Hazar Raporu - Issue 02 - Winter 2013

136
OCAK - MART 2013 / SAYI:2 Obama’nın Ekonomiyle İmtihanı Dr.Fatih Macit Türkiye’de Milliyetçilik ve Demokratikleşme Dr.Şener Aktürk Avrupa Birliği’nin Geleceği: Mitler ve Gerçekler Prof.Dr.Ercüment Tezcan Türkiye – Orta Asya İlişkileri Prof.Dr.Mesut Hakkı Caşin Rosneft – BP Anlaşması Gülmira Rzayeva Gürcistan Seçimleri ve Sonrası Dr.Kornely Kakachia Türk Dış Politikası Prof.Dr.Fuat Keyman Stratejik Projeksiyon: Avrasya’da Ticaret ve Ulaşım Türkiye – Hazar Bölgesi Ekonomik İşbirliği Prof.Dr.William Hale Taleh Ziyadov Fiyatı: 10 $/15 TL

Transcript of Hazar Raporu - Issue 02 - Winter 2013

OCAK - MART 2013 / SAYI:2

Obama’nın Ekonomiyle İmtihanıDr.Fatih Macit

Türkiye’de Milliyetçilik ve DemokratikleşmeDr.Şener Aktürk

Avrupa Birliği’nin Geleceği: Mitler ve GerçeklerProf.Dr.Ercüment Tezcan

Türkiye – Orta Asya İlişkileriProf.Dr.Mesut Hakkı Caşin

Rosneft – BPAnlaşmasıGülmira Rzayeva

Gürcistan Seçimleri ve SonrasıDr.Kornely Kakachia

Türk Dış PolitikasıProf.Dr.Fuat Keyman

Stratejik Projeksiyon: Avrasya’da Ticaret ve Ulaşım

Türkiye – Hazar Bölgesi Ekonomik İşbirliğiProf.Dr.William Hale

Taleh ZiyadovO

CA

K - M

AR

T 2013 / S

AY

I:2

Fiyatı: 10 $/15 TL

C

M

Y

CM

MY

CY

CMY

K

CHOICE FOR ENERGY OF

TURKEY’S TOMORROW

Turkey’s largest private natural gas importer.With its PNG and LNG portfolio, supplies major industrial customers and cities throughout the country.

www.enercoenerji.com

Yayıncı: Hazar Strateji Enstitüsü

Yayıncı Adına İmtiyaz Sahibi: Haldun Yavaş

Genel Yayın Yönetmeni: Efgan Niftiyev

Yazı İşleri Müdürü: Cemile Çağıl

Editörler:Dr. Esra Hatipoğlu

Dr. Gönül TolCelia Davies

Dr. Ercüment Tezcan

Araştırma Asistanları:Ferahşan Yaprak - Gençkaya

Hande Yaşar - Ünsal

Röportajlar:Ferahşan Yaprak - Gençkaya

Görsel Sorumlusu:Mefail Başgülşen

Basımcı: Hazar Strateji Enstitüsü

Grafik Tasarım:

Basıldığı Yer: Fatih Matbaası

Yayın Türü: Süreli

Yazışma Adresi: Veko Giz Plaza, Maslak Meydan Sok., No:3 Kat:4 Daire:11-12 Maslak,

34298 Şişli-İstanbul-TÜRKİYE

Telefon:+90 212 999 66 00

Fax: +90 212 999 66 01

Email:[email protected]

HAZAR RAPORU

Değerli Okurlar,

Hazar Havzası dünya petrol ve doğal gaz kaynaklarının neredeyse dörtte üçünü oluşturuyor. Bölgede bulunan Rusya, Kazakistan, Azerbaycan, İran ve Türkmenistan, sahip oldukları bu muazzam kaynaklarla dünya enerji jeopolitiğinde giderek daha fazla rol üstlenmeye aday ülkeler. Ellerindeki bu zenginlik, bölge ekonomilerine son on yılda büyük bir ivme kazandırmıştır. Fakat sürdürülebilir bir büyüme için ekonominin sadece enerji sahasında değil, diğer sektörlerde de geliştirilmesi gerekmektedir. Bu noktada petrol ve doğal gaz gelirlerinin stratejik yönetimi ve ekonominin belirli sektörlerde desteklenmesi şarttır.

Gerek coğrafi konumları gerekse insan kaynakları ele alındığında, Hazar Havzası ülkeleri enerji dışında taşımacılık, bilgi-iletişim ve sanayinin birçok alanında sektörel bazda çeşitlilik oluşturabilir ve milli hasılalarında enerji sektörünü dengelemeyi başarabilirler. Hazar Raporu’nun bu sayısında Hazar Bölgesi’nin ekonomik potansiyelini ele aldık. Cambridge Üniversitesi’nden Taleh Ziyadov’un bölgede taşımacılık ve ticaretin güçlendirilmesi ve serbest ticaret bölgelerinin oluşturulması üzerine kaleme aldığı projeksiyon, bölgeye sürdürülebilir kalkınma modeli sunuyor. Kadim İpekyolu üzerinde yer alan bölge ülkeleri, özellikle Doğu – Batı ticaret hattının kavşak noktası haline gelebilir. Bu sayımızda ayrıca Oxford Üniversitesi Profesörü William Hale, Hazar Bölgesi ülkelerinin ekserisinin de üye olduğu Ekonomik İşbirliği Teşkilatı çerçevesinde bölge ekonomisinin geleceğini yazdı. Gülmira Rzayeva’nın, Rosneft – BP anlaşması üzerine kaleme aldığı değerlendirme yazısı ise bölgedeki enerji denklemi açısından kritik bir noktaya ışık tutuyor.Bölge ekonomisi, global ekonomideki dengelerle de sıkı entegre olmuş durumda. Bu bağlamda, dünya ekonomisinde çok önemli bir pastaya sahip ABD’nin seçim sonrası olası ekonomi politikalarını, uzmanlarımızdan Dr. Fatih Macit analiz etti. Bölgemizde bir önemli seçim de Gürcistan’da yaşandı. İktidar değişikliği ile sonuçlanan seçim sonrası politik durumu Gürcü uzmanımız Dr. Kornely Kakachia değerlendirdi.

Raporumuzda Türkiye’nin dış politikası, demokratikleşme süreci ve Avrupa Birliği’nin geldiği kritik eşik de çok kıymetli kalemler taraf ından değerlendirildi. Bu anlamda Prof. Dr. Fuat Keyman, Prof. Dr. Ercüment Tezcan, Dr. Şener Aktürk ve Dr. Talha Köse’nin yazıları dikkatle okunmalı.

Bir sonraki sayımızda buluşmak üzere, keyifli okumalar…

Efgan NiftiyevGenel Yayın Yönetmeni

Twitter: @eniftiyev

EDİTÖRDEN…

4

İçindekilerMAKALELER

HAZAR RAPORU

OCAK / MART 2013

Orta Asya Bölgesi’nin Merkezi; Azerbaycan

Avrasya Ticaret Ve Taşımacılığının Stratejik Değerlendirmesi

Taleh Ziyadov

7

16Türkiye - Hazar Bölgesi Ekonomik İşbirliği Prof. Dr. William Hale

22Obama’nın Ekonomiyle İmtihanıDr. Fatih Macit / Süleyman Şah Üniversitesi Ekonomi Bölüm Başkanı

27BP – Rosneft Anlaşması: Beklentiler ve Olası SonuçlarGulmira Rzayeva / Enerji Uzmanı

31

35

Avrupa Birliği’nin Geleceği: Mitler ve GerçeklerProf. Dr. Ercüment Tezcan / Galatasaray Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi

Gürcistan Parlamento Seçimleri Sonucu: Dış Politika ve Yeni Yaklaşım Arayışları

Doç. Dr. Kornely Kakachia, Tiflis Devlet Üniversitesi / Tiflis merkezli Gürcistan Politika Enstitüsü düşünce kuruluşu direktörü

HAZAR RAPORU5

DEĞERLENDİRMELER

67Yrd. Doç. Dr. Şener Aktürk

Koç Üniversitesi - Öğretim Üyesi

85Prof. Dr. E. Fuat Keyman

OCAK / MART 2013

43Kuzey Kafkasya’da Güvenlik ve İşbirliğiDr. Farhad Mehdiyev / Uluslararası İlişkiler, Kafkasya

52Türk Dış Politikası Açısından Kafkasya ve Orta Asya Prof. Dr. Mesut Hakkı Caşın / Yeditepe Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim üyesi

99

92Dr. Talha Köse

İstanbul Şehir Üniversitesi – Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi

ENGLISH PART

HAZAR RAPORU9

HAZAR RAPORU7

Stratejik Projeksiyon: Avrasya’da Ticaret ve Ulaşım

Gelecek için Ortak Vizyon İhtiyacı

1965 yılında, son Şeyh Raşid bin Said El-Maktum, Dubai’nin vizyoner lideri, İngiliz danışmanlarından bir liman inşa planı hazırlamalarını istemiştir. İngiliz mühendislik firmasının Dubai’nin merkezinde, asırlık Al Shindagah muhiti civarında önerilen liman alanının imar planı çalışmasını tamamlaması iki yıl almıştır. Pazar değerlendirmesi ve gelecekteki trafik öngörülerine dayanarak, danışmanlar yeni limanda yalnızca 4 bölüme (palamar alanı) ihtiyaç duyulacağına karar vermişlerdir. Öneriyi dikkatlice inceledikten sonra Şeyh Raşid 4 bölümlü planlanan limanın 16 bölümlü olarak değiştirilmesini istemiştir. İngiliz

danışmanlar gönülsüz bir şekilde değişiklik önerisini kabul etmişlerdir. Liman nihayet 1971 yılında açılabilmiş ve 16 bölümün hepsi de ilk yılın sonunda fazlaca talep almıştır. Devam eden yıllarda çeşitli genişletmeler olmuş ve yeni bolümler inşa edilmiştir1. Şeyh Raşid, Dubai’nin Orta Doğu’da ve hatta ötesinde en önemli taşıma ağı haline geleceğinden emindi. Bugün Raşid Limanı, Jebel Ali Serbest Bölgesi ve Limanı, Uluslararası Dubai Havalimanı ve Dubai Emirliği’nde daha birçok teknoloji harikası proje Şeyh Raşid’in öngörü ve vizyonerliğinin kanıtıdır.

1 Christopher M. Davidson, Dubai: The Vulnerability of Success (New York: Columbia University Press, 2008), pp. 92–93.

Orta Asya Bölgesi’nin Merkezi; Azerbaycan*

Özet

Aralık 2012

Taleh Ziyadov

*Bu özel rapor, Hazar Strateji Enstitüsü (HASEN), Brookings Enstitüsü, California Üniversitesi - Berkeley ve Cambridge Üniversitesi (İngiltere) ortaklığıyla düzenlenen Hazar

Forumu 2012 (5-6 Aralık 2012, İstanbul) ile bağlantılı olarak hazırlanmıştır.

108

Benzer bir şekilde, 20. yüzyılın en uzun süre görevde kalan başbakanlarından Lee Kuan Yew’in vizyonu; küçük bir şehir devleti olan Singapur’un gelişmemiş eski bir sömürgeden; modern ve rekabetçi bir ekonomiye sahip, Güney Asya’da büyük bir dağıtım merkezi haline gelmesini sağlamıştır. Daha 1973’te, bağımsızlığından yalnızca 8 yıl sonra Singapur, 200 hat ile 50’ye yakın denize kıyısı olan ülkeye hitap etmesinden ötürü “dünyanın en yoğun 4. limanı” olmakla övülüyordu2. Singapur, bölgenin petrol rafineri ve dağıtım merkezi haline gelerek, kendi petrolü neredeyse hiç yokken petrol zengini bir ülke olmayı başarmıştır. Lee Kuan Yew, Avrupa ve Asya arasında yer alan temel deniz yollarının kesişim noktasındaki stratejik konumunu kullanarak; önüne çıkan tüm fırsatları değerlendirmiştir. Doğrudan yabancı yatırımlar (DYY) için çekici bir iş çevresi tesis etmiş ve agresif bir çeşitlendirme politikası izlemiştir. Bugün ülke yüksek seviyede DYY ve ticaret, üretim, finans sektörlerindeki patlama ile güçlü bir ekonomiye sahip olmanın rahatlığını yaşamaktadır. 2009 yılında Singapur’un gayri safi yurtiçi hasılası (GSYH) 36.000$’ı geçmişken bu rakam 1960 yılında yalnızca 395$ civarındaydı.3

Dubai ve Singapur kıyı konumları ve denizcilik trafiğinden kaynaklanan antrepo ticaretinden çok faydalanmış olsalar da, bu ülkelerin ses getiren ekonomik başarılarındaki esas nokta liderlerinin 2 T. J. S. George, Lee Kuan Yew’s Singapore(London: Andre Deutsch, 1973), syf. 95.3 World Bank, World Development Indicators.http://data.worldbank.org/data-catalog/world-development-indicators adresinden alıntılanmıştır.

öngörüleri olmuştur. Şayet bu faktör olmasaydı, bugün tamamıyla farklı bir konumda olurlardı. Şeyh Raşid’in Dubai’de ve Başbakan Lee’nin Singapur’da kat ettiği mesafe, dünyada kalıcı bir iz bırakmak isteyen her ulusal lider ve ülke için bir ders sunmaktadır: “Gelecek için bir vizyon sahibi olmak gerek.”

Dünyanın büyük deniz limanlarının aksine, Hazar Havzası’nın öne çıkan ticaret şehirleri tarih boyunca denizin olmadığı merkezler olmuştur. Eski İpekyolu tacirleri için Hazar Bölgesi’nin ana şehirlerinin kritik lojistik ve dağıtım merkezi olan Asya ve Avrupa arasında seyahat etmek aylar, hatta yıllar almıştır. İpekyolu üzerindeki her bir şehir; insanlar ve kültürlerin bir araya gelip karıştığı, ürün ve fikirlerin el değiştirdiği çeşitli sayılarda kervansaraylar barındırmıştır. Bu ticaret merkezleri, diğer bölgesel merkezler ve mega şehirlerle Avrasya ve Orta Doğu’yu kapsayan geniş bir ağ koridoru üzerinden birbirlerine bağlanmıştır. İpekyolu koridorları Orta Avrasya’da birçok ulus için yüzyıllar boyunca refah kaynağı olmuştur4.

Orta Avrasya; Avrupa ve Asya arasında karasal bir merkez olarak yeniden eski şanını kazanmak için hazır bulunmaktadır. 2030’dan itibaren bir turist İstanbul’dan Bakü’ye aynı günde varacak bir hızlı trene binebilecek. Hatta yol üzerinde Tiflis’te bedava bir şehir turu yapmak için zamanı bile olacak. Daha sonra

4 “Orta Avrasya” teriminin birkaç farklı tanımı olsa da, bu raporda Hazar Bölgesi’ndeki 8 ülkeye işaret etmektedir. Bunlar; Güney Kafkasya’daki üç ülke Ermenistan, Azerbaycan ve Gür-cistan; Orta Asya’daki 5 ülke Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Özbekistan’dır.

HAZAR RAPORU11

HAZAR RAPORU9

kendisini Urumçi, Çin’e götürecek başka bir hızlı trene binmek üzere hızlı vapur ile Türkmenbaşı’na geçebilecek. Orta Avrasya’nın tamamı otoban, demiryolu, havaalanı ve Asya ile Avrupa arasında yolcu ve yük taşıyacak lojistik merkezleri ile dolacak.

Orta Avrasya’daki birçok ülke için böyle bir geleceği tahayyül etmek bile önemli bir meseledir. Çok kısa bir bağımsızlık tarihi olan bu ülkeler, Sovyetler Birliği’nin ani çöküşünden kaynaklanan politik, ekonomik ve sosyal krizler yaşamaktalardır. 2011 yılında Sovyet rejiminin sona erişinin yalnızca yirminci yılını kutladılar. Savaş hatıraları, çözüme kavuşmamış uyuşmazlıklar, ekonomik zorluklar ve unutulmaya yüz tutmuş komünist idaresini andıran darbeler hala sorun teşkil etmektedir. Neyse ki en zor zamanlar geride kaldı, fakat kimi önemli sorunlar hala varlığını devam ettirmektedir. Orta Avrasya ülkeleri şu an politik - ekonomik geçişliliklerini tamamlamaları gereken ve kendilerini gelişmiş, müreffeh ulusların arasına sokacak bir yol belirleme aşamasındadırlar.

Oluş Süreci: 20 Yıl Sonra Orta Avrasya

1990’larda Orta Avrasya’nın kaynak zengini ülkelerindeki birçok kişi, yakın zamanda ülkelerinin 21. yüzyılın ‘Kuveyt’i ve ‘İsviçre’si olacağına inanmaktaydı. Doğal kaynakların bolluğu bu düşünceyi o kadar cazibedar, o kadar olası kılmaktaydı ki; çok az kişi bu hedefin gerçekleştirilmesi adına –şayet gerçekleştirilebilir olsaydı–

gerekli olan süreç hakkında düşündü. Kuveyt ya da İsviçre olmak; ticaret dostu bir ortam, politik ve ekonomik yeterlilik, doğal kaynaklardan gelen gelirin etkili yönetimi ve avantajlı bir konum gibi temel bileşenlerin varlığıyla desteklenen stratejik bir vizyon ve başkaca kalkınma stratejilerini gerektirmektedir.

Geçtiğimiz 20 yılda bölge ülkeleri, özellikle de kaynak zengini olanlar, çok şey elde etmişlerdir. 2009 yılında Azerbaycan, Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan’ın GSYH’leri sırasıyla 43 milyar$, 115 milyar$, 32milyar$ ve 19 milyar$ olmuştur. Diğer taraftan, geri kalan en fakir dört ülkenin -Ermenistan, Gürcistan, Kırgızistan ve Tacikistan- toplam GSYH’si 30 milyar$’ın altındaydı. Azerbaycan ve Kazakistan milyarlarca dolar DYY çekmiş ve gelecek kalkınmalarını güvence altına alan anahtar enerji altyapısı projelerini tamamlamıştır. Geç kalan Türkmenistan, henüz gerçekleşmemiş büyük umutlarla, kapılarını yatırımcılara açmaya yakın zamanda başlamıştır. Bölgedeki en yoğun nüfuslu ülke olan Özbekistan, DYY’ye ihtiyaç duymayan kademeli iç talep kaynaklı kalkınma yolunu seçmiştir, ancak o da Orta Avrasya’nın gelecek merkez vizyonuna eşlik edeceğini vaat etmektedir.

Hiç şüphe yok ki; bölgedeki ilerlemenin en büyük kaynağı Azerbaycan, Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan’daki bereketli doğal kaynaklardır. Başta Azerbaycan ve Türkmenistan olmak üzere bu ülkelerin hükümetleri, kaynak bağımlılığının risklerine dikkat etmiş ve buna ilişkin

1210

potansiyel riskleri azaltmak adına politikalar üretmeye çalışmışlardır. Enerji sektörlerini kalkındıracak ölçüde bir stratejiye de sahip olmuşlardır. Örneğin, Azerbaycan ve Kazakistan, yabancı enerji firmalarının ilgisini çekmek için Üretim Paylaşım Anlaşmaları (ÜPA) imzalayarak; en çok ihtiyaç duyulan yatırımları ekonomilerine kazandırmışlardır. Bu enerji stratejisi, Azerbaycan ve onun batılı çok uluslu ortaklarının 1994’te ‘Yüzyılın Anlaşması’nı imzalamalarını sağlamış ve devamında 2005 yılında Bakü-Tiflis-Ceyhan Petrol Boru Hattı ve 2006’da Bakü-Tiflis-Erzurum Doğal Gaz Boru Hattını inşa ettirmiştir. Azerbaycan enerji sektörü, tek başına 35 milyar$’ın üzerinde bir DYY çekmiştir. Dahası, bu iki boru hattından gelen gelirler Güney Kafkas Bölgesi ekonomisinin çok önemli bir kısmını teşkil etmekte ve Azerbaycan’ın şu anki devlet bütçesinde aslan payını oluşturmaktadır. Kısaca, kaynak zengini ülkeler 1990’larda belirledikleri enerji stratejilerinin meyvelerini toplamaktadırlar.

Bugün Azerbaycan, Gürcistan ve Türkiye; Hazar Bölgesi ve ötesinin gelecek enerji stratejisini şekillendirecek yeni bir yolculuğa koyulmuşlardır. Kaynak zengini olsun yahut olmasın, Orta Avrasya’nın tüm ülkeleri aynı geleceği paylaşmakta olup, 21. yüzyılın politik-ekonomik haritasında bölgelerine önemli bir yer verecek yeni sinerjiler bulmak için kenetlenmişlerdir. Aslında, bölgedeki her ülkenin kaderi farklıdır. Her birinin, bir gün çok mühim ve kalkınmış bir ülke olmak için nedenleri

ve hatta bir başkasından ziyade yalnız kendilerinin bu seviyeye gelmelerini istemeleri için hakları vardır. Bu hedefe ulaşmak için bağımsız ülkeler ve 2030 itibarıyla politik-ekonomik açıdan birleşebilecek geniş bir bölgesel ağ üyesi olarak, her birinin açık bir vizyona sahip olması gerekmektedir. İş birliği yapmalı, entegre olmalı ve etraflarında hızla değişen dünyaya adapte olup gelecek 10 yıl için ortak bir vizyon oluşturmalıdırlar. Çoğu karayla çevrili olan bu ülkelerin bir gün paylaşabileceği ortak vizyon nedir? Bu vizyon, bölgeyi başka bir merkezÎ güce uygun bir muhite çevirecek midir? Veya bölgenin zenginlerini kontrol edecek güçler için coğrafi bir oyun alanına mı çevirecektir? Ya da Avrupa, Doğu Asya, Güney Asya ve Orta Doğu gibi ana ekonomik bloklar arasında hareketli bir ticaret merkezi statüsünü geri kazanıp; eski İpekyolu bölgeyle birlikte yeniden canlanacak mıdır? Bu soruların cevabı her ne olursa olsun, bir husus çok açık: Uluslararası ticaret, bölgenin değişiminde temel bir rol üstlenecektir.

Azerbaycan: Bölge Dinamizmi için Potansiyel Katalizör

Azerbaycan, bölge için ortak bir vizyon oluşturmaya yardım ederek bölgenin değişimini kolaylaştıran; Orta Avrasya için bir eksen ülkedir ve öyle de kalacaktır. Ülkenin çok geniş doğal kaynakları, Azerbaycan’ın petrol kaynaklı olmayan ekonomisini geliştirmede, eski İpekyolu üzerinde bir ticaret merkezi olarak Orta Avrasya’nın tarihi pozisyonunu yeniden

HAZAR RAPORU13

HAZAR RAPORU11

kazanmasında ve bölgenin petrol kaynaklı olmayan ticaretinin canlandırılmasında katalizör görevi üstlenebilir. Ancak bunun olması için Azerbaycan’ın kalkınmasına yön verecek ve kendisini arzu edilen hedefe ulaştıracak anlaşılır bir vizyon oluşturması gerekmektedir.

Bugün, Avrasya ticareti ve buna bağlı kazancın büyük kısmı bölgeye uğramadan geçmektedir. Her seferinde binlerce konteyner taşıyabilen büyük gemiler İpekyolu kervanlarının yerini almıştır. Avrupa ve Asya arasındaki ticaret daha çok Süveyş Kanalı vasıtasıyla, deniz taşımacılığı yoluyla yapılmaktadır. Bu oran iki kıta arasındaki toplam kargo değişiminin % 90’ına tekabül etmektedir. Orta Avrasya merkezi stratejisinin başarısı daha çok, bölge ülkelerinin entegre ve rekabetçi çok türlü taşımacılık sistemi ve Avrasya’yı kapsayan lojistik ağları kurmasının yardımıyla Avrupa-Asya arasındaki kıtalararası konteyner ticaretini çekebilmesine bağlıdır.

Azerbaycan, ana Avrasya kara ve hava taşımacılık koridorlarının kesişme noktasında bulunmaktadır. Doğru şekilde kullanılırsa uzun dönem başarısı için anahtar rolünde bir özelliktir. Potansiyel olarak Azerbaycan; Avrupa ve Asya arasında ticaret köprüsü olmanın yanında Avrasya’da bir ana dağıtım merkezi haline gelebilir. Enerji stratejisinin tersine, Azerbaycan’ın petrol dışı ekonomisi için kalkınma vizyonu hala yapım aşamasındadır. Ülke ihracatının yaklaşık

% 95’i ve GSYH’sinin % 55’ten fazlası petrol ve gaz satışından elde edilmektedir. Bu da yakın zamanda değişmesi muhtemel olmayan bir durumdur. Ülkenin orta ve uzun dönemdeki görünüşü petrol dışı sektörün kalkınmasına bağlı olarak umut vaat etmektedir.

Enerjinin Ötesine Bakmak

Azerbaycanlı birçok hükümet yetkilisi defalarca ülkenin Avrupa ve Asya arasında bölgesel taşımacılık merkezi olmak adına ideal bir konuma sahip olduğunu ifade etmişlerse de bu ifadelerin uzun dönemli, tutarlı ve sürdürülebilir bir stratejik vizyona çevrilmesi gerekmektedir. Yine de, en azından “bölgenin merkezi olmayı istemek’’ şeklinde bir fikir mevcuttur. Aslında, bu stratejiyi ilerletmek adına birtakım altyapı ve taşımacılık projesi çoktan hayata geçirilmiştir. Bunlardan bir tanesi; Azerbaycan, Gürcistan ve Türkiye demiryollarını birbirine bağlayacak ve Azerbaycan üzerinden Çin ve Avrupa arasında bir demiryolu koridoru oluşturacak stratejik Bakü-Ahılkelek-Kars demiryoludur. Ayrıca hükümet, ülkenin doğu-batı ve kuzey-güney hattındaki uluslararası otoyollarının modernize edilmesi için milyarlarca dolar yatırım yaparak Azerbaycan topraklarında öngörülen karayolu trafiğine daha iyi hazırlamaya çalışmaktadır. Dahası, son model Bakü Uluslararası Deniz Ticareti Limanı, Alyat’taki Lojistik Merkezi ve yeni Bakü Haydar Aliyev Uluslararası Havaalanı; Azerbaycan’ın global taşımacılık merkezi vizyonunda önemli bir yer edinecektir.

1412

Bu projeler Azerbaycan’ın bölgedeki pozisyonunu hakiki manada güçlendirecek ve ülkeyi Avrupa ile Asya ülkeleri arasında kara ve hava yolları aracılığıyla yapılan ticaret için bir çekim merkezi haline getirecektir. Bakü; Avrupa için Orta Asya’ya açılan bir kapı ve Orta Asya ile Çin için Avrupa’ya bir kapı olacak şekilde rol üstlenecektir. Azerbaycan, Hazar Denizi’nde ‘merkezlerin merkezi’ haline gelebilecek bir potansiyele sahiptir. Ancak bunun gerçekleşmesi adına, 2030 Azerbaycan’ı için açık bir vizyonun bugünden dile getirilmesi gerekmektedir.

Bütünleşmiş Kalkınma Stratejisi İhtiyacı

Azerbaycan da dahil olmak üzere bölgede devam eden ve planlanan altyapı ve taşımacılık projelerine yakından bakıldığında, petrol dışı ekonomiler için kalkınma stratejisinde bir uyum eksikliği göze çarpmaktadır. Yararlı ve önemli projeler, gerekli sektörler arası ve sektör içi koordinasyona bakılmaksızın birbirlerinden bağımsız bir şekilde planlanıp uygulanmaktadır. Başka deyişle, bu projeler ortak bir amaç doğrultusunda yönetiliyor gözükmemektedir. Bugünden açık ve bütünleşik bir “büyük resim” stratejisi ortaya konulmadıkça, Azerbaycan’ın yahut bölgedeki herhangi bir ülkenin gelişme istikameti bu sebepten ötürü aksayacak ve şansa bağlı olacaktır. Bu durum, Azerbaycan’ın kişi başı yüksek gelire ulaşamayacağı ya da böyle bir vizyonla sosyal refah ilerlemesine erişemeyeceği anlamına gelmemektedir.

“Deneme-yanılma’’ yaklaşımı kesinlikle bir çeşit problem çözme yöntemidir. Ancak riskli olmanın yanında böyle bir yaklaşım uzun vadede çok fazla kaynak, zaman ve enerji harcanmasına sebep olabilir. Üstelik başarı ihtimali de yüksek değildir.

Okumakta olduğunuz bu rapor, Hazar Bölgesi ve Azerbaycan’ın gelecek vizyonuna katkı sağlamayı ümit ederek yazılmıştır. Rapor; Avrasya ticareti, taşımacılık ve lojistiği, serbest ticaret bölgeleri (STB) ve liman gelişmeleri üzerinde yoğunlaşarak, bölgesel ticaret merkezi olmaya talip; büyümekte olan bölgesel, aynı zamanda Avrupa ve Asya arasındaki kıtalararası ticaretten faydalanmak isteyen Azerbaycan ve diğer Orta Avrasya ülkeleri için açıklamalar içermektedir. Özetle, bu rapor Azerbaycan’ın merkez konumuna gelme stratejisi için özel kalkınma tasarıları önermektedir. Rapor genelinde dile getirildiği üzere, Azerbaycan için birçok firsat söz konusu olup, bu potansiyelin değerlendirilmesi yalnızca bir devletten öte tüm bölgenin faydasına olacaktır. Bu, Azerbaycan’ın ulusal hedeflerine ulaşması için bölgedeki komşu ülkelerle de koordineli bir şekilde hareket etmesi gerektiği anlamına gelmektedir.

Çoğu Orta Avrasya ülkesinin denize kıyısı bulunmamaktadır ve birbirlerinin taşımacılık altyapısına bağımlıdırlar. Otoyollar, demiryolları, limanlar ve havaalanları inşa etmek yeterince etkili olmamakla birlikte Azerbaycan’ın, bölge merkezi olma stratejisinin önemli bir

HAZAR RAPORU15

HAZAR RAPORU13

parçasıdır. Kuşbakışı perspektifi ve tüm bu projelerin tek bir stratejinin unsurları gibi görünmesini sağlayacak uyumlu bir politika olmaksızın, taşıma ve altyapı projeleri tamamlayıcılık unsurundan yoksun oldukları için yeterli etkinliğe sahip olmayacak getiriler sağlayacaktır. Orta Avrasya için 21. yüzyılın ‘Dubai’si ve ‘Singapur’unu üretmek adına, parçalı bölgesel zihniyetin her bir projeyi ortak amaç doğrultusunda yönlendirecek bütünleşik ortak vizyona yol açması gerekmektedir.

2030 yahut 2050 yılının Azerbaycan’ı, bugünkü tasarıların bir ürünü olacaktır. Azerbaycan için başarılı bir merkez stratejisinin çekirdeği, ticaretin yayılmasının ve doğrudan yabancı yatırımın çekilmesinin ön koşulu olan serbest ticaret bölgelerinin (STB) gelişmesini de kapsamalıdır. Azerbaycan tarafından petrol ve doğal gaz projelerini teşvik etmek için etkin biçimde kullanılan üretim paylaşım anlaşmalarının yasal altyapısı Azerbaycan’ın mevcut STB kanunları kapsamında yetersizdir. Her ne kadar petrol dışı sektör, petrol sektörü kadar ilgi çekici yahut ikna edici olmasa da; doğru strateji ve teşviklerle, petrol dışı ekonominin çeşitli sektörleri arasından milyar dolarlık girişimlerle hala yüksek seviyede DYY çekebilir.

Bu rapor, Azerbaycan’ın petrol dışı sektöründe ciddi miktarda DYY çekecek ve ülkenin STB’lerinin gelişiminde pastayı büyütecek, önemli bölge merkezi stratejisi ile direkt ilgili olan iki projeye dikkat çekilmesi gerektiğini önermektedir.

Bu demektir ki; iki anahtar proje -Alyat Limanı ve Bakü Haydar Aliyev Uluslararası Havaalanı- STB konseptine dahil edilmeli, dolayısıyla da esnek ve etkili hukuki çerçeve dahilinde inşa edilmelidir (Örn: Üretim Paylaşım Anlaşması). Bu yaklaşım iki pazarlanabilir projenin Azerbaycan’ın petrol dışı sektöründe; enerji sektöründe Eylül 1994 yılında imzalanan ‘Yüzyılın Sözleşmesi’ne benzer şekilde, “21. Yüzyılın Sözleşmesi” olmasıyla neticelenecektir. Bölgesel seviyede Azerbaycan, nakliye stratejisini; özellikle Türkiye, Gürcistan ve doğu-batı eksenindeki Orta Asya ülkeleri ve kuzey-güney istikametinde Rusya ve İran gibi komşu ülkelerle birlikte uyumlu hale getirmelidir.

Diğer Anahtar Tavsiyeler

Stratejik Hususlar

• Azerbaycan hükümeti, petrol üreticisi olmayan sektörlerdeki tüm ana kalkınma projelerini tek bir küresel hedef altında bir araya getirebilir.

• Azerbaycan gelecekte bölgenin merkezi olması adına uyumlu ve entegre bir vizyon geliştirmelidir. Bu stratejiyi ya da ana planı; liman, havaalanı, otoyol, STB, lojistik merkezleri ve diğer stratejik taşımacılık ve taşımacılık dışı projelerin gelişmesine bağlı tüm faaliyetleri kapsayacak şekilde entegre edilebilir.

• Farklı devlet bakanlıklarındaki parçalı zihniyet, ortak bir hedef doğrultusunda tüm projeleri yönetecek tümleşik bir vizyona dönüşebilir.

1614

Demiryolları ve Yollar

• TRACECA koridorunun (Avrupa, Kafkasya, Asya nakil koridoru) rekabet edebilirliğini artırmak için Azerbaycan; Gürcistan, Kazakistan ve Türkmenistan’ın yanı sıra Çin, Avrupa Birliği ve Türkiye ile yakın temas kurarak sınır geçişlerini kolaylaştırabilir ve bu hat üzerindeki nakil masrafları azaltabilir.

• Ülkedeki uluslararası öneme sahip tüm otoyollar farklı bir düzeyde görülmelidir. Uluslararası öneme sahip yollar için merkezileştirilmiş bir yol idaresinin kurulması zorunluluk arz etmektedir.

• Kuzey-güney hattı dahil olmak üzere Azerbaycan’ın demiryolu hatlarının tüm yönlerde geliştirilmesi çok kritik bir husustur.

Deniz Taşımacılığı

• Azerbaycan’dan geçecek uluslararası nakil koridorunun başarılı bir şekilde kalkınabilmesi için Hazar deniz taşımacılığı anahtar rolündedir. Hazar denizciliğinin mevcut durumu tatmin edicilikten çok uzaktır ve acil bir şekilde ilgilenilmeye ihtiyacı vardır. Şayet deniz taşımacılığına ilişkin öne çıkan sorunlar ve yapılması gereken hususlar ele alınmazsa; Azerbaycan, yakın gelecekte Hazar Denizi’ndeki deniz taşımacılığı payını kaybedecektir.

• Azerbaycan hükümeti, özel bir gemicilik firmasına BAKU-AKTAV ve Bakü-Türkmenbaşı arasında düzenli ro-ro ve vapur seferleri düzenlenmesi izni vererek; uluslararası tır trafiğini artırabilir.

Lojistik Sektörü

• Azerbaycan, hızlı hareket ederek, bölgesel ve uluslararası tedarikçilere, Azerbaycan içinden ve dışından lojistik destek sağlamak üzere özel bir ulusal lojistik firması kurabilir (hükümet desteğiyle). Rus devletinin hissedarı olduğu (Örn: Rus demiryolları) en büyük ve özel, çok türlü nakliye grubu olan FESCO tecrübesi, Azerbaycan için iyi bir model olabilir.

• Bununla birlikte hükümet, tüm sınırlar boyunca tırların gümrük formaliteleri için yük boşaltabileceği ve müşteri toplayabileceği “gümrük antrepoları” yahut “lojistik bölgeleri” kurmalıdır.

Hava Taşımacılığı

• Hükümet, Azerbaycan Havayolları için (AZAL) açık hedefler belirleyerek firmanın gelecekte önde gelen uluslararası birliklere üye olabilmesinin yolunu açabilir.

• Azerbaycan’ın jet yakıtı tedariki stratejik bir avantaj olup; hava nakliye merkezi stratejisi için anahtar rol hükmündedir. Jet yakıtı üretimi koordineli

HAZAR RAPORU17

HAZAR RAPORU15

olmalı ve Bakü Havaalanı rekabetçi fiyatlar için her daim ekstra yakıt bulundurmalıdır. Bu, Bakü’nün uluslararası hava nakliyecilerini çekebilmesi için birkaç önemli yoldan bir tanesidir.

• Bakü Haydar Aliyev Uluslararası Havaalanı, demiryolunu da kapsayan çeşitli taşıma yöntemleriyle Alyat Limanı’na bağlanmalı ve her iki şehrin de etkin bir şekilde çok türlü kargo transferi yapabilmesi sağlanmalıdır.

• Hükümetin, gelecekte Bakü, Alyat Limanı yakınlarına da bir havaalanı inşa etmeyi gözden geçirmesinde fayda vardır.

Serbest Ticaret Bölgesi Konsepti

• Mevcut STB konsepti ve hukuki rejimi gözden geçirilip güncellenerek, Azerbaycan’ın gelecek nakil ağı stratejisi güçlendirilmelidir.

• İki anahtar proje olan Alyat Limanı ve Bakü Uluslararası Havaalanı, STB konsepti dahilinde ele alınmalı; dolayısıyla da esnek ve etkin bir yasal çerçeveye göre inşa edilmelidir. (Örn: Üretim Paylaşım Anlaşması hukuki rejimi)

• Dünya çapında üst düzey yatırımcılar projelere yatırım yapmak için davet edilmeden evvel her iki projenin de stratejik planlaması tamamlanmış olmalıdır.

• Gelecek STB kalkınma projesi kapsamında Azerbaycan, Poti Limanı -STB yanısıra Aktav- Türkmenbaşı limanları-STB’leri hisselerini satın almayı yahut buralara yatırım yapmayı düşünmelidir.

• Tüm STB faaliyetleri ve çift maksatlı projeleri yönetebilmek adına doğrudan devlet başkanına rapor sunacak şekilde STB çalışmalarına özel bir yapı kurulmalıdır. 1990’larda imzalanmış enerji projelerinde sergilenen yaklaşımda olduğu gibi tüm çalışmalar doğrudan devlet başkanı tarafından koordine edilmelidir.

1816

15-16 Ekim 2012 tarihlerinde medyanın ilgisi Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de gerçekleştirilen -o vakte kadar dikkatlerden kaçmış olan- Ekonomik İşbirliği Teşkilatı’nın (EİT) toplantısına çevrilmiştir. Söz konusu ilgi artışının sebebi; Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ve İran Devlet Başkanı Mahmud Ahmedinejad arasında ana oturumlar sonrasında gerçekleşen beklenmedik görüşmedir. Her iki lider, Suriye çıkmazına bölgesel bir çözüm bulmak üzere, belli ki Suriye’deki iç savaşa ilişkin ciddi görüş ayrılıklarının üstesinden gelmenin bir yolunu aramışlardır.1 Bu hadise EİT’nin önemli uluslararası konularda farklı görüşlere sahip hükümet liderlerinin yüz yüze görüşme yapabileceği bir platform olduğu izlenimini doğurmuştur. Akabinde normal olarak fazla bilinmeyen EİT’nin başkaca yararlı işlevleri olup olmadığı sorusunu akla getirmiştir. Bu soru EİT üyesi olan Türkiye, Pakistan, dört Orta Asya Cumhuriyeti2 ve Hazar milletlerinin -Rusya hariç Hazar Denizi’ne kıyısı olan tüm ülkeler- ekonomik ve politik ilişkileri 1 SimonTisdall, ‘Iran and Turkey’s Meeting Reveals New Approach to Syria’, The Guardian(London) 25 Ekim 2012.2 Özbekistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Afganistan.

bağlamında önem arz etmektedir. Bu makale hâlihazırda karşılaşılan politik ve ekonomik sorunlarla birlikte EİT’nin tarihi gelişimini özetlemek amacını taşımaktadır. Devamında, teşkilatın takip eden yıllardaki potansiyel önemi üzerinde durulacaktır. EİT, Hazar Bölgesi’nde daha sıkı ekonomik ve politik bağların gelişmesi için önemli bir unsur mu olacak, yoksa herhangi bir uluslararası teşkilat olarak varlığını sürdürmeye mahkûm mu olacak?

Faaliyet alanı ve amacı daha sonra tamamıyla değişmiş olsa da, EİT’nin kökleri soğuk savaş dönemi ittifaklarına dayanmaktadır. 1955 yılında Amerika tarafından desteklenen İngiltere, Türkiye, Irak, İran ve Pakistan, Orta Asya’da batı yanlısı savunma birliği olarak Bağdat Paktı’nı oluşturmuşlardır. 1959’da Irak’ta Haşemit monarşisinin devrilmesinin ardından teşkilat, yegane Arap üyesini kaybetmiş ve Merkezi Antlaşma Teşkilatı (MAT) adı altında ‘kuzey kuşağı’ ittifakı olarak yeniden yapılanmıştır. 5 yıl sonra 1964’te, Türkiye, İran ve Pakistan ortak ticari ve ekonomik işbirliğini artırmak maksadıyla, paralel bir teşkilat olan

Türkiye - Hazar BölgesiEkonomik İşbirliği

Prof. Dr. William Hale

HAZAR RAPORU19

HAZAR RAPORU17

Kalkınma için Bölgesel İşbirliği’ni (KBİ) kurmuş ve ortak politik eksenlerine ekonomik bir boyut katmışlardır.3 MAT birliği ve Kalkınma için Bölgesel İşbirliği, İran Devrimi’nden sonra 1979’da dağılmıştır. Ancak 1985 yılında bu teşkilatın üç eski üyesi MAT’ın yerine geçecek şekilde EİT’yi kurmuştur. Devam eden süreçte fazla bir gelişme yaşanmasa da, soğuk savaşın ardından 1992 yılında bağımsızlığını yeni kazanmış cumhuriyetler olan Afganistan’ın yanı sıra, Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan, Kırgızistan, Kazakistan ve Azerbaycan’ın birliğe katılımı ile bu teşkilat yeniden güç kazanmıştır.4

EİT’nin asıl amacı üye ülkeler arasındaki ticaretin liberalleştirilmesi olmuştur. Bu doğrultuda ilk olarak 1991 yılında kurucular tarafından imzalanan Tercihli Ticaret Protokolü ve sonra 2003 yılının Temmuz ayında yürürlüğe giren diğer hedefler arasındaki ortak nakliye ağlarının geliştirilmesinin5 yanı sıra, ‘ticarette tarife engellerinin kaldırılmasına yönelik gümrük tarifelerinin düzenli olarak azaltılmasına’6 karar verdikleri EİT Ticaret Anlaşması 2003 Temmuz’da yürürlüğe girmiştir. Teşkilatın gelecek hedefleri arasında EİT Ticaret ve Kalkınma Bankası

3 Bkz. William Hale ve Julian Bharier, ‘CENTO, RCD and the Northern Tier: a Political and Economic Appraisal’, Middle Eastern Studies, Vol.8. No. 2 (1972) pp. 217-94 Richard Pomfret, ‘The Economic Cooperation Organiza-tion: Current Status and Future Prospects’, Europe-Asia Studies, Vol.49, No.4 (1997) pp.657-9.5 Ibid, Makale 9.6 EİT Ticaret Anlaşması (ECOTA) (İslamabad, Temmuz 2003) 3. Makale: EİT Sekreteryası web sitesinden (www.ecosecretariat.org/ftproot/Documents/Agreements/ECOTA) 28 Ekim 2012’de erişim sağlandı.

kurulmasının yanında bir reasürans şirketi ve EİT gemicilik ve havayolu şirketlerinin kurulması da bulunmaktadır.7

2012 Ekim ayında Bakü’de liderlere seslenen Başbakan Erdoğan, EİT’nin serbest ticaret bölgesi oluşturma hedefinden çok uzakta olduğunu itiraf etmiştir. Üye ülkelerin toplamda 400 milyonluk bir nüfusa sahip olduğunu vurgulayarak, şayet Ekonomik İşbirliği ve Ticaret Anlaşması tam anlamıyla uygulanırsa ortak ticaretin sekiz kat kadar artacağına dikkat çekmiştir.8 Benzer olarak, Türkçe günlük gazete Zaman’ın köşe yazarı Kadir Dikbaş’ın vurguladığı üzere 2012’nin ilk 8 ayında Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne ihracatı 2011’in aynı dönemine göre % 9.1 oranında azalırken EİT ülkelerine yapılan ihracat % 115 oranında bir artış göstermiştir.9 Bu durumu izah ederken çok dikkatli olmak gerekir. Türkiye’nin en problemli ve istikrarsız politik ilişkilere sahip olduğu İran, çelişkili biçimde EİT ülkeleri içerisinde ticaret hacminin en fazla olduğu ülkedir. Türkiye’nin 2011’deki resmi ticaret istatistiklerini de hesaplarsak, İran, EİT ülkeleriyle % 60’ın biraz üzerinde bir ticaret gerçekleştirmiş (% 39 ihracat, % 72 ithalat)10 ve EİT üyelerinin üzerinde çok az kontrolü olduğu dış politik nedenlerden çok fazla etkilenmiştir. Türkiye’nin 2012 yılında EİT’ye yaptığı ihracatın katlanarak artmasındaki en

7 Pomfret, op.cit., pp.659-608 ‘Serbest Ticaret Anlaşmasını Herkes İmzalasın, Ticaretimiz 8 Kat Artsın’, Zaman (İstanbul, günlük gazete) 17 Ekim 2012.9 Kadir Dikbaş, ‘ Zor Zamanda İhracat Rekoru Kırdığımız Bölge’, ibid, 16 Ekim 201210 Türkiye İstatistik Kurumu’ndan alınan veri (www.tuik.gov.tr), dış ticaret istatistikleri: 29 Ekim 2012’de erişim sağlandı.

2018

büyük pay İran’ındır. Ancak bu durum Türkiye’nin İran’a altın satışındaki keskin yükselişten kaynaklanmaktadır. Bu durumda, İran’ın nükleer silah geliştirme çabasına yönelik iddialar neticesinde; Birleşmiş Milletler, Amerika ve Avrupa’nın ekonomik yaptırımlar uygulanması hususundaki zorlamaları ve İran parasının devam eden süreçteki düşüşü; İranlı tacirlerin direkt olarak Türkiye’den yahut dolaylı yollarla Dubai’den yüklü miktarda külçe altın ihraç etmelerine yol açmıştır. Geçici olduğuna ilişkin net bir delil olmamakla beraber bu durum her hâlükârda, Türkiye’nin 2012’nin ikinci yarısında uluslararası yaptırım uygulama kampanyası nedeniyle İran’dan petrol alımını kısmasını dengelemek için yapılıyor izlenimi doğurmaktadır.11

EİT’ye ilişkin temel eleştirilerden bir tanesi tamamıyla politik ve stratejik önceliklerle yönetildiği ve ekonomik yaklaşımın eksik kaldığı yönündedir. Bu yaklaşım EİT’nin ekonomik hedeflerine ulaşmaktaki genel başarısızlığı nedeniyledir. 2012 itibarıyla Ekonomik İşbirliği Teşkilatı Ticaret Anlaşması (EİTTA) 10 üye ülkenin yalnız 5’i tarafından kabul edilmiştir (Afganistan, İran, Pakistan, Tacikistan ve Türkiye)12 ve serbest ticaret bölgesi kurulması adına çok küçük ilerleme belirtileri bulunmaktadır. 11 Aydın Albayrak, ‘Turkey-Iran Relations Economically Strained As Well’, Today’s Zaman (İstanbul, günlük gazete) 9 Ağustos 2012. Bu yazıya göre, üçüncü taraflar tarafindan temin edilen altın ihracatı İran Merkez Bankası tarafindan desteklenmiş olabilir.12 EİTTA İşbirliği Konseyi 3. Toplantı, 02-03 Ekim 2012, An-kara, www.ecosecretariat.org/ftproot/Press_Rls/2012/3ecota.htm web sitesinden: 29 Ekim 2012’de erişim sağlandı.

1995’e kadar EİT Bankası Anlaşması yapılamamış ve birçok ülke hala anlaşmayı imzalamamış yahut onaylayarak yürürlüğe koymamıştır. Dahası 450 milyon dolarlık ödenmiş sermaye ile çok sınırlı bir bütçe söz konusudur ve İran’la ilgili uluslararası yaptırımlara ilişkin sorun yaşamamak adına çok dikkatli hareket edilmesi gerekmektedir.13 Ticaretin liberalleştirilmesi doğrultusunda çok kısıtlı ilerlemeler yaşanmakta olup, grup arasındaki ticaret hacmi hala sınırlı boyuttadır. 2010 itibarıyla 10 üye ülkenin yapmış olduğu uluslararası ticaretin yalnızca % 7’si grup içerisindedir.14

EİT üyeleri başta Rusya ve Çin olmak üzere başka ortaklarla da ilişkilerin geliştirilmesi hususunda aktif durumdadır. EİT’nin Hazar üyeleri arasında 2009 yılı Aralık ayında Rusya ve Belarus ile gümrük birliği oluşturmayı kararlaştıran Kazakistan, politik ve ekonomik açıdan Rusya Federasyonu’na en yakın olanıdır. Bunu Rusya ve diğer altı Bağımsız Devletler Topluluğu ile 2011 Ekim ayında imzalanan serbest ticaret anlaşması takip etmiştir.15 Dünya Ticaret Örgütü istatistiklerine göre Avrupa Birliği, Kazakistan’ın en önemli ticaret ortağı olarak gözükmektedir. Avrupa Birliği’ni Rusya Federasyonu ve Çin takip etmektedir. EİT üyesi devletlerin hiçbiri listede ilk beşe girememiştir. Diğer Hazar devletleri arasında (Türkmenistan için 13 Abdullah Bozkurt, ‘Iran to Turn ECO into Paper Organi-zation’, Today’s Zaman, 15 Ekim 2012.14 Ibid.15 ‘Russia, Belarus and Kazakhstan Agree on Customs Union’, Turkish Weekly (www.turkishweekly.net/news) 5 Aralık 2009: 5 Kasım 2012’de erişim sağlandı: Greg Delaney, ‘Kazakhstan signs Free Trade Agreement with Russia & other CIS States’, from www.kazakhstanlive.com, 19 Ekim 2011, 5 Kasım 2012’de erişim sağlandı.

HAZAR RAPORU21

HAZAR RAPORU19

Dünya Ticaret Örgütü verisi mevcut değildir.)

