Mustafa Sabri Efendi

23
Siyasi ve İslami Kimliği ile Mustafa Sabri Efendi Giriş Mustafa Sabri Efendi, Osmanlı’nın son şeyhülislamı olarak bilinen, Osmanlı saltanatından Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişe şahitlik etmiş önemli din ve siyaset adamlarından birisidir. Eric Zulcher’in referasıyla değerlendirecek olursak, 2. Meşrutiyet sonrası ve Cumhuriyet tek parti dönemini reformcu “Jön Türk dönemi” olarak nitelendirebiliriz. Yapılmaya çalışılan değişim ve dönüşüm bağlamında bu iki dönemi bir süreklilik taşıdığı açıktır. Mustafa Sabri Efendi de yaşanılan bu dönüşüm döneminde muhalif tavrı ile dikkat çekmiştir. Yapılan reformlardan özellikle hilafetin kaldırılması, din ve devlet işlerini ayrılarak laik düzenin getirilmesi, milliyetçilik, medeni kanun ve kadınların toplumdaki yeri konuları üzerine söylemler üretmiş ve Kemalist rejime karşı sert eleştiriler yöneltmiştir. Bu makalede Mustafa Sabri Efendi, ana başlıklar olarak hayatı, eserleri, İttihat ve Terakki’yle İlişkisi, 1919-1924 arası dönem , 1924 ile hilafetin ilgasından sonraki döneme olan bakışı üzerinden incelenecektir. Hayatı ve Eserleri

Transcript of Mustafa Sabri Efendi

Siyasi ve İslami Kimliği ile Mustafa Sabri Efendi

Giriş

Mustafa Sabri Efendi, Osmanlı’nın son şeyhülislamı

olarak bilinen, Osmanlı saltanatından Türkiye

Cumhuriyeti’ne geçişe şahitlik etmiş önemli din ve

siyaset adamlarından birisidir. Eric Zulcher’in

referasıyla değerlendirecek olursak, 2. Meşrutiyet

sonrası ve Cumhuriyet tek parti dönemini reformcu “Jön Türk

dönemi” olarak nitelendirebiliriz. Yapılmaya çalışılan

değişim ve dönüşüm bağlamında bu iki dönemi bir

süreklilik taşıdığı açıktır. Mustafa Sabri Efendi de

yaşanılan bu dönüşüm döneminde muhalif tavrı ile dikkat

çekmiştir. Yapılan reformlardan özellikle hilafetin

kaldırılması, din ve devlet işlerini ayrılarak laik

düzenin getirilmesi, milliyetçilik, medeni kanun ve

kadınların toplumdaki yeri konuları üzerine söylemler

üretmiş ve Kemalist rejime karşı sert eleştiriler

yöneltmiştir. Bu makalede Mustafa Sabri Efendi, ana

başlıklar olarak hayatı, eserleri, İttihat ve Terakki’yle

İlişkisi, 1919-1924 arası dönem , 1924 ile hilafetin

ilgasından sonraki döneme olan bakışı üzerinden

incelenecektir.

Hayatı ve Eserleri

Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, 1869 yılında

Tokat’ta doğmuştur. Babası Ahmed Efendi olarak bilinir.

Tokat’ta ilim hayatına başlar ve hafız olur. Daha sonra

Kayseri’ye giderek Hoca Emin Efendi’den ve İstanbul’da

Ahmed Asım Efendi’den eğitim ve icazet alır. 22 yaşında

Fatih Camii Medresesi’ne hoca olur. ( Sabri, 350) 1900 ve

1904 yılları arasında 2. Abdülhamid’in kütüphaneciliğini

yapar. (Kara, 383)

1908 yılında İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra

Tokat vekili olrak meclise girer. 1908 ve 1912 yılları

arasında yayınlanan toplam 182 sayılık Cemiyet’i İlmiye-i

İslamiye’nin yayını olan Beyanul’ Hak dergisinin

başyazarlığını yapar. (Kara, 383) Mustafa Sabri efendi

Abdülhamid’e muhalif bir tavra sahiptir. “27 Nisan

1909’da şeyhülislamın fetvasıyla Abdülhamid’in tahttan

inmesine destek verir.” ( Nam, 298) Bu derginin ilk

sayısında da yayınladığı “Beyanu’l- hakk’ın mesleği” adlı

makalesinde Abdülhamid’in baskıcı yönetimine son

verdikleri ve tekrar meclisin açılmasını sağladıkları

için İttihat ve Terakki Cemiyetine ve orduya teşekkür

eder.(Kara, 383) Ancak daha sonra göreceğimiz gibi, bu

yazıdan kısa bir süre sonra İttihat ve Terakki cemiyetini

de eleştirmeye ve çalışmalarına muhalif bir tutum

göstermeye başlayacaktır. Özellikle ilmiye sınıfı üzerine

yapılmaya çalışılan reform hareketlerini tehlikeli görmüş

ve bunu her fırsatta dile getirmiştir. Şeriatın ve ilmiye

sınıfının geleceğinden endişe duyduğu bu dönem sonunda,

Mustafa Kemal yaptığı rejim değişikliği ve hilafetin

ilgası reformuyla Mustafa Sabri’yi korkularında ve

endişelerinde haklı çıkarmıştır. Sabri Efendi, takındığı

muhalif tavırla beraber İttihat ve Terakki’ye muhalif bir

kanadı temsil eden 1910 yılında kurulmuş olan Ahali

Fırkası’na katıldı. Sonrasında ise 1911 yılında kurulan

Hürriyet ve İtilaf Fırkasının kurucu üyeleri arasına

girdiğini görüyoruz. Tüm bu karşıt tavırları neticesinde,

1913 yılında yapılan Babıali Baskını’ndan sonra ülkeden

kaçarak önce Mısır’a oradan da Romanya’ya geçer. Ancak

Birinci Dünya Savaş’ı yıllarında Osmanlı ordusunun

Romanya’ya girmesi neticesinde tekrar ülkeye gönderilir.

