İSLAM MEDENİYETİNDE SABİTLENME PARADOKSU VE HAREKET İRADESİ

11
İSLÂM MEDENİYETİNDE SABİTLENME PARADOKSU VE HAREKET İRADESİ Murat EROL HECE DERGİSİ (İslam Medeniyeti Özel Sayısı), Sayı: 198-199-200, Haziran-Temmuz- Ağustos 2013, s.89-97 Medeniyet Medeniyeti , bir toplumun veya inanç grubunun bilimden sanata, edebiyattan dile, kültürden hukuka, iktisattan toplum yapısına kadar uzanan bir bütünlük içerisinde sergilediği, ortaya koyduğu ve dünya üzerinde bir yer tutan hamlesi, hareketi veya etkinliği olarak tanımlamak mümkündür. Dolayısıyla medeniyet yaklaşımımız bu tanım çerçevesinde aranacak tutarlılıklar üzerinden ilerleyecektir. Bu konularda sıkça değinildiği gibi bu zamana kadar görülen 19-20 medeniyetin neredeyse tamamının ölmüş olduğu ifade edilir. 1 Bugün ölü olduğu ifade edilen medeniyetler açısından durum hiç de o kadar net değildir, karmaşık bir durum taşırlar. Ölü olarak nitelenen medeniyetlerden örneğin Mısır veya Yunan medeniyetinin belli durumlarda ve belli olay ve durumlar karşısında verilen reflekslerle yaşadığı söylenebilir. Ancak bu hayatiyet unsurlarının bugün Batı medeniyetinin bünyesinde varolması nedeniyle, Batı medeniyeti hanesinde değerlendirilebileceği de açıktır. Yunan medeniyetinin Batı medeniyetine kaldıraç görevi ifade ettiği açıktır. Batı, bilindiği gibi, Yunan’ı İslâm Medeniyeti ile karşılaşma sonrasında buldu. Bugün kapitalizmin en somut köklerinin Mısır medeniyetinde varlık bulduğu söylenebilir. Bu nedenle ölü olduğu ifade edilen medeniyetler, başka medeniyetler bünyesinde varlıklarını belli alanlarda sürdürmektedirler. Ancak, hem bir medeniyet olma özellikleri, hem de kimlikleri itibariyle ölüdürler. Medeniyetlerin birbirleri ile karşılaşmaları ile doğan etkileşim karşısında iki doğal durum oluştu. Birincisi, gerçekleşen etkileşim bir alış-verişi getirirken ortaya medeniyetlerin güçlenmesi durumu çıktı. İkincisi ise, dominant olan medeniyet, zayıf medeniyete kendi kültür ve dil kodlarını aktararak onun dönüşmesine veya kendine dahil olmasına ya da yok olmasına neden oldu. Bu durum, savaşlar dışındaki karşılaşmalar için sözkonusudur. Batı’nın bir medeniyet olarak ortaya çıkmaya başlaması ile, ortaya yeni bir durumun çıktığı da söylenebilir. Batı, karşısındaki medeniyetin uzuvlarını kendine mal etmekte ilginç bir beceri göstermiştir. Batı’nın başarılı medeniyet hareketinin devamı ise adeta bir yağma olarak sürmüştür. Bu nedenle Batı medeniyeti kültürel, bilimsel ve sanatsal bir yağmalama hareketi olarak diğer medeniyetlere hücum etmiştir. Neticede 1 Bkz.: Arnold Toynbee, Medeniyet Yargılanıyor, Çev.: Ufuk Uyan, İşaret Yayınları, 1988

Transcript of İSLAM MEDENİYETİNDE SABİTLENME PARADOKSU VE HAREKET İRADESİ

İSLÂM MEDENİYETİNDE SABİTLENME PARADOKSU VE HAREKET

İRADESİ

Murat EROL

HECE DERGİSİ (İslam Medeniyeti Özel Sayısı), Sayı: 198-199-200, Haziran-Temmuz-

Ağustos 2013, s.89-97

Medeniyet

Medeniyeti, bir toplumun veya inanç grubunun bilimden sanata, edebiyattan dile,

kültürden hukuka, iktisattan toplum yapısına kadar uzanan bir bütünlük içerisinde

sergilediği, ortaya koyduğu ve dünya üzerinde bir yer tutan hamlesi, hareketi veya

etkinliği olarak tanımlamak mümkündür. Dolayısıyla medeniyet yaklaşımımız bu tanım

çerçevesinde aranacak tutarlılıklar üzerinden ilerleyecektir.

Bu konularda sıkça değinildiği gibi bu zamana kadar görülen 19-20 medeniyetin

neredeyse tamamının ölmüş olduğu ifade edilir.1 Bugün ölü olduğu ifade edilen

medeniyetler açısından durum hiç de o kadar net değildir, karmaşık bir durum taşırlar.

Ölü olarak nitelenen medeniyetlerden örneğin Mısır veya Yunan medeniyetinin belli

durumlarda ve belli olay ve durumlar karşısında verilen reflekslerle yaşadığı söylenebilir.

Ancak bu hayatiyet unsurlarının bugün Batı medeniyetinin bünyesinde varolması

nedeniyle, Batı medeniyeti hanesinde değerlendirilebileceği de açıktır. Yunan

medeniyetinin Batı medeniyetine kaldıraç görevi ifade ettiği açıktır. Batı, bilindiği gibi,

Yunan’ı İslâm Medeniyeti ile karşılaşma sonrasında buldu. Bugün kapitalizmin en somut

köklerinin Mısır medeniyetinde varlık bulduğu söylenebilir. Bu nedenle ölü olduğu ifade

edilen medeniyetler, başka medeniyetler bünyesinde varlıklarını belli alanlarda

sürdürmektedirler. Ancak, hem bir medeniyet olma özellikleri, hem de kimlikleri

itibariyle ölüdürler.

