İSLÂM MEDENİYETİNDE SABİTLENME PARADOKSU VE HAREKET
İRADESİ
Murat EROL
HECE DERGİSİ (İslam Medeniyeti Özel Sayısı), Sayı: 198-199-200, Haziran-Temmuz-
Ağustos 2013, s.89-97
Medeniyet
Medeniyeti, bir toplumun veya inanç grubunun bilimden sanata, edebiyattan dile,
kültürden hukuka, iktisattan toplum yapısına kadar uzanan bir bütünlük içerisinde
sergilediği, ortaya koyduğu ve dünya üzerinde bir yer tutan hamlesi, hareketi veya
etkinliği olarak tanımlamak mümkündür. Dolayısıyla medeniyet yaklaşımımız bu tanım
çerçevesinde aranacak tutarlılıklar üzerinden ilerleyecektir.
Bu konularda sıkça değinildiği gibi bu zamana kadar görülen 19-20 medeniyetin
neredeyse tamamının ölmüş olduğu ifade edilir.1 Bugün ölü olduğu ifade edilen
medeniyetler açısından durum hiç de o kadar net değildir, karmaşık bir durum taşırlar.
Ölü olarak nitelenen medeniyetlerden örneğin Mısır veya Yunan medeniyetinin belli
durumlarda ve belli olay ve durumlar karşısında verilen reflekslerle yaşadığı söylenebilir.
Ancak bu hayatiyet unsurlarının bugün Batı medeniyetinin bünyesinde varolması
nedeniyle, Batı medeniyeti hanesinde değerlendirilebileceği de açıktır. Yunan
medeniyetinin Batı medeniyetine kaldıraç görevi ifade ettiği açıktır. Batı, bilindiği gibi,
Yunan’ı İslâm Medeniyeti ile karşılaşma sonrasında buldu. Bugün kapitalizmin en somut
köklerinin Mısır medeniyetinde varlık bulduğu söylenebilir. Bu nedenle ölü olduğu ifade
edilen medeniyetler, başka medeniyetler bünyesinde varlıklarını belli alanlarda
sürdürmektedirler. Ancak, hem bir medeniyet olma özellikleri, hem de kimlikleri
itibariyle ölüdürler.
Medeniyetlerin birbirleri ile karşılaşmaları ile doğan etkileşim karşısında iki doğal
durum oluştu. Birincisi, gerçekleşen etkileşim bir alış-verişi getirirken ortaya
medeniyetlerin güçlenmesi durumu çıktı. İkincisi ise, dominant olan medeniyet, zayıf
medeniyete kendi kültür ve dil kodlarını aktararak onun dönüşmesine veya kendine dahil
olmasına ya da yok olmasına neden oldu. Bu durum, savaşlar dışındaki karşılaşmalar için
sözkonusudur. Batı’nın bir medeniyet olarak ortaya çıkmaya başlaması ile, ortaya yeni bir
durumun çıktığı da söylenebilir. Batı, karşısındaki medeniyetin uzuvlarını kendine mal
etmekte ilginç bir beceri göstermiştir. Batı’nın başarılı medeniyet hareketinin devamı ise
adeta bir yağma olarak sürmüştür. Bu nedenle Batı medeniyeti kültürel, bilimsel ve
sanatsal bir yağmalama hareketi olarak diğer medeniyetlere hücum etmiştir. Neticede
1 Bkz.: Arnold Toynbee, Medeniyet Yargılanıyor, Çev.: Ufuk Uyan, İşaret Yayınları, 1988
ortaya çıkan bugünkü durum, tartışmasız bir Batı medeniyeti hakimiyetinin resmidir. Batı
medeniyeti karşısında tüm medeniyetler yok olmuştur. Belli uzuvlarının yaşıyor oluşu, bu
ölü tabir edilen medeniyetlerin, medeniyetler sahnesinde yer aldığı anlamına gelmez.
İslâm medeniyeti ise, Batı medeniyeti karşısında belli uzuvlarını kaptırmış olmakla
birlikte, hala kendi dairesinde olan, belli uzuvları ile zayıflamış bir medeniyet olarak
canlılığını korumaktadır.
İslâm Medeniyeti
Hilmi Ziya Ülken’in bir orta zaman medeniyeti olarak nitelendirdiği2 İslâm
medeniyetinin güçten yoksun olmasına rağmen canlılık taşıyor olması, bu medeniyetin
Batı karşısında yutulmayan, iç edilmeyen tek medeniyet olduğunu da göstermektedir.