(Kara, 383) Bilecik’te 5 yıl sürgün kalır ve ancak

Osmanlı’nın savaşta yenilgisiyle beraber İttihatçı grubun

ülkeyi terk etmesinin ardından İstanbul’a dönebilir.

1918’de İstanbul’a geldikten sonra tekrar siyasi ve

ilmi hayatına devam eder. Aynı yıl kurulmuş olan Daru’l –

Hikmeti-l- İslamiye’ye üye olur. Damat Ferid Paşa

hükümeti tarafından 1919 yılında şeyhülislam olarak

seçilerek göreve getirilir. Kendisinden sonra başka bir

şeyhülislam göreve gelmiş olsa da Mustafa Sabri son

şeyhülislam olarak tanınır. 1919 ve 1920 yılları

arasında, kesintili şekillerde şeyhülislamlık yapmıştır.

“ Tarih ve hatırat kitaplarına bakılırsa sadrazam olmak

için padişah ve devlet erkanı katında hayli teşebbüste

bulunduysa da başarılı olamadı.” (384) Mustafa Sabri,

şeyhülislamlık görevini istifa ederek bitirir. İstifa

kararı almasının sebebi ise Sultan Vahdettin’in Sevr

Antlaşması’nın şartlarını görüşmek üzere topladığı kabine

toplantısında Anadolu’da giderek genişleyen milli

harekete karşı sert tedbirler alınmasını teklif etmesi

karşılığında görüşlerinin reddedilmesidir. Milli

mücadeleye karşı başından sert bir tavır içinde olmuştur

ve Mustafa Kemal öncülüğünde yönetime gelen milliyetçi

yönetim nedeniyle ailesiyle beraber yurtdışına gitmek

zorunda kalmıştır. Yurt dışında olduğu süre içerisinde de

muhalif tavrını sürdürür. “Özellikle Batı Trakya’da

kaldığı yıllarda Yarın gazetesini çıkartır. Burada

yazdığı yazılarda Ankara hükümetini eleştirir.” (Nam,

299) Bu sırada yeni meclis milli harekete düşmanlık etmiş

olan kişilere karşı vatandaşlıktan çıkarmak üzere bir

150’likler listesi çıkarır. Lozan Antlaşmasına göre tüm

savaş suçluları affedilecektir ancak bu 150 kişiyi

istisna olarak tutar meclis. Bu liste içerisinde Mustafa

Sabri Efendi’nin de ismi vardır. 1938 yılında

150‘liklerin affedilmesine rağmen Türkiye’ye dönmemiş ve

12 Mart 1954’te hayatının son 30 yılını geçirmiş olduğu

Mısır’da vefat etmiştir.

Yayınlamış olduğu başlıca eserler şu şekildedir;

Yeni İslam Müctehidlerinin Kıymet-i İlmiyesi (1919), Dini

Müceddidlerin yahud Türkiye için Necat ve İtila

yollarında Bir Rehber (1922), İslam’da İmameti Kübra

(Hilafet ve Kemalizm kitabı içinde basıldı, 1992) Savm-ı

Ramazan, Din ve Milliyet (Yarın’da tefrika), Türkün

Başına Gelen Şapka Meselesi, Mes’eletü Tercemeti’l- Kuran

(1932), İnsan ve Kader (1989), Mevkıfu’l – akl (1950),

Kavl-i Fi’l – Mer’e (“Kadınla İlgili Görüşüm” olarak

çevrildi, 1994), Hilafetin İlgasının Arka Planı (1996),

Meseleler Hakkında Cevaplar (1976).

“Mustafa Sabri Efendi’nin Beyan-ul- Hak ve Yarın’dan

başka Malumat, Yeni Gazete, Tesisat, Alemdar, İkdam gibi

yayın organlarında da çokça yazısı yayımlanmıştır.”

(Kara, 385)

1909- 1914 İttihat ve Terakki Zamanındaki Duruşu

Yayınlamış olduğu eserlerden hareketle Sabri

Efendi’nin muhalif konumunu ve reformlar karşısındaki

reaksiyoner tavrını gözlemleyebiliriz. Örneğin ilk

eserlerinden olan Yeni İslam Müctehidlerinin Kıymet-i İlmiyesi’nde

gayri Müslimlerin cehennemde ebedi kalmayacağını söyleyen

Tatar alim Musa Carullah Bigiyev’in sözlerine karşılık

ele alınmış teolojik bir tartışma görürüz. Carullah

Bigiyev, Müslüman olmayan kişilerin cehennemde sonsuza

kadar kalacağını söyleyen muhafazakar ulemanın geleneksel

söylemine karşı Allah’ın rahmetiyle kafirlere de belli

bir süre azap edeceğini iddia ediyordu ve Mustafa Şevki

Efendi’yi ve onun takipçilerini kelamı güncel şekilde

okuyamamakla suçluyordu. Bu tür eski söylemlerin İslam’a

zarar verdiğini ve Avrupalı devletlerin de İslam’a kötü

bakmasına neden olduğunu belirtiyordu. “Diğer bir

deyişle, gayet açık bir şekilde bu eski kelam

tartışmasını yeni, reformcu bir gündemin çerçevesine

yerleştirmeye çalışıyordu. Benzer bir strateji

reformculuğa özenen birçok başka kimse tarafından tüm

İslam aleminde bu dönem boyunca kullanılmıştır.” (Bein,

64) Bu tartışma aslında 2. Müşrutiyet’ten sonra ulema

arasında oluşan iki zıt kutbun bir göstergesiydi.