=T ürkiye, özellikle de en önemli üçüncü

ihracat kaynağı olan Azerbaycan başta olmak üzere, tüm EİT ülkelerinin en çok ticaret yaptığı ilk beş ülke sıralamasında yer alan tek ülkedir. EİT oluşturulurken öngörülmemiş olan Çin’in, ciddi bir küresel oyuncu olarak ortaya çıkması dış çevreyi değiştirmiştir. Bu durum özellikle Kazakistan ve Türkmenistan örneklerinde kendini göstermektedir. Her ikisi de Asya’nın yükselen ekonomik gücüne istinaden devamlı artarak ithalat yapmanın yanında, Çin doğal gazı için büyük boru hatları döşemiş ya da

döşemektedirler.16

Ekonomik ve teknik faktörler EİT’nin bir ticaret grubu olarak açık başarısızlığını açıklamaya yardım etmektedir. Hazar Bölgesi’nde üyeler genellikle ilk üreticidirler ve birbirlerinden ziyade dünyanın diğer ülkelerine petrol ve gaz ihraç ederler. Türk ekonomisi ve diğer EİT ülkeleri ekonomileri arasında tamamlayıcılık derecelendirmesi söz konusudur. Türkiye bir istisna olarak sanayi ürünleri de ihraç edebilmektedir.

H er ne kadar Türkiye, Azerbaycan ve Gürcistan’ı birbirine bağlayacak şekilde, Kars-Bitlis-Bakü demiryolu inşa edilmeye başlandıysa da nakliyat ağı yetersizliği ayrıca bir problemdir.

16 Vladimir Socor, ‘China to Increase Central Asian Gas imports through Multiple Pipelines’, Eurasia Daily Monitor, Vol.9, No.152 (9 Ağustos 2012) and ‘Kazakhstan Expands Gas Transit Pipeline Capacities and Own Exports to China’, ibid, Vol.9, No.153.

Genel olarak Hazar devletleri petrol ve gaz rezervlerini ithalatı finanse etmek için kullanarak ve bölgesel ticaret ağlarının gelişimini öncelik listelerinin alt sıralarında tutarak uluslararası gelişim stratejilerinden ziyade daha içe kapalı hedefler tercih etmişlerdir. Bunun yanında, politik faktörler EİT’nin etkin bir şekilde gelişmesi adına çok ciddi engeller teşkil etmiştir. Bu hususta İran’ın üyesi bulunduğu, bölgedeki tek teşkilat olan EİT’den dışlanması, büyük bir problem olarak gözükmektedir. Bu yüzden İran Hükümeti kendisine uygulanan izolasyona karşı politik destek çekmeye çalışarak EİT’yi istismar etmekle suçlanmaktadır. İran’ın EİT’yi, kendisiyle ilgili ihtilaflara ilişkin bir propaganda aracı olarak kullandığı iddia edilmektedir. İran’ın bu çerçevede 2012 Ağustos ayında Tahran’da düzenlenen tarafsız bir eylemi kullanması gözleri diğer EİT hükümetlerine dikmiştir. Eylül 2012’de EİT; İran’ın, teşkilat yapısını bölgenin gerçek sorunlarının tartışıldığı bir forumdan ziyade ‘batı karşıtı bir kulübe’ dönüştürmeye çalışması korkusuyla bir Parlamenterler Meclisi kurma planını görüşmüştür.17

İran ve diğer EİT ülkeleri arasındaki ikili ilişkiler; İran’ın Türkiye ve Azerbaycan’la aralarını açacak şekilde Ermenistan ile olan sıkı ilişkileri ve Ankara ile Tahran’ın Suriye politikalarındaki keskin farklılıklar nedeniyle zarar görmüştür. Türkiye, İran’ın nükleer tesislerinin Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı tarafından denetlenmesi adına İran’ı ikna etmek

17 Bozkurt, op.cit.

2220

için uluslararası çabaları desteklemiş ancak netice alınamamıştır. Deniz yatağı sorununun dışında, Azerbaycan’ın İsrail’le insansız hava araçları ve füze savunma sistemi temini kapsamında Şubat 2012’de imzaladığı 1,6 milyar dolarlık silah anlaşmasını da beraberinde getiren askeri bağları nedeniyle İran ve Azerbaycan ilişkileri ciddi oranda zarar görmüştür. Her iki taraf reddetse dahi İsrail ile yapılan anlaşmanın, İran’a karşı gerçekleştirilecek olası bir saldırıda Azerbaycan hava sahasının İsrail hava kuvvetlerine kullandırılmasını da kapsadığı söylenmektedir.18 Nisan 2012’de Azerbaycan’ın direkt olarak İran’ı hedef aldığı düşünülen Hazar’daki tatbikatıyla tansiyon yükselmiştir.19 Bu ve bunun gibi, bölgedeki devletler arası ihtilaf ve çekişmeler EİT’nin bazı temel yönlendirmeler yahut yeniden inşalar olmaksızın konuşma kulübü seviyesinden öteye gidemeyeceği izlenimi doğurmaktadır.

Açıkçası, bu gibi engellerin üstesinden gelmek zor, hatta imkansız bile olabilir. Politik çekişmelerin dışında, tüm EİT üyelerinin ekonomik kalkınma stratejilerindeki değişim ve daha iyi bir

18 Mark Perry, ‘Israel’s Secret Staging Ground’, Foreign Policy, 28 Mart 2012. İsrail ve Azerbaycan arasındaki bağların gelişmesinin arka planı için, bkz. Alexander Murinson, Turkey’s Entente with Israel and Azerbaijan: State Identity and Security in the Middle East and Caucasus (London and New York, Routledge, 2010) özellikle pp.57-61, 123-33. İsrail’in Azerbaycan’la gelişen askeri ilişkilerinin, Türkiye’nin lehine olacak şekilde, İsrail yanlısı lobinin Amerikan kongresinde Ermenistan’la birlik oluşturmasına engel teşkil ettiği söylentile-rine neden olmuştur.19 Anar Valiev, ‘Azerbaijan’s Military Exercises in the Caspian: Who Is theTarget?’ Eurasia Daily Monitor, Vol.9, No 94, 17 Mayıs 2012.

ekonomik ortaklığa erişim planları, mesela bir tarafta Türkiye diğer tarafta Afganistan ve Tacikistan arasındaki ekonomik eşitsizlik nedeniyle çok az başarı umudu teşkil etmektedir. Bölge siyasetindeki yalnız kurt İran, komşularıyla ideolojik ve stratejik hedeflerde ters düştükçe EİT’nin Hazar Bölgesi’nde etkin bir bölgesel blok haline gelmesi mümkün gözükmemektedir.

Ancak bu, EİT’nin diğer üyelerinin teşkilatının tam anlamıyla bitmiş olduğunu ilan etmelerinin tavsiye edildiği anlamına gelmemektedir. Şayet böyle yapılmış olsa, İran bunu kendisinin uluslararası arenadan dışlanması için başka bir girişim olarak görecek ve bu durum diğer EİT üyesi ülkeler için daha büyük sorunlara yol açabilecektir, örneğin; Türkiye’de terörist saldırılar düzenleyen PKK’ya tam destek vererek. Bu bağlamda, diğer üyeler muhtemelen İran’ın ormanda başıboş dolaşmasına müsaade etmekten ziyade, onu kendi bahçelerinde tutmayı tercih edeceklerdir. Diğer taraftan, EİT’nin çok ciddi politik farkları olmayan ve bu projenin daha çok ilerlemesini isteyen üyeleri arasında serbest ticaret veya başkaca ortaklıklar geliştirerek Avrupa Birliği’ni taklit ettiği söylenebilir. Bu durum başkalarının, tamamen teşkilatın dışında kalmaksızın geri çekilmesini sağlayabilir ve çok az başarı şansı olan “herkese tek beden elbise’’ modeline uymaktan daha etkili olabilir. Bu suretle “esnek geometri’’ en uygun yol olabilir.

Daha spesifik olmak gerekirse, özel olarak Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan

HAZAR RAPORU23HAZAR RAPORU21

ve Türkmenistan’ı kapsayan bir proje en uygun ilerleme ihtimali olacaktır. (Gürcistan EİT üyesi olmasa da Türkiye ve Azerbaycan arasında asli bir coğrafi bağ olarak listeye dahil edilmelidir.) Şayet daha sonraki aşamalarda, İran’da dış politikayı yeniden yapılandıracak temel bir iç değişim yaşanırsa gruba dahil edilmesi her zaman söz konusu olabilir. Bu dört ülke (kısaca TAKT) tartışmalı ideolojik bağlılıklardan öte makul iyi ilişkilere sahiptirler. Genel olarak, hepsi de uyumlu hedefler gütmekte, hususiyle global ekonomik sistemin karşısında yer almaktan ziyade ona bağlı hareket etmektedirler.

Görünen o ki; böyle bir proje, son yıllarda petrol ve gaz sahalarındaki gelişmeler ve özellikle de çoğu Rusya yahut İran’a bağımlı mevcut sistemlere gerçek bir alternatif olan Trans Anadolu Doğal Gaz Boru Hattı Projesi (TANAP) sayesinde kredibilite kazanmış olacaktır. Bu sayede uzun süredir tartışılan; Orta ve Doğu Avrupa için yeni bir gaz temin kaynağı olan Nabucco Projesi de tekrardan canlanabilir. TANAP’ın mühim bir kısmı, mevcut arzı çok büyük oranda artıracak Türkmenistan ve Azerbaycan’ı birbirine bağlayan Trans Hazar Doğal Gaz Boru Hattı olabilir. Buna ulaşmak için, Azerbaycan ve Türkmenistan Trans Hazar Boru Hattı’nı beklemeksizin yahut sektörel sınırların belirlenmesinden etkilenmeksizin -Bakü ve Aşkabat arasındaki deniz sınırlarına ilişkin uyuşmazlık veya Rusya ve İran’ın olası vetolarının projeyi tıkamayacağını ima ederek- devam edebileceği üzerinde mutabakata vardıklarını bildirmişlerdir.20

20 Vladimir Socor, ‘Turkey Seeks Opportunity in Trans-Cas-pian Pipeline Project’, Eurasian Daily Monitor, Vol.9, No.164,

Görünüşe göre Kazakistan, TANAP’ın ana ortakları arasına dahil edilmemiştir. Ancak Azerbaycan üzerinden petrol ve gaz ihracatını artırmakla ilgilendiği söylenmektedir. Dahası, Kazakistan’ın Ekim 2012’de Türkiye ile aralarında kurulan Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi sayesinde Türkiye’nin bölgedeki en önemli ekonomik ortağı haline geldiği ifade edilmektedir. Bu vesileyle potansiyel bir TAKT birliğinde önemli bir rol üstleneceği düşünülebilir.21

Tüm bunlar, TAKT’ın EİT içerisinde ekonomik bir grup olarak kurulmasının sorunsuz bir şekilde gerçekleştirileceği anlamına gelmemektedir. Katılımcı ülkeler arasında trans-Hazar ve kara nakil hatlarının geliştirilmesi ve enerji sahası dışındaki alanların geliştirilmesi gibi daha yapılması gereken birçok şey bulunmaktadır. Trans Hazar Boru Hattı açık biçimde Rusya’nın Hazar enerji oyunundaki rolünü azaltacak olsa da, TAKT ülkeleri güçlü kuzey komşularıyla olan ilişkilerinde her zaman dikkatli olmak durumundadırlar. Her şeye rağmen EİT bünyesinde -ya da en azından bir parçası olarak- böyle bir birlik şimdiye kadar yapılanlara nazaran, uluslararası arenada çok daha etkin bir rol oynayabilir.

11 Eylül 2012.21 Richard Weitz, ‘Kazakhstan-Turkey Presidential Summit Deepens Economic Ties’, ibid, Vol.9, No.191, 19 Ekim 2012.

2422

Amerika Birleşik Devletleri’nde başkanların iki dönem seçilme geleneği, Obama döneminde de devam etti ve Obama bir 4 yıl daha Amerikan başkanlığını devam ettirme hakkını kazanmış oldu.

A merikan başkanları genelde ilk dönemlerindebir sonraki dönem içinde seçilme kaygısı olduğundan gerçekten inandıkları politikaları veya kısa vadede uygulaması zor olan reformları hayata geçirmekte ürkek davranabiliyorlar. Obama artık tekrar seçilme kaygısı olmadığı için muhtemelen bazı yapısal problemler konusunda daha cesur davranması beklenecektir.Obama’nın bu dönemde önündeki en büyük imtihanı ekonomi ile olacaktır.

Başkan 2008 yılının Kasım ayında göreve geldiğinde Amerikan ekonomisi konut kredilerine dayalı olarak başlayan krizden çoktan etkilenmeye başlamıştı. 2008 yılının başında % 5 seviyesinde olan işsizlik oranı yıl sonu itibarıyla % 7,3’e kadar yükselmiştir. Bu yükseliş 2009 yılının Ekim ayına kadar sürdü ve işsizlik çift haneli rakamları görmüş oldu. Dolayısıyla Obama seçildiğinde ekonomik kriz çoktan başlamıştı ve Amerikan halkı yaşanan krizden ve daralan ekonomiden Obama’yı sorumlu tutmadı. Hatta seçmenler Obama’nın ekonomik krize karşı uyguladığı politikaların doğru olduğuna inanmış olacak ki, Başkan ikinci kez seçilmeyi başarmış oldu. Gerçekten Obama hem maliye politikası ile hem de

FED’in uyguladığı para politikası ile ekonomiyi tam olarak kriz öncesi hıza ulaştıramasa da toparlanmasını sağlamış oldu. Öncelikle FED, Lehman Brothers’ın batışından itibaren başlayan süreçte çok büyük bir parasal genişleme

0,0

5,0

10,0

15,0

2007

-01

2007

-06

2007

-11

2008

-04

2008

-09

2009

-02

2009

-07

2009

-12

2010

-05

2010

-10

2011

-03

2011

-08

2012

-01

2012

-06

İşsizlik Oranı

Obama’nın Ekonomiyle İmtihanı

Dr. Fatih MacitSüleyman Şah Üniversitesi Ekonomi Bölüm Başkanı

HAZAR RAPORU25

HAZAR RAPORU23

dönemine girdi. Örneğin, 2008 yılının Eylül ayında 950 milyar dolar seviyesinde olan FED’in bilanço büyüklüğü şu an neredeyse 3 trilyon dolara kadar yükselmiş durumda. Merkez Bankası’nın yaptığı bu hızlı genişleme ilk etapta ekonomik canlanmaya çok fazla katkı yapmasa da bankaların bilançolarının hızlı bir şekilde toparlanmasına çok ciddi şekilde yardımcı

oldu. FED bunu yaparken Obama da maliye politikası yoluyla ekonomiye destek olmaya çalıştı. Başkan, çıkardığı 787 milyar dolar büyüklüğündeki ekonomiyi canlandırma paketi ile hem istihdamı artırmayı hem de krizden en çok etkilenen

kesimlere biraz olsun nefes aldırmayı planlıyordu. Özellikle altyapı, eğitim, sağlık ve enerji alanlarında ciddi harcamalardan ve tüketimi artırmayı hedefleyen vergi teşviklerinden oluşan paket de ekonominin krizden sonra toparlanmasına yardımcı oldu. Bütün bu uygulanan politikalar

neticesinde ekonomi dört çeyrek küçülmenin ardından 2009 yılının üçüncü çeyreğinde uzun vadeli ortalamaların altında olsa bile tekrar büyümeye başladı. Fakat ekonomiyi tekrar toparlamak için verilen bu uğraşlar özellikle 2008 yılından itibaren Amerika’da mali dengeleri ciddi şekilde bozdu. Ekonomideki daralma

yüzünden düşen vergi gelirlerine ve ekonomiyi canlandırmak için artan harcamalara bir de finans sektöründe oluşan zararları giderme çabası eklenince bütçe açığı rekor seviyelere yükseldi. 2009 ve 2010 yıllarında bütçe

açığının GSYİH’ya oranı çift haneli seviyelere ulaşırken 2011 yılı içinde toplam borcun yine GSYİH’ya oranı % 100’ü geçmiş oldu. Hatta 2011’in yaz aylarında Amerika’nın borçlanma tavanı konusunda sınıra dayanmış olması ve bu

-10,0

-5,0

0,0

5,0

10,019

90q1

1991

q319

93q1

1994

q319

96q1

1997

q319

99q1

2000

q320

02q1

2003

q320

05q1

2006

q320

08q1

2009

q320

11q1

2012

q3

GSYİH Büyüme Oranı

01000000200000030000004000000

2008

-01-02

2008

-04-16

2008

-07-30

2008

-11-12

2009

-02-25

2009

-06-10

2009

-09-23

2010

-01-06

2010

-04-21

2010

-08-04

2010

-11-17

2011

-03-02

2011

-06-15

2011

-09-28

2012

-01-11

2012

-04-25

2012

-08-08

FED'in Bilanço Büyüklüğü

2624

 

0.00  20.00  40.00  60.00  80.00  

100.00  120.00  

Kamu  Borcu/GSYİH  

konuda Cumhuriyetçiler ile Demokratlar arasında bir türlü anlaşma sağlanamamış olması Amerika’yı temerrüdün eşiğine getirmiş oldu. Son anda varılan anlaşmayla borçlanma limiti 400 milyar dolar artırılmış ve Amerika o dönem temerrüdün eşiğinden dönmüştü. Fakat

varılan bu anlaşma o dönem mevcut olan yaraya pansuman yapmaktan başka bir şey değildi ve Demokratlar ile Cumhuriyetçiler arasında bütçe açığının nasıl düşürüleceği konusundaki görüş ayrılığı ortadan kalkmış değildi. Cumhuriyetçiler herhangi bir vergi artırımı olmaksızın harcamaların azaltılarak

açığın düşürülmesini savunurken, Demokratlar harcamaların azaltılarak değil özellikle yüksek gelir grubundaki kesim için vergilerin artırılarak bütçe açığının küçültülmesini istiyordu. Nihai karar oluşturulan “Süper

Komite”’ye devredilmiş, fakat bu komitede de Demokratlar ile Cumhuriyetçiler arasında bir anlaşmaya varılamamıştı. Normalde 2011 yılı sonuna kadar bu komitenin önümüzdeki 10 yıl içinde yapılacak yaklaşık 1,2 trilyon dolarlık

harcama kesintilerine ilişkin bir karar vermesi bekleniyordu fakat harcama kesintilerinin hangi kalemlerden yapılacağı üzerinde mutabakat sağlanamadığı için komite çalışmalarını sonlandırmıştı.

T abii bütün bu tartışmalar sürerken Amerika tarihinde ilk defa kredi notu indirimi ile karşılaştı ve S&P ABD’nin kredi notunu AAA seviyesinden AA+ seviyesine indirdi. Fakat pratikte bu not indiriminin piyasalara ciddi bir etkisi olmadığı gibi Amerikan Hazinesi

 

-­‐5.00  

0.00  

5.00  

10.00  

15.00  

Bütçe  Açığı/GSYİH  

HAZAR RAPORU27

HAZAR RAPORU25

eskisinden daha rahat borçlanabilir hale geldi.Obama tekrar başkan seçildi fakat özellikle ekonomi anlamında kendisini zor günlerin beklediği muhakkak. Başkan ilk sınavını yaklaşan Mali Uçurum konusunda verecek. Mali Uçurum 1 Ocak 2013 tarihi itibarıyla gerçekleşecek bazı otomatik vergi artırımları ve harcama kesintilerinin oluşturacağı etkilere vurgu yapıyor.

Önceki başkan Bush döneminde ekonomiyi canlandırmak amacıyla getirilen bazı vergi indirimlerinin süresi 2010 yılında dolmuştu. Fakat Obama o dönem ekonominin içinde bulunduğu durumu dikkate alarak bu vergi indirimlerinin iki yıl daha uzamasını sağlamıştı. Şimdi eğer değişiklik yapılmaz ise, Bush döneminde getirilen vergi indirimleri 1 Ocak 2013 tarihi itibarıyla sona eriyor. Böylece birçok Amerikalı için harcanabilir gelir düşmüş olacak. Özellikle tüketim harcamaları konusunda sıkıntı çeken ve toparlanma konusunda yavaş hareket eden ekonomi önemli bir yara almış olacak. Mali uçurumun diğer bir boyutu da harcama kesintileri ile ilişkili. 2 Ağustos 2011 tarihinde Kongre, yaşanan borç tavanı artırım krizini aşmak için Bütçe Kontrol Kanunu (Budget Control Act of 2011) adlı bir yasa çıkardı. Bu yasayla borç tavanının artırılması krizi geçici olarak aşıldı fakat bütçe açığının nasıl düşürüleceği yönündeki tartışmalar “Süper Komite” adı verilen bir yapıya bırakıldı. Bu yapının 2011 yılının sonuna kadar önümüzdeki on yıl içinde bütçe açığının yaklaşık 1,2 trilyon

dolar düşürülmesine yönelik bir çözüm paketi hazırlaması bekleniyordu. Fakat daha önce de belirttiğimiz gibi komite bu konuda bir anlaşma sağlayamadı. Yasadaki diğer bir madde, anlaşma sağlanamaması durumunda 2 Ocak 2013 tarihinden itibaren savunma ve diğer bazı harcama kalemlerinde otomatik kesintiler öngörüyordu. İşte bu yüzden eğer yasada değişiklik yapılmazsa birçok harcama kaleminde ciddi kesintiler yaşanacak. Bu mali tablo karşısında gerçekten durumu bir uçuruma benzetmek çok yanlış görünmüyor.

A merikan ekonomisi özellikle Avrupa ekonomisine göre daha iyi durumda fakat hala toparlanma oldukça yavaş ilerliyor. Dolayısıyla böyle bir ortamda hem vergilerin artırılması hem de harcamaların kesilmesi ekonomiyi ciddi bir durgunluğun içine sokabilir.

Bütçe açığının düşürülmesi orta ve uzun vadede büyümeyi teşvik edecektir fakat bu şekilde sert bir düşüş 2013 yılında Amerikan ekonomisini tekrar resesyona sürükleyebilir. Obama şimdi ilk sınavını bu mali uçurum konusunu çözme konusunda verecek. Her iki tarafta bütçe açığının düşürülmesi konusunda hemfikir olsa bile Demokratlar ve Cumhuriyetçiler bu konuda ciddi görüş ayrılığı içinde bulunuyor. Demokratlar ekonominin daha yeni yeni toparlanmaya başladığı bir dönemde harcamaların kesilmesi taraftarı değiller. Bunun yerine bütçe

2826

açığının özellikle yüksek gelir grubundaki bireyler için yapılacak vergi artırımı ile çözülmesini istiyorlar. Cumhuriyetçiler ise yeni bir vergi artırımının her türlüsüne karşı çıkıyorlar ve bütçedeki açığın harcamalarda yapılacak kesintilerle düşürülmesini savunuyorlar. Obama ekonomiyi gerçekten bu uçurumun eşiğinden alabilmek için bu iki görüş arasında bir orta yol bulmaya çalışacaktır. Muhtemelen kalıcı yapısal bir çözüm bulunamasa da en azından şimdilik bu Mali Uçurum’un ekonomi üzerinde oluşturabileceği olası zararları önleyecek bir sonuç çıkacaktır.

Obama’nın ekonomiyle ilgili diğer bir imtihanı; mevcut durumda yavaş ilerleyen toparlanmanın nasıl hızlandırılacağı ve istihdamın artırılması olarak görünüyor.

U ygulanan politikalar zor günlerin geride kalmasını sağladı fakat ekonomi hala potansiyel büyüme hızının altında seyrediyor. İşsizlik çift haneli rakamlardan % 7,9 seviyesine kadar geriledi ama hala uzun vadeli ortalaması olan % 5 oranının çok üzerinde bulunuyor.

Para politikası şu an ekonomiye verebileceği desteğin sınırına gelmiş bulunuyor. Son dört yıldır 2 trilyon doların üstünde bir parasal genişlemeye gidildi ve faizler neredeyse sıfira kadar indirildi. Fakat özellikle hanehalkı borçluluğu yüksek seviyelerde olduğu için bunun ekonomi üstündeki etkisi son

derece sınırlı oldu. Obama ekonomik büyümeyi desteklemek için maliye politikasını kullanmayı daha çok istiyor. Özellikle yapılacak altyapı yatırımları ve sosyal güvenlik harcamaları ile ekonomiye yeni istihdam yaratmayı planlıyor. Bunun yanında Obama özellikle temiz enerji programları ile ekonomide yeni sektörlerin oluşmasını ve yaklaşık 5 milyon kişiye istihdam oluşturulmasını planlıyor. Güneş ve rüzgâr enerjisi gibi yenilenebilir enerji alanlarına yapılacak yatırımlar sayesinde ülkenin hem ithal enerjiye olan ihtiyacının azaltılması hem de yeni iş sahaları yaratılması Obama’nın gündemindeki bir diğer ekonomi politikası olacaktır. Obama ikinci defa seçildi ama özellikle ekonomik durum anlamında kendisini zor bir dönem bekliyor. Eğer Cumhuriyetçileri ikna edip özellikle mali anlamda istediği politikaları uygulayabilirse ve bu da ekonominin tekrar büyüyüp istihdam oluşturmasına yardımcı olabilirse Amerikan ekonomisi mali alanda derin bir nefes alabilir.

A merikan ekonomisinin tekrar potansiyel büyüme hızına ulaşması ve mali dengeleri sağlaması sadece Amerika’ya değil tüm dünyaya olumlu katkı yapacaktır.

HAZAR RAPORU29

HAZAR RAPORU27

BP – Rosneft Anlaşması: Beklentiler ve Olası Sonuçlar

Gulmira Rzayeva

Rus borsasına kayıtlı Rosneft’i dünyanın en büyük petrol üreticilerinden bir tanesi haline gelmesini sağlayan TNK-BP devri; Rus, İngiliz ve diğer uluslararası yorumcuların son haftalarda ciddi manada haber ve analizler yayınlamalarına sebep olmuştur.

R osneft her ne kadar borsaya bağlı bir kuruluş olsa da, hisseleri % 70 üzerinde Rus hükümeti tarafindan kontrol edilmektedir.

Günlük üretim gideri 4 milyon varilin biraz üzerinde olmasına rağmen ki bu Exxon ve Petrobras’tan oldukça fazladır, beklentilere göre Rosneft 23 milyar varil petrol rezervine erişecektir; bu da Exxon Mobil ya da Brazilian Petrobras’la eşit düzeydedir. TNK-BP devralımını gerçekleştirdiğinde, EBITDA’nın bu yılki tahmininin iki katı olacak şekilde, Rosneft’in net hacmi 70 milyarın üzerine çıkacaktır.

Rosneft BP’nin, TNK-BP’deki % 50’lik payını alırken, BP Rosneft’in % 12.84’lük hissesine ortak olmaktadır. BP, Rosneft’in

% 5.6’lık hissesine 4.88 milyar dolar (hisse başına 8 dolar) ödeyerek Rosneft’teki toplam hissesini % 19.75’ çıkartmaktadır. Bu da, BP’ye Rosneft yönetimine iki kişiyi atama hakkı tanımaktadır. Bunlardan bir tanesi muhtemelen BP’nin Rusya’daki yöneticisi David Pitty; diğeri ise BP’nin TNK-BP’deki ortakları arasında tansiyonun zirve yaptığı 2008 yılında Rusya’yı terk etmek zorunda kalan ve şimdilerde Rusya’ya en önemli ekonomik yatırımlarından bir tanesini yönetmek üzere yardım etmeye gelmesi muhtemel Robert Dudley’dir.

BP yönetimine Rosneft’i temsilen bir kişinin atanması adına çeşitli nedenler vardır.

B P yönetimine bir Rus yöneticinin atanması, işletmenin 104 yıllık tarihinde bir ilk olacaktır.

Putin’in yakın arkadaşı ve enerji çarı olan Igor Sechin’in BP yönetiminde yer alması ihtimali hiçbir zaman reddedilmemiştir.

Enerji Uzmanı

3028

Angola ormanlarındaki vahşi kapitalizmden BP yönetimine çıkmak Sechin için inanılmaz bir kariyer olmalı.Anlaşmanın her iki taraf için de ekonomik olarak kârlı olduğu hususunda uzmanlar farklı görüşlere sahiptir. BP’nin TNK-BP üretiminden yıllık geliri 3 milyar dolardı. Hisselerini sattıktan sonra firmanın Rusya’daki aktivitelerinden geliri, 3 kat azalacaktır. Aynı zamanda üretim sahasının da % 25’ini kaybedecektir. Bu noktada sorulması gereken soru şudur: Petrol ve gaz üretiminin % 20’si civarında hissedarı olan İngiliz petrol devi, kârlı ve gelişen bir yatırım olan firmayı bırakıp Rusya devleti kontrolündeki Rosneft’te küçük yatırımcı olmayı neden tercih ediyor?

Başka bir soru da; AAR, Rosneft teklifini artırıp TNK-BP’nin % 50 hissesini satın alarak firmanın neden tek sahibi olmadı?

Medya kuruluşları ve politik uzmanların gözden kaçırdıkları temel bir nokta var. Mevcut anlaşma finansal olarak olmasa da politik olarak Moskova BP için son derece kârlıdır. Rusya’nın BP yönetimine direkt katılımıyla, mevcut ve gelecek gaz projeleriyle ilgili kritik kararlarda 2 yıldır tırmanan tansiyona karşı BP, Bakü ve SOCAR’a politik bir cevap vermiş olacak mıdır? Bunun karşılığında Moskova’da BP’nin lider oyuncu olduğu Güney Gaz Koridoru ve Şah Deniz projelerini engellemek için ciddi bir imkan elde etmiş midir?

Belki de Putin ve Sechin, kabul etsinler yahut etmesinler, uzun dönemde Hazar gazının Avrupa piyasası için stratejik açıdan çok önemli olduğu hususunda bilgilendirilmişlerdir ve bu doğrultuda Rusya da bu durumdan kâr etme amacı gütmektedir. Gazprom’un Güneydoğu Avrupa ve Balkan piyasaları ile gaz alım-satım anlaşması vardır. Fakat bu anlaşmaların hiçbiri 2022’nin ötesine gitmemektedir.

G azprom’a bağımlı olan hiçbir piyasa, bu bağımlılıklarını daha da artırmak niyetinde değildir ve hevesle Şah Deniz ihracatını beklemektelerdir. Gazprom’un geleneksel tekelci pozisyonu Rusya’nın Dünya Ticaret Örgütü vizyonuna ters düşüyor da olabilir. Tüketici seçeneği arttıkça (LNG, kaya gazı ve Doğu Akdeniz gazı) Rus stratejistler seçenek portfolyolarını genişletmeleri gerektiğini fark etmiş olabilirler.

Bakü ve Brüksel’in en çok korktuğu şey, Rosneft veya bunun iştiraklerinden herhangi birisinin BP üzerinden Şah Deniz ve Güney Gaz Koridoru gibi üretim ve aracılık projelerine dahil olmasıdır. Sonuç açık: Rusya’nın tüm projeyi manipüle etmesi kaçınılmazdır. Wall Street Journal’da yayınlanan bir röportajında Sechin, Rosneft’in mevcut kaynakları üzerinden muhtemelen uluslararası ve tamamıyla yeni bir yatırım fonu oluşturduğunu iddia etmiştir. ‘Bir yatırım

HAZAR RAPORU31HAZAR RAPORU29

grubu, bir yatırım holdingi hiçbir zaman bölgeden uzak kalamaz ve bu durum Rosneft ya da herhangi bir büyük firma için de geçerlidir. Bu ifade farklı şekilde de yorumlanabilir. Rosneft yatırım grubu ya da kardeş gaz firması da kolaylıkla bölgedeki üretim ve aracılık projelerinde ortak yatırımlara girebilir.’

Sechin, yakın zamanda yaptığı bir açıklamada Gazprom’un ihracat tekelindeki gelişmeleri desteklediğini ifade etmiştir. İlginç bir şekilde, Rosneft’in Gazprom ile ortak olarak gelecekte gaz ihraç etme ihtimalini göz ardı etmediğini vurgulamıştır. Sechin’in söylemek istediği, Gazprom ile aynı çizgide çalışan Rusya’da tek bir ihraç kanalının oluşturulmasıdır. Dahası, Sechin özellikle Gazprom gazının satılması gibi bir ihtimal üzerinden herhangi bir gaz ticareti yatırımını göz ardı etmemektedir. Şu durumda, TAP hissedarı BP’nin stratejik ortağı Rosneft’in, TAP’a veya TAP üzerinden gaz satmasına müsaade edeceği öngörülebilir. Bu senaryo Azerbaycan gazının projede ve piyasada (örn: İtalyan piyasası) rekabete girmesiyle sonuçlanacaktır.

Bununla birlikte daha geniş bir jeopolitik perspektiften bakıldığında, bu durum Moskova’nın NATO tarafindan desteklenen Avrupa-Atlantik enerji güvenliği konseptini tehdit etmesini ya da kârlı bir şekilde bu konsepte katılmasını sağlayacaktır. NATO’nun Güney kanadında, Azerbaycan, İran,

Kazakistan ve Türkmenistan olmak üzere Hazar’ın çevresinde ya da Hazar kanalıyla Rusya’ya komşu olan dört ülke mevcuttur. Bu ülkeler de ciddi enerji kaynaklarına sahipler ve aynı stratejik, kârlı piyasalar için Rusya ile yarışmaktalardır. Bazı senaryolarca bu ülkeler Rusya’nın ortağı gibi hareket edip Rusya’nın patronluğunda bir Avrasya Enerji Üreticileri Konsorsiyumu oluşturmak üzere Rusya’nın Avrasya topraklarında daha geniş bir enerji stratejisine sahip olmasını sağlayabilirler.Açıkça görülüyor ki; böyle bir konsorsiyum Rusya’nın yararına olacaktır. Ancak aynı kârlı durumun diğer katılımcılar için de geçerli olduğunu söylemek güçtür. Böyle uzun dönemli bir stratejinin hayata geçirilebilmesi için Rusya’nın ciddi çaba sarf etmesi ve potansiyel katılımcılara önemli teşvikler sağlaması gerekmektedir. Bu ülkelerden bazıları fiili manada Sovyetler Birliği’ne dönüşü istememektedir. Zira yirmi yıldan beri bu ülkeler son derece başarılı ve özgür bir milli enerji politikası inşa etmişlerdir. Rusya BP yönetimindeki koltuğunu uzun dönem stratejik hedefleri için nasıl kullanacak? Rusya’nın gelecek on yıl içerisinde Putin sonrası döneme hazırlandığı gibi, belki de bu hedeflerin değişebileceği ihtimali üzerinde durmalıyız.

Jeopolitik spekülasyonlar bir tarafa, Güney Gaz Koridoru ve Şah Deniz projeleri için bazı olumlu neticelerden bahsetmek mümkündür. Genel anlamda,

3230

AAR oligarklarındansa Rosneft ve tabii Rusya’nın BP için operasyonel ve stratejik anlamda çok daha iyi bir ortak olduğundan bahsedilebilir. Macondo’daki kötü netice ve diğer sorunların ardından, BP yönetimi daha temkinli hareket etmektedir. AAR’dan kaynaklanan sorunlar olmaksızın BP yönetimi, ortakları adına çok daha iyi kararlar alacaktır. Bu çerçevede, öncelik ve bakış açısına göre Azerbaycan ve Güney Gaz Koridoru’nun bu anlaşmadan (dolaylı olarak) kârlı çıkması söz konusudur.

R usya için, elitler tarafindan seslendirilen ulusalcı retoriğe rağmen uzun bir sürenin, ardından Dünya Ticaret Örgütü’ne dahil olunması ciddi bir kilometre taşı hükmündedir.

Sakhalin ve şimdi Rosneft, büyük oranda yabancı ortaklıkla, Rusya’nın üretim alanında önde gelen ortak girişimleridir. Almış olduğu askeri ve hiç kuşkusuz Marksist eğitime rağmen Sechin sanki son yirmi yıldır Adam Smith okuyor gibidir. Şimdilerde Sechin kendisini iki taraflı dünyada Rus petrolü için uzun dönemli ve sürdürülebilir bir gelecek hazırlamak adına sorumlu hissetmektedir. Belki BP ve Azerbaycan Sovyetlerden kalma gaz boru hattı çekişmesinden herkesi uzaklaştırarak, eski Sovyetler Birliği’nin dışında yeni Rosneft ile ortak girişim kurmak suretiyle, çeşitli firsatları değerlendirmeyi dikkate alıyordur.

Azerbaycan’ın stratejik bakış açısından, şüphesiz Güney Gaz Koridoru ve Şah Deniz projeleri çok önemli milli çıkarlar içermektedir. Rusya belki zamanla enerji stratejisini daha çok Dünya Ticaret Örgütü ve piyasa odaklı hale getirebilir ya da getirmeyebilir. Şüphesiz bölgedeki enerji jeopolitiği ve özellikle de Güney Gaz Koridoru açısından yeni bir döneme girmekteyiz. Proje için teknik olmayan riskler hala mevcut olmakla birlikte bu risklerin önümüzdeki aylarda azalması ihtimali az da olsa vardır. Doğrusu bizler (Çin atasözünde denildiği gibi) ciddi manada ilginç zamanlar yaşamaktayız.

HAZAR RAPORU33HAZAR RAPORU31

Prof. Dr. Ercüment TEZCANGalatasaray Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi

Avrupa Birliği’nin Geleceği: Mitler Ve Gerçekler

Avrupa Birliği’nin geleceğiyle ilgili beklenti ve senaryoları gündeme getirirken öncelikle 3 hususun altını çizmek gerekir.

İlk olarak Avrupa Birliği’nin iç dinamikleri konusu gelmektedir. Daha açık bir ifadeyle, Avrupa Birliği’nin kendisi nasıl bir gelecek istiyor, nasıl bir gelecek beklentisi içindedir? Ya da AB kendi geleceğini nasıl şekillendirmek istiyor? Bu sorunun yanıtını kuşkusuz AB’nin bizzat kendisi verecektir, vermelidir.

Ancak bu noktada Avrupa Birliği’nin tek aktörden oluşmadığını; 27 ülkeye mensup 500 milyon kişinin yanı sıra, bizzat üye devletlerin, çeşitli baskı/çıkar gruplarının, lobilerin, siyasi hareketlerin/partilerin/eğilimlerin, AB kurumlarının varlığını hesaba katmak gerekir. Bu nokta önemli, zira büyük umutlarla hazırlanan AB Anayasası bu bileşenler arasında tam anlamıyla uzlaşılamadığı için yürürlüğe

girememiştir. Dolayısıyla “AB’nin geleceği nasıl olacaktır?” sorusunu “AB nasıl bir gelecek istiyor?” ya da “AB kendisine nasıl bir gelecek çiziyor?” sorularıyla yanıtlamak en mantıklısıdır.

AB’nin geleceği konusunda altı çizilmesi gereken ikinci husus konjonktür ya da dış faktörlerdir. Bu husus eskiden olduğu gibi son dönemlerde de oldukça belirleyici bir hale gelmiştir. Daha açık bir ifadeyle, AB kendi geleceğini kendisi belirleyecek olsa da bunu dış faktörlerden bağımsız olarak yapamayacaktır. Bu noktadaki en tipik örneklerden biri Sovyet Bloğu’nun 1989’da çökmesidir. Bunun sonucu olarak Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri rotalarını AB’ye çevirmişler, ilk başlarda zihni oldukça bulanık olan AB, bu ülkeleri 2004 yılında üye olarak içine almak zorunda kalmıştır. Bu örnek kadar iç açıcı olmayan ikinci örnek ise 2010’dan bu yana AB’nin

Avrupa Birliği’nin Geleceğiyle İlgili Beklenti ve Senaryoları Yorumlarken Dikkat Edilecek Hususlar

3432

içinde olduğu ve hala devam etmekte olan ekonomik-mali krizdir. Her ne kadar bu kriz AB’ye üye ülkelerde patlak vermişse de bunu bir iç sorundan daha ziyade olumsuz konjonktür olarak görmek gerekir. Dolayısıyla AB son iki yıldaki mesaisinin büyük bölümünü, bu anlamsız ancak oldukça tehlikeli olan mali krizle mücadeleye harcamıştır. Tabii bu arada söz konusu krizin ve AB’deki ekonomik-parasal birlik alanındaki yapıyı/kazanımları ciddi şekilde tehdit ettiğini, yer yer umutların tükendiği anlar yaşandığını, AB için konunun bir ölüm-kalım sorununa dönüştüğünü belirtmek gerekir. Bu durumda şayet bu yazı bu kriz öncesi yazılmış olsaydı, ya da bu kriz çıkmamış olsaydı tamamen farklı şeyler tartışılıyor olacaktı.

Son husus ise AB’deki konuların hassasiyeti konusudur. Örneğin Avrupa Parlamentosundaki üyelerin doğrudan halk tarafından seçilmesi çok çabuk gerçekleşmemiştir. Bu konu başlangıçta çok hassas bulunmuş, ancak zamanla bu çerçevedeki sorunlar aşılabilmiştir. Ancak gene de yaklaşık 30 yıl beklemek gerekmiştir (1951 AKÇT antlaşması/Haziran 1979 seçimleri). Aynı biçimde 2004 genişlemesi her ne kadar başlangıçta çok net olmayan bir görünüşe sahip olsa da, olayın önemi kavranmış, Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri, özellikle de Romanya ve Bulgaristan çok hızlı bir şekilde AB’ye alınmışlardır. Ancak bunun tam tersine Türkiye konusunda AB’de kafalar karışık

olduğu için Türkiye günün birinde üye olabilme umuduyla AB’nin kapısında hala bekletilmektedir. Sonuç olarak AB belirli bir ritme tabi olarak kendi gelişimini sürdürmektedir/yaşamaktadır. Bu süreçte mutabık kalınan ve pürüz çıkmayan konularda AB’de çok çabuk ilerleme sağlanmaktadır. Bunun tersine olan durumlarda ilerleme oldukça yavaş ve sorunlu olmaktadır.

Dolayısıyla AB’nin geleceğiyle ilgili senaryolar ortaya konulurken yukarıdaki faktörleri dikkate alarak yapılacak değerlendirmeler daha isabetli olacaktır. Bunun sonucu olarak bu faktörlerin olumlu ya da olumsuz olmasına, pürüz olup olmamasına bağlı olarak birtakım tahminlerde bulunmak mümkündür.

Avrupa Birliği’nin Kurumsal Yapısının Geleceğiyle İlgili Muhtemel Senaryolar

Yukarıdaki faktörlerin daha olumlu olması durumunda birtakım konularda bazı öngörülerde bulunulabilir:

Öncelikle AB’nin kendi içinde kurumsal anlamda birtakım gelişmelerin yaşanması muhtemeldir. Bunların arasında

A B’de siyasi birliğin tesisi için öncelikli olanlar nelerdir?” diye sorulacak olursa. öncelikle Avrupa Konseyi Başkanı’nın daha güçlü bir konuma gelmesi ve hatta doğrudan seçimlerle işbaşına gelmesi gelmektedir.

HAZAR RAPORU35HAZAR RAPORU33

Bu kuşkusuz çok yakın vadede gerçekleşecek bir durum değildir. Ayrıca henüz ne üye devletlerin ne de kamuoyunun böyle bir gelişmeye hazır olmadıklarını vurgulayalım. Ancak gerçekleşmesi durumunda hem AB’yi ABD federalizmine yaklaştıracak, hem de AB’de siyasi birliğin önündeki engellerin pek çoğunu bertaraf edecektir.

Aynı bağlamda AB Komisyonu Başkanı’nın seçimle işbaşına gelmesi de muhtemel senaryolardan biridir. Bu noktada Almanya Şansölyesi Merkel daha önce böyle bir fikre sıcak baktığını açıkça belirtmiştir. Dolayısıyla Komisyon Başkanı’nın seçimle işbaşına gelmesi de her ne kadar şu aşamada -yakın vadede- gündemde olmasa da ilerleyen dönemde gündeme gelebilir. Bu durum son dönemlerde güç kaybeden ve adeta Konsey ile Parlamento arasına sıkışıp kalan Komisyon açısından son derece önemlidir. Zira bu sayede Komisyon, belki de Delors döneminde (1985-1995) yaşadığı altın çağı bir kez daha yaşayabilecek, belki de ilelebet daha ön planda olan bir kurum olarak kalacaktır. 2010’da Yunanistan’da patlak veren mali kriz bu açıdan değerlendirildiğinde Komisyon açısından son derece olumlu gelişmeler barındırmaktadır.

Bunlara ilaveten Avrupa Konseyi başkanlığı göreviyle Komisyon başkanlığı görevinin uzun vadede aynı elde/kişide birleşmesi gündeme gelebilir. Ancak tam tersi, yani şu anki durumun devamı

şeklinde de bu mümkündür. Diğer taraftan Avrupa Parlamentosu’nun gittikçe artan tempoda güçlenmesi, AB’nin, üye devletlerdeki siyasal sistemlere paralel olarak Parlamenter Demokrasi yönünde ilerleyeceğini göstermektedir. Bu noktada tıpkı ABD’de Kongre ile dengelenen bir başkanlık sistemi söz konusu olduğu gibi, AB’de de Parlamento’nun etkin olduğu bir yarı başkanlık sistemi gündeme gelebilir.

Bunlara ek olarak Avrupa Birliği’nde karar alma mekanizmalarında birtakım değişikliklerin gündeme gelmesi olasıdır. Örneğin oy birliğinin en aza indirilmesi, nitelikli çoğunluk çerçevesindeki kuralların gevşetilmesi gündeme gelebilir. Bu durum doğal olarak üye devletleri biraz rahatsız edebilir. Dolayısıyla çok yakın vadede gerçekleşmeyebilir. Bu noktada unutulmaması gereken husus; üye devletlerin önemli konularda henüz kontrolü elden bırakmaya hiç mi hiç niyetli olmadıkları hususudur. Şayet bir konu üye devletler açısından önemliyse o konuda kısa vadede baş döndürücü gelişmeler beklenmemelidir.

Son olarak Avrupa Birliği’nde doğrudan demokrasinin gelişimi konusunda birtakım ilerlemeler beklenebilir. Örneğin; Lizbon Antlaşması ile getirilen yurttaş girişiminin kurallarının daha da esnetilmesi ve bu girişimin yaygınlaştırılması gündeme gelebilir. Dolayısıyla AB’de uzun vadede İsviçre’dekiyle aynı olmasa da benzer türden sık sık yurttaş girişimlerini görmek muhtemeldir.

3634

D ış ilişkiler konusunda Avrupa’nın 2030’lu yıllara kadar Balkan genişlemesini de tamamlayarak üye sayısı açısından daha istikrarlı bir hale gelmesi beklenebilir.

Bunun dışında AB’nin yakın çevresiyle ilişkilerinde birtakım sorunlar gündeme gelebilir. Bu sorunlar enerji, güvenlik ve göç gibi kronik konulara ilişkin olabileceği gibi deniz kirliliği, çevre felaketi, iklim değişikliği gibi daha farklı alanlarda da yaşanabilir. Bunun yanı sıra ABD, Japonya ve Çin gibi ülkelerle global çaptaki sorunlara ilişkin yaklaşım farklarının giderilmesi AB’yi daha inandırıcı ve etkin hale getirecektir. Ancak bu tabii ki hiç kolay olmayacaktır.

Son olarak ekonomi cephesine bakıldığında şu anki olumsuz konjonktürün de etkisiyle pek olumlu bir senaryo beklenmemektedir. Bunlara bir de Çin gibi, Uzakdoğu ülkeleri, Afrika ülkeleri gibi gelişmekte olan ülkelerin (pays emergents) yükselişi hesaba katılacak olursa AB’nin küresel rekabetteki yeri ciddi anlamda sorgulanmaktadır.

E konomik krizle ilgili olarak bugüne kadar yapılan yorumlar, çizilen senaryolar daha ziyade felaket senaryosu şeklindedir ve oldukça menfidir. Ancak AB’nin doğasında var olan krizlerden güçlenerek çıkma potansiyeli bu noktada unutulmamalıdır.

Şayet AB, içinde bulunduğu bu krizi firsata dönüştürebilirse, bu kez yeni dönemde ekonomik açıdan daha güçlü ve dinamik bir AB görmek pekâlâ mümkündür. Sonuç olarak AB’yle ilgili gelecek senaryolarına bakıldığında iç sorunlar ve kurumsal konularla ilgili olarak birtakım olumlu gelişmeler yaşanabilir. Ancak ekonomik konularda, dış politika konularında yakın vadede çok olumlu bir tablo ortaya çıkmamaktadır.

HAZAR RAPORU37HAZAR RAPORU35

Doç. Dr. Kornely KakachiaTiflis Devlet Üniversitesi –

Tiflis merkezli Gürcistan Politika Enstitüsü düşünce kuruluşu direktörü

Gürcistan Parlamento Seçimleri Sonucu: Dış Politika ve Yeni Yaklaşım Arayışları

GirişYaklaşık 20 yıldır Sovyetler Birliği sonrası dönemde birçok ülkeden daha fazla işlevsel bir demokratik sistem ve kararlı politik kuruluşlar oluşturma hususunda sorun yaşamaktadır. Sonuç olarak; Gürcistan’ın demokratik ülkeler ailesinin tam yetkili bir üyesi olma arzusu, tüm politikacıların hedeflediği şekilde sürdürülebilir ve hukuki manada düzene oturmuş bir yönetim sistemi; başlıca bir gaye halini almıştır.1 Aslında Gül Devrimi’ni takip eden süreçte Gürcistan, zayıf ve bozulmuş yönetim probleminin üzerine giderek Sovyet Sonrası karşıtlarına üstün gelmiştir. Düşük seviyede resmi yozlaşmaları bertaraf ederek ve temel devlet kuruluşlarını yeniden inşa ederek -ya da inşa ederek- ciddi bir başarı elde etmiştir. Görünüşte Gürcistan demokratik kazanımlarını dengelemiştir.

1 SalomeTsereteli-Stephens, CaucasusBarometer: Gürcistan’da Hukukun Egemenliği–Halkın Görüş ve Yaklaşımı 27.6. 2011, http://crrccenters.org/activities/reports/.

Gürcistan’ı takip eden çoğu kişinin belirttiği üzere, “birçok açıdan devrim sonrası Gürcistan’da bugünkü demokrasi koşulları, demokratikleşmekte olan pek çok ülkeden daha iyidir.”2 Hükümeti dengelemek adına yeteri derecede güçlü bir sosyal yahut politik hareketin olmayışı henüz dengeye varmamış demokrasisi için en büyük engeldir. Son yıllarda yasama alanında ciddi değişim yaşansa da demokratik seçim süreci hala ciddi bir sorun teşkil etmektedir.3 Ancak Gürcistan politik yaşamındaki mevcut gelişmeler, bu durumun değişebileceğini göstermektedir.