Medeniyetlerin birbirleri ile karşılaşmaları ile doğan etkileşim karşısında iki doğal

durum oluştu. Birincisi, gerçekleşen etkileşim bir alış-verişi getirirken ortaya

medeniyetlerin güçlenmesi durumu çıktı. İkincisi ise, dominant olan medeniyet, zayıf

medeniyete kendi kültür ve dil kodlarını aktararak onun dönüşmesine veya kendine dahil

olmasına ya da yok olmasına neden oldu. Bu durum, savaşlar dışındaki karşılaşmalar için

sözkonusudur. Batı’nın bir medeniyet olarak ortaya çıkmaya başlaması ile, ortaya yeni bir

durumun çıktığı da söylenebilir. Batı, karşısındaki medeniyetin uzuvlarını kendine mal

etmekte ilginç bir beceri göstermiştir. Batı’nın başarılı medeniyet hareketinin devamı ise

adeta bir yağma olarak sürmüştür. Bu nedenle Batı medeniyeti kültürel, bilimsel ve

sanatsal bir yağmalama hareketi olarak diğer medeniyetlere hücum etmiştir. Neticede

1 Bkz.: Arnold Toynbee, Medeniyet Yargılanıyor, Çev.: Ufuk Uyan, İşaret Yayınları, 1988

ortaya çıkan bugünkü durum, tartışmasız bir Batı medeniyeti hakimiyetinin resmidir. Batı

medeniyeti karşısında tüm medeniyetler yok olmuştur. Belli uzuvlarının yaşıyor oluşu, bu

ölü tabir edilen medeniyetlerin, medeniyetler sahnesinde yer aldığı anlamına gelmez.

İslâm medeniyeti ise, Batı medeniyeti karşısında belli uzuvlarını kaptırmış olmakla

birlikte, hala kendi dairesinde olan, belli uzuvları ile zayıflamış bir medeniyet olarak

canlılığını korumaktadır.

İslâm Medeniyeti

Hilmi Ziya Ülken’in bir orta zaman medeniyeti olarak nitelendirdiği2 İslâm

medeniyetinin güçten yoksun olmasına rağmen canlılık taşıyor olması, bu medeniyetin

Batı karşısında yutulmayan, iç edilmeyen tek medeniyet olduğunu da göstermektedir.

Batı medeniyetinin kendine ait kılarak yağmaladığı eski medeniyetlerin yanında İslâm

medeniyetinin belli uzuvlarını da yağmaladığı söylenebilir. Bilim alanında İslâm

medeniyeti eski medeniyetlerin ürünlerini kendine ait kılmış, kendi dil ve inanç

sisteminde bunlara yer vermiştir. Ancak İslâm medeniyeti bir yağma hareketine

girişmemiş, kültürel olduğu kadar inanç bağlamında da bir adalet nizamı tesis ederek

diğer medeniyet mirasçılarının kendi kültür kodlarında varlıklarını sürdürmelerine imkan

vermiştir. İslâm medeniyeti her şeyden önce bir inanç üzerine kurulmuştur. Bu bakımdan

diğer medeniyetlerden en bariz farkı, diğer medeniyetlerin kendilerine ait kutsalları

olmasına rağmen, vahy kaynaklı bir tevhid inancının varlığıdır. Ülken de bu medeniyetin

ana esasları konusunda diğer milletlerle ortak olan formel esasları yanında ananevi fikir

esaslarının tetkik edilmesi gerektiğini ifade eder. İslâm medeniyetinin, esaslarının alt

başlıkları olarak da nakli ilimler, akli ilimler ve tasavvufu belirleyen Ülken’e göre “İslâm

medeniyetlerinde nakli ilimler vahy’e müstenit olduğu için, vahyin mahiyetine temas

etmek lazımdır.”3 Dolayısıyla medeniyet kurumları kurulurken vahye uyumlulukları göz

önüne alınmış, Kur’an-ı Kerim’in etkin olduğu bir medeniyet inşası başlamıştır.

Ziyaüddin Serdar’ın da belirttiği gibi İslâm’da tüm bilgi dallarının bir eksen üzerinde

döndüğü Tevhid ilkesiyle bütünleşen bir bilgi hiyerarşisi vardır.4 Bu nedenle

Müslümanların, eski medeniyetlerin mirasları konusunda yağmacı bir tavır takınmamaları

bu şekilde mümkün olmuştur. Zira yağmalamak her şeyi hedefler, oysa Müslümanların

eski medeniyetlerden aldıklarının öncelikle Kur’an’a yani inançlarına aykırılık teşkil

etmemesi gerekmekteydi. Bu şekilde bir süzme ve eleme ile Müslümanlar kendi dil ve

inanç sistematiklerinin etkin ve etkenliğini korumuşlar, her değişim ve yenilik rüzgarında

2 Hilmi Ziya Ülken, Türk Tefekkür Tarihi, YKY, Ekim 2011, s.81

3 Hilmi Ziya Ülken, Türk Tefekkür Tarihi, YKY, Ekim 2011, s.83

4 Ziyaüddin Serdar, İslâm Medeniyetinin Geleceği, Çev.: Deniz Aydın, İnsan Yayınları, 1986, s.35

yine kendileri olarak kalmayı başarmışlardır. Bu nedenle İslâm medeniyetinin en bariz

göstergesi inanca paralel bir medeniyet inşası olmuştur, bu da inanç ile medeniyet

hareketinin bir tutarlılık sergilemesi ve bütünsellik oluşturması olarak somutlaşmıştır.

