konunun devamlılığı
açısından yer sahibidirler. Bu paralel evrenler, neredeyse
romanın tamamında görüldüğünden, örneklemeye gitmek,
çalışmamız açısından yersiz olacaktır. Bu nedenle sadece
isimler belirtilmiştir.
Benim Adım Kırmızı’daki bir diğer paralel evren de,
okurun okumakta olduğu ve ancak bağımsız gibi görünen
parçaları birleştirerek anlamlandıracağı asıl metinle,
metnin içinde bahsedilen gizli kitap arasındaki bağdır. Bu
kitap da, aynı Benim Adım Kırmızı gibi, parçalardan oluşur
ve nasıl Benim Adım Kırmızı, son parçanın da okunmasıyla
anlam kazanacaksa, bu kitap da resimlerin biraraya gelmesi
ve kayıp resmin bulunmasıyla bir anlam kazanacaktır. Bu iki
kitap, farklı evrenlerde, iç içe geçmiş yazı ve resim
parçalarıdır. Birinin arasından düşen bir parça resim olan
Ağaç, diğerinin sayfaları arasında kendisine bir yer
aramaktadır. Birinin gerçekliği, diğerinin gerçekliğinin
içini boşaltmaktadır. Birinin arzu nesnesi Katil, diğerinin
arzu nesnesi de, kayıp resimdir. Okurun elindeki romanı
161
“karıştıran”, katilken; okurun aradığı diğer romanı
“karıştıran” da, kayıp resimdir. Her iki kitabı da
tamamlayacak ve çözüme ulaştıracak olan kişi ise, Kara’dır.
Kara, bu iki kitabın -bir anlamda- kesişim noktasıdır. Ancak
Benim Adım Kırmızı’nın sonunda, roman bir çözüme ulaşırken,
içteki kitap, yani Enişte’nin kitabı, çözüme
ulaşamamaktadır. Bu durum, paralel evrenler içinde çok
önemli bir sonucu getirir. Benim Adım Kırmızı, bir arayışın
romanı olduğu için ve sonuca da ulaştığı için modernizme
kayarken, gizli kitap hiç bir sonuca ulaşamayarak,
postmodernist bir kitap olmuştur.
Benim Adım Kırmızı’da “içeride” de çoklu dünyalarda
yaşandığı görülür. Katil’in anlatımında şizofrenik bir yan
vardır ki bu da özellikle Hassan417 tarafından postmodernizme
atfedilen özelliklerdendir. Katilin ikili hayatı, romanda
karşımıza sanki gerilim unsurunun bir parçası gibi çıkıyorsa
da aslında katilin ve Zeytin’in ayrı ayrı konuşmalarının
nedeni, tam da bu bölünmüş kişiliktir. Katil, kendi
bölünmüşlüğü ile minyatür sanatının çok-sanatçılı yapısını
birbirine benzetmektedir: “Kafasını ve ellerini bir üstadın, gövdesi ve
kıyafetlerini başka bir ustanın çizip boyadığı o insanlar gibi kendimi iyice ikiye
bölünmüş hissettiğimi görüyorsunuz”418. Şizofreniyi içselleştirmeyi
de başarmış olan katil, ne yaptığının da farkındadır: “Eski
417 Bknz: 76. sayfada bulunan tablo.418 Orhan Pamuk, Benim Adım Kırmızı, s. 115.
162
hayatım sanki sürüyormuş gibi davranabilmek için katilliğe uygun bir ikinci ses
edindim. Eski hayatıma hiç karıştırmadığım bu alaycı ve hain ikinci sesle
konuşuyorum şimdi”419. Okura hitap ederek bu tavrı bilerek
benimsediğini; çünkü okurun onu ele vermekten korktuğunu
söylerken, akla şu soruyu da getirir: O halde Kelebek,
Zeytin ve Leylek’ten hangisi katildir? Ve katil bunlardan
birisiyken, aslında gerçek olan katil midir, nakkaşlardan
“eski hayatını” süren midir? Katilin gerçekliği ile “eski
hayatının” gerçekliği paralel evrenler oluşturmaktadır.
Birisi, diğerinin simülasyonu olmak zorundadır. Nihayetinde
şizofreni, bir bedendeki gerçek kişi ile, o kişinin
yaşadığını sandığı hayali bir kişinin birlikteliğidir. Bütün
bunların yanında, katilin, okurun kendini ele vereceğini
düşünmesi de, roman okurunun Benim Adım Kırmızı’ya en net
biçimde katıldığı anı da ortaya serer. Okur, romanın müdahil
kişilerinden biri olmuştur.
Katilin, resimlerini yaptığı kişilerle, onların
sayfadaki görüntüleriyle de kendini özdeşleştirdiği
görülmektedir. Bir yüzü resmi seyredene dönük, perspektiften
uzak bu resim kişilerine benzeyen katil, bu açıdan, sadece
iki boyutlu bir gerçeklik olduğunun da bilincindedir. Okuru
bilgilendirmekten ziyade, onun aklını karıştırmak üzerine
kurulu bir görevi vardır. Bu tutum da, romanın tamamındaki
419 A.g.e., s. 115.
163
gerçekliğin içini boşaltmayı sağlamaktadır. Bir yandan da,
katilin okurla özdeşleştiğini söylemek de mümkün olmaktadır;
çünkü katil, başka bir şey söylüyormuş gibi yaparak,
Fuzuliden bir alıntıyla, okura şu sözü de söylemektedir:
“Ben ben değilim, ben dediğim sensin hep” 420.
Benim Adım Kırmızı’da marjinal gerçeklik ve çoklu
dünyalar ögesi, kitabın temel ögelerinden biri olarak
görülmektedir. Böylece roman, sadece marjinal gerçeklikle
çoklu dünyaları kullanmakla kalmaz; konusunu bu ögenin
etrafında işler. Bu da, Benim Adım Kırmızı’nın çok yoğun bir
şekilde bu ögeyi taşıdığı anlamına gelmektedir.
Orhan Pamuk’un bugüne dek yazdığı son roman olan
Kar’da marjinal gerçeklik ve çoklu dünyalar ögesi sıklıkla
görülmektedir. Kar’da gerçeklik olgusu, hayalle içi içe
geçmiş gibidir. Yazar Orhan’ın, arkadaşı Ka’nın başından
geçenleri anlatırken kullandığı yöntemler, ya yansıtmacı
evrene belirli bir ironiyle bakar; ya da bunun da dışına
çıkarak marjinalliğe kayar. Ka, Kars’a ilk geldiğinde,
intihar eden başörtülü kızlarla ilgili araştırmalar
yaparken ziyaret ettiği bir gazetede, henüz yazmadığı bir
şiiri, henüz çağırılmadığı bir toplantıda Karslılar’a
okuduğunu öğrenecektir421. Bunun gerçekleşemeyeceğini420 A.g.e.,s. 117.421 Orhan Pamuk, Kar, s.34.
164
bildirir; çünkü uzun zamandır şiir yazamamaktadır. Ama
yazılanlar, gerçekleşir. Bu, gazetenin sıklıkla yaptığı bir
iştir: Olaylar gerçekleşmeden haberlerini yazmak.
Kars’taki genç kızların intiharları ile ilgili ulaşılan
bilgiler, ironiktir. Kızlardan biri, intihar etmeden hemen
önce, “Marianna” dizisini seyretmiş, hiç bir şey yokmuş gibi
odasına çekilmiş ve “sorun yaratan” başörtüsüyle kendisini
asmıştır422. Marianna dizisi, kitabın diğer bölümlerinde de
sıklıkla karşımıza çıkar. Karslılar için farklı bir
gerçekliği yansıtan dizi, adeta hayatlarının bir
parçasıdır. Entelektüellerin yapmacık ve zorlama bulduğu
Brezilya dizilerine bir örnek teşkil eder. Karslılar için bu
yorumlar geçerli değildir. Siyasetle çok ilgili İpek ve
Kadife de bu diziyi seyrederek Marianna’nın sanal dünyasının
mutlu bir sona ulaşmasını beklerler.
Muhtar’la konuşan Ka, bir süre sonra hayallerinde
konuşmaya başladıklarını, yazar yoluyla okuyucuya
bildirir423. Bu hayalî konuşma, gerçek hayatta Ka’nın
Muhtar’ı daha da küçümsemesine neden olur. Bir anlamda,
marjinal paralel evrenler iç içe geçmiş, birbirini
etkilemeye başlamıştır. Muhtar ve Ka, bir defa da polis
422 A.g.e., s.22.423 A.g.e.,s. 55.
165
arabasında bakışlarıyla konuşurlar424. Muhtar’ın hayatında,
marjinal gerçekliğin yeri, yansıtmacı gerçeklikten daha
fazla yer kaplar. Şeyh Saadettin Efendi ile ilgili gördüğü
rüya, O’nun hayatını değiştirmesine neden olur425.
Kar’daki roman evreni ve marjinal evren, gerçek dünya
ile de çakışır. Lacivert’in öldürdüğü düşünülen “yüzü benli
sunucu”426, Güner Ümit’tir. Kar’daki adı da Güner Bener
olarak geçer. Güner Ümit’in, gerçek hayatta bir yarışma
programında Aleviler’e yönelik hakaret içeren sözleri, O’nun
uzun süre televizyonlardan uzak kalmasına neden olmuş, aynı
dönemde tehditler de almıştır. Güner Ümit’in yansıması olan
Güner Bener ise, “canlı yayınlanan bir yarışma sırasında yoksul ve alık bir
yarışmacıyla alay ederken dil sürçmesiyle Hazreti Peygamber hakkında yakışıksız
bir söz söylemiş”427, Lacivert de, özür dilememesi halinde, Güner
Bener’i öldürmekle tehdit etmiştir. Nihayetinde, Güner Bener
öldürülür.
Sunay Zaim’in tiyatro oyunu, paralel evrenlerin iç içe
geçmesidir. Tiyatro, zaten sanal bir gerçekliktir. Zaim’in
oyununun sonunda, sanal gerçeklik olan tiyatro oyunu, birden
gerçeğe dönüşür. Oyunun son sahnesinde, sahneye asker
kılığında oyuncuların çıkması ve ateş etmeleri gerekirken,424 A.g.e., s.67.425 A.g.e., s.57.426 A.g.e., s.72.427 A.g.e., s.72.
166
gerçek askerler sahneye çıkıp, gerçek kurşunlarla halka ateş
ederler. Marjinal gerçekliğin içinden çıkan gerçek
kurşunlar, gerçek kişileri öldürür428. Hatta seyirciler bu
durumu oyun sanmaya devam eder ve bir süre daha oyunu izler
gibi izlerler. Ancak insanların kanlar içinde yere
düşmeleriyle gerçek anlaşılır ve panik başlar.
Ka, işkence yapılan dersliklerde gezerken, gerçek
dünyadan uzaklaşmış gibidir. Dersliklerde olanlar O’nu o
kadar etkilemiştir ki, odalarda olanlardan çok, odaların
renklerine odaklanır. Birinci odaya “sarı oda”, üçüncü odaya
“kırmızı oda” der429. Ikinci odadaki kişilerin ise, o
gerçekliğin dışında bir rüya ülkesinde olduklarını sezer430.
Sunay Zaim, bir tiyatrocu olmasının da getirdiği
etkiyle, neredeyse başka bir dünyada yaşar. Gençliğinde,
doğal liderlik özelliği yüzünden Atatürk’ü oynamaya
yakıştırılınca, Atatürk gibi davranmaya başlamıştır. Eline
Nutuk ciltleri alarak, pozlar vermeye başlar, karısıyla
fotoğraflar çektirerek, mutlu ve ideal aile imajı yaratmaya
çalışır, “sergi açılışlarına, konserlere, önemli futbol maçlarına gidip, her
zaman, herkese, her şeyi soran üçüncü sınıf muhabirlere Atatürk ve resim,
Atatürk ve müzik, Atatürk ve Türk sporu konularında demeçler ver[ir]”431. Daha428 A.g.e., s.156-157.429 A.g.e., s.185.430 A.g.e., s.185.431 A.g.e., s.191.
167
sonra da, bir dinci gazeteyle ropörtaj yaparken, Hz.
Muhammed rolünü de oynamak istediğini söyleyiverir. Öfkeli
tepkilerle karşılaşınca, eline Kur’an ciltleri alıp poz
vermeye başlayacaktır. Bu sefer de, Kemalistler’in tepkisini
çeker. Bu oyunlar o dereceye gelir ki, sonunda Sunay,
doğduğu kasabada tezahüratlarla kaşılanınca, Atatürk
heykeline çıkıp, heykelin elini sıkar432. Sunay Zaim ve
karısı Funda Eser’in bütün konuşmaları, bir oyun
havasındadır433.
Kar’da her oyuncu, bir başkasının mukallidi gibidir.
Turgut Bey, kızlarının zoruyla bildiriyi imzalamaya
giderken, kendini Lozan’daki İsmet Paşa’nın yerine koyar.
O’nun yaptığı gibi, yeni bir kalemle bildiriye imza atmayı
düşünür434.
Kar, marjinal gerçekliğin dönüşümleriyle doludur.
Romancı Orhan, bir anlamda Ka’ya dönüşerek, Kars’ta O’nun
geçtiği yollardan geçer, hatta O da İpek’e âşık olur.
Necip’in İslamî bilimkurgusu da, bir başka düzlemde gerçeğe
dönüşür. Necip ölmüş, sevdiği kadınla da arkadaşı Fazıl
evlenir. Fazıl da sürekli Necip’in ruhunun kendi içine
girdiğinden bahsetmekte, bir anlamda, bu dönüşümü onaylar.
432 A.g.e., s.192.433 A.g.e., s.205.434 A.g.e., s.268.
168
Kar da, Benim Adım Kırmızı gibi, marjinal gerçeklikle
çoklu dünyalar ögesinin yoğun olarak kullanıldığı bir
romandır. Bu romanda da marjinal gerçeklik, romanın temel
özelliklerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır.
1.3. Üstkurmaca Ögesi
Postmodernist romanın bir diğer özelliği olan
üstkurmacada, yazma edimi, yazılan metnin önüne geçer.
Metnin nasıl kurgulandığı, hangi yollardan geçildiği okura
aktarılır. Bir diğer görüntü de, yazarın metnin içinden
okurla konuşarak, metni nasıl kurguladığına dair bilgiler
vermesidir. Bu ve benzeri açıklamalar veya okuru
yönlendirmek için yaptığı konuşmalar, söyleşimi de devreye
sokar. Orhan Pamuk, yazdığı ilk iki romanda bu ögeyi
kullanmaz. Çünkü onlar, yansıtmacı-gerçekçi özelliklere
sahip, modern roman örnekleridir. Biz yine, ilk iki roman
Cevdet Bey ve Oğulları ile Sessiz Ev’i dışarıda bırakarak,
Orhan Pamuk’un Beyaz Kale, Kara Kitap, Yeni Hayat, Benim
Adım Kırmızı ve Kar romanlarında üstkurmaca ögesini
arayacağız.
169
Beyaz Kale’de kurmaca önsöz, aynı zamanda metnin
üstkurmaca düzleminde nasıl yaratıldığının da hayali bir
açıklamasıdır. Metnin yazarı, sanki metnin içindeki öznedir.
Metni bize ileten de, bir önceki metin olan Sessiz Ev’in
kahramanlarından biridir. Metnin sonunda Beyaz Kale Üzerine
başlıklı bir not bulunur. Bu not da, asıl yazar olan ama
metinde kendini gizleyen Orhan Pamuk’un, Beyaz Kale’yi nasıl
kurguladığını anlatan bir üstkurmaca ögesidir. Bu parçada
Pamuk, Beyaz Kale’nin tarihiyle, bu tarih içinde nelerden
etkilenildiğini, kurmacanın biçim-değiştiren yapısını tek
tek okurun gözleri önüne serer. Bu “kurgu mimarisi”435,
metnin nasıl yazıldığının bir özetidir.
Metnin anlatıcısı olan Köle, zindanda geçirdiği
zamanda, kendisi gibi bir “hikâye anlatıcısı” tanır. Bir
kolu kopmuş olan bu esirin, atalarından birinin de kolu
kopmuştur ve sağlam koluyla bir şövalye romanı yazmıştır.
Esir de hikâye anlatabilmek için kurtulacağını düşünür.
“Yaşamak için hikâyeler uydur[an]”436 anlatıcı, bir anlamda
bu adamla kendini özdeşleştirmektedir.
Orhan Pamuk’un sonraki romanlarında görüldüğü kadar sık
değilse de, Beyaz Kale’de de okuyucu ile doğrudan iletişim435 Yıldız Ecevit, Orhan Pamuk’u Okumak, s.35.436 Orhan Pamuk, Beyaz Kale, s.19.
170
görülür: “Ama bir gün bu yazdıklarımı sabırla sonuna kadar okuyan birkaç
kişi, o gencin ben olmadığımı anlayacaklardır, diye kendimi teselli ediyorum.
Belki de o sabırlı okuyucular, benim şimdi düşündüğüm gibi, hayatına sevdiği
kitapları okurken ara veren gencin hikâyesine kaldığı yerden bir gün devam
ettiğini de düşüneceklerdir” 437, “Şimdi düşünüyorum: Bu yazdıklarımı sonuna
kadar okuyan kim, olup biteni, ya da hayal edip anlatabildiğim her şeyi sabırla
izleyen hangi okuyucu, Hoca’nın bu sözünü tutmadığımı söyleyebilir?” 438,
“Hayır, akıllı okuyucularım anlamışlardır, sandığım kadar aptal değilmiş” 439.
Beyaz Kale’de üstkurmaca ögesinin az da olsa
kullanıldığı bir romandır. Romanın üstkurmaca ögesinin
kuvvetini arttıran, Pamuk’un romana sonradan eklediği
bölümdür. Bu notla birlikte romanın üstkurmaca ögesi
sonradan da olsa pekiştirilmiş olur.
Kara Kitap, aslında yazma edimi üzerine yazılmış bir
romandır. Baş özne Galip, pek çok yazar gibi önce okuyucu
olmuştur. Daha sonra, yazılarını okuduğu Celâl’in yerine
geçer. Galip’in hayatı ve yaşadıkları da bir okuma edimi
gibidir: “Galip, az sonra, içeride bir bir göreceği küçük sahnelere ve
görüntülere, birçok kereler yeniden okuduğu bir kitabın sayfalarını alışkanlık ve
sabırsızlıkla çeviren bir okuyucu gibi acele acele göz atıyordu”440.
437 A.g.e., s.13.438 A.g.e., s.50.439 A.g.e., s.180.440 Orhan Pamuk, Kara Kitap, s.34.
171
Galip Celâl’i ararken, O’nun çalıştığı gazeteye gider.
Burada, çoğunlukla Celâl’den hoşlanmayan bazı yazarlarla
görüşür. Bu görüşme sırasında, ihtiyar köşe yazarı galip’ten
bir hikâye anlatmasını istediğinde, Galip, kendi hikâyesini
anlatır: “Çok sevdiği güzel karısı kaçmış bir gün bir adamın. O da onu
aramaya başlamış. Şehrin neresine gitse karısının izine rastlıyormuş, ama
kendisine değil(…) Şehirde bulduğu izlerde kendi geçmişini okuyormuş bu
adam. Güzel karısıyla kendi geçmişinin izlerini. Kime kaçtığını da bilmiyormuş ya
da bilmek istemiyormuş; çünkü gittiği her yerde karısıyla kendi geçmişinin
izlerine rastladıkça, karısının kaçtığı adamın ya da yerin, kendi geçmişinde bir
yerde olması gerektiğini düşünüyormuş” 441. Bir anlamda Kara Kitap’ın
yüzeydeki konusunun özeti olan bu sözler karşısında yaşlı
yazar, Celâl’in yöntemlerini bu hikâyeye uyarlar. Yaşlı
yazarın bu yöntemle hikâyeyi bitirmesinde, yapısökümcü bir
taraf bulunur: “Hatıralar: Şehir adamın tatlı anılarıyla kaynaşsın. Üslup:
Süslü sözlerin içine gömülen bu anılardaki ipuçları boşluğa işaret etsin. Tecahül-i
ârif: Adam karısının kaçtığı kişiyi bilmiyormuş gibi yapsın. Paradoks: Böylece,
adamın kaçtığı kişi adamın kendisiymiş”442. Böylece yazma ediminin bir
formülü çıkartılmış olur.
Celâl’in köşe yazıları, okurla doğrudan konuşmalar
içerir. Bu yazılar, bir sohbet havasında yazılmıştır. Ancak,
köşe yazısından daha çok kısa hikâyeleri veya denemeleri
çağrıştırırlar. Okurla konuşmaların bazılarını şu şekilde441 A.g.e., s.103.442 A.g.e., s.103.
172
alıntılayabiliriz: “Boğaz’ın sularının çekilmekte olduğunu fark ettiniz mi?
Sanmıyorum”443 , “Bir gün belki o bebeklerden ve rüyalarımızdan söz açan iyi
bir yazı yazabilirim, sevgili okurlarım”444, “Okuyucularım anlasınlar isterim:
Heyecanlıydım, tutkuluydum, gençtim, yaratıcıydım, parlaktım, başarılıydım ve
kendimi beğenmekle güvenmek, aşırı iyi niyetle kurnazlık arasında gidip gelen
kararsızlıkta bocalıyordum”445, “Dikkatli okurlarım kelimeler arasındaki yer
değiştirmelerden çoktan anlamışlardır zaten, ama ben gene de yazayım”446,
“Ne tuhaf okurlarsınız siz, ne tuhaf ülke burası”447… Dikkat çekici olarak,
bu satırlar arasında da, Pamuk’un daha sonraki romanlarında
da görülen “okur tipleri” imgesi olmasıdır. Pamuk’un,
“dikkatli okurları” ve diğer tipte okurları vardır. Bu da,
romanların çokkatmanlı özelliğinin üstkurmaca ögesinin
kullanılarak göz önüne serilmesini sağlayan bir diğer
özelliktir.