Batı medeniyetinin kendine ait kılarak yağmaladığı eski medeniyetlerin yanında İslâm
medeniyetinin belli uzuvlarını da yağmaladığı söylenebilir. Bilim alanında İslâm
medeniyeti eski medeniyetlerin ürünlerini kendine ait kılmış, kendi dil ve inanç
sisteminde bunlara yer vermiştir. Ancak İslâm medeniyeti bir yağma hareketine
girişmemiş, kültürel olduğu kadar inanç bağlamında da bir adalet nizamı tesis ederek
diğer medeniyet mirasçılarının kendi kültür kodlarında varlıklarını sürdürmelerine imkan
vermiştir. İslâm medeniyeti her şeyden önce bir inanç üzerine kurulmuştur. Bu bakımdan
diğer medeniyetlerden en bariz farkı, diğer medeniyetlerin kendilerine ait kutsalları
olmasına rağmen, vahy kaynaklı bir tevhid inancının varlığıdır. Ülken de bu medeniyetin
ana esasları konusunda diğer milletlerle ortak olan formel esasları yanında ananevi fikir
esaslarının tetkik edilmesi gerektiğini ifade eder. İslâm medeniyetinin, esaslarının alt
başlıkları olarak da nakli ilimler, akli ilimler ve tasavvufu belirleyen Ülken’e göre “İslâm
medeniyetlerinde nakli ilimler vahy’e müstenit olduğu için, vahyin mahiyetine temas
etmek lazımdır.”3 Dolayısıyla medeniyet kurumları kurulurken vahye uyumlulukları göz
önüne alınmış, Kur’an-ı Kerim’in etkin olduğu bir medeniyet inşası başlamıştır.
Ziyaüddin Serdar’ın da belirttiği gibi İslâm’da tüm bilgi dallarının bir eksen üzerinde
döndüğü Tevhid ilkesiyle bütünleşen bir bilgi hiyerarşisi vardır.4 Bu nedenle
Müslümanların, eski medeniyetlerin mirasları konusunda yağmacı bir tavır takınmamaları
bu şekilde mümkün olmuştur. Zira yağmalamak her şeyi hedefler, oysa Müslümanların
eski medeniyetlerden aldıklarının öncelikle Kur’an’a yani inançlarına aykırılık teşkil
etmemesi gerekmekteydi. Bu şekilde bir süzme ve eleme ile Müslümanlar kendi dil ve
inanç sistematiklerinin etkin ve etkenliğini korumuşlar, her değişim ve yenilik rüzgarında
2 Hilmi Ziya Ülken, Türk Tefekkür Tarihi, YKY, Ekim 2011, s.81
3 Hilmi Ziya Ülken, Türk Tefekkür Tarihi, YKY, Ekim 2011, s.83
4 Ziyaüddin Serdar, İslâm Medeniyetinin Geleceği, Çev.: Deniz Aydın, İnsan Yayınları, 1986, s.35
yine kendileri olarak kalmayı başarmışlardır. Bu nedenle İslâm medeniyetinin en bariz
göstergesi inanca paralel bir medeniyet inşası olmuştur, bu da inanç ile medeniyet
hareketinin bir tutarlılık sergilemesi ve bütünsellik oluşturması olarak somutlaşmıştır.
İslâm medeniyetinin diğer medeniyetlerle olan ilişkisine Recep Şentürk açık
medeniyet ve kapalı medeniyet ayrımı yaparak yaklaşmaktadır. Buna göre açık
medeniyet, başka medeniyetlere karşı ayrım yapmaksızın sosyal içerme yaklaşımını
benimseyen medeniyettir. Kapalı medeniyet ise, kendinden başka medeniyetlere karşı
sosyal dışarma siyaseti güden medeniyettir. İslâm medeniyetini açık medeniyet olarak
nitelendirir.5 Dolayısıyla İslâm medeniyeti, vahye, Kur’an’a, tevhid’e uygun, aykırı
olmayan konularda açık bir tutum sergilemiştir.
İslâm Medeniyeti ve Tasavvuf
Müslümanların kendileri dünyevileşme ile medeniyetleşme arasındaki ters
hareketin farkına varmışlar, ancak bu süreçten kendilerini geri çekememişlerdir. İslâm
medeniyet hareketi ile inanç sistemi arasındaki makas açıldıkça İslâm medeniyetinin
zayıfladığı, belli dönüşümler karşısında kendine ait özelliklerini yitirdiği söylenebilir.
Kuşkusuz bir medeniyet kendi bilgi teorisi tarafından şekillenir. Bilgi teorisi/ epistemoloji
insan araştırmalarının felsefe ve temel bilimlerden sosyal bilimlere kadar uzanan tüm
görünümlerine yön verir. Sağlamlığı ya da zayıflığı kendi öz kimliği ve parametrelerini
muhafaza ederek değişen şartlara ayak uydurup uyduramaması ile ölçülür.6 Yine Ülken’in
İslâm medeniyetine incelik, sanatkaranelik ve derin bir vasıf kazandırdığını ifade ettiği7
ancak sufilik görüşü, modernleşme süreciyle iyiden iyiyi hem öz niteliklerini kaybetmeye
başlamış, hem de öz olarak zayıflamıştır. Tasavvufun İslâm medeniyetinin, medeniyet
olma bahsinde önemli bir rol aldığı düşünüldüğünde, bundan uzaklaşmak, bir anlamda
medeniyet olmaktan ve buna talip olmaktan uzaklaşmak anlamına gelmiştir. Çünkü İslâm
medeniyetinde tasavvuf hareketi bütün fikir hareketleri arasında toplumsal hayat üzerinde
en fazla etki edenidir.8 Bu nedenle tasavvufa yaklaşımdaki farklılaşma ve tasavvuftaki
bozulmalar medeniyet hareketinin estetik boyunun büyük oranda darbe almasını
sağlamıştır.