İslâm medeniyetinin diğer medeniyetlerle olan ilişkisine Recep Şentürk açık

medeniyet ve kapalı medeniyet ayrımı yaparak yaklaşmaktadır. Buna göre açık

medeniyet, başka medeniyetlere karşı ayrım yapmaksızın sosyal içerme yaklaşımını

benimseyen medeniyettir. Kapalı medeniyet ise, kendinden başka medeniyetlere karşı

sosyal dışarma siyaseti güden medeniyettir. İslâm medeniyetini açık medeniyet olarak

nitelendirir.5 Dolayısıyla İslâm medeniyeti, vahye, Kur’an’a, tevhid’e uygun, aykırı

olmayan konularda açık bir tutum sergilemiştir.

İslâm Medeniyeti ve Tasavvuf

Müslümanların kendileri dünyevileşme ile medeniyetleşme arasındaki ters

hareketin farkına varmışlar, ancak bu süreçten kendilerini geri çekememişlerdir. İslâm

medeniyet hareketi ile inanç sistemi arasındaki makas açıldıkça İslâm medeniyetinin

zayıfladığı, belli dönüşümler karşısında kendine ait özelliklerini yitirdiği söylenebilir.

Kuşkusuz bir medeniyet kendi bilgi teorisi tarafından şekillenir. Bilgi teorisi/ epistemoloji

insan araştırmalarının felsefe ve temel bilimlerden sosyal bilimlere kadar uzanan tüm

görünümlerine yön verir. Sağlamlığı ya da zayıflığı kendi öz kimliği ve parametrelerini

muhafaza ederek değişen şartlara ayak uydurup uyduramaması ile ölçülür.6 Yine Ülken’in

İslâm medeniyetine incelik, sanatkaranelik ve derin bir vasıf kazandırdığını ifade ettiği7

ancak sufilik görüşü, modernleşme süreciyle iyiden iyiyi hem öz niteliklerini kaybetmeye

başlamış, hem de öz olarak zayıflamıştır. Tasavvufun İslâm medeniyetinin, medeniyet

olma bahsinde önemli bir rol aldığı düşünüldüğünde, bundan uzaklaşmak, bir anlamda

medeniyet olmaktan ve buna talip olmaktan uzaklaşmak anlamına gelmiştir. Çünkü İslâm

medeniyetinde tasavvuf hareketi bütün fikir hareketleri arasında toplumsal hayat üzerinde

en fazla etki edenidir.8 Bu nedenle tasavvufa yaklaşımdaki farklılaşma ve tasavvuftaki

bozulmalar medeniyet hareketinin estetik boyunun büyük oranda darbe almasını

sağlamıştır.

Sabitlenme ve Donma

5 Recep Şentürk, Açık Medeniyet, Timaş Yayınları, 2010, s.24-25

6 Ziyaüddin Serdar, İslâm Medeniyetinin Geleceği, Çev.: Deniz Aydın, İnsan Yayınları, 1986, s.33-34-43

7 Hilmi Ziya Ülken, Türk Tefekkür Tarihi, YKY, Ekim 2011, s.93

8 Hilmi Ziya Ülken, Türk Tefekkür Tarihi, YKY, Ekim 2011, s.95

İslâm medeniyetinin, geri kalmasında en önemli nedenlerden birisi kendi kendini

sabitlemesi ve dondurmasıdır. Bu anlamda İslâm Medeniyeti durdurulmuş değil,

dondurulmuş bir medeniyettir. Dondurulduğu için durdurulmuştur. Bu donmanın çok

tartışılan içtihat kapısının kapanması sorunuyla ilgili olup olmadığı soruları, dönemsel

gelişmelerle tekzip edilmiştir. Zira bu konuda Gazali sonrasının farklı bir mecra olduğunu

iddia edenler, bahsi geçen dönemlerde İslâm Medeniyetinin farklı alanlarda iyi ve üst

düzey örnekler sergilediğini göz ardı etmektedirler. Ya geçmiş birebir kopyalanmış ve

kendi düzleminden ve hareket alanından çıkarılmış, dondurularak bir motto olarak ele

alınmış, ya da Batı yakalanmak istenen bir hedef olarak ortaya konulmuştur. İlkinde

zamansal, ikincisinden mekansal bir sapma vardır. Mekansal sapma tarihsel tecrübelerin

hiçe sayılması anlamına da gelmektedir. Müslümanların genel olarak Hz. Peygamber ve

sonrasındaki dört halife dönemine ilişkin yaklaşımları, buradan bir model çıkarma

şeklinde değil, dönemin uygulama ve koşullarının birebir kopyalanması şekline

dönüşmüştür. Ancak belirtilmesi gereken husus bir döneme kadar, Asr-ı Saadet sorunsuz

bir şekilde modellenmiştir. İşte tam da sorun buradan kaynaklanmıştır. Bir dönemden

sonra, modelleme ile oluşturulan kurum ve yapıların kopyalanması sürecine girilmiştir.

İnanç anlamında modelleme de bir sorun yaşanmazken, medeniyet anlamında

modellemede sorunlar olmuştur. Osmanlı örneği üzerinde düşündüğümüzde görülecektir

ki, İslâm medeniyetinin, döneminde temsil gücünü elinde bulunduran Osmanlılar belli

aşamalardan sonra kendi kendini tekrara ve kopyalamaya başlamıştır. Kendi kendisini

kopyalamanın bir netice vermediği artık net bir şekilde anlaşıldığında ise Batı

medeniyetini kopyalama yoluna gitmiştir. 19. yy bunun miladıdır. 1800’lere kadar

Osmanlı askeri gelişmeleri ve sistemleri kopyalama yolunu seçmiştir. 1839 Tanzimat

Fermanı ile artık parça parça değil bütünüyle Batıyı kopyalama yolunu seçtiğini, toplum

nizamını değiştirmek suretiyle ilan etmiştir. Bu fermana kadar Osmanlı askeri alanlar

dışında sosyal, iktisadi ve diğer alanlarda kendi kendini taklit ediyordu. Zira devletin en

parlak dönemleri bir altınçağ formunda ele alınıyor, Fatih ve Kanuni dönemi devlet

idaresi, teknik hareketlenmeleri birebir ele alınıyordu. Osmanlı kendini dondurmuş

Kanuni dönemine sabitlemişti. Zamanı oraya takılmış, kendi tekamülüne set çekmiştir.

