Kutsal Haleyi Yıkmak Anne-Kız Temsiliyet İlişkilerine Perdeden Bakmak
Transcript of Kutsal Haleyi Yıkmak Anne-Kız Temsiliyet İlişkilerine Perdeden Bakmak
KUTSAL HALEYİ YIKMAK
ANNE- KIZ TEMSİLİYET İLİŞKİLERİNE PERDEDEN BAKMAK
*Zuhal Akmeşe
**Asuman Susam
Son dönem Türkiye sinemasına dair verimler Türkiye toplumunun adetatipik bir mikro-kozmosunu izleyiciyle buluşturmaktadır. Bu, filmlerletoplumbilimlerinin alanına giren olgu ve kavramların disiplinlerarası biretkileşimle yeniden okunması ve yorumlanmasına bir olanak sunmaktadır.Özellikle yeni kuşak sinemacıların ya da yeni kuşak sinemasının kurucuyönetmenlerinin bir tavır olarak seçtikleri “gerçekçi” dil belgesel sinemayöntem ve bakışının imge sinemaya taşınması, gerçeğin tartışılmasına sert,irkiltici ve eleştirel bir ifade tonu da yerleştirmiştir.
Günümüzde ülkemizin aşamadığı sorunlarından biri de toplumsal cinsiyettemsilleri ve kadının öznelik hallerine yönelen tahakkümlerdir. Devletpolitikalarının dahi korumaya yetmediği durumlarla kadın bugün neredeysetüm temsiliyet ilişkileri bağlamında ciddi bir kuşatılmışlığın içindenözgürleşmeye doğru yol almaya çalışmaktadır. Bazen aile, bazen toplum bazende öznenin varoluşsal sorunları kadının sosyalleşme ve özne olabilme vekendisini kendi olarak temsil edebilmesinin önünde ciddi engelleroluşturmaktadır.
Bu çalışma özellikle annelik kavramı üzerinden kadının kuşatılmışlığına veözgürleşme çabasına filmler üzerinden bakmaya çalışacaktır. Son dönem pekçok filmde gördüğümüz anne-kız ilişkileri ve kadının anneliği üzerindenvaroluşunu kaygıyla inşa çabası dikkat çekici örneklerde öne çıkmaktadır.Bu filmlerden Zefir ve Gözetleme Kulesi yönetmenlerin özgün dilleri veyaklaşım farklılıklarıyla bu temel soruna merceğini yaklaştıran verimlerolarak görülmektedir. Çalışmamızın amacı, bu ürünleri hem sinema dilinedair özgün çabaları hem de bunun içeriği kurmadaki farklılıkları ve dikkatçekici yönleriyle analiz etmektir. Çalışma bu bilgilerden hareketle anne-kız ve beden temsiliyet ilişkileri bağlamında toplumsala dair yeni birokuma sunmayı hedeflemektedir.
Anahtar Kelimeler: Yeni kuşak sinema, annelik, temsiliyet
1
*Zuhal Akmeşe- İstanbul Üniversitesi RTS Anabilimdalı- Doktora
**Asuman Susam- Ege Üniversitesi RTS Anabilimdalı- Yüksek Lisans
BREAKING DOWN THE HOLLY HALE
LOOKING AT THE MOTHER- DAUGHTER REPRESENTATION RELATIONS FROM
THE WHITE CURTAIN
* Zuhal Akmeşe
** Asuman Susam
The yield/product about the recent Turkish cinema bring a typical
micro-cosmos of Turkish society together with audience. This gives an
opportunity for phenomena and concepts in the field of films and sociology
to be read and interpreted again with an interdisciplinary interaction. The
“realistic” language which the new-generation movie-makers or the founder
directors of new-generation movies have chosen as an attitude have placed a
tough ,startling, and critical expression tone on transportation of
documentary cinema method and point of view into imagery cinema and on the
discussion of the reality.
One of the problems which our country cannot cope with nowadays is the
dominance on social sex representations and the subjectivity of woman.
Today, woman is trying to head for becoming free from the center of a
2
serious occupation in the context of nearly all representation relations
with the cases even the state policies cannot be enough to protect. The
existential problems of sometimes family and society and sometimes the
subject create severe hinders in front of the woman’s socialization,
becoming subject, and representation of her as herself.
This study tries to look at the occupation of woman and her attempt
to become free especially upon the concept of motherhood by films. Mother-
daughter relations observed in many recent films and the woman’s anxious
attempt to construct her existence upon her motherhood become prominent in
remarkable examples. Of these films, Zefir, Gözetleme Kulesi emerge as
products which make us close to the basic problem with the directors’
specific languages and differences in approaches. The objective of our
study is to analyze these products both with specific attempts about the
language of cinema and with the differences and noticeable aspects in
forming the content. The study aims to present an new reading in the
context of mother-daughter and body representation relations from the
standpoint of this information.