Gürcistan Demokrasisi İçin Turnusol Kağıdı Hükmündeki Parlamento SeçimleriSon parlamento seçimleri (1 Ekim 2012) demokratik dönüşümün düzene girdiğini göstermesi ve barışçıl yollardan güç 2 Lincoln A. Mitchell. Gül Devrimi sonrasında Gürcistan De-mokrasisi. Orbis. 2006. P.6713 Kornely Kakachia. Gürcistan Parlamento Seçimleri: BARIŞÇIL GÜÇ AKTARIMI BAŞLANGICI MI? PONARS Eurasia Policymemo. No. 230. Eylül 2012.

3836

değişiminin yaşanması adına bir kılavuz olarak ülke tarihinde önemli bir yere sahiptir. Gürcistan’ın şimdiye kadarki en çekişmeli seçiminde iki blok halinde on dört parti yarışmıştır. Beklendiği üzere asıl çekişme, Birleşik Milli Hareket (BMH) ve ana muhalefet partisi Gürcistan Rüyası (GR) koalisyonu arasında yaşanmıştır.Hapishanelerdeki istismar skandalından4 önce genel kanı, muhalefetin kazanma şansının az olduğu yönündeydi. Seçim öncesi yönetiminin devlet kaynaklarını kullanması ve Bidzina İvanişvili isimli milyarderin başını çektiği muhalefetteki

4 SimonShuster. Devlet başkanını mağlup eden hapishaneden: Gürcistan’ın Saakaşvili’si seçimi nasıl kaybetti?2 Ekim 2012 http://world.time.com/2012/10/02/inside-the-prison-that-beat-a-president-how-georgias-saakashvili-lost-his-election/ adresinden ulaşılabilir.

ideolojik ayrım bu kanıya sebep olmuştur. Beklenti, Gürcistan Rüyası’nın bir başka devrime gerek kalmayacak şekilde yeterli oyu alabileceği fakat hükümeti kuracak derecede fazla oy alamayacağı yönündeydi. Ancak parlamentoda dört yıllığına yüz elli yeni üye için oy kullanan Gürcistanlılar ezici bir üstünlükle muhalefeti desteklemiştir. Son oylar sayıldığında Birleşik Milli Hareket % 40.3’lük bir oyla Gürcistan Rüyası’nın % 54.9’luk zaferinin gerisinde kalmıştır.5 Maalesef iki büyük parti arasındaki çekişme daha küçük politik gruplar için yer bırakmamış ve

5 Civil Georgia. Mevcut CEC bilgisine göre parlamento koltukları: http://www.civil.ge/eng/category.php?id=32 ad-resinden ulaşılabilir.

Kaynak: Civil Georgia, 2012 Parlamento Seçimleri

HAZAR RAPORU39HAZAR RAPORU37

Hristiyan Demokratlar, Yeni Sağcılar ve İşçi Partisi gibi partilerin parlamentoda üçüncü parti olmak adına mütevazı hedefleri % 5’lik baraja takılmıştır.6

Seçim sonuçları henüz netleşmemişken Devlet Başkanı Mikhail Saakaşvili Sovyet Sonrası dönemde alışık olunmadığı üzere, bir politik siyasi manevra sergileyerek partisinin yenildiğini ve yeni hükümetin parlamentodaki yeni çoğunluk tarafindan kurulacağını ilan etmiştir. Seçim yenilgisinin akabinde Saakaşvili, Gürcistan Rüyası’nın fikirleri ve hedeflerinin kendi partisi açısından tamamıyla kabul edilemez olmasına rağmen Gürcistan halkının yapmış olduğu tercihe saygı duyduğunu ifade etmiştir. Gül Devrimi’nin getirdiği tüm ilerlemelerin korunması gerektiğine inandığını vurgulayarak, Gürcistan’ın gelişmesini hiçbir şeyin durduramayacağını belirtmiştir. Saakaşvili’nin yenilgiyi kabul etmesiyle, uluslararası gözlemciler Gürcistan seçimlerinin kampanya boyunca adil bir yarış ve halkın aktif katılımıyla neticelendiği inancını benimsemiştir. Gürcistan’ı takip eden birçok kişi, sivil toplumun ve buna bağlı örgütlenmelerin seçim öncesi sürecin adilliği üzerindeki olumsuz düşünceleri bertaraf ederek daha güvenilir bir süreç adına gözlemcilere yol göstermiş ve bu noktada anahtar rol üstlenmiştir. Ancak seçim sürecine ilişkin

6 Gürcistan seçim sistemi, 150 milletvekilinin 73’ü oy çoğunluğuna göre, 77’si ise nispi temsil sistemine göre be-lirlenen karma bir yapıya sahiptir. 77 koltuk, siyasi partilerin oluşturdukları listeler arasından orantısal olarak ve % 5 barajını geçen seçim blokları arasından belirlenmektedir.

bu olumlu açıklamaların yanında, OSCE (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı) / ODIHR (Demokratik Kurumlar ve İnsan Hakları Bürosu) “kampanya ortamının kutuplaşmış, gergin olduğunun ve zaman zaman şiddet unsurları içerdiğinin” altını çizmiştir.7 Yine gözlemcilerin ifade ettiğine göre, kampanya süreci elle tutulur politik platformlar ve programlardan ziyade, memuriyet avantajları ve finansal kaynaklar üzerinde yoğunlaşmıştır. Her şeye rağmen, birçok gözlemcinin vurguladığı üzere Gürcistan, getirisi önceden belirlenemeyecek olsa da demokratik turnusol kağıdı diye de adlandırılan seçimleri başarılı bir şekilde geçmeyi bilmiştir.

Birleşik Milli Hareket’in yenilgisi üzerine çeşitli analizler yapılmıştır.8 Buna göre, Niklas Nillson ve Svante Cornell iki temel sebep öngörmüşlerdir: 1) Seçim öncesi iktidardaki parti, 9 yıl iktidarda kalmıştır ve Gürcistan toplumunun büyük çoğunluğunda belirgin bir yorgunluk meydana gelmiş, bunun neticesinde de güvenilir bir alternatif arzusu doğmuştur. Devlet Başkanı Saakaşvili’nin müzakereye

7 OSCE Basın Bildirisi. Seçim gözlemcilerinin ifade ettiğine göre Gürcistan, demokratik seçimlerin yönetiminin sağlamlaştırılması adına önemli adımlar attı, ancak üstesinden gelinmesi gereken kilit konular halen mevcut. http://www.osce.org/odihr/elections/94597 adresinden ulaşılabilir.8 Bkz. Nicu Popescu. Saakaşvili neden kaybetti? AB gözlem-cisi. http://blogs.euobserver.com/popescu/2012/10/02/why-saakashvili-lost/ adresinden ve Georgia Online’dan ulaşılabilir. Gela Vasadze: Gürcistanlılar reformlardan ve vergi ödeme-kten yoruldu, 22 Ekim 2012 http://georgiaonline.ge/inter-views/1350951592.php adresinden ulaşılabilir.

4038

dayalı olmayan yönetim stili, bu algıyı desteklemiş olabilir. 2) Birleşik Milli Hareket zamanında ülke ekonomisinde önemli gelişmeler yaşanmış ve yine ülke idaresinde ciddi ilerlemeler sağlanmış olsa da, bu gelişmenin toplumun büyük çoğunluğu -işsizlik ve yoksulluk Gürcistan seçmenleri için en büyük sorun olmaya devam etmiştir- için iş olanakları ve yaşam standardının yükselmesine bir katkısı olmamıştır.”9 Ancak bunlar, Birleşik Milli Hareket’in yenilgisinin yegane sebepleri değildir. Zayıf insan hakları seviyesi ve adalet arayışı son derece etkin faktörlerdir. Saakaşvili’nin reformları yüzünden 250.000’den fazla sayıda kişi işini kaybetmiştir. Bunlar arasında eski, İngilizce bilmeyen üniversite hocaları, binlerce polis memuru ve politikacı yer almaktadır. Dahası, Gürcistan mahkemelerinin suçlu bulma oranını % 98’e çıkaran suça ilişkin sıfir tolerans politikası neticesinde şu an Gürcistan’da yaklaşık 25.000 mahkûm bulunmaktadır. Bu rakam Avrupa ülkelerinin her birinden daha fazla Saakaşvili’nin 2004’te iktidara geldiğindeki rakamın dört kat fazlasıdır.10

Seçimler, Saakaşvili’nin ekibi için kayda değer bir yenilgiyken, başarılı bir şekilde tamamlanmış bir sürece sahip bu seçimler

9 Niklas Nilssonand Svante E. Cornell. Gürcistan seçim-leri sonrası beklentiler ve güçlükler. CACI Analyst. 4 Ekim 2012. http://cacianalyst.org/?q=node%2F5849 adresinden ulaşılabilir.10 Bkz. Hapishane nüfusunun, her 100.000 kişilik ulusal nüfusa oranı sıralamasında Gürcistan 6.’dır. http://www.prisonstudies.org/info/worldbrief/wpb_stats.php?area=all&category=wb_poprate adresinden ulaşılabilir.

Gürcistan demokrasisinin gelişim yolunda önemli bir kilometre taşıdır. Gelecek aylar, 2013 Ekim’ine kadar mevcut anayasa uyarınca yönetimde kalmaya devam edecek Devlet Başkanı Saakaşvili ve Rusya’ya yaklaşacağı düşünülen yeni seçilmiş Başbakan İvanişvili arasında nasıl bir işbirliği sağlanacağını gösterecektir. Her ikisi arasındaki iş ilişkisinin tansiyonunun yükselmesi, politik belirsizliği artıracaktır. Gelecek 12 ayda yaşanacak diğer bir sıkıntı ise; Gürcistan’ın politik sisteminde başkanlıktan parlamenter sisteme geçişindeki devlet başkanlığının birçok yetkisinin kısılması ve bu yetkilerin başbakana verilmesi olacaktır.11 Bu haliyle parlamento, geçmiştekine nazaran çok daha önemli bir rol üstlenmektedir. Şu durumda, her iki tarafin da ortak çalışmak adına gönülsüz hareket etmesi Gürcistan’ın politik yaşamının dengeye ulaşması şansını kısıtlamaktadır. Son seçimlerin neticesi, Gürcistan’ın gelecekteki gelişimini önemli oranda etkileyebilir. Gürcü politik elitler, kazan ya da kaybet siyasi yaklaşımlarından uzaklaşıp fikir birliği sağlayarak yönetmeyi öğrenebilirler. Bu koalisyon tarzı hassas yönetim, henüz başlangıç seviyesindedir. Son siyasi değişimin Gürcistan’ı batı tarzı liberal bir demokrasiye mi yoksa şiddetli bir politik kargaşaya mı sürükleyeceği henüz bilinmemektedir.11 Daha fazla bilgi için: George Welton. Başbakanın yetkisi. Yeni Hükümeti Kim Seçecek? Ne zaman? Nasıl? http://www.geowel.org/index.php?article_id=80&clang=0 adresinden ulaşılabilir.

HAZAR RAPORU41HAZAR RAPORU39

Gürcistan Dış Politikası: Seçim Sonrası Muhtemel Değişiklikler

Birçok soru ile birlikte Bidzina İvanişvili’nin Gürcistan Rüyası koalisyonu tarafindan yürütülen ülkenin jeopolitik yönetimi, spekülasyonların ve tahriklerin hedefi durumundadır. Diğer örneklerde de görüldüğü üzere, göreve gelen yeni hükümetler köklü değişiklikler yapmanın yanında yeni politikalar izlemektedir. Ancak ülkenin jeopolitik yönelimi veya ülke gelişiminin ana unsurları gibi temel dinamiklerini nadiren değiştirmektedir. Bu durum, Gürcistan’ın yeni hükümeti için de geçerli gibi gözükmektedir. Mevcut liderler kendi aralarında birçok konuda uyuşmazlığa sahip olabilirler. Ancak ülkenin milli çıkarlarını korumak adına herkesin ortak bir gayesi bulunmaktadır. Saakaşvili gibi İvanişvili de seçim öncesi ve sonrasında defalarca bağımsızlıklarını ilan eden Güney Osetya ve Abhazya’yı ülkeye yeniden dahil edip, Gürcistan’ı Avrupa Birliği’ne üyelik ve NATO doğrultusunda tutacağını defalarca ifade etmiştir.

Kimi batılı gözlemciler, Gürcistan’ın ulusal çıkarlarından fedakarlık etmeden yeni hükümetin bu söylemlerini yerine getirebileceği hususunda yeterince tatmin olmuş değillerdir.12 İvanişvili’nin kararsız koalisyon ortakları ve sözde Kremlin otoritesi bağlantıları tarafindan 12 Bkz. Simon Saradzhyan. Gürcistan Dış Politikasının Yeniden Dengelenmesi. The National Interest. 8 Kasım 2012 http://www.nationalinterest.org/commentary/rebalancing-georgian-foreign-policy-7705 adresinden ulaşılabilir.

Gürcistan Rüyası zaferinin, Ukrayna gibi Rus yörüngesinde bir konum için ilk adım olduğu dillendirilmektedir.13 Fakat İvanişvili’nin Gürcistan Rüyası; Avrupa ve Rusya ile bu şekilde bir iyi ilişkiyi kabul etmemektedir. Ayrıca eleştirilere rağmen yeni hükümet Moskova ile diplomatik ilişkileri normalleştirirken Rusya ayrılıkçı bölgelerin başkentlerindeki “büyükelçiliklerini” muhafaza ettiği müddetçe Moskova ile resmi diplomatik ilişkilerden geri durabileceklerini düşünmektedir.14 Aynı zamanda yeni hükümet Rusya ile 2008 Ağustos Savaşı’ndan sonra başlatılan Cenevre müzakerelerine “kesinlikle” sadık kalacağını deklare etmiştir. Bu müzakereler Avrupa Birliği, Birleşmiş Milletler, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı aracılığıyla; Gürcistan, Rusya, Amerika’dan müzakereciler ve ayrılıkçı bölgeler Abhazya ve Osetya’nın temsilcileri eşliğinde yürütülmektedir.

Bu süreçte yeni gelişen ve zaman zaman çelişkili hale gelen dış politika tutumu, belirsizlik ortamını artırmakta ve kimi bölgesel analistler İvanişvili’nin dış politika ekibinin Rusya ile ikili ilişkilerde retorik haline gelmiş gerginliğin 13 Michael Cecire. Gürcistan’ın İvanişvili’si için Rus politikasını çıkarlar belirleyecektir. World Politics Review. 8 Ekim 2012. http://www.worldpoliticsreview.com/arti-cles/12397/for-georgias-ivanishvili-interests-will-guide-russia-policy adresinden ulaşılabilir.14 RFE/RL. Tiflis, Gürcistan topraklarını işgal ettiği sürece Rusya ile diplomatik bağları olmayacağını dile getirdi. http://www.rferl.org/content/georgia-foreign-minister-russia-occupies-territory-no-diplomatic-relations/24752066.html adresinden ulaşılabilir.

4240

seviyesini düşürmesini tavsiye ettiklerini iddia etmektelerdir. Bağlantılı olarak, İvanişvili Moskova ile daha pragmatik, daha az ideolojik ve dengeli bir çizgi belirlemeye çalışacak, Tiflis’in kuzey komşuları ile ekonomik ve kültürel bağları sağlamlaştırmaya çalışacaktır. “Pragmatik bir hayalci” olarak İvanişvili, Rusya ile ilişkilerin normalleşmesinin ekonomik ve diğer faydalarını göz önünde bulundurup ticaret ve nakliye ağlarını yeniden kurup, özellikle Gürcistan şarabı ve mineral sularının Rusya piyasasına tekrar girebilmesini ummaktadır. Bir analistin ifade ettiği üzere; “İvanişvili ile Rusya’ya yöneliş, Saakaşvili’den esinlenmiş herhangi bir sistem dahilinde tarafsız batı ile yeniden bir araya gelmeye çalışmaktan kısa dönem ekonomik çıkarları açısından çok daha etkilidir.15 Hatta İvanişvili Rusya ile ilişki kurulmasının Güney Osetya ve Abhazya’nın Gürcistan’a bağlanmasını kolaylaştırabileceğine ve hâlâ Kremlin ile uzlaşmaya varılabileceğine inanmaktadır. Bu doğrultuda ilk adım olarak İvanişvili, Gürcistan’ın Moskova eski Büyükelçisi Zurab Abashidze’yi direkt olarak Gürcistan Başbakanı’na rapor verecek şekilde, Rusya ile İlişkiler Özel Temsilcisi olarak atamıştır.16 İvanişvili aynı

15 James Nixey. Güncel: Gürcistan Seçim Sonrası Analizi. Chatham House Uzman Yorumu. 2 Ekim 2012 http://www.chathamhouse.org/media/comment/view/186067 adresin-den ulaşılabilir.16 Civil Georgia. Başbakan, Rusya ile ilişkileri düzeltme tem-silcisi atadı. 12 Kasım 2012 http://www.civil.ge/eng/article.php?id=25407 adresinden ulaşılabilir.

zamanda Rusya’nın bu adımlara karşılık vereceğine olan inancını ifade etmiştir. Öyle görülüyor ki; bu tip adımlarla Tiflis, Rusya’nın yeni politik koşullar altındaki Gürcistan’a karşı yaklaşımının değişip değişmediğini test edebilecektir. Başbakan’ın böyle bir atama yapması, kendisinin ve Gürcistan hükümetinin Rusya ile yeni ve bağımsız ilişki, iletişim ve diyalog kanalı oluşturmaya hazır olduğunu göstermektedir. Moskova ile bu politik flörtün neticesi ne olursa olsun, çatışma ve kapitülasyon arasındaki orta yolun bulunması, İvanişvili hükümetinin en zorlu görevi olacaktır.

S eçimlerden sonra Gürcistan’ın yakın komşularıyla ilişkilerinde olduğu gibi ülkenin dış politika istikametinde radikal, stratejik ve pragmatik bir değişiklik olmadığı müddetçe Gürcistan; Azerbaycan ve Türkiye gibi yakın ortakları ile stratejik ilişkilerini değiştirmeyecektir. Bakü ve Tiflis arasındaki stratejik ilişkiler hiçbir zaman politik aktörlere bağlı kalmamıştır.

Özellikle her iki ülkenin etnik ayrılıkçılığa ilişkin ortak kaygıları ve Rusya’nın bölgedeki iddialı politikalarından kaynaklanan sıkıntılar devam ettikçe Bakü ve Tiflis arasındaki stratejik ilişkiler aynı çizgide seyredecektir. Benzer olarak her iki ülke de ulusal bağımsızlığı tehlikeye atacak Moskova güdümünde bir birleşme inisiyatifini reddedecektir.

HAZAR RAPORU43HAZAR RAPORU41

B ununla birlikte Gürcistan politik ve sosyal elitleri Rusya ile ilişkilerin sıcak olmadığı bir dönemde Azerbaycan menşeli enerji kaynaklarına çok daha fazla ihtiyaç duyulduğunu; aynı zamanda Türkiye’nin Güney Kafkasya Bölgesi’nde dengeleyici bir güvenlik aktörü olmasının önemini idrak etmiş durumdalardır.

Seçimlerin Tiflis’te yumuşak bir güç devrine sebep olması neticesinde Ankara ve Bakü daha öngörülebilir ve istikrarlı bir komşuya sahip olmaktan faydalanabilir.

Gürcistan’ın Bakü’ye olan enerji bağımlılığı, Gürcistan-Azerbaycan ilişkisini değiştirebilecek bir konumdadır. İvanişvili, seçim öncesi verdiği elektrik ve gaz giderlerini düşürme vaadini yerine getirmek doğrultusunda daha istikrarlı bir Gürcü-Rus ilişkisi ile Tiflis gelecekte daha çeşitli dış ekonomik ilişkiler kurabileceğine inanmaktadır. Böyle bir senaryoyla Gürcistan’ın Rusya’dan daha ucuz gaz ve elektrik alabileceğine yönelik naif bir yaklaşım sergilenmektedir. Bu şartlar altında Bakü ekonomi ve enerji alanında Tiflis üzerinde şu an olduğundan daha az avantaja sahip olduğunu düşünebilir. Gürcistan Enerji Bakanı Kakhi Kaladze yakın zamanda, daha önceki yönetim tarafindan imzalanan tüm anlaşma ve mutabakatların17 tekrar

17 ABC.azweb sitesine göre Gürcistan vatandaşları 1 kwt elek-trik için 0.107$ öderken Azerbaycanlılar 0.072$ Ermeniler ise 0.06$ ödemekteler. Bölgelere göre değişmekle birlikte, Rusya’da nüfus oranına bağlı olarak fiyatlar kwt başına 0.13$ ve 0.06$ arasındadır.Linke buradan ulaşabilirsiniz: http://abc.az/eng/news/main/69155.html

gözden geçirileceğini açıklamıştır.18 Ancak Gürcistan’da hükümetin değişmesi Azerbaycan’ın Gürcistan’daki yatırım ve ticaretini etkilemeyecektir. SOCAR’ın son dönemde (başkent haricinde) tüm Gürcistan piyasasına direkt olarak gaz satmasını sağlayacak Itera-Georgia’yı satın almış olması bu yaklaşımı destekler şekildedir.

S OCAR Başkanı Rövnag Abdullayev bir konuşmasında ifade ettiği üzere ikili ilişkilerdeki pozitif dinamizm yerleşik hale gelmiş durumdadır.

Abdullayev’in, Başbakan İvanişvili’nin, SOCAR’ın Gürcistan temsilciliği başkanı ve Azerbaycan büyükelçisi ile görüştüğünü ve bu görüşme neticesinde “SOCAR’ın Gürcistan yatırımlarının yüksek bir değer arz ettiği’’ görüşünün benimsendiğini ifade etmiştir.19 9 Kasım’da Başbakan İvanişvili, SOCAR Başkanı Rövnag Abdullayev ile şahsen görüşmüş ve bir kez daha Gürcistan-Azerbaycan ilişkisinin stratejik mahiyetini onaylamıştır. Aynı zamanda gaz fiyatlarının Gürcistan halkı için yüzeysel olarak arttığını fakat SOCAR’la, yapılan anlaşmadan memnun olduğunu belirtmiştir.20

18 Radio Commersant, Kakhi Kaladze enerji ithalatına ilişkin Rus tarafi ile görüşmeye hazır bulunmaktadır.http://www.commersant.ge/eng/?id=3532 adresinden ulaşılabilir.19 Azerbaycan Devlet Petrol Şirketi SOCAR, Gürcistan gaz tedarikçisini bünyesine katıyor. Reuters. 1 Ekim 2012 http://www.reuters.com/article/2012/11/01/azerbaijan-gas-georgia-idUSL5E8M18P020121101 adresinden ulaşılabilir.20 GEORGIA ONLINE. Gürcistan Devlet Başkanı, SOCAR

4442

SonuçGürcistan hükümeti Tiflis-Moskova ilişkisinde yeni bir sayfa açmanın yollarını arasa da birçok Gürcü, Gürcistan topraklarının halen % 20’sini işgal altında tutan Rusya’ya karşı olumsuz görüşe sahiptir. Bu nedenle yeni hükümetin, Gürcistan’ın batı yanlısı yaklaşımını ve bölgesel müttefikleri ile olan stratejik ilişkilerini değiştirebilmesi kolay gözükmemektedir. Avrupa-Atlantik birleşmesi hususunda Gürcistan’da ekseriyetle bir fikir birliği mevcuttur. Aksine, Michel Cecire’nin isabetli biçimde ifade ettiği üzere; “sıradan Gürcistanlılar Ruslara karşı pozitif düşüncelere sahip olmasına rağmen; Moskova taraftarı dış politikayı destekler tarzda bir yaklaşım; Kremlin’le uyumlu çalışmanın yollarını aramış ve şu an siyasi yaşamı sona ermiş eski muhalefet liderlerinin durumunda olduğu gibi, Gürcistan’da siyasi cezalandırma aracı olarak kabul edilmektedir.’’

Her şeye rağmen, Moskova’yla bağların onarılmasına çalışmak, eski Gürcistan Devlet Başkanı Edward Shevardnadze’nin Rusya’yla denge politikasını teşvik etmek olarak kabul edilebilir. Böyle bir senaryoda, Gürcistan’ın Avrupa-Atlantik hedefinden sapması ve neticesinde kurumsal reformların akamete uğraması riski bulunmaktadır. Benzer olarak,

Başkanı ile görüşüyor. 10 Kasım 2012 http://georgiaonline.ge/news/a1/economy/1352580419.php adresinden ulaşılabilir.

Moskova’yı Gürcistan’ın NATO üyeliği hususunda ikna etmeye çalışmanın yanında Tiflis’in diğer hedeflerini yerine getirmek; Gürcistan diplomasisi için “imkânsız görev” hükmündedir. Her ne kadar Gürcistan’ın bu hassas durumdan pazarlık neticesinde kâr elde edip edemeyeceğini zaman gösterecek olsa da kesin bir husus var ki; Gürcistan’ın bölgedeki konumu, Rusya ve batı ile ilişkileri kritik bir döneme girmektedir. Kısaca ifade etmek gerekirse; şimdi Gürcistan için yap ya da yık zamanıdır.

HAZAR RAPORU45

HAZAR RAPORU43

Dr. Farhad Mehdiyev

Kuzey Kafkasya’da Güvenlik ve İşbirliği

Günümüzün güvenlik paradigmaları göz önüne alınırsa, meşru sayabileceğimiz güvenliğin sağlanması için, bölge içindeki devletlerin işbirliği ve diyaloğu, bir gücün ezici üstünlüğe dayanarak şartları dikte etmesinden çok daha önemli ve gereklidir. Ülkeler arasındaki çıkarlar çatışabilir, bununla beraber olası uzlaşma yollarının bulunması zor değildir ve uluslararası ilişkiler tarihi buna dair birçok örneğe sahiptir. Mesela AB'ye üye devletlerin çıkarlarının uzlaştırılması iyi bir örnektir. SSCB'nin dağılmasıyla iki kutuplu düzenin son bulması ve BM örgütünün bazı sorunların çözümünde etkisiz olması, adil uluslararası düzen için bölgeselleşmenin önemini artırmaktadır. Çünkü tek bir gücün hakim olduğu düzenler genellikle daha adaletsiz olur.

Bölgeselleşmenin Önemi

Vurgulandığı gibi, ikikutuplu dünya düzeninin sona ermesi bölgeselleşme eğilimlerini daha da hızlandırmıştır. Çünkü süper gücün çıkarları ile uygun olmaması durumunda somut bir devletin olabilecek

tek çıkar yolu, desteği diğer forumlarda aramak olacaktı. Bölgesel birlikler de bu platformlardan biriydi.

K afkasya ve Hazar Bölgesi ülkelerinin bölgeselleşmeleri için birkaç neden bulunmaktadır. Büyük bir kısmının denizlere çıkışı olmayan bu ülkelerin de işbirliğine gitmeleri bağımsızlıklarını ve hareket serbestliklerini korumak için şarttır.

Bu ülkelerin ciddi güvenlik sorunlarının önemli bir kısmı aslında ortaktır ve bu durumda da bunların birbirinden ayrı düşünülmemesi gerekir.1 Bu güvenlik sorunlarının başında siyasi ve ekonomik bağımsızlığı güçlendirip koruyabilmek gelir.

K afkasya ve Hazar Bölgesi’nin jeopolitik önemi doğal kaynaklardan başka coğrafi konumlarına da bağlıdır. Bu bölge önemli uluslararası aktörler arasında tarihte çatışma ve nüfuz alanı olmuştur.

1 Buzan, Barry. People, States and Fear: An Agenda For Inter-national Security Studies in the Post-Cold War Era, 2nd Edition, 1991, Hertfordshire: Harvester Wheatsheaf ,, s. 190.

4644

Çarlık Rusya’sı genişleme sürecinde bu bölgeleri ele geçirmişti. Bunları elde tutmakla aslında kendi de asgari sınırlarını garanti altına almayı amaçlamaktaydı. Örneğin; Kafkasya’da Türklerin, Farsların ve Rusların çıkarları çatışmaktaydı.2 Orta Asya bakımından ise bunu İran, Çin ve Rusya açısından söylemek mümkündür. Hazar Bölgesi’nin petrolleri ilgisini çekmiş İngiltere’nin Birinci Dünya Savaşı sırasında Azerbaycan’a çıktığını biliyoruz. Lakin zamanla ABD de, Kafkaslara ve Orta Asya’ya ilgi duymaya başlamış, bir taraftan bu ülkelerin bağımsızlıklarını Rusya’ya karşı desteklemiş, diğer taraftan da Kafkaslarda İran’ın, Orta Asya’da ise Çin’in nüfuzunun artmaması için politikalar yürütmüştür.3 Kafkasya ve Orta Asya politikası ile ABD aynı zamanda Çin, Afganistan ve Pakistan’a yönelik siyasetini de pekiştirmiştir. ABD’nin bölgeye yönelik politikası buradaki ülkelerin ekonomik ve siyasi bağımsızlıklarını, Kafkasya ülkelerinin ise özellikle Rusya ve İran’a karşı bağımsızlığını güçlendirmektir.4 Bu bağlamda, Avrupa’nın Rusya’dan gaz bağımlılığını azaltmak ve bölge ülkelerinin rekabet ve dayanaklılık gücünü artırmak için ABD Dışişleri Sekreteri (Bakanı) Hillary Clinton’un 17 Ekim 2012 tarihinde Georgetown Üniversitesi’nde söyledikleri çok manidardır:

2 George Friedman, “The Caucasus Cauldron”, Today.az, 12 July 2010.3 Özden Zeynep Oktav, American Policies Towards the Caspian Sea and The Baku-Tbilisi-Ceyhan Pipeline, Percep-tions, Spring 2005, s.20.4 İnnesa Baban and Zaur Shiriyev, The US South Caucasus Strategy and Azerbaijan, Turkish Policy Quarterly, Volume 9 Number 2, s.94

“ABD, Güney Gaz Koridoru'nun gerçekleşmesi için bölge ülkelerine her türlü yardımı gösterecektir”.5 Clinton’un dediği gibi, tekeller risklidir. Çünkü enerji bakımından bir devlet başkasına bağlıysa, bu iktisadi ve siyasi bağımsızlığın kaybına yol açar. Enerji bağımlılığı, kimi devletler bakımından tüketimde, kimi devletler bakımından ise enerjinin naklinde ortaya çıkmaktadır.

Karşılıklı Ticaretin Önemi Ve Açık Kapılar Siyaseti

F etih ve işgal İkinci Dünya Savaşından sonra meşru bir toprak edinme aracı olmaktan çıkmıştır. İşgal yasağı uluslararası hukukun ius cogens (üstün hukuk) kuralları arasına dâhil olmuştur. Bu durumda da bölge devletleri arasında elbette ki rekabet edecekti, ama bu rekabet kendisini daha çok uluslararası ticarette, enerji kaynakları üzerinde kontrol imkânlarında ve sınırdışı etkinlik alanlarında gösterecekti.

Bu da birinci derecede sınırların açık tutulmasını gerektirmektedir. Gerçi ekonomisi güçlü olan devletler bu rekabette elbette ki daha avantajlı durumda idiler, lakin teknolojiye ihtiyaç duyan az gelişmiş devletlerin de rekabetten çekinerek kapalı ekonomi modeline geçmeleri düşünülemezdi.

Bölge ülkelerin ekonomik güvenliklerini sağlama açısından, sınırların ve arazilerin

5 Konuşmanın kaydı için bakınız: http://www.georgetown.edu/news/hillary-clinton-energy-webcast-archive.html

HAZAR RAPORU47HAZAR RAPORU45

birbirine açık tutmaları, ulaşım, enerji, karşılıklı ticaret konularında işbirliğine gitmeleri şarttır. Ekonomik güvenlik derken, burada ihraç-ithal dengesinin tutturulması, milli dövizin korunması, bir kaynaktan asılı duruma düşmeme, ülke içi rekabetin korunması, iş yerlerinin açılması, yatırımların teşvik edilmesi gibi sorunlar akla gelmektedir. Lakin bu konuda bölge devletlerini birbirine rakip olarak görmemek gerekir. Ülke içi rekabetin artması olumlu bir olgudur; ülkelerarası rekabet ise, özellikle serbest ticaret bölgesi kapsamında, daha geniş arazide rekabetin uygulanmasıdır. Örneğin; Gürcistan’ın turizm sektörünün canlandırılması, bölge devletlerinin zararına yorumlanamaz. Bir ülke içinde belli bir rekabet derecesinin olması gerekir. Bu durum uluslararası alanda da hoş görülmelidir. Nitekim AB içindeki rekabetin canlı ve zaruri tutulması bu tezin en uğurlu dayanağıdır.

Bu bakımdan bölgede Azerbaycan-Gürcistan-Türkiye üçlüsü iyi bir örnektir. Türkiye ve Azerbaycan işadamlarının Gürcistan’a yatırım yaptıkları gibi, Gürcistan Hükümeti de bu yatırımları çekmeye çalışımaktadır.

Bölgesel Güvenlik Anlayışı

Burry Buzan bölgesel güvenlikten bahsederken belli bir coğrafi alanın bölge olarak kabul edilmesi için buradaki ülkelerin ortak güvenlik kaygılarının

olması gerekliliğini de söyler.6 Bu öğretiyi bazen Kopenhagen Okulu diye anarlar. Böyle değerlendirildiğinde, Kafkasya ve Orta Asya devletlerinin ortak güvenlik sorunları bölgedeki bir diğer devlet olan Ermenistan ile çatışma halindedir. Çünkü Ermenistan, bir taraftan Kafkasya’da Rusya’nın esas dayanak üssüdür, diğer taraftan İran’la da sıkı ilişkiler kurarak, İran’ın uranyum siyasetine karşı da uluslararası aktörlerin çabalarını zayıflatmakta, Batının politikasına zıt bir politika izlemektedir. Böylece Türkiye’den başlayarak yatay çizgi ile Doğuya uzanan bir güvenlik “bloku”, kuzeyden güneye inen Rusya- Ermenistan-İran bloku ile kesişmektedir.7

Gerçi İran siyasetinde ABD ve Rusya’nın amaçları farklı olmakla beraber, bir kaç mesele de üstüste düşmektedir. Bunların başında İran’ın karbo-hidrat kaynaklarının dondurulması ve bunların geniş ölçüde uluslararası pazara çıkışının önlenmesi gelmektedir. Bu durum Rusya’ya, kendi petrol ve gazına daha rahat alıcı bulmak için lazımdır.

O ysa ABD, İran’ın enerji kaynaklarını gelecekte kullanmak için stoklama amacını gütmektedir;

6 Buzan, People, States and Fear, s.27.7 Özden, s.21.

4846

aynı zamanda bir diğer amaç Hazar Havzası petrolünü de rakip olmadan Batı pazarlarına taşımaktır.

Yukarıda da vurgulandığı gibi, ABD’nin bölgeye yönelik dış politikasındaki biri de Hazar ve Orta Asya karbo-hidratların Avrupa pazarlarına çıkarmaktır. Oysa Ermenistan tam ters sonuca sebep olan politika izlemektedir.

H atta Erivan Hükümeti, Batı için çok önemli olan Hazar’daki enerji altyapısına da açık tehdit savurmaktan çekinmemektedir. Örneğin 16 Ekim 2012 tarihinde Ermenistan Genelkurmay Sözcüsü General Artak Davityan basın mensuplarına bir demeç vermiş; Ekim aylarında yapılan askeri bir tatbikatta uzun menzilli füzelerin kullanılma planlarından bahsetmiş, hedef olarak ise karşı tarafin hem askeri, hem de gaz ve petrol rafineleri gibi enerji altyapısı da seçilmiştir demekle,8 açık şekilde Azerbaycan’daki Uluslararası Petrol Konsorsiyumu’nun yatırımlarını hedef almıştır.

Ekonomik İşbirliği Teşkilatı

1985 yılında Türkiye, Pakistan ve İran arasında kurulan ECO (Economic Cooperation Organisation) aslında bir bölgesel güvenlik örgütüdür. Amacı üyeler arasında ticari ve medeni, bilimsel işbirliğini artırmak olsa da,9 gerçek 8 Reşad Suleymanov, Ermenistanın Uzun Menzilli Raket Mifi, 18.10.2012, http://www.lent.az/xeber_105808_Ermənistanın_uzaq_mənzilli_raket_mifi _ARAŞDIRMA9 http://www.ecocci.com/NDC/Generic/Content/About.aspx

amacı karşılıklı ilişkilerin artırılması ile dünyanın süper güçlerinden daha az bağımlı durumda kalmak, karşılıklı desteği artırmaktır. Peki, bölge devletlerinin buna ihtiyacı var mı? Elbette. Gürcistan’ın bu birliktelikte olmaması da dikkat çekicidir. Dış entegrasyonu tamamen Batıya odaklamış Gürcistan, “Batı-dışı” diğer ittifaklardan kaçınmaktadır. Ermenistan’ın ECO`da ya da AB uyum sürecinde yer almaması yine başka bir süper-gücün uydusu olmakla açıklanıyor.

Ermenistan’ın Dış Politika Ekseni

Sovyetler Birliği’nin 1991’de parçalanmasından bu yana Ermenistan, Dağlık Karabağ savaşını körüklemiş ve onun dış politikasını da esasen Dağlık Karabağ etkenleri belirlemiştir. Birçok eski Sovyet Cumhuriyetlerinden farklı olarak Ermenistan, Batıda kuvvetli Ermeni lobisine sahiptir. SSCB’de en yüksek göç oranı Ermeniler arasında olmuş, özellikle Amerika’da olan Ermeniler bu göçü belli bir oranda desteklemişti. Avrupa’da ve Amerika’daki önemli Ermeni azınlığının yardımıyla, Batı ile entegrasyon yolunu tutmamış Rusya yanlısı Ermenistan, dış politikasını dünyadan tam tecrit olmadan sürdürebilmiştir. Hatta bazen başarılı da olmuştur.

Azerbaycan topraklarını işgal eden Ermenistan, ABD’deki lobisinin (ANCA ve AAA) yardımıyla Azerbaycan’ı “ablukacı” devlet olarak göstermiş;

HAZAR RAPORU49HAZAR RAPORU47

“Freedom Support Act”a 907’nci paragrafı Kongreden geçirmiştir. Bu paragraf ile ABD bütçesinden Azerbaycan’a doğrudan yapılan maddi yardım yasaklanmıştır. Ancak 2001 yılında Kongre, “Başkan gerekli gördüğü halde bu maddeyi uygulamayabilir” diye 907’nci paragrafta bir değişiklik yapmıştır. Halbuki Ermenistan İsrail’den sonra, kişi başına en yüksek miktarda Amerika’dan yardım alan devlettir.10 1992 yılından başlayarak Ermenistan ABD'den yılda 180 milyon ABD Doları civarında yardım almış, 2000-2010 yılları arasında ise bu yardım 900 milyon ABD Dolarına ulaşmıştır.11 1992 yılından bu yana ise toplam ABD devlet yardımı 2 milyar ABD Dolarını geçmiştir.12 Özellikle İran’la olan işbirliği gözönüne alındığında bölgede anti-Amerikan siyaset yürüten Ermenistan, ABD’deki güçlü Ermeni lobisinin desteği hesabına manevra yapabilmektedir.13Oysa Wikileaks sızmalarına göre, 2008 yılında Ermenistan Hükümeti İran’a füze ve makineli tüfekler vermiş, bu silahlar da daha sonra Irak’ta görev yapan Amerikan askerlerine karşı kullanılmış, çatışmaların

10 Mainville, Michael. “Second-Largest Recipients of U.S. Aid, Armenians Fight To Get Ahead.” The Sun. 9 Aug. 2005. Web. 18 Jul. 2012. 11 US State Department, BUREAU OF EUROPEAN AND EURASIAN AFFAIRS, Foreign Operations Appropriated Assistance: Armenia, April 1, 2011,http://www.state.gov/p/eur/rls/fs/167286.htm12 Nichol, Jim. “Armenia, Azerbaijan, and Georgia: Political Developments and Implications for U.S. Interests.” Congressional Research Service. 15 Jun. 2012. Web. 18 Jul. 2012. .13 Lucas, Edward. The New Cold War: Putin’s Russia and the Threat to the West. New York: Palgrave Macmillan, 2009. Print.

en az bir piyadenin ölümü ile sonuçlandığı da kanıtlanmıştır.14

Ermenistan’da Krizler

Azerbaycan topraklarını işgal eden Ermenistan, bölgede Azerbaycan üzerinden geçen birçok kalkınma projesinden ayrı kalarak, derin ekonomik, sosyal ve demografik krize düşmüştür. Traceca, Bakü - Ceyhan, Bakü - Erzurum boru hatları gibi yatırımlardan yararlanmış, bunun karşılığında Rusya’dan kredilenme yoluna gitmiştir. Silah alımı dâhil olmakla birlikte, bütçe açıkları için doğrudan Rusya’dan borç alan Ermenistan, gittikçe daha çok Rusya’dan asılı duruma düşmüştür. Forbes dergisine göre, 2011 yılında Ermenistan ekonomisi dünyanın en kötü 2’nci ekonomisi olmuştur.15

Ermenistan’ın maliye yardımı aldığı bir diğer kaynak da yurtdışında yaşayan Ermenilerdir. Mesela Amerika Ermenileri her yıl 1 milyar dolar civarında Ermenistan’a maddi yardımda bulunmaktadırlar.16 Fransa’da yaşayan Ermeni lobisi de etkili yardım göstermektedir. Rusya’da yaşayan Ermeniler de, örneğin; 2008 yılında 670 milyon ABD doları, 2010

14 Lake, Eli. “WikiLeaks: Armenia sent Iran arms used to kill U.S. troops.” The Washington Times. 29 Nov. 2010. Web. 18 Jul. 2012.15 “Armenia ranked 2nd in Forbes list of World’s Worst Economies in 2011”. “PanArmenian”. July 6, 2011. Retrieved July 6, 2011.16 “Cash Transfers To Armenia Jump To New High”, Arme-niaLiberty (RFE/RL), August 5, 2008.

5048

yılında ise 1113.4 milyon ABD doları para transferinde bulunmuşlardır.17 Böylece yurtdışından para transferleri Ermenistan’ın milli gelirinin % 15-30'unu oluşturmaktadır.

E rmenistan’ın bu şekilde finansmanı, kendi güvenliğini bölgedeki ülkelerle güvenli ticari münasebetlerde değil, diğer güçlerin hesabına temin etmesine sebep olmaktadır.

E rmenistan’ın maruz kaldığı krizler sadece ekonomik olanlar değil. Ülkede ağır demografi krizi de yaşanmaktadır. Ermenistan nüfusunun büyük bir kısmı ülkeyi ilk firsatta terk etmeyi düşünmektedir.18 Amerika ermeni lobisi ise, Ermenistan’da Ermenileri tutmanın yolunu aramakta, hatta Suriye’den kaçan Ermenilerin Karabağ’da yerleşmeleri için maliye yardımı ayırmaktadır.

Amerikan Desteğinin Perde ArkasıDemokratik değerlerden uzak olan, bölgede Rusya’nın gücünü artıran ve İran rejimini destekleyen Ermenistan, Batının desteğini nasıl elde etmektedir?

ABD’de çok güçlü ve eski sayılabilecek 2 lobi kurumu olan Armenian National

17 Посольство Российской Федерации в Республике Армения, Российско-Армянское Торгово-Экономическое Сотрудничество, h t t p ://www.armenia.mid.ru/relat_econ.html18 Aram Hovasapyan, The Real Armenian Question Not Discussed, The Official Blog of the Armenian National Committee of America - Western Region, August 8, 2012, http://ancawr.org/2012/08/08/the-real-armenian-question-not-discussed/

Congress of America (ANCA) ve Armenian Assembly of America (AAA), Ermenistan’a mali ve siyasi desteği sürdürmek için uzun zamandır faaliyet göstermektedir. Özellikle zengin Ermeni işadamlarını birleştiren ANCA, Kongre nezdinde çok etkindir. İlgili Kongre dinlemelerine kendi temsilcisi ile daima katılmakta, Ermenistan’ın işgalci politikalarına değinmeden, “Azerbaycan ve Türkiye’nin ablukasını” vurgulayarak pazar ekonomisinin kurulması, Ermenistan’ı bölgeye entegre edilmesi gerektiği nedenlerini ileri sürerek Ermenistan’a destek elde etmektelerdir.19 Hâlbuki Amerika’nın Ermenistan’a gösterdiği desteğin mantıksız olduğu, ABD’nin dış politika çıkarlarına ters düştüğü, Ermenistan’ın demokrasiyi boğduğu, bizzat Amerikalı uzmanlar tarafindan da ifade edilmiştir.20 Gerçi ABD dış politikası amaçlarına baktığımızda, Ermenistan’ı Rusya’nın egemenliğine teslim etmek istemediğini anlamak mümkündür; ama görülen odur ki, seçilen yol pek olumlu sonuçlar vermemektedir.

Er Ryan’ı Kurtarmak…

Bir taraftan Ermeni lobisinin etkisi, diğer taraftan da bölgede Rusya’nın etkinliğini frenlemek amacıyla, Batı 19 “ANCA Testifies before Congressional Foreign aid Com-mittee”, The Armenian Weekly Online, p.1, April 2001, http://free.freespeech.org/armenian/weekly20 Heather S.Gregg, Divided They Conquer: The Success of Armenian Ethnic Lobbies in the US, available at: http://intersci.ss.uci.edu/wiki/eBooks/Articles/Success%20of%20Armenian%20Lobbies%20Gregg.pdf

HAZAR RAPORU51HAZAR RAPORU49

Ermenistan’ı Rusya’nın mandasından kurtarma çabasında olduğunu görmek mümkündür. Mesela Türkiye-Ermenistan sınırının açılmasını öngören Zürih Protokolleri'nin esas hedefi, uluslararası ticarete açılan Ermenistan’ın, en azından ekonomik olarak Rusya’dan daha bağımsız hale gelmesi ve bölgede Rusya’nın yayılmacılığını pekiştirmesini engelleyip; tam tersine, bölgeyi daha bağımsız hale getirmesidir. Lakin Batının bu çabaları fazla etkili olmamaktadır. Ermenistan ekonomisinde Rusya’nın payı gittikçe büyümekte, Ermenistan’ın Rusya’ya olan borçlarını ödeyememesi ve yeni borçlar istemesi nedeniyle, Rusya Ermenistan’da çeşitli enfrastrüktür ünitelerini ele geçirmektedir.21 Gaz, su, elektrik, tren rayları sistemi, hatta devlet hava yolları – anonim ortaklıklara dönüştürülmüş ve payların önemli bir kısmı – Rusya Devleti'ne aittir. Ermenistan Rusya’dan aldığı 500 milyon dolarlık krediyi denge fonu olarak başarısız bir şekilde kullanmış, AB’den reform yolunda kötü puan almaları sebebiyle Avrupa’dan mali yardım sağlayamamıştır. Bu nedenle Rusya’dan 2012 yılında tekrar kredi istemek zorunda kalmıştır. Lakin bu sefer istenen kredi 1 milyar dolar civarındadır. Ermenistan’ın eski Başbakanı Grant Bagratyan’ın ifadesine göre, Ermenistan 1 milyar dolarlık krediyi almasa, 2013 yılında default (geri ödeme) tehlikesi ile yüz yüze kalacak, şayet bu krediyi

21 Fatma Aslı Kelkitli, Russian Foreign Policy in South Cau-casus under Putin, PERCEPTIONS • Winter 2008, s.82

alırsa, default tehlikesi 2015 yılına kadar ertelenebilecektir.22 2009 yılında, Ermenistan aldığı krediyi 4 yıl sonra, 2013 yılında ödemeye başlamalı, Libor + % 3 faiz üzerinden ödemeler gerçekleştirilmelidir. Lakin mevcut durumda Ermenistan’ın dış borç ödeme imkanları zordur ve bu durum da, Ermenistan’ın eski Başbakanı'nın kendi ifadesiyle, Ermenistan kendi bağımsızlığını ve siyasetini Rusya’ya kurban vermesiyle sonuçlanmaktadır.23 Tekrar istenilen 1 milyar dolarlık kredi için Rusya başka bir vaatte bulunmamıştır. Lakin bu meselenin son günlerde anılmaması, iki devlet arasında bir anlaşmanın elde edildiğine işarettir.

Bu durumda Batının Ermenistan’ı desteklemesi aslında amacına ulaşamamakta ve tam tersi sonuçlara sebep olmaktadır.

Ermenistan’ın bölgede Rusya’ya güvenmesinin kendisi açısından mantıklı olduğu savunulabilir. Rusya’nın desteği ile Ermenistan gerçekten topraklarını büyütebilmiş, Azerbaycan topraklarından 22 bin km2 işgal etmiştir ve işgali devam etmektedir. Azerbaycan ve Türkiye Ermenistan’a bazı iktisadi yaptırımlar uygulasa da, Ermeni tarafi saldırgan politika izlemekle ayakta kalmayı başarmıştır. Ermenistan BDT ve askeri blok olan Kolektif Savunma Anlaşması 22 Armenia Today, Грант Багратян: Кредит в $1 млрд отсрочит дефолт в Армении на 2 года, 16.07.2012., http://www.armtoday.info/default.asp?Lang=_Ru&NewsID=6985323 Ibid.

5250

Teşkilatı'nın üyesi olmakla birlikte “soykırımı tanıtma” kampanyasını sürdürmeye devam etmektedir.

Ermenistan’ın Türkiye ile sınırları açması ve dış ticarete atılması durumunda fazla bir şey elde edemeyeceği, ihracatında önemli bir değişiklik olmayacağını ileri sürmek mümkündür.24 Yani iddia edilebilir ki, Ermenistan bölgeye entegrasyon sağlasaydı bile kendi milli çıkarları bakımından daha avantajlı bir konumda zaten olmayacaktı. Mevcut durumda ise o hem Rusya’nın korumacı kanadı altına sığınmış, hem de Batıdaki lobilerin desteğinden yararlanmaktadır. Ermenistan siyasi makamlarının düşündüğü de her halde budur.

Lakin bu varsayımların gerçeklik payı hayli tartışmalıdır. Çünkü aşağıda tartışacağımız tezler durumun daha farklı şeyler gerektirdiğini ortaya koymaktadır.

Dağlık Karabağ meselesinde Ermenistan Azerbaycan’la uzlaşabilseydi, bir kaç alanda ilerleme sağlamış olacaktı. Evvela bölgesel yatırım projelerine dâhil edilerek karşılıksız diyebileceğimiz yatırımları çekmiş olacaktı. Ayrıca Türkiye ve Azerbaycan’la, Türkiye üzerinden karayolu ile olacak şekilde Avrupa’yla ticaretini artıracaktı. Bütün bunlar Ermenistan’ın artan borçlarından dolayı altyapısının 24 Ermenistanın 2011 yılı için ihracatı 1.3 milyar USD oluşturmuş, bunun %15 bakır olmuş Ermenistanın esas ihraç maddeleri bakır, molibden, elmas, altın ve alkollü içeceklerdir. İhracatda ilk 3 ülke Almanya, Rusya ve Bulgaristandır.