Kara Kitap’ın üstkurmaca açısından en yoğun kısmı, “Üç
Silahşörler”448 başlıklı sekizinci bölümüdür. Bu bölüm,
Celâl’in köşe yazılarından biridir. Celâl’in etkilerinde
yoğunlukla kaldığı üç önemli edebiyatçının Celâl’le
yaptıkları sohbeti içerir. Bu bölümün önemi, üç
edebiyatçının konuşmalarının ve isimlerinin neredeyse
gizlenmiş olmasıdır. Celâl, okuyucularıyla konuşurken, bu443 A.g.e., s.23.444 A.g.e., s.52.445 A.g.e., s.88.446 A.g.e., s.117.447 A.g.e., s.139.448 A.g.e., s.87.
173
yazarların adlarını, üç Osmanlı padişahının mahlaslarıyla
saklar. Burada, Pamuk’un dikkatli okuruna da hitabı görülür.
Mahlaslara dikkat eden okur, bunlardan yola çıkarak
yazarları bulabilecektir. Bu gizlilik, iç içe geçmiş kaotik
bir durumu da ifade eder. Yazarlar gizlidir, yazarların
adları da, padişahların kendi adları değil, mahlaslarıdır.
Yazarların konuşmalarının tamamı, bir üstkurmaca ögesi
olarak okunmalıdır. Celâl’e verdikleri öğütler, hem kendi
yazılarını nasıl yazdıklarını açıklar, hem Celâl’in ileride
oluşacak tarzını belirler, hem de gizli anlatıcı olarak
orhan Pamuk’un etkilenmelerini ve Kara Kitap’ın
yazılışındaki üstkurmaca bağlamını açıklar. Böylece üç
boyutlu karmaşık bir üstkurmaca formülü oluşturulmuş olur.
Bu üç yazarda, Tanpınar ve Peyami Safa’nın izleri
okunabilmektedir. Aralarındaki konuşmalar, anlatıcı
görünümündeki Celâl’in yorumlarıyla birlikte, bir diyalog
olarak yazılmıştır. Konuşmalarda, birbirlerine gönderme
yaptıkları görülür. Kitabın içindeki epigraflardan da
faydalanırlar. Özellikle ilk bölümde yer alan epigraf
kullanımıyla ilgili epigraflarının her ikisinin de burada
bulunması, başka bir gerçekliği de doğurur. En üstteki
anlatıcı Orhan Pamuk’la Celâl, böylece özdeşleşmiş olur. Bu
diyaloglar, sanki Pamuk’un hayalinde, kitabın dışında da
gerçekleşmiş üslup diyaloglarıdır. Kişilerin hikâye
anlatıcısı olarak kimlikleri, bu bölümün sonunda
174
yinelenecektir. Her biri, farklı hikâyeler anlatırlar:
“Hayatının tek tutkusu Muhammed’in yedi kat gökte yaptığı gezintiyi yazmak
olan, ama yıllar sonra, Dante’nin bunun benzerini yaptığını öğrenince kederlenen
bahtsız köşe yazarının gülünç ve acıklı hikâyesi; çocukluğunda bostanlarda
kızkardeşiyle birlikte karga kovalayan çılgın ve sapık padişahın hikâyesi; karısı
kaçınca düşlerini kaybeden yazarın hikâyesi; kendini hem Albertino hem de
Proust sanmaya başlayan okurun hikâyesi; kıyafet değiştirerek Fatih Sultan
Mehmet olan köşe yazarının hikâyesi, vs. vs.” 449. Bu hikâyelerin
isimlerinde, tanıdık olduğumuz ama değiştirilmiş imgeler de
gizlidir ve bir yandan da modernizmin üst-anlatılarına
saldırı olduğu da açıkça görülmektedir.
Yukarıdaki örneklerden yola çıkarak diyebiliriz ki Kara
Kitap, postmodernist romanın üstkurmaca ögesinin görüldüğü
bir romandır.
Yeni Hayat’ın konusu, yazma işidir. Romanın öznesi
Osman, okuduklarından o kadar etkilenir ki, romanı yeniden
kağıda geçirir. Roman içinde, arzu nesnesi olan romanı
yeniden yazmak, bir uğraş olmuştur. Osman’ın kitapla ilgili
fikirleri de, asıl anlatıcı olan Orhan Pamuk’un yazıyla
ilgili fikirleridir450:“İyi bir kitap bize bütün dünyayı hatırlatan bir
şeydir”451. Yazıyı nasıl yazdıklarını anlatmalarının yanı sıra,
449 A.g.e., s.94.450 Yıldız Ecevit, Orhan Pamuk’u Okumak, s.143.451 Orhan Pamuk, Yeni Hayat, s.208.
175
iyi bir romanı da anlatırlar ve böylece Pamuk’un romana
bakışını452 da böylece açıklarlar.
Yeni Hayat’ta yazarın okurla doğrudan konuştuğu yer,
16. Bölüm’dedir: “Kitabımızın şerh kısmına geldiğimiz anlaşılmıştır sanırım”453. 17. Bölüm’de de, okurla konuşmakla kalmaz, okura kafa
tutar: “Bu üçüncüsüne kaşlarını kaldırıp, altı saatte bir adamın kör
olduğunu fark edemeyen benim dikkatimden, benim zekâmdan kuşkuya düşen
saldırgan ve alaycı okura ben de saldırgan bir şekilde elinde tuttuğu kitabın her
köşesinde yeterince dikkat ve zekâ gösterip göstermediğini sorayım mı?”454.
Yazarın okurla doğrudan karşılaştığı son örnekte de, nasıl
bir yazar olduğu ile ilgili açıklamalar vardır: “Bırakın, Çehov
taklitçisi yazarların yapacağı gibi acımdan bütün okurların paylaşacağı bir insan
olma gururu çıkarmayayım da, Doğulu, geleneksel bir yazarın yapacağı gibi,
onu bir ibret vesilesi olarak göstereyim” 455.
Çok yoğun olmamakla birlikte, Yeni Hayat’ta da
üstkurmaca ögesi görülmektedir. Böylece bu romanın da
postmodernist üstkurmaca ögesini taşıdığını söyleyebiliriz.
Benim Adım Kırmızı, üstkurmacanın en yaygın görüntüsü
olan okurla doğrudan konuşma açısından, yazarın en yoğun
romanıdır. Her anlatıcı, kendi bölümü içerisinden okura452 A.g.e., s.144.453A.g.e., s.242.454 A.g.e., s.265.455 A.g.e., s.269.
176
seslenir. Bu konuşmalarda, okuru metne katmanın yanında,
okurun inisiyatif kullanması için de yönlendirmeler, hatta
baskılar bulunur: “O alçak bulunmadıkça, istiyorlarsa en muhteşem
mezara gömsünler beni, huzursuzluk içinde mezarımda döne döne
bekleyeceğimi, hepinize inançsızlık aşılayacağımı bilmenizi isterim. Katilim olacak
orospu çocuğunu bulun, ben de size öte dünyada göreceklerimi tek tek
anlatayım!”456(Enişte), “Bir köpeğim ben ve sizler benim kadar makul
yaratıklar olmadığınız için hiç köpek konuşur mu diyorsunuz. Ama öte yandan da
ölülerin konuştuğu, kahramanların bilmedikleri kelimeleri kullandığı bir hikâyeye
inanır gözüküyorsunuz”457(Köpek), “İstiyorsanız hikâyenizin sayfalarını geri
geri çaviriyormuş gibi yapın da bakın ben ona o mektubu vermeden daha
önce neler oldu, bir anlatayım”458(Ester), “Şu anlatacaklarımı kitabın
içinden işiten sizler.”459(Zeytin), “Sevmek de ne demekmiş, derseniz size
kızmaz, hak veririm”460(Şeküre)... Benim Adım Kırmızı’daki
söyleşimler, roman kişilerinin okurla konuşmalarının tümünü
burada teker teker ele almamıza imkan bırakmayacak kadar
yoğundur. Ancak, önemli bir iki örnek daha vermekte, yarar
vardır. Romanın en keyifli kişilerinden Ester, okurla
konuşmasını o kadar ileri götürür ki, “en kalın kafalı”461 okurun
bile anlayabileceği şekilde davrandığını söylemekten
çekinmez. Ester’in okurla ilişkisinin ulaştığı son noktada,
okura iyilik yapma vaadi bile vardır. Bu da, okurun,456 Orhan Pamuk, Benim Adım Kırmızı, s..12.457 A.g.e., s.18.458 A.g.e., s.46.459 A.g.e., s.91.460 A.g.e., s. 163.461 A.g.e., s. 47.
177
olaylara dışarıdan bakan bir kişi olması gerçekliğini iyice
sarsar. Okur, okuduğu hikâyenin anlatıcılarının doğrudan
doğruya kendisiyle konuşmalarına şahit olmasının yanında,
israrla hikâyenin içine de sokulmaya çalışılmaktadır.
Postmodernizmin en önemli özelliklerinden birisi olan okur
merkezli okuma, burada devreye girer. Okur, roman
kişileriyle söyleşime girdiğinde, aynı zamanda Bakhtin’in
karnavallaştırma fikrini de ispatlamış olmaktadır.
Şeküre’nin de okura yalan söylediğini ve sanki okura
yakalanmış gibi yaparak, yalanlarını itiraf ettiğini de
görürüz.
Üstkurmacanın önemli yansımaları, Ester’in ilk
bölümünde de ortaya çıkar. Bu bölüm, bir metnin birden fazla
anlamı olduğunun bir çeşit yansılamasıdır. Birden fazla
anlamı olan metnin, birden fazla okur tipi de vardır. Ester
mektupta yazanları okurken, Şeküre’nin yazısını ve mektubu
katlayış şeklini inceleyerek; yani mektubun içerikten çok
şekil özelliklerinden yola çıkarak pek çok anlam çıkarır.
Zaten yazılandaki anlamın pek de bir önemi yoktur. Anlamın
içi çoktan boşalmıştır. Ester kendi anlamlarını çıkarırken,
aynı zamanda romanın okuruyla da karşı karşıya gelmekte ve
ona meydan da okumaktadır. Şeküre’nin mektubunun farklı
anlamları olduğu kadar romanın da farklı anlamları ve farklı
katmanları vardır çünkü.
178
Romanın ilginç anlatıcılarının tavırları da, üstkurmaca
bağlamında okunmalıdır. Bunların her birini tek tek
belirtmek yersiz olacaktır ama örnek olması açısından, ağacı
ele alabiliriz. Romanın öznelerinden biri olarak Ağaç, hem
bir modern kahramandır hem de postmodernist özellikler
taşır. Ağaç, aslında meddahın seslendirdiği; doğal olarak da
aslında özne olan meddahı gizleyen bir nesne olarak romanda
bulunur. Ağaç, aslında başka bir hikâyenin parçasıdır; ama
hikâyesinden “bir yaprak gibi düş[erek]”462 karşımızda duran
hikâyeye yapıştırılmıştır. Kendi hikâyesini anlatan Ağaç,
kendi bölümünün içinde ayrı bir bölüm ve ayrı bir başlık
açar. Anlatı içinde anlatı tekniğiyle yazılan hikâyede, bir
başka harika kitap anlatılmaktadır. Böylece Benim Adım
Kırmızı’nın içinde, Enişte’nin gizli kitabına benzeyen bir
kitap daha ortaya çıkmış olur. Ağaç, bu kitabın bir parçası
olmak için çizilmiş ama ana kitaptan ayrı düşmüştür. Bu
aşamada, bir metinlerarası ilişkiye daha rastlarız: Ağaç,
Leyla ile Mecnun hikâyesinde mi yoksa başka bir hikâyede mi
olduğunu merak etmektedir. Ağacın dikkate değer bir özelliği
de, tek başına bir anlam ifade edememekten duyduğu
rahatsızlıktır. Sanki Ağaç, geleneksel hikâyelerden bilinen
bir sahnede olsa, varoluş amacına ulaşacaktır; ama açıkça
görüldüğü gibi en son metnin yazarı olan Pamuk, O’nu hiç bir
462 A.g.e., s. 59.
179
yere bağlanamayacağı şekilde yeniden çizmeyi tercih
etmiştir. Ağaç’ın bu bağlantısızlığını da bir postmodernist
özellik olarak okumak, mümkündür.
Üstkurmacanın, öykünme yoluyla daha da belirgin hale
geldiği Benim Adım Kırmızı’da Kara’nın tanıştığı nakkaş
ustalar da aslında efsâneleşen Acem ustalarına öykünmekte,
onlar gibi davranmaktadırlar. Bu sürekli tekrarlanan
öykünme, minyatür sanatının tekrara dayalı geleneğiyle
meşrulaştırılmaktadır. Öncekine öykünme yoluyla tekrarlanan
gelenek, postmodernist taklitin oyun alanı haline gelmiştir.
Ancak minyatürün hikâye anlatımına dayanan geleneğinde,
birtakım kırılmalar görülmektedir. Minyatür geleneğinin
zamanla geri planda kalmasından bahsediyor gibi görünen
roman, aslında bütünlüğe dayalı geleneksel hikâyenin, yerini
parçalara bırakmasını, bir alt katmanda anlatmaya devam
eder: “Resmetmekten cayamayan bazı büyük ustalar bir kitabın, bir hikâyenin
parçası olmayan tek tek resimler yapıp satıyorlar. O tek resme bakarken bu
hangi hikâyenin hangi meclisidir diyemiyorsun da, yalnızca resmin kendisi için,
görme zevki için bakıp, mesela tam bir at olmuş bu, ne güzel diyor, ressama
parayı bu yüzden veriyorsun”463. En üstteki katmanda bulunan Benim
Adım Kırmızı da, bağımsız gibi görülen parçalardan oluşan
bir kolaj görünümündedir. Bu görünümün, içerikle de gizli
bir bağlantısı vardır. Temelde, yozlaşmaya başlayan minyatür
463 A.g.e., s. 69.
180
sanatı anlatılırken, bu sanatın gösterge alanı olan
meclisler dağılmaya başlamıştır. Bir hikâyeyi tamamlayan
unsurlardan olması gereken Ağaç, Köpek gibi özneler, artık
tek başlarına bir belirsiz hikâye anlatmaya, bağımsız ve
bağlantısız bir parça olmaya başlamışlardır. Bu
parçalılıkta, postmodernist bir yaklaşım bulunmaktadır.
Kolajın parçaları, kendi başlarına hareket etmekte ve
hikâyelerini aramaktadırlar. Hikâyeyi tamamlamak da okura
bırakılır.
Benim Adım Kırmızı’nın görünür yüzündeki hâkim tartışma
olan üslup tartışması, hem modernist anlamda üslup kavramına
bir karşı çıkış hem de üstkurmaca bağlamında metni
tartışmaktır. Üslüp sahibi olmanın minyatür geleneği içinde
kusurlu kabul edilmesinden bahsediyormuş gibi yapan roman,
alt okumasında aslında bir genelleme yapmaktadır. Bu
genellemeden yola çıktığımızda üslup bir kusur ise,
sanatçının eserde kendini belirgin hale getirmesi yani bir
modernist özne olarak sanatçının görünür olması da bir
kusurdur. Bu kavramları, yazarın ölümü kavramı ile
bütünleştirmek mümkündür.
Romanın anlatıcılarından Ölüm’ün bir üst-anlatıcı
olarak farkındalığı, kurgunun en önemli parçalarından
cinayet konusu üzerindeki hâkimiyetiyle de kendini belli
181
eder. Ölüm’ü çizen ve tam da Ölüm’ün konuştuğu anda O’nu
seyreden nakkaşın, “geceleri sokaklarda pişmanlık[la]” 464 yürüdüğünü
ve kendini çizdiği şey yani Ölüm zannettiğini de yine
Ölüm’den öğreniriz. Ölüm’ün bu olağanüstü bilgeliğinde,
oyunsu bir yan vardır. Pamuk’un romanın asıl anlatıcısı
olarak, romanda olan her şeyi bilmesi kaçınılmaz olacaktır;
ama O, anlatıcılarının bazı bilgileri aktarmalarını
seçerken, okurun bilinçaltına da müdahale etmekten geri
kalmaz. Bir cinayetle ilgili gizemi, ölümle en rahat
ilişkilendirilebilecek özne olan Ölüm’ün ağzından
anlatırken, okurun da aklını karıştırmayı başarmaktadır.
Benim Adım Kırmızı’nın anlatıcılarının hepsi, okurla
konuşur. Bu anlatıcıların yer yer, yukarıda da örneklendiği
gibi, okuru romanın içine çekecek konuşmalar yaptıkları da
görülür. Anlatıcılar, hikâye anlatmanın dışında, okurla aynı
evrende yaşıyormuş gibi davranarak, okura kafa bile
tutarlar. Bu nedenle, Benim Adım Kırmızı, üstkurmaca
ögesinin çok yoğun görüldüğü bir romandır.
Kar’da konu, Kars’taki intihar eden kızları
araştırmaya giden bir şairin başından geçenler gibi görünse
de, üstanlatı düzleminde asıl konu, şiir ve şiir yazma
işidir. Nitekim romanın sonunda da, Ka’nın şiirleri, Ka’ya
464 A.g.e., s. 150.
182
“geliş” sıralarına göre ve Kar tanesi üzerindeki yerlerine
göre not halinde verilmiştir. Sanki bu sayfalara
bakıldığında, şiirler bulunacak gibidir. Ama Kar’ın en
önemli üstkurmaca özelliği, bu şiirlerin hiç birinin –bir
tanesinin bir parçası hariç- kitabın içinde bulunmamasıdır.
O halde, romanın sonundaki not, okurun ne işine
yarayacaktır? Şiirlerin bulunduğu sayfalara bakmak,
şiirlerin nasıl yazıldığını ve hangi olay ve olaylar üzerine
kağıda geçirildiğini gösterir. Yani bir anlamda bu listeler,
şiir yazma ediminin haritasıdır. Arzu nesnesi olan şiirler
ise, romanın sonunda da bulunamayacaktır. Uzun zamandır şiir
yazamayan Ka, Kars’ta başına gelenlerle birlikte, şiir
yazmaya başlar. Asıl anlatıcı olan Orhan da, Ka’nın
anılarının izini sürerek, bu şiirlerin toplandığı kayıp şiir
kitabı “Kar”a ulaşmaya çalışır. Burada iki metin, üst üste
binmiştir. Birincisinde, bilinçsiz olarak şiir arayışına
giren Ka’nın şiir kitabı, ikincisinde de bu şiirleri arayan
Orhan’ın kitabı vardır. Okuduğumuz kitap Kar ile aranılan
kitap olan Kar’ın aynı ismi paylaşmasının nedeni de budur.
Bunların yanında, okuyucu da her iki düzlemde de şiirlerin
aranmasına katılmaktadır.
Kar’da üstkurmaca, iki düzlemde de okurun karşısına
çıkar. Birincisinde, Ka, şiirlerini yazarken geçirdiği
olayları anlatırken, bir anlamda şiirin nasıl yazıldığını
183
açıklar. İkinci düzlemde ise Orhan, yer yer okurla
konuşarak, Ka’nın hikâyesini nasıl anlatıığını okurla
paylaşır. Ka’nın şiiri arayış düzleminde, dış olaylar
arasında gizli bir metin olarak, şiirin ne olduğu
tartışılır. Muhtar, Şeyh Saadettin Efendi ile konuşurken,
şiirden bahsetmeye çalışacaktır: “modernist şiirin ne olduğunu, Rene
Char’ı, ortadan kırılan cümleyi, Mallarme’yi, Joubert’i, boş mısranın sessizliğini
anlamadı”465.
Kar’da asıl konu olan şiirin nasıl yazılacağıyla ve
nasıl olması gerektiğiyle ilgili konuşmalar, üstkurmaca
düzlemi oluşturacak şekilde karşımıza çıkar: “Şiirde önemli bir
sorun, dünyada bir felaket hüküm sürerken şairin aklının bir kısmını buna
kapayabilmesiyle ilgiliydi. Ancak bunu yapabilen şair şimdiyi hayal gibi
yaşayabilirdi: Buydu şairin başarması gereken zor işi!”466 Ka da, bu
düşüncesini doğrularcasına, Kars’ta yaşadıkları
doğrultusunda; ama bir anlamda da onlardan tamamen
soyutlanmış halde şiirlerini yazmaktadır. Fazıl’la Allah ve
inanç hakkında konuştuktan sonra “Kar”467, Şeyh Saadettin
Efendi ile tekkede konuştuktan sonra “Gizli Simetri”468,
Kadife’yle konuştuktan sonra Millet Tiyatrosu’ndaki
gösteriye giderken “Yıldızların Arkadaşlığı”469, İpek’le
465 Orhan Pamuk, Kar, s.59.466 A.ge, s.168.467 A.g.e., s.90.468 A.g.e., s.103.469 A.g.e., s.119.
184
konuşup O’nu Almanya’ya götürmek istediğini söyledikten
sonra “Çikolata Kutusu”470, Necip’in rüyasını dinledikten
eonra “Allah’ın Olmadığı Yer”471, tiyatrodaki olaylardan
sonra “İhtilal Gecesi”472, olayların ardından kars
sokaklarında dolaştıktan sonra “Rüya Sokaklar”473, Sunay
Zaim ile konuştuktan sonra bu konuşmaların etkisiyle
“İktidar ve İntihar”474, İpek’le odasında buluşmasının
ardından éÇaresizlikler, Zorluklar”475, hatırladığı Hayat
Ansiklopedisi’nin etkisiyle “Ben, Ka”476, İpek ve ailesiyle
oturup Marianna dizisini seyrettikten sonra “Mutlu
Olacağım”477, Kadife ile Turgut Bey’in toplantıdan dönmesini
beklerken “Bütün insanlık ve Yıldızlar”478, Gürcü karı-koca
ve MİT görevlisiyle kazan dairesinde yemek yedikten sonra
“Cennet”479, hakkında yazılan gazete haberinin korkusuyla
“Vurularak Ölmek”480, Lacivert’le pazarlık yaptıktan sonra
“Satranç”481, İpek’le başbaşa kaldıktan sonra “Aşk”482,
sürekli peşinde dolaşan beyaz lekeli siyah köpek için
470 A.g.e., s.129.471 A.g.e., s.146.472 A.g.e., s.168.473 A.g.e., s.182.474 A.g.e., s.198.475 A.g.e., s.211.476 A.g.e, s.214.477 A.g.e, s.242.478 A.g.e, s.283.479 A.g.e, s.289.480 A.g.e, s.299.481 A.g.e, s.326.482 A.g.e, s.330.
