Mountstuart Elphinstone'un Gözünden Afganlarda Eğitim

224
ASIA MINOR STUDIES (INTERNATIONAL JOURNAL OF SOCIAL SCIENCES) 569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve Ekonomik Durumu Mehmet BİÇİCİ Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar Razan ÇELEM Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan Sorunlar Hızır DİLEK Sinemacıları Edebiyata Yönelten Muhtemel Sebepler Üzerine Bazi Dikkatler Özlem KALE Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in Yayınlanmamış Destanları Ayhan KARAKAŞ Sir Thomas Roe’a Göre Babür İmparatorluğu Sarayında Nevruz Habibe KARAYEL Mountstuart Elphinstone’un Gözünden Afganlarda Eğitim Furkan KÜLÜNK Tuna Kıyısında Komşuluk: Eflâk ‘Nizamı’ ve Vidin 1790-1795 Nagehan ÖZDEMİR Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri İsmail PEHLİVAN Neş'etu'l-Meâcimi'l-Arabiyyeti ve Tetavvuruhâ (Meâcimu’l-Meânî – Meâcimu’l-Elfâz), Dâru’s- Sadâkati’l-Arabiyye Uğur GÜLBİL Cilt/ Volume:2 Sayı / Issue:4 Temmuz/ July 2014 www.asiaminorstudies.com ISSN 2147-1673

Transcript of Mountstuart Elphinstone'un Gözünden Afganlarda Eğitim

ASIA MINOR STUDIES

(INTERNATIONAL JOURNAL OF SOCIAL SCIENCES)

569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve Ekonomik Durumu

Mehmet BİÇİCİ

Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar

Razan ÇELEM

Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan Sorunlar

Hızır DİLEK

Sinemacıları Edebiyata Yönelten Muhtemel Sebepler Üzerine Bazi Dikkatler

Özlem KALE

Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in Yayınlanmamış Destanları

Ayhan KARAKAŞ

Sir Thomas Roe’a Göre Babür İmparatorluğu Sarayında Nevruz

Habibe KARAYEL

Mountstuart Elphinstone’un Gözünden Afganlarda Eğitim

Furkan KÜLÜNK

Tuna Kıyısında Komşuluk: Eflâk ‘Nizamı’ ve Vidin 1790-1795

Nagehan ÖZDEMİR

Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri

Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu

II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri

İsmail PEHLİVAN

Neş'etu'l-Meâcimi'l-Arabiyyeti ve Tetavvuruhâ (Meâcimu’l-Meânî – Meâcimu’l-Elfâz), Dâru’s-

Sadâkati’l-Arabiyye

Uğur GÜLBİL

Cilt/ Volume:2 Sayı / Issue:4 Temmuz/ July 2014

www.asiaminorstudies.com

ISSN 2147-1673

ISSN 2147-1673

ASIA MINOR STUDIES (Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler Dergisi)

Ocak ve Temmuz olmak üzere yılda iki kez yayınlanır

Cilt/ Volume:2 Sayı / Issue:4 Temmuz/ July 2014

KİLİS 2014

ASIA MINOR STUDIES

ISSN 2147-1673

Sahibi / Publisher

Yrd. Doç. Dr. Serhat KUZUCU

Yrd. Doç. Dr. Mehmet Ali YILDIRIM

Editörler / Editors

Yrd. Doç. Dr. Serhat KUZUCU

Yrd. Doç. Dr. Mehmet Ali YILDIRIM

Yayın Kurulu / Editorial Board

Doç. Dr. Metin AKİS

Doç. Dr. Mehmet EROL Yrd. Doç. Dr. Murat FİDAN

Yrd. Doç. Dr. Ramazan Erhan GÜLLÜ Yrd. Doç. Dr. Mehmet

SOĞUKÖMEROĞLULARI

Dil Danışmanı / Language Advisory

Yrd. Doç. Dr. İsmail PEHLİVAN (Rusça)

Abdil Celal YAŞAMALI (İngilizce)

Emrah PAKSOY (İngilizce)

Tuğba BİLVEREN (Türkçe)

Muhammet HÜKÜM (Türkçe)

Yayın Sekreteri ( Secretary)

Ramazan ÇELEM

Armağan ZÖHRE

Danışma Kurulu / Advisory Board

Prof. Dr. Mehmet ALPARGU

(Sakarya Üniversitesi)

Prof. Dr. Ali ARSLAN

(İstanbul Üniversitesi)

Prof. Dr. Enver ÇAKAR

(Fırat Üniversitesi)

Prof. Dr. Nurullah ÇETİN

(Ankara Üniversitesi)

Prof. Dr. Cihat GÖKTEPE

(Uluslararası Antalya Üniversitesi)

Prof. Dr. Nurettin DEMİR ( Başkent Üniversitesi)

Prof. Dr. Mustafa ÖZTÜRK (Fırat Üniversitesi)

Prof. Dr. Mehmet SEYİTDANLIOĞLU (Hacettepe Üniversitesi)

Prof. Dr. Mustafa TURAN (Gazi Üniversitesi)

Prof. Dr. Vygantas VAREİKİES (Klaipeda University-Litvanya)

Doç. Dr. Ruhi ERSOY (Gazi Üniversitesi)

Adres / Address

Kilis 7 Aralık Üniversitesi

Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü

79100 Kilis / TÜRKİYE (TURKEY) Tel: 0533 493 88 11-0505 664 24 12

Fax: +90 (0348) 822 23 51

E-mail:[email protected]

Web: www. asiaminorstudies.com

Yasal Sorumluluk/ Legal Responsibility

Yazıların içeriğinden yazarları sorumludur.

The authors are responsible for the contents of their papers.

Bu Sayının Hakemleri / Referees of This Issue

Prof.Dr. Mehmed İSMAİL

(Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi)

Doç. Dr. Ahmet AĞIR

(Gaziantep Üniversitesi)

Doç. Dr. Metin AKİS

(Kilis 7 Aralık Üniversitesi)

Doç. Dr. Hülya ARSLAN-EROL

(Kilis 7 Aralık Üniversitesi)

Doç. Dr. Murat CERİTOĞLU

(Gaziantep Üniversitesi)

Doç.Dr. Ruhi ERSOY

(Gazi Üniversitesi)

Doç. Dr. Mehmet EROL

(Kilis 7 Aralık Üniversitesi)

Doç. Dr. Bekir KOÇ

(Ankara Üniversitesi)

Doç. Dr. Barış ÖZDAL

(Uludağ Üniversitesi)

Yrd. Doç. Dr. Soner ALADAĞ

( Adnan Menderes Üniversitesi)

Yrd. Doç. Dr. Hamza ALTIN

(Kilis 7 Aralık Üniversitesi)

Yrd. Doç. Dr. Özlem BAŞARIR

(İnönü Üniversitesi)

Yrd. Doç. Dr. Necati ÇAVDAR

(Gaziosmanpaşa Üniversitesi)

Yrd. Doç. Dr. Murat ÇELİKDEMİR

(Gaziantep Üniversitesi)

Yrd. Doç. Dr. Mustafa İsmail

DÖNMEZ

(Kilis 7 Aralık Üniversitesi)

Yrd. Doç. Dr. Murat FİDAN

(Kilis 7 Aralık Üniversitesi)

Yrd. Doç. Dr. Uğur GÜLBİL

(Kilis 7 Aralık Üniversitesi)

Yrd. Doç. Dr. Ali GÜRSEL

(Kilis 7 Aralık Üniversitesi)

Yrd. Doç. Dr. Meral KUZGUN

(Kilis 7 Aralık Üniversitesi)

Yrd. Doç. Dr. Mehmet

SOĞUKÖMEROĞLULARI

(Gaziantep Üniversitesi)

Yrd. Doç. Dr. Yunus Emre TANSU

(Gaziantep Üniversitesi)

EDİTÖRLERDEN

Saygıdeğer akademisyen, araştırmacı ve okuyucular,

Tarih, Dil ve Edebiyat alanında bilimsel yazı kabul eden Asia

Minor Studies Dergisi yayın hayatının ikinici yılını doldururken

ikisi özel olmak üzere altıncı sayısını yayınlamanın

mutluluğunu yaşamaktayız. Bu sayımız onu makale bir taneside

kitap tanıtımı olmak üzere toplam onbir adet bilimsel

çalışmadan oluşmaktadır.

Asia Minor Studies dergisi henüz iki yıllık bir dergi

olmasına rağmen ulusal ve uluslarası yedi adet veri tabanı

tarafından taranmaya başlanmış ve her geçen süre bilim

dünyasındaki yerini ve önemi artırmaktadır. Bu vesile ile

dergimizin gelişimine katkıda bulunan akademisyen ve

araştırmacılar ile emeği geçen dostlarımıza şükranlarımızı

sunuyoruz.

Editörler

Yrd. Doç. Dr. Serhat KUZUCU

Yrd. Doç. Dr. Mehmet Ali YILDIRIM

İÇİNDEKİLER/ CONTENTS

569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve

Ekonomik Durumu / According to Şeriyye Sicil No 569 of the City of the

Afyonkarahisar Political, Social and Economic Situation

Mehmet BİÇİCİ.................................................................................................................... 1

Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar/ The Officers from Malatya

As Taken From the Records of Affairs

Ramazan ÇELEM .............................................................................................................. 37

Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan Sorunlar

/ Mardin Turkish Foundation Educational Activities and Experienced Problems

during the Process of Liquidation

Hızır DİLEK ....................................................................................................................... 67

Sinemacıları Edebiyata Yönelten Muhtemel Sebepler Üzerine Bazi Dikkatler /

Why Do Filmmakers Turn to Literature A Possible Re-Reading of The Relation

Between Cinema And Literature

Özlem KALE ..................................................................................................................... 89

Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in Yayınlanmamış

Destanları / Culture Media Products As Written Unpublished Ministrel Poems of

Ashig Ali Şahin's

Ayhan KARAKAŞ............................................................................................................ 100

Sir Thomas Roe’a Göre Babür İmparatorluğu Sarayında Nevruz / Nowruz Festival

in the Mughal Empire According to Sir Thomas Roe

Habibe KARAYEL .......................................................................................................... 123

Mountstuart Elphinstone’un Gözünden Afganlarda Eğitimi / Education in

Afghanistan According to Mountstuart Elphinstone

Furkan KÜLÜNK ........................................................................................................... 134

Tuna Kıyısında Komşuluk: Eflâk ‘Nizamı’ ve Vidin 1790-1795/ Neighborhood On

The Bank Of Danube: Wallachian “Order” And Vidin 1790-1795

Nagehan ÖZDEMİR ....................................................................................................... 143

Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri / Themes of

Protection of The Nature and Environment in The Folk Art of Azerbaijan

Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu ............................................................................... 157

II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri /

Understandng 2nd Constitutional Era Industrialization And Industry Promotion

Initiatives

İsmail PEHLİVAN ........................................................................................................... 187

Kitap Tanıtımı

Neş'etu'l-Meâcimi'l-Arabiyyeti ve Tetavvuruhâ (Meâcimu’l-Meânî – Meâcimu’l-

Elfâz), Dâru’s-Sadâkati’l-Arabiyye

Uğur GÜLBİL ................................................................................................................. 211

Cilt: 2 Sayı: 4 Temmuz 2014 / Volume:2 Issue:4 July 2014

569 NOLU ŞERR’İYYE SİCİLİNE GÖRE AFYONKARAHİSAR

ŞEHRİNİN SİYASİ, SOSYAL VE EKONOMİK DURUMU

According to Şeriyye Sicil No 569 of the City of the

Afyonkarahisar Political, Social and Economic Situation

Mehmet BİÇİCİ

ÖZET

Şer'iyye Sicilleri, Osmanlı Devleti arşiv belgeleri içerisinde

gerek muhteva gerek belge açısından son derece önemli

kaynaklardandır. Son yıllarda sicil defterlerin önemi daha iyi

anlaşılmış ve siciller üzerindeki çalışmalar artmaya başlamıştır.

Şer'iyye Sicilleri'nde, ait olduğu bölgenin fiziki, idari, iktisadi, kültürel

ve sosyal yapısı ile ilgili önemli bilgiler bulunmaktadır. Osmanlı

Devleti tarihiyle ilgili genel bilgilere de ulaşmak mümkündür. 569

No'luKarahisâr-ı Sâhib Sancağı Şer'iyye Sicili ait olduğu tarih

itibariyle (1845) dönemin iktisadi, kültürel ve sosyal yapısına ışık

tutması bakımından önemlidir. Şer'iyye Sicilleri konusunda yapılan

çalışmalar dört grupta toplanmaktadır: I-Değerlendirme çalışmaları, II-

Defter tanıtımı, III- Transkripsiyon, IV-Karşılaştırmalı hukuk tarihi

çalışmaları şeklindedir.

Bu çalışmada hukukî açıdan şeriyye sicillerinde bulunan

belgeler ele alınmış ve 569 nolu Karahisâr-ı Sâhib defterin tanıtımı

yapılarak defterde bulunan belge çeşitleri irdelenmiş, konularına göre

tasnife tâbi tutulmuş ve bu belgelere göre Karahisâr-ı Sâhib'in idarî ve

fizikî yapısı, iktisadî ve kültürel yapısı ve sosyal yapısına dair bilgiler

değerlendirilmeye çalışılmıştır.

Anahtar Kelimeler: Şer’iyye Sicilleri, Osmanlı Devleti,

Karahisâr-ı Sâhib

ABSTRACT

Join studies Şer’iyye Sicilleri, Ottoman document srequired in

terms of content need an extremely important document is the source.

Dr. Gaziantep Üniversitesi, [email protected]

569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve

Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ

2

By this time, enough research has been done on there cord said. In

recent years, a better understanding of the importance of register sand

studies began to increase on record. Şer’iyye courts in the regions

where it belongs physical, administrative, economic, cultural and

social structures, as they contain important information regarding

general information about the history of the Ottoman possible to reach.

We're working on the starboard Karahisâr-ı Sahib belongs to the

Şer’iyye Sicilleri No. 569 as of the date ( 1845 ), especially in this era

of economic, cultural and social structure is important to shedlight on.

Studies about “Şer’i” Court Records are collected in four groups: I-

evaluationstudies, II- book presentation, III-Transcription, IV –

Historical study of comparative law are in the form.

In this study kind of work done will increase our knowledge of

Ottoman history. Only Karahisâr-ı Sanjak-i Sahib presence of 189

book sand have worked at all, except a few of them, reveals the

importance of the matter. In this regard we Anadolu University

Language-History and Culture Directorate of Researchand Application

Center established within the Şer’iyye Sicilleri Commission of the

important results of the studies that have been conducted, we hope,

will be taken.

KeyWords Şer’iyye Sicilleri, OttomanEmpire, Karahisâr-ı Sahib

1. GİRİŞ

Tarihi çok eski devirlere dayanan Afyonkafrahisar’ın en eski

adının Akronio olduğu ve bazı kaynaklarda Akronium şeklinde geçtiği

tespit edilmiştir1. Battal Gazi 739 yılında Rumlara karşı yaptığı bir

akında bu civarda şehit düşmüş2, ancak 1115 yılında Sultan

KılıçarslanoğluŞehinşah ile Bizans İmparatoru Aleksius arasındaki

savaştan sonra yapılan anlaşma ile Afyon civarı Türklerin eline

geçmiştir3.

Bu yörenin kesin olarak Türklerin hâkimiyetine girmesinden

sonra Sultan Mesud'un emri ile bir kısım Türkmenler bu bölgeye

yerleştirilmiştir.1243 yılında Moğollarla yapılan Kösedağ Savaşı

neticesinde Anadolu Selçuklu Devletiinin dağılma aşamasına

girmesiyle Selçuklu veziri Sahib Ata Fahreddin Ali, Sahibata

Beyliği'ni kurmuştur4. Karahisâr-ı Sâhibadınıda bu şahıstan alan

1 Afyon İl Yıllgı (1967), İstanbul 1968, s. 37. 2 Besim Darkot, "Karahisar", İslam Ansiklopedisi (MEB yay.), C. VI, s. 278. 3 Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1989, s. 158. 4 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, 1982 Osmanlı Tarihi, C. I, Ankara, s. 63.

569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve

Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ

3

şehir5, XII. yüzyılda Germiyanoğulları'nın eline geçmiştir

6. Yıldırım

Bayezid 1390'da Germiyan Beyliği'ni ortadan kaldırarak Afyon'u

Osmanlı topraklarına katmıştır. Ancak, 1402 Ankara Savaşı'ndan

sonra şehir Timur'un eline geçmiş, Timur'un Anadolu'yu

terketmesinden sonra ise Çelebi Mehmed 1411 yılında Karahisâr-ı

Sâhib'i tekrar Osmanlı topraklarına katmıştır7.

Karahisâr-ı Sâhib, Osmanlı idari teşkilatında Anadolu

Eyaleti'ne bağlı bir sancak iken 1839 yılında merkezi Bursa olmak

üzere Hüdavendigar Vilayeti teşkil edilince buraya bağlı sancaklardan

biri haline gelmiştir. Önceleri merkezden tayin edilen sancakbeyleri

tarafından idare edilirken, 1867'de mutasarrıflık olarak yerini

korumuştur8.Tarihin en eski devirlerinden beri insanlar kendi

içlerindeki zayıfların haklarını aramak için aralarında akıllı ve nüfuzlu

diğer bir kimseye başvurmak ihtiyacını daima duymuşlardır. Bu

durumda hak, adalet, kaza meselelerinin insanlık tarihi ile yaşıt

olduğunu kabul etmek gerekir. Nitekim eski Türklerin aileye,

mülkiyete, cezaya dair dikkati çekici kanunları bu milletin hukuk

anlayışının bir ifadesidir9.

İslamın gerek Kur'an, gerekse hadîsler vasıtasıyla üzerinde

önemle durduğu konulardan biri de her türlü haksızlığı ortadan

kaldırmaya yönelik olan adalet anlayışıdır10

. Bu durum yepyeni bir

hukuk doğurmuştur ve buna da îslâm Hukuku adı verilmiştir11

.

Hazreti Muhammed Müslümanlığı yaymak ve mutlak adaleti

sağlamak için ilk yıllarda kadılık görevini bizzat kendisi yapmış, daha

sonra da kadılar tayin etmiştir. Dört halife devrinde kadılık müessesesi

üzerinde ciddiyetle durulmuştur. Bu teşkilat yapısı Abbasîler'den

sonra Samanoğullan'na, Gazneliler'e, Karahanlılar'a, Selçuklular'a ve

Memlûklüler'e geçmiştir12

. Selçuklu Devleti'nin devamı durumundaki

5Darkot, agm, s. 278. 6 Turan, age, s. 535. 7 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu, Karakoyunlu

Devletleri, Ankara 1984,

s. 150. 8 Feridun Emecen, "Afyonkarahisar", Diyanet İslam Ansiklopedisi (TDV

yay.), C. I, İstanbul 1988, s.

444. 9 Halit Ongan, Ankara'nın 1 Numaralı Şer'iyye Sicili, Ankara 1958, s. 29. 10 Ziya Kazıcı, İslam Müesseseleri Tarihi, İstanbul 1991, s. 109. 11 Münir Atalar, "Şer'î Mahkemelerine Dair Kısa Bir Tarihçe", İslâm İlimleri

Enstitüsü Dergisi, S. IV,

Ankara 1980, s. 303. 12 Ongan, age, s. 33.

569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve

Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ

4

Osmanlı Devleti ise ilk kadıları Anadolu'ya, İran, Suriye ve Mısır'dan

getirtmiştir13

.

Herbiri teferruatlı ve çok girift bir takım meseleleri içeren tüm

konular üzerinde "halkın dava ve düşmanlıklarını hal vefasl etmek

keyfiyetine " fıkıh dilinde kaza adı verilir. Bu işlerde görevli bulunan

ve şimdiki hâkim demek olan memurlara kadı, kadının bulunmadığı

ve bulunamayacağı hallerde ona vekâlet eden, daha açık bir deyimle

onun adına vazife gören kimselere de nâibdenilmektedir. Kadıların

veya naiblerin bizzat kaza işleriyle meşgul bulundukları, yani eski bir

deyimle icrâ-i ahkâm-ı şer'iyye eyledikleri resmî kurumlara ise şer

'iyye mahkemeleri diyoruz14

.

Tek kadının görev yaptığı şer’iyye mahkemelerinin belli bir

binası yoktur. Ancak bu durum, şer'î meclis adıyla yargılamanın

yapıldığı belli bir yerin olmadığı manasına gelmemelidir. Kadıların

yargı işlerini yürütebilecekleri ve tarafların kendilerini her an

bulabilecekleri bilinen yerleri vardır. Bu kadının evi, cami, mescid

veya medreselerdeki belli odalar olabilir. Bayram ve Cuma günleri

dışında yargı görevlerini ifa ederler15

. Bununla beraber bir kadıda

bulunması gereken özellikler ise islâm bilginlerince; erkek olmak, akıl

ve zekâ, hürriyet, müslümanlık, adalet, vücut sağlığı, hukuk bilgisi

şeklinde belirtilmiştir16

.

Kadıların belli başlı görevleri; bulundukları yerdeki toplumun

hukuk ve ceza ile ilgili davalarına bakmaktır. Güvenilir kimseler

olduklarından velayet sıfatını taşırlar. Kamu hukukunun korunması,

naibler tayin etmek, kefalet, vekâlet, mukavele, borçlanma gibi her

çeşit akitler, miras konusunda tek yetkili, aile hukukunu düzenlemek,

evlenme ve boşanma gibi, vilayet ve sancakların tüm mukataa işleri,

merkezden gönderilen tüm resmî yazıları sicillere işlemek, sefer

sırasında bulundukları yerden ayrılmayarak ordunun ihtiyaçlarının

karşılanması, yol ve şehirlerin güvenliğinin sağlanması, suistimali

görülen sancakbeyi veya diğer bir kadı ya da devlet adamı hakkında

tahkikat yapmak bulundukları yerlerin belediye işlerine bakmak, fiyat

kontrolü, esnaf teftişi, karaborsanın önlenmesi, arazi ve emlak alım-

satımları, esnaf teşekküllerinin meslek ahlâklarının kökleştirilmesi

şeklinde sıralanabilir17

.

13Ahmed Akgündüz, Eski Anayasa Hukukumuz ve İslâm Anayasası, İstanbul

1989, s. 62. 14 Atalar, agm, s. 304. 15 Akgündüz, age, s. 62. 16 Kazıcı, age, s. 115. 17 Atalar, agm, s. 309 vd.

569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve

Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ

5

Daha önceki Türk devletlerinde olduğu gibi Osmanlı Devleti

zamanında da ahkâm-ı şeriyyeyi uygulamak üzere kadılar nasb ve

tayin olmuşlardır. Kadılar "taraf-ı sultanîden icra-i mahkeme ve

hükme vekil" olduklarından yalnız şer'î işlerin niyetine mahsus kazaî

vazife ifasıyla kalmayarak, devletin mümessili, idare memuru

mahiyetini almışlar ve bu suretle bulundukları sancak ve kazalarda

halkın umumi işlerini de bakmaya başlamışlardır.

Şer'î mahkeme defterlerinin tetkikinden anlaşıldığına göre

kadılar hem kazaî hem de idarî işlere bakmak vazifesiyle mükellef

oldukları için sadaretden, kadıaskerlikden, beylerbeğliğinden, validen

vesayir makamlardan gelen her emri saklıyorlar ve ona göre hareket

etmek üzere suretlerini defterlere kaydediyorlardı18

. Osmanlı

toplumunda vezirler, valiler vs. devlet ileri gelenleri her ne suretle

olursa olsun hukukî işlere müdahale edemezlerdi. Kadılar bu hususda

serbest ve sadece vicdanlarına göre hareket ederlerdi. Hiç kimse

onların tarafsızlığını bozma cesaretini gösteremezdi19

. Kadıların

adaletli hükümleri her hususta kötülüklere aman vermeyen ciddî

kontrolleri ile yalnız müslüman halk üzerinde değil aynı zamanda

gayr-i müslim halk arasında da Osmanlı Devleti idaresine karşı büyük

bir bağlılık ve sempati doğurmuştur20

.

Lügatte sicil, resmî vesikaların kaydedildiği kütükanlamında

olup21

, kadı sicilleri, kadı defteri, mahkeme defteri veya zabıt defterleri

diye anılmakta ve daha Abbasîler ve Selçuklular devrinde, sonra da

İlhanlılar'da bu gibi sicillerin bulunduğu bilinmektedir22

.

Şer’iyye sicilleri ile ilgili iki önemli kavram vardır. Bunlardan

birincisi olan mahzar sözlük anlamı itibarıyla huzur yeri, hazır olmak

demektir23

. Terim anlamı olarak ise; 1) Hukukî bir dava ile ilgili

kayıtlar, tarafların iddialalarını ve delillerini içeren, ancak hâkimin

kararına esas teşkil etmeyen yazılı beyanlardır. 2) Herhangi bir mesele

hakkında düzenlenen yazılıbelgenin muhtevasını, doğruluğunu ilâm

için belgenin kayıt altında, mecliste hazır bulunan ve meseleye vakıf

olan başta subaşı, çavuş ve muhzır gibi şahısların yazılı olarak takdir

ettikleri şehadet beyanlarına ve imzalarına mahzar

18 Mümtaz Yaman, "Şer'îMahkeme Sicilleri", Ülkü Halkevleri, S. 68, (1938),

s. 154. 19 Kazıcı, age, s. 130. 20 Şinasi Altundağ, "Osmanlılarda Kadıların Salâhiyet ve Vazifeleri

hakkında", VI. Türk Tarih

Kongresi (Ankara 20-26 Ekim 1961), Ankara 1967, s. 353. 21 Ferit Devellioğlu, "Sicili", Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ankara

1996, s. 951. 22 Ahmet Akgündüz, Şer'iyye Sicilleri, C. I, İstanbul 1988, s. 17. 23Devellioğlu, "Mahzar", agl, s. 572.

569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve

Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ

6

denilmektedir24

.İkincisi ise sakk-ı şer 'î olup şer'î mahkemeden verilen

ilam, berat, kadı hücceti ve bu gibi yazılardaki tabirler, deyimler

demektir25

. Terim olarak ise şer'î mahkemelerin sicile kaydettiği veya

yazılı olarak tarafların eline verdiği her çeşit belgenin

düzenlenmesinde ve yazılmasında takip edilen yazı usulüne veya bu

çeşit yazılı belgelerdir26

.Kadı göreve başladığı zaman defterin ön

kısmına adını, sanını ve vazifeye başladığı tarihi kaydeder. Daha

sonraki zamanlarda ise hukukî meseleleri, defterin arka kısmına da

gelen emir, buyuruldu ve fermanları yazarlardı27

. Kadıların defterleri

gittiklere yere rahat götürebilmeleri için şeriyye sicilleri ince, dar ve

uzundur. Sicil defterleri genellikle 40 cm. boyunda, 16-17 cm. eninde

olup defterlerin yazıları genelde talik kırması şeklindedir28

.

2. Şeriyye Sicillerindeki Belgelerin Muhtevası

1) Eyalet merkezleriyle sancak ve kazalardaki şeriyye

mahkemelerinin her çeşit zabıt ve kararları, vakfiye, kefalet,

vekâletname, mukavele, borçlanma, tereke, taksim gibi şer'î

muameleler, mahallen alınacak emniyet, inzibat ve asayişe, belediye

hizmetleri, halkın her türlü yiyecek ve giyeceklerine, narhlara ve diğer

ihtiyaç maddeleri ve eşyaların imaline, imal eden ve satan sanayi ve

ticaret erbabının, çarşı ve pazarların kontrol ve murakabelerine, esnaf

teşkilatından yiğitbaşı ve şeyhlerinin seçim ve azllerine, esnaf adlarına

hakaret ve murabahacılara karşı alınacak tedbirlere, vakıf ve hayrata,

tımar tevcihatına ait işlemlere, mahkeme zabıt ve kararlan dolayısıyla

defterlere geçmiş semt, mahalle, köy, kasaba ve şehirlerin isimleriyle

sakinlerinin erkek, kadın, ihtiyar, çocuk, müslim ve gayrimüslim

adları, unvan ve lakabları, halkın salgınlardan korunması, hastalıkların

tedavileri, cerrahlarla hastalar arasında düzenlenen mukaveleler ve

mahkemece alınmış kararlar, cami, medrese, han, hamam, hastahane,

yol, köprü gibi hayır müesseselerinin inşaatı ve tamiri dolayısıyla

tutulan defterlere yazılmış karar ve bilgiler, askerî ve mülkî ricalin

müderris, müftü, kadı, âlim, şair ve mimarların hal tercümeleri, arada

sırada fetva makamından gönderilen bir kısım fetvalar, bazı tayin ve

aziller dolayısıyla vazifeye başlama ve ayrılma tarihleri, azil ve

nakiller dolayısıyla teessüre kapılan bir kısım devlet ricalinin, kadı ve

naiblerin şiirleri,

24 Akgündüz, age, s. 17. 25Devellioğlu, "Sakk", agl, s. 572. 26 Akgündüz, age, s. 18. 27 Yaman, agm, s. 154. 28 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, "Şer 1 Mahkeme Sicilleri", Ülkü Halkevleri, S.

29, (Temmuz 1935), s. 366.

569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve

Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ

7

2) Devlet ve hükümet makamlarından beylerbeyine,

sancakbeylerine ve kadılara, müftülere, mütesellimlere, dizdarlara,

defterdarlara, mütevellilere, voyvodalara, müderrislere, eminlere,

vilayet ayanlarına ve iş erlerine, memleket idaresi, siyaseti, emniyet ve

asayişi, maliyesi, askerliği, vakıf hayratı gibi işlerle ilgili tayin, nakil,

azl ve sürgün cezalara çarptırılanlarla, hapis ve idamları; malların

müsaderesiyle isyan ve şekavet hareketlerininin bastırılmasına,

mevcud kanunlara göre alınacak vergi ve irat kaynaklarıyla devlete ait

emlak ve akarların kiraya verilmeleri hususundaki mali işlere, arazi

tahrirleri ve tımar tevcihleriyle ilgili toprak idaresi, toprakların

işletilmesi ve bunların tescil ve ref ine, askere alma, erzak ve yiyecek

tedarikine ve mühimmat maddelerinin imal ve şevklerine, seferberlik

hazırlıklarına ve harb kararlarına, çeşitli şikâyetlere, fırtına, dolu, su

baskınları ve yangın gibi doğal afetlerle, açlık ve kıtlık sonucu

muhaceretlere, hastalık ve salgınlarda alınacak tedbirlere ve daha

birçok hususlara dair ferman, berat, divan tezkiresi ve resmî mektublar

çeşidinden hükümet merkezinden gönderilmiş emir ve yazı suretlerinin

sicillere geçirilmiş olduğu görülmektedir29

.

Diğer taraftan bu siciller, merkezî ve mahallî idarelerin

Anadolu'ya gelip yerleşen Türklerin etnik kökenlerinin hatıra ve delili

olarak, şehir, kasaba ve köy adlarının, buralarda yapılan arazi ve nüfus

sayımları, nüfus çoğalmaları ve azalmaları, harb, kıtlık, salgın ve ölüm

gibi sebepler sonucundaki göçler ve iskânlar dolayısıyla halk

hareketlerinin, isyan, şekavet, zorbalık gibi sosyal buhranların yangın,

sel, deprem gibi afetlerin, kıtlık ve açlık gibi iktisadî sıkıntıların,

belediyelerin, sanat erbabının, esnaf teşkilatı ve loncaların tarihleri,

mahallen teşkil edilen orduların tımar tevcihatı dolayısıyla toprak

idaresi ve toprağın işletilmesi işlerinin, orduların yiyecek ve

erzaklarının tedariki; mühimmat maddelerinin imal ve şevkleri

dolayısıyla harp tarihinin; mülkî ve askerî devlet ricalinin müderris,

kadı, âlim, şair gibi yüksek tabakanın biyografileri ile eserlerinin,

Türk dili ve folklor ile ilgili materyallerle, örf ve adetlerimize ait

malzemeler dolayısıyla ilim ve kültür tarihimizin; cami, medrese, han,

hamam, medrese, hastahane gibi hayır tesislerinin inşaat ve

onarımlarının, yani sosyal hizmet ve yardım kurumlarının bir bakımı

da miramî tarihimizin; sağlık çalışmaları hakkında hastalıkların

mahallen tedavileri, bulaşıcı hastalıklarda alman tedbirler, yerli ilaç

adları, kırık, çıkık vb. cerrahi işleri gören kimselerle hastalar

arasındaki münasebetler dolayısıyla tıp tarihinin ve halk tebabetinin ve

nihayet Osmanlı Devleti'nin yükselme, genişleme, dağılmasının,

29Feyyaz Gürkan "Şeriyye Mahkemeleri Sicilleri Üzerine Dair Bir Araştırma",

IX. Türk Tarih Kongresi Semposyumu (Ankara 21-25 Eylül 1981), Ankara

1988, s. 767.

569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve

Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ

8

milletimizin ilerleme ve gerilemesindeki sebeplerinin açıklanmasında

yardımcı olan pek çok kıymetli vesikaları ihtiva eden kaynaklardır30

.

Şeriyye sicilleri Osmanlı padişahlarının akdettiği anlaşmalar ve

bütün Osmanlı kanunları, Tanzimata kadar Müslüman Türk

Devletlerinde, devletler hukuku alanında, İslâm devletleri hukukuna

dair şer'i hükümler uygulandığını ve bunların diğer kaynaklarla

desteklendiğini göstermektedir. Tanzimattan sonra ise durum

tamamen değişmiş ve Avrupa'da yeni yeni gelişen konuyla ilgili

hükümler, Osmanlı hukukunu da tesiri altına almıştır.Tanzimat

fermanıyla bütün şeriyye mahkemeleri yeni yapıya kavuşturulurken

yetki ve vazifeleri yeniden belirlenmiştir. 1870'te Nizamiye

Mahkemeleri, 1873'te Meclis-i Tatbikat-ı Şeriyye, 1916'da

Kazaskerlik ve Evkaf Mahkemeleri kurulmuş, ancak 1924 yılındaki

Mahâkim-i Şer'iyyenin ilgasına dair kanunla bu mahkemelere son

verilmiştir31

.

Günümüze kadar gelen bu tarih hazinesi defterlerin sayısı

20.000'den fazla olup, ülkemiz sınırları dışında kalan defterlerin sayısı

hakkında kesin bilgi yoktur32

. Vaktiyle dağınık halde bulunan bu

siciller ilk önce Milli Eğitim Bakanlığı'na devredilerek çeşitli

müzelerde toplanmış, 1980'li yıllardan sonra ise İstanbul dışında

Anadolu'nun tümüne ait sicil defterleri Ankara Millî Kütüphane'de

toplanmıştır. İstanbul'a ait siciller ise halen İstanbul Nuruosmaniye'de

İstanbul Müftülüğü Arşivi'nde bulunmaktadır.Sicil defterlerinin

araştırmacıların hizmetine sunulması amacıyla 1960'lı yıllardan

itibaren bu defterlerle ilgili olarak bir takım katalog çalışmaları

yapılmıştır. Bu konuda ilk katalog çalışmasını 1963 yılında Osman

Ersoy yaparak Ankara Etnografya, Bursa, Diyarbakır, Kastamonu ve

Sivas müzelerinde bulunan 2422 adet sicilin katalogunu

yayınlamıştır33

. Osman Ersoy bunun devamı olarak Afyon, Bergama,

Bodrum, Çeşme, Çine, Denizli, Fethiye, Foça, İzmir, Karaburun,

Karacasu, Kemalpaşa, Kütahya, Manisa, Marmaris, Menemen, Milas,

Muğla, Ödemiş, Söke'ye ait 1080 defterin daha katalogunu

yayınlamıştır34

.

30 Gürkan, agm, s. 768-769. 31 Halil Cin-Ahmet Akgündüz, Türk Hukuk Tarihi, Konya 1989, s. 237 vd. 32Cahid Baltacı, "Şeriyye Sicillerinin Tarihsel ve Kültürel Önemi", Osmanlı

Arşivleri-Osmanlı Araştırmaları Sempozyumu, İstanbul 1985, s. 191. 33 Osman Ersoy, "Şeriyye Sicillerinin Toplu Kataloğuna ", Ankara

Üniversitesi Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi Dergisi, XXI/3-4, (1963), s. 33-

65. 34 Osman Ersoy, "Şeriyye Sicillerinin Toplu Kataloğuna Doğru ", Tarih

Araştırmaları Dergisi, XIII/ 24, (1979-1980), s. 1-29.

569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve

Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ

9

Osman Ersoy'un dışında onun çalışmalarına devam olarak

düşünülen bir başka katalog Müctebaİlgürel tarafından yapılmış ve bu

katalogta Topkapı Sarayı Müzesi'nde toplanmış bulunan Ayvalık,

Bafra, Balıkesir, Bandırma, Bartın, Bayramiç, Biga, Bigadiç, Bolu,

Burhaniye, Çanakkale, Devrek, Düzce, Eceabad, Edirne, Edremit,

Erdek, Ezine, Fatsa, Gebze, Gerede, Giresun, Gönen, Göreme,

Göynük, Hopa, İzmir, Kandıra, Mesudiye, Mudurnu, Ordu, Payas,

Şebinkarahisar, Rize, Rodoscuk, Samsun, Sındırgı, Tirebolu, Trabzon,

Safranbolu, Zonguldak'a ait 2555 adet defter kayda geçirilmiştir35

.

Şeriyye sicillerinin kataloglanmasıyla ilgili bir başka çalışma

Adana, Adıyaman, Besni, İçel, Malatya, Maraş, Mut, Siverek, Tarsus,

Urfa'ya ait 449 adet defteri içermektedir ve Yusuf Halaçoğlu

tarafından hazırlanmıştır36

.Şeriyye sicilleri ile ilgili en geniş katalog

ise Ahmet Akgündüz tarafından hazırlanmıştır37

. Hazırlanan bu

kataloglar sayesinde yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bulunan siciller

bir nebze olsun koruma altına alınabilmiş ve araştırmacıların

hizmetine sunulabilmiştir.

3. Hukuki Açıdan Şeriyye Sicilleri

Şer’iyye sicillerinde mevcut olan yazılı kayıtları iki ana guruba

ayırabiliriz. Birincisi; mahkeme tarafından (kadılar tarafından) tanzim

edilerek yazılan kayıtlardır. Bunlarda kendi aralarında hüccetler,

ilâmlar, ma'ruzlar, mürâseleler ve diğer kayıtlar şeklinde tasnif

edilebilir. İkincisi ise kadılara hitaben gönderilen ve sicillere

kaydedilen fermanlar, beratlar, buyruldular, tezkireler, temessükler

şeklinde tasnif edilebilir. Her iki guruptaki belgeler hakkında ayrıntılı

bilgiler ise şöyledir;

3.1 Mahkemenin Tanzim Ettiği Belgeler

3.1.1. Hüccet

Lügate göre sened, vesika ve delil anlamına gelmektedir38

.

Terim olarak ise, kadının kararını (hükmünü) ihtiva etmeyen,

taraflardan birinin ikrarını ve diğerinin bu ikrarı tasdikini içeren ve üst

tarafında kadının mühür ve imzasını taşıyan yazılı belgelerdir. Hüccet

yerine zaman zaman senet tabiri de kullanılmıştır. Bazen kadının

35Müctebaİlgürel, "Şeriyye Sicilleri Toplu Kataloğuna Doğru", İstanbul

Üniversitesi Tarih Dergisi, S.

28-29, (1975), s. 123-166. 36 Yusuf Halaçoğlu, "Şeriyye Sicilleri Toplu Kataloğuna Doğru, Adana

Şeriyye Sicilleri", Tarih Dergisi,

S. 30, (1976), s. 99-108. 37 Akgündüz, age, s. 83-215. 38Devellioğlu, "Hüccet", agl, s. 388.

569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve

Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ

10

kararlarını ihtiva etse de, üst tarafında mühürlü ve imzalı kadılara ait

bütün belgelere de hüccet denildiği olmuştur39

. Çok çeşitli hususları

içeren bu belgeler bir nevi noterlik belgeleri olarak kabul edilebilir.

Bunlar hakkında yapılan tespitlere göre hüccetler alım-satım, kira,

nafaka, 40

vekâlet, vasiyet, kefalet, şehadet, ferağ, borç, hibe, rüşdün

ispatı, nezir, keşif, sulh, irsaliye vs. konularını içermektedir.

Hüccetlerin rükünleri ise şöyledir. İlk önce kadının tasdik

ibaresi yer alır. Bundan sonra başlangıç gelir. Sonra ise metne

geçilerek önce tarafların takdimi yapılır ve konunun anlatılmasına

geçilir. Konudan sonra meselenin sicile kaydedildiğini belirten ibare

yer alır. Tarih kısım ise Arapça ve yazı ile yazılır. En sonda ise

şuhûdü'l-hâl başlığı altında meselenin görüşülmesi sırasında hazır

bulunan kimselerin adlarını içeren kısım bulunur41

.

3.1.2.İlâm

Arapça ilm kökünden gelen bu kelime bildirme, anlatma

demektir42

. Hukukî terim olarak ise bir davanın mahkemece nasıl bir

hükme bağlandığını gösteren belgeyi ifade etmektedir. Ancak Osmanlı

diplomatiğinde, kadıların şer'î mahkemede görüşülen bir davanın

kararını tasdik maksadıyla şeyhülislamlara veya her hangi bir konuda

bilgi vermek amacıyla üst makamlara yazdıkları yazılara ilam

denilmiştir. Lakin üst makamlara sunulan ilamlar arz niteliğindedir43

.

İlâmların rükünlerine gelince en başta elkab yer alır. Bundan

sonra önce davacının kimlik tespiti, sonra da davalının kimlik tespiti

yapılır. Sonra ise dava konusu ve ardından davalının cevabı yer alır.

Davalının cevabı suçu kabul etme, suçu reddetme, suçu kısmen kabul

veya karşı suçlamada bulunma şeklinde değişebilir. Eğer davalının

iddiayı inkâr ederse bu durumda hâkimin davacıyı ispata çağırdığı

kısım yer alır. Bu durumda şahidlerin dinlenmesine geçilir, ancak

davacı şahidlerle iddiasını ispat edemezse davalıdan yemin etmesi

teklif olunur. Bunlardan sonra ise hüküm kısmı yer alır. Hükümden

39 Cin-Akgündüz, Türk-İslâm Hukuk, I, s. 420; bkz. Abdülaziz Bayındır,

İslâm Muhakeme Usûlü, s. 12; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin

İlmiye Teşkilatı, Ankara 1988, s. 108. 40Mübahat S. Kütükoğlu, Osmanlı Belgelerinin Dili (Diplomatik), Ankara

1994, s. 350. 41 Ayrıntılı bilgi için bkz. Kütükoğlu, age, s. 350-358. 42Devellioğlu, "İlâm", agl, s. 426; Mehmet Zeki Pakalın, "İlâm", Osmanlı

Tarih Deyimeleri ve

Terimleri Sözlüğü, C. II, İstanbul 1993, s. 51. 43 Kütükoğlu, age, s. 345.

569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve

Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ

11

sonra Arapça ve yazı ile yazılmış tarih kısmı bulunur. Tarihi

müteakiben kadı veya naibin imza veya mührü yer alır44

.

İlâmda suçun ispatı ikrar yoluyla yani yemin teklifi sonucunda

olursa "ilzam", ispat şekli şehadet yoluyla mümkün olursa "tezkiye "

ifadesi kullanılmıştır45

.

3.1.3. Ma'rûz:

Kelime manası olarak arzolunmuş, arzolunan anlamına gelen

bu belge türü, kadıların kararlarını ihtiva etmeyen, hüccetler gibi her

hangi hukukî bir durumun tespiti açısından yazılı delil olarak kabul

edilmeyen ve sadece kadıların icra makamlarına idarî bir durumu

arzettiği kayıtlardır46

.Ma'rûzla ilâmın en önemli farkı mahkemenin

kararının ma'rûzlarda yer almamasıdır47

.

Bu tanımlardan yola çıktığımızda halkın çeşitli konularda

mahkemelere yaptığı şikâyetlerin, kadının emriyle görevliler

tarafından yapılan keşifler ve tahkikat raporlarının, naiblerin daha çok

ceza konularında yürüttükleri soruşturma ve kadının tasvibine bağlı

olarakverdikleri hükümlerin kadılar tarafından bir üst makama

arzedilmesima'rûzlarda yer alan konulardır48

.

Ma'rûzun rükünlerine gelince ilk önce arzın muhatabına göre

hangi makama yazıldıysa o makama ait elkabyeralır. Bundan sonra

konuya girilerek izah yapılırdı. Ma'rûzlarm bitiş formülleri ise yazılan

makama göre değişir. Bundan sonra da tarih yer alır. Ma'rûzun sol alt

köşesinde arz sahibinin adı ve vazifesini içeren bir imza bulunur49

.

4.1.4. Mürâsele:

Arapça resel kökünden türeyen bu kelime lügatte haberleşmek,

mektublaşmak ve resmî kadı mektubu anlamlarına gelmektedir50

. Bu

durumda kadıların kendilerine denk veya daha aşağı rütbedeki şahıs

ya da makamlara hitaben yazdıkları belgeleri ifade etmektedir.

44 Kütükoğlu, age, s. 345-348. 45 Cin-Akgündüz, Türk-İslâm Hukuk, I, s. 421. 46 Cin-Akgündüz, age, s. 421. 47 Cin-Akgündüz, age, s. 421; 48 Kütükoğlu, age, s. 218-219; Bayındır, age, s. 19 vd. 49 Kütükoğlu, age, s. 219. 50 Devellioğlu, "Mürâsele ", agl, s. 732.

569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve

Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ

12

3.2. Üst Makamdan Gelen Belgeler

3.2.1.Fermanlar ve Beratlar

Padişahtan gelen tuğralı emirlere ferman adı verilir. Bu

belgeler bir konu hakkında padişahın kendisine İslâm hukuku

çerçevesinde tanınmış olan yasama yetkisine dayanarak veya icra

kuvvetinin başı olması nedeniyle padişahın kesin tavrına göre kaleme

alınmış ve sicillere evâmirveya ferman olarak kaydedilmiştir51

.Arapça

asıllı bir kelime olan ve yazılı kâğıt anlamına gelen berat ise bazen

nişan olarak da adlandırılmıştır. Bu tür belgeler padişah tarafından bir

memuriyete tayin, bir gelirden tahsis, bir şeyin kullanılma hakkı, bir

imtiyaz veya muafiyetin verilmesi halinde düzenlenen ve üzerinde

padişahın tuğrasının yer aldığı belgelerdir52

.

3.2.2. Buyuruldu

Türkçe buyurmak mastarından türetilmiş bir kelimedir.

Osmanlı diplomatiğinde sadrazam, vezir, deterdar, kazasker,

kaptanpaşa, beylerbeyi gibi yüksek rütbedeki vazifelilerin,

kendilerinden aşağıdakilere gönderdikleri emirleri ifade eden

terimdir53

.

3.2.3 Tezkire, Temessük ve Diğer Kayıtlar

Zikr kökünden gelen ve tezekküre vesile olan şey manasındaki54

tezkire aynı beldedeki resmî daireler veya şahıslar arasındaki

yazışmalara dair belgedir55

. Sicillerdeki tezkireler isesadrazam gibi

yüksek rütbeli memurların özel kalem müdürleri olarak kabul

edebileceğimiz tezkireciler tarafından yazılmıştır. Bunlar tahrirat

olarak da adlandırılır56

. TemessükArabçamesek kökünden gelmekte ve

tutunma, sarılma anlamını taşımaktadır57

. Kısaca borç senedi

diyebileceğimiz temessüklermîrî arazi veya vakıf arazisinden yapılan

satışlar neticesinde tasarruf sahiplerine verilen belgeler şeklinde de

telaffuz edilebilir58

.

Bunların dışında sicillerde memur izni, vergi ve cizye

toplanması, müderris tayini, ihtida işlemleri gibi çok çeşitli konuları

51 Akgündüz, age, s. 39; Fermanlar hakkında ayrıntılı bilgi için bkz.

Kütükoğlu, age, s. 99-124. 52 Kütükoğlu, age, s. 124. 53 Kütükoğlu, age, s. 197. 54 Kütükoğlu, age, s. 245. 55 Pakalın, “Tezkire”, OTDTS, III s. 491. 56 Akgündüz, age, s. 46. 57 Devellioğlu, "Temessük", agl, s. 1073. 58 Akgündüz, age, s. 48.

569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve

Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ

13

belgeler yer almaktaysa da üzerinde çalıştığımız sicilde bu türden

belgelere rastlamadık.

4.569 NUMARALI KARAHİSAR-I SAHİB ŞER'İYE

SİCİLİ

569 No'luKarahisar-ı SahibŞer'iyye Sicili Cemaziye'l-evvel

1261 (Mayıs 1845) senesinde başlayıp 3 Cemaziye'1-ahir 1261

(Haziran 1845) senesinde sona ermiştir. Belge sayısı; 400, sayfa sayısı;

138, boyutu; 18.5x50 cm olup sırtı siyah meşin, satıhları siyah

pantizot bez kaplıdır. Yazı şekli rik'a olup sade bir dil kullanılmıştır.

Ankara Millî Kütüphane'de 569 numarada kayıtlıdır.

4.1.Defterde Bulunan Belge Çeşitleri:Makalenin konusunu

oluşturan 569 noluKarahisar-ı SahibŞer’yye Sicili ile ilgili belgelerin

çeşitleri aşğaıdakitanlolarda konusuna ve belge numaralarına göre

gruplandırılarak verilmiştir.

Tablo1.Hukuk İçerikli Belge Çeşitleri

İLAMLAR

Konusu Belge Numarası

Alacak Davası

10, 19, 49, 50, 51, 52, 54, 61, 65, 67, 72, 77, 78,

79, 80, 81, 84, 88, 89, 92, 93, 94, 95, 97, 98, 127, 128, 129, 130, 131, 132, 135, 137-A, 141, 142,

144, 145, 146, 147, 151, 155, 156, 160, 164, 167,

168, 174, 218

İsbat Davası 343, 365

Nafaka ve Mihr-i müeccelTalebi 224

Sulh 40, 44, 45, 46, 47, 48, 137-B, 152, 161, 162, 208,

230, 244, 260, 320, 371,372

Hibe 177,261,321

HÜCCETLER

Konusu Belge Numarası

Nafaka Hücceti 13, 31, 69, 107, 123, 210, 246, 254, 268, 291,

317, 325, 339, 342, 381

Kefalet Hücceti 119,253,341

Vekalet Hücceti 1, 345, 348, 377, 393

Veraset Hücceti 204,234,243,253

569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve

Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ

14

Terike

5, 6, 7, 8, 9, 12, 18, 20, 23, 24, 27, 29, 35, 37, 56,

74, 75, 85, 86, 90, 102, 103, 104, 105, 111,114,136, 166, 179, 180, 185,

198,200,205,207,213, 214, 219, 220, 228, 229,

240, 241, 242, 248, 249, 250, 251, 252, 255, 256, 269, 270, 271, 272, 273, 274, 275, 276, 288, 290,

292, 296, 298, 299, 306, 307, 308, 309, 310, 312,

322, 332, 346, 358, 367, 368, 369, 370, 380, 385, 391,397,398,399,400

Vasi Tayini 2, 3, 14, 21, 25, 30, 55, 58, 76, 112, 113, 172, 209, 262, 263, 284, 287, 316, 328, 344, 347, 356,

375, 392

Kefalet 199,253,341

Sened Düzenlenmesi 82,211,266,267,302,323

Nikah Akdi ve Mehir 106

Boşanma 117,159,224,293,337

Vesayet hücceti 376

Satış akdi

4, 11, 15, 16, 17, 22, 26, 28, 33, 36, 38, 39, 53,

57, 59, 60, 62, 63, 64, 66, 68, 70, 73, 83, 87, 91,

96, 99, 101, 108, 109, 110, 115, 116, 119, 121, 122, 124, 125, 126, 133, 134, 138, 140, 143, 148,

149, 150, 153, 154, 157, 158, 163, 165, 169, 170,

171, 173, 176, 178, 186, 187, 188, 194, 195, 196, 197, 201, 202, 203, 206, 215, 216, 217, 221, 223,

226, 227, 231, 232, 233, 235, 236, 237, 238, 245,

247, 257, 258, 259, 264, 265, 277, 278, 279, 280, 281, 282, 283, 285, 286, 294, 297, 300, 301, 303,

304, 305, 311, 313, 314, 315, 318, 319, 324, 326, 327, 329, 330, 335, 336, 338, 350, 351, 352, 354,

355, 357, 359, 362, 373, 374, 383, 384, 386, 394,

395, 396

VAKFİYET 100

MA'RUZLAR 41, 42, 43, 132, 139, 175, 208, 212, 333, 334,

337, 364, 366, 378, 379

4.1.2.Konularına Göre Belge Çeşitleri: 569 noluKarahisar-ı

SahibŞer’yye Sicilinde bulunan Mahalle, Kaza, Nahiye ve Köyleri

gösteren idari ve fiziki yapı ile ilgili tablaolar aşağıda varilmiştir.

Tablo2. İdari ve Fiziki yapı(Mahalle, Kaza, Nahiye Ve Köyler)

Şehir Kaza Mahalle Nahiye Köy Belge

numaraları

Karahisâr-ı

Sâhib Merkez

Hacı

Abdurrahman 1,7,328,332

‘’ ‘’ Marulcu 2,6, 13,331

569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve

Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ

15

‘’ ‘’ Çavuşbaşı 3, 8, 36, 68, 138, 149, 173,

231,240,368

‘’ İL Hacı Nuh 4,96, 150,197,337

‘’ ii Karaman

5, 11, 14, 20, 21, 29, 30, 21, 59,

73, 104, 133,

134, 140, 157, 158, 186, 188,

200, 202, 203,

204, 216, 229, 236, 321,

322,361,371

‘’ ‘’ Cami'-i Kebîr 9, 16, 99, 228,

264, 300, 304, 305,315

İC İL TâcAhmed

10, 66, 110,

171, 201, 243,

267,270,296,303,311,384

‘’ Li Ak-mescid 259,291

‘’ ‘’ Zaviye 15,64,320,362,37

4

‘’ ‘’ Nasârâ

17, 55, 56, 71, 90, 124, 125, 153,

172, 198, 235,

250, 261, 299, 308, 330, 347,

400

‘’ LL Hacı Cafer 19,217,223

‘’ LL Cansız 251,351

‘’ LL Arab Mescidi

22, 107, 115, 220,

242, 284, 298, 329, 345, 370,

376, 395, 396

‘’ LL Hacı Yahya

26, 41, 42, 58, 69,

148, 341, 349, 372

569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve

Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ

16

11 ii Sinan Paşa

33, 143, 169, 277, 279, 280,

281, 282, 285,

286, 294, 307, 340, 356

‘’ 4C Molla Bahşî 37, 117,343,354

‘’ CC Yukan-Pazar 38,62,63,258,350,

394

‘’ ‘’ Hacı Eyûb 39,91

44 Hacı Nasuh 43, 247, 252, 283, 335

44 Burmalı 53, 70, 195, 207,

324, 377

44 Anastına 57, 74, 86

44 Hacı Ali oğlu 60, 196, 227, 253, 254, 380, 398

44 Bedrik 246

tt Ardıç 82, 237, 257

44 Dâ'îveya Dayı Receb

83,295,357

44 Gündoğmuş 87, 241

4İ Medli 297, 302

44 Kayadibi 108,314,348,367,

381

44 Kâhil 109,

119,230,245,205,310

66 Kubbelü 111,

112,287,353,399

(6 Nurcu 116,266,273,383

U Sinan Halife 222, 238

66 Hacı

Mahmud 121,

176,289,301,319

££ Voyvoda 122,386

66 Hacı Evtal 138, 244

ü Doğancı 159,226,268,302,

312

(6 Kara Kâtib 187

U Hacı Mustafa 199,232

44 Efecik 205

569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve

Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ

17

£4 Fakîh Paşa 209, 210, 211, 213, 214, 215,

224, 293

44 Çavuş-oğlu 318,338

44 Hacı İsmail 323

44 Nahılcı 333,373

44 Egeste 339, 344

44 44 Ayvalı 12

44 44 Köyceğiz 18

44 44 Susuz 23

44 44 Elpirek 24,25

44 44 Sülümenli 27,309,391,392,3

93

Bolca 29

Erkmen 32, 180, 194

Kunduzlu 34

Çıkrık 35,214,313

Bozöyük 239,262,271,272,

290,316

Süklün 63,255

Düzağaç 63

Boyalı 63

Senir 63

Anbanas 63,234,317

Çepni 63

Bayatcık 63

Küçük

Çorca

221

Kara-ağaç 63

Altıntaş Erbeli 63

Köprülü 75,76, 113, 114

Mihâil 85, 248, 249

Salar 100, 101,397

Karaca

Ahmed 102,263,275

Bey 106

İsmail 276

Işıklar 123

Çakır 126,180

569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve

Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ

18

Kışlacık 170, 220

Corca-i

sagîr

179

Corca-i kebîr

353

Eski Emir 306

İsçe 325,348,375,385

Teber 327

Büyük Çobanl

ar

358

Sincanlı Hırka

40, 77, 78, 79, 80,

81, 84, 88, 89, 92,

93, 94, 95, 97, 98

Sincanlı Gönü 63

Sincanlı Paşa 228

Sincanlı Güney 268

Sincanlı Sefiir 269

Karamık Karaca-

viran

63,218

Bolvadin 105

Sandıklı 174, 364

Sandıklı Eyce 177, 206

Sandıklı Memi 118

Sandıklı Davul 118

Sandıklı Corca-hisar 118

Sandıklı Kızık 120

Hân Bavurdu 326

Hân Barçınlu

Bayat 369

Dinar 274

Şuhud 161, 162, 163

Şuhud Nefs-i Şuhud

127, 128, 129,

130, 131, 135,

137a, 141, 142, 144, 145, 146,

151, 152, 154, 169

Şuhud Horos 219

Şuhud Baş 165

569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve

Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ

19

Şuhud Bedeş

129, 130, 131,

138, 137b, 144, 146, 152, 154,

160

Şuhud Anayurd 131

Şuhud Arab 137

Şuhud Ağir 147,156

Şuhud Kürdler 151

Şuhud Aydın 164

Bulgaristan Samako 103

Konya

Beyşehir

Bozkır

Ma'deni Nekri 353

Hamid İsparta İskender 305

Tablao 3.Karahisar-ı Sahib'e ait Yer Adları

Mahal Adı Belge No:

Abdest-kayası(Altıgöz' de) 188

Altı-göz üveği(İhtisab toprağında) 108

Akyar (Senir Karyesi'nde) 276

Ahur-suyu 304

Arasta-içi (Sandıklı-Teber) 163

Argar (Muttalib toprağında) 187

Ayvalı Deresi(Ayvalı Karyesi'nde)

Cirid Kayası (İhtisab toprağında) 236

Çoban kayası (Kınık Karyesi'nde) 324

Değirmen Çayın 118

Develi-kaya (Muttalib toprağında) 111

Dişlek (BavurduKaryesi'nde) 326

Erenler Deresi (Çakır Karyesi'nde9 126

Göce-tören (Sandıklı Mami'de) 118

Gök-pınar Yaylası (Sandıklı-Kızık) 120

Gönpazarı 352

Gözlüce (BavurduKaryesi'nde) 326

Hıdırlık (İhtisab toprağında) 64

Hıdırlık-Katırcıpınarı (İhtisab toprağında) 109

Hıdırlık-Demle pınarı (İhtisab toprağında) 232

Hüdâî Ilıcası (Sandıklı) 118

569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve

Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ

20

İncik (Kınık) 195

İksar (Erkmen) 32

İnecik 361

Kağm-burnu (Teber'de) 332

Kanlı-burun (Teber'de) 247

Kapan-önü 352

Kapu-kaya 120

Kar Köy (Muttalib toprağında) 171

Karaağaç Boğazı (Teber'de) 314

Karılar Pazarı 71

Kartlık (Teber'de) 169

Kebe-dere (Kışlacık'ta) 170

Kırözü (BavurduKaryesi'nde) 326

Kiçi-bayat (Erkmen'de) 194

Kuruköprü (Teber'de) 11

Küp-başı (Sandıklı) 219

Mezâristân 361

Nar-gediği (İhtisab toprağında) 26

Olucak (îhtisab toprağında) 361

Sancak-tepe (Kınık'ta) 354

Saraçhane 346

Su-uçuran (Muttalib toprağında) 231

Şahin Kayası (Bavurdu'da) 326

Tablo 4. Camii ve Medreseler

Adı Belge no:

Abdurrahman Mısrî Cami'-i Şerîfi 346

İmaret Cami'-i Şerîfi 273

Kubbelü Câmi'-i Şerîfi 213

Ot Pazarı Cami'i Şerifi 379

Salar Karyesi Cami'-i Şerîfi 100

Tevfikiye Cami'-i Şerifi 365

Zülâlî Cami'-i Şerifi 216

İmâret-i Cami'-i Şerîfi Medresesi 273

Tevkifiye Medresesi 365

569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve

Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ

21

VAKIFLAR

Vakıf Adı Belge No:

Abdurrahman Mısrî Cami'-i Şerîfı Vakfı 346

Cami'-i Kebîr Vakfı 400

Germiyan Han Vakfı 360

Hacı Evtal Cami'-i Şerîfı Vakfı

Hacı Baba Haşmesi Vakfı 180

Hark-ı Kebîr Vakfı 352

Halil Efendi-zâde Abdullah Efendi Vakfı 319

Kayadibi Mahallesi Çeşmesi Vakfı 346

Leblebici Sarı El-Hac Ahmed Vakfı 379

Ot Pazarı Câmi'-i Şerîfı Vakfı

Yar-geldi Sultan Vakfı 37

ÇEŞMELER

Çeşme Adı Belge No:

Hacı Yusuf Çeşmesi 33

Karaman Mahallesi Çeşmesi 200

Kör Çeşme 22

Sarı Çeşme 384

Teber Çeşmesi 197

HANLAR

Han Adı Belge No:

Balık Hanı 157

Germiyan Han 360

Küçük Bezzâzistan 379

Taş Han 319

Taş Bezzâzistan 157

Turunç Han 335

Yeni Han 335

4.1.2.2 İktisadi Yapı

569 NoluKarahisâr-ı SâhibŞer'iyye Siciline göre Afyon'un

iktisadî yapısı hakkında kesin bir hükme varmak mümkün değildir.

Defterde geçen lakaplardan hareket ederek şehrin iktisadi yapısını

teşkil eden meslek gurupları tespit edilebilir. Ancak bu lakaplardan

kişilerin o işle meşgul oldukları sonucu çıkartılmamalıdır. Lakin

569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve

Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ

22

genel durumu ortaya koyması bakımından tespit edilen meslekler

aşağıda verilmiştir.

Tablo 5. Meslek adları

Meslek Adı Belge No

Eskici 1

Demirci 1

Çengelci 4

Hamamcı 10

Kâtib 10

Bağçıvan 14

Muhzır-başı 14

Muhtar 14

Berber 16

Bakkal 16

Çalgıcı 19

Müftü 19

Kahveci 20

Bağcı 21

İmam 24

Dülger 26

Keçeci 26

Manav 26

Boyacı 29

Debbağ 29

Duhancı 29

Yağcı 30

Aşçı 32

Hafız 37

Yorgancı 119

Mestçi 119

Dökmeci 124

Uzengici 132

Taşçı 144

Çıkrıkçı 149

Çaycı 176

569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve

Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ

23

Ketenci 187

Kadayıfçı 187

Gemci 198

Na'lçacı 199

Tütüncü 205

Mu'allim 207

Tahmisci 208

Kavukçu 211

Hekim 214

Okçu 217

Kağnıcı 227

Marangoz 237

Helvacı 269

Çukadar 269

Papuççu 277

Dülger 278

Kuyumcu 279

Sırmacı 280

Yemişçi 284

Haffaf 287

Demirci 296

Kahveci 297

Leblebici 304

Arabacı 304

Etmekci 317

Vâ'iz 37

îğneci 39

Abacı 41

Sarrâc 41

Bezzâs 55

Bakırcı 57

Attar 57

Kundakçı 57

Çerçi 61

Çömlekçi 63

Rençber 63

569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve

Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ

24

Türbedar 63

Nerdübancı 63

Terzi 63

Bâzergân 63

Kürkçü 63

Merkebçi 63

Körükçü 64

Çıracı 70

Camcı 71

Kitabçı 73

Deveci 75

Çubukçu 91

Çizmeci 96

Çoban 103

Kaimmakam 104

Palancı 108

Na'lbant 109

Düğmeci 110

Semerci 116

Kalaycı 117

Kebabçı 119

Kemâneci 329

Çilingir 330

Noktacı 335

Kazgancı 336

Derici 342

Kantarcı 355

Kandilci 370

Sepetçi 370

Hammal 371

Külcü 375

Barutçu 382

Koşumcu 386

Tarakçı 398

569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve

Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ

25

4.1.2.2.1.Para-Fiyatlar

569 noluŞeriyye Sicilinde bulunan terike kayıtları yanında

diğer belgelerden de hareketle halkın geçim durumunu, yetiştirdiği

ürünleri, günlük hayatta kullandıkları eşyaları ve bu eşyaların

fiyatlarını öğrenebiliriz. Defterimizdeki terike kayıtlarının

çokluğundan dolayı bütün terikeler dikkate alınmamış, sadece içeriği

zengin olan belli başlı terikelerden hareketle bir sonuca varılmaya

çalışılmıştır.

Tablo 6. Küçük-büyükbaş ve yük hayvanlarının fiyatları

Hayvanlar Aded Belge No: Fiat

Öküz 1-1-3 18-63-346 300-100-180

İnek 2 18 40

Tosun 1-1-2 18-63-75 40-50-150

Merkep 2-1-2 18-75-198 100-50-200

2 Yaşında Merkep 3 29 90

Sağmal Koyunlu Kuzu 9 18 225

Koç 1-1-4 18-29-346 70-40-300

Sağmal Oğlaksız Keçi 9 18 200

Çebiş Keçi 2 18 40

Buzağılı Camız 1 24 350

Sıpalı Merkep 1-1 24-114 80-100

Kuzulu Koyun 2-5-15 24-27-29 60-1180-500

Keçi 1-1-5 63-346-24 25-30-375

Toklu 5-87-10 29-346-391 125-2760-100

Kancık Merkep 1-2-1 27-75-114 60-200-250

Oğlak 15-15-7 13-346-369 165-50-230

Doru Kır Kısrak 1 63 400

1 yaşında Erkek Tay 1 63 1500

Taylı Kısrak 2-1-1 75-114-272 600-250-100

Kısır Kısrak 7-1 75-369 1800-50

Iğdiç 1-1 75-228 300-150"

1 yaşında Kancık Tay 1 75 1500

Kancık Camuz 4 75 1200

1 yaşında Erkek Camuz 4 75 900

569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve

Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ

26

1 yaşında Erkek Malak 1 75 100

Buzağılı İnek 5-5-1 75-272-274 500-350-100

Kısır inek 7-1-3 75-272-346 300-25-150

Kısır Koyun 25-8-2 75-114-248 800-256-60

Kancık Şişek 1 114 350

Dana 4-1-8 272-346-369 60-10-80

Doru Esb 1 229 93

Düğe 2-1 272-385 300-60

Tahıl veTahıl Ürünleri Mikdarı

(Keyl)

Belge No Fiat

Bulgur 1-3 18-24 30-180

Hınta 1-5-1,5 272-198-248 180-60-60

Şa'îr 2-7-3 248-255-272 80-280-120

Burçak 1 255 20

Saman 3-8 Araba 358-389 90-540

Dakîk 2,5 18 35

Nohud 12 Ölçek 397 70

Darı 8 Ölçek 397 30

Ot 2 Araba 358 60

Haşhaş 3 Çek-12

Ölçek

18-24 225-116

Tütün 21,5 Kıyye 205 86

Karpuz Çekirdeği lOOKıyye 198 150

Tablo 7. Altın fiyatları

AltınınCinsi Mikdarı Fiatı Belge No

Mahmudiyye Altını ve beşi

birlik

- 3540 k. 11

Mahmudiyye Altını 19 aded 380 k. 268

Takım Altın - 1338 k 10 p. 391

Loz Altını 1 aded 94 k. 266

Sandıklı Altın 1 aded 28 k. 266

Mahmudiyye nısfı 2 aded 74 k. 266

569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve

Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ

27

Tablo 8. Bakır ve Gümüş fiyatları

Cinsi Ağırlığı Fiatı Belge No

Sim sutaşı (1 aded) 93 dirhem fi 70 k. 62 k. 10 p. 11

Sim kemer kaşı (2 aded) 37 dirhem, fi 2 k. 73 k. 11

Evanî-i nühasiye 87 müdd. Fî 10 k. 30 k. 97

Sim mecidi 73 müdd, fî 20 k. 1460 222

Gümüş 3.5 dirhem 7k. 30 p. 220

Tablo 9.Karahisar-ı Sahib'de kullanılan eşya ve giyeceklerden bazıları

ve fiyatları

Kullanılan Eşyalar Aded Belge No: Fiat

Simlice Piştov 1 6 50

Simlice Heybe 1 6 10

Kar Takım Tüfenk 1-1 6-24 40-20

Kahve Cezvesi 9-2 6-7 40-5

Kahve Değirmeni 1-1 6-8 25-10

Billur Bardak 20 6 20

Kütahya Kari Tabak 9-9 6-63 10-30

Müstamel Kilim 8-1-1 6-7-23 200-30-25

Müstamel Seccade 4-1 6-7 20-5

Halı Seccade 1 63 50

Kıl Palas 1-4 6-111 12-150

Müstamel Yorgan 1-1 6-18 50-10

Yün Basma Döşek 2 6 25

Müstamel Çuka Abdestlik 5-1 6-24 100-40

Köhne Çuka Sunta 1 6 15

Müstamel Entari 1 6 15

Müstamel Firenk Şalı 1-2 7-7 10-15

Çiçekli Şalvar 1 7 20

Bez Şalvar 1 38 12

Beyaz Peşkir 2 7 10

İşleme Peşkir 2 7 20

Tahta Sandık 2-1 7-38 20-20

Pembe İplik Kıyye 20 7 25

Leğen ma İbrik 1-1 7-56 50-30

İbrik 1-1 56-63 35-70

569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve

Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ

28

Evani-i Nuhâsiye Kıy. 54 fi. 8 7 612

Tüfenk 1-1 7-12 10-100

Köhne Yorgan 1-1 63-102 30-6

Köhne Döşek 1 102 12

Şamdan 2-1 8-74 15-15

Çuval 3-2-1 8-12-23 10,5-40-80

Hırdavat-ı Menzil 1-1 8-12 25-10

Çekiç ve Külek 3 12 20

Müstamel Aba Döşek 1 18 20

Kıl Libas 1 18 30

Yasdık 1 18 5

Kadife Yasdık 2 63 30

Bakraç 1-1 23-144 10-55

Merkep Semeri 1 23 10

Tepsi 1 23 15

Köhne Şalvar 1 23 10

Müstamel Palas 1-1 24-29 10-30

Kıbrıs Kiçeci 46 fi 29 322

Debbağ Yünü Kıy. 15 29 50

Kırmızı Kapaklı Kiçe 16 29 192

Kırmızı Kapaklı Kiçe 35 29 350

Cedid Gömlek 5 38 60

Müstamel Şitari 1 38 25

İşleme Çarşaf 2 38 100

Peşkir 6 38 20

Aba Yağmurluk 2 56 60

Nargile 1 56 20

Kıbrıs Kari Yorgan 5 56 60

Hümâyun Bezi Topl 56 35

Üsküdar Kari Bez top 3 56 200

El Değirmeni 1 56 5

Denizli Alacası 5 56 60

Frenk Şal 1 63 40

Cedid Kutnu 2 63 80

Halep Kari Kutnu 3 63 210

Gönüzlü Çitari 1 63 60

569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve

Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ

29

İhram 2 63 20

Kehribarlıca İmameli

Duhan Çubuğu

1 63 35

Minder Beyaz 2 63 84

Hah 1 74 40

Müstamel Yorgan 3 85 50

Mest 9 çift 90 35

Zenne Papucu 60 çift 210 200

Çocuk Çizmesi 3 çift 90 15

Lenger 1 63 48

Haybe 2 90 5

Kazgan 1 104 143,5

Tencere 1-5 104 21-25

Sahan 1-2 104 26

Su Tası 2 104 45

Sofra 1 104 4,5

Keten İpliği Zira 111 36

Pamuk İpliği lkıy. 111 15

Makrome 1 136 25

Müstamel Çitari 1 136 50

Yağ Tavası 1 166 4

Sac Ayak 1 179 3

Keten Tarağı 1 179 5

Urba 2 180 60

İşleme Peşkir 4 136 20

İşleme Yağlık 2 136 6

Cedid Geri 2 180 120

Kemer 2 185 5

Kise 1 185 1

Beledi Döşek 1 198 50

Beledi Yorgan 2 198 60

Cenevre Saati 1 198 200

Elvan Renk Basma Top 23 198 1500

Silahlık 1 205 7,5

Tütün Tablası 3 205 9,5

Dülbent Entari 220 30

Altıparmak Entari 220 8

569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve

Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ

30

Güğüm 228 10

Çözme Çarşaf 242 7,5

Çmber Kürk 251 10

Kütahya Kasesi 273 10,5

Kılınç 273 8,5

Melez Don 298 9

İpekli Kuşak 306 200

Uçkur 3 251 3

Tahra 309 3

Balta 309 5

Tırpan 309 2,5

Orak 309 1

Çapa 4 309 2,5

Mushaf-ı Kebir 1 346 1

4.1.2.3 Sosyal Yapı

Türk sosyal hayatına dair yapılan çalışmaların en önemli

kaynaklarının başında şeriyye sicilleri gelmektedir. Bu sicillerde

insanların günlük hayatlarında kullandıkları herşey(araçlar, yiyecek,

içcecek vb.) defterere kaydedilmiştir. Buradan hareketle halkın refah

seviyesi ile ilgili genel bir kanaata ulaşılabilir ve hattaşehir tarihi

çalışmalarının şeriyye sicillerinin değerlendirilmesiyle çok daha ileri

boyutlara taşınacağı inancındayız. Aşağıda yanbaşlıklar şeklinde

verdiğimiz günlük kullanıma yönelik tutulan kayıtlarla ilgili başlıklar

bulunmaktadır.

4.1.2.3.1. Nafaka ve Kisve Baha

Lügatte yiyecek parası, geçimlik, birinin kanunen geçindirmek

zorunda olduğu kimselere mahkeme kararıyla bağlanan aylık para

anlamına gelen nafakanın alınabilmesi için; sahih bir evlilik yapılması

ve zevce kocasının istifade edebileceği durumda

olmalıdır.Defterimizda nafaka aylık olarak takdir edilmiş olup

kişilerin maddî durumları ile doğru orantılı olduğu ortaya çıkmaktadır.

Belirlenen miktar 7.5guruştan 200 guruşa kadar nafaka tayin

edilmiştir. Bunun yanında fazla gelen nafaka mikdarlarından da

ödeme güçlüğünden dolayı indirime gidildiğini ya da günün şartlarına

göre arttırıldığına da şahit oluyoruz.

569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve

Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ

31

4.1.2.3.2. Vesâyet

Bir yetimin ya da akılca zayıf ve hasta olan bir kimsenin malını

idare eden kimseye vasi,65

taşınan sıfata da vesayet denir. Bir

kimsenin vasi olabilmesi için akılbali, hür, müstakim ve tüm yetkileri

kullanabilecek durumda olmalıdır. Vasi tayinlerinde öncelik aile

yakınlarına, olmadığı durumlarda ise kadının belirleyeceği kişiler vasi

tayin edilir. Defterimizdeki vasi tayinleri; çocukların ruiyetine,

varislerin hisselerinin alınmasına ya da vasi değişimine ilişkindir.

(Bkz. Belge No: 112-76)

4.1.2.3.3. Vekâlet

Başka birinin işini görmeğe memur olmak, başkasını

kendisinin yerine geçirmesi demektir.66

Vekâleticab ve kabulle olur.

Vekil müvekkili adına hareket eder. Vekilin kendisine verdiği hakların

dışına çıkamaz. Genel ya da özel olabilir. Defterimizde bulunan

vekâlet hüccetleri genellikle satış, veraset davalarının takibi ve

dışardaki malların alınması ile ilgilidir. (Bkz. Belge No: 345-348-377)

4.1.2.3.4. Veraset

Varislik, mirasçılık, mirasta hak sahibi olma demektir. Ölen bir

şahsın dünyada kalan mal ve haklarını varislere kalmasına veraset

denir.67

Defterimizde verasetle ilgili çok sayıda hüccet bulunmaktadır.

Bu kayıtlarda terikenin dökümü yapılarak, masraflar ve borçlar

çıkarıldıktan sonra mı?

4.1.2.3.5. Boşanma ve Mehir

Lügatte boşanma, nikâhlı kadını bırakma anlamına gelmekte

olan ta'lâkla ilgili defterimizdeki az sayıdaki belgelerde boşanmaların

kadının kendi rızasıyla mihr-i mü'eccel hakkından vazgeçmek

suretiyle gerçekleştiğini görüyoruz. Nikâh esnasında erkeğin kadına

vermeyi vadettiği nikâh bedeli mehir olarak adlandırılmıştır. Mehrin

peşin olarak ödenmesine "mihr-i mü'accel", nikâhtan sonra

ödenmesine "mihr-i mü'eccel" denilmiştir. Ancak defterimizde bir

hüküm bu konuyla ilgili olduğundan herhangi bir yargıya

varamıyoruz(106). Ancak defterimizdeki az sayıdaki boşanma ile ilgili

hükümden hareketle mihr-i mü'eccelmikdarını62,5guruş ile 125 guruş

arasında olduğunu görüyoruz. Bunun yanında terikelerde sık sık geçen

mihr-i mü'eccel alacağıyla ilgili olarak 42,5guruşdan 2000 guruşa

kadar varan bir durum söz konusudur ki bunun kişilerin maddî

durumlarıyla alakalı olduğu ortaya çıkmaktadır.

4.1.2.4. Demografik Yapı

569 Noluşeriyye sicilinden hareketle Afyon'un 1845'teki

nüfusu hakkında bir kanaate ulaşmak imkansızdız. Zira Afyon'da

569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve

Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ

32

yaşamış olan insanların ne kadarının mahkemeye intikal eden işlerinin

olduğunu bilemeyiz. Ancak Afyon'da Türk ve Müslümün nüfusun

yanında az da olsa gayr-i müslimnüfusda olup sayılarının cüz'î bir

oranda olduğu inancındayız. Gayr-i müslimlerin daha çok Nasârâ

Mahallesi'nde yaşadığını defterimize göre söyleyebiliriz.

Afyon'da müslümanlarla gayr-i müslimler arasında bir ayrımın

olmadığını görüyoruz. Ticaret alanında faal olan bu insanlar

zanaatkârlık ve esnaflık gibi mesleklerle meşgul olmaktadırlar.

Defterimize göre 1845'lerde gayr-i müslimlerin genellikle arazi

aldıları dikkati çekmektedir. Bu satış müslümanlardan gayr-i

müslimlere doğru cereyan etmiştir. Hukuki açıdan anlaşmazlıklarını

müslüman unsurlar gibi şer'î hukukun uygulandığı şeriyye

mahkemelerinde çözmeye çalışmaktadırlar. Hatta mirasların

paylaşımında bazenhisse esasına uyduklarına tanık oluyoruz. Öte

yandan Afyon'un Sandıklı Kazası'nda gedik esnafının varlığı dikkat

çekmektedir. 364 nolu hükümde demirci esnafı ile nalbant esnafı

arasındaki bir anlaşmazlık konusu vukuu bulmuş ve bu anlaşmazlığın

çözümünde her iki esnafkolunun gedikleri olaya bizzat el

koymuşlardır.