Rusya’nın eline geçmemesine sebep olacaktı.25 Belli ki Rusya bu alanlara gerekli yatırımı yapmadığından, Ermenistan bu işlemlerden bir avantaj elde edememiş, çünkü ihracatının esas kalemleri hammaddedir. 2002 yılında Ermenistan Parlamentosunun onayladığı hükümetler arası anlaşmaya göre, ülkenin en büyük çimento fabrikası, ülke ihtiyacı olan elektriğin %40’ını üreten Radzan Elektrik Santrali Mars Askeri Elektrik Sanayisi Kurumu Ermenistan’ın 100 milyon ABD doları borcu karşılığı olarakRusya’yadevredilmiştir.26 2013 yılından itibaren 2009 yılında Rusya’dan aldığı borcu nasıl geri ödeyeceğini bilemeyen Ermenistan, yeni borçlar istemektedir. Şu bir gerçektir ki, Rusya’nın Ermenistan’a karşı pek cömert davrandığını da söylemek zordur. Buna,Rusya’nınErmenistan’a sattığı gazı örnek gösterebiliriz. Gaz satışı Ermenistan üzerinde en büyük baskı araçlarından biridir. Şöyle ki Ermenistan’da tekelci gaz satıcısı konumunda olan “ArmRosGazprom” şirketinin hisse senetlerinin %80’i Rusya’ya, %20’si Ermenistan’a aittir. Sadece 2012 yılda Ermenistan 241 milyon ABD doları değerinde gaz almış, gazın 1 metreküpüne de 220 dolar ödemiştir. Nisan 2013 tarihi

25 Kelkitli, s.8326 Aleksandr Chepurin, “On Yerevan’s Foreign Policy”, Inter-national Affairs (Moscow)Vol. 50, No.2 (April 2004), p. 117 and Andrei P. Tsygankov, “If Not by Tanks, then byBanks? The Role of Soft Power in Putin’s Foreign Policy”, Euro-Asia Studies, Vol. 58,No. 7 (November 2006), p. 1091.

HAZAR RAPORU53HAZAR RAPORU51

için bu fiyatın 330 dolara çıkarılması beklenmektedir. Ermenistan’ın işgalci siyaseti olmasaydı, Azerbaycan’dan düşük fiyata gaz alabilecek ve sadece 2012 yılı için en az 70 milyon dolar tasarruf edebilecekti.27 Bu tasarrufun önemini anlamak için, Ermenistan yıllık bakır satışı 2010 yılı için 210 milyon dolar olduğunu hatırlamak gerekir.28 2012 yılının sonuna doğru Ermenistan’ın dış borcu 4.5 milyar dolar civarındadır, yani GDP`nin yarısından çoğu.29 Bir başka örnek de Türkiye pazarıdır. Ermenistan’ın esas ihraç maddeleri bakır ve molibdendir. Türkiyeher iki metali de ithalattan karşılamaktadır.30 Ermenistan bu iki metali esasen Almanya’ya satmaktadır.Oysa taşıma mesafesinin uzunluğu maliyeti artırmakta ve Ermenistan’ın gelirini azaltmaktadır.31

Ermenistan’ın ekonomik durumunun iyileşmesi ülkeden göçü engelleyeceği gibi, istihdamı ve demografik artımı da pekiştirecektir. Üstelik şimdi süren ekonomik krizin yavaşlayacağı, üretim, istihdam ve tüketim de artacaktır.

27 Грузия покупает газ у России, 03.02.2012, http://www.dni.ru/economy/2012/2/3/226828.html28 Ermenistan Başbakanlık yanında Devlet Gelirleri Kom-itesinin 2010 raporu. Lakin devletin bu satıştan elde ettiği gelir sadece 60 milyon USD oluşturmuştur. 29 Общий госдолг Армении в январе-июле составил около $4,2 млрд. – Минфинhttp://www.armbanks.am/2012/08/29/40805/30 Türkiyede 2 milyon tona yakın bakır rezervlerinin olduğu tahmin ediliyorsa da, işletilen molibden yatağı hiç yoktur. Her iki metal esasen elektrik sanayisinde kullanılmaktadır. 31 Bunlara Almanyada iktisadi kriz neticesinde talebin azaldığını, oysa Türkiyede tam tersine talebin arttığını eklenecek olursa, Ermenistanın elde edebileceği gelir daha da artmış olurdu.

5452

Türk Dış Politikası Açısından Kafkasya ve Orta Asya

Prof. Dr. Mesut Hakkı CAŞIN

Giriş Türk halklarının ana vatanı ve müşterek tarih, din ve kültürünün şekillendiği zorlu coğrafyayı teşkil eden Orta Asya ve Kafkaslar bölgesini, Mackinder “Eurasian Heartland-Avrasya Kalpgah” bölgesi olarak tanımlanmıştır. Sovyet rejiminin çökmesini müteakiben ortaya çıkan yeni güçler mücadelesi uluslararası ilişkiler literatüründe “New Great Game-Yeni Büyük Oyun’’ olarak nitelendirilirken,1 Hazar Havzası jeopolitik anlamda bu rekabetin odak noktası konumuna yükselmiştir.2 Uluslararası kamuoyunun

1 Richard Weitz: ‘’Averting a New Great Game in Central Asia’’, The Washington Quarterly, Summer 2006, Vol, 29:3, p. 155–167. 2 Avrupa devletler, Rusya’ya doğal gaz ithalatında % 40, petrol ithalatında ise % 30 oranında bağımlı olmaları nedeni ile Orta Asya enerji kaynaklarını alternatif çıkış yolu olarak görmektedir. Avrupa ülkelerinin gaz talepleri 2088 yılında 555 milyar metre küpten, 2035’de 628 milyar metre küpe çıkması tahmin olun-maktadır. Buna mukabil, ekonomik büyümesi % 9 artan Çin’in

hazırlıklı olmadığı bu hızlı değişim sürecinde Kafkasya ve Orta Asya devletlerinin egemenliklerini kazanması, Türk dış politikasının geleneksel gündeminde “Avrasya İşbirliği Fırsat-Rekabet Penceresini” tartışmaya açmıştır. Yirmi yıl süren geçiş süreci içinde AB ve NATO’nun Doğu Avrupa’da genişlemesi,3 11 Eylül terör saldırıları ve ABD ve NATO’nun terörizmle mücadele amacı ile başlattığı ISAF harekâtı ile Afganistan’a4

enerji talebinin 2008 ‘de 395 milyar metre küpten, 2025 yılında 395 milyar metre küpe çıkması beklenmektedir. ‘’ The Growing Geopolitical Role of Central Asia’’, Knowledge Economy Net-work, Brussels, Weekly Brief No. 1 – January 2012.3 William Wallace: ‘’From the Atlantic to the Bug, from the Arctic to the Tigris? The Transformation of the EUand NATO’’, International Affairs, Vol. 76, No. 3, Europe: Where Does It Be-gin and End? , July., 2000, p. 475-493. 4 Stephen M. Saideman and David P. Auerswald: ‘’Comparing Caveats: Understanding the Sources of National Restrictions upon NATO’s Mission in Afghanistan’’, International Studies Quarterly, Vol. 56, No. 1, March 2012, p. 67-84.

Yeditepe Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim üyesi

‘’Amerika Birleşik Devletleri’nin Avrasya’nın tümü için bütünleşmiş kapsamlı ve uzun vadeli bir jeostrateji oluşturmasının zamanı gelmiştir. Çünkü A.B.D. bu gün tek süper güçtür ve Avrasya da

yerkürenin merkezi arenasıdır. Hal böyle olunca Büyük Satranç Tahtası özetle Avrasya Bölgesi başlıca oyuncular ise A.B.D.- Rusya-Fransa-Almanya-Çin-Japonya-İran ve Türkiye’dir.

Zbigniew Brzezinski

HAZAR RAPORU55HAZAR RAPORU53

ve Pf P-Barış İçin Ortaklık projesi ile İttifakın Güney Kafkasya eksenli genişleme projeleri, bölgenin stratejik önemini yükseltmiştir.5 Türkiye, tüm diğer aktörler gibi Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan bölgesel savaşlar ve ekonomik krizlerin çalkantılı siyasal ve ekonomik düzleminde yakalamayı başardığı ekonomik kalkınma modeli ile yükselen bir profil sergilemektedir. Arap Baharı’nın Orta Doğu’yu sarstığı günümüzde,

T ürkiye’nin Orta Asya ve Kafkaslar bölgesi dış politika ve ekonomik işbirliği stratejileri başarılı olabilir mi? Türkiye, neden bölgeye yeniden angaje olmalıdır? Türkiye’nin bölgede hangi stratejik çıkarları ve hedefleri mevcuttur? Bu tespite göre, Türk siyasal eliti ve karar vericileri çok yönlü dış politika ve yeni denge arayışları kapsamında ülkenin mevcut ekonomik potansiyel dinamiklerini nasıl harekete geçirebilir?

Avrasya bölgesinde Türk iş adamları ve üniversitelerinin 20 yıllık deneyimleri dikkate alındığında, etkin bir rol üstlenebilir mi? Küreselleşen dünyada Türkiye, bölgesel bir aktör olarak hangi devletler ile işbirliği modelleri geliştirebilir?  Bu kısa makalede, Avrasya bölgesindeki güçler dengesinin değişimine bağlı olarak Türk dış politikasında 2013 yılında olası yeni değişikliklerin stratejik analizi hedeflenmiştir.

5 ‘Ermenistan ve Gürcistan NATO Kosova ve Afganistan Ha-rekâtlarına katkıda bulunurken, Azerbaycan Afganistan Harekâ-tına 94 askeri personel ile katılmaktadır. NATO, Azerbaycan- Er-menistan arasındaki Karabağ sorunu ve 2008 Gürcistan savaşı sonrası gelişmeleri bölge barışı açısından dikkatle izlemektedir. ’NATO’s Partners in the South Caucasus’’, http://www.nato.int/cps/en/natolive/news_89866.htm

AVRASYA’DA DEĞİŞİMİN GÜÇLER DENGESİ AÇISINDAN

YENİ BOYUTLARI

“Rusya’nın geleceği, Asya’dadır, Avrupa’da izlediği güç dengesini koruma politikasını ve İstanbul’u kuşatma hayallerini terk etmeli, tüm enerjisini , ulusal çıkarları adına ve bu çıkarlara en büyük rakip olan İngiltere’yi dengelemek adına Asya’ya yöneltmelidir.’’

Rusya Dışişleri Bakanı Gorchakov

Türkiye’nin Kafkasya-Hazar eksenli dış politikasının analizinde, uluslararası sistem mantığı ve realist teorik düzlemden yaklaşıldığında, öncelikle bölgedeki tarihi değişimin boyutlarının ortaya konarak, güçler dengesi açısından aktörlerin dış politika davranışlarının analizinin gerekli olduğu düşünülmektedir. Uluslararası ilişkilerde “güç” kavramı, “zayıf ” ve “kuvvetli” devletlerin tanımlanması ve devletlerin sahip oldukları gücü dış politikayı yönlendirmek için kullanıp kullanmamak konusundaki yetenek ve tercihlerini de belirlemektedir. 6Doktrinde Kenneth Waltz, güç olgusunu “başkalarını etkileyebilmek” olarak tanımlarken, Robert Gilpin, devletlerin “ekonomik-askeri-teknolojik” yeteneklerinin toplamının devletin gücünü yansıttığını öne sürmüştür.7Kanaatimizce Kafkasya,

6 Michael Barnett and Raymond Duvall: ‘’Power in Inter-national Politics’’, International Organization, Vol. 59, No. 1, Winter, 2005, p. 39-75.7 Margit Bussmann and John R. Oneal :’’ Do Hegemons Distribute Private Goods? A Test of Power-Transition Theory’’, The Journal of Conflict Resolution, Vol. 51, No. 1, February 2007, p. 88-111.

5654

Orta Asya’nın giriş kapısı, Hazar Havzası ise tarihi İpek Yolunun ve bereketli Avrasya coğrafyasının görkemli Kervansarayı’dır. Bu noktadan hareketle, öncelikle bu coğrafi alanda Yolcuların ekonomik iş birliği talepleri ile Hancı konumundaki ev sahibi devletlerin arz kapasitelerinin ortak ve karşılıklı çıkarlara dayalı fırsat ve risklerin stratejik boyutlarının irdelenmesinin resmin bütün olarak anlaşılmasına yardımcı olabileceği söylenebilir. Tarih boyunca Orta Asya Türk Milleti’nin ana vatanı olmuştur. Bozkırda göçebe bir hayat esası yaşayan Türkler bu coğrafyada kurdukları devletler ve yerleşik hayatta teşkil ettikleri büyük şehirler ile Türk medeniyetinin ve bölgesel kalkınma ve refahın ticaret yolu ile de gelişiminde yararlı olmuşlardır.8 Türk ülkelerinin bulunduğu geniş topraklar Uluğ Türkistan olarak nitelendirilmiştir.9 1991 tarihinde SSCB’nin çökmesi ise, Avrasya’da istikrar ve güç mücadelesini yeniden gündeme getirmiştir.10

Öncelikle belirtmek gerekir ki, Kafkasya ve Orta Asya, birbirine eklemli geniş coğrafi düzleme sahip olup, petrol ve gaz rezervlerine ilaveten, zengin su kaynakları, stratejik madenler ile dünyada artan nükleer enerji reaktörlerinin ihtiyacı olan uranyum gibi modern ekonominin

8 V.V. Bartold : “Türkistan ve Türkler”, Çeviren D. Ahsen Batur : “Orta Asya, Tarih ve Uygarlık”, Selenge Yayınları, İstanbul 2010, s. 28-36. 9 Ramazan Özey: Türk Dünyası, İstanbul 1997, s.33. 10 S. Frederick Starr, “Making Eurasia Stable’’, Foreign Affairs, January /February, 1996.

zorunlu doğal kaynaklarına sahiptir. Buna mukabil, Orta Doğu enerji kaynaklarının denizlere olan bağlantısının aksine, bölgenin dünya pazarlarına ulaşımı Rusya topraklarından geçen demiryolları ve petrol boru hatlarına bağımlıdır. Öte yandan, jeopolitik olarak bakıldığında 4 milyon kilometre kare geniş topraklara sahip olan bölge, ancak 61 milyon nüfusa sahip bulunurken, 1 milyar insan gücü ile Hindistan ve 1.5 milyarlık Çin’in asimetrik demografik baskısı, bu devletlerin hızla artan enerji açığının bölgeden karşılanması paradoksunu gündeme getirmiştir. Bu tespitten hareketle, öncelikle, Avrasya’da neler değişti sorusu ve satrançta küresel aktörlerin11 konumlarının istikametleri ne yönde olacaktır sorusuna cevap aranması gerektiği varsayılmaktadır. Buna göre, Soğuk Savaş sonrasında Kafkasya ve Orta Asya’nın uluslararası sistemdeki konumu siyasal ve ekonomik anlamda tarihi bir değişim yaşamaktadır. Sovyet askeri gücünün yarattığı güç boşluğu, Afganistan başta olmak üzere mücavir alanda dinsel ve etnik kökenli terör faaliyetlerinin tırmanışa geçme tehlikesini gündemde tutmaktadır. Bununla birlikte, uluslararası ilişkiler mantığı açısından konuya dikkatle yaklaşıldığında; günümüzde Çin-Kuzey Kore-Pakistan-Hindistan arasındaki nükleer silahlanma yarışına İran’ın katılma isteğinin yarattığı belirsizlik önemlidir.12

11 Doktrinde, Brezezinki, bu gelişime ‘’Büyük satranç Tahtası’’ adını vermiştir. 12 BM’in 1299 sayılı yaptırım kararı ile uygulanan ambargo kararının Ocak 2011 İstanbul toplantısında çözüme kavuşturul-maması, NPT Antlaşması dikkate alındığında BM Sözleşmesi-

HAZAR RAPORU57HAZAR RAPORU55

SSCB’nin tasfiyesi sonrasında bölgenin zengin enerji kaynakları, stratejik maden rezervleri ve tarihi ipek yolu güzergâhının yarattığı cazibe, dünya ekonomisi için hayati önem kazanırken diğer taraftan da ABD ve AB ülkeleri ile Çin’in politikaları Rusya ile rekabete yol açmaktadır.13 Nitekim Rusya, XVIII. yüzyıldan itibaren kademeli olarak Avrasya bölgesinde yükselen güç olmuştur. 1917 Sovyet Bolşevik Devrimi ve II. Dünya Savaşı sonrasındaki iki kutuplu güçler dengesi Sovyetler Birliği’nin Avrasya’daki bölgesel kontrol ve etkinliğini en yüksek noktaya taşımıştır. Sovyet Lideri Gorbaçov ve ABD Başkanı Reagan arasında 11 Kasım 1986’da gerçekleşen Reykjavik Zirvesi ile alınan nükleer silahsızlanma ve Avrupa’nın geleceği hakkındaki kararlar14 doğrultusunda SSCB, 31 Ocak 1991 tarihinde tasfiye edilmiş, Sovyet Kızıl Ordusu Doğu Avrupa topraklarından geri çekilmiş ve iki Almanya birleşmiştir.15

nin VII. Bölüm esaslarına geçilmesinde Güvenlik Konseyi daimi üyeleri Rusya ve Çin’in tutumları netlik kazanmamıştır. 13 Nitekim, ABD’nin Avrasya üzerindeki rekabetçi girişimleri ve NATO’nun askeri varlığına karşılık Çin- Rusya işbirliği Şan-ghay Örgütü ile mukabil cephenin siperlerini derinleştirmeye devam etmektedir. Bu rekabetin periferik bölgedeki kaçınılmaz yansımaları olarak Kafkasya, Karadeniz, Baltık, Akdeniz ve İran Körfezine yansımaları, Türkiye, İran, Pakistan, Ukrayna, Azer-baycan, Gürcistan, Ermenistan’ın katılmasına sebebiyet vermek-tedir. Orta Asya enerji jeopolitiği; XXI. yüzyılın öncelikli dış poli-tika ve ekonomik konuları arasında yer almaya adaydır.14 Nikolai Sokov: ‘’Reykjavik Summit: The Legacy and a Les-son for the Future’’, December 1, 2007, http://www.nti.org/analysis/articles/reykjavik-summit-legacy/15 Kathrin Hörschelmann: ‘’History after the End: Post-So-cialist Difference in a (Post)modern World’’, Transactions of the Institute of British Geographers, New Series, Vol. 27, No. 1, 2002,p. 52-66, Chauncy D. Harris :’’ Unification of Germany in 1990’’, Geographical Review, Vol. 81, No. 2, April , 1991, p. 170-182, Mark Bassin :’’ Between Realism and the ‘New Right’: Geo-

Batılı ülkeler, yeni bağımsızlıklarını kazanan devletlerin tekrar Rusya’nın etki alanına girmesi endişesi ile bu ülkeleri kendi siyasal, ekonomik ve güvenlik sistemlerine entegre etmek istemişlerdir.16 Brezinski’nin Satranç Tahtası olarak tanımladığı Avrasya’da ABD’nin başlattığı politikalar, değişimin en önemli unsurunu teşkil etmiştir.17 ABD’nin Kafkasya politikasının tarihsel süreç içindeki ilk açılımları, Bakü petrolü ve Ermeni göçmenler vasıtası ile olmuştur. 1991 sonrası gelişmeler genel hatları ile irdelendiğinde ise, ‘’Rusya Öncelikli’’ 18 olarak kurgulanmıştır. ABD’nin, Avrasya stratejisi içindeki hayati çıkarları açısından; Kafkasya bölgesini pivotal eksen olarak tanımlamıştır.19 ABD’nin değişim gösteren yeni Kafkasya politikasında; enerji

politics in Germany in the 1990s’’, Transactions of the Institute of British Geographers, New Series, Vol. 28, No. 3, September ,2003, p. 350-366. 16 ‘’Collapse of the Soviet Union-1989-1991’’, http://www.globalsecurity.org/military/world/russia/soviet-collapse.htm. 17 S. Neil MacFarlane : ‘’The United States and Regionalism in Central Asia’’, International Affairs , Vol. 80, No. 3, Regional-ism and the Changing International Order in Central Eurasia , May, 2004, p. 447-461.18 Bu politikaya göre; Kafkasya ile Moskova üzerinden iliş-ki kurulması tercih edilmiştir. Bunun en önemli nedeni ise Rusya Federasyonu’nun uluslararası sisteme entegre edilmesi ve böylece güven altına alınmasını sağlamaktır. Bu anlamda Rusya Federasyonu’nun 1993 yılında benimsediği “yakın çevre doktrini” ABD tarafından da kabul edilerek; Rusya ile ABD’nin Kafkasya’ya yönelik politikası paralellik göstermiştir.1995’ten itibaren değişen jeopolitik ortam, ABD’nin de dış politikasının değişmesine imkân vermiştir. ABD’nin Kafkasya ve Orta Asya’yı “stratejik hayati bölge” olarak tanımlaması Rusya’nın tepkisine yol açmıştır ve Rusya küresel politikada Amerikan karşıtı bir çizgiye yer vermeye başlamıştır. Bunun için de Avrasya-ABD karşıtı bir koalisyondan oluşan karşı ittifak stratejisine yönelmiştir. 19 Stephen J. Blank : ‘’After Two Wars: Reflections on the American Strategic Revolution in Central Asia’’, Carlisle Bar-racks, PA, Strategic Studies, Institute, Army War College, July 2005, p. 12-21.

5856

projelerinin hayata geçirilmesi, bölgenin demokrasiye ve liberal ekonomiye açık tutulması, suretiyle yeni bir siyasal düzen tesis edilmesi, çatışmaların barışçı çözüme kavuşturulması, terörle mücadele, İran’ın çevrelenmesi vb. önceliklerine yer verildiği söylenebilir. Öte yandan ABD, 11 Eylül sonrasında, Irak ve Afganistan Savaşlarına iştirak ettiği gibi, ilk kez Kafkaslar ve Orta Asya’da askeri güç konuşlandırmıştır.20 Washington bölgede Taliban ve El Kaide terör örgütlerinin güçlenmesi tehdidinin, Rusya ve Çin’in dış politikalarına ve hayati çıkarlarına aykırı olduğuna ikna etmiştir.21 ABD’nin bölgeye yönelik temel stratejik hedefleri ise, Rusya’nın yeniden hegemonik güç olarak baskılarını hafifletmek, İran’ın İsrail’i tehdit eden Körfez’deki politikalarının yayılmacı etkisini pasifize etmek şeklinde tanımlanabilir. Öyle ki, bu hedefler Hazar’ın hidrokarbon rezervlerinin bir kısmı üzerinde kontrol sağlamak ve alternatif boru hatları projeleri geliştirmeyi içermektedir. Bunu Türkiye, Gürcistan,

20 “Bush Troop Redeployment Plan: A Threat to Russia,” CDPP, Vol. LVI, No., 33, September 15, 2004, p. 1-5., Radio Free Europe Radio Liberty, February 26, 2004, report of Rumsfeld’s trips to Uzbekistan and Kazakstan; “U.S. Relations with Central Asia: Beth Jones, Assistant Secretary for European and Eurasian Affairs, Briefing to the Press,” Washington, DC, February 11, 2002, www.state.gov/p/eur/rls/rm/2002/7946.htm; Roger N. McDermott, “Washington Vague on U.S. Basing Plans in Cen-tral Asia,” Eurasian Daily Monitor, August 6, 2004; “Envoy to Azerbaidzhan Upholds USA’s Regional Policy,” Zerkalo, Baku, September 11, 2004, p. 15-17, BBC Monitoring, September 18, 2004, retrieved from Lexis-Nexis.21 Shirley Kan: ‘’U.S.-China Counter-Terrorism Cooperation: Issues for U.S. Policy’’, CRS Report for Congress, 12 May, 2005. , S. Neil MacFarlane: ‘’ the United States and Regionalism in Cen-tral Asia ‘’, International Affairs (Royal Institute of International Affairs 1944-), Vol. 80, No. 3.

Azerbaycan gibi bölgesel müttefikleriyle devam ettirerek, onları bir anlamda ödüllendirmekte ve ABD’yle beraber devam etmeye teşvik etmektedir. Nitekim Dimitri Trenin’e göre Rusya, Kafkasya’daki ayrılıkçılık, dinsel radikalizm, terörizm ve etnik çatışmaları kendi iç güvenliğine karşı tehdit olarak algılamaktadır. Ancak, ABD ile ekonomik ve stratejik rekabet, Rusya’nın bölgeye yeniden dönmesi yolundaki engel olarak algılanmaktadır. Rusya, ABD’nin askeri faaliyetlerini de “Dondurulmuş Çatışmaları” ısıtmaya ve istikrarsızlık yaratmak için ve Moskova’nın deklare ettiği Kırmızı Çizgileri aşmak için NATO’nun kullanıldığını ileri sürmektedir. Bu tespite paralel olarak Rusya Devlet Başkanı Medvedev, Gürcistan’ın 2008 saldırısını “Rusya’nın 11 Eylül’ü” olarak tanımlanan provakatif bir eylem olarak yorumlamaktadır.22 Amerikan yönetimi ise Rusya’nın Kafkaslardaki geleneksel nüfuzunu azaltarak, Kremlin’in arka bahçe anlayışına şiddetle karşı çıkmaktadır. Kısacası, ABD Rusya’yı tekrar karşısında rakip olarak görmek istememektedir.23 Bu itibarla, ABD’nin Kafkasya politikasının: Bölgenin jeopolitik özelliklerinden istifade yöntemleri, XIX. yüzyılda misyonerlik faaliyetleri kapsamındaki gelişmelerin I.Dünya Savaşı ve II. Dünya Savaşı’nda Sovyetler ile 22 Dmitri Trenin: ‘’Russia in the Caucasus: Reversing the Tide’’, Brown Journal of World Affairs. 23 Çağrı Kürşat Yüce: ‘’Kafkasya ve Orta Asya-Enerji kay-nakları Üzerinde Mücadele ’’, Ötüken Yayınevi, İstanbul 2006, s.194-195.

HAZAR RAPORU59HAZAR RAPORU57

ittifaka dönüşümü, Soğuk Savaş döneminde “Çevreleme Politikası” ile Sovyet Kızıl Ordusu’nun İran Körfezi ve Akdeniz’e inmesinin önlenmesi için Türkiye ve İran ile İttifak, Sovyetler Birliği’nin tasfiyesi ile Avrasya bölgesinin enerji kaynaklarının kontrolünde Kafkasya’da Rusya ile yakınlaşmanın boyutlarının tartışılması, 11 Eylül sonrasında, radikal İslami terörle mücadelede Kremlin ile ittifak yolunun açılması, Başkan Bush döneminde 2008 Rusya-Gürcistan Savaşı ile yaşanan gerginlik döneminin; Başkan Obama yönetiminde Rusya ile kısmi yumuşama ve İran’ın Nükleer faaliyetlerinin denetlenerek bölgesel güç dengelerinin muhafazası olarak kısaca özetlenebileceği düşünülmektedir.

Rusya Federasyonu, üç stratejik hamle ile ABD-AB-NATO’nun enerji arz güvenliği açısından güç boşluğuna izin vermeyeceği yolundaki politikasının yeniden dikkate alınması gerektiğini ortaya koymuştur. Birinci olarak Rusya, teorik düzlemde Şanghay Örgütü ile Çok Kutupluluk hipotezini ortaya atarak, bu değişime karşı çıkmıştır. İkinci hamlede Moskova, güçler dengesini bozduğu gerekçesi ile Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO üyeliğini kabul etmeyeceğini deklare etmiştir. Bu bağlamda enerji güvenliğini krize sokan ‘2006 Rusya- Ukrayna gaz krizi AB’yi

endişeye sevk etmiştir. Kremlin yönetimi üçüncü ve en kritik girişim olarak Portakal Devrimleri ile Doğu Avrupa ve Orta Asya’yı kontrol eden siyasal istikrarsızlığa izin vermeyeceğini 2008 Rusya-Gürcistan Savaşı ile ortaya koyarken, “dondurulmuş çatışmalar-frozen conflict’’ denklemini bozmuştur. Rusya, Abhazya ve Güney Osetya bölgelerinde Gürcistan sınırlarında asker bulundurmakta, İran ile dostane ilişkiler geliştirmektedir. Gürcistan’daki Gül Devrimi’nden beri, Abhazya ve Güney Osetya’daki Rus askeri varlığı genişlemiş ve ayrılıkçı güçlere yardım derinleşmiştir.24 Rusya sadece Gürcü güçlerini mağlup etmekle kalmayarak Abhazya ve Güney Osetya’nın bağımsızlığını tanımıştır. Böylece diğer ülkelerin de bölgeye bakış açısı değişmiştir.25 Rusya Çeçenistan’da ayaklanmaya karşı tedbirler almakta ve bu gelişmelerin bütün Kafkaslara yayılmasından endişe etmektedir.

Kaynak: Journal of Economic Geography

Rusya, yukarıda bahsettiğimiz ABD ve Avrupa Birliği’nin önde olmasına mani olmaya çalışmakta, bu kaygan zeminde kural koyan güç konumunu korumak istemektedir. Bunun altında, ekonomik çıkarlarını savunmak, jeopolitik statükosunu muhafaza etmek, iç tehditleri ve terörizmi sindirmek ve yok etmek, emelleri sıralanabilir26. Ancak, NATO ve AB’nin Doğu’ya doğru genişleme süreci, 24 R. Craig Nation, “Russia, United States and the Caucasus”, 2007.25 Mustafa Aydın, “Turkish Policy Towards Caucasus”, 200826 Ilan Berman, “The New Battleground: The Caucasus and Central Asia,” The Washington Post, Winter 2004-05, p. 59-69.

6058

2008 Gürcistan Savaşı ile durgunluk safhasına geçmiştir. NATO’nun Füze Kalkanı Projesi ile Baltık, Doğu Avrupa, Karadeniz, Akdeniz ekseninde İran’ın nükleer faaliyetleri gerekçesi ile tertiplenmesine Rusya, şiddetle karşı çıkmıştır. Kremlin, Near Abroad –Yakın Çevre doktrini ile uluslararası kamuoyuna ilan ettiği kırmızı çizgilerini Kafkaslar’da Frozen Conflict alanlarına müdahalesini aslında, güçler dengesi açısından nükleer paritenin ABD ve müttefikleri tarafından erozyona uğratıldığı gerekçesine dayandırmıştır. Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO’ya entegrasyonuna karşı çıkan Moskova Kalilingrad’a İskender sınıfı nükleer füzeleri konuşlandırmak seçeneği ile askeri güç kartını pazarlık masasına bırakmıştır. Rusya, mukabil hamle olarak, Putin döneminde yeni boru hatları projelerini devreye sokarak enerji pazarındaki konumunu muhafazaya çaba sarf etmiştir. Füze kalkanını kendi nüfuz alanına yönelik bir tehdit olarak algılayan Rusya, Gürcistan’da kurulacak radarın yerine Azerbaycan’daki kendi radarının ABD tarafından da kullanılabileceği teklifini getirmiştir. Öte yandan, 15 Mayıs 1992’de Ermenistan, Kazakistan, Kırgızistan, Rusya Federasyonu, Tacikistan ve Özbekistan arasında Kolektif Güvenlik Anlaşması (KGA) imzalanmıştır.

Kısacası Rusya, KGAT’ın NATO’ya denk bir bölgesel güvenlik örgütü olarak tanınmasını istemektedir. Son dönemde KGAT sürekli yetkililerinin belirttiği gibi, KGAT’ın öncelikli faaliyet alanı Orta Asya bölgesidir. Bölgedeki ABD askeri varlığından rahatsız olan Rusya, KGAT çerçevesinde Orta Asya’daki askeri nüfuzunu artırmayı hedeflemektedir.27 İkinci stratejik hamle olarak ise, AB’nin artan enerji ihtiyacını karşılamak için Rus siyasal eliti, Baltık ve Güney Akım projelerini devreye sokmuştur. Moskova, aynı zamanda Hazar Denizi’nin hukuki statü probleminin çözümünde, İran ile ortak hareket ederek, Kazakistan ve Türkmenistan’ın AB pazarına ancak kendi boru hatları ile girebileceğini ortaya koymuştur. Rusya, Basra Körfezi ve Hint Okyanusu seçeneklerini de dikkatle takibe devam etmektedir. Rusya buna rağmen, Çin’in Türkmenistan ve Kazakistan’ın enerji kaynaklarının yeni boru hatları ile rekabetini önleyememiştir. Rusya, ekonomik açıdan milli gelirinin % 63’ünü oluşturan enerji pazarındaki monopolist yapının muhafazası için kararlılığını ortaya koyarken, 2008 küresel ekonomik krizinden olumsuz yönde etkilenmiştir. Rusya bu noktada, Türkiye ve Balkan ülkeleri ile ortaklık modellerini Karadeniz-Balkanlar-Akdeniz hatlarındaki

27 Leszek Buszynski: ‘’Russia’s New Role in Central Asia’’, Asian Survey, Vol. 45, No. 4 ( Jul. - Aug., 2005), pp. 546-565.

HAZAR RAPORU61HAZAR RAPORU59

projeleri ile realize etmeyi hedeflediği gözlemlenmektedir. Türkiye için Kafkasya bölgesi, tarihi komşumuz Rusya ve Orta Asya Türk Cumhuriyetleri için ekonomik ve siyasal kültür köprüsü, “Uzun Koridor” konumundadır.28 Ortalama 5000 metre yüksekliğindeki dağlık arazi yapısı nedeni ile “dünyanın çatısı” olarak tanımlanan Kafkasya,29 bölgeyi kontrol altında tutan SSCB’nin dağılmasından sonra dünya siyasetinde aniden çok önemli bir yer edinmiştir. Kafkasya, tarih boyunca Arap-İran-Türk-Rus kavimlerinin göç ve ticaret yolları ile ordularının muharebe alanı olmuştur. Kafkasya’nın coğrafi ve iklimsel zorlukları, aynı zamanda bölge halkının egemenliklerinin yanı sıra kendi özgün kültür-dil-dinlerini korumakta oldukça faydalı tarihi “SIĞINAK” rolünü de temin etmiştir. 30 XIX. yüzyıldan itibaren 28 R. Hrair Dekmejian and Hovann H. Simonian, Troubled Waters: The Geopolitics of the Caspian Region, London: I. B. Tauris, 2001, p. 28., C. J. Chivers, “Violence Flares in Russia’s Caucasus, “International Herald Tribune, May 17, 2006. 29 “Asların Dağı” anlamındaki Kafkaslar, daha sonraları Tatarlar tarafından “Jalbuz” (Buz Yelesi), Nogaylar tarafından Yıldız Dağ-ları olarak adlandırılmıştır. Bir görüşe göre “Kafkas” adı Farsça “dağ” anlamına gelen “kuh” ile eski Türkçe’de “beyaz” anlamına gelen “kas” kelimelerinin birleşmesinden meydana gelmiştir.30 Bilinen tarihi yaklaşık 3 bin yıl geriye giden Kafkasya, üze-rinde yaşayan halkların kendi aralarındaki iç çekişmenin ötesin-de büyük güçlerin işgallerine sahne olmuştur. Sırasıyla (İskit, Sarmat, Yunan, Roma, Moğol, Avar, Hun, İran, Osmanlı) ve bu çerçevede verilen mücadelelerle de bugünkü karmaşık, çok dilli, çok etnik kompozisyona sahip bir görünüm haline gelmiştir. Bu etnik yapı incelendiğinde, her biri farklı dili kullanan elli kadar etnik grup sayılabilmektedir. Bölgenin etnik yapısının şekillen-mesinde dil unsurunun yanında, din öğesi de etkili olmuştur.

Anadolu’ya göç eden Kafkasya kökenli Türk vatandaşlar, iç politika açısından iç politikanın da önemli unsurudur.Diplomatik ve hukuki boyuttan bakıldığında Türkiye, tüm Orta Asya ve Kafkas Cumhuriyetlerini tanıyan ilk ülke olmuştur. Bu bağlamda Türkiye, Kafkasya’da Gürcistan, Azerbaycan ve Ermenistan ile kurduğu diplomatik ilişkilerde Rusya ile olan dengenin gözetilmesine özen göstermiştir. Ancak, Türkiye, Sovyet rejiminin yıkılmasından sonra ortaya çıkan Azerbaycan Ermenistan Savaşı, Ermenistan’ın sözde soykırım iddiaları, Rus-Çeçen Savaşı’nın yarattığı istikrarsızlık ve radikal dini terörün bölgesel yayılma riskinin farklı dış politika ve güvenlik endişeleri ile karşı karşıya kalmıştır.31 Öte yandan, bölgenin sahip olduğu petrol ve gaz rezervleri, Türkiye’nin büyüyen ekonomisine bağlı olarak artan enerji talebinin karşılanmasını gündeme taşımıştır. İkinci hayati gelişim ise Türk Cumhuriyetleri ve Rusya’nın hidrokarbon

Bölgenin yerli milliyetlerinin büyük çoğunluğu Azeri, Ermeni, Gürcü ve Çeçen’dir. Kafkasya’nın en eski halkları Gürcüler ve Çeçenlerdir. Bu etnik gruplara Abhazlar ve çeşitli Çerkez alt grupları İnguşlar, Avarlar ve Lezgiler de dâhildir. Kuzey Kafkasya halkları bugün için kendi topraklarında ya da cumhuriyetlerin-de azınlık durumundadır. Adıgey’de Adıgeler nüfusun %22 sini, Karaçay-Çerkes’te Karaçaylar ve Çerkesler nüfusun sırası ile %31 ve %10 nu, Kabardey-Balkar’da ise Kabardeyler %48, Balkarlar %8 ni oluşturmaktadır. Mitat Çelikpala; Beş Deniz Havzasında Türkiye, Siyasal Kitap, Ankara,2006,s.64.31 C. J. Chivers, “Violence Flares in Russia’s Caucasus, “Interna-tional Herald Tribune, May 17, 2006 .

6260

enerji kaynaklarının, Ortadoğu dışında alternatif kaynaklardan AB ve dünya pazarlarına ulaştırılmasında Anadolu’nun Akdeniz-Karadeniz transit güzergâh olarak kullanılması ABD, AB, Rusya, İran ve Çin’in katıldığı rekabet-ortaklık fırsatlarını beraberinde getirmiştir.

Bu bağlamda, Azerbaycan önemli bir petrol ihracatçısıdır, Kafkasya doğal gaz ve petrol kaynaklarının dünya pazarlarına akıtılmasında transit koridor görevi üstlenmektedir. AB tarafindan benimsenen Avrupa Kafkasya Asya Transit Koridoru (TRACECA) projesinin de bir parçası olarak Avrupa’nın en önemli fosil yakıt kaynağı koridorlarından biridir. 1993 yılında AB tarafindan başlatılan TRACECA projesi ile bölgeye yapılan otoyol, tren yolları, fiber optik kablolar ve doğal gaz ve petrol boru hatları yatırımlarıyla bölgede, Orta Çağ’da olduğu gibi, Asya’yı Avrupa’ya bağlayan modern bir İpek Yolu’nun yeniden hayata geçirilmesi arzulanmıştır.

Y önetimine bir Rus yöneticKafkaslar ayrıca doğu-batı arasında uyuşturucu trafiğinin ve diğer yasa dışı suç oluşumlarının geçiş güzergâhı

olmuştur.

Diğer yandan bakıldığında, Kafkasya ve Orta Asya’nın birbirine eklemli coğrafik yapısının aynı zamanda ekonomik ve

siyasal olarak da benzeri parametrelerde zorlu bir geçiş dönemini yaşadıklarını ifade etmek gereklidir. Nitekim, Orta Asya devletleri, 1989’dan bu yana geçen 20 yıl içinde sömürgecilikten kurtuluşun ikinci aşamasını teşkil eden siyasal anlamda “Ulus İnşası” ve devletleşme sürecini yaşamaktadır. Yeni devletler, komünist rejimden, liberal serbest pazar ekonomisi ve demokratik yönetime geçişi, büyük devletlerin güç mücadelesinden etkilenmektedirler. Toplumsal adalet açısından, Orta Asya devletlerinin enerji arzından elde ettikleri milli geliri kurumsal olarak, yoksul toplumsal kitlelere yeterince aktarılamamaktadır. Halen, zengin fakir halk kitleleri ile, kentsel ve kırsal bölge halklarının sosyo-ekonomik yaşam koşullarında ciddi zorluklar mevcuttur. Ülke yönetiminde, partizanlık, yolsuzluk,rüşvet, gündelik ekonomide karaborsa yaygın olmaya devam etmektedir. Orta Asya Cumhuriyetlerinin ekonomileri, enerji ve kritik hammadde kaynakları ile tarım ürünleriyle sınırlı olup, dış yardım, borçlanma ve yabancı sermayeye aşırı bağımlıdırlar. Enerji kaynaklarının üretimi ve pazarlamasında çevre koşullarına uyulmaması, gelecekte çok ciddi boyutlarda çevre sorunlarının, Hazar Denizi, Aral ve Baykal gibi göllerde aşırı kirliliğe yol çmaktadır.32 Doğu Türkistan’da 32 Bruno de Cordier: “Eski Güneydoğu Sovyetler Birliği: Sö-mürgecilikten Çıkış-Dönüşüm, Değişim ve Ötesi”, Çev. Serkan Berk Karadeniz, “Orta Asya ve Kafkasya”, Editör, Yelda Demi-rağ, Cem Karadeli, Palme Kitabevi, Ankara 2006 s. 108-114.

HAZAR RAPORU63

HAZAR RAPORU61

çıkan olaylar da enerji jeopolitiğinin bölgeye olan en önemli yansımalarından biridir. Mevcut koşullarda Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan’ın Rusya ve Çin’le yakınlaştığını görmekteyiz. Bu yakınlaşmayı stratejik olarak dengeleyecek yapı ise Türkmen ve İran gazının belli oranlarda Avrupa’ya ulaştırılmasıdır. Cumhuriyetlerin ekonomileri SSCB döneminde büyük ölçüde birbirine ve Rusya’ya bağımlı olacak şekilde yapılandırılmıştır. Hiç bir sanayi sektörü, kendi bulunduğu cumhuriyette ham maddeden başlayarak nihai ürüne kadar gidememektedir. Orta Asya jeopolitiğindeki en önemli hususlardan birisi, toprak ve su arasındaki hassas denge ile nüfus yapısı arasındaki “dengesizlik” ve göç hareketleridir. Unutmamak gerekir ki, SSCB dağıldıktan sonra, eski SSCB vatandaşı Rus nüfusun büyük kısmı, Türk Cumhuriyeti topraklarını terk ederek, Rusya Federasyonu ve Uralların Batı yakasına göç etmişlerdir. İkinci olarak, Orta Asya Türk Cumhuriyetlerindeki nüfusun %60’ı kırsal alanlarda yaşamakta olup, %45’i tarım sektöründe istihdam edilmektedir. Sadece Kazakistan’ın GSMH’nin %8’i tarımdan sağlanmakta olup, nüfusun %33’nü istihdam etmektedir. Soğuk Savaş sonrasında, Rusya ekonomik çöküntüden kurtulabilmek için, petrol ve gaz üretimini artırmıştır. 1990-2010 sürecinde, Rusya AB’nin en önemli enerji

tedarikçisi konumuna yükselmiştir.Enerji gelirleri ve Orta Asya devletleri ekonomileri için hayati öneme haizdir. 2006 yılı verileri dikkate alındığında, Kazakistan’ın petrol ihracatı 18.3 milyar dolar, gaz ihracatı geliri 1 milyar dolardır. Türkmenistan’ın petrol ihracat geliri 1.5 milyar dolar, gaz ihracatı ise ise 3.4 milyar dolardır. Özbekistan petrol ihracatı 0.5 milyar dolar, gaz ihracatı 0.4 milyar dolardır. Üç ülkenin toplam fosil kaynaklı enerji gelirleri 24 milyar dolar olup, toplam milli gelirlerinin %24,68’ni teşkil etmektedir. Buradan da açıkça görüldüğü üzere, Orta Asya devletlerinin ekonomi ve dış politikaları büyük ölçüde sahip oldukları enerji kaynaklarına bağımlıdır.33 Orta Asya devletlerinin dış ticaretinde Rusya ve Çin, yaklaşık %80lik bir paya sahiptir. Almanya-Türkiye-Güney Kore ikinci sırada yer almaktadır. Türkmenistan, Arap ülkeleri ve Türkiye’yi tercih etmektedirler. Orta Asya devletleri, AB ülkelerine (gaz-petrol) diğer madenler ve pamuk ihracatından 7.5 milyar Euro, ithalattan ise 15.4 milyar Euro tutarında bir ticaret hacmine sahiptirler. Orta Asya devletlerinin bağımsızlıklarını kazanmalarının ardından karşılaştıkları en önemli sorun, yeterli finansman ve sermaye birikimi ile modern teknolojik üretim potansiyelinin eksikliği olarak

33 Conflict Resolution in the South Caucasus: The EU’s Role, Europe Report No. 173, Brussels: International Crisis Group, March 20, 2006, p.18-20.

6462

ön plana çıkmıştır. İkinci husus olarak, yatırımcı sermayenin uluslar arası hukukun öngördüğü serbest piyasa ekonomisine dayalı güven ortamının komünist bürokrasi mirasının engellerini aşamamasıdır. Bir başka ifade ile pek çok eski Sovyet sisteminden ayrılan ülkelerde yaşanan “yolsuzluk-hantal kamu bürokrasisi-rüşvet” döngüsünün günümüzde geçerli olması ve uluslararası

hukukun öngördüğü teminatların mevcut olamaması, yabancı sermayenin yatırım güvencesini temin edememiştir. Geçen süre zarfında Orta Asya enerji kaynaklarına ilgi duyan ABD, AB, Çin, Japonya, Güney Kore gibi ülkeler, çok uluslu şirketler vasıtası ile yabancı sermaye transferi için düğmeye basmıştır. Yukarıda genel hatları ile özetlendiği

üzere, Türkiye hazırlıksız yakalandığı Orta Asya ve Kafkasya ile ilişkilerinde Soğuk Savaş dönemindeki Batı endeksli kısıtlı ilişkilerin yerine inşa edeceği dış politikadaki yeni yol haritasının nasıl olması gerektiği sorusuna cevap aramıştır. Soğuk Savaş döneminde Sovyet askeri tehdidini ön planda tutan ve güvenlik merkezli denge politikası yeniden yorumlanarak, Turgut Özal döneminde

Türk hariciyesi, dış politika çizgisinde daha aktif ve katılımcı bir vizyon arayışı içinde olmuştur.34

Türkiye, Avrasya bölgesinde Turgut Özal ve Süleyman Demirel liderliğinde 34 1991’deki Körfez Savaşı sonrası düzenlediği basın toplantı-sında Özal, “Türkiye’nin eski pasif ve mütereddit politikasını bı-rakması ve aktif bir dış politika izlemesi gerektiğini” açıklayarak, bir anlamda bu yeni döneme start vermiştir.

Kaynak: http://www.lib.utexas.edu/maps/map_sites/oil_and_gas_sites.html

HAZAR RAPORU65HAZAR RAPORU63

başlattığı yeni dış politikasında; ABD’nin desteği ile Bakü-Ceyhan boru hattı ile yeni kazanımlar elde etmiştir. Ankara, enerji politikalarında transit ülke olarak, kendi yetersizliklerini ve sınırlılıklarını kalibre edilmesi ihtiyacını ön plana çıkarmıştır. Rusya ile işbirliği ve ortaklık seçeneğinin geliştirilmesi yaklaşımını gözden geçirmiştir. Bu bağlamda, AKP hükümetinin Başbakan Tayyip Erdoğan ve DİB Ahmet Davutoğlu’nun başlattıkları “komşularla sıfır sorun’’ politikası; bölgede yeni projelerin hayata geçirilmesi sürecini tetiklemiştir. Son dönemdeki diplomasi pratiği, dışa açık, proaktif bir dış politika anlayışını Türk dış politikasının önemli bir özelliği olarak karşımıza çıkarmaktadır. Rusya ile Gürcistan arasındaki çatışma sırasında Türkiye uzlaştırıcı olarak aktif bir rol almıştır. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan hem Moskova’yı hem Tiflis’i ziyaret etmiştir. Erdoğan, müteakiben, Kafkas Güvenlik Paktı’nın oluşturulmasını teklif etmiştir. Rusya, Gürcistan, Azerbaycan ve de dolaylı olarak Ermenistan bu inisiyatife destek vermiştir. Ancak, projenin temellerin daha oturtulmaya ihtiyacı olduğu ve uygulamadaki zorlukların aşılması gerektiği de açıktır. Rus Gürcü yüzleşmesi ve Karabağ’daki Ermeni Azeri sorunu tarafların adım atmasını imkânsız kılmasa dahi, pratikte çok zorlaştıracaktır.35 6 Eylül 35 Rovshan İbrahimov, “Why Turkey Became More Active In

2008’de Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Ermenistan Başkanı Sarkisyan tarafından davet edildiği Ermenistan Türkiye futbol maçına katılarak, normalleşme sürecini başlatmış oldu. Ermenistan izolasyonun kalkabileceği umuduyla bu ziyarete büyük önem atfetmiştir. Gürcü Rus savaşının Ermenistan’da yol açtığı yakıt krizi, geçici etkilere neden olmuştur.

Peki, Türkiye’yi Güney Kafkasya’da daha etkili olmaya iten sebep ne olmuştur? 2008’e kadar Türkiye Azerbaycan ve Gürcistan ile iyi ilişkiler kurmuş ancak Ermenistan ile kurmamıştı. Bakü Tiflis Ceyhan ve Bakü Tiflis Erzurum boru hattı projeleri Türkiye ve Azerbaycan arasındaki etkileşimin sonuçlarıdır. Bakü Tiflis Kars Demiryolu Projesi de Ermenistan’ı dışlayan üç ülke arasında bir işbirliği sonucudur. Gürcistan bu projelerin gerçekleşmesinde kilit rol oynamaktadır. Temel Güney Kafkasya yolları Gürcistan topraklarından geçme-ktedir. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Gürcistan, Azerbaycan ve Türkiye arasında bölgesel ekonomik ittifakın başını çekmesi önemlidir. Ermenistan bu gibi bölgesel projelere Karabağ sorunu ve Azeri topraklarında hak iddia ettiği için katılamamaktadır. Türkiye ve Azerbay-can, yalnızca Ermenistan Karabağ’dan vazgeçerse sınırların açılacağını söyleme-ktedirler. Şu an için Türkiye Ermenistan South Caucasus”, 2009.