185
“Köpek”483, Lacivert’e hem hayranlık hem de kıskançlık
duyduğunu keşfettikten sonra “Kıskançlık”484 ve son olarak
“Dünyanın Bittiği Yer”485 şiirlerini yazar. Son şiirin de
yazılmasından sonra Ka, romanda silinmeye başlar. Sanki
bütün kurgu, olan her olay, bu şiirlerin yazılması için
gerçekleşmiştir. Şiirlerin yazılmalarından sonra da aranmaya
devam edilmeleri, romanın asıl konusunun şiir olduğunun bir
diğer kanıtıdır.
Kar’da bütün yüzeysel gerçeklerin sonuçta çıktığı
nokta, şiirdir. Batı basınına yapılacak duyurunun yoğun
siyasî tartışmaları bile, bir noktadan sonra şiir konusuna
dönecektir486. Ka’nın Lacivert’le konuşmasında da, Ka’nın
düşünceleri görünen gerçeklikten uzaklaşıp şiire kayar487.
Ka’nın Kars’taki günleri, aslında şiir yazmakla ve şiirin
nasıl olması gerektiğini düşünmekle geçer.
Ka’nın hayalinde, bir film sahnesi yaşanır. Kamera
yavaş yavaş kalemine yaklaşır ve şu yazılar okunur: “Şiir
Dünya Tarihine Katıldığım Adresimdir: Şair Ka, Şair Nigar Sokak, 16/8 Nişantaşı,
İstanbul, Türkiye”488 Bu aşamada, yazar Orhan yeniden ortaya
çıkarak, “Şiirde yer aldığını sandığım bu adresin kar tanesi üzerinde mantık483 A.g.e, s.340.484 A.g.e, s.352.485 A.g.e, s.375-376.486 A.g.e, s.279.487 A.g.e, s.226.488 A.g.e, s.284.
186
aksında, yukarılarda, hayalgücünün çekiminde bir yerde bulunacağını dikkatli
okurlar tahmin edecektir”489sözleriyle okurla konuşur. Okurun,
yetkinliğine göre “okur tiplerine” ayrılması yaklaşımı,
Pamuk’un bir önceki romanı Benim Adım Kırmızı’da da etkin
bir öge olarak karşımıza çıkmıştır. Kar’da da bu tutum,
Benim Adım Kırmızı’daki kadar yoğun olmasa da
kullanılmıştır.
Yazar Orhan, Ka’yı anlatırken, Ka’nın ağzından şu
cümleyi kurar: “Yazar olsaydım, ‘Kar, Ka’ya Allah’ı hatırlatıyordu!’ diye
yazardım kendi hakkımda”490 . Oysa bu cümle, gerçekten
yazılmıştır. Çünkü yazar Orhan, Ka’dan bahsederken, Ka
olsaydı kendi hakkında ne yazacaksa, onu yazmıştır. Bu
cümlenin yazılışında da üstkurmaca özelliği bulunur. Orhan,
Ka’nın başından geçenleri aktarırken, sık sık devreye
girerek, okurun önünü açmaya çalışır: “Lacivert’in bu konuda ne
düşündüğünü merak edenler, kitabımızın ‘Ben Kimsenin Ajanı Değilim’başlıklı ‘Ka
ile Lacivert Hücrede” alt başlıklı otuz beşinci bölümünün beşinci sayfasında
‘İdamımın’ kelimesiyle başlayan kendi kısa hayat hikâyesine bakabilirler, ama
kahramanımızın orada söylediklerinin de hepsinin doğru olduğundan emin
değilim”491. Yine Orhan, Ka’nın otelde İpek, kardeşi ve
babasıyla otururken yaşadıklarını anlatırken, gazeteci
Serdar Bey’in yıllar sonra kendisine anlattıklarından
489 A.g.e, s.284.490 A.g.e, s.63.491 A.g.e, s.73.
187
yararlandığını okuyucuya bildirir: “Yıllar sonra gazeteci Serdar Bey
bana, o an Ka’nın yüzünün kireç gibi olduğunu, ama korkudan ya da baş
dönmesinden fenalık geçiren birinin ifadesi yerine yüzünde derin bir mutluluk
belirdiğini söyleyecekti.”492 Bir başka yerde de, Orhan yeniden
devreye girerek, tiyatroda olanları yıllar sonra arşiv
kayıtlarından seyrettiğini bildirir493. Yazar Orhan’ın araya
girip okurla konuşmalarının yanısıra, zamanda atlamalar
olarak da okuyabileceğimiz bir diğer tutum da bulunur.
Ka’nın yaşadıklarını an be an anlatırken, arada bu
konuşmalardan hemen sonra olacakları da açıklar: “ ‘Önce elini
alnıma koy ve benim geleceğimi söyle,’ dedi Necip. Yirmi altı dakika sonra birisi
beyniyle birlikte parçalanacak gözlerini iyice açtı.”494 Tiyatrodaki
olaylardan bahsederken de yazar Orhan yeniden devreye girer
ve öğrencilerden birinin ölümünü, ölüm gerçekleşmeden
okuyucuya bildirir: “Bu yüzden aralarında siyasî deneyimi en yüksek olan
kısa boylu, geniş omuzlu son sınıf öğrencisi Abdurrahman Öz (üç gün sonra
Sivas’tan oğlunun cesedini almaya gelen babası asıl adını başka yazdırmıştı)
arkadaşlarını yatıştırmaya, susturup yerlerine oturtmaya çalıştı, ama hiç başarılı
olamadı.”495 Yazar Orhan’ın bu şekilde devreye girerek,
sonradan olacak olanları bildirmesine, kitabın farklı
yerlerinde de rastlarız. Bir defasında da yazar, geriye
dönük müdahalede bulunarak, kitabın geçmiş sayfalarından
birine(29. Bölüm) Ka’ya ait bir defterde bulduğu kar resmini492 A.g.e, s.126.493 A.g.e, s.140,146.494 A.g.e, s.142.495 A.g.e, s.154.
188
eklediğini söyler. Bir başka yerde de yazar Orhan, Ka’nın
yalnız Almanya günlerinde izlediği erotik filmlerin izlerini
sürerken, okuyucunun görmek istediği “kusursuz ve aziz bir şair”496
imajını yıktığını bildirir. Ka’nın hikâyesini ararken de,
Ka’nın İpek’ten cevap gelmiş gibi yaparak yeniden cevap
yazdığı mektupları incelerken, olayları hikâye düzlemine
geri çeker: “Belki de hikâyemizin kalbine geldik. Başkasının acısını, aşkını
anlamak ne kadar mümkündür? Bizden daha derin acılar, yokluklar, eziklikler
içinde yaşayanları ne kadar anlayabiliriz? Anlamak eğer kendimizi bizden farklı
olanın yerine koyabilmekse dünyanın zenginleri, hâkimleri, kenarlardaki
milyarlarca garibanı hiç anlayabildiler mi? Romancı Orhan, şair arkadaşının zor
ve acı hayatındaki karanlığı ne kadar görebilir?”497 Roman içinde yer yer
kendini öne çıkaran yazar Orhan, 29. bölümün tamamında ve
44. ve son bölümün bir bölümünde, kendi başına gelenleri
anlatır.
Ka, Kars’ta yaşadığı sıkıntılı günler sırasında, burada
öldürüleceğini düşünür. Ölümü halinde de, iki eski
arkadaşından birinin, kendi hikâyesini yazabileceği aklına
gelir. Bu kişilerin isimleri, Fahir ve Orhan ‘dır. Yazar
Orhan’ın sahneye çıkmasıyla, bu düşüncenin gerçekleştiğini
görürüz. Böylece üstkurmaca düzleminde, olayın yazarı, olayı
yaşayan tarafından belirlenmiş olur498.
496 A.g.e, s.260.497 A.g.e, s.259.498 A.g.e., s.298.
189
Kar’da üstkurmaca, özellikle yazarın okurla
konuşmasıyla ve Ka’nın şiir defterindeki şiirlerin
yerleşiminde ortaya çıkar. Pamuk’un bugüne dek yazdığı son
roman olan Kar’ın, üstkurmaca ögesini merkezî planda
tuttuğunu söyleyebiliriz.
1.4. Seçkinci Ciddiyetin Ölümü Ögesi
Modernizmin üst-anlatısı, mesaj verme kaygısı ile metni
oluştururken, söyleminde de belirgin kaygılar güder; ancak
postmodernist romanın önemli özelliklerinden biri olan
seçkinci ciddiyetin ölümünde, böyle bir kaygı yoktur.
Postmodernist yazar, çok ciddi bir şeyden bahsederken bile,
dili basitleştirebilir, toplumun sosyo-kültürel yapısına çok
zıt söylemler ve tavırlar kullanabilir. Pamuk’un ilk iki
romanını, burada da değerlendirme dışı tutuyoruz. Şimdi,
Orhan Pamuk’un romanlarında bu “seçkinci ciddiyetin ölümü”
ögesini araştıralım.
Beyaz Kale’de, seçkinci ciddiyete yönelik bir tavır
bulunmaz. Beyaz Kale, yazarın postmodernist özellikler
gösteren ilk romanıdır. Şimdiye kadar incelediğimiz ögelerde
de, bu ögelerin kullanımının çok yoğun olmadığını gördük.
Buna bağlı olarak da adı geçen romanın bazı ögeleri çok
190
zayıf kullandığı veya hiç kullanmadığı görülebilir. Seçkinci
ciddiyetin ölümü ögesi de, Beyaz Kale’de kullanılmayan bir
ögedir.
Kara Kitap, modernistlerin seçkinci ciddiyetlerine
yönelik yoğun örnekler içermez. Kitabın karanlık ve
hüzünlü yapısıyla bağdaşamadığı için bu özelliğin, Pamuk’un
sonraki romanlarına göre çok sınırlı kaldığını
söyleyebiliriz. Seçkinci ciddiyete karşı ironi olarak kabul
edilebilecek az sayıda örnek vardır. Galip, kendisini terk
eden karısı Rüya’nın okul defterlerini karıştırırken, 27
Mayıs darbesiyle ilgili şu notu bulur: “27 Mayıs askerî darbesini
ordumuz, iktidar ormanlarımızı tahrip ettiği için yapmıştır”499. Dönemin
yoğun siyasal çatışmaları, hatta tüm dünyadaki siyasî
karışıklıkların bu derece basitleştirilmesinde, bir ironi
söz konusudur. Bir diğer örnek de, Saim’in “arşivi”nde, Saim
ve Galip’in bulduğu ilginç bilgiler vardır. Bir halk
isyanının ayrıntılarını okurlar: “Erzincan ve Kemah arasındaki
Küçük Çeruh kasabasındaki yirmi yıl önceki bir halk isyânının hikâyesini okudu:
Dergilerin birinin ayrıntılı bir şekilde tarihini verdiği bu isyan sırasında geçici bir
hükümet kurulmuş, üzerinde güvercin resmi bulunan pul basılmış, başına bir
vazo düşen kaymakam ölmüş, baştan aşağı şiir yayımlayan bir günlük gazete
çıkmış, göz doktorları ve eczaneler şaşılara bedava gözlük dağıtmış, ilkokulun
sobası için gerekli odun bulunmuş ve kasabayı uygarlığa bağlayacak bir köprü
499 Orhan Pamuk, Kara Kitap, s.54.
191
tam yapılırken, Atatürkçü hükümet kuvvetleri yetişmişler ve kasaba camiinin
toprak zeminini örten ayak kokulu kilimleri inekler yiyip bitirmeden önce,
olaya el koyup, isyancıları meydandaki çınar ağacında sallandırmışlardı”500. Bu
parçada, Pamuk’un çok tartışılan bazı Anti-Kemalist
tavırlarının da izi görülür. Küçük bir kasabada yapılan
ihtilâl imgesi, Pamuk’un daha sonra Kar’da da kullanacağı
bir imgedir. Kar’da da bu imge, seçkinci ciddiyete karşı bir
tavır olarak kullanılacaktır. Kara Kitap’ta anlatılan
ihtilâlin özellikleri ilginçtir. Postmodernizmin bir anlamda
anarşist olan, düzene karşı olan yapısının yansıtıldığı bir
ideal evrene benzer. Bu kısa bölümde anlatılan kasabada,
ihrtilâlle birlikte, bir ütopyada bulunabilecek sosyal
olaylar olmuştur. Bir yandan da özgürlükçü ve bohem bir
hayatın izleri görülmektedir. Sadece şiir yayımlayan gazete,
üzeri güvercinli pul, bunları yansıtır. Ama bir diğer
taraftan da, din kurumlarını temsil eden caminin, insansız
kaldığını da görürüz. Kilimlerini ineklerin yediği bir cami
figürü de, hiç kuşkusuz dine bağlı olanların klasik
anlayışını rahatsız edecektir. Parçadaki en ilgi çekici
kısım, lâik Atatürkçü hükümetin, sanki öncelikle camiyi
kurtardığı gibi bir imge yaratılmış olmasıdır. Hükümetin
çözümünün de Osmanlı Devleti’nin çözümü olması şaşırtıcıdır.
Meydandaki çınar ağaçlarında isyancıların sallandırılması,
demokratik bir sisteme ait bir figür olamaz. Pek çok açıdan
500 A.g.e., s.79.
192
pek çok kuruma saldıran, son safhada ironik bir kısımdır bu.
Ve seçkinci ciddiyetin farklı alanlarını da aynı anda
eleştirebilmektedir.
Kara Kitap’ta bir diğer örnek de, Galip’in
yazıhanesinde yaşadığı bir telefon konuşmasıdır. “Hakime
verilecek rüşvetin neden karardan önce verilmesi gerektiğini soran bir demir
tüccarı”501 aramıştır. Kitabın arzu nesnelerinden biri olan
Celâl de, bazen ulaşılmaz imgesine rağmen ironikten de öte,
komik davranışlarda bulunabişlmektedir. Bir ara, komünist
askerleri kandırarak, Yeniçeri usûlü bir isyanla, Bolşevik
İhtilâli’ni yeniden hayata geçirmeye çalışmış, hatta "Bu
askeri darbeden sonra kurulacak Alaturka Bolşevik Yeniçeri nizamında hariciye
vekili ya da Paris sefiri olacaksın diye verilen söze kandığı için, evde kendi
kendine Fransızca çalışmaya başlamış[tır]”502
Kara Kitap’ın en ironik kısmı, yazar Celâl’in
Alâaddin’in dükkânını anlattığı Dördüncü bölüm’dür503. Bu
bölümde, halkın Alâaddi’in dükkânındaki tavırları ilginç bir
öge olarak kullanılır: “Naylon çorabı kaçan kadın da, yediği yerli
çikolatadan derisi pul pul dökülen çocuğun anası da, okuduğu gazetenin siyasî
görüşlerini beğenmeyen okur da, imalatçıyı değil yalnızca bir aracı olan
Alâaddin’i suçluyordu. İçinden kahve değil, kahverengi ayakkabı boyası çıkan
501 A.g.e., s.31.502 A.g.e., s.41.503 A.g.e., s.46-52.
193
paketten Alâaddin sorumlu değildi. Şuh sesli Emel Sayın’ın ilk şarkısından sonra
sarsıla sarsıla boşalıp akarak transistörlü radyoyu kapkara bir sıvıyla berbat
eden yerli pilden Alâaddin sorumlu değildi. Nereye gidersen git hep kuzeyi
göstereceğine, hep Teşvikiye Karakolu’nu gösteren pusuladan Alâaddin sorumlu
değildi. İçinden hülyalı işçi kızın aşk ve evlilik mektubu çıkan Bafra paketinden
de Alâaddin sorumlu değildi, ama paketi açan badanacı çırağı mutlulukla
etekleri zil çalarak koşa koşa gelmiş, elini öperek Alâaddin’den nikâh şahidi
olmasını istemiş ve kızın adını ve adresini sormuştu(…) En son sayısı onbir yıl
önce çıkmış bir fotoromanın eski sayılarından biri yok diye söylenen ev
kadınına, posta pulu almadan önce arkasını yalayarak zamkın tadına bakan
şişman beyefendiye ve krepondan yapma karanfili kokmuyor diye ertesi gün
öfkeyle geri getiren kasap karısına aldırmıyordu artık”504 İronik dükkân,
aynı zamanda dış dünyanın roman dünyasıyla çakışmasıdır da;
çünkü sözü geçen dükkân, Orhan Pamuk’un sıklıkla uğradığı
Nişantaşı’nda bir dükkândır.
Galip’in İstanbul sokaklarında karısını ararken başına
gelen ilginç olaylardan birisi de, her biri bir sinema
artistine benzeyen kadınların bulunduğu randevu evidir.
Galip’in konuştuğu kadınlardan biri, bekaretini “ütü
yaparken”505 kaybettiğini söyler. Bu da bekaret konusunun ve
kadınların bekaretlerini kaybetmeleri ile ilgili
yalanlarının bir ironisidir.
504 A.g.e., s.49.505 A.g.e., s.146.
194
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Kara Kitap’ın hüzünlü
yapısı, ironiye dayalı seçkinci ciddiyetin ölümü ögesinin
yoğun olarak kullanılmasını engellemiştir. Ancak yine de,
yukarıda tesbit ettiğimiz örnekler ışığında, seçkinci
ciddiyetin ölümü ögesinin, romanda kullanıldığını
söyleyebiliriz.
Yeni Hayat’ın genelinde ironi duygusu hakim değildir.
Yine de, ironik olarak okunabilecek bölümler bulunur.
Romanın öznesi, okuduğu kitap yüzünden hayatı değişmeye
başlayınca, bir yandan da bu durumun kendine özel
olmamasından da yakınır: “Niye? Bir kitap okuyup hayatı kaymış benim
gibilerin başlarına gelenleri işitmiştim de ondan. Felsefenin Temel İlkeleri diye
bir kitap okuyup, bir gecede okuduğu her kelimeye hak verip, ertesi gün
Devrimci Proleter Yeni Öncü’ye katılıp, üç gün sonra banka soygunundan
enselenip on yıl yatanların hikâyelerini duymuştum. Ya da İslam ve Yeni Ahlak,
ya da Batılılaşma İhaneti gibi kitaplardan birini okuyup, bir gecede meyhaneden
camiye geçip, buz gibi soğuk halılar üzerinde, gülsuyu kokuları içinde elli yıl
sonra gelecek ölümü sabırla beklemeye başlayanları da biliyordum. Sonra Aşkın
Özgürlüğü ya da Kendimi Tanıdım gibi kitaplara kapılanları da tanımıştım.
Bunlar, daha çok burçlara inanabilecek tıynette insanlar arasından çıkardı, ama
onlar da bütün içtenlikleriyle, ‘Bir gecede bütün hayatımı değiştirdi bu kitap!’
derlerdi”506.
506 Orhan Pamuk, Yeni Hayat, s.17.
195
Yeni Hayat’ta dikkat çeken bir sahne de, bayilerin
toplandıkları sergidir. Bu sergide, romanın karakterleri,
“içinde zamanı saklayan makineyi, ilk Türk domuz eti dedektörünü, kokusuz traş
losyonunu, gazeteden şıpınişi kupon kesen makası, ev sahibi eve girer girmez
kendi kendine yanan sobayı ve bir hamlede bütün bir minare, müezzin,
hoparlör ve Batılılaşma-İslamlaşma sorununu modern ve ekonomik bir çözümle
safdışı bırakan kurgulu saati”507 görürler. Bu saat, değişik bir
guguklu saattir. Namaz saatlerinde “şerefe biçimindeki ilk
katta” küçük bir imam figürü üç defa “Allah uludur” derken,
saat başları da üst şerefede kravatlı bir bey figürü belirip
“Ne mutlu Türküm, Türküm, Türküm!” demektedir. Bu sergiyi
gezenler arasında, iskambil destelerini “Türkleştiren” biri
de vardır. Yeni destede papaz yerine şeyh, vale yerine de
kul bulunur508.
Yeni Hayat’ta da, Kara Kitap’ta olduğu gibi, belli
başlı yerlerde tesbit edebildiğimiz “seçkinci ciddiyetin
ölümü” ögesi görülmektedir.
Bu özellik açısından incelendiğinde, okuru birden
şaşırtan, hatta olur olmaz yerlerde karşımıza çıkan
basitleştirilmiş diliyle, Benim Adım Kırmızı öne
çıkmaktadır. Ölü’nün hüzünlü açılış konuşmasında, aniden
507 A.g.e., s.87.508 A.g.e., s.90.
196
katiline “orospu çocuğu”509 dediğini görürüz. Köpek, sevimli
anlatısının sonlarına doğru batılı ve doğulu köpekleri
karşılaştırıp, batılı köpeklerin elbisesiz yaşayamadıklarını
anlatırken, bir arkadaşının bir batılı köpeği
“becerdiğini”510 söyler. Kara ve Şeküre’nin mesnevilere lâyık
aşkı, Kara’nın ani cinsel eğilimi ile bir an için
basitleşir. Zarif Efendi’nin öldürülüşünün tasviri, metne
bir sertlik katarken: “...sonra böğrüme bir tekme attı, beni kuyuya
taşıdı, kaldırıp aşağı bıraktı. Taşla önceden kırdığı kafatasım kuyuya düşerken
parça parça oldu, yüzüm, alnım, yanaklarım ezildi yok oldu; kemiklerim kırıldı,
ağzım kanla doldu”511, Köpek’in anlatımı aniden gotik özellikler
göstermeye başlar: “Bundan önceki efendim çok adil bir insandı. Gece
soyguna çıktığımızda işi bölüşürdük: Ben havlamaya başlayınca, o kurbanın
gırtlağını keser, böylece herifin çığlığı duyulmazdı. Karşılığında da cezalandırdığı
suçluları keser, kaynatır, bana verirdi de yerdim”512.