Key Words: New generation cinema, motherhood, representation
Giriş
Yeni kuşak sinemacılara ve bu sinemanın kurucu öncüllerine
baktığımızda toplumsal cinsiyet bağlamında farklı sosyolojik ve
psikanalitik çözümlemelere elverişli filmlerle karşılaşıldığı
görülür. Bunun temel nedenlerinden biri, toplumsalın içinde ya3
da birey olarak ciddi ve radikal dönüşümlerin yaşandığı ve
tartışıldığı bir zamanda yaşıyor oluşumuzdur. Uluslararası
akademik dünyada Queer kuramın tartışıldığı zeminde ülkemizde
çekilen filmlere toplumsal cinsiyet kavramsallaştırmalarının
içinden baktığımızda hâlâ toplumsal normlara, geleneksel
yapının algısına uygun bir muhafazakarlıkta filmlerle karşı
karşıya olunduğu söylenebilir. Heteroseksüel dünyanın
öznelerinin yaşamlarıdır bu filmlerde anlatılanlar. Ana akıma
ait kodlarla çekilen filmlerin çoğunda yerleşik değer
yargıları, erkek egemen söylem ve bakış bu filmlerin çoğunda
tekrar edilir görünmektedir. Bunun yanında bağımsız
sinemacıların durumu daha farklıdır. Son zamanda çekilen
bağımsız yönetmenlerin filmlerinde senaryolarının da özgünlüğü
ve şaşırtıcılığına önem verme gayreti içinde oldukları
gözlemlenebilir. Çoğu yönetmen kendi senaryosunu da oluşturmaya
çalışarak bütünüyle bir auteur yaklaşımı sergilemeseler de
böyle bir çabanın içinde oldukları söylenebilir. Bu çaba
filmlerde karşımıza çıkan karakterlerin derinlikli, şaşırtıcı,
etkileyici ve çok boyutlu özneler olarak çizilmelerine de
olanak vermektedir. Hal böyle olunca verili olan toplumsal
düzen ve onun öznelerine ve eylemlerine bakış da keskin bir
eleştirellik içinde yansıtılmaya çalışılır. Bu tür filmler,
büyük cümleler kurmaktan kaçınmakla beraber gerçekçiliği
kuvvetli, sorgulayıcı, sorular bırakan ve izleyiciyi tartışmaya
davet eden yapıtlardır. Merceğini bireye yaklaştırırken o
bireyi toplumsallığın ağları içinde aktarmaya çalışan bu
filmler eskinin kaba toplumcu yaklaşımlarından çok uzak ama
4
onların hedeflediği eleştirelliği daha keskin gözlemlerle
yaparlar.
Bireye yakından bakan bu filmler, toplumsal ya da bireysel
çatışmalarında toplumsal cinsiyet rollerine dair yerleşik
yargıları sarsan yaklaşımları göze alan bir niteliktedir.
Özellikle de kadın özgürleşmesinin önünde duran engeller,
kadından yana bir bakışla, toplum eleştirisini de içine alan
bir duyarlılıkla yansıtılmaya başlanmıştır. Toplumsal normların
kimlik oluşumundaki önemli etkisi göz önüne alındığında
toplumsal cinsiyete bağlı temsiliyet ilişkilerinde egemen
algının, hegemonyanın etkisi de işin içine girecektir. Bizi
çevreleyen anlam dünyasının tarihsel, kültürel ve toplumsal
yönü olduğu düşünüldüğünde temsiliyet ilişkilerinin bir
yapıntı, kurgu olduğu da hatırlanacaktır. Toplumsal cinsiyet
rolleri bu nedenle toplumsal inşa süreçlerinden bağımsız
değildir. Dolayısıyla toplumsal cinsiyete bağlı beden algısı ve
beden politikaları da bu değerlendirmeye tabidir. Foucault
cinsiyete ait normların tarihsel, toplumsal, kültürel iktidar
ilişkileri içinde inşa edildiği görüşündedir. Konuşan öznenin
ne kadar kendi olarak konuştuğu gibi bedeninin tasarrufunun da
ne kadar kendinde olduğu bu belirlemeyle muğlaklaşır.
Yakın bir zaman önce kürtaj konusuna yönelik meclise kadar
taşınan tartışmaların neliği ve niteliği anımsandığında
Foucault’un çok da haksız olmadığı görülür. Simone de Beauvoir
da İkinci Cinsiyet adlı eserinde (1949) kadının ezilmesi
sorununu doğal farklılıklardan kaynaklanmadığını tarihsel ve
toplumsal olduğunu söylemiştir. “Kadın doğulmaz, kadın olunur”
sözü, bu kurgunun içinden bizi toplumsal temsiliyetleri5
yorumlamaya davet eder. Verili olanın dışına nasıl çıkarız
sorusunu o zamanlardan sordurur bize. İnsanlıktan dışlanmış
kadına insan olma hakkının geri verilmesi mücadelesinin
arayışını da işaret eder. Hem kamusal alanda hem mahremi içinde
kadın kendini nasıl gerçekleştirecektir? Temsiliyet ilişkileri
nasıl eşit ve adil bir algının üzerinde yükselebilecektir? O
günden bu yana sorulan bu soruların yanıtları akademik düzlemde
yoğun biçimde aranmaktadır, ancak yaşam pratikleri özellikle
bizimki gibi bir yanıyla modern bir yanıyla feodalliğine hâlâ
bağlı ülkelerde erkeklik ve kadınlık krizleri olarak
yaşanmaktadır. Kadınların En Güzel Tarihi’ nde Sylvione
Agacinski toplumsal cinsiyete bağlı eşitsiz ilişkilerin bir
zihniyet sorunu olduğunu ve temellerinin Antik Yunan’a dek
dayandığını söyler. Kadın bedeni üzerinde iktidar tahakkümü
kadının bedenini metalaştırırken onu çoğu zaman kamusal alanın
dışına da kolaylıkla iter. Erkeğe denk bir kamusal alan
faaliyeti içinse kadınlığından vazgeçmiş kadınlar olmalarını
bekler (Haz. Yonca Aşçı Dalar, 2013,s.189). Metalaşan kadın
bedeni şiddetin ve tecavüzün aile içi ya da dışı coğrafyası
haline gelir. Şiddet ya da bambaşka nedenlerle istenmeyen
gebeliklerin meydana geldiği haller kadınlar için bambaşka bir
cehennemdir. Oysa toplumun kanaatinde annelik kutsal bir haldir
ve toplum tüm kadınlardan bu role uygun bir kadınlık hali
bekler. Hatta kimi zaman istenmeyen hallerde dahi kadını bu
kutsal halenin içine girmeye zorlar. Başka türlü davrananıysa
toplum dışına iter, damgalar vs.