6664

ticareti üçüncü ülkeler üzerinden yürüme-ktedir. Türkiye açısından belki de en temel problem, Ermenistan’ın ve Ermeni diasporasının Türkiye’nin 1915 yılında Osmanlı topraklarında yaşanan olayları ‘soykırım’ olarak tanımasını talep etme-sidir. 2009’da imzalanan protokol ile bu olayların araştırılmasının tarihçi bir gruba devredilmesi söz konusu oldu ancak protokollerin halen ülkelerin meclisler-inde onaylanmamış olması ve devletlerin karşılıklı olarak çekinceli davranması umudu azaltmaktadır. Aynı protokolde sınırların karşılıklı olarak açılması da söz konusudur. Türkiye Ermenistan ile ilişkilerin geliştirilmesi halinde, Erme-nilerin soykırım baskısının kendiliğinden azalacağını öngördüğünü tahmin edebili-riz. 1915 olayları iki ülkenin diyalogunda en önemli engeli teşkil etmektedir. Er-menistan yönetiminin kontrol edemediği diasporanın bu konudaki uzlaşmaz istekleri de sorunun çözümünde zorluk çıkarmaktadır. Genel olarak Türkiye’nin ‘komşularla sıfir sorun’ politikası dışında Güney Kafkasya üzerinde uzun vadeli özel bir politikasından bahsetmek zor diyebiliriz. Ancak kısa ve orta vadede, Gürcistan ve Azerbaycan ile ekonomik, kültürel, askeri ve siyasi ilişkileri artırmak, Ermenistan ile de normalleşme sürecini tamamlamak gibi bir hedefinin olduğu anlaşılmaktadır.

Büyük Güçler ekseninden bakıldığında Türkiye ABD’nin müttefiki olsa da Rusya ile de mesafeli olmayıp, son zamanlarda Rusya ile ekonomik ve ticari ilişkiler önemli artış kaydetmiştir. Samsun Ceyhan Petrol Boru Hattı ile Akkuyu Nükleer Santral projeleri ve iki ülke arasındaki vizelerin kaldırılması, önemli gelişmeler olarak dikkat çekici noktalara taşınmıştır. Türkiye’nin ABD ve NATO ekseninden çıkmadığı düşünülürse, yukarıda da belirttiğimiz gibi ABD’nin bölgedeki hedefi sadece Rusya’yı dizginlemek değil, aktif bir partner haline getirmek olduğu doğrulanabilir. Rusya ise bölgede statükosunu ve nüfuzunu korumaya çalışmakta, ancak işbirliğinde de yapıcı davranmaktadır. Rusya ile Mavi Akım ve Akkuyu nükleer enerji projeleri bu konuda en önemli adımlar olmuştur. Öte yandan Rusya ile rekabet yerine işbirliğinin önemli adımı olarak 29 Aralık 2011 tarihinde Moskova’da imzalanan Güney Akım -South Stream hattının, 63 milyar metreküp kapasite ile Karadeniz –Balkanlar hattını kullanması hedeflenmiştir. 36Ancak, 2011 yılında Ortadoğu’da yaşanan Arap Baharı’nın

36 Türkiye, imzalanan anlaşmayla yeni hattın Türkiye’nin Karadeniz’deki münhasır ekonomik bölgesinden geçişine izin vermiştir. Rusya, bu izin karşılığında Türkiye’nin Rusya’dan aldığı doğal gazın fiyatında indirim yapmıştır. Ayrıca, Türkiye’nin Batı Hattı’ndan “al ya da öde” kontratları çerçevesinde alması gereken ve kullanılamayan 3 milyar metreküplük doğalgazın müteakiben kullanıma imkan tanınmıştır. Mitat Çelikpala: ‘’Enerji Alanında Rekabet Yeniden Hareketleniyor: Türkiye Merkezli Gelişmelere Genel Bir Bakış’’, Ortadoğu Analiz, Mayıs 2012 - Cilt: 4 - Sayı: 41, s.9-11.

HAZAR RAPORU67

HAZAR RAPORU65

Tunus, Mısır, Libya, Körfez ülkeleri ile Suriye’de yarattığı iç savaş ve istikrarsızlık ortamı, İsrail’in Mavi Marmara saldırısı sonrası yaşanan gerginlik, Türk dış politikasında Orta Doğu’nun ön plana çıkmasına neden olmuştur. Türkiye, Nabucco Projesi kapsamında Haziran 2011 tarihinde hükümetler arası prensip antlaşmasını da imzalamıştır.

2012 yılında ise Türkiye-Kazakistan ekonomik ilişkilerinde yeni bir sayfa açılmıştır. İki ülke arasındaki ticaret hacmini 10 milyar dolara taşıyacak yeni Sinerji Ortak Ekonomi Programı’na yönelik üç yıllık eylem planı Ekim 2012 tarihinde imzalanmıştır. Bu antlaşma, Türkiye’nin bir Avrasya ülkesi ile imzaladığı ilk stratejik ortaklık anlaşması olma özelliğini taşımaktadır. 37Ticaret, ekonomi, eğitim ve kültürel alanlarda yapılacak yatırımlara ivme kazandıracak yeni projelere başlanmıştır. İran-Türkmenistan-Kazakistan demiryolu hızlı bir şekilde tamamlanarak Kazak enerji kıyılarının doğrudan Türkiye’ye bağlanması sağlanacaktır.38 Türkiye, bölgesel politikalarındaki siyasal tercihlerinde eksen kaymasına 37 ‘’Türkiye ile Kazakistan, Stratejik Ortaklık Antlaşma-sı İmzaladı’’, Rusya’nın Sesi Radyosu, http://www.rusya.ru/Content/5280-%C3%BCrkiye+ile+Kazakistan_+stratejik+ortaklB138 Metalürji, kimya ve petrokimya, makine, gıda sanayi, inşaat malzemeleri sektörleri gibi alanlarda işbirliği faaliyetleri geliştiri-lecek. Bakü-Tiflis-Kars demiryolu hattının Hazar Denizi üzerin-den Kazakistan’a ulaştırılması, uluslararası ulaşım koridorlarının (TRACECA, SILKWIND) geliştirilmesi öncelikli konular ara-sında yer alacaktır. Hazal Ateş: ’’ Kazakistan’la Dev Eylem Planı’’, Milliyet, 12 Ekim, 2012.

uğramadığını, 27 Aralık 2011 tarihinde Azerbaycan doğalgazını Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşıyacak olan TANAP-Trans-Anadolu Doğal Gaz Boru Hattının inşasına ilişkin mutabakat zaptı imzalamak sureti ile ortaya koymuştur.39 Azerbaycan Devlet Başkanı İlham Aliyev’in İstanbul ziyareti esnasında imzalanan TANAP Projesi ile ortaya koyarken, Türk dış politika stratejisine yön verecek yeni yol haritasının sürekliliği için düğmeye basmıştır.

Sonuç

O rta Asya enerji jeopolitiği; XXI. yüzyılın öncelikli dış politika ve ekonomik konuları arasında yer almaya adaydır. Bölgenin önemli aktörleri arasında yer alan ve NATO üyesi olan Türkiye’nin geçmişteki hatalarını tekrar etmeksizin gelişmeleri ve mevcut güç dengelerini doğru tahlil ve analiz edilmesinin bu çalışmada ortaya konduğu üzere, aynı zamanda enerji güvenliği için zaruret arz ettiğini söylemek mümkün görülmektedir.

39 TANAP’ın beş yılda tamamlanması ve 5–6 milyar dolara mal olması öngörülüyor. Türkiye, hattan geçecek olan yaklaşık 16 milyar metreküp doğalgazın 6 milyar metreküpünü kendi ihtiyaçları için kullanabilecek. Geri kalan miktar Avrupa pazarı-na ulaştırılması hedeflenmiştir. Boru hattının, ortaklık yapısında ileride değişme ihtimali olmakla birlikte, bugün için % 80’lik kısmı Azerbaycan’a % 20’si ise Türkiye’ye ait. Azerbaycan’ın Şah-deniz-2 gazının 2017-8’de uluslararası piyasalara girecek olması. Bu gazın ve ilave olarak muhtemel Türkmen ya da Kazak doğal gazının Türkiye üzerinden Batılı tüketicilere taşınması ihtimali Rusya’nın tekel olma durumunu ortadan kaldırması nedeniyle alternatif hatlar arasındaki rekabeti su yüzüne çıkartmıştır. Çelik-pala, age.s.12-16.

6866

Ekonomik kalkınma ve uluslararası rekabette  Türkiye’nin toplam 67,8 milyar m3’lük doğal gaz antlaşması mevcut olduğu dikkate alındığında enerji ihtiyacının %80’nin ithal eden ülke konumunda olması, 2011 enerji faturasının 50 milyar dolarlık hacminin yakın gelecekte 100 milyar doların üstüne çıkması olasılığını kuvvetlendirmektedir. Bu itibarla, Türkiye’nin Avrasya enerji politikalarını yeniden revize etmesi ihtiyacı esasen ekonomik ve finansal politikaların yanı sıra devletlerarası bölgesel ilişkileri ve ulusal güvenlik politikalarını da yakından etkileyen bir sürece girmiştir. Türkiye Kafkasya-Orta Asya Ekonomik Birliğine katkılarda bulunabilir, biçimlenmesinde ciddi yardımları olabilir. Türkiye, bölgedeki dinsel-etnik çatışmaları önleyici roller üstlenebilir. Türkiye, ekonomik ve teknolojik know-how birikimini paylaşması halinde, Kafkasya ve Orta Asya Cumhuriyetleri ile yeni iş birliği projelerini hayata geçirebilir. Sermayeden çok neyin nasıl yapılacağı konusunda deneyim ve iş birliği enformasyonuna ihtiyaç duyan Orta Asya cumhuriyetleri ile üniversitelerin akademik ortaklıklar ve değişim eğitimleri uygulamaları, gelecekte yaratıcı teknolojik dönüşümler sağlanmasını temin edebilir.

DEĞERLENDİRMELER

HAZAR RAPORU69

DEĞERLENDİRMELER

HAZAR RAPORU67

Dr. Şener Aktürk

Türkiye’de milliyetçilik ve ulusçuluk kavramının ortaya çıkması ve evrimi ile ilgili nasıl bir çerçeve çizebiliriz?

Milliyetçilik ve Ulusçuluk akımlarının Türkiye coğrafyasını etkisi altına aldığı dönemden evvel, bu coğrafyada hâkim olan toplumsal yapıda, yani Osmanlı İmparatorluğunda, dini kimlik etrafında organize olmuş bir millet yapısı vardı. Bunu ben, dört ayak üstünde yükselen masa veya sandalye olarak tanımlıyorum, Osmanlı toplumunun 4 ana milleti vardır. Bunların en önemlisi birinci yani kurucu İslam milletidir. Bütün Müslüman etnik grupları bir arada tutan bir millet. Burada millet kelimesinin özü de dini topluluktur. Dolayısıyla ayrı ayrı Arap, Arnavut, Laz, Çerkez milletleri değil, tek bir İslam Milleti vardır. Bütün Müslüman etnik unsurları içinde barındıran, bu ana sütün kesinlikle tek başına Osmanlı’yı oluşturan sütün değildir. Bunun yanında hiyerarşik sırasıyla yukarıdan aşağıya, ikinci ve en önemli sırada Rum Ortodoks milleti vardır. Özellikle Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethinden sonra, güçlendirilmiş,

tahkim edilmiş ve İmparatorluğun sol kolunu oluşturan Rum Ortodoks milleti, üçüncü sırada Ermeni Gregoryen milleti ve son olarak 1492’de İspanya’dan kovulup II. Beyazıt tarafından Osmanlı Devleti’ne kabul edilen, Sefarad, İspanyol Musevi’lerini oluşturan millet gelir.

Fransız Devrimi’yle beraber iyiden iyiye yaygınlaşan, güçlenen milliyetçilik akımlarının sonucu olarak bu dört ayaklı masa çatırdadı ve teker teker o ayaklar çökmeye başladı. Burada kritik olan bir tarih tabi 1821, Yunan isyanıdır. Yunan isyanı belki coğrafi olarak sadece Güney Yunanistan olarak bildiğimiz Mora Yarımadası’nı ve Atina çevresini Osmanlı İmparatorluğundan kopardı ama kimlik olarak çok kritik bir kırılma yaşandı. Çünkü ikinci en önemli millet, nüfus olarak da, Müslümanlarla yarışabilecek en önemli millet, Rum Ortodoks milleti, İmparatorluk vasfını, evrensellik iddiasını kazandıran bir millet yavaş yavaş etnik unsurlarıyla İmparatorluktan kopmaya başladı.

Türkiye’de Milliyetçilik ve Demokratikleşme

70

DEĞERLENDİRMELER

68

Fatih Sultan Mehmed’in Rum Ortodoks Patriği Gennadios’a Patrikhaneyi kurdurması ve Fetih projesinde çok önemli rol atfetmesi dikkat edilecek bir husustur.

F atih ve ondan sonra gelen Osmanlı imparatorları, Osmanlı kimliğini evrensel bir kimlik olarak, Roma İmparatorluğu gibi gördükleri için, bugün Rum Ortodokslar, yarın Protestanlar, Katolikler, belki Budistler, Hindular potansiyel olarak dünyanın bütün dinlerini, Osmanlı kimliğinin birer parçası gibi düşündükleri için çok önem vermişlerdir.

1821’de başlayan isyan 1829’da Elen Cumhuriyeti olarak Yunanistan’ın kurulmasıyla sonuca ulaştı ve daha sonra gelen Sırbistan’ın bağımsızlığı, Karadağ’ın bağımsızlığı, Bulgaristan’ın ve Romanya’nın bağımsızlığı, tek tek Rum Ortodoks milletini Osmanlı’dan kopardı. Ve bir ayak, önemli olan ikinci ayak tamamıyla çökmüş oldu. Bu dönemlerde Osmanlı İmparatorluğu’ndaki kimlik politikasının birkaç aşamadan

geçtiğini görüyoruz. Ulusçuluk, Milliyetçilik akımına reaksiyon olarak önce Osmanlıcılık benimsendi, ama gayrimüslim etnik unsurların en önemlileri olan Rum Ortodokslardan başlayarak daha sonra Ermeniler de dahil olmak üzere, kopması neticesinde Osmanlıcılıktan İslamcılığa, İslamcılıktan Türkçülüğe geçiliyor ve burada ben resmi ve yaygın tarih yazımından farklı olarak şunu vurguluyorum, 1. Dünya Savaşı sonrasında Türkçülükten tekrar İslamcılığa geçiliyor ve sonra tekrar Türkçülüğe geçiliyor. Kısaca açmak gerekirse 1821-1829 Rum Ortodoks milleti başta olmak üzere gayrimüslim kopuşu ve Osmanlıcılık siyasetinin iflasını gösteren süreç yürümedi. Çünkü gayrimüslimler olmadan Rum Ermeni olmadan Osmanlıcılık olamazdı, olamadı da. 1912 kırılma noktasıydı. Çünkü ilk defa Müslüman bir etnik grup da, kendi ulus devletini kuran Arnavutluk var, Balkan Savaşı’nda Balkanlar etnik gruplara ayrıldı. Sırpların, Bulgarların, Yunanların ulus devletini genişletmesi, ondan önceki 80 yıllık bir sürecin devamı ama Osmanlı’dan bağımsız farklı bir Müslüman ulus devletinin, Arnavutluk’un ortaya çıkması, psikolojik olarak büyük bir kırılış oldu. Bunu Mehmet Akif ’te çok fazlasıyla görebiliyoruz. Biliyorsunuz kendisi Arnavut’tur ama Türk milli şairidir, İstiklal Marşı’nın da yazarı. Daha sonra Araplarda bunu daha da artarak göreceğiz 1. Dünya Savaşı’nda fakat Arnavutluk’un kopuşu Araplardaki bağımsızlık hareketleri, kimlik politikasını doğrudan Türkçülüğe kaydırdı. İslamcılık da terk edildi, iflas etti ve başarılı

HAZAR RAPORU71HAZAR RAPORU69

olamadı. 1. Dünya Savaşı’nda, Türkçülüğün iktidarda olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle 1913 İttihat ve Terakki’nin gerçekleştirdiği Saray Darbesi ve 1913’ten 1918’e kadar, yani bütün 1. Dünya Savaşı boyunca İttihat ve Terakki’nin muhalefetsiz tek parti döneminde aslında Türkçülük tatbik edildi. Teorisi zaten vardı, uygulamasını da o beş yıllık süreçte gördük. Fakat malumunuz 1. Dünya Savaşı kaybedildi. Kafkasya’dan Orta Asya’ya ulaşma hayalleri, İran üzerinden Hindistan’ı vurma hayalleri iflas etti. Sonuçta, 1. Dünya Savaşı Türkçülüğün de iflasıydı o anlamda. Bu noktadan sonra ise yani en çok söylenen, Türkiye’de ve dünyada, sırasıyla Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülüğe geçilişidir. Oysa Mondros Mütarekesi’nde, Sevr Anlaşması’nda ve Anadolu’nun parçalanma sürecinde ki bu benim kişisel görüşüm, akademik çalışmalarımda da vurguladım, İslamcılığa bir geri dönüş var.

Ankara Hükümeti’nin kurulması ve milli mücadelenin organize edilişi. Burada bir kaynak. Bu konular üzerine pek çok yerde yazdım fakat Middle Eastern Studies dergisinde Kasım 2009’da yayınladım, “Persistence of the Islamic Millet” adlı makalede. Aynı zamanda yine 2009-2010 yıllarında Doğu Batı Dergisi’nin 51. sayısında çıkan “Osmanlı Devleti’nde dini çeşitlilik” adlı makalede. İkisinde de vurguladığım şu oldu; Milli Mücadele özellikle Middle Eastern Studies makalesinde de değindiğim üzere, şimdi

Türk Kurtuluş Savaşı olarak da tarif edilen olay aslında din temelinde gerçekleşmişti. Milli kelimesinin Arapça, Aramice, Süryanice kökenine baktığımız zaman “dini topluluk ve cemaat” anlamına geliyor. 1920 yılında bunu duyan kişiler için de İslami dini anlamı vardı. O yüzden de bu temelde bir mücadele yapıldı, Anadolu’nun bütün Müslüman etnik unsurları, İngiliz, Fransız ve Yunan işgal kuvvetlerine karşı bir direniş örgütlediler ve bunu başardılar. Lozan Anlaşması’yla da Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Ama Cumhuriyet kurulduktan sonra tekrar bir Türkçülüğe dönüş var ve bu sefer millet kelimesinde bir anlam kayması oluyor. Yüzyıllar boyunca dini cemaat, dini topluluk olarak tanımlanmış olan İslam milleti, Ortodoks milleti, Protestan milleti Osmanlı İmparatorluğu’nda hayat bulmuş iken Lutheran milleti diye bir millet kuruluyor. Millet kelimesi dini içeriğini kaybediyor ve etnik bir içerik kazandırılmaya başlıyor resmi kullanımda. Türk milleti gibi Arap milleti gibi daha önceden anlaşılamayacak, etnik anlamlı dinsel anlamlı kültürel anlamlı milletler ihdas ediliyor. Burada aslında Ulusçuluktan bahsetmek mümkün çünkü Cumhuriyet’in kuruluş döneminde zaten Türk milletinden daha fazla, özellikle 1930’lardan itibaren, Türk ulusu deniyordu. Yine kökeni Süryanice ve Arapça da olan dini metinlerde, Kuran, Tevrat gibi millet kavramının yerine Moğolcadan gelen “Ulus” kavramı ikame ediliyor ve bu tamamen etnik bir topluluğu ifade eden Türkçe konuşan, Orta Asya’da

72HAZAR RAPORU

71

Ama Ulusçuluğun, Milliyetçilik olarak başlayan ve daha sonra Laik Ulusçuluk olarak devam eden entelektüel ve siyasal akımının, Türkiye coğrafyasındaki serencamı budur. 4 ayaklı Osmanlı coğrafyasına geldi ve birer birer o ayakların çöküşüne hem sebep oldu, hem de bu çöküşün sonucu oldu ve Türkiye Cumhuriyeti de o ayaklardan geriye kalan tek ayak olan Müslüman milletine Türk Ulusu ismini verdi ve şimdiye kadar devam eden Ulus Devlet ve ulus inşa sürecine başladı. Burada tabi çok detaylara odaklanan kişiler diyebilirler ki Musevilere ne oldu? Onların bağımsız devletleri de olmadı? Evet olmadı. Ta ki 1948’de İsrail’in Yahudi devleti olarak kuruluşuna kadar. Musevi azınlığı her kritik dönemeçte, Osmanlı Devletinin veya onun yerine kurulacak olan Ankara Hükümeti’nin devamı yönünde hareket etti ve onu destekledi. Mesela Selanik’in kaybında Selanik’in en önemli etnik dini unsuru olan Museviler, Osmanlı devletinin devamını istemişlerdir. Ve pek çoğu Elen Cumhuriyeti Yunanistan Selanik’i ele geçirdiğinde, o zamanlar için Osmanlı’ya göç etmiş ve Balkanların Osmanlı’da kalmasını tercih etmişlerdir. Bu da anlaşılabilir bir durum. Çünkü hiçbir yerde kendi Ulus Devletlerini kurmayı düşünmüyorlardı. Bu çok sonradan ortaya çıkmış ve çok sonradan Hitler’in Yahudi soykırımından sonra popülaritesini kazanmış ve Filistin’de başarıya ulaşmıştır. Proje, yani Siyonizm’den bahsediyorum,

Y ahudi milliyetçiliğinden o geç döneme kadar Musevi milleti gayri Müslim milletler arasında, Osmanlıcılığa da Türkçülüğe de en sempatik ve en yakın duran gayrimüslim unsur olmaya devam etti. Bugün bile kısmen öyledir diyebiliriz.

Son zamanlarda artan PKK terörünü ve Türkiye’nin Kürt sorununun çözümünde aldığı mesafeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

T ürkiye son 10 yılda, fakat bilhassa da 2004 yılından 2009 yılına kadar, bu sorunun çözümünde muazzam adımlar attı. Bu süreçte, Türkiye’nin kimlik politikalarında ortaya koyduğu reformlar ondan önceki 80 yılıyla karşılaştırdığımızda en önemli kırılma en önemli değişiklik bu konuda şüphe yok.

Tabi ben Kürt sorunu ve bunun gibi Alevi sorunu denilmesine karşıyım, bu tanımlama yerine Kürtlerin ve Alevilerin sorunu demeyi tercih ediyorum. Çünkü Kürt sorunu ve Alevi sorunu dediğimizde, Kürtlerin veya Alevilerin varlığı sorunmuş gibi bir izlenim ortaya çıkabiliyor. Kürtlerin sorunları var, Alevilerin de sorunu oldu daha doğrusu. Kürt sorunu ile PKK sorunu iyice ayrıştı ve AKP Hükümeti döneminde atılan adımlar Kürt sorununu neredeyse çözdü diyebilirim. Örneğin, önce 2004 yılının haziran ayında, TRT3’ün geleneksel dil ve lehçe yayınları Arapça, Zazaca, Kürtçe Boşnakça Zazaca, ve Çerkezce olarak başladı ve hala devam

DEĞERLENDİRMELER

70

Moğolistan’da etnik bir ulus kökeninin tanımı olarak yerleşiyor.

Bu ulusçuluk Cumhuriyetin resmi ideolojisi ve Laik bir ulus anlayışı, dil temelinde asimilasyona dayanan bir ulus anlayışı. Ben burada ulus Moğolcadan geliyor ve etnik kökeni ifade ediyor dediğim zaman Türkiye Cumhuriyeti’nin uyguladığı resmi politikanın Almanya’dakinin benzeri bir etnik milliyetçilik olduğu anlamı çıkarılmamalı. Çünkü bu değildi, böyle bir görüş de vardı, Mahmut Esat Bozkurt gibi, Recep Peker gibi, CHP’nin önemli kişilerinin savunduğu bir görüştü ama hep muhalefette kaldı. Hep arka planda güçlü bir unsur olarak devam etti, ama egemen siyaset, egemen politika, Fransa’dan ilham alan kültürel asimilasyoncu milliyetçiliktir. Ve hep öyle olmaya devam etti, dolayısıyla pek çok etnik kökenden gelen kişiler Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak kabul edildi. Fakat etnik farklılıklarının vurgulanması kabul edilmedi. Hangi etnik kökenden gelirse gelsin herkesin Türk dilini öğrenerek bu da 1930’larda oluşturulan modern standart Türkçe dediğimiz resmi İstanbul Türkçesi, Laik bir içerikle tanımlanan bir Türkçe, bu dili öğrenen ve bu kültüre asimile olan herkes eşit Türkiye vatandaşı olarak kabul edildi. Burada eğer Türkiye Cumhuriyeti pek çok eleştirmenin ve bazı akademisyenlerin bahsettiği gibi etnik milliyetçilik temellerinde kurulmuş olsaydı, bir Türkmen devleti olarak

tanımlanırdı. Ve Cumhurbaşkanından Başbakanından Bürokrasisine kadar her seviyede, Türkmen etnik kökene sahip olmayanlar istihdam edilmez, dışlanır ve bir Apartheid dönemi Güney Afrika gibi devlet ve bürokrasi gibi kurumlardan dışlanırdı. Türkiye Cumhuriyeti’nde düzinelerce Çerkez, Gürcü, Arap, Laz, Arnavut kökenden gelen Müslümanlar devlet bürokrasisinde, siyasetinde, ekonomide ve kültürel hayatında en üst seviyeye kadar gelebildiler. Burada dışlanan sadece, artık sayıları çok azalan gayrimüslim etnik unsurlardı. Osmanlı toplumunun diğer 3 unsuru Ermeni, Rum ve Musevi milletleri resmi azınlıklar olarak kodlandılar ve onlar devletten, bürokrasiden dışlandılar ve yasal anlamda ayrımcılığa uğradılar, fakat Kürtler de dâhil olmak üzere Müslüman etnik unsurların devlet ve bürokrasi yapısından bu şekilde dışlanması söz konusu olmadı.

Fransa’da ve diğer asimilasyoncu, benim anti-etnik rejim olarak tanımladığım, bu ülkelerde olduğu gibi onların asimile olarak etnik farklılıklarını vurgulamaksızın, entegre olması ve kabul edilmesi hususu var. Tabi ki etnik farklılıkları vurgulayan kişi ve gruplar bu entegrasyonun dışında kaldı ve direniş pozisyonuna geçtiler ki o da Kürt sorunu olarak, daha sonra kısmen Alevi sorunu olarak ve belki bu günlerde başka sorunlar olarak tezahür eden süreçlere sebep oldu.

HAZAR RAPORU73

HAZAR RAPORU71

Ama Ulusçuluğun, Milliyetçilik olarak başlayan ve daha sonra Laik Ulusçuluk olarak devam eden entelektüel ve siyasal akımının, Türkiye coğrafyasındaki serencamı budur. 4 ayaklı Osmanlı coğrafyasına geldi ve birer birer o ayakların çöküşüne hem sebep oldu, hem de bu çöküşün sonucu oldu ve Türkiye Cumhuriyeti de o ayaklardan geriye kalan tek ayak olan Müslüman milletine Türk Ulusu ismini verdi ve şimdiye kadar devam eden Ulus Devlet ve ulus inşa sürecine başladı. Burada tabi çok detaylara odaklanan kişiler diyebilirler ki Musevilere ne oldu? Onların bağımsız devletleri de olmadı? Evet olmadı. Ta ki 1948’de İsrail’in Yahudi devleti olarak kuruluşuna kadar. Musevi azınlığı her kritik dönemeçte, Osmanlı Devletinin veya onun yerine kurulacak olan Ankara Hükümeti’nin devamı yönünde hareket etti ve onu destekledi. Mesela Selanik’in kaybında Selanik’in en önemli etnik dini unsuru olan Museviler, Osmanlı devletinin devamını istemişlerdir. Ve pek çoğu Elen Cumhuriyeti Yunanistan Selanik’i ele geçirdiğinde, o zamanlar için Osmanlı’ya göç etmiş ve Balkanların Osmanlı’da kalmasını tercih etmişlerdir. Bu da anlaşılabilir bir durum. Çünkü hiçbir yerde kendi Ulus Devletlerini kurmayı düşünmüyorlardı. Bu çok sonradan ortaya çıkmış ve çok sonradan Hitler’in Yahudi soykırımından sonra popülaritesini kazanmış ve Filistin’de başarıya ulaşmıştır. Proje, yani Siyonizm’den bahsediyorum,

Y ahudi milliyetçiliğinden o geç döneme kadar Musevi milleti gayri Müslim milletler arasında, Osmanlıcılığa da Türkçülüğe de en sempatik ve en yakın duran gayrimüslim unsur olmaya devam etti. Bugün bile kısmen öyledir diyebiliriz.

Son zamanlarda artan PKK terörünü ve Türkiye’nin Kürt sorununun çözümünde aldığı mesafeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

T ürkiye son 10 yılda, fakat bilhassa da 2004 yılından 2009 yılına kadar, bu sorunun çözümünde muazzam adımlar attı. Bu süreçte, Türkiye’nin kimlik politikalarında ortaya koyduğu reformlar ondan önceki 80 yılıyla karşılaştırdığımızda en önemli kırılma en önemli değişiklik bu konuda şüphe yok.

Tabi ben Kürt sorunu ve bunun gibi Alevi sorunu denilmesine karşıyım, bu tanımlama yerine Kürtlerin ve Alevilerin sorunu demeyi tercih ediyorum. Çünkü Kürt sorunu ve Alevi sorunu dediğimizde, Kürtlerin veya Alevilerin varlığı sorunmuş gibi bir izlenim ortaya çıkabiliyor. Kürtlerin sorunları var, Alevilerin de sorunu oldu daha doğrusu. Kürt sorunu ile PKK sorunu iyice ayrıştı ve AKP Hükümeti döneminde atılan adımlar Kürt sorununu neredeyse çözdü diyebilirim. Örneğin, önce 2004 yılının haziran ayında, TRT3’ün geleneksel dil ve lehçe yayınları Arapça, Zazaca, Kürtçe Boşnakça Zazaca, ve Çerkezce olarak başladı ve hala devam

74

DEĞERLENDİRMELER

72

ediyor. Daha sonra 2009 Ocak’ında yayına başlayan ve 7/24 saat Kürtçe yayın yapmaya hala devam eden TRT6 (şeş). Bu akademik yılda, 2012-2013 yılında verilmeye başlayan orta öğretim kurumlarına kadar indirilmiş olan Kürtçe seçmeli ders, yine 2009-2012 arasında Martin Artuklu Üniversitesi gibi birkaç üniverisetede verilmeye başlayan Kürt dili ve edebiyatı dersleri ve Kürtçe öğretmeni yetiştirmek gibi çabalar aslında Cunhuriyetin 80 yılındaki politikasını değiştirdi, yani asimilasyonun devlet politikası olmaktan çıktığını gösteriyor, bunun kısaca özeti budur. Türkiye AKP dönemindeki reformlarla 80 yıllık asimilasyon politikasından vazgeçti, Devlet nezdinde bazı kişiler Kürtçe bildikleri için istihdam edilir oldu, TRT 6 budur, devlet bazı bürokratları çalışanları istihdam ediyor ve istihdam etmesinin sebebi onların daha önce tanınmayan bu Kürtçe dilini biliyor, konuşabiliyor ve hatta öğretebiliyor oluşudur. Eğer sadece 20 yıl önce devletin eski bir bakanının Kürtler vardır ve ben Kürt’üm dediği için 2,5 yıl hapse atılabildiğini düşünülecek olursa, buradaki değişimin ne kadar muazzam olduğunu ve karşılaştırmalı siyaset çalışmalarında çok az görünen bir değişim olduğunu idrak edebiliriz. Bu gerçekten çok büyük bir değişim ve benim Almanya’yla Rusya’yla karşılaştırmalı olarak yaptığım çalışmalarımda da bahsettiğim gibi çok az olan Türkiye’de 100 yılda bir olmuş. Almanya ve Rusya’da da öyle, 100 yılda bir olmuş. Bu değişiklikler dolayısıyla Kürtlerin sorunlarından bahsedilecek olursa bunun çözümünde çok büyük adımlar atıldı. PKK sorununun çözümü daha uzak gözüküyor evet, çünkü o ayrı bir sorun, eğer Kürt

sorunu hiç olmasaydı bile binlerce silahlı militanı olan pek çoğu masum insanları, sivil olabilir, asker olabilir, katletmiş olan bir örgüt olmuş olsaydı, bu Türkmenlerden bile oluşsa, Alevilerden oluşsa, Lazlardan oluşsa, etnik, kendilerini Türk olarak tanımlayan kişilerden bile oluşsa bu bir sorun olurdu. Çünkü o kişiler ne olacaklar, hepsi mi cezalandırılacak hapse mi konulacak bazıları mı cezalandırılacak, yoksa bazıları topluma rehabilite mi edilecek, bu binlerce militanı olan ve toplumun bir kısmında yurt dışında dayanakları olan örgüt ile devletin ilişkisi nasıl olacak, bu ayrı bir soru, dediğim gibi Türkiye’de tek silahlı terör örgütü PKK değil başka silahlı terör örgütleri de var. DHKPC’den bahsedebiliriz geçmişte çok daha aktif TİKKO’dan vesaire gibi. Bu gibi örgütler de eğer PKK boyutunda yaygın örgütler olsaydı ve toplumun bir kesiminde o kadar büyük bir destek görüyor olsaydı hiçbir azınlık grubuna mensup olmasalar bile böyle bir sorun olacaktı. O sorunu çözmek dediğim gibi biraz güvenlik uzmanlarına kalıyor, ve bu süreçleri yine karşılaştırmalı olarak inceleyenlere, fakat Kürt sorununun, Kürtlerin sorunları, benim tarifimle Kürtlerin sorunlarının çözümünde neredeyse son noktaya gelindi. Hükümetin yapabilecekleri arasında birkaç şey daha kaldı ki, bunları da özetledim. 2011 yılında Sabah gazetesinde, ‘’Anadil ve Demokratik Özerklik’’ başlıklı bir yazımda, kamusal alanda Kürtçe, Arapça, Lazca, Gürcüce gibi dillerin, belediye meclislerinin il genel meclislerinin onayıyla ikincil ve üçüncül diller olarak kamu hizmetinde kullanılabileceğini belirtmiştim.

HAZAR RAPORU75HAZAR RAPORU73

E ğer bu çözüm gerçekleşirse, ki hükümet kanadından gelen sinyaller bunun da gerçekleşebileceğini gösteriyor. Yeni açıklanan AK Parti programı bu yönde de adımlar atılabileceğini gösteriyor.

Bu durumda zaten Kürt sorununun çözümü için Devlet elinden gelen her şeyi yapmış olacak. Bu sadece Kürtlerin sorunları değil, başka etnik gruplar da var Türkiye’de. Sonuç olarak bahsettiğim gibi o yazımda ve diğer yazılarımda, belki birkaç milyon Arap kökenli var bu illerin pek çoğunda Kürtçe ve Zazaca’nın dışında, ki Kürtçe ve Zazaca da ayrı ayrı kodlanması gerekecek kadar birbirinden farklı diller. Örnek veriyorum yakın zamanda ziyaret ettiğim Mardin’de şehir merkezinde Arapça çok yoğun olarak konuşuluyor. Eğer Mardin il genel meclisi ve belediye meclisi Arapça Kürtçe ve Zazacanın da 2. 3. ve 4. Diller olarak, belediye sağlık ve acil hizmetlerinde kullanabilmesi yönünde finansal kaynak yaratır ve karar alırsa, bu karar çoğunluk tarafından onaylanırsa. Bunların bu şekilde Türkçe elbette resmi ve birincil dil olmak kaydıyla Belediye otobüslerinden sağlık merkezlerine kadar değişik kamu hizmetlerinde de kullanılmaması için çok büyük bir engel yok. Bu yapılabilir. Bu Türkçenin egemen birincil devlet ve resmi dil statüsüne de zarar vermez. Bu başka illerde Gürcücenin Çerkezcenin ve Arapçanın diğer dillerin de aynı statüye gelmesini de engellemez. Güneydoğu Anadolu ve Doğu Anadolu’daki dil çeşitliliğine de daha uygun bir çözümdür. Çünkü pek çok ilde dediğim gibi Kürtçenin

dışında Arapça da, Zazaca da, Azerice de başka dillerde de bu hizmetler verilebilir. Bu çözümlerden birisidir diye düşünüyorum. Bu çözüme Türkiye çok yakın fakat bu çözümün gerçekleşmesi PKK sorununu, kendi sorununu bitirmez.

A KP hükümetinin bu çözüm yönünde yaptığı reformların başarısının bir ölçüsü elbette seçim sonuçlarıdır. Bu ay sonunda Cambridge Üniversitesi yayınlarından çıkacak olan kitabımda da bahsettiğim gibi 2002, 2007 ve 2011 seçimlerinde ve aralarındaki belediye seçimlerinde ve referandumlar da, tamamen AKP Türkiye’de Kürt kökenli seçmenin en fazla tercih ettiği parti oldu (Şener Aktürk, Regimes of Ethnicity and Nationhood in Germany, Russia, and Turkey, New York: Cambridge University Press, 2012).

BDP veya DTP‘den daha fazla Kürt seçmenden oy aldı, buna hiç kuşku yok, sayılara ve haritaya nasıl bakarsak bakalım ki kitapta yine hem quantitative hem qualitative olarak hem de harita bazında bunun tasviri var. Güneydoğu Anadolu’da etnik Kürt çoğunluğa sahip olduğunu bildiğimiz şehirlerde AKP seçimleri kazandı, kazanmaya devam ediyor. Bu Urfa olabilir, Bingöl olabilir Adıyaman olabilir, Bitlis olabilir Elâzığ olabilir. Burada gerek basın gerek akademisyenlerin bir kısmı özellikle Kürt milliyetçilerin en güçlü olduğu bir iki ile yoğunlaşıp, ki burada en iyi örnek, Hakkâri ve Diyarbakır ve aradaki iki ildir, yani

DEĞERLENDİRMELER

76

DEĞERLENDİRMELER

74

Batman ve Şırnak. Diyarbakır, Batman , Şırnak ve Hakkâri’ye bakıp Kürt milliyetçiliği kazandı, çok güçlü, egemen demeleri büyük bir İngilizce tabiriyle “Selection Bias” seçilim yanılgısı. Bunlar sınırlı ve belli bir grubu temsil ediyor göz önüne alınması muhatap alınması ve sisteme entegre edilmesi ve eşit vatandaşlık haklarından kesinlikle yararlanması gereken bir grup olmakla beraber. Şimdi bu söylediklerimden BDP’ye oy veren 2 milyon seçmenin muhatap alınmaması gibi bir sonuç kesinlikle çıkarılmasın. Bunu da bütün yazılarımda vurguladım. Kürt açılımı ve diğer demokratik açılımlar aslında sistemle arasında soğukluk yaşayan bu grubun sisteme entegre edilmesini hedefliyor. Ve bu da devam etmeli ve elbette ki Kürtlerin AKP’ye oy vermeyen 1/3’ünün de sorunlarının ve taleplerinin anayasal çerçeve içerisinde karşılanması gerekiyor. Fakat bu şimdiye kadar yapılan reformların Kürtlerin 2/3 desteğini aldığına, ve Kürtlerin 2/3’ünün istikrarlı ve tutarlı bir şekilde AKP’yi ve onun politikalarını desteklediği gerçeğini de ortadan kaldırmıyor. Bunu da görmek gerekiyor. Dolayısıyla Kürtlerin sorunlarının çözümü konusunda son derece umutluyum. PKK sorununun çözümü apayrı bir güvenlik boyutu olduğu için elbette ki Kürtlerin sorunu ile bağlantılı ama kendi başına bir asayiş ve güvenlik boyutu olduğu için o konuda emin değilim.

B urada bir, son bir nokta çok fazla vurgulanmayan dil meselesinden ayrı olarak tabi geçmişteki güvenlik politikalarının sonucu olarak ortaya çıkmış sorunlar da var. En başında faili meçhul sorunu. Ve bu pek çok aile ve kesim için zannedersem dil sorunundan çok daha büyük bir sorun olacaktır.

O sorunun da bir noktada çözülmesi gerekiyor çünkü pek çok kişi dilinin yasaklanması veya öğretilmemesini kabul edebilir, ve bu dünyanın pek çok ülkesinde de resmi politikadır. Bulgaristan’ın Türkçe konuşan Türk kökenli azınlığı aşağı yukarı Türkiye’deki etnik Kürt azınlık kadardır, nüfus nispeti olarak 12%-16% arasında. Fakat Türkçe Bulgaristan’da tamamen dışlanmış, devlet televizyonunda ancak 10 dakika kadar yer alabilen bir dil, fakat bu Bulgaristan Türkleri arasında veya benzer başka azınlıklar arasında Türkiye’deki etnik Kürt azınlık arasında olduğu kadar büyük

HAZAR RAPORU77HAZAR RAPORU75

bir reaksiyon yaratmıyor, ve yaratmamasının bir sebebi diğer devlet politikaları ve aradaki yakın geçmiş, geçmişteki en sorunlu noktalarından birisi Türkiye’deki Kürtlerin sorunlarından bahsedecek olursak, faili meçhullerin tam anlamıyla aydınlatılmamış olması. Bir kişi belki dilini konuşmamasını bir noktada hazmedebilir, dünyada bunu hazmeden on milyonlarca hatta yüz milyonlarca kişi var ama çok önemli bir yakınını birinci dereceden aile bireyini örneğin faili meçhul bir cinayette kaybetmiş olmayı ve onun aydınlatılmamış olmasını hazmedebilmesi çok daha zordur ve bu çok daha büyük bir adalet eksikliğinin işaretidir.

O yüzden muhtemelen Kürtlerin sorunlarının nihai çözümü için faili meçhullerin de aydınlatılması ve adalet karşısına çıkarılması gerekiyor ve bu adımla beraber zannedersem Kürtlerin sorunlarının çözümü aşağı yukarı gerçekleşmiş olacak . Dediğim gibi PKK sorunu biraz daha ayrı bir güvenlik boyutu olan bir sorun. Irak’taki Bölgesel Kürt oluşumu

Irak’taki Kürt bölgesel yönetiminin kurulması ve gelişmesi ve bugün itibarıyla fiili olarak ulus devleti haline gelmesi Türkiye’nin korkularının aksine beklenen menfi etkileri yaratmadı kanısındayım. Bu da Türkiye’nin korkularının çoğunun kısmen yersiz oluşundan dolayı. Çünkü her zaman vurgulanması gereken nokta şu ki; benzer bir

etnik kökenden geliyor olsalar bile benzer dil ve lehçeleri konuşuyor olsalar bile Türkiye Cumhuriyetinin vatandaşı olarak son 100 yılı geçirmiş olan Türkiye Kürtleri ile İran İslam Cumhuriyeti vatandaşı olan İran Kürtleri ile (ki 400-500 yıllık bir süreçten bahsediyoruz Safevi devleti de var öncesinde), Arap Ulus devleti olarak şekillenmiş ve Saddam Hüseyin Irak’ında yaşayan Kürtler ve daha sosyalist başka bir devlet olarak Hafiz Esad’ın ve Beşer Esad’ın Suriye’sinde yaşayan Kürtler ve buna ek olarak 5. Grup olarak Sovyetler Birliğinde Ermeni Sosyalist Cumhuriyetinde de, bugünki Ermeni ulus devleti olan Ermenistan’da yaşayan Kürtler, bu tarihsel süreçte (bu benim hipotezim) birbirilerinden o kadar farklılaşmışlar ki hepsini tek bir grup olarak düşünmek bu şekilde muhayyel Kürdistanlılardan bahsetmek bir yüzyıl önce, Pan-Türkistlerin bahsettiği Türkistan gibi bir hayaldir diye düşünüyorum. Bu toplulukların birbirleriyle etnik ve dinsel, kültürel bazı ortak noktaları olabilir. Bu ortak noktalar daha fazla işbirliğine yakınlaşmaya sebep olabilir de olsun da, bunun da Türkiye için ve İran ve Irak için bir problem yaratmaması gerekir kavramsal olarak.

F akat bu Kürt grupları arasında ulus devlete en yakın ve ulus devlete en çok ihtiyacı olan grup şüphesiz Irak Kürtleriydi. O yüzden Kuzey Irak’ta Kürdistan bölgesel yönetiminin kurulması ve günün birinde Kürt ulus devleti olarak ortaya çıkması hiç şaşırtıcı değil.

DEĞERLENDİRMELER

78

DEĞERLENDİRMELER

76

Çünkü yine bu 4-5 ülkeye yayılmış etnik Kürt gruplar arasında en fazla büyük farkla en fazla dışlanan zulme uğrayan, kimyasal silahlarla saldırılan ve Kürt olmayan topluma entegre olamamış entegre edilmemiş olan topluluktur kuzey Irak Kürtleri. Bugün Bağdat’ta Basra’da Küfe’de Necef ’te yüzbinlerce kişinin yaşadığı Kürt mahalleleri yok. Irak Kürtleri Bağdat’a Basra’ya Irak’ın Arap şehirlerine, Türkiye Kürtlerinin olduğu gibi kesinlikle entegre olmamışlar. Çok belirgin bir şekilde coğrafi segregasyon var. Kürtler, kuzey Irak’ta yaşıyorlardı çok bariz bir şekilde Saddam Hüseyin döneminde o bölgelere getirip yerleştirilen Arap topluluklar vardı. Benzetmede hata olmaz, İsrail’in Batı Şeria’da ve Gazze’de yerleştirdiği Yahudi yerleşimciler gibi, Kerkük’de Musul’da ve diğer şehirlerde. Ve BAAS Arap milliyetçisi Irak hükümeti Kürtleri, Türkiye’nin veya İran’ın aksine, tamamen yabancı bir unsur olarak muameleye tabi tuttu ve dışladı. Yani biz Irak Arap Cumhuriyetinin tarihinde Kürt Cumhurbaşkanları, Başbakanları, Genel Kurmay Başkanları , Bürokratları göremiyoruz. Bağdat’ta dediğim gibi Basra’da yüzbinlerce Kürdün yaşadığını, milyonlarca Arap-Kürt evliliklerinin yaşandığını göremiyoruz, ama bunların hepsini ve daha fazlasını örneğin Türkiye Kürtleri için görebiliyoruz. Türkiye’nin çok partili demokrasi deneyimin başladığı 1876’ya kadar bunu götürebiliriz, Türkiye’nin Kürt kökenli vatandaşları bütün siyasi akımlara, bunların içinde en önemlisi İslamcılık ve Sosyalizmdir, en başından beri entegre olmuş önder olmuş. Dini örgütlenmeden siyasal örgütlenmeye bürokrasiden devlete iç içe geçmişlerdir.

Dolayısıyla yani Türkiye Kürtleriyle İran Kürtlerini ve Irak Kürtlerini aynı sepete koyup hepsi aynı şeyi ister demek kesinlikle yanıltıcıdır. Türkiye belki 1990’da aşırı klostrofobik ve etnik milliyetçi bir reaksiyonla böyle bir şey olabileceğini düşündü ama 1991’deki ilk Irak Savaşından itibaren ve bilhassa 2003’teki 2. Irak savaşından itibaren Kuzey Irak’ta fiilen otonom ve hatta bağımsız diyebileceğimiz Kürt ulus devleti oluşumu var, Sorani Kürtçesi konuşan ve bunu resmi dil yapmış ve bu yapı Türkiye’nin toprak bütünlüğüne ve toplumsal entegrasyonuna benim kanaatimce bu anlamda zarar vermeyecek. Bir önceki konuşmamda yine göndermede bulunduğum gibi sonuç olarak İstanbul’dan Çatalca’dan Edirne’den, Kırcaali’ye, Burgaz’a Gümülcine’ye İskeçe’ye kadar uzanabilecek bir Türk kökenliler coğrafyasından da bahsedebiliriz, değil mi? Ama bu gün hiç kimse buradaki işte Bulgaristan’ın 1/8 belki 1/6’sını oluşturan ve sınırdan Türk sınırına komşu olan büyük bir Türkistan veya Balkan Türk Cumhuriyeti olarak örgütleneceğini, bağımsız olacağını ve tek bir devlet olacağını düşünmüyor bile. Çünkü artık bu Türk kökenliler Bulgar siyasetine, toplumuna tamamen entegre olmuşlar, Yunan siyasetine toplumuna tamamen entegre olmuşlar, ayrımcılığa uğramıyorlar demek değil bu kesinlikle, Human Rights Watch ve diğer uluslararası kuruluşların defalarca raporlarında bahsettiği gibi pekçok ayrımcılık unsuru halen Bulgar ve Yunan toplumunda devam etmektedir. Sırf bu ayrımcılık unsurları devam ediyor diye, 120 senedir, Bulgaristan’dan bahsedecek

HAZAR RAPORU79

HAZAR RAPORU77

olursak, ya da 80-90 senedir Batı Trakyadan bahsedecek olursak Bulgar ve Yunan toplum düzeninin, siyasetinin, ekonomisinin parçası olan kişilerin, birincil ve tek kimlikleri olarak Türkiye Cumhuriyetini ve Türklüğü görüyor olduğunu sanmak uçuk bir savdır. Bunun hayali Kurdistan projelerinde de olduğunu düşünüyorum, Kürt kökenliler için de şu anda en tercihe şayan olan, ki bunu seçim sonuçları da gösteriyor, içinde yer aldıkları bu toplumlarda demokratik eşitliği, ekonomik eşitliği sağlamak, toplumsal entegrasyonu en üst seviyede yaşamaktır ve bu da zannedersem, Türkiye’de bunu çok açık bir şekilde görüyoruz.

S iyasi eğilimlerde zaten Kürt kökenli insanların genel eğilimidir Türkiye’yle bir olmak. Türkiye toplumu içerisindeki kazanımları muhafaza etmek, ileriye götürmek, ve çok başarılı Kürt kökenli Türkler, Zaza kökenli Türkler, Arap kökenli Türkler olarak. Türkiye toplumu içerisinde en üst düzeyde başarılı olmaktır popüler hedef.

Avrupa Birliği süreci ve demokratikleşme Türkiye’deki kimlik tartışmalarını nasıl etkilemiştir?

AB süreci elbette ki Türkiye’deki kimlik tartışmalarını etkilemiştir. Fakat ben burada yine çoğunluk görüşünden ayrılıyorum ve bu etkinin belirleyici olmadığını düşünüyorum. Hem olumlu hem de olumsuz etkileri olmuştur AB sürecinin Türkiye’deki kimlik tartışmalarının, bunları ayrı ayrı açabiliriz, fakat son tarihte belirleyici olan AB değil

Türkiye’nin iç dinamikleridir. Türkiye’nin kimlik sorunlarının çözümünde veya çözülememesinde, sorunların daha da derinleşmesinde. Olumlu açıdan, olumlu etkilerine bakacak olursak AB sürecinde bu sürecin bir parçası olarak Türkiye’nin asimilasyoncu milliyetçiliği, dışlayıcı laikliği, ve siyasetteki militarizmi sorgulamıştır, ve bu sorgulama sonucu itibarıyla olumlu sonuçlar vermiştir.