Kitabın dikkate değer bir özelliği de, tamamen kurgusal
bir yapı içinde, aynı zamanda bir bildunsgroman gibi
görünmesidir. Orhan Pamuk, kendi yarattığı, hatta
bazılarıyla kendini özdeşleştirdiği roman kişilerinin
yanına, başka bir yüzyılda yaşayan kendini de eklemiştir.
Sadece kendini değil; annesi Şeküre ve abisi Şevket de
romanın kişilerindendir. Babasının uzakta bulunduğu bir509 Orhan Pamuk, Benim Adım Kırmızı, s. 12.510 A.g.e., s.21.511 A.g.e., s.9.512 A.g.e., s.22.
197
dönem de, gerçek hayatta da yaşanmıştır. Orhan Pamuk,
kendisi de aile üyelerinin ve kendisinin romanda
bulunmalarında “neredeyse postmodern”513 bir yan bulunduğunu
söyler. Aynı zamanda bu tutumda-özellikle annesi Şeküre’nin
kitaptaki varlığında- bir kes-yapıştır havası bulunduğuna da
işaret etmektedir514. Orhan’ın bir ciltçinin yanında çıraklık
yapıyor olması da ironik bir tutumdur. Küçük Orhan’ın
sayfaları biraraya getirip ciltlemesiyle Orhan Pamuk’un
yazarlığı arasında bir bağ, rahatlıkla kurulabilmektedir.
Orhan, oyuncu bir tavıla, kendinden gizlenenleri-özellikle
annesinin gizlediklerini- bilen bir kişidir.
Benim Adım Kırmızı, seçkinci ciddiyetin ölümü ögesine
örnek teşkil eden yukarıdaki bölümleri içerdiğinden, bu öge
açısından postmodernist bir romandır.
Kar, intiharlarla, ihtilallerle, çatışmalar ve
ölümlerle dolu bir roman gibi görünmekle birlikte, pek çok
açıdan ironiktir. Çok ciddi durumlarda bile yazar, bir
şekilde olayı komikleştirir. Ka ve İpek, Kars’ta ilk
karşılaştıklarında, “İstanbullu batılılaşmış birer burjuva gibi”515 el
sıkışırlar. Kadife’nin Kars’a gelişiyle ilgili daha çok
dedikodulara dayalı hikâyede, Kadife’nin bir reklam çekimi
513 Orhan Pamuk, Öteki Renkler, İletişim Yayınları, İstanbul 2003, s.161.514 A.g.e.,.s.161.515 Orhan Pamuk, Kar, s.27.
198
için Kars’a geldiğinden bahsedilir. Kadife, o zamanlar “açık
seçik” bir genç kızdır ve anlatılanlara göre, caddenin
ortasında saçlarını savurarak, “Güzel Kars şehrinin pisliğine rağmen
saçlarım Blendax sayesinde her an pırıl pırıl”516 demiştir. Ka, Allah’a
inanmaya başladığını hisseder ama “alaycı bir şekilde”, “Ben de bütün
hayatımı yüreğimde derinden hissetmeye başladığım Allah sevgisine sonuna
kadar açmaya karar vermiştim zaten,”517 der. Muhtar’ın Şeyh’in
tekkesine ilk gidişinde, anahtarlarını kaybetmiş olması,
“dalkavuk müridler” tarafından mecazi anlamda yorumlanır518.
Ancak Şeyh, onları anahterları bulmaya yollar. Zeki
Demirkol, Sunay Zaim ve arkadaşları, sözde bir ihtilal
başlatırlar. Telefonlar kesilir, Kars Televizyonu basılır.
Ancak bundan sonra, “saplantılı bir şekilde kafalarına taktıkları gür sesli bir
kahramanlık ve serhat türkücüsü bulmak için” 519tüm gayretlerini
sarfetmeye başlarlar. Darbeden sonra, burjuvalar sevinçle
birbirlerini tebrik ederler520. Bu durum da ironik bir dille
anlatılır. Necip, polis tarafından takip edilmektedir. Ancak
polis kayıtlarında, ilginç bir durum vardır. Necip’in kayda
geçen “suçları” arasında, “çeşitli tarihlerde Atatürk Caddesi’nde
arkadaşları ile gülüşerek yürümek”, “MİT elemanlarının anlaşılmaz bulduğu”
bir hikâyeyi, “Kars’ın yetmiş beş satışlı bir gazetesine” bırakmak ve bir
kez okuldan kaçmak vardır521. Kürt teyze’nin hazırladığı516 A.g.e, s.110.517 A.g.e., s.133.518 A.g.e., s.58. 519 A.g.e., s.172. 520 A.g.e., s.173. 521 A.g.e., s.200.
199
şerbet, zehirli olmakla suçlanınca, şerbetin satıldığı
büfeye ve teyzenin evine hafiyeler gönderilir. Eve giden
hafiye, önceleri eve giren her malzemenin raporunu tutarken;
sonradan yavaş yavaş şerbetin bağımlısı olur ve şerbeti öven
raporlar yazmaya başlar. Hatta bir raporunda, şerbetin,
Kürt destanı Mem ü Zin’de yeri olduğunu bile yazar. Bu
hafiye Kürt olduğu için, ona duyulan güven yitirilir ve
şerbetin Türkler’i zehirleyip Kürtler’e bir şey yapmadığı
sonucuna varılır522. Zehirlenme vakaları için açılan özel
revire de bedava muayene olmak isteyenlerle, saç dökülmesi
ve fıtık gibi şikayetleri olan hastalar gelecektir523. Ka’nın
peşindeki hafiye, çok ucuza güzel portakallar görür ve
bunları satın alırken Ka’nın izini kaybeder. Ama peşindeki
hafiyeyi merak eden Ka, hafiyesini arayıp bulur. Hafiye,
kaybolmadığı için Ka’ya teşekkür eder524. Kar’da posterlerin
de önemli bir yeri vardır. İntiharlarla ilgili devletin
astırdığı posterler ve diğerleri, bazen ironik amaçlara
hizmet eder: “Arkadaki posterlerde Atatürk demiryollarının önemini
hatırlatır, devlet de intihar etmek isteyen kızları korkuturken gençler ayağa
kalkıp Ka’nın elini sıktılar”525.
Kar’da seçkinci ciddiyete yönelik en önemli hareket,
Ka’nın Kaufhauf’da tanıştığı tezgahtar Hans Hansen’i,522 A.g.e., s.208.523 A.g.e., s.209. 524 A.g.e., s.212. 525 A.g.e., s.84.
200
Avrupalı bir gazeteci olarak Lacivert’e tanıtmasıdır. Ka,
Hans Hansen’in evine gitmiş, onun özel hayatını görmüş gibi
davranır. Bu hayali kişinin beklediği sanılan basın
duyurusu, ciddi ciddi hazırlanır, büyük tartışmalar yaşanır.
Bu süreç içinde Ka, uydurma kişisi ile ilgili en ufak bir
rahatsızlık duymaz.
Yazarın bugüne kadar yazdığı son roman olan Kar,
seçkinci ciddiyetin ölümü ögesini taşıması açısından, yoğun
bir romandır. Hatta bu ironik tutum, romanın bütünlüğünde
önemli bir yer tutar.
1.5. Modernist Doğruların Yerine Geçen Yazarın Mitleri Ögesi
Postmodernist romanda, modernizmin kalıplaşmış üst-
anlatıları ve ideallerine yer yoktur. Üst-anlatılar,
postmodernist yazar için sadece bir oyun ve ironi
malzemesidir. Üst-anlatıların yerine, geleneksel küçük ve
bireysel anlatılar geçmiştir. Bu tutum, sadece modernist
üst-anlatıyı yıkmak için değil; aynı zamanda kişinin kendini
daha iyi tanıması için de gerekli bulunmaktadır. Bu tutumun
bir diğer özelliği de, yazarı misyondan kurtarmasıdır. Bir
misyonun takipçisi veya teorisyeni olmak zorunda olmayan
yazar, istediği şekilde yazabilecek, modern kalıpların
dışına çıkabilerek üst-anlatıların içini boşaltabilecektir.
201
Bu, romandaki ironi olgusunu kuvvetlendiren bir özelliktir.
Postmodernist yazar, kimsenin hakkında şaka yapamayacağı
konularla “dalga geçer”. Böylece, bir anlamda, hiç kimsenin
söyleyememiş olduğu şeyleri de söyleyebilir. Bu tutum,
modern dünyanın kalıpları içinde yazarın yanlış
anlaşılmasına, aslında hiç birine ait olmadığı düşünce
sistemlerinden birine aitmiş gibi görünmesine yol açan
kaotik bir olgudur. Ancak asıl amaç, üst-anlatı olan her
şeyin dışına çıkmaktır.
Beyaz Kale’de tarihi roman görünümünün ardında, bir
yenileşme ve dönüşüm hareketi de anlatılır. Bu anlatının
içinde, toplumsal ve kişisel dönüşüme de dikkat çekilir.
Bizim kültürümüz açısından bakıldığında, genel olarak Batılı
bir Türk kimliğine sahip olmak istenir. Ama Türk kimliğini
bırakarak, sadece Batılı olmak istenmez. Bu, bizim
kültürümüz için bir üst-anlatıdır. Bu üst-anlatı, aynı
zamanda bizim tarihimizin de yansımasıdır; yani sadece
modernizme de ait değildir. Beyaz Kale’nin öznelerinden olan
Hoca, Venedikli kölesinin yerine geçerek, O’nun hayatını
yaşamayı seçer. İstanbul’daki evini, yaşamını ve “ismini”
Venedikli köleye bırakır. Hatta Hoca, Venedik’te Köle’nin
hayatını yaşarken, “Yakından Tanıdığım Bir Türk”526 adı
altında bir kitap da yazmıştır.
526 Orhan Pamuk, Beyaz Kale, s.177.
202
Bu örnekler nedeniyle Beyaz Kale’de, modernist üst-
anlatının yerine yazarın mitlerinin geçtiği görülür. Çünkü
yazar, bir Türk’ü, Osmanlı İmparatorluğu zamanı gibi kapalı
bir dönemde Türklüğünden vazgeçirerek, Batı’ya yollamış ve
bir üst-anlatı kalıbını yıkmıştır.
Kara Kitap da, önceki roman Beyaz Kale gibi, bir
dönüşümün kitabıdır. Galip’in Celâl’e dönüştüğü bu metinde,
Celâl’in yazarlığından gündelik hayata kadar, aslında pek
çok şey yeniden yorumlanır. Örneğin Celâl’in gazete
yazılarının konularını, hatta cümlelerinin çoğunu, kendinden
önceki yazarlardan alması, modernist üst-anlatıya yönelik
bir harekettir. Yazar orhan Pamuk, Celâl’i böyle bir yazar
olarak kurgularken, postmodernizmin yeni bir söz
olamayacağına inanan tavrını da ortaya koymuş olur. Celâl,
kendinden önce söylenenlerle, önceki sözlerle yeniden
yazmaktadır. Böylece, daha önce sözü edilen différence’e de
ulaşılmış olur. Celâl, sadece önceki metinleri yinelemekle
kalmaz, kendi hayatı ile Celaleddin Rumi’nin hayatı arasında
da koşutluk vardır. Romanın sonunda öldürülen Celâl, yazarın
ölümü kavramının da ispatıdır. Yazdıklarında sert ve ironik
bir tavır vardır. Modernist anlatılara saldırmaktan
hoşlanır. Örneğin, küçüklüğünde kardeşi ile karga kovalayan
sapık padişahtan bahseder ki, bu sahne, modernist
203
hayatımızın bilinen bir imgesinin dönüştürülmüş halidir.
Pamuk’un anti-Kemalist eğilimleri olduğunun düşünülmesindeki
en önemli etken de, bu ve benzeri söylemleridir.
Bu modernist söylem karşıtı tutumlar nedeniyle Kara
Kitap’ta da, modernist üst-anlatıya karşı çıkma ögesi
bulunmaktadır.
Yeni Hayat’ta, hem peşinden gidilen ve hayat
değiştiren bir metin anlatılır, hem de onun yarattığı yeni
gerçekliğin içi boşaltılır. Kitabın peşinden giden Osman da,
diğer pek çok kişi gibi, kitabın gerçekliğini aradığı
yollardan birinde ölecektir. Ölüm anında, romanın arzu
nesnesi melekle karşılaşması ve anlatıcı olması, “yazarın
ölümü”nün yeniden yansılanmasıdır.
Yeni Hayat, modernist üst-anlatılara yönelik bir tavır
içinde bulunmaz. Ama klasik romanda neredeyse tanrı rolünü
üstlenen, modernist romanda yavaş yavaş geri çekilmeye
başlayan yazarın, postmodernist romandaki ölümünü göz önüne
serer. Bu açıdan ele aldığımızda, “her şeye hâkim yazar”
kimliği de bir üst-anlatıdır. Böylece, belirgin olmasa da,
Yeni Hayat’ta bu ögenin zayıf bir biçimde görüldüğünü
söyleyebiliriz.
204
Romanın ilk bölümünde anlatıcı olarak, ölünün
seçilmesi, postmodernizmdeki yazarın ölümü kavramıyla
açıklanabilir. Pamuk, ilk anlatıcısının sahneye gelmesiyle
birlikte, olağandışı bir romanla karşılaştığımızın işaretini
vermektedir. Ölüm kavramının içinin boşaltıldığını görürüz.
Ölünün konuşması ve başına gelenleri anlatması, bilimsel ve
sosyal yapımıza aykırıdır. Bildiğimiz ölümün dışında bir
gerçeklik yaratılmış, ölünün içinde bulunduğu bir paralel
dünya ortaya konmuş; bütün bunlar birleştiğinde, ölünün
yaşayanlarla ortak alanı olduğunu işaret eden bir simülasyon
hayata geçirilmiştir.
Benim Adım Kırmızı’da, bir üst-anlatı olarak aşka, yeni
bir gözle bakılmıştır. Romanın öznesi Kara daha klasik
anlamda bir âşıkken Şeküre, hesapları olan bir kişidir.
Aralarındaki aşk ilişkisi, yansımaları oldukları Hüsrev ile
Şirin’den farklıdır.
Yazarın ölümü ve aşkın bir üst-anlatı olarak içinin
boşaltılması, Benim Adım Kırmızı’da modernist doğrular
yerine geçen yazarın mitleri ögesinin bulunmasını sağlar.
Kar’ın öznesi Ka’nın türban sorunu yaşayanların
yanında gibi görünmesi, ülkemizin son yıllardaki en önemli
tartışmasını alevlendirir. İslâmcı bir yazar olmayan
Pamuk’un Kar’daki öznesi Ka, türban sorunu yaşayanlarla
205
birliktedir. Kar’da devletin pek çok şeye engel olamaması,
engel olduğunda da demokratik yöntemler kullanmaması da
dikkat çekici bir görünümdür. Ancak burada, postmodernist
bakış açısıyla görülmesi gereken bir durum vardır. Pamuk’un,
Kemalizm ve devlet kavramlarını bir üst-anlatı olarak ele
aldığını düşünmek yerinde olacaktır. Bu tür kavramları bir
üst-anlatı olarak ele alan postmodernist yazarın,
kavramların içlerini boşaltmaya çalışması, postmodernizm
açısından uygun bir yöntem olarak kabul edilebilir. Ancak
toplumsal olarak ele aldığımızda, bugünkü varoluşumuzla
ilgili bir durum olan Kemalist sistemin içini boşaltmak,
doğal olarak eleştiri alacaktır. Özellikle demokratik hak ve
özgürlüklerin farklı amaçlar için kullanılmaya çalışıldığı
bir dönemde, Pamuk’un yaklaşımı, eleştiriyi hak eder.
Kar’da genele değil; özele bakılmaktadır. Türban
konusu, İslamcı bir yazar olmayan Orhan Pamuk tarafından ele
alınmaktadır. Bu yapılırken de yazar, kendi fikirlerini hiç
bir şekilde metne katmaz.
Okul müdürünün öldürülüşü anlatılırken de, yazar olayı
bir diyalog şeklinde okura sunmayı tercih etmiştir. Böylece
demokratik üst-anlatıyı reddeden katil, rahatlıkla ve
yazarın hiç bir müdahalesi olmaksızın konuşabilir527.
527 Orhan Pamuk, Kar, s.43-51.
206
Özellikle türban sorununun işleniş biçimi ve Kars’ta
yaşanan ihtilâl, modernist üst-anlatıya yönelik hareketler
olarak okunmalıdır. Bu nedenle de Kar, modernist doğruların
yerine geçen yazarın mitleri ögesi açısından,
postmodernisttir.
1.6. Postmodernist Özne ya da Anti-Karakter Ögesi
Postmodernist romanın baş kişisi, artık bir karakter
özelliği göstermez. Önceki dönemlerden farklı olarak,
peşinden gittiği bir ideal, sahip olduğu değişmez bir
düşünce veya bir anlam arayışı bulunmamaktadır.
Postmodernist özne, bunların hepsinden vazgeçmiş öznedir.
Beyaz Kale’nin iki öznesi, birbirlerine dönüşürler.
Birbirlerine ikiz gibi benzeyen Köle ve Hoca, birbirlerinin
yerine geçerler. Böylece batıyı temsil eden Köle’nin yerine
geçen Hoca, O’nun memleketine giderek hayatını sürdürürken;
doğuyu temsil eden Hoca’nın yerine de Köle geçerek,
İstanbul’da refah içinde “doğulu” hayatını yaşamaya başlar.
Bu dönüşüm, sözü geçen öznelerin bireyselliğine yönelik bir
bilgiyi de sunar. Kişiler, kendileri olmaktan rahatlıkla
vazgeçebilmekte, başkalarının hayatını yaşamakta bir sakınca
207
görmemektedirler. Bu açıdan bakıldığında da, her ikisi de
postmodernist öznedir.
Kara Kitap’ta Galip’in karısını arama serüveni,
sonuçsuz bir gezi yazısına dönüşür. Karısi ile ilgili
hayallerin ve hatıraların peşinden giderken, rüzgârda
savrulur. Amacın araçları meşru kıldığı bu gezide Galip,
karısını bulabilmek dışında her şeye ulaşacaktır. Galip’in
diğer arzu nesnesi olan Celâl de kayıptır. Rüya’yı bulamayan
Galip, en azından Celâl’i bulur: O’nun öldürülmüş olduğunu
öğrenir. Ama Kara Kitap’ta da bir dönüşüm gerçekleşir.
Galip, ölen Celâl’in yerine geçerek köşe yazıları yazmaya
başlar. Bir anlamda, Celâl’in hayatını yaşar. Bu durum, bir
önceki kitapta da görülür. Böylece Galip-Celâl’in, modernist
bir özneden çok, postmodernist bir kişi olduğunu
söyleyebiliriz.
Yeni Hayat’ın öznesi Osman aslında modernist özneye
daha yakın bir kişidir. Okuduğu kitabın büyüsüne kapılarak,
kitaptaki gerçekliği ve aşık olduğu kadını aramaya
başladığında, bir amacı vardır. Kendini aradığı gerçekliğin
götürdüğü yollara kaptırsa da, bir arayışın öznesi olduğu
için Osman’I, modernist özne olarak kabul etmek gerekir.
208
Benim Adım Kırmızı’nın öznesi Kara’nın, etrafındaki
çoksesliliği anlatırken, tarafsız bir tutum sergilediğini ve
bunlarla ilgili hiç bir yorum yapmadığını görürüz. Karşısına
ne çıkarsa çıksın, doğası gereği sakin bir kişidir Kara.
Kara’nın bir özne olarak üzerinde taşıdığı özelliklere
bakarak, tam anlamıyla olmasa da bir anlamda postmodernist
özneyi görebiliriz. Zaten Pamuk da Kara’da olan biteni
açıklarken şu cümleyi sarfetmektedir: “Kahramanlarımı zaferleri ve
cesaretleriyle değil, sessizlikleri, kararsızlıkları ve kederleriyle sevdirmek
isterim”528. Kara, bir düşünüşe veya ideale bağlı değildir.
Gerektiğinde âşık, gerektiğinde savaşçıdır. Bu kimlikleri
yaşarken de bir ideali yoktur. Bir diğer özne olan
Şeküre’nin de, Kara’nın aşkına yaklaşımında, faydacı bir
tavır görürüz. Bu aşk O’nu onurlandırır, kendini daha güzel
hissettirir; ama hissettiği aşk değildir. Her zaman, kendisi
için neyin daha iyi olacağını düşünür. Benim Adım Kırmızı’da
bir kişi daha dikkat çeker: Ester. Ester, gerektiğinde
kendine emanet edilen mektupları okur, hatta başkalarına
okutturur. Her ortamda bulunabilir. Toplumun her
kademesindeki kişinin Ester’le bir işi vardır. Bu ve benzeri
örnekler bizi, Benim Adım Kırmızı’daki önemli öznelerin,
postmodernist özne oldukları sonucuna ulaştırmaktadır.
528 Orhan Pamuk, Öteki Renkler, s.161.
209
Kar’ın öznesi Ka, şiiri araması bakımından modernist,
hayattaki duruşu bakımından ise postmodernisttir.
İdeallerden uzaktadır. Kadife’ye, “Hayat ilkeler için değil; mutlu
olmak için yaşanır”529 der. İpek’in babası Turgut Bey’i bildiriye
imza atmak konusunda ikna etmeye çalışırken de derdi siyasî
veya sosyal değildir; amacı İpek’le baş başa kalmaktır530.
Ka’nın yaptığı hiçbir şey özgün değildir. Türkler’i
zehirlediği düşünülen tarçınlı şerbetten keyifle içer. Ancak
daha sonra Kadife’den, söylentiye inanmayan bütün
yabancıların şerbetten içtiklerini ve zehirlendiklerini
öğrenecektir531. Muhtar da modernist özneden postmodernist
özneye geçmiş bir kişidir. Hayatının ilk döneminde arayışı
vardır; ama aradıklarını bulamaz. Postmodernist özne
aşamasında da hiç bir ideali yoktur. Polislerin kendisini
aşağılamalarını hep alttan alır ve bunu da büyük bir
rahatlıkla yapar532. Her ortamda bulunabilen Ka,
postmodernist bir öznedir. Ancak İpek, Lacivert ve Kadife
gibi kişiler, arayışları ve idealleri nedeniyle modernist
öznelerdir.