Kendi zamanını yürütmemiş, kendi tarihini hareketlendirememiştir. Bu nedenle

Osmanlılar 16. yy’ı, arka arkaya 17. ve 18. yy’larda da yaşamaya çalışmışlardır. İslâm

medeniyetinin belli alanlara zirve yaptığı uygulamalar aşılmazlık özelliği kazanarak

sonraki dönemler için taklitlerinin üretilmesini de sağlamıştır. Cami mimarisinde yaşanan

durum tam da budur. Cami mimarisinde büyük eserler ortaya koyan Osmanlılar’ın, hem

kendileri, hem de onun mirasıyla muhatap olan 20. yy ve devam eden süreçteki

müslüman zihnin taklitten ötede bir varlık ortaya koyamadığı açıktır. 18.yy’ın sonunda

askeri yenilenme iradesi baskın olmuştur. Ki o zamana kadar sorunun askeri sistemle

ilgili olduğunu kanısı baskındır. 1808-Senedi İttifak, kimileri buna Türk Manga Carta’sı

dese de, askeri alanın dışına çıkmanın bir çabası olarak kayda geçmiş başarısız bir

denemedir. Ancak bunu izleyen süreçte ortaya çıkan Tanzimat Fermanı, ilan edildiği

tarihte popülist ve pragmatist bir form taşısa da, etki ve sonuçları itibariyle Osmanlı’nın

sosyal nizamını alt-üst eden politikaların meşruiyet ve ilham kaynağı olmuştur. Osmanlı-

İslâm medeniyetinin bu dönemde yaşadığı tüm bu sorunlara rağmen belli alanlarda

hareketinin sürdüğü görülmektedir. Erol Güngör, İslâm medeniyetinin bazı sahalardaki

gelişmesinin İslâm dünyasının gerileme döneminde bile devam ettiğini belirterek, İslâm

medeniyetinin canlılık taşıdığını ve 19. yy’da zirveye çıkan müziğin bunun en büyük

örneği olduğunu vurgulamıştır.9 Bütün bunlara rağmen Osmanlı- İslâm medeniyeti 18.

yy’dan itibaren hız kazanan bir şekilde merkez olma özelliğini kaybetmeye başlamıştır.

İslâm medeniyeti Osmanlı’nın son dönemiyle birlikle aktif bir rol yüklenme misyonunu,

Batı medeniyeti karşısında bir dengeleyici güç olma özelliğini tamamen kaybetti.

Osmanlı kendi kendini taklidi ve kopyalaması da, Batı medeniyetini taklidi ve

kopyalaması da bir netice vermeyecek hamlelerdi. Zira İslâm medeniyeti kendi doğal

mecrasını, kendi dinamikleriyle beslediği sürece doğru hamle yapmıştır. Sultan II.

Abdülhamid dönemi modernleşmesi ise bu bağlamda bir parantez olarak ele alınabilir.

Sultan Abdülhamid’in Batı teknolojisini, eğitim sistemini, askeri okullarını, istihbarat

çalışmalarını modelleyerek Osmanlıya ait kılma çabası bir nebze başarı kazanmış olsa da,

içerideki dinamiklerin bunların tam olarak netice vermediği görülmüştür. Bu bakımdan

bu ara modernleşme dönemi, genel modernleşme döneminden farklı olarak ele alınması

gereken bir konudur. Ancak belirtilmesi gereken husus, Sultanın sonunu kendi kurduğu

okullarda okuyanların getirdiğini, bu yarım kontrollü, muhafazakar modernleşme

sürecinin bu yaklaşımla ele alınması gerekliliğini belirtmek gerekiyor.

Teknoloji ve Geri Kalmışlık Söylemi

Serdar’a göre, modernizmin, İslâm dünyasında iki Batı ideolojisinin sentezi

olarak ortaya çıkmıştır: Teknisizm ve milliyetçilik.10

Bu bağlamda teknikçi söylem

karşısında Müslümanların tartışmasız bir şekilde, tarihsel tecrübelerinin aksine, Batı’nın

üstünlüğünü kabul ettiği açıktır. Daha önceki dönemlerde, farklı medeniyetlerle

karşılaşmaları neticesinde kendi kültürel kimliklerini kaybetmeksizin belli alış-verişler ve

etkileşimler gerçekleşmiştir. Serdar’a göre Batının entelektüel üstünlüğü daha çok bilgi

ve teknoloji alanında görülmüştür. Bundan dolayı rasyonalist ve teknolojik bir bakış açısı

hakim olmuştur. Buradan başlayarak Batı medeniyeti ideal olarak benimsenmiştir.11

Bir

geri kalmışlık söyleminin sonraki dönemlerde adeta dünyanın her yanındaki

Müslümanlara sirayet ettiği söylenebilir. “Müslümanlar geridir” söylemi bir noktadan

sonra sadece teknolojik bir geri kalmışlığı ifade etmekten çıkmış, sanatsal, kültürel, idari,

9 Erol Güngör, Sosyal Meseleler ve Aydınlar, Ötüken Neşriyat, 7. Baskı, 2011, s.108

10 Ziyaüddin Serdar, İslâm Medeniyetinin Geleceği, Çev.: Deniz Aydın, İnsan Yayınları, 1986, s.68

11 Ziyaüddin Serdar, İslâm Medeniyetinin Geleceği, Çev.: Deniz Aydın, İnsan Yayınları, 1986, s.68

iktisadi birçok alana teşmil edilmiştir. Müslümanların geri kalmışlıkları onların her an

yardıma ve müdahaleye hazır tutulmasıyla ilgili sonuçlar doğurmuştur.