Sabitlenme ve Donma
5 Recep Şentürk, Açık Medeniyet, Timaş Yayınları, 2010, s.24-25
6 Ziyaüddin Serdar, İslâm Medeniyetinin Geleceği, Çev.: Deniz Aydın, İnsan Yayınları, 1986, s.33-34-43
7 Hilmi Ziya Ülken, Türk Tefekkür Tarihi, YKY, Ekim 2011, s.93
8 Hilmi Ziya Ülken, Türk Tefekkür Tarihi, YKY, Ekim 2011, s.95
İslâm medeniyetinin, geri kalmasında en önemli nedenlerden birisi kendi kendini
sabitlemesi ve dondurmasıdır. Bu anlamda İslâm Medeniyeti durdurulmuş değil,
dondurulmuş bir medeniyettir. Dondurulduğu için durdurulmuştur. Bu donmanın çok
tartışılan içtihat kapısının kapanması sorunuyla ilgili olup olmadığı soruları, dönemsel
gelişmelerle tekzip edilmiştir. Zira bu konuda Gazali sonrasının farklı bir mecra olduğunu
iddia edenler, bahsi geçen dönemlerde İslâm Medeniyetinin farklı alanlarda iyi ve üst
düzey örnekler sergilediğini göz ardı etmektedirler. Ya geçmiş birebir kopyalanmış ve
kendi düzleminden ve hareket alanından çıkarılmış, dondurularak bir motto olarak ele
alınmış, ya da Batı yakalanmak istenen bir hedef olarak ortaya konulmuştur. İlkinde
zamansal, ikincisinden mekansal bir sapma vardır. Mekansal sapma tarihsel tecrübelerin
hiçe sayılması anlamına da gelmektedir. Müslümanların genel olarak Hz. Peygamber ve
sonrasındaki dört halife dönemine ilişkin yaklaşımları, buradan bir model çıkarma
şeklinde değil, dönemin uygulama ve koşullarının birebir kopyalanması şekline
dönüşmüştür. Ancak belirtilmesi gereken husus bir döneme kadar, Asr-ı Saadet sorunsuz
bir şekilde modellenmiştir. İşte tam da sorun buradan kaynaklanmıştır. Bir dönemden
sonra, modelleme ile oluşturulan kurum ve yapıların kopyalanması sürecine girilmiştir.
İnanç anlamında modelleme de bir sorun yaşanmazken, medeniyet anlamında
modellemede sorunlar olmuştur. Osmanlı örneği üzerinde düşündüğümüzde görülecektir
ki, İslâm medeniyetinin, döneminde temsil gücünü elinde bulunduran Osmanlılar belli
aşamalardan sonra kendi kendini tekrara ve kopyalamaya başlamıştır. Kendi kendisini
kopyalamanın bir netice vermediği artık net bir şekilde anlaşıldığında ise Batı
medeniyetini kopyalama yoluna gitmiştir. 19. yy bunun miladıdır. 1800’lere kadar
Osmanlı askeri gelişmeleri ve sistemleri kopyalama yolunu seçmiştir. 1839 Tanzimat
Fermanı ile artık parça parça değil bütünüyle Batıyı kopyalama yolunu seçtiğini, toplum
nizamını değiştirmek suretiyle ilan etmiştir. Bu fermana kadar Osmanlı askeri alanlar
dışında sosyal, iktisadi ve diğer alanlarda kendi kendini taklit ediyordu. Zira devletin en
parlak dönemleri bir altınçağ formunda ele alınıyor, Fatih ve Kanuni dönemi devlet
idaresi, teknik hareketlenmeleri birebir ele alınıyordu. Osmanlı kendini dondurmuş
Kanuni dönemine sabitlemişti. Zamanı oraya takılmış, kendi tekamülüne set çekmiştir.
Kendi zamanını yürütmemiş, kendi tarihini hareketlendirememiştir. Bu nedenle
Osmanlılar 16. yy’ı, arka arkaya 17. ve 18. yy’larda da yaşamaya çalışmışlardır. İslâm
medeniyetinin belli alanlara zirve yaptığı uygulamalar aşılmazlık özelliği kazanarak
sonraki dönemler için taklitlerinin üretilmesini de sağlamıştır. Cami mimarisinde yaşanan
durum tam da budur. Cami mimarisinde büyük eserler ortaya koyan Osmanlılar’ın, hem
kendileri, hem de onun mirasıyla muhatap olan 20. yy ve devam eden süreçteki
müslüman zihnin taklitten ötede bir varlık ortaya koyamadığı açıktır. 18.yy’ın sonunda
askeri yenilenme iradesi baskın olmuştur. Ki o zamana kadar sorunun askeri sistemle
ilgili olduğunu kanısı baskındır. 1808-Senedi İttifak, kimileri buna Türk Manga Carta’sı
dese de, askeri alanın dışına çıkmanın bir çabası olarak kayda geçmiş başarısız bir
denemedir. Ancak bunu izleyen süreçte ortaya çıkan Tanzimat Fermanı, ilan edildiği
tarihte popülist ve pragmatist bir form taşısa da, etki ve sonuçları itibariyle Osmanlı’nın
sosyal nizamını alt-üst eden politikaların meşruiyet ve ilham kaynağı olmuştur. Osmanlı-
İslâm medeniyetinin bu dönemde yaşadığı tüm bu sorunlara rağmen belli alanlarda
hareketinin sürdüğü görülmektedir. Erol Güngör, İslâm medeniyetinin bazı sahalardaki
gelişmesinin İslâm dünyasının gerileme döneminde bile devam ettiğini belirterek, İslâm
medeniyetinin canlılık taşıdığını ve 19. yy’da zirveye çıkan müziğin bunun en büyük
örneği olduğunu vurgulamıştır.9 Bütün bunlara rağmen Osmanlı- İslâm medeniyeti 18.
yy’dan itibaren hız kazanan bir şekilde merkez olma özelliğini kaybetmeye başlamıştır.