T ürkiye’nin resmi milliyetçilik anlayışı da yumuşamıştır, laiklik anlayışı da biraz daha yumuşamış ve kapsayıcı çoğulcu bir şekle girmiştir, girmeye devam ediyor, milliyetçilik de aynı. Ordunun siyasetteki rolü ve militarist eğilimler büyük ölçüde tasfiye edilmiştir.

Fakat sonuçta bu süreçte belirleyici olan AB olmamıştır. Zaten, Türkiye medyasını, toplumunu ve siyasetini 2007 yılından itibaren takip edenler, ki bu bahsettiğimiz sonuçların çoğu 2007’den sonra alınmıştır, TRT6(şeş)’den bahsedecek olursak, laiklikle ilgili yapılan revizyonlardan da bahsedecek olursak, ordunun siyaset üstündeki etkisinin kalıcı olarak kırılmasından da bahsedecek olursak bunların hepsi 2007’den sonra olmuştur. Oysa 2007’den sonra AB üyeliği ve desteği Türkiye’de neredeyse yok olmuştur ve gündemden çıkmıştır. Örneğin, AB’nin gazetelerde manşet olduğu gün sayısına 2000 yılında bakalım, 1999’da ve 2001’de neredeyse gün aşırı AB manşetlerdeydi, gündemin 1., 2., en kötü durumda 3. sırasındaydı. 2007’den itibaren gündemin ilk 5 sırasında bile olduğu bir dönem ben

DEĞERLENDİRMELER

80

DEĞERLENDİRMELER

78

hatırlamıyorum. Fakat bu son 5 yıllık dönemde 2007’den 2012’ye kadarki 5 yıllık dönemde Türkiye’nin asimilasyoncu resmi politikası dışlayıcı laikliği ve siyasette ordunun rolü konusunda olumlu gelişmeler yaşandı, ve dolayısıyla bunlar AB sebebiyle değil Türkiye’nin iç dinamikleri ve Türkiye’deki grupların, partilerin, örgütlerin çalışmalarının sonucu olarak gerçekleşti. Bu AB’nin ikincil bir etkisi olmadığı anlamına gelmiyor, var, 1990’larda bilhassa böyle bir etki var ama belirleyici olan iç dinamiktir. Olumsuz etkisine gelecek olursak, olumsuz etkisi de şu; belli bir dönemde özellikle 1990’larda ama bunu günümüze kadar da getirebiliriz Türkiye’de bazı kesimlerin gözünde Liberalizmin ve Demokrasinin sanki yabancı menşeili bir Avrupa ideolojisi olarak görülmesine sebep olmuştur. Ve bu da sonuç itibarıyla olumsuz bir etkidir. Çünkü Liberalizmin serbest ekonominin, serbest piyasa ekonomisinin, rekabetçi siyasi sistemin, çok partili sistemin, Türkiye’nin kendi tarihinde de kendi kökleri vardır, bir temeli vardır, fakat AB fazlasıyla yoğunlaşmak bu yerel köklerin görmezden gelinmesi sanki Liberalizmin sanki liberal demokrasi Avrupa’dan ithal yabancı bir ideolojiymiş, bir sistemmiş gibi toplumun bazı kesimleri tarafindan algılanmasına sebep oldu. Bu da demokrasiye katkıda bulunmadı, yabancılaştırdı. Bu olumsuz etkisi, olumlu etkisinden zaten bahsettim. Bütün bu etkileri aktif olarak fiili olarak görebileceğimiz bir örnek Kürt açılımı. Kürt açılımı neden oldu diye sorulduğu zaman benim burada da çok belirgin bir görüşüm var. Gazetelerde hem makalelerimde ve hem kitaplarımda fazlasıyla vurguladım. Kürt açılımı neden oldu dediğimiz zaman, bir kısım bunun AB etkisiyle ve baskısıyla olduğunu iddia ediyor. Fakat bu kanaatimce yanlış bir fikirdi çünkü Türkiye

cumhuriyetinin (1960’ları saymıyorum), resmen Avrupa Ekonomik Topluluğuna ciddi ilk başvurusu 1987’de rahmetli Turgut Özal’ın liderliğinde yapıldı. İki yıllık bir değerlendirme sürecinden sonra 1989’da reddedildi. Reddedilmesinin sebepleri arasında çok önemli yer tutan bir kısım, Türkiye’deki etnik dini ve diğer azınlıklara yapılan muamele ve Kürtçenin bastırılması, dışlanması ve insan hakları ihlalleri gibi yine azınlıklarla Kürt kökenlilere dair problemler yer alıyordur. Fakat 1987’den hatta 1983’den diyebiliriz 2002 yılına kadar Türkiye’de 15 hükümet kuruldu, değişik Çiller-Karayalçın hükümetinden bahsediyorum, İnönü-Demirel hükümetleri, Ecevit-Yılmaz- Bahçeli hükümetleri, bu 15 hükümetin hepsinin programında AB’ye katılım hedefi vardı, fakat bu 15 hükümetin hiçbirisi 2002 ve özellikle 2007’de kurulan AKP hükümetinin gerçekleştirdiği Kürt açılımının reformlarını yapamadı. Eğer sebep AB ve onun baskısı ve AB hedefi olmuş olsaydı 1983’den 2002’ye kadarki 15 hükümet neden bu açılımların 1/3’ünü bile yapamadı ve bunların hepsi neden Türkiye’nin AB’ne ilgisinin en düşük olduğu, AB’nin Türkiye’nin üyelik müzakerelerini dondurduğu ve askıya aldığı, 2007-2012 döneminde oldu diye bir sorunun cevaplanması gerekiyor. Bu soruya Avrupa Birliği’nin belirleyici etkisinin olduğunu düşünen akademisyenler gazeteciler medya mensupları siyasetçiler doyurucu bir cevap veremedikleri sürece, AB‘nin belirleyici etkisi yoktur. Burada belirleyici olan bazılarının iddiasına göre PKK’nın aktiviteleriydi bu da kesinlikle yanlıştır, çünkü PKK’nın da en güçlü olduğu dönem 1991’den 1995’e kadar olan dönemdi. 1999 itibarıyla lideri hapiste olan ülke dışına çıkmış silahlarını bırakmamış olsa bile ateşkes ilan etmiş askeri olan mağlup olmuş bir terör örgütüydü PKK, hala da o

HAZAR RAPORU81

HAZAR RAPORU79

durumdadır, lideri hapistedir askeri olarak mağlup olmuş bir hareket, ve PKK’ya sempati besleyen siyasi partiler Kürt açılımı dediğimiz reformların hiçbirinde rol oynamamışlar, yani hiçbir meclis önergesi veya yönetmeliği yazmamışlardır hiçbir hükümette koalisyon ortağı olmamışlardır, hiçbir şekilde bürokraside müsteşar olmamışlardır, yani hiçbir şekilde somut olarak bu sürece katkılarını göremiyoruz ve siyaset bilimi de bilim olması vasfiyla somut bilgilerden yola çıkar. AB’nin PKK veya PKK’ya sempati duyan partilerin bu sürece bu şekilde somut katkısını göremediğim vakit başka açıklamalara yönelmek zorundayız, benim burada tatminkar bulduğum ve savunduğum açıklama da Türkiye’de AKP’ye oy veren Kürtlerin 2/3 kesiminin siyasi katkısı İslamcı ideolojinin yeni bir millet tasavvuru buna ben İslamcılığın Kürt açılımı dedim, özellikle bir gazetedeki makalemde de, İslamcı ideolojinin katkısı Kürt seçmenlerinin 2/3 verdiği oyla ve onların meclise, neredeyse tamamen AKP sıralarında gönderdiği temsilcileri ve elbette bu partinin Türk siyasetinde hegemonik bir çoğunluğa ulaşmış olmasıdır. Meclisin 2/3’ni her halükarda 55-60%’ni kontrol ederek 3 seçim üst üste, 2 referandum ve 3 belediye seçimi kazanmış olması bu açılımı mümkün kıldı. Dolayısıyla AB sürecinin kimlik tartışmalarına nasıl etkisi oldu. Bir etkisi oldu, o etkinin olumlu yanları vardı olumsuz yanları vardı. Fakat olumlusuyla, olumsuzuyla her halükarda belirleyici etki AB’den değil Türkiye’nin 50 yıllık 60 yıllık çok partili siyaset geleneğinin yarattığı iç dinamiklerden, özellikle reforme olmuş ve AKP’de kendisi bulan İslamcı hareketin kimlik politikasından kaynaklanmaktadır Kürt açılımı olmuş olması, olmuş olduğu tarih ve oluş şekli diye düşünüyorum.

Türkiye’de Alevi vatandaşlarımızın sorunları nelerdir? Çözüm için neler yapılmalıdır?

E vvelki soruda da bahsettiğim gibi ben aslında Kürt sorunu veya Alevi sorunu demek yerine Kürtlerin sorunu veya Alevilerin sorunu demeyi tercih ediyorum. Çünkü Kürt sorunu veya Alevi sorunu demek sanki Kürtlerin varlığı sorunmuş gibi bir yanlış intiba bırakıyor. Bu intibaya katılmadığım için ve eminim çoğu tartışmacı da aslında bu intibaya katılmadığı için, Alevilerin veya Kürtlerin sorunlarından bahsetmek daha mantıklı olur.

Alevilerin bir takım sorunları elbette Türkiye’de mevcut en fazla dile getirilen 3 sorun var, her türlü ortamda karşımıza çıkan. 1980 askeri cuntasının anayasaya bile madde olarak koyduğu zorunlu din dersi ve o din dersinin Sünni İslam içeriği, Diyanet işleri başkanlığının içeriğinin örgütlenmesi ve yapısı, ve Cem evlerinin yasal statüsü. Cem evi, Diyanet ve din dersi olarak bu üçlü paketten bahsedebiliriz. Şimdi buradan AKP özellikle ikinci iktidarında 2007 ve 2011 döneminde, esasen çok önemli tarihi adım attı ve Alevi açılımını başlattı. Bu şu açıdan tarihiydi, ezici çoğunluğu AKP’ye oy vermeyen bir toplum kesiminin yaşadığı sorunları çözmek konusunda bir açılım başlattı. Bunu mesela Kürt açılımı için söylemiyoruz, çünkü Kürtlerin zaten büyük çoğunluğu AKP’ye ve ondan önce de Milli Görüş geleneğine meylettikleri ve oy verdikleri için Kürtlerin sorunlarını çözerken

DEĞERLENDİRMELER

82

DEĞERLENDİRMELER

80

AKP zaten büyük çoğunluğu kendisine oy veren kendi tabanının sorunlarını çözmeye yönelmişti bir anlamda. Ama Aleviler için böyle bir şey kesinlikle yok Alevi seçmen davranışı yine kitabımda da bahsettiğim gibi bu dönemde de dahil olmak üzere 1957 seçiminden bu yana büyük olarak CHP, TBP daha sosyalist ve sol partiler de dahil olmak üzere Türkiye siyaseti içerisinde sol olarak tasvir edilen ve AKP’ye denk düşmeyen partilere oy vermek şeklinde ortaya çıktı. 90% sosyal demokratlara, 80-90%’a varan oranlarda CHP ‘ye oy veren bir seçmen kesiminden bahsediyoruz. AKP bir anlamda elini duvarın öbür tarafina uzattı ve acaba Alevilerin sorunlarını çözmek konusunda Devlet ve Hükümet bir şeyler yapabilir mi, diye sordu. Bu başarısız oldu iki taraf da bu konuda muhtemelen suçlanabilir ama ben bu konuda da hem Radikal’de hem Taraf ’ta hem de diğer gazetelerde “başarısız olan Alevi açılımın anlamı “ başlıklı yazılar kaleme aldım çünkü eğer başarılı olabilseydi Türkiye’de yüzyıllardır süren bir fay hattının aşılması konusunda büyük bir mesafe alınmış olacaktı. O yüzden bugün için başarılmış bir açılımdan değil gelecekte belki yapılabilecek bir açılımdan bahsedilebilir. Zorunlu din derslerinin içeriğinin Alevi kültürünü ve inancını yansıtacak şekilde revize edildiğinden bahsediliyor. Din kitaplarına ulaşmak imkanım olmadı, ne ölçüde İslam dininin Şii yorumu ve Alevi yorumu bu kitaplara girmiştir o konuda bir hüküm cümlesi kurmak istemiyorum. Ama böyle bir çabaya girişilmiş olması tabi ki de bu bahsettiğimiz 3 sorundan birini çözmek

yönünde atılmış bir adımdır. Zorunlu din dersini kaldırılamıyor ve kaldırılamamasının sebebi anayasal bir sorun bir anlamda. Çünkü dediğimiz gibi 1980 askeri diktatörlüğünün ve onun yaptığı anayasanın Türkiye’ye kazandırdığı bir sorun o yüzden onu tamamen kaldırmak çok zor gözüküyor. O zaman tamamen kaldırılamayacaksa en azından içeriğinin toplumu daha kuşatacak şekilde İslam’ın Şii ve Alevi yorumunu içerecek şekilde genişletmesi olumlu bir reform olur. O konuda bir adım var takdir edilesi bir adım, ne kadarı gerçekleşmiştir bilmiyorum dediğim gibi dersin içeriğine bakmak lazım. Diyanet İşleri Başkanlığının kaldırılması, bazı Alevi kurumların talep ettiği gibi, Laik Türkiye Cumhuriyetinin yapısının tamamen değişmesi anlamına gelir. O yüzden bu gruplar da kendileri de biliyor olmaları lazım ki, Diyanet İşlerinin kaldırılmasına en başta Türkiye’de Laikliğin tehlikede olduğunu düşünen kurum, kuruluş ve toplumsal kesimler karşı çıkacaklardır. Çünkü Diyanet İşleri Başkanlığı Türkiye’de Sünni İslam’ın resmi kurumlar tarafindan düzenlenmesi ve bir anlamda kontrol altında tutulması için 3 mart 1924 Laikleşme yasasının bir parçası olarak kuruldu. O yüzden onun kaldırılması ve “Status quo ante” dediğimiz önceki duruma dönülmesi demek, bütün camilerin vakıfların ve bütün Sünni İslam’ın kurumların bağımsız olması devletin şu anda olduğu gibi cuma hutbelerinden, imamların atanması gibi Sünni İslam’ın öğretilmesine ve organizasyonuna ve içeriğine karışamaması anlamına gelir ki bu olduğu taktirde kesinlikle laiklik

HAZAR RAPORU83

HAZAR RAPORU81

elden gidiyor gibi bir algı hızla toplumda yükselecektir o yüzden iyi yada kötü Diyanet İşleri başkanlığının kaldırılmasını ben gerçekçi bulmuyorum. Fakat içeriği ve organizasyonu Alevi dedelerini, Alevi inancını ve kültürünü de kapsayabilecek bir şekilde genişletilebilir. Belki başka bir özerk kurum kurulabilir. Alevi inancını da yansıtan. 3. Konumuz Cem evleri, Cem evlerinin yasal statüsü kazanması, vergiden muaf tutulması elektrik su gibi giderlerinin ücretsiz olarak sağlanması da yapılabilecek bir reform hala daha gerçekleşmedi. Ama orada da biliyorsunuz yasal olarak yine 1920’lerin laikleşme reformunda Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasına geri dönmüş oluyoruz. Bir anlamda Türkiye’de laikliğin kurumlaşması öyle bir şekilde olmuş ki Sünni İslam tamamen kurumsallaştırılmış ama burada Sünni İslam’dan korkulmasının motive edici faktör olduğunu görüyoruz. Bu kurumsallaşma en fazla korkulan çoğunluğa karşı yapıldığı için de azınlık, din ve mezhepleri de bu kurumsallaşmanın dışında bırakılmış. Ortodoks kilisesi, Heybeliada Ruhban okulu, Alevi Tekkeleri, Hacı Bektaş vesaire. O yüzden var olan kurumu, yani Diyanet İşlerini, Patrikhaneyi de Hahambaşlığı da Cemevlerini de kapsayacak şekilde genişletmek demek, bütün azınlık din ve mezheplerini de devletin tam kontrolü altına almak demek. Bunu o mezheplerin ve dinlerin mensuplarının en başta istemeyeceğini ve reddedeceğini tahmin ediyorum haklı olarak. O yüzden bu paradoksu da göz önünde bulundurarak

bir çözüm formüle etmek gerekiyor diye düşünüyorum. Ama çözülmemiş bir sorundur hala bürokraside devlette ve hatta ekonomik olarak Alevi kökenli Türkiye vatandaşları Alevi kökenli olmayanlara göre oldukça çok dezavantajlı durumdadırlar. Çok daha sembolik bazı adımlar en azından atılabilirdi. Bundan başka yazılarımda da kitabımda da bahsediyorum, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Forsunda 16 yıldız var, bunlar 16 tarihi Türk devletlerini sembolize ediyorlar, fakat son derece Türkmenliği baskın olan Safevi Devleti bu yıldızlardan birisi değil. Ve benim Alevi önderleriyle, akademisyenlerle yaptığım röportajlarda ve konuşmalarımda ortaya çıkan bunun bir ayrımcılık olarak algılandığı, çünkü biliyorsunuz Safevi devleti Şiiliği bir devlet ideolojisi yapan ve İran’da yerleştiren bir devlet, fakat her bakımdan Osmanlı devletinden belki daha fazla bir Türk ve Türkmen Devletiydi. Öyle olduğu halde Türk devletler arasında yer almayıp dışlanmış olması, bir anlamda Aleviliğin ve Şiiliğin dışlanması olarak görülüyor. Belki bu şekilde sembolik adımlar atılabilir, Safevi devleti de bir Türk Devleti olarak algılanabilirdi. Şiilik de meşru bir İslam yorumu olarak daha fazla işlenebilirdi, kamusal alanda eğitim de dahil olmak üzere. Böyle adımlar belki de atılabilirdi ve hala da atılabilir ama dediğim gibi bazı siyasal ve tarihsel problemler sebebiyle eskisi kadar umutlu değilim, çözülebileceği konusunda ,ama bu sorunlar hala devam ediyor, bu bahsettiğimiz sorunlar, bir ölçüde.

DEĞERLENDİRMELER

84

DEĞERLENDİRMELER

82

Türkiye’deki kimlik ve etnik kimlik tartışmaları sizce yeni anayasa çalışmalarına nasıl yansıyacak? Yeni anayasa Türkiye’de süregelen milli ve etnik sorunları çözmekte ne kadar etkili olacak?

Türkiye’deki kimlik tartışmalarının yeni anayasa yapımına katkıda bulunacağını temenni ediyorum. Ama emin değilim, bu konuda iyimser olduğumu söyleyemeyeceğim, sebebi de şu, her ne kadar Türkiye son 10 yılda bilhassa son 5 yılda, bundan önceki 80 yıldaki yapılmamış kimlik reformlarını yapmış olsa bile, bu reformların bize gösterdiği bir üst kimlik ufku göremiyorum. 2012 yılı Eylül ayının 22’sinde Sabah gazetesinde yayımladığım bir makalede Türk üst kimliğinden bahsetmiştim. Buradaki Türk üst kimliği vurgusunu da bu açıdan yaptım, açılımdan sonra asimilasyon politikasının bitişinden sonra T.C vatandaşlarının hepsinin üzerinde uzlaşabileceği ortak üst kimlik nedir, bu konuda bir proje var mı , bu konuda hiçbir somut veri yok. Evet, açılım oldu, bu gün Türkiye’de etnik Kürt kökenli olmak, ve yahut da etnik Arap kökenli olmak ve yahut da etnik Nusayri kökenli olmak geçmişe göre daha kolay olabilir. İnsanlar Kürtçeyi, Zazacayı, Arapçayı kamusal alanda daha rahat konuşuyor olabilir devlet tarafindan bu diller destekleniyor olabilir fakat eğer asimilasyon artık devletin resmi politikası değilse ki değil, bu reformların sonucu olarak o zaman devletin resmi politikası nedir ve daha da önemlisi hangi etnik kökenden gelirse gelsin Türkiyet Cumhuriyeti’nin bütün vatandaşlarının üst kimliği nedir, bu konuda bir proje olduğuna emin değilim. Belki de ben de dahil siz de dahil, toplumun tamamından gizlenen ve sadece bu projeyi yapanların bildiği bir proje vardır, ama dediğim gibi bundan da

emin değilim, oysa başka benzer kimlik sorunları yaşamış bunları aşmak üzere proje geliştirmiş ülkelere baktığımızda, bunun yapılabildiğini görüyoruz. Benim burada önerim şu olmuştu: O diğer yazılarımda da Türklük eğer tamamen etnik içerikten bağımsız olarak tanımlanırsa, 1924 anayasasında olduğu gibi, Türkiye’nin üst kimliği olabilir, 1924 anayasasını hatırlayacak olursak oradaki 66. Madde yanılmıyorsam, Türklüğü tanımlarken T.C vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes, etnik kökeni, din, dil farkı gözetilmeksizin Türk’tür diyor. Yani bu tanım çok önemli, çünkü özellikle etnik köken, din, dil, ırk farkı gözetilmeksizin Türk’tür dediği zaman zaten anayasa maddesi Türklerin arasında ırk, dil, din, ve etnik köken farkı olduğunu kabul etmiş oluyor. Yani bu şekilde formüle edilmiş bir madde biz pek çok ırk dil din ve etnik kökenden gelen vatandaşların oluşturduğu bir toplumuz demiş oluyor. Bu madde 1960 askeri darbesi ve diktatörlük döneminde yazılan anayasadan çıkarıldı, yani bu şekilde artık yer almıyor. 80 askeri darbesi ve diktatörlüğünün anayasasında da bu içeriği daha etkinleştirildi fakat eğer anayasa yazıcıları daha gayri bir etnik tanıma geri dönmek istiyorlarsa 1924 anayasasının bu konudaki ilgili maddesi ve onun yazılış şekli uygundur diyorum. Fakat bu sadece anayasa yazımıyla olabilecek bir şey değil, Almanya ki Alman kimliği Tük kimliğinden çok daha etnik bir kimliktir daha 40 yıl önce Almanya’ya göç etmiş Türk, Yunan, Sırp, Boşnak, İtalyan ve Portekizli kökenlerden gelen kişilere Alman vatandaşlığını açtıktan sonra onların kendilerini daha Alman hissedebilmeleri için Alman kimliğini değiştirdi ve dedi ki insanlar Türk kökenli Almanım, Yunan kökenli Almanım, İtalyan kökenli Almanım diyebilir ve bu konuda devletin desteğiyle finansmanıyla büyük reklam

HAZAR RAPORU85

HAZAR RAPORU83

kampanyaları yapıldı, kamusal alanda. Afrika kökenli zencilerin ben de Almanım dedikleri reklamlar, programlar yapıldı ve Almanlığın etnik kökenden bağımsız bir üst kimlik olduğu vurgulandı. Bugün Cem Özdemir, Almanya Yeşiller Partisinin genel başkanı ve Cem Özdemir bugün asla ben Türküm demez, ben Türk kökenli Almanım der. 1. Jenerasyon, 1. Kuşak göçmen olduğu halde ve Alman sözcüğü tarihsel olarak son derece etnik bir ulus kimliğini ima ettiği halde bu kampanyanın bu programın bu projenin başarılı bir sonucu olarak bugün Mesut Özil de Türk kökenli başarılı bir Alman sporcu, Cem Özdemir de Türk kökenli başarılı bir Alman politikacı olarak kendilerini yeniden tanımlayabiliyorlar. Amerika tabi ki bunu çok daha eski bir örneği. Sanmayınız ki Amerikalı her zaman bir toprağı ifade ediyordu. Bu doğru değil. Türkiye’de böyle algılanıyor ama bu doğru değil. 1960’lara gelindiğinde dahi Amerikalı denildiğinde bir zencinin gözünde beyaz WASP, yani Anglo-Saxon-Protestan bir Amerikalı canlanıyordu. Dolayısıyla Malcom X gibi siyah milliyetçiliğinin önderleri ben Amerikalı değilim, ben Amerika’nın mağduruyum, ”I am not an American, I am a victim of America” şeklinde kendilerini tasvir ediyorlardı ve Amerikan kimliğinden kendilerini uzak tutuyorlardı. Biz sadece Zenciyiz biz Afrikalıyız biz siyahız diye kendi kimliklerini vurguluyorlardı, fakat 1960-70’lerin çok kültürlülük hareketleri ve sivil haklar hareketlerinin sonucu olarak Amerikalılık yeniden tanımlandı, beyaz olmayanların da Amerikalı olabileceği vurgulandı, ve herkes “Hyphenated Identities” dediğimiz hibrit kimliklere, melez kimliklere sahip olduğunu Afrikalı Amerikalı Musevi Amerikalı İtalyan Amerikalı İrlandalı

Amerikalı gibi. Şimdi bunlar göçmen ülkeleri diyebilir, verdiğim örneklerin hepsi göçmenler denilebilir ama biz yine göçmenlerin olmadığı Rusya gibi Yunanistan gibi Bulgaristan gibi İran gibi etnik çeşitliliği çok yüksek olan fakat gayri etnik bir ulus kimliğiyle beraber etnik kimliklerin bir arada ifade edilebilir örnekleri de biliyoruz. Türkiye için bunlar da örnek olabilir. Türklüğü bir üst kimlik olarak önerdiğim zaman, gerek Sabah’taki yazımda gerek de diğer ortamlarda, en fazla gelen eleştiri, ‘’Fakat bu Cumhuriyetin zaten başarısız olan projesi değil midir?’’ oluyor. Bu doğru değil. Cumhuriyetin başarısız olan projesi Türklüğü sadece üst kimlik olarak değil alt kimlik olarak da empoze etmesi ve herhangi bir etnik alt kimliğin ifade edilmesine izin vermemesi. Üst kimlik olarak Türklük başarısız olmuş değildir. Alt kimliklerin yasaklanmış ve bastırılmış olması başarısız olmuştur. Dolayısıyla eğer T.C., Gürcülük Kürtlük Zazalık, Araplık Nusayrilik gibi etnik alt kimliklerin kendilerini ifade ortamını sağlarsa ki bu açılımlarla gitgide sağlıyor buna ek olarak, gayri etnik bir üst kimlik olarak Türklüğün benimsenmesi bence mümkündür. Onun dışında da şu anda (bu daha önemli bir nokta), bu Türklük dışında başka elimizde kullanabileceğimiz 500-600 yıllık geçmişi olan bir üst kimlik yok. Bugün biz bir kelime icat etsek Türkiyelilik desek Anadoluluk desek veyahut tamamen şu anda düşünemediğim bir kelimeyi üst kimlik olarak ortaya atsak, o üst kimliğin tutması onyıllar belki yüzyıllar alacak, ve tutup tutmayacağı da belli değil. O yüzden elimizde var olan kimlikler üzerinden birşey yapmak gerekiyor fakat dediğim gibi anayasa sürecinde bunun yapılacağından son derece şüpheliyim,

DEĞERLENDİRMELER

86

DEĞERLENDİRMELER

84

Ç ünkü gerek iktidar partisi AKP, gerekse ana muhalefet partisi CHP olsun Türkiye için üst kimlik vizyonuna sahip oldukları konusunda çok şüpheliyim.. Bu konuda nasıl teorileri, kuramları kullanıyorlar, hangi kurum, kuruluş ve kişilerden destek alıyorlar fikirsel olarak kuramsal olarak akademik olarak, ve burada tutarlı bir üst kimlik vizyonları var mı yok mu, bunlardan emin değilim.

Olmadığından şüpheleniyorum ve endişeleniyorum. Bu da Türkiye’yi zora sokacaktır gerçekten, çünkü bir üst kimlik olmaksızın, bir siyasal cemaat diyelim, “Political community”yi Türkiye’ye çevirmeyi, Siyasal topluluk diyelim. Bir siyasal toplum devam ettirilemez. O yüzden açılımlar sonrasında da Türkiye’ye bir demokratik çoğulcu üst kimlik gerekiyor, bu üst kimlik konusunda halen benim görebildiğim somut bir proje somut bir hedef yok. Bir nokta daha, bu da tarihi bir nokta, gerçi buna ilk sorumuzda değindik, Türklük her ne kadar 1930’lardan sonra özellikle etnik bir kimlik olarak da öne sürülmüşse de tarihsel olarak gerek 15-16 yy Osmanlı tarihi boyunca dışarıdan bakanlar için Türklük bit etnik köken değildi. Dolayısıyla 15 yy Avrupalılar ve hatta dünya Türk dediği zaman, Orta Asya’dan Moğolistan’dan geldiğini varsaydığımız, Türkmen oymaklarından bahsetmiyordu, Türk dediği zaman birinci kullanımı Osmanlı tebaası olan herkestir. O yüzden “Turkish Christians” derler Hristiyan Türkler, mesela, Rum, Feneryot. Ya siyasal kimlik olarak bütün Osmanlıyı ima etmektir Türklük ya da pek çok başka bağlamda da Müslümanları ima etmektedir, o yüzden Müslüman olan her gruba Türk dediler, Fakat bunların hiçbirisi etnik Türkmenlik değildir, her iki kullanımda da Türklük pdkçok etnik kökene

işaret eder. Ya dünyanın bütün Müslümanları, ya da Müslümanlığın da ötesine geçerek, Rumları, Musevileri ve Ermenileri de kapsayacak şekilde, 4 ana milletiyle beraber bütün Osmanlı tebaasını ki bu geçmiş Türkiye’ye bir avantaj sağlıyor. Dolayısıyla ben örneğin, patrik Bartelemous’un Anayasa Komisyonu ziyareti sırasında bütün etnik kimliklerden ve dini kimliklerden bağımsız olarak Türklük ortak noktamızdır demesini çok önemsiyorum. Ünlü müzisyenlerimizden Can Bonomo’nun Musevilik bir dindir ben bir Türküm ama Musevi kökenliyim demesini çok önemsiyorum, Hayko Cepkin’in ben Ermeni kökenli bir Türk sanatçısıyım demesini çok önemsiyorum. Çünkü hiçbir etnik veya dini unsur Cumhuriyet döneminde gayriMüslimler kadar bariz bir şekilde yasal ayrımcılığa ve devlet tarafindan dışlanmaya maruz kalmamıştır. Buna rağmen eğer Rum Ermeni ve Musevi kökenden gelen vatandaşlar bile Türklüğü bir üst kimlik olarak halen görebiliyor. Çoğulcu demokratik bir ortamda bunu sahiplenebiliyorsa o zaman

T ürk kimliğinin gayri etnik ve demokratik çoğulcu, yani alt kimlikleri dışlamayacak bir şekilde yeniden tanımlanması halen Türkiye için büyük bir şans, büyük bir imkan sağlamaktadır.

Bu imkanın kullanılıp kullanılmayacağına da emin değilim, çok umutlu değilim, üst kimlik tartışmalarının yapılmamış olması sebebiyle, gayet endişeliyim ama anayasa yapım sürecinde bunları daha iyi gözlemleme firsatı bulacağız umarım ben haksız çıkarım, umarım gerçekten Türkiye’nin iktidarı ile muhalefeti ile tutarlı bir üst kimlik projesi vardır ama şu anda öyle bir proje göremiyorum.

DEĞERLENDİRMELER

HAZAR RAPORU87

DEĞERLENDİRMELER

HAZAR RAPORU85

Prof. Dr. Fuat Keyman

Türkiye bölgesel ve küresel çapta izlediği aktif dış politika ile başarıya ulaşabildi mi?

Genel olarak 2002’den bugüne baktığımız zaman, bir başarı var tabii, bu yadsınamaz. Bunu rakamlara, algıya, Türkiye’nin aktif dış politikasının hareket alanına ve Türkiye dış politikası üzerine sadece ülkemizde değil, Avrupa’da, Amerika’da ve dünyanın farklı yerlerinde yapılan tartışmalara bakarak da başarılı olduğunu söyleyebiliriz. O yüzden de genel anlamda başarılı bir dış politika, ama aynı zamanda gerekli olan bir dış politikaydı. Çünkü Soğuk Savaş sonrası, özellikle 2001’deki 11 Eylül olayından sonra olan gelişmelerle dünyanın alt-üst oluşunda Türkiye’nin rolü arttı. Türkiye gibi ülkelere, yani bir taraftan seküler, laik bir rejimi olan, diğer taraftan %99’lara varan yaygın bir Müslüman toplumu olan. Fakat burada bir demokrasi havzasında sürekli ileri gitmeye çalışan darbeler olsa da, iki ileri bir geri olsa da, yani havzası ve geleceği bir demokrasi temelinde olan bir ülkenin önemi olacaktı zaten. O yüzden, bir gereklilikle belli düzeyde başarı birlikte geldi. Fakat tabii bunu

söylemek, son dönemdeki riskleri ve bu sürecin, özellikle Arap Baharı bağlamında geldiği noktayı göz ardı etmek anlamına geliyor. Türk dış politikasına baktığımız zaman 2002 ve 2010 yılları arasını, bugün yani bir Arap baharı dönemeciyle birlikte düşünmekte yarar var. Çünkü Arap Baharı’ndan itibaren bu başarıda ciddi bir ikilem ortaya çıktı. Bir taraftan başarılı olması gereken, hatta başarılı oldukça da önemi gittikçe artan Türkiye olasılığı var ve bu örneğin Tunus’a ve Mısır’a baktığımız zaman ortaya çıkabiliyor. Fakat Suriye Krizi’nde bir duvara vuran, orada kapasitesiyle ilgili ciddi sorunlar çıkan yahut sorular ortaya atılan bir Türkiye var. O yüzden de bugün esasında başarıdan ziyade son 10 yıldan sonra bir kavşak noktası haline gelmiş, o kavşak noktasında bu aktif dış politikasını geçmiş, başarılı olsa bile çok ciddi anlamda yeniden düşünmesi gereken bir Türkiye var.

Türkiye Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki değişimler karşısında doğru tutum sergilemiş midir?

Türkiye genel anlamıyla doğru tutum gösterdi. Yani Tunus’ta başlayan Mısır’a giden, Libya’ya giden, bugün Suriye’de tıkanan, ama esasında

Türk Dış Politikası

DEĞERLENDİRMELER

88

DEĞERLENDİRMELER

86

hem Orta Doğu’da hem Kuzey Afrika’da çok ciddi bir şekilde dönüşüm yaratacak olan bu süreçte bence halkın, değişimin, dönüşümün ve demokrasinin yanında yer almak sadece ilkesel değil siyasi anlamda da doğru duruştu. Çünkü bu coğrafya buraya doğru gidecek. Yani daha geriye gidecek; daha totaliter, otoriter yapılara geri dönecek. Örneğin; İslami anlamda şeriat devletlerinin veya sert devletlerin olduğu bir yapıya gidecek, yani bu değil, bu olmayacak. Tam bunun tersi demokratikleşme, tabii sorunları olacak, belirsizlikleri var, ama demokratikleşmenin iyi yönetimin, daha farklı bir yönetimin en azından çok partili bir yönetimin, biz ona siyaset biliminde “demokrasiye geçiş” diyoruz. Demokrasiye geçiş dönemine girmiş bir Arap coğrafyası var. Fakat Arap coğrafyasının, Arap Baharı’nın, Türkiye’ye çok ciddi bir meydan okuması oldu. Çünkü biraz önceki soruda ima etmeye çalıştığım, 2002-2012 arasında Türkiye’nin aktif dış politikasının temel kavramlarından biri olan “komşularla sıfır sorununu” bitirmiş oldu. Yani burada, Türkiye’nin yaptığı bir hatadan daha önemli olarak altı çizilmesi gereken nokta; Arap Baharı’nın kendisinin komşularla sıfır sorununu bitirmiş olmasıdır. Dışişleri Bakanımızın, Türkiye’nin yapmış olduğu belli okuma hataları olabilir, bunları tartışabiliriz. Ama doğru okusaydı bile, bence Arap baharı Türkiye’nin komşularla sıfir sorun politikasını bitirmişti. Niye bitirmişti? Çünkü komşularla sıfir sorun; aynı şeyi biz Kafkasya’da yaşayacağımız ve Balkanlar’da yaşamaya başladığımız için, bu coğrafyada önemliydi. Türkiye var olan rejimlerle ilişkiye girip, bu rejimleri ekonomik-kültürel ilişkileri

yoğunlaştırarak reforma götüren ve götürmeye çalışan ve bu bağlamda var olan rejimler temelinde bölgede bir istikrar sağlama açılışı, bir politika güdüyordu. Ama Arap Baharı bu rejimlerin gitmesi anlamına geliyor. Yani halkın; yolsuzluğu olmayan, toplumdaki insanlara iş sağlama zorunluluğu olan ve performansı bu anlamda ölçülecek olan yeni rejimleri isteyen bir süreç Arap baharı. O yüzden zaten Türkiye bu noktada da doğru olan; halka birlikte olma kararını aldığı zaman, komşularla sıfır sorunu bitmiş oldu. Çünkü her komşusu sorunlu oldu. Örneğin; bugün, bu mülakatı yaptığımız gün, İran ekonomisinin ana noktalarından biri olan Çarşı dediğimiz yerde, İran’daki ekonomik krizle birlikte,çok ciddi bir süreç başlayabilir. O yüzden Arap Baharı’ndan bu coğrafyada herkes nasibini alacak, böyle bir dönüşüm olacak. Zaten o ülkelerde bir dönüşüm olduğu için, o ülkelerin gitmesi gereken rejimleriyle iyi ilişkiler temelinde oluşmuş, komşularla sıfır sorununun zaten devam etmesi mümkün değildi. Türkiye bu bağlamda da kendisini ve dış politikasını yenilemek durumundadır.

Komşularla sıfir sorun politikası gerçekçi bir politika mıdır?

Tabii bundan önceki dönem için gerçekçiydi fakat bugün gerçekçi değil. Niye gerçekçi değil? Çünkü her ülke bir dönüşüm,değişim içinde. O yüzden Türkiye eğer doğrudan bu değişim ve dönüşümde yer alacaksa, ona katkı verecekse bu katkısının hangi alanda olacağı üzerine yeniden yapılanması gerekiyor. Türkiye, dış politikasında, benim her zaman söylediğim üzere; bu kapasite sorununun üzerinde

HAZAR RAPORU89

HAZAR RAPORU87

durması gerekiyor. Türkiye’nin katkı verme kapasitesi nedir ve bu kapasitenin kaynakları nelerdir? Örneğin; bu gün geldiğimiz noktada; ekonomi, demokrasi, yolsuzluğa karşı mücadele alanlarında; 2002-2012 arasında, bugüne kadar olan süreçteki yolsuzluğa karşı mücadele performansına baktığımız zaman, yaptığı işler bağlamında Türkiye, uluslararası ilişkiler literatüründe İngilizce olarak; “Demonstrative Effect” yani “deneyimlerinden öğrenilmesi gereken” bir ülke hükmündedir. Mısır’ın bundan sonra kendisini demokratikleştirirken işsizlikle mücadele, yolsuzlukla mücadele ve iyi yönetim yahut yoksulluğa karşı mücadele, girişimci kültür ve sivil toplumun geliştirilmesi anlamında Türkiye’den öğreneceği Türkiye’yle birlikte çalışarak yapacağı çok şey var. O yüzden şu an esas olarak bizim konuştuğumuz; Türkiye’nin kapasitesinin nerede olduğu ve ne derece olduğudur. Burada ortaya çıkıyor ki; Türkiye bu alanlarda Arap Baharı’na ve değişime katkı verirse güçlü oluyor. Ama Suriye gibi, rejim değişikliğine gittiği zaman hem kapasitesinde ciddi bir düşüş oluyor, hem de bugün yaşadığımız tezkereler, insanların kafasının karışması, “savaşa mı gidiyoruz?” gibi soruların veya algıların ortaya çıkmasına sebep oluyor. Yani o noktada sadece kapasitede bir düşüş olmuyor, aynı zamanda risklerde artmaya başlıyor. O yüzden bugün komşularla sıfır sorununu konuştuğumuz zaman, Türkiye’nin artık kendisine yeni bir vizyon çizmesi gerekiyor. Bu tabii aktif dış politikadan geriye gitmek, hiçbir şeye karışmamak suretiyle olmayacak. Türkiye bunlara karışacaktır. Çünkü istese de istemese de hem uluslararası sistemin kendisinden beklentileri var hem Türkiye’nin

son 10 yılda geçirdiği büyük bir dönüşüm söz konusu. Türkiye burada istikrara ne kadar katkı verirse kendi içinde de istikrarın artacağını biliyor. Örneğin; Kürt sorunu bunun önemli göstergelerinden bir tanesi. O yüzden komşularla artık sıfır sorun değil, aktif dış politikanın başka bağlamlarda yenilenmesi gerekiyor. Örneğin; bunun çok önemli iki tane ayağından ilki; deminde söylediğim gibi kapasite, kapasiteyi çok iyi bilmesi. İkincisi ise; bu kapasite çerçevesinde doğru, gerçekçi stratejileri oluşturması, yani var olan yapıyı doğru okuması. Mesela Suriye bağlamında altı çizilmesi gereken noktalardan biri, komşularla sıfır sorun politikasından daha çok Türkiye, Esad rejimin gitmesini tam doğru okumamış gibi gözüküyor. Çünkü Esad rejiminin gitmesi, Türkiye’den ziyade örneğin; Rusya gibi çok önemli ülkelerin kararlarına ve tercihlerine bağlı.

Türkiye-İsrail ilişkilerine yönelik perspektifleriniz nelerdir?

Şuanda tıkanmış ve işlemeyen bir ilişki var. Bir fark da söz konusu tabii. Bundan önceki dönemlerde ilişkiler çok sertti, fakat

DEĞERLENDİRMELER

90

DEĞERLENDİRMELER

88

bu sertliğin hem İsrail’e hem Türkiye’ye yaramadığı ortaya çıkınca, her ne kadar bu tıkanma ve donma devam edecek gibi gözükse de, aktörler -örneğin; Türkiye’den Başbakan Erdoğan, Dışişleri Bakanı Davutoğlu aynı zamanda İsrail’den aktörler- birbirleriyle ilişkilerindeseslerini kestiler; çok sert demeçlerde, suçlamalarda bulunmuyorlar. Donma noktasında olan, fakat daha da sertleşmesi istenmeyen bir pozisyonda Türkiye-İsrail İlişkileri. Fakat tüm bu bölgenin dönüşümüne vebiraz önce örnek verdiğim İran’da da beklenen gelişmelere baktığımız zaman; İran kendi içinde ekonomik bir dönüşüme gitme zorunda kalabilir ki bu çok olumludur demokrasiye gitme açısından ama aynı zamanda bir İsrail atağı, saldırısıyla da karşı karşıya kalabilir. O yüzden bu donma noktasında her ne kadar aktörlerin birbirleriyleolan ilişkilerinde seslerini yükseltmemeleri iyiyse de, yani çok sert olmayan seyirde ilişkiler devam ediyorsa da, esasında bence bu ilişkilerin normalleşmesinde, biraz düzelmesinde sadece Türkiye için değil aynı zamanda bölge için de bir yarar var. Çünkü bir taraftan Suriye krizi ve Arap Baharı var, bir taraftan İsrail-İran temelinde bir eksen var, tabi bir tarafta da enstitünüzün ilgi alanı olan Kafkasya’da, yani Gürcistan, Azerbaycan ve Ermenistan’da da bir güvenlik havzası, ekseni var. Hepsi bir arada olduğundan Türkiye arada kalan, bir taraftan çok önemli fakat bir taraftan çok etkilenebilecek bir ülke olduğu için,Türkiye-İsrail ilişkilerinin biraz normalleşmeye gitmesinin bölge açısından, İsrail açısından çok faydası var, Türkiye açısından da faydası

var. Tabii bir de, İsrail-Türkiye ilişkilerini daha uzun tartışmak gerekebilir ama Arap Baharı, Mısır’daki dönüşüm ve bu dönüşüm başarılı olursa, esasında İsrail’in de kendisini yeniden yapılandırması gerekiyor. Hem güçlü bir Türkiye hem güçlü bir Mısır ve bunlar arasındaki ilişkilerin güçlü olması, İsrail’de var olan politikaların sürdürülmesini oldukça fazla zorluyor. O yüzden, bugün her aktörün kendisini sadece bugün açısından değil yarın açısından da yeniden yapılama, yeniden düşünme zamanı. Bu sebeple belli bir normalleşmeye gitmenin, her ne kadar Türkiye bunu daha ağırlıklı olarak istemiyor gibi gözüküyor olsa da, Türkiye ve İsrail arasındaki bu donma noktasını biraz normalleştirmenin, bence herkes açısından bir yararı var diye düşünüyorum.

Doğu Akdeniz’de muhtemel enerji rezervlerinin geliştirilmesi bölgesel dinamikleri nasıl etkiler?

Burada mesela, bizim Kıbrıs sorunumuz çok önemli oluyor ve biz İstanbul Politikalar Merkezi olarak, bu sorunu tamda bu soru bağlamında çalışmaya başladık. Çünkü Türkiye-Avrupa Birliği’nin de, Türkiye-İsrail ilişkileri gibi olmasa bile, benzer olarak donma noktasında olması, çarpıların açılmaması, bir yere gitmemesi, örneğin; AKParti kurultayında Başbakan’ın yapmış olduğu uzun konuşmanın hiç AB referansı olmaması noktasında sorun var. Bu sorunun önemli ayaklarından biri de Kıbrıs sorunu ve Kıbrıs sorununda çözüme gitmemek. Ama o sorunun çözüme gitmemesinde bir açılım, Mart ayında Güney Kıbrıs’taki cumhurbaşkanlığı

HAZAR RAPORU91HAZAR RAPORU89

seçimlerindeki cumhurbaşkanı değişimi olacaktır. Çünkü Hristofyas aday olmayacak, büyük bir ihtimalle Anastasyas cumhurbaşkanı olacaktır. O güne kadar, özellikle Kıbrıs üzerine biraz çalışmak gerekiyor ki, Mart ayında cumhurbaşkanlığı düzeyinde de bir değişim olduğu zaman“ acaba bu çözüme doğru bir açılım olabilir mi?” sorusuna kolaylıkla bir cevap bulunabilsin. Bu çalışmada birkaç tane husus çok önemli oluyor. Bunlar; Akdeniz’deki doğalgaz çalışmaları, hidrokarbon çalışmaları, aynı zamanda Kıbrıs’taki su ve elektrik sorunlarıdır. O yüzden şöyle düşünmek gerekiyor. Burada aktörler birbirleriyle ilişkilerini geliştirerek bir kazan-kazan mantığına girebilirlerse, esasında bu durum Doğu Akdeniz’in yalnızca daha da zenginleşmesi değil aynı zamanda daha da istikrarlı olma olasılığını ortaya çıkaracak. Aktörler güvenlik ve kendi ulusal çıkarları temelinde bir kazan-kazan değil de kazan-kaybet pozisyonuna girerlerse, o zaman elbette ki istikrar değil, istikrarsızlık olacak, çatışma olacak. Ama bizim yaptığımız çalışmalarda şuana kadar, ki benim görüşümde aynı yönde, böyle bir tercih esasında ciddi anlamında kazan-kaybet durumundan, kaybet-kaybet durumuna geçecektir. O yüzden böylesi ilginç bir kazan-kazan durumunun istikrar ve zenginlik getirebileceği düşünülebilir. Ama tabii sizlerin de bildiği gibi, uluslararası ilişkiler öyle işlemiyor. Çünkü aktörler çıkar temelinde kooperasyona, işbirliğine gitme eğiliminde olmuyorlar ve bir anlamda da birbirlerinden şüphelendikleri, birbirlerine güvenmedikleri için, kazan-kaybet mantığını esas alıp, ben kazanayım o kaybetsin diyorlar. Fakat bu

mantıkla, esasında sadece Doğu Akdeniz değil aynı zamanda Türkiye-AB ilişkileri ve bu bağlamda Türkiye-İsrail ilişkileri de kazananı olmayan kaybet-kaybet halini alacak.O yüzden bu sorunun yanıtınabiraz çalışmak lazım, daha somut söylemek lazım. Tabii somut fikirler çalışıldıktan sonra dile getirilebilir. Kazan-kazanla, kazan-kaybet arasında tercih yapılması söz konusu olursa, Akdeniz’de kaybet-kaybet arasında gidip gelen bir döneme girdiğimizi söyleyebiliriz. O yüzden tercihler çok önemli.

Türkiye’nin İran politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye’nin İran politikası, eksen kayması tartışmaları bundan birkaç yıl evvel olmuştu. O zaman eksen kayması eleştirisine karşıydım ve hatta bu bağlamda yazılar da yazdım. Çünkü Türkiye’nin o dönemdeki tavrı doğruydu. Hatta o zamana baktığımızda, eksen kayması tartışması Türkiye’nin batıyla yani AB ile olan ilişkileri bugünden daha iyiydi. Yani en azından o zaman Sayın Başbakan, Sayın Davutoğlu, “evet, ilişkiler doğuya doğru gitsin ama doğu batıyı da güçlendirir” şeklinde ikili düşünme durumu da vardı. Ama bugün, biraz önce de söylediğim gibi, Başbakan’ın uzun konuşmasında, ki bir vizyon konuşması gibiydi, AB’ye hiç yer yoktu. Mevcut durumda, ilginçbir şekilde İran sorunu varken o eksen kaymalarından sonra geldiğimiz noktada, esasında AB kısmı bitmiş bir Türkiye var. Bunu şunun için söylüyorum, Türkiye’nin bu eksen kaymalarına karşı önemli referanslarından biri olan, İran, Brezilya ve Türkiye inisiyatifi

DEĞERLENDİRMELER

92

DEĞERLENDİRMELER

90

çok doğru bir inisiyatiftir ve bu kaçırılmış bir şanstır. Zaten Washington’a gittiğinizde bazı toplantılarda bunun kaçırılmış bir inisiyatif olduğu dasöyleniyor. O inisiyatif, İran’a yapılan yatırımlardan daha güçlü ve daha etkili olabilecek bir inisiyatifti. Hatta sizlerde biliyorsunuzdur, BM’den bazı ülkelerden gelen çalışmalarla İstanbul’un, İngilizcesi “Conflict Resolution and Mediation” olan, yani çatışma alanlarında uzlaşma merkezi olma, İstanbul’u böyle bir uzlaşma merkezi haline getirme isteği var. Ve İstanbul’da şuanda esasında AB ve İran arasında müzakereler, konuşmalar sürüyor. Onların bir ayağı İstanbul’da yapılıyor. Fakat bugün geldiğimiz bir noktada kaçırılmış bir şans, biraz da bu Suriye Krizi nedeniyle birbirleriyle rekabet haline girmiş bir Türkiye-İran ilişkisi görüyoruz. Türkiye o anlamda biraz İran’ın dışında kalıyor. Fakat İran’a kendi içinde baktığımız zaman, çok partili döneme tekrar geçmenin, demokrasiyi kurmanın daha zor bir ülke olduğunu söyleyebilirim. Bununla birlikte, ikili bir durum ortaya çıkmıştır. Yani İran kendi içinde dönüşebilir, kendi insanlarının talepleriyle dönüşebilir, demokrasiye adım atabilir. Bence bunun desteklenmesi lazım. Ama öbür türlü İran-İsrail ilişkilerinde, İsrail saldırısı da olabilir. Tabi o zaman bunların hepsi bitip, var olan rejim çok daha güçlenir. Çünkü İran’a bir saldırı yapılmış olur. O yüzden temkinli bir dönemdeyiz. Şuan Türkiye’nin, İran’ın biraz dışında olması bence daha iyi. Çünkü İran’daki bu süreci izlemek gerekiyor. Muhakkak saldırıya karşı çıkmak gerekiyor, muhakkak tavrı çok net almak lazım. İsrail’in İran’a öyle veya böyle saldırmaması lazım.