Julia Kristeva da anneliği bir işlev değil de bir tutku
olarak tanımlar. Her türlü aşk ilişkisinde olduğu gibi burada
6
da bir çift değerlilik söz konusudur. Winnicott’ a göre annenin
başından beri çocuğundan nefret etmesi için birçok nedeni
vardır. Çocuk gebelik ve doğum sırasında, anne bedeni için bir
tehlike oluşturur. Doğumdan itibaren annenin özel yaşamı
kalmaz, her şey bebeğin ritminde sürüp gider. Çocuk büyüdüğünde
bile anne yaşamını ona göre düzenler…. Bunlar göz önüne
alındığında Kristeva anneliğin başından beri olumsuzluk
barındırdığını ileri sürer. (Abreveya, E.2007,s.24) ancak aile
ve annelik inşası annelik olgusuna karşı ikiyüzlüce
yaklaşmıştır. Kurgulanan toplumun inşasına göre kişilerin
biçimlenmesi istenmiştir. Bu nedenle de ahlak ve toplumsal
normlarla da sıkı sıkıya denetlenebilen bir şey haline
getirilmiştir. L. Davidoff aileyi rahatlatıcı bir mite
dönüştürmüş olmaktan söz eder. Kalpsiz dünyada bir sığınak…oysa
ailenin kutsal ve mitsel inşasından sıyrılıp toplumsal pratik
içindeki süreçlerin bir değerlendirmesi içinden aileye bakmak
gerek. Dolayısıyla da ailedeki önemli rollerden birini üstlenen
annelere.(Davidoff,L.2002,57)
Feminist mücadelenin kadınlarının aile ve annelik
kavrayışlarına dair verdikleri mücadele son derece önemlidir.
Buna rağmen egemen sistemin hiyerarşik kalıplarını kırmak çok
yerde mümkün olamamıştır. Bu günümüzde de yalnızca
modernleşmesini tamamlamamış üçüncü dünya ülkelerinin sorunu
olarak görülmemektedir. Gilman’ın ‘kadınlar Ülkesi’ nde yer
alan ‘yuva ideolojisi’ ne dikkat çeken çalışmasında Derya
Şaşman Kaylı aile, çocuk-annelik ilişkilerine ve kadının
kamusal ve mahrem alandaki temsiliyet ilişkilerine dikkat
çekerken meselenin sınıfsal ve hegemonik bir zordan
7
kaynaklandığını ve üretildiğini de vurgular.
(Kaylı,Ş.D.,2010,s.102)
Kültürel dünyamız çokça beden politikalarıyla ve
bedenlerimizle taşınmaktadır. Butler, beden bir durumdur; ama
bu durum hep bir aşkınlık içerir, der. Bu durum toplumsal
cinsiyetin dayatıldığı bir yer değildir yalnızca, aynı zamanda
da seçildiği yerdir. Bu nedenle toplumsal cinsiyetin sonradan
edinilmiş ve kültürel olduğu unutulmamalıdır. Ağsal ilişkilerle
birbirlerine bağlı olan normlar davranışlarımızı düzenlerler
üstelik bunu zorunluluklar üzerinden gerçekleştirirler.
Değerler gibi seçilerek benimsenmezler, zorlayıcılıkları söz
konusudur. Önerirler bunu yapmalısın bundan kaçınmalısın; ancak
bunların satır araları önerilere uyulmadığı takdirde
olacakların gizli tehdidini de taşırlar. Ve elbette değerler
sisteminden bağımsız değillerdir. Bir ölçüde değerlerin
meşruiyet zeminine taşınmasını sağlarlar. Dolayısıyla değerler
ve normlar davranışlarımızı kodlarlar. Egemen söylemin tekrar
tekrar üretilmesini sağlarlar. Norm dışı davrananlar,
damgalanır, günah keçisi ilan edilir ve toplum dışına itilir.