4.1.2.5. Kitap İsimleri

Tereke kayıtlarından kitap isimlerine de rastlanılmıştır. Bu

kitap isimlerinden o dönemin kültür düzeyini tesbit etmek

mümkündür. Ayrıca o dönemin kitap fiatlarını yansıtması açısından da

önemlidir.

Kitap Adı Cild Fiatı Belge No

Kelâm-ı kadîm 20.5 273

Gülistan ve Bend-i Attar 1-1 18 273

Tercüme-i Hikaye 17 273

Hatt Risalesi ve Tayfur 1-1 14 273

En'am-ı Şerîf 5.5 185

Sâccild 23 185

Tefsîr-i Kadı Beyzâvî 2 7290 341

Dürer-i gurer 1 1147 341

Sonuç

Şer’iyye sicilleri, mahkemeye intikal eden meseleler ve

kadıların verdikleri kararların kaydedildiği defterlerdir. Bu defterler

569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve

Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ

33

Osmanlı Tarihi çalışmalarında önemli kaynaklardan biridir. Özellikle

şehir tarihi çalışmalarında kıymetli bilgiler muhteva eder.

569 NoluKarahisar-ı Sahib Sancağı Şer’iyye Sicili 1845

tarihinde tutulmuş olup, bu dönemde şehrin sosyal ve iktisadi yapısına

ışık tutmaktadır. Bu defterde Osmanlı hukukunun XIX. yüzyıldaki

işleyişi görülmektedir. Ayrıca defterdeki kayıtlardan Afyon

Karahisar’da yaşayan halkın sosyal statüsü, kültür seviyesi ve şehrin

ekonomik yapısıyla ilgili genel bilgilere ulaşılabilmektedir. Defterde

bulunan hukuki belgeler hüccet, ilam, ma’ruz ve mürasele gibi

mahkemelerin tanzim ettiği belgeler ile ferman, berat, buyuruldu,

tezkire, temessük gibi üst makamlardan gelen belgelerden

oluşmaktadır.

İncelediğimiz sicil defteri Afyonkarahisar şehrinin 1845

yılındaki idari ve fiziki yapısı hakkında bazı bilgiler vermektedir.

Defterde 44 mahalle 8 kaza 52 köy ismi bulunmaktadır. Buna göre

Afyon’da nüfusun merkezde toplandığı, kırsal nüfusun yoğun

olmadığı ya da kırsalda yaşayan insanların anlaşmazlıklarını

mahkemeye taşımadıkları söylenebilir. Ayrıca defterde 7 camii 2 adet

de medrese adı geçmektedir. Defter kayıtlarında bir de

gayrimüslimlerin yaşadığı mahalleden bahsedilmektedir. Buradan

insanların inaçlarına saygı gösterildiği ve bu konuda bir baskının

olmadığı sonucuna ulaşılabilir. Defterde geçen 11 adet vakıf ismi

dönemin en önemli iktisat ve hayır kuruluş kuruluşu olan vakıfların

yaygınlığını göstermesi açısından önemlidir.

Defterde geçen 7 adet han ismi şehrin iktisadi olarak canlılığını

göstermektedir. Yine defterde geçen 101 farklı meslek ismi şehrin

ekonomik canlılığı hakkında fikir vermektedir. Bu defterdeki

belgelere bakılarak halkın geçim durumu, yetiştirdiği ürünler, günlük

hayatlarında kullanmış oldukları eşyalar ve bu eşyaların fiyatları

hakkında da fikir sahibi olunabilmektedir. Örneğin hayvan

yetiştiriciliği ile ilgili olarak büyükbaş hayvalardan çok küçükbaş

hayvanların beslendiği görülmektedir. Bu durum şehirde meraların ve

otlak alanların yetersiz olduğu, şehrin iklimi ve bitki örtüsünün

büyükbaş hayvan yetiştiriciliği için uygun olmadığı kanaatini

uyandırmaktadır. Defterde ayrıca bölgede genellikle tahıl ürünlerinin

yetiştirildiği, bunlar arasında en çok buğday, darı ve samanın başı

çektiği görülmektedir. Yine bu bilgilerden bölgede karasal iklimin

fazlasıyla hâkim olduğu sonucuna ulaşılabilmektedir. Kullanılan altın

ve gümüşlere bakıldığında altın olarak Mahmudiyye altınının gümüş

olarak da sim su tasının ve kemer tasının ekonomik değerlerinin fazla

olduğu görülmektedir.

569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve

Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ

34

569 Nolu deftere bakılarak Afyonkarahisar’ın o dönemdeki

sosyal yapısı ile ilgili bilgilere de ulaşılabilmektedir. Örneğin şehirde

Müslümanlarla gayrimüslimlerin birlikte yaşadığı, gayrimüslimlerin

daha çok ticaret zanaatkârlık ve esnaflık işleriyle uğraştıkları ve

ekonomik olarak varlıklı oldukları görülmektedir. Defterde o dönemde

kullanılan eşya isimleri de yer almaktadır. Bu eşyaların genelde basit

herkesin rahatlıkla ulaşabileceği eşyalar olduğu görülmektedir. Ayrıca

el sanatlarının da bölgede gelişmiş olduğunu göstermektedir. Yine bu

defterde geçen kitap isimleri o dönemin kültürel durumu ve kitap

fiyatlarını bildirmesi açısından önemlidir. Buna göre o dönemde

okunan kitaplar genellikle tefsir ve tercüme kitaplarıdır. Ayrıca kitap

fiyatlarının değişiklik arzettiği görülmektedir. Bazı kitapların uygun

fiyatlı olduğu, bazılarının ise fahiş fiyatlarla satıldığı görülmektedir.

Örneğin bir Mahmudiyye altınının fiyatı 380 kuruş iken Kadı

Beyzavi’nin iki ciltlik tefsirinin fiyatının 7290 kuruş olması oldukça

dikkat çekmektedir.

1845 tarihli 569NoluKarahisar-ı Sahib Sancağı Şer’iyye Sicil

Defteri incelendiğinde Afyonkarahisar’ın XIX. Yüzyıl ortalarında

bölgenin önemli bir ticaret ve kültür merkezi olduğu, şehirde sosyal ve

iktisadi hayatın son derece hareketli olduğu anlaşılmaktadır.

Günümüzde de bölge için önemli bir merkez konumunda olan şehrin

tarihsel süreç içerisinde bu özelliklerini bünyesinde barındırdığı ve

geliştirdiği görülmektedir.

Kaynakça

AFYON İl Yıllgı (1967), İstanbul 1968,

AKGÜNDÜZ, Ahmed (1989). Eski Anayasa Hukukumuz ve İslâm

Anayasası, İstanbul.

AKGÜNDÜZ, Ahmet (1988). Şer'iyye Sicilleri, C. I, İstanbul.

ALTUNDAĞ, Şinasi (1967). “Osmanlılarda Kadıların Salâhiyet ve

Vazifeleri hakkında”, VI. Türk Tarih Kongresi (Bildiriler),

Ankara, s. 342-354;

ATALAR, Münir (1980). “Şer'î Mahkemelerine Dair Kısa Bir

Tarihçe”, İslâm İlimleri Enstitüsü Dergisi, S. IV, Ankara, s.

303-329.

BALTACI, Cahid (1985). “Şeriyye Sicillerinin Tarihsel ve Kültürel

Önemi”, Osmanlı Arşivleri-Osmanlı Araştırmaları

Sempozyumu, İstanbul, s.127-132.

BAYINDIR, Abdülaziz. (1968). İslâm Muhakeme Hukuku (Osmanlı

Devri Uygulaması), İstanbul.

569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve

Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ

35

UZUNÇARŞILI, İ. Hakkı. (1988). Osmanlı Devletinin İlmiye

Teşkilatı, TTK, Ankara.

CİN Halil, AKGÜNDÜZ Ahmet (1988). Türk-İslâm Hukuk Tarihi,

C.I, İstanbul.

CİN Halil, AKGÜNDÜZ Ahmet (1989). Türk Hukuk Tarihi, Konya.

DARKOT, Besim. (1977). “Karahisar”, İA, MEB yay., C. VI,

İstanbul, s.276-284.

PAKALIN, Mehmet Zeki, (2004). Osmanlı Tarih Deyimeleri ve

Terimleri Sözlüğü, C. II, İstanbul.

DEVELLİOĞLU, Ferit (1996). Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik

Lügat, Ankara.

EMECEN, M. Feridun (1988). “Afyonkarahisar”, DİA, TDV

Yayınları, C. I, İstanbul, s.443-446.

ERSOY, Osman (1963). “Şeriyye Sicillerinin Toplu Kataloğuna

Doğru”, Ankara Üniversitesi Dil-ve Tarih-Coğrafya Fakültesi

Dergisi, XXI/3-4, Ankara, s.33-65.

ERSOY, Osman (1979-1980)."Şeriyye Sicillerinin Toplu

Kataloğuna Doğru ", XIII/24, Ankara Üniversitesi Dil ve

Tarih-Coğrafya Fakültesi, Tarih Araştırmaları Dergisi,

Ankara, s.1-20.

GÜRKAN, Feyyaz(1988). “Şeriyye Mahkemeleri Sicilleri Üzerine

Dair Bir Araştırma”, IX. Türk Tarih Kongresi Semposyumu

Bildiriler II (Ankara 21-25 Eylül 1981), Ankara, s.765-779.

HALAÇOĞLU, Yusuf (1976). “Şeriyye Sicilleri Toplu Kataloğuna

Doğru, Adana Şeriyye Sicilleri”, İstanbul Üniversitesi

Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, S.30, İstanbul, s.99-108.

İLGÜREL, Mücteba (1975). “Şeriyye Sicilleri Toplu Kataloğuna

Doğru”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih

Dergisi, S.28-29, İstanbul, s.123-166.

KAZICI, Ziya. (1991). İslam Müesseseleri Tarihi, İstanbul.

KÜTÜKOĞLU, Mübahat. (1994). Osmanlı Belgelerinin Dili

(Diplomatik), İstanbul.

ONGAN, Halit (1958). Ankara’nın 1 Numaralı Şer'iyye Sicili,

Ankara.

TURAN, Osman (1989). Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul.

UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı. (1982). Osmanlı Tarihi, C. I,

569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve

Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ

36

Ankara.

UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı. (1984). Anadolu Beylikleri ve

Akkoyunlu, Karakoyunlu Devletleri, Ankara.

UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı (Temmuz 1935). “Şer’i Mahkeme

Sicilleri”, Ülkü-Halkevleri Dergisi, S. 29, Ankara, s.365-368.

YAMAN, Mümtaz (1938). "Şer'îMahkeme Sicilleri", Ülkü-

Halkevleri Dergisi, S. 68, Ankara, s.153-164.

Cilt: 2 Sayı: 4 Temmuz 2014 / Volume:2 Issue:4 July 2014

SİCİLL-İ AHVÂL DEFTERLERİNE GÖRE MALATYALI

MEMURLAR

The Officers from Malatya As Taken From the Records of Affairs

Ramazan ÇELEM

ÖZET

Bu çalışmada Sicill-i Ahvâl defterlerinden tespit edilen

Malatya doğumlu 142 memurun tercüme-i hâli ele alınmıştır.

Memurların isimleri, doğum tarihleri, unvanları, meslekleri, görev

yaptığı yerler ile görev süreleri, memurların babalarının isimleri, hangi

aileye mensup oldukları gibi bilgiler belirtilmiştir. Ayrıca memurların

eğitim durumları, hangi okullarda eğitim aldıkları, hangi dilleri

bildikleri değerlendirilmiştir. Memurların göreve başladıkları tarih, ne

kadar maaş aldıkları, görevlerindeki başarıları ve aldığı cezalar, nişan,

madalya ve rütbe alıp almadıklarına dair bilgiler de verilerek Malatya

doğumlu memurlar tanıtılmaya çalışıldı.

Anahtar Kelimeler: Malatya, Sicil, Memur, Tercüme-i Hâl,

Sicill-i Ahvâl Defterleri.

ABSTRACT

In the present study, 142 officers born in Malatya were studied

as taken from the records of affairs. Firstly, information about the

names of the officers, their nicknames, birth dates and anchestors’

names was presented and familial information. Furthermore, the

schools they attented were examined. The languages they speak and

their level were put forward. The officers born in Malatya were

introduced giving information about the date they start to work,

information of their salary, success and punishment of their work,

whether the officers took the sign, medal and degree.

Kilis 7 Aralık Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü,

[email protected]

Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM

38

Key Words: Malatya, Affairs, Officer, Biography, Record of

Affairs.

Giriş

Sicil kelime olarak ‘‘resmi belgelerin kaydedildiği kütük,

devlet memurlarının resmi vukuatlarını ihtiva eden defter; Sicill-i

ahvâl de ‘‘memurların tercüme-i hâllerinden resmiyete intikal eden

hususlar’’ anlamına gelir ( Sarıyıldız, 2009: 134). Memurların

vazifeleri süresince hâl tercümelerine konu olan özel veya memuriyet

sırasındaki haller, tarihi seyir, ahlak ve gidişat gibi durumların, resmi

belgelerin kaydedildiği defterlere ise Sicill-i Ahvâl defterleri denir.

Başbakanlık Osmanlı Arşivi bünyesinde bulunan ve Osmanlı

bürokrasisinin son elli yılına ışık tutabilecek bir özelliğe sahip Sicill-i

Ahvâl Defterleri, dönemin önemli devlet adamı Ahmet Cevdet

Paşa’nın çabalarıyla tutulmaya başlandı. Bundan dolayı ilk tutulan

defter Ahmet Cevdet Paşa’ya aittir (Sürmen, 2011: 24 - Sunay, 2007:

11). Önceleri ‘‘Sicill-i Ahlak’’ tabiri kullanılan bu kayıtların adı daha

sonra ‘‘Sicill-i Ahvâl’’ olarak değiştirilmiştir.

Osmanlı Devleti’nde teşkilat yapısının omurgasını kendisinden

önce tarih sahnesinde yer almış olan bazı devletlerin teşkilat yapıları

oluşturmuştur. Gazneliler ve Selçuklulardan tımar sistemi,

İlhanlılardan mali usuller ve mali işlerde kullanılmış olan siyakat

yazısı, divani yazı ve tayin fermanlarının yazılış formülleri alınmıştır.

Yine saray teşkilatının büyük kısmı Memlüklerden örnek alınarak

uygulanmıştır ( Terzi, 2012: 35 ).

Osmanlı Devleti’nde toplum, sosyal hayatın sağlıklı işlemesi

için gerekli olduğuna inanılan iki büyük sınıfa ayrılmıştır. Bunlardan

ilki ‘‘Askeri’’ denilen sınıftır. Bu sınıf fiilen askerlik anlamından öte,

Padişahın verdiği özel bir beratla herhangi bir devlet hizmetine tayin

edilmiş, vergiden muaf tutulan saray memurları, mülki memurlar ve

ulemayı kapsamaktadır. İkinci sınıf ise reayadır. Reaya, idareye hiçbir

şekilde katılmayan ve vergi veren Müslüman – Gayrimüslim tüm

halkın meydana getirdiği sınıftır ( Aslan-Yılmaz, 2001: 288 ).

Yönetici grup olan ve Osmanlı bürokrasisini meydana getiren

Askeri sınıf seyfiye, kalemiye ve ilmiye olmak üzere üç alt gruptan

meydana gelmektedir. Seyfiye, yönetici kadronun asker kısmını;

İlmiye, eğitim ve hukuk alanında görevli olan kadıları, müderrisleri ve

diğer din adamlarını; Kalemiye ise devletin bürokratik işlerini yürüten

diğer bütün memurları ifade etmektedir.

Osmanlı’da orduyla beraber en güçlü ve kendine has nitelikleri

olan kurum kuşkusuz bürokrasi olmuştur. Bürokrasinin dokusu,

Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM

39

devşirme yoluyla toplanan ve yetiştirilen Osmanlı topraklarında

yaşayan azınlıkların çocuklarından oluşmuştur. Bunların yetiştirilmesi

ve eğitilmesi tamamen Osmanlı Devleti’nin örf ve geleneklerine göre

yapılmıştır.

Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren seyfiye ve ilmiye

kalemleri üstünlüğü elinde bulundurmuşken daha sonraları bu

sınıflarda yaşanan bozulma ve güç kaybı, yönetici sınıf içerisinde güç

dengelerinin değişmesine neden olmuş ve XVII. ve XVIII. yüzyıllarda

kalemiye sınıfı idari alanda daha çok etkili olmuştur. II. Mahmud

döneminde yapılan düzenlemeler neticesinde bu yapılanma güçlü bir

sivil bürokrasiye dönüşmüştür.

Osmanlının Devleti’nin sınırlarının genişlemesiyle beraber

idari işlerin artışı ve merkeziyetçiliğin gelişmesi neticesinde memur

ihtiyacı daha da artmıştır. XVI. yüzyılın başlarında birkaç bürodan

oluşan Osmanlı bürokratik yapısı XVII. yüzyılda üç ana daire ve 60

civarında alt bürodan oluşan büyük bir organizasyon haline gelmiştir.

Osmanlı İmparatorluğu’nda merkezde bürokratik işler, Divan-ı

Hümayun, Defterdarlık ve Defterhane-i Amire tarafından

gerçekleştirilmiştir. Yasama ve yürütme görevlerini Divan-ı

Hümayun, maliye ile ilgili işleri Defterdarlık ve Tımar sistemini idare

görevini ise Defterhane-i Amire yapmıştır.

Tanzimat öncesinde, devlet dairelerinin ihtiyacı olan memurlar,

otodidaktik denilen bir sistemle yetiştirilmekteydi. Yani her daire aynı

zamanda memur yetiştiren birer mektep özelliği taşırdı. Genellikle

memur ve devlet ricalinin çocukları kalemlere çırak (şakird) olarak

alınırlardı. Çıraklar on iki yaşına gelince kalemlere (dairelere) devam

ederlerdi. Evde özel olarak okuma yazma öğrenirler, camilerdeki

derslere devam ederler; ancak Türkçe yazı yazmayı ve yazı çeşitlerini,

hesap ve defter tutmayı bu kalemlerde öğrenirlerdi (Özger, 2010: 18).

Memur adayları, söz konusu eğitim sisteminin yetersiz kaldığı

durumlarda açıklarını kapamak için zaman zaman gerek Bâbıâli’de

gerekse Bâb-ı Defteri’ de bazı hocalardan düzenli dersler alır;

kalemlerde hocaları durumunda olan kâtiplerin karşısında hasır

üzerinde oturur ve zamanla yavaş yavaş kalemdeki bazı önemsiz

yazıları yazmaya başlarlardı. Meşk usulü ile kalemdeki bilgileri

öğrenen bu öğrenci- memurlar ilk memuriyete girdiklerinde maaş

almaz; üç- beş sene sonra düşük bir maaşla mülazım olur (Kırıcı-

Yiğit, 2011: 12) ve zamanla kıdemiyle orantılı olarak kalem

gelirlerinden pay alırlardı. Bu sistem, yani memur adaylarının

kalemlerde görevlendirilerek yetiştirilmeleri usulü bütün devlet

dairelerinde uygulanılırdı (Akyıldız, 2004: 26).

Tanzimat döneminde ise, büyük bir değişim yaşanmış ve yeni

personel alım politikasının temelleri II. Mahmud döneminde atılmıştır.

Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM

40

Modernleşme sürecinin temellerinin atıldığı Tanzimat Fermanı

sonrasında memur kadrolarında bazı düzenlemeler yapılmıştır. Bu

süreçte birçok yenilik gerçekleşmiş ve bazı meclisler açılmıştır.

Modern mektepler açılmış (Mekteb-i Maarif-i Adliye, Mekteb-i

Ulûm-ı Edebiye) ve buradan mezun olan öğrencilerin imtihanla

memur kadrolarına yerleştirilmesi kararlaştırılmıştır. Bu yeni sistemin

doğal sonucu olarak da memurları ilgilendiren vesikaların yazılış

biçiminde ve bürokratik işlemlerin usulünde de yenilikler yapılmıştır.

Mesai günleri, maaş usulleri, yargılanma şekilleri bir sisteme

oturtulmuştur (Uğurlu, 2013: 4).

Tanzimatla başlayan bu süreç Meşrutiyet döneminde de

sürmüştür. Bu dönemde özellikle memurların sicil kaydının tutulması

yolunda çok önemli teşebbüslerde bulunuldu. 1879 ve 1887 yılarında

yayımlanan talimatnamelere göre imparatorluktaki memurlar, sahib-i

rey (vekâletler, meclis veya mahkeme reislikleri, daire müdürlükleri

gibi mevkileri elinde bulunduran) ve diğer bütün mülki memurlar

olmak üzere iki kısma ayrıldı. Birinci sınıftan olan memurların sicili

doğrudan kontrol edilip, gerektiğinde denetlendiği ve sonra da özel

defterlere geçirildiği Bâb-ı Âli’deki merkezi Sicill-i Ahvâl

Komisyonu’na gönderildi. İkinci sınıftan olan memurların sicili ise ilk

olarak çeşitli vekâletlerde ve vilayetlerde kurulan personel sicil

sisteminin şubelerinde kaydedilir veya bazen asıl şekliyle muhafaza

edilirdi (Özger, 2010: 21-22).

Meşrutiyet döneminde tevcihat (verilmiş rütbeler) ve tayin

sisteminde yapılan değişiklikle, önceleri yüksek dereceli memurlar

için uygulanan bir yıllığına atanma usulü kaldırılarak atamalar ve

görevden almaların yalnızca gerektiğinde yapılması esası getirildi.

Sicill-i Ahvâl defterleri memur adlarına göre alfabetik olarak

düzenlenmiştir. Bu şekilde oluşturulmuş 17 adet fihrist bulunmaktadır.

Sicil kaydı aranılan memurun baba ismi ve doğum tarihi bilindiği

takdirde fihrist vasıtasıyla hangi defterde kayıtlı olduğu kolayca

öğrenilebilmektedir ( BOAR, 2010; 237). Memurun baba adı ile

doğduğu tarih bilinmediği takdirde ise aynı ismi taşıyan başka

memurlarla karışıklıklar yaşanabilir.

Sicill-i Ahvâl ile ilgili olarak kaleme alınan talimatnameden

başka sicil işlerini yürütmekle görevli daire ile ilgili de bir düzenleme

yapılmış ve nizamname yayınlanmıştır. Bu nizamname 3 fasıl ve 12

maddeden oluşmuştur ve birde zeyli mevcuttur. İlk fasıl Sicill-i

Ahvâl’in kuruluşu, ikinci fasıl Sicill-i Ahvâl İdaresi’nin özel görevleri

ve üçüncü fasıl da Sicill-i Ahvâl merkez daireleri ve taşra şubeleri

hakkında bilgi vermektedir ( Uğurlu, 2013: 14).

Sicill-i Ahvâl dairesi, ‘‘Tedkikat’’, ‘‘Tescilat’’ ve ‘‘Evrak’’

kalemleri olarak üç şubeye ayrılmıştır. Tescilat Kalemi’nin görevleri;

Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM

41

vukuat görevi gereğince göreve başlayan bir memurun meslek

serüveni boyunca terfi, rütbe, nişan, ceza, maaş artış veya azalması,

görev değişikliği, ilave görevler, azil, istifa gibi tüm gelişmeleri takip

edilir. Tescilat kaleminin diğer bir görevi ise bütün tercüme-i hâl

varakalarını ve vukuat zeyllerini numaralandırılarak esas defterlerine

aynen yazmak ve memurların sayı, sınıf, derece, milliyet ve

tabiiyyetleri hakkında istatistik (hülasatü’l – kuyud) tutmaktır. Bu

şubenin diğer bir görevi ise; zeyller üzerine memurun rütbe, nişan,

memuriyet tayinleri, değişiklikleri gibi baba isimlerine kadar yazılan

‘‘fihrist muamelesini’’ ni hazırlamaktır. Son görevi ise tercüme-i

hâllerin onaylı suretlerini kopyalamaktır. Tedkikat Kalemi; tüm

tercüme-i hâl kayıtlarının araştırılması, özetlenmesi ve bilgilerin resmi

kayıtlara uygun olup olmadığının kontrol edilmesi görevini

yürütmektedir. Evrak Kalemi ise, gelen ve giden evrakı kaydetmek,

ilgili yerlere sevk etmektedir (Uğurlu, 2013: 14 )

Memurların özgeçmişi niteliğinde olan bu belgeler, zaman

içinde ufak bazı değişikliklere uğrasalar da genel olarak cevaplanması

istenen sorular beş başlıktan oluşmaktaydı:

1- Memurun ismi, varsa şöhreti, babasının adı ve mesleği,

2- Doğum yeri ve tarihi,

3- Okuduğu okullar, aldığı dersler, diploması olup olmadığı,

konuştuğu dilleri varsa basılan esreleri ve bunların konuları,

4- Devlet hizmetine girdiği yaş ve tarihi, maaşlı olarak mı

yoksa stajyer olarak mı başladığı, bulunduğu makamlar, aldığı rütbe

ve nişanlar, her bir görevinde ne kadar maaş aldığı, ne kadar süreyle

görev dışında kaldığı, bu süre içerisinde mazuliyet (azledilmiş olma)

aylığı alıp almadığı, eğer aldıysa miktarı, tekaüd ( emekli) maaşı

bağlandıysa miktarı,

5- Çalıştığı kalemden ayrılma (infisal) nedeni, varsa

hakkındaki şikâyetleri, yargılandıysa suçlu olup olmadığı,

cezalandırılıp cezalandırılmadığı, beraatine dair belgenin olup

olmadığı gibi oldukça geniş kapsamlı malumatları içerir (Sunay, 2007:

12).

Sicill-i Ahvâl defterlerinde her memur için iki sayfa ayrılmıştır.

Ancak bazı memurların bilgileri yarım sayfada biterken bazı

memurlara da bu iki sayfa yetmeyip zeyller yazılmıştır. Böyle bir

durumda devamının hangi cild veya sayfada olduğu, ikinci sayfanın

kenarına not alınmıştır. Bazı biyografiler tek kalemden çıkmıştır.

Bazılarına ise sonradan ilaveler yapıldığı, başka bir kâtip tarafından

yazıldığı yazının çeşidi ve mühürden anlaşılmaktadır (Kütükoğlu,

1998: 142).

Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM

42

1879 yılında Dahiliye Nezareti bünyesinde kurulan Sicill-i

Ahvâl Komisyonu ile başlayan sicil çalışmaları, 1896’da bu

komisyonun kaldırılması ile yerine kurulan Memurin-i Mülkiye

Komisyonu’nca hiçbir daireye bağlı olmadan yürütülmüştür. 1908

yılında II. Meşrutiyetin ilanından sonra Memurin-i Mülkiye

Komisyonu kaldırılmış Sicill-i Ahvâl Dairesi adı altında yeniden

teşkilatlandırılmıştır. İlk iki komisyon, Sultan II. Abdülhamid dönemi

boyunca Sicill-i Umumi Defterleri’ni müşterek usul ve esaslara göre

hazırlamışlardır. Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar devam eden

Dahiliye Nezareti Memurin ve Sicill-i Ahval İdaresi, tescil işlemlerini

bu defterlere zeyl (ek) olacak şekilde ilave etmemiş, Memurin

Muamelat Dosyaları halinde tanzim edilerek saklanmıştır (Gültepe,

2009: 309).

1914 tarihli sicil talimnamesi ile memurların ellerine, tasdikli

tercüme-i hâl varakaları yerine sicil cüzdanları verilmeye başlanmıştır

( Sarıyıldız, 2004: 168 ). Sicill-i Ahvâl Memurin Komisyonu 1922

yılına kadar görevini sürdürmüştür.

Sicill-i Ahvâl Komisyonu, kurulduğu 1879 yılından kaldırıldığı

1909 yılına kadar zor şartlar altında görevini sürdürmüştür. Mekân,

örgütlenme, görevlilerin yeterli derecede eğitime sahip olamamaları,

yazışmalarda karşılaşılan güçlükler, yeterli tahsisatın (ödenek)

ayrılmaması gibi nedenlerle Sicill-i Ahvâl evraklarının

düzenlenmesinde bazı olumsuzluklarla karşılaşılmıştır. Hâl

tercümelerinin merkeze ulaştırılması zor bir süreç içerisinde

gerçekleşebilmiştir. Komisyondaki bu gibi eksikliklerden başka

memurlardan bazılarının özgeçmişlerini vermek istememeleri gibi

olumsuzluklara da rastlanmıştır. Bunun yanında bazı bilgileri saklama

veya yanlış bilgi verme gibi durumlarda görülmüştür. Tüm bu

sebeplerden dolayı 1888’den itibaren hâl tercümelerindeki bilgilerin

doğruluğu resmi belgelere bakılarak tasdik ve tescil edilmeye

başlanmıştır (Daşçıoğlu, 2006: 563).

Sicill-i Ahval Komisyonu’nun kurulmasından itibaren 1909

yılına kadar mülki ve adli memurlardan 92.000 memurun sicil kaydı

201 defterde toplanmıştır. Defterlerin nasıl tutulacağına dair birçok

tarifname ve nizamname hazırlanmıştır.

Malatyalı memurlar ile ilgili yapılan bu çalışmada, sadece

Malatya merkez ve merkeze bağlı nahiye ile karyede doğmuş olan

memurlar ele alınmıştır.

Toplumsal Statüleri

Sicill-i Ahvâl defterlerindeki Malatya doğumlu memurların

biyografileri, onların sosyal statülerini, eğitim durumlarını, bildiği

Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM

43

dilleri, görev yaptığı yerleri, hangi görevlerde bulunduklarını,

memuriyetleri süresince almış olduğu rütbe, nişan, madalya ve

başkaca ödülleri ve görev yerlerinin değişmesine neden olan

durumları gösteren önemli bilgileri ihtiva etmektedir. Bu bilgilere

dayanarak memurlar hakkında çeşitli başlıklar altında bir

değerlendirme yapmak mümkündür.

Sicill-i Ahvâl defterlerindeki kayıtlara göre tespit edilen

Malatya doğumlu 142 memurdan 138’i Müslüman, 4’ü

Gayrimüslimdir. Kayıtlarda Gayrimüslim memurlardan 3’nün ( Agop

Efendi1, Bağdasar Efendi2, Kiyork Efendi3 ) Ermeni olduğu belirtilmiş

sadece Bogos Gündibegyan Efendi4’nin hangi milletten olduğu

belirtilmemiştir. Malatya doğumlu memurların isimleri ile birlikte

kullanılmış olan Efendi, Bey ve Ağa gibi unvanlar da kayıtlar da

mevcuttur.

Memurun

Adı

Doğum Tarihi Memurun

Unvanı

Babasının

Adı

Babasının

Mesleği

Abdullah Arifi Efendi

H. 1288

(1871 - 1872)

Ali Necib Efendi

Abdullah

Efendi

H. 1283

( 1866 - 1867 )

Hacı

Abdullah Efendi

Abdullah

Hulusi

Efendi

H. 1292

( 1875 – 1876)

Mustafa Ağa

Abdullah

Kâzım

Efendi

H. 1281

(1864 – 1865)

Ahmed Ağa Asakir-i

Redife

Mülazımı

Abdullah Muhlis

Efendi

H. 1275

(1858 – 1859)

İbrahim Ağa Esnaf

Abdullah Ragıb Efendi

14 Muharrem 1276 ( 13

Ağustos 1859)

Hacı İbrahim Ağa

Esnaf

Abdullah

Ragıb Efendi

H. 1278

( 1861 – 1862 )

Kayışoğlu Ahmed

Efendi

Kaza

Sertahsildarı

Abdullah

Şükrü Efendi

H. 1258

( 1842 – 1843 )

Şeyh Hacı

Hüseyin

Efendi

1 BOA. DH. SAİD. 167/122, s. 241 2 BOA. DH. SAİD. 176/044, s.85 3 BOA. DH. SAİD. 119/159, s.315 4 BOA. DH. SAİD. 173/139, s.275

Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM

44

Abdurrahman Efendi

H. 1301

( 1883 – 1884 )

Mehmed Efendi

Müderris

Abdülbaki

Efendi

H. 1271 Receb

( Mart 1855 )

Hacı

İbrahim Efendi

Abdülkadir

Kadri Efendi

H. 1275

( 1858 – 1859 )

Osman

Efendi

Esnaf

Abdülkerim Efendi

H. 1287

( 1870 - 1871 )

Hüseyin Efendi

Abdülkerim

Fazıl Efendi

H. 1290

( 1873 – 1874 )

Hasan

Efendi

Abdülvahab Efendi

H. 15 Şubat 1278 ( 27 Şubat

1863 )

Ahmed Efendi

Tüccar

Abdürreşid

Sabit İzzet

H. 1271

( 1854 – 1855 )

Hacı

Hasan Ağa

Esnaf

Agop Efendi H. 1293

( 1876 – 1877 )

Avidis Jaj

Zanyan Ağa

Ahmed

Cemal Efendi

H. 1290

( 1873 – 1874 )

Şeyh Hacı

Halil ve Vezirzade

Mehmed

Necati Efendi

Kuleli Kışlası

İmam-ı Sanisi

Ahmed

Cemal Efendi

H. 1290

( 1873 – 1874 )

Hacı

Mehmed Necati

Efendi

Hassa Ordu-yı

Hümayunu Kuleli Kışlası

Adamlığı

Ahmed Efendi

H. 1277

( 1860 – 1861 )

Ahmed Efendi

Esnaf

Ahmed Halis

Efendi

H. 1299

( 1882 – 1883 )

İsmail Zühdi

Efendi

Konya

Vilayeti

Telgraf ve Posta

Başmüdüriyeti

Başkâtibi

Ahmed

Hamdi

Efendi

H. 4

Rebiülevvel

1289 ( 12 Mayıs 1872 )

Hüseyin Ağa

Ahmed

Hamdi

Efendi

H. 1289

( 1872 – 1873 )

Mehmed

Ağa

Esnaf

Ahmed H. 1272 Hacı Hasan

Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM

45

Hamdi

Efendi

( 1855 – 1856 ) Efendi

Ahmed

Hamid Efendi

H. 1267

( 1850 – 1851 )

Battalzade Hacı

Mustafa Ağa

Belediye

Meclisi Azalığı

Ahmed

Hamid

Efendi

H. 22

Cemaziyelevvel

1291 ( 7 Temmuz 1874 )

Mustafa Ağa Tüccar

Ahmed

Kâmil Efendi

H. 1266

( 1849 – 1850 )

Abdullah

Efendi

Ahmed Mansur

Efendi

H. 1291

( 1874 – 1875 )

Mustafa Bey

Ahmed Naim Efendi

H. 1255

( 1839 – 1840 )

Said Efendi Ulema

Ahmed Sadi

Efendi

H. 1279

Cemaziyelahir

( Kasım 1862 )

Hacı

Mehmed

Efendi

Ahmed Şevki

Efendi

H. 1290

( 1873 – 1874 )

Hacı Emin

Efendi

Kaymakam

Ahmed

Turan Efendi

H. 1270

( 1853 – 1854 )

Hacı

İbrahim Efendi

Ali Avni

Efendi

H. 1284

( 1867 – 1868 )

Kevser

Efendi

Tüccar

Ali Muhlis

Efendi

H. 1303

( 1885 – 1886 )

Halil Hakkı

Efendi

Tüccar

Ali Rıza

Efendi

H. 1272

( 1855 – 1856)

Ali Efendi Tüccar

Ali Rıza

Efendi

H. 1293

( 1876 – 1877 )

Mehmed

Münir

Efendi

Belediye Reisi

Ali Rıza Efendi

H. 1285

( 1868 – 1869 )

Kasım Efendi

Ali Rıza

Efendi

H. 1285

( 1868 - 1869 )

Aksoğanzade Hacı

Mehmed Ağa

Tüccar

Bağdasar

Efendi

H. 1298 Bağdasaryan

Dipanovi

Vergi Dairesi

Mümeyyizi

Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM

46

( 1881 – 1882 ) Ağa

Bekir Efendi H. 1286

( 1869 – 1870 )

Hüseyin Ağa

Bekir Nuri

Efendi

H. 1265 Şaban

( Haziran 1849)

Süleyman

Ağa

Bekir Sıdkı

Efendi

H. 1291

( 1874 – 1875 )

Mehmed

Ağa

Bogos

Gündibegyan Efendi

H. 1298

( 1881 – 1882 )

Serkis Ağa Meclis-i İdare

Azalığı

Burhaneddin

Efendi

H. 23 Ramazan

1279 ( 14 Mart 1863 )

Mehmed

Efendi

Mülga Meclisi

Temyiz Kâtibi

Cemil Efendi H. 1278

( 1861 – 1862 )

Ferhad Efendi

H. 1290

( 1873 – 1874 )

Bektaş Ağa

Ferhad

Fehmi Efendi

H. 1 Zilhicce

1286 ( 4 Mart

1870 )

Bektaş Ağa

Feyzullah

Efendi

H. 1 Receb

1260

( 17 Temmuz 1844 )

Veli Efendi

Fikri Efendi H. 1280

( 1863 – 1864 )

Zeynelabidin

Efendi

Ketebe

Hacı Abdülvahab

Azmi Efendi

H. 1286

( 1869 – 1870 )

Vaizzade Hacı Mehmed

Efendi

Tabur Kâtibi

Hacı Ali Necib Efendi

H. 1254

( 1838 – 1839 )

Bekir Efendi

Hacı Hasan

Tahsin

Efendi

H. 1283

( 1866 – 1867 )

Hacı

Mehmed

Said Efendi

Tüccar

Hacı İbrahim

Talat Efendi

H. 1300

( 1882 - 1883 )

Cumali Ağa

Hacı

Mehmed Arif Efendi

H. 1295

( 1878 – 1879 )

Hacı

Mehmed Emin Efendi

Mülkiye

Kaymakamı

Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM

47

Hacı Mehmed

Efendi

H. 1268 Cemaziyelahir

( Mart 1852 )

Mustafa Ağa Reçber

Hacı Mehmed

Emin Efendi

H. 1238

( 1822 – 1823 )

Abdülvahab Efendi

Hacı

Mehmed Sabit Efendi

H. 1293

( 1876 – 1877 )

Osman

Efendi

Hacı Osman

Ramiz Efendi

H. 1277

( 1860 – 1861 )

Hacı

Mehmed Ağa

Hacı Ömer

Avni Efendi

H. 1253

( 1837 – 1838 )

Haskizade Hacı

Mehmed

Efendi

Halil Avni

Efendi

H. 1279

( 1862 – 1863 )

İsmail Ağa

Halil Sabri

Efendi

H. 1 Receb

1274

(15 Şubat 1858)

İbrahim Ağa

Hasan Ağa H. 1270

( 1853 – 1854 )

Hasan Efendi H. 1248

( 1832 – 1833 )

Abdülbaki Efendi

Vaiz

Hasan Samih

Efendi

H. 1277

( 1860 – 1861 )

Mehmed

Dilaver Efendi

Hasan Tahsin

Efendi

H. 1287

( 1870 – 1871 )

Hafız

Mehmed Emin Efendi

Mal Müdürü

Hüseyin

Efendi

H. 1285

( 1868 – 1869 )

Hasan

Efendi

Esnaf

Hüseyin Faik Efendi

H. 28 Ramazan 1266 ( 7

Ağustos 1850 )

Hacı Mehmed

Efendi

Tüccar

Hüseyin

Hami Efendi

H. 1276

( 1859 – 1860 )

Mehmed

Efendi

Hüseyin

Hüsnü Efendi

H. 1260

( 1844 - 1845 )

Hüseyin Ağa

Hüseyin H. 1295 İsmail Ağa Tüccar

Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM

48

Hüsnü Efendi ( 1878 – 1879 )

İbrahim

Edhem

Efendi

H. 14

Rebiülevvel

1270 ( 15 Aralık 1853 )

Mehmed

Ağa

Destgâh

İbrahim

Hakkı Efendi

H. 1283

( 1866 – 1867 )

Mehmed

Ağa

Esnaf

İbrahim Halil Efendi

H. 1296

( 1879 - 1880 )

Yusuf Efendi

İbrahim

Hulusi

Efendi

H. 1297

( 1879 - 1880 )

Leblebicizade Abdulvahab

Ağa

Bakkal

İbrahim

Necmeddin

Efendi

H. 1292

( 1875 – 1876 )

Hasan

Efendi

İbrahim Niyazi

Efendi

H. 1262

( 1846 – 1847 )

Hacı Ömer Timur

İbrahim Nizami

Efendi

H. 1288 Muharrem

( Mart 1871 )

Halil Ağa

İbrahim Sırrı

Efendi

H. 1277

Zilkade

( Mayıs 1861 )

Ali Efendi

İbrahim

Şevki Efendi

H. 15 Safer

1265

(10 Ocak 1849)

Hüseyin Bey

İbrahim Talat

Efendi

H. 1285

( 1868 – 1869 )

Mehmed

Efendi

İbrahim Talat Efendi

H. 1268

( 1851 – 1852 )

Hacı Osman Efendi

Tüccar

İbrahim

Zihni Efendi

H. 1277

( 1860 – 1861 )

Hacı Ömer

Efendi

Kiyork Efendi

H. 1284

( 1867 - 1868 )

Na’bus Ağa Kâhta Kazası İdare Meclisi

Azası

Lütfullah

Lütfi Nuri

H. 1275 Receb ( Şubat 1859 )

Hacı Salih Efendi

Mahmud H. 1293 Ali Rıza

Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM

49

Bedri Bey ( 1876 – 1877 ) Efendi

Mahmud

Fahreddin

Efendi

H. 1302

( 1884 – 1885 )

Ali Efendi

Mahmud Ferid Efendi

H. 1277

( 1860 – 1861 )

Abdullah Kemal

Efendi

Nüvvab

Mahmud Hâki Efendi

H. 1 Receb 1294

( 12 Temmuz

1877 )

Hacı Mehmed

Efendi

Ulema

Mahmud

Hamdi

Efendi

H. 1271 Şevval (Haziran 1855)

Hasan Efendi

Tüccar

Mahmud Namık

Efendi

H. 1282

( 1865 – 1866 )

Ömer Efendi Tüccar

Mahmud

Nedim Efendi

H. 6 Şaban

1308

(17 Mart 1891)

Ahmed Ağa

Mahmud

Nedim Efendi

H. 1290

( 1873 – 1874 )

Münir

Efendi

Belediye

Dairesi Sandık Kâtibi

Mehmed Ali

Efendi

H. 7 Rebiülahir

1296 ( 31 Mart 1879 )

Hacı Hasan Esnaf

Mehmed

Âmil Efendi

H. 1292

( 1875 – 1876 )

Halil Ağa

Mehmed Arif Efendi

H. 1302

( 1884 – 1885 )

Rahmi Efendi

Mekteb-i İbtidai

Muallimi

Mehmed Arif

Efendi

H. 1294

( 1877 – 1878 )

Mustafa

Lütfi Efendi

Bölük Emini

Mehmed Arif

Efendi

H. 1309

( 1891 – 1892 )

Mustafa Ağa Zürra

Mehmed Atıf

Efendi

H. 1263

( 1847 – 1848 )

Mustafa Ağa

Mehmed

Beşir Efendi

H. 1294

( 1877 – 1878 )

Abdullah

Şükrü

Efendi

Vergi

Memuru

Mehmed H. 1293 Haytaoğulları Mustafa

Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM

50

Cemil Efendi ( 1876 – 1877 ) Efendi

Mehmed

Efendi

H. 1257

( 1841 – 1842 )

Ahmed Ağa

Mehmed

Efendi

H. 1251

( 1835 – 1836 )

Süleyman

Efendi

Mehmed

Efendi

H. 1281

( 1864 – 1865 )

İbrahim Ağa

Mehmed

Emin Efendi

H. 1265

( 1849 – 1850 )

Osman

Efendi

Mehmed

Emin Efendi

H. 1280

( 1863 – 1864 )

Hacı

Mehmed

Ağa

Mehmed Esad Efendi

H. 1298

( 1881 - 1882 )

Ali Asım Efendi

Mehmed

Faik Efendi

H. 1270 Receb

( Nisan 1854 )

Hacı Ali

Efendi

Devriye

Müderrisi

Mehmed Faik Efendi

H. 20 Safer 1286 ( 1

Haziran 1869 )

Mehmed Behçet

Efendi

Nevşehir Naibi

Mehmed Fevzi Efendi

H. 1294

( 1877 – 1878 )

Hacı Ahmed Efendi

Mehmed

Fuad Efendi

H. 1300

( 1883 – 1884 )

Hüseyin Ağa Zürra

Mehmed Hamdi

Efendi

H. 1294

( 1877 – 1878 )

İbrahim Efendi

Mehmed Hâzım

Efendi

H. 1275

( 1858 – 1859 )

Hacın Hasan Efendi

Mehmed

İzzet Efendi

H. 1247

( 1831 – 1832 )

Hacı Bekir

Efendi

Tüccar

Mehmed

Naci Efendi

H. 1272

( 1855 – 1856 )

Mahmud

Ağa

Tüccar

Mehmed

Nuri Efendi

H. 1295

( 1878 – 1879 )

Mustafa

Mehmed

Reşid Efendi

H. 1 Receb

1270

Sofu

Abdülfettah

Efendi

Tüccar

Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM

51

(30 Mart 1854 )

Mehmed

Said Bey

H. 19 Ramazan

1306 ( 19

Mayıs 1889 )

Haşim Bey Mülkiye

Kaymakamı

Mehmed Said Bey

H. 1290

( 1873 – 1874 )

Arpaeminizade Mahmud

Hilmi Bey

Miralay

Mehmed

Said Efendi

H. 1305

( 1887 – 1888 )

Halil Efendi Tüccar

Mehmed Şevki Efendi

H. 1269 Rebiülevvel

( Aralık 1852 )

Mehmed Tahir Efendi

H. 1266

( 1849 – 1850 )

Zeynelabidin Efendi

Mehmed

Tevfik

Efendi

H. 1272

( 1855 – 1856 )

Hasan

Efendi

Mehmed

Tevfik

Efendi

H. 1298

( 1881 – 1882 )

Bekir Efendi Rüşdiye

Muallimi

Mehmed Tevfik

Efendi

H. 1295

( 1878 – 1879 )

Hüseyin Efendi

Cami Müderrisi

Mehmed Zekâi Efendi

H. 1285

( 1868 – 1869 )

Ahmed Ağa

Mehmed

Zeki Efendi

H. 1292

( 1875 – 1876 )

Hacı

Hüseyin Efendi

Mehmed

Zeki Efendi

H. 1278

( 1861 – 1862 )

Kazancızade İbrahim

Tahir Efendi

İlmiye

Mensubu

Muhammed Nazif Efendi

H. 1309

( 1891 - 1892 )

Abdullah Efendi

Mustafa Fazlı

Efendi

H. 25

Cemaziyelevvel

1268 ( 17 Mart 1852

Timur Ağa

Mustafa

Fehmi Efendi

H. 1299

( 1882 – 1883 )

Hafız

Mehmed Emin Efendi

Mal Müdürü

Mustafa

Hayri Efendi

H. 9 Şevval

1283

Mehmed

Münir

Efendi

Nafia Kâtibi

Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM

52

(14 Şubat 1867)

Mustafa

Kâmil Efendi

H. 1270

( 1853 – 1854 )

Ali Efendi

Mustafa

Kâmil Efendi

H. 1259

( 1843 – 1844 )

Hüseyin Bey

Mustafa

Sabri Efendi

H. 25 Zilkade

1262 ( 14

Kasım 1846 )

Hacı

Mustafa Ağa

Delilbaşı

Mustafa Sabri Efendi

H. 1289

( 1872 – 1873 )

Mehmed Efendi

Osman

Efendi

H. 1268

( 1851 – 1852 )

Mehmed

Efendi

Osman Nuri Efendi

H. 1296

( 1879 – 1880 )

Ahmed Efendi

Çiftlikat-i Hümayun

Dava Vekâleti

Memuru

Osman

Remzi Efendi

R. 1267 Nisan

( Nisan 1851 )

Ali

Ömer Sabri

Efendi

H. 1292

( 1875 – 1876 )

Halil Efendi Nüfus

Memuru

Sun’ullah

Galib Efendi

H. 1252

( 1836 – 1837 )

Abdülbâki

Efendi

Yusuf Cemil

Efendi

H. 1296

( 1879 – 1880 )

Mehmed

Ali Efendi

Asakir-i

Şahane Yüzbaşısı

Yusuf

Ziyaeddin Efendi

H. 1273

( 1856 – 1857 )

Hacı

Mustafa Ağa

Zülkifl Agâh

Efendi

H. 1290

( 1873 – 1874 )

Fındıklızade Hasan

Tahsin Efendi

Jandarma

Tabur Kâtibi

Malatya doğumlu memurların isimlerine göre yapılan

değerlendirmede ortaya çıkan bir takım özellikler dikkat çekmektedir.

Memurlardan 119’u çift isme, 21’i tek isme sahipken 2 memurun ise 3

ismi bulunmaktadır. Bu durum Gayrimüslim memurlarda ise 3 kişi tek

isim, 1 kişi çift isim olarak görülmüştür. Memurların 136’sı Efendi,

3’ü Bey ve 1’i de Ağa sıfatını kullanmıştır. Gayrimüslim memurların

hepsi Efendi sıfatıyla anılmışlardır. Hacı unvanını kullanan 10 kişi

olmuştur.

Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM

53

Osmanlı klasik döneminde ‘‘Bey’’ sıfatı Seyfiye sınıfına

mensup şahıslar için kullanılmış iken ‘‘Efendi’ sıfatı İlmiye sınıfında

bulunanlar için geçerlidir. Mülkiye sınıfının gelişmesi ile birlikte

‘‘Efendi’’ sıfatını iki sınıfa mensup kişiler kullanmaya başlamışlardır (

Uğurlu, 2013: 37 ).

Malatya doğumlu memurların 39 tanesi Mehmed, 15 tanesi

Ahmed, 13 tanesi İbrahim, 8’er tanesi Abdullah ve Mahmud, 7 tanesi

de Mustafa isimlerine sahiptir. Çift isimli memurlardan en çok

kullanılmış olan isim 4 kişiyle Ali Rıza Efendi’dir. Daha sonra ise 3’er

kişinin kullanmış olduğu Ahmed Hamdi Efendi, Mehmed Arif Efendi,

Mehmed Tevfik Efendi isimleri gelir. Tek isimli memur isimlerinden

Mehmed Efendi ismi ise 3 kişi tarafından kullanılmıştır.

Malatya doğumlu memurların tercüme-i hâl evraklarında

11’inin unvanı, 43’ünün babasının unvanı, 70’inin de baba mesleği

belirtilmiştir. 4 Gayrimüslim memurdan 3’ünün baba mesleği

gösterilmiştir.

Memur babalarının en çok kullanmış oldukları unvan 4 taneyle

Vaizzade, 3’er taneyle de Kazancızade ve Leblebicizade’dir. Ahmed

Cemal Efendi5’nin Şeyh Hacı Halil ve Vezirzade olmak üzere iki

lakabı olduğu kayıtlarda mevcuttur.

Memurlardan Cemil Efendi6, Hasan Ağa7 ve Mehmed Şevki

Efendi’nin babalarının isimleri kayıtlarda yer almamıştır. Mehmed

Nuri Efendi ile Osman Remzi Efendi’nin babalarının isimleri (

Mustafa ve Ali ) hiç bir unvan ve sıfat olmadan ‘‘……. nam

kimesne’’ ifadesiyle yazılmıştır.

Sicill-i Ahvâl kayıtlarında memur babalarının 87 tanesinde

Efendi, 43 tanesinde Ağa ve 5 tanesinde de Bey sıfatı olduğu

belirtilmiştir. 2 memur babasının ise Hacı unvanı olduğu ifade

edilmiştir. Gayrimüslim memurların babalarının hepsi Ağa sıfatını

kullanmışlardır.

Belgelerde görülen diğer bir ayrıntı da memurların babalarının

meslekleridir. Baba mesleği olarak en çok tüccar ( 16 kişi ) ve esnaf (

9 kişi ) grubu ağırlıktadır. Ahmed Hamid Efendi’nin babası Belediye

Meclis Azalığı, Ahmed Şevki Efendi8’nin babası Kaymakamlık, Ali

Rıza Efendi9’nin babası Belediye Başkanlığı, Hacı Mehmed Arif

5 BOA. DH. SAİD. 171/036, s.69 6 BOA. DH. SAİD. 058/083, s.163 7 BOA. DH. SAİD. 196/034, s.67 8 BOA. DH. SAİD. 076/129, s.255-256 9 BOA. DH. SAİD. 114/096, s.187

Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM

54

Efendi ile Mehmed Said Bey’in babaları Mülkiye Kaymakamlığı

görevinde bulunmuşlardır.

Eğitim Durumları

Osmanlı Devleti’nde 18. yüzyılda başlayan yenileşme

hareketleri askeri, idari ve sosyal alanların dışında eğitim alanında da

birçok değişime neden olmuştur. Özellikle 19. yüzyıldan itibaren batı

tarzı eğitim veren okulların açılmıştır. 1845 yılında sıbyan mektepleri,

rüşdiye ve darü’l-fünun açılmış, 1868’de ise mekteb-i ibtidaiye,

rüşdiye, idadi, lise, yüksekokullar, üniversite şeklinde yeni bir

düzenlemeye gidilmiştir ( Daşçıoğlu, 2006: 565-566 ).

Memurluk vazifesiyle görevlendirilmiş olan Malatyalı

memurların hangi kademelerde ve hangi okullarda eğitim aldıkları

bilgilerine kayıtlardan ulaşabilmek mümkündür.

Sıbyan Mektebi 17

Sıbyan Mektebi, Rüşdiye Mektebi 33

Sıbyan Mektebi, Medrese 16

Sıbyan Mektebi, Özel Hocadan Eğitim 14

Sıbyan Mektebi, Özel Hocadan Eğitim, Telgraf Mektebi 1

Sıbyan Mektebi, Mekteb-i Rüşdiye-i Askeri 1

Sıbyan Mektebi, Mekteb-i Sultani 1

Sıbyan Mektebi, Özel Hocadan Eğitim, Süleymaniye Cami-i Şerifi’

Darü’l-Hadis Medresesinde Eğitim, Mekteb-i Mülkiye-i Şahane

1

Sıbyan Mektebi, Rüşdiye Mektebi, Malatya Mekteb-i İdadi-yi Mülkisi

1

Sıbyan Mektebi, Söğütlü Cami-i Şerifi’nde Eğitim, Darü’l Hadis

Medresesi

1

Sıbyan Mektebi, Rüşdiye Mektebi, Bayezid Cami-i Şerifi’nde Eğitim, Mekteb-i Hukuk, Mekteb-i Mülkiye-i Şahane

1

Milel-i Muhtelife Sıbyan Mektepleri, Latin Kapuçin Mektebi 1

İbtidai Mektebi 7

İbtidai Mektebi, Rüşdiye Mektebi 6

İbtidai Mektebi, Medrese 2

İbtidai Mektebi, İdadi Mektebi 1

İbtidai Mektebi, Rüşdiye Mektebi, Özel Hocadan Eğitim 1

İbtidai Mektebi, Rüşdiye Mektebi, Ma’arif Müfettişliğinde Eğitim,

Mekteb-i Müşdi, Mekteb-i Nüvvab

1

Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM

55

İbtidai Mektebi, Söğütlü Cami-i Şerifi’nde Eğitim 1

İbtidai Mektebi, Rüşdiye Mektebi, Medrese, Bayezid Cami-i

Şerifi’nde Eğitim, Mekteb-i Mülkiye-i Tıbbiye, Menşa’i- Muallimin

İdadisi

1

Medrese 7

Medrese, Süleymaniye Cami-i Şerifi’nde Eğitim 1

Medrese, Mekteb-i Hukuk-ı Şahane 1

Medrese, Mekteb-i Mülkiye 1

Medrese, İdadi-i Mülkiye Mektebi 1

Rüşdiye Mektebi 5

Rüşdiye Mektebi, İdadi Mektebi 2

Rüşdiye Mektebi, Mekteb-i Mülkiye-i Şahane 1

Rüşdiye Mektebi, Mekteb-i Hukuk, Özel Hocadan Eğitim 1

Hekimhan Rüşdiye-i Askerisi, Kuleli İdadisi, Mekteb-i Harbiye 1

Mamüretü’l-aziz Mekteb-i Rüşdiye-i Askerisi, İdadi-yi Mülki, Özel

Hocadan Eğitim, Rüşdiye Mektebi

1

Maskata Re’sinde Eğitim, Medrese, Ayasofya Cami-i Şerifi’nde

Eğitim,

Mekteb-i Hukuk-ı Şahane

1

Mekteb-i İdadi-yi Mülki 2

Ermeni Mekteb-i İdadisi 1

Tahsili Yok 1

Babasından Aldığı Eğitim 2

Özel Hocadan Aldığı Eğitim 2

Özel Hocadan Eğitim, Mekteb-i Hukuk-ı Şahane 1

Bazı Mekatibde Aldığı Eğitim 2

Memurlardan 88’i eğitimine sıbyan mektebinde, 20’si ibtidai

mektebinde, 11’i medresede ve yine 11’i de rüşdiye mektebinde

başlamıştır. 17 kişinin eğitimi sıbyan mektebiyle, 7 kişinin ibtidai

mektebi, 7 kişinin medrese ve 5 kişinin eğitiminin de rüşdiye

mektebiyle sınırlı kaldığı görülmüştür.

Memurlardan sadece Hasan Ağa’nın tahsili olmadığı

görülmüştür. Abdurrahman Efendi10 ile Mehmed Arif Efendi ise

eğitimlerini babalarından almıştır. Özel hocalardan eğitimini almış

10 BOA. DH. SAİD. 178/013, s.33

Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM

56

memurlar Hacı Abdülvahab Azmi Efendi11 ile İbrahim Necmeddin

Efendi’dir.

Mehmed Reşid Efendi, Adliye Nezareti’nden müstantiklik

diploması alırken İbrahim Zihni Efendi12 ise Mekteb-i Nüvvab ile

Mekteb-i Müşdi’den diploma almıştır.

Gayrimüslim memurlardan Agop Efendi, eğitimini Latin

Kapuçin Mektebi’nde; Bağdasar Efendi ise Ermeni Mekteb-i

İdadi’sinde almıştır.

Sicill-i Ahvâl Kanunname-i Umumiyesi’nin 6. maddesinin 3.

sorusunda memurların hangi dilleri okuyup yazabildikleri, okuma

yazma bilmedikleri takdirde ise lisanlara hangi derecede aşina olduğu

veya o dili ne kadar anlayabildiklerini belirtmeleri istenmiştir (

Bozkurt, 2011: 7 ). Bu çerçevede incelenen Malatyalı memurların

genelinin Türkçe okur-yazar olduğu ortaya çıkmaktadır. Malatya

doğumlu memurların okuyup yazabildiği, konuştuğu ve anlayabildiği

diller Türkçe, Arapça, Farsça’dır. Bunun yanında azda olsa Fransızca,

Kürtçe, Ermenice, Bulgarca, Arnavutça ve İngilizce bilen veya

anlayan memurlar da bulunmaktadır. Ahmed Naim Efendi’nin Farsça

tercüme ettiği kayıtlarda mevcuttur.

Memurların büyük çoğunluğunda eğitim bilgileri kısmında ilk

olarak ‘‘Mukaddemat-ı Ulum’’ veya ‘‘Esas-ı İslamiye olan

Mukaddemat-ı Ulum-ı Diniye’’ ibaresi yer almaktadır. Bununla

kastedilen İslam dininin esasları olan İlmihal, Kur’an-ı Kerim gibi ilk

dini bilgiler ve Gramer, Sentaks, Vaaz, İştikak, Geometri, Hesap,

Münazara, Mantık gibi ilimlere giriş derslerinin okutulduğudur (

Uğurlu, 2013: 50 ).

İlk eğitim aldıkları yerlerde genellikle Arapça eğitimi için Sarf

ve Nahiv derslerini, Farsça için Gülistan, Bend-i Attar ve Divan-ı

Hafız adlı eser ve derslerini okumuşlardır. Ayrıca Hesap, Tarih,

Coğrafya, Hadis, Fıkıh, Matematik, Mantık derslerini de almışlardır.

Rüşdiye mektebinde eğitim görmüş kişiler için ‘‘müretteb dersleri

tahsil ve ikmal eylemiş’’ ifadesine sıkça rastlanmaktadır.

Mesleki Durumları

Malatya doğumlu memurlar, Osmanlı Devleti sınırları

içerisinde birçok bölgede çeşitli memuriyetlerde görev almışlardır.

Memurlar, atandıkları birimde mülazemet (stajyer) veya muvazzaf

(kadrolu) olarak göreve başlamışlardır.

11 BOA. DH. SAİD. 191/098, s.98-99 12 BOA. DH. SAİD. 111/176, s.349

Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM

57

Sicill-i Ahvâl kayıtlarına göre yapılan incelemelerde 142

memurdan 67’si göreve stajyer olarak, 69’u ise tayin edilerek maaşla

görevlerine başlamışlardır. Gayrimüslim memurların tamamı

kadroludur. Sun’ullah Galib Efendi, Malatya Ticaret ve Ziraat ve

Sanayi Odası üyeliği ve başkanlığı görevlerini; Ali Rıza Efendi ise

Malatya Sancağı Ticaret Mahkemesi üyeliği görevini fahri olarak

yapmıştır.

Memurların işe başlama yaşları dikkate alınarak yapılan

değerlendirmede 71 memur 10-20 yaşları arasında, 50 memur 21-30

yaş aralığında, 15 memur ise 31-40 yaşları arasında görevlerine

başlamışlardır. 40 yaş üstü olan tek memur ise Mehmed Efendi’dir.

Hacı Ali Necib Efendi, Mahmud Nedim Efendi, Mehmed Said Bey13,

Sun’ullah Galib Efendi14 ve Yusuf Ziyaeddin Efendi15’nin işe başlama

yaşı ise kayıtlarda bulunamamıştır.

Malatya doğumlu memurların 1’i gayrimüslim olmak üzere

6’sı eğitim alanında görev almıştır. Bu memurlardan Ahmed Cemal

Efendi dışındakiler en az iki okul okuduktan sonra muallimlik

görevinde bulunmuşlardır. Ahmed Cemal Efendi sadece Mekteb-i

Rüşdiye’de eğitim alıp öğretmenlik görevinde bulunmuştur.

Agop Efendi, Sıbyan Mektebi ve Latin Kapuçin Mektebi’nde

tahsil gördükten sonra Malatya Sancağı Latin Kapuçin Mekteb-i

Lisan-i Osmani Muallimliği görevinde bulunmuştur. Hacı Ali Necib

Efendi ile İbrahim Zihni Efendi Edirne Müderrisliği yapmışlardır.

Malatya doğumlu memurlardan 13’ü Malatya içerisinde

yöneticilik yapmıştır. İdare alanında görev almış memurlar 58

Kaymakamlık, 15 Kaymakamlık Vekâleti, 23 Nahiye Müdürlüğü, 3

Nahiye Müdürlüğü Vekâleti, 1 Mutasarrıflık, 6 Mutasarrıflık Vekâleti,

5 İdare Meclis Azalığı görevlerinde bulunmuşlardır.

Ali Rıza Efendi, Malatya Belediye Başkanlığı; Mehmed

Tevfik Efendi, Meclis-i Mebusan Azalığı; Mehmed Said Bey, Mardin

Sancağı Mebusluğu; Abdülbaki Efendi, Mardin Sancağı Mutasarrıflığı

ve Kiyork Efendi de Kâhta Kazası İdare Meclisi Azalığı görevini

yapmıştır.

Malatyalı memurlardan 19’u hukuk alanında görev yapmıştır.

13 kez Müddei-i Umumilik ( Savcılık ), 6 kez Müstantiklik ( Sorgu

Hâkimi ), 10 kez Niyabetlik ve 6 kez de Başkanlık görevlerinde

bulunmuşlardır.

13 BOA. DH. SAİD. 161/054, s.105 14 BOA. DH. SAİD. 081/061, s.119 15 BOA. DH. SAİD. 134/125, s.247

Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM

58

Abdülbaki Efendi, değişik tarihlerde 9 kez Dersim İdare

Meclisi Müddei-i Umumiliği görevinde bulunmuştur. Mehmed Tevfik

Efendi, Manastır Vilayeti ve Luleburgas Kazası Bidayet Mahkemesi

Riyaseti’nde görev yapmıştır.

Emniyet alanında görev yapmış olan Malatyalı 9 memur

vardır. Abdullah Hulusi Efendi, Abdullah Ragıb Efendi, Abdülkerim

Fazıl Efendi, Mehmed Cemil Efendi, Mehmed Zekâi Efendi

görevlerindeki başarıları neticesinde komiserliğe terfi edilmişlerdir.

Malatya doğumlu tek tabip olan Osman Remzi Efendi16,

Mülkiye-i Mekteb-i Tıbbiye’de iyi bir eğitim aldıktan sonra İstanbul

Polis Müdüriyeti doktorluğuna tayin edilmiştir.

Yukarıda adı geçen meslek alanları dışında farklı

memuriyetlerde bulunmuş olan Malatya doğumlu memurların görev

yaptığı meslekleri şöyle sıralayabiliriz:

Telgraf ve Posta Merkezi Muhabirliği, Mal Müdürlüğü,

Tahrirat Kâtipliği, Tahsilat Müfettişliği, Ağnam Tahrir Kâtipliği,

Fırka-i Seyyare Messahlığı, Vukuat Kâtipliği, Taşra Senedat Kalemi

memurluğu, Emlak Komisyonu Başkâtipliği, Masarıfat Başkâtipliği,

İhale-i Aşar memurluğu, Tedarik-i Vesait-i Nakliye-i Askeriye Teftiş

Komisyonu Azalığı, Nüfus memurluğu, Emti’a-yı Ecnebiye Gümrüğü

memurluğu, Aded-i Ağnam Başmüdürlüğü, Arazi ne Tahrirat

Kalemleri memurluğu, Kalem-i Umur-ı Tahririyye memurluğu,

Tahrir-i Emlak Dairesi memurluğu, Mesalih-i Cariye Kâtipliği

refekati, Kol memurluğu, Duhan Fabrikası memurluğu, Aşar

Başkâtipliği, Selahat Kumandanlığı Mühimme Kâtipliği.

Memurların Aldıkları Ödüller ve Cezalar

Madalya ve nişanla ödüllendirme geleneği, Ortaçağ’a kadar

dayanmaktadır. Madalya ve nişan ödül sistemi Avrupa kültürüne ait

olması nedeniyle Osmanlı Devleti’nde çok geç kullanılmaya

başlanmıştır. Osmanlılar aynı nedenlerle kılıç, sorguç, tuğ, çelenk ve

kaftan verirlerdi. Bununla beraber İslam tarihinde Abbasi halifeleri ve

Anadolu Selçukluları bir anlamda madalyalara benzer ‘‘atiyye

dinarları’’ bastırmışlardır (Özbilgin, 1999: 236). Askeri, mülki ve

idari personele, halktan kişilere ve üst düzey yabancılara, devlet adına

göstermiş oldukları yararlılık ve üstün başarıdan dolayı padişah

emriyle verilirdi ( Sunay, 2007: 123 ).

Madalya, resmi veya gayri resmi çeşitli alanlarda üstün başarı

gösterenlere takılan madeni nişandır. Kelime anlamı ‘‘medaglia’’dan

gelir. Altın, gümüş, bakır ve nikelden yapılmış çeşitleri vardır ( Artuk,

2003: 301 ).

16 BOA. DH. SAİD. 075/136, s.269

Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM

59

Nişan ise devlet tarafından üstün hizmet karşılığı verilen,

genellikle süslü ve değerli taşlarla bezeli bir çeşit madalyondur.

Sözlükte ‘‘alamet, işaret’’ gibi anlamlara gelen nişan kelimesi Farsça

olup Osmanlı bürokrasisinde değişik manalarda kullanılmıştır ( Artuk,

2007: 154 ).

Rütbe, devlet memurları ile halktan bazı kimselere verilen paye

ve unvanlar için kullanılan bir tabirdir. Osmanlılarda rütbe, Yeniçeri

teşkilatıyla meydana gelmiş, sonradan mülkiye sınıfına ve Kanuni

Sultan Süleyman döneminde de ulemaya verilmeye başlanmıştır.

Malatya doğumlu memurların aldığı madalya, nişan ve

rütbeler şöyledir:

Memurun Adı Aldığı Rütbe, Nişan ve Madalya

Abdullah Kâzım Efendi Rütbe-i Salise

Abdülbaki Efendi Rütbe-i Hamise

4. Rütbeden Nişân-ı Âli Osmani

Hamidiye- Hicaz Demiryolu Madalyası

(Nikel)

Ahmed Cemal Efendi Hamidiye- Hicaz Demiryolu Madalyası

Ahmed Cemal Efendi Hamidiye- Hicaz Demiryolu Madalyası

(Nikel)

Ahmed Hamid Efendi Rütbe-i Rabia

Ahmed Şevki Efendi Rütbe-i Rabia

Bekir Efendi Hamidiye- Hicaz Demiryolu Madalyası

(Nikel)

Burhaneddin Efendi Rütbe-i Salise

Hacı Osman Ramiz Efendi Rütbe-i Saniye Sınıf-ı Sanisi

Rütbe-i Salise

4. Rütbeden Mecidi Nişanı

İbrahim Talat Efendi 5. Rütbeden Mecidi Nişanı

Rütbe-i Salise

Mehmed Cemil Efendi Tahlısiye Madalyası

5. Rütbeden Mecidi Nişanı

Hamidiye- Hicaz Demiryolu Madalyası

(Nikel)

Liyakat Madalyası

Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM

60

İftihar Madalyası

Mehmed Efendi 5. Rütbeden Mecidi Nişanı

Mehmed Emin Efendi Rütbe-i Salise

Rütbe-i Saniye Sınıf-ı Sanisi

Mehmed Emin Efendi Rütbe-i Salise

Mehmed Reşid Efendi Rütbe-i Salise

Mehmed Şevki Efendi Rütbe-i Salise

Mehmed Tahir Efendi Rütbe-i Rabia

Rütbe-i Salise

Rütbe-i Saniye Sınıf-ı Sanisi

Rütbe-i Saniye Sınıf-ı Mütemayizi

Mehmed Zekâi Efendi 5. Rütbeden Mecidi Nişanı

4. Rütbeden Nişan-ı Âli Osmani

Yunan Muharebe Madalyası

Liyakat Madalyası (Gümüş)

Tahlısiye Madalyası

Osman Nuri Efendi Rütbe-i Rabia

Osman Remzi Efendi Rütbe-i Rabia

Sun’ullah Galib Efendi Rütbe-i Salise

Rütbe-i Saniye Sınıf-ı Sanisi

Rütbe-i Saniye Sınıf-ı Mütemayizi

4. Rütbeden Nişan-ı Âli Osmani

Malatya doğumlu memurlardan 22’si yaptığı hizmetler ve

memuriyetlerinde göstermiş olduğu başarılar neticesinde çeşitli rütbe,

nişan ve madalyalarla ödüllendirilmiştir. Toplam 22 rütbe, 8 nişan ve

11 madalya almışlardır. En çok ödüllendirilmiş olan memurlar 4

madalya ve 1 nişan ile Mehmed Cemil Efendi ve 3 madalya ve 2 nişan

ile Mehmed Zekâi Efendi17 olmuştur.

Ayrıca Mehmed Tevfik Efendi18, 30 Ağustos 1324 ( 13 Eylül

1908 ) tarihinde 2 700 kuruş maaşla Trabzon Vilayeti İstinaf

Mahkemesi Müddei-i Umumiliği'ne nakledilmiştir. Trabzon'da bulun-

duğu müddetçe üstün hizmet ve dürüstlükle görevini yaptığı Mahalli

Encümen-i Adliyesinin 25 Mart 1326 ( 7 Nisan 1910 ) tarihli

17 BOA. DH. SAİD. 173/186, s.369 18 BOA. DH. SAİD. 076/021, s.39-40

Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM

61

belgesinde belirtilmiş ve kendisine 21 Şaban 1329 ( 17 Ağustos 1911 )

tarihinde mahreç Kuds-i Şerif Payesi verilmiştir.

Osmanlı bürokrasisinin klasik döneminde olduğu gibi

Tanzimat ve sonrası dönemde de devlet memurları, başarılarından

dolayı ödüllendirildikleri gibi işledikleri suçlar nedeniyle de

cezalandırılmışlardır. Tanzimat’ın ilanından sonra yapılmış olan

kanunlarla memurların istihdamı ile birlikte işledikleri suçlar ve buna

karşılık verilmesi gereken cezaları da belirten bir takım nizamnameler

düzenlenmiştir. Burada asıl amaç, memurların rüşvet ve yolsuzluk

suçlarına bulaşmalarına engel olmaktır.

Memurlara verilen cezalar genellikle görev yerinin

değiştirilmesi ya da daha düşük konumdaki bir memuriyete tayin

edilmesi şeklinde olmuştur. Bunun yanında memurun işlediği suçun

ağırlığına göre maaş kesintisi, hapis cezası, emekliliğe ayrılma,

memurluktan uzaklaştırılma ve memurluktan atılma gibi durumlarla

da sonuçlanmıştır.

Malatyalı memurların işledikleri bazı suçlar ve aldıkları cezalar

şöyledir:

Abdullah Ragıp Efendi19, 14 Rebiülevvel 1298 ( 14 Şubat

1881) tarihinde 150 kuruş maaşla Muhasebe-i liva Mesâlih-i Câriye

Kitâbeti'ne alınıp 4 Cemaziyelevvel 1300 ( 13 Mart 1883 ) tarihinde

maaşı 300 kuruşa artırılmış ise de 45 yük küsür kuruşluk bir zahire

ücretinin nakliyesinden dolayı mahkemeye alınmış ve ayrıca amirinin

emrine itaatsizliği nedeniyle bir aylık maaşının kesilmesi ile 23

Rebiülahir 1303 ( 29 Ocak 1886 ) tarihinde azledilmiştir. Abdullah

Ragıb Efendi, aldığı emanet paraları yalan söyleyerek çiftçilere borç

olarak vermek, borçlarına karşı evlerine ipotek koymak ve lirayı bazı

mutasarrıflardan 100 kuruşa alıp diğer mutasarrıflara 103 kuruşa

vermesinden ve bazı kişilere daha fazla akçe borç geri ödeme

yaptırması ve mültezimlerden geciken paralar nedeniyle faiz istemesi

ve bu gibi birçok yolsuzluğundan dolayı 23 Şaban 1311 ( 1 Mart 1894

) tarihinde azledilmiştir.

Ahmed Hamid Efendi20, 5 Kanunuevvel 1307 ( 17 Aralık 1891

) tarihinde 1 240 kuruş maaşla Malatya Sancakları Yazı İşleri

Müdürlüklerine memur olarak atanmış ve görevini yerine getirdiği

dönemde ahlaksızlık yapmış olması nedeniyle Sancak İdaresi’ni kötü

bir duruma düşürmesinden dolayı 20 Nisan 1308 ( 3 Mayıs 1892)

tarihinde Vilayet yönetimince azledilmiştir.

19 BOA. DH. SAİD. 035/039, s.75-76 20 BOA. DH. SAİD. 076/183, s.363

Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM

62

Ali Rıza Efendi21, 3 Safer 1316 ( 23 Haziran 1898 ) tarihinde

Günay Nahiyesi Müdüriyeti'nde işe başlamış ve disiplinsiz

hareketlerinden dolayı mahkemeye çıkarılarak 13 Cemaziyelevvel

1318 ( 8 Eylül 1900 ) tarihinde Vilayet idaresi tarafından

azledilmesine gerek duyulmamıştır. Ali Rıza Efendi’nin görev süresi

içerisinde fuhuş olayı nedeniyle tutuklanan kişileri para alarak tahliye

ettiği ihbarı üzerine Denizli Sancağı İdare Meclis tarafından yapılan

sorgulama neticesinde bu suçu işlediğine dair yeterli kanıt olmadığı

görülmüş, görevi başında tavla oynaması suçu nedeniyle tayin cezası

verilmesi istenmişse de suçundan dolayı af dilemesi nedeniyle bu ceza

uygulanmamıştır.

Fikri Efendi22’nin görevine devamsızlığıyla beraber asi

tavırlarda bulunması ve bazı haberleşmeleri zamanında

yapmamasından dolayı 15 Zilhicce 1323 ( 10 Şubat 1906 ) tarihinde

400 kuruş maaşla Erzurum Vilayeti Telgraf ve Posta Merkezi Posta

Kâtipliği'ne nakledilmiştir.

Hacı Abdülvahab Azmi Efendi23, 13 Nisan 1327 ( 26 Nisan

1911 ) tarihinde Akçadağ Kazası Nüfus memuriyetine atanmış, Elazığ

Vilayeti Nüfus Müdüriyeti'nin yaptığı araştırma sonucu belgesinden

nüfus belgelerinin yıpranmış olduğu, izinsiz nikâh yapanlar hakkında

soruşturma açmadığı nedenleriyle azledilerek 25 Mayıs 1327 ( 2

Haziran 1911 ) tarihinde görevinden ayrılmıştır.

Mehmed Emin Efendi24, 20 Rebiülevvel 1326 ( 22 Nisan 1908

) tarihinde Şatratülamâra Kazası Kaymakamlığı'na nakledilmiştir. Bu

görevde iken devam eden göçebelik hareketlerinden ve Şatre yolunun

aşiretler tarafından tutulması olayında hiçbir şekilde bu durumu

engelleyememesi ve yollar açıldığı halde elçileri boş yere sorgulaması

nedeniyle Vilayetçe işten el çektirilerek 1 Rebiülahir 1330 ( 20 Mart

1912 ) tarihinde azledilmiştir.

Sonuç

Sicill-i Ahvâl kayıtlarının incelenmesi sonucu Malatya

doğumlu 142 memur tespit edilmiştir. Memurların 138’i Müslüman 4

tanesi ise gayrimüslimdir. Memurlar ilk olarak eğitimlerini sıbyan

okulu ve ibtidai mektebinde almışlar daha sonra memuriyet

görevlerine mülazemet veya muvazzaf olarak başlamışlardır.

Görevleri süresince yaptıkları yer değişiklikleri ve bu değişikliklerin

birçok sebepten ( becayiş, terfi, istifa, azledilme, çalıştığı kurumun

21 BOA. DH. SAİD. 055/248, s.493-494 22 BOA. DH. SAİD. 084/171, s.337 23 BOA. DH. SAİD. 191/098, s.98-99 24 BOA. DH. SAİD. 004/338, s.670-671

Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM

63

lağvedilmesi vb. ) kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Ayrıca memurların

görev süreleri sırasında işledikleri bir suçtan dolayı mahkemeye

çıkarıldığı, suçlu bulunanların cezalandırıldığı, suçsuz olanların ise

tekrar aynı görevlerine veya aynı derecedeki farklı bir göreve atandığı

bilinmektedir. Bunun yanında Malatyalı memurlar başarılı hizmetleri

neticesinde çok sayıda madalya, nişan ve rütbe ile ödüllendirilmiştir.

Malatya doğumlu memurlar Osmanlı İmparatorluğu içerisinde

Anadolu, Orta Asya ve Balkanlar’daki birçok ülke ve bölgede görev

yapmışlardır.