İslâm medeniyeti Osmanlı’nın son dönemiyle birlikle aktif bir rol yüklenme misyonunu,
Batı medeniyeti karşısında bir dengeleyici güç olma özelliğini tamamen kaybetti.
Osmanlı kendi kendini taklidi ve kopyalaması da, Batı medeniyetini taklidi ve
kopyalaması da bir netice vermeyecek hamlelerdi. Zira İslâm medeniyeti kendi doğal
mecrasını, kendi dinamikleriyle beslediği sürece doğru hamle yapmıştır. Sultan II.
Abdülhamid dönemi modernleşmesi ise bu bağlamda bir parantez olarak ele alınabilir.
Sultan Abdülhamid’in Batı teknolojisini, eğitim sistemini, askeri okullarını, istihbarat
çalışmalarını modelleyerek Osmanlıya ait kılma çabası bir nebze başarı kazanmış olsa da,
içerideki dinamiklerin bunların tam olarak netice vermediği görülmüştür. Bu bakımdan
bu ara modernleşme dönemi, genel modernleşme döneminden farklı olarak ele alınması
gereken bir konudur. Ancak belirtilmesi gereken husus, Sultanın sonunu kendi kurduğu
okullarda okuyanların getirdiğini, bu yarım kontrollü, muhafazakar modernleşme
sürecinin bu yaklaşımla ele alınması gerekliliğini belirtmek gerekiyor.
Teknoloji ve Geri Kalmışlık Söylemi
Serdar’a göre, modernizmin, İslâm dünyasında iki Batı ideolojisinin sentezi
olarak ortaya çıkmıştır: Teknisizm ve milliyetçilik.10
Bu bağlamda teknikçi söylem
karşısında Müslümanların tartışmasız bir şekilde, tarihsel tecrübelerinin aksine, Batı’nın
üstünlüğünü kabul ettiği açıktır. Daha önceki dönemlerde, farklı medeniyetlerle
karşılaşmaları neticesinde kendi kültürel kimliklerini kaybetmeksizin belli alış-verişler ve
etkileşimler gerçekleşmiştir. Serdar’a göre Batının entelektüel üstünlüğü daha çok bilgi
ve teknoloji alanında görülmüştür. Bundan dolayı rasyonalist ve teknolojik bir bakış açısı
hakim olmuştur. Buradan başlayarak Batı medeniyeti ideal olarak benimsenmiştir.11
Bir
geri kalmışlık söyleminin sonraki dönemlerde adeta dünyanın her yanındaki
Müslümanlara sirayet ettiği söylenebilir. “Müslümanlar geridir” söylemi bir noktadan
sonra sadece teknolojik bir geri kalmışlığı ifade etmekten çıkmış, sanatsal, kültürel, idari,
9 Erol Güngör, Sosyal Meseleler ve Aydınlar, Ötüken Neşriyat, 7. Baskı, 2011, s.108
10 Ziyaüddin Serdar, İslâm Medeniyetinin Geleceği, Çev.: Deniz Aydın, İnsan Yayınları, 1986, s.68
11 Ziyaüddin Serdar, İslâm Medeniyetinin Geleceği, Çev.: Deniz Aydın, İnsan Yayınları, 1986, s.68
iktisadi birçok alana teşmil edilmiştir. Müslümanların geri kalmışlıkları onların her an
yardıma ve müdahaleye hazır tutulmasıyla ilgili sonuçlar doğurmuştur.
Kime ve neye göre bir geri kalmışlık sorusu, çok da bir anlam ifade
edemediği gibi, gündeme dahi gelmemiştir. Serdar bu durumu İslâm’ın çağdaş dünyadaki
yerini kavramaktan uzaklık olarak nitelendirmiştir. Ona göre İslâm’ın politik ve sosyal
hayatta artık etkinliğini kaybetmesinin en önemli nedeni müslüman toplumun
değişikliklere ayak uyduramaması ve İslâm’ın değişen hayat şartlarına
yorumlanmamasıdır. İslâm medeniyetinin ilk dönem medeniyet temaslarında ve
karşılaşmalarında bir sorun oluşmamıştır. Ancak çağdaş müslüman toplumunun en dikkat
çeken özelliği Serdar’a göre çağdaş dünyaya ayak uyduramamalarıdır.12
Ancak çağdaş
dünyaya, ya da çağdaş kavramının ideolojik anlam yüklenmelerinden dolayı, günün
koşullarına ayak uyduramama konusunda gelenekle modernlik arasında bir sarkaçta
gelgitler yaşanmaya devam etmektedir. Geleneğin de dondurulmuş ve sabitlenmiş olarak
zamanlar arası bir yolculuğa çıkarılması ile geleneğin hareketini reddeden, hatta geleneği
reddeden modernist söylem ile Müslüman düşünce geri adımlar atmıştır, atmaktadır.