1.7. Okurun Yükselişi Ögesi
529 Orhan Pamuk, Kar, s.312.530 A.g.e., s.244.531 A.g.e., s.218. 532 A.g.e., s.66.
210
Postmodernist romanın önemli bir özelliği de, yazarın
ve kahramanın öneminin okura yönlendirilmiş olmasıdır.
Önceki dönemlerde en ön planda olan yazar ve kahraman, artık
romanın öznesi değildir. Okur ise, önceki dönemlerin
tersine, etkisiz eleman olmaktan kurtularak, romanın
kurucusu haline gelir. Okurun, romanı istediği gibi okuması,
istiyorsa romanın parçalarını atlayabilmesi, romanda
yazılanların gerçekliğine inanmama hakkına sahip olması ve
araştırmaya yönelebilmesi, bir diğer önemli değişikliktir.
Postmodernist romanda bu, yazarın inisiyatifi okura
bırakmasıyla görülür. Okurun metin içine sokulması da, bir
diğer görüntüdür.
Beyaz Kale, Pamuk’un okurla konuşmaya başladığı ilk
romanıdır. Okurun “dikkatli”, “dikkatsiz”, “akıllı” gibi
tanımlamalarla gruplara ayrılmaya başlanması, ilk defa bu
romanda görülmeye başlar. Aynı zamanda üstkurmaca bağlamında
da ele alına bu özellik nedeniyle, bu romanla birlikte
okurun ön plana çıkmaya başladığını söyleyebiliriz. Okur, bu
şekilde gruplandırıldığı için, Beyaz Kale okur merkezlidir.
Kara Kitap, farklı söylemlerin iç içe geçmesi
nedeniyle, okurun tercihlerini ön plana çıkartan bir
romandır. Kitabın bölümlerinin yarısı Celâl’in köşe
yazılarıdır. Bu yazıların, kitabın kurgusu içinde de
211
bağlantıları vardır ama okur, isterse bu yazıları bağımsız
bir metin olarak da okuyabilmektedir. Ayrıca bölümler ve
epigraflar arasında çapraz bağlantılar bulunması, Pamuk’un
“dikkatli okur”unu harekete geçiren bir ögedir. Dikkatli
okur, metnin içindeki göndergeleri takip ederek,
Galip’inkine benzeyen ikinci bir polisiye katmanı
oluşturacaktır. Romandaki epigraf ve alıntı yoğunluğu da,
metnin dışına doğru bir üçüncü polisiye izleği harekete
geçirir. Bu nedenle, Kara Kitap’ın da okur merkezli bir
roman olduğu söylenmelidir.
Yeni Hayat, Pamuk’un sıradan okur-dikkatli okur
ayrımını harekete geçiren bir epigrafla açılır: “Aynı masalları
dinlemelerine rağmen, ötekiler hiç böyle bir şey yaşamadılar”533. Ancak okur
merkezli yaklaşım ve yapısökümcü okumayı harekete
geçirebilecek çok fazla bağlantı bulunmamaktadır. Sadece 16.
ve 17. Bölümlerde, yazarın okula konutuğu görüldüğünden,
üstkurmaca ögesi olarak daha önceden alıntıladığımız bu
örneklerin, okuru yükselttiklerini düşünebiliriz. Yine de,
Yeni Hayat’ın okur merkezli olduğunu söylemek, doğru
olmayacaktır.
Benim Adım Kırmızı’nın okuru, farklı okumalar yapmakta
özgür bir okurdur. İster metni başından sonuna kadar düz
533 Orhan Pamuk, Yeni Hayat, s.6.
212
okur, ister resim ve minyatür ile ilgili araştırmalar yapar,
isterse kitaptaki aşk hikâyesinin peşinden gider, isterse
sadece polisiyeyle ilgilenir. Her durumda da, okuma
gerçekleşmiş olacaktır.
Örneğin Ölü, kendi yaşadığı paralel dünya ile ilgili
bilgi verirken, yaşayanların dünyasından kendine sorular
soruluyormuş gibi davranır. Yaşayanlar dünyasındaki okur,
onun nasıl bir yerde bulunduğunu merak etmek zorunda
kalmıştır. Anlatıcı olan ölü, bu tavrıyla, okurla bire bir
ilişkiye girerek, okurla arasında bir iletişim varmış gibi
davranmaktadır. Bu da, okuru romanın içine sokan bir
tutumdur. Bu tutumunun yanısıra, yaşayanlara, yaşayanlar
dünyasından bir geleneksel anlatı örneği vererek,
yaşayanların ölümü merak etmeleriyle ilgili bir savaş
hikâyesi534 de anlatmaktadır. Bu, sıradan okura bir rivayet
gibi görünürken, postmodernist okur için, metinlerarasının
bir çeşidi olarak görülecektir.
Benim Adım Kırmızı’nın okuru, anlatıcıyla doğrudan
ilişkiye giren, romanın içindeki ölümü çözmeye çalışan,
romana katılan bir okurdur. Hatta Benim Adım Kırmızı’nın
sadece okuru değil; okurları vardır. Bu okurlar, romandan
farklı derecelerde anlam çıkarırlar ve farklı derecelerde
534 A.g.e., s.10.
213
keyif alırlar. Bu nedenle Benim Adım Kırmızı, yoğun bir
biçimde okur merkezlidir.
Kar’da yazarın okurla doğrudan konuşup metni okura
bırakması çok yoğun bir özellik olarak karşımıza çıkmasa da,
romanın bir yerinde geçen “Lacivert’in bu konuda ne düşündüğünü
merak edenler, kitabımızın ‘Ben Kimsenin Ajanı Değilim’ başlıklı ‘Ka ile Lacivert
Hücrede” alt başlıklı otuz beşinci bölümünün beşinci sayfasında ‘İdamımın’
kelimesiyle başlayan kendi kısa hayat hikâyesine bakabilirler, ama
kahramanımızın orada söylediklerinin de hepsinin doğru olduğundan emin
değilim”535 cümleleriyle fark yaratılır. Bu cümlelerle, okura,
sıradan okumanın dışında bir okuma önerilerek, okur özgür
bırakılır. Yine yukarıdaki başlıklarda örnek olarak alınmış
bir başka bölümde de yazar Orhan, Kar resmini kitabın
neresine koyduğunu hatırlatarak düzlemi bozar. Kar’da okuru
ön plana çıkaran en önemli özellik, kitabın sonunda yer
alan, şiirlerin bulunduğu sayfaların verildiği listedir. Bu
listeden, şiirlere ulaşılamasa da, şiirlerin nasıl
yazıldığına ulaşılabilir. Böylece okur, görünür hikâyeyi
tamamen atlayarak, şiirlerin hikâyesinin peşine
düşebilecektir. Bir diğer önemli özellik de, Ka’nın
şiirlerini bir kar tanesi resminin üzerine yerleştirmesidir
ki bu da yeni bir okuma doğurur. Bu üçüncü okumada okur, kar
tanesinin üzerindeki şiirlerin, “Mantık”, “Hayal”, “Hafıza”
535 Orhan Pamuk, Kar, s.73.
214
ve “Merkez” noktalarındaki yerlerini takip edebilecektir.
Nihayetinde Funda Eser’in de tiyatro seyircisi için
söylediği gibi, “Marifet oyuncunun değil, seyircinin[dir]”536.
Kar’da okur merkezli olma özelliği, Ka’nın şiirlerinin
not edildiği kar resmi ile doğrudan ilgilidir. Yukarıda da
belirttiğimiz gibi, şiirlerin aranmasını sağlayan notlar ve
çizelge, hiç bir yorum içermeksizin kitabın son bölümünde
yer alır. Bu da, inisiyatifi okura bırakan bir tutumdur.
Aynı zamanda oyunculuğu da içeren bu tutum sayesinde Kar’da
da okurun yükselişi ögesi kullanılmış olmaktadır.
1.8. Mekan ve Zamanda Yenilik Ögesi:
Postmodernist romanın bir diğer özelliği de, zaman ve
mekanın sürekli değişmesidir. Modernist romandan farklı
olarak bu tutum, bilinçakımının dışında kullanılır.
Postmodernist romanda, çoklu dünyalar olduğu için zaman ve
mekan sürekli değişmektedir.
Beyaz Kale’de iki zaman iç içe geçmiştir. Birincisi,
metni bize tanıtan Faruk Darvınoğlu’nun yaşadığı bugünkü
zamandır. İkincisi ise, Hoca ve Köle’nin yaşadıkları ikinci
zamandır. Bu zamanlar, bağımsız gibi görünseler de
536 A.g.e., s.204.
215
biraradadır; çünkü romanın tanıtımını yapan Darvınoğlu da
kurgusal bir kişidir. Bu nedenle, Beyaz Kale’de kullanılan
zaman ve mekanın, yeni bir kullanımı olduğunu
söyleyebiliriz.
Kara Kitap, zamanın ustaca kullanıldığı ve bilinçli
olarak anlaşılmaz ve girift hale getirildiği bir yapıdadır.
Kitabın başlarında Galip’in ailesinden bahsettiği bölümde,
ailenin tarihçesi açıklanıyor gibidir. Ancak bölümün sonunda
Galip bütün yaratılmış gerçekliği yıkarak, geriye doğru bir
bilgi vererek karısı Rüya’nın, ondokuz kelimelik bir mektup
bırakarak kendisini terk ettiğini açıklamaktadır537. Yine bu
bölümde Galip, bir hat üzerinde ilerleyen klasik zaman
imgesini kullanmaz. Zaman, serbest çağrışımlarla,
hatıralarla, hatta geleceğe ait bilgilerle sürekli bölünür:
“Evet, şimdi, (Onlar hep birlikte sofraya otururken) Rüya uyuyor olmalıydı; hayır,
aç değildi, Suzan Yenge’nin zahmet edip, gidip çorba yapmasına gerek yoktu;
ağzı sarımsak, çantası da tabakhane kokan o doktoru da istememişti; evet
dişçiye bu ay da gitmemişti; doğru Rüya son zamanlarda çok az sokağa çıkıyor,
hep evde dört duvar arasında oturuyordu; hayır, bugün hiç sokağa çıkmamıştı;
siz onu sokakta mı gördünüz? Düğmeciye gitmiş, manifaturacıya mor düğme
almaya, caminin önünden geçerek, tabii söylemişti, bu soğukta, böyle üşütmüş
olmalı; öksürüyordu da; sigara da içiyordu; bir paket; evet, suratı bembeyazdı; a,
hayır, Galip kendi suratının ne kadar beyaz olduğunu bilmiyordu; Rüya ile bu
537 Orhan Pamuk, Kara Kitap, s.45.
216
sağlıksız hayata ne zaman son vereceklerini de. Palto. Düğme. Çaydanlık.
Sonraları bu aile soruşturmasından sonra, aklına niye bu üç kelimenin geldiğine
Galip fazla kafa yormayacaktı(…) galip lâfı değiştirmek için ‘Celâl’in bugünkü
yazısını…’ diye söze başlayacaktı(…)”538 Kara Kitap’ın girift zamanının
dilbilgisel göstergeleri, bu çalışmadan önceki çalışmalarda
da dikkati çekmiştir539. İlk bölümün ilk paragrafı, “şimdiki
zamanın hikâyesi ile” başlayarak “mişli geçmiş zamanın
hikâyesi ile sürer” ve “dili geçmiş zamanla” biter540.
Kara Kitap’ta mekan ve zamanda yenilik, sadece yukarıda
örneğini verdiğimiz şekillerde görülmektedir. Ancak bu zaman
kaymalarının postmodernist bir yaklaşım olduğunu söylemek,
çok da mümkün değildir.
Yeni Hayat’ta zamanda atlamalar görülmese de, zamanın
anlatımı açısından ele alındığında, yeni bir zaman anlayışı
göze çarpar. Murgunun anlatıcısı olan Osman, yer yer bilinç
akımı teknikleriyle geri dönüşlerle hikâyesini anlatır. Ama
bilinç akımı, modernist anlatının da özelliğidir. Bu
nedenle, Yeni Hayat’ta mekan ve zamnada yenilik ögesi
bulunmamaktadır.
538 A.g.e., s.39.539 Nüket Esen, Kara Kitap Üstüne Yazılar, s.40.540 A.g.e., s.40.
217
Benim Adım Kırmızı’da, özellikle konuşan resimler yeni
bir zaman ve mekan duygusu sağlarlar. Ölü, bizim yaşadığımız
mekana seslenebildiği bir ara-mekandadır. Biz O’nu
göremeyiz; ama O bizi görür. Ağaç, bir kitaptan düşen bir
sayfada çizili olduğunu ve o kitabı aradığını söyler: “Bugün
bitirildiğini kederle işittiğim bu kitabın bir sayfasında da ben olacaktım. Ne yazık
ki soğuk bir kış günü beni taşıyarak kayalık geçitlerden geçen tatar ulağın yolunu
haramiler kesti. Önce dövdüler zavallı Tatar’ı, sonra harami usûlünce soydular,
ırzına geçip imansızca öldürdüler. Bu yüzden ben de bilmiyorum hangi
sâhifeden düştüğümü”541.Ölüm’ün resme geçiriliş hikâyesinde,
romanın hâkim konusu olan resimle ilgili noktalara
değinilmektedir. Bu arada Ölüm’ün, Enişte Efendi’yi ve O’nun
konuştuğu nakkaşı anlatırken, bu kişilerin iç dünyaları
hakkında da bilgi verdiği görülmektedir. Ölüm, burada bir
yansıtmacı roman yazarı gibi davranmaktadır. Ölüm, bu
zamanda da haber vermekte ve O’nu çizen nakkaşın o anda
kahvehanede oturup kendisine baktığını da belirtmektedir.
Böylece zaman ve mekan iç içe geçmiş olur.
Yukarıda ele aldığımız örnekler ve benzerleri nedeniyle
Benim Adım Kırmızı’da zaman ve mekan, yeni bir anlayışla
kaleme alınmıştır.
541 Orhan Pamuk, Benim Adım Kırmızı, s.61.
218
Kar’da da yazar, klasik anlamıyla çizgisel olan zamanı
kullanmaktan yer yer kaçınarak, farklı bir zaman anlayışı
sergiler. Örneğin otelde yemek yenirken, yazarın anlatıcı
kimliğinin ön plana çıkmasıyla, birden yazar ve Ka’nın
çocuklukları anlatılmaya başlanır542. Yine Kar’da, Ka’nın
Muhtar’ın polisten dayak yemesine şahit olduğu sahnede,
zamanda atlama yaşanır ve yazar, Ka’nın iki gün sonra aynı
duruma düşüp bu sahneyi hatırlayacağını, okuyucuya
bildirir543. Kitabın başlarında görülen cinayet, önce Ka ve
İpek’in gözünden anlatılır. Bir sonraki bölümde, zaman
geriye gider ve bu defa da cineyet, daha çok katilin
gözünden anlatılır544. Yirmi dokuzuncu bölümde yazar, Ka’nın
ölümünden sonraki olayları anlatırken, otuzuncu bölümde yine
Ka ve İpek’in yalnız olduğu otel odalarına dönerek, bu
olayları anlatmaya başlar545.
Kar’da zamandaki atlamalar, farklı zamanların iç içe
geçmesine neden olmaktadır. Bu nedenle de Kar’da, zaman ve
mekanda yenilik ögesinin bulunduğunu söyleyebiliriz.
1.9. Çoğulculuk ve Zıtlıkların Birarada Kullanılması Ögesi
542 Orhan Pamuk, Kar, s. 126. 543 A.g.e., s.68.544 A.g.e., s.43.545 A.g.e., s.262.
219
Postmodernist roman için, zıtlıkların birarada
bulunduğu roman tanımını yapmak, yanlış olmayacaktır. Bu
zıtlıklar, birbirlerine uyum sağlamak zorunda değildirler.
Sadece birarada bulunurlar. Bunun yanı sıra, popüler kültür
ve çoğulculuk da, postmodernist romanın önemli
özelliklerindendir.
Beyaz Kale, tarihi roman özelliklerini de
taşıdığından, popüler kültür ögelerini içinde barındırmaz.
Beyaz Kale’yi önceki ögeler açısından incelediğimizde de,
bunun gibi boşluklara rastlamıştık. Ancak, Hoca ile
Venedikli Köle’yi, zıtlıkların birarada bulunması olarak ele
almak da gerekir. Bu durumda, her ne kadar popüler kültür
ögelerini barındırmasa da Beyaz Kale, zıtlıkları birarada
bulundurduğu için bu ögeyi taşır.
Kara Kitap’ın öznesi Galip’in çocukluğu, bir karnaval
görünümündedir. Illustration Mecmuaları; Dünya Gazetesi’nden
parçalar; Alaaddin’in dükkanı; Dodge, Packatt, Desoto,
Chevrolet arabalar; gizli kürtaj yapan kadın doktorlar;
Karaköy’deki beyaz eczane; Fas’tan gelen kartpostallar;
likör takımları; Rüya’nın küçüklük fotoğrafları; Celal’in
“Elyazısından Kişiliğinizi Okuyoruz, Rüyalarınızı
Yorumluyoruz, Yüzünüz Kişiliğiniz, Bugünkü Burcunuz ve İster
220
İnan İster İnanma”546 köşeleri ile doludur547. Galip’in
İstanbul’da gördükleri de çoğulculuk ve zıtlıkların birarada
görülmesini sağlamaktadır. Bu nedenle Kara Kitap’ta,
çoğulculuk ve zıtlıkların birarada kullanılması ögesi
bulunmaktadır.
Yeni Hayat’ta çoğulculuk özellikle trafik kazalarında
göze çarpar. Bu kazalar, bir karnaval görüntüsü taşır.
Trafik kazalarının anlatıldığı sahneler, daha önce marjinal
gerçeklik ve çoklu dünyalar ögesi incelenirken
örneklendirilmiştir. Farklı kişilerle bir amaç ardından
gidenler karşılaşırlar ve bu farklı kişiliklerin çatışmaları
da romanda görülür. Bu nedenle, Yeni Hayat’ta da, çoğulculuk
ve zıtlıkların birarada kullanıldığını söyleyebiliriz.
Benim Adım Kırmızı’da da Beyaz Kale’de olduğu gibi
tarihi roman kişiliği bulunur. Bu nedenle popüler kültür
ögeleri görülmemektedir. Ama kalabalık kadrosu ve çok
anlatıcılı özelliği, bu anlatıcılarının kendi kültürel
birikimlerini yansıtıyor olmaları göz önünde tutulduğunda,
kişiler zıtlıkları yansıtırlar. Örneğin Ester ve Enişte
Efendi’nin yansıttıkları, birbirinden farklıdır. Bu nedenle,
zıtlıklar ve çoğulculuk ögesi bulunmaktadır
546 Orhan Pamuk, Kara Kitap, s.19.547 A.g.e., s.13-19.
221
Kar’da çoğulluk ve zıtlıkların en yoğun yansıması,
Sunay Zaim’in oyunlarında görülür. Zaim, halk modern sanatı
anlayamayacağı için, tiyatrosunda büyük oyunlardan
parçalarla birlikte, Kaleci Vural’ın hatıralarını ve göbek
dansını birarada kullandığını söyler548. Oyun birden kesilmiş
gibi biterek, bu ögelere geçiş yapılmaktadır. Seyirci de bu
düzene alışmıştır. Bazen Atatürk üzerine konuşmalardan sonra
Funda Eser’in birden sahneye çıkıp göbek attığına şahit
oluruz. Daha sonra da bambaşka bir eserin sadece bir parçası
oynanır549. Kar, eli karanfilli cücelerin, şeyhlerin,
laiklerin, aşıkların, başörtülü kızların, dul kadınların
birararda bulunduğu çoğulcu bir romandır.
1.10. Metinlerarasılık Ögesi
Metinlerarasılık, bütün metinlerde görülebilecek klasik
bir özellik olmasına rağmen, postmodernizmde, önceki
dönemlerden farklı olarak, yeni bir gerçeklik arayışının
parçası olmuştur. Önceki metinler, oyun veya sadece
anlamsızlık için yeni metin içinde kullanılabilir. Daha da
ileri gidilerek, postmodernist yazarın önceki metinleri,
hatta metin kişileri ile yeni anlatı arasında bağ
kurulabilir.
548 Orhan Pamuk, Kar, s.199. 549 A.g.e., s.194.
222
Orhan Pamuk, romanlarında metinlerarası ögeleri büyük
bir yoğunlukla kullanmaktadır. Metinlerin bu açıdan
incelenmesi, ayrı bir çalışma konusu olabilecek kadar
kapsamlıdır. Pamuk’un bu tutumunda, yeni yazar kavramı ile
ilişki olduğunu söylemek, yanlış olmaz. Metinlerarasılığı en
yoğun kullanan dünya yazarlarından biri olan Umberto Eco
gibi Pamuk da, romanını kurgularken yıllarca araştırma
yaparak, önceki metinlerle bağ kurmayı tercih etmektedir.
Pamuk’un, Eco gibi yazdığının düşünülmesinin nedeni de
budur. Aslında aradaki bağ, yöntem bağıdır.
Beyaz Kale’nin hemen başındaki ithaf, romanın, Orhan
Pamuk’un bir önceki romanı Sessiz Ev’le söyleşim içinde
olduğunun göstergesidir. Sessiz Ev’in kahramanlarından olan
Nilgün Darvınoğlu ve abisi Faruk Darvınoğlu, bu kitapta
yeniden karşımıza çıkarlar. Faruk Darvınoğlu, Beyaz
Kale’nin bir tarih araştırması sırasında bulduğu elyazmaları
olduğunu açıklar. Faruk, önceki romanda da doçentliğini
vermiş bir tarihçidir ve kardeşi de önceki romanda da
görüldüğü gibi ölmüştür. Bu metinlerarası ilişki, aynı
zamanda marjinal gerçeklik özelliği de taşır; çünkü roman
öznelerinin varlıkları, başka romanlarda da görülerek,
gerçekliği karmaşıklaştırmak için kullanılmıştır. Bu nedenle
Beyaz Kale, metinlerarasılık ögesini barındırır.