Kaynakça

Arşiv Belgeleri

Başbakanlık Osmanlı Arşivi Dahiliye Nezareti Sicill-i Ahvâl

Defterleri

( BOA. DH. SAİD. D. )

nr. 109/88, 133/192, 156/68, 167/021, 024/246, 035/039, 167/207,

003/319, 178/013, 144/199, 026/144, 033/045, 199/109, 186/014,

089/011, 167/122, 171/036, 188/216, 051/128, 102/237, 039/052,

087/101, 191/011, 076/183, 128/250, 033/044, 184/213, 003/457,

038/117, 076/129, 015/227, 034/241, 154/239, 055/248, 114/096,

154/199, 184/248, 176/044, 049/003, 038/139, 146/056, 173/139,

051/250, 058/083, 103/002, 032/244, 042/180, 084/171, 191/098,

055/232, 082/104, 172/095, 116/116, 138/124, 007/079, 105/228,

055/045, 004/373, 041/070, 089/168, 196/034, 004/424, 033/041,

088/047, 116/104, 099/110, 033/049, 001/351, 174/130, 036/137,

087/102, 120/131, 169/064, 081/115, 010/469, 108/028, 020/085,

167/084, 136/122, 147/209, 111/176, 119/159, 026/210, 177/097,

166/078, 060/238, 160/213, 013/144, 125/049, 161/056, 164/006,

090/156, 098/002, 156/184, 171/251, 195/005, 010/493, 133/180,

193/073, 011/196, 055/176, 070/093, 004/338, 129/047, 196/217,

009/486, 039/050, 108/011, 151/028, 136/100, 017/106, 018/039,

049/234, 099/137, 094/073, 161/054, 192/189, 176/038, 022/141,

076/021, 153/236, 157/029, 173/186, 137/205, 193/082, 192/049,

090/181, 168/139, 039/053, 071/086, 072/223, 008/341, 027/166,

127/097, 062/035, 116/005, 075/136, 125/081, 081/061, 120/153,

134/125, 174/151.

Kitap, Makale ve Tezler

AKYILDIZ, Ali, Osmanlı Bürokrasisi ve Modernleşme, İletişim

Yayınları, İstanbul, 2004.

Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM

64

ARTUK, İbrahim, ‘‘Madalya’’, TDVİA, C. 27, Ankara, 2003, s. 301-

302.

ARTUK, İbrahim, ‘‘Nişan’’, TDVİA, C. 33, İstanbul, 2007, s. 154-

156.

ASLAN, Seyfettin – YILMAZ, Abdullah, ‘‘Tanzimat Döneminde

Osmanlı Bürokratik Yapı ve Düşüncesinin Değişimi’’, C.Ü.

İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, C. 2, S. 1, 2001, s. 287 – 297.

Başbakanlık Osmanlı Arşivi Rehberi, Yayın No. 108, İstanbul,

2010.

BOZKURT, Nurgül, ‘‘Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Simavlı

Memurlar’’, Akademik Bakış Dergisi, S. 27, Kırgızistan,

Kasım – Aralık 2011, s. 1-12.

DAŞÇIOĞLU, Kemal, ‘‘Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Buldanlı

Memurlar’’, Buldan Sempozyumu, Denizli, 23 – 24 Kasım

2006, s. 561-570.

GÜLTEPE, Necati, ‘‘Osmanlılarda Bürokrasi: Merkezin

Yöntemi’’, Osmanlı – Teşkilat, S. 6, Ankara, 1999, s. 241-255.

KIRICI, Ahmet Önder – YİĞİT, İrfan, Sicill-i Ahvâl Defterlerine

Göre Osmanlı İmparatorluğu’nda Çorumlu Devlet

Adamları ( 1839 – 1909 Yılları Arası ), Çorum Belediyesi

Kültür Yayınları, Çorum, 2011.

KÜTÜKOĞLU, Mübahat S., ‘‘Sicill-i Ahvâl Defterlerini

Tamamlayan Arşiv Kayıtları’’, Güney – Doğu Avrupa

Araştırmaları Dergisi, S. 12, İstanbul, 1998, s. 141-157.

ÖZGER, Yunus, Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Osmanlı

Bürokrasisinde Yozgatlı Devlet Adamları, IQ Kültür Sanat

Yayıncılık, İstanbul, Mayıs 2010.

SARIYILDIZ, Gülden, Sicill-i Ahvâl Komisyonu’nun Kuruluşu ve

İşlevi ( 1879 –1909 ), Der Yayınları, İstanbul, 2004.

SARIYILDIZ, Gülden, ‘‘Sicill-i Ahvâl Defterleri’’, TDVİA, C. 37,

İstanbul, 2009, s. 134-136.

SUNAY, Serap, II. Abdülhamid Döneminde Balıkesirli Mülki

Görevliler Hakkında Bir İnceleme ( Sicill-i Ahvâl

Kayıtlarına Göre 1879 – 1909 ), Yüksek Lisans Tezi,

Afyonkarahisar, Mayıs 2007.

SÜRMEN, Ahmet, Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Osmanlı

Bürokrasisinde İstanbul Doğumlu Yahudi ve Rum Devlet

Adamları, Yüksek Lisans Tezi, Yozgat, 2011.

Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM

65

TERZİ, Mehmet Akif, Türk Devlet Geleneğinde Bürokrasi ve

Memur, Sistem Ofset, Ağustos 2012.

UĞURLU, Ümmühan, Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Osmanlı

Döneminde Tokatlı Devlet Memurları, Yüksek Lisans Tezi,

Tokat, 2013.

Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM

66

EK: Ahmed Hamid Efendi’ye ait Sicill-i Ahvâl belgesi

Cilt: 2 Sayı: 4 Temmuz 2014 / Volume:2 Issue:4 July 2014

MARDİN TÜRK OCAĞININ EĞİTSEL FAALİYETLERİ VE

TASFİYE SÜRECİNDE YAŞANAN SORUNLAR

Mardin Turkish Foundation Educational Activities and

Experienced Problems during the Process of Liquidation

Hızır Dilek*

ÖZET

Birçok kurum, kuruluş ve kişi kozmopolit bir iklime sahip olan

Mardin’in yakın dönem tarihine önemli derecede etki etmiştir.

Mardin’in yakın dönemine etkileri olan kuruluşlardan biri Mardin

Türk Ocağı olmuştur. Kuruluş tarihi kesin olarak bilinmemekle

birlikte Atatürk devrimlerini halka götüren bir dernek olmuştur.

Ayrıca yaptığı etkinliklerle halkın ilgisini ve dikkatini de çekmiştir.

Mardin Türk Ocağı tarafından düzenlenen etkinlikler için mekân

sıkıntısı yaşanınca Mardin Türk Ocağı 1930 yılında ihaleye girerek

25000 liraya 23 parça emlak satın almıştır. Alınan bu emlakların

borçları 15 yıl taksitlendirilerek 1945 yılında bitirilmesi planlanmıştı.

Bu emlaklar dışında ayrıca Zinciriye Medresesi ve Savur halkı

tarafından yapılan Savur Türk Ocağı da Mardin Türk Ocağına ait

binalardır ve bunlar para ile satın alınmamış emlaklardır.

Mardin Türk Ocağının bu çalışmaları yaptığı dönemden bir yıl

sonra Türk Ocakları fesh edilmiştir. Bu fesh edilme kararına bağlı

olarak Mardin vilayetinde bulunan Mardin Türk Ocağı, Savur Türk

Ocağı ve Derik Türk Ocağı da fesh edilmiş; ancak ocaklara ait

malzemelerin satışı ve borçların ödenmesinde sıkıntılar yaşanmıştır.

Bu tasfiye işleminin yapılabilmesi için, Cumhuriyet Halk Partisi

teşkilatınca oluşturulacak bir heyet tarafından satım işleminin

gerçekleştirilmesi gerekliydi; ancak Mardin vilayetinde Cumhuriyet

Halk Partisi teşkilatı bulunmamaktaydı. Bu çalışma, ocakların

tasfiyesinde yaşanan sıkıntıları ve bu sıkıntıların çözülmesinde nasıl

bir yol izlenmiş olduğunu incelemeyi amaçlamaktadır.

Anahtar Kelimeler: Mardin Türk Ocağı, Tasfiye, İnkılap.

* Arş. Gör. Kilis 7 Aralık Üniversitesi, Muallim Rıfat Eğitim Fakültesi, Sosyal

Bilgiler Öğretmenliği, [email protected].

Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan

Sorunlar / Hızır Dilek

68

ABSTRACT

Many foundations, institutions and persons significantly have

impact on recent history of Mardin which has cosmopolitan structure.

Mardin Turkish Foundation is one of the foundations which have

impact on recent history of Mardin. As well as its foundation date is

not known, it had been an association which gets Ataturk revolutions

to public. Also conducting a series of activities, it had drawn attention

of public. When place problem happened for the activities, Mardin

Turkish Foundation had bidden and bought 23 real estates with 25000

Turkish Liras worth in 1930. The foundation had made and

installment plan for the debts of the real estates and it was thought to

pay off the debts in 1945. Without the real estates which bought,

Zinciriye Madrasa and Savur Turkish Foundation Building which

constructed by Savur Public, are buildings of Mardin Turkish

Foundation and these buildings had not been bought by cash.

Turkish Foundations were annulled one year later of the period

in which Mardin Turkish Foundations did works. According to the

annulment decision, Mardin Turkish Foundation, Savur Turkish

Foundation, and Derik Turkish Foundation annulled too, but there

have been some difficulties about sales of the foundations materials

and debt discharging. As occurring of this annulment process, it was

necessary to actualize selling process by a committee which formed

by organization of Republican People’s Party, but there was not

organization of Republican People’s Party in Mardin. This study aim

to research experienced problems during the liquidation process and

how a solution method followed.

Keywords: Mardin Turkish Foundation, Liquidation,

Revolution

Cumhuriyet Dönemi Türk Ocakları ve Türk Ocaklarının

Kapatılması

Tanzimat döneminin bazı Türk aydınları, dünyanın değişik

bölgelerine yerleşmiş, farklı isimlerle birçok devlet kurmuş olan

Türkler’ in tarih ve dilce birliği ve bütünlüğü görüşünü ortaya atarak

Türkler’in sadece Osmanlı Türkler’inden oluşmadığını Osmanlı

Türkler’inin de bu Türk medeniyetinin bir parçası olduğu gerçeğini

yaymaya çalışmıştır. Türk tarihinin, kültürünün ön plana çıkmasında

etkisi olan Türk milliyetçiliği fikir ve uygulama aşaması olmak üzere

iki kısımdan oluşmaktadır. Tanzimat devrinde fikir aşamasında olan

Türk milliyetçiliği, 1908 yılında İkinci Meşrutiyet’in ilan

Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan

Sorunlar / Hızır Dilek

69

edilmesinden sonra Türk milliyetçiliği uygulama aşamasına

geçmiştir.1

Türk milliyetçiliğinin ürünü olan Türk Ocağı, II. Meşrutiyet

devrindeki (1908-1923) Türk milliyetçi kuruluşların en büyüğüdür. II.

Meşrutiyet devrinde Türk Derneği ( Kasım 1908), Türk Yurdu

(Ağustos 1911) isimleriyle kurulan ve bu derneklerle aynı görüşleri

benimseyip savunan milliyetçi derneklerin üçüncüsüdür.2 Bu kuruluş

Osmanlı Devleti’ndeki kozmopolit iklime tepki olarak ortaya çıkan

milliyetçiliğin gelişmesinde başrol oynamıştır.3

Türk Ocakları, 3 Temmuz 1911’de kuruluş hazırlıklarını

tamamladığında ilk zamanlar bir dernek olarak faaliyete geçmiştir.

Kuruluşundan sonra maddi yardım kabul edecek olan dernek ilk

mühim bağışı Tanin Gazetesi sahibi Hüseyin Cahid (Yalçın)

tarafından yapılmıştır. Bu önemli bağıştan ve Türk Ocağı’nın resmen

kurulmasından sonra ocağın ilk başkanı Ahmed Ferid seçilmiştir.

Ahmed Ferid’ ten sonra ocağın başkanlığına Hamdullah Suphi

(Tanrıöver) gelecektir. 1913 yılında İstanbul’da basılan ocak

tüzüğünde ocağın kuruluş gayesi olarak Türklerin; milli terbiyelerinin,

ilmi, içtimai ve iktisadi seviyelerinin ilerlemesi ve gelişmesi için Türk

ırk ve dilinin kemaline çalışmak, asla politikaya karışmamak ve siyasi

partilere hizmet etmemek olarak belirtilmiştir. Bu amaca ulaşmak için

okullar yaptırmak, kendi adını taşıyan kulüpler açtırmak, buralarda

dersler, konferanslar, halka açık toplantılar düzenlemek, kitaplar ve

dergiler yayımlamak, milli serveti korumak ve çoğaltmak gibi

maksatları olmuştur.4

Türk Ocakları, yukarıdaki amaçlarını 1920 yılına kadar 30

şubesiyle gerçekleştirmiştir. Milli Mücadele’nin kazanılmasından

sonra ocaklara gösterilen ilgi artmış, 1924 Nisanına kadar 41 şube

daha açılmış ve ocakların Türkiye genelindeki sayısı 71’e ulaşmıştır.

Türk Ocakları’nın gayelerinin daha geniş kitlelere ulaşmasında milli

hükümetin ve onun reisi olan Mustafa Kemal’in ocaklara sahip

çıkması etkili olmuştur.5

1 Kenan Akyüz, “Türk Ocakları”, Belleten C.50, S. 196s.201. 2 Kenan Akyüz, a.g.m., s.201. 3Yusuf Bayraktutan (1996), Türk Fikir Tarihinde Modernleşme,

Milliyetçilik ve Türk Ocakları, Ankara, T.C Milli Eğitim Bakanlığı Mesleki

ve Teknik Açık öğretim Okulu Matbaası, s.90. 4 Kenan Akyüz a.g.m., s.202-203. 5İbrahim Karaer, Türk Ocakları ve İnkılaplar ( 1912-1931), Ankara

Üniversitesi, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü, (Yayınlanmış Doktora Tezi),

Ankara, 1989, s.33-34.

Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan

Sorunlar / Hızır Dilek

70

Mustafa Kemal, ocakları maddi ve manevi destekleyerek bu

kuruluşlar vasıtasıyla Türkiye’nin çağdaşlaşma ülküsünün yayılmasını

amaçlamıştır. Bu amaç doğrultusunda yurt gezilerine çıkan Mustafa

Kemal yurt gezisinde Türk Ocaklarını da ziyaret ederek ocakların

çalışmalarını yerinde izlemiştir.6 Ocaklar gerek Mustafa Kemal gerek

iktidar ile olan ikili ilişkilerini 1927 yılına kadar devam ettirmiştir.

Öyle ki Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), 1927 yılında Türk Ocağı

Yasası’nda değişikliğe giderek ocaklardan daha fazla yararlanma

yoluna gitmiştir.7

1927 yılında Türk Ocakları Yasası’nda yapılan değişikliğe göre

Türk Ocağı, devlet siyasetinde CHP ile beraberdir.8 CHP, bu

değişiklikle Türk Ocakları üzerinde desteğini ve denetimini artırma

yolunu açmıştır.9 Bu gelişmeler neticesinde Türk Ocakları ile

CHP’nin hukuki açıdan birlikte hareket etme yolunu açmıştır.10

1929 ekonomik bunalımı ve 1930 yılında Serbest Cumhuriyet

Fırkası’nın kurulması Türk Ocakları’nın çalışmalarının ön plana

çıkmasını sağlamıştır. Bu dönemde ocaklılar bir taraftan Mustafa

Kemal’e olan sevgileri bir taraftan da demokrasi özlemlerinden dolayı

ikilem arasında kalmıştı. Halkın demokrasi özlemi ve ekonomik

bunalımın etkisinden dolayı Serbest Cumhuriyet Fırkasına ilgi

göstermiştir. Fırkanın kurulmasıyla birlikte bazı ocaklılar yeni fırka da

görev almıştır. CHP mensupları yeni fırkaya gösterilen bu ilgiyi

kabullenemeyecektir. İlerleyen günlerde çok partili sistem sorunlar

oluşunca Serbest Cumhuriyet Fırkası üç ay sonra kendini fesh etmiştir.

Bu olaydan sonra gözler Türk Ocakları’na çevrilecektir. Mustafa

Kemal, Türk Ocakları’nın üçüncü maddesine atıfta bulunarak ocaklar

ile fırkayı birleştirme yoluna gitmeye karar vermiştir.11

Son toplantısını Nisan 1931 yılında yapan Türk Ocakları

kendini fesh ettiğini bildirdikten sonra tüm mal varlığı ve borçları ile

6 Ercan Haytoğlu, “Türk Ocaklarının Kapatılması Sürecinde Acıpayam Türk

Ocağının Tasfiyesi”, Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, Yıl:2009,

C. 25, No:5, s.1212. 7 Ercan Haytoğlu, a.g.m., s.1212. 8 İbrahim Karaer, a.g.t., s.59. 9 Kenan Olgun, “CHP Müfettiş Raporlarına göre Birinci Yılında

Halkevlerinin Gerçek Durumu”, Altıncı Uluslararası Atatürk Kongresi 12-

16 Kasım 2007, Bildiriler C.I, Ankara, 2010, s.928. 10 Ercan Haytoğlu, a.g.m., s.1212. 11 Ercan Haytoğlu, a.g.m., s.1213. ; İbrahim Karaer, a.g.t., s.61-62.

Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan

Sorunlar / Hızır Dilek

71

birlikte 10.04.1931 tarihinde Cumhuriyet Halk Fırkasına (C.H.F)

devrolunmuştur.12

Mardin, Mardin Türk Ocağı, Faaliyetleri ve Tasfiye Süreci

Kadim bir şehir olan Mardin, tarih boyunca birçok medeniyete

ev sahipliği yapmıştır. Bu şehrin tarihi kesin olmamakla birlikte M. Ö.

2850’ye dayandırılmaktadır.13

Mardin, milattan önce başlayarak

Komuk* ve Madi hanedanları, zaman zaman Asuriler, İraniler,

Romalılar, Araplar, Artuklu Devleti, Akkoyunlu Devleti ve Osmanlı

Devleti’nin egemenlikleri altında kalmıştır.14

Mardin, uzun bir dönem Osmanlı Devleti’nin hâkimiyetinde

kalmıştır. Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşını kaybetmesiyle

birlikte ülkenin birçok yeri işgale uğramış, ancak Mardin’in İngiltere

ve Fransa arasındaki anlaşmazlıktan dolayı işgali gecikmiştir.15

Bu

anlaşmazlıktan sonra şehre işgale gelen Fransız askerleri şehirde

propaganda yaparak şehir halkını kandırmaya çalıştıysa da bu konu da

başarılı olamamıştır. Mardin halkı Fransız askerlerinin şehri işgal için

geldiğini öğrendikleri vakit eldeki imkânlarla askerlerin üzerine

yürümüşlerdir. Yapılan propagandanın etki etmediğini gören Fransız

askerlerinin komutanı Normand tarafından geri çekilme kararı

alınmıştır.16

İşgallerin sona ermesinde etkin olarak çalışan Türk Ocakları,

Milli Mücadelenin başarıya ulaşmasından sonra Anadolu’nun çeşitli

yerlerinde şube açmıştır. Ocaklar belli dönemlerde zorluklar ile karşı

karşıya kalmasına rağmen ocakların birbirine olan desteğiyle bu

zorluklar aşılmıştır.17

12Füsun Üstel, İmparatorluktan Ulus- Devlete Türk Milliyetçiliği: Türk

Ocakları(1912-1931), İstanbul, İletişim Yayıncılık, 2004, s.384-385. Ayrıca

fesh edildiğini gösteren belge için bakınız sayfa 386. 13Hanna Dolapönü,( 1972), Tarihte Mardin, İstanbul, Hilal Yayıncılık, s.17. * G. Maspero, Eski Doğu kavimlerini anlattığı tarih kitabında Komuk Eli’nin

Diyarbakır vilayetinin tamamını, Batman ve Savur sularından Maraş

yakınlarına; Gölcük’ten Viranşehir ve Derik’in güneyindeki ovanın başladığı

yerlere kadar geniş bir alana yayılmış olan bir kavimdir. Komuk Eli, zamanın

en büyük fatihlerinin kendi istiklaline saygı duymasını sağlayacak bir kuvvete

sahip olmuştu. Bkz. Halis Ataksoy, Diyarbakır Tarihinde Komuk Eli,

İstanbul, Çeştüt Matbaacılık, 1988, s.1. 14B.C.A. 490.01/688.337.1, ek:81. 15 Latif Öztürkatalay, Mardin ve Mardinliler, İstanbul, Seçil Ofset, 1995,

s.28. 16 Mardin- Cumhuriyetten önce sonra- CHP Mardin Halkevi broşürü,

İstanbul, Resimli Ay Matbaası, 1938, s.53-60. 17 Hasan Ferid Cansever, Türk Ocakları ve Hizmet Anlayışımız, Ankara,

Türk Yurdu Yayınları, 1995, s.11.

Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan

Sorunlar / Hızır Dilek

72

1920’li yıllarda Mardin’de Atatürk devrimlerini halka götüren

kurumların başında olan Mardin Türk Ocağı, kuruluşundan itibaren

Mardin vilayet bütçesinden destek gören bir kuruluş olmuştur.18

Türk

Ocağı Savur, Derik ve Mardin Merkez ilçe de olmak üzere üç şube

açmıştır. Bu şubelerden en son faaliyete geçen Derik Türk Ocağı’dır.19

Kaynaklarda kurucuları hakkında yeterli bilgiye ulaşılmamakla

birlikte mevcut kaynaklarda Türk Ocakları’nın 1927 kurultayına

Mardin Türk Ocağı adına Cevdet Şakir Bey, Savur Türk Ocağı adına

da Salih Bey’in katıldığı bilgisine ulaşılmıştır.20

Mardin Türk Ocağı

başkanlığını ne zaman yaptığı kesin olmamakla birlikte Aziz Uras’ın

Mardin Türk Ocağı’nda bir dönem başkanlık yaptığı bilinmektedir.21

Ayrıca ilk başkanlarından olması muhtemel olan kişilerden biri de

Cevdet Şakir Beydir.22

Yukarıda değinildiği gibi Atatürk devrimlerinin halka

ulaştırılmasında önemli görevler üstlenmiş olan Mardin Türk Ocağı,

Romen rakamlarının kabul edilmesinden sonra rakamları halka

tanıtmıştır. Aynı şekilde Türk Ocakları Merkez Heyetinin Latin

harflerinin halka öğretilmesi ile ilgili tamimi yayınlamasından sonra

Mardin Türk Ocağı da 20 Ağustos- 31 Ağustos 1928 tarihleri arasında

yeni harfleri halka öğretmek için kurslar açmıştır.23

1928 yılında

Mardin Türk Ocağı’nın açmış olduğu okuma yazma kurslarına katılan

200 vatandaş katılmış bu 200 kişiden yirmisi bayandı.24

Türk Ocakları merkez heyetinin yayınladığı tamimden sonra

Mardin Türk ocağı, 12 Eylül 1928’de Muallimler Birliği25

ile ortak bir

karar alarak 20 güne yakın yeni harfler ile eğitim vermiştir.26

18Suavi Aydın, Kudret Emiroğlu, vd. Mardin Aşiret- Cemaat – Devlet,

İstanbul, Tarih Vakfı Yayınları, 2001, s.368. 19B.C.A., 490.01/73.276.1 ek: 219; “Derik’te Türk Ocağı Açılıyor”,

Hâkimiyet-i Milliye, 5 Temmuz 1929, s.2. 20Hüseyin Tuncer, Yücel Hacaloğlu, vd., Türk Ocakları Tarihi(Açıklamalı

Kronoloji), (1998), C.1 (1912-1931), Ankara, Türk Yurdu Yayınları, s.214-

215; Füsun Üstel,( 2004), İmparatorluktan Ulus- Devlete Türk Ocakları

(1912-1931), İstanbul, İletişim Yayınları, s. 253-254. 21T.B.M.M ALBÜMÜ 1920-2010 C. 2 1950-1980, Ankara, T.B.M.M Basın

ve Halk ile İlişkiler Müdürlüğü, 2010, s.586. 22 Latif Öztürkatalay, a.g.e., s. 172. 23Hüseyin Tuncer, Yücel Hacaloğlu, vd., a.g.e., s. 270-272. 24 Türk Yurdu Dergisi, S. 203-9, Ankara, Eylül 1928, s.47. 25 “1918 yılı Ocak ayında İstanbul ili ilkokul öğretmenleri, ilköğretim

meclisine üye seçmek amacıyla Üniversite konferans salonunda

toplanmışlardı. Bu münasebetle Ahmet Halit Beyin ortaya attığı bir teklif

üzerine orada hazır bulunanlarca bir cemiyet kurulmasına karar verilmişti.

Hüseyin Hüsnü, Sadullah, Mehmet Fevzi, Ahmet Asım, Ali Şevki, Re’fet Avni,

Mustafa Fehmi, Seyfettin Ârif Beylerden oluşan bir komisyona, seçim işi ve

Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan

Sorunlar / Hızır Dilek

73

Ocakların açmış olduğu bu kurslara halk ilgi göstermiş, okuma

yazma kursları haricinde Mardin ve Savur Türk Ocağı Eylül 1928’de

çok amaçlı kurslar açmıştır.27

Savur Türk Ocağı’nın açmış olduğu bu

kurslara yirmi kişi kayıtlı olup, ocak bu kursların daha verimli

olabilmesi için Türk Ocakları Genel merkezinden kendilerine elli adet

alfabe gönderilmesini istemiştir.28

İnsan sosyal bir varlık olmasından kaynaklı yaşamının büyük

bir kısmını diğer bireylerle birlikte geçirmektedir. Bu bağlamda Türk

Ocakları, Türk kadınını sosyal hayatın içine çekebilme konusunda

önemli mesafeler kat edecektir.29

Türk Ocakları’nın Mardin şubesi

bayanları Türk Ocağında aktif olarak çalışması için çeşitli kurslar

tertip etmiştir. Bu kurslardan biri bayanların her gün gelebilecekleri ve

vakitlerini en verimli şekilde geçirebileceği Singer nakış

makineleriyle verilen ücretsiz dikiş ve nakış kursu olmuştur.30

Türk Ocakları’nın eğitim çalışmaları arasında yer alan

müsamereler, eğlenceler, seyahatler, serbest tartışmalar halkın

toplumsal çalışmalara katılmasına etki etmiştir.31

Bu bağlamda Mardin

bir nizamname hazırlanması, hükümetten hemen izin alınması konuları görev

olarak verilmişti. Bu kişiler, Büyük Reşit Paşa Nümûne Mektebi binasında ilk

toplantılarını yapıp nizamnameyi hazırlayarak kurucu sıfatıyla 9 Mart 1918

tarihinde hükümete başvurup Cemiyet’in kuruluşunu resmîleştirerek Türk

Ocağı’nda geçici bir merkez kurup çalışmaya başladılar. Sonradan yönetim

kurulu üyelerinden birçoğunun devamsızlığı ve Cemiyet’in bir faaliyet

gösterememesi nedeniyle, başkanı bulunan Sadullah Bey tarafından 1919 yılı

Ocak ayında olağanüstü kongre daveti çıkarıldı ve dokuz maddelik

nizamnamenin daha açık ve kesin biçimde düzenlenmesi kararlaştırılarak

Hüseyin Hüsnü, Ahmet Hamdi, İrfan Emin, İbrahim Memduh, Enver Kemal

Beylerden oluşan bir nizamname komisyonu seçilmişti. Kongrenin ikinci ve

üçüncü toplantılarında yeni nizamnamenin kabulü, yönetim kurulu üyeleri ve

hakem heyeti ile denetçilerin seçimi yapılmıştır.” Bkz.

dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/45/806/10263.pdf. Yahya Akyüz (çevrimiçi)

15.01.2014. 26Türk Yurdu Dergisi, S. 203-9, Ankara, Eylül 1928, s.47; Mardin’de

kurulan memurlar birliği de yapacağı çalışmalarda Mardin Türk Ocağıyla

birlikte hareket edeceğini kamuoyuna bildirmişti. Bkz. “Mardin’de Kulüp”,

Hâkimiyet-i Milliye, 13 Kânunusani 1930, s. 3. 27Hüseyin Tuncer, Yücel Hacaloğlu, vd., a.g.e., s. 270-272. ; “Mardin Türk

Ocağında Dikiş Dersleri”, Hâkimiyet-i Milliye, 5 Temmuz 1929, s.2. 28Hüseyin Tuncer, Yücel Hacaloğlu, vd., a.g.e., s.263. 29Yusuf Sarınay, (1994), Türk milliyetçiliğinin tarihi gelişimi ve Türk

Ocakları: 1912. İstanbul, Ötüken Neşriyat s. 148. 30“Mardin Türk Ocağında Dikiş Dersleri”, Hâkimiyet-i Milliye, 5 Temmuz

1929, s.2. 31Hasan Ferid Cansever, Türk Ocakları ve Hizmet Anlayışımız, Ankara,

Türk Yurdu Yayınları, 1995, s.52.

Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan

Sorunlar / Hızır Dilek

74

Türk Ocağı gençliğin ilgisini çekebilmek, bilgi seviyesini artırmak ve

yardımlaşmayı sağlamak için her hafta müsamereler düzenlemiştir.

Düzenlenen bu müsamereler sayesinde halkın ilgi ve dikkati

çekilmiştir.32

Türk Ocakları’nın bir diğer eğitim aracı olan ve ruhun en canlı

unsurunu oluşturan musikiye, büyük önem verecek olan Mardin Türk

Ocağı, Türk musikisi ve Batı musikisi aracılığıyla ile halkın eğitimine,

milli duyguların gelişimine yardımcı olmuştur. Türk Ocakları

tarafından Türk musikisinin yeni kuşaklara öğretilmesi için çok sayıda

musiki dersleri açılmış, ocakların düzenleyeceği müsamereler,

temsiller ve konferanslarda musikiden yararlanılarak halkın ocak

faaliyetlerine katılımı sağlanmıştır.33

Türk milletini ruhen yüceltmeyi amaçlayan Türk Ocakları, aynı

zamanda bedenen güçlü bir millet yaratmak için spora da gereken

önemi vermiştir.34

Mardin’de gençlik ve spor çalışmaları Cumhuriyet

döneminden öncesine kadar avcılık ve atıcılık alanlarında gelişme

göstermiştir. 1920 yılında askeri birlikler futbol takımı kurup

teşkilatlanmasından sonra sivil halk ve şehrin öğretmenlerinden

Nurettin Siret Bey, Arif Kurtuluş ve Hasip Bey’in destekleriyle de bir

futbol takımı kurulmuştur. Askeriye ve sivil halk, takımlarını

kurduktan sonra bölge de “Prot” (Amerikan Koleji) adıyla anılan grup

maçlarına katılmak için temasa geçmiştir.35

Askeriye ve sivil halkın

takımlarını kurmasından sonra ve daha önce bir kulüp olmayan

Mardin Türk Ocağı takımının 3.6.1923 tarihinde Diyarbakır Türk

Ocağı takımını 5-0 yenmesinden sonra Mardin Türk Ocağı, dönemin

valisi olan Hadi Bey’in 1925’te Mardin’de yaptığı toplantıdan sonra

“Türk Ocağı” adı ile ilk spor kulübünün kurulmasına karar verir ve bu

toplantıdan çıkan kararla birlikte spor çalışmaları düzene girmiştir. Bu

karardan sonra kulübe yazılmak isteyen gençlerin sayısı artmıştır.36

Valilik ve askeri birliklerin gayreti ile şehrin uygun bir yerine

saha yapılmıştır. Bu yapılan saha sonrası Türk Ocağı Kulübünden bazı

futbolcular ayrılmış ve yeni bir kulüp kurmuşlar. Kulüpten ayrılan bu

futbolcular kırmızı-sarı forma rengi ile Işık İdman Yurdu takımını

Türk Ocağı takımında kalan oyuncular da Altın Mızrak Spor Kulübünü

kurdular. Işık İdman Yurdu takımı ile Altın Mızrak Kulübü arasında

1927 yılında oynanan maçı 5-1 gibi bir skorla Işık İdman Yurdu

32Hüseyin Tuncer, Yücel Hacaloğlu, vd., A.g.e., s.295 33 İbrahim Karaer, (1992), Türk Ocakları(1912-1931), Ankara, Türk Yurdu

Neşriyatı, s. 97-99. 34 İbrahim Karaer, a.g.e., s.173. 35 Latif Öztürkatalay, a.g.e., s. 172. 36 1987 Mardin İl Yıllığı, Haz. Levent Günçal, Turgut Sayın, y.y, t.y., s. 145.

; Latif Öztürkatalay, a.g.e., s. 172.

Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan

Sorunlar / Hızır Dilek

75

kazanacaktır. Bu çalışmalar ve spora verilen destek artıkça kurulan

spor kulüpleri de artmıştır. 27 Temmuz 1930 tarihinde Öğrenciler

Birliği tarafından Uyanış Spor Kulübü kurulacaktır.37

Türk Ocaklarının yurt genelinde yayılması ve çalışmalarını

artırmasından sonra ocakların çalışmalarını daha geniş bir binada

yürütmesi için bina yaptırdığı taktirde belediye, il genel meclisleri

tarafından ödenek ayrılması gündemde gelmiştir. Ocakların

çalışmaları için gayrimenkul bağışı kabul etmesi ve işletmelerde

imtiyaz sahibi olmasına olanak tanınmıştır.38

Bu bağlamda 1928

yılında Mardin Valisi Hadi Bey’in desteğini alan Mardin Türk Ocağı

ve Savur Türk Ocağı, vilayet bütçesinden Mardin Türk Ocağı’na

2.000, Savur Türk Ocağı’na da 500 lira ödenek ayrılmıştır.39

Ayrıca

Mardin Belediyesi bütçesinden Mardin Türk Ocağına yıllık 750 lira

bina yapması durumunda 1.500 lira tahsisat ayıracaktır.40

Mardin ve Savur Türk Ocaklarına ayrılan bütçe belediye ve il

genel meclisleri tarafından ayrılan ödeneğin dışında ocakların

çalışmaları oranında tahsisat konulmuş ve bir sonraki yıl bu çalışmalar

baz alınarak artırılmıştır. Bu bağlamda Mardin ve Savur Türk

Ocakları’nın 1927 ile 1928 yılı bütçeleri incelendiğinde Mardin Türk

Ocağı’nın 1927 yılındaki bütçesi 7.500 lira iken faaliyetlerini

artırmasından sonra ocağa ayrılan ödenek 1928 yılında 8.637 liraya

çıkarılmıştır. Aynı şekilde Savur Türk Ocağı’nın da 1927 yılındaki

bütçesi 1.700 lira iken artan faaliyetlerine bağlı olarak 2.754 lira

olmuştur.41

Yukarıda da değinildiği gibi ocaklar faaliyetleri kapsamında

gayrimenkul alabilmiştir. Mardin Türk Ocağı’da çalışmalarına daha

geniş bir alana yaymak için 1930 yılında iki defa ihaleye girerek

gayrimenkul satın almıştır. Bu ihalelerin ilkinde bir ev, bir otel ve yedi

dükkânı 5.211 liraya satın almıştır. Bu 5.211 liranın 1.305 lirası

ödenmiş geriye kalan 3.906 liralık borç ise her yıl 260 lira 40 kuruş

vermek şartıyla on beş yıllığına taksitlendirilmiştir. İkinci ihalede ise

14 dükkân 25.237 liraya satın alınmıştır. İhale bedeli olan 25.237

liranın 4.898 lira 50 kuruşu ödenmesinden sonra geriye kalan 20.124

lira 50 kuruş her yıl 1.410 lira 63 kuruş ödenmek koşuluyla on beş

yıllığına taksitlendirilmiştir. Sonuç olarak Mardin Türk Ocağı’nın

almış olduğu bu gayrimenkullerden 24.053 lira borcu oluşmuştur.

37 Latif Öztürkatalay, a.g.e., s. 171-175. 38İbrahim Karaer, a.g.e., s. 27. 39Hüseyin Tuncer, Yücel Hacaloğlu, vd., a.g.e., s.251. 40“Mardin Türk Ocağına Yardım”, Hâkimiyet-i Milliye, 5 Temmuz 1929,

s.2. 41Hüseyin Tuncer, Yücel Hacaloğlu, vd. a.g.e., s.285.

Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan

Sorunlar / Hızır Dilek

76

Ocak bu borcunu her yıl 1.671 lira 3 kuruş borç ödeyerek 1945 yılında

bitirmeyi hedeflemiştir.42

Ancak Türk Ocakları’nın, Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın da

girdiği 1930 yerel seçimlerinde bazı yerlerde bu partiyi desteklemesi

ve akabinde ortaya çıkan Menemen hadisesi ocağın sonunu

getirmiştir. Bu olaylardan sonra yurt gezisine çıkan Mustafa Kemal,

yurt gezisi sırasında Türk Ocakları ile ilgili yeni düzenlemelere

gidileceğinin sinyallerini vermiştir. Mustafa Kemal çıkmış olduğu bu

yurt gezisinin ilk günlerinde Türk Ocakları için olumlu fikirleri varken

gezinin ilerleyen günlerinde bu fikirleri yavaş yavaş değişim

göstermiştir.43

Nisan 1931 yılında son toplantısını yapan Türk Ocakları

kendini fesh ettiğini bildirdikten sonra tüm mal varlığı ve borçları ile

birlikte 10.04.1931 tarihinde CHF’ye devrolunmuştur.44

CHF’nin

Türk Ocakları’nı fesh etmesinin ana nedenlerinden biri Türk

Ocakları’nın siyasal bir güç kazanmasıydı. Bu siyasal güç CHF ile

aynı doğrultu da olmayıp karşı yönde olunca Türk Ocakları’nın fesh

edilip tüm mal varlığı ve borçları ile birlikte CHF’ye devredilmesine

neden olmuştur.45

Mardin, Savur ve Derik Türk Ocakları’nın Kapatılması ve

Eşyalarının Satışı

1931 yılında Türk Ocakları’nın tasfiyesinden sonra Mardin

vilayetinde bulunan Mardin, Savur ve Derik Türk Ocakları’na ait

menkul ve gayrimenkullerin hesaplanması gerekiyordu.46

Ocaklara ait

gayrimenkullerin hesaplanması “Türk Ocakları’nın menkul ve

gayrimenkul emlak ve eşyasının tasfiyesine ait talimatnamenin” satış

maddelerine göre Cumhuriyet Halk Fırkası idare heyetleri tarafından

yapılması gerekmekteyse de Mardin’de Halk Fırkası teşkilatı

bulunmadığından ocaklara ait menkul ve gayrimenkullerin satışı kim

veya hangi kurum eliyle yapılacağı bilinmemekteydi.47

Bu talimatnamenin üçüncü bölümünün ikinci maddesine göre

bu menkul ve gayrimenkullerin satışında herhangi bir ihtilaf olması

42B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:11. 43Mustafa Arıkan, Ahmet Deniz, “Türk Ocaklarının Kapatılışı, Borçları ve

Emlakın Tasfiyesi”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S.15, Konya 2004,

s.408. 44Füsun Üstel, a.g.e., s.384,385 Ayrıca fesh edildiğini gösteren belge için

bakınız sayfa 386. 45Yılmaz Gülcan, Cumhuriyet Halk Partisi (1923-1946), İstanbul, Alfa

Yayınları, 2001, s.168. 46 B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:219. 47 B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:214.

Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan

Sorunlar / Hızır Dilek

77

durumunda bu ihtilaflar kanunlara uygun bir şekilde çözülmedikçe

satılamayacağı belirtilmişti. Bu maddeye dayanarak Mardin Türk

Ocağı’nın gayrimenkullerinin satışında belli sorunlar ortaya çıkmıştı.48

Çünkü dağılan Mardin Türk Ocağı’ndan partiye yirmi üç (23) parça

gayrimenkul iki ayrı ihale şeklinde 30.234 liraya satın alınmıştı. 1930

yılında gerçekleştirilen bu ihalelerin ilkinde bir hane, bir otel ve yedi

dükkân 5.211 liraya satın alınmıştı. İhale bedeli olan 5.211 liranın

1.305 lirası tahsil edilmiş, geriye kalan 3.906 liralık borcun ise

dönemin (3542) sayılı kanununa göre her yıl 260 lira 40 kuruş

ödenerek on beş yılda tamamlamayı hedeflenmişti. İkinci ihale de ise

on dört (14) dükkân için dükkânlar 25.237 liraya satın alınmıştı. İhale

bedelinin 4.898 lira 50 kuruşu tahsil edilmiş olup geriye kalan 20.124

lira 50 kuruşluk borç ise her yıl 1.410 kuruş 60 kuruş ödenmek

koşuluyla on beş yıla yayılmıştı. Bu iki ihale sonucunda yıllık 1.671

lira 3 kuruş ödenerek 1945 yılında tamamlanması düşünülmüştü.49

Ocak, ihalelerin toplam değeri olan 30.234 liranın 6.203

lirasını ödenmiş geriye kalan 24.031lira ile maliyeye ve ayrıca

belediyeye de 736 lira borcu kalmıştı.50

Ocak bu gayrimenkulleri

almış olmasına rağmen vakti gelen taksitleri ödeyememiş olmakla

birlikte ocağın dağılmasından sonra partiye satışları da mümkün

olmamıştı. Bu durumda ocağın gayrimenkullerinin satışını bir çıkmaza

sokmuştu. Partinin ihtilafı çözmemesi halinde büyük bir zarara

uğraması muhtemeldi. Partinin bu zarara mahal vermemesi için

yapması gereken dükkânların kirasından elde edilen gelirin bankadan

alınıp gecikmiş olan taksitlerin ödenmesine izin vermesi olacaktı.51

Mardin’deki ocakların dağılmasından sonra ocaklara ait

gayrimenkullerin satışı çıkmaza girince 1/10/1933 tarihinde Birinci

Umumi Müfettişlik makamından Mardin Valiliğine telgraf çekilerek

iki ihale ile satın alınan bu gayrimenkullerin borçları, parti merkezince

verilmesine karar verildiği bildirilmişti. Yukarıdaki tarihten önce ocak

adına Mardin Ziraat Bankası’nda bulunan paranın parti merkezine

gönderilmesi istenilmişti.52

Mardin Türk Ocağı’nın binası olan daha sonra Mardin

Halkevine tahsis edilen bina için Mardin Halkevi, binanın tamir ve

tadilatında kullanmak üzere parti merkezinden yardım istemesi

üzerine parti merkezi bu dönemde bankada bulunan paranın ocak

gayrimenkullerinden elde edilen gelir olduğunu dile getirmişti. Parti

48 B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:214. 49 B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:11. 50B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:26. 51 B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:214-215. 52 B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:202.

Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan

Sorunlar / Hızır Dilek

78

genel merkezi Mardin Halkevi’ne binalarına yardım işini ayrıca

düşünülmesi gereken bir durum olduğunu bildirmişti.53

Burada dikkat

çeken husus parti Türk Ocakları’ndan kalan menkul ve

gayrimenkullerin paraya çevrilip merkeze gönderilmesini ve ocakların

mevduat hesabında varsa parası bunların parti merkezine

gönderilmesi, paraların parti genel merkezine ulaşmasından sonra

merkezden Türk Ocakları’na ait borçların ödenmesi işlemine

başlanmıştı.

Parti merkezinin üzerinde durduğu bu para ile kendi kurumu

olmasına rağmen Halkevine ocağın bankadaki parasından yardım

etmemişti.

Aşağıdaki tabloda ocağın Mardin Ziraat Bankası mevduat

hesabının ayrıntıları verilmiştir:

Lira Kuruş Gelirin geldiği yer

23 00 Mardin Türk Ocağından nakit devrolunan

223 03 Savur Türk Ocağından nakit devrolunan

267 67 Derik Türk Ocağından nakit devrolunan

4.687 50 Mardin Türk Ocağı emlaklarından gelen kira bedeli

42 47 Derik Türk Ocağı menkul eşyasının satış bedeli

172 85 Savur Türk Ocağı menkul eşyasının satış bedeli

118 --- Hesapta bulunan para

5.551 52 Toplam mevduat hesabı

Tablo.1 Kaynak: B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:200-202

Cumhuriyet Halk Partisi ocağa ait olan borçları üzerine almış,

bu borçları da ocağa ait gayrimenkullerin satış bedelinden çıkaracağını

umuyordu. Ancak bu gayrimenkuller hazineye birinci dereceden

ipotekli olmasından dolayı ocağa ait borçlar satıştan önce parti

merkezinden ödenmesi mümkün değildi. Gayrimenkullerin satışı

yapıldıktan sonra gayrimenkullerin sahipleri tarafından taksit ve vergi

borçları ödendikten sonra gayrimenkullerin tapu işlemi

gerçekleştirilecek idi.54

Şehrin iktisadi vaziyeti ve gerek yeni şehir planında caddelerin

dört metre genişletilmesi planlanmıştı. Bu yeni plan çerçevesinde

ocağa ait dükkânların bir kısmı yola gideceğinden dükkânları alacak

53 B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:203. 54 B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:20.

Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan

Sorunlar / Hızır Dilek

79

olan müşterileri tedirgin etmekte, buda emlakların satışının

gerçekleşmesini engellemişti. Emlakların bu şekli ile değerinin altında

bir fiyata satılmaması için valilik tarafından, parti merkezinden

dükkânların yenilenmesi için para yardımında bulunulmuştu.55

Parti yetkilileri, emlakları partinin para yardımı dışında yerel

yönetimlere veya bölgeye faydası olan kurumlara satmayı da

düşünmüştü. Bu vesile ile ekstra bir harcama yapılmaması için

uğraşılmıştı. Bunun için dükkânların bir kısmının Hilaliahmer

Cemiyeti’ne satılması planlanmıştı.56

Cemiyet, kendisine verilmek

istenilen emlakları almayacak almak istememesinin nedenini ise

binaların eski olmasını ve emlakların bir kısmının uzun süre boş

kalmasını, akabinde kahvehane olarak kullanılmasına bağlamıştı.

Ayrıca şehirde kıraathane, sinema ve tiyatro gibi sosyal hayatı

geliştiren araçların olmadığını dile getirmiş ve Mardin’de Halk Partisi

teşkilatının olmaması ileride kurulması halinde de cemiyete verilmesi

düşünülen emlakların tekrar Halk Fırkasına verilmesinin istenilmesi

nedeniyle Hilaliahmer Cemiyeti bu teklife soğuk bakmıştı.57

CHP, Mardin Türk Ocağı’na ait emlakları satmak istediği

kurumlardan biri Hilaliahmer Cemiyeti diğeri de borçlu olduğu kurum

olan Mardin Belediyesi ve Hususi Muhasebe’ydi. Partinin emlakları

Hususi Muhasebe ya da Mardin Belediyesine satmak istemesinin

sebebi emlakların biriken borçlarının bir kısmı bu kurumlara ait olup

emlaklar satıldığı takdirde borçların bir kısmı silinecek idi. Ancak

Hususi Muhasebe ve belediyenin bütçelerinin müsaitsizliği nedeniyle

emlaklar satılamadı. Partinin planladığı şekilde ne Hilaliahmer

Cemiyetine ne de Hususi Muhasebe ve Mardin Belediyesi’ne

devredemedi.58

Parti genel merkezinin planladığı ancak istediği şekilde

gitmediği bir diğer konu da ocaklara ait olan eşyaların satışıydı.

Eşyalar muhtemel satış bedelinin altında satılmıştı. Aşağıdaki tabloda

Savur Türk Ocağına ait eşyaların ihaleye çıkarılan satış fiyatı ile satış

fiyatları verilmiştir:

55 B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:26. 56 B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:26,211. 57 B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:212. 58 B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:11.

Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan

Sorunlar / Hızır Dilek

80

Tablo 2. Kaynak: B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:78.

Yukarıdaki tabloda da görüldüğü gibi eşyaların büyük bölümü

satılması düşünülen fiyatın altında satılmıştı. Malzemelerin bu fiyata

satılmasının sebebi ürünlerin ikinci el olması ve çoğu eşyanın

kullanışsız olmamasındandır.

Aşağıdaki tabloda ise Derik Türk Ocağı’nın satılığa çıkarılan

eşyalarının satış bedeli ile satış fiyatları verilmiştir.

Adet Eşyanın cinsi Muhtemel Satış Satış Bedeli

Lira Kuruş Lira Kuruş

1 Çerçeve içinde Gazi’nin fotoğrafı 5 3 50

1 Çerçeve içinde Gazi’nin yağlı boya

fotoğrafı

10 7

1 Gazi’nin kristal üzerinde yazılı hitabesi

20 14

1 600 mumluk Standart markalı

lamba şişe

25 17 50

1 Adî tahtadan yapılmış camsız dolap 10 10

1 Sahibinin Sesi markalı gramofon “

12 plakla birlikte”

80 56

? Adî tahtadan yapılmış masa 5 3 50

40 Portatif sandalye 50 35

4 Orta kıt’ada bayrak 1 1

3 İkinci el yeşil masa örtüsü 1 1

1 İkinci el siyah masa örtüsü 2 2

2 Saç soba ile 12 boru 8 5 60

1 20 nolu lamba 1 70

1 Gazi’nin lüks tabakalı nutku 10 7

17 Adî bezden pencere perdesi 3 3

? Yazı takımı 3 3

4 Bir sürahi, bir su bardağı ve iki

tabak

1 1

3 Gazi paşanın heykeli 4 2 80

Satıştan beklenilen 239

Satıştan elde edilen 173 60

Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan

Sorunlar / Hızır Dilek

81

Adet Eşyanın cinsi Muhtemel satış bedeli Satış bedeli

Lira Kuruş Lira Kuruş

1 Koltuk 3 3

2 Küçük koltuk 3 3

6 Kadife sandalye 6 6

1 Büyük masa 10 10

1 Soba 1 50 1 50

1 Zil 1 50 50

1 Yazı takımı 1 1

1 Baskı 20 20

1 Zımba 50 50

1 Gazi paşa fotoğrafı 5 5

5 Perde 3 3

2 Büyük şapka askısı 50 50

2 Küçük şapka askısı 20 20

? Gazi’nin küçük boy

fotoğrafı

50 50

1 Rey sandığı 3 3

1 Camlı kütüphane 1 1

1 Büyük su küpü 1 1

1 Büyük bayrak 1 1

6 Küçük bayrak 2 2

1 Bayrak direği “iple beraber”

15 60 15 60

39 Demir sandalye 4 4

4 Demir masa 10 10

1 Cetvel tahtası 10 10

1 Istampa 10 10

53 Posta pulu “kırkar paralık”

53 100

Satıştan umulan para 64

Satıştan elde edilen 62 47

Tablo 3. Kaynak: B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:79.

Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan

Sorunlar / Hızır Dilek

82

Savur ve Derik Türk Ocakları’nın eşyalarının satışında en az

zararla çıkan Derik Türk Ocağı’dır. Zararın az olmasının sebebi

ocakların kapatılmasına yakın bir zamanda açılmış olması ve buna

bağlı olarak eşyalarının büyük kısmı yıpranmamış olmasına

bağlanabilir.

Yukarıdaki iki tablolarda da görüldüğü gibi satılan eşyalar ve

satılacak olan gayrimenkuller tahmin edilen fiyata satılamamıştı.

Ocaklar fesh edildikten sonra maliyeden taksitle alınan ocağa ait

gayrimenkuller değerinin altında fiyat biçilmişti. Savur ve Derik Türk

Ocakları’na ait satılan bu eşyaların haricinde ocaklara ait borçlar

vardı. Bu ocaklardan Savur ve Derik Türk Ocağı’nın bir taraftan ne

alacağı ne de borcu vardı. Bu borçların tamamı Mardin Türk Ocağına

aitti.59

Mardin Türk Ocağı’na ait olan borçlar ile alacaklarının listesi

aşağıdaki tablolarda gösterilmiştir.

Lira Kr. Alacaklıların isimleri ve alacağın tutarı

24.030 50 1930 senesinde ocak namına Mardin Maliye’sinden alınan ve

dükkânların taksit bedeli.

1.079 75 1927-1932 senelerinde Türk Ocağı ve Halk Fırkası namına tahakkuk eden bina vergisi.

755 Mardin Türk Ocağı’nın Mardin Maliye’sinden satın almış

olduğu üç bin liralık emlakın dellaliye resmi olup mültezim Mardinli Nurettin Efendiye ait.

701 8 Mardin Ocağı’nın Derik Maliye’sinden satın aldığı emlakın

taksit bedeli.

27.566 33 Toplam borç.

Tablo 3: Kaynak: B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:72.

Yukarıdaki tabloda dikkat çeken ocağa ait borcun büyük

kısmının (24.030 lira) ocağın faaliyetlerinin daha geniş bir alanda

yapması için aldığı emlaklara aitti. Ocağın borçlu olduğu kurumlar

dışında şahıslar da vardı. Bunlardan biri Mardinli olan köy kâtibi

Nurettin Cani Efendi’dir. Nurettin Efendi’nin alacağı zamanında açık

artırma yöntemiyle satın alınan emlaklardan alacağı olan 782 liralık

borçtu. Ocaklara ait borçlar artınca parti mensupları, şahısların ocağa

ya da partiye ait olan borçlarından vazgeçmesi için çalışmalar

yürütmüştü. Parti yetkililerinin gerekli görüşmelerinden sonra

59 B.C.A., 490.01/73.276.1 ek: 160.

Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan

Sorunlar / Hızır Dilek

83

Nurettin Efendi, 782 lira olan borcundan 182 lirasından feragat

etmişti.60

Üç nolu tabloda ocağın borçları gösterilmişti. Aşağıdaki dört

nolu tabloda ise alacaklarını gösterilmiştir.

Lira Krş. Borçlunun ismi ve borcun miktarı

500 Mardin Belediye’sinin 1930 yılında bütçesinden ocak için

ayırdığı ancak vermediği para

80 Ticaret Odasına kiraya verilen dükkânın 1930 yılı kira bedeli

57 Hudut taburuna kiraya verilen Zinciriye Medresesinin 1930 yılı

kira parasından geriye kalan

240 Hudut taburuna kiraya verilen Zinciriye Medresesinin 1931,1932 yılı kira paraları

147 1932 yılında Mardinli Abdülkadir Efendi’ye kiraya verilen iki

dükkândan geriye kalan para

50 1931 yılında Eczacı Kenan Bey’e kiraya verilen dükkândan geriye kalan

100 1932 yılında Dişçi Muammer Bey’e kiraya verilen dükkânın

kirası

82 50 Kahveci Hızır oğlu Hamit Efendi’ye 1932 yılında kiraya verilen kahvehanenin kira bedelinden geriye kalan

50 Askeri bina olarak kullanılan binanın 1932 yılı kira bedeli

1.306 50 Toplam

Tablo 4: Kaynak: B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:71.

Ocağın alacaklarına bakıldığında ocağa ait olup kiraya verilen

emlakların büyük çoğunluğundan yıllık kira bedelleri alınamamıştı.

CHP, ocağa ait olan emlakları elinde bu şekilde bulundurduğu

sürece zarara uğramaktaydı. Çünkü partinin elindeki emlaklar eski

yapılardan oluşmaktaydı. Bundan dolayı parti bu emlakları düzenleyip

değerinin üstüne satabilmek için çalışmalara başlamalıydı. Partinin

bundan sonra yapması gereken emlakları ihaleye vermekti. Emlakların

tadilatlarından sonra ocağa ait olan yirmi üç dükkân on beş gün

60B.C.A., 490.01/73.276.1 ek: 125, 139,142. : Ocağın Nurettin Efendi’ye olan

borcu şu şekilde oluşmuştu: Ocağa ait gayrimenkuller alındıktan sonra bu

menkullerin maliyeye olan vergilerinin ödenmesi gerekmekteydi. Ocak

namına 875 lira maliyeye para yatıran Nurettin Efendi, bu parasını ocakların

dağıtılmasından sonra almayı umuyordu. Ancak kendisi Mardin’den ayrılıp

Diyarbakır’da silah altına alınmasına rağmen herhangi bir ödeme

yapılmamıştı. 24.06.1939 tarihinde Ulus gazetesinde ocaklara ait borçların

ödeneceğini bildirilmesi üzerine Tasfiye Komisyonu’na bir telgraf çekmişti.

Bkz. B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:150.

Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan

Sorunlar / Hızır Dilek

84

süreyle açık artırma usulüyle ismi aşağıdaki tabloda yazılı olan

kişilere satmış, parti bu ihaleden toplam 38.450 lira kazanmıştı.61

Tahrir

no

Cinsi Mevkii Mahallesi Alanın adı Satış değeri

1 Salon Birinci

cadde

Şar Abdülkadir Kalav 3.000

260 Dükkân Birinci

cadde

Şar Abdülkadir Kalav 1.800

262

Dükkân Birinci cadde

Şar Abdülkadir Kalav 1.410

264 Dükkân Birinci

cadde

Şar Abdülkadir Kalav 1.800

266 Dükkân Birinci cadde

Şar Abdülkadir Kalav 1.740

258 Dükkân Birinci

cadde

Şar Haydar Okyar 1.800

272 Dükkân Birinci cadde

Şar Haydar Okyar 1.840

274 Dükkân Birinci cadde

Şar Haydar Okyar 1.900

276 Dükkân Birinci

cadde

Şar Nihat Munğan 1.660

278 Dükkân Birinci

cadde

Şar Nihat Munğan 1.510

286 Dükkân Birinci

cadde

Şar A.Basit Yardımcı 1.110

288 Dükkân Birinci cadde

Şar A.Basit Yardımcı 1.010

268 Dükkân Birinci

cadde

Şar Abdurrahman

Yardımcı

1.960

270 Dükkân Birinci cadde

Şar Abdurrahman Yardımcı

1.840

280 Dükkân Birinci

cadde

Şar Cibrail oğlu

Hanna

1.010

282 Dükkân Birinci cadde

Şar Cibrail oğlu Hanna

710

61 B.C.A., 490.01/73.276.1 ek: 95, 98, 100,101.

Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan

Sorunlar / Hızır Dilek

85

284 Dükkân Birinci

cadde

Şar Cibrail oğlu

Hanna

1.200

290 Dükkân Birinci

cadde

Şar Cibrail oğlu

Hanna

1.010

292 Dükkân Birinci

cadde

Şar Cibrail oğlu

Hanna

1.350

294 Dükkân Birinci

cadde

Şar Cibrail oğlu

Hanna

1.400

254 Dükkân Birinci

cadde

Şar Cemil Güneş 660

256 Dükkân Birinci

cadde

Şar Terzi Selim 1.560

300 Hane Birinci cadde

Şar A. Kerim Adam, Adam ve Nerro

5.170

Toplam 38.450

Tablo 5: Kaynak: B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:101.

Ocağa ait olan bu yirmi üç emlak haricinde satılamayan iki

emlak vardı. Bunlar Savur Türk Ocağı binası olarak kullanılan bina ile

Maarif Bakanlığı tarafından Türk Ocağı’na Muallimler Birliğini

kurması için verilen Zinciriye Medresesi’ydi. Savur Türk Ocağı’na ait

bina 1941 yılında Savurlu olan ‘Vasfi Avcı’ diye bir vatandaşa 500

liraya satılmıştı.62

Ancak medrese satılmamıştı.

1941 yılı olmasına rağmen medrese ile ilgili bir işlem

yapılmamıştı. Parti merkezinden medresenin neden satılmadığı

konusunda bir malumat istenilince Birinci Umumi Müfettişi Abidin

Özmen, bu medresesin Mardin Artukluları hükümdarlarından Tahir

İsa’nın yaptığı Mardin’deki önemli Türk eserlerinden biri olduğunu

söylemişti. Özmen, medresenin partiye geçmeden önce de okul olarak

kullanılması için Vakıflar Genel Müdürlüğünden Maarif Bakanlığı’na

bağışlandığını, Maarif Bakanlığı’ da medresenin Muallimler Birliği

merkezi yapılması için Mardin Türk Ocağı’na verdiğini bildirir.

Özmen, medresenin tapusunun olmadığını dile getirdikten sonra

buranın ilerde bir memleket müzesi olması için satılmamasını

istemişti.63

Mardin’deki parti yetkilileri parti merkezine Zinciriye

Medresesi’nin satılmasını istemeleri durumunda medreseye ait bir

tapu belgesinin hazırlandığı gerekli tapu harcının gönderilmesi

62B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:85. 63B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:16.

Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan

Sorunlar / Hızır Dilek

86

durumunda medreseye ait tapu çıkarılıp satılabileceği iletilmişti.

Ancak CHP genel merkezi Zinciriye Medresesi için bir komisyon

oluşturdu. Komisyonda çıkan karar, medresenin tarihi bir öneme sahip

olduğu, tarihi eserlerin muhafazası ve bakımına mecbur olduğu

yönündeydi. Bu mekânın ilerde bir memleket müzesi olması için

satılmaması gerekildiği kararına varılmıştı.64

Sonuç

Milli Mücadele’de önemli görevler üstlenen Türk Ocakları,

Milli Mücadele’nin bitmesinden sonra da ülkede eğitsel, sanatsal ve

kültürel birçok çalışmalar yürütmüştür. Bu çalışmaları yapan Türk

Ocakları ülkenin dört bir yanına şubeler açmıştır. Açmış olduğu bu

şubelerin üçü Mardin, Savur ve Derik Türk Ocakları’dır.

Kuruldukları yıldan itibaren açmış olduğu okuma-yazma kursu,

bayanlara yönelik olan dikiş-nakış dersleri, spora teşvik edici

faaliyetleri ile halkın ocağa olan ilgisini çekmiştir. Hatta ocak

tarafından hazırlanan etkinlikler mevcut binalar yetersiz kaldığından

ihaleye girilip başka binalar taksitle satın alınmıştır. Taksitle satın

alınan bu binalar Türk Ocakları’nın fesh edilmesine yakın

dönemde,1930 yılında satın alındığından emlakların borçları

ödenmeden tüm yurtta ocaklar fesh edildiği gibi Mardin vilayetindeki

ocaklar da fesh edilmiştir.

Türk Ocakları’nın tasfiyesi sürecinde Cumhuriyet Halk

Partisi’ni en çok uğraştıran konu emlakların satışı ve bu satıştan elde

edilen gelirin sahiplerine dağıtılması olmuştur. Bu süreçte parti

yetkilileri kimi kurum ve şahıslar ile görüşerek borçlarının bir

kısmından feragat etmeleri için uğraşmışlardır. Mardin Türk

Ocağı’nın borçlu olduğu kişilerden biri olan Mardinli Nurettin Efendi

gerekli ikna çalışmalarının sonunda borcunun bir kısmından feragat

etmiştir.

Mardin Türk Ocağı’na ait olan emlakların içinde olan ancak

satın alma yoluyla alınmayan Zinciriye Medresesi de satışa çıkarılan

emlaklar arasındaydı. Ancak medrese zamanında eğitim kurumu

olarak kullanılması ve Muallimler Birliği’nin merkezi yeri olması için

verilmişti. Ocakların tasfiyesinden sonra medrese de Türk

Ocakları’nın emlakları arasında sayılmıştı. 1942 yılına kadar

medresenin satışı gerçekleştirilmemişti. Mardin’i teftişe gelen parti

müfettişlerinden olan Abidin Özmen, eserin Türk kültüründen kalma

tarihi bir eser olduğunu, ileride buranın müzeye çevrilmesi

düşünüldüğünden, buranın satılmaması yönünde rapor yazmıştı.

64B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:1, 234.

Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan

Sorunlar / Hızır Dilek

87

Parti merkezi de bu uyarıyı dikkate alarak Zinciriye

Medresesi’ni satmamış, memleket müzesi olması için gerekli

yenileme çalışmalarına başlamıştır. Sonuç olarak Mardin Türk

Ocağı’na ait emlakların satışı 1942 yılına kadar gecikmiştir. Ocağa ait

eşyaların satışında eşyalar muhtemel fiyatın altında satılmıştır.

Ocakların tasfiyesinden sonra parti bu emlaklardan önemli ölçüde

zarar etmiştir.

Kaynakça

A)Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi

B.C.A., 490.01/73.276.1.

B)Süreli Yayınlar

Belleten

Türk Yurdu

Hakimiyet-i Milliye

Türkiyat Araştırmaları

C)Kitap ve Makaleler

Akyüz Kenan, “Türk Ocakları”, Belleten C.50, S.196, Nisan 1986,

s.201-228.

Arıkan Mustafa, Deniz Ahmet, “Türk Ocaklarının Kapatılışı, Borçları

ve Emlakın Tasfiyesi”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S.15,

Konya 2004. s.401-432.

Ataksoy, Halis Diyarbakır Tarihinde Komuk Eli, İstanbul, Çeştüt

Matbaacılık, 1988

Aydın Suavi, Emiroğlu Kudret vd.(2001), Mardin Aşiret- Cemaat-

Devlet, İstanbul, Tarih Vakfı Yayınları.

Bayraktutan Yusuf, (1996), Türk Fikir Tarihinde Modernleşme,

Milliyetçilik ve Türk Ocakları, Ankara, T.C Milli Eğitim

Bakanlığı Mesleki ve Teknik Açık öğretim Okulu Matbaası.

Cansever Hasan Ferid, Türk Ocakları ve Hizmet Anlayışımız,

Ankara, Türk Yurdu Yayınları, 1995.

Dolapönü Hanna, (1972), Tarihte Mardin, İstanbul, Hilal Yayıncılık.

Gülcan Yılmaz, Cumhuriyet Halk Partisi (1923-1946), İstanbul,

Alfa Yayınları, 2001.

Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan

Sorunlar / Hızır Dilek

88

Haytoğlu, Ercan “Türk Ocaklarının Kapatılması Sürecinde Acıpayam

Türk Ocağının Tasfiyesi”, Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi

Dergisi, Yıl:2009, C. 25, No:5, s.1212.

Karaer İbrahim (1992), Türk Ocakları(1912-1931), Ankara, Türk

Yurdu Neşriyatı.

Mardin- Cumhuriyetten önce sonra- CHP Mardin Halkevi broşürü,

İstanbul, Resimli Ay Matbaası, 1938

Olgun, Kenan “CHP Müfettiş Raporlarına göre Birinci Yılında

Halkevlerinin Gerçek Durumu”, Altıncı Uluslararası Atatürk

Kongresi 12-16 Kasım 2007, Bildiriler C.I, Ankara, 2010,

Ölçen Yavuz, “Milli Mücadelede Mardin”, I. Uluslararası Mardin

Tarihi Sempozyumu Bildirileri, 2006. s.

Öztürkatalay, Latif Mardin ve Mardinliler, İstanbul, Seçil Ofset,

1995.

Sarınay Yusuf, (1994), Türk milliyetçiliğinin tarihi gelişimi ve

Türk Ocakları: 1912. İstanbul, Ötüken Neşriyat.

Tuncer Hüseyin, Hacaloğlu Yücel, vd., Türk Ocakları

Tarihi(Açıklamalı Kronoloji), (1998), C.1 (1912-1931),

Ankara, Türk Yurdu Yayınları.

T.B.M.M ALBÜMÜ 1920-2010 C. 2 1950-1980, Ankara, T.B.M.M

Basın ve Halk ile İlişkiler Müdürlüğü, 2010.

Üstel Füsun, İmparatorluktan Ulus- Devlete Türk Milliyetçiliği:

Türk Ocakları(1912-1931), İstanbul, İletişim Yayıncılık,

2004.

1987 Mardin İl Yıllığı, Haz. Levent Günçal, Turgut Sayın, y.y, t.y.

Elektronik Kaynaklar:

dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/45/806/10263.pdf. Yahya Akyüz.

Cilt: 2 Sayı: 4 Temmuz 2014 / Volume:2 Issue:4 July 2014

SİNEMACILARI EDEBİYATA YÖNELTEN MUHTEMEL

SEBEPLER ÜZERİNE BAZI DİKKATLER

Why Do Filmmakers Turn To Literature A Possible Re-Reading

of The Relation Between Cinema And Literature

Özlem KALE

ÖZET

Bu çalışmada öncelikle “sinemanın doğuşu, Türkiye’ye gelişi

ve edebiyatla ilişkisi” ele alınacaktır. Daha sonra “uyarlama” ile ilgili

bilgi verilerek “edebiyattan sinemaya uyarlanan eserlerin nasıl

dönüştürüldüğü” anlaşılmaya çalışılacaktır. Nihayetinde “roman ve

film arasındaki benzerliklerle farklar” tespit edilerek “sinemanın

edebiyata başvurma nedenleri” sinema ve roman yazarı, film

yönetmeni, tarihçi, eleştirmen ve edebiyat araştırmacılarının

görüşlerinden faydalanılarak araştırılacaktır. Bu araştırma yapılırken

edebiyattan sinemaya uyarlanan yerli ve yabancı romanlardan

örnekler verilecek ve “romanların sinemaya uyarlandıkları zaman elde

ettikleri kazanç ve uğradıkları kayıplar” edebiyat sosyolojisi

bağlamında incelenecektir. Sonuç itibarıyla iki sanat dalı arasındaki

etkileşimin nasıl olması gerektiği ve farklı dillerle üretilen yapıtların

birbiriyle mukayese edilmesinin doğru olup olmadığı hususunda bir

fikir beyanında bulunulacaktır.

Anahtar kelimeler: Edebiyat, sinema, uyarlama, etkileşim,

roman, film.

ABSTRACT

In this study, I will initially discuss the birth of cinema, its

beginning in Turkey and its relation with literature. Later, I will

Yrd. Doç. Dr. Kilis 7Aralık Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.

[email protected]

Sinemacilari Edebiyata Yönelten Muhtemel Sebepler Üzerine Bazi Dikkatler /

Özlem KALE

90

provide information regarding (cinematic) adaptation and the

adaptation process from literature to cinema. Finally, I will point out

the differences and similarities between novel and cinema, by

referring to script writers, directors, historians, critics and literary

scholars' opinions. I will also illustrate examples from foreign and

local movies and will touch upon their box office and as well as their

loss, in terms of literature sociology. As a result, I will present my

opinion in regards to the interaction between the two arts and my

critical considerations regarding the comparison between art pieces

that are created in different languages.

Key Words: Literature, cinema, adaptation, interaction, novel,

fiction.

1. Sinemanın Doğuşu, Türkiye’ye Gelişi ve Edebiyatla

Etkileşimi Edebiyat, resim, müzik, tiyatro gibi sanatların; matematik,

fizik, kimya gibi fen bilimlerinin; toplumbilim, ruhbilim, yöntembilim

gibi toplumsal bilimlerin varoluş tarihlerini bilimsel bilgi olarak

saptamak olanaksızdır. Sanatların ve bilimlerin varoluş tarihlerinin

bilinmezliğine karşın sinema sanatının ve biliminin varoluş tarihi

bilinir. Fransız kardeşler Louis Lumiere (1864-1948) ve Auguste

Lumiere (1862-1954), 28 Aralık 1895’te Paris, Capucines

Bulvarı’ndaki Grand Cafe’de bir sinema-film gösterisi yapmışlardır.

Lumiere kardeşlerin yaptığı bu gösteri, sinemanın varoluşunun

başlangıcı olarak kabul edilir.1

Sinematografın Türkiye’ye gelişi konusunda ise çeşitli görüşler

vardır. 2. Abdülhamit’in kızlarından Ayşe Osmanoğlu’nun anılarında

belirtildiğine göre Bertrand adlı bir Fransız, padişahın izniyle 1896

sonları ya da 1897 başlarında sarayda bir film gösterimi yapmıştır.2

Gazeteci-yazar Rakım Çalapala, sinemanın yurda bir Fransız ressam

tarafından getirildiğini öne sürer.3 Yazar ve sinema eleştirmeni Ali

Özuyar, Babıâli’nin sinematograf adlı icattan haberdar olmasını,

Mösyö Jamin adlı bir Fransız vatandaşının, sefareti aracılığıyla

gönderdiği yazıyla ilişkilendirir. Özuyar’ın bildirdiğine göre 17

Haziran 1896’da, Fransız sefaretinden Osmanlı hariciye nezaretine bir

yazı gönderilmiş ve Mösyö Jamin’in sinematografı için gerekli olan

lambanın, gümrükten geçirilmesine izin verilmesi istenmiştir. 2.

1 Giovanni Scognamillo, Türk Sinema Tarihi, Kabalcı Yayınları, İstanbul,

2003, s. 15. 2 Scognamillo, age, s. 15. 3 Rakım Çalapala, Türkiye’de Filmcilik-Filmlerimiz, Yerli Film Yapanlar

Cemiyeti, İstanbul, 1947, s. 21.

Sinemacilari Edebiyata Yönelten Muhtemel Sebepler Üzerine Bazi Dikkatler /

Özlem KALE

91

Abdülhamid’in elektrikli ve manivelalı aletlere karşı hassasiyetini

bilen sadrazam Halil Rifat Paşa, hariciye nezaretinin kendisine ilettiği

bu yazı üzerine, adı geçen aletin ne olduğunun araştırılması için

çalışma başlatmıştır. 20 Eylül 1896 tarihinde sadrazama bildirilen

sonuç raporunda, “sinematograf adı verilen aletin, ilmî yönden

insanlık için faydalı” olduğu belirtilmiştir. Özuyar’a göre bu rapor,

ülkedeki sinema faaliyetlerinin erken dönemde başlamasında etkili

olmuştur.4

Senaryo yazarı ve yönetmen Nurullah Tilgen, yurtta ilk sinema

gösterileri hususundaki önceliği Lumiere kardeşlerin temsilcilerine

verir ve onların Türkiye’de yaptıkları film gösterimlerinden bahseder.5

Gazeteci-yazar Ercüment Ekrem Talû, Lumierelerin temsilcilerinden

Weinberg’in, 1896-97 yıllarında, Galatasaray’daki Sponek

Birahanesi’nde halka açık film gösterimleri düzenlediğini söyler. 1868

Romanya doğumlu bir Polonya Yahudisi olan Weinberg’in ardından

Matalon isimli bir başka Yahudi, Beyoğlu’ndaki Lüksemburg

apartmanlarında kiraladığı bir odada film göstermeye başlamıştır. İlk

sinema salonu, Weinberg’in 1908’de işletmeye başladığı ve

günümüzde var olmayan Tepebaşı’ndaki Pathe Sineması’dır. Konulu

ilk Türk filmi, Weinberg tarafından çekimine başlanan ancak daha

sonra bir oyuncunun vefatı üzerine yarım kalan Leblebici Horhor adlı

filmdir. Harbiye nazırı Enver Paşa’nın emriyle kurulan “Merkez Ordu

Sinema Dairesi”, konulu Türk film çekimi denemelerine ortam

hazırlayan en önemli kurum olmuştur. Tamamlanan ilk film ise 1916

yılında yine Weinberg tarafından çekimine başlanan ve 1918’de Fuat

Uzkınay tarafından tamamlanan Himmet Ağa’nın İzdivacı’dır. Fuat

Uzkınay aynı zamanda 14 Kasım 1914 günü, Ayastefanos’taki Rus

abidesinin yıkılışının 150 metrelik bir filmini çeken, ilk Türk

sinemacısı ve belgeselcisidir.6

2. Edebiyat Uyarlamaları

2.1. Edebiyattan Sinemaya Uyarlama Nasıl Yapılır?

Sinema kendisinden önce var olan edebiyat, resim, müzik,

tiyatro, heykel, dans gibi sanat dallarının hepsiyle iletişim içindedir.

Ancak “Yedinci Sanat”

en güçlü bağını edebiyatla kurmuştur.

Sinemacıların edebiyata yönelme sebeplerine geçmeden önce

“uyarlama” kavramına açıklık kazandırmakta fayda vardır.

4 Ali Özuyar, Sinemanın Osmanlıca Serüveni, De Ki Basım Yayım Ltd. Şti.,

İstanbul, 2008, s. 11. 5 Nurullah Tilgen, “Bugüne Kadar Filmciliğimiz”, Yeni Yıldız Dergisi, Ekim

1956, s. 12. 6 Scognamillo, age, s. 23.

Sinemacilari Edebiyata Yönelten Muhtemel Sebepler Üzerine Bazi Dikkatler /

Özlem KALE

92

Sinemanın en önemli öğesi olan senaryo, iki şekilde meydana

getirilir. Bunlardan birincisi film yapmak isteyen kişinin, tasarladığı

konuyu yalnızca sinema diliyle ifade edilecek şekilde vücuda getirdiği

“özgün senaryo”, ikincisi ise daha önce yazılmış bir metni senaryo

biçimine dönüştürme işlemi olan “uyarlama”dır. Bu kavram sinema

için düşünülecek olursa “edebî eserleri, sinema, tiyatro, radyo ve

televizyonun teknik imkanlarına uygun duruma getirmek, adapte

etmek” yahut “bir yabancı eseri, kişi ve yer adlarını değiştirerek yerli

bir eser durumuna getirmek” şeklinde tanımlanabilir.7 Sinema

uyarlamalarında, sinema için hazırlanmamış bir metni sinemaya

uygun biçime sokma söz konusudur. Bu nedenle sinema

uyarlamalarında, başka bir sanatın ürünlerini sinema sanatının

gereklerine uydurma çabası ağır basar.

Edebiyattan sinemaya yapılan uyarlamalar genel olarak üç

türde gerçekleşir. Bunlardan ilki, romandan farklı bir seyir izleyen

sinema örneklerini kapsar. Bu tür uyarlamada sanatçı, başarılı olmuş

bir ürünün biçimini, malzemesini ya da fikrini ödünç alır ve kendi

yapıtı için kullanır. Bu türün en tipik örnekleri, Shakespeare

metinlerinden ya da bazı destanlardan hareketle yapılan filmlerdir. Bu

tür uyarlamalar, yönetmene serbest hareket etme olanağı tanır. İkinci

tür uyarlamalar, kaynak alınan metne bağlı kalmayı hedefler. Bu tür

uyarlamalarda sinemacı, romancının yazı diliyle yaptığını görüntü

diliyle yapmayı hedefler. Bondarcuk’un Savaş ve Barış romanından

yaptığı uyarlama bu türe örnek gösterilebilir. Üçüncü tarzda ise bir

dönüştürme söz konusudur. Burada, edebi metnin iskeleti korunur;

ancak sinemacılar bu iskeletten yepyeni bir sanat yapıtı ortaya

çıkarırlar.8 Uyarlanacak eser ister sinema yararına bir senaryo

hammaddesi olarak kullanılsın ister sinemaya egemen kılınsın ve

isterse sinema dilinde yeniden üretilmeye çalışılsın ortaya çıkan şey

yeni bir üretimdir. Zira roman, değişik okumalara açık, çok boyutlu

bir yapıya sahiptir. Bir metnin anlamı, yazarın zihninde, eserin

metninde ve okurda gizlidir. Yazar-metin-okur üçlemesinin hangisi ön

plana çıkarılırsa metnin aslı da o yöne doğru kayar. Bu nedenle

herhangi bir uyarlamanın “aslına sadık kalması” mümkün değildir;

zira sinemacı, kendi özgün okumasından yola çıkarak uyarlamaya

girişir. Yeniden yorumlanan ve görsel dile çevrilen kaynak metin artık

7 Türkçe Sözlük, C. 1, 2, Türk Dil Kurumu Yayınları, 9. b., Ankara, 1998. 8 Cemal Aykın, “Batı Toplumlarında Roman ve Sinema İlişkileri 2”, Türk

Dili, S. 383, İstanbul, Kasım 1983, s. 495, 496.

Sinemacilari Edebiyata Yönelten Muhtemel Sebepler Üzerine Bazi Dikkatler /

Özlem KALE

93

yeni bir yapıttır. Uyarlama yapılırken aslında edebî metin

dönüştürülerek sinemada tekrar kullanıma sokulmuş olur.9

a. İlk Uyarlamalar

Edebiyattan sinemaya yapılan uyarlamaların geçmişi, George

Melies’ın Jules Verne’den esinlenerek, 1902’de çektiği A Trip to the

Moon (Ay’a Seyahat) filmine kadar uzanır. Bu film, aynı zamanda

bilim-kurgu türünün de ilk örneğidir. Edebiyatı ve özellikle de Balzac,

Hugo, Dickens gibi yazarların romanlarını, Melies’i takiben diğer

Fransız ve İtalyan yönetmenleri, ardından da Amerikalılar öykü

materyali olarak kullanmışlardır. Türkiye’de, sinemaya uyarlanan ilk

tiyatro eseri, Mehmet Rauf’un Pençe adlı oyunudur. Bu eser, 1917’de

Sedat Simavi tarafından, İstanbul’da Alemdar ve Beyoğlu’nda

(Skating Palas) gösterilmiş, hatta ünü Berlin’e kadar ulaşmıştır.