Zamanın koşulları tartışmasında karşımıza çıkan uyum yollu yaklaşımların çok da mesafe
aldırdığı söylenemez. Aksine bu tür yaklaşımların modernizm ve kapitalizm konusunda
uyum gösterme riski taşıdıkları son derece açıktır. Zira modernizm ve kapitalizm
konusunda uyum sergileyen hareketlerin zaman içinde, bunların birer parçası oldukları da
görülmektedir.
Gelenek ve Modernliğin Arası
Çağa uyum ve buna ilişkin yorum, belli noktalarda kırılmalar getirmiştir. Bu
bağlamda oluşan modernist söylem kimi noktalarda radikal bir tavra bürünerek İslâm
medeniyetinin geçmiş birikimi ile sorunlar yaşamıştır. İslâm medeniyetinin kendi içinde
bir gelenek oluşturduğu, bu geleneğin de farklı bir devinim taşıdığı açık. Ancak
adaptasyon ve çağa seslenme konusunda doğan sorunlar giderek bu geleneğe dönük
olumsuz etkiler doğurmuş, geleneğe hasmane bir yaklaşıma neden olmuştur. Türkiye’de
çağa uyma söylemi, İslâm’ı çağa uydurma ve söyletme şeklinde gelişen düşünce yüksek
sesle ifade edilmemiştir. Zaman zaman siyasetin pragmatist söylemleri içinde bu tür
tanımlama ve ihtiyaç beyanlarına başvurulmuştur. Ancak fikri tekamül anlamında bir
sürece ve merhalelere sahip olamayan İslâmi modernist söylem kesik kesik, bağlamsız,
tarihsel ve kültürel bir arkaplandan yoksun olarak ortaya çıkmaya devam etmektedir.
Bir diğer metodolojik yanlış ise, medeniyetle sağlıklı bir ilişki kuramayan
Müslümanların, genel olarak algılarını Ziya Gökalp ve sonrasında gelen isimlerin
medeniyeti teknolojiye indirgeyen ve bunu da Batı’da arayan bir yola girmeleri olmuştur.
12 Ziyaüddin Serdar, İslâm Medeniyetinin Geleceği, Çev.: Deniz Aydın, İnsan Yayınları, 1986, s.43
Dolayısıyla Batı’nın teknik medeniyeti evrensel ve toplumlar arası geçerliliği olan bir
boyuta taşınmıştır. Osmanlı’nın son dönemlerinde sadece Osmanlı değil, tüm İslâm
dünyası var olup olmama noktasındaydı. Tanzimatla başlayan, cumhuriyetle radikal bir
yaklaşım kazanan modernleşme, belli kırılmalar ve kopmaları da getirmiştir. Gökalp’in
tezleri, adeta tecrübî bilgisi ve sosyal tezi olmayan bir dünyanın önüne konulmuştur.
Hafıza, savaş yıllarında ve sonrasında sıfırlanmaya başlamış, adeta dünyaya yeni
gelmişçesine yeni bir dil ve keşif çabasına girişilmiştir. Müslümanların 20. yy.’da
karşılaştıkları hafıza kopuşları hala bir türlü onarılabilmiş değil. Medeniyet olma yolunda
en büyük hamlelerden olan dil, bir anda geride bırakılmış, yeni ve tarih kaynaklarına
ulaşamayan bir dil inşa edilmiştir. Bu dil sadece bir harf değişimi değil, önemli bir zihin
kırılmasıdır aynı zamanda. Geçmişle koparılan bağ sadece kültür kodları üzerinde
gerçekleşmemiş, insan unsuru da adeta geri plana itilmeye zorlanmıştır. Süreç içerisinde
kamusallıktan ötelenen insan kitlelerinin yeniden toplumla temas kurmaları ilk dönem
cumhuriyet modernleşmesinin tek tip kültür, tarih, medeniyet ve din anlayışını bir nebze
de olsa bertaraf etmiş, alternatif bir hafıza oluşturmuştur. Ancak zaman içerisinde tarihsel
birikim ve kültür kodları ile tam olarak bir temas kurulamamıştır.
21. yy. başında yaşanan siyasal değişimler karşısında Türkiye’deki Müslüman
düşünce kadar tüm düşünce yapıları enteresan bir tarih’e dönüş sürecine girmiştir. Bunun
tarihle ciddi bir buluşma olarak yorumlanabileceği gibi, tarihin günün konjonktürel
yönelimlerine manivela yapılması olarak da bir yorum gelebilir. Bu ikinci yorum
çerçevesinin devlet eliyle belirlendiği de bir diğer önerme olabilecektir.