Toplumsal cinsiyet temsilleri günümüzde sorunlarıyla
yakıcılığını koruyarak gündemdeki yerini korumaktadır. Kadına
yönelik şiddet, kadın cinayetleri, kadını eve hapsedici
cinsiyetçi politikaları vb. eşitsiz bir toplumsal ilişkinin
içindeki ötekiler olan kadınları incitmeye ve toplum dışına
itmeye devam etmektedir.
Özellikle bizimki gibi kentlerde modernleşmesini
tamamlayamamış, cinsiyetsiz bir toplum ve birey algısıyla
kadına ve erkeğe aynı yeri açamamış toplumlarda aile ve annelik8
kavramları toplumsal normlar, sterotipler vb. üzerinden kadına
zulmedici, özgürlüğünü engelleyici hayatları dayatmaktadır.
Feminist hareketin içinde pek çok feminizm kuramı tarafından
mercek altına alınan iki kavram olmuştur aile ve annelik.
İkinci dalga feminizm, kadının ikincilleştirilmesinin esas
alanı olarak aileyi gördü; böylece ilk dalganın siyaset,
istihdam ve eğitim alanlarındaki eşitlik taleplerinin “özel
alan’ da ayrımcılık kalkmadığı sürece gerçekleşmeyeceği
düşüncesiyle, bu alanı politik mücadelenin odağına koydu.
Ataerkilliğin bir cinsiyet rejimi olarak gücünün kendini
yeniden üretebilme kapasitesinde yattığını düşünen feministler,
bu yeniden üretimin esasen aile içinde gerçekleştiğini
söylediler. Böylece ailenin toplumsal konumundan çok, ailenin
“içinde” olup bitenlere bakılmaya başlandı (Bora, Aksu,
2005,40-41). Bu iki kavram kamusal alan ve özel alan ilişkileri
üzerinden cinsiyet okumalarının yapılmasını sağladı.
Annelik ve aile kavramları hemen tüm toplumlarda kutsallık
halesi içinde tutulan iki kavram olmuştur. Hele ki muhafazakar
toplumlarda kadın bakirelik ve annelik üzerinden kutsanmış, bu
halenin dışında kalan kadınlarsa çağlar boyunca tekinsiz
sayılmıştır. Hollywood sinemasından Yeşilçam’a sinema tarihi,
bu algıyı üreten ve destekleyen filmlerle doludur. Bu tür
filmler devletçe de toplumca da yerleşik muhafazakar algıyı
toplumsal ve iktisadi düzenin sürdürülebilirliği gerekçesiyle
sevmiş ve desteklemiştir. Bu meseleye eleştirel bakanlar yine
dünyada da bizde de bağımsız yönetmenler olmuştur.
Annelik sevgisi günümüzde kutsallığından koparılarak
yeniden tartışılmaktadır. Bundan yıllar önce yazılmış bir kitap
9
Elisabeth Badinter’ in Annelik Sevgisi, 17. Yüzyıldan günümüze
annelik duygusunu etraflıca irdelerken anneliğin toplumsal
cinsiyet inşa süreçleriyle nasıl örülüp kadını bu duygunun
kölesi yaptığını, doğru bilinen ve kabul gören kanıların
geçersizliğini tartışır: annelik sevgisi o kadar sık “içgüdü”
kavramıyla tanımlanır ki bu davranışın çevreye ve zamana bağlı
olmaksızın kadının doğasına çakılıp kalmış bir olgu olduğuna
kolaylıkla inanıyoruz”(Badinter, E. 1992,2). Annelik sevgisi
sadece insani bir duygudur. Ve her duygu gibi belirsiz, geçici
ve kusurludur. Alışılagelmiş fikirlerin aksine muhtemelen kadın
doğasının kopmaz bir parçası değildir. Annelik anlayışını ne
şekilde değiştiğini izlediğimizde çocuğa karşı ilgi ve
özverinin bazen var olduğu bazen de olmadığı ortaya çıkıyor.
Şefkat bir var bir yok. Annelik sevgisi, türlü türlü biçimlerde
boy gösteriyor, bazen daha güçlü bazen daha zayıf bazen de hiç
yok ya da hemen hemen hiç yok. (age5)
Bu çalışma Zefir ve Gözetleme Kulesi filmlerinden yola çıkarak
ezeli rakipliğin içinde gelişen anne kız ilişkilerine annelik
kavramı içinden bakmaya çalışacaktır. Bu filmlerin seçilmesinin
nedeni yönetmenlerin konularına yaklaşımlarındaki tazelik,
dürüstlük ve eleştirellikleri olmuştur. Genel geçer kanıları,
kalıp yargıları kırmaya yönelik yönetmen tutumları filmlerin
çok katmanlı anlam değerleri yüklenmesini de sağlamıştır.
Özellikle doğalcı anlatımları, dramatik olanın değil trajiğin
peşinden gidişleri ve bunu gerçekçi yaklaşımlarından ödün
vermedikleri bir şiir-anlatımla gerçekleştirmeleri içeriğin
10
sinema sanatı cinsinden başarıyla hayat bulmalarını
sağlamıştır.
Zefir
Belma Baş’ın senaryosunu yazıp yönettiği Zefir, şiirsel
anlatımla doğalcılığı; süper ego ile idin çatışmasını
geçirgenliklerini başarıyla dengelemeyi bilmiş bir ilk film.