Edebiyattan yapılan ilk uyarlama ise Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın

Mürebbiye adlı romanıdır. Bu roman, sinemaya 1919 yılında Ahmet

Fehim tarafından uyarlanmıştır. O yıllarda henüz sinema yazım

tekniği bilinmediğinden eser doğrudan doğruya görüntüye

aktarılmıştır. Filmle ilgili ilk eleştirilerden biri, dönemin münekkidi ve

tiyatro sanatçısı İ. Galip Arcan’dan gelir: (Gökmen, 1989: 23)“Bizde

her sınıf halk tarafından büyük zevk ile okunmuş, takdir edilmiş olan

yegâne romancımız Hüseyin Rahmi beyin bu eseri ekseriyetçe

okunmamış meçhul bir roman olsaydı senaryo hakkında biraz daha

şedit bir tenkit yapmak haklı olabilirdi... Dört kısımlık büyük bir

mevzu olarak imal edilen film, Hüseyin Rahmi beyin Mürebbiye

romanı ile mukayese edilirse bir hayli sönük ve küçük kalır...”

Türkiye’de yerli popüler edebiyat eserlerinin sinemaya uyarlanması

oldukça yaygındır. 1919-1980 arasında yapılan genel bir

değerlendirmede 3100 film arasından 230’dan fazlasının yerli popüler

edebiyat eseri uyarlaması olduğu saptanmıştır.

3. Sinemacıların Edebiyata Başvurma Sebepleri

Sinemacıların edebiyata başvurma nedenlerini incelerken

edebiyatçı ve sinemacıların kitap, söyleşi ve makalelerinde dile

getirdikleri görüşlerden faydalanmanın yararlı olacağı kanaatindeyiz.

Sinemacıların edebiyata yönelme sebeplerinin başında ticarî –

sanatsal kaygılar ile zaman, yaratıcılık ve senaryo kıtlığı sayılabilir.

9 Özlem Kale, Türk Edebiyatında Sinemaya Uyarlanan Romanlar ve

Uyarlama Sorunu, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yeni Türk

Edebiyatı Anabilim Dalı, (Yayımlanmamış Doktora Lisans Tezi), İstanbul,

2013.

Sinemacilari Edebiyata Yönelten Muhtemel Sebepler Üzerine Bazi Dikkatler /

Özlem KALE

94

Uyarlamalara, konu sıkıntısını aşmanın yanı sıra kitap ya da tefrika

olarak yayımlanan yerli edebiyat ürünlerinin halkta ilgi uyandırması

ve halkın bu eserleri sinemada görmek istemeleri sebebiyle de

başvurulur. Okunmuş ve tutulmuş bir eserden yapılan filmin seyirci

bulma olasılığı özgün bir senaryodan çekilen filme nazaran daha

fazladır. Halkın ilgisinin ölçülmüş olduğu edebiyat eserlerini

sinemaya uyarlamak onları yeni bir konuya alıştırmaktan daha kolay

ve garantili bir yöntemdir. Yazar Selim İleri, özellikle popüler

edebiyatın sinema yapımcılarının “gişe garantisi” olduğuna dikkat

çekerken Kerime Nadir ismi üzerinde durur. İleri’ye göre Kerime

Nadir’in romanlarından iyi “iş filmi” çıkar ve yapımcıların yaptıkları

hesaplar boşa gitmez.10

Senaryo yazarı Bülent Oran 1960’lardaki

“film enflasyonu” yüzünden aynı anda iki filmin senaryosunu yazmak

zorunda kaldığını, bu nedenle de çoğu zaman çekilmekte olan filme

“senaryo yetiştirmek” zorunda olduğunu ifade ederek konuyu “zaman

kıtlığına” bağlar.11

Yönetmen Ülkü Erakalın, kendisiyle yaptığımız

görüşmede, özellikle 1960-1980 yılları arasında, film çekme bütçesi

içinde senaryoya ayrılan payın sadece %3 olduğunu belirterek

senaryocuların ekonomik açıdan “mağdur” olduklarını söyler. Zaten

kısıtlı olan film bütçesinden senariste ayrılan pay, romanın hazır bir

senaryo olarak değerlendirilmesi durumunda düşecek ve bu vesileyle

dekor, kostüm, film negatifi gibi ihtiyaçlara daha fazla para

harcanabilecektir.12

Özellikle 1960’tan sonra Türkiye’de çekilen film

sayısının yılda iki yüzü bulduğu göz önüne alınırsa arzu edildiği gibi

bir hikâye bulma ve proje teklif etme yükünün kısıtlı bütçe sebebiyle

yönetmenin omuzlarına yüklenmesi kaçınılmazdır. Zaten maddi

tatminsizliklerden dolayı piyasada çok az sayıda profesyonel senaryo

yazarı bulunmaktadır. Hatta bunların arasında, tefrika edilen ve

yazarları tarafından tamamlanmamış olan romanları ikmal etmek

suretiyle onları senaryolaştırma mahareti gösteren senaristler de

vardır.13

Bu senaristler, özgün senaryo yazarlarından daha fazla tercih

edilirler; zira diğerlerine nazaran kısa zamanda ve düşük ücretle daha

fazla “iş” üretirler. Bu bağlamda sinemacının, film sayısıyla doğru

orantılı olarak artan konu bulma sıkıntısını daha ekonomik şekilde

gidermek için, edebiyata ve yabancı filmlerden yapılan adaptasyonlara

başvurması son derece doğaldır.

10 Selim İleri, “Kerime Nadir Adı Teminattır”, Yedinci Sanat, S. 2, İstanbul,

Nisan 1973, S. 12. 11 İbrahim Türk, Senaryo Bülent Oran, Dergâh Yayınları, İstanbul, Mart 2004,

s. 287. 12 Ülkü Erakalın’la 12.03.2009 tarihinde yapılan görüşme. 13 Nijad Özön, “Roman ve Sinema”, Türk Dili-Roman Özel Sayısı, S. 154,

İstanbul, Temmuz 1964, s. 797-800.

Sinemacilari Edebiyata Yönelten Muhtemel Sebepler Üzerine Bazi Dikkatler /

Özlem KALE

95

Konuyu bir de seyirci açısından değerlendirmek gerekir.

İzlemenin, okumaktan daha zahmetsiz ve az zaman alan bir eylem

olduğu göz önüne alınırsa uyarlamalar sayesinde romanın daha

“kestirme bir yoldan” tüketileceği söylenebilir. İçeriği ya da sayfa

sayısı nedeniyle okunması zor gibi görünen kitapların, “filme

alınmalarını” bekleyen okurlar vardır. Roman okumaya konsantre

olmakta zorlanan okur, romanın film uyarlamasını izlemeyi tercih

eder. Kesintisiz bir biçimde akıp giden sahneler, dikkati sabitlemek

yerine bu sürekliliğe uyulmaya çalışılmasını ve konunun bir bütün

içinde algılanmasını sağlar. Bu nedenle sinema izleyicilerinin,

edebiyat uyarlamalarına rağbet etmesi normaldir.14

Ancak madalyona

bir de diğer yüzünden bakılacak olursa kitap okumak ve film

izlemenin farklı eylemler olduğu görülür. Okuyucu, kitap okurken

istediği sayfaya tekrar dönebilir, bazı satırları yeniden okuyabilir ve

okumaya ara vererek hayal gücünü devreye sokabilir. Görsel

imgelerin özümsenmesi daha kolay gibi görünse de düşünce üretmek

için yapılan görüntüler, zaman zaman o düşüncelerin önüne geçebilir.

Yazılı metin, daha huzurlu bir algılama sürecine imkân verir. Kitabın

doğrudan doğruya söylemediği ama ima ettiği fikirler, yazılı metinden

çıkarılabilir. Kısacası okuyucu, romanı “yönetmenin gözünden”

izlemek yerine kendi kendine yorumlamayı tercih edebilir.

Türk sinemasında “bölge işletmeleri” adı verilen kuruluşların

sinema severlerin beğenisine dönük olarak yaptıkları anketler bir hayli

önemlidir.15

Sinema filmleriyle ilgili piyasa araştırmasına girişen

bölge işletmelerinin yaptıkları anketlerle beyazperdede görülmek

istenen oyuncular belirlenir. Örneğin Ege Bölgesi’ndeki seyirciler,

“efe konulu bir filmde” Kartal Tibet’i görmek isterlerken Doğu

Anadolu’daki seyirciler bir “kabadayı filminde” Yılmaz Güney’in

oynamasını arzu ederler. Bu durumda neyin nasıl anlatıldığı değil kim

tarafından anlatıldığı önem kazanır. İzleyicinin istediği doğrultuda

çekilecek olan film bir roman uyarlamasıysa romanın anlatmak

istedikleri kolayca göz ardı edilebilir; zira izleyici sadece

aktör/aktristle ilgilenmektedir. Klasik olmuş edebiyat yapıtlarının film

olması, kitlesel kültüre katkı sağlayabilir; ancak okumak, akılda

kalması gereken bölümleri süzmek ve geneli yorumlamak gibi beyni

çalıştıran faaliyetler gerektirir. Herkesin kendi başına alımlaması

gereken bu süreci senariste ya da yönetmene bırakmanın sağlıklı bir

tutum olmadığı kanaatindeyiz. Öte yandan Türk sinema izleyicisi

genellikle aşk ve dram tarzı filmlere meyyaldir. Popüler edebiyat

14 Zeynep Çetin Erus, Amerikan ve Türk Sinemalarında Uyarlamalar-

Karşılatırmalı Bir Bakış, Es Yayınları, İstanbul, 2005, s. 48-60. 15 Erman Şener, “Türkiye’de Sinema ile Edebiyat Arasındaki İlişkiler ve

İşbirliği”, Milliyet Sanat, S. 179, İstanbul, 1976, s. 5.

Sinemacilari Edebiyata Yönelten Muhtemel Sebepler Üzerine Bazi Dikkatler /

Özlem KALE

96

bunun için biçilmiş kaftan gibidir. Sinema emekçisi Agah Özgüç’ün

deyişiyle “best seller üçlüsü” olan Kerime Nadir, Muazzez Tahsin

Berkand ve Esat Mahmut Karakurt sayesinde düşük bütçeli olmasına

karşın “yüksek gişeli” filmler çekmek mümkün olmuştur.16

Çok

okunan bir romanın popülerliğinden ya da yazarın adının

saygınlığından istifade etmek isteyen yönetmene düşen iş, “romanın

halkla özdeşleşebilmesi için” filmin duygusallık dozunu biraz

arttırmaktır. Bu noktada sinemacı, romandaki hayâlî olaylar ve kişileri

ete kemiğe büründürürken izleyicinin “hayâl ettiği şeyleri” karşısında

görmesini esas alır. Bunun sebebi sanatsal kaygıdan ziyade ticarî

başarıya ulaşma gayesidir. Bunu başarabilmek için de sinemacı,

gerekirse romanı güncelleştirip romanın olay örgüsü, karakter ve

mekan gibi unsurlarını değiştirerek “romana duygusal açılımlar” katar.

Türk sinemasında uyarlamaya başvurulma nedeni olarak

gösterilebilecek bir başka faktör de romanın politik mesaj taşımasıdır.

Yapımcı veya yönetmen, hayat görüşüne uygun bulduğu romanı

sinemaya uyarlayarak ilgi çekmeye çalışır. Yaşanan dönemin

özelliklerini yansıtan roman sinemaya uyarlanmak suretiyle bir eleştiri

yahut protesto vasıtası olarak kullanılır. 1980 İhtilali ya da 2. Dünya

Savaşı’nı anlatan filmler bu duruma örnek gösterilebilir. Diğer yandan

“beyaz sinema” diye adlandırılan İslamî filmlerden, doksanlı yıllarda

birçok örnek görmek mümkündür. Geniş bir kesim tarafından ilgi

gören bu romanlardan yapılan uyarlamalar ticarî olarak da başarılı

olmuş hatta ardından devam niteliğinde filmler çekilmiştir. Hekimoğlu

İsmail’in aynı adlı romanından sinemaya uyarlanan ve büyük bir gişe

başarısı sağlayan Minyeli Abdullah bu kategoriye örnek gösterilebilir.

İdeolojik veya tezli bir romanı sinemaya uyarlamak isteyen yönetmen,

öncelikle kendi dünya görüşüyle uyarlama yapacağı roman yazarının

dünya görüşü arasında paralellikler kurar. Bu paralelliği

yakaladığında, yazarın bakışını kendi dünya görüşüne biraz daha

yakınlaştırmak adına romandaki bazı detayları değiştirmekten imtina

etmez. Bu iddiayı birkaç örnekle temellendirmek yerinde olacaktır.

Halide Edip Adıvar’ın Vurun Kahpeye romanını 1973 yılında aynı

adla sinemaya uyarlayan Halit Refiğ, romanda yer almamasına karşın,

filminin sonunda Aliye’nin eline bir Cevşen vererek kendi ifadesiyle

“yobazlar tarafından, vatana ve nişanlısına ihanetle suçlanan bir

kadının aslında ne kadar imanlı ve dindar olduğunu” göstermiştir.

Böylece, dini çıkarları doğrultusunda yorumlayan “yobaz tiplerle iyi

Müslüman ayrımının” altını çizerek Aliye’yi linç edenlerin

haksızlığını pekiştirmiştir. Aynı filmin Ömer Lütfi Akad tarafından

16 Agâh Özgüç, “Geçmişten Günümüze Türk Sinemasında Edebiyat

Uyarlamaları”, Varlık, S. 1060, İstanbul, Ocak 1996, s. 6-7.

Sinemacilari Edebiyata Yönelten Muhtemel Sebepler Üzerine Bazi Dikkatler /

Özlem KALE

97

çekilen 1949 versiyonunda, orijinal romanda Yunanlı olan düşmanlar,

tâbiyeti belirsiz olarak gösterilmişlerdir. Bunun sebebi filmin baş

oyuncusu Sezer Sezin’e göre “dünya kardeşliğini zedelememek”

içindir.17

Halit Refiğ ise Ömer Lütfi Akad’ın çektiği 1949 yapımında

düşmanın tâbiyetinin belli olmayışını “o dönemin koşullarında eski

düşmanlarımızla dost olmaya çalışmamıza” bağlar. Yönetmenliğini

kendisinin yaptığı 1973 versiyonunda ise “işler kopma noktasına

geldiği için” düşmanın Yunanlı olarak gösterilmesinde bir beis

görülmemiştir.18

Sonuç

Edebiyat-sinema etkileşimi çoğunlukla tek taraflı bir ilişkidir.

Roman ve hikâyeler başta olmak üzere, pek çok edebî yapıt sinema

sektörünce “senaryo hammaddesi” olarak görülerek beyaz perdeye

aktarılmıştır. Özellikle Hollywood, çok satan edebî yapıtları işleyerek

sinema sektöründe edebî yapıtların sinemaya uyarlanması alanında

çığır açmıştır. Dünya geneline bakıldığında, yapıtları sinemaya en çok

uyarlanan isimlerin başında Shakespeare’in geldiği görülür. Üç yüz

civarında yapıtı filmlere konu olmuştur. Bunun dışında Dostoyevski,

Ernest Hemingway, Gabriel Garcia Marquez, Flaubert, Proust,

Alexander Dumas, John Steinbeck gibi yazarların yapıtları da

defalarca sinemaya uyarlanmıştır.19

Türk sinema tarihinde,

Batı’dakinden farklı olarak, sinemaya uyarlanan ilk yapıtlar Türk

klâsikleri olmamıştır. Sinema sektörü ilk yıllarda daha çok piyasa

romanlarıyla beslenmiş, gereksinimini melodrama konu olabilecek

romanlardan karşılamıştır. Dönemin “en çok gişe yapan” filmini

yapma iddiasında olan sinemacılar, uyarlama yapacakları eserleri,

romanın ve yazarın popülaritesine göre belirlerler. Seçtikleri klâsik

eserin toplumsal mesajlarını ve yazarın kendi dönemine bakış açısını

göz ardı ederek romanı “popüler tarzda” yorumlamaya çalıştıkları da

olur. Bunun sebebi, çok okunan bir romanı, çok izlenen bir film hâline

getirmek istemeleridir. Nijad Özön’ün deyişiyle, (1995: 211)“1950 ve

60’lı yıllarda Türk sineması için geçim derdi yoktur, ev sıkıntısı

yoktur, gecekondu yoktur, karaborsa yoktur, evli bir çiftin

karşılaşacağı sorunlar yoktur. İnsanlar, yaşadıkları yer, çevre ve

zaman ne olursa olsun Mükerrem Kâmil romanına göre tanışır, Esat

Mahmut romanına göre sevişir, Kerime Nadir romanına göre verem

olup ölürler.”

17 Sezer Sezin’le 17.10.2008 tarihinde yapılan görüşme. 18 Halit Refiğ’le 18.11.08 tarihinde yapılan görüşme. 19 Tuncay Yüce, “Sinema ve Edebiyat Türleri Arasında Görülen Etkileşimler”,

ZKÜ Sosyal Bilimler Dergisi, S. 2, İstanbul, 2005, s. 67-74.

Sinemacilari Edebiyata Yönelten Muhtemel Sebepler Üzerine Bazi Dikkatler /

Özlem KALE

98

Roman uyarlamalarına gereksinim duyulmasının balıca

sebepleri arasında sanatsal ve ticarî kaygılar, yazar ve yönetmenin

politik mesajlarının uyuşması, beğenilmiş bir romandan uyarlanan

filmin ilgi görme garantisi, senaryo yazmak için yeterli zamana sahip

olmama, film bütçesinde senaryoya ayrılan payın düşük olması, ve

senaryo kıtlığı vb. sebepler sayılabilir. Uyarlama yapacak olan

sinemacının, önem verdiği bir yazarın romanını, kendi bakış açısına

göre yorumlayarak toplumun gözleri önüne sereceği bilinciyle hareket

etmesi kuşkusuz en doğru olandır. Eserin yaratıcısının emeğine saygı

göstermek gerekli ve önemlidir. Sinema başlangıcından itibaren

edebiyattan etkilenmiştir ve her iki sanat dalı var olduğu sürece bu

ilişki sürecektir. Ancak unutulmamalıdır ki her iki sanat dalı da

kendilerini farklı dillerde ifade eder ve edebiyattan sinemaya yapılan

uyarlamalar, romandan bağımsız, yeni ürünlerdir.

Kaynakça

AYKIN (1983). Cemal Aykın, “Batı Toplumlarında Roman ve

Sinema İlişkileri 2”, Türk Dili, S. 383.

ÇALAPALA, Rakım (1947), Türkiye’de Filmcilik-Filmlerimiz,

İstanbul: Yerli Film Yapanlar Cemiyeti.

ERUS, Zeynep Çetin (2005). Amerikan ve Türk Sinemalarında

Uyarlamalar-Karşılatırmalı Bir Bakış, İstanbul: Es Yayınları.

GÖKMEN, Mustafa (1989). Başlangıçtan 1950’ye Kadar Türk

Sinema Tarihi, İstanbul: Denetim Ajans Basımevi.

İLERİ, Selim (1973). “Kerime Nadir Adı Teminattır”, Yedinci Sanat,

S. 2.

KALE, Özlem (2013). Türk Edebiyatında Sinemaya Uyarlanan

Romanlar ve Uyarlama Sorunu, İstanbul Üniversitesi, Sosyal

Bilimler Enstitüsü, Yeni Türk Edebiyatı Anabilim Dalı,

(Yayımlanmamış Doktora Lisans Tezi), İstanbul.

ÖZGÜÇ, Agâh (1996). “Geçmişten Günümüze Türk Sinemasında

Edebiyat Uyarlamaları”, Varlık, S. 1060.

ÖZÖN, Nijad (1964). “Roman ve Sinema”, Türk Dili – Roman Özel

Sayısı, S. 154.

ÖZÖN, Nijad (1995). Karagözden Sinemaya 1, Ankara: Kitle

Yayınları.

ÖZUYAR, Ali (2008). Sinemanın Osmanlıca Serüveni, İstanbul: De

Ki Basım Yayım.

Sinemacilari Edebiyata Yönelten Muhtemel Sebepler Üzerine Bazi Dikkatler /

Özlem KALE

99

SAYIN, Aylin (2005). Türk Sinemasında Edebiyat Uyarlamaları ve

Bu Uyarlamaların Toplumsal Yapıyla Etkileşimi, Mimar Sinan

Güzel Sanatlar Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü,

Sinema-TV Anasanat Dalı, (Yayımlanmamış yüksek lisans

tezi), İstanbul.

SCOGNAMILLO, Giovanni (2003). Türk Sinema Tarihi, İstanbul:

Kabalcı Yayınları.

ŞENER, Erman (1976). “Türkiye’de Sinema ile Edebiyat Arasındaki

İlişkiler ve İşbirliği”, Milliyet Sanat, S. 179.

TİLGEN, Nurullah (1956). “Bugüne Kadar Filmciliğimiz”, Yeni Yıldız

Dergisi, S. 12.

TÜRK, İbrahim (2004). Senaryo Bülent Oran, İstanbul: Dergâh

Yayınları.

YÜCE, Tuncay (2005). “Sinema ve Edebiyat Türleri Arasında

Görülen Etkileşimler”, ZKÜ Sosyal Bilimler Dergisi, S. 2.

Cilt: 2 Sayı: 4 Temmuz 2014 / Volume:2 Issue:4 July 2014

YAZILI KÜLTÜR ORTAMI ÜRÜNÜ OLARAK DESTANCI

ÂŞIK ALİ ŞAHİN’İN YAYINLANMAMIŞ DESTANLARI

Culture Media Products As Written Unpublished

Ministrel Poems of Ashig Ali Şahin's

Ayhan KARAKAŞ

ÖZET

Çukurova yöresi âşıklık geleneğinin canlı bir şekilde

sürdürüldüğü birkaç yöreden biridir. Âşık Ali Şahin bu gelenek

içerisinde oldukça önemli bir yere sahiptir. Adana’nın Karaisalı

ilçesinde doğan âşık destanlarıyla ön plana çıkmıştır. Destanlar âşıklık

geleneği içerisinde sözlü, yazılı ve elektronik kültür ortamında

meydana getirilen ürünlerdir. Çalışmamızda ele alacağımız destanlar

yazılı kültür ortamı içerisinde değerlendirilecektir. Âşıklar bu

destanlarda her türlü olayı hikâye ederek anlatmışlardır. Kitle iletişim

araçlarının yaygın olmadığı dönemlerde halkın haber ihtiyacını

karşılayan destanlar âşıklara maddi bir gelir de sağlıyordu. Âşık Ali

Şahin yıllarca Adana’da destan yazmış ve yazdığı bu destanları

Adana’daki matbaalarda bastırarak kalabalık yerlerde satmıştır. Bu

çalışmada Âşık Ali Şahin’in altı adet destanı incelenmiş, destan

metinlerinin tamamı ve metinlerin fotoğraflarından biri çalışmanın

sonunda verilmiştir.

Anahtar Kelimeler: Çukurova, Âşık Ali Şahin, Destan

ABSTRACT

Çukurova region is maintained in a lively manner of minstrelsy

tradition is one of the few regions. Ashig Ali Şahin has a very

important place in this tradition. Born in the district of Adana

Karaisalı has been in the forefront with destan. Destans written in the

tradition of minstrelsy are the products formed in the written, oral and

electronic culture. Ashigs of all kinds in this epic event were told by

the story. Is common during periods of mass media news that meets

Yrd. Doç. Dr. Çukurova Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve

Edebiyatı Bölümü, [email protected]

Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in

Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ

101

the needs of the people to ashigs would also provide an income

property. Ashig Ali Şahin years wrote and wrote this destans in Adana

and printing press was purchased in crowded places. In this study we

examined Ashig Ali Şahin six destan, destan texts and photos are

given at the end of the study.

Key Words: Çukurova, Ashig Ali Şahin, Ministrel Poems

1. Giriş

Çukurova yöresi âşıklık geleneğinin eskiden beri güçlü olarak

yaşadığı yörelerden biridir. Yörede geçmişte çok büyük ve usta âşıklar

yetişmiş ve eserleri günümüze kadar taşınmıştır. Devam eden gelenek

sonucunda günümüzde de önemli ve usta âşıklar yetişmektedir. Bu

âşıklar da geleneği sürdürmek için çaba göstermektedirler. Çukurova

yöresinde âşıklık geleneği, bundan 20-30 yıl öncesine göre canlılığını

kaybetmiş ve zayıflamış olsa da, günümüzde varlığını sürdürmektedir.

Geleneği temsil eden âşıklar yörede hâlâ yeni ürünler ortaya koymakta

ve halkın duygularına tercüman olmaktadırlar. İnsanların ölüm ve

diğer olaylar karşısındaki acılarını, sevinçlerini, özlemlerini türkülerle

dile getirmektedirler. Aynı zamanda daha önceden gelenek içerisinde

öğrendikleri usta malı eserleri de yeri geldikçe icrâ etmektedirler.

Yörede saz çalarak veya sazsız, doğaçlama şiir söyleyenlere

“âşık”, bu söyleme biçimine de “âşıklama” adı verilir. Âşık ağıt yakar,

destan söyler, halk hikâyesi anlatır, güzelleme düzer, öğüt verir,

sevilmeyeni yerer, yiğitleri koçaklar. Âşıklar yüzyıllardır süren

sanatlarını birtakım kurallara göre uygularlar. Çağların deneyim ve

beğeni imbiğinden geçmiş kurallar bütününe “âşıklık geleneği” adı

verilmiştir. Bu gelenek âşığın seslendiği kitlenin kültür düzeyi ve

beğenisine göre şekillenir. Geleneği yönlendirip şekillendiren halktır

(Artun, 1996: 34).

Âşığın şiirleri yaşadığı çevreyle ilgilidir. O nasıl şiirleriyle

çevresini etkiliyorsa, yaşadığı çevre de âşığın şiirinin oluşmasında

etken olacaktır. Âşığın doğa ile iç içe yaşamı onun yeteneği, anlatım

gücü, duygu ve hayalleriyle birleştiğinde ortaya gerçek şiir çıkacaktır

(Artun, 1996: 36).

Günümüz âşıklık geleneğinde olduğu gibi Adana âşıkları da

şiiri doğaçlama ve yazma yoluyla yaratıyorlar. Geleneksel şiirin

büyük bir bölümünde kalem veya önceden ezberleme yoktur. Âşık,

ortamın anlam ve önemine göre saz eşliğinde doğaçlama şiir söyleyen

sanatçıdır (Artun, 1996: 60).

Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in

Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ

102

2. Âşık Ali Şahin’in Hayatı

Âşık Ali Şahin 1927 yılında Adana’nın Karaisalı ilçesinin

Söğütlü köyünde doğmuştur. Ali, küçük yaşta baba mesleği olan

kalaycılığı öğrenmiştir. Babasının ilk eşinden çocuğu olmadığı için,

Ali’nin anasını almış; o da ölünce bir evlilik daha yapmıştır. Ali’nin

sesi güzeldir. Karacaoğlan ve Âşık Garip’i okumak ister; ama okuma-

yazması yoktur. Arkadaşı Ali İhsan’ın yardımıyla okuma- yazmayı

öğrenir (Arı, 2009: 384)

Bir süre sonra analıkların elinden kaçarak Ceyhan’ın Burhan

köyüne gelir. Burhan ve Tatlıkuyu köylerinde bir yandan türkü söyler,

bir yandan da ot kazar, ekin eker. 1946-1949 yılları arasında

İstanbul’da askerliğini bitirip yeniden köyüne döner. 1952 yılına kadar

köyde çeşitli işlerde çalışır. Aynı köyden Döndü adında bir kızı

kaçırarak evlenir. Adana’ya yerleşip dayısının hızarında çalışmaya

başlar. Oradan çeşitli nedenlerle ayrılıp Çotlu köyünde yarıcılık

yapmaya başlar. Bir gün Adana’ya pamuk satmaya geldiğinde bir

destancıyla karşılaşır ve destancılık yapmaya karar verir. Bu yıllarda

A. Vahap Kocaman ve Ferrahi ile tanışır. Ferrahi ile Ferrahi’nin

ölümüne kadar destancılıkta ortaklık yaparlar (Arı, 2009: 385). Âşık

Ferrahi’nin ölümünden sonra Ali Şahin’in destancılığı takriben 1977

yılına kadar devam eder. Ancak çocuklarının büyümüş olması, destan

yazıp satmasına karşı çıkmaları bu işin de bitmesine vesile olur.

Çocuklarının bu müdahalesine fazla üzülen âşık, o güne kadar yazmış

olduğu bütün destanların suretlerini yakar (Atılgan, 2002: 296).

3. Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destan

Sözlü kültürlerin ürettiği, sanat ve insanlık değerleri

açısından son derece üstün sözel edimler, insan ruhuna yazının taht

kurmasıyla yiter ve bir daha yaratılamaz. Buna karşılık, yazı olmadan

insan bilinci gizilgücünden istediği gibi yararlanamaz, başka bazı

güzel ve güçlü yapıtlar üretemez. Bu bağlamda sözlü kültür, yazı

üretmek zorundadır ve üretecektir de (Ong, 2007: 27-28).

Sözlü kültürü teşkil eden unsurlar, yazılı kültürü oluşturanlara

nispetle millet hayatında daha geniş bir katılımcı kabule sahiptirler ve

bu yüzden fertlerin faaliyetleri üzerinde daha etkilidirler. Milletlerin

milli kimliklerini oluşturan ortak kabuller, geniş ölçüde sözlü kültür

içinde teşekkül eder. Sözlü kültür unsurlarının sürekliliği; fonksiyon,

yapı ve muhteva değişmeleri, yerlerini yeni unsurlara terk etmeleri

ortak kabulleri yaratan topluluğun bunlara karşı takınacağı ortak tavra

bağlıdır. Çünki kabuller, resmî değil, gönüllü katılım kabulleri

hususiyetine sahiptir (Yıldırım, 1998: 38).

Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in

Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ

103

Sözlü kültürde bir konuyu kalıplaşmamış, biçimlenmemiş ve

belleğe seslenmeyen bir yoldan düşünmek mümkün olsa bile bu

zaman kaybından başka bir şey değildir; çünkü böyle bir düşünme

biçimi oluştuktan sonra yazı yardımıyla olabileceği gibi kaydedilip

anımsanamaz. Kalıcı bir bilgi olmaktan ziyade, ne kadar karmaşık

olursa olsun, geçici bir düşünce olur. Sözlü kültürlerde toplumun ortak

malı olan hazır kalıplar ve yoğun biçimlendirmeler, yazılı kültürde

yazının üstlendiği görevlerden bazılarını görürken, elbette,

deneyimlerin zihinsel düzenleyişini, düşüncenin tarzını da belirler

(Ong, 2007: 51).

Kültürü taşıyan geleneklerin farklılığına karşılık, onların

taşıdığı kültür unsurları arasında da yapı, biçim, muhteva ve fonksiyon

bakımından aynı durum söz konusudur. Bu sebeple, yazılı ve sözlü

gelenekte yer alan kültürün unsurlarını, kendi hususî durumlarını

dikkate alarak incelemek ve değerlendirmek lâzımdır. Çünki, bir

topluluğu veya milleti meydana getiren fertler üzerinde, her iki

gelenekte yer alan unsurların tesir gücü ve onlar tarafından kabul

derecesi farklıdır. Dolayısıyla, biz, kültür unsurlarını, taşındıkları

geleneği esas alarak, sözlü kültür ve yazılı kültür kavramları içinde

toplamayı uygun buluyoruz (Yıldırım, 1998: 38).

Bugün yazılı ve sözlü ortamlar, birbiri içine iyice girmiş

durumdadır. Ve giderek birbiri içinde eriyerek yeni oluşumlar ve yeni

kaynak tipleri üretmektedirler. Toplumlar var oldukça, bu ortamlar ve

bu oluşumlar da sürecektir. Değişmeler, dönüşmeler, yeni kaynak

tipleri, yeni ortamlar ortaya çıkarabilir. Nitekim toplumun var

oluşundan bu yana gelişen sözlü ve yazılı ortamlara, bugünlerde, bir

de, sesli ve görüntülü ortam eklenmiştir. Ama bu yeni durum,

öncekileri ortadan kaldırmaz. Sözlü ortam ve yazılı ortam kaynakları,

toplumda yine, geleceğe geçiş kanalları olma işlevini sürdürürler

(Yıldırım, 1998: 94).

Türk halk edebiyatında özellikle saz şairlerinin genel olarak

11’li hece ölçüsü ve dörtlük nazım birimiyle ortaya koydukları ve her

türlü hayat olaylarını içine alan destanlara eskiden beri

rastlanmaktadır. Bu destanların 7’li ve 8’li hece ölçüsüyle yazılmış

örnekleri de vardır. Dörtlük sayısıyla ilgili olarak kesin bir şey

söylemek mümkün olmamakla beraber, on dörtlük ile yüz dörtlük

civarında olabileceği kanaati yaygındır (Albayrak, 2004: 123). Destan

kavramının şekil, tür ve hacim açısından değerlendirildiğinde

araştırmacıların henüz tam bir fikir birliği içerisinde olmadıklarını

görüyoruz. Destanı hem nazım şekilleri hem de konu ağırlıklı türler

içerisinde değerlendiren Öcal Oğuz’a göre, halk şiirimizde hacim

bakımından diğer örneklere benzemeyen destan, bu özelliği ile bir

nazım şekli olmakla birlikte, konusuna göre tasnif edilmesi sebebiyle

Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in

Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ

104

bir tür olarak karşımıza çıkmaktadır ki, bize göre tartışılması gereken

bir konu özelliği taşımaktadır (Oğuz, 2001: 17). Destanı bir tür olarak

ele alan Özkul Çobanoğlu’na göre ise, meselenin en önemli ve

konumuzla ilgili olan kısmı olan, âşık tarzı şiir geleneğinin heceli

şiirleri bağlamında, çözümünde şimdiye kadar destan bahsini ele alan

bütün araştırıcıların üzerinde ittifak ettiği bir husus olan destanların

“halk şiirinin en uzun nazım biçimi” oluşu özelliğinden hareketle ve

dörtlük sayısı itibariyle uzunluk-kısalık meselesini veya bir başka

ifadeyle hacmi, şimdiye kadar içinde yer aldığı “şekil” ölçütünün,

kafiye örgüsü, nazım birimi gibi şıklarının dışına çıkarak, şekilden

ayrı ve müstakil bir ölçüt olarak kullanılması son derece önemli bir rol

oynayabilir (Çobanoğlu, 2000: 11).

Âşık tarafından destan yapmaya değer bulunan bir vak’ayı, bir

cismi veya kavramı hikâye ederek anlatan ve sözlü kültür ortamında,

âşığın ele aldığı konuyu anlatım tutumuna bağlı olarak geleneksel âşık

havaları eşliğinde icra ettiği nazım türüne destan denmektedir

(Çobanoğlu, 2000: 3). Tür olarak destan, koşma tipine girer. Varsağı,

semai gibi destanın yapısı da koşmanın aynıdır. Aralarındaki ayrım

dört noktada toplanır: Dörtlük sayısı, konu, anlatım (kompozisyon),

ezgi (Dizdaroğlu, 1969: 93). Destanların birçoğunun sahibi bellidir.

Ne var ki gün gelir asıl sahibi unutulur ve eser anonim hale gelir

(Kaya, 2004: 329).

Destanların konusunu oluşturan temel öge, belirli bir olay veya

durumdur. Savaş, deprem, göç, salgın hastalık, su baskını, yangın,

yiğitlik, eşkıya serüveni, yaşlılık, beklenmeyen ölüm olayları,

güldürücü konular, çeşitli durumlar hakkında öğüt, doğumdan ölüme

insanın yaşı, toplumsal yeği ve eleştiri gibi konular görüldüğü gibi

hem kişisel hem de toplumsal olabilmektedir (Albayrak, 2004: 123).

Âşık musikisinde destanlar özel ezgi kalıplarına göre okunur,

güfteler de bu melodi kalıplarına döşenir. Konunun ifade tarzına göre

zaman zaman farklı melodi kalıpları da kullanılır. Destanlar genellikle

uzun hava tarzında serbest bir ritimle, konuşma diline yakın bir

şekilde ve saz eşliğinde icra edilir. Ancak saza ihtiyaç duymayan

destan okuyucuları da vardır (Şenel, 1994: 209).

Gazetelerin henüz yaygın olmadığı dönemlerde çeşitli olaylar

hakkında halka bilgi vermek için destanlar önemli bir vasıta olmuştur.

Bundan dolayı edebî kıymetlerinden çok halk kitlelerine hitap

etmeleriyle değer kazanmışlardır. Bu özellikler dışında destanların

kazanç kaygısıyla da yazıldığı söylenebilir (Şenel, 1994: 209). Yakın

zamanlara kadar Anadolu’nun çeşitli yörelerinde meydana gelmiş ve

toplumu etkilemiş olayları konu edinen tek sayfalık destanları, halkın

kalabalık olduğu yerlerde kendine has bir makamla okuyan destan

Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in

Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ

105

satıcılarına rastlanmaktaydı (Albayrak, 2004: 124). Yazılı kültür

ortamı âşıkları destanlarını okuyarak topladıkları kalabalığa sattıkları

belli başlı icra bağlamları; kahvehaneler, köy odaları, pazarlar,

panayırlar, mahalle ve sokak araları, harman yerleri, tren ve benzeri

ulaşım araçları, cami önleri, okul önleri, gar ve otobüs terminalleri ve

herhangi bir nedenle toplanmış kalabalıkların bulunduğu yerlerdir

(Çobanoğlu, 2000: 225).

Yazılı kültür ortamı destanlarının satışı üç ana kısımdan oluşur.

1. halkın dikkatini çekme, 2. destanı ezgiyle okuyup etkileme ve satın

almaya hazırlama, 3. destanı satma. Âşık yalnız başına veya bir

arkadaşı ile beraber halkın yoğun olarak gelip geçtiği bir yere gider ve

ezgili bir sesle destanını ezberden okuyarak etrafına kalabalığın

toplanmasını sağlar. İşte bu noktada yazılı kültür ortamı destanlarının

da söz ve ezgi ile icrası söz konusudur. Hangi yolla olursa olsun amaç

halkı etrafına toplamaktır. Âşık toplanan kalabalığı yeterli gördüğünde

veya destanı okuyup bitirdiğinde yahut, kalabalığın destandan

etkilendiğini hissettiği an söylediği destanı keser ve omzuna astığı

çantası içinden çıkardığı destanları topluluğa dağıtır veya elinde

bulunan tomardan almak isteyenlere vererek parasını toplar. Yeniden

destanını okumaya başlayarak etrafına yeni bir grubun toplanmasını

sağlar ve satma işlemi aynı şekilde devam eder (Çobanoğlu, 2000:

222-223).

Âşık tarzı destanlarda âşıkların yaşadıkları döneme, sosyal ve

coğrafî çevreye dair pek çok konuya rastlamak mümkündür. Âşıklar

destanlarında yaşadıkları yörenin geleneklerini, göreneklerini, fiziki

ve coğrafi özelliklerini, toplumun düşünce sistemini, değer yargılarını,

dönemin giyim ve kuşam tarzını, halkın kabullerini sanat ve estetik

anlayışını, tarihi ve sosyal olaylarını şiirlerinde dile getirmişlerdir

(Cerrahoğlu, 2013: 636).

Tarihle destanının yakın bir ilişkisi vardır. Her tarihi olay

arkasında destanlar bırakmış, âşık, ozan, saz şairi veya halk şairi adını

verdiğimiz insanlar tarafından önce söze, daha sonra da yazıya

geçirilmiştir (Alptekin, 2011: 16). Destanlar, edebî bir tür olmakla

beraber tarihin kırık dökük aynalarıdır. Bu türdeki yazılı metinler

dikkatli bir şekilde incelendiğinde uzak geçmiş ile ilgili çok kıymetli

malzemeler elde edilmektedir (Demir, 2006: 24). Âşık destanları

yakın ve uzak geçmişimizde meydana gelen toplumsal olayları

yansıtması yönüyle hem belgelerin kısıtlı olduğu dönemlerde bu açığı

kapatarak tarih bilimine katkı sağlar hem de belgelerin aktardığı tarihi

bilgiler dışında yaşanan olayların halka yansımalarını verir.

Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in

Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ

106

4. Âşık Ali Şahin’in Destanları

Çalışmamızın konusunu oluşturan destancı Âşık Ali Şahin’in

tespit ettiğimiz ve daha önce herhangi bir çalışmada yayınlanmayan

altı adet destanı vardır. Çalışmanın sonunda metinlerini ve

fotoğraflarını verdiğimiz bu destanlar; “Karaisalı’nın Nayıplar

Köyünde Kendini Kendirle Asan Talihsiz Ayşe’nin Acı Destanı”,

“Adana’nın Yeni Barajına Kendisini Atan Genç Kızın Acı Destanı”,

“Zamanın İbret Destanı”, “Kozan’ın Sayca Köyünde İki Kardeşin

Destanı”, “Kozan’ın Ağzıkara Köyünden Şoför Hakkı’nın Destanı”,

“Oğlu Tarafından Öldürülen Antalya Müftüsünün Destanı” adlarını

taşımaktadır.

Destanlardan ilki 36x26 cm ölçüye sahip ve arkalı-önlü olarak

basılmıştır. Destanın bir yüzünde tek, diğer yüzünde ise iki destana

yer verilmiştir. Destanda iki farklı yüzde olmak üzere iki adet de

fotoğraf yer almaktadır. Bu fotoğraflar destanlarda anlatılan olayların

kahramanlarıdır. Destanın her iki yüzünde de yazan, fiyatı ve matbaa

ile ilgili bilgiler yer almaktadır. Destanın fiyatı 25 kuruştur. Basıldığı

yer ise Zemin Matbaası-Adana-Telefon 2342. Destanın üzerinde

basım tarihi ile ilgili herhangi bir bilgi bulunmamasına rağmen

destanın 1970’li yılların başında bastırıldığı tahmin edilebilir. Destan

metinleri üç sütun halinde ve 12 punto büyüklüğünde basılmıştır.

Diğer üç destan ise 28x21 cm ölçülerine sahip ve tek yönlü

olarak basılmıştır. Bu destanlarda birer destan metnine yer verilmiştir.

Destanlarda fotoğraf bulunmamaktadır. Destanlar Ali Şahin tarafından

Adana’da Güneş matbaasında bastırılmıştır. Destanların fiyatları 25

kuruştur. Basım tarihleri tahminen 1960’lı yılların ortalarıdır.

Destanlar, iki sütun halinde ve 12 punto büyüklüğünde dizilmiştir.

19. yüzyıl yazılı kültür ortamı destancılığında destan adlarının

çoğunlukla kısa olduğu dikkati çekmektedir. Ancak yazılı kültür

ortamının üretim ve tüketim şartları açısından sözlü kültür ortamından

farklılığı kendini destanların adlandırılmasında ve gittikçe büyüyerek

âdeta destanın özeti halini almasıyla kendini ortaya koyacaktı

(Çobanoğlu, 2000: 264-265). Çalışmamızın konusunu oluşturan

destanların adlandırılmalarına bakıldığında paralel şekilde konunun

özetlendiği uzun başlıklar olduğu görülmektedir.

Destanların biçimsel özellikleri aşağıdaki tabloda toplu olarak

gösterilmiştir.

Destan Nazım Şekli Kafiye Şeması Ölçü Dörtlük Sayısı

D1 Koşma abab/cccb/dddb 11’li Hece 24

Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in

Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ

107

D1: Karaisalı’nın Nayıplar Köyünde Kendini Kendirle Asan

Talihsiz Ayşe’nin Acı Destanı

D2: Adana’nın Yeni Barajına Kendisini Atan Genç Kızın Acı

Destanı

D3: Zamanın İbret Destanı

D4: Kozan’ın Sayca Köyünde İki Kardeşin Destanı

D5: Kozan’ın Ağzıkara Köyünden Şoför Hakkı’nın Destanı

D6: Oğlu Tarafından Öldürülen Antalya Müftüsünün Destanı

Destanları konu olarak değerlendirme aşamasında Özkul

Çobanoğlu’nun konu tasnifi esas alınmıştır. Çobanoğlu çalışmasında

daha önce yapılan tasnif çalışmalarına da yer vermiş ve bunları da göz

önünde bulundurarak geniş bir tasnif ortaya koymuştur (Çobanoğlu,

2000: 56-89).

Çalışmamıza konu olan destanların tamamı “Sosyo-Kültürel

Çevreyle İlgili Destanlar” başlığı altında değerlendirilebilir. Alt başlık

olarak bakıldığında ise destanlardan ikisi (D1, D2) intiharlara dair

destanlar, ikisi (D4, D6) cinayet destanları, biri (D3) sosyo-kültürel

değişmeye dair destanlar, biri ise (D5) araba kazalarıyla ilgili

destanlar kategorisinde yer almaktadır.

İntihara dayalı destanlarda çoğunlukla intihar eden kişinin

ağzından intiharın sebebi, günü, saati, tarihi, yeri ve şekli anlatılır.

Geride kalanlara, anne ve babaları başta olmak üzere, ağlamamaları ve

başa gelenin kader olduğu vurgulanır (Çobanoğlu, 2000: 78). İntiharın

konu edildiği ilk destanda (D1) küçük yaşta annesini kaybeden, üvey

anne elinde büyüyen ve istemediği halde evlendirilmek istenen

Ayşe’nin çektiği acılar, intihar edişi ve geride kalanlara sitemi ayrıntılı

olarak kendi ağzından aktarılmıştır. İntihar konulu diğer destanda

(D2) Talihsiz Elif’in sevdiği yerine başka biriyle evlendirilmek

D2 Koşma abab/cccb/dddb 11’li Hece 17

D3 Koşma aaab/cccb/dddb 11’li Hece 15

D4 Koşma abab/cccb/dddb 11’li Hece 21

D5 Koşma abab/cccb/dddb 11’li Hece 19

D6 Koşma abab/cccb/dddb 11’li Hece 20

Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in

Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ

108

istenmesi üzerine intihar edişi ayrıntılı olarak kendi ağzından

anlatılmıştır.

Cinayet destanlarından birincisinde (D4) kız kaçırma sebebiyle

iki kardeşin öldürülmesi anlatılmaktadır. Olayın sebebi, ölen ve

öldürülenlerin yakınlıkları, kullanılan silahlar, olayın meydana gelişi,

âdeta bir film sahnesi gibi, tüm ayrıntısıyla anlatılmıştır. Ayrıca geride

kalanların duydukları acı da aktarılmıştır. Cinayet konulu diğer

destanda (D6) kumar parası isteyen oğlu tarafından öldürülen Antalya

müftüsü anlatılmaktadır. Bu destanda da cinayetin işlenişi, cinayet

aleti, yeri detaylı bir şekilde verilmiştir. Cinayetin ardından yakınlarca

duyulan üzüntü ve cinayeti işleyene kızgınlık görülmektedir.

Tanzimat’ın ilanından itibaren resmen takip edilen batılılaşma

politikaları gereği meydana gelen sosyo-kültürel değişmelerin âşık

tarafından olumsuz bulunan yönlerini konu edinen destanlar da vardır.

Meydana gelen sosyo-kültürel değişmeler nedeniyle bozulduğu kabul

edilen zamandan ve yaşanılan ortamdan hoşnutsuzluk bu tür

destanların ana temasıdır (Çobanoğlu, 2000: 82). “Zamanın İbret

Destanı” adlı destanda Âşık Ali Şahin yaşadığı dönemde toplumda

meydana gelen sosyo-kültürel değişmeleri eleştirel bir bakış açısıyla

anlatmaktadır. Destanda dini değerlerin yozlaşması, insanların

güvenilmez hale gelmesi, kadınların giyim-kuşamı, gençlerin

büyüklerine karşı davranışları eleştirilmiş ve dini değerlere dönüş

öğütlenmiştir.

Araba kazalarıyla ilgili destanlarda kazanın vuku bulduğu tarih,

yer ve saat verilir. Daha sonra kazada ölenlerin ağzından kazanın

oluşu anlatılır. Kazada uğranılan kayıplar olabildiğince acındıracak bir

şekilde anlatılır (Çobanoğlu, 2000: 77). “Kozan’ın Ağzıkara

Köyünden Şoför Hakkı’nın Destanı”nda Adana’dan aldıkları yükü

Antep’e götüren şoför Hakkı ve Şükrü’nün geçirdikleri kaza ayrıntılı

olarak anlatılmıştır. Kazada ölen şoför Hakkı’nın dilinden olayın

gelişimi, geride kalanların çektikleri acılar duygulu bir biçimde hikâye

edilmiştir.

Sonuç

Âşık destanları günümüze kadarki süreç içerisinde üç farklı

ortamda meydana getirilmiştir. Bunlar; sözlü, yazılı ve elektronik

kültür ortamlarıdır. Diğer halk edebiyatı ürünlerinde de olduğu gibi

destanlar da ilk olarak sözlü kültür ortamında söylenmiş ve bu

ortamda kuşaktan kuşağa aktarımı da yapılmıştır. Çeşitli toplantılarda

bir araya gelen âşıklar bu türün en güzel örneklerini vermişlerdir.

Çalışmamızda örneklerini verdiğimiz destanlar ise yazılı kültür ortamı

Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in

Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ

109

içerisinde üretilmiş destanlardır. Özellikle matbaanın

yaygınlaşmasıyla birlikte âşıklar destanlarını yazarak üretmeye

başlamışlardır. Çok çeşitli konularda yazdıkları bu destanları

matbaalarda bastırarak halkın yoğun olarak bulunduğu yerlerde

satarak bir gelir elde etmişlerdir. Elektronik kültür ortamında ortaya

konulan destanlar kaset, cd ve günümüzde internet ortamında

oluşturularak dinleyicilerin ilgisine sunulmuştur.

Destanlar nazımla söylenmiş ürünler olmalarına rağmen düz

yazıdaki giriş-gelişme ve sonuç bölümlerine uygun bir anlatım sırası

izlemiştir. Giriş olarak kabul edilebilecek bölümde âşık birkaç

dörtlükle hangi olayı anlatacağını ve olayın merak uyandıracak bir

nitelikte olduğunu belirtir. Gelişme bölümünde olay detaylandırılır.

Olayın nasıl geliştiği ve varsa arka planı bazen olayın kahramanının

ağzından bazen de âşık tarafından aktarılır. Sonuç bölümünde ise olay

sonlandırılır, olayın özelliğine bağlı olarak ders verme amacı güden

dizelere de yer verilebilir.

Kitle iletişim araçlarının çok çeşitli ve erişilebilir olduğu

günümüz teknoloji çağı göz önünde bulundurulduğunda bugün

dünyanın herhangi bir köşesinde meydana gelen bir olay dakikalar

içinde tüm dünyaya ulaşabilmektedir. Yazılı kültür ortamı içerisinde

üretilen destanlar iletişim araçlarının yaygın olmadığı dönemlerde bir

haberleşme aracı özelliği taşımaktaydı. İnsanlar kendi yörelerinde

veya başka yörelerde meydana gelen özellikle trajik özellikteki

olayları bu destanlar vasıtasıyla takip edebiliyorlardı. Bir gazete ya da

haber programı mantığıyla değerlendirilebilecek olan destanlar aynı

zamanda âşıklar için de bir kazanç kapısıydı.

Çalışmamıza konu olan destanların anlatım özellikleri

incelendiğinde; olayın takdimi bazı kalıp ifadelerle (duydum,

dinleyin…) yapıldıktan sonra asıl olayın anlatımına geçilmektedir.

Özellikle ölüm temalı destanlarda ölenin ağzından olayın tüm

ayrıntıları verilmektedir. Olaylar kronolojik bir şekilde hikâye edilerek

anlatılmaktadır. Bu bölümlerde de bazı kalıp ifadelere (-mIş ağlıyor, -

An ağlıyor) rastlanmaktadır. Ölüm teması olmayan “Zamanın İbret

Destanı”nda âşık doğrudan gözlem ve düşüncelerini sıralamıştır.

Burada sıraladığı görüşlerini çoğunlukla dinî değerlerle

temellendirmiştir.

Yazılı kültür ortamında üretilen destanlar âşıkların maddi bir

kazanç bekledikleri ürünlerdir. Bu yüzden yazılı kültür ortamında

ürettikleri destanların daha geniş bir okuyucu kitlesi tarafından ilgi

gösterilmesi için destan adlarının daha uzun seçilmesi ve âdeta

destanın özeti niteliğini taşıması, daha çok kişinin dikkatini çekecek

trajik olayların seçilmesi, destanlara fotoğraf eklenmesi ve destanların

Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in

Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ

110

kalabalık mekânlarda belirli bir ezgiyle satılması bu görüşü destekler

niteliktedir. Her türlü olayın konu ve hikâye edildiği destanlar kültür

varlığımızın bir bölümünü oluşturmuştur. Bundan sonra yapılacak

çalışmalarla da bu konunun değişik yönleri irdelenebilecektir.

Kaynakça

Albayrak, Nurettin, Ansiklopedik Halk Edebiyatı Terimleri Sözlüğü,

Leyla ile Mecnun Yayıncılık, İstanbul, 2004.

Alptekin, Ali Berat, “Çukurovalı Âşıkların Dilinde 1974 Kıbrıs Barış

Harekâtı, Türklük Bilimi Araştırmaları, S. 29, Niğde, 2011,

ss. 15-26.

Arı, Bülent, Adana’da Geçmişten Bugüne Âşıklık Geleneği, Altınkoza

Yayınları, Adana, 2009.

Artun, Erman, Günümüzde Adana Âşıklık Geleneği (1966-1996) ve

Âşık Feymani, Adana Valiliği İl Kültür Müdürlüğü Yayınları,

Adana, 1996.

__________, “Prizrenli Âşık Ferkî’nin Destanları, 3.Uluslararası

Kıbrıs-Balkanlar-Avrupa Türk Edebiyatları Sempozyumu

Bildirileri, Romanya, 2000.

__________, “Âşık Esrarî’nin Vehhâbî Destanı”, Folklor/Edebiyat, C.

VI, S. XXII, Ankara, 2000.

__________, “Âşıkların Destanlarının Sosyal Tarihe Kaynaklık

Etmeleri”, Milli Folklor, S.53, Ankara, 2002, ss. 39-56.

__________, “Kıbrıslı Âşık Kenzî’nin Destanları, VI. Uluslararası

Kıbrıs Araştırmaları Kongresi Bildirileri, Doğu Akdeniz

Üniversitesi Yayınları, KKTC, 2002.

__________, Âşıklık Geleneği ve Âşık Edebiyatı, Karahan Kitabevi,

Adana, 2012.

Atılgan, Halil, Murtçu Folkloru, Karaisalı Kaymakamlığı Yayınları,

Adana, 2002.

Cerrahoğlu, Münir, “Destanların Eğitimdeki İşlevi/ Atasözlerinin

Destan Metinleri İle Öğretilmesi”, TURKISH STUDIES -

International Periodical For the Languages, Literature and

History of Turkish or Turkic, Volume 8/13, Fall 2013,

www.turkishstudies.net, Ankara, 2013, ss. 633-644.

Çobanoğlu, Özkul, Âşık Tarzı Kültür Geleneği ve Destan Türü, Akçağ

Yayınevi, Ankara, 2000.

Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in

Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ

111

Demir, Necati, “Trabzon Yöresinde Destan Kültürü ve Tarihi Alt

Yapısı”, TURKISH STUDIES -International Periodical For

the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic,

Volume 1/1, Summer 2006, www.turkishstudies.net, Ankara,

2006, ss. 24-44.

Dizdaroğlu, Hikmet, Halk Şiirinde Türler, Türk Dil Kurumu

Yayınları, Ankara, 1969.

Gökdemir, Gönül, “1950-1975 Yıllarında Yazılan Âşık Destanlarında

“Namus” Kavramı”, Milli Folklor, S. 64, Ankara, 2004, ss.

52-67.

Karakaş, Ayhan, “Çukurovalı Âşık Ali Anbarcı’nın Yörük Üstüne

Türküleri”, Asia Minor Studies, Volume: 1, Issue: 1, Kilis,

2013, ss. 64-77.

Kaya, Doğan, Anonim Halk Şiiri, Akçağ Yayınevi, Ankara, 2004.

Koz, M. Sabri, “Bir Kars Destanı”, Türk Folklor Araştırmaları, No.

351, Yıl: 30, Cilt: 18, 1978, ss. 8454.

Kum, Naci, “Bekçi Baba Destanı”, Türk Folklor Araştırmaları, S: 19,

Yıl: 2, Cilt: 1, 1951, ss. 300.

Oğuz, M. Öcal, Halk Şiirinde Tür, Şekil ve Makam, Akçağ Yayınevi,

Ankara, 2001.

Ong, Walter J., Sözlü ve Yazılı Kültür, Metis Yayınları, İstanbul, 2007.

Öztürk, Ali, Türk Anonim Edebiyatı, Bayrak Yayımcılık, İstanbul,

1986.

Şenel, Süleyman, “Âşık Edebiyatı ve Musikisinde Destan”, TDV

İslâm Ansiklopedisi, C.9, TDV Yayınları, İstanbul, 1994.

Yıldırım, Dursun, Türk Bitiği, Akçağ Yayınevi, Ankara, 1998.

__________, “Dede Korkut’tan Ozan Barış’a Dönüşüm”, Türk Dili, S.

570, Ankara, 1999, ss. 505-530.

Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in

Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ

112

Ek 1: Destan Metinleri

Karaisalı’nın Nayıplar Köyünde Kendini Kendirle Asan Talihsiz Ayşe’nin Acı

Destanı

Dinleyin kardeşler acı ölümü

Duyunca kaleme çöktüm ağladım

Bir matem bürümüş Nayıp köyünü

Ben bile canımı sıktım ağladım

Bir kız kendisini iple asıyor

Bütün köylü duymuş eve koşuyor

Duyan deli gibi aklı şaşıyor

Ben de buna merak ettim ağladım

Sebebim bellidir bilen biliyor

Belki ben ölünce yalan söylüyor

Siz yalan söyleyin Allah görüyor

Ben bu eziyeti çektim ağladım

Analık elinde bittim büyüdüm

Acı sözlerini çektim eridim

Çok zaman ağlayıp yattım uyudum

Sabahleyin yine kalktım ağladım

Aklım yeter yetmez annem ölüyor

Şaşırdım kendimi kafam dönüyor

Çektiğim çileyi köylü biliyor

Çok zaman boynumu büktüm ağladım

Annem öldü benim yüzüm gülmüyor

Çektiğim çileyi babam bilmiyor

Düşündüm evlenmek bana gelmiyor

Garezi kendime yaptım ağladım

Sevdalıdır diye bana baktılar

Onun için bana nişan taktılar

Sanki içerime ateş yaktılar

Ne kadar canımı sıktım ağladım

Şu yalan dünyadan ölmek isterim

Ben bu akılımdan dönmek isterim

Eller gibi ben de gülmek isterim

Fakat bu canımdan bıktım ağladım

İçerden kendiri aldım elime

Kimse yok yanımda gittim ölüme

Yapma diye kimse çıkmaz önüme

Kapıdan dışarı çıktım ağladım

Ağlaya ağlaya açtım kapıyı

Gözlerim görmüyor doğu batıyı

Benim bu derdime bulun yakıyı

Elimi koynuma soktum ağladım

Elimde kendirle girdim içeri

Kim ister Mevlâ’dan böyle işleri

Kulağım duymuyor gelen sesleri

Dönüp dışarıya baktım ağladım

Nişanlım aklıma geldi o zaman

Ağladı gözlerim doldu o zaman

Kafam deli gibi oldu o zaman

Kendiri salmaya attım ağladım

Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in

Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ

113

Gözüm dışarda dönüp bakıyom

Bağladım kendiri düğüm yapıyom

Ben bu hayatımı böyle satıyom

Kendiri boynuma taktım ağladım

Asbabım kesildi düğünüm olacak

Gelinlik elbisem kime kalacak

Babam benim için fazla yanacak

Belki gelir diye korktum ağladım

Okuntum dağıldı bayrağım yasta

Şaşırdım kendimi kafam çok hasta

Şöyle bir düşündüm akıl yok başta

Ben kendi halime baktım ağladım

Babam gelmiş başucumda duruyor

Bacım çok ağlamış bir hoş oluyor

Görenin gözüne yaşlar doluyor

Belki kalbinizi söktüm ağladım

Bana çok ağladı köyün kızları

Duyup işitenin doldu gözleri

Küçük yaştan beri acı sözleri

Bütün içerime attım ağladım

Bir gün evvel baktım cehizlerime

Taş olsa dayanmaz benim yerime

Ağlayı ağlayı aldım elime

Geri sandığıma kattım ağladım

Babam çok ağlama belin bükülür

Bacım deli gibi yere yıkılır

Gören bir hoş olur canı sıkılır

Sizi ben kendime yaktım ağladım

Her gün ağlayarak işe giderim

Ben kendi canıma garez ederim

Demek böyle imiş benim kaderim

Kaderime boyun büktüm ağladım

Nişanlım ağlayıp merak etmesin

Kimse benim gibi acı çekmesin

Cehizimi kimse açıp dökmesin

Bir gün evvel açıp baktım ağladım

İstemem dünyada gelin olmayı

Gönül arz ediyor düşüp ölmeyi

Ben de istiyordum murat almayı

Ben bu acı derde çattım ağladım

Babam unutmasın kızı Ayşe’yi

Acı söz kalbimde kırdı neşeyi

Demedim kendine böyle bir şeyi

Bütün içerime attım ağladım

Âşık Alim der ki ben de yanarım

Destanı yazarken sebep ararım

İşte vaziyeti böyle sorarım

Olayı destana kattım ağladı

Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in

Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ

114

,Adana’nın Yeni Barajına Kendisini Atan Genç Kızın Acı Destanı

Bir kız kendini suya atıyor

Bunun sebebini bilmez anneler

Anne baba kardeş yola bakıyor

Akşam oldu Elif gelmez anneler

Aşkımın elinden düştüm oyuna

Baktım içerimi yakar boyuna

Kendimi atıyom baraj suyuna

İçerim yanıyor sönmez anneler

Şaşırdım kendimi aklım oynadı

İçerim yandıkça gözüm ağladı

Düşündüm taşındım baktım olmadı

Kimse benim gibi yanmaz anneler

Anneden babadan ayrılmak zordur

İçerim yanıyor sanki bir kordur

Benim bu ölmemde bir sebep vardır

Keyf için bir insan ölmez anneler

Varıp otobüse bindim ağladım

Barajın içine indim ağladım

Gençliğime bakıp yandım ağladım

Derdim hiç kimseye denmez anneler

Bir zaman ağlayıp gezdim orada

Aşkıma bir şiir yazdım orada

Kendi hayatıma kızdım orada

Ecel beni geri salmaz anneler

Altı ay olmuştu nişan olalı

O zamandan beri içim yaralı

Var mı benim gibi bahtı karalı

Düşündüm ki bu iş olmaz anneler

Aklım başımdadır deli sanmayın

Aldanıp şeytana nefse kanmayın

Sakın benim gibi aşka yanmayın

Çokları bu işi bilmez anneler

Fabrikaya vardım dilim laloldu

Takatım kesildi dizim yoruldu

İzin istemiştim izin verildi

Elif gitti geri dönmez anneler

Ağlayı ağlayı gittim ölüme

Bir tanıdık kimse çıkmaz önüme

Atacam kendimi baraj gölüne

Kimse bir teselli vermez anneler

Düğün hazırlığı görülüyordu

Bir hafta içinde kuruluyordu

Gönül nişanlıma darılıyordu

Dadim Celal beni almaz anneler

Fabrikaya varıp izin demiştim

Çok fazla hastayım tezin demiştim

Bekletmeyin beni yazın demiştim

Kafam bir hoş aklım ermez anneler

Kise bilmez neden hastayım

Şaşırdım kendimi büyük yastayım

Resim üzerine güzel ustayım

Gözlerim yazıyı görmez anneler

Laloldu ağzımda dilim kalmadı

Kurudu vücudum kanım kalmadı

Benim yaşayacak halim kalmadı

Ecel beni tuttu salmaz anneler

Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in

Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ

115

Annem ile babam ararlar beni

Gelip fabrikaya sorarlar beni

İzin aldı diye söylerler beni

Nere gittiğimi bilmez anneler

Çantamı bıraktım yolun içinde

Adresim vardır onun içinde

Yatıyor cesedim suyun içinde

Kimse gelip beni bulmaz anneler

Bossa fabrikası yasta duruyor

Elif’in masası boşta duruyor

Annesi bacısı bir hoş oluyor

Âşık Ali bile gülmez anneler

Zamanın İbret Destanı

İnsan kısım kısım yer damar damar

Aldanıp şeytana nefsine kanar

Evlat babasıyla oynuyor kumar

Şöyle bir düşünün ne güne kaldık

Çokları aldanıp neye kanıyor

Gözlerim gördükçe içim yanıyor

Doksanlık karılar koca arıyor

Şöyle bir düşünün ne güne kaldık

Kimi gündüz kimi gece derdinde

Kimi engin kimi yüce derdinde

On yaşında kızlar koca derdinde

Şöyle bir düşünün ne güne kaldık

Aldanıp şeytana nefse kanıklar

Şeytanın sözünü essah sanıklar

Yoldan azdı bütün koca moruklar

Şöyle bir düşünün ne güne kaldık

Müslümanım diye çalım satıyor

Bütün kötü işi kendi yapıyor

Çoklarının böyle canın yakıyor

Şöyle bir düşünün ne güne kaldık

Doğrudan eğriye sapan çoğaldı

Vicdanı parayla satan çoğaldı

Bakın böyle işi yapan çoğaldı

Şöyle bir düşünün ne güne kaldık

Cahil gibi sanki aklı ermiyor

Ölüp gidenleri gözü görmüyor

Ne kadar söylesen yola gelmiyor

Şöyle bir düşünün ne güne kaldık

Utanmadan bir de dine sövüyor

Evlat babasını tutup dövüyor

Çokları var şimdi bunu seviyor

Şöyle bir düşünün ne güne kaldık

Çokları çalışmaz kendi işinde

Geceli gündüzlü avrat peşinde

Aklı fikri bütün dünya süsünde

Şöyle bir düşünün ne güne kaldık

Ezgine de deli gönül ezgine

Razıyım Mevlam senin yazgına

Çokları aldanmış dünya zevkine

Şöyle bir düşünün ne güne kaldık

Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in

Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ

116

Bu gidişler beni yandırmak ister

Millet bir birini öldürmek ister

Evlat babasını kandırmak ister

Şöyle bir düşünün ne güne kaldık

Kadınlar kendini fazla açıyor

Terziler fistanı kısa biçiyor

Annesi vermezse kızı kaçıyor

Şöyle bir düşünün ne güne kaldık

Çalışıp doğruya gelmek doğrudur

Beş vakit namazı kılmak doğrudur

İman ve Kur’an’la ölmek doğrudur

Şöyle bir düşünün ne güne kaldık

Güç yetmez kızlara başlık çoğaldı

Bütün kalbimizde puştluk çoğaldı

Fikirler bozuldu pislik çoğaldı

Şöyle bir düşünün ne güne kaldık

Âşık Alim der ki gördüm bunları

Mevlam esirgesin bütün kulları

Terk etmeyin sakın doğru yolları

Şöyle bir düşünün ne güne kaldı

Kozan’ın Sayca Köyünde İki Kardeşin Destanı

Bir cinayet olmuş gine Kozan’da

Millet bu acıyı duymuş ağlıyor

Akşam namazına yakın ezanda

Duyan bir talaşta kalmış ağlıyor

Kozan kazasının Sayca köyünde

Dört kişi vurulmuş evin önünde

Ölen iki kişi halkın dilinde

Kadınlar yara çok almış ağlıyor

İki kardeş bakdım beni gördüler

Kız kaçırma işin öne sürdüler

Bir de bakdım acı cevap verdiler

Hayat tehlikede kalmış ağlıyor

Dabancayı gördüm geri çekildim

Sıkma derken sıkdı yere yıkıldım

Yarem derinmiş birden büküldüm

Gelen şu halımı görmüş ağlıyor

Ahmet dabancayı çekti yürüdü

Elim boşdur dostlar kalbim kurudu

Mahmud’un elinde bir şiş varıdı

Bakdım kardeşime vurmuş ağlıyor

İki kardeş bakın bizi haşladı

Vurunca bıçağı cana işledi

Bizi koyup kadınlara başladı

Bakın kadınlara nolmuş ağlıyor

Önüme geçince lafa dutdular

Çekince silahı beni yıkdılar

Kardeşim Halil’i bakın netdiler

Oda kan içinde solmuş ağlıyor

Yeyince kurşunu dilim dolaşdı

Sonra bıçağıyla gelip yanaşdı

O zamana kadar köylü ulaşdı

Gören bir gaflete dalmış ağlıyor

Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in

Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ

117

Kadınlar yaralı ağlar hıçkırır

Aman kocam diye yanar hıçkırır

İki kardeş yatmış kanlar fışkırır

Bunu gören millet dalmış ağlıyor

Muhtarın kardeşi Halil de yanda

Hele bir görseniz perişan halda

Vücut sarat gibi kalmışlar kanda

Köylü bu acıyı görmüş ağlıyor

Arife yanında ağlıyor Fındık

Ağırdır yaramız perişan olduk

Bilmiyorum dostlar biz böyle nolduk

İki kadın böyle yanmış ağlıyor

Akşam namazına abdest almışdım

Camiye gitmiye hazırlanmışdım

Mahmut’la Ahmet’e karşı gelmişdim

Korku içerime girmiş ağlıyor

Kız yüzünden bize düşman oldular

İki cana bakın nasıl kıydılar

Açılmaz kapımız ıssız koydular

Bir kadın saçını yolmuş ağlıyor

Kurşunu yeyince yürüyemedim

Kendimi toplayıp koruyamadım

Tutuldu dillerim söylüyemedim

Yaresi çok derin denmiş ağlıyor

İnsan kız yüzünden düşman olur mu

Çekip dayısının oğlun vurur mu

Yalan dünya size baki kalır mı

Dili böyle cevap vermiş ağlıyor

Çevirdi silahı sıkdı döşüme

Toplanıp dostlarım gelin başıma

Ağlaşır yavrular durmaz peşime

Sanki deli gibi olmuş ağlıyor

Küçük kardeşime kaçmış kızları

Bu sebepden bana kızmış gözleri

Hele bir görseniz napdı bizleri

Acımız kalpleri sarmış ağlıyor

Sayca köyü böyle acı görmemiş

Kimsenin bu işe aklı ermemiş

Yazıda yabanda kimse kalmamış

Duyan hep oraya dolmuş ağlıyor

Ahmet ile Mahmut böyle yapanlar

Yakın gelip görün bizi bakanlar

Muhtar ile Halil yerde yatanlar

İki kardeş böyle ölmüş ağlıyor

Muhtarın ailesi der ki nolacam

Zannetme ki eşim geri gelecem

Bir evladım yok ki kimi sevecem

Millet bu sözleri duymuş ağlıyor

Âşık Ali cümle hakkın kuludur

Akıllı mı bilmem bunlar delidir

Birbirine dayı hala oğludur

Bilmeyenler bana sormuş ağlıyor

Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in

Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ

118

Kozan’ın Ağzıkara Köyünden Şoför Hakkı’nın Destanı

Bir kaza olmuştur Antep yolunda

Her taraftan gelip gören ağlıyor

Şoför Hakkı ölmüş Şükrü yanında

Bunlar nerelidir diyen ağlıyor

Kozan kazam köyüm Ağzıkara’dır

Kıpratmayın beni içim yaradır

İşte ben ölüyom yurdum buradır

Gelip ifademi alan ağlıyor

Adana’dan aldık ağır yükümüz

Yanında Şükrü var bindik ikimiz

Erkence Antep’e varmak fikrimiz

Düşünüp kedere dalan ağlıyor

Ceyhan Osmaniye geçtim yörüdüm

Gâvur dağlarını aştım yörüdüm

Düze indim gaza bastım yörüdüm

Yanımda oturup duran ağlıyor

Antep’e çok yakın yolum yaklaştı

Bilmedim ki bana ölüm yaklaştı

Herhal bir nazarkeş zalım yaklaştı

Kardeşimle bunu bilen ağlıyor

Bir makine gördüm yolun içinde

Direksiyon oynadı elin içinde

Söz kalmadı artık dilin içinde

Her taraftan gelip soran ağlıyor

Aman kardeş Şükrü duramıyorum

Nefesimi alıp veremiyorum

Gözlerim kapandı göremiyorum

Eşim ile dostum yaren ağlıyor

Sağ yanımda benim Şükrü varıdı

Ben ezildim dostlar kalbim kurudu

Sen ölmedin Şükrü Allah korudu

Beni bu hallerde bulan ağlıyor

Yük beni kıstırdı içim ezildi

Dört yavru karşıma geldi dizildi

Gözlerimden kanlı yaşlar süzüldü

Kanlı yaşlarımı silen ağlıyor

Haber salın Yaşar Durmuş Ali’ye

Annem duyar ise döner deliye

Ben gidiyom artık dönmem geriye

Askerde kardeşi diyen ağlıyor

Milletin kalbinde aşkın çok imiş

Baktım seni seven dostun çok imiş

Tatlı dillerine düşkün çok imiş

İsmini işitip bilen ağlıyor

Mevlam kullarına eyle yardımı

Bir tel çekin size dedim yurdumu

Acı haber şimdi köye vardı mı

Duyup bizim eve gelen ağlıyor

Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in

Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ

119

Benim gibi kimse acı ölmesin

Cenazem götürün burda kalmasın

Annem ile babam fazla yanmasın

Beni seven şimdi yanan ağlıyor

Ben sağlık dilerim dosta yarene

Allah sabır versin beni görene

Bostan ektim serbest varıp girene

Benim canım için yiyen ağlıyor

Şükrü kardeş beni koyma burada

Sıkıştı vücudum kaldım arada

Beni seven dostlar ağzı karada

Gözleri yaş ile dolan ağlıyor

Kurtuluş kalmadı gittim ölüme

Kulak verin dostlar tatlı dilime

Beş yavru bıraktım kendi yerime

Takatim kesildi dilim dolaştı

Ecel benim ile fazla uğraştı

Ölüm haberimi duyan ağlaştı

Babam deli gibi gören ağlıyor

Anneme babama bildirin beni

Şoför mahalli sıktı indirin beni

Tutun şu kolumdan kaldırın beni

Benim bu sözümü duyan ağlıyor

Âşık Ali der ki sözüm bitiyor

Bu ölüm insana acı katıyor

Yavrular burnuma nasıl tütüyor

İşte böyle öksüz kalan ağlıyor

Annem ile eşim sevan ağlıyor

Oğlu Tarafından Öldürülen Antalya Müftüsünün Destanı

Antalya ilinde bir acı duydum

Gelip bana haber veren ağlıyor

Şöyle bir düşünüp kendimi yordum

Baktım ki yanımda duran ağlıyor

Belli bir insandır herkes tanıyor

Böyle bir acıya duyan yanıyor

Annesi oturmuş saçın yoluyor

Kanlı elbiseyi soyan ağlıyor

Şehir ve köylüden gelemeyen yoktur

Tanınmış insandır bilmeyen yoktur

Ağlamış gözünü silmeyen yoktur

Arkasında namaz kılan ağlıyor

Kumar için gelip para istemiş

Vermeyince bakın neler işlemiş

Annesi görünce hemen seslenmiş

Konu komşu bütün gelen ağlıyor

Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in

Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ

120

Abdesti alınca namaza kalktım

Kaldırıp elimi tekbiri yaptım

Vurunca keseri ben yere yattım

Gelip şu halimi gören ağlıyor

Kanlı ceset bir odada yatıyor

Ağzından burnundan kanlar akıyor

Bu acıyı duyan gelmiş bakıyor

Nalet bu evlada diyen ağlıyor

El kalkmaz ataya be hey vicdansız

Yapma bu namazda olur mu ansız

Vurunca başıma düşürdün cansız

Elbisem üstümden soyan ağlıyor

Kumar için çokça nasihat verdim

Ne kadar yalvardım adam ol derdim

Adam olsun diye bir de everdim

İşitip bu sözü duyan ağlıyor

Besledim büyüttüm gözüne dursun

Adalet ve Allah cezanı versin

Dilerim ki oğlum gözün kör olsun

Eşim ile dostum yaren ağlıyor

Öldürmüş atayı filime bakar

Ezilmiş kafası kanları akar

Bu acı insanı çok fazla yakar

Bilmeyip geriden soran ağlıyor

Bütün Antalyalı şahit halime

Acınmaz dostlarım böyle zalime

Yarın bir de sahip çıkar malıma

Biçilmiş kefenim saran ağlıyor

Elinde keseri başıma çaktı

Vurunca beynime kanlarım aktı

Namazım bitmeden canımı yaktı

Emmi dayı kardeş bayan ağlıyor

O gün cumaydı mübarek gündü

Mahvoldum dostlarım ocağım söndü

Duyan Antalyalı deliye döndü

Çıkmaz kabrime koyan ağlıyor

Vurunca keseri perişan kaldım

Döküldü kanlarım sarardım soldum

Namazın sonunu böylece kıldım

Yetişip salıma giren ağlıyor

Bir müftü oğludur bunu bilseydi

Sevgili dostlarım duyup gelseydi

O da benim gibi dindar olsaydı

Bilmeyip geriden soran ağlıyor

Teselli almadı kumarcı çıktı

Ütüzdü parayı canımı sıktı

Oynama deyince çok kafa tuttu

Biçilmiş kefenim seren ağlıyor

Duyunca geldiler savcı ve doktor

Böyle bir evlada idamlık haktır

Olan olmuş başka çaresi yoktur

Bu destan yazıp deren ağlıyor

Ağlar hacı hoca dokandı bana

Duyulsun bu acı bütün cihana

Zalim evlat nasıl kıydın babana

Deyip kefenine saran ağlıyor

Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in

Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ

121

Ne çabuk duyuldu kardeş bacıya

Haber gitti bütün hafız hocaya

İnsan fikir eder böyle acıya

Kapıdan içeri giren ağlıyor

Âşık Ali der ki duydum gezerken

Hem okurken ağlar hem de yazarken

Müftü efendiye mezar kazarken

Kaldırıp kazmayı vuran ağlıyor

Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in

Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ

122

Ek 2: Destanların Fotoğraflarından Bir Örnek

Cilt: 2 Sayı: 4 Temmuz 2014 / Volume:2 Issue:4 July 2014

SİR THOMAS ROE’A GÖRE BABÜR İMPARATORLUĞU

SARAYINDA NEVRUZ

Nowruz Festival in the Mughal Empire According to Sir Thomas

Roe

Habibe KARAYEL

ÖZET

Birçok kültürde yeri olan, baharın gelişi ve yeni yılın

başlangıcı olarak sayılan Nevruz bayramı Babür İmparatorluğu’nda da

kutlanmıştı. Ekber döneminde Babürlü sarayına giren bu bayram

Cihangir ve Şahcihan döneminde de gelenek olarak devam etmiştir.

Nevruz bayramına diğer devletler ve toplumlar gibi Babürlüler de

önem vermiş, özen göstermişlerdir. Fakat Alemgir’in genel

politikasından Nevruz bayramı da etkilenmiştir. Bunun Zerdüşt

geleneği olduğunu söyleyerek Nevruz törenlerini yasaklamıştır. Bu

makalede Hindistan’da kurulan Babür İmparatorluğu’nda Nevruz’un

nasıl bir yere sahip olduğu açıklanmaya çalışılmıştır. İlk olarak Sir

Thomas Roe’nun kim olduğu ve eserinden kısaca bahsedilmiştir.