İnancın Gölgesi: Hareket iradesi
İslâm medeniyeti belirttiğimiz gibi canlılık emareleri taşıyan, ama Batı’nın
üstünlüğünü kabul etmiş bir medeniyet olarak, bütün olumsuz duruma rağmen, en büyük
potansiyelini yine inançtan almaktadır. İslâm medeniyetinin, medeniyetler sahnesinden
geri adım atmış olmasına rağmen, İslâm bir din ve inanç olarak her geçen zaman gücünü
ve önemini artırmaktadır. Dolayısıyla İslâm medeniyetini teşkil eden, ona can veren,
onun ruhunu oluşturan en büyük durum, ilk derece şart hala ayaktadır. Bu durumu İslâm
medeniyetinin her an, yeniden, yeni bir hamle potansiyeline sahip olması anlamına
gelmektedir. İslâm medeniyetin bir inanç medeniyetidir. Bu nedenle medeniyetin
üretimleri, semereleri bu inanca uyumluluk taşımak zorundadır. Dolayısıyla İslâm
medeniyeti adına atılacak en önemli adımlar bu inancın hem lafzına hem ruhuna uygun
adımlar olmalıdır. Bu noktada bir diğer sorun ise, İslâm’ın bir inanç olarak Batı değer ve
medeniyet ürünlerine karşı pozisyonunu net olarak belirlemek olacaktır. Bu noktada,
Müslümanların, kapitalist dünyanın siyasi olarak karşısında yer olmalarına rağmen,
iktisadi ve sosyal olarak çok da karşısında olduğu söylenemeyecektir. Durumu bu
noktaya getiren asıl sebep Müslümanların medeniyet perspektifi taşımamaları, bu
endişeleri terk etmeleridir. Dolayısıyla sosyal, kültürel ve iktisadi taleplerin medeniyet
talebine eş düştüğü açıktır. Bu taleplerden vazgeçmek yine Batı ve kapitalizmle uyumun
kapılarını açmaktadır. Müslümanların inançlarını medeniyetlerinin kaynağı görerek,
bundan bir medeniyet üreterek bir bütünselliğe varacağında kuşku bulunmamaktadır.
Günümüzde İslâm medeniyetinin, inanç ve ruh olarak yaşamasına rağmen, yaşamadığı
alanlarda yaşıyormuş gibi yaptığı açıktır. Kopya ve karikatür medeniyeti İslâm
medeniyetine bir hayatiyet katmamaktadır. İslâm medeniyetinin kültürel olarak
postmodern bir zemine kaydığını göstergelerinden birisi de budur. Ayrıca parçalı, kültür
ve tarih konularına yaklaşımdaki yağmalayıcı yaklaşımda bunu işaret etmektedir.
Yeni Sentez İradesi
Medeniyet düzleminde sanat ve mimari cephesine dönük önemli tespitler de
vardır. Çağa uyum ve buna ilişkin yorum konusunda sanat çevrelerinde Sezer Tansuğ’un
görüşleri dikkati çekmektedir. Tansuğ’un “Çağdaş Sentez İradesi” olarak adlandırdığı
yöntem farklı ve özgün bir yaklaşım olarak durmaktadır. Burada belirtilmesi gereken
nokta Tansuğ’un, modernist bir söyleme teslim olmadan, gelenek içindeki yerini
koruyarak, yaşadığı çağa ilişkin ve çağa dönük bir yoruma başvurmasıdır. Sezer Tansuğ,
Müslüman-Türk iradesinin yansıdığı yeni bir kültür sentezini, Selçuklu çağının başından
Osmanlı çağlarının sonuna değin, söz konusu iradenin kozmopolit ve yabancı unsurlar
üzerinde, politik dehası ve engin inanç hoşgörüsü ile egemen kılındığı şartlara bağlı
görüyor.13
Tarihsel geçmişin Anadolu’daki İslâmi verileri, pek çok unsurun bölgenin eski
kültürlerinden devşirilip, yeni bir sentez içinde kullanılmış olduğunu gösteriyor ve
yepyeni bir coğrafyaya intibak süreci, bu kullanımların tümünü zorunlu kılmış
görünüyor.14
Tansuğ’un, İslâm medeniyetinin Anadolu pratiğinin verileri ve durumu
üzerindeki en önemli tespiti, diğer birçok fikir öne süren önemli isim gibi, ana yapının
korunarak yeni bir senteze ulaşılmasıdır. Tansuğ’a göre geçmişin biçim hatıraları,
yenilenen yaratışlar içinde ancak belli belirsiz, ancak sürüp giden bir duyarlılık ve
iradenin varlığına delil olarak algılanabilir. Bunun ötesinde, geçmişteki biçimlerin
günümüzde de tekrarı dinamik bir sentez işlevine sahip çıkmaz. Geleneksel sanat
biçimlerinin yoğun bir pratiğin hedefi haline getirilmesi, bir zanaat çalışmasını karşımıza
koymaktan öteye gitmez. Sanatçılar çoğunlukla geçmişteki teknikler ve biçimleri değil,
çağdaş ve güncel alanda oluşanları kullanma eğilimindedirler. Eskilerde kalan tarihi bazı
teknikleri, güncel biçim dinamizminin hizmetine vermeye çalışan bazı istisnalardan söz
edilebilirse de, bu türden sanatçılar geçmişin hatıralarını çağdaş bir tat yakalama uğruna
kullanırlar.15
Buradan çıkarılacak en önemli yargı sanıyoruz, geçmişin etkin formlarının
13 Sezer Tansuğ, Gelenek Işığında Çağdaş Sanat, İz Yayıncılık, 1997, s.13
14 Sezer Tansuğ, Gelenek Işığında Çağdaş Sanat, İz Yayıncılık, 1997, s.25
15 Sezer Tansuğ, Gelenek Işığında Çağdaş Sanat, İz Yayıncılık, 1997, s. 35-36
birebir bugün içerisinde tekrarından bir sanatın değil zanaatın çıkacağıdır. Yine bugün
içerisinden hareket ederek, geçmişe yönelip, geçmişin tekniklerini kopyalamakla önemli
bir sanat çabası, ya da fikir çabası ortaya koymak mümkün değildir. Bu nedenle geçmişin
hareketlendirilmesi, bugüne vardırılması, buna tarihin hareketlenmesi de diyebiliriz,
gerekmektedir. Tarihe ait dönemsel uygulamaların, sürecinden bağımsız ele alınması,
süreci bir yana, toplum şartlarından, fikir yapılarından bağımsız ele alınması bize bugün
içerisinde uygulanabilir bir model sunmamaktadır. –Biraz sonra değineceğimiz gibi-
modelleme yoluna başvurmak, bu modeli bugün için uygulanır kılmanın önce teorisine,
sonra pratiğine girişmek sıhhatli bir yol olacaktır.