Belgesel çalışmaları da olan Baş’ın anlatımında türün izleri ve
etkilerini de görürüz. Bu alana dair deneyim hikayenin
gerçekçiliğinin söz kurgusundan çok görsel kurguyla
temellenmesini de sağlamış. Senaryo kusursuzluk taşımasa da
tema öylesine sağlam ve cesurca seçilmiştir ki yönetmenlik ve
senaryo kusurlarını arka plana itmektedir.
Film Karadeniz coğrafyasının eşsiz görüntülerinin içinden bize
ulaşır. Sakin, sade, yalın bir anlatımla kurulan hikaye 11
yaşında, çocuklukla ergenlik çelişkileri arasında kalmış mutsuz
bir kız çocuğu olan Zefir’ in anneanne ve dedesi ile yaşamından
bir kesiti sunar bize. Günlerini uzaklardaki annesini
bekleyerek geçiren Zefir, annesine kısa süreliğine kavuşur;
ancak bu kavuşma daha uzun, belki de dönüşsüz bir gidişin
habercisi bir buluşmadır. Bağımsız bir kimlik olarak karşımıza
çıkan anne, kızını anneannesi ve dedesi ile bırakıp uzaklara
gitmek kararındadır.
Doğa bu filmde içeriğin ve ona bağlı atmosferin oluşması
bakımından oyuncular kadar önemli bir rol oynar. Doğanın kendi
döngüsü ile insanın zaman algısının oluşturduğu gerilim filmin
tekinsiz havasının oluşmasına yardımcı olur. Özellikle yakın
planlarla doğanın kendine özgü, başka bir döngüsellik içinde11
yaşadığı zamanı film başarıyla hissettirir. Yer yer Nuri Bilge
Ceylan’a selam niteliği taşıyan kareler insana ait iç ve dış
zaman algısını bu tekinsizlikten yana bir rutinin,
beklentisizliğin, alışkanlığın içinden aktarır. Doğa
eşsizliğine, sessiz, dingin haline rağmen huzur veren bir yer
olarak yer almaz. İnsana dair bir yabancılığı kendi
yabanlığıyla karşı karşıya getirerek vermek ister. Neredeyse
bir zamansızlığın içinde yüzer gibidir film boyunca doğa. Zaman
insan ve eylem ile aktığını duyurur, ama bu akış içinde
insanlar ve eylemler sanki büyük bir su damlasının içinde
gibidir. Genişleyen bir an gibidir film. İlk planla başlayan
film cümlesi son plana dek genişlemiş bir şimdiki zaman
algısıyla akar. Doğa tüm yabanıllığı ile karşımızda durur.
Romantik bir kaçış alanı değildir. Doğa zamansızlığın içinde
durağanlığıyla bir hafıza havuzu gibidir de. Bilinçdışının
durgun gölü ya da… Özellikle Zefir, bu doğanın tüm yabanıllığı
ile içimizde nasıl ürkütücü bir halde bulunduğunu anlatan bir
figürdür. Toplumun ve kültürün yontup biçimlendirdiği kentli
insandan bambaşka bir hal içindedir Zefir. Filmin ineğin
gözleriyle başlayıp yine kapanışı onunla yapması bu bağlamda
rastlantı değildir.
Yine Zefir’ in dedesi ile yaptığı doğa yürüyüşleri içinde
ölümle tanışması ve gömülmeyi bir doğal ritüel olarak yaşaması
ve bunun bir leitmotiv olarak filmde yer alması bizi finaldeki
anne kız ilişkisi ötesinde, hayat-ölüm döngüsüne dair derin bir
okuma yapmaya zorlamaktadır. Dedesinden öğrendiği hayvanları
gömme biçimini, final bölümünde annesini uçurumdan iterek
ölümüne neden olduğu sahneden sonra, onu da aynı biçimde
12
gömerek annesi ile arasında sonsuza uzanan kopmaz bir bağ
oluşmasını ve ilk ve son kez ayrılmaz bir biçimde
yanyanalıklarını sağlar.
Zefir film boyunca yaşamla arasındaki ilişkiyi annesinin
gelmesine odaklamış bir çocuktur. Benlik algısı terk edilmiş
bir çocuktaki tüm defektleri taşımaktadır. Değersizlik sarmalı
içinde bastırmaya çalıştığı öfkesi, gizlemeye ve dizginlemeye
çalıştığı yabanıl öfkesiyle görürüz onu pek çok planda. Arkadaş
edindikleriyle de diğerleriyle de ilişkisi bir kayıtsızlık
içindedir. Filmin başlangıcı bize sonunu haber veren
ipuçlarıyla örülmüştür. Zefir dedesiyle yaptığı bir doğa
yürüyüşü sırasında kertenkeleleri gömdükten sonra dedesine
sorar sen ölünce kimin yanına gömüleceksin diye? Anneannenin
yanına yanıtını aldıktan sonra ben ölünce annemin yanına
gömülmek isterim der. Ölüm doğanın içinde doğal bir izlek
olarak yer alırken aslında iç dünyanın gergin tekinsizliğinin
izlerini de her alamda taşır. Film boyunca iç mekanın loşluğu,
doğanın durağanlığının ardında parça parça izlediğimiz kımıltı
hep bir şey olacak ama ne sorusunu huzursuzluk duygusuyla
birlikte sordurur izleyiciye.