Yenilikçi ve reformist kesim yapılacak olan reformlarla

hem devlet sisteminin hem de ulemanın durumunun adeta

tamir edilerek daha sağlam bir yere geleceğini öne

sürerken, muhafazakar korumacı grup, İttihatçılara ve

reformlara her zaman şüpheyle bakmış, şeriatın ve dinin

öncelenmesine özen göstermişlerdir.

“İlk yaklaşım, eğer reformları bizzat ulemasınıfı başlatmayacak olursa, bunun ağır sonuçlarından hem kendileri hem imparatorluk hem de Osmanlı topraklarındakidini yaşamın zarar göreceğini ileri süren proaktif bir eğilimdi. İkincisi ise terakki ve ıslahat adı altında, aziz ve değerli gelenekleri ve kurumları tahrip edebilecek ve dinsiz ya da dinen sapkın toplumsal normlar ve dini uygulamalar yayılmasını aslında kolaylaştıracak acelecideğişikliklerden duyulan kaygıyı yansıtan bir tutumdu. (Bein, 48)

Bu süreç içerisinde ulemanın modern zamanın

ihtiyaçlarına göre yenilenmesi gerektiğini

söyleyen İttihat ve Terakki Cemiyeti destekçisi

Musa Kazım Efendi, reformist ulamanın lideri

konumuna gelmişken Mustafa Sabri Efendi ikinci

Meşrutiyet’in ardından muhafazakar ulamanın

sözcüsü olarak değerlendirilmiştir. Bu iki grup

arasındaki gerilim ve mücadele reformistlerin

Cumhuriyet rejimi ile beraber ilan edilen kesin

zaferine kadar çatışmalı bir şekilde sürmüştür.

Birinci Dünya Savaşı’na kadar olan zamanda iki

grup farklı reform çalışmaları etrafında

sürtüşmeye girmiştir. Örneğin korumacı olan grup

şeriat ilkelerine dayanan bir medeni kanun

tasarısı olan Mecelle’yi meclise tasarı olarak

sunmuş, ancak Avrupa temelli hukuk kurallarını

uygulamak isteyen reformist ulemadan destek

görememiştir. “Mustafa Sabri, Avrupa tarzı

mütecaviz bir laikleşmeden duyulan korkuları teyit

eden her türlü yeniliğe karşı endişeli ve şüpheci

bir yaklaşımı temsil ediyordu.” (58) 1909 -1913

yıllarını içine alan bu dönemde iki grubun dini

otorite mücadelesini görüyoruz. Mustafa Sabri

Efendi’nin Carullah Bigiyev’e karşı yazmış olduğu

Yeni İslam Müctehidlerinin Kıymet-i İlmiyesi de dönemin

şartları göz önünde bulundurularak bu tür bir

otorite kurma çabası olarak değerlendirilebilir.

Bu dönemde ele alınan karşılıklı yazılarabakacak olursak, reformist tarafın Cumhuriyet sonrası gerçekleştirilecek reform çalışmalarının genel alt metnini kurduğunu ve muhalif kesimin de tepkilerinin buna göre şekillendiğini söyleyebiliriz. Çıkarılan dergilerde dini açıdan ele alınan konulara bakıldığında çok eşlilik, kadının toplumsal hayattaki yeri gibi muhtelif konulara yoğunlaşıldığını görüyoruz. Refomcu kanadın yayınladığı Sırat-ı Müstakim dergisi daha ılımlı reformist bir görüşe sahip İslam Mecmuası ve Sebilürreşad dergileri bize bu konuda fikir sunuyor. (68)

1919 yılına gediğimizde ise savaşın bitimiyle beraber

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin de dağılmış olduğunu

görüyoruz. Cemiyet mensubu birçok kişi yönetimden ve

ülkeden ayrılırken reforma ve reformistlere olan güven de

zedelenmiş oldu. Bu sürede ortaya çıkan bir iktidar

boşluğunda, öncesinde yapılmış olan reformlar

sorgulanmaya başlandı. Mustafa Sabri Efendi

düşüncelerinde ve kaygılarında haklı olduğunu düşündü ve

bu dönemde şeyhülislamlığa gelmesinin de vermiş olduğu

bir güçle etrafındaki savunmacı eğilimdeki kişilerle

beraber reformcu gruba yönelik eleştirilerini arttırdı.

“En başından itibaren statükoya aniden son verilmesinin,

laikçi ve İslam karşıtı politikaların yararlanacağı bir

boşluk yaratacağından şüphe etmişlerdi. Onların

perspektifinden İttihat ve Terakki reform yanlısı ulemayı

faydalı ahmaklar olarak kullanırken tam da bunu

yapmışlardı.” (73) Mustafa Sabri, bu düşüncelerinde

kısmen haklıydı çünkü 1919 sonunda bakıldığında ulemanın

parçalandığını ve yapılan reformları tersine çevirmenin

oldukça güç olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca aynı yıl

başlayacak olan milli mücadele de İttihat ve Terakki

temelinden gelen reformcu kişilerin elinde bir güç

olacak, Mustafa Sabri geleceğini gördüğü hilafetin ilgası

ve saltanatın kaldırılması gibi olayları durduracak bir

yapılanmaya gidemeyecektir.