Ardından Nevruz’un tanımı, hangi kültürlerde var olduğu, ne gibi

törenler düzenlendiği, İran, Türk ve İslam kültüründeki yerinden

bahsedilmiştir. Son olarak da Babür İmparatorluğu’nda ki yerinden

bahsedilmiştir.

Anahtar Kelimeler: Nevruz, Sir Thomas Roe, Babür

İmparatorluğu.

ABSTRACT

Nowruz, which referred to the beginning of Spring and the

starting day of the New Year, was celebrated in the Mughal Empire

although the significance of it was beyond this culture.. It was first

entered to the palace during Ekber period and later was continued to

be a festival in Cihangir and Sahcivan periods. Nowruz Festival was

Sakarya Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Öğrencisi

[email protected]

Sir Thomas Roe’a Göre Babür İmparatorluğu Sarayında Nevruz / Habibe

Karayel

124

considered to be an important festival for the Mughals as it was in the

other cultures. Unfortunately, Nowruz was affected from Alemgir`s

general political attitude and Nowruz ceremonies were forbidden with

an argument that it was a Zoroaster tradition. In this work, it has been

attempted to reveal the place of Nowruz in the Mughal Empire. After

explaining who Sir Thomas Roes is and what his works are, the

definition of Nowruz and the type of ceremonies, the place of it in Iran

and Turk-Islam cultures have been explained. At the end it has been

desired to reach a conclusion about the place of Nowruz in the Mughal

Empire.

Keywords: Nowruz, Sir Thomas Roe, Mughal Empire.

1. Sir Thomas Roe ve Eseri

17. yüzyılda İngiltere’nin yetiştirdiği en yetenekli diplomat ve

devlet adamları arasında yer alan Roe, 1580 yılında Essex’de

doğmuştur. İlk olarak Kraliçe Elizabeth’in hizmetinde bulunmuş,

1604 yılında Kral I. James tarafından şövalye ilan edilmiştir. Galler

Prensi Henry’nin teşvikiyle 1609 yılında gittiği Güney Amerika’dan

1611 yılında dönmüştür. Bu gezinin sağladığı itibar, 1614 yılında East

India Company (Doğu Hindistan Şirketi)’nin onu Babürlü İmparatoru

Cihangir’e elçi olarak göndermeye karar vermesiyle sonuçlanmıştır.

Roe 1619 yılının başına kadar Hindistan’da kalmıştır. Roe’nun 17.

yüzyılının ilk yarısındaki Osmanlı Devleti ve Babürlü İmparatorluğu

hakkında verdiği bilgiler özel bir öneme sahiptir.1 Roe’nun Babürlü

İmparatorluğu hakkındaki bilgi veren yazışmaları ve günlüğü Hakluyt

Society yayınları arasında iki cilt olarak William Foster editörlüğünde

yayınlanmıştır.2

Sir Thomas Roe, Babür Sarayındaki ilk İngiliz büyükelçisidir.

Roe, Ocak 1616 yılında Racastan bölgesindeki Acmir’de Cihangir’e

güven mektubunu sunduktan sonra ilk olarak Mandu bölgesindeki

Malva’ya ardından Ahmedabad’daki Gucerat bölgesine imparator ile

birlikte seyahat eden Roe; “Ben göçebe kralı dağların üzerinden

ormanlar boyunca, çok garip ve kullanılmamış yolardan takip

ediyorum” diye eserinde yazmıştır.

1 Alper Başer, “İngiliz Elçisi Thomas Roe’nun Yazışmalarında II. Osman

Dönemi” History Studie A Tribute to Prof. Dr. Halil INALCIK, Vol. 5/2,

Mart, 2013, s. 45. 2 Thomas Roe, The Embassy Of Sir Thomas Roe To The Court Of The Great

Mogul 1615-1619, As Narrated In His Journal and Correspondence, Edited

From Contemporary Records By William Foster, B.A, Volume I, Vol. II,

London 1899.

Sir Thomas Roe’a Göre Babür İmparatorluğu Sarayında Nevruz / Habibe

Karayel

125

Babür sarayında olduğu üç yıl boyunca Roe’nun kendi

günlüklerine göre Cihangir ile yakın ilişkileri vardı. Hatta onun

kadehine ortak olmuştur. Fakat Roe ve Cihangir arasındaki bu uzun ve

söylediğine göre yakın ilişkisine Cihangirin günlüklerinde

rastlanılmamaktadır. Bu yüzden onun raporları doğrulanamamaktadır.

Roe, ne Farsça ne de Türkçe biliyordu ayrıca o Babür kültürünü

bilmediği için, kültürleri bağlamada insanların davranışlarının

içeriğini, doğru değerlendiremiyordu. Raporlarında, kendini olumlu

bir şekilde betimlerdi.3 Yine de Roe’nun bu çalışması, bölge tarihi

üzerine döneme ait saray hayatı, teşkilat, devlet yapısı, saray adetleri

ve bayramları gibi kültürel ve politik konular üzerine önemli bir

kaynaktır. Gördüğü her şeyi özenle ve en ufak ayrıntısına kadar

kaydetmiş, birçok konu hakkında fikir edinmemize yardımcı olmuştur.

Bu çerçevede Nevruz’a yer ayırmış olup Babür İmparatorluğu’nda

kutlanışı hakkında bilgiler vermektedir.

2. Nevruz ve Babür İmparatorluğu’nda Nevruz Geleneği ve

Kutlanması

2.1. Nevruz

Farsça "yeni gün" anlamına gelen Nevruz, miladi 21 Mart,

Hicri 9 Mart’a denk gelen4 Orta Asya'dan Ortadoğu'ya ve Balkanlar'a

kadar geniş bir coğrafyada yaşayan birçok halklarda kutlanan bir

bayramdır. Çeşitli kültürlerden birçok topluluk baharın gelişini kutlar

ve yeni yılın başlangıcı olarak kabul eder. Nevruz kutlamalarının ilk

olarak ne zaman nerede başladığı bilinmese de, en erken bilgiyi İran

kaynakları vermektedir. 5 İlk kayıtların İran kaynaklarından olması ve

kelimenin farsça olması nedeniyle birçok araştırmacı Nevruz’un

sadece İran geleneğine ait bir bayram olduğu ve Türk kültürüne İran

kültüründen geçtiği kanaatine varmışlardır. Fakat On İki Hayvanlı

Türk Takvimine baktığımızda bu törenin Türkler tarafından da bilinip

kutlandığını görebiliriz. Genel olarak bakıldığında, İran geleneğindeki

Nevruz ile Türk geleneğindeki Nevruz’un farklı olduğunu görebiliriz.6

İran geleneğindeki bahar bayramı ile ilgili bilgiler Firdevsi’nin

Şehname’sinde yer almaktadır. Firdevsi bu bayramı Zerdüşt ve

Maniheizm gibi inançlarla açıklayıp dini bir temele oturtmaya

3 Abraham Eraly, Emperors of the Peacock Throne: The Saga of the Great

Mughals,Penguin Book, New Delhi, 2000, s. 279. 4 Şemsettin Sami, Kamus-i Türki, Çağrı yayınları, İstanbul, 2007, s. 1474. 5 Şinasi Gündüz, “Nevruz” Diyanet İslam Asnsiklopedisi, c. 33, DİA

yayınları, İstanbul, 2007, 60. 6 Bu farklılıkları Abdulhaluk M. Çay, Nevruz, 8. Baskı, Ankara, 1999, s. 2-4.

Eserinde sıralamıştır.

Sir Thomas Roe’a Göre Babür İmparatorluğu Sarayında Nevruz / Habibe

Karayel

126

çalışmıştır. Çeşitli efsane ve rivayetler halinde hikâyeci bir biçimde

anlatmıştır. 7 İran’ın tarihi geçmişinde var olan bu bayrama çok önem

verilmiştir. İran’da Nevruz hem dini hem de milli bir temele

dayandırılmıştır. Birçok önemli olayı da bugünle ilişkilendirmişlerdir.

İran’da yeni yıl, yazın birinci günü ile başlar ve Nevruz’a 15

gün kala evlerde hazırlıklar yapılır, özellikle çocuklara yeni kıyafetler

hazırlanırdı. Son Çarşamba akşamı halk sokaklarda, meydanlarda,

evlerinin avlularında ateş yakıp üzerinden atlarlardı. Sokaklarda gezip

müzikli eğlenceler düzenlenirdi. Evlerin temizliğine ayrı özen

gösterilir ve çiçeklerle süslenirdi.8 Görüldüğü üzere bu bayram

toplumun tamamında geniş bir coşkuyla ve heyecanla kutlanırdı.

Büyük, küçük her yaştan insan eğlenir baharın gelişi karşılanırdı.

Günümüz Türk Dünyasında Nevruz birçok Türk ülkesinde

resmi bayram olarak kutlanmaktadır. Fakat ülkemizde ise sadece halk

tarafından ya da ülke içindeki bir kısım toplulukların benimsediği,

üstlendiği ve kutladığı bir bayramdır. Hâlbuki tarihsel sürece

baktığımızda Türk kültüründe eski dönemlerden itibaren var olan bir

gelenektir.

Başta değindiğimiz gibi bu bayramın İran geleneği olduğu ve

Türklere bu yolla geçtiği gibi bir takım kanaatler vardır. Fakat Türk

kültürünü Araplar’a öğretmek amacıyla yazılmış olan Divan-ü Lügat-

it Türk adlı eserde “Nevruz On İki Hayvanlı Türk takvimi ile birlikte

anılmıştır.”9

Türklerde Nevruz önemli bir değere sahiptir. Nevruz bayramı

21 Mart’ta başlar ve yeni yılın da başlangıcı olarak kabul edilir. Bu

sadece bir takvim başlangıcı değildir. Nevruz’u manevi bir muhteva

içinde yorumlamak gerekir. Baharın gelişiyle açan çiçekler, havaların

ısınmaya başlaması, güneşin daha çok ortaya çıkması gibi

güzelliklerin kutlandığı bir bayramdır.

Türklerde de Nevruz’un kutlanmasında diğer toplumlarda

olduğu gibi bir takım törenler ve adetler vardır. İkramlar için evler

hazırlıklara başlar ve çocuklar grup halinde ev ev dolaşıp bu ikramları

alırlardı. Bu ikramlar arasında “bişi” denilen hamur işi bol miktarda

7 Abdulhaluk M. Çay, Nevruz, a.g.e., s. 1. 8 Cevat Heyet, “Nevruz Bayramı İran’da” Türk Kültüründe Nevruz

Uluslararası Bilgi Şöleni Bildirileri, Ankara, 20-21 Mart 1995, s. 120. 9 Mustafa Kafalı, “Türk Kültüründe Nevruz ve Takvim” Uluslararası Bilgi

Şöleni Bildirileri, Ankara, 20-21 Mart 1995, s. 25. (Yazar “Divan-ü Lügat-it

Türk, Besim Atalay Neşrinin, yani IV. cildinde Nevruz kelimesi yoktur.

Ancak Arapça metninin tıpkıbasımına bakıldığında görülür. Kültür Bakanlığı

Yayınları Metin, Tıpkıbasım, Ankara 1990, s. 174-175.” dipnotunu

düşmüştür)

Sir Thomas Roe’a Göre Babür İmparatorluğu Sarayında Nevruz / Habibe

Karayel

127

yapılır ve herkese dağıtılırdı. Küs olanlar “bişi” aldığında barışmış

olur. Bir nevi küslerin barışmalarına vesile olan bir bayramdı. Nevruz

akşamı yapılan fener şölenleri çocukların hafızalarında önemli yer

tutardı. Çarşı-Pazar yerleri kalabalık ve halk meydanlarda olur,

normalde erken yatan çocuklar bu özel güne mahsus olmak üzere gece

yarısına kadar eğlenebilirdi. 10

Nevruz’un İslam kültüründeki yerine gelecek olursak,

Nevruz'un bizzat Hz. Peygamber tarafından tasvip edildiği gibi

düşünceler doğru olmayıp bu kutlamalar büyük ihtimalle İran'ın

Müslümanlarca fethedilmesinden sonra İslam geleneğine girmiştir.11

İslam tarihi kaynakları ve dinler tarihi kaynakları karşılaştırıldığında

Nevruz’un sadece Mecusiliğe ve Zerdüştlüğe ait dini bir bayram

olduğu sonucuna varılamaz. İbn-i Haldun ve Taberi’ye göre İran

Zerdüşt ve Mecusi bayramı olduğunu söylemiştir. Buna karşılık İslam

Tarihçisi Kalkaşandi ise Nevruz’un Mısır, Filistin ve Suriye’deki

Müslümanlar ve Hristiyanlar tarafından da kutladığını belirtir. Yine

bazı İslam Tarihi kaynaklarında İslam öncesi ve sonrasında İran

dışında birçok ülkede, farklı toplumlar tarafından kutlanıldığı

bilgilerine rastlanır. 12

Genel olarak Nevruz kutlamalarına bakacak olursak her

toplumda benzer öğeler ve adetler vardır; ateş, su, demir döğme,

kandiller, ikramlar, akşam eğlenceleri, her yaştan insanın katılması...

Nevruz’u sadece bir topluma, bir medeniyete ait olarak göstermek

doğru bir yaklaşım değildir. Bunu Noel gibi düşünecek olursak

toplumların birbirleriyle etkileşim haline girmeye başlamasıyla

Nevruz kutlamaları da toplumlar arasında yayılmaya başlamıştır.

2.2. Babür İmparatorluğu’nda Nevruz

21 Mart 1584 tarihinde İmparator Ekber Tarih-i ilahi (İlahi

Dönem)’yi tanıttı. Onun güneş takvimindeki ay ve gün adları

Zerdüştlerinkiyle aynıydı. Yazdegird veya Celali aylarının aksine

Ekber, İlahi Takvim’in aylarına ek sıfatlar yükledi. İlahi Takvim

festivalleri Ayn-i Ekberi’de tanıtılır. Bunların birçoğu Zerdüşt’lüğe ait

şeylerdi. Babürlüler’de kullanılan tek düzenli takvim Nevruz’du. 13

10 Mustafa Kafalı, “Türk Kültüründe Nevruz” Uluslararası Bilgi Şöleni

Bildirileri, Ankara, 20-21 Mart 1995, s. 26-28. 11 Şinasi Gündüz, a.g.m., 61. 12 Şaban Kuzgun, “İslam Tarihi Kaynaklarına Göre Nevruz” Uluslar arası

Bilgi Şöleni Bildirileri, Ankara, 20-21 Mart 1995, s. 107-109. 13 Stephan P. Blake, Time In Early Modern Islam, Cambridge, 2013, s. 89.

Sir Thomas Roe’a Göre Babür İmparatorluğu Sarayında Nevruz / Habibe

Karayel

128

Ekber döneminden önce çok rastlanmasa da Yeni Yıl

kutlamaları düzenleniyordu. 1505 yılında Babür, Nevruz anısına bir

şiir yazmıştı. Fakat Afgan savaşından sonra Babür kanunlarını

açıkladığında, bunun Şeriat tarafından onaylanmadığını söyleyerek

Yeni Yıl’ın kutlanmasını reddetti. 1554 yılında Humayun Safevi

yöneticisi ile birlikte Herat’ta Nevruz’u kutladı. Başlangıçta 1546

yılında Kabil'deki bahar festivalini yasaklasa da Nevruz’un, çocuğu

Ekber’in sünneti ile çakışması sebebiyle, yumuşamış ve sakin, sade

bir kutlama gerçekleştirmiştir. 14

Ekber’den önce Nevruz’un varlığı bilinse de Babür

İmparatorluğunda tasvip edilen bir bayram olduğunu söyleyemeyiz.

Genel olarak Zerdüşt dini bayramı olarak kabul edildiği için Ekber’e

kadar Babür İmparatorluğunda bu bayramın kutlandığını söylemek

mümkün değildir. Muhtemelen daha önce bahsettiğimiz İslam Tarihi

Kaynaklarına göre Nevruz kısmında açıkladığımız gibi bir grup İslam

tarihçisi bunun Zerdüştlük’ten geldiği çıkarımını yaptığı için

Babürlülerin de aynı nedenlerden dolayı Nevruz konusunda

çekinceleri vardı. Ekber döneminde ise çeşitli dinlerden bir takım

unsurlar bir arada kullanılmış ve kendisi Din-i İlahi oluşumu üzerinde

çalışmıştır. Onun bu serbestliği ile Babür İmparatorluğunda Nevruz

kutlanmaya başlanmış ve önemli hale gelmiştir. Mesela Ekber,

kazandığı bir savaş sonrasında zaferini kutlamak yerine Nevruz

kutlamalarına katılmıştı.15

Ekber’in ilk Nevruz kutlamaları 1582’de gerçekleşti.

Bu

dokuz-gün kutlamalarına benzer niteliktedir. İlk gün ve son gün en

önemli günlerdi: her iki günde de Ekber büyük meclisler düzenlerdi,

devlet memurlarına para, at, onur, elbiseler vererek ve rütbelerini

artırarak ödüllendirirdi. On yedinci günün ortasında kendi soylularını

konakta ziyaret eder ve onlara fil, deve, arap atı, inci, yakut, altın ve

pahalı kıyafetler alırdı. 16

Diğer toplumlarda olduğu gibi ateşten

atlamak gibi ritüeller olmasa da Babür zenginliğini açıkça temsil

edecek bir şekilde kutlanıyordu. Diğer toplumlarla

karşılaştırılıdığında, Nevruz daha sade daha naif bir kutlama iken

Babürlülerde en azından saraylılar tarafından gerçekleştirilen

gösterişli ve ihtişamlı bir kutlama halindedir.

Cihangir yeni yıl kutlamalarını babasından sonra da devam

ettirmiştir. Büyük bir çadır halkın arasına kurulurdu. İpek ve altından

halılar yeri kaplarken ipek ve kadife duvar halısı olarak kullanılırdı.

14 Stephan P. Blake, a.g.e., s. 90. 15 Sir Richard Burn, The Cambridge History of India, Vol. IV, Cambridge,

1937, s. 125. 16 Stephan P. Blake, a.g.e., s.90

Sir Thomas Roe’a Göre Babür İmparatorluğu Sarayında Nevruz / Habibe

Karayel

129

Avluda, görevlilerin çadırları sıralanırdı. İlk ve son gün Cihangir;

unvanlar, hediyeler dağıtır diğer günler soylularının çadırlarını ziyaret

ederdi. Festivallerin canlılığını sağlamak için şarap ve uyuşturucu gibi

İslami yasakları kaldırırdı: “Sarhoş edici içki ya da afyon kullanmak

isteyen olursa bundan onları mahrum bırakmaması gerektiği emrini

verdim” 17

Ekber döneminde olduğu gibi burada da etrafındaki

görevlilerin onurlandırılmasına rastlarız. Nevruz, yeni rütbe ve

onurlandırmanın verilmesi için bir vesile haline geldi ve özellikle her

sene ilkbaharda yapılan şenliklere dönüştü. Cihangir’in kendi eserinde

Nevruz kutlamalarına büyük yer vermiştir. Eserini kaleme alırken yeni

yılın başlangıcı olan Nevruz kutlamalarını anlattıktan sonra diğer

olayları anlatmaya devam etmiştir. Saltanatının ilk Nevruz’u 11 mart

1606 tarihine denk gelmiştir ve bu kutlamaların detaylarını, diğer

yıllarda olduğu gibi, Tüzüğünde anlatmıştır.18

Aynı esnada Sir

Thomas Roe’de Babürlü sarayında hazır bulunmaktadır.

Sir Thomas Roe eserinde, Cihangir dönemindeki bu Nevruz

kutlamalarını Tüzük ile benzer şekilde tasvir etmiştir:

Akşam Nevruz başladı. Bu yeni yılı kutlayan bir gelenek, tören

ilk yeni ay’dan sonra başlar. Bu Perslerde 9 gün adıyla anılan

gösteriye benzer, bu nedenle antik temelleri çok uzun değildir. Darbar

sarayında, kralın arkasından çıktığı yerde, yerden ayaklarına kadar

çiçeklerle bir taht dikilmişti, alanda 56 adımlık ve 43 metre genişlikte

bir trabzan19

vardı, altın, ipek ya da kadife kumaştan bir gölgelikle

üzeri kapalıdır. Tepesinde İngiliz kralı, leydim, kraliçe Elizabeth,

Londura yerlisinin eşinin olduğu bir resim vardı. Ayaklarının altına

güzel Fars halısı koyulmuştu. Bir takım emirleri almak için tahtının

önündeki küçük trabzan hariç hepsi nitelikli olan adamlar Kral ile

birlikte bu yere geldi. Bu meydanın içinde bir çok gösteri için evler

(biri gümüşten) ve bazı ilginç pazarlar kuruldu. Prens Sultan

Hurrem’in sol tarafında bir çadır vardı, çadırın destekleri gümüş ile

kaplıdır (Kral’ın tathtına yakın olan bazıları gibi). Oradaki meydan,

ahşap ve sedef kakma maddeleri ve altın bezle kaplıdır. Başının

üzerinde, değerli gibi gözüken inci saçaklı bir tül vardı, onun üstünde

17 Jahangir, Tuzuk-i Jahangir, translated by A. Roger edited by H. Beveridge,

New Delhi, 1978, s.49. 18 Nevruz kutlamalarının daha detaylı tasviri için bknz., Jahangir, a.g.e. 19 Trabzan denilen bölüm (orjinal metinde rail olarak geçiyor): Darbar

meclisinin mimari yapısı katman şeklindedir en tepede Han’a ait bir loca daha

sonra merdiven şeklinde geniş basamaklar haline aşşağa doğru iner. Kişiler

rütbelerine göre bu katmalarda bulunurlardı. Han’ın tahtının olduğu bölümün

hemen aşşağısındaki bölümde daha yüksek rütbeli kişiler bulunurdu. Hatta roe

bu mekanı tiyartoya benzetmiştir.

Sir Thomas Roe’a Göre Babür İmparatorluğu Sarayında Nevruz / Habibe

Karayel

130

elma, nar, armut gibi içi boş olan altından meyveler asılıdır. Bunun

içinde Kral zengin ince ve mücevher minderin üzerinde oturuyordu.

Sarayın etrafı ve önü kadife ile çevrilmişti, genel olarak şam kumaşı

ve tafta, bir kısmı ise altın olan kumaşlar vardır, burada herşey onların

büyüklüklerini ve zenginliklerini göstermek için ayarlanmıştı. Eskiden

krallar her çadıra gider oradan kendilerini memnun eden hediyeleri

alırdı ama şimdi bu değişti, Kral oturuyor ve ona gelen yeni yıl

hediyelerini burada alıyordu. O normal darbar saatinde geliyor ve aynı

saatte dönüyordu. Burada kendisine her türlü insan tarafından sunulan

büyük hediyeler tarif edilemeyecek kadar inanılmazdı. Festivalin

sonunda ise etrafındaki kişileri ödüllendiridi.20

Roe, Babür sarayında tanık olduğu bu festivalin etkileyici

çevresini tasvir etmiştir. Görkemli ve değerli nesneleri ayrıntısına

kadar göstermeye çalışmıştır, tıpkı bir “hanımefendinin işlemeli

terliklerinin konulduğu kaplanmış dolabı” 21

gördüğü gibi. Yani

soyluların eşleri de İmparatorluğun haremine gidiyor ve İmparatorun

eşleri ile birlikte şenlikleri izleyebiliyorlardı. Fakat İngiliz kraliyet

ailesinin portreleri ile ilgili kısım ise gerçekçi değildi.

Roe yine şunları söylüyordu, “...neler olduğunu gördüm,

hediyeler, filler, atlar ve hint dansı yapan kızlar”.22

Babürlülerin

bulunduğu coğrafya itibari ile filler bu kutlamalarda önemli yere

sahipti. Ekber, bu tarz kutlamalara türlü dinden insanların toplanıp

tanışması için fil, kaplan gibi hayvanların meydanlarda

dövüştürülmesine önem vermiştir.23

Her gece bir başka soylu kendi evi veya çadırında Cihangir’in

de katılımıyla kutlamalar yapardı. Özel konağı yapıldığından beri

burada zengin hediyeler Cihangir adına kabul edilirdi.24

Babür sarayında Nevruz’dan önce büyük hazırlıklar yapılırdı.

Bütün devlet adamları bu hazırlıklarla meşgul olur herkes titizlikle

çalışırdı. Hatta Roe sarayın bu meşguliyeti nedeniyle kendi işlerini

halledemediğinden yakınmıştı.25

Nevruz zamanı devlet işleri

görüşülmez ve sadece eğlenceler gerçekleşirdi.

Sir Thomas Roe 27 Nisan 1616 yılında Surat bakanı

Leschke’ye gönderdiği mektupta şunları yazmıştır. “...Eğer benden

haberler bekliyorsanız... Tüm bu zaman boyunca sadece Nevruz

20Sir Thomas Roe, The Embassy Of Sir Thomas Roe.., s.142 21 Sir Thomas Roe, a.g.e., s. 145. 22 Sir Thomas Roe, a.g.e., s.145. 23 Yusuf Hikmet Bayur, Hinditsan Tarihi, c. 2, TTK yayınları, İstanbul, 1947,

s. 131. 24 Bamber Gascoigne, The Great Moghuls, London, 2002, s. 148. 25 Sir Thomas Roe, a.g.e., s. 142.

Sir Thomas Roe’a Göre Babür İmparatorluğu Sarayında Nevruz / Habibe

Karayel

131

eğlenceleri ile vakit geçirdik... Dinler sonsuz, yasalar yok. Bu

karışıklıkta ne beklenebilir ki....”26

Buradan anlaşılacağı üzere Nevruz

kutlamaları Babür Sarayında uzun süren bir bayramdı.

Cihangir dönemindeki kutlamalara bakıldığında, Babürlülerin

zenginliklerini net bir şekilde görebiliriz. Kullanılan mücevherler,

kumaşlar, düzenlenen eğlenceler bu bayrama değer verdiklerinin ve

önem gösterdiklerinin bir kanıtıdır. Her ne kadar bunun bir İran

bayramı olduğu düşüncesine sahip olsalar da Nevruz’un evrenselliği

ve güzelliği bu imparatorlukta da hissedilebilir.

Şahcihan da Nevruz kutlamalarını devam ettirmiştir. Yani

Ekber’in getirdiği takvim sistemini devam ettirdi. Fakat o günlük

zaman çizelgesine başka bir yenilik getirdi. Gündüzün ve gecenin

geleneksel olarak güneşin doğuşu ve batışına göre bölünmesini,

gündüz ve geceyi eşit parçalara bölmek için değiştirdi.27

Alemgir dönemine geldiğimizde ise durum tamamen değişti.

Alemgir dini yönden daha katı kurallara sahip bir yönetim anlayışı

benimsedi ve bu anlayış Nevruz kutlamalarını da etkiledi. Resmi

tarihçilerin; Pers krallarının bu kutlamayı kutsallaştırdıklarını ileri

sürmesi nedeniyle bidat olduğunu söyleyen Alemgir saltanatının ikinci

yılında, Nevruz kutlamasını devam ettirmiyordu.28

Saltanatının on

birinci yılından sonra saray şarkıcılarının sarayda bulunmalarına izin

verse de müzik ve dans yasaklandı. Hatta bir süre sonra bunların

varlıkları bile dağıtılmıştı. Enstrümantal müzik sarayda on birinci

yılının sonuna kadar devam etti.29

İmparatorlukta yılları sayma amacıyla uygulanan İlahi takvimi

yürürlükten kaldırdı. Alemgir İlahi takvimi amaçları doğrultusunda

sevebilir ve kullanabilirdi ancak Hicri yıl idari işlerde güçlüklere yol

açtığından bu takvimi kullanmıyordu. Bu yüzden her yılın Ramazan

ayının birinci gününden başlamasına karar verdi. İlahi yılın

kullanımına devam edildiği açık bir gerçektir, Alemgir onu güneşin

doğum günü olarak kutluyordu. Alemgirname’de sık sık İlahi tarihler

kullanılır. Alemgir’in aynı tarihleri taşıyan fermanları hala varlığını

korumaktadır. İlginçtir ki Hindu takvimi 1621’in sonlarına kadar

resmi olarak kullanılmıştır30

.

26 Sir Thomas Roe, a.g.e., s. 168. 27 Sri Ram Sharma, The Religous Policy of the Mughal Emperors, Asia

Publishing House, London, 3. Edition, 1972, s. 107. 28 Yusuf Hikmet Bayur, a.g.e, s. 247 29 Sri Ram Sharma, a.g.e., s. 127. 30 Sri Ram Sharma, a.g.e., s. 127

Sir Thomas Roe’a Göre Babür İmparatorluğu Sarayında Nevruz / Habibe

Karayel

132

Sonuç

Bir kültür zenginliği olan Nevruz, geçmişte ve günümüzde var

olan bir çok topluluk ve devlet gibi Babür İmparatorluğu’ nda da

kutlanan önemli bir bayramdır. Ekber döneminden önce varlığı

bilinmesine rağmen kutlanmasının Şeriat’a uygun olmadığı

gerekçesiyle yasaklanmıştır. Ekber’in genel saltanat politikasında var

olan serbestlik sayesinde Nevruz Babür İmparatorluğunda kendine yer

bulmuştur. Bu kutlamalar o kadar önemli ve döneminde etkili bir

bayram olacak ki diplomatik temaslar için gitmiş olan İngiliz

Büyükelçisi günlüklerinde detaylı tasvirlerle Nevruz’a yer vermiştir.

Bu eser özellikle Cihangir dönemi Nevruz kutlamaları hakkında

önemli bilgiler vermektedir.

Cihangir döneminde Babür İmparatorluğunun tüm ihtişamını

ortaya koyan kutlamalara ciddi önem verilmişti. Fakat Babür

İmparatorluğu’nda bu bayramın Zerdüşt bayramı olduğu algısı

ortadadır. Kaynaklarda Babürlüler Nevruz konusu bahsedildiğinde

görülmektedir ki bu bayramı Pers bayramlarının benzeri olarak

açıklarlar. Halbuki bu sadece onlara ait bir bayram değildir.

Nevruz’un tarihine bakıldığında bu gibi bir bayramın tek bir topluluğa

ya da dine aitmiş gibi sunmak yanlıştır. Babürlülerde ise bunu acem

Bayramı olduğu inancı ağır basmış olacak ki dini kurallar konusunda

hassas bir politika izleyen Alemgir döneminde bu bayram varlığını

yitirmeye başlamıştır.

Kaynakça

Başer, Alper, “İngiliz Elçisi Thomas Roe’nun Yazışmalarında II.

Osman Dönemi” History Studie A Tribute to Prof. Dr. Halil

INALCIK, Vol. 5/2, Mart, 2013, s. 45-55.

Bayur, Yusuf Hikmet, Hinditsan Tarihi, c. 2, TTK yayınları, İstanbul,

1947.

Blake, Stephan P., Time In Early Modern Islam, Cambridge, 2013.

Burn, Sir Richard, The Cambridge History of India, Vol. IV,

Cambridge, 1937.

Çay, Abdulhaluk M., Nevruz, 8. Baskı, Ankara, 1999

Eraly, Abraham, Emperors of the Peacock Throne: The Saga of the

Great Mughals,Penguin Book, New Delhi, 2000.

Gascoigne, Bamber, The Great Moghuls, London, 2002.

Sir Thomas Roe’a Göre Babür İmparatorluğu Sarayında Nevruz / Habibe

Karayel

133

Gündüz, Şinasi, “Nevruz” Diyanet İslam Ansiklopedisi”, C. 33, DİA,

İstanbul, 2007, s. 60-61.

Heyet, Cevat, “Nevruz Bayramı İran’da” Türk Kültüründe Nevruz

Uluslararası Bilgi Şöleni Bildirileri, Ankara, 20-21 Mart 1995.

Jahangir, Tuzuk-i Jahangir, translated by A. Roger edited by H.

Beveridge, New Delhi, 1978,

Kafalı, Mustafa, “Türk Kültüründe Nevruz” Uluslararası Bilgi Şöleni

Bildirileri, Ankara, 20-21 Mart 1995, s. 26-28.

Kuzgun, Şaban “İslam Tarihi Kaynaklarına Göre Nevruz” Uluslar

arası Bilgi Şöleni Bildirileri, Ankara, 20-21 Mart 1995, s. 107-

109.

Roe, Sir Thomas, The Embassy Of Sir Thomas Roe To The Court Of

The Great Mogul 1615-1619, As Narrated In His Journal and

Correspondence, Edited From Contemporary Records By

William Foster, B.A, Volume I, Vol. II, London 1899.

Sami, Şemsettin, Kamus-i Türki, çağrı yayınları, İstanbul, 2007, s.

1474.

Sharma, Sri Ram, The Religous Policy of the Mughat Emperors, Asia

Publishing House, London, 3. Edition, 1972.

Cilt: 2 Sayı: 4 Temmuz 2014 / Volume:2 Issue:4 July 2014

MOUNTSTUART ELPHİNSTONE’UN GÖZÜNDEN

AFGANLARDA EĞİTİM

Education in Afghanistan According to Mountstuart Elphinstone

Furkan KÜLÜNK

ÖZET

Afganistan’ın tarihine bakıldığında eğitim kurumlarının

zenginliği ve çeşitli dillerin bir arada barındığı görülebilmektedir.

Afganistan’ın konumu dolayısıyla etrafındaki diğer Orta Asya

milletlerinden de etkilendiği söylenebilir. Bu coğrafyada Hintçe ve

Farsça gibi lisanlarla zenginleşen edebiyat dilinin etkisi, bu çeşitli

kültürlerin bir araya gelip kaynaşmalarını sağlamış ve ortaya oldukça

renkli bir görüntü çıkmıştır. Özellikle Afgan edebiyatında bu izlere

sıkça rastlanmaktadır. Çalışmada, bu bilgiler ışığında Afganistan’daki

eğitim anlayışı ve diller üzerinde durularak bu konu hakkında

aydınlatıcı bilgiler verilecektir.

Anahtar Kelimeler: Mountstuart Elphinstone, Afganistan,

Afganistan’da Eğitim, Afganistan’da Kullanılan Diller.

ABSTRACT

When the Afghanistan history is considered, an abundance of

educational institutions and various languages which had been

existing together for years are noteworthy. Because of its location, we

can easily say that it has been affected by other Central Asian

countries. The effect of the literary language which has prospered with

the languages like Indo and Persian in this geography, gave way to the

integration of different cultures and a rich outlook. In special, we

come across the examples under consideration in Afghanistan

literature frequently. In this work, it has been attempted to discuss the

educational institutions and languages in Afghanistan and thus to

reach a conclusion on the related topic.

Sakarya Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yeniçağ Tarihi Anabilim

Dalı, Yüksek Lisans Öğrencisi, [email protected]

Mountstuart Elphinstone’un Gözünden Afganlarda Eğitim / Furkan Külünk

135

Keywords: Mountstuart Elphinstone, Afghanistan, Education

in Afghanistan, The Languages used in Afghanistan.

Giriş

Bu yazıda genel olarak Afganistan’daki eğitim ve eğitim

anlayışı üzerinde durulacaktır. Makalenin amacı geçmişte

Afganistan’da uygulanan eğitimin uygulanma biçimi hakkında bilgi

kazandırmaktır. Araştırmada ağırlıklı olarak; Mountstuart

Elphinstone’un Afganistan’da geçirdiği süre içerisinde kaleme almış

olduğu notları içerisinde barındıran “An Account Of The Kingdom Of

Caubul Vol.1” ve “An Account Of The Kingdom Of Caubul Vol.2”

eserlerinden yararlanılmış olup diğer araştırmalarla da karşılaştırma

yoluna gidilmiştir. Bu çalışma meydana getirilirken açık bir dil

kullanılmaya çalışılmış ve sade bir anlatım tercih edilmiştir. Konunun

odak noktasından kopmamak adına ilgisiz detaylara inilmemiştir.

Çalışmaya başlamadan önce ana kaynak olarak kullanılan “An

Account Of The Kingdom Of Caubul” adlı eserin sahibi Mountstuart

Elphinstone hakkında kısa bir bilgi vermek faydalı olacaktır. Mütevazı

şartlarda yetişmiş olan Elphinstone; on birinci Baron Elphinstone’un

dördüncü oğludur. İlk olarak Hindistan’a İngiliz hükümeti tarafından

gönderilen Elphinstone daha sonra yine hükümetin kararıyla 1808’de

Afganistan’a görevlendirilmiştir.1 Burada geçirdiği süre içerisinde

kaleme aldığı bu eserde, Afganistan’ın eğitim sistemi dışında birçok

sosyal, siyasi ve iktisadi alanlarıyla ilgili yazmış olduğu notlar

mevcuttur. Bu bilgiler ışığında çalışmada, Afganistan’daki eğitim ve

kullanılan dil ve diller hakkında bilgi verilecektir.

Afganistan’da Eğitim

Afganistan’ın yüzyıllar boyunca büyük bir ilgi alanı

oluşturmasının nedeni Asya’daki merkezi konumundan

kaynaklanmaktadır.2 Afganistan, İslam dünyasının önemli ilim ve

kültür merkezlerinin oluşmasına tanıklık etmiştir. Gazneliler

zamanında Gazne, Timurlular devrinde ise Herat şehirleri çok sayıda

ilim adamını yetiştirmiş ve ilim dünyasına kazandırmıştır.3 Eğitim

birçok farklı kurum tarafından sağlanmıştır. Mescit okullar,

medreseler, özel sektör ve resmi kurumlar (hükümet medreseleri ve

1 Malcolm E. Yapp, Strategies of British India, Encyclopaedia of İranica, c. 8,

Fasikül. 4, Aralık 15, 1998, s. 369. 2 Simone Beck, “A Linguistic Assessment of the Munji Language in

Afghanistan”, Language Documentation & Conservation, c. 6, 2012, s. 40. 3 Mehmet Saray, “Afganistan” İslam Ansiklopedisi, cilt 1, TDV Yayınları,

İstanbul, 1998, s. 407.

Mountstuart Elphinstone’un Gözünden Afganlarda Eğitim / Furkan Külünk

136

üniversiteler).4 O dönemde medreseler bugünün üniversiteleri gibi

işlevlerini sürdürmüşlerdir. Medrese sistemi XIII. yüzyıla kadar

doğuda Hindistan’dan batıda Magrib’e, Orta Asya’dan Sudan’a bütün

İslam dünyası tarafından yaygınlaştırılmıştır.5 Medrese kültürü;

Afganistan eğitim sistemi içerisinde de kendini göstermektedir.

Afganların eğitim ile olan ilişkileri ve eğitimde nasıl bir yol

izledikleri konusu üzerine birkaç şeyin altını çizmek gerekmektedir.

İlk olarak, Afgan eğitim sisteminde temelde dini anlayış yer

almaktadır. Dolayısıyla çocuklara küçük yaşlardan itibaren din

eğitimi verilir ve bu konuda temel ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri

bilgiler öğretilirdi. Özellikle zengin aileler çocuklarının eğitimlerine

önem vermişlerdir. Bu aşamada Mountstuart Elphinstone’un notlarına

bakılacak olursa, çocuklara verilen eğitim hakkında daha açıklayıcı

bilgilere rastlanmaktadır. Afganlar küçük yaşlarda eğitim almaları için

bir Molla’ya gönderilirler ve temel dini bilgileri öğrenirlerdi.6 Bu

eğitim esasında bir Müslümanın hangi sorumluluklara sahip olduğunu

öğretiyordu.

Elphinstone’un bu anekdotuna göre genel olarak Afganlar için

dini eğitimin ön planda olduğunu görüyoruz. Bunun yanında dini

eğitimin veriliş şekli bakımından kabileler arasında farklılıklar da

olabilmektedir. Örneğin Dürraniler arasında Kuran sadece orijinal

metninden okunurken diğer kabilelerde Arapça dilbilgisi eğitimi

verilerek okunan metnin anlaşılması sağlanıyordu. Bu ayrım ise şunu

gösteriyor ki, eğitim metodunun farklılığı kabilelerin “seviyelerine”

göre değişmektedir. Eğitim üzerinde maddi zenginliğin de etkisi

hissedilmektedir. Afganların eğitime verdikleri önem, evlere özel ders

vermek için öğreticilerin çağırılmasından da anlaşılmaktadır.7

Eğitim vermek üzere herhangi bir bölgeye gönderilen mollaya,

toprak tahsis ediliyordu. Yine bu mollaya yanında yer alan yardımcılar

eşlik ediyorlardı. Küçük yerlerde köyün din adamı ile aynı mekânı

kullanabilen mollaların, büyük şehirlerde kendilerine ait mekânları

bulunuyordu.8

Entelektüel bir birikime sahip olan mollalar halk nezdinde

derin saygı gören insanlardı. Ferrier; mollaları, Rönesans döneminde

4 Mahmut Zengin, “Dünyada Bir Mesele Olarak İslam Dini Eğitimi”, Dem

Dergisi, Yıl. 1, S. 3, s. 9. 5 Aydın Sayılı, Ortaçağ İslam Dünyasında Yüksek Öğretim Medrese, çev.

Recep Duran, Eylül 2002, s. 33. 6 Mountstuart Elphinstone, An Account Of The Kingdom Of Caubul, c.1,

London, 1819, s. 299. 7 Mountstuart Elphinstone, a.g.e, s. 299. 8 Mountstuart Elphinstone, a.g.e, s. 299.

Mountstuart Elphinstone’un Gözünden Afganlarda Eğitim / Furkan Külünk

137

yaşamış Rabealis’e* benzeterek onlar için, “modern Rabealis”

9

ifadesini kullanmıştır.

Afganlar çocuklarının eğitimlerine verdikleri önem kadar

onları eğiten öğretmenlerine de önem veriyorlardı. Köylerde ve

kentlerdeki imkân nispetinde öğretmenlerin kalacakları ve

çalışacakları bir alan oluşturmak için alternatif çözümler üretmişlerdir.

Ayrıca öğretmenlere barınma ve çalışma alanı sunan eğitim

anlayışının yanında çeşitli ilim alanlarında uzmanlaşmış olan insanlar

da bu yapıyı desteklemekteydi. Buradan anlaşılan bu desteğin sadece

bununla sınırlı kalmadığı camilerin de eğitim merkezleri olarak

kullanıldığı ve mollaların buralarda eğitmenlik yaptığıdır.10

Bu genel bilgilerden sonra söz konusu eğitim metodunun

devlet tarafından nasıl organize edildiği hakkında bilgi vermek

gerekmektedir. Bunu anlamak için Elphinstone’un “An Account of

The Kingdom of Caubul” adlı eserinin Afganistan şehirlerindeki

okulların sisteminden bahseden bölümlerine bakmak yerinde

olacaktır:

Eğitimin yalnızca bilim ve ilim adamları tarafından verildiği,

mekânsal ve zamansal bir düzen içerisinde yürütüldüğü

anlaşılmaktadır. Bu eğitimin karşılığı olarak öğretmenlere aylık maaş

ödenmektedir. Bu ödeme ortalama bir ücret değerinde olmakla birlikte

ailelerin gelir seviyelerine göre aşağı veya yukarı ayarlanabilmektedir.

Bu da eğitim görmenin Afgan ailelerinin gelir seviyelerine

bakılmaksızın genel anlamda önemine işaret etmektedir. Fakat burada

özel bir durumdan bahsetmek gerekirse; Berdürraniler erkek

çocuklarını eğitim almaları için başka bir köye gönderirler ve

gönderilen bu erkek çocukların maddi ve manevi sorumluluğu

öğretmenlerin ve gönderildiği köyün insanları tarafından üstlenilirdi.

Bu süreçte çocuk ailesinden ve evinden bağımsız hayatını

sürdürmektedir.11

Anlaşılan o ki eğitimin bir parçası da Afgan anneleri

için sabır demekti.

* Mikhail Bakhtin, Rabealis and His World, çev. Helene Iswolsky, Indiana

Universty, Bloomington, 1984, s. 1. Dünyaca ünlü tanınmış büyük yazarlar

arasında en az anlaşılan, takdir gören ve popüler olan Rabealis’tir. Avrupanın

büyük edebiyat yazarları arasında ilk sırayı işgal eder. Fransız roman

yazarları; özellikle Chateaubriand ve Hugo, tüm zamanların ve milletlerin

dâhileri arasında ona yer verirler. 9 J. P. Ferrier, Caravan Journeys and Wanderings in Persia, Afghanistan,

Turkistan, and Beloochistan with Historical Notices of the Countries Lying

Between Russia and India, Pondicherry, 1856, s. 4. 10 David J. Mullen, “Afghanistan” The Encyclopedia Of Education, c.1, USA,

1971, s. 120. 11 Mountstuart Elphinstone, a.g.e, s. 300.

Mountstuart Elphinstone’un Gözünden Afganlarda Eğitim / Furkan Külünk

138

Eğitim kademeli olarak ilerliyordu. Küçük yaşlardaki

çocuklara belli bir zaman sonra ancak İslam dini öğretileri

anlatılıyordu. Bu eğitim, İslam dini öğretileri hakkında özellikli

bilgilerden öte daha çok Hz. Muhammed’i anlatan birkaç seçkin şiir

ile sınırlıdır. Kademeli olarak bu anlatım, çocuklar için anlaşılabilir

düzeyde kötü alışkanlıklardan sakınma gibi toplumsal yaşama dair

genel kaideler içerir. Çocuğun kavrama kabiliyetine göre bu

anlatımlar, dört aydan bir yıla kadar sürebilmektedir. İslam dini

öğretileri bir Müslüman için eğitimin vazgeçilmez ilk adımıdır.

Müslümanlar namazdan başlayarak hayatının tüm yönleriyle ilgili

kararlarını İslam hukuku kurallarına göre alırlar.12

Bu nedenle

çocukların eğitiminin ilk adımı bu yönde atılır. Bunun yanında Kuran

öğrenenler, daha ileriki yaşlarda kendi dillerinde yazılmış kitaplar

üzerinde çalışanlar ve daha ileri düzeyde olup İran klasikleri

okuyanlar da vardır.13

Burada dikkati çeken nokta eğitimin düzensiz

olmayıp tam tersine yaş kategorilerine ayrılarak düzenli bir şekilde

verilmesidir.

Afgan eğitim sisteminde Mollalık konusuna gelince

Elphinstone, önemli bilgiler vermektedir. Öncelikle Kuran dili olan

Arapça, molla adayları için ilk ve en önemli öğrenilmesi gereken

dildir. Bunun önemine vurgu yapmak yerinde olacaktır. Çünkü Arapça

İslamiyet’in ilk dilidir. Dolayısıyla İslam hakkındaki ilk metinler ve

sözlü ve yazılı kaynaklar Arapça’dır. Elphinstone’un buraya vurgu

yapması yerindedir. Genç mollalar bununla yetinmez ve sosyal bilim

dalları üzerine çalışmalar yapmak için seyahat ederler.14

Burada ortaya

çıkan tabloya göre Afgan eğitim anlayışı hem dünya hem de ahiret

için çalışma yapan ve bu konularda yetkinlik kazanmayı amaçlayan

bir modeldir. Mollalık zannedildiği gibi yalnızca dini ilim üzerine inşa

edilen bir olgu değildir. Fen bilimleri ve sosyal bilimler de en az dini

bilimler kadar önem arz etmektedir. Belli şehirlerde kurulan eğitim

üsleri, genç Mollalar için büyük bir meyve bahçesidir. Nitekim

İslamiyet’in yayılmasının ardından Orta Asya’da yeşeren medrese

geleneği ve bu medreselerin Şaş (Taşkent) Belh, Buhara, Semerkant,

Nişabur, Merv, Hokand, Yarkent, Kaşkar, Özkent ve Oş gibi bölge ve

şehirlere yayılması15

bunun bir göstergesidir.

12 Marine Corps Institute, “Languages of Afghanistan”, Afghanistan: An

Introduction To The Country and People, Marine Barracks, Washington, D.C,

2003, s. 56. 13 Mountstuart Elphinstone, a.g.e, s. 300. 14 Mountstuart Elphinstone, a.g.e, s. 301. 15 Kasım Monimov, Medrese Geleneği ve Modernleşme Sürecinde

Medreseler, c.1, 1. baskı, Muş Alparslan Üniversitesi, Temmuz 2013, s. 408.

Mountstuart Elphinstone’un Gözünden Afganlarda Eğitim / Furkan Külünk

139

Afgan halkının eğitime bakışı ve eğitim anlayışı hakkında

verilen bu bilgilerden sonra çalışmanın devamı olarak Afganistan’da

kullanılan çeşitli dillerden bahsedilecektir.

En genel ifadeyle dil; bir coğrafyada yaşayan insanların

anlaşmak için kullandıkları ortak bir iletişim aracıdır. Bilindiği gibi

dünya üzerinde konuşulan pek çok lisan yüzyıllar boyunca çeşitli

sebeplerle, birbirlerinden etkilenerek bugünkü formlarına

ulaşmışlardır. Dillerin birbirlerinden etkilenmeleri kimi zaman

savaşlarla, kimi zaman ticaretle ve kimi zaman da kültür ve sanat

akımlarıyla olmuştur. Çalışmada, bu konuya Afganistan özelinde yer

ayrılmıştır.

Afganların resmi dilleri Peştuca ve Darî olarak

adlandırılmaktadır.16

Peştuca dili ve edebiyatı üzerinde Hintçenin,

Darî dili üzerinde ise Farsça’nın etkisi büyüktür.17

Darî dili

Afganistan’da saray dili olarak kullanılmasına rağmen anayasa gibi

düzenlemeler resmi dil olarak kullanılan Peştuca dilinde

hazırlanmaktadır.18

Peştuca Hint-Avrupa kökenli olup Darî dilinden

biraz farklıdır.19

Bu dilin eski sert üsluplu formu doğuda kullanılırken,

yumuşatılmış hali daha çok batıda kullanılmaktadır.20

Fars karakterleri

kullanılarak yazılan dil Fars alfabesine ait karakterler içerir ve aynı

zamanda kendine özgü Sanskritçe türetilmiş seslere sahiptir.21

Darî

dili ya da Afganistan’da konuşulan Farsça ise İslam öncesi dönemde

Pehlevi ile ortaya çıkmıştır.22

Türk kabileleri arasında da kullanılan bu

dilde pek çok Türkçe kelime barınmaktadır.23

Nüfusun yaklaşık %11'i,

ağırlıklı olarak Özbekler ve Türkmenler, Türkçe konuşmaktadır.24

Özbekistan ve Türkmenistan sınırına yakın bölgelerde yaşayan

16 R. Farhadi, “Afghanistan XII. Literature” Encyclopaedia İranica, c.1,

London, Boston and Henley, 1985, s. 564. 17 Mehmet Saray, a.g.e, s. 407. 18 P. Bajpai & S. Ram, “Language” Encyclopaedia of Afghanistan, c.1

Afghanistan: The Land & People, New Delhi, 2002, s. 78. 19 P. Bajpai & S. Ram, a.g.e, s. 79. 20 H. W. Bellew, Afghanistan and the Afghans, Bring a Brief Review of The

History of The Country, and Account of Its People with a Special Reference

to The Present Crisis and War With The Amir Sher Ali Khan, London, 1879,

s. 216. 21 C. E. Biddulph, Afghan Poetry of The Seventeenth Century: Being

Selections From The Poems of Khush Hal Khan Khatak, London, 1890, s. 1. 22 Abdul Hai Habibi, The Two Thousand Years Old Language of Afghanistan

or The Mother of Dari Language (An Analysis of the Baghlan Inscription),

Kabul, 1967, s. 5. 23 P. Bajpai & S. Ram, a.g.e, s. 65. 24 Shaista Wahab & Barry Youngerman, A Brief History of Afghanistan,

Infobase Publishing, 2007, s. 18.

Mountstuart Elphinstone’un Gözünden Afganlarda Eğitim / Furkan Külünk

140

Afganlar da Türkçe konuşmaktalar.25

Afganistan’daki çok uluslu

yapının mutlak bir sonucu olarak, diller arasında kaçınılmaz bir

etkileşim olmuştur. Dolayısıyla dil, etnik sınırları aşmıştır. Örneğin

Darî dili nüfusun içerisindeki birçok farklı etnik unsur tarafından

kullanılmıştır.26

Elphinstone’un Afgan dili hakkındaki görüşlerine bakılacak

olursa, en çok etkilendiği dil Farsçadır. Bununla birlikte etkilendiği

dillerden aldığı kelimeler, o dillerin konuşulduğu ülkelerden aldığı

bilimsel çalışmalarla veya kültürel etkileşimlerle alakalıdır. Örneğin

Din, devlet ve bilim alanlarında en çok Farsça ve Arapçadan

etkilenmiştir.27

Bunun sebebi, Afganların da Araplar gibi Müslüman

olmalarıdır. Her dil için geçerli olan Afgan dili için de geçerlidir.

Yani, milletler en çok hangi milletle veya kültürler en çok hangi

kültürle yakınsa, o derecede birbirlerinin dillerinden

etkilenmektedirler. Bu çeşitliliğin en önemli kanıtları Afganların

kullandıkları dilde; Farsça, Zend, Pehlevi, Sanskrit, Hintçe, Arapça,

Ermenice, Gürcüce, İbranice ve Kalde dillerine ait olan kelimelerdir.

Öte yandan; Peştuca dilinde Nashi harfler kullanılarak lisana mahsus

olan bazı seslerde tadilat yapılmıştır.28

Bu tadilat dilin estetiği

açısından ve kolaylık sağlaması bakımından önemli bir

yapılandırmayı işaret etmektedir.

Afganistan’da o döneme ait bilimsel kitapların çoğunun Farsça

olması, bilim alanında İran ile etkileşim içinde olduklarını

göstermektedir. Bilim alanında İran ile boy ölçüşebilecek seviyede

olan Afganların, metodolojik olarak Asya’nın geneliyle, İran ile

olduğu gibi benzerlikler taşıdığı gözlenmektedir.29

Ek olarak,

Elphistone’un çarpıcı bir tespitinin de altını çizmek gerekirse; Asya

ülkelerindeki çalışma şeklinin bilgiyi kullanmadan çok biriktirme

algısı oluşturduğunu belirtmek yerinde olacaktır.

Sonuç

Bu çalışmada, 18. yüzyılın sonu ve 19. yüzyılın başlarında

Afganistan’ın eğitimi ve dili hakkında bilgiler verilmiştir. 1808

yılında İngiliz hükümeti tarafından Afganistan’a vali olarak

gönderilen Elphistone’un gözünden, Afgan eğitim sisteminin yapısı,

işleyişi ve Afganlılar için önemi vurgulanmıştır. İncelemeye alınan bu

25 Marine Corps Institute, a.g.e, s. 11. 26 Marine Corps Institute, a.g.e, s. 10. 27 Mountstuart Elphinstone, a.g.e, s. 302. 28 M. Longwarth Domes, “Efganistan” İslam Ansiklopedisi, c.4, MEB

Yayınları, İstanbul, 1977, s. 145. 29 Mountstuart Elphinstone, a.g.e, s. 313-314.

Mountstuart Elphinstone’un Gözünden Afganlarda Eğitim / Furkan Külünk

141

bilgiler ışığında, Afganlar için sosyal bilimlerin, fen bilimlerinin ve

din bilimlerinin önemi açığa çıkmaktadır. Eğitim alanında küçük

yaşlardan gençlik dönemine kadar sistemli ve kararlı bir süreç göze

çarpmaktadır. Özellikle Molla denilen eğitim derecesini kazanmak

için ayrı disiplinlerde bilgi sahibi olmanın gerekliliği ve ehliyet

kazanmanın önemi vurgulanmak istenmiştir. Afganlar için eğitim

zenginliğin ikamesi değildir. Başka bir deyişle zengin olmak ve

eğitimli olmak, ikisinin arasında bir tercih sebebi değildir.

Dil konusuna gelindiğinde, her dilde olduğu gibi Afgan dilinde

de aynı olgunlaşma süreçleri izlenmiş ve gözlemcinin notlarında bu

süreçler hakkında ayrıntılı bilgiler verilmiştir. Afgan dilinin

gelişiminde, yakın coğrafyanın ve ortak ilgi alanlarının etkisi

görülmektedir. Edebiyat dilinin Arapçaya ve Farsçaya benzemesi,

farklı dillerden etkilendiğinin en açık örnekleridir. Sanatsal anlamda

diğer dillere nazaran biraz daha düz ve abartısız anlatıma sahip olan

ve bu yönüyle eleştirilen bir dil olmasına rağmen, bu dilde yazılmış

önemli edebi eserlerin bulunması o dile özgün bir anlatımın doğmasını

sağlamıştır.

Kaynakça

Bakhtin, Mikhail, Rabealis and His World, çev. Helene Iswolsky,

Indiana Universty, Bloomington, 1984.

Beck, Simone, “A Linguistic Assessment of the Munji Language in

Afghanistan”, Language Documentation & Conservation, C. 6,

2012, s. 38-103.

Bellew, H. W., Afghanistan and the Afghans, Bring a Brief Review of

The History of The Country, and Account of Its People with a

Special Reference to The Present Crisis and War With The

Amir Sher Ali Khan, London, 1879.

Biddulph, C. E., Afghan Poetry of The Seventeenth Century: Being

Selections From The Poems of Khush Hal Khan Khatak,

London, 1890.

Domes, M. Longwarth, “Efganistan” İslam Ansiklopedisi, Cilt. 4,

MEB Yayınları, İstanbul, 1977, s. 133-168.

Elphinstone, Mountstuart, An Account Of The Kingdom Of Caubul,

C. 1, London, 1819.

Farhadi, Ravan, “Afghanistan XII. Literature” Encyclopaedia İranica,

C. 1, London, Boston and Henley, 1985, s. 564-566.

Ferrier, J. P., Caravan Journeys and Wanderings in Persia,

Afghanistan, Turkistan, and Beloochistan with Historical

Mountstuart Elphinstone’un Gözünden Afganlarda Eğitim / Furkan Külünk

142

Notices of the Countries Lying Between Russia and India,

Pondicherry, 1856.

Habibi, Abdul Hai, The Two Thousand Years Old Language of

Afghanistan or The Mother of Dari Language (An Analysis of

the Baghlan Inscription), A Publication of the Historical

Society of Afghanistan, Kabul, 1967.

Marine Corps Institute, “Languages of Afghanistan”, Afghanistan: An

Introduction To The Country and People, Marine Barracks,

Washington, D.C, 2003.

Mominov, Kasım, Medrese Geleneği ve Modernleşme Sürecinde

Medreseler, Cilt. 1, 1. baskı, Muş Alparslan Üniversitesi,

Temmuz, 2013.

Mullen, David J., “Afghanistan” The Encyclopedia Of Education, C.

1, USA, 1971, 120-123.

P. Bajpai, S. Ram, “Language”, Encyclopaedia of Afghanistan, C. 1

Afghanistan: The Land & People, New Delhi, 2002.

Saray, Mehmet, “Afganistan” İslam Ansiklopedisi, C. 1, TDV

Yayınları, İstanbul, 1998, s. 401-408.

Sayılı, Aydın, Ortaçağ İslam Dünyasında Yüksek Öğretim Medrese,

Çev. Recep Duran, Eylül 2002.

Wahab, Shaista, YOUNGERMAN Barry, A Brief History of

Afghanistan, Infobase Publishing, 2007.

Yapp, Malcolm E., Strategies of British India, Encyclopaedia of

İranica, C. 8, Fasikül. 4, Aralık 15, 1998, Syf. 369-370.

Zengin, Mahmut, “Dünyada Bir Mesele Olarak İslam Dini Eğitimi”,

Dem Dergisi, Yıl. 1, S. 3, s. 6-25.

Cilt: 2 Sayı: 4 Temmuz 2014 / Volume:2 Issue:4 July 2014

TUNA KIYISINDA KOMŞULUK: EFLÂK ‘NİZAMI’ VE VİDİN

1790-1795

Neighborhood On The Bank Of Danube: Wallachian “Order”

And Vidin 1790-1795

Nagehan ÖZDEMİR

ÖZET

Bu çalışmada 18. yüzyıl sonunda Osmanlı İmparatorluğu

açısından Eflâk bölgesinin önemi ve bölgenin korunmasına dair alınan

tedbirler incelenecektir. Eflâk, 18. yüzyıl boyunca gerek Avusturya

gerekse Rusya’nın yayılmacı politikalarını gerçekleştirdiği bir alan

olmuştur. Osmanlı sınır boyunda önemli bir tampon bölge görevi

gören Eflâk aynı zamanda çeşitli ticari mallar ile askeri ihtiyaçlar ve

İstanbul iaşesi için gerekli olan tüketim mallarını temin eden bir

bölgedir. Dolayısıyla hem imparatorluğun iktisadi ihtiyaçlarının

karşılanmasında devamlılık sağlanabilmesi hem de Balkanlarda

giderek güç kazanan önce Avusturya daha sonra ise Rusya gibi

devletlerin bu bölgedeki faaliyetlerinin engellenebilmesi Eflâk’ın

korunmasını gerektirmektedir. Eflâk’ın en yakın komşusu olan Vidin

bölgesi, benzer bir şekilde 18. yüzyılın sonunda Osmanlı

imparatorluğunun serhaddini oluşturan hatta yer almaktadır. Bu

dönemde bölgede egemen olan Vidin ayanı Pazvantoğlu Osman’ın

Eflâk üzerine çeşitli saldırılar düzenlemesi sebebiyle Osmanlı merkezi

özellikle Vidin’e Eflâk’ın huzurunun ve ‘nizamı’ nın korunması ile

ilgili çok sayıda emir göndermiştir. Bu ‘nizam’ Osmanlı

İmparatorluğunun, bölgedeki halkın güvenliğini, refahını sağlamak ve

imparatorluk çıkarlarını korumak için aldığı tedbirlerden ibarettir. Bu

çalışmada 1790-1795 tarihleri arasındaki Vidin Sicilleri temel kaynak

olarak kullanılmıştır. Belirtilen dönemdeki Vidin sicilleri Osmanlı-

Rus-Avusturya savaşlarının hemen ertesinde Eflak bölgesinin nizamı

ve korunması ile ilgili oldukça önemli veriler içermektedir. Bu

nedenle aşağıda Vidin sicillerine yansıdığı şekliyle Eflâk ‘nizamı’nın

içeriği incelenecektir.

Dr. Selçuk Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü

[email protected]

Tuna Kıyısında Komşuluk: Eflâk ‘Nizamı’ ve Vidin 1790-1795 / Nagehan

ÖZDEMİR

144

Anahtar Kelimeler: Eflâk, Vidin, 18. yüzyıl, Osmanlı

İmparatorluğu, Rusya, Avusturya

ABSTRACT

The significance of Wallachia for the Ottoman Empire and the

measures towards the protection of the region are being held in this

study. Wallachia throughout the 18th

century was such a territory that

both Austria and Russia carried out their expansionist policies. Being

a crucial buffer zone on the Ottoman borderlands Wallachia, with its

various commercial properties, was also a region that supplied

military needs and the consumers goods for the subsistence of

İstanbul. There appeared, therefore, a necessity to protect Wallachia in

order not only to sustain meeting the economic needs of Empire but

also to prevent the activities of Austria at first and Russia both of

which were two rising powers in the Balkans. Vidin, the nearest

neighbor territory to Wallachia, was alike on the zone that constituted

the borderline of the Ottoman Empire in the late 18th

century. In this

period, the Ottoman central authority sent many orders to Vidin to

preserve the peace and “order” in Wallachia as the local notable of

Vidin, Pazvantoğlu Osman, attacked on Wallachia a few times. This

“order” was composed of the measures that were to provide safety and

welfare for the local people and to protect the benefits of the Empire.

In this study, the court registers (sicils) of Vidin between 1790 and

1795 are used as main sources, for they contain very significant

information about the protection and order of Wallachia immediately

after the wars among the Ottoman Empire, Russia and Austria. The

content of Wallachian “order” is analyzed as it is reflected in Vidin

court registers.

Keywords: Wallachia, Vidin, 18th

Century, Ottoman Empire,

Russia, Austria

Giriş

Eflâk toprakları bugünkü Romanya’nın güney kısmını ihtiva

etmektedir. Büyük Eflâk (Muntenia) ve Küçük Eflâk (Oltenia) olmak

üzere iki ana bölgeye ayrılır. Eflâk’ın Tuna nehri üzerinde bulunan

belli başlı limanları İbrail ve Yergöğü’dür (Karpat, 1994, s. 466). 14.

yüzyıl sonlarından itibaren Osmanlı hakimiyetini tanıyan Eflâk, bu

tarihten itibaren bağlı bir eyalet statüsünde idare edildi ve yerli

hanedanlar tarafından yönetildi. Osmanlı egemenliğine girdiği andan

itibaren Eflâk, tıpkı Boğdan ve Erdel gibi kendi özerk yönetimi

korunarak sistem içerisine dahil edilmiş bir bölgeydi. Bu nedenle yerli

Tuna Kıyısında Komşuluk: Eflâk ‘Nizamı’ ve Vidin 1790-1795 / Nagehan

ÖZDEMİR

145

aristokrasi, yani boyarlar, toplumsal ve siyasi ayrıcalıklarını korumuş

ve Osmanlı sistemine eklemlenerek sağlamlaştırmışlardı. Osmanlı

İmparatorluğu’nun Eflâk’ın da içinde yer aldığı Tuna Prensliklerinden

beklentisi, tampon bölge olarak muhtemel saldırılara karşı yeterli bir

savunma alanı oluşturmaları ve mali-zirai olarak imparatorluğa katkı

sağlamalarıydı. Doğal olarak İstanbul’a itaat en temel koşuldu. 18.

yüzyıl başında Eflâk’ın Osmanlı İmparatorluğu için stratejik önemi

arttı ve buna bağlı olarak yerel yöneticilerden müteşekkil grubun

değişmesi gündeme geldi. Eflâk, tıpkı diğer Balkan toprakları gibi

Avrupa’da yükselen güçlerin hedef alanı haline geldi.

Osmanlı İmparatorluğu’nun 18. yüzyıl sonunda yaşadığı sosyal

ve idari dönüşümler taşra yönetiminde ayanların ve yerel idarecilerin

güç kazandığı bir süreci beraberinde getirdi. Bu durum özellikle

Balkanlarda, kendi ordularına ve hatırı sayılır servete sahip ayanların

taşra idaresinde hakim olmaları ile neticelendi. Rusçuk’ta Tirsinikli

İsmail, Vidin’de Pazvantoğlu Osman gibi aktörler bu sürecin en

bilinen örneklerindendir. Vidin Ayanı Pazvantoğlu Osman,

1790’lardan sonra bölgede kuvvetlenmiş, Rumeli sahasından topladığı

eşkıyalar ve paralı askerle ile Osmanlı ordusu ile çarpışmış ve Vidin

şehri kuşatmaya uğramasına rağmen Pazvandoğlu’nun gücü bertaraf

edilememiştir. Merkezi hükümetin kendi metotları ile kontrol altına

aldığı Pazvant, Eflâk toprakları ile de yakından ilgilidir. Bunun

nedenlerinden biri Vidin ile Küçük Eflâk bölgesinin coğrafi olarak

yakınlığıdır. İki bölge Tuna tarafından birbirinden ayrılmakta olup,

hem ticari hem de askeri anlamda Osmanlı İmparatorluğu’nun serhat

sınırını oluşturan bölgelerdir. Dolayısıyla her iki bölgenin dış

müdahalelerden ve iç huzursuzluktan korunması, imparatorluğun

savunma sistemi açısından son derece hayatidir. Osmanlı merkezi

yönetimi, Eflâk bölgesini Avusturya ve Rus tehdidinden, Vidin

ayanının şahsi saldırı ve suiistimallerinden kurtarmak ve reayanın

korunması sağlamak maksadındadır. Bununla birlikte, 18. yüzyılın son

yıllarında özellikle Rusya’nın Tuna Prensliklerinde artan gücü nedeni

ile barış antlaşmaları ve ahitnamelerle belirlenen kuralların

uygulamaya geçirilmesini de önemli bir mesele olarak görmektedir.

18. Yüzyıl’da Eflâk:

Eflâk ve Boğdan bölgesi, 17. yüzyıl sonundan itibaren

Habsburgların fetih planları içerisine dâhil oldu. 1683-1698 yılları

arasında Osmanlı-Kutsal İttifak savaşlarında, Habsburglar, önce

Macaristan daha sonra Balkan toprakları içerisinde askeri ilerleme

kaydettiler. Bu başarının cesaretlendirmesiyle İmparator Leopold,

Balkan Ortodokslarına liderlik etme fikrini geliştirdi ve Ortodokslara

Tuna Kıyısında Komşuluk: Eflâk ‘Nizamı’ ve Vidin 1790-1795 / Nagehan

ÖZDEMİR

146

dinsel özgürlük vaat eden bir manifesto yayınladı. Balkan

Ortodokslarının 1680’lerden beri kendilerine bir hami arayışında

bulunmaları ve Rusya ile yakınlaşmaları, Avusturya’yı harekete

geçirmiş ve dinsel ‘hoşgörü’ vaadini yapmaya teşvik etmiştir. Bu

özgürlük vaadinin karşılığında beklenen, Osmanlı’ya karşı Balkan

topraklarında çıkacak isyanlardı. 1690’da bu talep, bir dizi Balkan

ayaklanmasına yol açsa da,1 Habsburgların beklediği çapta bir isyan

olmadı. Ancak Habsburg eliyle Tuna kıyılarına taşınan savaş

sürecinde, Eflâk voyvodası Osmanlıya karşı Habsburgların desteğini

aldı. Osmanlı ordularının bölgede hakimiyeti tekrar ele geçirmeleri

nedeniyle bu destek sözünün anlamı kalmadı. Avusturya, Karlofça

Antlaşması ile neticelenen bu savaş sürecinden Macaristan’ı ele

geçirerek ve Balkanlardaki nüfuzunu artırarak çıktı (Hochedlinger,

2003, s. 161-162), (Shaw, 1994, s. 300-302). Prenslikler ve özellikle

Eflâk Osmanlı imparatorluğu açısından hassas bir bölge haline geldi.

18. yüzyıl başlarında Rusya tahtına çıkan Petro ile Eflâk

bölgesinin önemi de giderek arttı. Balkanlarda Ortodoksların ‘hamisi’

olma iddiasını kullanarak bir ‘Balkan Kampanyası’ başlatan Petro’nun

hedefinde Tuna Prenslikleri, Eflâk ve Boğdan yer almaktaydı.

Osmanlı egemenliğine karşı isyan etmeleri halinde Balkan halkları

desteklenecekti. Petro’nun Osmanlı topraklarına saldırısını

desteklemesi umulan bu ayaklanmalar gerçekleşmese de Eflâk

voyvodası Konstantin Brancoevanu’nun Rusya ile gizli bir anlaşma

yaptığı şayiası üzerine, kendisi ve dört oğlu İstanbul’a getirilip idam

edildi.2 Eflâk ve Boğdan’da Osmanlı’ya karşı Avusturya ile iyi

geçinme ve akabinde Rusya’ya yaklaşma harekâtı, bölgenin geleceği

1 1690 yazında yaklaşık 60.000- 70.000 Sırp’ın, (Bulgarlar, Makedonyalılar

ve Arnavutlar da dâhil olarak) Macaristan’ın güneyine göç etmesi ve bir

çoğunun Osmanlı’ya karşı akıncı gruplara katılması ile karşılık bulmuştur. Bu

Slav göçmenler 18. yüzyıl başında Avusturya’nın askeri sınırına eklemlenen

yeni bir topluluğu oluşturmuşlardır. Bölgesel nüfus kompozisyonu açısında

ise Avusturya’ya yapılan bu katılım, Macaristan topraklarında Sırp nüfusun

dominasyonunu beraberinde getirirken, Sırbistan toprakları ise Arnavut

göçmenlerin akınına uğrayacaktır (Hochedlinger, 2003:161-162). 2 Brancoevanu’nun Ruslarla işbirliği yaptığını İstanbul’a bildiren Boğdan

voyvodası Dimitri Kantemir’di (Karpat, 1994, s. 468). Ancak Dimitri

Kantemir de Ruslarla çeşitli görüşmeler ve anlaşmalar yaparak, Osmanlı

üzerine yapılacak bir saldırıda Rusları destekleyeceklerini bildirmişti.

Kantemir’in Ruslarla yaptığı anlaşma, yalnızca Rus ordusuna yardımını

kapsamakla kalmıyor, Boğdan’ın Çar’a bağlı özerk bir devlet olmasını,

Kantemir’in prensliğini ve yönetim hakkının ırsî olarak kendi ailesinde

bulunacağı garantisini içeriyordu. Ayrıca herhangi bir gereklilik durumunda

kendisine Rusya’ya sığınma hakkı verilecekti. 1711’deki Rus yenilgisi ile

Kantemir Rusya’ya kaçtı. Kendisine ödül olarak elli köy ve elli bin serf ve

Petersburg’da iki ev verildi (Jelavich, 2006, s. 112-113).

Tuna Kıyısında Komşuluk: Eflâk ‘Nizamı’ ve Vidin 1790-1795 / Nagehan

ÖZDEMİR

147

açısından daha büyük bir değişime zemin hazırlamış oldu. Yerel

seçkinlerin ihanetine karşılık Osmanlı hükümeti bölgenin yönetimine

Fenerli aileleri getirmeyi uygun buldu. Bunun sonucu olarak Tuna

Prensliklerinde Fenerliler dönemi başlamış oldu. Rum kültürünün

empoze edilmesi ve Fenerli voyvodaların vergi gelirlerini artırmak

için yaptıkları suiistimaller, bölgede Osmanlılardan çok Fenerlilere

karşı bir nefret uyandırmakla birlikte, otonom bir statüye

kavuşabilmek için uluslararası ilişkilerin kullanılması geleneğini

sürdürdüler (Jelavich, 2006, s. 112-113), (Sumner, 1965, s. 42-44).

Eflâk ve Boğdan Osmanlı İmparatorluğu açısından, 18. yüzyıl

başından itibaren giderek artan Rus ve Avusturya tehdidine karşı bir

savunma alanı olarak algılandı. Fenerli idarecilerin iş başına

getirilmesi, bu savunma hattının güçlendirilmesi maksadını taşıyordu.

Osmanlıların da gayet açık bir şekilde öngördüğü gibi, Tuna

Prenslikleri ve Balkan toprakları Habsburg ve Romanovların hedef

bölgesi olmaktan kurtulamadı. 18. yüzyıl boyunca Osmanlı-Habsburg

ve Romanov çatışmaları ve anlaşmalarında Eflâk bölgesi ile ilgili

belirleyici hedefler ve hükümler yer aldı. 1714-1718 Osmanlı-

Avusturya savaşı Pasarofça Antlaşması ile neticelendiğinde, Küçük

Eflâk bölgesi Avusturya’nın eline geçti. Bu durum 1739 Belgrad

Antlaşmasına kadar devam etti (Uzunçarşılı, 1956, s. 144). Belgrad

antlaşması ile bu bölge tekrar Osmanlı egemenliğine girdi. Bu tarihten

sonra Tuna Prensliklerinde Rusya’nın yayılmacı hareket tarzı daha

fazla hissedilmeye başladı. Özellikle II. Katerina’nın hükümdarlığı

Balkanlardaki bu emperyalist hareket tarzının bir plan çerçevesinde

uygulamaya geçirildiği dönem oldu. Eflâk ve Boğdan’da bir ‘Daçya

Krallığı’ oluşturulması ve bu krallığın başına Katerina’nın

gözdelerinden G.A. Potemkin’in geçirilmesi Balkanların Rus

egemenliğine girmesi hedefinin bir kısmını oluşturuyordu (Madariaga,

1997, s. 67-69). Her ne kadar Katerina’nın İstanbul ve Balkanlar için

planladığı küçük ve bağlı devletçikler oluşturma fikri neticeye

ulaşamasa da, 1768’de meydana gelen Osmanlı-Rus savaşında Rus

kuvvetlerinin Balkanlar içerisine yayılması engellenemedi. 1770

itibariyle Ruslar, Eflâk ve Boğdan içerisinde ilerlediler. 1774 Küçük

Kaynarca Antlaşmasıyla son bulan savaş neticesinde Rusya önemli

kazanımlar elde etti. Antlaşmanın 16. maddesi ile Bucak, Akkerman,

Kili, İsmail ve Bender kaleleriyle Eflâk ve Boğdan Osmanlı

İmparatorluğu’na iade ediliyor ancak bazı şartlar sunuluyordu. Bu

şartlar içerisinde en önemlileri her iki voyvodalıkta af ilanı, bakaya

vergilerin affı, iki sene boyunca vergiden muafiyet, cizye dışında

bölge halkından herhangi bir vergi talep edilmemesi, Müslüman olan

Eflâk ve Boğdan kapı kethüdalarının yerine Ortodoks mezhebinden

kişilerin tayini gibi başlıklardır. Bu vesile ile lüzumu halinde

Rusya’nın Eflâk ve Boğdan meselelerine ve dolayısıyla Osmanlı’nın

Tuna Kıyısında Komşuluk: Eflâk ‘Nizamı’ ve Vidin 1790-1795 / Nagehan

ÖZDEMİR

148

bölgedeki tasarruflarına karışma hakkı tescillenmiştir (Uzunçarşılı,

1956, s. 422-424). Küçük Kaynarca Antlaşması ile Rusya’nın

bölgedeki etkisi daimi hale gelmiştir. Rus Çarı’nın Ortodoks halkının

hamisi olduğunun kabulü olarak görülebilecek bu antlaşma ile

yalnızca Tuna Prensliklerinde değil, bu yolu kullanarak tüm Balkanlar

üzerinde Rusya’nın güç kazandığı görülür. 1774-1802 arasında

bölgedeki Rus etkinliği giderek artmıştır.3 Rusya, bölge halkının

yaşadığı sıkıntıları, çeşitli suiistimal, saldırı ve gasp gibi vakalardan

doğan şikâyetleri ilettikleri, ticari problemleri ve tüccarların

karşılaştığı sorunları aktardıkları bir merci haline gelmiştir. Üstelik

Osmanlı’nın Eflâk ve Boğdan için seçtiği voyvodayı veto etme hakkı

da bulunuyordu. Bu bakımdan, gerek ticari gerekse politik istihbarat

açısından voyvodalıklar Rusya’nın Balkanlardaki en önemli

merkezleri haline gelmişti. 1788-1792 Osmanlı–Rus savaşı esnasında

Bükreş’te bir Rus konsolosluğu bulunmaktaydı. Savaşın akabinde

Yaş’ta da bir konsolosluk açıldı. Bu konsolosluklar, Tuna

prensliklerindeki Rus çıkarlarının korunması ve dolayısıyla Osmanlı

İmparatorluğu’na karşı bölgede egemenliği geliştirecek her türlü bilgi,

şikayet ve ticari ilişkilerin toplandığı birimler oldu (Jewsbury, 1976, s.