Annesinin gelmesini kuvvetli bir arzuyla ister Zefir. Bir gün
de annesi çıkar gelir. İlk karşılaşma anının sıcak sarılışı
dahi anne kız arasındaki olağan bir duygusal bağdan nasıl da
uzak olduklarını gözler önüne serer. Acemi, tutuk, kaygılı bir
karşılaşmadır bu. Sonra zaman akmaya başlar gündeliğin içinden,
rutin bir akış içinde anne kız ilişkisi giderek güçlenmez ve
arzulanan daha doğrusu Zefir’ in arzu ettiği yakınlık bir türlü
kurulamaz. Anne zaten kızının ve ailesinin yanına belki de bir
13
daha geri gelmemek üzere gideceğini haber vermek için
gelmiştir. Zefir içten içe bu kavuşmanın bir gün biteceğini ve
annesinin onu bırakıp gideceği tedirginliğini içinde
saklamaktadır. Zaten anne beden diliyle de sözel olarak da
soğuk, uzak, bağ kurmaktan özellikle ve doğallıkla kaçınan bir
tutum içindedir. İzleyenleri rahatsız edecek kadar katı
görünür. Toplumun genel algısı içinde bilinen, tanınan, sevilen
ve saygı duyulan anne imajından çok uzaktır. O nedenle de
özdeşleşilebilecek bir karakter olarak karşımıza çıkmaz.
Dolayısıyla da film, izler kitlede bir katarsis, bir rahatlama
oluşturmaz. Bu açıdan değerlendirdiğimizde Baş’ın filmi
hikayesini Brehtyen bir algı içinde kurmuştur. Yabancılaştırma,
yadırgatma ve rahatsız etme yoluyla derdini anlatma Baş’ın
seçtiği yoldur.
Film boyunca bağımsızlığını, kendini çocuğuna tercih etmiş bir
anneden genel izleyici pek de hoşlanmayacaktır. O nedenle anne
için anti-kahramandır diyebiliriz. Zefir için de öyle…
Nihayetinde o da çok sevdiğini düşündüğü, özlemle beklediği
annesini soğukkanlılıkla öldürmüştür. Ölüm planlanmış bir
cinayet değildir, öylesine, birdenbire oluvermiş gibidir. Tıpkı
inek de olduğu gibi. O olayda da nasıl inkar mekanizmasını
çalıştırdıysa ve gerçeğinden kaçtıysa Zefir, bu yaptığından da
öyle kaçacaktır. Nitekim annesini gömmesi, sonra oturup
annesinin çantasından çıkardığı kumanyasını soğukkanlılıkla
yemesi tüm bunları bir çocuğun yapabiliyor olması ciddi biçimde
izleyeni irkiltecek sahnelerdir. Film boyunca annenin özlemle
beklenmesinden sonra karşılaşılan anne hiç de Zefir’ in
beklediği gibi bir anne değildir. Zefir’ de ciddi biçimde
14
hoşnutsuzluk ve hayal kırıklığı yaratır. Özellikle bir gece
Zefir’ e annesinin süt getirdiği sahne bu kapanmayacak
uzaklığı, yabancılığı etkili biçimde anlatır. Bağ kurulmaya
çalışılan nesnenin süt olması, Zefir’ in neyi sevip neyi
sevmediğini, çok basit olan bir şeyi dahi annenin bilmemesi
aralarındaki trajediyi gösterir niteliktedir. Annenin evden
ayrılma sahnesiyle başlayan finalde anne adeta Zefir’ den
kaçar. Onunla vedalaşamaz. Kızını uyurken ardında bıraktığını
sanır; oysa Zefir annesinin yoluna çıkmaya kararlıdır. Dik
başlı bir meydan okuma ve hesap sormadır annesinin yoluna
çıkması, hatta yolunu kesmesi. İkisinin de arzu ettiklerini
elde etme yolundaki çabaları neredeyse başa baştır. Ne Zefir
annesini kalmaya ikna edebilir ne de annesi Zefir’ i geri
dönmeye. Konuşmak için vardıkları eşsiz manzaralı bir uçurum
kenarında yaptıkları konuşma birbirleriyle son temasları olur.
Sonra Zefir annesini uçuruma iter, annesi sonsuza kadar Zefir’
in olur. Zefir’ in hayatında anne o kadar yoktur ki doğa adeta
annenin yerine geçer. Saklayan, içine alan haliyle doğa adeta
bir plesenta gibi Zefir’ i kapsar, onun üstüne kapanır.
Annesiyle sonsuza kadar kopmaz bir bağı kurduğu yer olur
kültürel dünyada gerçekleştirilemeyen doğanın yardımıyla
sağlanmış olur.
Baş doğa-insan ilişkisini metafiziğin uzağında psikanalitik bir
yönsemeyle anlamlandırmaya çalışır. İmge metaforik bir dille
örülmüştür. Annenin kaybedildiği yer onun asıl kazanıldığı yer
olur Zefir için.