Saltanattan Cumhuriyete 1919- 1924

Mustafa Sabri Efendi, Babı Ali Baskını’nın ardından

geçirdiği beş yıllık (1913-1918) sürgün hayatının

ardından tekrar İstanbul’a dönmüş ve dağılan İTC

otoritesinin verdiği rahatlıkla kendi hakimiyet hayatını

hem dini hem siyasi hayatta genişletmeye çalışmıştır.

Kuruculuğunu yaptığı Hürriyet ve İtilaf Fırkasının

çalışmalarını hızlandırmış, Cemyet-i İlmiye-i İslamiye

etrafında ulemayı toplamaya çalışmıştır. Kendisi de bu

derneğe başkan olarak seçilmiştir. İTC ile yollar ayrılan

Sebilürreşad dergisini de kendi tarafına çekmeyi

başarmıştır. Ancak kariyerinin zirvesine 1919’da Damad

Ferid Paşa tarafından şeyhülislam olarak atanmasıyla

ulaşmıştır. Şeyhülislamlık makamı tarihçesi içinde

bakıldığında giderek siyasallaşan bir makama

dönüşmektedir. Özellikle 2. Meşrutiyet sonrasında

şeyhülislamların siyasi kimliklerinin ve fikirlerinin

dini hükümlerin önüne geçtiğini görüyoruz. Bu

siyasallaşmayı en çok görebileceğimiz isim yine Mustafa

Sabri Efendi olarak çıkıyor karşımıza. İttihat ve

Terakki’ye muhalif olan Hürriyet ve İtilaf Fırkası üyesi

olduğu bilinen Mustafa Sabri’nin aynı partinin Damat

Ferid Paşa yönetiminde iktidara gelmesiyle şeyhülislam

olması bu nedenle tepki çekmiştir. “Ahmet Şirani, Mustafa

Sabri’nin şahsiyetini hoca, fırkacı ve şeyhülislam

sıfatlarıyla değerlendirmeye tabi tuttuğu yazısında, onu

“fırka şeyhülislamı” olarak nitelendirdi...” (Yakut, 197)

Mustafa Sabri göreve geldikten sonra ilk olarak üzerinde

durduğu konu İTC’nin getirmiş olduğu Avrupa merkezli

yorumlarla dini erozyona uğrattığını düşündüğü konuların

imarı olmuştur. Örneğin şeyhülislamın devlet kabinesinden

çıkarılarak politika ile dini olanın ayrılması gerektiği

önergelerini kesin olarak reddederek çalışmalarına

başladı. Ona göre bu önerge, Avrupa’nın laik sisteminin

bir taklidiydi ve devleti dinsizleştirmeyi amaçlıyordu.

“Bunu ilmiye teşkilatının desteğiyle kamusal davranış

kuralarıyla ilgili İslami normların yasa haline

getirilmesi ve uygulanması izleyecekti. Bunları eski İTC

hükümetinin, devlet ile dinin birbirinden ayrılmasını

amaçlayan, herkesin malumu hedefi doğrultusunda bir ön

hazırlık olarak başlattığı reformların boşa

çıkarılabilmesi için gerekli ve acil önlemler olduğuna

inanıyordu.” (Bein, 39)

Mustafa Sabri’nin kamusal alanla ilgili yaptığı

Ramazan’da içki içilmemesi, kadınların erkeklerle aynı

ortamlarda bulunmaması gibi ahlaki çalışmalar büyük

uğraşlar sonucu kabul görse de, ülkenin içinde bulunduğu

savaş durumu, İtilaf devletleri saldırıları ve yurdun

çeşitli kesimlerinin işgali hem Hürriyet ve İtilaf

Fırkası’na olan güveni kırıyor, hem de gündemi

İstanbul’dan Ankara’da güç kazanan Mustafa Kemal ve

arkadaşları cephesine çekiyordu. Kendisini destekleyen

birçok kişi ve kurumun artan direniş hareketleriyle

beraber İTC’nin devamı olarak nitelendirilen Mustafa

Kemal çevresine kaydığı görülüyordu. Mustafa Sabri

1919’da görevden aldı. Bu sürede Ankara’da milliyetçi

hareket güç kazanıyordu. İstanbul milliyetçiler hakkında

vatan haini olarak fetvalar yayınlıyor, Ankara’da onlara

kendi saflarındaki ulemanın fetvalarıyla yanıt veriyordu.

Mustafa Sabri de milliyetçilere karşı olan grubun yanında

oldu. “Her ne kadar Nisan’da kurulan kabinenin dışında

bırakılmış olsa da ‘Anadolu’daki İttihatçı Eşkıyaları’

İslam’ın din karşıtı düşmanı olmakla itham ettiği miting

konuşmaları, yazdığı başyazılar ve risalelerle kabineye

destek veriyordu.” (Bein,147) Milliyetçi harekete karşı

göstermiş olduğu sert tutumu nedeniyle İstanbul

hükümetinin beğenisini kazanarak 1920’de tekrar

şeyhülislamlığa atandı ancak bu da çok uzun sürmedi.