223
Kara Kitap’ta, öncelikle Mesnevi ve Hüsn-ü Aşk önceki-
metin olarak kullanılmıştır. Gerçek kişilerin, dönüşerek
başka bir çağda, bir roman kişisi halini aldıkları görülür.
Kara Kitap’ın asıl kişisi olan Galip ile Şeyh Galip; O’nun
sürekli aradığı ve sonunda kendisine dönüştüğü Celal ile de
Mevlana Celaleddin arasında bağ kurmak mümkündür. Bu
bağlantı, gizli bir düzeyde hareket etmesine rağmen,
“dikkatli okur”, bağlantının açıklandığı satırları da
bulacaktır: “Celâl, Mevlâna’dan kendinden söz eder gibi söz ediyor,
kelimeler, cümleler arasında ilk bakışta göze çarpmayan sihirli bir yer
değiştirmeden yararlanarak, kendini Mevlâna’nın yerine koyuyordu. Galip,
Celâl’in kendinden sözettiği bazı yazılarda ve Mevlâna’dan sözettiği ‘tarih’
yazılarında aynı cümleleri, paragrafları, bunlardan öte, kederle ördüğü aynı
üslûbu kullandığını görünce, bu yer değiştirmeden emin oldu”550. Galip ile
Rüya arasındaki aşkın da, Hüsn ve Aşk arasındaki aşka
benzerliği551, bu çalışmadan da önce dikkati çekmiştir. Galip
ile Aşk, Rüya ile de Hüsn arasında ilişki vardır552. Galip’in
ailesinin yaşadığı Şehrikalp Apartmanı ile de, Hüsn-ü
Aşk’taki Diyar-ı Kalp arasında bağlantı vardır.
Hüsn-ü Aşk da, metinlerarası ilişkilere sahip bir
eserdir. Kara Kitap için de önemi son derece yüksek olan
ünlü beyit, bu ilişkiyi ortaya koyar: “Esrarını Mesnevi’den aldım /
550 Orhan Pamuk, Kara Kitap, s.252.551 Nüket Esen, Kara Kitap Üstüne Yazılar, s.115.552 A.g.e., 117.
224
Çaldım veli mîri mâlı çaldım”553. Hüsn-ü Aşk’ın “Fethiyye-i
Şâirâne”(Şairâne Övünme) başlıklı bölümünde, Şeyh Gâlip’in
önceki-metinlere bakışı görülür:
Tarz-ı selefe tekaddüm ettim
Bir başka lügat tekellüm ettim
Ben olmadım ol gürûha pey-rev
Uymuş belî Gencevî’ye Hüsrev
Billâh bu özge mâceradır
Sen bakma ki defter-i belâdır
Zannetme ki şöyle bir söz
Gel sen dahi söyle böyle bir söz
Erbâb-ı sühan tâmam mâlûm
İşte kalem işte kişver-i Rûm
Gördün mü bu vâdi-i kemînî
Dîvan yolu sanma bu zemîni
Engüşt-i hatâ uzatma öyle
Beş beytine bir nazîre söyle
553 A.g.e., s.115.
225
Az vaktde söyledimse anı
Nâ-puhteliğin değil nişânı
Gördük nice şâhlar gedâlar
Bir anda yapar anı babalar
Gencînede resm-i nev gözettim
Ben açtım o genci ben tükettim
Esrarını Mesnevîden aldım
Çaldımsa da mîrî mâlı çaldım
Fethetmeğe sen de himmet eyle
Ol gevheri bul da sirkat eyle
Çok görme bu hikmet-i beyânım
Tevfîka havâle eyle cânım
İn dem ki zi şâirî eser nist
Sultân-ı sühan menem diger nist554
554 Şeyh Gâlip, Hüsn-ü Aşk(Hazırlayanlar: Orhan Okay, Hüseyin Ayan), Dergâh Yayınları, İstanbul 1975, s. 347-348.Parçanın Türkçe’si, aşağıdaki gibidir:Eskilerin usûlünden daha ileri gittim ve başka bir dille konuştum.Her ne kadar Hüsrev, Gencevî’ye uymuşsa da ben o kalabalığa uymadım.Yemin ederim ki, bu bambaşka bir maceradır. Sen onun bir belâ defteri olduğuna bakma.Şöyle böyle bir söz zannetme, gel sen de böyle bir söz söyle.Söz san’atkârlarının hepsi malûmdur. İşte kalem, işte Osmanlı Diyarı.
226
Şeyh Gâlip’in önceki metinlerle ilgili bu tavrı,
postmodernizm açısından son derece kabul edilebilir, hatta
ideal bir tavırdır. Yukarıda açıklandığı gibi, postmodernist
bakış açısında, yeni metin veya yeni bir içerik olamaz. Her
metin, önceki metinlerin tekrarıdır. Galip’in divan şiiri
geleneklerine göre kendini övmesinde ve önceki-metni çalmış
olduğunu söylemesinde tabii ki postmodernist bir tavır
yoktur; ancak postmodernist bir yazar için, postmodernist
bir metinde önceki-metin olarak Hüsn-ü Aşk’ın
kullanılmasında çok zekice bir ayrıntı gizlidir. Kara Kitap,
bir anlamda önceki-metni taklit eden bir önceki-metnin
taklitidir.
Kara Kitap ve Hüsn-ü Aşk arasındaki bağlantı, sadece
isimler bağlamında değildir. Galip’in yolculuğu ile Aşk’ın
yolculuğu birbirine benzer. Berna Moran, Buna benzer bir
koşutluğu, Mevlana’nın Şam sokaklarında Şems-i Tebrizi’yi
araması arasında da kurmaktadır555. Galip’in yolculuğunun,
klasik-mitolojik yolculuk hikâyelerine ve Hüsn-ü Aşk’aBu tehlikeli vâdiyi gördün mü? Burasını Divanyolu zannetme.Öyle, yanlış diye parmağını uzatma da beş beytine bir nazire söyle.Onu kısa zamnada söyledimse hamlığın alâmeti değildir.Biz nice şâhlar ve gedalar gördük ki babalar öylesini bir anda yaparlar.Bu hazinede yeni bir usûl tutturdum. O hazineyi kendim açıp kendim bitirdim.Sırlarını Mesnevi’den aldım. Hırsızlık ettimse de beylik malı çaldım.Sen de artık anlamaya çalış, o cevheri bul da çal.Bu sözlerimin hikmetini sen de çok görme ve Allah’ın yardımına havale et, a canım!Tek şâirden eser görülmediği şu zamanda söz sultânı benim, başkası yok.555 Nüket Esen, Kara Kitap Üzerine Yazılar, s.83.
227
benzer bir diğer tarafı da, bu yolculuk sırasında yaşadığı
yarı-mistik maceralardır. Manken atölyesi, ünlülere benzeyen
hayat kadınlarının olduğu genelev ve kendisini Galip’in
ilkokul arkadaşı olarak tanıtmasına karşın Galip’in diğer
ilkokul arkadaşları tarafından tanınmayan Belkıs, bunların
bazılarıdır. Pamuk, Hüsn-ü Aşk’la ilgili gizli göndermeler
yaparak, “dikkatli okur”un ilgisini Hüsn-ü Aşk’a çeker.
Rüya’nın eşyalarını karıştırırken bulduğu bir okul
defterinde, “Hüsn-ü Aşk imtehanda gelebilir”556 yazar.
Hüsn-ü Aşk’ın konusunu aldığı Mesnevi de, pek çok
hikâyeden oluşan ve doğal olarak da önceki hikâyelerden
etkilenen bir metindir. Çok hikâyeli yapı, Orhan Pamuk’un
kullanmayı sevdiği bir özellik olarak karşımıza çıkarken,
Benim Adım Kırmızı’da, doruk noktasına ulaşacaktır. Celâl,
notlarından birinde, “Mevlâna’nın en büyük eseri Mesnevi baştan sona bir
çalıntıdır!”557 yazmış, Mesnevi’deki hikâyelerle Kelile ve Dimne,
Mantık-ut Tayr, Leylâ ile Mecnun, Kıssas-ı Enbiyâ, Binbir
Gece Masalları gibi metinlerdeki hikâyeler arasında bağ
kurmuştur. Bunların sonucunda da Celâl’in, bazı köşe
yazılarında yaratma ile ilgili düşüncelerini öğreniriz. Bu
düşünceler, postmodernist yazarların düşünceleri ile
aynıdır: “Celâl birçok köşe yazısını, belki de hepsini başkalarının yardımıyla
yazdığını söyler, önemli olanın yeni bir şey ‘yaratmak’ değil, daha önceden,
556 Orhan Pamuk, Kara Kitap, s.53.557 A.g.e., s.252.
228
binlerce zekâ tarafından binlerce yılda yaratılmış olan harikaları bir
köşesinden, bir ucundan değiştirerek yepyeni bir şey söyleyebilmek olduğunu
ekler, bütün köşe yazılarını başkalarından aldığını söyler”558. Bütün bu
söylenenler, aynı zamanda üstkurmaca ögesi ile de ilgilidir.
Çünkü metnin en üstündeki asıl yazar olan Orhan Pamuk da,
aslında yazdığı Celâl gibi “mîrî mâlı” çalmaktadır. Ve Hüsn-
ü Aşk’la Mesnevi’ye yapılan bütün göndermeler, aslında Orhan
Pamuk’un göndermeleridir. Önceki-metin olan Mesnevi ve
önceki-yaşam olan Mevlâna’nın yaşamı ile Kara kitap
arasındaki en belirgin bağlantı, “Şems-i Tebrizi’yi Kim
Öldürdü?” başlıklı ikinci kısma ait Üçüncü Bölüm’de559 ortaya
çıkar. Bu bölümün epigrafı, Mevlâna’dan alınmıştır: “Ne kadar
zaman arayacağım seni ev ev, kapı kapı/ Ne kadar zaman köşeden köşeye,
sokak sokak?”560 Bu sözler ve bölümde açıklanan Mevlâna’nın
Şems’i aramasıyla Galip’in Rüya’yı arayışı arasında koşutluk
vardır. Her iki yolculuk da aslında birbirlerinin
aynısı/aynasıdır. Mevlâna da Galip gibi sokak sokak gezer,
yeraltına iner, sevgili Şems’le eski dostlarını ziyaret
eder, O’nun eski eşyalarını inceler, hikâyeler dinler ve
sonunda Galip’in rüya yerine Celâl’e dönüşmesi gibi O da
Şems’e dönüşür. Galip’in bulamadığı Celâl’in yerine geçerek
köşe yazıları yazması gibi Mevlâna da artık şiirlerini
Divan-ı Şems-i Tebrizî adı altında yazacaktır561. 558 A.g.e., s.253-254.559 A.g.e., s.246.560 A.g.e., s.246.561 A.g.e., s.256.
229
Kara Kitap’ın, Mesnevi ile ilişkilerini teker teker
ortaya çıkarmak ve bunları incelemek, başlı başına bir
çalışma konusudur. Bunun dışında, çalışmamızın içeriği ve
sınırlandırılması açısından, bunların tek tek bulunmaya
çalışması, gereksiz olacaktır. Temelde önemli olan, Kara
Kitap’ın, önceki metin olarak Mesnevi ve Hüsn-ü Aşk’ı
kullanmış olmasıdır.
Kara Kitap’ın yoğun metinlerarası ilişki ağı, daha önce
de araştırmacıların dikkatini çekmiştir. Ancak bu
araştırmalarda da, önceki-metnin hangi metin olduğuna dair
belirsizlikler bulunur. Örneğin Kara Kitap’ın 367-368.
sayfalarındaki en iyi resmin hangi resim olduğu ile ilgili
hikâyenin, eşzamanlı bir kitap olan Tournie’nin Le
Médianonce Amoreux (Veda Yemeği562)’unda da bulunmaktadır563.
Her iki hikâyenin de başka bir hikâyeden, büyük ihtimalle
uzak doğuya ait bir hikâyeden alındığı şüphesizdir. İki
hikâyenin alıntılanmasındaki fark ise, Tournier’nin bu
alıntıyı Gazzali’den564 yaptığını söylemesine karşılık,
Pamuk’un kaynak belirtmemesi, hatta bu hikâyenin bir alıntı
olduğundan bile bahsetmemesidir.
562 Michel Tournier, Veda Yemeği, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1994. 563 Nükhet Esen, Kara Kitap Üzerine Yazılar, İletişim Yayınları, İstanbul 1996, s.25-27.564 Michel Tournier, a.g.e., s.190-193.
230
Berna Moran, Kara Kitap’taki Merih Manken Atölyesi’ne
iniş ve Süleymaniye Camii’nin gezilmesi ile Dante’nin Araf’ı
arasında bağ kurmaktadır565. Yeraltına iniş, yeraltındaki
yarı fantastik görüntüler ve daha sonra rehber değiştirerek
ilâhi olanın ziyaret edilmesi arasında böyle bir
metinlerarası bağ kurmak, son derece mümkündür. Yine Moran,
“Karlı Gecenin Aşk Hikâyeleri”566başlıklı Onbeşinci Bölümde
pavyondakilerin sırayla birer öykü anlatmalarını, batı
edebiyatının temel eserlerinden olan Dekameron’la bağlantı
kurarak açıklar567.
Kara Kitap, epigrafların kullanımı bakımından oldukça
yoğun bir romandır. Bu epigrafların metin içindeki önemleri,
hem metinlerarasılık hem de üstkurmaca bağlamlarında
önemlidir. Kara Kitap’ın ilk epigrafı, İslâm
Ansiklopedisi’nden alınmıştır: “İbn-i Arabî’nin gerçek bir vâkıa olarak
anlattığına göre, abdaldan olup ruhlar tarafından göklere çıkarılan bir arkadaşı,
bir defasında dünyayı çevreleyen Kafdağı’na varmış, dağı bir yılanın
çevrelediğini görmüş. Bugün dünyayı çevreleyen böyle bir dağ ve onun
etrafında böyle bir yılan olmadığı malûmdur” 568. Kurgusal bir metinde
böyle bir epigrafın seçilmesinde, şüphesiz bir özellik
vardır. Postmodernizmin anlamların içini boşaltan ve
marjinal gerçekliğe kayan gerçeklik anlayışına uyan bir565 A.g.e., s.86.566 Orhan Pamuk, Kara Kitap, s.159.567 Nüket Esen, Kara Kitap Üzerine Yazılar, 86.568 Orhan Pamuk,Kara Kitap.
231
epigraftır bu. Kemal Atakay da, bu epigrafa dikkati çekerek,
“Pamuk’un okuruna yönelttiği zekice bir uyarı”569 olduğunu söyler.
Kara Kitap’ın ilk bölümündeki epigraflar da,
birbirleriyla “söyleşim” içindedir. Birinci epigraf, “Epigraf
kullanmayın; çünkü yazının içindeki esrârı öldürür,” derken ikinci epigraf, “Böyle
ölecekse, öldür o zaman sen de esrârı, esrâr satan yalancı peygamberi öldür!”570
der. Bu epigraflar, Sekizinci Bölüm’de, üç usta yazarın
Galip’le yaptıkları konuşmada da, üslupla ilgili tavsiyeler
olarak geçecektir571. Böylece epigraflar, üstkurmaca ögesi
olarak da kullanılmış olurlar. Beşinci Bölüm’de de
Proust’tan alınan epigraf: “İnsan terkederken bir sebep gösterir. Bunu
söyler. Karşısındakine cevap verme hakkı tanır. Öyle durup dururken
gidilmez. Çocukluk bu”572 şeklindedir. Bu epigraf, bir anlamda Kara
Kitap’ın konusunun özünü oluşturur. Diğer yandan da epigraf,
başında bulunduğu bölümün adını verir: “Çocukluk Bu”573.
Onbirinci Bölüm’de de başlık, “Hafızamızı Sinemada
Kaybettik”tir. Aynı bölümün epigrafı da “Sinema, çocuğun
yalnız gözünü değil; aklını da bozar”574 şeklşndedir. Kara
Kitap’taki epigraf-konu bağlantıları, başka bölümlerde de
karşımıza çıkar; ancak bunların her biri teker teker bu
çalışmada alınmamıştır.569 Nüket Esen, Kara Kitap Üzerine Yazılar, s. 37.570 Orhan Pamuk, Kara Kitap, s.11. 571 A.g.e., s.93.572 A.g.e., s.53.573 A.g.e., s.53.574 A.g.e., s.123.
232
Kara Kitap’ta Galip, sürekli Celâl’den alıntılar yapar
ve bir anlamda hayata Celâl’in gözleriyle bakar. İlk bölümde
karısı Rüya’yı seyrederken de Celâl’in bir cümlesini
hatırlayarak, kendi kendine “Hafıza, bir bahçedir”575 der. Galip’in
hayatındaki diğer kişilerin de Celâl’in yazılarıyla yoğun
ilişkileri vardır. Romanın içinde Celâl’in köşe yazıları da
bulunduğundan, metnin içinden metinlerarası ilişkiler
kurgulandığını söylemek, yanlış olmaz.
Yoğun göndermeler nedeniyle Kara Kitap,
metinlerarasılık ögesini içinde barındırmaktadır. Hatta Kara
Kitap için metinlerarasılığın, romanın temel kurgu
malzemelerinden biri olduğunu söyleyebiliriz.
Yeni Hayat, adını Dante’nin aynı adlı eserinden
alırken, metinlerarası ilişki oluşur. Orhan Pamuk’un
romanları, kendi aralarında söyleşim içindedir. Bir önceki
kitabın öznelerinden biri olan Celal Salik’ten, Yeni
Hayat’ta da söz edilir. Salik’in bir köşe yazısı, tıpkı bir
önceki kitaptaki gibi, Yeni Hayat’ın öznesi tarafından
okunur. Bu, aynı zamanda iki kitaptaki olayların eşzamanlı
olduğu gibi bir simülasyon da yaratır. Salik, yeniden
belirdiğine ise, artık intihar etmiştir ve O’nun yerine
575 A.g.e., s.11.
233
geçen biri yazılarına devam etmektedir576. Bu durum da bir
önceki roman olan Kara Kitap’la örtüşür.
Kitabın bir bölümünde Osman, aşkından söz ederken,
Fuzuli’den bir alıntı yapar: “Canan yok ise can gerekmez”577.
Osman, yolculuğunun bir kısmında, romanla ilgili pek
çok şeyi açığa kavuşturmasında kendine önemli bilgiler veren
Dr. Narin’in evinde kalır. Dr. Narin’in O’nu oğlu gibi
görmesi, doktorun konuyu açıklamasını sağlar. Bu arada
doktordan bir Walther tabanca alır. Tabancayla atış talimi
yaparken de, atıcılık konusunda ne kadar başarısız olduğunu
fark eder. Bunun üzerine şöyle diyecektir: “Genç Walther’in
ıstırapları…” 578. Bu, Goethe’nin Genç Werther’in Acıları
kitabının ismine yönelik bir parodidir.
Pamuk’un Kara Kitap’ta da kullandığı iç içe geçmiş
metinlerarası yaklaşım, Yeni Hayat’ta da görülür. Osman,
okuduğu romanın yazarının Rıfkı Bey olduğunu anlayınca,
O’nun romanı yazarken nelerden etkilendiğini, nelerden
alıntı yaptığını bulur. Bu eseler ve kişiler, İbn-i
Arabi( Fususü’l Hikem, Fütuhatü’l Mekkiyye), Dante(Yeni
Hayat), Rilke(Duino Ağıtları) ve Jules Verne(İsimsiz
576 Orhan Pamuk, Yeni Hayat, s.93. 577 A.g.e., s.43.578 A.g.e., s.167.
234
Aile)’dir579. Bu nedenle, Yeni Hayat’ta metinlerarasılık
ögesi bulunmaktadır.
Benim Adım Kırmızı, metinlerarası ilişkilerin, gizli
ve açık olarak kullanıldığı yoğun bir romandır. Romanın
epigrefları, Kur’an’ın Bakara Sûresi ve Fâtır Sûresi’nden
alıntılanmıştır. Epigrafların ilk özelliği, konu ile
aralarında tam bir örtüşme olması, diğer özelliği de, Türk
romanında Kur’an alıntılarının, dini içeriğe sahip olmayan
modernist-postmodernist bir romanda ilk defa bu yoğunlukta
kullanılmasıdır. Birinci bölümdeki, Cennet ve Cehennem
tasvirlerinde, Kur’an’daki Vakıa Sûresi’nden bahsedilmesi ve
İbn-i Arâbi’nin Cennet ve Cehennem yorumlarıyla Kur’an’daki
yorumun karşılaştırılmasıdır580.
Metnin en göze çarpan özelliği, Kara ile Şeküre
arasındaki aşk ilişkisi ile, Hüsrev ile Şirin aşkı
arasındaki koşutluktur. Yazar, bu koşutluğu roman boyunca
sıklıkla tekrarlayarak, açık ilişki ortaya koyar. Bu açık
ilişkinin yanında, iki hikâye arasında, kapalı bir ilişki de
vardır. Kara ve Şeküre, bir anlamda Hüsrev ile Şirin’in
alegorileridir. Romanın temel metinlerarası malzemesi olan
Hüsrev ile Şirin hikâyesindeki sahnelerin de aynen
tekrarlandığı, bu bölümde görülmektedir: “Benim atımın üzerinde,
579 A.g.e., s.240-241.580 A.g.e., S.10.
235
onun da pencerede duruşumuzun Hüsrev’in Şirin’in penceresinin altına geldiği on
binlerce kere resmedilmiş meclise-aramızda ama biraz da arkada kederli bir
ağaç da vardı- ne kadar da çok benzediğini çok sonra, bana verdiği mektubu
açtıktan, içindeki resmi gördükten sonra anladığımda sevdiğimiz, bayıldığımız o
kitaplarda resmedildiği gibi aşktan cayır cayır yanmaktaydım”581. Benim Adım
Kırmızı’nın Hüsrev ile Şirin hikâyesi arasındaki bağı,
sıradan bir etkileşimin çok ötesinde ve kesinlikle
postmodernist yaklaşımla, bir yeniden yazmadır. Bu yeniden
yazmada, Compagnon’un “Her yazı bir yapıştırma ve yorum, alıntı ve yeniden
yazmadır”582 yorumu gizlidir. Yeniden yazma, hem romanda
söyleşim olgusunu destekler, hem de aslında hiç bir metnin
orijinal bir metin olmadığı fikrini ispatlar. Bir başka
deyişle postmodernistler, yeniden yazmayı kullandıklarında
amaçları veya gizli itkileri, başkalarından etkilenmek veya
konu sıkıntısı çekmek değildir; onlar, zaten yeni bir metin
olmadığı görüşünü benimsemişlerdir. Bu durumda, bir aşk
hikâyesi anlatmak istediğinizde, anlatacağınız hikâyenin
zaten önceden defalarca anlatılmış olduğunu kabul etmeniz
gerekmektedir. Bu durumda Kara da duygularından bahsederken,
doğal olarak Hüsrev’in de bir zamanlar hissettiği şeyleri
hissettiğini söylemesi, hatta zaman ve mekanı önceki zaman
ve mekanla iç içe geçirmesi, postmodernizm açısından en
uygun olanıdır.