18-19). 1790’dan itibaren Küçük Eflâk bölgesinin tam karşı kıyısında

yer alan Vidin’de yeniçeri ağalarından olan Pazvantoğlu Osman’ın

giderek güç kazanması ve 1798’de Osmanlı merkezi idaresi ile açıkça

muharebeye girişecek denli güç kazanması, Rusya’nın Tuna

prensliklerine olan ilgisini daha da artırmasına yol açtı. Bunun nedeni,

18. yüzyılın tipik ve güçlü ayanlarından olan Pazvantoğlu’nun bir

3 Bu süreç içerisinde 1774’te Küçük kaynarca, 1779’da bu konuyla ilgili

açıklayıcı bir düzenleme, 1783’te yine konuyla ilgili bir Senet, 1784’te bir

Hatt-ı Şerif, 1792’de Yaş Antlaşması ve 1802’de yine voyvodalıklar ilgili bir

Hatt-ı Şerif ile hem voyvodalıkların hak ve imtiyazları hem de Rusya’nın

bölge üzerindeki denetim ve müdahale yetkileri genişlemiştir (Jewsbury,

1976, s.18). 1791 tarihinde Avusturya ile yapılan Ziştovi Antlaşmasında da

Eflâk bölgesinin korunmasına ilişkin hükümler bulunmaktadır. Antlaşma

şartlarına göre Eflâk, Osmanlı İmparatorluğu’na iade edilmiştir. Vidin

muhafızı, kadısı ve yeniçeri zabitleri, Eflâk’taki halkın öncekinden daha

ziyade rahat ve huzur içinde olmalarına dikkat ederek, bölgenin imarını ve

halkın huzurunun sağlanmasını temin edeceklerdir. Buna ek olarak Eflâk

halkının her türlü tacizden ve zulümden emin olabilmeleri için tüccardan ve

savunma için bölgede bulunması gereken yamakandan başka hiç kimsenin,

izinsiz olarak Eflâk’a geçmelerine ve yerleşmelerine izin verilmeyecektir.

Özellikle Vidin yamakanından hiç kimse, görevi ve elinde izin kâğıdı

olmadan Eflâk’a giremeyecektir. Bu önlemin amacı Eflâk halkının canını ve

malını çeşitli saldırı ve usulsüz uygulamalardan koruyabilmektir. Eflâk

Voyvodası Mihal, bölgede bu nizamın sürdürülebilmesi için Vidin muhafızı

ile birlikte çalışacaktır (VŞS 68:82b). Ağustos 1791 (Evahir-i Zilhicce 1205).

Tuna Kıyısında Komşuluk: Eflâk ‘Nizamı’ ve Vidin 1790-1795 / Nagehan

ÖZDEMİR

149

şekilde Fransa ile gizli görüşmeler yaptığının duyulmasıydı.4

Fransa’nın Napolyon dönemi yayılmacı politikasının hız

kazanmasından ve Balkan bölgesine bu şekilde yayılmaya

çalışmasından endişe eden Rusya, Pazvantoğlu ile Fransa’nın bu

yakınlaşmasını yakından takip etti. Pazvantoğlu Osman’ın

idaresindeki eşkıyaların Eflâk bölgesine saldırılarından ve bölge

halkını taciz etmesinden doğan şikayetlerin İstanbul’a iletilmesi ve

Pazvant’ın eylemlerinin engellenmesi için Rusya, konsoloslar

vasıtasıyla sürekli olarak gelişmelere müdahil oldu (Jewsbury, 1976,

s. 23-24).

Osmanlı’nın Eflâk Nizamı ve Vidin Kadı Sicillleri:

Osmanlı İmparatorluğu, Tuna prensliklerini ve Balkan

topraklarını Rus dominasyonundan kurtarmak ve tampon bölgesini

muhafaza edebilmek için Eflâk ‘nizamı’nın korunmasına azami dikkat

göstermektedir. Bu ‘nizam’ iki temel kaynağa dayanmaktaydı.

Bunlardan birincisi Osmanlı Hükümdarının, vergi, toplumsal düzen,

iaşe, iç güvenlik gibi konularda sınırları ve uygulama biçimini

belirlediği fermanlar ve hatt-ı şeriflerdir. İkinci kaynak ise Osmanlı-

Avusturya ve Rusya arasında gerçekleşen barış antlaşmaları ve

ahitnamelere dahil olan ve Eflâk reayasının güvenliği, vergi afları,

ticari ilişkileri gibi konularda konulmuş hükümlerdir (Panaite, 2007, s.

23-24). Barış antlaşmalarına dahil edilen konuların bölgede hayata

geçirilebilmesi, Eflâk ve çevresindeki bölgede görev yapan taşra

idarecilerinin bilgilendirilmesini gerektirdiğinden, Eflâk ile komşu

olan ve çeşitli ilişkilerde bulunan tüm kazalara gerekli bilgi akışı

sağlanmıştır. Osmanlı taşra yönetiminin başat aktörlerinden olan

kadılar, merkezden gelen her türlü emri sicil defterine kaydetmek ve

muhataplarına iletmekle görevlidirler. 18. yüzyıl sonunda Eflâk’ın en

yakın komşusu durumunda olan Vidin, Eflâk nizamı ile ilgili emirlerin

gönderildiği başlıca merkezlerden biri halindedir. Coğrafi yakınlığının

ötesinde, Eflâk topraklarına çeşitli saldırılarda bulunan Vidin ayanı

Pazvantoğlu Osman’ın huzur bozucu faaliyetleri sebebiyle de bölge

nizamının korunmasına dair emirleri olduğu kadar bu husustaki

tekidleri de içeren hükümlerin muhatabı durumundadır. Yukarıda da

belirtildiği üzere, 1790-1795 tarihleri arasındaki Vidin Kadı sicilleri,

Osmanlı imparatorluğunun Eflâk nizamını ve bölgenin korunmasına

ilişkin tedbirleri anlamak bakımından önemli veriler sunmaktadır.

Gerek Osmanlı İmparatorluğu’nun Rusya ve Avusturya ile yaptığı

savaşın hemen akabindeki bir süreci tasvir ediyor oluşu gerekse Vidin

ayanının bölgede güç kazanmak için Eflak’ın da içinde bulunduğu

4 Fransa’nın Pazvantoğlu Osman ile bağlantısı ve Vidin bölgesi ile ilgili

planları için bkz. (Boppe, 1886).

Tuna Kıyısında Komşuluk: Eflâk ‘Nizamı’ ve Vidin 1790-1795 / Nagehan

ÖZDEMİR

150

çevre bölgelere saldırılara başladığı bir dönemi ifade etmesi açısından

1790-1795 tarihleri arasındaki Vidin sicilleri Eflak nizamı ve bölgenin

korunması ile ilgili oldukça önemli bir kaynak konumundadır.

Aşağıda Vidin sicillerine yansıyan biçimiyle Osmanlı merkezinin

Eflâk’ı korumak için aldığı tedbirler açıklanmaya çalışılacaktır.

Eflâk’ın Önemi ve Vidin’le İlişkisi:

Eflâk bölgesi, Vidin’in hemen karşı kıyısında yer alması

bakımından bölgede gerçekleşen her olay ve durumdan etkilenmiştir.

Bir anlamda Vidin’in arka bahçesi olarak kullanılmıştır. Kereste5 ve

zahire6 ihtiyacının büyük bir çoğunlukla Eflâk’tan sağlanıyor olması,

zaman zaman bu bölgenin kaynaklarının ve halkının, Vidin idarecileri

ya da yeniçeriler tarafından taciz edilmelerine neden olmuştur.

Eflâk’ın ve reayasının bu tür saldırılardan korunması merkez

açısından her zaman tembih edilen hassas bir konu olmakla beraber bu

korumanın her zaman mümkün olabildiğini söylemek doğru değildir.

Ekonomik açıdan Eflâk, Boğdan ile birlikte Osmanlı İmparatorluğu

açısından hububat, büyükbaş hayvan, bal, balmumu ve süt ürünleri

5 Osmanlı ordusunun Rumeli’den kereste ihtiyacını karşıladığı en önemli

bölge Eflâk bölgesidir. Eflâk’ın Vidin’e olan yakınlığı hem alışverişi, hem de

kanun dışı ticareti ve bazen yağma faaliyetlerini kolaylaştıran bir faktördür.

Eflâk tarafından İsmail kalesine gidecek kereste, Kalafat iskelesinden gemiye

yüklenmiş ve navlunu yüz kuruşa anlaşılarak, sefine kaptanına Eflâk

voyvodası tarafından ödenmiştir. Eflâk’tan İsmail ve Kili kalesine

gönderilecek olan kereste Vidinli reislerin gemilerine yüklenmektedir. Reisler

ve Eflâk voyvodasının kapı kethüdası Yorgaki Boyar Vidin meclisinde ne

kadar kereste yüklendiğine ve karşılığında Eflâk voyvodasının ne kadar

navlun ödediğini kaydettirirler. Bu kayda göre Vidinli gemi reisleri, 25.

Bölüğün Serdengeçdi ağalarından Mehmed Ağa, 100. Cemaatin

Alemdarlarından İbrahim Alemdar ve 87. Cemaatten Halil Reis, her bin

vukiyyesi dokuzar kuruşa navlun olmak üzere anlaşarak, iki yük on üç bin

yedi yüz altmış yedi vukiyye keresteyi gemilerine yüklemişler ve karşılığında

dokuz yüz yirmi üç kuruş yirmi dokuz parayı Eflâk kapı kethüdasından teslim

almışlardır (VŞS 167:80b). 7 Mayıs 1795 (17 Şevval 1209). 6 Eflâk sadece ordunun ihtiyaçları için değil, Vidin şehrinin zahire ihtiyacı

için de vazgeçilmez bir kaynak durumundadır. 17 Mart 1793 (4 Şaban 1207)

tarihinde, Vidin’de küçükbaş hayvan kıtlığı olduğu ve bu sebeple Eflâk

tarafından beş kazanın zahiresine ihtiyaç duyulduğu merkeze bildirilmiş,

Eflâk’tan ithal edilmesine izin verilmesi istenmiştir. Bununla birlikte aynı

gerekçe ile Vidin’de koyun ve keçi mubayaasının affedilmesi de

istenmektedir. (VŞS 6:7a). Gerçek durumda Vidin bölgesinde bir kıtlığın

yaşanıp yaşanmadığını anlamak kolay değildir. Devlet adına uygulanan

mübayaa ve vergi işlerinden kaçınmak için bu şekilde bahane üretilmesi de

mümkün olduğu için, merkeze gönderilen bilginin doğruluğu oldukça

şüphelidir. Ayrıca, Eflâk bölgesi Rusçuk kalesi ve bölgesi açısından da zahire

deposu halindedir (Kaçan Erdoğan, 2011, s.31-32).

Tuna Kıyısında Komşuluk: Eflâk ‘Nizamı’ ve Vidin 1790-1795 / Nagehan

ÖZDEMİR

151

kaynağı halindeydi.7 Bu ürünler, çeşitli milletlere tabi tüccarlar

tarafından yerel pazarlardan satın alınıyor ve İstanbul’daki kapan

pazarında satılabiliyordu.8 Merkezi idare, İstanbul’un iaşesi ya da ordu

ihtiyaçları için koyun, sığır ve hububat alımını gerçekleştiriyordu.

Merkezi yönetimin bu işle ilgilenen görevlileri, ilk alımları

gerçekleştiriyor ve ödenecek fiyatları da belirliyorlardı. Bu

görevlilerin fiyatları belirlemek dışında daha geniş yetkileri de

bulunmaktaydı ve bazı durumlarda bu yetki kullanımı müsadereye

kadar genişleyebiliyordu. Bu nedenle zaman zaman idareci

suiistimallerinin yaşanması kaçınılmaz olabiliyordu.9 Eflâk bölgesi

hem İstanbul için hem de çevre bölgesi için bir et, zahire ve tuz

kaynağıdır. Belgrad kalesindeki askerlerin mevacibleri için gerekli

olan zahire, Kalafat İskelesi’nden Vidin Kapıkethüdası Yorgaki Boyar

marifetiyle Vidinli reislerin gemilerine yüklenip, Belgrad’a

ulaştırılıyordu.10

Vidin sicillerinde Eflâk hakkındaki kayıtların birçoğu

çeşitli metaların satın alımı ve yerine ulaştırılması sürecindeki

suiistimallerin engellenmesi üzerinedir.

1205 senesi Recep ayının ortalarında (Mart 1791) merkezden

gelen bir emir Eflâk’ın Vidinliler açısından ne şekilde

kullanılabildiğinin bir örneğini sunar. Aynı sene “düşman-ı din” üzre

sefer organize eden Osmanlı devleti, ordunun yiyecek ihtiyacının

karşılanabilmesi amacıyla Anadolu ve Rumeli’den zahire tertip

edilmesi için birçok sancağa emir göndermiştir. Rumeli’de emir

yollanan bölgelerden biri de Niğbolu ve Vidin arasındaki sancaklardır.

Ancak bu bölge için özellikle vurgulanan durum, Tuna iskelelerinde

ambarların kontrolü ve zahire toplanması ile ilgilenen kişilerin,

ellerinde bulunan tahılları Eflâk tarafına gizlice geçirmeleri ve satışa

çıkarmalarıdır. Bunu yapmalarındaki en büyük saik, sattıkları maldan

daha fazla gelir elde edebilmeleridir ki bu, kayıtlarda şu şekilde ifade

edilmiştir: “karşu canibde zehair akçe idiyor” diye düşünmeleridir.

Ancak ordu için zahire toplanması emredilirken, para kazanmak ve

daha karlı bir satış yapabilmek için bazı yeniçerilerin Eflâk’ta gizlice

ticaret yapmaları, merkezi devlet açısından iki problem doğurmuştur.

Bunlardan biri “berü tarafların zehairin kılletine” sebep olunmasıdır ki

ordunun iaşe ihtiyacı en büyük lojistik problemlerden biridir. Bir diğer

sorun ise “revacı ziyade olması”na neden olunmasıdır. Bu da zaten

nakit sıkıntısı çeken miri hazineyi daha da zorlamaktadır. Zahire satışı

yapan bu tüccarlar işi biraz daha ileri götürüp kayıklarla gizlice

7 Osmanlı İmparatorluğu’nun Eflâk’tan aldığı mallar ile ilgili bir

değerlendirme için bkz. (Marinescu, 1981). 8 (Karpat, 2004:88). 9 (Jelavich, 2006:109-110). 10 (VŞS 69:1). 7 Ağustos 1795 (21 Muharrem 1210).

Tuna Kıyısında Komşuluk: Eflâk ‘Nizamı’ ve Vidin 1790-1795 / Nagehan

ÖZDEMİR

152

öğütücüleri dahi karşı yakaya geçirerek müşteri taleplerini

karşılamaya çalışmışlardır. Merkezi devlet “İbrail bahanesiyle” hiç

kimseye bir dirhem zahire verilmemesini ve izin kağıdı olmadan hiç

kimsenin Eflâk yakasına geçmemesini istemiştir. Vidin muhafızı ve

konuyla ilgilenmek için merkezden gönderilen mübaşir, bölgedeki

zahireyi, hiç kimsenin elinde saklı kalmamak üzere tespit edip

defterini ordu-i hümayuna göndermekle görevlidirler.11

“İbrail

bahanesi” olarak belgede zikredilen gerekçe, sefere hazırlanmak

maksadıyla ordu için zahire ve levazımatın İbrail’e gönderilmesi

meselesidir. Eflâk yakasına ticaret maksadıyla zahire sokmak

isteyenler, sınırdan geçerken muhtemelen bu zahirenin orduya

gideceğini söyleyerek izin almaktadırlar. Merkez tarafından şiddetle

engellenmesi istenen bu davranış daha sonraki kayıtlara bakıldığında

engellenebilmiş görünmemektedir.12

Eflâk ile Vidin arasında görevlilerin ya da reayanın gelip gidişi

merkez tarafından yasaklanarak, mani olunmaya çalışılsa da konu ile

ilgili Vidin sicillerindeki mükerrer emirler, bu yasağın sürekli

çiğnendiğini gösterir. Eflâk ile Vidin’in birbirlerine olan yakınlığı,

yasa dışı geçişleri ve ticareti fazlasıyla kolaylaştırmaktadır.13

1206

senesi evâhir-i Rebiülahir’de (17-26 Aralık 1791) Tuna’nın güney

kıyılarında yer alan kazalardaki kadı ve yeniçerilere gönderilen

emirde, İbrail ve Eflâk muhafazasına memur olarak bölgeye

gönderilen memurların bazıları, belli vakitlerde görev yerlerini terk

ederek Tuna’nın “berü tarafına” geçtiklerinin tespit edildiği ve bu

firarların bir an evvel durdurulması gerektiği bildirilmiştir. Hiç

kimsenin Eflâk tarafına geçmesine izin verilmemesi özenle

vurgulanmıştır.14

Kale muhafazasında bulunan görevlilerin Vidin

tarafına gidiş gelişleri ticari malların Eflâk’a girişini kolaylaştırmak

maksatlı olabileceği gibi, kendilerine adam toplamak maksatlı da

olabilir. Eflâk ile ilgili emirler genellikle bölgede yapılan ticaretin

engellenmesi ve reayaya zulüm edilmemesi yönündedir. Ancak

bölgenin korunmasına yönelik tedbirlerin sıklıkla aksadığı açıktır.

11 (VŞS 68:51b). 12 “sevahili Tuna vaki’ sahillerden karşu Eflâk canibine habbe-i vahide zahire

füruht olunmamak ve ruhsat virilmemek (hususunda) te’kid ve tehdidi havi

(emirler) Tuna sevahilinde vaki’ mahallerin hükkam ve mütesellim ve

zabitanına hitaben bundan akdemce ısdar ve irsal olunmuştu..” Haziran 1791

(Evail-i Şevval 1205). (VŞS 68:70b). 13 Eflâk yakasının korunması için, hiçkimsenin Eflâk’a izinsiz olarak

geçmemesi, ticaret maksadıyla geçenlerin ise kendilerine bir kefil

göstermeleri, sicile kaydedilerek ellerine tuğralı bir ruhsat verilmesi

öngörülmüştür. Bölgeye girişlerde bu ruhsatlar kontrol edilecek ellerinde izin

belgesi olmayan engellenecektir. (VŞS 68:12b). 14 (VŞS 68:104a). Aralık 1791 (Evasıt-ı Rebiülahir 1206).

Tuna Kıyısında Komşuluk: Eflâk ‘Nizamı’ ve Vidin 1790-1795 / Nagehan

ÖZDEMİR

153

Eflâk’a, elinde ferman olmayan hiç kimsenin girmemesi ve reayanın

korunması emri sıklıkla gönderilmesine ve bu konuda görevliler

atanmasına rağmen, bölgeye yasadışı giriş-çıkışlar devam etmiştir.

Eflâk ve Boğdan halkını korumak için görevlendirilen ve Kalafat’a

yerleştirilen çavuşlardan biri, etrafına topladığı bir kaç nefer asker ile

bölgede usulsüzlüklere devam etmiş ve reayayı taciz etmiştir. Bunun

üzerine Vidin muhafızına gönderilen emirde, bahsi geçen çavuşun

Vidin’e getirilmesi ve cezalandırılması istenmiştir.15

Bu olayın da

işaret ettiği gibi, Eflâk’ın korunması için görevlendirilen yeniçerilerin,

bölgenin tacizinde başrol oynadıkları düşünüldüğünde problemin

esaslı olarak çözülmesinin merkezden gönderilen emirlerin

içeriğinden bağımsız olduğu anlaşılmaktadır.

Eflâk tarafına geçen çeşitli kademelerdeki askeri grup

üyelerinin adalar, dalyanlar ve göllere müdahale etmesi önemli bir

problem oluşturmaktadır. Eflâk’ın merkez açısından önemi, kayıtlarda

geçen şu cümlede oldukça açıktır: “Silistrenin hududu ana Tunanın

mecrasının Eflâk canibinde vaki’ zabt-ı müstakimi farz olunan

mahalden olub, ol tarafa tecavüz itdirilmemek, Eflâk tarafının hududu

dahi zikrolunan mahalden olmak hususu 1178 senesi hatt-ı hümâyûn-ı

şevket-makrûn mûcebince sâdır olan emr-i âlişânda münderic iken”

Eflâk’ın Vidin’den olduğu kadar çevresindeki diğer kazalar tarafından

da suiistimale açık olduğu anlaşılmaktadır. Silistre valisi başta olmak

üzere, Yergöğü, Rusçuk, Tutrakan, Niğbolu, Ziştovi ve Tuna’nın her

iki tarafında yer alan kazaların kadıları, eminleri voyvodaları ve

yeniçeri zabitleri başta olmak üzere tüm idarecilere gönderilen emirde,

1178 senesinde gönderilen hatt-ı hümayunda Silistre tarafından

Eflâk’a müdahale edilmemesi hususunda emir verilmiş olmasına

rağmen Hırsova Emini’nin Eflâk hududunu geçerek Eflâk reayasına

eziyet ettiği ve “hane ihdası” amacında olduğu vurgulanmıştır. Bu

konunun merkeze ulaşması şu şekilde gerçekleşmiştir. Eflâk

reayasından sorumlu olan boyarlar Eflâk voyvodasına bu durumla

ilgili şikâyette bulunmuşlar ve Eflâk voyvodası da bu durumu

merkeze bildirmiştir. Dolayısıyla yukarıda ismi geçen tüm kazaların

örfi ve adli yetkililerinden istenen, Eflâk’a bu müdahalenin

engellenmesidir.16

Eflâk reayasının çeşitli dalyanlar ve göllerden

tuttukları balık üzerinden elde edilen kazanç, bu emirde belirtilen

15 (VŞS 6:13b). 16 (VŞS 68:123b). Eflâk hududunu ihlal eden kişilerin bulunduğu kazalardan

biri de Rusçuk’tur. Eflâk halkından çeşitli bahanelerle vergi toplamak, Eflâk

topraklarında mandıralar teşkil etmek, reayanın canına ve malına kastetmek

gibi uygulamalarda bulunanların engellenmesi, cezalandırılması ve Eflâk

topraklarının korunması hususunda Rusçuk kadısına da çeşitli emirler

yollanmıştır (Çolak, 2011, s. 99-102).

Tuna Kıyısında Komşuluk: Eflâk ‘Nizamı’ ve Vidin 1790-1795 / Nagehan

ÖZDEMİR

154

hudut ihlalini ve reayaya eziyeti doğurmuştur. Reayadan sorumlu

boyarlar bu kazancın ortakları olduğu için doğal olarak şikâyeti

başlatan kesimdirler.

Eflâk’ın çeşitli saldırılardan korunması için yazılan bir diğer

emirde Rusçuk ve Vidin arasında ve Tuna sahilinde yer alan kazaların

örfi ve adli memurlarına, Eflâk ve Boğdan’dan geçecek olan

görevlilerin ellerinde geçiş izni olması gerektiği ve rotalarının

belirlendiği bildirilmiştir. Memurların gideceği rotanın önceden

hazırlanması, hem geçecekleri yollarda kendilerine ve kapı halklarına

gerekli olacak tayinatın sağlanacağı noktaların belirlenmesi hem de

memuriyet bahanesiyle farklı yerlerden geçip daha fazla tayinat ve

akçe toplama gibi yasadışı faaliyetlerin engellemesi amacındadır.

Memleketeynden geçecek olan görevlilerin “hediye mutalebesi ve

levazım-ı saire tekalifi ile voyvodaları iz’ac eyledikleri” duyulursa

cezalandırılacakları belirtilmiştir. Buna rağmen, Hotin, Bender,

Boğdan, Akkerman, İbrail ve İsmail taraflarına gidecek olan

memurların bazen kendileri için tespit edilen yoldan çıkarak Eflâk’a

girdiği ve menzilhanelerden “diledikleri kadar” araba ve at aldıkları

duyulmuştur. Bender tarafına gidenler İsmail geçidinden, Hotin

tarafından gelenler İsakcadan, İbrail ve Boğdan taraflarına gidecek

olanlar ise Hırsova ve Maçin geçitlerinden geçmek zorundadırlar.

Tespit edilen bu güzergâhın dışına çıkan ve Eflâk’a girmeye çalışan

olursa engellenmesi emredilmiştir. Böylece “..Eflâk reayasının o

makûle vücûh-ı mezâlim ve taaddiyâtdan mücânebetleri..” sağlanmış

olacaktır.17

Sonuç

1790-1795 yılları arasındaki Vidin Kadı Sicilleri

incelendiğinde, Eflâk bölgesinin her türlü suiistimal ve saldırıdan

korunması için Osmanlı merkezi idaresinin ne tür tedbirler aldığını

açıkça görmek mümkündür. Öncelikle Eflâk reayasının kanunsuz ve

defaten vergi talebiyle rahatsız edilmemesi hususiyetle vurgulanmıştır.

Eflâk bölgesinin Osmanlı ordusuna ve İstanbul’a zahire, et ve kereste

sağlayan bir bölge olması nedeniyle bu malların yasadışı alımı ve

satımı, kayıtlara geçirilmeden ülke içerisinde veyahut dışarısına ticaret

maksadıyla geçirilmesi kesinlikle yasaklanmıştır. 18. üzyılın son

yıllarında Rusya ve Avusturya ile Osmanlı İmparatorluğu arasında

geçen savaşların genellikle Balkanlar sahasında cereyan etmesi hem

ekonomik kaynakların hem de insan kaynağının tahribatına sebep

olmuş, bölgede bir çok firari asker, eşkıya ve başıbozuk grupların

yoğunlukla görülmesine sebep olmuştur. Bu durum Eflâk bölgesinin

reayasını her açıdan huzursuz etmekte, zaman zaman canlarına ve

17 (VŞS 167:33a). Haziran 1795 (Evahir-i Zilkade 1209).

Tuna Kıyısında Komşuluk: Eflâk ‘Nizamı’ ve Vidin 1790-1795 / Nagehan

ÖZDEMİR

155

mallarına kasteden bu gruplarla mücadele etmelerini gündeme

getirmektedir. Bu nedenle, reayayı ve bölgeyi güvende tutabilmek

maksadıyla bölgeye giriş ve çıkışlar izne bağlanmış, izin kâğıdı

olmayan hiç kimsenin hiçbir sebeple Eflâk’a girişlerine izin

verilmemesi istenmiştir. Bu tedbirlerle birlikte bir diğer önemli konu

ise Eflâk’ın Vidin idarecileri ve yeniçerilerinden korunmasıdır.

1790’dan itibaren Vidin’de güç kazanan Vidin ayanı Pazvantoğlu

Osman, Rumeli sahasındaki eşkıya gruplarını kendi kapısında

toplayarak bir askeri güç oluşturmuş ve kişisel servetini geliştirmek

için çevre bölgelere akınlara başlamıştır. Vidin’in hemen karşısındaki

Eflâk’ta bu saldırılardan nasibini alan bir bölge olmuştur. Dolayısıyla

Vidin yeniçerilerinin yasadışı ticaret, kanunsuz vergi talebi ve toprak

gaspı gibi faaliyetlerinden bu bölgenin korunabilmesi için bir çok emir

ve ferman bölgeye yollanmıştır. Kadı sicillerinde bu tür emirlerin

defaatle tekrarlanmasından, istenmeyen bu davranışların tamamen

engellenemediği anlaşılabilir. Ancak Osmanlı merkezi, Eflâk’ın

korunması hususundaki hassasiyetini asla kaybetmemiştir. Bu

hassasiyetin sebeplerinden biri reayanın huzur ve güvenliğinin, devlet

yönetim anlayışının temel esaslarından biri olması iken bir diğer husus

Osmanlının Rusya ve Avusturya ile yaptığı barış antlaşmaları ve

ahitnamelerdeki hükümlere uyma çabasıdır. Özellikle 1774 sonrasında

Balkanlarda giderek güç kazanan ve kendisini Ortodoks reayanın

hamisi olarak gören Rusya’nın bölgede ilerlemesi ve destek

kazanması engellenmek istenmektedir. Küçük Kaynarca

Antlaşmasından sonra Eflâk ve Boğdan’daki herhangi bir

huzursuzlukta kendisine müdahale alanı açmaya çalışan Rusya’ya bir

bahane vermemek önemli bir hassasiyettir.

Kaynakça

Vidin Şeriye Sicililleri (VŞS) 6, 68,69,167 numaralı defterler, Sofya

Millî Kütüphanesi Oryantal Bölümü.

Boppe, A. (1886, 1). La Mission De L'adjudant-commandant

Meriagea Widin. Annales Ecole Libre De Politiques , 259-293.

Çolak, K. (2011). Rusçuk ve Eflâk Sınır Bölgesinde Eşkıyalık ve

Asayiş Meselesi (1550-1600). In M. (Ferlibaş) Bayrak (Ed.),

Osmanlı İdaresinde Bir Balkan Şehri Rusçuk (pp. 91-107).

İstanbul: Yeditepe Yayınevi.

Hochedlinger, M. (2003). Austria's Wars of Emergence War, State

and Society in the Habsburg Monarchy 1683-1797. Longman.

Jelavich, B. (2006). Balkan Tarihi 18. ve 19. Yüzyıllar (Vol. 1). (İ. v.

Durdu, Trans.) İstanbul: Küre Yayınları.

Tuna Kıyısında Komşuluk: Eflâk ‘Nizamı’ ve Vidin 1790-1795 / Nagehan

ÖZDEMİR

156

Jewsbury, G. F. (1976). The Russian Annexation of Bessarabia: 1774-

1828. East European Quarterly.

Kaçan Erdoğan, M. (2011). Rusçuk Kalesi. In M. (Ferlibaş) Bayrak

(Ed.), Osmanlı İdaresinde Bir Balkan Şehri Rusçuk (pp. 21-

55). İstanbul: Yeditepe Yayınevi.

Karpat, K. (1994). Eflâk. Dİyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi , 10 , 466-

469. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları .

Madariaga, I. d. (1997). Çariçe Katerine, Çağının Sınırlarını Zorlayan

Kadın. (M. Harmancı, Trans.) İstanbul: Sabah Kitapçılık.

Marinescu, F. (1981). The Trade of Wallachia with The Ottoman

Empire Between 1791 and 1821. Balkan Studies , 22 (2), 289-

319.

Panaite, V. (2007). Wallachia and Moldavia From The Ottoman

Juridical and Political Viewpoint, 1774-1829. In A.

Anastasopoulos, & E. Kolovos (Eds.), Ottoman Rule and The

Balkans, 1760-1850 Conflict, Transformation and Adaptation

(pp. 21-44). Rethymno: Univarsity of Crete Department of

History and Archeology.

Shaw, S. (1994). Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye (Vol. 1).

(M. Harmancı, Trans.) İstanbul: E Yayınları.

Sumner, B. (1965). Peter the Great and the Ottoman Empire. Archon

Books.

Uzunçarşılı, İ. H. (1956). Osmanlı Tarihi (Vol. IV). Ankara: TTK

Basımevi.

Cilt: 2 Sayı: 4 Temmuz 2014 / Volume:2 Issue:4 July 2014

AZƏRBAYCAN FOLKLORUNDA TƏBİƏT VƏ ƏTRAF

MÜHİTİN QORUNMASI MƏSƏLƏLƏRİ

Themes of Protection of The Nature and Environment in The Folk

Art of Azerbaijan

Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu

Xülasə Azərbaycanda ətraf mühitin qorunmasının dərin, tarixi kökləri

vardır. Şifahi xalq ədəbiyyatında ətraf mühitə münasibətlə bağlı

kifayət qədər maraqlı məlumatlara rast gəlirik; nağıl və dastanlarda,

rəvayət və əfsanələrdə, uşaq nağıllarında və xalq mərasimlərində,

bayatı və ağılarda, layla və oxşamalarda insan-təbiət münasibətləri

geniş şəkildə əksini tapıb. Məqalədə xalq yaradıcılığının müxtəlif

janrlarıda insanın təbiətə münasbəti, ətraf mühitin qorunması ilə

əlaqədar yaranmış fikirlər əsas yer tutur. Müəlliflər tədqiq etdikləri

məsələni öyrənərkən xalq təfəkküründən süzülüb gələn nümunələrə

xüsusi diqqət yetirmiş, onlardan çoxlu misallar gətirmişlər. Bu,

araşdırma zamanı problemin açılmasında xeyli köməklik etmişdir.

Açar sözlər: ətraf mühitin qorunması, şifahi xalq ədəbiyyatı,

folklor nümunələiri, fauna və flora, ekololoji tərbiyə, biomüxtəliflik,

təbiət-insan münasibətləri, təbii sərvətlər, ekosistem.

Abstract

Protection of the environment in Azerbaijan has long, very old

roots. In folk art we come across enough interesting information about

the environment. Natureman relations are widely reflected in tales and

eposes, legends and mythes, children tales and folk ceremonies,

bayatis and elegies, lullabies and okhshamas. In this article a man,s

attitude to the nature in different genres of folk art ,ideas about

protection of the nature are mainly showed. The authors especially

paid attention to the samples coming from folk mentality, used them

as examples. Researching, it helped much to solve the problem.

Clue words: protection of the environment, folk art, folk

examples, fauna and flora, ecology education, biodiversity, nature and

man relation, natural resources, ecosystem, and etc.

A. Bakixanov adına Azərbaycan Milli Elmlər Akademiyası Tarix İnstutunun Dissertantı, Bakı, e-mail: [email protected]

Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /

Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu

158

Giriş.

Orqanizmlərin öz aralarındakı münasibətləri və ətraf mühit

komponentləri ilə qarşılıqlı əlaqələrini öyrənən ekologiya, anlayış

kimi birinci olaraq Q.Toro (1858) tərəfindən işlənmiş, 1866-cı ildə isə

onu alman zooloqu E.Hekkel elmlər sırasına daxil etmişdir.

Ekologiya uzun müddət canlıların ətraf mühiti haqqında elm hesab

edilmiş, gah da biologiya sözünün dar mənasında işlədilmişdir. Ancaq

ekologiya bir elm kimi həqiqi istiqamətini və obyektini XX əsrin II

yarısında müəyyənləşdirib. Ekologiyanın inkişafını 5 əsas dövrə bölən

professor Qara Mustafayev qeyd edir ki, I dövrdə (XVIII əsrin sonuna

qədər) ayrıca ekologiya olmasa da, bitki və heyvanları öyrənərkən

onların yaşama şəraiti nəzərə alınırdı (Mustafayev, 1993: 7).

Orqanizmin ətraf mühitlə qarşılıqlı münasibəti və təbii sərvətlərdən

düzgün istifadə ekologiyanın əsas problemlərindən biridir.

İnsanın ətraf mühitə təsiri daha çox sənaye müəssisələrinin,

inşaat obyektlərinin, kənd təsərrüfatı sahələrinin geniş şəkildə inkişafı

ilə bağlıdır. Lakin buna qədər də antropogen faktorlar mövcud olmuş-

dur. Arxeoloji qazıntılar, şifahi xalq ədəbiyyatı, o cümlədən folklor

nümunələri insan-təbiət münasibətləri haqqında müasir ekologiya el-

minə zəngin material verir. Müxtəlif fəlsəfi cərəyanlarda və dini

baxışlarda da ətraf mühitin qorunması və insanın təbiət haqqında

fikirləri əks olunub. Yarandığı ilk dövrlərdən təbiətlə qarşılıqlı

münasibətdə olan insan bir tərəfdən təbiəti sevmiş, digər tərəfdən

tələbatına uyğun olaraq ətraf mühitə təsir göstərmişdir. Belə ki, təbii

sərvətlərdən kortəbii istifadə, tayfalar və dövlətlərarası müharibələr

min illər ərzində təbii ehtiyatları tükəndirmiş, bioloji müxtəlifliyə təsir

edərək genefondu sıxışdırmış, populyasiyanın dinamikasını

zəiflətmişdir. İlk dövrlərdən başlayaraq təbiəti öyrənməklə yanaşı,

həm də ondan faydalanan əhalinin fəaliyyəti çox vaxt aqressiv forma

almış, nəticədə təbiət istismar edilmişdir. Ona görə də ətraf mühitə

düzgün münasibət yasaqlıq və qoruqların yaradılması kimi vacib

tədbirlərin tətbiqinə səbəb olmuşdur. Belə tədbirlərin həyata

keçirilməsi tarixi baxımdan çox-çox əvvəllərə gedib çıxır. Qədim və

orta əsr insanlarının mifik düşüncə tərzində, adət-ənənələrində, hələ o

qədər də kamil olmayan şüurunda təbiəti qorumaq məqsədilə

müqəddəsləşdirmə variantından istifadə etmələri ətraf mühit

amillərinin müəyyən dərəcədə qorunub saxlanılmasına kömək

etmişdir. Bu cəhətdən araşdırmalarımız göstərir ki, “ata-babalarımız,

ulularımız bir sıra elmləri (botanika, zoologiya, morfologiya,

fizologiya, genetika, psixologiya, pedaqogika, fəlsəfə, etalogiya, hətta

ekologiya və s.) əsrlərlə qabaqalayıblar (Mustafayev, 2008: 16).

Material və Metodlar

Tədqiqatın materialını Azərbaycan və Türkiyə Türkcəsində

yer almış şifahi xalq ədəbiyyatına aid elmi və elmi-kütləvi məqalələr,

Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /

Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu

159

ədəbiyyatlar, söyləmələr təşkil edir. Məqaləni işləyərkən müqayisəli

təhlil və araşdırma üsullarından istifadə olunmuşdur.

Müzakirələr və Nəticələr

Nağıllarımızda çətinliklərlə üzləşən qəhrəmanların ən etibarlı

köməkçiləri heyvanlardır. İnsanın onlara elədiyi yaxşılıqları

heyvanlar unutmur, dar gündə əvəzini ödəməyə çalışırlar.

“Məlikməmməd” nağılında bunu daha yaxşı görmək olar (Axundov,

2005). “Məlikməmməd bir ağacın dibinə gəldi. Elə bir az oturmuşdu,

gördü bu ağaca bir əjdaha dırmaşır. Əjdaha bir az yuxarı qalxmışdı ki,

ağacın başında çoxlu quş balasının səsi gəldi. Demə, bu ağacda

Zümrüd quşunun yuvası var imiş. Bu Zümrüd quşu havaxt ki,

yumurtadan bala çıxarıb bəslərmiş, balaları böyüyəndə əjdaha gəlib

onarı yeyərmiş. Zümrüd quşu da bala üzünə həsrət qalarmış. Bu dəfə

də əjdaha ağaca dırmaşırdı ki, yenə Zümrüdün balalarını yesin,

Məlikməmməd bunu gördü, gəlib qılıncını çəkib əjdahanı iki parça

elədi...”

Bütün nağıllarımızda olduğu kimi burada da təbiət-insan

münasibətləri diqqəti cəlb edir. Məlikməmməd mifik obrazdır.

Ətrafında cərəyan edən hadisələrin gərginliyinə baxmayaraq, o,

həmişə qələbə çalır. Çünki əlindən yalnız yaxşılıq gəlir.

Məlikməmməd yaxşılıq etdiyi heyvanlar tərəfindən sevilir, göstərdiyi

qayğıya görə özünə qarşı diqqət görür. Təqdim olunan parçada

münasibətlərin daha qabarıq verilməsi təsadüfi xarakter daşımamış,

müasir tələblər baxımından, əsrlər boyu əhalinin ekoloji tərbiyəsində

böyük əhəmiyyət kəsb etmişdir. Nağılda qeyd olunduğu kimi

Məlikməmməd qaranlıq dünyada məskən salmış Zümrüd quşunun

balalarını əjdahadan xilas edir. Bu yaxşılıq unudulmur. Quş qanadını

onun üstünə çəkib qızmar günəşdən qoruyur, belinə mindirib işıqli

dünyaya çıxarır. Bununla kifayətlənmir, baldırından kəsib verdiyi əti

yerinə qoyub sağaldır. Tükündən Məlikməmmədə verir ki, çətinə

düşsən yandırarsan. Nağıllarımızın çoxunda xilaskarını çətinliklərdən

qurtarmaq məqsədi ilə heyvanlar belə hərəkət edirlər. “Ağ atlı oğlan”

nağılında (Axundov, 2005: 290) zalım dərvişi öldürüb, otaqları gəzən

Nərbala quşun qəfəsə salındığını, əti atın, otu itin qabağına

qoyulduğunu görüb, yerlərini dəyişir, quşu açıb buraxır. Heyvanlar bu

yaxşılığın qədrini bilir, Nərbaladan ayrılmırlar. Son anda quş

tükündən ona verib, çətinliyə düşəndə yandırarsan deyir. Döyüş vaxtı

heyvanlar Nərbalanı meydanda tək qoymur, qələbə çalması üçün

köməklərini əsirgəmirlər. “Vəfalı at” nağılında Məlik Məhəmmədə

xətər yetirmək məqsədilə padşah onu qonaqlığa çağırır ki, xörəyini

zəhərləyib öldürsün. Nağılın qəhrəmanı əlini yeməyə uzadanda

tutuquşu onun əlini dimdikləyir, “gözlərini ağardır”, zəhərlənmiş

xörəyi yeməyə qoymur (Azerbaycan Nağılları, 2004: 73). “Ağ quşun

nağılı”nda quş, qəhrəmanı gözləyən uğursuzluqlardan xəbərdar edir

Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /

Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu

160

və vəziyyətdən çıxmaq üçün ona məsləhətlər verir, bir neçə dəfə ölüm

təhlükəsindən qurtarır (Təhmasib, 2005: 107). Nağıllarımızda rast

gəlinən bu cür münasibətlərin ətraf mühitin qorunmasında böyük rolu

olmuşdur. “Təpəgöz” nağılında (Azerbaycan Nağılları, 2004: 242)

şirin uşağı götürüb saxlaması, ona xususi qayğı göstərməsi,

böyüdükcə uşağın xasiyyətlərinin, hərəkət və davranışının şirə

oxşaması sübut edir ki, folklor nümunələrində qədim insanlar heç də

çöl heyvanlarına yırtıcı kimi baxmamış, onlardan özlərinə qarşı diqqət

görmüşlər. Nağılın qəhrəmanı Təpəgözdür. İnsan qanına susayan bu

məxluq tilsimlidir, sehirlidir. Ona görə də üstünə nə qədər qoşun,

pəhləvan gəlirsə bacara bilmirlər. Çünki Təpəgözə qılınc, nizə, ox

batmır. Onunla yalnız şirin böyütdüyü İsgəndər bacarır. Təpəgözlə

qeyri-bərabər döyüşə gedən İsgəndərin şir anası oğluna tükündən

verib deyir ki, “dara düşəndə oda tutarsan, gələrəm”. Tükün

yandırılması ilə heyvanların insanların köməyinə gəlməsi əksər

nağıllarda var. Maraqlıdır ki, şir insan övladına öz balası kimi

müraciət edir. İsgəndəri Təpəgözlə döyüşə yola salan şir deyir: -

“Öğul, sən şir oğlusan, şir südü ilə böyüyənə sehir, əfsun kar edə

bilməz”. Təpəgözün hiylələri nəticəsində qaranlıq dünyaya düşən

İsgəndəri yaxşılıq etdiyi Zümrüd quşu işıqlı dünyaya çıxarır

(Azerbaycan Nağılları, 2004: 249).

Təpəgözün başqa bir prototipi “Oğuznamələr”də təsvir olunan

kərgədan obrazıdır. O da Təpəgöz kimi adamları yeyir, xalqın

boynuna ağır yük qoyur. “...Bu yerdə böyük bir meşə vardı. Çoxlu

balaca, böyük çaylar vardı. Bura çoxlu-çoxlu heyvanlar gəlirdi, burada

çoxlu quşlar uçuşurdu. Bu meşədə böyük bir kərgadan vardı, atları,

adamları yeyirdi. İyrənc heyvan idi...” (Veliyev - Uğurlu, 1993: 11).

Bilqamıs dastanındakı Humbaba da zəhmli, iyrənc kimi təsvir edilir.

Lakin Humbaba, meşənin qoruyucusudur. O, əhalinin meşədən

istifadəsinə imkan vermir, həmçinin özü də meşəyə ziyan vurmur.

Ona görə də Humbabanı öldürüb meşəni qırıb dağıdan Enküdü

tanrıların qəzəbinə gəlir (Mahmudov, 2003). Oğuz isə kərgədanı

öldürdüyü üçün nəinki cəzalandırılmır, şan-şöhrəti daha da artır.

Təpəgözü qətlə yetirən İsgəndər də xalq tərəfindən sevilir.

”Oğuznamələr”dəki kərgədan bioloji növ deyil, qorxunc təsəvvür

yaratsın deyə, kərgədan cildində “qara qüvvələrin, şərin timsalıdır.”

Şər qüvvələrə qarşı dura bilən qəhrəman güclü və yenilməz olmalıdır.

Oğuz da belədir. O, İlahi Ay kağanın oğludur. ”Ayağı öküz ayağı tək,

beli qurd beli tək, çiyni samur çiyni tək, köksü ayı köksü tək idi.

Bədəninin hamısı sıx tüklə örtülü idi, ilxılar qovurdu, atlar yorurdu,

keyik avlayırdı.” (Veliyev - Uğurlu, 1993: 11). Göründüyü kimi, Oğuz

morfoloji cəhətdən güclü vəhşi heyvanlara bənzədilir. Bədəninin sıx

tüklə örtülü olması da göstərir ki, mənşəcə heyvanla insan

qohumdurlar. Oğuzdan törəyən nəsil onun istəyi ilə təbiətdən gələn

adı daşıyırdı. Oğuzun birinci qadınının göydən şüa içində enməsi və

Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /

Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu

161

ondan olan oğlanların Gün, Ay, Ulduz adlandırılması, ikinci qadının

ağac koğuşunda oturması və ondan olan oğlanların da Ğöy, Dağ,

Dəniz adlandırılması, işıq şüası ilə yenən boz qurdun qoşuna yol

göstərməsi, dastanın sonunda yürüşə çıxan oğlanların yay-ox tapıb

atalarının yanına gəlmələri, Oğuzun onları adlandıraraq hamının yerini

və vəzifəsini təyin etməsi və s. xalqımızın qurd (totem), işıq (od),

yaşıllıq (təbiət), fəza (göylər aləmi, iqlim sərvəti), yer (torpaq, hava,

su), ox və yayla bağlı inamlarını əks etdirir. Beləliklə, Oğuz kağan

bütün kainatın timsalı kimi ilahiləşdirilir (Veliyev - Uğurlu, 1993: 35-

36). Burada Oğuz nəslinin qoruyucusu da bizim canavar kimi

tanıdığımız qurddur. Ona görə də Oğuz Türkü qurda inanıb, onu totem

kimi qəbul edib.

Dastanlarda da belə nümunələr az deyil. “Şah İsmayıl” dastanında

heyvanların insana köməyindən bəhs edilir. “Şah İsmayıl bir ağacın

dibinə gəldi, oturdu. Elə bu zaman üç göyərçin gəlib ağacın başına

qondu. Göyərçinlərin biri quş dilində dedi:

- Bu nə gözəl oğlandı. Yazığın hayıf ki, gözləri kordu. O biri

göyərçin dedi:

- Bu, Ədil padşahın oğludu. Atası bunun gətirdiyi Gülzara aşiq

olub. Gülzara çatmaq üçün bunun gözlərini çıxartdırıb.

- O biri göyərçin dedi:

- Gəl, onun gözünü sağaldaq.

Göyərçinlər dedilər:

-Ay Şah İsmayıl, yatıbsan oyan, oyaqsan eşit! Gözlərini

yerinə qoy, biz atdığımız lələyi də üstlərinə çək, gözlərin sağalar.

Göyərçinlər bir lələk atıb, uçub getdilər. Şah İsmayıl gözlərini

yerinə qoydu, lələyi çəkdi, gözləri sappasağ oldu” (Axundov, 2005b:

154). Dastanda göyərçinlərin Şah İsmayla ağır durumunda köməklik

göstərmələrinin qabarıq təsvir edilməsi insanda müsbət emosiyaların

yaranmasına, gənclərdə ekoloji təfəkkürün və mədəniyyətin

formalaşmasina səbəb olur, ətraf mühitə qayğıkeş münasibəti artırır.

1. Nəsl Qayğısı

“Ağ quş”un nağılında Şirzadı təhlükəli vəziyyətlərdən xilas

edən Ağ quş da göyərçindir. Göyərçin gerçəkliklə yoxluğun

sərhəddində dayanan, abstraktlaşdirilmiş real varlıqdır və yalniz

yaxşılığa, salamatlığa, sülhə meyillidir. Göyərçinin sülh quşu kimi

seçilməsinin bir səbəbi də bizə görə, bununla əlaqədardir. “Göyərçin”

əfsanəsində (Azerbaycan Xalk..., 1985) deyilir ki, təcavüzkar düşmənə

qarşı döyüş meydanına çıxan hökmüdar anasından dəbilqəsini

gətirməyi xahiş edir. Ana gedib görür ki, hökmdarın dəbilqəsinin

içində göyərçin yuva qurub və bala çıxarıb. Ona toxunmur. Nə səbəbə

dəbilqəni gətirmədiyini soruşduqda ana oğluna hər şeyi öz gözlərilə

görməyi təklif edir. Hökmdar dəbilqədə göyərçinin balaladığını görür

və döyüşə namus nişanəsi sayılan papaqsız gedir. Qələbə çalır. Həmin

Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /

Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu

162

gündən göyərçin sülh quşu sayılır. Növün nəslinin kəsilməsinin

qarşısının alınmasında bu əfsanənin ekoloji tərbiyəvi əhəmiyyəti

böyükdür.

“Kitabi-Dədə Qorqud” dastanında da belə nümunələrə çox rast

gəlirik. “Bundan sonra bogaz ata minmərəm, minsəm belə döyüşlərə

getmərəm” (Haciyevin, 2004: 220) deməklə, canlilara çoxalma

dövründə, eləcə də körpə balalarina toxunmamaq tövsiyə olunur. Bəzi

heyvanlarin, o çümlədən atin müqəddəs hesab edilməsi onların

qorunmasına, nəslinin kəsilməsinin qarşısının alınmasına xidmət

etmişdir. “Şah İmayıl” dastanında qəhrəmanın mindiyi at, adi heyvan

deyil. Pay verən dərvişlərdən birinin Şah İsmayılın atasına - padşaha

verdiyi almanın təsirindən əmələ gəlib. “Bu almani soy, qabığını

qulunluğundan doğmayan Qəmərnişan madyana ver, özünü də iki

qisim elə, bir qismini sən ye, bir qismini də arvadın yesin. Çox

keçməz ki, oğlun olar. Oğlunun adını Şah İsmayıl qoy, Qəmərnişan

madyanın da bir qulunu olar, onun da adını Qəmərday qoy. Şah

İsmayılı o Qəmərdaydan savayı heç bir at gəzdirə bilməz” (Axundov,

2005b: 127). Ona görə də Qəmərday yeldən yeyin, sudan iti gedirdi.

Döyüşlərə ildırım təki şığıyırdı. “Koroğlu” dastanındakı Qıratla Dürat

da belədir. Çünki onlar da adi at deyillər. Dərya ayğırından əmələ

gəliblər (Təhmasib, 2005b: 7). Koroğlunun qələbələrində bu atların

əvəzsiz rolu vardır.

Dastanın qəhrəmanlarına dərviş yuxuda badə içirib, buta verir,

övladı olmayanlara isə alma verir ki, sonsuz qalmasınlar. Yuxuda buta

məqsədilə içirilən badə müalicə əhəmiyyətli mineral sudur – təbii

sərvətdir. Dərvişin övladı olmayanlara alma verməsi nağılllarımızda

da var. Alma üzvi və qeyri-üzvi maddələrlə zəngin meyvədir. Onun

tibbi-bioloji əhəmiyyəti böyükdür. Həkimlərin xəstələrə meyvələrdən

daha çox alma məsləhət görməsi də elə bununla əlaədardır. Dinə görə,

savab (yaxşı) işlər görmüş adam Cənnətə qovuşur. Cənnət dedikdə xoş

iyə, gözəl görnüşə və dada malik müxtəlif növ alma bağları nəzərdə

tutulur. “Məlikməmməd” nağılında qızıl almanın cavanlaşdırıcı

xüsusiyyəti də təsadüfi seçilməyib. Qırmızı almanın (“Qızıl Əhmədi”

sortu) tərkibində dəmir çox olduğuna görə qanında hemoqlobini az

olan xəstələrə məsləhət görülür. Alma maddələr mübadiləsini

yaxşılaşdırır, orqanizmin təravətli qalmasına kömək edir.

Orxon-Yenisey abidələrində də nəsil qayğısına diqqət yetirilir: "Nəsil

verən xoşbəxt ayğıram. Qozağacı yaylağım, quşlu ağac qışlağım,

orada durub zövq alıram, - deyir. Onu bilin yaxşıdır o". Yaxud "ilinə

çatmışı (yaşı çatmışı, qocalmışı) ürütməyim, ayına çatmışı (az yaşlı)

məhv etməyim, yaxşısı olsun, - deyir. Onu bilin, yaxşıdır o!"

Göründüyü kimi birinci misalda ayğır (erkək at) özünü xoşbəxt sayır,

ona görə ki, döllü nəsl vermək imkanına malikdir. Ona görə də

qozağacı yaylağı, quşlu ağac qışlağından mükafatı var. İkinci misalda,

qocalmışı ürütməmək - incitməmək, azyaşlını məhv etməmək -

Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /

Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu

163

öldürməmək, yəni nəsil törətməsinə şərait yaratmaq, mane olmamaq

tövsiyə edilir (Mahmudov, 2004).

Aşıq ədəbiyyatında dölsüzlüklə bağlı nümunələrə də rast

gəlirik. Bu, daha çox uzunmüddətli müşahidələrə əsaslanırdı.

Sərv ağacı hər ağacdan ucadır / Əsli qıtdır, budağında bar

olmaz (Axundov vd., 2004: 162-163.

Sərv - çılpaqtoxumlu bitkidir. Meyvə əmələ gətirmədiyinə

görə aşıq ona “əsli qıtdır, budağında bar olmaz”- deyib. Lakin sərv də

digər çılpaqtoxumlular (şam, küknar, qaraçöhrə, sidr, tuya və b.) kimi

toxumla çoxalır. “Əsli qıt” olsaydı, sərv və onun mənsub olduğu bitki

qrupu nəsil verə bilməzdi. Əlbəttə, bu fikir elmi baxımdan səhvdir.

Sadəcə, bu bitkilər çiçəkləyib meyvə əmələ gətirmədikləri üçün

“barsız-bəhərsiz” (dölsüz) kimi təqdim edilmişdir. Bununla yanaşı,

aşıqlarımızın şeirlərində genetik mülahizələrin yürüdülməsi faktı

maraq doğurur. Məsələn, Aşıq Şenlik düzgün olaraq bu qənaətə gəlir

ki:

Öz dərdini özün üyüt,

Alma, heyva verməz söyüd.

Anlamazlar almaz öyüd –

Şahmar olub çalasan da (Ilkin, 2011).

Hər bir növ yalnız özünəoxşar nəsl törədir. Genetika bu elmi

həqiqəti birmənalı qəbul edir. Hər kəs valideynlərindən aldıqları

əlamətləri irsən nəslə ötürür. Ona görə də aşıq bunun əksi olan fikri

mümkünsüz sayır. “Oğuznamə”də canlıların özünəoxşar nəsl

törətməsi, irsiyyət amili və genetik xüsusiyyətlər diqqəti cəlb edir:

“Qurd ənigi yenə qurd olar.” (Əlizadə, 1987: 144). Zoofitomorfik

miflərdə də faunamıza daxil olan bir çox bitki və heyvan növləri ilə

bərabər, hazırda nəsli kəsilmis, yaxud adı bizə məlum olmayan

növlərə rast gəlirik (Acalov, 1988: 61-75).

Dirili Qurbaninin şeirlərində çağdaş Azərbaycan faunasına

mənsub olmayan heyvanların adı çəkilir:

Dərdim çoxdu, nər-mayalar götürməz,

Kərgədan olmasa, fil mana göndər.

O, "Sevinsin" şerində narınc və turunc kimi subtropik bitki-

lərin adını çəkir. Aşığın bu şeirindən əkinçilik təsərrüfatında hazırda

becərilməyən bu bitkilərin o dövrdə geniş yayıldığı məlum olur.

“Göndər” şeirində isə kərgədan və fil adlarının qeyd edilməsi göstərir

ki, ya əvvəllər ölkəmizin faunasında bu heyvanlar mövcud olmuş və

sonradan yoxa çıxmış, ya da sadəcə Qurbani fil və kərgədan haqqında

müəyyən təsəvvürlərə malik imiş. Buna onun elmi biliyi imkan ver-

mişdir. Aşığın yüksək müşahidə qabiliyyəti, nəticə çıxarmaq bacarığı

təbiətə münasibtdə daha aydın görünür. Nəsil qayğısına qalmaq bütün

canlıların xüsusiyyətidir. Dirili Qurbani:

“Qarıncalar yuvasını qayırdı,

Gözəl kəklik balasını doyurdu.”

Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /

Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu

164

deyəndə elə bunu nəzərdə tuturdu (Yusif Dirili, 2006). Aşıq Valeh

(XVIII əsr) bir qoşmasında hazırda nəsli kəsilmiş bitki növlərindən

birinin adını çəkir.

Nəstərən, bənövşə çalışa yüz il,

Çətindi ömrünə yetəndə müşkül,

Əgər zülflərinlə bəhs etsə sünbül,

Düşər ayaqlara qərabət çəkər (Axundov, 21004:

202).

Göründüyü kimi burada lalə, bənövşə, nərgiz kimi bitkilərlə

bərabər, o dövrün florası üçün səcciyəvi olan nəstərənin adının

çəkilməsidir. Aşıq Ələsgər (XIX-XX əsr) yaradıcılığında təbiətdən

bol-bol istifadə etmiş, ətraf mühitin qorunmasını ifadə edən çoxlu

fikirlər söyləmişdir ki, bunların arasında bəzi növlərin sıradan çıxması

öz təsdiqini tapmışdır.

Tülkü havalanıb deyir aslanam,

Tüf dağından ac aslanlar itibdi.

Burada nadir növlərdən birinin – aslanın (şirin) vaxtılə Azərbaycan

təbiətində mövcud olduğu, hazırda isə həmin növün yoxa çıxdığı

bildirilir.

Kor yapalaq kəklik alıb yeyibdi,

Laçın ölüb, o tərlanlar itibdi (Ələsgər, 2004: 56).

Qoşmanın bu misralarında ərazidə laçın və tərlan kimi yırtıcı

quşların geniş yayldlğı, lakin sonralar müxtəlif səbəblərdən onların bir

növ kimi kökünün kəsildiyi qeyd olunur. Aşıq Ələsgər həmçinin

orqanizmin keyfiyyət əlamətlərinin irsiyyət amilləri vasitəsilə gələcək

nəslə ötürülməsini aşağıdakı misralarda dəqiq təsvir edib:

Nütfəsindən əyri olan tez göstərər isbatın,

Hər ağac kökündə bitər, hər meyvə gözlər zatın. (Ələsgər,

2004: 20-121).

2. Canlıların Həyatında Davranış Xüsusiyyətləri və

Mövsüm Dəyişikliklərinə Uyğunlaşma

Canlıların həyatında çoxalma, qidalanma və s. kmi zəruri

məsələlərlə bağlı müxtəlif davranış xüsusiyyətləri təzahür edir.

Bununla bağlı aşıq ədəbiyyatında çoxlu misallar vardır. Bizə görə,

Xəstə Qasımın (XVIII) Ləzgi Əhmədlə deyişməsində qurbağanın

çoxalması və inkişaf mərhələləri elmi cəhətdən çox düzgün verilib.

Aşığın bir başqa deyişməsində tərəfdaşına verdiyi sualların qoyuluşu

və aldığı cavablar elmi - məntiqi baxımdan realdır: 1. “O necə quşdu

ki, yaz gələr bağa?” (kənd qaranquşu) 2. ”O necə quşdu ki, qayada

səkər, Caynağı neştərdir, qanımı tökər?” (qayalıq qaraquşu - yırtıcı) 3.

”O necə quşdu ki, anasın əmər?” (adi yarasa – məməli heyvan) .

(Axundov, 21004: 176).

Atalar sözlərində orqanizmin həyat tərzi, o cümlədən

qidalanma xüsusiyyətlərii (“Ağac kökləri ilə yaşar, insan dostlari ilə”,

Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /

Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu

165

“Ət yeyən quş dimdiyindən bəlli olar”, “Bildirçinin bəyliyi darı

sovuluna qədərdir” ,“Quş dənə, milçək şirəyə yığılar, dəvə böyükdür

ot yeyər, şahin kiçikdir ət yeyər”, “Birənın qanın aldın, canın aldın”,

Bayquş xarabalıq sevər” və s.), nəsilartırmaları (“İt balası it olur”,

“Siçandan törəyən kəsəyən olar” və s.), yaşayış uğrunda mübarizəsi

(“Dovşanın gümanı ayaqlarına gələr”, “Aslanın ağzından şikar

alınmaz”, “Ceyranın qaçmağını gördüm ətindən əl üzdüm”, “Kəklik

səsin çıxartmasa, qaraquş onu tuta bilməz” və s.), qorunmasının

zəruriliyi (“Bar verən ağacı kəsməzlər”, “Yaralı quşa daş atmazlar”,

“Yaxşılıq elə balığı at dəryaya, balıq bilməsə, xalıq bilər”, “İnsan

paxıl olmasa bağ çəpəri neylər”və s.) öz əksini tapıb (Hesenov, 1994). Mövsüm dəyişklikləri canlıların həyat tərzinə təsir göstərən

mühüm hadisədir. Bitkilərin həyatında baş verən mövsüm

dəyişiklikləri Aşıq Abbas Tufarqanlının (XVII) qoşma və

gəraylılarında dürüst şəkildə verilib.

Payız olcaq bağlar tökər xəzəli,

Bahar olcaq bağçalara bar gəlir (Axundov, 21004: 128).

Payızda havaların soyuması ılə əlaqədar, gövdədə suyun və

qidalı maddələrin hərəkəti zəfləyir. Tədricən yarpaqla əlaqə kəsilir.

Beləliklə, xəzan hadisəsi başlayır; yarpaqlar tökülüb xəzələ çevrilir.

Bu zaman zoğlar oduncaqlaşır. Qışa hazrlıq prosesi gedir. Yazda isə

hələ yarpaqlamazdan əvvəl küləklə tozlanan bitkilərin çoxu çiçəkləyir.

Beləliklə, yazın ilk əlamətləri görünməyə başlayır. Havalar getdikcə

isinir. Ona görə də cücülər yuvalarından çıxır, köçəri quşlar qayıdır.

Quşlar kütləvi şəkildə balaçıxarmaya hazırlaşır, bitkilər isə

yarpaqlayır və çıçəkləyir.

Aşığın “Duman, gəl-get bu dağlardan, Bahar gəldi, qar

əylənməz” (Axundov, 21004: 102).gəraylısında yazın əhəmiyyəti,

həm də onunla izah olunur ki, bu mövsüm canlıların həyatında

çoxalma dövrü kimi xarakterizə edilir. Bizə görə, bu doğru

yanaşmadır və yaz mövsümündə bəzi bitkilərin çiçəkləməsi ilə

heyvanların balalaması eyni vaxta təsadüf edir.

Budur gəldi bahar fəsli,

Dağların lala vaxtıdır.

3. Ətraf Mühitin Komponentləri: Təbii Sərvətlər və

Onlara Münasibət

Qeyd etmək lazımdır ki, Azərbaycan folkloru çox qədim

dövrlərdən bəri əhalinin ətraf mühitə münasıbətinin formalaşmasında

əhəmiyyətli rol oynayıb. Təsadüfi deyildir ki, professor Q.Mustafayev

və A.Məmmədov əhalidə ekoloji fikirlərin inkişafını nəzərə alaraq

atalar sözünə belə bir tərif veriblər: “Atalar sözü hazırda ekoloji

sistem dediyimiz əhali və ətraf mühit arasındakı əlaqənin

minerallardan suya, sudan ota və başqa bitkilərə, bitkilərdən heyvanlar

vasitəsilə və ya birbaşa əhaliyə keçən, sonda yenə torpağa qayıdan

yolların sadə sözlərlə ifadəsidir.” (Mustafayev, 2008: 17). Onlar irəli

Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /

Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu

166

sürdükləri bu konsepsiyanı “ekologiyadan əvvəlki ekologiya”

adlandırıblar. Məsələn, “Sərçədən qorxan darı əkməz” atalar sözünün

həm mənəvi-əxlaqi tərbiyəsi, həm də elmi-ekoloji əhəmiyyəti vardır.

”Sərşə-darının qənimidir. Azərbaycan faunasında İspan sərçəsi və ya

qaradöş sərşə adlı bir quş var. Onun yerli adı afal sərçədir, yəni zərərli

sərçə. Kütləvi quşdur, bəzi ağacda bir neçə yüz yuvası olur. Dik

sümbülə qonub buğdanı çıxara bilir, başqa quşlar isə yerdən dənləyir.

Bu deyim həmin sərçə haqqında xəbərdarlıq edir.” (Mustafayev, 2008:

65). Burada bir növ kimi İspan sərçəsinin bioekoloji xarakteristikası,

təsərrüfat üçün ziyanlı cəhətləri aydın göstərilib. ”Ağaclı kəndi sel

aparmaz” atalar sözündə isə xalq hələ torpaqşünaslıq elminin olmadığı

bir dövrdə torpaq erroziyasanın qarşısını alan vasitələrdən birini çox

düzgün ifadə edib. ”Ağacı çox olan kənd, hətta dağın yamacında

yerləşsə də, ağacların kökləri bir-birinə çatıb tor kimi şəbəkə əmələ

gətirir, torpağı bərkidir. Sel gələndə ağaclar onun qarşısını alır. Gur

axan suyu dağıdır, selin gücü zəifləyir, kəndi dağıda bilmir, hətta

torpağı da yuyub apara bilmir.” (Mustafayev, 2008: 52). Torpaq

eroziyasının bir səbəbi də ona düzgün qayğı göstərilməməsidir. ”Pis

torpaq yoxdur, pis əkinçi var ” - atalar sözü bu cəhətdən yerində

işlənmişdir. Həqiqətən də, torpağa lazımi qayğı göstərilməsə,

aqrotexniki qaydalara düzgün riayət olunmasa torpaq tez “xəstələnər”-

şoranlaşar, eroziyaya uğrayar, çirklənər, nəticədə münbitliyini itirər;

bununla da az məhsul verər (Hesenov, 1994). “Əkəndə yox, biçəndə yox, yeyəndə ortaq qardaş”, “Kos-

kosa” kimi xalq tamaşalarında, eləcə də “Bənövşə”, “Siçan-pişik” və

s. (İsmayılov-Orucov, 2005:197-198, 205-211) kimi el-oba

oyunlarında da ətraf mühitə müxtəlif şəkildə münasibət bidirilir.

Böyük Türk ozanı Aşıq Veysəlin yaradıcılığında canlı və cansız

təbiətə münasibət xüsusi yer tutur:

Bir ulu ağacdan bir yarpaq düşsə,

O saat acısın duyar, inləyər (Aslan, 1982: 105).

Burada yarpağın bir orqan kimi əhəmiyyəti diqqəti cəlb edir.

Yarpaqların vaxtından əvvəl tökülməsi (hər hansı səbəbdən zoğun

yarpala birlikdə qırılıb düşməsi) bitkinin həyat fəaliyyətinə mənfi

təsiri qeyd olunur.

Bayatılarda bitki və heyvanların yaşayış sahəsi, torpağın

ekoloji xarakteristikası (Abdulla vd., 2004: 180, 196, 200; Veliyev,

1985: 176) əksini tapıb. Canlı təbiəti tanımaq və tanıtmaq baxımından

tapmacaların da faydası çox olub. Oyun - tapmacaların birində “dəstə

başçısı bir quşu müəyyən edib, əl hərəkətləri ilə uşaqlara deyir:

Bir nəfər: - Bir quşum var bir belə...

Hamı: - Lov gələ ha, lov gələ...

Bir nəfər: - Dimdiyi var bir belə...

Hamı: - Lov gələ ha, lov gələ...(Abdulla, 2005:

53)

Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /

Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu

167

Bu qayda ilə adının tapılması tələb olunan quşun bütün

morfoloji əlamətləri sadalanır. Yaxud “Qurdağzı bağlama” əfsununda

qurd haqqında deyilir; Aslan ağızlı qurd, qaflan ağızlı qurd, ağ qurd,

qara qurd, boz qurd, bozqurd, qurd (Nebiyev, 1989: 121)... Burada

qurd, canavarın prototipi olan taksondur. Canavarın ağzının aslan və

qaflan (bəbir) ağzına bənzədilməsi bu heyvanın çox təhlükəli yırtıcı

olduğunu göstərir. Əfsunda heyvanın 4 müxtəlif növünün adı çəkilir:

Ağ, qara, boz və boz qurd.

Tapmacalar vasitəsilə təbiəti tanımaq və öyrənmək daha asan

olmuşdur. Çünki qoyulan suala düzgün cavab vermək, həmin adamın

bilikli və hazırcavab olduğunu göstərir. Ona görə də düzgün cavabı

axtarıb tapmağa çalışmış, bununla da təbiəti öyrənməyə marağı

artmışdır. ”Siçan görəndə dişini göstərər, quş görəndə qanadını.”

(Seyidov, 2014). Burada yarasanın morfoloji əlamətləri bildirilir.

Yarasa toksonomik cəhətdən məməli heyvandır, lakin qanadlarına

görə o quşa bənzəyir. Bədəninin, xüsusilə başının quruluşuna görə

məməli heyvan olan siçana oxşayır. Ancaq o siçankimilərə yox,

yarasalar dəstəsinə aiddir. Müəyyən fikir yürütmək, ilkin təsəvvür

yaratmaq baxımından tapmacanın böyük rolu olub. Sürünən

heyvanlara aid edilən tısbağa haqqında Kərkük və Azərbaycan

Türkcəsindəki tapmacalar da elmi cəhətdən maraq doğurur.

Kərkük bulmacasında:

Daşdı, daş dəgi

Yumurta doğar; tavuk dəgi,

Arpa yeyər, at dəgi (Paşayev, 1987: 85).

Azərbaycan tapmacasında:

Yumurtlayar quş deyil

Otlayar inək deyil… (Seyidov, 2014: 98).

Məzmunca eyni olan hər iki tapmacada tısbağanın morfoloji

əlamətləri, çoxalma xüsusiyyəti, qidalanması bildirilir. Yazın gəlişi ilə yaranmış əmək nəğmələrindən olan

“Holavarlar” və “Sayaçı sözləri”ndə heyvanlara diqqət və qayğı özünü

göstərir. Məsələn;

Qara kəlim san gedir,

Öküzlərdən yan gedir.

Gecə-gündüz işləyir,

Dırnağından qan gedir (Namazov, 2004: 64).

Yaxud bir sayaçı söyləməsində:

Nənəm, a təkcə qoyun

Yunu var göycə, qoyun.

Yeyən sənin ucundan,

Sallanar bəycə qoyun (Namazov, 2004: 67).

Eləcə də:

Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /

Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu

168

Nənəm a qatar keçi

Qayada yatar keçi

Qışı soyuq gələndə

Balanı atar keçi (Namazov, 2004: 66).

Burada keçinin əsas otlaq yerlərinin qayalıq ərazilər olduğu,

soyuq qış şəraitinə dözümsüzlüyü bildirilib.

Hələ körpə ikən təbiətlə tanışlıq bizə layla və oxşamalar vasitəsilə

keçmişdir:

Bizim yerlər qalın meşə,

Taxtında otur həmişə (Namazov, 2004).

Bu laylada ölkəmizin əvvəllər sıx meşə örtüyünə malik

olduğunu bildirilir. Uşaqlar üçün həmişə maraq doğuran yanıltmaclar

da təbiətin öyrənilməsində az rol oynamayıb. Onların birində deyilir:

”Getdim gördüm bir təpədə yeddi qara, qaşqa, təpəl, səkil keçi var...”

(Nebiyev, 1989: 117-118). Bu yanıltmacda keçinin bədənində ağ topa

tüklərin yerləşmə (bitmə) yerinə görə əlamətləri verilib. Səkil-bir topa

ağ tükün ayaqda, qaşqa - alnının ortasında, təpəl - təpəsinin (başının)

ortasında olduqda deyilir. Yanıltmacda 4 əlamət (qara, səkil, təpəl,

qaşqa) göstərilib. Bunun təsərrüfatda fərqləndirmə baxımından

əhəmiyyəti vardır.

Xalqımızın mifoloji görüşlər sistemində insan-təbiət

münasibətləri xüsusi maraq kəsb edir. Mifologiyada bəzi bitki və

heyvanların mənşəyi, totem kimi qəbul edilmələri, qədim insanlarda

onlara inam, canlı təbiətə, onun tanınmasına və öyrənilməsinə maraq

yaratmışdır.

Məlumdur ki, əhali orta əsrlərdə indiki kimi təbiət haqqında

geniş elmi biliyə malik deyildi. O dövrdə ən hündür bitki sərv ağacı

hesab edilirdi. Bu, aşıq yaradıcılığında daha aydın görünür.

..Sərv ağacı hər ağacdan ucadır,

Əsli qıtdır, budağında bar olmaz (Axundov, 2004: 162).

Sərv ağacının zoğları gövdənin yanlarına sıxılmış vəziyyətdə

düz qalxdığı üçün həm yaraşıqlı, həm də ilk baxışda uca, hündür

görünür. Ümumi hündürlüyü isə 20-25 metrdən çox deyil. Sərvin ən

hündür ağac olması təsviri aşıq yaradıcılığı üçün xarakterikdir.

Məsələn, Aşıq Valeh (XVIII) sevgilisinin uca boyunu sərv ağacı ilə

müqayisə edir:

Sallana-sallana bağa çıxanda,

Sərv qamətindən xəcalət çəkər.

Bədii sənətdə qadın gözəlliyinin təbiətdəki ən gözəl

çiçəklərə bənzədilməsi, təbiətə pozitiv münasibətin nəticəsidir:

Lalə yanağından, nərgiz üzündən,

Qonça gülüşündən nədamət çəkər (Axundov, 2004: 202)

Nağıl və dastanlarda, mifoloji mətnlərdə əhalinin ətraf mühitə

münasibəti, həmçinin bitki və heyvanlarla onların öz dillərində

danışması şəklində ifadə edilmişdir. Məsələn,“Şah İsmayıl”

Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /

Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu

169

dastanında göyərçinlər İsmayıla “quş dilində” müraciət edirlər.

Ümümiyyətlə, “quş dili”, “heyvan dili” ifadələri folklorda geniş

yayılıb. “Quş dili bilən İsgəndər” nağılından bir nümunəyə baxaq.

“İsgəndər gördü ki, bir bülbül oxuyur, ayrı bir bülbül də deyir: - Ay

bülbül, bir vaxt gələcək, İsgəndər bu şəhərin padşahı olacaq, bu

bağçaya qonaq gələcək, həmin bu analığı onun qabağına xörək

gətirəcək... İsgəndər güldü” (Azerbaycan Nağılları, 2004: 93). Nağıla

görə, bülbüllərin söhbətini eşidən İsgəndərin gülməsi analığını

acıqlandırır. Elə zənn edir ki, ona gülür. Ancaq İsgəndər hər bir quşun

dilini bildiyinə görə bülbüllərin sözlərinə gülürdü. “Ovçu Pirim”

əfsanəsində (Araslı, 1968b: 242) madyanla (dişi at) qulunun (atın

balası) söhbəti də bu məzmundadır. İsgəndər də, Ovçu Pirim də

heyvanların dilini bilir. Quran ayələrində, hədislərdə, dini rəvayətlərdə

Süleyman peyğəmbərin heyvanların padşahı olduğu, onlarla öz

dillərində danışdığı barədə rəvayətlər vardır (Mahmudov, 2002).

Bütün bunlar göstərir ki, insanlar həmişə heyvanlarla münasibətdə

olmağa, onlarla ünsiyyət qurmağa cəhd etmişlər. Bu, insanlarda təbiəti

sevməyə, heyvanları qorumağa maraq yaratmışdır. Heyvanlara sevgi

bəsləməyin yolunu çox gözəl bilən ata-babalarımız “öz dillərində

danışan” heyvanların “söhbətlərinin” əsasını darda qalan insanlara

kömək etmək istəkləri şəklində ifadə etməklə onlara qarşı əhalidə

rəğbət hissi aşılamağa çalışmışlar.

3.1. Faydalı Qazıntılar və Su Sərvəti

Şifahi xalq ədəbiyyatında qiymətli metallara, faydalı qazıntılara

da geniş yer ayrılır. Nağıllarımızda ilanın xəzinə üstündə yatması, var-

dövlət, xeyir-bərəkət rəmzi olması təsadüfi deyil. Həmişə əhali

ilandan qorxmuş, onu “kafirlə” eyniləşdirmiş, əyri konusvari dişinə,

zəhərinə görə ondan çəkinmişlər. ”Ilanı görənə lənət, görüb

öldürməyənə lənət, öldürüb basdırmayana lənət”, “İlan vuran ala

çatıdan qorxar”, “İlanın ağına da lənət, qarasına da” kimi atalar sözləri

(Beydili, 2004: 135-136) bu qorxu nəticəsində ortaya çıxmışdır. Qeyd

etmək lazımdır ki, ilan çox faydalı heyvandır. Zərərvericiləri tələf

etməklə kənd təsərrüfatına böyük xeyir verir. İlan zəhəri tibbdə

dərman preparatlarının hazırlanmasında yaxşı xammaldır. Onun bu

cəhəti qədim insanların diqqətindən qaçmamış, əsatirlərdə ilanın

faydalı heyvan olması da nəzərə alınmışdır. Ona görə də ilan xeyirxah,

qədir bilən, humanist kimi xarakterizə edilmişdir. “Sehirli sünbül”

nağılında (Azerbaycan Nağılları, 2004: 314-316) elçi daşının üstündə

oturan bir ilan şahdan kömək istəyir. Məlum olur ki, ilanlar padşahı

bir maralı udmaq istəyəndə buynuzları kənarda qalib boğazından

keçmir. Ona görə də bir dülgər lazımdır ki, maralın buynuzlarını kəsib

ilanlar padşahını ölümdən qurtarsın. Rəhimdil padşah ilanın xahişini

yerinə yetirir. Kömək məqsədilə bir dülgər göndərir. Yaxşılığın

əvəzində dülgərə ilanlar padşahı 7 taxıl sünbülü verir. Sünbülün hər

Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /

Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu

170

dəni zoğal böyüklüyündə dürr dənəsidir - xalis qızıldır. Dülgəri

göndərən ilanlar padşahı etiraf edir ki, mənim xəzinəmdə belə

qiymətli şey yoxdur...

Məlum olur ki, ilanlar padşahının xəzinəsindəki dürr sünbülü

əkinçilərin zəhməti bahasına yetişmiş taxıldan əmələ gəlib. Ilanlar da

həmin sünbüllərdən aparıb öz xəzinələrində saxlayıblar. Ilanların

xəzinə, daş-qaş həvəskarı olmaları haqqında folklorda çoxlu

numunələr var. Bizə görə, xəzinə (qızıl, ləl-cəvahir, dürr, mirvari, daş-

qaş və s.) burada, təbii sərvət mənasındadır. Xalçalarımızda ilanların

təbiətin qoruyucusu kimi təqdim olunması təsadüfi deyil. Təbriz xalça

qrupunda, məsələn, “Dörd fəsil”, “Sujetli xalça” və s. - də əjdahanın

(mifoloji nəhəng ilan obrazı) göy qübbəsində, yaxud mehrabda

verilməsi təbiətin himayəçisi rəmzindədir Mahmudov, 2008). Bəzi

nağıllarda əjdaha suyun qoruyucusu kimi çıxış edir, əhalinin sudan

israfçılıqla istifadəsinə imkan vermir. Yalnız tələblərinin ödənilməsi

məqsədilə suyu hssə-hissə, qənaətlə buraxır. Qədim şərq xalqlarında,

o cümlədən Türk və Azərbaycan əsatirlərində belə fikirlər çoxdur

(Acaloğlu-Beydili, 2005). Bu, qədim insanın ətraf mühitə

münasibətini öyrənmək və təbiətin qorunması işindəki tarixi

fəaliyyətini qiymətləndirmək baxımından çox əhəmiyyətlidir.