15
Gözetleme Kulesi
Senaryosu ve yönetmenliğini Pelin Esmer’in üstlendiği
Gözetleme Kulesi Seher ve Nihat karakterleri üzerinden kaçış ve
karşılaşmayı anlatmaktadır. Seher Bolu’da üniversiteyi kazanır
ve dayısının evinde kalır. Ailesi akraba yanının daha güvenilir
ve ekonomik olduğunu düşündüğü için Seher’in sınıftan kız
arkadaşlarıyla eve çıkmasını kabul etmez. Oysa Seher öz
dayısının taciz ve tecavüzü sonrasında hamile kalmış, bu durum
üzerine dayısının evinden ayrılarak dayısının referansıyla
Tosya’da küçük bir otobüs firmasında önce hosteslik sonrasında
da tesiste yemek işlerini üstlenmiştir. Nihat ise Tosya’ya
yakın dipsiz göl rumuzlu gözetleme kulesinin bekçiliğini yapmak
için gelir. Nihat ve Seher önce otobüs yolculuğu esnasında
sonrasında da Nihat’ın tesise gelmesi sonucunda iletişim
kurarlar.
Seher’in amacı biran önce karnındaki çocuktan kurtularak
okuluna geri dönmektir. Nitekim ailesiyle konuşmaya gider,
annesinin rahat mı battı dayının yanında orası daha güvenilir
kız başına eve mi çıkılır demesi üzerine annesine şişen hamile
karnını göstererek sizin namusunuz beni… der. Bunun üzerine
anne yıkılır ve bu durumu kocası dahi kimseyle paylaşamaz.
Seher ailesinin kendisine hiçbir şekilde yardımcı olmayacağını
bildiği için kapıyı çeker ve gider. Otogardaki işini yapmaya
devam eder. Nihat’ın da otogarda olduğu bir gün Seher ortadan
kaybolur patron her yerde Seher’i arar ama bulamaz. Nihat
Seher’in çıkarken kustuğunu görür, bunun üzerine etrafı ve
Seher’i gözlemeye başlar. Seher otogarın deposunda tek başına
doğum yapar çocuğu bez parçalarına sararak otogarın ilerisine
16
bir köşeye bırakır ve otogardan ayrılır. Nihat bu durumu görür
ve Seher’i takip etmeye başlar. Seher’in kanama geçirdiğini,
gidecek yeri olmadığını ve böyle yola devam etmesinin mümkün
olmadığını söyleyerek kuleye götürmeye ikna eder. Gece çocuğu
alır ve Seher’e uzatır. Çocuk üzerinden üçlü arasında bir aile
duygusu oluşmaya başlar çünkü Nihat Seher ve bebeğini kazada
kaybettiği karısı ve oğlu yerine koymaktadır. Seher ise
kendisini ne kadar zorlarsa zorlasın çocuğunu tam olarak
bağrına basamaz. Çünkü ensest bir ilişki ve tecavüzün sonunda
dünyaya gelmiş bir çocuktur. Filmin sonunda Nihat’ın ailesinin
kendi ihmali sonucunda ortaya çıkan kazada öldüğünü, Seher’in
ise öz dayısı tarafından tecavüze uğradığını öğreniriz.
Film genel olarak değerlendirildiğinde Seher’in annesinin
kendi çocuğunu desteklemekten korktuğunu ve baba tarafından
sindirildiğini gözlemlemekteyiz. Anne kendi kızının dayısı
tarafından tecavüze uğrayarak hamile olduğunu ve çaresiz
olduğunu gördüğü halde bunu kocasıyla paylaşmaz ya da tecavüzcü
dayıyı cezalandırmak için bir çaba içerisine girdiği görülmez.
Durumu örtbas ederek rezillikten dedikodu malzemesi olmaktan
kaçınır. Oysa asıl rezilliğin Seher’e yapılan muamele olduğunu
görmez. Seher tecavüz ürünü çocuğunu yaşananlardan ötürü ve ona
yaşananları hatırlattığı için görmek istemez ve ondan kaçmaya
çalışır. Nihat ise kaçışı engeller her defasında Seher’i bir
şekilde durdurur ve filmin sonunda da Nihat ve Seher’in kendi
yaşamlarıyla ilgili ana sorun gün yüzüne çıkarılarak kendi
kaderleriyle çatışmaları görülür. Filmin sonunda bu sorunlar
bir çözüme kavuşturulmaz. İzleyici sorunla baş başa bırakılarak
izleyicinin sorun üzerinde düşünmesi sağlanır. Film aslında
17
toplumda yaşananları gerçekçi bir yaklaşımla gözler önüne
sermektedir. Bu bağlamda kadının toplum içerisindeki konumu,
algılanışı, yaşadığı sorunlar açık, gerçekçi bir şekilde filmde
yer almaktadır. Seher karakteri üzerinden sömürülen, enseste
maruz kalan ve evlilik dışı çocuk doğurmak zorunda kalan
kadının yaşadığı sorunlar ve toplumun bakış açısı izleyiciyle
buluşturulmaktadır.