581 Orhan Pamuk, Benim Adım Kırmızı, s.45.582 Kubilay Aktulum, Metinlerarası İlişkiler, s.236.
236
Benim Adım Kırmızı’daki mekan ve sahneler, sürekli
önceki metinlere yapılan göndermelerle doludur. Ölü, ölümden
sonraki hayatı Vakıa Sûresi’nde anlatılanlarla ve İbn-i
Arabi’nin tanımlamalarıyla karşılaştırırken, bu anlatıların
içini de boşaltır; çünkü o yazılanları görememiştir.
Benim Adım Kırmızı, kurgusu bakımından, Umberto Eco’nun
ünlü romanı Gülün Adı’nın yeniden yazımıdır. Her iki romanda
da, bir gizli kitap vardır ve asıl kişi (Gülün Adı’nda Rahip
William ve Adso; Benim Adım Kırmızı’da Kara), bu kitapla
ilintili cinayetleri de çözmekle uğraşarak, kitabı bulmaya
çalışmaktadırlar. Her iki roman da, çokkatmanlı bir okumayı
gerektirir ve kısa bir zaman dilimini konu alır. Polisiye
unsurlar çok önde gibi görünür; ancak derin bilgi birikimini
gerektiren entelektüel katmanlar, polisiye öyküyü sürekli
kesintiye uğratır. Her iki yazar da, yazarın ölümüne,
tarafsızlığa ve şu ünlü cümleye inanmaktadırlar: “Deha, yüzde
yirmi esin, yüzde seksen alınteridir”583. Böylece ortaya çıkan önceki-
anlatı ve sonraki-anlatı, Eco’nun deyişiyle, bir “polisiye
metafizik”584 olmaktadır.
Benim Adım Kırmızı’da, kişiler, sosyal yapılarına uyum
gösteren metinlerarası göndermeler kullanırlar. Enişte,
583 Umberto Eco, Gülün Adı(Çev: Şadan Karadeniz): , Can Yayınları, İstanbul 1999, s.572.584 A.g.e., s. 589.
237
entelektüel yapısının ve tasavvufi okumalarının etkisiyle,
Leyla ile Mecnun, halk hikâyeleri, Kur’an, Şehnâme, Acaib-ül
Mahlûkat, Gazzali gibi eser ve kişilere gönderme yaparken,
Kara ve Şeküre, aşk hikâyelerine gönderme yapar. Ağaç, bir
başka kitaptan düşmüş bir parça olarak, içinde olması
gereken kitabı ararken, hayali bir önceki-metinden alınan
bir kolaj parçası şeklinde, romanın içinde yerini bulur.
Benim Adım Kırmızı’daki metinlerarası ilişkiler, gerçekte
varolmayan veya dönüştürülmüş olan kişi ve kitaplara da
yönelmiştir. Şeküre, aslında Nazım Hikmet’e gönderme
yaparken, O’nu Ranlı şair Nazım585 olarak dile getirir ve
Ranlı’nın bir mesnevisinde merak ettiği şey olarak,
mutluluğun resminin yapılıp yapılamayacağını okura sorar.
Benim Adım Kırmızı’da metinlerarası göndermeler,
önceki-göndermeler yoluyla da belirginleştirilir. Divan
Edebiyatı döneminde yaşayan ve bu edebiyatla “büyüyen”
özneler, günlük yaşamlarında da alıntılar, hatta
hırsızlıklar yaparlar: Hasan’ın Kara’nın mektubunu okuması
sırasında, metinlerarası bağlar kurduğu görülmektedir:
“Burasını Nizami’den araklamış, diye araya girdi öfkeyle”586, “İbni Zerhani’den
çalmış o sözü. Ben daha iyi yazarım”587.
585 Orhan Pamuk, Benim Adım.Kırmızı, 469.586 A.g.e., s.99.587 A.g.e., s.100.
238
Ölüm’ün resmi, romanın kendisi gibi bir kolaj
niteliğindedir. Enişte’nin okuduğu farklı ölüm
tasvirlerinden faydalanan genç nakkaş, Ölüm’ü bu
metinlerarası etkilerle yepyeni bir üslupla çizmiştir. Bu
bölümde, Kur’an’dan, Kitab-ur Ruh’tan, Gazzali’den, Kitab-ül
Ahval-ül Kıyamet’ten, Suyuti’den bahsedilerek metinlerarası
göndermeler yapılmıştır. Bir anlamda da, en üstteki anlatıcı
olan Orhan Pamuk, bu metinlerarası bağlantılardan
yararlanarak Ölüm’ün resmini çizmiştir denilebilir.
Yukarıdaki yoğun örnekler nedeniyle, Benim Adım
Kırmızı’da metinlerarasılık ögesi bulunmaktadır.
Kar’ın hemen başlangıcında özne Ka, İpek’le buluşmaya
giderken, bir Peppino di Capri şarkısı olan Roberta’yı
duyar588. Bu şarkı, roman boyunca beş defa karşımıza
çıkacaktır. Bu arada da kendini, “hayalini kurduğu kadınla
buluşmaya giden”589 bir Turganyev kahramanı gibi görmektedir.
Benim Adım Kırmızı’da olduğu gibi Kar’da da Kur’an’dan
ayetlere isimler veya içerikler bazında göndermeler bulunur.
Okul müdürünün öldürüldüğü sahnede katil, kadınların
başlarını örtmeleri ile ilgili, Nur Sûresi otuz birinci
588 Orhan Pamuk, Kar, s.36.589 A.g.e, s.36.
239
ayete gönderme yapar590. Yine aynı konuşmada Ahzap Sûresi’nin
de ismi geçer591. Teslime’nin intiharıyla ilgili konuşan
Kadife de, Nisa Sûresi 29. Ayet’e gönderme yapar592.
Lacivert, Ka ile konuşurken, Şehnâme’deki Rüstem
Hikâyesi’ni alıntılar. Aynı zamanda bu hikâyeyi
yorumlayarak, üstkurmaca oluşturur. Şehnâme’deki hikâyeyle
Oedipus ve Macbeth’i de karşılaştıran Lacivert, dolayısıyla
bu metinlere de gönderme yapar. Böylece metinlerarası ilişki
meydana gelir. İpek de daha sonradan Lacivert’in Şehnâme ile
ilgili hikâyeler anlattığından bahsedecektir593.
Ka, İslam ile ilgili bildiklerini düşünürken, tüm
bilgisini Anthony Quinn’in başrolünde oynadığı Çağrı
filminden öğrendiğini söyler594. Böylece, filme gönderme
yapmış olur.
Kar’da, metnin içinde de metinlerarası ilişkiler
vardır. Ka, oturduğu kahvehanenin duvarında gördüğü şiirleri
not defterine yazarak, daha sonra kendi şiirlerinde
kullanır595. Sunay Zaim de kendi oyunlarında söylediği
sözleri, gerçek hayatta kullanırken, bu metinlerarası590 A.g.e., s.45. 591 A.g.e, s.46.592 A.g.e, s.423.593 A.g.e, s.364.594 A.g.e, s.96.595 A.g.e, s.105.
240
alıntının farkına, Ka varır596. Sunay Zaim’in tiyatro ve
tarihle ilgili görüşleri, Hegel’e gönderme yapılarak
belirtilir: “Tarih ile tiyatronun aynı malzemeden yapıldığını ilk Hegel fark
etmiştir”597 . Zaim, oyunlarını metinlerarası ilişkiler
kullanarak kurgulamakta, onları birer kolaj-metin haline
getirmektedir. Son oyunu da, bir İngiliz oyunu olan
İspanyon Trajedisi’nden uyarlanmış, aynı zamanda da
Brecht’in Sezuan’ın İyi İnsanları’ndan etkilenerek
yazılmıştır598. Bu oyunun orijinali, başka metinlerde de
önceki-metin olarak etkili olmuştur. Zaim’in açıklamalarına
göre, Shakespeare’nin Hamlet’i, bu oyundan
“araklanmış[tır]”599.
Kitapta da açıklandığı gibi, Necip ve Fazıl isimleri,
Necip Fazıl’a göndermedir600. O’nun isminden etkilenen
İslamcı gençler, kendilerine takma isim olarak bu isimleri
benimserler.
Millet Tiyatrosu’nda oynanan oyunun adı, “Vatan Yahut
Türban”dır. Bu isim, Namık Kemal’in Vatan yahut
Silistire’sinin yansılanmasıdır. Buna benzer bir gizli
gönderme de, Ka’nın Fazıl’a söyledikleridir: “Sen düşünüyorsan
596 A.g.e., s.197.597 A.g.e., s.198.598A.g.e., s.334.599 A.g.e., s.307.600 A.g.e., s.107.
241
o var demektir” 601. Decartes’in “Düşünüyorum, o halde varım”
sözlerinin değişime uğramış bu halinin, Orhan Pamuk’tan önce
de benzeri şekillerde kullanıldığını belirtmekte yarar var.
İhsan Oktay Anar’ın Kitab-ül Hiyel’i602, neredeyse tamamen bu
düşünce üzerine kuruludur. Roman, düşlediği kişiler ve
olaylar gerçek olan Uzun İhsan Efendi’nin düşlerini
anlatırken, bir yandan da modern Türk romanının avangard bir
örneğini de oluşturur. Ama bu imge, İhsan Oktay Anar’dan da
önce, dünya edebiyatının en etkili isimlerinden Borges
tarafından da kullanılmıştır. Hatta Borges’in bu imgeyi
yoğunlukla kullandığını söylemek de gerekir. “Herkes ve
Kimse” isimli öyküsünün sonunda, şunlar yazılıdır: “Ben de
kimse değilim; ben de dünyayı düşledim, senin yapıtlarını düşlediğin gibi, William
Shakespeare, ve düşünün görüntüleri arasında sen varsın, benim gibi sen de
herkes ve kimsesin” 603. Borges, bu imgeyi, “Döngüsel Tapınağın
Kalıntıları” adlı hikâyesinde de kullanır. Sadece düşleyerek
gerçeklikler yaratan özne, hikâyenin sonunda, kendisinin de
birisi tarafından düşlendiğini anlar604. Düşleyerek gerçeklik
yaratmak veya düşlendiği için varolmak imgesinin, yaygın bir
postmodernist imge olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü hem
marjinal bir yaklaşımla gerçeklik anlayışını yok etmekte,
hem özne kavramının içini boşaltmakta, hem de farklı bir
üstkurmaca bağlamını aynı anda yaratmaktadır. 601 A.g.e., s.215.602 İhsan Oktay Anar, Kitab-ül Hiyel,.İletişim Yayınları, İstanbul 1996.603 Borges, Gölgeye Övgü, İletişim Yayınları, İstanbul 1995, s.246.604 A.g.e., s.89-95.
242
Kar’daki en dikkat çekici metinlerarası ilişki, yazar
Orhan’ın tamamen Orhan Pamuk kimliğine bürünerek, Kara
Kitap’a gönderme yapmasıdır: “Kara Kitap’ta sözünü ettiğim erken
Cumhuriyet yapısı, taştan güzelim istasyon binası yıkılmış, yerine çirkin ve beton
bir şey yapılmıştı” 605.
Yukarıdaki örnekler nedeniyle Kar’da, metinlerarasılık
ögesinin olduğunu ve bu ögeyi yoğunlukla kullanıldığını
söylemek mümkündür.
SONUÇ
“Orhan Pamuk’un Romanlarında Postmodernist Ögeler”
isimli çalışmamızda bir ardıl olarak Postmodernizmin
tarihçesini ve özelliklerini belirleyebilmek için, önceki
dönem olan Modernizm’e yöneldik ve Modernizmin tarihi bizi,
Aydınlanma ve Aydınlanma Çağı’na götürdü. XVII ve XVIII.
yy.’larda bilim, siyaset, toplum ve felsefe alanlarında
büyük değişikliklere neden olan Aydınlanma ve Aydınlanma
605 A.g.e., s.427.
243
Çağı’nın temel özellikler olarak, “bilgi kuramında yeni
görüşler”, “yeni bir toplumsal ilerleme sistemi”, “bilimde
yeni ilkeler” ve “yeni bir insan anlayışı” başlıklarını
belirledik. Bu başlıklar, bizi Modernizmin oluşumuna ve
modern kökünden türeyen diğer kavranlara yöneltti. Modern ve
modern kökünden türeyen kavramları ayrıntılı olarak
inceledik. Bu kavramları, şu şekilde özetlemek mümkündür:
Modern, Latince modernus’tan gelir. İlk kullanımında,
Papa I. Gelasius tarafından, İsa sonrası dönemi tanımlamak
için kullanılmıştır. Çağdaş, muasır, en son teknolojileri
takip eden anlamlarında kullanılmaktadır. Modernlik ise,
Modern kökünden gelir ve Rönesans’la başlayan dönemi işaret
etmekte kullanılır. Modernlik, kendi içinde de dönemlere
ayrılabilir. İçerisinde, derin toplumsal ve entelektüel
değişimleri barındıran modernlik, kapitalizmin oluşumuna
temel taşı olmuştur. Yeni bir kamunun oluşumu da, modernliğe
bağlıdır. Modernizm,Temelde sanatçının özgürleştirilmesine
dayanan, gelenekten kopmuş, bilimcilik ve pozitivizm,
teknosentrizm, akılcılık ve evrensellik gibi ögelere dayalı,
Dışavurumculuk, Kübizm, Dadacılık, Simgecilik,
Gerçeküstücülük , Yapısalcılık gibi akımları da doğuran
sanat akımı ve düşünce sistemidir. Modernist, Modernizmin
doğrularını fikir ve sanat öznesi olarak benimseyen kişilere
verilen isimdir.
244
Modernleşme, ilk defa II. Dünya Savaşı sırasında kullanılan
sözcük, bir oluştan çok, bir hareketi işaret eder.
Modernliğin doğurduğu dinamik bir yaşam biçimidir.
Modernite, toplumun herhangi bir dış otorite ya da tanrısal
köken söz konusu olmaksızın kendi kendine ürettiği ilkelere
dayanarak meşruluğunu temellendirmesi anlamına gelir.
Modernitenin sanatsal yaklaşımı, sanayileşme ve
rasyonelleşme ile kendini gösteren insanın yabancılaşmasına
karşı başkaldırıyı esas almaktadır.
Postmodern, sınırların yok olmaya başladığı,
kapitalizmin bütün insanlığı yalnızca bir “tüketici
kitlesine dönüştürdüğü”, maddeselliğin özneleştiği bir
tarihsel kesittir. İçinde zıtlıklar ve çoğulculuğu,
birbirleriyle sürtüşme yaşatmaksızın
barındırır.Postmodernlik, postmodern düşünürlerin
fikirlerini benimsemeye ve uygulamaya dayalı bir duruş
biçiminin adıdır. Temelinde, Modernizme yönelik eleştiriler
yer alır. Postmodernite, bir dönemin adıdır ve bu dönemde,
insanın akıl yürütüp, bilime dayanarak özgürleşip,
yüceleceği bağıntıları ciddi bir biçimde sorgular.
Postmodernizm ise, modernizmin toptan eleştirisidir. Bu
eleştiriyi yaparken, modernist yaklaşımların yerine yeni
yaklaşımlar önermemesi, en önemli özelliğidir. İmâlar,
söylenenlerin önüne geçmektedir.
245
Modern ve modern kökünden türeyen kavramları
araştırdıktan sonra, Postmodernizm, Modernizmi toptan
eleştirdiği için, Modernizme yönelik eleştirileri ele aldık.
Bu eleştirileri, maddeler halinde:
1) Modernizm, özgürlüğü ve gelişmeyi hedeflemiştir; ancak toplumdaki
eşitsizlikler ve özgürlük kısıtlamaları devam etmektedir.
2) Kapitalizm, mutlak düzen olarak lanse edilmekte ve geçmiş tamamen
dışlanmaktadır. Oysa geçmiş, yaşanılan günü oluşturan önemli bir
etmendir.
3) Modern hayat, kendi içinde çelişkilerle doludur.
4) Modernizm, kendinden önceki kuralları yıkmış; ama onların yerine kendi
kurallarını koymuştur.
5) İmkânlar bolluğu ve kolay ulaşılabilirliği, bazı toplumlarda nihilist
eğilimlere neden olmaya başlamıştır.
6) Modernizm, yabancılaşmaya neden olmuştur.
7) Modernizmin en önemli dayanağı olan “gerçek” kavramı, özellikle fizikteki
gelişmeler nedeniyle yıkılmıştır. Kuantum Fiziği, evrenin genişlemesi,
246
Belirsizlik İlkesi’nin bulunması gibi yenilikler, gerçeği Newton evreninden
uzaklaştırmıştır.
8) Sanatçı, misyon sahibi olmaya zorlanmaktadır. Bu da, sanatın özgürlükçü
yapısını yıkmaktadır. Sanat, soğuk bir biçim almıştır.
özetleyebiliriz.
Modernizmin toptan eleştirisi olan Postmodernizmin
oluşumunda önem kazanan üç neden tesbit ettik. Bunlar:
1- Kolonilerin bağımsızlaşmasıyla birlikte, insanı merkez alan batı
düşüncesinin sorgulanmaya başlanması.
2- Feminizmin yaygınlaşmasıyla birlikte feminist hareketin batılı anlayışı
yoğun biçimde eleştirmeye başlaması.
3- Elektronik haberleşmenin hızlı gelişimiyle, globalleşme ve kültür kaybının
ortaya çıkmaya başlaması ve “bilgi edinme ve aktarma yöntemlerinin ve
sosyal yapının” değişmeye başlamasıdır.
Yukarıdaki üç özellik dışında, psikoloji alanındaki
gelişmeler, iletişim teknolojilerindeki hızlı gelişim ve
bilimdeki ilerlemelerin de Postmodernizmin oluşumunda önemli
etkenler olduğu sonucuna ulaştık.
Postmodernizmin oluşumunu incelememizin ardından,
postmodernizmin genel özellikleri:
247
1) Postmodernizm, modernizme karşı olma sürecinde, asla bir kuram
haline getirilemez.
2) Postmodernizm, insanı sürekli değişim, etkileşim ve gelişim halinde
kabul ederken; bu insan modernist insanın aksine normlara karşıdır. Bu
nedenle de, kural koyucu ve açıklayıcı bir tavır yerine “mecaz ve gösterisel
(performative)” bir tavır kullanılır.
3) Postmodernizmde, modernist özne ölmüş; yerine postmodernist özne
geçmiştir.
4) Postmodernizmin karakteri, “kes-yapıştır” tekniğiyle oluşmuştur.
5) Postmodernizmin gerçek kavramı, merkezsizdir.
6) Postmodernizm, modernizmin dayandığı “her-şeyi kapsayıcı dünya
görüşlerini” reddeder.
7) Postmodernizm, kavramların içini boşaltır.
8) Postmodernizmde dil kavramına bakış değişmiştir.
9) Postmodernizmin, kendinden önceki değer yargılarına ve tanımlara
bakışı, kuşkucudur.
248
10) Postmodernizmin eleştirisi, sadece modernizme yönelik değildir.
11) Postmodernizmde sanatsal estetik, mesaj vermek, misyon sahibi
olmak veya özgün olmaktan uzaktır.
12) Postmodernizmde sanatın estetik ölçütleri popülizm ve eklektizm
üzerine kuruludur.
13) Postmodern sanat için bir mekansallık ya da yerellik ön plandadır. Bir
başka deyişle, postmodern sanat anlayışı içinde tarihin akışı, gelişme ve bunun
evrenselliği yoktur; hatta her türlü evrensellik iddiası anlamsız oldukları
gerekçesiyle dışlanır.
14) “Postmodern sanat, bir bakıma eskiden kopmuş olmayı içermektedir
ama herhangi bir kritik ya da yeniden kurma söz konusu değildir. Bu durumda
sanat, tekrar, taklit ve yapıştırma gibi yöntemleri ön plana çıkarmakta, estetik
ölçütleri bunlara göre kurulmaktadır”.
15) Postmodernizmde söylem, geleneğin tarafındadır.
16) Postmodernizmde sanatsal içerik, yerini biçim ve biçeme bırakır.
17) Postmodernizmin doğruluk anlayışı, mutlak değil; geçicidir.
249
18) Postmodernizmde bilim anlayışı, “belirsizlik, görecelilik ve
rastlantısallık ilkeleri[ne]” dayalıdır ve bilimde tarafsızlık gibi aydınlanmacı bilim
özelliklerini reddeder.
19) Postmodernizm, karşıtlıkları eşitler; böylece anlamın içi boşalır.
20) Postmodernizmde, hiper-gerçeklik hakimdir.
21) Pastiş ve şizofreni, iki önemli özelliktir.
olarak belirlendi.