Fazla radikal tavırlar sergilediği için görevden alındı

ve yerine siyaset ve dini işleri birbirinden ayıran

apolitize olmuş Mehmed Nuri Efendi atandı. Milliyetçi

hareketin ve Mustafa Kemal’in parlayan yıldızı kendisi

için artık büyük bir tehditti. Bu nedenle 1922 yılında

ülkeyi terk etti. Ancak 1923’te kurulan Cumhuriyet rejimi

ve 1924’te hilafetin ilgasından sonra da kendisi farklı

kesimler üzerine etki etti. Laik düzeni destekleyen

yenilikçi kesim Mustafa Sabri’yi başarısız bir din ve

siyaset adamı olarak anarken, din adamlarının ve şeriatın

devletten ayrılamayacağını düşünen İslamcı kesim sonraki

yıllarda da kendisinin yazdığı yazılardan ve

görüşlerinden faydalanmayı sürdürdü.

Din – Devlet Ayrılığı Hakkında Düşünceleri

Mustafa Sabri Efendi, 1922 yılında İstanbul’dan

kaçtıktan sonra değişik yerlerde bulunmuş, son olarak da

Müslüman halkın çoğunlukta olduğu Batı Trakya’da

çalışmalarını devam ettirmiştir bir süre. Bir kitabında

yaşadıklarını şu şekilde anlatır: “İlkelerden

uzaklaşmamak uğruna iki defa malımı ve yurdumu ter ettim

ve bu iki hicret arasında tutuklanıp hapse atıldım. Ancak

mücadele yolundan asla dönmedim. Feda ettiğim dünya zevk

ve hayatından asla pişmanlık duymadım.” (Sabri, 18)Burada

oğluyla beraber yayınladığı Yarın gazetesi üzerinden yeni

kurulan Cumhuriyet rejimini ve Ankara yönetimini

eleştiriliyordu. Zaten adı 1938’e kadar vatandaşlıktan

çıkarılan 150’likler listesinde kalmıştır. Temelde,

Cumhuriyetin getirdiği laiklik fikriyle ortaya çıkan din

ve devlet işlerinin ayrılması fikrine karşı çıkmaktadır.

Ona göre Müslüman bir halk için İslam bir anayasa ve

idari hüküm niteliğinde olmalıdır aynı zamanda. İslam,

özü itibariyle zaten tüm bu niteliklere sahiptir ve

Müslüman halk da ancak İslami hükümlerle yönetilebilir.

“Ona göre bu ayırma işi öncelikle halifeliğin

kaldırılmasına zemin hazırlamak için yapılmıştır. Bundaki

maksadın da sadece din ve devlet işlerinin birbirinden

ayrılması olmadığını, bunun dini ortadan kaldırmak için

bir tuzak olduğunu savunmuştur.” (Nam,300) Önceleri

Osmanlı geleneğinden gelen halkın tepkisini çekmemek için

“”devletin dini İslamdır” ibaresiyle yer verilen bir

anayasa hazırlanmışken, daha sonra bunun da kaldırılarak

önce devletin, buna bağlı olarak da milletin

dinsizleştirimek istendiğini savunmuştur. “Aynı zamanda

Mustafa Sabri, anayasaya devletin dilinin Türkçe

olduğunun yazıldığına işaret eder...Bu durumda, o halde

dili oluyor da dini neden olması diye sormaktadır.” (300)

Yani buradan kasıt, oluşturulmak istenen millet yapısının

Türk milliyetine bağlı, dinsiz bir millet olduğu

inancıdır.

Mustafa Sabri Efendi Müslüman bir toplumun ancak

dini hükümlere göre yönetilebileceğini söylerken aynı

zamanda bunun hem ülke içerisinde hem de ümmet anlayışı

içinde dünya Müslümanlarıyla bir bütünlük sağlamak

açısından da gerekli olduğunu belirtiyordu. İslami

hükümleri uygulamanın önce bireysel manada bir ahlak

meselesi olduğunu ve kişilerin ahlaki yapılarını

etkilediğine değinmiştir. Din ve devlet yönetiminin

ayrıldığı bir toplumda yaşamanın da bu açıdan dinin

emirlerine uygun olmadığını düşünerek rejimi

destekleyenleri eleştirmiştir. “Allah’ın kitaplarına,

peygamberlerine ve ahiret gününe iman bizim inanç

felsefemizdir. Ümmetin saadeti fert ve cemaat olarak

çocuklarımızı bu inanç esasları ve edebi üzerine

yetiştirmemize bağlıdır. Ümmetin şu anki durumu

kitapların gereğini yapmaktan çok uzaktır.” (Sabri, 62)

İslami bir yönetim altında yaşamayı yalnızca bir yönetim

tarzı olarak ele almaz ve bunun aynı zamanda Müslüman

toplulukların kimlik meselesi olduğuna da değinir. İTC

yönetimi zamanından itibaren yapılan Batılı tarzda

yenilikler de dahil olmak üzere Mustafa Kemal’in kurmuş

olduğu Cumhuriyet’in inkılaplarına karşı çıkmasının temel

meselesi de aslında bu “kimlik” düşüncesiyle

bağlantılıdır. Mustafa Kemal rejiminin dine bağlılığı

azaltarak Müslüman kimliğine ve ümmeti kapsayan birlik

düşüncesine zarar vermek istediklerini düşünür. Mevkı-f

el Akl ve İlm kitabında bu duruma şöyle değinmiştir:

“Müslümanlar derhal durumlarını anlamalı ve İslam’ın

kollarına atılıp dünya ve ahirette yeniden

dirilmelidirler. Yabancı kollarda diriliş aramak onlara

fayda vermez. Bu şekilde ne Doğulu, ne Batılı, ne

Müslüman ve kitap ehli; bilakis kimliksiz bir toplum

olurlar.” (63)