“Məlik Cümşüd” nağılında oxuyuruq: “Məleykə Cahan

Əfruzun yaqut, yəmən, zəbərcət və mirvaridən qurulmuş taxtı divlərin

çiynində, pərilərin başının üstündə Gülüstani-İrəmə yetişdilər.”

(Azerbaycan Nağılları, 2004: 105). Qədim dövrlərdən başlayaraq

zinət-bəzək əşyaları məmulatlarında yaqut, yəmən, zəbərcət, mirvari,

ləl-cəvahirat, qızıl, gümüş və s. kimi təbii sərvətlərdən geniş istifadə

olunub. Mineral maddələrin, faydalı qazıntıların əhəmiyyəti barədə

fikirlərə Dirili Qurbaninin (XV-XVI əsr) şeirlərində də rast gəlirik. O,

almasın, yəmənin, əqiqin, yaqutun adını çəkir, ədviyyat bitkilərinin

tibbi xüsusiyyətlərini qeyd edir (Kazımov, 2006: 72):

Namə yazdım, yar yanına yolladım,

Darçından, mixəkdən, hil mana göndər.

Bununla o, bu bitkilərin müalicə xassəsi barədə məlumat ve-

rir.

Şifahi xalq ədəbiyyatında zinət-bəzək əşyalarının adlarnın

tez-tez çəkilməsi göstərir ki, hələ qədim zamanlardan başlayaraq

ölkəmizin ərazisində qiymətli metalların, digər faydalı qazıntıların, o

cümlədən mineral suların zəngin təbii ehtiyatı olmuşdur. Dirili

Qurbaninin “Qal indi” qoşması da bunu sübut edir (Kazımov, 2006:

74):

Ayrı düşüdüm vətənimdən, elimdən

Başı çənli, qarlı dağlar, qal indi.

İçən ölməz dərdə dərman suyundan,

Axar sular, tər bulaqlar, qal indi.

Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /

Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu

171

Müalicə əhəmiyyətli mineral sular haqqında həmçinin,

“İsgəndərin qaranlıq dünyaya getməsi” nağılı da (Araslı, 1968b: 48)

bizə maraqlı bilgilər verir. Eramızdandan əvvəl III yüzillikdə yaşamış

Makedonyalı İsgəndərin həyatından bəhs edən bu nağıldan bir parçaya

baxaq. “İsgəndər dedi:

- Vəzir, ağıla gəlməyən bir şeyi fikrimə gətirmişəm. Bu dərd

məni çürüdər. Gərək nə olur-olsun ölümün dərmanını tapam, həmişə

diri qalam.

- Vəzir dedi:

- Şah, naşükür danışma. Bir şey ki, Allahın əmri ola, onun

dərmanı olmaz. Ancaq bir iş var ki, qaranlıq dünyanın lap

qurtaracağında abi-həyat adlı bir su var. Hər kəs o sudan içsə ölməz,

dünya durduqca o da diri qalar (Araslı, 1968b: 52-53). Burada təsvir

olunan abi-həyat suyu müalicə əhəmiyyətli mineral sudur. Hazırda

təbii mineral sular insanların bir çox çətin sağalan xəstəliklərdən şəfa

tapmasında mühüm rol oynayır. Nağılda qeyd olunur ki, abi-həyat

suyu axtaran qoşun dəfələrlə çətin duruma düşür. Axırda Xızırın

köməyilə mağaraya daxil olan İsgəndər abi-həyat suyundan deyil,

parıltilı sudan içir. Hər zaman daş-qaşa meyl edən İsgəndər bu dəfə də

parıltıya aldanır. Ona görə də arzusuna çatmır, əbədi həyat

yaşamaqdan məhrum olur. Xudbinlik, hərislik, mənəmlik iddiası

arzularını gözündə qoyur. “Koroğlu” dastanında isə Qoşabulağın

möcüzəli suyundan danışılır: “Buradaki dağların birində bir cüt qoşa

bulaq var, adına Qoşabulaq deyirlər. Yeddi ildən - yeddi ilə cümə

axşamı məşriq tərəfdən bir ulduz, məğrib tərəfdən bir ulduz doğar. Bu

ulduzlar gəlib göyün ortasında toqquşarlar. Onlar toqquşanda

Qoşabulağa nur tökülər, köpüklənib daşar. Hər kim Qoşabulağın o

köpüyündə çimsə elə qüvvətli bir igid olar ki, dünyada misli bərabəri

tapılmaz. Hər kim Qoşabulağın suyundan içsə aşıq olar. Özünün də

səsi elə güclü olar ki, nərəsindən meşədə aslanlar hürkər, quşlar qanad

salar, atlar, qatırlar dırnaq tökər...” Oğlu Rövşənə (Koroğlu)

Qoşabulaq suyunun müalicə əhəmiyyətindən danışan Alı kişi həmin

suyu dərman kimi arzulayır: “Mənim gözlərimin dərmanı o köpükdə

idi. O da ki ələ gəlmədi.” (Tehmasib, 2005b: 16). Rövşən özü sudan

içsə də atasına gətirməyə imkan tapmır. Bütün bunlar göstərir ki, ölüm

orqanizmin labüd bioloji xassələrindən biridir.

Aşıq Ələsgərin qoşmalarında təsvir olunan”Abi-həyat” “dirilik

suyu”dur (Ələsgər, 2004: 34). ”Dirilik suyu” insanı daim cavan

saxlayan, yəni sağlam və gümrah edən sudur. İndi biz bunu təbii

müalicə suyu - mineral sular adlandırıriq. Belə nəticəyə gəlmək olar

ki, aşıq ərazidə kifayət qədər şəfaverici bulaqların olmasını və onların

müalicə keyfiyyətini yaxşı müşahidə etmişdir. Mineral suların

şəfaverici xassəsi mifoloji mətnlərdə də öz əksini tapıb. Ovçuluq

miflərinin birində Ovçu Pirimin nişan alıb yaraladığı maralın sürətlə

qaçaraq bir bulağın yanında dayandığı qeyd olunur. “Ovçu Pirim

Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /

Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu

172

görür ki, maralın dayandığı yerdən bir su çıxır. Yaralı maral özünü ora

yetirən kimi yaralı yerini su çıxan yerə vurur. Təzədən başlayır

qaçmağa. Ovçu Pirim baxır ki, bu qaçmaq heç bayaqkı qaçmaq deyil.

Başa düşür ki, burda bir sirr var. Özü də nə iş varsa iş sudadı. Bilir ki,

bu şəfa suyudu. Yaralı yerə dəyən kimi sağaldır. Maral da bu sirri

bildiyindən qaçıb özünü həmin suya çatdırmağa tələsirmiş.” (Acalov,

1988: 80).

Professor Q.Mustafayev təbii sərvətləri bir neçə yerə bölür:

Kosmos sərvətləri, iqlim sərvətləri, su sərvəti, bərpa olunan və

olunmayan sərvətlər, qismən bərpa olunan sərvətlər (Mustafayev,

1993: 94). Ulduzların toqquşmasından yaranan və Qoşabulağa tökülüb

köpük əmələ gətirən nur - Günəş, yəni işıq mənasındadır. Günəş şuası

kosmik sərvətdir və həyatın inkişafında mühüm əhəmiyyət kəsb erdir.

Onun ətraf mühitə, o cümlədən su mühitinə təsiri pozitiv

dəyişikliklərə səbəb olur. Şərq aləmində dualizmə (məşriq-məğrib,

gecə-gündüz, xeyir-şər) həmişə xususi əhəmiyyət verilmiş, bəzi saylar

və günlər müqəddəsləşdirilmişdir. Ona görə də nurun töküldüyü,

qarışdığı su müqəddəs hesab edilib. Belə su insanı cavanlaşdırır, ona

güc, qüvvət, təb gətirir. Fikrimizcə, Qoşabulağın əl-ayaq dəyməyən, əl

çatmaz, ün yetməz sıldırım qayalıqda, qoca ağacın altında, bağ-

bağçalı, laləzər çəmənlikdə təsvir edilməsi, suyunun göz yaşına, süd

gölünə bənzədilməsi də səbəbsiz deyil; təbiətə, təbii sərvətlərə insanın

sonsuz məhəbbətidir. Qoşabulağın köpüklü suyu, abi-həyat suyu kimi

mualicə əhəmiyyətli mineral sudur! Bunu persanajların, obrazların,

nağıl və dastan danışanların öz dilindən eşidirik. Umumən, suya canlı

mühit kimi baxılması təkcə Şərq folklorunda yox, Qərb ölkələrinin

şifahi ədəbiyatında da rast gəlinir. Rus xalq nağıllarında “Jivaya voda”

(Canlı su) və “Myortvaya voda” (Ölü su) deyilən (Vezirov, 1995) iki

növ suyun adı çəkilir. Hər iki su həyat cövhəridir, dirilik rəmzidir.

Onları içən cavanlaşır, sağalmaz hesab edilən xəstəlklərdən şəfa tapır,

dirçəlir, ölmür. “Məlikməmməd”in nağılında qızıl alma da həyat

rəmzidr (Axundov, 2005: 169). Onu yeyən cavan qalır, qocalmır.

Sumerlərin (b.e.ə. VI minillik) “Bilqamis” dastanında əsərin

qəhrəmanı ölümsüz həyat arzusu ilə yaşayır. Ölümsüzlük qazanmış

Utnapiştinin məsləhəti ilə dəryanın dibində bitən (su həyatdır, ona

görə də əbədi həyat çiçəyi suyun dibində bitir) çiçəyi dərib ölkəsinə

aparmaq istəyir. Ancaq ilan çiçəyi oğurlayır (Mahmudov, 2003).

Bilqamıs arzusuna çatmır. Dədə Qorqud ilanın onu təqib etməsinə

baxmayaraq, tez-tez qazılmış qəbirlərlə rastlaşması (“Dədə Qorqud”

filmi), “Avesta”da Hörmüzdün (Xeyir Allahı) Əhrimənlə (Şər Allahı)

– həyatın ölümlə əbədi mübarizəsi ölümün bioloji xassə kimi

zəruriliyini, insanın əbədi həyat axtarışı isə tarixən onun davamlı

inkişafa meyilliliyini göstərir. “Koroğlu” dastanında da belədir.

Qoşabulağın köpüklü suyu qüvvətverici və müalicə əhəmiyyətli olsa

da, həmin sudan Alı kişiyə çatmadığı üçün ölür. “Koroğlu”

Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /

Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu

173

dastanında muxtəlif bitki və heyvan növləri, onların həyat tərzi,

davranışı təsvir edilmiş, ətraf mühitin qorunması ilə əlaqədar çoxlu

pozitiv fikirlər söylənilmişdir.

3.2. Torpaq, İqlim və Kosmos Sərvətləri

Folklorda ətraf mühitin cansız faktorlarından olan torpağa

münasibət də bildirilir. Məsələn, Aşıq Veysəlin “Qara torpaq”

şeirində torpağın maddi və mənəvi əhəmiyyəti sadalanır. “İşgəncə

verdikcə mənə gülərdi” deməklə aşıq, torpağa dəyən zərəri qeyd edir.

Ancaq əvəzində, torpağın sədaqətli olduğunu, “bir çəyirdək əkdim,

dörd bostan verdi, Mənim sadiq yarım qara torpaqdı,” - deyir. O,

bununla münbit torpağın əkin üçün yararlı olduğunu, toxumun bu cür

torpaqda daha yaxşı cücərdiyini və cücərtinin normal inkişaf etdiyini,

nəticədə bol məhsil verdiyini söyləmiş olur. Atalar sözündə: “Torpaq

deyir, öldür məni, dirildim səni.” (Abdulla, 2005: 222). Aşıq

Veysəldə:

Qarnın yardım qazmaynan, belinən

Üzün yırtdım dırnağınan, əlinən.

Yenə məni qarşıladı gülünən.

Mənim sadiq yarım qara torpaqdı (Aslan, 1982:

106).

Folklorumuzda təbii sərvətlərə, o cümlədən kosmik sərvətlərə

aid tapmacalar çoxdur (Abdulla, 2005: 170; Seyidov, 2004: 27-44).

Azərbaycan xalq nağıllarında da kosmik sərvətlərə münasibət

bildirilir. Məsələn, “Tapdıq” nağılının tipik obrazlarından olan Gun

xanım günəşin prototipidir. Nağılın əsas qəhrəmanı Tapdıq isə günün

işığı ilə göydən enib (Axundov, 2005: 39). Burada “gün”, “gün işığı”

ifadələri günəş enerjisinin həyat üçün zəruri olduğunu göstərir.

Məlumdur ki, canlıların inkişafında işıq əsas amillərdən biridir.

Fotosintez prosesi biosferdə maddələr dövranı və enerji çevrilmələri

nəticəsində baş verir. Canlı maddənin əmələ gəlməsində də işıq

əhəmiyyəli dərəcədə rol oynayır. Aşıq yaradıcılığında iqlim

sərvətlərinə münasibət diqqəti cəlb edir: Göyçə qar əlindən zara gəlibdi,

Muğan həsrət çəkər, a yağa qar, qar.

Bu təcnisdə, həmin dövrdə hava şəraitinin necə olması barədə

də məlumat verilir. Yaxud

Gəldi yaz ayları, həsrət çəkər xak

Deyər: - Neysan gələ a yağa-yağa (Ələsgər, 2004: 101)

Aşıq Ələsgər yaratdığı bu dodaqdəymzdə bitkilərin inkişafı

üçün torpaqla bərabər, suyun da əhəmiyyətini qeyd edir. O, quraq

ərazilərdə yazın gəlişi ilə yağışların yağacağını, torpağın islanacağını,

bitkilərin normal inkişafından ötrü optimal şəraitin yaranacağı

qənaətinə gəlir.

Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /

Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu

174

3.3. Meşə Ekosistemi və Biomüxtəliflik

Məludur ki, meşə bir ekosistem kimi canlı və cansız təbiətin

qarşılıqlı əlaqəsində kompleks təşkil edir. Belə ki, meşənin mühitin

atmosfer havasının balanslaşdırılmasında, o cümlədən onun oksigenlə

zənginləşdirilməsində, meşə və meşəətrafı iqlimin

sağlamlaşdırılmasında, leysan yağışları zamanı su eroziyasının

qarşısının alınmasında, həmçinin torpaq qoruyucu xüsusiyyəti, stabil

qida zəncirinin yaranması və s. kimi bioekoloji əhəmiyyəti vardır.

“Ağacı çox olan kəndi sel aparmaz”, yaxud “ağacı çox olan kənddə

xəstəlik olmaz” (Seyidov, 2004: 45-69) kimi atalar sözü meşələrin

“planetin ağ ciyərləri” adlandırılmasına səbəb olmuşdur. Bizə görə,

Aşıq Veysəl “Meşə” şeirində “Cümlə xəstəliyə sipər” və ya “Selləri

udar əmərək” deyəndə bunları nəzərdə tutur:

Günəşdən aldığı həzlər

Necə havanı təmizlər!

Onun sağıyıq bax, bizlər,

Meşədəki varlığa bax!

Əhalinin təsərrüfat fəaliyyəti meşələrə də mənfi təsirini göstərib;

ağacların kütləvi qırılması, nəticədə meşələrin azalması “Ağaclar”

şeirində əksini tapıb (Aslan, 1982: 108-109). “Balta dəyib yatağından

yad edər” - deyən aşıq ağacdan hazırlanan kamanın, udun və qavalın

qırıldıqlarına görə sanki yanıqlı səslə fəryad qopardıqlarını söyləyir.

Meşə ekosisteminə antropogen təsirlə bağlı “Kəsildi ağaclar,

dağıldı quşlar” və s. kimi atalar sözlərində əhali ətraf təbii mühitə

münasibətlini bildirib (Beydili, 2004).

Nağıllarımızda təbii sərvətlərin zənginliyi, bioloji müxtəliflik

diqqəti cəlb edir: “Əmiraslanın nağılı”nda turac, bəzgək, mayı balığı

(şahmayı), xəşəm, qızıl baliq (Tehmasib, 2005: 249) və s., “Vəfalı at”

(Azerbaycan Nağılları, 2004: 58) da xaşxaş, “Simanın nağılı”nda

(Tehmasib, 2005: 54) sərçə, “Gülağanın nağılı”nda (Azerbaycan

Nağılları, 2004: 180-187) qarğa, göyərçin, ceyran, dovşan, xoruz,

qayın, söyüd, sarmaşıq, qızılquş, “Ac qurd”da pələng, şir, canavar,

dovşan, tülkü, “Cik-cik xanım” da sərçə, qoyun, at, “Pıspisa xanım və

Siçan Solu bəy”də siçan, dozanqurdu (böcək), “Tülkü, Tülkü,

tünbəki”də ayı, donuz, tülkü, canavar, ilan, tısbağa kimi bitki və

heyvan növləri və s. (Araslı, 1968b)

Aşıq Ələsgər qoşmalarının birində “çeşməsindən abi-həyatın

car olduğu”, “hər cür çiçəkli, laləzarlı” dağları tərifləyir. Bu, cəbəbsiz

deyil və əsası var. Hər cür çiçəyi olan laləzarlı dağ dedikdə, buranın

müxtəlif növ çiçəkli bitkilərlə zəngin olduğu bildirilir. Aşığın

qıfılbəndlərində adı bizə məlum olmayan bir çox heyvan növləri təsvir

edilib (Ələsgər, 2004: 163-185). Dövrünün flora və faunasına aid bitki

və heyvan növlərinin adlarını çəkməsi onlar haqqında müəyyən

təsəvvür yaradır. Həmin bitkilərin bəziləri çağdaş Azərbaycan

təbiətində indi də geniş yaılmışdır.

Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /

Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu

175

“Sarı bülübül” mahnısında “Vətən bağı al-əlvandır, Yox

içində Xarı bülübül” ifadəsi el arasında xarıbülbül kimi tanınan Qfqaz

qaş səhləb bitkisindən savayı, ərazinin biomüxtəliflik cəhətdən zəngin

olduğuna işarə edilir (Namazov, 2004: 101). Qeyd etmək lazımdır ki,

bu bitkinin fərqli və daha görkəmli bir növü yalnız Azərbaycanın

ermənilər tərəfindən işğal edilmiş Şuşa rayonu ərazizində bitirdi.

Digər bölgələrdə həmin növə rast gəlinmir.

3.4. Ovçuluğun Təbiətə Təsiri

Folklorda ətraf mühitə ovçuluğun təsirindən geniş danışılır.

”Əsli və Kərəm” dastanında Kərəm ovçunun vurub yaraladığı

ceyranın halına acıyır:

Zalım o vçu düşmüş, gəlir izinə

Al qanı axıtmış iki dizinə,

Milçəklər qonubdu qanlı üzünə,

Qaç, quzulu ceyran, yad ovçu gəldi (Tehmasib-Axundov, 2005: 64).

Dastanın qəhrəmanı Kərəm «bu ceyranı kim al-qana

bəzədi?» - sualı ilə yaranmış problemin səbəbini axtarır. O, bu

xoşagəlməz halı törədənin insan olduğu qərarına gəlir: «İnsan əcəb

zalım oldu qazılar, sinəsində yaraları sızıldar… Bu dağda bir ceyran

ağlar, inildər!» Burada antropogen faktor kimi insanın ətraf mühitə,

təbii sərvətlərə təsiri qabarıq verilmişdir. Diqqəti cəlb edən

məsələlərdən biri ovçunun əlinə keçməsin deyə Kərəmin ovu (ceyranı)

xəbərdar etməsidir.

Sürə-sürə ovu dağdan endirən,

Qaç, quzulu ceyran, yad ovçu gəldi (Tehmasib-Axundov, 2005: 64).

Şerdən aydın olur ki, ceyranın yanında balası vardır.

Çoxlu ox yarası vardı canında,

Bir cüt balaları ağlar yanında,

Kərəm deyər: anası yox yanında,

Bu dağda bir ceyran ağlar, inildər (Tehmasib-Axundov, 2005: 65).

Balalı heyvanın öldürülməsi həmişə pislənmiş və yasaq

edilmişdir. Ana fərdlə bərabər körpə balaların öldürülməsi daha pis

nəticə verir: Növün sayının azalmasına və ya nəslinin kəsilməsinə

gətirib çıxarır. Dirili Qurbaninin (XV-XVI əsrlər) yaradıcılığında ov-

çuluğun ətraf mühitə təsirinə aid nümunələr də diqqətəlayiqdir (Yusif

Dirili, 2006).

Naşı ovçu bərə bəklər, əylənər,

Marallar sayrışar yollara doğru.

Heyvanların qaydasız ovlanmsı bu gün də aktuallığını

itirməyən ekoloji problemlərdən biridir. "Tülək tərlan olub, sar ov ça-

landa" deməklə, Qurbani ovçuluğu bir faktor kimi qabartmağa çalışıb.

Qeyd etmək lazımdır ki, ovçuluq insan meydana gəldiyi ilk vaxtlardan

onun həyatında əsaslı rol oynamış, əhalinin qidasını, geyimini və s.

təşkil etmişdir. Nəticədə heyvanların mütamadi və qaydasız şəkildə

Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /

Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu

176

ovlanması onların sayca azalmasına, bəzi növlərin isə nəslinin

kəsilməsinə gətirib çıxarmışdır. Məsələn, Azərbaycan faunasından XI-

XII yüzilliklərdə şir və qulan, XVII əsrdə hepard, XX əsrin I yarısında

isə pələng ovlanma nəticəsində yox olmuşdur (Mustafayev, 1993: 29).

Heç bir qanun-qaydaya əməl etmədən heyvanların amansız

şəkildə ovlanması el arasında yaxşı qarşılanmır. Bayatlarımızda yasaq

xarakterli nümunələrin bir çoxu bu səbəbdən yaranıb (Hesenov, 1994:

229; İsmayılov-Orucov, 2005: 162). Biz buna Kərkük bayatılarında da

rast gəlirik (Aslan, 1982: 181, 185; Paşayev, 1993: Paşayev, 1993:

237, 286). Onlardan ikisinə baxaq:

Gözəl ov;

Gözəl ovçu, gözəl ov.

Ovda qulunc olmuşam,

Gəl, quluncum gözəl ov.

Ovçuçuluqdan,

Xoşlannam ovçuluqdan.

Nə ovçi bağdan bilir,

Nə bağban ovçuluqdan.

Birinci bayatıda dolanışıq məqsədilə fəaliyyət göstərən

ovçuluq peşəsinin heç də asan sənət növü olmadığı bildirilirsə, iknci

bayatıda artıq həyat tərzinə çevrilmiş ovçuluq sənəti yüksək

qiymətləndirilir, ovçudan peşəkarlıq tələb olunur. Məlumdur ki,

ovçuluqda məqsəd yalnız heyvanları iqtisadi səmərə baxımından

ovlamaq deyildir. Ovçuluq, həm də istirahət-əyləncə və seçmə

xarakteri daşıyır. Hər bir halda ovçuluq və heyvanların ovlanması

konkret qanun və qərarlar əsasında həyata keçirilməlidir. Şübhəsiz,

dövlətin ovçuluq qaydalarını - ov vaxtını və ovlama şəraitini

tənzimləyən qanunçuluq prinsipləri vardır. Ovçu peşəkar olmayanda,

işini bilməyəndə o, mövcud qaydaları pozmuş olur. Nəticədə təbiətə

ziyan dəyir. Tədqiqatlarımız göstərir ki, bayatılarda ovçuluğun təbiətə

təsiri daha güclü verilib:

Ovçular duran yerdə,

Yay-oxun quran yerdə.

Görüm əlin qurusun,

Mənə ox vuran yerdə (Abdulla, 2004: 228)

Və yaxud

Ovçuya kaman gərək,

Ovundan uman gərək.

Ana, bala bilməyən,

Ovçudan aman gərək (Veliyev, 1985: 162)

Sarı Aşığın (XVII əsr ) bir bayatısında oxuyuruq:

Mən Aşıq düzə ceyran,

Meh vurar üzə, ceyran.

Qorxmur namərd ovçudan,

Çıxıbdı düzə ceyran (Qehreman, 2011)

Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /

Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu

177

Bu bayatıda ovçunun namərd kimi verilməsi göstərir ki,

ceyranların azalmasında onun təsiri böyük olub. Müasir dövrdə

ceyranların qorunub artırılması üçün dövlət qoruqlarının yaradılması

da bununla bağlıdır. Bayatıda ceyranın düzənlik ərazidə yaşayan

heyvan olduğu da bildirilir. “Əsli və Kərəm” dastanında “Gözəl

çəmənlikdə ceyran sürüsü, Sürüdən ayrılmış onun birisi” kimi

ifadələrdə də ceyranın çəmənlik-düzənlk heyvanı olduğu göstərilir.

Dastanda ceyranın dağda yaşaması fikrinə də rast gəlirik.

Kərəm kimi öz yurdunu arzular,

Bu dağda bir ceyran ağlar, iniildər! (Tehmasib, 2005c: 65)

Yaxud;

Sürə-sürə ovçu dağdan endirən,

Qaç quzulu ceyran, yad ovçu gəldi (Tehmasib, 2005c: 64)

Bəzi mərasim nəğmələrində də (“Dağlarda ceyran, Bu qıza

qurban”), “Dumandı dağlar” adlı Kərkük xalq mahnısında da bunu

görürük:

Gəzmə bu dağları, ceyran səni avlarlar

Nənədən, babdan, yardan ayrı qoyarlar (Paşayev, 1987: 272)

Əlbəttə, qeyd etdiyimiz kimi ceyran düzənlikdə yaşamağa

uyğunlaşmış heyvan olduğu üçün onun dağlıq ərazidə yayılması fikri

elmi cəhətdən qüsurludur. Zənnimizcə, bu, dastan və mahnı

yaradıcısının bilməməzliyi üzündən ortaya çıxıb. Qaracaoğlanın

(XVII əsr) şeirlərində də ceyranın yayıldıqları əraziyə ikili münasibət

var. O:

Sənsən dağların ceyranı,

Olum gözlərin qurbanı (Ömeroğlu-Namazov, 2006: 253).

dediyi halda, digər tərəfdən:

“Körpə ceyran çəmən gəzər, çöl gəzər (Ömeroğlu-Namazov, 2006:

106).” fikrini irəli sürür. Bizə görə, əvvəlki deyim məcazi xarakter

daşıyır. “Körpə ceyranın çəmən-çöl gəzməsi” ifadəsi isə taksonun

doğulduğu düzənlk ərazidən həm də, yaşayış vasitəsi kimi istifadə

etdiyini göstərir. Ceyran düzənlik heyvanıdır. Burada qidalanır, nəsl

verir. Onun yeganə özünümüdafiə vasitəsi sürətlə qaçmasıdır. Ona

görə də sürü təhlükəni dərhal hiss etməli və ləngimədən

uzaqlaşmalıdır. Bunu edə bilməsələr, sıradan çıxarlar. Bu, isə yalnız

düzənlik ərazidə mümkündür. Fikrimizcə ceyranın düzənlik-çöl

heyvanı olması aşağıdakı xoyratda daha yaxşı ifadə olunub:

Ceyranam çöl dəlisi

Sonayam göl dəlisi…

Qınamayn qardaşlar,

Olmuşam gül dəlisi. (Paşayev, 1987: 52)

Burada ceyranın düzənlikdə, ördəyin isə su hövzəsi

ərazisində yaşadığı, başqa sözlə, su quşu olduğu bildirilir. El şairi

Qaracaoğlan, heyvanın davranış xüsusiyyətlərinin bəzi məqamlarını

aşağıdakı misrada açıqlayıb. O, burada ceyranın təhlükəyə

Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /

Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu

178

həssaslığını dürüst təsvir etmiş, ovçu və ov münasibətlərini qabarıq

verə bilmişdir:

Ceyran kimi yad ovçunu sezərsən... (Ömeroğlu-Namazov, 2006: 244).

Azərbaycan-Türk mifologiyasında özünə geniş yer tapan

ovçuluq mifləri ovçuluğun ətraf mühitə təsrini əks etdirir (Acalov,

1988).

Onlardan birində (№ 126) deyilir ki, Ovçu Pirim balalı

heyvanı vurur. Ov deyip ki, bəs mənim balam var, niyə vurdun məni?

Ovçu Pirimin qolu quruyur. Əlini tərpədə bilmir. Allaha yalvarıb

bağışlanmasını istəyir. Ov deyir ki, səni bağışladım, bir də belə günah

işlətmə. Ovçunun qolu sağalır. ”Ta o vaxtdan balalı heyvanı vurmur.”

Məhərrəm adlı başqa bir ovçu isə (№ 127) meşədə ayı ılə

qarşılaşır, lakin vurmur. Ayı bu yaxşılığın əvəzində onun əl-ayağını

yalayır və mağarasının yanındakı bir ağacın yanına gətirir. İşarə edir

ki, göstərdiyi yerdən ağacı kəssın. Ordan çoxlu bal çıxır. Kənd

camaatı bir müddət həmin ağacdan bal daşıyır. Ancaq bir gün yenidən

ova çıxan Məhərrəm çəmənlikdə ceyran sürüsünə rast gəlir. Dəstə

başçısını neçə dəfə nişan alırsa gözlərinə qəribə mənzərə görünür;

ceyranın altında bir qarı oturub onu sağır. Dözə bilmir. ”Axırda

gözlərini yumub atəş açır, dəstənin başında gedən ceyranı vurur. Bu

zaman onun qulağına bir səs gəlir: ”Əllərin qurusun, Məhərrəm!”

Ovçu çox bikef evə gəlir. Bir neçə gündən sonra həqiqətən ovçunun

əllərinin ikisi də quruyur. Məhərrəm bir də əlinə silah almağa həsrət

qalır, əzab-əziyyətlə ölür.”

Aşıq ədəbiyyatında da ovçuluq barədə fikirlər az deyildir.

Məsələn, qoşmalarının birində Xəstə Qasım (XVII - XVIII əsr) “Ovçu

olan bəslər alıcı quşu,” deməklə, ovçuların ov zamanı öyrədilmiş

yırtıcı quşlardan istifadə etdiklərini bildirir (Axundov, 2004: 174):

Ovçular şahinli, köhlən atları

Elləri gördüm də bulandım bu gün

Yaxın yüzilliklərə qədər, belə quşlardan, məsələn, şahindən

geniş istifadə olunmuşdur. ”Kəkliklər” şeirində fərə (dişi) kəklikliyin

daş başında “səs elədiyini”, qaqqıldaşıb bir-biri ilə bəhsə girdiklərini,

ovlağının (yaşayış sahəsinin) “qayalar başı” olduğunu, “əllərinin qızıl

qana” batdığını göstərir. Kəklik dağlıq, qayalıq ərazidə yaşayan,

burada yuvalayıb çoxalan quşdur. Çoxalma dövründə dişi fərd bir çox

quşlar kimi erkəyin diqətini cəlb etmək üçün ucadan “oxuyur”. Daha

yaxşı eşidilmək üçün iri daşın üstünə qonur ki, ətrafdakı erkək

kəkliklərin hər biri onu eşidə bilsin. Əllərin qızıl qana batması, şifahi

xalq ədəbiyyatında “ayaqları xınalı kəklik” kimi də ifadə edilir. Xəstə

Qasımın bu bənzətməsi kəkliyin arxa ətraflarının pəncə lüləsi və

barmaqlarının açıq-qırmızı rəngdə olması ilə əlaqədardır. O,

kəkliklərin təhlükə hiss edən kimi uçub oradan uzaqlaşdıgını, bununla

da müdafiə instinktinə malik olduqlarını bidirir:

Heç bilmirəm ovçusunmu görübdü,

Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /

Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu

179

Üz tutdular biyabana, kəkliklər (Axundov, 2004: 174):

Aşıq Ələsgərin (XIX-XX əsr) çoxcəhətli yaradıcılığında ov

heyvanları və ovçuluqla bağlı fikirlər çoxdur. İki nümunəyə baxaq:

Kamil ovçu yəqin görüb maralı,

Gedir bərəsinə ay sinə-sinə.

vəya

Səyyad isən, tor qurubsan,

Dağı gözlə, gözlə sən! (Ələsgər, 2004).

Xalq mahnılarında da ovçuluğa münasibət vardır. “Yaralı

durnam” mahnısında biz bunu görürük (Namazov, 2004).

Sən haralısan, haralı durnam

Ovçu əlindən yaralı durnam,

Yaralı, yaralı, yaralı durnam.

4. Ətraf Mühitin Qorunması

Azərbaycan folklorunda ətraf mühitə münasibətlə bərabər,

onun qorunması qayğısına qalmaq kimi vacib məsələyə də diqqət

yetirilir. Bu baxımdan mifoloji inamlarda ətraf mühitin qorunması

diqqəti cəlb edir. Onlardan bəzilərinə müraciət edək (Acalov, 1988:

76-156).

№ 119. Narbənd ağacını kəsmək günahdı. Bir oğlan deyib ki, əşşi,

ağacdı də, kəsəndə nolar ki? Gedib kəsib. Kəsilən yerdən qan axıb.

Elə həmin gün oğlan dəli olub.

№ 120. Ardıc ağacını kəsməzlər. Kim onu kəssə, günaha batar. Bir

arvad ardıcın bir budağını kəsib təndirə atır. Axşama yaxın arvadın

uşağı dığırlanıb təndirə düşür, yanır.

№ 269. Hansı evdə ilan var o evdə xeyir-bərəkət olar. Ona deyirlər ev

ilanı. Ev ilanını öldürməzlər. Öldürəndə evdən xata-bala əskik olmaz.

Bizim kənddə biri öldürmüşdü. Başına neçə iş gəldi.

№ 274. Bir heyvan itəndə qurdun ağzın bağlayarlar ki, ona dəyməsin.

Amma heyvan tapılanda gərək qurd ağzını açasan.Yoxsa günahdı,

qurd ac qalar.

№ 276. Ağacın, otun, çiçəyin, hər şeyin murazı var. Onları yaşıl vaxtı

qırmaq olmaz. Bu vaxt onlar muraz üstə olurlar. Qıranda murazı

gözündə qalar, adama qarğıyar.

№ 417. Danaqıran gülünü qirmazlar, ölüm-itimi var.

№ 421. Çinar ağacını nə kəsmək, nə də yandırmaq olmaz. Ona görə

ki, günahdı, adam zərər çəkə bilər.

№ 425. Suya tüpürmək, murdarlamaq olmaz. Günahdı.

№ 431. İlanı öldürmək olmaz. Çünki onlar yeddi qardaş olurlar.

Qalanları harda olsa həmin adamı tapıb cəzalandırarlar.

Məlimdur ki, cəmiyyətə dinin təsiri çox güclüdür. Bu

baxımdan folklorun, o cümlədən el adətlərinin və dinin ətraf mühitin

qorunmasında müstəsna əhəmiyyəti olmuşdur. Ətraf mühitin

mühafizəsi ilə bağlı rəsmi dövlət qanunlarının mövcud olmadığı

Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /

Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu

180

dövrlərdə canlı və cansız təbiət nümunələrinin müqəddəsləşdirilməsi

onların qorunmasında əsas vasitələrdən birinə çevrilmişdir. İslam

dininin banisi Məhəmməd Peyğəmbərin bu kəlamı1500 ilə yaxındır

ki, təbiətin qorunasına xidmət edir: "Allahın yüz cür rəhmi var.

Onlardan birini insana verib ki, o, heyvanata və yer üzərində hərəkət

edən nə varsa, hamısına mehribanlıq göstərsin." (Mahmudov, 2002).

Şifahi xalq yaradıcılığı nümunələrində müxtəlif bitki və

heyvan növlərinin qorunduğu ərazilər barədə də danışılır. Belə ki,

dastan və nağıllarda qoruqlar haqqında məlumatlar vardır. ”Koroğlu“

dastanında deyilir: “Kürdoğlu yol gəlib yorulmuşdu. Düşdü, atını

qoruğa buraxdı, özü də dirsəkləndi. Dəlilərdən bir neçəsi - Eyvaz,

Dəmirçioğlu, İsabalı at belində məşq edirdilər. Qoruqda bir adam

gördülər. Eyvaz atını səyirdib Kürdoğlunun yanınıa gəldi, dedi: - Ay

adam, kimsən? Nə hünərnən atını bu qoruğa buraxmısan (Tehmasib,

2005b: 309)? Haqqında danışılan qoruğun adı Yağı qoruğudur.

Koroğlu və onun dəlilərinə məxsus olan bu qoruğa Yazı qoruğu da

deyirlər. Yazı “çöl-çəmən” mənasındadır. Müxtəlif bitki növləri ilə

zəngin ərazidir. Yağı qoruğu - düşməndən, yəni kənar təsirlərdən

qorunmaq mənasındadır. ”Koroğlu” eposu feodalizm dövrünün (XVI-

XVII əsr) məhsuludur. O dövrdə feodalların çoxu belə qoruqlara

malik idilər. Qoruqdan başqasının - kənar şəxslərin istifadəsinə yasaq

qoyulur, feodal isə qoruqdan istirahət məqsədilə (ov, gəzinti və s.)

istifadə edirdi (Mustafayev, 2003: 73-81). “Dədə Qorqud" dastanında

da Təkür qoruğundan danışılır (Hacıyevin, 2004: 284-292). Qoruqda

müxtəlif heyvan və bitki növlərinin olduğu bildirilir. Oğuz bəylərinin

qoruğa yad münasibəti, yurdlarının düşmənlər tərəfindən işğalı ilə

nəticələnir. Tanrı təbiətə ögey münasibətə (təbii sərvətləri amansız

şəkildə dağıtdıqlarına) görə onları cəzalandırır. Bunu dastanın “Bəkl

oğlu İmran” boyunda da görürük (Hacıyevin, 2004: 275-283).

5. İnsan Ekologiyası

Şərq xalqlarının ağız ədəbiyyatında, o cümlədən Azərbaycan

və Türkiyə Türkcəsində geniş yayılmış lətifələr çağdaş ətraf mühit

problemlərindən biri olan insan ekologiyasının öyrənilməsi

baxımından diqqəti cəlb edir. Molla Nəsrəddin və Bəhlul Danəndənin

lətifələri, eləcə də digər lətifələr bu cəhətdən səciyyəvidir (Namazov,

2004: 191-200; Tehmasib, 2004; Özçelik, 2005). Uşaqlara yaxşı tanış

olan “Cik-cik”, “Cırtdan”, Quş dili bilən İsgəndər (Zeynallı, 2005),

“Pıspısa xanım və Siçan Solu bəy”, “Ac qurd”, “Hiyləgər keçi”,

“Loğmanla şəyirdi”, “Bostancı və Şah Abbas”, “Isgəndərin qaranlıq

dünyaya getməsi” və s. nağıllarda çoxlu ekoloji fikirlər vardır. “Tülkü,

Tülkü, tünbəki” nağılında (Araslı, 1968b: 54) müxtəlif heyvanların

davranışı və biologiyası öz əksini tapıb. Bu nağılların hər birində

insan ekologiyası ilə bağlı maraqlı fikirlərə rast gəlirik. Yaltaqlıq,

Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /

Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu

181

namərdlik, pintilik, əliəyrilik kimi pis, igidlik, düzlük, sözü-

bütövlülük və s. kimi yaxşı əməllər nağıllarda geniş təbliğ olunur.

Aşıq yaradıcılığında da mənəvi dəyərlərə - insan

ekologiyasına münasibət xüsusi yer tutur. Qurbaninin qıfılbəndlərinin

birində oxuyuruq:

Səkkiz şey gəlibdi insana ənam,

Ağıl, mərifət, həvəs, kamal, dördü nə? (Kazımov, 2006)

Türk xalqlarının, o sıradan Azərbaycan xalqının mifoloji-

fəlsəfi baxışlarının, sonralar isə dini görüşlərinin üzə çıxmasında,

bədii təfəkkür və estetik duyumunun artmasında, eləcə də təbiətə

pozitiv münasibətin dərinləşməsində şamançılıq böyük rol

oynamışdır. Təsadüfi deyildir ki, Qam-Şaman görüşünün kökündə

insan və təbiət dururdu. Bu görüşlər çevrəni dərk etmək, ona təsir

etmək, təbiətlə qarşılaşmasından irəli gələn mürəkkəb durumdan

yaranmışdır (Seyidov, 1994). Şaman söyləmələrinə görə, ən çətin vəziyyətdən çıxmağı

bacaran şamanlar, başqalarını da çətinliklərdən qurtarır, ağır

xəstəliklərdən xilas edir. Onlar buna müxtəlif heyvanların cildinə

girmiş ruhlar şəklində nail olurmuşlar. Ümumiyyətlə, şamançılıq

tədbirləri təbiətə inamla sıx bağlı idi (Gözelov-Mehmedov, 1993).

Şübhəsiz ki, ətraf mühitin qorunmasında el adətlərinin də

misilsiz əhəmiyyəti olub. İnanclar el adətlərində əsas yerlərdən birini

tutur. Məsələn, ”ev itini vurmaq və ya öldürmək qəddarlıq hesab

edilir.” İnama görə ”qoyunu, qaramalı vurmaq günah sayılır. Sağmal

heyvanı yükləmək, minmək də qəbahətdir” At isə insanın sədaqətli

dostu, köməkçisi hesab olunur. Təzə cücərtini, körpə ağac və ya kolu

zədələmək, ana bətnindəki körpəni tələf etmək günah sayılır (Nebiyev,

1989: 157-168). Bitki və heyvanlarin çoxalma dövründə onlara

toxunmağın yasaq edilməsi növün qorunub saxlanılmasinda pozitiv

təsir göstərib. Bu məsələdə insanın mənəvi-ekoloji tərbiyəsi

əhəmiyyət daşıyıb. Ona görə də qocalara, ata-anaya hörmət, uşağa

qayğı, dostluğa, ailəyə sədaqət yaxşı, yalançılıq, ikiüzlülük, xəbislik

isə pis əməl sayılıb. Fikrimizcə, əhalinin ətraf mühitə münasibətlərinin

düzgün formalaşmasında onun mənəvi keyfiyyətləri əsas faktorlardan

biri olub ki, sonralar biz bunu insan ekologiyası adlandırmışıq.

Məlimdur ki, yalançılıq, yalan söyləmək hər zaman pislənmiş,

qüsurlu əlamət kimi lənətlənmişdir. Lakin bəzən nağıl və dastan

qəhrəmanları fayda gətirə biləcək məsələlərin həllinə kömək

məqsədilə yalan danışmağa məcbur olurlar. Məsələn, “Əsli və Kərəm”

dastanında yaralı ceyranı xilas etmək üçün Kərəm ovçulara yalan

danışır. “Yaralı ceyran nə qədər elədisə, balalarını çəkib bir yana gedə

bilmədi. Özü də balalarından ayrılmaq istəmirdi. Kərəm əhvalı belə

görəndə ovçuların qabağına getdi. Ovçular ondan soruşdu:

-Buralarda bir yaralı ceyran görmədinizmi?

Kərəm başqa uçurum dərə göstərib dedi:

Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /

Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu

182

- Ceyran qaçıb o dərəyə getdi.

Ovçular dərəyə tərəf yönəldilər. Kərəm gəlib ceyranın yaralarını

bağladı, aparıb yaxınlıqdakı mağaraya qoydu.” (Tehmasib, 2005c:

65).

Göründüyü kimi, yaralanmış ceyranın və balalarının ovçu

əlinə düşüb tələf olmamasından ötrü Kərəm izi azdırır. Ceyrana və

balalarına qayğı göstərir; yaralarını sarıyır, ələ keçməsin deyə aparıb

mağaraya qoyur. Kərəmin yaxşılığı əvəzsiz qalmır. Təbiət özü onu

mükafatlandırır: Qarlı aşırımlardan, boranlı-tufanlı gədiklərdən

salamat qurtarır. Dastanda istəklisi Əslini axtararkən məlumat almaq

üçün təbii sərvətlərə üz tutur - meşədən, çaydan, dağdan, qayadan,

ceyrandan onu soruşur. Onlar Əslinin getdiyi istiqaməti nişan verirlər.

Yaxşı və qayğıkeş insan olduğuna görə köməklərini əsirgəmirlər…

Ceyrana bu cür qayğıkeş münasibət ekoloji mədəniyyət baxımından

diqqəti cəlb edir. Onun bu şəkildə verilməsi əhalidə, xüsusilə

gənclərdə ekoloji şüurun formalaşmasında, onların ekoloji

tərbiyəsində böyük rol oynamış, insanı təbiətə, ətraf mühitə qarşı

zərərli təsirlərdən çəkindirmişdir.

“Leyli və Məcnun” dastanında da heyvanlara məhəbbət, doğmalıq

hissi geniş şəkildə öz əksini tapıb (Tehmasib, 2005c: 255-293).

Məcnun səhralarda gününü vəhşi heyvanlarla keçirir; bir yerdə

yaşayır, heyvanları özünə sədaqətli dost bilir. Vəfat etdikdə heyvanlar

onun qəbrinin üstünə gəlib göz yaşı tökürlər. Bütün bunlar göstərir ki,

orta əsrlərdə insanın təbiətə sevgisi az olmayıb.

İnsanın ekologiyası ilə əlaqədar “Kiçikdən xəta, böyükdən

əta”, “Allah tənbəli sevməz”, “Kişinin sözü bir olar”, “Yalançının evi

yandı, heç kim inanmadı”, “İlanın quyruğun basmasan səni sancmaz”,

“Nə əkərsən, onu biçərsən” və s. kimi atalar sözlərində insanın

mənəvi-əxlaqi keyfiyyətlərinin yüksəldilməsi və ətraf təbii mühitə

münasibət bildirib (Beydili, 20049. Aşıq yaradıcılığında, xüsusilə

ustadnamələrdə insanın ekologiyasına aid çoxlu fikirlər vardır

(Axundov, 2005b; Tehmasib, 2005b; Tehmasib, 2005c). Bu baxımdan

Aşıq Abbas Tufarqanlının “Olmaz” adlı qoşması ibrətamizdir:

Özündən böyüyün saxla yolunu,

Düşən yerdə soruş ərzi-halını,

Əmanat, əmanat qonşu malını,

Qonşu yox istəyən özü var olmaz (Axundov, 2004: 107)

6. Həyatın Yaranması

Şifahi xalq ədəbiyyatında yer üzərində həyatın gəlməsi,

canlıların vahid mənşədən başlanğıc götürməisi kimi məlumatlara da

rast gəlirik. Məsələn, həyatın əmələ gəlməsi mifoloji mətnlərdə geniş

şəkildə öz əksini tapıb (Acalov, 1988: 35).

№ 1. Lap qabaqlar Allahdan başqa heç kim yox imiş. Yer üzü də

başdan-ayağa su imiş. Allah bu suyu lil eləyir. Sonra bu lili qurudub

Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /

Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu

183

torpaq eləyir. Sonra torpaqdan bitkiləri cücərdir. Ondan sonra da

torpaqdan palçıq qayırıb insanları yaradır, onlara ruh verir.

№ 4. Əzəldən yer üzündə heç nə yox idi. Elə vaxt öz-özünə gəlib

keçirmiş. Sonra heyvanlar, cücülər, otlar, ağaclar yarandı. Lap axırda

Allah adamları yaratdı. Bunlar yer üzündə o qədər artıb törədilər ki,

dünya bunlara darlıq elədi, insanlar başladı bir-birinə pislik, paxıllıq

eləməyə. Bunu görəndə Göy acıqlanıb yerdən aralandı. O vaxtdan da

bərəkət azalıb, çörək daşdan çıxır.

Biz burada yalnız təkamül üzrə həyatın əmələ gəlməsini

deyil, demoqrafik partlayışın nəticəsini görürük. Əhali artımı, getdikcə

“dünyanın darlıq eləməsi” sosial-iqtisadi problemlərlə bərabər,

insanların mənəviyyatına da neqativ təsir göstərir.

Türk mifologiyasında da (Şükürov, 1997) Yunan

mifologiyasında da (Şükürov, 1999) həyatın yaranışı eyni sistem üzrə

baş verir: Əvvəl su, sonra torpaq, daha sonra isə tədricən, təkamül

əsasında canlı orqanizmlərin meydana gəlməsi və inkişafı. Müxtəlif

xalqların mifoloji dünyagrüşünü tədqiq edən professor A.Şükürova

görə dünyanın yaradılmasında müəyyən qayda və ardıcıllıq var:

Xaosdan yer və göy, daha sonra günəş, ay, ulduzlar, zaman, bitki,

heyvanat, insan, ev, əşyalar və s. yaranır (Şükürov, 1997: 112). Çağ-

daş dünya elminin gəldiyi nəticəyə görə həyat suda əmələ gəlmiş, for-

malaşmış və inkişaf etmişdir. Dirili Qurbani şeirlərinin birində yer

üzərində həyatın suda əmələ gəlmsi fikrini belə ifadə edir:

Haqq-təala könlündə fikir eylədi,

Əzəl başdan bu dünyanı yaratdı

Öz adı bir ikən həzar eylədi,

Çəkdi sudan öz eyvanın yaratdı (Kazımov, 2006: 93).

Akademik Oparinin fərziyyəsinə görə həyat abiogen yolla,

yəni cansızlardan təkamüllə yaranıb və üç mərhələ keçib. Bütün mər-

hələlərdə dörd həyat amili: su, torpaq, hava və işıq (istilik) başlıca rol

oynayıb. "Dördünə" adlı qıfılbəndində Qurbani dörd deyil, səkkiz

amilin canlı orqanizmlərin mövcudluğundakı rolunu qeyd edir:

Səkkiz şeydi bu dünyanı tutubdu,

Abu, ataş, xaki, baddı, dördü nə (Kazımov, 2006:

103).

Fikrimizcə, qalan dörd amil biosferi təşkil edən canlılar qru-

pudur - bakteriyalar, göbələklər, bitkilər və heyvanlardır.

Yunis İmrənin (XIII-XIV) “Bilir” şeirində:

Adəmin torpağını

Dörd fəriştə götürdü,

Suyunu nədən qatdı?-

Yapıb yoğuran bilir. – deyir (Aslan, 1982: 29).

Şeirdə “dörd fəriştə” həyatın əsasını təşkil edən ilkin dörd

elmentdir; oksigen, hidrogen, karbon və azotdur. Burada “suyunu

nədən qatdı?”- deməklə, Y.İmrə suda yaranan ilk həyat formalarını,

Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /

Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu

184

müasir elmi baxımdan koaservatları nəzərdə tuturdu. Folklorda insanla

digər canlıların, məsələn, xüsusilə balıq, quş və və məməli heyvanlarla

eyni mənşəli olmasına cəhd edən fikirlər olmuşdur.

Nağıllarımızda bədənin yarıdan yuxarı insan, yarıdan aşağı

heyvan kimi təsvir olunması heyvanla insanın qohumluq əlaqələrini

əks etdirən fikirlərin təsdiqi kmi maraq doğurur. Kentavr (bədəni at,

başı insan), su pərisi (bədəni balıq, başı insan) qədim insanın öz

mənşəyinə baxışıdır. O, eyni zamanda bununla heyvanlara səmimi

münasibətini ifadə edirdi. Belə varlıqlar müqəddəs sayılır, onu tutmaq,

incitmək, öldürmək yasaq olunurdu. “Məlik Cümşüd” nağılında

Məleykə Əfruz xanımın kənizi kimi təqdim olunan Mürgü Xəndanın

bədəninin yarısı insan, yarısı heyvandır. “Bir gün Məlik Cümşüd

işləyib yoruldu. Bir ağacın dibinə uzanıb yatdı. Yuxuda gördü ki,

ağacın başına bir quş qonub, başdan gözəl bir qız, bədəndən quşdur.

Qanadların çalıb elə oxuyur ki, gəl görəsən. İstədi quşu tutsun, quş

dilə gəlib dedi:

-Məlik Cümşüd, məni belə tuta bilməzsən...” (Azerbaycan

Nağılları, 2004: 96-97). Nağıl, əfsanə və rəvayətlərdə balıq və quş

obrazları qız, iri dırnaqlı heyvan isə zəhimli kişi görkəmində təsvir

edilir. Fikrimizcə, bu həmin heyvanların daha çox ovlanmaya məruz

qalmaları, özünü müdafiə qabiliyyətlərinin zəifliyi ilə əlaqədar

olmuşdur. Belə heyvanları kənar təsirlərdən, kütləvi məhvolmalardan

mühafizə məqsədilə başın incə və gözəl qız şəklində təsviri əsas

götürülmüşdür. Digər tərəfdən, nəslin artırılmasında da bu mühüm şərt

idi.

Göründüyü kimi təbiətin qorunması xüsusi qaydaların və

tədbirlərin həyata keçirilmədiyi ən qədim dövrlərdən başlayaraq

çağdaş dövrümüzədək xalq qınaqları, təbii sərvətlərin

müqəddəsləşdirilməsi yolu ilə mümkün olmuşdur. Folklorun müxtəlif

janrları üzrə apardığımız araşdırmalar zamanı biz bunu müəyyən

etdik.

Tövsiyə

Ətraf mühitin daha da yaxşı öyrənilməsi və qorunması işində:

- Şifahi xalq yaradıcılığında bioloji müxtəlifliyi əks etdirən bitki və

heyvan növlərinin öyrənilməsi və onlardan Azərbaycan və Türkiyə

Respublikalarının bitki və heyvan adlarının milliləşdirilməsində

istifadə edilməsi;

- Folklor nümunələrinin ekoloji aspektdən tədqiqi və tədris-tərbiyə

vəsaitlərinə daxil edilməsi;

- Qədim və orta əsrlərdə Azərbaycan və Türkiyə ərazsində mövcud

olmuş, hazırda nəsli kəsilmiş növlərin yayılma yerləri, həyat tərzi,

ekoloji mövqeyi, davranışı və s. xüsusiyyətlərinin öyrənilməsi elmi

bxımdan faydalı ola bilər.

Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /

Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu

185

Kaynaklar Abdulla B., Azərbaycan Folkloru, Bakı, Şərq-Qərb, 2005.

Abdulla B., Babazadə Q., Məmmədli E., Azərbaycan Bayatıları, Bakı:

XXI - Yeni Nəşrlər Evi, 2004.

Acaloğlu A., Bəydili C., Əsatirlər, Əfsanələr və Rəvayətlər, Bakı:

Şərq-Qərb, 2005.

Acalov A., Azərbaycan Mifoloji Mətnləri, Bakı: Elm, 1988.

Axundov Ə., Abbaslı İ, İsmayılov H., Azərbaycan Aşıq Şeirindən

Seçmələr, I c., Bakı: Şərq-Qərb, 2004.

Axundov Ə., Azərbaycan Dastanları, III c., Bakı: Lider, 2005b.

Axundov Ə., Azərbaycan Nağılları, IV c., Bakı: Şərq-Qərb, 2005.

Araslı H., Azərbaycan Folkloru Antologiyası, I c., Bakı: Azərb.SSR

Elm. Akademiyası, 1968.

Araslı H., Azərbaycan Folkloru Antologiyası, II c., Bakı: Azərb.SSR

Elm. Akademiyası, 1968b.

Aslan M., Aşıq Veysəl, Yunis İmrə. İki zirvə. Şeirlər, Bakı: Yazıçı,

1982.

Azərbaycan Xalq Əfsanələri, Bakı: Yazıçı, 1985.

Azərbaycan Nağılları, I c., Bakı: Beytul-Əhzan, 2004.

Bəydili C., Atalar Sözü, Bakı: Öndər, 2004.

Əlizadə S., Oğuznamə , Bakı, Yazıçı, 1987.

Əlsgər İ., Aşıq Ələsgər, Əsərləri, Bakı: Şərq-Qərb, 2004.

Gözəlov F., Məmmədov C., Şaman Əfsanələri və Söyləmələri, Bakı:

Yazıçı, 1993.

Hacıyevin, T., Kitabi-Dədə Qorqud. Əsil və Sadələşdirilmiş Mətinlər,

Bakı: Öndər, 2004.

Həsənov X., Təbıət Ülviyyəti-Cöz Sərraflığı, Bakı: Gənclik, 1994. Ilkin İ. Seçmə Aşıq Şeirləri, I c. Dünya Gənc Türk Yazarlar Birliyinin

Yayını, Bakı: Nurlan, 2011.

İsmayılov H., Orucov T., Azərbaycan Xalq Ədəbiyyatından seçmələr:

Qaravəllilər, Oyunlar və Xalq Tamaşaları, Bakı: Şərq-

Qərb,2005.

Kazımov Q., Qurbani. Əsərləri, Bakı: Şərq-Qərb, 2006.

Qəhrəman İ., Sarı Aşıq: Gül Dəftəri, Bakı: Adiloğlu, 2011.

Mahmudov Y.M., "İslam Dinində Ətraf Mühitə Münasibətin Bəzi

Məsələləri", Azərbaycan Milli Elmlər Akademiyası Fəlsəfə

Kafedrasının Təşkil Etdiyi Aspirant və Dissertantların Elmi-

Praktik Konfransının Materialları. Bakı: Borçalı, 2002, s. 104-

105.

Mahmudov Y.M. "Bilqamıs Dastanında Təbiət-İnsan Münasibətləri",

Kəlam Jurnalı, 2003, №9, s. 29-32

Mahmudov Y.M., "Orxon-Yenisey Abidələrində Ekoloji Fikirlər",

Biologiyada İnkişaf və Müasirlik Mövzusunda Respublika Elmi

Konfransının Materialları (28-29 aprel), Bakı, BDU, 2004.

Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri /

Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu

186

Mahmudov Y.M. "Qədim Sənət Nümunələrində Zooloji Obyektlərə

Münasibət", Azərbaycan Zooloqlar Cəmiyyətinin Əsərləri. I c.,

Bakı: Elm, 2008, s.736-730.

Mustafayev Q. T., Dirili (Mahmudov) Y., "Kitabi-Dədə Qorqud

Eposunda Ətraf Mühitə Münasibət" // Bakı Universitetinin

Xəbərləri (Təbiət Elmləri Seriyası), Bakı: Bakı Universiteti,

2003, №1, s. 73-81.

Mustafayev, Q. T., Ekologiyadan konspekt, Bakı: Şərq-Qərb, 1993.

Mustafayev, Q.T. - Məmmədov A.T., Ataların Sözü-Xalqın Gözü,

Bakı: Təknur, 2008.

Namazov Q., El Çələngi, Bakı: Şərq-Qərb, 2004.

Nəbiyev, A., Nəğmələr, İnanclar, Alqışlar, Bakı: Yazıçı,1989.

Öməroğlu İ., Namazov Q., Qaracaoğlan. Şeirlər, Bakı, “Şərq-Qərb”,

2006.

Özçelik M., Nasreddin Hoca, Eskişehir: Odunpazarı Belediyesi, 2005.

Paşayev Q., İrak-Kərkük Bayatıları, Bakı: Yazıçı, 1983.

Paşayev Q., Kərkük Folkloru Antologiyası, Bakı: Azərnəşr, 1987. Seyidov N., Tapmacalar, Bakı: Şərq-Qərb, 2004.

Seyidov, M., Qam-Şaman və Onun Qaynaqlarına Ümumi Baxış, Bakı:

Gənclik, 1994.

Şükürov A., Mifologiya (Qədim Türk Mifologiyası) Kitab VI., Bakı:

Elm, 1997.

Şükürov A. Mifologiya (Qədim Yunan Mifologiyası). Kitab VII.

Bakı: Qartal, 1999.

Təhmasib M., Axundov Ə., Azərbaycan Dastanları, II c., Bakı: Lider,

2005.

Təhmasib M., Azərbaycan Dastanları, IV c., Bakı: Lider, 2005b.

Təhmasib M., Molla Nəsrəddinin Lətifələri, Bakı: Öndər, 2004.

Təhmasib, M., Azərbaycan Nağılları II c., Bakı: Şərq-Qərb, 2005.

Vəliyev K. - Uğurlu F., Oğuznamələr, Bakı, Bakı Universiteti, 1993.

Vəliyev V., Bayatılar, Bakı: Yazıçı, 1985.

Vəzirov X., Rus Xalq Nağılları, Bakı: Azərnəşr, 1995.

Yusif Dirili. "Dirli Qurbaninin Yaradıcılığında Ətraf Mühitə

Münasibət / Bir Ağacın Budaqları”. Dirili Qurbani Məclisinin

Almanaxı (Elmi, ədəbi-bədii toplu), Bakı: Təfəkkür, 2006,

s.313 – 318.

Zeynallı H., Azərbaycan Nağılları, I c., Bakı: Şərq-Qərb, 2005.

Cilt: 2 Sayı: 4 Temmuz 2014 / Volume:2 Issue:4 July 2014

II. MEŞRUTİYET DÖNEMİ SANAYİLEŞME ANLAYIŞI VE

SANAYİİ TEŞVİK GİRİŞİMLERİ

Understandng 2nd Constıtutıonal Era Industrıalızatıon And

Industry Promotıon Inıtıatıves

İsmail PEHLİVAN*

ÖZET

Bu çalışmada II. Meşrutiyet döneminde gerçekleştirilen

sanayileşme girişimleri ve sanayii teşvik politikaları, dönemin

Osmanlı ekonomik yapısı ve uluslararası konjonktür çerçevesinde

değerlendirilecektir. II. Meşrutiyet döneminde ortaya konulan iktisadi

fikirler ve iktisadi politikaların uygulanma sürecindeki yaklaşımlar,

Osmanlı toplumunun ve dünya siyasetinin tarihsel ve dönemsel

özellikleri dikkate alınarak tartışılmaya çalışılacaktır. Görülebildiği

kadarıyla Osmanlı devletinde yürütülmeye çalışılan iktisadi politikalar

ve sanayileşme girişimlerine ilişkin çabalar Osmanlı toplumunun

özellikleri ve yüzyılın dünya siyasetindeki dinamikler nedeniyle

başarılı olamamış görünmektedir. İdari ve sosyal reform girişimleri,

temel yaklaşım olarak devletin işleyişi, askeri ve siyasi önceliklere

göre gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Bu çabalar toplumsal

beklentilerden ve ülkenin iktisadi yapısının tarihsel özelliklerinden

uzak bir yaklaşımla yürütülmeye çalışılmıştır. Osmanlı Devletindeki

yenileşme ve ıslahat çalışmalarının mantığı Tanzimat sonrasında

yürütülmeye çalışılan iktisadi politikalarda da kendisini

göstermektedir. Dolayısıyla ülkedeki sanayileşme girişimlerini büyük

güçlerin ekonomik talepleri ve siyasi niyetleri çerçevesinden bağımsız

olamamıştır. Bütün bunlara karşın iktisadi politikaların ve sanayileşme

çabalarının olabildiğince uluslararası ve emperyal baskıları göğüsleme

arzusunu taşıdığını söylemek mümkündür. XIX. ve XX. yüzyılın

başlarında bütün dünyada yaygın olan bir ideoloji olarak, “milli” ve

“milliyetçi” fikirler çerçevesinde gerçekleştirilmeye çalışıldığını

söylemek mümkündür. Çalışmamız Osmanlı sanayileşme girişimlerini

uluslararası iktisadi ilişkiler ve Osmanlının son dönemindeki iktisadi

* Yrd. Doç. Dr. Kilis 7 Aralık Üniversitesi, [email protected]

II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri /

İsmail PEHLİVAN

188

bağımsızlaşma arayışları içinde geliştirdiği politikalar çerçevesinde

ele alınacaktır.

Anahtar Kelimeler: Sanayii, Sanayii Teşvik, Tanzimat,

Islahat, İstatistik, Meşrutiyet.

ABSTRACT

In this study, Ottoman economical structure, industrial

incitements and industrialization that were achieved during the Second

Constitutionalist Period are studied within the frame of international

view. The economical point of view that was emerged during the

Second Constitutionalist Period will be examined according to the

world politics and Ottoman society of that time. It is obvious that the

economical policies industrialization trials that were tried to be

implemented in the Ottoman State are not well accomplished because

of the world politics of the time and periodical features of Ottoman

society. Governmental and social reform attempts and functions of the

government are tried to be designed according to the military and

political priorities. Those attempts are achieved outlying the

expectations and historical features of the society. The main mentality

of reform attempts can clearly be observed at the economic policies

after the (Tanzimat) reform era. Consequently, the industrialization

attempts are not away from the expectations and needs of the great

powers. In any case it is possible to state that the attempts for

industrialization and economical policies are for resisting the

international and imperial oppressions as far as possible. It can be

asserted that those reforms are tried to be achieved within a national

and nationalistic environment likewise all over the world during late

XIX and early XX centuries. Our study will discuss Ottoman

industrialization attempts within the scope of international economical

relations and the policies that were built by Ottoman State in search

for economical independence during her last period.

Key Words: Sanayii, Sanayii Teşvik, Tanzimat, Islahat,

İstatistik, Meşrutiyet

TANZİMAT DÖNEMİ OSMANLI EKONOMİSİ VE

SANAYİ DÜŞÜNCESİ

Osmanlı Devleti’nde XIX. Yüzyılda kendini gösteren iktisadi

gelişmeleri ve sosyo-politik düzenlemeleri, imparatorluğun içinde

bulunduğu siyasal ortamdan ve Batı Avrupa’da ortaya çıkan ve bu

döneme damgasını vuran sosyal, kültürel, iktisadi ve politik

gelişmelerden ayrı düşünmek olası değildir.

II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri /

İsmail PEHLİVAN

189

XIX. yüzyıldan XX. yüzyıla girerken, Türkiye’nin toplumsal

ve iktisadi gelişme sürecinin temel nitelikleri, XIX yüzyıldaki değişim

ve dönüşümlerle Avrupa’dan kaynaklanan kapitalizmin Türkiye’nin iç

yapıları ile olan karşılıklı etkileşimine bağlı olarak ortaya çıkmış

görünmektedir1.

Avrupa’da bu dönem, Sanayi Devrimi’nin ortaya koyduğu

teknik sıçrama ve kapitalist gelişme şartlarının giderek netleştiği ve

uluslararası düzeyde uygulama alanları bulduğu dönemdir. Bu dönemi

XVIII. Yüzyıl İngiltere’sinde ortaya çıkan ekonomik gelişme ve

teknolojik atılım sürecinin başlamasıyla açıklamak mümkündür2.

Daha XVI. Yüzyılda başlayan gelişmeler sonucunda İngiltere

tarımında pazar için üretim yaygınlaşmış, kapitalist üretim ilişkileri

egemenlik kazanmış ve buna bağlı olarak üretimde verimlilik artışları

hızlanmaya başlamıştı3. Bu gelişmelerin önemli bir özelliği tarımsal

kesimde kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesine paralel, kırsal

nüfusun giderek ya topraklardan kopması ya ücretli olarak çalışmak

zorunda kalması ya da kentlere göç etmek zorunda kalmasıdır. Bunun

sonucu olarak kapitalist sanayiin en önemli ön koşulu olan

mülksüzleşmiş emekçiler ordusu oluşmuştu4.

Avrupa’da ortaya çıkan bu gelişme, yepyeni bir toplumsal

yapılanmanın oluşumunu gerçekleştirirken, geleneksel üretim

ilişkilerini de kırdığı gibi, siyasal ve sosyal alanda da önemli

dönüşümleri getiriyordu. Bunun sonucu olarak Avrupa devletleri hem

siyasal, hem de askersel güç bakımından gelişiyor ve doğusunda yer

alan Osmanlı İmparatorluğu’na karşı bir alternatif olarak ortaya

çıkıyorlardı5.

Sürekli gerileme süreci içinde bulunan Osmanlı Taha

Parla’nın deyimiyle “savunmacı modernleşme” çerçevesinde bir dizi

1 Şevket PAMUK, 100 Soruda Osmanlı Türkiye İktisadi Tarihi 1500-1914,

Gerçek Yayınevi, İstanbul, 1990, s. 150; Mehmet SEYİTDANLIOĞLU,

“Tanzimat Dönemi Osmanlı Sanayii (1839-1876), Tanzimat, Değişim

Sürecinde Osmanlı İmparatorluğu, (Haz: Halil İNALCIK-Mehmet

SEYİTDANLIOĞLU), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2012, s.

713, 714. 2 Zafer TOPRAK, Türkiye’de Milli İktisat 1908-1918, Doğan Kitap, İstanbul,

2012, s. 287; Seyfettin GÜRSEL, “1838 Ticaret Anlaşması Üzerine”, Yapıt,

Sayı: 10, Nisan-Mayıs 1985, ss. 27-36. 3 Ömer Celal SARÇ, “Tanzimat ve Sanayimiz”, Tanzimat I, (Komisyon),

Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1999, s. 425; Oğuz OYAN, “Dış Ticarette

Liberalleşmenin Tarihsel Öğretileri”, Yapıt, Toplumsal Araştırmalar Dergisi,

Sayı: 6, Ağustos-Eylül 1984, s. 47 (45-69). 4 Şevket PAMUK, a.g.e., s. 152; Eric J. HOBSBAWM, Sermaye Çağı 1848-

1875, Dost Kitabevi, Ankara, 1995, ss. 230, 231,232. 5 Mehmet SEYİTDANLIOĞLU, a.g.m., s. 717

II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri /

İsmail PEHLİVAN

190

reform dönemine girmiştir. Batıyla ilişkinin niteliğini ortaya koyması

açısından önem taşıyan bu durumda siyasal yaklaşım biçimi de

gözönüne alındığında “modernleşme” hep “batılılaşma” anlamıyla

birlikte ifade ediliyordu6.

Osmanlı İmparatorluğunun geleneksel toplum yapısının sahip

olduğu tarihsel ve kültürel miras, bütün bu gelişmeler karşısında

toplumsal bir dinamizmin oluşmasını engelliyordu. Bu nedenle

toplumsal dönüşümlerin ve siyasal yapılanmaların yönetsel

kademeden başlatılması ve sürdürülmesi kaçınılmaz oluyordu. Bu da

reform çalışmalarına ilişkin olarak genel zihniyet yapısını belirliyordu.

İmparatorluğun gerilemesinin ayırdına varıldığı noktada,

bunun, iktisadi (mali) nedenlere dayandığının da ayırdedildiği ilk

osmanlı ıslahat layilhalarında devlet düzeninin bozulmasının has,

timar ve zeamet sisteminin artık çalışmadığına bağlanmasıyla açıkça

ortaya konuluyordu. Ancak bu düzeltim (ıslahat) çabalarında yeni

yöntemlerin arayışından çok, eskiye özlemin ve eskiyi ihdas etme

çabalarının olduğunu görüyoruz. Eski sistemin yerine köklü

değişiklikler getirmeden aynı esas üzerinde benzeri yöntemlerin

uygulanmasının yarardan çok zarar verdiği kısa sürede görülmüştü.

Ancak, geriye dönüş tartışmaları ve eski ideal düzeni arama çabaları,

yeni ve modern yapılanma girişimlerinin önündeki en önemli engel

olarak ortaya çıkıyordu7.

Bu zihniyet Osmanlı İmparatorluğunun her dönemde olduğu

gibi devletin dokunulmazlığı ve bekası zihniyetiydi. Bu nedenle XIX.

Yüzyıl öncesinde olduğu gibi, XIX. Yüzyılda girişilen reform

çabalarında da merkezi devletin gücünü arttırmak, orduyu ve maliyeyi

güçlendirmek ve buna bağlı olarak toplumsal yaşamı öngörülen düzen

içinde sürdürmek esas yaklaşımı belirliyordu. Bu yaklaşım bozulan ve

giderek yıkılmaya yüz tutan Osmanlı toplumsal sistemini yeniden

düzenleme çabalarında Osmanlı yöneticilerini Avrupa devletlerinin

desteğine başvurmak zorunda bırakıyordu. Öte yandan Avrupa

devletlerinin reform girişimlerine sağladıkları askeri, siyasal veya mali

destek, Osmanlı ekonomisinin dışa daha fazla açılması yönünde

talepleri ve baskıyı getiriyordu8.

6 Taha PARLA, Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm, İletişim

Yayınları, İstanbul, 1993, s. 19. 7 Şerif MARDİN, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e İktisadi Düşüncenin Gelişmesi

(1838-1918)”, Tanzimat’tan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, Cilt: III,

İletişim Yayınları, İstanbul, 1987, s.618. 8 Şevket PAMUK, a.g.e., s., 161; Stefanos YARESİMOS, Azgelişmişlik

Sürecinde Türkiye 2- Tanzimattan I. Dünya Savaşına, Gözlem Yayınları,

İstanbul, 1975, 906.

II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri /

İsmail PEHLİVAN

191

XIX. yüzyıl öncesinde olduğu gibi Tanzimat Fermanı ve

sonrasında da merkezi devletin ekonomiye ilişkin politikalarını siyasal

askeri ve mali öncelikler belirliyordu. Bu öncelikler nedeniyle reform

çabalarında vergi gelirlerinin arttırılması, güçlü bir ordunun

kurulması, sarayın ve kentlerin iaşesinin sağlanması merkezi devletin

geleceği açısından en önemli amaçlar oluyordu.

Bu yaklaşım tarzı Osmanlı İmparatorluğunda iktisadi

kurumların oluşmasının da yönünü belirliyordu. Bu bakımdan devletin

oluşturduğu ekonomik örgütlenmeler sosyo ekonomik yaşamın bir

gereği olarak ortaya çıkmaktan çok, devletin ihtiyaçlarına yönelik

olarak, yine devlet tarafından oluşturuluyordu.

Osmanlı İmparatorluğunda daha XVIII. Yüzyılda ve XIX.

Yüzyılın başlarında devlet eliyle kurulan imalathanelere

rastlamaktayız. Bunlar Sanayi Devrimi’nden önceki teknolojiyi

kullanıyorlardı. 1830 ve 1840’larda Osmanlı yöneticileri Avrupa’dan

en son teknolojiyi kullanan makineler ithal ederek devletin

mülkiyetinde ve esas olarak ordunun, donanmanın ve sarayın

taleplerini karşılamak üzere bir dizi fabrikalar kurdular9. Bu girişimler

daha çok Mısır’da Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın giriştiği sanayileşme

çabalarından esinlenilerek gerçekleştirilmiştir10

. Mehmet Ali Paşa’nın

Mısır’daki girişimlerinin11

ona sağladığı, askeri, siyasi ve iktisadi

üstünlükler Osmanlı devletinin bu konulardaki çabalarını körüklemiş,

ancak bu girişimler 1913 yılına kadar doğrudan devletten herhangi bir

destek görmeden gerçekleştirilmiştir.

Yüzyılın başlarında Osmanlı ekonomisi büyük ölçüde kendi

kendine yeter bir haldeydi. Geleneksel teknolojiyi kullanan tarım ve

tarım dışı üretim faaliyetlerinde, kapitalizm öncesi üretim ilişkileri

egemenliklerini koruyordu. Merkezi devletin gücünün gerilemesine

karşın vergisel üretim tarzı denilen özgün Osmanlı üretim biçimi

henüz çözülmemişti12

. Dikkatle incelendiğinde mevcut üretim

9 Şevket PAMUK, a.g.e., s. 163; Şevket PAMUK, Osmanlı Ekonomisinde

Büyüme ve Bağımlılık (1820-1913), Tarih Vakfı ve Yurt Yayınları, İstanbul,

1994, s. 146; Mehmet SEYİTDANLIOĞLU, a.g.m., s.716-724; Donald

QUATAERT, “19. Yüzyıla Genel Bakış, Islahatlar Devri, 1812-1914,

Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, Cilt: 2 1600-1914,

(Editör: Halil İNALCIK-Donald QUATAERT), Eren Yayıncılık, İstanbul,

2004, ss. 1001-1039; Zafer TOPRAK, a.g.e., ss. 286-287. 10 Mehmet SEYİTDANLIOĞLU, a.g.m., s.714; Edward C. CLARK,

“Osmanlı Sanayi Devrimi”, (Çev.Yavuz Cezzar), Tanzimat, Değişim

Sürecinde Osmanlı İmparatorluğu.., s. 759 11 Şevket PAMUK, a.g.e. s.. 147; Yahya Sezai Tezel, Cumhuriyet Döneminin

İktisat Tarihi (1923-1950), Yurt Yayınları, Ankara, 1986, s. 70; Edward C.

CLARK, a.g.m., 759. 12 Şevket PAMUK, a.g.e., s. 194.

II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri /

İsmail PEHLİVAN

192

ilişkileri çerçevesinde varolan toplumsal yapılar veya sınıflar arasında

da belli bir çatışmanın varolduğunu söylemek mümkündür. Ancak

Osmanlıdaki sınıfsal çatışma devletin çeşitli mevkilerinde yer alan

yönetsel kesimler arasında ortaya çıkmaktadır. Bu çatışmayı Keyder,

bir bakıma kapitalizmde burjuvazinin çeşitli fraksiyonları arasındaki

çatışmaya benzetir13

.

1820’lerden I. Dünya Savaşı’na kadar geçen yaklaşık

yüzyıllık sürede, Osmanlı Devleti Batının askeri, siyasal ve iktisadi

gücüyle karşı karşıya geldi. Bu karşı karşıya geliş, ekonomiyi batı

kaynaklı bir iktisadi düzene geçişe, kapitalizme zorladı. Bu da iktisadi

bağımlılık yönündeki gelişmenin ön koşullarını hazırlayan bir süreç

olarak işledi. XVIII. Yüzyıl itibariyle giderek bozulmaya ve yıkılmaya

başlayan geleneksel işbölümü, kapitalistleşme sürecinin de başlangıcı

olarak dikkatleri çeker14

. Bu süreçte yeni toplumsal grupları ortaya

çıkmakla birlikte Osmanlı toplumsal yapısının iki esas sınıfını

oluşturan bürokrasi ve köylülüğün varlıklarını uzun bir süre daha

koruduklarını görürüz. Ancak, meta ve para pazarlarıyla

bütünleşmeleri ölçüsünde küçük köylülük de bir takım esaslı

değişimler geçirmeye başlamıştır15

. Bu çerçevede gerçekleşen pazarla

daha fazla bütünleşme küçük köylülerin üretim stratejilerini etkiliyor

ve büyük çoğunluğun pazara açılmasını sağlıyordu. Tanzimat

düzenlemelerinin ağırlıklı olarak gayr-ı Müslim unsurlara avantajlar

sağlaması, bu süreçte özellikle Müslüman sınıfı oluşturan zanaatkar ve

tüccarların statüsünü tehlikeye atıyor; tüccarlar ve imalatçılar

kesiminde etnik gruplar arasında hızlı bir yer değiştirmenin ortaya

çıkmasına neden oluyordu. Bu durum ileriki süreçte Osmanlı’da

sermaye egemenliğinin genel karakterini belirleyen bir özellik olarak

karşımıza çıkacaktır16

.

Bu yönelme sonucu 1820’lerden itibaren hızla büyüyen

Osmanlı Avrupa ticareti, bir yandan dış pazarlara yönelik tarımsal

meta üretimini yaygınlaştırırken, öte yandan da zanaatlara dayalı tarım

dışı üretim faaliyetlerinin gerilemesine yol açtı. 1850’lerden sonra

imparatorluğa girmeye başlayan yabancı sermaye ise devletin borçları

ile demiryolları gibi dış ticareti geliştirmeye yönelik alt yapı

yatırımlarında yoğunlaşmıştı17

.

13 Çağlar KEYDER, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, İletişim Yayınları,

İstanbul, 1990, s. 27. 14 Mehmet SEYİTDANLIOĞLU, a.g.m., s. 719; Ömer Celal SARÇ, a.g.m., s.

429. 15 Stefanos YARESİMOS, a.g.e., ss. 910-918. 16 Çağlar KEYDER, a.g.e., s. 33. 17 Orhan KURMUŞ, Emperyalizmin Türkiye’ye Girişi, Yordam Kitap,

İstanbul, 2007, ss. 99-101; Tevfik ÇAVDAR, Türkiye Ekonomisinin Tarihi

1900-1960, İmge Kitabevi, Ankara, 2003, ss. 66-70; Muhteşem KAYNAK,

II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri /

İsmail PEHLİVAN

193

Bu gelişmeler, Avrupa devletlerinin Osmanlı ülkesine

ekonomik anlamda girişlerinin yaklaşımını ortaya koymaktaydı.