Modelleme ve Yeni Hamleler
Ziyaüddin Serdar aldığı Batı tipi bilimsel bilgi ve sahip olduğu İslâmi bilginin
rahatlığı ile belli kritik değerlendirmeleri yapmıştır. Her ne kadar zaman zaman Batılı bir
bakış kendisinde hakim olsa da, sorulması gerekenleri sorduğunu, söylenmesi ve bu
dönem için yapılması gereken teşhisleri yaptığını ifade edebiliriz. Güncel planda çok
sayıda tespit yapılmaktadır. Tespitler belli olarak sıkıntıların odaklandığı noktaları ifade
ederken, bir yandan da tarihsel süreci ele almaktadır. Ancak Serdar’ın yaptığı şekilde bir
formülleştirmenin oluştuğunu, kaydedildiğini söylemek zor. Belli biçimler ve değerler
üzerinden yola çıkarak, zamanı ıskalamadan söylenen modelleme yöntemi İslâm
medeniyeti üzerinde söylenmiş önemli cümleler olarak kayda geçmiştir. Sistematik bir
şekilde farklı konuları ele olarak bunların günümüzde nasıl bir model olabileceği
üzerinde durmuştur. Çözüm önerilerinde yer yer modernist yaklaşıma yaklaşsa da dikkat
çeken düşüncelerini göz ardı edemiyoruz.
İslâm medeniyetinde ilahi olanla kurulan bağ, dünyalık işlerin dahi bu nizam
içerisinde bir misyon yüklenmesini gerekmektedir. Aksi halde bir kapitalistin alış-veriş
iktisadı ile Müslüman’ın alış-veriş iktisadı görünürde bir farklılık içermemektedir.
Neticede bu işin özünü inançla ilgili bir konu oluşturmaktadır. Müslümanların İslâm
medeniyeti yönünde atacakları adımların başında inancın bireysel alanıyla toplumsal
alanı arasındaki denge gelmektedir. İslâm medeniyeti tartışmalarında entelektüel olarak
sünnetle kurulacak ilişki farklı kapılar açacaktır. Sünnetin ihyası aynı zamanda fıkhın ve
tasavvufun güçlenmesi demek olacaktır. Dolayısıyla haramlar ve helalleri gözeten bir
estetik, tasavvufun imkanları ile yeni boyutlar kazanacaktır. Kur’an prensiplerinin
uygulanışında, Sünnetin önemli bir rolü vardır. Sünnet’in kelime olarak esas anlamı
“açılan yol”, “bir şeye şekil vermek” ya da “bir model oluşturmak”tır.16
Bunlardan
hareket eden Serdar’a göre, İslâmi geleceğe ait alternatif görüşler neye dayandırılmalıdır,
sorunun cevabı, Hicret’in ardından Hz. Peygamber tarafından kurulan Medine Devletinin
dinamiğini kazanma çabası olmalıdır. Buna göre, Medine Devleti Medeniyetinin
16 Ziyaüddin Serdar, İslâm Medeniyetinin Geleceği, Çev.: Deniz Aydın, İnsan Yayınları, 1986, s.24
tamamen idrak edilmesi gereken başlıca iki özelliği vardır. Birincisi Medine Devleti bir
takım ruhi, ahlaki ve kültürel değerler üzerine kurulmuştur. Tabii ki bunlar İslâm’ın
değişmez değerler sistemini şekillendirir. İkincisi de, Medine Devletine güç ve enerji
veren temel bir dinamik vardır; bu İslâmi ideallerin ve normların Medine Devletinin
mensupları tarafından kendilerine has biçimde ifade edilişiydi. 17
Ziyaüddin Serdar, İslâm
medeniyetinin güncel planda da kendi ruhi, ahlaki ve kültürel değerleri üzerinde
kurulabileceğini, burayı dinamik tutacak değerlerin de İslâm’a ait idealler ve kurallar
olduğunu ifade etmektedir. Dolayısıyla, İslâm medeniyetinde inancın, sünnetin, ahlaki ve
ruhi boyutun, son olarak da kültürel çıkarımların önemi büyüktür. Bunlar bu medeniyetin
teşekkülünü, büyümesini ve yayılmasını sağlarken, kendilerini de önemli bir yere
taşımaktadırlar. İslâm medeniyetinin bu kendine özgü yapısına göre, inanç boyunun
zayıflaması medeniyeti de zayıflatırken, medeniyetin zayıflaması ise inancın önündeki
kalkan ve korumaları kaldırmaktadır.