Hilafet Algısı

Mustafa Kemal hükümeti elinde bulunan tüm güce

rağmen hilafeti bir anda kaldırma girişiminde

bulunmamıştır. Bunun yerine önce devlet işlerinden

soyutlayıp, sonra İslami bir hükmünün de aslında

olmadığına milleti ikna etmeye çalışarak ilgasını

gerçekleştirmiştir. Aslında Mustafa Sabri’nin iddia

ettiği gibi “dinsiz” bir politika takip etmemiş, tam

tersine kendi fikir ve politikalarına meşruiyet

kazandırmak için İslami bir söylem üretmişlerdir. Mustafa

Sabri, Mustafa Kemal’in bir Fransız gazetesine verdiği

demeci incelerken aslında hilafetin sadece Türkler için

değil tüm ümmet için anlamını yitirmesi doğrultusunda

konuştuğunu söyler. Mustafa Kemal hilafetle ilgili

görüşlerini şu şekilde anlatır:

“Türklerin en mutlu tarihi dönemleri, sultanların halife olmadıkları dönemlerdir...Halifenin tüm İslam halkları üzerindeki velayetinin gereği dini görevini yerine getirmesi, gerçeklerden değil kitaplardanalınmış bir düşüncedir. Ne İranlılar, ne Afganlılar ne de Afrika Müslümanları şimdiye kadar İstanbul halifelerinin hükmüne girmiş değillerdir.” (Sabri, 167)

Mustafa Sabri, bu sözlerin Mustafa Kemal’in

vicdanındaki hilafet karşıtlığından beslendiğini

söyler. Buradan hareketle Mustafa Kemal’in hilafetin

bir yönetim şekli, bir hükümet olduğunu kabul

ettiğini ancak bunun pratikte tüm dünya

Müslümanlarını kapsayacak şekilde gerçekleşemediğini

anlatmaya çalıştığını söyler. Buradan hareketle de

eğer hilafet maksadına uygun şekilde yaşayamıyorsa,

var olmasının da bir anlamı yoktur lafsında bir

beyanda bulunduğunu iddia ederek kendisini peygamberi

ve hilafeti anlamamakla suçlar. (168) Mustafa Kemal

vermiş olduğu demeçteki sözlerine şu şekilde devam

eder: “Eski geleneklerimize saygı göstererek halifeye

dokunmadık. Halifenin işlerinin tüm Müslüman halkları

kapsaması gerektiğini savunanlar, şimdiye kadar

hilafetin yüklerine iştirak etmediler. Şimdi ne

istiyorlar?” (168) Mustafa Sabri ise bu sözlerine

binaen Mustafa Kemal’i “hilafete İslami nazarla değil

Selanikli bir tüccar gözüyle bakan” biri olarak

tanılamıştır.

“Mustafa Sabri Efendi hilafeti, sözlük manası

itibariyle “başkasının halefi olmak ve yerine geçmek”

şeklinde tarif etmektedir. şer’i manasını da “dini ve

dünyevî liderliğe, yani İslâm hükümeti başkanlığına lâyık

olarak Hz. Peygamber’e halife olmaktır.” şeklinde izah

etmektedir.” (Nam, 301) Mustafa Sabri Efendi, hilafet

makamını tarihsel bir bağlamda, peygamber efendimiz

sonrasından başlayarak ele alır ve Mustafa Kemal rejimini

destekleyerek hilafetin aslında İslam’da olmadığını ileri

süren din adamlarına karşı çıkar. Bu bağlamda hilafetin

ilgasına da kesin olarak karşı çıkmıştır. Ona göre

hilafet ve devlet ayrılmaz bir bütündür. Hilafet devletin

yönetim şeklini temsil eder. Yani bir toplumda eğer

halife olacak bir din adamı yoksa o toplumda devlet adamı

da yok demektir aslında. Yapılmaya çalışılan şeyin bir

laikleşme çabası olduğunu ve bunun İslam’a zarar

vereceğini ancak halkın bunu anlayamadığını söyler.

“Müslüman halk benim ülkemdeki ladini yöneticileri

tanımamakta, onların İslam devletini, hilafetini

yıktığını bilmemektedirler. Hatta Mustafa Kemal’i

kendilerine örnek almakta, lider edinmektedirler.” (94)

diyerek Mustafa Kemal’i de dinsiz olmakla suçlar. Laik

cumhuriyet yönetimiyle devleti yönetme yetkisinin meclis

aracılığıyla millete teslim edildiğini, bunun önünde

engel olan hilafet ve saltanatın da bu doğrultuda

yıkıldığını iddia eden Cumhuriyetçi kesime asla itibar

etmemektedir. Mustafa Kemal ve çevresindekilerin

saltanatı baskıcı ve otoriter, yeni cumhuriyet rejimini

ise özgürlükçü ve halk iradesine dayanan bir yönetim

şekli olarak sunmasını kabul etmez ve Mustafa Kemal

liderliğindeki devlet yönetimini şu sözleri ile

diktatörlükle itham eder: “Atatürk dönemindeki yönetimin

halk egemenliğine dayanan bir yönetim olduğu sözü ise

yaşanan durum ve hakikatten çok uzaktır. Bugün

Türkiye’deki tek kişi yönetimi geçmişteki yönetimlerden

binlerce defa daha ceberrut bir diktatörlük yönetimidir.”