Kime ve neye göre bir geri kalmışlık sorusu, çok da bir anlam ifade

edemediği gibi, gündeme dahi gelmemiştir. Serdar bu durumu İslâm’ın çağdaş dünyadaki

yerini kavramaktan uzaklık olarak nitelendirmiştir. Ona göre İslâm’ın politik ve sosyal

hayatta artık etkinliğini kaybetmesinin en önemli nedeni müslüman toplumun

değişikliklere ayak uyduramaması ve İslâm’ın değişen hayat şartlarına

yorumlanmamasıdır. İslâm medeniyetinin ilk dönem medeniyet temaslarında ve

karşılaşmalarında bir sorun oluşmamıştır. Ancak çağdaş müslüman toplumunun en dikkat

çeken özelliği Serdar’a göre çağdaş dünyaya ayak uyduramamalarıdır.12

Ancak çağdaş

dünyaya, ya da çağdaş kavramının ideolojik anlam yüklenmelerinden dolayı, günün

koşullarına ayak uyduramama konusunda gelenekle modernlik arasında bir sarkaçta

gelgitler yaşanmaya devam etmektedir. Geleneğin de dondurulmuş ve sabitlenmiş olarak

zamanlar arası bir yolculuğa çıkarılması ile geleneğin hareketini reddeden, hatta geleneği

reddeden modernist söylem ile Müslüman düşünce geri adımlar atmıştır, atmaktadır.

Zamanın koşulları tartışmasında karşımıza çıkan uyum yollu yaklaşımların çok da mesafe

aldırdığı söylenemez. Aksine bu tür yaklaşımların modernizm ve kapitalizm konusunda

uyum gösterme riski taşıdıkları son derece açıktır. Zira modernizm ve kapitalizm

konusunda uyum sergileyen hareketlerin zaman içinde, bunların birer parçası oldukları da

görülmektedir.

Gelenek ve Modernliğin Arası

Çağa uyum ve buna ilişkin yorum, belli noktalarda kırılmalar getirmiştir. Bu

bağlamda oluşan modernist söylem kimi noktalarda radikal bir tavra bürünerek İslâm

medeniyetinin geçmiş birikimi ile sorunlar yaşamıştır. İslâm medeniyetinin kendi içinde

bir gelenek oluşturduğu, bu geleneğin de farklı bir devinim taşıdığı açık. Ancak

adaptasyon ve çağa seslenme konusunda doğan sorunlar giderek bu geleneğe dönük

olumsuz etkiler doğurmuş, geleneğe hasmane bir yaklaşıma neden olmuştur. Türkiye’de

çağa uyma söylemi, İslâm’ı çağa uydurma ve söyletme şeklinde gelişen düşünce yüksek

sesle ifade edilmemiştir. Zaman zaman siyasetin pragmatist söylemleri içinde bu tür

tanımlama ve ihtiyaç beyanlarına başvurulmuştur. Ancak fikri tekamül anlamında bir

sürece ve merhalelere sahip olamayan İslâmi modernist söylem kesik kesik, bağlamsız,

tarihsel ve kültürel bir arkaplandan yoksun olarak ortaya çıkmaya devam etmektedir.

Bir diğer metodolojik yanlış ise, medeniyetle sağlıklı bir ilişki kuramayan

Müslümanların, genel olarak algılarını Ziya Gökalp ve sonrasında gelen isimlerin

medeniyeti teknolojiye indirgeyen ve bunu da Batı’da arayan bir yola girmeleri olmuştur.

12 Ziyaüddin Serdar, İslâm Medeniyetinin Geleceği, Çev.: Deniz Aydın, İnsan Yayınları, 1986, s.43

Dolayısıyla Batı’nın teknik medeniyeti evrensel ve toplumlar arası geçerliliği olan bir

boyuta taşınmıştır. Osmanlı’nın son dönemlerinde sadece Osmanlı değil, tüm İslâm

dünyası var olup olmama noktasındaydı. Tanzimatla başlayan, cumhuriyetle radikal bir

yaklaşım kazanan modernleşme, belli kırılmalar ve kopmaları da getirmiştir. Gökalp’in

tezleri, adeta tecrübî bilgisi ve sosyal tezi olmayan bir dünyanın önüne konulmuştur.

Hafıza, savaş yıllarında ve sonrasında sıfırlanmaya başlamış, adeta dünyaya yeni

gelmişçesine yeni bir dil ve keşif çabasına girişilmiştir. Müslümanların 20. yy.’da

karşılaştıkları hafıza kopuşları hala bir türlü onarılabilmiş değil. Medeniyet olma yolunda

en büyük hamlelerden olan dil, bir anda geride bırakılmış, yeni ve tarih kaynaklarına

ulaşamayan bir dil inşa edilmiştir. Bu dil sadece bir harf değişimi değil, önemli bir zihin

kırılmasıdır aynı zamanda. Geçmişle koparılan bağ sadece kültür kodları üzerinde

gerçekleşmemiş, insan unsuru da adeta geri plana itilmeye zorlanmıştır. Süreç içerisinde

kamusallıktan ötelenen insan kitlelerinin yeniden toplumla temas kurmaları ilk dönem

cumhuriyet modernleşmesinin tek tip kültür, tarih, medeniyet ve din anlayışını bir nebze

de olsa bertaraf etmiş, alternatif bir hafıza oluşturmuştur. Ancak zaman içerisinde tarihsel

birikim ve kültür kodları ile tam olarak bir temas kurulamamıştır.