Osmanlı ülkesi bu bakımdan Avrupa devletlerinin iktisadi nüfuz

alanında yer almakta ve pazar olarak görülmekteydi. Bu yüzden ülke

ekonomisinin gelişimini sağlayıcı ve öz üretimini arttırıcı açıdan tarım

ve sanayii gibi doğrudan üretim alanlarına yatırılan yabancı sermaye

sınırlı kalıyordu18

.

Bu durumda iktisadi açıdan az gelişmiş ve sanayileşme

alanında gerekli ilerlemeyi gösterememiş yada göstermek istemişse de

başarılı olamamış Osmanlı Devleti, Avrupa kapitalistlerinin önünde

iştah kabartıcı bir Pazar olarak uzanıyordu. Ancak, bu pazara

ulaşmanın yolu Batı tarafından mali egemenliğin ele geçirilmesinden

geçiyordu. Nitekim savaş öncesi Türkiye’sinin en önemsiz kentinde

bile bulunan devlet kurumlarının niteliğine bakıldığında batının mali

egemenliğinin araçları olduğu görülür19

. Örneğin ülkenin en ücra

kentlerinde bile jandarma, mahkeme, polis, Osmanlı Bankası şubesi

ve Düyun-u Umumiye İdaresi ve Tütün ekilen bölgelerde bir “Reji”

acentesi mutlaka bulunmaktaydı20

. Çünkü yabancı burjuvazi (Batılı

Kapitalistler) mali egemenliklerini, devletin istikrazlarının para

dolaşımı yönetimini elinde tutan hazinenin rolünü oynayan ve mali

denetimi gerçekleştiren bankalar aracılığıyla kurmuşlardı21

.

Batı Avrupa’nın Osmanlıya yönelik, siyasal ve iktisadi

yaklaşımlarındaki aslında çelişkili olmayan ancak hemcinsleriyle

çatışmalı olan politikaları sonucu olarak gerçekleşen, belli ölçülerde

dayatma içeren,Tanzimat idaresinin getirdiği yabancı uyrukları ve

gayr-ı Müslim tebaayı Müslüman-Türk unsurlarla eşitleme

düzenlemelerinin giderek Müslüman-Türk unsurların aleyhine

gelişmesi ve Avrupa ülkelerinin giderek daha fazla ülke ekonomisine

egemen olma çabaları karşısında tepkisel bir hareket olarak doğan II.

Meşrutiyet hareketinin programının ve izlediği siyasetin daha yerli ve

“Osmanlı Ekonomisinin Dünya Ekonomisine Eklemlenme Sürecinde Osmanlı

Demiryollarına Bir Bakış”, Yapıt, Sayı: 5, Haziran-Temmuz 1984, ss. 66-67

(66-85). 18 Şevket PAMUK, a.g.e., s. 195; Eric Jan ZÜRCHER, Modernleşen

Türkiye’nin Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009, ss. 132-135. 19 Orhan KURMUŞ, a.g.e., ss. 123-131; Edward C. CLARK, a.g.m., s.766. 20 A. D. NOVİÇEV, Osmanlı İmparatorluğu’nun Yarı Sömürgeleşmesi, Onur

Yayınları, 1979, Ankara, s. 75; Tevfik ÇAVDAR, a.g.e., s. 65; Stefanos

YARESİMOS, a.g.e., s. 952; Donald QUATAERT, “Reji, Kaçakçılar ve

Osmanlı Hükümeti” (Çev: Mete TUNÇAY), Yapıt, Sayı: 48’3, Şubat-Mart

1984, ss. 68-73 (68-85) 21 A.D. NOVİÇEV, a.g.e., s.76

II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri /

İsmail PEHLİVAN

194

anti-emperyalist bir burjuva sınıfı yaratma çabası içinde olmasını

anlamlandırmaktadır22

.

Ancak tüm bu gelişmelerin yanısıra Tanzimat döneminde

devlet katında sanayii kurumları oluşturma yönünde belli adımlar da

atılmaya çalışılmıştır.

Bu açıdan Osmanlı İmparatorluğunda sanayileşme

arayışlarına yönelik ilk somut girişimler I. Meşrutiyet’le birlikte

başlar. Ancak bu girişimlerin temelinde Nizam-ı Cedid’den bu yana

süregelen ıslahat çalışmalarının izlerini bulmak mümkündür.

Osmanlı imparatorluğu sanayisinin genel karakteristiği

incelendiğinde genellikle “küçük ölçekli üretim birimlerinden

oluştuğu, yakın pazar için üretimde bulunduğu, ve hemen tümü ile

tüketim malları üreten bir nitelik taşıdığı görülür”23

. Kırsal kesimde

ise çoğunlukla tarım üretimi için gerekli araç ve gereçlerin yapımı, el

tezgâhı biçimi dokuma, değirmencilik gibi alanlarda görülen üretim,

kent ve kasabalarda öncelikle dokumacılık ve giyim, gıda, madeni ev

eşyası ve yapıgereçleri gibi alanlarda yoğunlaşıyordu. Kent ve

kasabalarda sınai üretim ile ticari faaliyetler ve nitelik yönünden

denetimi önceleri lonca biçimi örgütlenme ile sağlanmaktaydı. Daha

çok yerel ihtiyaçlar ve iç pazar amacıyla gerçekleştirilen sınai üretimi

Osmanlı pazarının kapitülasyonlar ve liberal dış ticaret anlaşmaları ile,

Batıda gelişen kitle üretimine açılmasıyla yıkıma uğradı. İç pazarı

sınırlı ve üretim teknolojisi ilkel Osmanlı sanayi, yabancı mallar

karşısında korumasız kaldı ve yerli üretimin gerilemesi ve iç pazarın

giderek yabancı malları tarafından işgali esnaf örgütleri ve gediklerin

dağıtılmasına neden oldu. Nitekim Batının da bu ve benzeri örgütlerin

dağıtılması serbest ticaretin önündeki engeller olarak bu örgütleri

görmelerinin nedenleri daha bir anlaşılır olmaktadır bu durumda24

.

Bu dönemde sanayii oluşumlarına bir yön vermek ve

sanayileşmeyi belli esaslara kavuşturmak için 1864 yılında “Islah-ı

Sanayi Komisyonu” adıyla bir komisyon kurulur25

. Emperyalist batı

kapitalizminin, yerli endüstriyi kökünden yıkacak olan yayılması

karşısında yerli esnaf gruplarının çabaları sonucu kurulan bu

komisyon öncelikli olarak, gümrük resmini arttırmayı, esnaf

22 Taha PARLA, a.g.e., s. 26. 23 Yakup KEPENEK, Gelişimi, Üretim Yapısı Ve Sorunlarıyla Türkiye

Ekonomisi, Teori Yayınları, Ankara, s.1987, s.16. 24 Yakup KEPENEK, a.g.e., s. 16. 25 Mehmet SEYİTDANLIOĞLU, a.g.m., s. 721; Ömer Celal SARÇ, a.g.m., s.

431; Mehmet Ali YILDIRIM, Dersaâdet Sanayi Mektebi, Kitabevi, İstanbul,

2012, s.44.

II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri /

İsmail PEHLİVAN

195

kümelerini birleştirerek şirketler kurmayı, sanat okulları açmayı ve

sergiler düzenleyerek halka yerli mallarını tanıtmayı amaçlıyordu26

.

Adından da anlaşılacağı üzere Islahat Fermanı ertesinde

kurulan komisyon, Batı sanayii’nin baskısı altında çökmüş bulunan

yerli sanayinin kurtarılması çarelerini araştıran, ancak dönemin

koşulları gereği pek fazla bir şey yapamayan bir kuruluş olarak

kalmıştır27

.

Komisyon bu yönüyle oldukça iddialı bir görünüm

sergilemekteydi. Komisyonun kuruluş amacı İstanbul sanayicilerinin

uzun süreden beri maruz kaldıkları çöküntüyü önlemek ve

kalkınmalarını sağladıktan sonra uygulanan tedbirlerle memleketin

öteki bölgelerine götürmekti. İlgi alanları olarak tüzüğünde ifade

edildiği gibi “sanat şubelerinin en kısa zamanda geliştirilmesi

çabalarını araştırmak ve sonuçlarını ortaya koymak; ayrı ve dağınık

bir halde bulunan esnafın birleştirilerek ve aralarında sermayeler

toplayarak şirketleşmelerini sağlamak; ayrıca oluşturulan şirketlerin

düzenli şekilde faaliyetlerini sürdürmeleri yönünde çalışmalar

yapmak” olarak gösteriliyordu28

. Diğer taraftan ürünlerin kalitesini ve

maliyetini de araştıran ve belli bir standartlaşmaya gidilmesi

gerektiğini savunan komisyon bu amaçla ürünlerin pazarlanmasından,

üretim araçlarının temin edilmesine ve hammadde tedarikine yönelik

aracı kurumların oluşturulması yönünde de çalışmalar yapacaktı29

.

OSMANLI TOPLUMUNDA SANAYİLEŞMENİN

ANLAMI

Avrupa’da sanayi devriminin XIX. Yüzyılın ikinci yarısından

itibaren Osmanlı ülkesinde etkisini göstermesine karşın, sanayileşme

sürecine geç giren bir ülke olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nda

sanayileşme çabaları, “imparatorluğu kurtarma” anlayışının

sonucunda, somut anlamda bir özlemden öteye gidememiştir.

Dolayısıyla sanayileşme olgusunun ön koşulu olan sınai

26 Hüseyin Avni ŞANDA, Yarı Müstemleke Oluş Tarihi/1908 İşçi

Hareketleri, Gözlem Yayınları, İstanbul, 1975, s. 16; Mehmet Ali YILDIRIM,

a.g.e., s. 44. 27 Adnan GİZ, “Islah-ı Sanayi Komisyonu”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e

Türkiye Ansiklopedisi, Cilt V. İletişim Yayınları, İstanbul, 1985, s. 1390. 28 Mehmet Ali YILDIRIM, a.g.e., s. 42. 29 Adnan GİZ, a.g.m. s. 1361.

II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri /

İsmail PEHLİVAN

196

kapitalizminin gelişmesi yönünden de önemli sayılabilecek bir atılım

sağlanamamıştır30

.

Sınai kurumları oluşturma yönündeki çabalar, yenileşme

hareketlerinin bir parçası olarak, XIX. Yüzyılın ikinci yarısından

itibaren oluşturulmaya çalışılır. Ancak bu kurumlar, temelde ordunun

giyim ve silah gereksinimlerini karşılamaya yönelik bir kısım kamu

sınai kuruluşları olarak dikkati çekerler.

Genel olarak içte tarımsal üretim ve dışta talana dayanan

Osmanlı ekonomisinin bir sanayi kapitalizmi yaratamadığı

bilinmektedir. Bu nedenle Osmanlı’da sanayiye ilişkin kurumlar

genellikle çok küçük ölçekli tarım birimlerinden oluştuğundan, yakın

pazar üretimine yönelik, hemen hemen tümüyle tüketim malları üreten

bir özellik sergilemektedir31

.

Bütün bu olumsuzluklara karşın, daha XIX. Yüzyılın ikinci

yarısından itibaren Osmanlı Devleti’nde sanayileşmeyi teşvik edici

yönde belli çalışmalar gündeme gelmiştir. Bu amaçla “Islah-ı Sanayi

Komisyonu”nun ardından, sanayi alanında yatırım yapacak

girişimcilere belli imtiyazlar tanınmış, fabrikaların kuruluşları

sırasında Avrupa’dan getirilecek makine, araç ve gereçlerin gümrük

vergisi ödemeksizin ithaline izin verilmiş, bu fabrikalardan üretilen

mallar dahili ve harici gümrüklerden bağışık tutulmuştur32

. Ancak bu

tür uygulamalar belli bir düzenden yoksun olduğu için yeter düzeyde

olumlu sonuçlar alınmasını sağlamıyordu.

Bu nedenle Osmanlı ekonomisinin gelişmesi ve

sanayileşmeye ilişkin atılımların yapılabilmesi, toplumsal yapıda

ticaret, tarım, nüfus, ulaşım-iletişim ve kurumsal düzenlemelerin

birlikte ele alınmasına bağlıydı. Bu bakımdan II. Meşrutiyet ve sonrası

ekonomik yapılanmaların oluşumunda Tanzimat düzenlemelerinin

önemli bir yeri vardır. Bu yönüyle Tanzimat, iç ve dış para sistemine

yöneliş, para ve kredi kurumlarının doğuşu, iktisadi entegrasyon için

gerekli ulaşım-iletişim ağının oluşturulması ve Ticaret

Kanunnameleri’nden, Ticaret Odaları’na kadar olan bütün yasal ve

kurumsal düzenlemeler açısından bir dönüm noktasıydı33

.

Tanzimat düzenlemelerinin bir sonucu olarak ortaya çıkan ve

XIX. Yüzyılda imzalanan ticaret sözleşmeleri, Osmanlı tarımının

30 Yakup KEPENEK, “Türkiye’nin Sanayileşme Süreçleri”, Cumhuriyet

Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Cilt VII, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985, s.

1760. 31 Yakup KEPENEK, a.g.m., s. 1760. 32 Yakup KEPENEK, a.g.m., s. 1760; Mehmet SEYİTDANLIOĞLU, a.g.m.,

s. 727. 33 Zafer TOPRAK, Türkiye’de Milli İktisat 1908-1918, Yurt Yayınları,

Ankara, 1982, s. 166; Orhan Kurmuş, a.g.e., s. 75.

II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri /

İsmail PEHLİVAN

197

geçimlik yapısını çözmüş, Pazar durumundaki Osmanlı ülkesine

tüketime yönelik sınai mamullerinin girişi, klasik Osmanlı ekonomik

düzenini parasallaştırmış, Osmanlı ekonomisini dış pazara açmış ve

üreticiye “tevekkül” yerine “kazanç” özlemini aşılamıştır34

.

Bu gelişmeler çeşitli yönlerden eleştirilirken, ticaret

sözleşmeleri de ortaya koydukları iktisadi sonuçlar dolayısıyla belli

eleştirilere hedef olmaktadır. Bu eleştirilerin en ağırlıklı yönlerini

ticaret sözleşmelerinin, kapitülasyonların korunmasında, Batılı

ülkelere yeni ayrıcalıklar tanınmasında ve gündeme gelen serbest

ticaret ortamında Osmanlı sanayiine yaptığı olumsuz etkiler yaptığı ve

Osmanlı sanayiini daha da çökerttiği konuları oluşturmaktadır. Buna

göre Osmanlının sanayileşememesi yada gerikalmışlığı ticaret

sözleşmeleriyle ilişkili olarak dış ticaret ilişkilerindeki serbestiyete

bağlanır. Bu serbestiyet sonucunda “korumasız” kalan yerli

“sanayii’in yok olup gidişiyle Batı’daki metropollere bağımlı çarpık

bir ekonomik yapının oluştuğu ileri sürülür35

.

XIX. yüzyılın ikinci yarısında geliştirilen bu bağımlılık

ilişkilerinin ortaya koyduğu politik belirleyiciliğin iktisadi kaygılara

üstün gelmesi, Osmanlı devletinin çözülüşünde iktisadi gelişmelerde

de olumsuz sonuçların ortaya çıkmasına neden olmuştur36

.

Bu anlamda Osmanlı devletinde sanayileşmeye ilişkin olarak

iki hakim düşünceden sözedebiliriz. Bunlar, birincisi klasik iktisat

düşüncesine sahip kesim olarak, karşılıklı üstünlükler ilkesi sonucu

Osmanlı ülkesinin bir tarım ülkesi olduğunu ve bir tarım ülkesi olarak

kalması gerektiği anlayışını savunanlar, bir diğer kesim ise,

sanayileşmenin, gelişen Batı kapitalizmi karşısında tutunabilmenin ve

belli bir yer edinebilmenin olmazsa olmaz koşul olduğunu savunan ve

bu amaçla hangi yolla olursa olsun sanayileşmek gerektiğini

düşünenlerdi37

.

Osmanlı Devleti Batı Avrupa’daki gelişmelerin sonucu

kapısına dayanan sanayileşme olgusu konusunda, yukarıdaki yönüyle

oldukça kararsız bir durumdaydı. Tanzimat’ın oluşturduğu liberal

34 Zafer TOPRAK, “Osmanli Devleti ve Sanayileşme Sorunu”, Tanzimat’tan

Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, Cilt: V, İletişim Yayınları, İstanbul,

1985, s. 1341; Gülten KAZGAN, Tanzimat’tan 21. Yüzyıla Türkiye

Ekonomisi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2009, s. 21. 35 Zafer TOPRAK, a.g.m., s. 1340; Gülten KAZGAN, a.g.e., ss. 22-26; Tevfik

ÇAVDAR, a.g.e., ss. 52-53; Orhan KURMUŞ, a.g.e., s. 177. 36 Korkut BORATAV, Gündüz ÖKÇÜN, Şevket PAMUK, “Osmanlı

Ücretleri ve Dünya Ekonomisi”, Yapıt, Sayı: 49’4, Nisan-Mayıs 1984, s. 73

(62-76); Reşit KASABA, “Osmanlı Devleti ve Dünya Ekonomisi”, Yapıt,

Sayı: 10, Nisan- Mayıs 1985, s. 47 (37-50 37 Zafer TOPRAK, a.g.e., s. 167-168; Tevfik ÇAVDAR, a.g.e., s. 35

II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri /

İsmail PEHLİVAN

198

düşünce ortamı sanayileşme sorununu gündeme getirince, kesin bir

seçim yapmak gereği kendini göstermiştir. Tanzimat döneminin ilk

yıllarında Osmanlı toplumunda sanayileşmeyi savunan, yada gereğine

inanan bir düşün ortamı henüz oluşmamıştı. Bu anlayış nedeniyle, bu

gün, sanayi kurumları olarak değerlendirdiğimiz, o dönemdeki

kuruluşlar, genel olarak devlet kurumlarının gereksinimlerine yönelik

olarak kurulan fabrika ve atölyeler de pek sanayiden sayılmıyordu. Bu

yüzden de Osmanlı ülkesi daha çok bir tarım ülkesi olarak görülüyor,

toprağa bağlılık, Osmanlıyı serüven olarak gördüğü sınai

girişimlerinden alıkoyuyordu. Ancak Tanzimat’ın oluşturduğu düşün

ortamı herşeye karşın sanayi ve sanayileşme sorunsalıyla Osmanlı

aydınlarını karşı karşıya bırakıyor ve bir tartışma ortamının doğmasına

neden oluyordu 38

.

II. MEŞRUTİYET DÖNEMİ SANAYİ ANLAYIŞI

“Kadir-i Mutlak” bir devlet anlayışının Osmanlı

toplumundaki köklülüğü ve yaşamın bütün alanlarına müdahale

edebilme yeteneği, Batı Avrupa’daki benzeri gibi, devlete kendi

çıkarını dayatabilecek güçte bir sınıfsal gelişmeye imkan vermiyordu.

Dolayısıyladır ki, II. Meşrutiyet’in parti ile devletin içi içe geçtiği

İttihat ve Terakki iktidarı döneminde yeni bir sınıf -Türk Burjuvazisi-

yaratmaya yönelik sosyal ve ekonomik politikalar uygulamaya

çalışması hiç de yadırganır bir durum olmasa gerek39

. Yeni

Burjuvazinin sosyal sınırları ve imparatorluk nüfusunun etnik

farklılaşması ve sermaye egemenliğinin gayrı-Müslim unsurlarda

belirmesi Jön Türklerin iktisadi ve siyasi fikirlerinin biçimlenmesinin

belli başlı nedenlerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır.40

Nitekim

XIX yüzyılda İmparatorluğun önde gelen gayrimüslim unsurlarının

kendi çıkarlarını Avrupa’nın büyük devletlerinin çıkarlarıyla

birleştirdikleri ve Avrupalılarla Osmanlılar arasındaki ekonomik

aracılar haline geldikleri gözlenmektedir41

.

Tanzimat dönemi liberal anlayışının ortaya koyduğu

sanayileşme sorunu, Tercüme Odası’nda çalışan Şerif Efendi

tarafından “Tercüman-ı Ahval”de yaptığı araştırmayla sanayileşmenin

gerekliliği yönünde ağır basıyordu. Bu gazetede “sanayi ve ziraattan

hangisinin hakkımızda hayırlı” olacağı yolunda bir araştırma yapmış

38 Zafer TOPRAK, a.g.e., s. 168; Zafer TOPRAK, Türkiye’de Ekonomi ve

Toplum (1908-1950)- Milli İktisat-Milli Burjuvazi, Tarih Vakfı Yayınları,

İstanbul, 1995, s. 122; Tevfik ÇAVDAR, a.g.e., ss. 81-100. 39 Feroz AHMAD, İttihatçılıktan Kemalizme, Kaynak Yayınları, İstanbul,

1986, s. 34. 40 Çağlar KEYDER, a.g.e., s. 44. 41 Feroz AHMAD, a.g.e., s. 35; Stefanos YARESİMOS, a.g.e., ss. 939-942.

II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri /

İsmail PEHLİVAN

199

ve sonucunda Osmanlı devletinin yalnızca tarım ülkesi olarak

görülmemesi gerektiğini savunmuş, bu nedenle yalnızca tarım

kesiminin özendirilmemesini, halkın sanayiye de yöneltilmesi

gerektiğini ileri sürmüştür. Şerif Efendi’nin bu görüşleri daha sonra

Mizancı Murat tarafından da savunulacaktır. Mizancı Murat tarımın

yanısıra sanayi ve ticarete de aynı oranda ağırlık verilmesi gerektiğini

öneriyordu. Diğer taraftan Ahmet Mithat Efendi ve Musa Ayiğitzade

ise Bağımsızlığın sanayileşmekle gerçekleşeceğini savunuyordu42

.

II. Meşrutiyet’teki sanayileşme ve iktisadi politika

tartışmaları içeriğinin biçimlenişinde, uluslararası iktisadi

dönüşümlerin ve iktisadi düşüncenin boyutlarında gelişen ve pratiğe

yansıyan tartışmalar önemli bir ağırlık taşıyordu. Batıda sanayi

kapitalizminin ortaya çıkması ve gelişmesi Türkiye’nin pamuk, tiftik,

yün, ipek, deri gibi sanayi mamullerine uluslararası talebin uyanması

ve bunların Avrupa’daki sanayi merkezleri tarafından alınması süreci,

Türkiye’de zirai (tarım) üretiminin göreceli olarak emtia (mamul)

karakteri almasına neden oluyordu. Dolayısıyla II. Meşrutiyet dönemi

sanayileşmesi konusunda ortaya çıkan tartışmalardaki endüstriyel

sanayi mi, tarım sanayi mi, ikileminde, uluslararası kapitalizmin

gereksinimleri doğrultusunda dünyanın içine girdiği işbölümü süreci,

Türkiye’yi hammadde ve zirai maddeci bir ülke olarak farklılaşmak

gibi bir dayatma karşısında ve iktisadi koşulları bakımından bu

dayatmayı kabullenmek çelişkisi içinde bırakıyordu. Bu çelişki

tartışıladururken pratikte ağırlıklı olarak hammadde ihracı yönüne

kayıldığı görülmektedir43

.

Bu tartışmada İsmail Hüsrev Tökin, sanayi kapitalizminin

ortaya çıkması ve gelişmesi sürecinde bir çok memleketi de etkisine

alan, dünya coğrafi işbölümünün beraberinde iktisadi işbölümünü

getirdiğini44

ve dolayısıyla önceleri zirai ve sınai ihtiyacını kendileri

karşılayan ülkelerin giderek bu otarşik niteliklerinden sıyrılarak

kapitalizme açık ülkelere sınai mamulü vermeye (ihrac etmeye), bu

ülkelerden hammadde ve zirai mamul almaya yönelmelerinin özellikle

Türkiye gibi ülkelerin iktisadi gelişiminde tek taraflı, tarım ülkesi

konumundaki ülke aleyhine olarak, bir iktisadi yapılanmaya yol

açtığını ortaya koymaktadır45

.

42 Zafer TOPRAK, a.g.e., s. 167; Tevfik ÇAVDAR, a.g.e., ss. 28-33; Şerif

MARDİN, a.g.m., s. 627; Zafer TOPRAK, “II. Meşrutiyet Döneminde İktisadi

Düşünce”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, Cilt: III,

İletişim Yayınları, İstanbul, 1985, ss. 635-636. 43 İsmail Hüsrev TÖKİN, Türkiye’de Köy İktisadiyatı, (Tıpkı Basım), İletişim

Yayınları, İstanbul, 1990, s. 121-122; Şevket PAMUK, 100 Soruda... ss. 171-

174; Zafer TOPRAK, “II. Meşrutiyet Döneminde...”, TCTA, SS. 638-640. 44 İsmail Hüsrev TÖKİN, a.g.e., s. 124 45 İsmail Hüsrev TÖKİN, a.g.e., s. 125.

II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri /

İsmail PEHLİVAN

200

II. Meşrutiyet öncesi sanayileşmeyi düzenli ve ilkesel bir

biçimde savunan tek yayın organı 1907 yılında İzmir’de çıkan Salih

Zeki yönetimindeki “Osmanlı Ziraat ve Ticaret Gazetesi”dir. Gazete

sanayileşmenin gerçekleşebilmesi için Osmanlı ülkesinin potansiyel

olarak hemen herşeye sahip olduğunu, yalnızca büyük sermayeli şirket

ve fabrikaların gerekmekte olduğunu ileri sürüyordu. Bütün bunların

gerçekleşmesi için halkta “fikrî teşebbüs” oluşması gerektiğini

savunuyordu. “Eğer halkta fikrî teşebbüs uyanır da gerekli sanayi

kurumlaşmalarına gidilirse, Osmanlı topraklarında bol miktarda

yetişen tarım ürünlerimiz yurt dışına gönderilmez, ülkemizde

değerlendirilir” denilmekteydi46

.

Buna karşılık Sakızlı Ohannes Paşa, Portakal Mikail Paşa

mülkiyede verdikleri derslerinde tarımdan yana çıkıyorlar ve Osmanlı

Devleti için sanayileşmenin gereksiz bir kaynak israfı olduğunu ileri

sürüyorlardı. Tanzimat döneminin ve onu izleyen yılların klasik iktisat

öğretisinin ışığında Mehmet Cavit Bey, iktisat ilkelerine ters düşen bir

sanayileşmenin ülkeyi yoksullaştıracağını savunuyor ve Osmanlı

ülkesinin bir tarım ülkesi olduğunu belirterek, karşılıklı üstünlük ilkesi

gereğince tarım ülkesi olarak kalmamız gerektiğini, dolayısıyla da

Osmanlı topraklarında tarım ve ticaretin geliştirilmesini öneriyordu47

.

Yukarıdaki görüşler Noviçev’in Jöntürklerin Türkiye’nin

yabancı sermaye karşısında mali bağımlılığını “bilinçli olarak”

şiddetle arttırdığı48

yönünde görüşlerinin yeterince gerçeği

yansıtmadığını ortaya koymaktadır. Cavit Bey’in ticaret bakanı olarak

ifade ettiği yabancı sermayeye duyulan gereksinim yönündeki

görüşleri ülkenin iktisadi koşullarının bir zorlaması olarak

görülmelidir. Çünkü gelişen süreç içinde Jön Türklerin (İttihat ve

Terakki Cemiyeti’nin) “millici” bir iktisadi kararlara yönelmeleri ve

giderek korumacı önlemler peşinde koşmaları onların anti-emperyalist

ve anti sömürgeci niteliklerini dengeci bir politika çerçevesinde

yürütmeye çalıştıklarını ortaya koymaktadır

II.Meşrutiyet’in ilanı toplumda büyük umutların bağlandığı

bir olaydır. O hem hürriyet ve medeniyetin gelmesi demektir, hem

baskının ortadan kalkması demektir, hem de devletin geleceğine

ilişkin karamsarlıkların belli bir süre bile olsa ortadan kalkması

demektir. Bu yönüyle 1908 hareketi liberal dönüşümleri amaçlayan

bir devrim olarak karşımıza çıkmaktadır.

II. Meşrutiyet, temelleri Tanzimat’la atılan liberal anlayışın

hem siyasal, hem de iktisadi alanda kabul gördüğü bir dönemdir.

46 Zafer TOPRAK, a.g.e., s. 168. 47 Zafer TOPRAK, a.g.e., s. 168; Tevfik ÇAVDAR, a.g.e., ss. 83-88; Zafer

TOPRAK, “II. Meşrutiyet Döneminde...”, TCTA, Cilt: 3, ss. 636-637. 48 A.D. NOVİÇEV, a.g.e., s.95

II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri /

İsmail PEHLİVAN

201

Özellikle aydınlanma çağı Fransız düşüncesinden etkilenen Osmanlı

liberalleri, 1908 hareketiyle bir bakıma Osmanlı devlet geleneğine

başkaldırıyı simgeliyorlardı49

. Bu başkaldırının getirisi olarak

İttihatçıların belli başlı hedefleri uzun vadede Avrupa’dan

bağımsızlaşmak amacıyla milli bir ekonomi ve milli bir burjuvazi

yaratmak ve bu amaçla da imparatorluğu eski düzenden kurtarmak ve

Avrupa devletlerinin denetiminden çıkartmaktı. İktidarları süresince

de pek başarılı olamamakla birlikte bu yönde bir siyasal eylem içinde

olmaya çalıştılar50

. Nitekim İttihat ve Terakki Cemiyeti daha ilk

hükümet olduğu dönemlerde uygulamayı düşündüğü ekonomik

programında ortaya koyduğu işçi-işveren ilişkilerine, köylülere toprak

dağıtımına, mevcut tapu sistemini değiştirilmesine, eğitim

yapılandırılmasına ilişkin ulusalcı görüşleriyle dikkatleri çekmiştir51

.

Osmanlı devlet geleneğine karşı tavır alan Jön Türkler,

devrimin ertesinde, gerek siyasal, gerekse iktisadi anlayışta iki

seçenekle karşı karşıya kaldılar. Ya Prens Sabahattin gibi

toplumbilimci yaklaşımla “teşebbüs-ü şahsi ve adem-i merkeziyet”

görüşünü benimseyecekler, ya da Cavit Bey ve yandaşları gibi klasik

iktisattan yana olacaklardır.

II. MEŞRUTİYET DÖNEMİNDE SANAYİLEŞME VE

SANAYİLEŞMEYE İLİŞKİN DÜZENLEMELER.

Meşrutiyetin ilanı Osmanlı ülkesinde sanayileşmeye yönelik

hertürlü engeli ortadan kaldırmıştır. “Dersaadet Ticaret Odası”, 1908

devrimiyle “istibdat”ın son bulduğunu, sanayileşme için gerekli

ortamın oluştuğunu savunuyordu. Bu nedenle Osmanlı

sermayedarlarını girişimci olmaya çağırıyordu.

1908 devrimi ertesinde düşünüş alanında gelişen önemli

dönüşümler, devrim öncesi siyasal yaşamının en belirgin ikilemi olan

hürriyet-istibdat iktisadi düşüncenin oluşumunda da yankısını

buluyordu. Bu nedenle bu dönemde “serbesti” terimi, başka hiçbir

şeyde olmadığı kadar çok kullanılıyordu ekonomik, siyasi ve kültürel

literatürde. Bu anlamda başı “serbest-i” adını alan bir çok kavram da

yazınımıza girmekteydi. Öreğin Serbest-i Mukavelat ve serbesti-i

rekabet vb.52

.

II. Meşrutiyetin ilanıyla birlikte dönemin gazete ve dergileri

sanayileşme sorunlarını tartışmaya başlarlar. Bu sırada Bab-ı Âli’nin

gündemine sanayi teşvik politikası gelir. Aynı dönemde “Türk Yurdu”

49 Zafer TOPRAK, a.g.e., s. 18. 50 Feroz AHMAD, a.g.e., s. 41. 51 Feroz AHMAD, a.g.e., s. 42. 52 Zafer TOPRAK, a.g.e., s. 28.

II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri /

İsmail PEHLİVAN

202

dergisinde yazan Parvus Efendi, Türkiye’nin Avrupa’nın mali

boyunduruğu altında olduğunu ileri sürer ve bu durumdan ancak

sanayileşerek kurtulabileceğini, sanayileşmenin ise ancak Osmanlının

kendi olanaklarıyla gerçekleştirilebileceğini savunur53

.

Osmanlı devletinin siyasal örgütlenme modeli bakımından

toplumsal yaşamın iktisadi boyutlarında Türklerin uzun yıllar yer

almamış olması ve çöküş sürecinin doğurduğu yönetsel ve beraberinde

gelen aydın tepkisi, imparatorluğun asli unsuru olan Türklerin böyle

bir iktisadi yapılanmanın ve sermaye gücünün dışında tutulması bu

dönemin ekonomik yapısal dönüşüm çabalarının ve sanayileşme

eğilimlerinin belirleyici yönünü ortaya koyuyordu54

. Osmanlı

ekonomisi içinde belirleyici durumda olan büyük ölçekli sanayi ve

sermaye işletmelerinin gayrimüslim unsurlar elinde olması, en azından

batılı devletlerin emperyalist güdülerinin çokça hissedildiği bir

ortamda çağdaş ve Müslüman-Türk bir burjuva sınıfının yetiştirilmesi

zorunluluğunu ortaya koyuyordu. Bu amaçla da bu hedefin önündeki

iç ve dış engeller bir biçimde ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır55

. Bu

nedenle, yukarıdan devrim karakteri taşıdığı açık olan 1908 rejimiyle

imparatorluğun iktisadi boyutlu sorunları daha fazla gündeme

getirilerek, dolayısız müdahale sürecine girilmiştir56

Çağlar Keyder’e

göre “seçkinci toplumsal mühendisliğe yol açan” pozitivist bir

ideolojiyle silahlanmış Jön Türkler bir “milli iktisat” kurma görevini

üstlenmişlerdir. Bu süreçte doğuş halindeki ve özellikle batı

devletleriyle çıkar işbirliğine girmekte olan Rum ve Ermeni

burjuvazisine güvenmediklerinden Yahudi, Müslüman ve daha çok da

Müslüman-Türk kökenli daha az koprodor bir burjuvazi teşvik

edilmeye başlanmıştır57

. Bu amaçla II. Meşrutiyet sürecinde bir

yandan gayrimüslim unsurların ekonomik kaynakları kurutulmaya

çalışılırken, öte yandan da Müslüman-Türk unsurların

zenginleştirilmesi ve yeni etkinlik alanları yaratılmasına çalışılmış ve

bu unsurların girişimciliği özendirilmiştir58

.

Uzun yıllardır Osmanlı düşün yaşamında yer alan liberalizm,

kişiliğinde simgeleştiği Jön Türk hareketiyle klasik Osmanlı devlet

geleneğine başkaldırıyı simgeliyordu. “Yüzyıllardır süregelen devlet

53 Zafer TOPRAK, a.g.m., s. 1349. 54 Doğu ERGİL, Milli Mücadele’nin Sosyal Tarihi, Turhan Kitabevi, Ankara,

1981, s. 15. 55 Doğu, ERGİL, a.g.e., s. 17. 56 Çağlar KEYDER, “Türkiye’de Demokrasi’nin Ekonomik Politiği”, Geçiş

Sürecinde Türkiye, “ (Der: İrvin Cemal Schick/E. Ahmet Tonak), Belge

Yayınları, İstanbul, 1992, s. 40. 57 Çağlar KEYDER, a.g.m., s. 41 58 Doğu ERGİL, a.g.e., s. 18; Korkut BORATAV, Türkiye İktisat Tarihi

1908-2005, İmge Yayınları, Ankara, 2007, s. 27.

II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri /

İsmail PEHLİVAN

203

müdahalesi, narh, tarife, imtiyaz, berat vb. ticari ve iktisadi faaliyetleri

kısıtlayıcı yöntemler, rüşvet, iltimas ve yolsuzluklar liberal devlet

özlemini pekiştirmiş, Osmanlı devlet geleneğinin içinde bulunduğu

kısır döngü çözülmedikçe iktisadi yaşamda önemli atılımların

gerçekleştirilemeyeceği görüşünü yaygınlaştırmıştı. II. Meşrutiyetle

yeni bir boyut kazanan Osmanlı devlet anlayışı, devletin mali

nedenlerle iktisadi yaşama müdahalesinin ülke ekonomisine zarar

verdiği gözlemini ortaya koymuştur. Dolayısıyla çağdaş devletin

ulusal nitelik taşıması gerektiği ve tüm ulusun iktisadi çıkarlarını

gözetmesi gerektiği fikrini güçlendirmiştir. Çünkü bu yeni yaklaşıma

göre ulusal devlet iktisadi yarısı güçlendirilmiş bireye girişim ortamı

sağlamalıdır59

.

1913 Aralık ayında Bab-ı Ali’nin sanayileşmeye ilişkin

düşüncelerini ve politikalarını ortaya koyan “Teşvik-i Sanayi Kanun-ı

Muvakkati” yayınlanır. Ardından 1914 yılı başlarında yayınlanan

“Teşvik-i Sanayi Talimatnamesi” izler onu. Tüm bunlara bağlı olarak

da 1 Ocak 1917’de “Teşvik-i Sanayi Kanun-ı Muvakkatinin Suret-i

Tatbiki Hakkında Nizamname” çıkarılır60

.

“Teşvik-i Sanayi Kanun-ı Muvakkatının Suret-i Hakkında

Nizamname”ye uygun olarak ilk önce fes, şeker, cam, billur, kağıt,

mum gibi malların üretimine “imtiyaz” verilmesi ya da bu malların

“inhisar”a alınması önerilir. Ancak “imtiyaz” ve “inhisar”

uygulamalarının eskiyi anımsatır bir tarzda olması teşvik edici

olabilmek amacıyla 1909’da “Sanayiin terakkisi” hakkında kanun

layihası yayınlanır. Bu layihayla Osmanlı sanayiin Avrupa mallarıyla

rekabeti edebilmesi için bazı ayrıcalıklara sahip olması gerektiği

savunulur.

Layiha Tanzimat Dairesi ve Ticaret ve Nafia Nezareti’nde

değişikliğe uğrayrak1911 yılı başında Mecliste görüşülür ve tek

maddelik bir yasa halinde yayınlanır. Yasayla fabrikaların kuruluş ya

da genişletilişleri sırasında getirilen makine araç gereçler için ödenen

gümrük rüsumlarının geri verilmesi kararlaştırılır. Aynı yıl içinde

bütçe yasasıyla Osmanlı topraklarında fabrika kuranlardan alınan on

lira ruhsat resmi kaldırılır ve girişimcilerin vergi yükü hafifletilir.

Teşvik mevzuatı önce meclise görüşülmek üzere gönderilir

ancak meclis seçimlerinin uzun süre yapılamaması dolayısıyla kanun

hükmünde kararname yada “kanun-ı muvakkat” şeklinde çıkarılır.

1913 yılı mevzuatıyla teşvik tedbirlerinden yabancıların da

yararlanabileceği hükme bağlanmakla birlikte, I. Dünya Savaşı

nedeniyle bu bağlaşıklık ve ayrıcalıklardan yalnızca Osmanlı

59 Doğu ERGİL, a.g.e., s.18-19. 60 Zafer TOPRAK, Türkiye’de Milli İktisat, Doğan Kitap, ss. 291-302.

II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri /

İsmail PEHLİVAN

204

tebaasının ve Osmanlı anonim şirketlerinin yararlanması

kararlaştırılır. Buna göre, fabrikalara gerekli hammaddelerin yurt

içinde çıkarılmaması, yetişmemesi halinde gümrük ödemeksizin ithali

serbest bırakılıyordu. 1913 yılı Mevzuatı Osmanlı topraklarında

faaliyette bulunan tüm fabrika ve tezgahların ihraç edecekleri mallar

için gümrük bağışıklığı getirir.

1913 Mevzuatının diğer önemli bir yönü de hükümet

alımlarında yerli sanayi ürünlerine öncelik tanınmasıdır. Buna göre

Bab-ı ali gereksinim duyduğu malları için mümkün olduğunca

“mamulat-ı dâhiliyeyi tercih edecektir61

.

1913 Teşvik-i Sanayi Kanun-ı Muvakkatı ve ona ilişkin

talimatname ve nizamname, II. Meşrutiyet öncesi imalat sanayiinde

dağınık halde uygulanan bağışıklık ve ayrıcalıkları aynı mevzuat

altında toplar. Buna bağlı olarak da yeni özendirici unsurlar getirir62

.

Sanayileşmeye yönelik olarak XIX. Yüzyılın sonlarından

itibaren gerçekleştirilen kurumlaşmalar ve yasal teşvik yöntemlerinin

çoğalması ve buna bağlı olarak ülkede az da olsa sanayi sektörlerinde

imalathane, fabrika, atölye ve tesislerin oluşmaya başlaması, bu

alanlarda bir sayım yapılması ve bu yönde çalışması gereğini

doğurmuştur. Bu açıdan II. Meşrutiyet yılları sanayi sayımlarına

ilişkin istatistik çalışmalarının da giderek önem kazandığı bir dönem

olmuştur63

.

Bu dönemde Nezaretler kendi ilgi alanlarında istatistiksel

çalışmalar yaparlar. Bu doğrultuda, sanayii teşvik mevzuatı sonrası

Bab-ı Ali ülkedeki sınai malvarlığının boyutlarını saptamaya koyulur.

Bu amaçla Ticaret ve Ziraat Nezareti’ne bağlı Sanayi Müdüriyet-i

Umumiye’si “sanayi umurunun tanzim ve ıslahı için bir sanayi

istatistiği” düzenler. Sanayi müfettişlerinden Mösyö Durand ve

Mühendis Fuad Bey’in birlikte yürüttükleri ve İstanbul, İzmir,

Manisa, Bursa, İzmit, Karamürsel, Bandırma ve Uşak’ı kapsayan

sanayi sayımları 1917’de “1329, 1331 Seneleri Sanayi İstatistiği”

adıyla yayınlanır. İstatistikte Meşrutiyet’in başlangıcından beri

iktisadi alanda sarfedilen çabaların ve kapitülasyonların kaldırılışının

sanayileşmek için gerekli ortamı oluşturduğu kaydedilir.

İstatistik Sınai kuruluşlarının sayısı, boyutları, yöresi, çevirici

gücü, türü, motor sayısı, diğer araç gereçler, üretim miktarı, üretimin

61 Zafer TOPRAK, a.g.m., s. 1351. 62 Zafer TOPRAK, a.g.m., s. 1352. 63 Zafer TOPRAK, a.g.m., s. 1352.

II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri /

İsmail PEHLİVAN

205

ithalat, ihracat ve tüketime oranla durumu, çalışanların nitelikleri,

ücretleri ve çalışma saatleri konularında ayrıntılı bilgi vermektedir64

.

İstatistik sayım sonuçlarına göre Osmanlı topraklarında

sanayi kuruluşlarının önemli bir kısmı İstanbul ve İzmir çevresindedir.

Adana ve Tarsus’daki dört iplik fabrikasıyla bazı kentlerdeki un ve

deri fabrikaları dışında Anadolu’da başka yörelerde pek sınai

kuruluşuna rastlanmamıştır. Suriye’de istatistikte yer alabilecek iş

yerleri olmakla birlikte savaş nedeniyle sayım dışı bırakılmışlardır.65

Bu dönem sanayi sayım sonuçlarının yeterince doğru ve

sağlıklı olduğunu söylemek pek olası değildir. Bunun da iki nedeni;

Osmanlı’da genellikle sayımların ertesinde yeni vergilerin geleceği

beklentisiyle iş yeri ve atölye sahiplerinin fazla bilgi vermeye taraftar

olmaması, diğeri de düzenli bir muhasebe kayıt sisteminin olmaması,

dolayısıyla kayıt ve hesapların üstünkörü bir biçimde tutulmasıydı.

İstatistik sayımlarına göre asli kuruluşlar 1913 yılında 252

iken, 1915 yılında 264 olmuştur. Diğer yandan aynı yıllarda 17 ve 18

tali kuruluşun var olduğunu biliyoruz. Bunlarla birlikte 1913

sayımlarıyla sanayi tesislerinin sayısı 252’den 269’a, 269’dan da

282’ye yükselmiştir. Bu sayının %27,7’sini gıda sanayi oluşturur. Bu

durum Osmanlı ülkesinde gıdanın önemini ve onun tarımsal yapısını

ifade eder. İkinci sırada % 27,7’lik bir oranla yine tarım girdili

dokuma sanayii yeralmaktadır. %19,6’lık bir oranla kırtasye sanayii

üçüncü sırada, deri sanayii ise %4,6’lık bir oranla sonlarda yer

almaktadır66

.

İstatistikte yer alan sanayi kuruluşlarının %55’i İstanbul ve

çevresinde yer alır. %22 ile onu İzmir izler. Diğer taraftan dokuma

sanayi kuruluşlarının %71’i İstanbul ve İzmir dışındaki kentlerde

kurulmuştur. Kırtasiye Sanayi başlığı altında yeralan matbaa ve sair

imalat’ın %100’ü İstanbul ve İzmir’de görülür67

.

İstatistik verilerine göre, iş yerlerindeki çevirici gücün

toplamı 20.977 beygir gücüdür. Çevirici gücün %75,9’u buhar

makinalarından elde edilmiştir. İkinci sırada %12,8’le içten yanmalı

motor gücü gelir. Elektrikli motorlar % 6,4, su ise %4,8 ile son

sıralarda yer alır.

64 Zafer TOPRAK, a.g.m., s. 1352; Zafer TOPRAK, Türkiye’de Milli İktisat,

Doğan Kitap, ss. 309-310; A. Gündüz ÖKÇÜN, Osmanlı Sanayi, 1913-1915

Yılları Sanayi İstatistiki, Sermaye Piyasası Kurulu Yayınları, Ankara, 1997, s.

x 65 Zafer TOPRAK, a.g.m., s. 1353. 66 Zafer TOPRAK, a.g.m., s. 1353; A. Gündüz ÖKÇÜN, a.g.e., s. xi; Korkut

BORATAV, a.g.e., s. 33,34. 67 A. Gündüz ÖKÇÜN, a.g.e., s. 15; Zafer TOPRAK, Türkiye’de Milli İktisat,

Doğan Kitap, s. 313.

II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri /

İsmail PEHLİVAN

206

İstatistik verilerine göre Osmanlı sanayiinde en fazla değer

gıda sanayiinde yaratılmaktadır. İkinci sırada onu dokuma izler,

üçüncü sırada basımevleri nedeniyle kırtasiye sanayi yer alır. Diğer

taraftan değirmencilik, sanayide yaratılan değerler açısından önemli

bir yere sahiptir. Toplam değerin içinde bu kesimin yaptığı 1913 ve

1915 yılları için sırasıyla %32 ve %44’tür. Değirmenciliği de içeren

gıda sanayiin aynı yıl için oranları ise %69 ve %70’tir68

.

II.Meşrutiyet’te sürekli sanayileşmeyi vurgulayan yayın

organı “Sanayi” dergisidir. Dergiye göre sanayileşemeyen Osmanlı

toplumu 20 yüzyılda ağır bir esaret altındadır. Bu bakımdan 20

yüzyılda ulusal varlık ancak sanayileşmekle sürdürülebilir69

.

Diğer taraftan bu dönemde Osmanlı fabrikatörlerini bir çatı

altında toplayan “Milli Fabrikacılar Cemiyeti” adıyla bir dernek

kurulur. 1917 başında çoğu İttihatçı ve aynı zamanda mebus olan

fabrikatörlerin kurduğu bu dernek özel girişimin gelişmesini

amaçlamaktadır. Milli fabrikacılar Cemiyeti, ülkenin gerek duyduğu

sınai işletmelerinin kurulabilmesi için vatandaşlar arasında işbirliği

sağlamayı amaçlar. Dernek girişimci Osmanlıları bir araya getirerek

orta girişimcilere önayak olmayı amaçlamıştır.

Bu dönemin diğer bir özelliği ise Avrupa’dan sanayi

uzmanları getirtilmesidir. Bunlar ülkede sanayi müfettişi olarak

göreve atanırlar. Yine bu çerçevede Avrupa ülkelerine gerek mesleki,

gerekse teknik alanda eğitim ve öğretim için Türk gençleri gönderilir.

Bu amaçla çeşitli protokoller yapılır ve özellikle I. Dünya Savaşı

yıllarında Bab-ı Ali’nin Alman Hükümeti ile yaptığı protokol gereği

12-18 yaşları arasında 10.000 kadar Türk gencinin mesleki ve teknik

öğrenim görmek üzere Alman fabrikalarına kabulü istenir70

.

Bütün bu çabalara karşılık II. Meşrutiyet döneminde gerek

1909, gerekse 1913’te çıkarılan yasalar ve teşvik tedbirlerinin önemli

bir sanayi üretimi sıçraması sağladığını söylemek pek mümkün

değildir. Ancak Avrupa’nın yarattığı ekonomik devrimden

kapitülasyonlar aracılığıyla yararlanabilen ve modern sektörle

birleşen imparatorluk içindeki iktisadi güçlerin daha çok Türkiye’de

yerleşmiş ve kuşaklar boyunca kendi dil ve kültürlerini korumuş olan

“Levantenler”den oluşması ve bunların ağırlıklı olarak komprodor

Rum ve Ermeni burjuvazi tarafından temsil edilmeleri ve ayrıca

ekonomik yaşamın neredeyse tümünü temsil ediyor durumda olmaları

68 A. Gündüz ÖKÇÜN, a.g.e., ss. 22-24; Zafer TOPRAK, a.g.e., ss. 314-315. 69 Zafer TOPRAK, a.g.m., 1353 70 Yahya Sezai TEZEL, a.g.e., s. 70

II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri /

İsmail PEHLİVAN

207

II. Meşrutiyet döneminin özellikle ulusçu karakterinin biçimlenişinde

etkili olduğu gözlenmektedir71

.

Bu dönem Osmanlı sanayiinin önemli bir özelliği de sınai

mülkiyetinin hemen hemen tümüyle azınlıkların ve bir ölçüde de

yabancıların elinde olmasıydı. Sanayi kesiminde mülkiyetin etnik

yapısı, salt ekonomi kuramı açısından önemsiz sayılabilir. Ancak,

hukuk, askerlik ve eğitim alanlarındaki ayrıcalıklarının da katkısıyla

azınlıkların sanayii sermayesini ellerinde tutmaları birikim sürecinde

bir kopukluk yaratmış denilebilir. Bir başka deyişle burjuvalaşabilecek

kesim “Türk halkının dışındaydı72

.

Ancak bütün bunlara karşın II. Meşrutiyet dönemi Osmanlıda

sanayileşme bilincinin oluştuğu yıllar olarak günümüze

yansımaktadır.

SONUÇ

Osmanlı İmparatorluğunda sanayileşme çabaları, dikkat

edilirse, yenileşme ya da diğer adıyla batılılaşma çabalarının gereği

olarak kendini dayatmaktaydı. Osmanlı İmparatorluğunun son

dönemlerinde gerçekleştirilmeye çalışılan sanayileşme atılımları ve

sanayileşmeye yönelik teşvik tedbirleri Cumhuriyet Türkiye’sinin

ekonomi politiğinin de temellerini atmak durumundaydı.

Özetlemek gerekirse genellikle el sanatları ve esnaf biçimi

örgütlenmeye dayanan Osmanlı sanayii, Osmanlının dışa açılımı

sonucu yıkılmış ve çökmüştür. Varolan sanayi mülkiyeti de

azınlıkların ve yabancıların elindeydi73

. Öte yandan Osmanlının kamu

girişimciliği yoluyla askeri gereksinimleri karşılamak amacına yönelik

sanayi işletmeleri kurması, sanayii geliştirecek önlemler alması ve son

yıllarında sanayii özendirme çabaları da bir sonuç vermemiştir.

Sanayileşmek Osmanlıda Cumhuriyete kadar bir özlem olmaktan öte

gitmemiş bir çaba olarak kalmıştır.74

Ancak özellikle II. Meşrutiyet

döneminin tartışmaları Genç Cumhuriyetin ufkunu açan bir birikim

olarak değerlendirilmelidir.

Diğer bir deyişle bu dönemin iktisadi politika arayışları

gelecekteki toplumun ekonomik yöneliminin de özünü teşkil ediyordu.

Özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkan Savaşından sonra

Osmanlılık anlayışını bırakması ve onun yerine “Türk

Milliyetçiliği”ne dayanan ideolojik anlayışı benimsemesi, iktisadi

71 Feroz AHMED, a.g.e., s. 37-38. 72 Yakup KEPENEK, a.g.e., s. 17 73 Yakup KEPENEK, a.g.e., s.18. 74 Yakup KEPENEK, a.g.e., s. 19.

II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri /

İsmail PEHLİVAN

208

düşünce alanında da ulusalcı bir çizginin belirmesini getirmiştir. Bu

doğrultuda “Milli İktisat”, “Milli Bankacılık”, “Milli Sanayi” gibi

söylemler oluşmuş ve daha korumacı ve özellikle Müslüman Türk

esnafın ve sanayicinin geliştirilmesine yönelik iktisadi politikalar

gündemi belirlemiştir. Bütün bu ulusalcı yapılanmalar Cumhuriyet

Türkiye’sinin iktisadi alanda izleyeceği yolun ideolojik yönünü

belirlemesi bakımından önem taşımaktadır. Sanayileşmenin getirdiği

sonuçların o günlerde olduğu gibi, bu gün de tatmin edici olmaması,

bu alanda izlenen yöntemlerin tartışılırlığını da beraberinde

getirmiştir.

KAYNAKÇA

A. D. NOVİÇEV, Osmanlı İmparatorluğu’nun Yarı Sömürgeleşmesi,

Onur Yayınları, Ankara, 1979.

A. Gündüz ÖKÇÜN, Osmanlı Sanayii, 1913-1915 Yılları Sanayi

İstatistiki, Sermaye Piyasası Kurulu Yayınları, Ankara,

1997.

Adnan GİZ, “Islah-ı Sanayi Komisyonu”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e

Türkiye Ansiklopedisi, Cilt V. İletişim Yayınları, İstanbul,

1985.

Çağlar KEYDER, “Türkiye’de Demokrasi’nin Ekonomik Politiği”,

Geçiş Sürecinde Türkiye, “ (Der: İrvin Cemal Schick/E.

Ahmet Tonak), Belge Yayınları, İstanbul, 1992.

Çağlar KEYDER, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, İletişim Yayınları,

İstanbul, 1990,.

Doğu ERGİL, Milli Mücadele’nin Sosyal Tarihi, Turhan Kitabevi,

Ankara, 1981.

Donald QUATAERT, “19. Yüzyıla Genel Bakış, Islahatlar Devri,

1812-1914, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve

Sosyal Tarihi, Cilt: 2 1600-1914, (Editör: Halil İNALCIK-

Donald QUATAERT), Eren Yayıncılık, İstanbul, 2004.

Donald QUATAERT, “Reji, Kaçakçılar ve Osmanlı Hükümeti” (Çev:

Mete TUNÇAY), Yapıt, Sayı: 48’3, Şubat-Mart 1984, ss.

68-85

Edward C. CLARK, “Osmanlı Sanayi Devrimi”, (Çev.Yavuz Cezzar),

Tanzimat, Değişim Sürecinde Osmanlı İmparatorluğu,

(Haz: Halil İNALCIK-Mehmet SEYİTDANLIOĞLU),

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2012.

Eric J. HOBSBAWM, Sermaye Çağı 1848-1875, Dost Kitabevi,

Ankara, 1995.

Eric Jan ZÜRCHER, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim

Yayınları, İstanbul, 2009.

Feroz AHMAD, İttihatçılıktan Kemalizme, Kaynak Yayınları,

İstanbul, 1986.

II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri /

İsmail PEHLİVAN

209

Gülten KAZGAN, Tanzimat’tan 21. Yüzyıla Türkiye Ekonomisi,

İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2009.

Hüseyin Avni ŞANDA, Yarı Müstemleke Oluş Tarihi/1908 İşçi

Hareketleri, Gözlem Yayınları, İstanbul, 1975.

İsmail Hüsrev TÖKİN, Türkiye’de Köy İktisadiyatı, (Tıpkı Basım),

İletişim Yayınları, İstanbul, 1990.

Korkut BORATAV, Gündüz ÖKÇÜN, Şevket PAMUK, “Osmanlı

Ücretleri ve Dünya Ekonomisi”, Yapıt, Sayı: 49’4, Nisan-

Mayıs 1984, ss. 62-76.

Korkut BORATAV, Türkiye İktisat Tarihi 1908-2005, İmge

Yayınları, Ankara, 2007

Mehmet Ali YILDIRIM, Dersaâdet Sanayi Mektebi, Kitabevi,

İstanbul, 2012.

Mehmet SEYİTDANLIOĞLU, “Tanzimat Dönemi Osmanlı Sanayii

(1839-1876), Tanzimat, Değişim Sürecinde Osmanlı

İmparatorluğu, (Haz: Halil İNALCIK-Mehmet

SEYİTDANLIOĞLU), Türkiye İş Bankası Kültür

Yayınları, İstanbul, 2012.

Muhteşem KAYNAK, “Osmanlı Ekonomisinin Dünya Ekonomisine

Eklemlenme Sürecinde Osmanlı Demiryollarına Bir Bakış”,

Yapıt, Sayı: 5, Haziran-Temmuz 1984, ss. 66-85.

Oğuz OYAN, “Dış Ticarette Liberalleşmenin Tarihsel Öğretileri”,

Yapıt, Toplumsal Araştırmalar Dergisi, Sayı: 6, Ağustos-

Eylül 1984, s. 47 (45-69).

Orhan KURMUŞ, Emperyalizmin Türkiye’ye Girişi, Yordam Kitap,

İstanbul, 2007.

Ömer Celal SARÇ, “Tanzimat ve Sanayimiz”, Tanzimat I,

(Komisyon), Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1999.

Reşit KASABA, “Osmanlı Devleti ve Dünya Ekonomisi”, Yapıt, Sayı:

10, Nisan- Mayıs 1985, ss. 37-50.

Seyfettin GÜRSEL, “1838 Ticaret Anlaşması Üzerine”, Yapıt, Sayı:

10, Nisan-Mayıs 1985, ss. 27-36.

Stefanos YARESİMOS, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye 2-

Tanzimattan I. Dünya Savaşına, Gözlem Yayınları,

İstanbul, 1975.

Şerif MARDİN, “Tanzimattan Cumhuriyet’e İktisadi Düşüncenin

Gelişmesi (1838-1918)”, Tanzimat’tan Cumhuriyete

Türkiye Ansiklopedisi, Cilt: III, İletişim Yayınları, İstanbul,

1987, ss. 618-634.

Şevket PAMUK, 100 Soruda Osmanlı Türkiye İktisadi Tarihi 1500-

1914, Gerçek Yayınevi, İstanbul, 1990.

Şevket PAMUK, Osmanlı Ekonomisinde Büyüme ve Bağımlılık (1820-

1913), Tarih Vakfı ve Yurt Yayınları, İstanbul, 1994.

Taha PARLA, Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm,

İletişim Yayınları, İstanbul, 1993.

II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri /

İsmail PEHLİVAN

210

Tevfik ÇAVDAR, Türkiye Ekonomisinin Tarihi 1900-1960, İmge

Kitabevi, Ankara, 2003.

Yahya Sezai TEZEL, Cumhuriyet Döneminin İktisat Tarihi (1923-

1950), Yurt Yayınları, Ankara, 1986,

Yakup KEPENEK, “Türkiye’nin Sanayileşme Süreçleri”, Cumhuriyet

Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Cilt VII, İletişim Yayınları,

İstanbul, 1985, ss. 1760-1796.

Yakup KEPENEK, Gelişimi, Üretim Yapısı Ve Sorunlarıyla Türkiye

Ekonomisi, Teori Yayınları, Ankara, s.1987.

Zafer TOPRAK, “II. Meşrutiyet Döneminde İktisadi Düşünce”,

Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, Cilt: III,

İletişim Yayınları, İstanbul, 1985, ss. 635-640.

Zafer TOPRAK, “Osmanli Devleti ve Sanayileşme Sorunu”,

Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, Cilt: V,

İletişim Yayınları, İstanbul, 1985, ss. 1340-1344.

Zafer TOPRAK, Türkiye’de Ekonomi ve Toplum (1908-1950)- Milli

İktisat-Milli Burjuvazi, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul,

1995.

Zafer TOPRAK, Türkiye’de Milli İktisat 1908-1918, Doğan Kitap,

İstanbul, 2012.

Zafer TOPRAK, Türkiye’de Milli İktisat 1908-1918, Yurt Yayınları,

Ankara, 1982.

Cilt: 2 Sayı: 4 Temmuz 2014 / Volume:2 Issue:4 July 2014

Neş'etu'l-Meâcimi'l-Arabiyyeti ve Tetavvuruhâ (Meâcimu’l-

Meânî – Meâcimu’l-Elfâz), Dâru’s-Sadâkati’l-Arabiyye

Dîzîra Sekkâl, Neş'etu'l-Meâcimi'l-Arabiyyeti ve Tetavvuruhâ

(Meâcimu’l-Meânî – Meâcimu’l-Elfâz), Dâru’s-Sadâkati’l-Arabiyye,

Beyrut, 1995, 89 sayfa.

Uğur GÜLBİL

Yrd. Doç. Dr. Kilis 7 Aralık Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Doğu

Dilleri ve Edebiyatları Bölümü Öğretim Üyesi, [email protected].

Neş'etu'l-Meâcimi'l-Arabiyyeti ve Tetavvuruhâ (Meâcimu’l-Meânî –

Meâcimu’l-Elfâz), Dâru’s-Sadâkati’l-Arabiyye / Uğur GÜLBİL

212

Eser, Arap Dili ve Edebiyatı içerisinde Ilmu’l-Meâcim adı

verilen Sözlükbilim alanına ait bir çalışmadır. Eser genel olarak

sözlüklerin her iki çeşidi olan mana ve lafız sözlüklerinin ilk telif

edilişinden günümüze kadar olan süreçte ortaya çıkışını ve

gelişimlerini ele almaktadır. Arapça sözlüklerin doğuşu ve gelişimini,

kelimelerin sözlüklerde nasıl karşımıza çıkacağı ve nasıl bulunacağı

konusunda bize ışık tutmaktadır. Eserin yazılma sebebi, sözlüklerde

yer alan kelimelerin daha hızlı ve daha pratik bulunmasına yardımcı

olmak olarak nitelendirilebilir. Farklı sözlüklerden örnekler vererek

sözlüklerin tanınmasına yardımcı olur. Kelimelerin sözlüklere

konulma usullerini vermesi bakımından da eser önemlidir.

Eserin yazarı Dizîra SEKKÂL, 1958 Misk, Bhersaf, Lübnan

doğumludur. Fransızca, İngilizce ve Arapça bilmektedir. Eğitim,

gazetecilik ve düşünce alanlarında yaptığı çalışmalarla bir çok ödül

kazanmıştır. Pek çok alanda eserler te’lif etmiştir. Lübnan’da

Rönesans hareketinin canlanmasına katkıda bulunmuştur. “el-Envâr”,

“en-Nehâr”, “el-Mevakıf”, “el-Fikru’l-Arabiyyu’l-Muâsır” gibi pek

çok gazete ve dergide yazılar yazmıştır. Şiir alanında, “Kitâbu’ş-Şâhid

(1989), “Kitâbu İsmâîl” (1991), “Kitâbu Bâbil” (1991),

“Tecelliyâtu’l-Levn” (1994), “Kitâbu’l-Merâsî” (1998); Nakd

(eleştiri) alanında, “Buhûs İslâmiyye” (1989), “el-Arabu fi’l-Asri’l-

Cahiliyye” (1995), “Ilmu’l-Beyân beyne’n-Nazariyyât ve’l-Usûl”

(1997), “Kısasu’l-Arab” (2003); dil alanında, “Şerhu’t-Tasrîf li’bni

Cinnî” (1998), “Şerhu fikhi’l-Luga li’s-Seâlebî” (1999), Neş'etu'l-

Meâcimi'l-Arabiyyeti ve Tetavvuruhâ” (1995); sanatsal roman

alanında, “Muğâmarât Kelb” (2004); ders kitabı olarak, “en-

Namtu’s-Serdî” (2002), “Kitâbu’l-Muğâmerât (Muhtârât)” (2002),

Kitâbu’l-Medine (Muhtârât)” (2002), Kitâbu’l-Hıvâr ve’l-Hıtâbe”

(2002) gibi daha pek çok eserleri bulunmaktadır316

. Bu eserlerinin

dışında pek çok yayınlanmış araştırmaları da bulunmaktadır.

Yazar, eserini beş bölüme ayırır. Birinci bölümde sözlük ve

türlerini ele alarak Arapça dil malzemesinin toplanmasına değinir.

İkinci bölümde mâna sözlükleri hakkında bilgi verdikten sonra bu

alanda te’lif edilen üç eseri inceler. Bu sözlüklerden ilki dilde yer alan

kelimeleri ve manalarını; ikincisi mana bakımından müşterek

kelimeleri; üçüncüsü de dildeki morfolojik meseleleri ele alır. Üçüncü

bölümde ise bazı mânâ sözlüklerini ve gelişimini; dördüncü bölümde,

lafız (mucennes) sözlüklerini ele alarak beş türünü örneklerle

açıklamaya çalışır. Beşinci bölümde de yazar, sözlük alanındaki kendi

316 Eserleriyle ilgili bilgi için bkz.

http://www.focusonlebanon.com/Members/desireesakkal.php

Neş'etu'l-Meâcimi'l-Arabiyyeti ve Tetavvuruhâ (Meâcimu’l-Meânî –

Meâcimu’l-Elfâz), Dâru’s-Sadâkati’l-Arabiyye / Uğur GÜLBİL

213

fikir, metot ve yorumlarını ortaya koyar. Eserin son bölümünde

kaynakça, incelenen eser fihristi ve genel fihrist yer alır.

Eser, alanında hazırlanan kısa, öz, kapsamlı bir çalışmadır.

Arapça Sözlükbilim alanında Arap dünyasında hazırlanan birkaç

önemli çalışmadan birisidir. Özellikle Arap olmayanlar için Arapça

yazılan eserlerin anlaşılıp yorumlanması bakımından sözlükler büyük

önem arz etmektedir. Arap kültürü, mirâsı ve özellikle dini metinler

daha doğru ve iyi bir şekilde okunup anlaşılması ve hayata doğru bir

şekilde yansıtılması bakımından mucemler önemlidir. Bu metinlerin

kelimeleri, kökleri ve türevlerinin anlamlarını bu sözlükler yardımıyla

anlaşılacaktır. Bu bakımdan sözlüklerin metotlarının bilinmesi

okuyucular açısından büyük önem arz etmektedir. Ayrıca sahip

olduğumuz bu sözlüklerin nasıl kullanılacağını, kelimelere nasıl

bakılacağını bilmeden sözlüklere bakmaya çalışmak bizim için büyük

bir zaman ve emek kaybını doğurur. Bu eser bu açıdan bize büyük

kolaylıklar sunmaktadır.

Mu’cem, kelimeleri inceleyen, dilin ifade ettiği her şeyi ve dil

ile bağlantılı her ne varsa ele alan ve belli bir manayla ve konuyla

alakalı kelimeleri bir fasılda, risalede veya kitapta toplayan eserlere ve

dil kitaplarına verilen isimdir. Arap dilinin kelimelerinin toplanması,

belirli bir metot ve yol takip etmeksizin kelimelerin toplanması; bir

konuyla ilgili kelimelerin toplanması; kelimelerin belli metot ve

konular bağlamında bir araya getirilmesi olmak üzere üç merhalede

olmuştur. Sözlükler, mânâ sözlükleri ve mucennes (kelime) sözlükleri

olmak üzere iki kısımdır. Zıt kelimelerin, müşterek lafızların ve dile

ait morfolojik meselelerin yer aldığı sözlükler mana sözlükleri

içerisinde değerlendirilmektedir. Bu alanda el-Esmâî’nin “Ma’htelefet

Elfâzuhû ve’t-tefekat Meânîhi’”si; el-Enbârî’nin “Garîbu’l-Luga”sı;

el-Seâlibî’nin “Fıkhu’l-Luga”sı; İbn Haleveyh’in “Leyse fî Kelâmi’l-

Arab”ı; er-Rummânî’nin “Meâni’l-Hurûf”u mânâ sözlüklerinden bir

kaçıdır.

Mucennes (Kelime) sözlükleri, kelimeleri tek tek ele alarak

köklerini, çekimlerini ve anlamlarını, alfabe harfleri dikkate alınarak

kendine has bir tarz ve metotta inceleyen eserlere denir. Bu sözlükler,

maddelerin dizilişindeki düzen, iştikak harflerin yerlerinin değişimi,

kelimenin başına ortasına veya sonuna getirilen eklerle kazandığı

anlamlar, harflerin ikili, üçlü, dörtlü, beşli ve altılı olarak sözlükteki

yeri olmak üzere üç ana esas üzerine kurulur. Mucennes sözlükler;

a) Maddelerin sıralanışında mahreçlerin esas alındığı,

Neş'etu'l-Meâcimi'l-Arabiyyeti ve Tetavvuruhâ (Meâcimu’l-Meânî –

Meâcimu’l-Elfâz), Dâru’s-Sadâkati’l-Arabiyye / Uğur GÜLBİL

214

b) Maddeler arasında iştikâku’l-kebîr (büyük türeme) esas

alınarak alfabetik sıranın esas alındığı,

c) Kelimelerin mücerred halinin son harfleri esas alındığı,

d) İlk harf sisteminin esas alınarak alfabetik sisteme göre

dizildiği,

e) Kelimelerin okunduğu gibi alındığı sözlükler olmak üzere

beş kısımdır.

Bunlardan birincisine el-Halîl b. Ahmed’in “Kitâbu’l-Ayn”ı,

ikincisine, İbn Dureyd’in “Cemheretu’l-Luga”sı, üçüncüsüne, el-

Cevherî’nin “es-Sıhâh”ı, dördüncüsüne, ez-Zemahşerî’nin “Esâsu’l-

Belâga”sı ve beşincisine de “el-Muncidu’l-İ’dâdî” öncülük etmiştir.

Eser, orta ve ileri düzeyde Arapça bilgisi olanlar için kolayca

anlaşılan ifadelere sahiptir. Dili sade, açık ve anlaşılır; ayrıca

anlatılmak istenenler sade ve yalın bir üslupla dile getirilmiştir.

Konular kısa ve kesin ifadelerle sunulmaya çalışılmış, edebi sanatlara

ve özentili söyleyişlere çoğunlukla yer verilmemiştir. Anlatılmak

istenen konulara farklı türlerde hazırlanan sözlükler ve sözlüklerden

alınan örneklerle açıklanmıştır.

Eserden bir bölüm:

رنا في فصل يراد بها المعاجم التي تعالج األلفاظ، كما سبق أن ذك

سابق، فتضبطها، وتظهر أصولها وتصاريفها ومعانيها، ويكون لها نمط

خاص في ترتيب األلفاظ مبني على أحرف الهجاء، سواء من حيث

مخارجها الصوتية، كما هي الحال في "كتاب العين" للخليل بن أحمد

الفراهيدي، أم من حيث حرفها األخير، كما هي الحال في كتابي

لجوهري، و"لسان العرب" البن منظور، أم من حيث حرفها "الصحاح" ل

األول، كما هي الحال في "أساس البالغة" للزمخشري و"أقرب الموارد"

للشرتوني.317

“Bu sözlüklerle, kelimeleri ele alarak, inceleyen

sözlükler kastedilir. Daha önce geçen fasılda da

zikrettiğimiz gibi, kelimeleri tek tek ele alır, onları

harekeler, köklerini, çekimlerini ve manalarını ortaya

koyar. Kelimelerin tertibinde, hece harfleri üzerine bina

edilmiş, hece harfleri dikkate alınarak kendine has bir

tarz ve metod bulunur. Bu tarz bazen el-Halîl b. Ahmed

el-Ferâhîdî’nin “Kitâbu’l-Ayn”nındaki gibi harflerin ses

mahreçleri gözetilerek, bazen el-Cevherî’nin “es-es-

Sıhah”ı ve İbn Manzûr’un “Lisânu’l-Arab”ında olduğu

317 Dizîra Sekâl, a.g.e., s. 35.

Neş'etu'l-Meâcimi'l-Arabiyyeti ve Tetavvuruhâ (Meâcimu’l-Meânî –

Meâcimu’l-Elfâz), Dâru’s-Sadâkati’l-Arabiyye / Uğur GÜLBİL

215

gibi kelimelerin son harfi dikkate alınarak, bazen de ez-

Zemahşerî’nin “Esâsu’l-Belâğa”sı ve eş-Şertûnî’nin

“Ekrabu’l-Mevârid”inde olduğu gibi kelimelerin ilk

harfi gözetilerek yazılmış sözlükler şeklindedir.”

Eser, başta Arapça sözlüklerle ilgili çalışma yapmak isteyenler

olmak üzere, Arap kültürünü ve mirasını okuyup anlamaya çalışan;

metinlerin anlaşılması esnasında da sözlüklerden hangisinin kendisi

için yararlı olacağını önceden bilmek isteyen araştırmacılar için önem

arz etmektedir. Ayrıca okullarda eğitim gören öğrenciler için en

faydalı ve en kullanışlı sözlüğü tespitinde faydalı olacaktır.

Eserde bir indeks yer almamaktadır. İçindekiler bölümü genel

olarak sistematik verilmiş ancak eserde yer alan başlıklarda şöyle bir

farklılık göze çarpmaktadır: Örneğin, Mucennes sözlükleri verirken,

üçüncüsü a denilmiş, ardından b demek yerine üçüncüsü b, üçüncüsü c

olarak verilmiştir. Eserin kaynakçası incelendiğinde müellif alanla

ilgili en önemli kaynakları taradığı görülmektedir. Yaklaşık 45 eser

kaynakçada yer almaktadır. Ayrıca müellif eserinin sonunda inceleme

ve araştırmada bulunduğu mana ve mucennes sözlüklerden 11’er

adedini toplamda 22 eseri, müellifini ve basım yeri ve tarihinin

bulunduğu listeyi vermektedir. Kitabın kapak tasarımı gayet sadedir.

MAKALE YAZIM KURALLARI 1. Yayınlanan makalelerin uluslararası indekslere eklenmesinde sorun

yaşanmaması için özet ve anahtar kelimeler gerekmektedir. Bu

sebeple dergiye gönderilecek makalede mutlaka Türkçe-İngilizce özet

ve anahtar kelimeler bulunmalıdır. Özetler 200 kelimeyi geçmemeli,

Anahtar kelimeler kısmında en fazla 7 kelime kullanılmalıdır.

2. Makalelerin İngilizce başlığı, Türkçe başlığın altına eklenmelidir.

Yazılar, Microsoft Word programında yazılmalı ve sayfa yapıları

aşağıdaki tablodaki gibi düzenlenmelidir:

Kağıt Boyutu A4 Dikey

Üst Kenar Boşluk 5,5 cm

Alt Kenar Boşluk 5,5 cm

Sol Kenar Boşluk 4,5 cm

Sağ Kenar Boşluk 4,5 cm

Yazı Tipi Times News Roman

Yazı Tipi Stili Normal

Boyutu (normal metin) 10

Boyutu (dipnot metni) 9 Satır Aralığı Tek (1)

3. Makale içerisindeki başlıkların her bir kelimesinin sadece ilk

harfleri büyük yazılmalı, başka hiç bir biçimlendirmeye, yer

verilmemelidir.

4. Gönderilecek bilimsel çalışmaların sayfa sayısı belge, kroki, harita

ve benzeri malzemeler gibi eklerle birlikte en fazla 25 sayfa olacaktır.

5. Makalede en fazla 10 şekil ve/veya tablo verilmelidir. Şekil ve

tablolar metin içerisinde mutlaka belirtilmelidir. Şekil ve tablo ebatları

makale için belirtilen ölçüler dışına taşmamalıdır.

6. İmlâ ve noktalama açısından, makalenin ya da konunun zorunlu

kıldığı özel durumlar dışında, Türk Dil Kurumunun İmlâ Kılavuzu

esas alınmalıdır.

7. Makalelerdeki dipnotlar, APA (American Psychological

Association) veya klasik dipnot verme formatında hazırlanıp metin

içerisinde verilmelidir.

8. Metnin sonunda KAYNAKÇA başlığı altında, atıfta bulunulan

kaynaklar soyadına göre sıralanmalıdır.

Örnek: Kitap: Fisher, Alan, W., The Crimean Tatars, Stanford, 1978.

Köprülü, M. Fuad, Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu, Ankara,

2003.

Makale: İnalcık, Halil, “Yeni Vesikalara Göre Kırım Hanlığı’nın

Osmanlı Tabiliğine Girmesi ve Ahidname Meselesi”, Belleten,

VIII/30, Ankara, 1944, s. 185–229.

Tezler: Narinç, Ökkeş, 1712-1715 tarihleri Arasında Gaziantepte

Sosyal- Siyasi ve iktisadi Yapı (64 Numaralı Gaziantep Şer’iyye

Sicilleri Metin Transkripsiyonu ve Değerlendirilmesi), Kils 7 Aralık

Üni. Sosyal Bilimler Enst. (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Kilis,

2010.

Elektronik Kaynak: http://tr.wikipedia.org/wiki/Tevfik_Paşa(

10.07.2012)

ARTICLE WRITING RULES 1. Abstract and key words are needed in order to avoid problems

about being included in the articles published in international indexes.

For this reason, , English-Turkish abstracts and key words must be

taken place in the the article which will be sent to journal. Abstracts

should not exceed 200 words, 7 words should be used as maximum in

the part of key words.

2. The title of the articles in English, should be added below the title

of articles in Turkish.

Manuscripts should be written in Microsoft Word, and page

structure of the program shall be in the following table

Paper Size A4 vertical

Top Margin 5,5 cm

Lower Margin 5,5 cm

Left Margin 4,5 cm

Right Margin 4,5 cm

Font Times News Roman

Font Style Normal (Standard)

Size (plain text) 10

Size (footnote text) 9

Line Spacing Single (1)

3. Only the first letters of each word in the article titles must be great,

no other formatting, should not be included.

4. Number of pages of scientific studies which will be sent , will have

maximum of 25 pages, including attachments, such as the map and

sketch and similar materials.

5. In article, up to ten shapes or tables must be given. Shapes and

tables must be noted in the text . Figure and table size should not be

out of the specified dimensions for the article.

6. Spelling and punctuation must be based on the Turkish Language

Institution Speller. the exceptions of some specified situations

enforcing the terms of article or topic.

7. Footnotes in the article should be given in the text by prepared in

format of giving classic format or APA((American Psychological

Association) format.

8. At the end of the text, under the heading of AUTHORITIES ,the

referenced resources must be ordered alphabetically according to the

surnames .

Examples: Book: Fisher, Alan, W., The Crimean Tatars, Stanford, 1978.

Köprülü, M. Fuad, Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu, Ankara,

2003.

Arcitle: İnalcık, Halil, “Yeni Vesikalara Göre Kırım Hanlığı’nın

Osmanlı Tabiliğine Girmesi ve Ahidname Meselesi”, Belleten,

VIII/30, Ankara, 1944, s. 185–229.

Theses: Narinç, Ökkeş, 1712-1715 tarihleri Arasında Gaziantepte

Sosyal- Siyasi ve iktisadi Yapı (64 Numaralı Gaziantep Şer’iyye

Sicilleri Metin Transkripsiyonu ve Değerlendirilmesi), Kils 7 Aralık

Üni. Sosyal Bilimler Enst. (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Kilis,

2010.

Electronic Resource: http://tr.wikipedia.org/wiki/Tevfik_Paşa(

10.07.2012) 181