Sonuç:
Görüldüğü gibi iki film de kadın yönetmenler tarafından
çekilmiştir. Bu, topluma ait toplumsal cinsiyet kaynaklı temsil
ilişkilerindeki sakatlık, noksanlık ya da yanlışları içerinden
bir gözle izleyiciye taşınmasını sağlamış görünmektedir. Her
iki yönetmende de kahramanlarına ve içeriğe mesafeli
yaklaşımları, eleştirellikleri, yargılamaktan, didaktik akıl
vermelerden uzak tutumları ve yalnızca sorunlara işaret
edişleriyle hikayelerinin gerçekçiliğini güçlendirmiştir.
Duygusal bir tarafgirlikten uzak, sert denilebilecek bir
eleştirelliği filmin sonuna kadar korumayı başaran filmler
olmuştur Zefir de Gözetleme Kulesi de.
Zefir, alıştığımız anne modelinin uzağında, soğuk, bağımsız,
kendini seçmekte kararlı bir anneliği adanmış, kendinden
vazgeçmiş, fedakar anne sterotipinin karşısına koyar. Bu tavır
oldukça cesur bir tavırdır. Hele ki bizimki gibi muhafazakar
toplumlardaki kutsal annelik halesinin nelere kadir olduğu
düşünüldüğünde Baş, filmini böyle bir hikayeyle riske bile
atmış denilebilir. Çünkü filmi izleyen hemen hiçbir anne Zefir’
in annesinin yerine kendisini koymayacaktır. Kendi annelik
18
kararlarını vermemiş olan ama anne olduktan bir süre sonra
kanıksanmış bir teslimiyet içinde rollerinin yükünü çekmeye
başlayan anneler bile. İşte bu nedenle Baş’ın gözler önüne
serdiği hikaye önemlidir. Radikaldir de… Annelik duygusunun
dokunulmazlığını kökten sarsan, anne-kadınları rahatsız eden
bir filmdir. Toplumların, kültürle, dinle, normlarla bireye
dayattıkları, öğretilmiş olan her şey, o olmama, başka bir şey
olma potansiyelini hep taşır. Hiçbir şey bize söylenilenler
gibi olmak zorunda değildir. İdeal olan dışında negatif
duygular da insana aittir. Bunları görmek, bunlar yokmuş gibi
hayata devam etmemek gerek, bunu söyler Zefir bize, söylediği
daha birçok şeyle beraber.
Gözetleme Kulesi ise ne yazık ki ülkemizin sessiz günahlarından
biri olan enseste bakışı kadınların birbirlerinin karşısında
dikilen kaderleri olarak gösterir. Bir annenin kızının maruz
kaldığı çirkinliği yutup ses etmemesine, kızın yeni doğanı
kendi bedeninden ve ruhundan tiksinmiş haliyle evlat olarak
benimseyememesine varan trajedi ne yazık ki büyük, sert bir
gerçeklik olarak hayatın tam ortasında durmaktadır. Böyle
travmatik hikayelerden masalsı mutlu sonlar da ne yazık ki
çıkmaz. Yönetmen bunun altını çizerken bizi öğretilmiş
çaresizliğimizle başbaşa bırakmayı istemez elbette. Tam tersine
bu öğretilmiş çaresizlikle baş eğildiğinde nelerin neleri
doğuracağına işaret eder. Şunu da gösterir elbette: annelik
seçilmiş, kadının kendi bedeni üzerinde kendi iradesiyle
yaşamayı tercih ettiği bir hak olarak yaşanmadığında öyle her
kadında doğal olarak var olduğu düşünülen kutsal annelik
içgüdüsü devreye girmez. Bedeninden ve ruhundan travmatik
19
felaketlerle ayrılmış, bedeni ve ruhu arasında derin yarılmalar
yaşayan kadın, kendiliğinden annelik hasletlerini korunmasız da
olsa, kendinden kopan bir parça da olsa gösteremez.
Bu travmatik hikayelere bakan filmlerin çoğalması elbette bir
rastlantı değil. Hele ki kadın yönetmenlerin meseleye eğiliyor
oluşu hiç değil. Sinema sosyolojik okumaların bir aracıysa
elbette ve doğal olarak halının altına toplumca süpürülmeye
çalışılanları gün yüzüne çıkaracaktır. Bunu yaparken odağındaki
insana bizi yaklaştırmaya da çalışacaktır ki bunu eleştirel
gücüyle gerçekleştirecektir.
Kaynakça
20
Abrevaya, E. Annelik ve Kadınsılık, Psikanaliz Yazıları,
Bağlam: İstanbul, 2007.
Agacinski, S. (2013). Kadınların En Güzel Tarihi, Yay. Haz.
Yonca Aşçı Dalar, İş Bankası Yayınları: İstanbul
Bora, Aksu. Kadınların Sınıfı Ücretli Ev Emegi ve Kadın Öznelliginin İnsaşı.
İstanbul:
İletisim Yayınları, 2005.
Badinter, Elisabeth(1992) Annelik Sevgisi 17. Yüzyıldan
Günümüze Bir Duygunun Tarihi, Afa-Kadın:İstanbul
Davidoff, L. (2002), Feminist Tarih Yazımında Sınıf ve
Cinsiyet, İletişim:İstanbul
Kaylı, Ş. Derya. (2010) Kadın Bedeni ve Özgürleşme,İlya:İzmir
www.beyazperde.com
21