21. yy. başında yaşanan siyasal değişimler karşısında Türkiye’deki Müslüman

düşünce kadar tüm düşünce yapıları enteresan bir tarih’e dönüş sürecine girmiştir. Bunun

tarihle ciddi bir buluşma olarak yorumlanabileceği gibi, tarihin günün konjonktürel

yönelimlerine manivela yapılması olarak da bir yorum gelebilir. Bu ikinci yorum

çerçevesinin devlet eliyle belirlendiği de bir diğer önerme olabilecektir.

İnancın Gölgesi: Hareket iradesi

İslâm medeniyeti belirttiğimiz gibi canlılık emareleri taşıyan, ama Batı’nın

üstünlüğünü kabul etmiş bir medeniyet olarak, bütün olumsuz duruma rağmen, en büyük

potansiyelini yine inançtan almaktadır. İslâm medeniyetinin, medeniyetler sahnesinden

geri adım atmış olmasına rağmen, İslâm bir din ve inanç olarak her geçen zaman gücünü

ve önemini artırmaktadır. Dolayısıyla İslâm medeniyetini teşkil eden, ona can veren,

onun ruhunu oluşturan en büyük durum, ilk derece şart hala ayaktadır. Bu durumu İslâm

medeniyetinin her an, yeniden, yeni bir hamle potansiyeline sahip olması anlamına

gelmektedir. İslâm medeniyetin bir inanç medeniyetidir. Bu nedenle medeniyetin

üretimleri, semereleri bu inanca uyumluluk taşımak zorundadır. Dolayısıyla İslâm

medeniyeti adına atılacak en önemli adımlar bu inancın hem lafzına hem ruhuna uygun

adımlar olmalıdır. Bu noktada bir diğer sorun ise, İslâm’ın bir inanç olarak Batı değer ve

medeniyet ürünlerine karşı pozisyonunu net olarak belirlemek olacaktır. Bu noktada,

Müslümanların, kapitalist dünyanın siyasi olarak karşısında yer olmalarına rağmen,

iktisadi ve sosyal olarak çok da karşısında olduğu söylenemeyecektir. Durumu bu

noktaya getiren asıl sebep Müslümanların medeniyet perspektifi taşımamaları, bu

endişeleri terk etmeleridir. Dolayısıyla sosyal, kültürel ve iktisadi taleplerin medeniyet

talebine eş düştüğü açıktır. Bu taleplerden vazgeçmek yine Batı ve kapitalizmle uyumun

kapılarını açmaktadır. Müslümanların inançlarını medeniyetlerinin kaynağı görerek,

bundan bir medeniyet üreterek bir bütünselliğe varacağında kuşku bulunmamaktadır.

Günümüzde İslâm medeniyetinin, inanç ve ruh olarak yaşamasına rağmen, yaşamadığı

alanlarda yaşıyormuş gibi yaptığı açıktır. Kopya ve karikatür medeniyeti İslâm

medeniyetine bir hayatiyet katmamaktadır. İslâm medeniyetinin kültürel olarak

postmodern bir zemine kaydığını göstergelerinden birisi de budur. Ayrıca parçalı, kültür

ve tarih konularına yaklaşımdaki yağmalayıcı yaklaşımda bunu işaret etmektedir.

Yeni Sentez İradesi

Medeniyet düzleminde sanat ve mimari cephesine dönük önemli tespitler de

vardır. Çağa uyum ve buna ilişkin yorum konusunda sanat çevrelerinde Sezer Tansuğ’un

görüşleri dikkati çekmektedir. Tansuğ’un “Çağdaş Sentez İradesi” olarak adlandırdığı

yöntem farklı ve özgün bir yaklaşım olarak durmaktadır. Burada belirtilmesi gereken

nokta Tansuğ’un, modernist bir söyleme teslim olmadan, gelenek içindeki yerini

koruyarak, yaşadığı çağa ilişkin ve çağa dönük bir yoruma başvurmasıdır. Sezer Tansuğ,

Müslüman-Türk iradesinin yansıdığı yeni bir kültür sentezini, Selçuklu çağının başından

Osmanlı çağlarının sonuna değin, söz konusu iradenin kozmopolit ve yabancı unsurlar

üzerinde, politik dehası ve engin inanç hoşgörüsü ile egemen kılındığı şartlara bağlı

görüyor.13

Tarihsel geçmişin Anadolu’daki İslâmi verileri, pek çok unsurun bölgenin eski

kültürlerinden devşirilip, yeni bir sentez içinde kullanılmış olduğunu gösteriyor ve

yepyeni bir coğrafyaya intibak süreci, bu kullanımların tümünü zorunlu kılmış

görünüyor.14

Tansuğ’un, İslâm medeniyetinin Anadolu pratiğinin verileri ve durumu

üzerindeki en önemli tespiti, diğer birçok fikir öne süren önemli isim gibi, ana yapının

korunarak yeni bir senteze ulaşılmasıdır. Tansuğ’a göre geçmişin biçim hatıraları,

yenilenen yaratışlar içinde ancak belli belirsiz, ancak sürüp giden bir duyarlılık ve

iradenin varlığına delil olarak algılanabilir. Bunun ötesinde, geçmişteki biçimlerin

günümüzde de tekrarı dinamik bir sentez işlevine sahip çıkmaz. Geleneksel sanat

biçimlerinin yoğun bir pratiğin hedefi haline getirilmesi, bir zanaat çalışmasını karşımıza

koymaktan öteye gitmez. Sanatçılar çoğunlukla geçmişteki teknikler ve biçimleri değil,