Serdar, İbn Haldun’dan ilham alarak umran projesi olarak adlandırdığı
projesini yedi esas olarak ortaya koymuştur.18
Buna göre (1) Medine Devletinin tam
teşekküllü bir modeli: İslâm medeniyetinin geleceği ile ilgili görüşü bir ideal model
üzerine kurulmuştur. (2) Medeniyet parametreleri: Medine devletinin detaylı olarak
belirginleştirilmesinin yanı sıra, İslâm’ın medeniyet parametrelerinin de aynı şekilde
detaylı bir tanıtımına ihtiyaç vardır. (3) Teoriler, modeller, örnekler, metodolojiler. (4)
Çağdaş ve gelecekteki ortamlar. (5) İslâm medeniyetinin geleceği için hedefler. (6)
Gelecek hakkında alternatifler ve planlar (7) İslâmi gelecekler. Medine Devletinin
işleyen bir modelinin birleştirilmesi ve bu tür normatif hedeflerin formülleştirilmesi
çalışmasına Müslüman alemin modern ve geleneksel alimlerinin ve de ümmetin fikir
birliğinin katılımı gerekmektedir.19
Dolayısıyla söylenebilecek belli müşterek doğruların
sistemleştirilmesi ile elde edilecek verim, medeniyet adına önemli adımlar olacaktır.
Buna benzer modelleme çalışmasında metodolojik yaklaşım sorunlarını
gözden kaçmamaktadır. Öncelikle mekan ve zaman bağlamının dikkate alınması
gerekmektedir. Kendi zaman ve mekan bağlamından koparılmış düşüncelerin çok da
işlerlik kazandığı söylenemez. Bu nedenle kavramsal netlik ayarı, zaman ve mekan
bağlamı çerçevesinde yeniden kurulmalıdır. Hafızanın işlerlik kazanması toplumların
entelektüelleri kadar halkına da inmelidir. Yazılı kültür entelektüellerin kontrolündedir,
ancak bu yönde atılacak ciddi, bağımsız, tutarlık ve bütünsel adımlar gerek
gerekmektedir. Entelektüelleri iktisadi ve siyasi hesaplar içerisinde olan bir toplumun
17 Ziyaüddin Serdar, İslâm Medeniyetinin Geleceği, Çev.: Deniz Aydın, İnsan Yayınları, 1986, s.133
18 Ziyaüddin Serdar, İslâm Medeniyetinin Geleceği, Çev.: Deniz Aydın, İnsan Yayınları, 1986, s.13
19 Ziyaüddin Serdar, İslâm Medeniyetinin Geleceği, Çev.: Deniz Aydın, İnsan Yayınları, 1986, s.269
düşünce damarları tıkanmış demektir. Siyasetin kendi mecrasında icra ettikleri kendi
alanında kalmalıdır. Medeniyet adına adımlar atılacaksa siyaset, bu yönde bir yapıya
doğru adım atmalıdır. İdari teşkilatın yapılanması bu hedef çerçevesinde olmalıdır.
Sanatın, kültürün ve diğer alanların birbirleriyle olan temasları kopmadan, birbirlerini
besleyerek ve son olarak birbirleriyle tutarlılıklarını gözeterek bu misyon doğrultusunda
bütünsel bir hareket yakalaması gerekmektedir. Ancak günümüzde yaşadığımız sorun
bahsi geçen her bir alandakilerin birbirleriyle temaslarının dünyevileşme yönünde bir
manivela etkisi yaptığıdır. Bu mümkünse, aksi de pekala mümkündür.
Sonuç
İslâm medeniyetinin 20. yy. tecrübesinin bir çöküş olmasına rağmen, bir
kimlik ve özgünlük arayışı olmadığı açıktır. 21. yy ise, kendine ait kılma çabası gibi
görünüp farklılaşmanın kılcallara yayılması ile başladı. Büyük bir sentez iradesinin şu an
için güçlü bir şekilde harekete geçtiğini söylemek zor. Yine bütünselliğin ve medeniyetin
farklı alanlarının birbiriyle tutarlılığının gözetildiğini de söyleme zor. Bu nedenle İslâm
medeniyetinin farklı bir evre olarak hareketinin sürdüğünü söylemek zor. İki yüz yıllık
sorun devam ediyor. Gelenekle modernlik arasında, kimi zaman geleneksel refleksler
kimi zaman modernist refleksler ortaya çıkabiliyor. Bu nedenle İslâm medeniyetinin belli
oranda güç ve canlılık taşıdığı düşünsel ve edebi alanlardaki özgünleşme ve tutarlılık
hareketinin bize, farklı alanların da bu bütünselliğe dahil olması sağlanabilir.
İslâm medeniyetinin kurucu aktörünün inanç ve bu dinin değerleri olduğu
düşünüldüğünde İslâm medeniyetinin tüm olumsuz şartlara rağmen yeniden dirilişi için
umutlu olunabileceği söylenebilir.
Top Related