(73) Bu rejimin İslam’ı onlara göre karanlık çağ olan

Oraçağ’dan kalma ve kendilerini modern batılı devletlerin

gerisinde bırakacak bir unsur olarak gördüklerini

düşünür. Mahmut Esad Bey’in şu sözlerini de fikirlerine

delil olarak sunar:

“Hükkam-ı Kiram!... Muasır medeniyet içinde Türk milletinin mukadderatını, ortaçağa ait esaslara, bütün açık hakikatlere rağmen özel bir kasıtla veya şuursuz bir inatla bağlı kılmak davası, tarihin suçlar diye kaydetmeye hak kazandığı bir faciadır. Bugün inkılâp, dönmeyen kat’î kararları ile bu kanlı cephenin sahne olduğu13 asrı tekmil saçmalıkları ile baş aşağı etmiş bulunuyor.” (Nam, 302)

Hilafeti önce devletten ayırıp sonra tamamen kaldırmanın

Batılılaşmak ve Avrupalı normlara göre yaşama gerekliliği

duymak olduğunu söyler Mustafa Sabri. Hilafet ilga

edildikten sonra o zamana kadar Mustafa Kemal ve onu

destekleyenler hakkında ortaya attığı iddiaların da doğru

olduğunun anlaşılması gerektiğini vurgular. Din, Mustafa

Kemal yönetimi için Osmanlı’dan kalan ve acilen tasfiye

edilmesi gereken bir yüktür. “Dini hükümlerin laik Avrupa

yönetimi biçimlerine aykırılığı ve memleket içindeki heva

ve zulümlerine engel teşkil etmesi nedeniyle, dini

omuzlarından atılması gerekli ağır ve sıkıntı verii bir

yük olarak görürler.” (Sabri, 99) Milletin bağı dinden

koptuğu zaman Osmanlı’ya ait bellek de daha kolay

silinecektir. Bu nedenle saltanat ve hilafet ilgasından

sonra Arap harfleri kaldırılmış ve Avrupa’yı daha

yakından takip edebilmenin önünün açılması için Latin

harflerine geçilmiştir. Mustafa Sabri’nin öfkesi ve

muhalifliği aslında değiştirilmeye çalışılan bu medeniyet

değişikliğine karşıdır. Bu nedenle dinin tasfiyesine

karşılık topluma yeni bir değer olarak sunulan ve Osmanlı

düşünce sisteminden uzak modern ulus-devlet anlayışının

şekillendirdiği “milliyetçilik” idealine de aynı şiddetle

karşı çıkmıştır.

Milliyetçilik Hakkında Düşünceleri

Mustafa Kemal liderliğinde Cumhuriyet rejiminin

yaratmaya çalıştığı laik Türk milliyetçisi kimliğe de

tümüyle karşıdır. Dinin etkisizleştirilmesiyle ümmet

fikrinden uzaklaşan milletin bir bütünleştirici değer

olarak Türkleştirilmesini ve bu uğurda yapılan

inkılapları eleştirir. Din ve Millet yazısında,

sonrasında büyük tartışmalara neden olacak şu sözlerle

düşüncelerini anlatmıştır: “Yalnız yeni Türkiye’de

veyahut orasının peyki ve gölgesi gibi hareket eden

muhitlerde değil, belki yeni Türkiye’nin muarızları

sırasında yer almakla beraber birçok hususta o diyarın

deliliklerini taklit etmeye özenen hafif meşrepliler,

zayıf akıllılar arasında bile “milliyet” havası çalanlar

ve yolunu şaşırıp dalalette kalanlar eksik değildir.”

(Kara, 409) Özellikle Osmanlı’da Arap kültürüyle iç içe

geçmiş olan bütünlüğün Cumhuriyet zamanında

değiştirilmeye çalışılması da onun için ayrıca sorun

teşkil etmektedir. Yine aynı yazıda şunları söyler:” Hele

milliyeti muhafaza sevdasıyla Latin harflerini kabul

etmeye lüzum görülmesi beni büsbütün sinirlendirmişti...

Benim elimden gelse Türkleri de Arap yaparım, diğer

Müslümanları da...Bunların vaktiyle Araplaşmadığına da

çok eseflenirim.” (409-410) Buradaki yaklaşımı

Cumhuriyet’in Türkçü modernistlerini çok kızdırmış olsa

da kendisinin asıl söylemek istediği bir milli kimlik

olarak Araplaşmak değildir. Dil olarak Arapçanın daha

üstün olduğunu düşünmekte, bu anlamda Türkçe ile bir

kıyaslama yapmaktadır. Bunu da yine daha iyi Müslüman

olmanın bir gereği olarak ele alır.

“Benim de Araplığa temayülüm, Kur’an-ı Kerim ve hadislerin dili olan Arapça sayesinde Müslümanlığın daha iyi muhafaza edileceğine kani olduğumdandır. İslam dini düşmanları Arap harflerini atmak vasıtasıyla Kur’an-ı Kerim-i ortadan kaldırmak istedikleri gibi ben de İslamiyet’in istinat noktalarını sağlamlaştırmak için Arapçayı dil edinmek derecesinde kendimize mal edinmek isterim” (412)

Cumhuriyetin milliyetçi politikalarını da hilafetin

ilgası gibi milleti dinsizleştirme politikası olarak

değerlendiren Mustafa Sabri, dünyada hızla yayılmakta

olan ulus-devlet söyleminin önem kazandığı o günlerde

Türklükten “istifa” ettiğini söyleyerek yine muhalif bir

tavır sergilemiştir. (Bein,161) Kurulmuş olan diyanet

sistemini de dinsiz sistemin bir aracı olarak görmekte ve

bu oluşumun içinde yer alan ulemayı sert bir şekilde

eleştirmektedir.