Postmodernizmin roman alanındaki özelliklerini
inceleyebilmek için öncelikle, roman türünün tarihi gelişimi
ve özellikleri üzerinde durduk. Bu araştırma sırasında,
romanın XVIII. ve XIX. Yy.’larda temelini yansıtmacı-
gerçeklikten aldığını ve bireyin dünya ile uyum içinde
olduğunu belirledik. XX. Yy.’da ise romanın yavaş yavaş
değişmeye başladığını tesbit ederek, aşağıdaki özellikleri
belirledik:
1) 20. yy. başında roman, yansıtmacılıktan deneysel biçimciliğe kayarken;
gerilim ögesinin de öznesi değişmiştir.
2) Bu dönemde roman, “anti-roman” haline gelmiştir.
250
3) Romanın temasında da kökten bir değişiklik meydana gelir; ilk
anlatılardan beri görülen dış dünyada sürdürülen yolculuk fikri, artık iç
dünyada yaşanmakta, amaç bireyin kendini gerçekleştirmesi haline gelmiştir.
4) Ana öykü, “yalnızca romanı oluşturan metin adacıklarının
kurgulanabilmesi için bir araç” haline gelmiştir.
5) Zaman-mekan mantığının tamamiyle değiştiği bu yeni dönemde zamanda
sıçramalar ve bunun sinema sanatındaki yansımasından alınan
flashback(geriye dönüş), edebiyat alanında da görülmeye başlamıştır.
6) Bütün bunlar, “modernist yazarın soyut dünyada ve zaman içinde istediği
gibi dolaşabilmesini sağlayan kurgusal buluş[lardan]” olan stream of
consciousness (bilinç akımı)’ı doğmuştur.
7) Ve son olarak, postmodernist dönemin en önemli ayırıcı özelliği olan
montaj/kolaj teknikleri bu yüzyıl romanında görülmeye başlamıştır.
XX. Yy.’ın ikinci yarısında romanın gösterdiği temel
özellikleri de, aşağıdaki gibi belirledik:
1) 20. yy. sonrası roman estetiğinde birey, gerçeğe yabancılaşmıştır.
251
2) Dış dünyadan alınmış gerçek parçalarla, iç dünyaya ait parçalar
birleştirilerek, yeni bir dünya kurgulanır. Romancı artık, düşler ve bilinçaltı
ögeleri gibi farklı ögelerden faydalanabilmektedir.
3) Romanda, olaya dayalı gerilim unsurunun başrolü sona ermiştir.
4) Yansıtmacılığın yerini, “kurguyla/teknikle/yapıyla oynanan bir oyun”
almıştır. Yazar bu konuda sonsuz bir özgürlüğü kullanabilmaktedir. Gerçeklik,
yabancılaştırma yolu ile yeniden kurulmaktadır ki bu da avangardist sanatı
doğuran en önemli faktördür.
5) Artık bilgi vermek ve eğitmek gibi amaçlar, romanın alanından dışarıya
çıkarılmıştır.
Romanın Postmodernist eğilimler gösterdiği döneme
kadarki özelliklarini incelememizin ardından, Postmodernist
romanın özelliklerini araştırdık. Bu araştırmanın sonucunda,
aşağıda maddeler halinde belirttiğimiz sonuçlara ulaştık:
1) Postmodernist romanda, kurmaca metinlerle (roman, şiir, öykü, drama,
mit, vs...) nesnel ve kanıtlanabilir metinler (yazılı belge, tarih, mektup,
eleştiri, bilimsel yayın, vs...), birbirlerinin sınırlarından içeri girer. Her şey,
bir metindir. Postmodernist edebiyat, kısa öyküler ve karışık parçalardan
oluşur. Bu tutum, söylemlerin iç içe geçmesiyle birlikte “çokseslilik”
kavramı doğar ve bununla da yeni bir metin tanımına ulaşılır. Böylece,
252
romanda, büyük anlatı, nehir-roman, bildungsroman devri kapanarak,
küçük anlatıların yolu açılır.
2) Postmodernist romanın gerçeklik anlayışı, yansıtmadan uzaklaşmıştır ve
postmodernist romanda, bir tek dünya yerine çoklu dünyalar vardır. Ve
postmodernizm, nasıl hiper-gerçekliği kullanıyorsa; postmodernist
romanda da gerçek, marjinalliğe kayar.
3) Postmodernist roman, üstkurmaca bir metindir. Bunun yanısıra, yazar,
kurgu ile ilgili kavramların dışındaki konularda da okurla bire bir
“söyleşim”e girer.
4) Postmodernist roman, modernistlerin seçkinci cidddiyetlerine karşıdır.
Ciddiyetin yerini de oyun alır.
5) Postmodernist roman, “sosyal/kültürel modernizmin mutlak
doğruları/söylemleri/efsaneleri”ne karşıdır. Yazar, bunların yerine “kendi
ürünü olan gerçekleri sergileyen bir mitos” oluşturmayı tercih eder.
Postmodernist romanda yazar, okurun öne çıkmasıyla sahneden
silinirken, bir misyonun taşıyıcısı olmaktan da kurtulur. Böylece metin de,
mesaj verme kaygısından arınmış olur.
6) Postmodernist romanın baş kişisi, sürekli değişim halinde olan bir anti-
karakterdir. Ve bu kişi, dünya ile ilişkisini nasıl kurgulayacağına karar
veremez.
253
7) Postmodernist roman, yazar ve konu merkezli olmaktan uzaklaşmıştır ve
okur merkezlidir.
8) Postmodernist romanda mekan, sürekli bir değişim içindedir ve zaman da
çizgisel değildir.
9) Postmodernist romanda, çoğulcu bakış açısı hâkimdir ve zıtlıklar sıklıkla
görülür.
10)Postmodernist romanları, önceki dönem romanlarından ayıran en önemli
özellik, ironi ve oyun merkezli kullanılan “imgelerin, sözcüklerin
yinelenmesi, parodi, pastiş, metinlerarası veya bir metnin içinden dış
dünyaya gönderme yapılması, anlam birliğini yadsıyan, anlam
kayganlığını vurgulayan göstergelere yer verilmesi” olgusudur. Bunların
yanında, postmodernizmin roman alanındaki en önemli yapısal özelliği de
kolajdır.
Çalışmamızın sonraki bölümünde, Orhan Pamuk ve Türk
romanında Postmodernizm’le ilgili bilgi verdik ve Pamuk’un
bugüne dek yazdığı romanları tanıttık. Daha sonra, Orhan
Pamuk’un romanlarında postmodernist ögeleri inceledik. Bunun
için, şu başlıkları kullandık:
1) İç içe geçmiş farklı söylemler.
254
2) Çoklu dünyalar ve marjinal gerçeklik.
3) Üstkurmaca.
4) Seçkinci ciddiyetin ölümü.
5) Modernist doğruların yerine geçen yazarın mitleri.
6) Postmodernist özne ya da anti-karakter.
7) Okurun yükselişi.
8) Mekan ve zamanda yenilik.
9) Çoğulculuk ve zıtlıkların birarada kullanılması.
10) Metinlerarasılık.
Yaptığımız incelemede, Orhan Pamuk’un Cevdet Bey ve
Oğulları ve Sessiz Ev isimli ilk iki romanında,
postmodernist ögelerin bulunmadığını tesbit ettik.
Orhan Pamuk’un üçüncü romanı olan Beyaz Kale’de, iç içe
geçmiş farklı söylemler, çoklu dünyalar ve marjinal
gerçeklik, üstkurmaca, modernist doğruların yerine geçen
yazarın mitleri, postmodernist özne ya da anti-karakter,
okurun yükselişi, mekan ve zamanda yenilik, zıtlıkların
birarada kullanımı ve metinlerarasılık ögeleri
görülmektedir. Bunun yanında, çoğulculuk ve seçkinci
ciddiyetin ölümü ögeleri bulunmamaktadır. Diğer taraftan,
şunu da söylememiz gerekir ki, Beyaz Kale’de görülen
postmodernist ögelerin örnekleri, son derece azdır.
255
Kara Kitap’ta, iç içe geçmiş farklı söylemler, çoklu
dünyalar ve marjinal gerçeklik, üstkurmaca –bu öge oldukça
yoğun olarak görülmektedir-, seçkinci ciddiyetin ölümü,
modernist doğruların yerine geçen yazarın mitleri,
postmodernist özne ya da anti-karakter, okurun yükselişi,
mekan ve zamanda yenilik ve çoğulculuk ve zıtlıkların
birarada kullanılması ögeleri görülmektedir. Ayrıca
çalışmamızda, Kara Kitap’ın Postmodernist ögeler içinde en
yoğun olarak metinlerarasılık ögesini barındırdığını da
tesbit ettik. Ancak bir diğer taraftan da Kara Kitap,
yansıtmacı bir arayışın da romanıdır. Bu nedenle Kara Kitabı
tamamen postmodernist bir roman olarak görmek imkansızdır.
Yeni Hayat’ta, “Aşk Nedir?” başlıklı serbest yazı, iç
içe geçmiş farklı söylemler ögesinin neredeyse tek
örneğidir. Bu nedenle, bu ögenin romanda yer almasına
rağmen, postmodernist bir tutumun eseri gibi görünmediğini
belirtmeliyiz. Şeçkinci ciddiyetin ölümü ögesi yoğun olarak
görülürken, üstkurmaca ögesi de birkaç örnekle sınırlıdır.
Modernist doğruların yerine geçen yazarın mitleri ögesi de
sadece bir üst-kimlik olarak yazarın ölümü örneğinde
görümektedir. Marjinal gerçeklik ve çoklu dünyalar ile
post-modernist özne ya da anti-karakter ögeleri görülür
ancak; okurun yükselişi ögesi de çok zayıf birkaç örnekte
karşımıza çıkar. Mekanda ve zamanda yenilik ögesi de
256
görülmemektedir. Çoğulculuk ve zıtlıkların birarada
kullanımı da, az sayıda örnekte bulunabilmektedir. Ancak
Yeni Hayat’ta metinlerarasılık ögesi bulunmaktadır.
Benim Adım Kırmızı’da, iç içe geçmiş farklı söylemler,
çoklu dünyalar ve marjinal gerçeklik, üstkurmaca, modernist
doğruların yerine geçen yazarın mitleri, postmodernist özne
ya da anti-karakter, okurun yükselişi, mekan ve zamanda
yenilik, çoğulculuk zıtlıkların birarada kullanımı ve
metinlerarasılık ögeleri yoğun olarak görülmektedir.
Yazarın bugüne kadar yazdığı son roman olan Kar’da da
iç içe geçmiş farklı söylemler, çoklu dünyalar ve marjinal
gerçeklik, üstkurmaca, modernist doğruların yerine geçen
yazarın mitleri, postmodernist özne ya da anti-karakter,
okurun yükselişi, mekan ve zamanda yenilik, çoğulculuk
zıtlıkların birarada kullanımı ve metinlerarasılık ögeleri
yoğun olarak görülür.
Araştırmamızın sonunda, Orhan pamuk’un romanlarını üç
kategoriye ayırabileceğimizi tesbit ettik:
1) Yansıtmacı-gerçekçi modernist romanlar: Cevdet Bey ve Oğulları,
Sessiz Ev.
257
2) Modernist-Postmodernist ara dönem romanları: Beyaz Kale, Yeni
Hayat, Kara Kitap.
3) Postmodernist romanlar: Benim Adım Kırmızı, Kar.
Pamuk’un romanlarının ne derece postmodernist
olduklarını böylece belirttikten sonra, yazarın ne derece
postmodernist yazar olduğuna değinebiliriz.
İlk iki eserinde yansıtmacı-gerçekçi Modernist
biçimleri kullanan Pamuk’un, her yeni romanında, yukarı
doğru çıkan bir eğriyle Postmodernizme yöneldiğini
görüyoruz. Beyaz kale’de Postmodernist ögeler yavaş yavaş,
yer yer silik de olsa, belirmeye başlamıştır. Kara Kitap’ta
ise bu ögeler, özellikle üstkurmaca ve metinlerarasılık
bağlamında üst noktaya ulaşır. Ancak hala yansıtmacı
özellikler görülmektedir. Yukarıda sözünü ettiğimiz eğri,
yalnızca Yeni Hayat’ta aşağıya doğru hareket eder. Çünkü
Yeni Hayat’ta üstkurmaca, modernist doğruların yerine geçen
yazarın mitleri ve okurun yükselişi gibi önemli ögelere
neredeyse hiç yer verilmemiştir. Benim Adım Kırmızı ve
Kar’da doruk noktasına çıkan Postmodernist söylemler, Orhan
Pamuk’un özellikle son iki romanı bakımından Postmodernist
bir yazar olarak kabul edilmesini gerekli kılar.
258
KAYNAKÇA
1. Konuya Esas Olan Eserler:
Pamuk, Orhan, Beyaz Kale, Can Yayınları, İstanbul 1993
......................., Benim Adım Kırmızı, İletişim
Yayınları, İstanbul 1998.
.......................,Cevdet Bey ve Oğulları, İletişim
Yayınları, İstanbul 2000.
……………..., Kara Kitap, İletişim Yayınları, İstanbul 2002.
......................., Yeni Hayat, İletişim Yayınları,
İstanbul 2002.
……………..., Kar, İletişim Yayınları, İstanbul 2002.
......................, Sessiz Ev, İletişim Yayınları,
İstanbul 2005.
2. Yararlanılan Kaynaklar:
2.1. Modernizm
Bauman, Zygmunt, Modernlik ve Müphemlik (Çev: İsmail
Türkmen), Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2003.
259
Baudrillard, Jean, Simülakrlar ve Simülasyon (Çev: Oğuz
Adanır) , Doğubatı Yayınları, Ankara 2005.
Berman, Marshall, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor (Çev: Ümit
Altuğ-Bülent Peker), İletişim Yayıncılık, İstanbul
1994.
Giddens, Anthony, Modernliğin Sonuçları (Çev: Ersin Kuşdil),
Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2004
Jameson, Fredric, Biricik Modernite (Çev: Sami Oğuz), Epos
Yayınları, Ankara 2002.
Kahraman, Hasan Bülent, Postmodernite ile Modernite Arasında
Türkiye, Everest Yayınları, İstanbul 2002.
Küçük, Mehmet, Modernite Versus Postmodernite (Derleme),
Vadi Yayınları, Ankara 2000.
Ritzer, George, Büyüsü Bozulmuş Dünyayı Büyülemek, Ayrıntı
Yayınları, İstanbul 2000.
Touraine, Alain, Modernliğin Eleştirisi (Çev: Hülya Tufan),
YKY, İstanbul 2004.
2.2. Postmodernizm
Anderson, Perry, Postmodernitenin Kökenleri(Çev: Elçin Gen),
İletişim Yayınları, İstanbul 2002.
Bauman, Zygmunt, Postmodernlik ve Hoşnutsuzlukları,
Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2000.
260
Connor, Steven, Post-Modernist Kültür(Çev: Doğan Şahiner),
YKY, İstanbul 2001.
Ellis, John M., Postmodernizme Hayır, Doruk Yayımcılık,
Ankara 1997.
Best, Steven, Douglas Kellner, Postmodern Teori(Çev: Mehmet
Küçük), Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1998.
................................................, Postmodern
Theory ‘Critical Interrogations’, The
Guilford Press, NY 1991.
Harwey, David, Postmodernliğin Durumu(Çev: Sungur Savran) ,
Metis Yayınları, İstanbul 1997.
Jameson, Lyotard, Habermas Postmodernizm(Haz: Necmi Zeka),,
Kıyı Yayınları, Ankara 1994.
Lyotard, J.F., Postmodern Durum, Vadi Yayınları, Ankara
2000.
Mısır, Mustafa Bayram Ecehan Balta, Modernizm, Postmodernizm
ve Sol, Öteki Yayınevi, Ankara 1998.
Rosenau, Pauline Marie, Post-Modernizm ve Toplum
Bilimleri(Çev: Tuncay Birkan), Ark Yayınları,
Ankara 1998.
Sarup, Madan, Post-Yapısalcılık ve Postmodernizm(Çev:
Abdülbâki Güçlü), Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara
2004.
Şaylan, Gencay, Postmodernizm, İmge Kitabevi, Ankara 2002.
261
2.3. Edebiyat Kuramı
Aktulum, Kubilay, Metinlerarası İlişkiler, Öteki Yayınevi,
Ankara 2000.
Bakhtin, Mikhail, Karnavaldan Romana(Çev: Cem Soydemir),
Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2001
Bürger, Peter, Avangard Kuramı(Çev: Erol Özbek), İletişim
Yayınları, İstanbul 2003.
Doltaş, Dilek, Postmodernizm ve Eleştirisi
Tartışmalar/Uygulamalar, İnkılâp Kitabevi,
İstanbul 2003.
Eagleton, Terry, Postmodernizmin Yanılsamaları, Ayrıntı
Yayınları, İstanbul 1999.
………………, Kuramdan Sonra, Literatür Yayınları, İstanbul 2004.
Ecevit, Yıldız, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar,
İletişim Yayınları, İstanbul 2001.
Ecevit, Yıldız, Orhan Pamuk’u Okumak “Kafası Karışmış Okur
ve Modern Roman”, İletişim Yayıncılık, İstanbul
2004.
Emre, İsmet, Postmodernizm ve Edebiyat, Anı Yayıncılık,
Ankara 2004.
Engin Kılıç(derleme), Orhan Pamuk’u Anlamak, İletişim
Yayınları, İstanbul 2000.
262
Esen, Nükhet, Kara Kitap Üzerine Yazılar, İletişim
Yayınları, İstanbul 1996.
Lucy, Niall, Postmodern Eddebiyat Kuramı, Ayrıntı Yayınları,
İstanbul 2003.
Moran, Berna, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 3, İletişim
Yayınları, İstanbul 2003.
Oktay, Ahmet, Postmodernist Tahayyüle İtirazlar, İnkılâp
Yayınları, İstanbul 2000.
Parla, Jale, Don Kişot’tan Bugüne Roman, İletişim Yayınları,
İstanbul 2000
2.4. Bilim ve Felsefe
Bernal, J.D., Modern Çağ Öncesi Fizik(Çev: Deniz Yurtören),
Tübitak Yayınları, Ankara 1996.
Cushing, James T., Fizikte Felsefi Kavramlar(Çev: B. Özgür
Sarıoğlu), Sabancı Üniversitesi Yayınları,
İstanbul 2003.
Güçlü, Abdülbâki, Erkan Uzun, Serkan Uzun, Ümit Hüsrev
Yolsal, Felsefe Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yayınları,
Ankara 2003.
Hançerlioğlu, Orhan, Düşünce Tarihi “Büyük Fikir Kitapları
Dizisi-8”, Remzi Kitabevi, İstanbul 1993.
263
................................, Felsefe Sözlüğü “Büyük
Fikir Kitapları Dizisi-7”, Remzi Kitabevi,
İstanbul 1994.
Ian Marshall-Danah Zohar, Kim Korkar Scrödinger’in
Kedisinden?(Çev: Orhan Düz), Gelenek Yayıncılık,
İstanbul 2002.
Ronan, Colin A., Bilim Tarihi "Dünya Kültürlerinde Bilimin
Tarihi ve Gelişimi"(Çev: Prof. Dr. Ekmeleddin
İhsanoğlu, Prof. Dr. Feza Günergun), Tübitak
Yayınları, Ankara 2003.
Russel, Bertrand, Batı Felsefesi Tarihi (Çev: Muammer
Sencer) “II. Cilt “Ortaçağ”, Say Yayınları,
İstanbul 1994.
Trigg, Roger, Akılcılık ve Bilim, İzdüşüm Yayınları,
İstanbul 2004.
Uygur, Nermi, Dil Yönünden Fizik Felsefesi, Remzi Kitabevi,
İstanbul 1985
3. Sözlük ve Ansiklopediler
Collins Compact English Dictionary, HarperCollins
Publishers, Great Britain, 1998
Williams, Raymond, Anahtar Sözcükler (Çev:Savaş Kılıç),
İletişim Yayınları, İstanbul 2005.
264
4. Diğer Eserler
Açar, Mehmet, Hayatın Anlamı Ya Da Akhisarlı Hasan Tütün’ün
Maceraları, İthaki Yayınları, İstanbul 2005.
......................., Siyah Hatıralar Denizi, İthaki
Yayınları, İstanbul 2005.
Anar, İhsan Oktay, Kitab-ül Hiyel, İletişim Yayınları,
İstanbul 1996.
............................., Puslu Kıtalar Atlası,
İletişim Yayınları, İstanbul 1997.
............................., Efrasiyab’ın Hikâyeleri,
İletişim Yayınları, İstanbul 1998.
............................., Âmat, İletişim Yayınları,
İstanbul 2005.
Borges, Gölgeye Övgü, İletişim Yayınları, İstanbul 1995.
Eagleton, Terry, Azizler ve Alimler(Çev:Osman Akınhay),
Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1998.
Eco, Umberto, Gülün Adı(Çev: Şadan Karadeniz): , Can
Yayınları, İstanbul 1999.
Erdem, Y. Hakan, Kitab-ı Duvduvani, Kanat Kitap, İstanbul
2004.
..........................., Unomastica Alla Turca, Kanat
Kitap, İstanbul 2004.
265
..........................., Zaman Çöktü, Kanat Kitap,
İstanbul 2006.
Evren, Süreyya, Postmodern Bir Kız Sevdim, İthaki Yayınları,
İstanbul 2003.
Goethe, Faust , Öteki Yayınevi, Ankara 1992.
Mungan, Murathan, Üç Aynalı Kırk Oda, Metis Yayınları,
İstanbul 1993.
Pamuk, Orhan, Öteki Renkler, İletişim Yayınları, İstanbul
2003.
Şeyh Gâlip, Hüsn-ü Aşk(Hazırlayanlar: Orhan Okay, Hüseyin
Ayan), Dergâh Yayınları, İstanbul 1975
Tournier, Michel, Veda Yemeği, Ayrıntı Yayınları, İstanbul
1994.
Tzevetan Todorov, Fantastik, Metis Yayınları, İstanbul 1999.
Yavuz, Hilmi, Fehmi K.’nın Acayip Serüvenleri, Afa
Yayınları, İstanbul 1991
266