çağdaş ve güncel alanda oluşanları kullanma eğilimindedirler. Eskilerde kalan tarihi bazı

teknikleri, güncel biçim dinamizminin hizmetine vermeye çalışan bazı istisnalardan söz

edilebilirse de, bu türden sanatçılar geçmişin hatıralarını çağdaş bir tat yakalama uğruna

kullanırlar.15

Buradan çıkarılacak en önemli yargı sanıyoruz, geçmişin etkin formlarının

13 Sezer Tansuğ, Gelenek Işığında Çağdaş Sanat, İz Yayıncılık, 1997, s.13

14 Sezer Tansuğ, Gelenek Işığında Çağdaş Sanat, İz Yayıncılık, 1997, s.25

15 Sezer Tansuğ, Gelenek Işığında Çağdaş Sanat, İz Yayıncılık, 1997, s. 35-36

birebir bugün içerisinde tekrarından bir sanatın değil zanaatın çıkacağıdır. Yine bugün

içerisinden hareket ederek, geçmişe yönelip, geçmişin tekniklerini kopyalamakla önemli

bir sanat çabası, ya da fikir çabası ortaya koymak mümkün değildir. Bu nedenle geçmişin

hareketlendirilmesi, bugüne vardırılması, buna tarihin hareketlenmesi de diyebiliriz,

gerekmektedir. Tarihe ait dönemsel uygulamaların, sürecinden bağımsız ele alınması,

süreci bir yana, toplum şartlarından, fikir yapılarından bağımsız ele alınması bize bugün

içerisinde uygulanabilir bir model sunmamaktadır. –Biraz sonra değineceğimiz gibi-

modelleme yoluna başvurmak, bu modeli bugün için uygulanır kılmanın önce teorisine,

sonra pratiğine girişmek sıhhatli bir yol olacaktır.

Modelleme ve Yeni Hamleler

Ziyaüddin Serdar aldığı Batı tipi bilimsel bilgi ve sahip olduğu İslâmi bilginin

rahatlığı ile belli kritik değerlendirmeleri yapmıştır. Her ne kadar zaman zaman Batılı bir

bakış kendisinde hakim olsa da, sorulması gerekenleri sorduğunu, söylenmesi ve bu

dönem için yapılması gereken teşhisleri yaptığını ifade edebiliriz. Güncel planda çok

sayıda tespit yapılmaktadır. Tespitler belli olarak sıkıntıların odaklandığı noktaları ifade

ederken, bir yandan da tarihsel süreci ele almaktadır. Ancak Serdar’ın yaptığı şekilde bir

formülleştirmenin oluştuğunu, kaydedildiğini söylemek zor. Belli biçimler ve değerler

üzerinden yola çıkarak, zamanı ıskalamadan söylenen modelleme yöntemi İslâm

medeniyeti üzerinde söylenmiş önemli cümleler olarak kayda geçmiştir. Sistematik bir

şekilde farklı konuları ele olarak bunların günümüzde nasıl bir model olabileceği

üzerinde durmuştur. Çözüm önerilerinde yer yer modernist yaklaşıma yaklaşsa da dikkat

çeken düşüncelerini göz ardı edemiyoruz.

İslâm medeniyetinde ilahi olanla kurulan bağ, dünyalık işlerin dahi bu nizam

içerisinde bir misyon yüklenmesini gerekmektedir. Aksi halde bir kapitalistin alış-veriş

iktisadı ile Müslüman’ın alış-veriş iktisadı görünürde bir farklılık içermemektedir.

Neticede bu işin özünü inançla ilgili bir konu oluşturmaktadır. Müslümanların İslâm

medeniyeti yönünde atacakları adımların başında inancın bireysel alanıyla toplumsal

alanı arasındaki denge gelmektedir. İslâm medeniyeti tartışmalarında entelektüel olarak

sünnetle kurulacak ilişki farklı kapılar açacaktır. Sünnetin ihyası aynı zamanda fıkhın ve

tasavvufun güçlenmesi demek olacaktır. Dolayısıyla haramlar ve helalleri gözeten bir

estetik, tasavvufun imkanları ile yeni boyutlar kazanacaktır. Kur’an prensiplerinin

uygulanışında, Sünnetin önemli bir rolü vardır. Sünnet’in kelime olarak esas anlamı

“açılan yol”, “bir şeye şekil vermek” ya da “bir model oluşturmak”tır.16

Bunlardan

hareket eden Serdar’a göre, İslâmi geleceğe ait alternatif görüşler neye dayandırılmalıdır,

sorunun cevabı, Hicret’in ardından Hz. Peygamber tarafından kurulan Medine Devletinin

dinamiğini kazanma çabası olmalıdır. Buna göre, Medine Devleti Medeniyetinin

16 Ziyaüddin Serdar, İslâm Medeniyetinin Geleceği, Çev.: Deniz Aydın, İnsan Yayınları, 1986, s.24

tamamen idrak edilmesi gereken başlıca iki özelliği vardır. Birincisi Medine Devleti bir

takım ruhi, ahlaki ve kültürel değerler üzerine kurulmuştur. Tabii ki bunlar İslâm’ın

değişmez değerler sistemini şekillendirir. İkincisi de, Medine Devletine güç ve enerji

veren temel bir dinamik vardır; bu İslâmi ideallerin ve normların Medine Devletinin

mensupları tarafından kendilerine has biçimde ifade edilişiydi. 17

Ziyaüddin Serdar, İslâm

medeniyetinin güncel planda da kendi ruhi, ahlaki ve kültürel değerleri üzerinde

kurulabileceğini, burayı dinamik tutacak değerlerin de İslâm’a ait idealler ve kurallar

olduğunu ifade etmektedir. Dolayısıyla, İslâm medeniyetinde inancın, sünnetin, ahlaki ve

ruhi boyutun, son olarak da kültürel çıkarımların önemi büyüktür. Bunlar bu medeniyetin

teşekkülünü, büyümesini ve yayılmasını sağlarken, kendilerini de önemli bir yere

taşımaktadırlar. İslâm medeniyetinin bu kendine özgü yapısına göre, inanç boyunun

zayıflaması medeniyeti de zayıflatırken, medeniyetin zayıflaması ise inancın önündeki

kalkan ve korumaları kaldırmaktadır.