“Eski şeyhülislam “dönek” Cumhuriyetin aslında İslami kuralları ve bunların kadrolarını yok edip ortadan kaldırmaya azmettiğini iddia ediyordu. Bu nedenle, dinsiz Diyanet’in hizmetinde çalışmaya hevesli sahtekar ulemanın ruhsal alçaklığını şiddetle kınıyordu. Türkiye’deki insanları, İslam dinini ayaklar altına alan ve hakiki ulemayı tekmeleyerek susturan bir rejimi destekleyen bu gibi akılsız ulemanın ve İslam’ın gizli düşmanlarının sözlerini dinlememeye çağırıyordu.” (161)

Mustafa Sabri, Mısır’da olduğu sıralarda, Türkiye’deki

olayları yakından takip etmektedir. O günlerde artan

milliyetçi çalışmalarla beraber Türklüğün kökenine ve

tarihine gitme çalışmaları da başlamıştır. Ziya Gökalp,

Yusuf Akçura gibi isimler Türklük ve Cumhuriyet ilkeleri

üzerinden yaratılmak için uğraşılan “Türk halkı” ideali

için uğraşıyorlardı. Bu nedenle de millete değer olarak

sunulabilecek çeşitli mitler, hikayeler, Türk tarih

tezleri, Güneş Dil Teorisi gibi çalışmalara başlanmıştı.

Mustafa Sabri, bir Türklük miti olarak “bozkurt”

simgesinin doğmuş olmasını ve bu sembolün posta pulları

üzerine yerleştirilerek halka sunulmuş olmasını yine

dönemin zihniyetinin dayatmacı milliyetçilik çalışması

olarak görür ve bununla beraber milletin asıl bağı olan

İslam’dan uzaklaştırılmaya çalıştığını anlatır. Ele almış

olduğu “Bozkurt Meselesi” yazısında bu durumu şöyle

anlatmıştır: “Kemalistlerin, İslam dininin ilgimizi

kestiği eski atalarımızın batıl inançlarını tekrar

diriltmeye çalışmalarının esas neden, bu sembol ve

simgeleri İslami simgelerin yerine bina etmek

istemeleridir. Böylece nefret ettikleri İslam ve İslam

birliği yerine, batıl simgeleri ikame etmek istiyorlar.”

(175) Eski şeyhülislam Ankara hükümetinin bu

çalışmalarını boşuna bir uğraş olarak görür. Çünkü ona

göre millet şeri hükümlere gönülden bağlıdır ve kendisi

dahi soy itibari ile Türk olmasına rağmen bu tür

simgelerle daha önce karşılaşmamıştır. Bu da, Ankara

hükümetinin, ürettiği sahte değerler sunduklarının kanıtı

olmalıdır halkın gözünde. Her ne kadar Mustafa Sabri yeni

rejimin temel değeri olarak milliyetçilik çalışmalarının

hızla devam ettiğini görse de, milletin İslami unsurların

yerine bu fikre sahip çıkacağını düşünmez. Ancak ileride

de göreceğimiz gibi, bir zaman sonra İslam ve Türklük

bir diğerinin parçasıymış gibi sunulmuş, yine üretilen bu

İslami söylemle hem dini kontrol sağlanmaya çalışılırken

hem de millet fikrinden milliyet idealine geçişin önü

açılmıştır.

Sonuç

Bu makalede görüldüğü üzere Mustafa Sabri Efendi,

döneminin önemli siyaset ve din adamlarından birisidir.

Sahip olduğu muhalif tavırlar İttihat ve Terakki Cemiyeti

zamanından itibaren, reformist kesime karşın muhafazakar

ve İslamcı tarafın en öne çıkan ismi olmuştur. İTC ile

başlayan modernleşme çalışmalarını şeriat ve hilafet için

her zaman bir tehdit olarak görmüştür. Batılı dünyayı

üstün gören bu kesimin çalışmalarını Müslümanların

kimliklerinden koparılması için verilen bir mücadele

olarak görmüştür. Bu nedenle, Mustafa Kemal ve Cumhuriyet

rejimi ile de her zaman bir çatışma içinde olmuştur.

Saltanatın kaldırılması, hilafetin ilgası, milliyetçilik

çalışmaları ve kamusal alanda gerçekleştirilen birçok

inkılabı eleştirmiştir. Yapılan yenilikleri milletin,

Osmanlı gibi derin bir kökten koparılarak Batılı, laik

bir düzen içine sürüklenmeye çalışılması olarak

yorumlamıştır. 1922 yılında yeni rejimin kendisi için

hayati tehlike taşıdığını düşündüğü için ülkeyi terk

etmiş olsa da, döneme dair birçok yazı kaleme almıştır.

Kendisinin fikirleri halen İslamcılar için bir başvuru

kaynağı olarak kullanılmaktadır.

Referanslar

Bein, Amin, Osmanlı Uleması ve Türkiye Cumhuriyeti, İstanbul:

Kitap Yayınevi, 2013.

Kara, İsmail, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi, İstanbul:

Kitabevi, 1997.

Nam, Mehmet, Son Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’ye Göre Din-Devlet-

Hilafet İlişkisi, Uluslararası Sosyal Araştırma Dergisi, Cil:4,

Sayı:16, Kış 2011.

Sabri, Mustafa, Hilafetin İlgasının Arkaplanı, İstanbul: İnsan

Yayınları, 1996.

Yakut, Esra, Şeyhülislamlık, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2005.

Zürcher, E.J. Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İstanbul: İletişim

Yayınları, 2013.