Ama öbür taraftan da İran’ın iç işlerine karışmadan oradaki iç sürece bakmak lazım. Çünkü bugün benim görebildiğim kadarıyla başlayan ekonomik kriz bizim sanki 2001’de ekonomimizi çökerten büyük devalüasyona yol açan ciddi kriz niteliğinde bir kriz. O yüzden bugün sanki biraz rakip olan biraz atışan, esasında karşılıklı ilişkilerinde birbirlerini kollayan bir Türkiye-İran varve bence şuan Türkiye’nin biraz dışarıdan bakıp İran’ı iyi izlemesi lazım. Ama muhakkak İran’a karşı olan saldırı hususunda, dün olduğu gibi bugün de net tavır alması gerekiyor.

Terör konusunda Türkiye’de yürütülen politikalarla beraber uluslararası platformda neler yapılmalı?

Türkiye esasında uluslararası toplum nezdinde, bölgesel olarak da elinden geleni yapıyor. Fakat uluslararası toplumdan Türkiye’ye pek fazla katkı gelmiyor. Uluslararası toplumdan ve onun önemli boyutlarından biri olan AB’den Türkiye’ye hiç eleştiri gelmiyor, bu çok önemli. Çünkü daha öncelerde, hatırlarsınız 90’lı yıllarda,özellikle 1995-2000’li dönemlerdeki AB tartışmasında hep egemenlik bahsi, “bizim iç işlerimize karışıyorsunuz” gibi çok tepkici ve ulusalcı bir yapı vardı. Bunun nedenlerinden biri de Kürt sorunu bağlamında AB’nin çıkışlarıydı. Esasına baktığımız zaman, o çıkışlar doğruydu. Çünkü hakikaten o zaman bir savaş vardı. O savaş içerisinde çok mağdur olanlar da vardır. Kürt sorunu olsun, faili meçhul olaylar olsun; o bölgedeki insanların günlük yaşamlarında güvensizlikler mevcuttu. Fakat bugün geldiğimiz noktada

HAZAR RAPORU93

HAZAR RAPORU91

bunun tam tersi durum yaşanıyor. AB’nin bu son dönemle ilgili Türkiye’ye hiçbir eleştirisi olmadığı gibi PKK eleştirisi vardır.Bir taraftan tabii ki de parlamentoda PKK’nın ve onun uzantılarının, örgütün toplantıları filan oluyor. O toplantılarda Kürt diasporası diyebileceğimiz bir oluşum var; bu da ilginçtir, iyi tartışmak gerekir. Türkiye’nin 90’larda yaptığı büyük hataların sonucunda Avrupa’da güçlenmiş bir Kürt diasporası oluşmuştur. Avrupa kurumları Kürt diasporasına; etnik milliyetçiliği yükseltmeyin, vatandaşlık hakları olarak yaklaşın ikazını sürekli yapıyor. O yüzden zaten Avrupa kurumlarıyla PKK ve Kürt diasporası arasında bir gerilim vardır. Bir taraftan alanların açılması, toplantıların yapılması, festivallerin yapılması gibi bir durum var, ama öbür taraftan da gerilim var. Çünkü Avrupa da Türkiye’yi eleştiriyor ama aynı zamanda Kürt diasporasına “siz etnik milliyetçiliği güçlendiriyorsunuz, şiddeti güçlendiriyorsunuz, bundan vazgeçin” diyor. Durum böyle olunca, uluslararası düzeyi biraz ikili düşünmek gerekiyor. Hem katkı vermiyor gibi geliyor ama öbür taraftan Türkiye’ye hiç

eleştiri de gelmiyor. Bence teröre karşı mücadelede, ilk ve ikinci soruda konuştuğumuz Arap Baharı’nın ve Suriye Krizi’nin çok büyük etkisi var. Çünkü bugün herkesin kafası karışık ama artık iki tane PKK var gibi. Bir tanesi Türk PKK’sı, diğeri ise Suriye PKK’sı. Türkiye’nin bu son yazında geçirdiği PKK’nın eylemlerinde daha evvel siviller yokken bugün sivillerinde

olduğu bu dönüşümde Suriye ayağının çok etkisi var. O yüzden de esasında teröre karşı mücadele içeride demokrasiyi barındırıyor ama bu Arap Baharı’nda dış politikanın yeniden düzenlenmesi bu Suriye Krizi’nin muhakkak çözümlenmesini gerekli kılıyor diye düşünüyorum.

DEĞERLENDİRMELER

94

DEĞERLENDİRMELER

92

Türkiye’de milliyetçilik ve ulusçuluk kavramının ortaya çıkması ve gelişimi ile ilgili nasıl bir tablo çizebiliriz?

Cumhuriyet deneyiminin kurgulamaya çalıştığı bir kimlik, bir ulus inşa süreci vardı ve bu tabii ki Osmanlı’dan gelen o deneyimin de üzerine inşa edilmiş bir süreçti. Osmanlı’nın son döneminde yaşanan o kopmalarla, Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı sonrasında aslında yapılmaya çalışılan bir şey vardı. Yani Türkiye’nin milliyetçilik birikimi vardı Osmanlı dönemine dair. Ama bunun üzerinden eldeki insan malzemesiyle, yani Osmanlı’nın bakiyesinden kalan insan malzemesi ve bize I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’ndan sonra kalan vatan malzemesi ve bakiyesinden, yeni bir kimlik ve yeni bir devlet inşası söz konusuydu. Tabii ki bunun inşasında Osmanlı’dan kalan o milliyetçilik birikimi, o İslami birikim ve siyasi birikimin de çok ciddi etkileri vardı. Burada yapılmaya çalışılan şeylerden bir tanesi, aslında Osmanlı’nın Balkanlar’da ve Orta Doğu’da ve Kafkasya Bölgesi’nde kaybettiği topraklardan kalan Müslüman insan bakiyesinden yeni bir ulus inşasıydı. Lozan Anlaşması’yla zaten

Müslüman olmayanlar; gayrimüslimler ayrı bir statü kazandı ve nüfus mübadelesi yaşandı. Dolayısıyla bu dönem içerisinde Anadolu’nun Müslümanlaştığı bir süreç yaşıyoruz. Ve aslında Türk milli kimliği de bu Müslümanlaşma süreciyle birlikte kuruldu. Yani Balkanlar’da, Kafkasya’da, Orta Doğu’nun muhtelif yerlerinde kalan, Osmanlı’nın Müslüman bakiyesinden gelen insanlar; Bulgaristan’dan Yunanistan’dan, Makedonya bölgesinden, Kafkasya’dan da gelen insanlardan yeni bir kimlik, yeni bir ulus inşa edilmeye çalışılıyordu. Ve bu ulusun da aslında temel harcı din idi. Yani İslam ortak paydasında zaten cumhuriyetin kurulduğu temel metin olan Lozan Anlaşması’yla cumhuriyet kimliği kuruluyordu. Dolayısıyla bu ortak İslam paydası üzerinden bir kimlik oluşturulmaya çalışılmıştı. 1921-24 anayasaları da bunu yansıtıyordu. Ancak burada bazı sıkıntılar yaşandı. Yani başlangıçta etnisite çok ciddi bir sıkıntı yaratmıyordu. Ancak halifeliğin, hilafetin ilgasından sonra özellikle Kürtler, açıkçası “Bizi bu Kürt-Türk milliyetçiliğine kayan ülke içerisinde bir arada tutacak şey nedir?” sorusunu sormaya başladılar ve Şeyh

Yrd. Doç. Dr. Talha KÖSE

İstanbul Şehir Üniversitesi – Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi

HAZAR RAPORU95

HAZAR RAPORU93

Sait isyanı da aslında bunun bir göstergesiydi. Tabii ki daha sonraki sekülerleşme deneyimi de söz konusu. Yani bir yandan hilafet ilga edildi ama onun yanında aslında cumhuriyetin, yani Türkiye milliyetçiliğinin temel harcı olan İslam bir kenara atılmadı. Bunun yerine Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu ve bunun üzerinden Türkiye’ye has, milli sınırlar içerisinde bir din, yani sınırları aşmayan, hilafette olduğu gibi, bir din aynı zamanda inşa da edilmeye çalışıldı. Dolayısıyla aslında cumhuriyet kimliğinin kuruluşunda bir yandan Osmanlı’nın bakiyesinden kalan Müslüman kimlikler, bir yandan da bu kimlikleri bir vatan coğrafyası, bir vatan sınırı içerisinde yeni bir kimlik inşa etme çabası vardı. Ve tabii ki Hristiyanlar ve gayrimüslimler bunun dışında kalmıştı. Bu millileştirme süreci içerisinde tabii ki herkes aynı deneyimi yaşamadı. Bu cumhuriyetçi kimliğinin zaman içerisinde pratikte öncelediği bir kimlik ortaya çıktı. Özellikle Balkanlar’dan gelen Müslüman, Hanefi, Sünni kitle ve biraz da aslında İslam’ı bizim anladığımız manada daha muhafazakâr yaşayan değil de biraz daha seküler olacak şekilde yaşayan, aslında ideal bir cumhuriyet kimliği oluşturulmaya çalışıldı. Cumhuriyetin ideal kimlik inşa çalışması da buna paraleldi. Yani nominal düzeyde Müslüman kimliği olan Sünni, Hanefi ama bu Müslüman kimliğini milli sınırlar içerisinde biraz daha seküler bir şekilde yaşayan ve bağımlılığı devletine olan bir kurgu oluşturmaya çalışıldı. Bunu yaparken tabii ki dini gruplar, tarikatlar da tasfiye edilmeye çalışıldı. Özellikle Güney Doğu’da tarikatların haricinde, oradaki aşiretlerle de son derece sorunluydu cumhuriyet. Yani kendine bağlı bireyler yaratmaya çalıştı

ve bu bireysel çerçevenin dışında oluşabilecek dini, aşiretsel diğer tüm grupları tasfiye etmeye çalıştı ki bu tasfiye süreci son derece sıkıntılı ve kanlı oldu, cumhuriyetin ilk döneminde. Dersim’de yaşanan olaylar var, Şeyh Sait İsyanı var, yine Takrir-i SükûnKanunlarının çıkarılması var. Dolayısıyla bu homojen kimlik yaratma süreci sıkıntılı oldu. Türkiye’deki resmi ideolojinin yaratmaya çalıştığı ve dayatmaya çalıştığı kimlik projesinin aslında biraz yansımaları, bugünkü kimlik… Yani o zaman şöyle bir düşünce tabii ki vardı. Tüm bunlar hayata geçirilirse cumhuriyete bağlı bir birey yaratılacaktı. İşte Köy Enstitüleri bunun bir ürünüydü. Yani bu kimliği köyde de taşrada da yayacak kurumlar oluşturuldu. Cumhuriyetin öğretmenlik, eğitim projeleri hep bunun bir parçası olarak inşa edildi ve bir yandan da aslında bu batılılaşma projesi kapsamında, batılılaşma ve modernleşme iyi bir şekilde sürdürülebilirsediğer alternatif geleneksel kimliklerin -dini kimlikler, etnik kimlikler- bir anlamı kalmayacaktı bu süre içerisinde. Böyle bir proje vardı. Tabii ki bu proje bir yere kadar başarılı oldu, bir yere kadar da başarılı olamadı. Evet, Balkanlar’dan gelen, Kafkasya’dan gelen, Orta Doğu’nun bir kısmından gelen insanlardan devletine bağlı bir cumhuriyet kimliği inşa edildi. Ve gerçekten bir Türk ulusal kimliği, yani ırkçı bağlamda değil, etnisite üzerinden değil gerçekten kapsayıcı bir Türk kimliği oluşturuldu ama geleneksel bağları olan dini gruplar, tarikatlar ve özellikle Güney Doğu’daki Kürtçe konuşan Kürtler bu kimlik etrafinda tam olarak toplanmadılar. Aleviler de benzer şekilde dini yorumlardaki farklılıklardan dolayı bazı sıkıntılar yaşadılar.

DEĞERLENDİRMELER

96

DEĞERLENDİRMELER

94

Türkiye’deki kimlik ve etnik kimlik tartışmaları sizce yeni anayasa çalışmalarına nasıl yansıyacak?

Bugün Türkiye’de cumhuriyetin idealize ettiği vatandaş tiplemesinin bir nebzeye kadar başarılı olduğunu, bir noktadan sonra da bu homojen kimliğin,makbul vatandaşın dışında kalan kimliklerin bir şekilde kendilerine kamu alanında yer arama girişimlerinin olduğunu söyleyebilirim. Yani Türkiye’de İslamcılık, diğer yerlerden farklı olarak tarikatlar, cemaatler şeklinde örgütlendi ve bunlar aslında toplumsal hayatın içerisinde de kendi kurumlarını oluşturdular, kendilerine bir yer buldular. Yani diğer kimliklerden farklı olarak kendilerine bir yer açtılar kamusal alanda. Aynı şeyi Kürt kimliği için söyleyemeyiz. Yani artık Kürt dilinin, Kürt kültürünün inkâr edildiği, anayasada yer bulmadığı bir çerçevenin Kürtler açısından da kabul edilebilir bir hali kalmadı. Tabii ki 1980’ler sonrasında başlayan o şiddetle birlikte toplumlar arası bir gerilimin de ortaya çıktığını görüyoruz ki artık homojen bir kimlik çerçevesi, vatandaşlık çerçevesi Türkiye için kabul edilebilir bir çerçeve değil. Aslında Türkiye Cumhuriyeti’nin de zaman zaman dünyadaki gelişmelere kendini adapte etmesi; mesela 2. Dünya Savaşında NATO’ya girmemizle birlikte başlayan demokratikleşme sürecimiz bir başarı hikâyesidir. Aynı başarıyı farklı kimliklerin belli anayasal çerçeve altında haklar vermesi

konusunda gösteremedik. Yani daha önceki o başarısız homojen kimlik inşa etme deneyimi aslında bundan sonraki anayasa çalışmalarına da bir şey temsil edecektir. Bu bağlamda, evrensel standartlar, insan hakları genel çerçevesi ve Avrupa Birliği’nin sunduğu hukuki standartların anayasa çerçevesi için olumlu bir temsil oluşturacağını düşünüyorum. Türkiye’de siyaset normal gitse varacağımız yer buydu. Ancak elbette ki şiddetin olumsuz rolü, Türkiye’deki demokratikleşme sürecine bazı engeller teşkil etti. Süreç içerisinde şiddetin olumsuz rollerinden dolayı bu meselelerin çözümü maalesef biraz gecikti. Ancak yeni anayasal çerçeve içerisinde farklı kimliklerin anayasal koruma altına alması gerekecektir. Bu noktada, evrensel standartlarda bazı haklar

verilecektir. Ancak Türk milliyetçiliğinin, Türk kimliğinin anayasasında belirli sınırları olacaktır; bunu da kabul etmemiz gerekiyor. Pazarlık süreciyle alakalı olarak, sonuçta işin gelip tıkandığı noktalardaolacaktır. Ama şunu biliyoruz ki, zaten şu anda “de facto” bir şekilde bazı haklar ortaya çıktı. Yani Kürtçe

HAZAR RAPORU97

HAZAR RAPORU95

artık yasak değil, grup toplantı haklarında bazı sınırlandırmalar ortadan kalktı. Mevcut meclis aritmetiği içerisinde ve genel olarak Türkiye’deki siyasi gruplara bakıldığında, MHP dışındaki partilerin de aslında Türkiye’deki farklı grupların kimlik haklarını verme yönünde olumlu yaklaşımları olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla değişime yönelik olarak siyasal aktörlerde olumlu bir perspektif var, ama bu süreç biraz pazarlık süreci şeklinde gelişecek.

Avrupa Birliği süreci ve demokratikleşme Türkiye’deki kimlik tartışmalarını nasıl etkilemiştir?

Tabii ki Avrupa Birliği entegrasyon süreci, Türkiye’deki özellikle 80 Darbesi ve 82 Anayasası’nın oluşturduğu otoriter devlet çerçevesinin ortadan kaldırılması ve bunun müzakereyle tasfiye edilmesi adına önemli bir çerçeve sağladı. Türkiye’de 82 Anayasası’yla birlikte toplumun her tarafinı kuşatan bir devlet anlayışı hakim olmuştu. Bu anlayış, tüm kimlikleri dışlayan, başlangıçtaki cumhuriyetin homojen kimlik kurgusuyla paralel bir çerçeve ortaya koyuyordu. Toplantı hakları, örgütlenme haklarında da bazı sınırlamalar getiriyordu. Nihai açıdan Avrupa Birliği sürecini, Türkiye’nin kimlik sorunlarını çözmek adına temel süreç olarak görmememiz gerekiyor. Tam tersine Türkiye’de biraz otoriter şekilde ortaya çıkan bu 82 Anayasası ve biraz öncesinde oluşan otoriter düzenin tasfiyesi açısından önemli bir süreçti. Ancak Türkiye’nin kendi kimlik sorunlarını, kendi siyasi sorunlarını toplumsal

aktörlerin bir araya geldiği bir çerçevede çözmesi gerekiyor. O yüzden ben, Türkiye’nin tüm sorunlarının Avrupa Birliği çerçevesinde çözülebileceğini düşünenlerden değilim. Aksine bu olumsuz düzenin tasfiyesi ve bunun yanı sıra toplumsal aktörlerin bir araya gelmesini sağlayabilecek bir çerçeve vermesi açısından önemsiyorum. Ne yazık ki bu aktörlerin bir araya gelmesini engelleyen şeylerden bir tanesi de PKK ve şiddet. Bu durum süreci biraz geciktiriyor ancak açıkçası ben Türkiye’deki aktörlerin, Türkiye’nin geleceğinin anayasal çerçevesinin yalnızca müzakereyle ortaya konulan çerçevede bir yere gelebileceğini düşünmeye başladıkları kanısındayım. Sebebi her ne olursa olsun, bunun önemli olduğunu düşünüyorum. Bu işi konuşmadan, müzakere etmeden çözülemeyeceği fikri artık yavaş yavaş yerleşiyor. Avrupa Birliği sürecinin Türkiye’ye kattıklarını da göz ardı edemeyiz. Yani bugün devlet mekanizmasının kurumlarının yeniden organize edilmesinde, hukuki çerçevenin düzenlenmesinde, hatta bu darbeye karşı kurulabilen kanunların ortaya çıkmasında bu çerçevenin önemli etkisi olduğu ve Avrupa Birliği çerçevesinden öğrenebileceğimiz şeyler olduğu bir gerçek. Ama bu durum aynı zamanda bürokratik aktörler karşısında siyasi toplumsal aktörleri güçlendirdi. Asıl önemli olan yönünün bu olduğunu düşünüyorum. Artık Türkiye’deki toplumsal aktörler ve bürokrasi haricindeki toplumsal aktörlerin Türkiye’nin geleceğini tartışabilecek, müzakere edebilecek düzeye ve meşruiyete geldiğini düşünüyorum ki bu da çok önemli bir aşamadır.

DEĞERLENDİRMELER

98

DEĞERLENDİRMELER

96

Türkiye’de Alevi sorunu var mıdır? Özellikle Suriye’deki gelişmeler ele alındığında bu alanda Türkiye’yi neler beklemektedir?

Türkiye’deki Alevi sorununu aslında Suriye’deki Alevi sorunuyla paralel düşünmemek gerekiyor. Gerek tarihsel olarak, gerek kimliğin kurgulanması olarak birbirinden çok farklı meseleler. Anadolu’nun Alevilerinin, Türklere hasgelenek ve örgütlenme açısından da aslında Suriye’deki Alevilerle hiçbir alakası yok. Bugün Türkiye’deki Alevi kompozisyonuna bakıldığında bunun %70’e yakınının Türkçe konuştuğunu ve Türkmen kökenli olduğunu biliyoruz, bunların içlerinde Kürt Alevileri de var. Hatay, Adana ve bir kısmı da Mersin’deki Aleviler, Suriye’yle daha çok bağlantılı olan, yani Nusayri diyebileceğimiz gelenekten; Türkiye’deki Aleviler ise Kızılbaş, Bektaşi kökeninden gelmektedir. Dolayısıyla Arap Aleviliği ile Anadolu Aleviliği birbirinden çok farklı entiteler ve aslında birbirleriyle organizasyonel bağları da yok. Türkiye’de bir Alevi sorunu var, doğru. Ancak, dediğim gibi cumhuriyetin homojen kimlik oluşturma çerçevesinde Hanefi, Sünni olup laik bir kimlik üretmeye çalışılmıştı. Farklı din yorumu olan Aleviler, bu çerçevenin dışında kalmıştı. Sünniler diyanet üzerinden devlet desteğiyle kendi toplumsal kurumlarını yeniden inşa etmişlerdi, toplum içerisinde değişik cemaatler birşekilde örgütlendiler. Aynı şey Aleviler için söz konusu olmadı. Alevilerin geleneksel tekkeleri, dergâhları bu çerçevede kapatıldı. 1925’teki tekke ve zaviyeler kanunuyla birlikte Aleviler kendi kimliklerini

yeniden inşa edebilecekleri bir çerçeveden yoksun kaldılar. Dolayısıyla modern, şehirli ortamda özellikle 1950’lerin sonunda ve 60’lardan itibaren Alevi nüfusunun ciddi oranda şehirleştiğini görüyoruz. Geleneksel olarak taşrada yaşayan Alevi ve Kızılbaş nüfusu bu çerçevede kurumsallaşmalarını gerçekleştirmişlerdir. Ancak 1960’la birlikte modern şehir ortamında biz kendi kimliğimizi nasıl inşa edeceğiz, devam ettireceğiz sorusu gündeme geldi. Bu soruya aslında gerçekçi bir cevap verilemedi. Cemevleri tartışmaları ve Alevilerin inanç merkezi tartışmaları, kendine meşru bir zemin bulamadı. Bunun çözümlenmesi gerekiyor. Evet, Türkiye’de Alevi sorunu var. Ama Türkiye’deki Alevi sorununun Suriye’deki Alevi sorunuyla hiçbir alakası yok. Alevilerin modern şehir ortamında kendi kimliklerini inşa edecekleri kurumlara ihtiyaçları var ve bu açıdan devletten destek bekliyorlar. Aynı zamanda zorunlu din derslerinden ve diyanetin varlığından rahatsız durumda olan Aleviler kendi toplumsal ve siyasi örgütlenmelerini organize etmek istiyorlar. Bu çerçevede birtakım istekleri var ve aslında bu isteklerin de grup hakları çerçevesinde çözümlenebileceğini biliyoruz. Tabii şöyle de bir sıkıntı var; özellikle 1970-80’li yıllarda Alevilerin bir kısmı şehir ortamında ideolojik olarak fazla örgütlenmiş ve angaje olmuşlardı. O dönemde Alevilerin epey bir kısmının sol örgütler, sendikalar ve değişik organizasyonlar içerisinde örgütlendiğini biliyoruz. Alevilerin daha büyük bir çoğunluğu ise hemşeri organizasyonları içerisinde organize olmuşlardır. 70’li, 80’li

HAZAR RAPORU97

yılların organizasyonel deneyimi ve sol söylemi, 80 sonrası Alevi örgütlenmesini de etkiledi. Yani bir yandan Alevilik, inanç merkezli bir toplumsal organizasyonken; 80 sonrasında önemli ölçüde ideolojik söylem hâkim olmaya başladı ve bundan dolayı Alevilerin de kendi içerisinde bazı fikir ayrılıkları var. 2000, özellikle 2007’den sonra ortaya konulmaya çalışılan Alevi açılımıyla aslında Alevilerin sorunlarının bir şekilde dinlenip çözüm bulunabilmesi için bir süreç başlatılmıştı. Ancak o süreç Türkiye’deki siyasi çekişmelerden dolayı da sekteye uğradı. Aslında Alevilerin kimlik ihtiyaçları, kimlik talepleri üstesinden gelinemeyecek şeyler değil. Alevilerin kendi içlerinde de çözmeleri gereken sorunlar biraz daha fazla. Bu açıdan evet, Türkiye’de bir alevi sorunu var ama bunu çözmenin o kadar da zor olduğunu düşünmüyorum. Daha katılımcı bir yaklaşımla, daha demokratik bir yaklaşımla bazı sorunların giderilebileceğini düşünüyorum. Ama Alevilerin içerisinde farklı görüşler var. Bunların çok daha üst talepleri var ve bunların hepsinin ihtiyaçları karşılanamayacaktır diye düşünüyorum.

Son zamanlarda artan PKK terörünü ve Türkiye’nin Kürt sorununun çözümünde aldığı mesafeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bugün geldiğimiz noktada aslında Kürt meselesi, Kürt sorunu ile PKK sorununu artık birbirinden ayırmak gerekiyor. Artık PKK ve şiddet kendi kendini üreten bir çerçeveye geldi. Dolayısıyla eskiden belki Kürt sorununun bir uzantısı olarak PKK’yla yaşıyoruz, diyorduk. Bugün PKK ve şiddet kendi kendini üreten, hatta oradaki toplumu da şiddet üzerinden dönüştüren bir hale geldi. Gerçekten ciddi bir şiddet sorunu var. Öte yandan dediğim gibi daha önce de belirttiğim, vatandaşlarımızın belli kimlik talepleri var. Bu ikisini birbirinden ayırmak gerekiyor. Açıkçası Kürt vatandaşlarımızın kimlik taleplerini anayasal çerçeve içerisinde çözümlemek gerekiyor ve anayasal çerçevede bunların çözümleneceğini düşünüyorum. Zaten belli haklar yavaş yavaş verilmeye başlamıştı; Kürtçe televizyon kuruldu, Kürtçe’nin kullanımına dair sınırlamalar kaldırıldı. Bu

müzakere süreci içerisinde, anayasal çerçevede sorunun çözülebileceğini düşünüyorum. Asıl büyük olan sorun ise PKK sorununu nasıl çözeceğiz? Tabii ki, Kürt sorununun temel olarak ortadan kalkacağını düşünmek imkânsız. Bu, kökü Türkiye Cumhuriyeti’nden de öteye giden bir etnik sorun. Önemli olan, şiddeti dışlayacak şekilde bu sorunu yönetilebilir

DEĞERLENDİRMELER

100

DEĞERLENDİRMELER

98

hale getirmek, Kürt vatandaşların temel ihtiyaçlarını, temel sorunlarını çözmek. Bunları çözdükten sonra açıkçası PKK ve şiddete meyilli olan diğer organizasyonlara olan ilginin azalacağını düşünüyorum. PKK artık ulus ötesi bir konuma geldi. Bir yandan Türkiye’nin Orta Doğu’da sıkıntı yaşadığı ülkelerin verdiği desteği biliyoruz, bir yandan uluslararası diğer aktörlerin PKK’ya destek verdiğini biliyoruz. Türkiye’nin zayıf karnı ve Orta Doğu’nun genelinde bütüncül bir barış elde etmeden ve Kürt sorununa bütüncül bir çözüm, Türkiye’nin Kürt sorunundan bahsetmiyorum, Orta Doğu’daki Kürt sorununa bütüncül bir çözüm bulunmadan PKK’ya olan desteğin devam edeceğini ve PKK’nın kendi kendine üreten bir mekanizma olarak devam edeceğini düşünüyorum. Açıkçası önemli olan şiddeti kontrol altında tutmak, Kürt vatandaşların haklarını vermek ve biraz da Kürt vatandaşlarına da, Türkiye’nin, ciddi manada zarar veriyor. Son zamanlarda PKK’nın artık intihara varan eylemleri var. Aslında her cenaze bir yandan da Kürt vatandaşların mağduriyetini, yani PKK’da yakınını kaybedenlerin mağduriyetini artırıyor ve şiddet kendi kendini üreten bir hale geliyor. Bu çerçevede aslında bölgedeki Kürt vatandaşların PKK’ya bir son vermesi, bir hayır demesi, protesto etmesi gerekiyor ama PKK çok otoriter bir rejim, çok otoriter bir grup olduğu için şiddetle ve tehditler kullanarak, böyle alternatif bir söylem ve alternatif bir hareket oluşmasını engelliyor. Dolayısıyla Türkiye’nin Kürt sorununu yönetilebilir hale getirmeye gücü var ve anayasal çerçevede belki bu çözülebilir.

Ama PKK’nın bölgesel bir sorun haline geldiğini bunun da daha geniş bir vizyonla çözülebileceğini düşünüyorum. Eğer PKK’ya katılımları, en azından Türkiye’den katılımları son derece sınırlı bir hale getirebilirsek bu da başarılı olur diye düşünüyorum.

Hazar Strateji Enstitüsü olarak, Hazar

Raporu isimli dergimizde yayınlanmak üzere

makale önerileri gönderilmesi için çağrıda

bulunuyoruz. Hazar Raporu; Hazar, Orta

Asya, Kafkasya, Türkiye ve Avrasya bölgesiyle

alakalı araştırma yapan akademisyenler,

sektörel temsilciler ve aydınlar ile iletişim

kurup fikir alışverişinde bulunmayı hedefliyor.

Bu duyurunun amacı; farklı fikirlerin bir araya

gelmesi ve düşünce zenginliğinin gelişimine

katkıda bulunarak yukarıda bahsedilen

coğrafyaya ilişkin analitik bakış açıları

oluşmasını sağlamaktır. Ayrıntılı bilgi için

www.hasen.org.tr adresini ziyaret edebilirsiniz.

Tarih, siyaset bilimi, uluslararası ilişkiler, kamu

yönetimi, iktisat, sosyoloji ve uyuşmazlık

çözümü gibi alanlarda makale önerilerinizi

bekliyoruz. Makalelerin teması ile ilgili

hususi bir kısıtlama söz konusu olmamakla

birlikte altını çizmek gerekir ki makale konusu

mutlaka ilgililere tavsiye verici ve yol gösterici

nitelikte olmalıdır.

1 Şubat 2013 tarihine kadar makaleniz ve kısa

biyografinizi iki ayrı Word dosyası halinde

[email protected] adresine gönderebilirsiniz.

Hazar Strateji Enstitüsü, İstanbul merkezli

kar amacı gütmeyen bir düşünce kuruluşudur.

Misyonu; yüksek kalitede, bağımsız

araştırmalar yürütmek ve Hazar Bölgesi’ne

ilişkin yenilikçi, stratejik öneriler sağlamaktır.

Enerji, enerji güvenliği ve ulaştırma konularına

yoğunlaşan Enstitü, Türkiye ve dünyanın önde

gelen düşünce kuruluşlarından biri olmayı

hedeflemektedir. Bu doğrultuda yayınlar,

konferanslar, seminerler, eğitim çalışmaları ve

atölye faaliyetlerini içeren dinamik bir program

izleyerek tartışma ve araştırmaları teşvik eder

ve kamu bilincini geliştirir.

Hazar Strateji Enstitüsü Hakkında

Bildiri ve Makale Çağrısı

hazarstratejienstitüsü

H A S E N

Azerbaijan as a Regional Hub in Central Eurasia

Strategic Assessment of Euro-Asian Trade and Transportation

Taleh Ziyadov

102

111

Turkey, Caspian Strategies, and the Economic Cooperation Organisation

William Hale

The Aftermath of Georgia’s Parliamentary Election: Foreign Policy and the Search for a New Paradigm

Kornely Kakachia / Associate Professor at Tbilisi State University and Director of Tbilisi-based think tank Georgian Institute of Politics

124

117BP-Rosneft Deal: Implications & IntentionsGulmira Rzayeva / Energy Expert

120Obama’s Challenge With EconomyYrd. Doç. Dr. Fatih Macit / Suleyman Shah University Director of Economy Department

CASPIAN REPORT

JANUARY - MARCH 2013

ContentsARTICLES

Engl

ish

Part

104102

Strategic Assessment of Euro-Asian Trade and Transportation

Azerbaijan as a Regional Hub in Central Eurasia *

Executive Summary

December 2012

Taleh Ziyadov

* The special report is prepared in association with the Caspian Forum 2012 (Istanbul, 5-6 December 2012) organized in partnership by the Caspian Strategy Institute (CSI), the Brookings Institute, the University of California, Berkeley and the University of Cambridge

(UK). It is a succinct version of the recently published book by Azerbaijan Diplomatic Academy (ADA) in Baku titled: “Azerbaijan as a Regional Hub in Central Eurasia” (Baku:

ADA, 2012).

The Need for a Common Vision for the Future

In 1965, the late Sheikh Rashid bin Said Al-Maktum, the visionary ruler of Dubai, asked his British advisers to draw up a plan for the construction of a port. It took a British engineering firm two years to complete a comprehensive master planning study for the proposed port site, adjacent to the centuries-old Al Shindagah neighborhood in downtown Dubai. Based on the market assessment and future traffic forecasts, the advisers concluded that the new port would need only four berths. Having carefully considered the proposal, Sheikh Rashid demanded that the plan be altered to include sixteen

berths instead of four. The British advisers reluctantly complied. The port was finally opened in 1971, and all sixteen berths were oversubscribed by the end of the first year of operation. Further expansions followed, and more berths were built in subsequent years.1 Sheikh Rashid was convinced that Dubai was bound to become the most important transport hub in the Middle East, and even beyond. Today, the Rashid Port, the Jabal Ali Port and Free Zone, Dubai International Airport, and many other state-of-the-art projects in the Dubai emirate stand as testaments to Sheikh Rashid’s foresight and vision. 1 Christopher M. Davidson, Dubai: The Vulnerability of Suc-cess (New York: Columbia University Press, 2008), pp. 92–93.

CASPIAN REPORT105

CASPIAN REPORT103

In a similar fashion, it was the vision of Lee Kuan Yew, one of the longest-serving prime ministers of the twentieth century, that transformed the tiny city-state of Singapore from a relatively underdeveloped former colonial settlement to a modern and competitive economy and the major distribution hub in Southeast Asia. As early as 1973, just eight years after independence, Singapore was being hailed as “the world’s fourth busiest port,” serving more than 200 shipping carriers and some fifty maritime states.2 By becoming the region’s oil refining and distribution center, Singapore managed to turn itself into an ‘oil-rich’ state even though it was virtually devoid of any oil of its own. Capitalizing on its strategic location at the crossroads of the major maritime routes between Europe and Asia, Lee Kuan Yew seized every opportunity that came his way. He established an attractive business environment for foreign direct investment (FDI) and pursued an aggressive diversification policy. Today, the country enjoys a strong economy with a high level of FDI, and booming trade, manufacturing, and finance sectors. In 2009, Singapore’s gross domestic product (GDP) per capita exceeded $36,000, up from a mere $395 in 1960.3

Even though both Dubai and Singapore have undoubtedly benefited from their coastal locations and the entrepôt trade generated by maritime traffic, the vision 2 T. J. S. George, Lee Kuan Yew’s Singapore (London: Andre Deutsch, 1973), p. 95.3 World Bank, World Development Indicators. Retrieved from http://data.worldbank.org/data-catalog/world-develop-ment-indicators.

of their respective leaders was essential to these cities’ resounding economic success, for without it they would be utterly different places today. The paths taken by Sheikh Rashid in Dubai and Prime Minister Lee in Singapore offer a lesson for every national leader and every country aspiring to make an enduring mark in the world: it is necessary to possess a vision for the future.

Unlike the world’s great seaports, the prominent commercial cities of the Caspian Basin region have historically been land-based hubs. It took months and even years for the ancient Silk Road traders to travel between Europe and Asia, and the Caspian region’s hub cities served as critical regional logistics and distribution centers. Each of them had a number of caravanserais, where goods and ideas exchanged hands, and people and cultures met and mixed. These trading centers were connected with other regional hubs and megacities through a vast network of corridors across Eurasia and the Middle East. The Silk Road corridors were for centuries the source of prosperity for many nations in Central Eurasia.4

Central Eurasia is once again poised to regain its former prominence as a land-based hub between Europe and Asia. By 2030, a tourist will be able to jump on a high-speed train in Istanbul and arrive in Baku the same day; he will even have time

4 Although the term “Central Eurasia” has a number of dif-ferent definitions, in this report it refers to eight Caspian region countries, namely the three South Caucasus states of Armenia, Azerbaijan, and Georgia and the five Central Asian states of Ka-zakhstan, Kyrgyzstan, Tajikistan, Turkmenistan, and Uzbekistan.

102

Strategic Assessment of Euro-Asian Trade and Transportation

Azerbaijan as a Regional Hub in Central Eurasia *

Executive Summary

December 2012

Taleh Ziyadov

* The special report is prepared in association with the Caspian Forum 2012 (Istanbul, 5-6 December 2012) organized in partnership by the Caspian Strategy Institute (CSI), the Brookings Institute, the University of California, Berkeley and the University of Cambridge

(UK). It is a succinct version of the recently published book by Azerbaijan Diplomatic Academy (ADA) in Baku titled: “Azerbaijan as a Regional Hub in Central Eurasia” (Baku:

ADA, 2012).

The Need for a Common Vision for the Future

In 1965, the late Sheikh Rashid bin Said Al-Maktum, the visionary ruler of Dubai, asked his British advisers to draw up a plan for the construction of a port. It took a British engineering firm two years to complete a comprehensive master planning study for the proposed port site, adjacent to the centuries-old Al Shindagah neighborhood in downtown Dubai. Based on the market assessment and future traffic forecasts, the advisers concluded that the new port would need only four berths. Having carefully considered the proposal, Sheikh Rashid demanded that the plan be altered to include sixteen

berths instead of four. The British advisers reluctantly complied. The port was finally opened in 1971, and all sixteen berths were oversubscribed by the end of the first year of operation. Further expansions followed, and more berths were built in subsequent years.1 Sheikh Rashid was convinced that Dubai was bound to become the most important transport hub in the Middle East, and even beyond. Today, the Rashid Port, the Jabal Ali Port and Free Zone, Dubai International Airport, and many other state-of-the-art projects in the Dubai emirate stand as testaments to Sheikh Rashid’s foresight and vision. 1 Christopher M. Davidson, Dubai: The Vulnerability of Suc-cess (New York: Columbia University Press, 2008), pp. 92–93.

106104

to take a free bus tour of Tbilisi en route. He will continue his trip on an express ferry to Turkmenbashy, from where another high-speed train will take him all the way to Urumqi in China. The entire territory of Central Eurasia will be covered with a great infrastructure of highways, railways, airports, and logistics centers that will handle goods and passengers moving between Europe and Asia.

For many countries in Central Eurasia, however, envisioning such future is a complex matter. Political, economic, and social crises caused by the sudden collapse of the Soviet Union have dominated the relatively short history of independence enjoyed by these states. In 2011, they celebrated only the twentieth anniversary of the end of Soviet rule. Memories of wars, unresolved conflicts, economic hardships, and coups still haunt the generation old enough to remember the days of communist control. Fortunately, the most difficult times have been left behind, though a few crucial challenges persist. The countries of Central Eurasia are now at the stage of development where they must complete their political and economic transitions and choose a path that would lead them into the ranks of prosperous developed nations.

The Process of Becoming: Central Eurasia Twenty Years Later

In the 1990s, many people in the resource-rich states of Central Eurasia believed that their respective countries would soon

become the “Kuwaits” and “Switzerlands” of the twenty-first century. The abundance of natural resources made this notion so alluring and so palpable that few really thought about the process by which this goal would be realized, if it were to be realized at all. Becoming another Kuwait or Switzerland would have required different development strategies, with a strategic vision supported by the presence of other essential components, such as a business friendly environment, political and economic capabilities, the effective management of revenues from the sale of natural resource and an advantageous location.

In the past twenty years, the regional countries, especially the resource-rich ones, have achieved a great deal. In 2009, the GDPs of Azerbaijan, Kazakhstan, Uzbekistan, and Turkmenistan exceeded $43 billion, $115 billion, $32 billion, and $19 billion, respectively. On the other hand, the combined GDP of the remaining four, more poorly endowed, states—Armenia, Georgia, Kyrgyzstan, and Tajikistan—was less than $30 billion. Azerbaijan and Kazakhstan have attracted billions of dollars in FDI and have completed key energy infrastructure projects that guarantee their future development. A latecomer, Turkmenistan, has started opening its doors to investors only recently, with the great expectations still to be met. The most populous state in the region, Uzbekistan, has chosen a gradual domestic

CASPIAN REPORT107

CASPIAN REPORT105

demand-led development path that does not seek external FDI, but it too promises to contribute to the future hub vision of Central Eurasia.

There is no doubt that the chief engine of growth in the region has been the abundant natural resources of Azerbaijan, Kazakhstan, Uzbekistan, and Turkmenistan. The governments of these states, particularly Azerbaijan and Kazakhstan, have been mindful of the perils of resource dependence and have tried to implement policies to minimize potential risks. They also have a strategy as far as development of their energy sectors is concerned. Azerbaijan and Kazakhstan, for example, have used Production Sharing Agreements (PSAs) to attract foreign energy companies and inject the most needed investments into their economies. It was this energy strategy that allowed Azerbaijan and its Western multinational partners to reach agreement on the “Contract of the Century” in 1994 and subsequently to construct the Baku-Tbilisi-Ceyhan oil pipeline in 2005 and the Baku-Tbilisi-Erzurum natural gas pipeline in 2006. Azerbaijan’s energy sector alone has attracted more than $35 billion in FDI. Moreover, the revenues from these two pipelines account for the lion’s share of Azerbaijan’s current state budget and constitute a significant portion of the South Caucasus region’s economy. In short, the resource-rich states are reaping the fruits of energy strategies they conceptualized in the 1990s.

Today, Azerbaijan, Georgia and Turkey have embarked on a new journey that will shape the future energy strategy of the Caspian region and beyond. Whether resource rich or resource poor, however, all countries of Central Eurasia share the same future, and they are bound to find new synergies that will give their region a prominent place on the economic and political map of the twenty-first century. Indeed, each country in the region has its own destiny, and each has reason to hope that one day it will become a prosperous and developed state in its own right, like no other state but itself. To achieve this goal, however, each of them would need a clear vision of itself as an individual state and also as a member of a broader regional framework that could economically, and even politically, unite them by 2030. They will have to cooperate, integrate, and adapt to the rapidly changing world around them and forge a common vision for the years ahead. What is the common vision that one day these mostly landlocked countries might share? Will it be a vision that will make the region a periphery for another central power? Or a geopolitical playground for powers aiming to control the region’s riches? Or will the ancient Silk Road be revived, with the region reclaiming its status as a vibrant commercial hub between major economic blocs such as Europe, East Asia, South Asia, and the Middle East? Whatever the answers to these questions, one thing is clear: international trade will play a central role in the transformation of the region.

108106

Azerbaijan: Potential Catalyst for Regional Dynamism

Azerbaijan is, and will remain, a pivotal state in Central Eurasia, helping to shape a common vision for the region and facilitate its transformation. The country’s vast natural resources could act as catalyst for developing its non-oil economy and reviving the non-oil trade of the region—thus restoring Central Eurasia’s historical position as a commercial hub along the ancient Silk Road. But for this to happen, Azerbaijan needs to formulate a comprehensive vision to guide its development and lead it to the desired goal.

Today, the majority of Euro-Asian trade bypasses the region, and so do the attendant benefits. Large ships that can carry thousands of containers at a time have replaced the ancient caravans of the Silk Road. Most of the trade between Europe and Asia is conducted by maritime transportation via Suez Canal, which makes up more than 90% of total cargo exchanged between the two continents. The success of Central Eurasian hub strategy largely depends on the ability of the regional states to attract some of this Euro-Asian continental container trade by creating integrated and competitive intermodal transportation and logistics networks across Eurasia.

Azerbaijan is located at the crossroads of major Eurasian land and air transport corridors—a feature that is key to its long-term success, if utilized properly.

Potentially, the country could serve not only as a commercial bridge between Europe and Asia, but also as a major distribution hub in Eurasia. Unlike its energy strategy, however, Azerbaijan’s vision for development of its non-oil economy is still a work in progress. Nearly 95% of the country’s exports and more than 55% of GDP come from the sale of oil and natural gas—a situation that is unlikely to change in the immediate future. The mid- and long-term prospects of the country are promising, albeit conditioned upon successful development of the non-oil sector.

Looking Beyond Energy

Though many Azerbaijani government officials have repeatedly acknowledged that the country is ideally situated to become a regional transportation hub between Europe and Asia, these statements are yet to be translated into a long-term strategic vision that is coherent and sustainable. Nonetheless, the idea of “wanting to become a regional hub” at least is in place. In fact, a number of transportation and infrastructure projects have already been launched to advance this strategy. Among them is the strategic Baku- Akhalkalaki-Kars railway, which will link the Azerbaijani, Georgian and Turkish rail networks and thus create a rail corridor between China and Europe via Azerbaijan. In addition, the government is investing billions of dollars in modernization of the country’s international highways along the East-West and North-South axes in an attempt to better prepare for anticipated

CASPIAN REPORT109

CASPIAN REPORT107

land-based traffic through Azerbaijani territory. Moreover, the new state-of-the-art Baku International Sea Trade Port and Logistics Center at Alyat and the new Baku Heydar Aliyev International Airport will both have a central place in the vision of Azerbaijan as a global transport hub. Last, but not least, the government plans to establish Free Economic Zones (FEZs) and invest more than $60 billion in real estate projects in and around Baku, essentially aiming to transform the national capital into the “Dubai of the Caspian.”

These projects will genuinely strengthen Azerbaijan’s position in the region and enable it to become a magnet for land- and air-based trade between and among the states of Europe and Asia. Baku will act as a gateway to Central Asia for Europe and a door to Europe for Central Asia and China. It has the potential to become a “hub of hubs” on the Caspian Sea, but this will require articulation of a clear vision today for the Azerbaijan of 2030.

The Need for an Integrated Development Strategy

Close examination of the ongoing and planned infrastructure and transportation projects in the region, including Azerbaijan, would reveal a lack of coherence in the development strategy for the non-oil economy. Important and useful projects are being planned and initiated independently of one another, without the necessary cross-sector and intra-sector coordination. In other words, these

projects do not seem to be guided by a unified objective. Unless a clear, integrated “big picture” strategy is set forth today, the development trajectory of Azerbaijan, or of any other country in the region, for that matter, is likely to be halting and subject to chance. This is not to say that Azerbaijan could not achieve high per capita income or social-welfare advancement without such a vision. The “trial and error” approach certainly offers one type of problem-solving strategy. But in addition to being risky, such an approach would consume far more in terms of resources, time, and energy in the long run, and its success would not be guaranteed.

The report you are about to read has been written in the hope of contributing to the vision of the future of Azerbaijan and the Caspian region. It focuses on Euro-Asian trade, transportation and logistics, FEZ, and port development, and draws some lessons for Azerbaijan and other countries in Central Eurasia aspiring to become regional commercial hubs and take advantage of the growing regional as well as continental trade between two major economic blocs, namely Europe and Asia. In particular, it proposes a specific development scheme for Azerbaijan’s hub strategy. As is noted throughout the report, the opportunities for Azerbaijan are many, and the realization of this potential will benefit the whole region, not just a single state. This means that for Azerbaijan to achieve its national objectives, it needs to coordinate its efforts with those of neighboring countries in the region.

110108

Most of the states of Central Eurasia are landlocked, and they depend on each other’s transportation infrastructure. Building highways, railways, ports, and airports is a necessary part of Azerbaijan’s hub strategy, but it is not a sufficient one. Without a bird’s-eye approach and a coherent policy, which will view all these projects as components of a single strategy, the transportation and infrastructure projects are likely to have outcomes that will be insufficiently efficacious, because they would lack complementarity. For Central Eurasia to produce the “Dubais” and “Singapores” of the 21st century, the compartmentalized regional mindset has to give way to an integrated common vision that will direct each project towards a shared goal.

Azerbaijan of 2030 or 2050 will be the product of today’s concept sketches. The core of a successful hub strategy for Azerbaijan must include Free Economic Zones (FEZ) development, on the basis that FEZs are prerequisites for generating trade and attracting Foreign Direct Investment (FDI). The current FEZ law in Azerbaijan falls short of the Production Sharing Agreement (PSA) legal framework, effectively utilized by Azerbaijan to promote its oil and gas projects. Although the non-oil sector may not be as attractive or compelling as the oil sector, given the right strategy and incentives, it could still bring in high levels of FDI, with multi-billion dollar ventures across various sectors of the non-oil economy.

This report recommends focusing on two projects that are directly linked to Azerbaijan’s grand hub strategy and that could generate significant FDI in the non-oil sector and raise the stakes in the country’s FEZ development. This means that the two key projects – the Port of Alyat and Baku Heydar Aliyev International Airport – should be incorporated into the FEZ concept, which in turn should be constructed on a flexible and effective legal framework (i.e. Production Sharing Agreement). This approach will produce two marketable projects that could result in a “Contract of the 21st Century” in Azerbaijan’s non-oil sector, similar to the “Contract of the Century” signed in the energy sector in September 1994. At a regional level, Azerbaijan needs to harmonize its transport strategy with that of neighboring states, particularly Georgia, Turkey and the Central Asian countries along the East-West axis, and Russia and Iran in the North-South direction.

Other Key Recommendations

Strategic Issues

The Azerbaijani government needs to align all its major development projects in the non-oil sector under a single overarching objective.

A coherent and integrated vision for Azerbaijan’s future hub must be developed. This strategy or a master plan should integrate and encompass all

CASPIAN REPORT111

CASPIAN REPORT109

activities linked to the development of ports, airports, highways, FEZs, logistics centers and other strategic transport and non-transport projects.

Compartmentalized mindset in different state ministries has to give way to a unified vision that will direct all projects towards a common goal.