Serdar, İbn Haldun’dan ilham alarak umran projesi olarak adlandırdığı

projesini yedi esas olarak ortaya koymuştur.18

Buna göre (1) Medine Devletinin tam

teşekküllü bir modeli: İslâm medeniyetinin geleceği ile ilgili görüşü bir ideal model

üzerine kurulmuştur. (2) Medeniyet parametreleri: Medine devletinin detaylı olarak

belirginleştirilmesinin yanı sıra, İslâm’ın medeniyet parametrelerinin de aynı şekilde

detaylı bir tanıtımına ihtiyaç vardır. (3) Teoriler, modeller, örnekler, metodolojiler. (4)

Çağdaş ve gelecekteki ortamlar. (5) İslâm medeniyetinin geleceği için hedefler. (6)

Gelecek hakkında alternatifler ve planlar (7) İslâmi gelecekler. Medine Devletinin

işleyen bir modelinin birleştirilmesi ve bu tür normatif hedeflerin formülleştirilmesi

çalışmasına Müslüman alemin modern ve geleneksel alimlerinin ve de ümmetin fikir

birliğinin katılımı gerekmektedir.19

Dolayısıyla söylenebilecek belli müşterek doğruların

sistemleştirilmesi ile elde edilecek verim, medeniyet adına önemli adımlar olacaktır.

Buna benzer modelleme çalışmasında metodolojik yaklaşım sorunlarını

gözden kaçmamaktadır. Öncelikle mekan ve zaman bağlamının dikkate alınması

gerekmektedir. Kendi zaman ve mekan bağlamından koparılmış düşüncelerin çok da

işlerlik kazandığı söylenemez. Bu nedenle kavramsal netlik ayarı, zaman ve mekan

bağlamı çerçevesinde yeniden kurulmalıdır. Hafızanın işlerlik kazanması toplumların

entelektüelleri kadar halkına da inmelidir. Yazılı kültür entelektüellerin kontrolündedir,

ancak bu yönde atılacak ciddi, bağımsız, tutarlık ve bütünsel adımlar gerek

gerekmektedir. Entelektüelleri iktisadi ve siyasi hesaplar içerisinde olan bir toplumun

17 Ziyaüddin Serdar, İslâm Medeniyetinin Geleceği, Çev.: Deniz Aydın, İnsan Yayınları, 1986, s.133

18 Ziyaüddin Serdar, İslâm Medeniyetinin Geleceği, Çev.: Deniz Aydın, İnsan Yayınları, 1986, s.13

19 Ziyaüddin Serdar, İslâm Medeniyetinin Geleceği, Çev.: Deniz Aydın, İnsan Yayınları, 1986, s.269

düşünce damarları tıkanmış demektir. Siyasetin kendi mecrasında icra ettikleri kendi

alanında kalmalıdır. Medeniyet adına adımlar atılacaksa siyaset, bu yönde bir yapıya

doğru adım atmalıdır. İdari teşkilatın yapılanması bu hedef çerçevesinde olmalıdır.

Sanatın, kültürün ve diğer alanların birbirleriyle olan temasları kopmadan, birbirlerini

besleyerek ve son olarak birbirleriyle tutarlılıklarını gözeterek bu misyon doğrultusunda

bütünsel bir hareket yakalaması gerekmektedir. Ancak günümüzde yaşadığımız sorun

bahsi geçen her bir alandakilerin birbirleriyle temaslarının dünyevileşme yönünde bir

manivela etkisi yaptığıdır. Bu mümkünse, aksi de pekala mümkündür.

Sonuç

İslâm medeniyetinin 20. yy. tecrübesinin bir çöküş olmasına rağmen, bir

kimlik ve özgünlük arayışı olmadığı açıktır. 21. yy ise, kendine ait kılma çabası gibi

görünüp farklılaşmanın kılcallara yayılması ile başladı. Büyük bir sentez iradesinin şu an

için güçlü bir şekilde harekete geçtiğini söylemek zor. Yine bütünselliğin ve medeniyetin

farklı alanlarının birbiriyle tutarlılığının gözetildiğini de söyleme zor. Bu nedenle İslâm

medeniyetinin farklı bir evre olarak hareketinin sürdüğünü söylemek zor. İki yüz yıllık

sorun devam ediyor. Gelenekle modernlik arasında, kimi zaman geleneksel refleksler

kimi zaman modernist refleksler ortaya çıkabiliyor. Bu nedenle İslâm medeniyetinin belli

oranda güç ve canlılık taşıdığı düşünsel ve edebi alanlardaki özgünleşme ve tutarlılık

hareketinin bize, farklı alanların da bu bütünselliğe dahil olması sağlanabilir.

İslâm medeniyetinin kurucu aktörünün inanç ve bu dinin değerleri olduğu

düşünüldüğünde İslâm medeniyetinin tüm olumsuz şartlara rağmen yeniden dirilişi için

umutlu olunabileceği söylenebilir.