Roads and Railways

To increase the competitiveness of TRACECA corridor, Azerbaijan should work closely with Georgia, Kazakhstan and Turkmenistan, as well as China, the EU and Turkey, in simplifying border crossings and reducing the cost of transportation along this route.

All highways of state and international importance in Azerbaijan should be viewed on a different level. A centralized road maintenance regime of highways of international importance is a must.

It is critical to extend Azerbaijan’s railway connection in all directions including the North-South.

Maritime Transportation

Caspian maritime transportation is a key to successful development of international transport corridors via Azerbaijan. The current state of Caspian shipping is far from satisfactory and it requires immediate attention. If the

outstanding challenges with maritime shipping and operations are not addressed, Azerbaijan risks losing the maritime trade share in the Caspian Sea in the near future.

The Azerbaijani government should consider allowing a private shipping company to run scheduled RO-RO and ferry lines between Baku and Aktau and Baku and Turkmenbashy, therefore increase the traffic of international trucks.

Logistics Sector

Azerbaijan should act fast and establish its national private logistics company (with government participation) that will provide logistics services to regional and international suppliers inside and outside of Azerbaijan. Russia’s experience with FESCO Transportation Group, Russia’s largest private intermodal transportation group where the Russian State (i.e. Russian Railways) has shares, could serve as a good model.

In addition, the government should set up ‘bonded warehouses’ or ‘logistics zones’ along all of its borders, where trucks can unload their cargo for further customs clearance and collection by the clients.

Air Transportation

The government needs to set clear goals for Azerbaijan Airlines (AZAL) so that the company can become a

112110

member of leading international alliance in the near future.

Azerbaijan’s supply of jet fuel is a strategic advantage and the key in its air hub strategy. The production of jet fuel should be coordinated and the Baku airport should always have extra jet fuel at competitive prices. It is one of the few ways how Baku can attract international air carries.

The Baku Heydar Aliyev International Airport should be linked to the Alyat port by various modes of transport, including rail, so that the two sites could effectively do intermodal transfer of cargo.

In the future, Baku should consider building a stand-alone airport near the Alyat port.

Free Economic Zone Concept

The current FEZ concept and legal regime should be reviewed and updated to reinforce Azerbaijan’s future hub strategy.

The two key projects – the Port of Alyat and Baku International Airport – should be incorporated into the FEZ concept, which in turn must be constructed on a flexible and effective legal framework (PSA-type legal regime).

A strategic planning of the two projects should be completed, before the first-tier investors and developers worldwide are invited to invest in the projects.

Through its future FEZ Development Corporation, Azerbaijan should consider buying shares or invest in Poti Port & FEZ as well as Aktau and Turkmenbashy Ports & FEZs.

A dedicated State Agency for FEZ Activity, directly reporting to the President, should be created to oversee all FEZ activity and the two proposed projects. All activities could be supervised directly by the President, similar to the approach taken in the energy projects signed in 1990s.

CASPIAN REPORT113

CASPIAN REPORT111

Turkey, Caspian Strategies, and the Economic Cooperation Organisation

William Hale

On 15-16 October 2012 the media spotlight was briefly turned on a meeting in Baku, capital of Azerbaijan, of the Economic Cooperation Organisation (ECO) – a body which had almost escaped notice until then. The main cause of this flurry of interest was an unexpected encounter after the end of the plenary sessions between Turkey’s Prime Minister, Tayyip Erdoğan and the Iranian President Mahmoud Ahmadinejad. The two leaders evidently sought to overcome serious differences in their policies towards the civil war in Syria by trying to forge a regional solution to the Syrian impasse.1 If nothing else, the incident suggested that ECO seemed to have some value as a platform on which government leaders who were divided on important international issues could have a face to face meeting. It also raised the question as to whether this organisation had any other useful functions, granted its normal obscurity. The question is of some importance in the context of economic and political relations between the Caspian nations, since all the countries in the

1 Simon Tisdall, ‘Iran and Turkey’s Meeting Reveals New Ap-proach to Syria’, The Guardian (London) 25 October 2012.

Caspian basin except Russia are members of ECO, together with Turkey, Pakistan, and four other Central Asian republics.2 Accordingly, this article seeks to outline the historical development of ECO and the political and economic issues which it currently faces. This is followed by an assessment of its potential importance in the years ahead. Does ECO offer any prospect of becoming a more important instrument for the development of closer economic and political links in the Caspian region, or is it condemned to continue as just another international talking shop?

ECO traces its origins to the alliances of the cold war, although its scope and purpose has changed fundamentally since then. In 1955, Britain, Turkey, Iraq, Iran and Pakistan, supported by the USA, formed the Baghdad Pact, as an attempted pro-western defence alliance in the middle east. In 1959, following the overthrow of the Hashemite monarchy in Iraq in the previous year, it lost its only Arab member, and was reconstructed as the ‘northern tier’ alliance of the remaining members, known as the Central Treaty Organisation

2 That is, Uzbekistan, Kirghizstan, Tajikistan and Afghanistan.

110

member of leading international alliance in the near future.

Azerbaijan’s supply of jet fuel is a strategic advantage and the key in its air hub strategy. The production of jet fuel should be coordinated and the Baku airport should always have extra jet fuel at competitive prices. It is one of the few ways how Baku can attract international air carries.

The Baku Heydar Aliyev International Airport should be linked to the Alyat port by various modes of transport, including rail, so that the two sites could effectively do intermodal transfer of cargo.

In the future, Baku should consider building a stand-alone airport near the Alyat port.

Free Economic Zone Concept

The current FEZ concept and legal regime should be reviewed and updated to reinforce Azerbaijan’s future hub strategy.

The two key projects – the Port of Alyat and Baku International Airport – should be incorporated into the FEZ concept, which in turn must be constructed on a flexible and effective legal framework (PSA-type legal regime).

A strategic planning of the two projects should be completed, before the first-tier investors and developers worldwide are invited to invest in the projects.

Through its future FEZ Development Corporation, Azerbaijan should consider buying shares or invest in Poti Port & FEZ as well as Aktau and Turkmenbashy Ports & FEZs.

A dedicated State Agency for FEZ Activity, directly reporting to the President, should be created to oversee all FEZ activity and the two proposed projects. All activities could be supervised directly by the President, similar to the approach taken in the energy projects signed in 1990s.

114112

(CENTO). Five years later, in 1964, Turkey, Iran and Pakistan attempted to give their common political alignment an economic dimension by setting up a parallel organisation called Regional Cooperation for Development, or RCD, which was supposed to promote mutual trade and economic collaboration.3 The CENTO alliance was dissolved in 1979, after the Iranian revolution, and RCD with it. However, in 1985 its three former members established ECO as a successor organisation. Although this achieved little in the immediately succeeding period, it was given a new impetus after the end of the cold war by the accession in 1992 of the newly independent republics of Azerbaijan, Kazakhstan, Kirghizstan, Tajikistan, Turkmenistan and Uzbekistan, besides Afghanistan.4

ECO’s main stated purpose was to liberalise trade between the member states, first through a Protocol on Preferential Tariffs signed by the original members in 1991, and then through the ECO Trade Agreement (ECOTA) launched in July 2003, in which they committed themselves to ‘the progressive reduction of tariffs and elimination of non-tariff barriers to trade’,5 besides the improvement of mutual transport links,6 3 See William Hale and Julian Bharier, ‘CENTO, RCD and the Northern Tier: a Political and Economic Appraisal’, Middle Eastern Studies, Vol.8. No. 2 (1972) pp. 217-9 4 Richard Pomfret, ‘The Economic Cooperation Organiza-tion: Current Status and Future Prospects’, Europe-Asia Studies, Vol.49, No.4 (1997) pp.657-9.5 ECO Trade Agreement (ECOTA) (Islamabad, July 2003) Article 3: from ECO Secretariat website (www.ecosecretariat.org/ftproot/Documents/Agreements/ECOTA) accessed 28 October 20126 Ibid, Article 9.

among other objectives. Future aims included the establishment of an ECO Trade and Development Bank (ECObank) a reinsurance company, and even an ECO shipping company and an ECO airline.7

In his speech to his fellow-leaders in Baku in October 2012, Prime Minister Erdoğan admitted that ECO was still a long way from achieving its objective of founding a free trade area. However, he pointed out that the member states had a total population of 400 million people, and claimed that if the ECOTA were fully implemented then mutual trade could be increased eight-fold.8 Similarly, writing in the normally pro-government Turkish daily Zaman, columnist Kadir Dikbaş emphasised that, in the first eight months of 2012, while Turkey’s exports to the European Union (EU) had declined by 9.1 percent compared with the same period of 2011, in the case of the ECO countries it had increased by 115 percent.9 In interpreting this, strict caution was needed, however. Paradoxically, Turkey’s trade with ECO was largely with Iran, with whom it had the most problematic political relations, accounting for its extreme volatility.

Calculating from Turkey’s official trade statistics for 2011, Iran accounted for just over 60 percent of total trade with the ECO countries (39 percent of exports and 72 per cent of imports)10 and was 7 Pomfret, op.cit., pp.659-608 ‘Serbest Ticaret Anlaşmasını Herkes İmzalasın, Tıcaretimız 8 Kat Artsın’, Zaman (Istanbul, daily) 17 October 2012.9 Kadir Dikbaş, ‘ Zor Zamanda İhracat Rekoru Kırdığımız Bölge’, ibid, 16 October 201210 Data from Türkiye İstatistik Kurumu (www.tuik.gov.tr),

CASPIAN REPORT115

CASPIAN REPORT113

heavily influenced by extraneous political factors over which the ECO members had little control. Iran accounted for the vast majority of the exponential increase in Turkey’s exports to ECO in 2012, but this was explained by a sharp increase in sales of gold to Iran. In this case, the imposition of economic sanctions by the United Nations, the USA and EU, due to the dispute over Iran’s alleged attempt to develop a nuclear arsenal, and the subsequent collapse of the Iranian currency, had led to massive imports of bullion by Iranian traders, either directly from Turkey or indirectly via Dubai. There was no proof that this would be anything more than a temporary phenomenon, and in any case it was likely to be offset by a reduction in Turkey’s oil imports from Iran during the second half of 2012, due to the international sanctions campaign.11

The main criticism of ECO has been that it has been driven purely by strategic or political priorities, and lacks economic logic. The point is illustrated by the general failure of ECO to achieve its economic goals. By 2012, the ECOTA had only been accepted by five of the ten member states (that is, Afghanistan, Iran, Pakistan, Tajikistan and Turkey)12 and there were only limited signs of progress towards the implementation of a free trade foreign trade statistics: accessed 29 October 2012.11 Aydın Albayrak, ‘Turkey-Iran Relations Economically Strained As Well’, Today’s Zaman (Istanbul, daily) 9 August 2012. This also reports that the gold imports may have been supported by the Central Bank of Iran, which was purchasing it through third parties.12 The 3rd Meeting of the ECOTA Cooperation Council, 02-03 October 2012, Ankara, from www.ecosecretariat.org/ftp-root/Press_Rls/2012/3ecota.htm: accessed 29 October 2012.

area. Agreement on the ECObank was not reached until 1995, and membership still has to be signed and ratified by several members. Moreover, its funds are limited, with only $450 million in paid-up capital, and it has to tread carefully to avoid running foul of international sanctions against Iran.13 Given the very limited progress on trade liberalisation, trade within the group is still restricted: as of 2010, it was reported to account for only seven percent of the total foreign trade of the ten member states.14

ECO members have also been active in developing their relations with other partners, notably Russia and China. Among the Caspian members of ECO, Kazakhstan is the closest, both politically and economically, to the Russian Federation, having agreed to form a customs union with Russia and Belarus in December 2009. It followed this up with a free trade agreement signed with Russia and six other members of the Commonwealth of Independent States in October 2011.15 According to World Trade Organisation (WTO) statistics, the European Union is Kazakhstan’s most important trading partner, followed by the Russian Federation and China: none of the other ECO member states enter the list of its top five partners. Among the other 13 Abdullah Bozkurt, ‘Iran to Turn ECO into Paper Organiza-tion’, Today’s Zaman, 15 October 2012.14 Ibid.15 ‘Russia, Belarus and Kazakhstan Agree on Customs Union’, Turkish Weekly (www.turkishweekly.net/news) 5 December 2009: accessed 5 November 2012: Greg Delaney, ‘Kazakhstan signs Free Trade Agreement with Russia & other CIS States’, from www.kazakhstanlive.com, 19 October 2011, accessed 5 November 2012

116114

Caspian states, (bar Turkmenistan, for which WTO data are not available)

T urkey is the only ECO member which figures among the other members’ top five partners, notably in trade with Azerbaijan, where it is the third most important source of imports. The emergence of China as a significant global economic player has also altered the external environment in a way quite unforeseen when ECO was set up. This has been especially marked in the case of Kazakhstan and Turkmenistan, both of which have built, or are building, large natural gas pipelines to China,16 besides increasing their imports from Asia’s rising economic power.

Economic and technical factors help to explain ECO’s apparent failure to take off as a trading group. In the Caspian region, its members are mainly primary producers, exporting oil and gas to the rest of the world (originally, Russia) rather than to one another. There is some degree of complementarity between the Turkish and other ECO economies, in that Turkey can export manufactured products in exchange, but this is an exception.

T he paucity of transport links is a further problem, although this is now being tackled by the construction of the Kars-Bitlis-Baku railway, connecting Turkey with Azerbaijan via Georgia.

16 Vladimir Socor, ‘China to Increase Central Asian Gas imports through Multiple Pipelines’, Eurasia Daily Monitor, Vol.9, No.152 (9 August 2012) and ‘Kazakhstan Expands Gas Transit Pipeline Capacities and Own Exports to China’, ibid, Vol.9, No.153.

In general, the Caspian states have preferred autarchic rather than internationally oriented development strategies, relying on their oil and gas reserves to finance imports, and putting the development of regional trading links well down in the list of priorities.Besides this, political factors have posed crucial obstacles to the effective development of ECO. Here, Iran appears to be the major problem, and the odd man out in ECO, since this is the only regional club of which it is a member. Hence, its government is accused of trying to exploit the organisation as a means of drumming up political support in the face of its growing international isolation. Critics accuse the Iranian regime of trying to use ECO as a propaganda machine for promoting its own controversial causes - much as it used a meeting of the Non-Aligned Movement in Tehran in August 2012, causing raised eyebrows in other ECO governments. In September 2012, ECO discussed plans to establish a Parliamentary Assembly, prompting fears that Iran sought to turn the body ‘into another West-bashing club’ rather than a forum for discussing the real issues in the region.17

Bilateral relations between Iran and other ECO members are also damaged by the Iran’s close relations with Armenia, putting it at odds with both Turkey and Azerbaijan, besides sharp differences between Tehran and Ankara in policies towards Syria. Turkey has supported international efforts to persuade Iran to 17 Bozkurt, op.cit.

CASPIAN REPORT117

CASPIAN REPORT115

allow a proper inspection of its nuclear facilities by the International Atomic Energy Agency, but so far without success. Apart from the seabed issue, relations between Iran and Azerbaijan have been seriously damaged by Azerbaijan’s military links with Israel, which resulted in a $1.6 billion arms deal for the supply of Israeli drones and missile defence systems announced in February 2012. Although both sides deny this, the entente with Israel is also said to include permission for the Israeli air force to use an air base in Azerbaijan, presumably in support of an attack on Iran.18 In April 2012 tensions were increased when Azerbaijan carried out naval exercises in the Caspian, which were assumed to be directed against Iran.19 These and the many other inter-state conflicts and rivalries within the region appeared to make it unlikely that ECO could ever get beyond the talking-shop stage without some basic reconstruction or redirection.

Clearly, overcoming these obstacles will be hard, and could be impossible. Apart from the political disputes, plans for a change in the economic development strategies of all the ECO members, and

18 Mark Perry, ‘Israel’s Secret Staging Ground’, Foreign Policy, 28 March 2012. For background on the development of links between Israel and Azerbaijan, see Alexander Murinson, Turkey’s Entente with Israel and Azerbaijan: State Identity and Security in the Middle East and Caucasus (London and New York, Routledge, 2010) esp. pp.57-61, 123-33. Israel’s develop-ment of its military links with Azerbaijan also prompts the speculation that this has acted as a barrier to the formation of an alliance between the Armenian and pro-Israel lobbies in the US Congress – to Turkey’s advantage.19 Anar Valiev, ‘Azerbaijan’s Military Exercises in the Caspian: Who Is the Target?’ Eurasia Daily Monitor, Vol.9, No 94, 17 May 2012.

achieving better economic cooperation, hold little prospect of success given the huge economic disparities between, say Afghanistan and Tajikistan, at one end of the scale, and Turkey at the other. So long as Iran, the lone wolf in regional politics, pursues ideological and strategic goals at odds with those of its neighbours, the emergence of ECO as an effective regional bloc within the Caspian region seems highly improbable.

This is not to suggest that the other members should declare ECO dead and buried. If they did so, Iran would almost certainly see this as another attempt to exclude it from the international arena, and could react in ways which could cause further problems for the other members – by, for instance, giving full-scale support to terrorist attacks by the PKK in Turkey. On these grounds, the other members would probably prefer to keep Iran inside their garden, rather than roaming around in the forest outside. On the other hand, it could be argued that ECO might take a leaf out of the EU’s book, by developing free trade or other cooperative arrangements purely among those members that are willing and able to go forward with this project, and do not have serious political differences. This would allow others to opt out, without excluding them from the organisation altogether, and would be more effective than trying to adhere to a ‘one size fits all’ model which has little chance of success. ‘Flexible geometry’ might thus be the best way forward.

114

Caspian states, (bar Turkmenistan, for which WTO data are not available)

T urkey is the only ECO member which figures among the other members’ top five partners, notably in trade with Azerbaijan, where it is the third most important source of imports. The emergence of China as a significant global economic player has also altered the external environment in a way quite unforeseen when ECO was set up. This has been especially marked in the case of Kazakhstan and Turkmenistan, both of which have built, or are building, large natural gas pipelines to China,16 besides increasing their imports from Asia’s rising economic power.

Economic and technical factors help to explain ECO’s apparent failure to take off as a trading group. In the Caspian region, its members are mainly primary producers, exporting oil and gas to the rest of the world (originally, Russia) rather than to one another. There is some degree of complementarity between the Turkish and other ECO economies, in that Turkey can export manufactured products in exchange, but this is an exception.

T he paucity of transport links is a further problem, although this is now being tackled by the construction of the Kars-Bitlis-Baku railway, connecting Turkey with Azerbaijan via Georgia.

16 Vladimir Socor, ‘China to Increase Central Asian Gas imports through Multiple Pipelines’, Eurasia Daily Monitor, Vol.9, No.152 (9 August 2012) and ‘Kazakhstan Expands Gas Transit Pipeline Capacities and Own Exports to China’, ibid, Vol.9, No.153.

In general, the Caspian states have preferred autarchic rather than internationally oriented development strategies, relying on their oil and gas reserves to finance imports, and putting the development of regional trading links well down in the list of priorities.Besides this, political factors have posed crucial obstacles to the effective development of ECO. Here, Iran appears to be the major problem, and the odd man out in ECO, since this is the only regional club of which it is a member. Hence, its government is accused of trying to exploit the organisation as a means of drumming up political support in the face of its growing international isolation. Critics accuse the Iranian regime of trying to use ECO as a propaganda machine for promoting its own controversial causes - much as it used a meeting of the Non-Aligned Movement in Tehran in August 2012, causing raised eyebrows in other ECO governments. In September 2012, ECO discussed plans to establish a Parliamentary Assembly, prompting fears that Iran sought to turn the body ‘into another West-bashing club’ rather than a forum for discussing the real issues in the region.17

Bilateral relations between Iran and other ECO members are also damaged by the Iran’s close relations with Armenia, putting it at odds with both Turkey and Azerbaijan, besides sharp differences between Tehran and Ankara in policies towards Syria. Turkey has supported international efforts to persuade Iran to 17 Bozkurt, op.cit.

118116

To be more specific, a project embracing purely Turkey, Azerbaijan, Kazakhstan and Turkmenistan would appear to offer the best prospect of progress (Georgia, although not an ECO member, should also be included, as the essential geographical link between Turkey and Azerbaijan). If, at a later stage, there were a fundamental internal transformation in Iran, with a consequent reorientation of its foreign policies, it could always be brought into the fold. In the meantime, the four states, (‘TAKT’ for short) all have reasonably good mutual relations, without controversial ideological commitments. Broadly, they all pursue compatible goals – in particular, fuller integration into the global economic system, rather than opposition to it.

Such a project would appear to have gained credibility thanks to developments in the oil and gas field over past year, notably the emergence of the Trans-Anatolian gas pipeline project (TANAP) as a real alternative to existing systems, most of which depend on either Russia or Iran. This could lead to the revitalisation of the long-discussed Nabucco project as a new source of gas supply to central and eastern Europe. An essential part of TANAP would be a trans-Caspian gas pipeline connecting Turkmenistan with Azerbaijan, which would vastly increase the available supply. To achieve this, Azerbaijan and Turkmenistan are reported to have agreed that a trans-Caspian pipeline could go ahead without awaiting or prejudicing the

final delimitation of sectoral borders – implying that the project would not be held hostage to possible vetoes by Russia or Iran, or to disagreements between Baku and Ashkabad over their offshore boundaries.20 Kazakhstan was apparently not included among the initial partners in TANAP, but was said to be interested in increasing its oil and gas exports via Azerbaijan. More broadly, it was reported to be emerging as Turkey’s most important economic partner in the region, with the establishment of a High Level Strategic Cooperation Council by the two countries in October 2012. Hence, could be expected to play an important role in a potential TAKT alignment.21

This is not to suggest the emergence of TAKT as an economic grouping within ECO would be problem free. Much would need to be done to improve overland as well as trans-Caspian transport links between the participating states, and facilitating trade outside the energy field. Although the trans-Caspian pipeline would clearly reduce Russia’s role in the Caspian energy game, the TAKT countries, as always, would need to be very cautious in relations with their powerful northern neighbour. Nonetheless, such an alignment within ECO offered the prospect that the organisation – or at least a part of it – could develop a more effective international role than it has had so far.

20 Vladimir Socor, ‘Turkey Seeks Opportunity in Trans-Cas-pian Pipeline Project’, Eurasian Daily Monitor, Vol.9, No.164, 11 September 2012.21 Richard Weitz, ‘Kazakhstan-Turkey Presidential Summit Deepens Economic Ties’, ibid, Vol.9, No.191, 19 October 2012.

CASPIAN REPORT119

CASPIAN REPORT117

BP-Rosneft Deal: Implications & Intentions

Gulmira RzayevaEnergy Expert

Recent weeks have seen much news and analysis by Russian, UK and other international commentators on the TNK-BP takeover, which will make the Russian-listed company Rosneft one of the world’s biggest oil producers.

T hough listed, Rosneft is state-controlled - over 70% of its equity is controlled by the Russian government.

It is estimated that the new Rosneft will register at 23 billion barrels of oil reserves, on par with ExxonMobil or Brazilian Petrobras; however its daily production output is just over 4 million barrels per day, which is significantly more than Exxon or Petrobras. When Rosneft finalizes the TNK-BP acquisition, its net debt will be more than $70 billion, double the EBITDA estimate for this year.Rosneft is buying out BP’s 50% stake in TNK-BP, while BP is taking a 12.84% equity share in Rosneft. BP is purchasing 5.66% of Rosneft equity shares for 4.88 billion USD ($8 per share), bringing its total share in Rosneft to 19.75%. This will give BP the right to assign two members to the Rosneft board. Presumably one

of them will be David Pitty, Head of BP Russia, and the other Robert Dudley, who memorably had to leave Russia in 2008 when tensions with BP’s former partners in TNK-BP were at their peak – now it is likely that he will be returning to help the Russian state run one of its main economic pillars.

There are a number of indicators regarding the possible appointment of a Rosneft representative to BP’s board.

T he appointment of a Russian director to BP’s 15-strong board would be a first in the company’s 104-year history.

It has not been ruled out that the representative in question will be Igor Sechin - Putin’s close associate and energy tsar. Moving from fighting capitalism in the Angolan jungle to sitting on the board of BP would represent a remarkable career trajectory for Sechin.Opinions are split across the expert communities as to whether the deal is financially profitable for both Rosneft and BP. BP’s annual income from TNK-BP production was USD 3 billion. After selling its share, the company’s income

120118

from its activities in Russia will decrease three-fold, and it will also lose 25% of its production base. The question is, then, why the British oil major, which has about 20% of its oil and gas assets in the Russian public company, is choosing to abandon a profitable and developing investment and become a minority shareholder of state-controlled Rosneft?

A further question that has been raised is why AAR did not buy the 50% share of TNK-BP and become the sole owner of the company by outbidding the Rosneft offer?

The analyses and commentaries from media outlets and political pundits alike are missing one fundamental point: the current deal is politically beneficial for both Moscow and BP, as opposed to financially. With Russia’s direct participation on its board, will BP now have a political response to Baku and SOCAR following two years of tension over key decisions about existing and upcoming gas projects? And has Moscow in turn finally found the best way to impede the Southern Gas Corridor (SGC) and Shah Deniz (SD) projects in which BP is a leading player?

Or perhaps, Putin and Sechin have acknowledged that whether they like it or not, in the long-term, Caspian gas will be strategically important for European markets – and if so, why not profit from it? Gazprom has sale and purchase agreements with the South East European and Balkans markets, but those agreements do not go beyond 2022.

A ll of the markets that rely exclusively on Gazprom do not want to deepen their gas import dependence on Gazprom, and are eagerly awaiting the SD exports.

It may also be the case that Gazprom’s traditionally monopolist position is at odds with Russia’s vision for itself in a “WTO-world”. As consumer choice increases (via LNG, shale gas, and East Mediterranean gas), it could well be that Russia’s strategists have realized that they need to upgrade their portfolio of options.There is a fear that Rosneft or any of its subsidiaries might, through the BP connection, get involved in the upstream and midstream projects such as Shah Deniz and the Southern Gas Corridor. The outcome is obvious: Russian manipulation of the entire project would be inevitable. In an interview with the Wall Street Journal, Sechin claimed that Rosneft is creating an investment fund with a completely new, probably international, credit-financial structure, based on its current resources. ‘An investment group, an investment holding will never be out of place in general; and in some cases will be necessary for Rosneft as for any major company. It can be interpreted differently. Within this so-called investment group Rosneft or its daughter gas company can easily make joint investment in the upstream and midstream projects in the region.

In his recent statement, Sechin stated that he supports the further development of Gazprom’s export monopoly. Interestingly, he mentioned that he does not exclude the possibility that Rosneft could export gas in collaboration with Gazprom in the future. What he was likely referring to is the creation of a single export channel in Russia working in close alignment with Gazprom. Furthermore, Sechin specifically does not rule out involvement in gas business in the future, e.g. through selling Gazprom’s gas. One can assume that BP, as a TAP shareholder, would allow its strategic

CASPIAN REPORT121

CASPIAN REPORT119

partner Rosneft to sell gas to/via TAP. That scenario will result in competition for Azerbaijani gas within the project and the market (e.e. Italian).

Moreover, from the broader geopolitical perspective, this enables Moscow to threaten - or participate profitably in - the Euro-Atlantic energy security concept which NATO (among others) has been promoting. Azerbaijan, Iran, Kazakhstan and Turkmenistan have significant energy resources and are competing with Russia for the same lucrative and strategically significant markets. In some scenarios, these countries could act as Russian partners and help Russia realize its broader energy strategy on the Eurasian continent - which could lead to a Eurasian energy producers’ consortium under Russian patronage.

It is clear that such a consortium would benefit Russia, but it is less obvious how it might benefit the other participants. In order to realize such a long-term strategy, Russia would have to make a strong case and provide real incentives to potential participants. Several of those countries have no desire to return to a de-facto USSR; they have built successful independent national energy policies over the last 20 years. How will Russia use a seat on the BP board to further its long-term strategic aims? Perhaps we should work on the assumption that those aims will evolve as Russia’s leadership prepares for the post-Putin era later in this decade.

Geopolitical speculation aside, there are possible positive implications for SGC and SD. Overall Rosneft (and Russia) are better operational and strategic partners for BP than the AAR oligarchs. With the Macondo aftermath and other challenges, BP management has been stretched. It could be, that without the AAR tantrums,

the BP board will make better decisions on behalf of their shareholders. Thus in this sense, it is entirely possible that in terms of focus and priority, Azerbaijan and SGC could benefit (indirectly) from the deal.

A s for Russia, its long-awaited accession to the WTO marks a real milestone, achieved in the face of the nationalist rhetoric propagated by the elite.

Sakhalin and now Rosneft are huge upstream joint ventures in Russia with significant foreign participation. Despite his military and no doubt Marxist education and early career, it seems likely that Sechin has been reading Adam Smith over the last 20 years; now he finds himself responsible for delivering a long-term sustainable future for Russian oil in a bilateral and reciprocal world. Maybe BP and Azerbaijan should be considering opportunities outside the former Soviet Union for joint investment with the new Rosneft, allowing everyone to move away from the Soviet legacy of gas pipeline squabbles.

From Azerbaijan’s strategic viewpoint, there is no doubt that SGC & SD represent vital national interests. Maybe Russia will gradually shift its energy strategy to a more WTO and market oriented one - but maybe it won’t. There is no doubt that we are now entering a new stage of energy geopolitics in the region, and particularly a new stage for the SGC. Non-technical risks to the project remain significant, and show little sign of decreasing in the next few months. Indeed we are (as the Chinese saying goes) living in some particularly interesting times.

122120

Obama’s Challenge With Economy

Yrd. Doç. Dr. Fatih MacitSuleyman Shah University Director of Economy Department

Obama continued the tradition as his predecessors and gained the right to govern the United States for another four year term. American presidents generally find it difficult to apply the policies that they really believe to be true as they always have a concern about whether they are going to be selected in the next term. This tendency becomes more obvious if these policies have adverse short-run effects even though they are beneficial in

the long-run. As Obama does not have a chance now to be selected again we might expect that he will put bold steps about some structural problems.

It seems that Obama’s biggest challenge will be with US economy in his second term. When he was first elected in November 2008, US economy has already been suffering from the financial crisis that emerged from problematic mortgage loans. The unemployment rate was at 5% at the beginning of 2008 and it was at 7.3% by the end of the year. The increase in the unemployment rate continued until October 2009 and it reached to double-

digit levels. Therefore, the economic crisis was already on the table before Obama came to administration and the general idea in people’s mind was that Obama was not responsible for the economic crisis. On the contrary, people believed that Obama applied the right policies to get the economy

out of recession and this has been an important factor in the election of Obama for a second term. In fact, both the fiscal policy adopted by Obama administration

0,0

2,0

4,0

6,0

8,0

10,0

12,0

2007

-01

2007

-04

2007

-07

2007

-10

2008

-01

2008

-04

2008

-07

2008

-10

2009

-01

2009

-04

2009

-07

2009

-10

2010

-01

2010

-04

2010

-07

2010

-10

2011

-01

2011

-04

2011

-07

2011

-10

2012

-01

2012

-04

2012

-07

2012

-10

Uenmployment Rate

CASPIAN REPORT123

CASPIAN REPORT121

and the monetary policy applied by the FED have significantly helped to the recovery of the economy. First of all, FED initiated a large monetary expansion right after the collapse of Lehman Brothers in September 2008. For instance, the size of FED’s balance sheet was around $950 billion when Lehman Brothers collapsed and it now reached to almost $3 trillion. Although initially this rapid monetary expansion did not have a significant effect

on economic growth, it significantly helped to the recovery of private banks’ balance sheets that have been damaged due to the losses in mortgage backed securities. As Fed was trying to stimulate the economy through monetary policy,

Obama supported these efforts by an expansionary fiscal policy. A $787 billion economic stimulus package was put in place in order to create more jobs for the economy and speed up the economic recovery. The package included increased expenditure in various areas such as infrastructure,

education, health and energy and also important tax incentives that will stimulate consumption spending. As a result of all these policies after a negative economic growth for four consecutive quarters, the economy started to grow again in the third quarter of 2009. However, all these efforts that have been shown to take the economy out of recession have considerably damaged the fiscal balances in US.

Declining tax revenues due to the economic slowdown and increased expenditures to stimulate economic growth have significantly increased the budget deficit during this period. In 2009 and 2010 the ratio of budget deficit to GDP has reached to double-digit levels and in 2011 the ratio of total federal debt to GDP has increased

to 100%. In fact, in the summer of 2011 the US has reached to its debt ceiling and due to the disagreement in the Congress between Democrats and Republicans the country has come to

-10,0

-8,0

-6,0

-4,0

-2,0

0,0

2,0

4,0

6,0

8,0

10,019

90q1

1991

q119

92q1

1993

q119

94q1

1995

q119

96q1

1997

q119

98q1

1999

q120

00q1

2001

q120

02q1

2003

q120

04q1

2005

q120

06q1

2007

q120

08q1

2009

q120

10q1

2011

q120

12q1

GDP Growth Rate

0500000

100000015000002000000250000030000003500000

2008

-01-02

2008

-03-26

2008

-06-18

2008

-09-10

2008

-12-03

2009

-02-25

2009

-05-20

2009

-08-12

2009

-11-04

2010

-01-27

2010

-04-21

2010

-07-14

2010

-10-06

2010

-12-29

2011

-03-23

2011

-06-15

2011

-09-07

2011

-11-30

2012

-02-22

2012

-05-16

2012

-08-08

2012

-10-31

FED's Balance Sheet Size

124122

the default threshold. By a last minute agreement debt ceiling was increased by $400 billion immediately and US default was avoided. However, this was just a short-term solution and there was still a big disagreement between Democrats and Republicans about how the budget deficit will be reduced. Republicans

believe that the best way to reduce the budget deficits is to cut spending and they are against any form of tax increase. On the other hand, Democrats think that budget deficit should be reduced by raising taxes especially for high income group. At that time the final decision was left to “Super Committee” that was supposed to find a long-term solution to this problem. Normally, this committee

was planning to reach an agreement on a $1.2 trillion cut in spending over the next ten years that will help in restoring fiscal balances. However, again a consensus has not been established among the members of the committee. During this process Standard and Poor’s reduced the credit

rating of the country and US has lost his AAA credit rating for the first time in history.

Obama has been re-elected again but he is going to have a big challenge with economic situation in the upcoming days. The first problem is related with

Fiscal Cliff that America is about to face in the very near term. Fiscal Cliff refers to the effects of automatic spending cuts and tax increases beginning in 2013. Tax cuts that had been put in place during Bush administration expired in 2010. However, Obama by taking into account

the slow economic recovery at that time extended these tax cuts for two years. Now, if the Congress does not take any action these tax cuts will expire beginning in 2013 and disposable income will drop for many American households. This will significantly harm an economy that shows a very sluggish recovery. The other side of Fiscal Cliff is related with the spending side. In order to solve the debt ceiling

-4,00

-2,00

0,00

2,00

4,00

6,00

8,00

10,00

12,00

14,0019

9019

9119

9219

9319

9419

9519

9619

9719

9819

9920

0020

0120

0220

0320

0420

0520

0620

0720

0820

0920

1020

1120

12

Budget Deficit/GDP

0,00

20,00

40,00

60,00

80,00

100,00

120,00

1990

1991

1992

1993

1994

1995

1996

1997

1998

1999

2000

2001

2002

2003

2004

2005

2006

2007

2008

2009

2010

2011

2012

Total Federal Debt/GDP

CASPIAN REPORT125

CASPIAN REPORT123

problem in August 2011, the Congress passed a statute called Budgetary Control Act of 2011. This law temporarily solved the debt ceiling crisis but a permanent solution was left to Congressional Joint Select Committee on Deficit Reduction which is also called Super Committee. The committee was supposed to decide on a plan that entails a $1.2 trillion spending cut for the next ten years but unfortunately the committee was not able to reach to a decision. Another item in the law was saying that if no agreement is reached in this committee automatic spending cuts will take place beginning in 2013. Therefore, if the Congress does not make any change before January 1, 2013 there will be automatic spending cuts in many areas. In an economic environment where economic recovery is still very slow, these automatic spending cuts and tax increases raises the possibility of a recession in US economy in 2013. Obama will now have a hard time in persuading Republicans in reaching an agreement with Democrats on this issue. As mentioned before, there is a significant disagreement between Republicans and Democrats about how the budget deficit will be reduced and Obama will have a big challenge in finding a way that will make both sides happy and not putting the economy into a slowdown again. Most probably, a permanent structural solution will not be found again to the fiscal problem of US, but still there will be an agreement that will avoid the devastating effects of Fiscal Cliff on the economy.

Obama’s another challenge is about how to speed up the economic recovery process and increase employment. Economic

policies that are adopted up to now have been successful in taking the economy out of recession but the economic growth rate is still below its potential. Unemployment rate has dropped from double-digit levels to 7.9% but it is still well above its long-term average which is 5%. Under the current situation, monetary policy has very little to do in order to support the economic growth. Over the last four years FED increased the money supply by more than $2 trillion and reduced the interest rates to almost zero. However, as the households are very much indebted the effect of monetary policy is quite limited. Obama believes that at this point fiscal policy will be a more useful tool. He thinks that infrastructure investments and increased social security spending may generate new jobs for the economy. In addition to that, Obama is planning to create 5 million new jobs by clean energy programs. Investments in renewable energy sources such as solar and wind power will reduce the dependency in imported energy and also create new jobs for the economy by the establishment of new sectors.

Obama has been re-elected but difficult days are ahead in terms of economic situation. If he can persuade Republicans in terms of finding a permanent solution to US fiscal problem this will help the US economy in achieving a long-term sustainable economic growth. In fact, if US economy reaches to his potential growth rate and fiscal balances are restored this will have a positive impact on the world economy as a whole.

126124

Doç. Dr. Kornely KakachiaAssociate Professor at Tbilisi State University and Director of Tbilisi-based

think tank Georgian Institute of Politics

The Aftermath of Georgia’s Parliamentary Election: Foreign Policy and the Search

for a New Paradigm

Introduction

For nearly two decades, more than any other country in the post-Soviet space, Georgia has been struggling to develop stable political institutions and a functional democratic system. Consequently, the establishment of a sustainable, legally regulated system of governance has been central to Georgia’s aspiration to become a fully-fledged member of the democratic family of nations, a goal that is consistently upheld by politicians of all affiliations.1 Indeed, in the initial stages following the Rose Revolution, Georgia outdid its post-Soviet counterparts in attacking the problem of weak, corrupt governance. It had outstanding success in rebuilding - or rather building - robust state institutions and in eliminating low-level official corruption. On the surface, it seemed

1 Salome Tsereteli-Stephens, Caucasus Barometer: Rule of Law in Georgia - Opinion and Attitudes of the Population 27.6. 2011, http://crrccenters.org/activities/reports/.

that Georgia was poised to consolidate its democratic gains. As many Georgia-watchers noted, “in many respects, the conditions for democracy today are more favorable in post-revolution Georgia than in any other democratizing country”2.

However, the biggest obstacle to its unconsolidated democracy has been the absence of any kind of social or political movement sufficiently powerful to counterbalance the government. Although the legislative framework has changed significantly over the last few years, the application of democratic electoral processes remains a serious challenge3. But, as current developments in Georgian politics demonstrate, the situation may be changing.

2 Lincoln A. Mitchell. Democracy in Georgia Since the Rose Revolution. Orbis. 2006. P.6713 Kornely Kakachia. Georgia’s Parliamentary Elections: THE START OF A PEACEFUL TRANSFER OF POWER? PO-NARS Eurasia Policy memo. No. 230. September 2012.

CASPIAN REPORT127

CASPIAN REPORT125

Parliamentary elections as a litmus test of Georgian Democracy

The recent parliamentary election (1, October 2012) marked an important point in the country’s history, as it signposted the first ever peaceful transfer of power, an achievement that reflects positively

on the consolidation of its democratic transition. In Georgia’s most competitive elections to date, there were 14 political parties and two blocks participating. As expected, the major battle was between the ruling United National Movement (UNM) and the main opposition, the Georgian Dream (GD) coalition. Prior to the prison abuse scandal4, the general view 4 Simon Shuster. Inside the Prison That Beat a President: How Georgia’s Saakashvili Lost His Election. Time. October 2,2012

Available at: http://world.time.com/2012/10/02/inside-the-prison-that-beat-a-president-how-georgias-saakashvili-lost-his-election/

was that the opposition stood little chance of winning. This certainty was attributed both to the use of administrative resources by the ruling party and to ideological splits within the opposition bloc headed by billionaire Bidzina Ivanishvili. The expectation was that Georgian Dream would secure sufficient votes to avoid yet

another revolution but not enough to gain a significant role in the formation of the government. However, the record number of Georgians who turned out to elect a new 150-member Parliament for a four-year term voted overwhelmingly for the opposition. With the final votes counted, the UNM’s 40.3 per cent was swamped by the GD’s massive 54.9 per cent.5 Sadly, the battle between the two major political forces left no room for smaller political

5 Civil Georgia. Parliament seats by current CEC data: Avail-able at: http://www.civil.ge/eng/category.php?id=32

Source: Civil Georgia. Parliamentary elections 2012

128126

groups, and the modest ambitions of third parties such as the Christian Democrats, New Rights, Labor and to overcome the 5% barrier were shattered.6

While the results were still coming in, President Mikheil Saakashvili performed a political maneuver unusual in the post-Soviet sphere, conceding his party’s defeat and announcing a new government to be formed by the new parliamentary majority. In the aftermath of the election defeat, Saakashvili stated that although the ideas and goals of the Georgian Dream absolutely unacceptable to his party, he respects the choice that the Georgian people have made. He indicated that he wants to ensure that all the achievements of the Rose Revolution shall be protected, and that nothing hinders the development of the country. As Saakashvili conceded defeat, international observers acknowledged that the Georgian elections had been genuinely competitive, with active citizen participation throughout the campaign. Many Georgia-watchers also noted that civil society and NGOs had played a key role by serving as advocates for and monitors of a credible process, and by shedding light on concerns about the fairness of the pre-election environment. However, while praising the election environment, the OSCE/ODIHR election observation mission’s preliminary assessment still highlighted that “the campaign environment was polarized and 6 Georgia has a mixed system in which 73 lawmakers out of 150 are elected in 73 majoritarian, single-mandate constituen-cies and the remaining 77 seats are allocated proportionally under the party-list contest among political parties and election blocs that clear the 5% threshold.

tense, with some instances of violence.7” The observers also underscored that the campaign often centered on the advantages of incumbency on the one hand, and private financial assets on the other, rather than on concrete political platforms and programs. Nevertheless, many observers has indicated that Georgia has successfully passed what many considered to be its democratic litmus test by holding elections in which the outcome cannot be determined in advance.

In the various analyses of UNM’s defeat, a number of issues have been raised8.

Niklas Nillson and Svante Cornell have identified two major reasons: 1) “the ruling party has been in power for nine consecutive years, and a large part of the Georgian population ostensibly developed a certain fatigue, making many willing to consider a credible alternative. President Saakashvili’s often non-deliberative style of governance may have contributed to this trend, and 2) while the UNM’s time in government has provided for significant improvements to Georgian state functions as well as important aspects of the country’s economy, this progress has failed to translate into jobs and improved living standards for large parts of the population – unemployment and poverty

7 OSCE Press Release. Georgia takes important step in consolidating conduct of democratic elections, but some key issues remain, election observers say. Available at: http://www.osce.org/odihr/elections/945978 See: Nicu Popescu. Why Saakashvili Lost? EU Ob-server. Available at: http://blogs.euobserver.com/popes-cu/2012/10/02/why-saakashvili-lost/ and Georgia Online. Gela Vasadze: Georgians are tired of reforms and of paying, October 22, 2012 Available at: taxeshttp://georgiaonline.ge/interviews/1350951592.php

CASPIAN REPORT129

CASPIAN REPORT127

remain among the chief concerns among Georgian voters”.9 However, these were not only reasons for the UNM defeat. Poor human rights conditions and a desire for justice were decisive factors; over 250,000 people were left jobless as a result of Saakashvili’s reforms, including the old non-English-speaking university professors and thousands of corrupt policeman and politicians. Moreover, as a result of the ”zero tolerance” policy on crime, which brought the conviction rate in Georgian courts to 98%, there are now close to 25,000 prisoners in Georgia, more per capita than in any other country in Europe and four times more than when Saakashvili became President in 2004.10

While the election was a remarkable upset for Saakashvili’s team, as a genuinely competitive election it represents an important milestone on Georgia’s democratic development path. The next few months will reveal what type of cooperation will be drawn up between President Saakashvili, who under the constitution must remain in his position until the presidential elections in October 2013, and the newly-elected Prime Minister Ivanishvili, who is widely believed to be seeking rapprochement with Russia. Any tensions in the working relationship between the two could increase policy uncertainty. Further complicating

9 Niklas Nilsson and Svante E. Cornell. Prospects and Pitfalls after Georgia’s elections. CACI Analyst. October 4, 2012. Avail-able at: http://cacianalyst.org/?q=node%2F584910 See: Prison Population Rates per 100,000 of the national population where Georgia stands on 6th position Available at: http://www.prisonstudies.org/info/worldbrief/wpb_stats.php?area=all&category=wb_poprate

matters, over the following 12 months, Georgia’s political system will move from presidential to parliamentary, thereby stripping the presidential office of most of its powers, and transferring them to the prime minister11. Parliament is thus slated to play a more vigorous role than it has in the past. So far, it seems that the prospects for stabilization of political life in Georgia are limited, as both sides show reluctance to cooperate with each other. Given that the results of this election may significantly shape the trajectory of Georgia’s future development, Georgian political elites may need to overcome their zero-sum approach to politics and learn to govern through consensus. This delicate coalition-style governance is in its infancy; it also remains to be seen whether the recent political shuffle will propel Georgia toward the Western-style liberal democracy or into violent political turmoil.

Georgia’s Foreign policy: possible modifications after the elections

Among the many questions as to what comes next, the country’s geopolitical direction under Bidzina Ivanishvili’s Georgian Dream coalition is the subject of extensive enquiry and speculation. As in many other cases, new governments in power follow new policies as well as making incremental changes. However, they seldom alter the fundamentals

11 For more detailed account see: George Welton. The Power of the Prime Minister. Who Gets to Choose the Next Govern-ment? When? How? Available at: http://www.geowel.org/index.php?article_id=80&clang=0

130128

of the state, the essential vector of its development, or its geopolitical orientation. This seems true to an extent for Georgia’s new government; the present leaders may not agree among themselves on many issues, but so far it seems that they share a common core goal in relation to the protection of national interests. Like Saakashvili, Ivanishvili has repeatedly claimed – both before and after the elections - that he will keep Georgia on the course towards NATO membership and integration with EU, while also continuing efforts to (re)integrate the self-proclaimed republics of South Ossetia and Abkhazia.

However, some cautious Western observers are not convinced,12 as it remains unclear how the new government can achieve reconciliation with Russia without sacrificing Georgia’s national interests. Citing some of Ivanishvili’s more erratic coalition partners and alleged links to Kremlin authorities, critics are framing the Georgian Dream victory as the first step toward a Ukraine-like backslide into the Russian orbit.13 However, Ivanishvili’s Georgian Dream does not accept that good relations with Europe and Russia are mutually exclusive. Moreover, despite criticism, new government officials are convinced that they will be able to normalize diplomatic relations with Moscow, while Georgia will continue to refrain from formal diplomatic relations

12 See: Simon Saradzhyan. Rebalancing Georgian Foreign Policy. The National Interest. November 8, 2012 Available at: http://www.nationalinterest.org/commentary/rebalancing-georgian-foreign-policy-770513 Michael Cecire. For Georgia’s Ivanishvili, Interests Will Guide Russia Policy. World Politics review. October, 8 2012. Available at: http://www.worldpoliticsreview.com/articles/12397/for-georgias-ivanishvili-interests-will-guide-russia-policy

with Moscow as long as Russia maintains “embassies” in the administrative capitals of the two separatist regions.14 At the same time, the new government has also declared that Georgia will “definitely” remain committed to Geneva talks, which were launched after the 2008 August War with Russia. These talks will be held with mediation from the EU, OSCE and UN, involving negotiators from Georgia, Russia, the United States, as well as representatives from the separatist entities of Abkhazia and South Ossetia.

Meanwhile, as the newly emerging and sometimes contradictory foreign policy stance increases the climate of uncertainty, many regional analysts claim that Ivanishvili’s choice of foreign policy team suggests he plans to tone down the heated rhetoric that has characterized bilateral relations with Russia. Accordingly, he will try to adopt a more pragmatic, less ideologically driven and balanced line with Moscow, and to improve economic and cultural ties with Tbilisi’s northern neighbor. As a “pragmatic dreamer” he also recognizes the economic and other benefits of normalizing relations with Russia, and hopes to recover trade and transportation links, notably with the reopening of the Russian market for Georgian wine and mineral water. As one analyst pointed out: “an initial turn to Russia with Ivanishvili would bring a more immediate economic benefit than a re-engagement with the non-committal West under any Saakashvili-inspired system”15. Moreover, Ivanishvili believes

14 RFE/RL. Tbilisi Says No Diplomatic Ties With Russia While It Occupies Georgian Territory. Available at: http://www.rferl.org/content/georgia-foreign-minister-russia-occu-pies-territory-no-diplomatic-relations/24752066.html15 James Nixey. Update: Georgia Post-Election Analysis.

CASPIAN REPORT131

CASPIAN REPORT129

that there is still a deal to be made with the Kremlin, as the establishment of relations may facilitate the integration of South Ossetia and Abkhazia into Georgia. As the first step in this direction, Ivanishvili has placed Georgia’s former ambassador to Moscow Zurab Abashidze in a new post, Special Representative for Relations with Russia, reporting directly to the Georgian Prime Minister.16 Ivanishvili also expressed hope that Moscow would reciprocate. It seems likely that with such steps Tbilisi will be able to test whether or not Russia has changed its approach towards Georgia under the terms of this new political reality. The Prime Minister’s decision to introduce this post also demonstrates his – and the Georgian government’s - readiness to create a new independent channel of relations, communication and dialogue with Russia. Whatever the result of this political flirtation with Moscow, finding the middle path between confrontation and capitulation will be one of the Ivanishvili government’s toughest tasks.

A s for relations with Georgia’s immediate neighbors in the aftermath of the elections, unless there is a radical strategic and paradigmatic shift in its foreign policy orientation, it is unlikely that Georgia will change its strategic relations with close partners like Azerbaijan and Turkey. Strategic relations between Baku and Tbilisi have never been dependent on political personalities,

Chatham House Expert Comment. October 2, 2012 Avail-able at: http://www.chathamhouse.org/media/comment/view/18606716 Civil Georgia. PM Appoints Special Envoy for Relations with Russia. November 12,2012 Available at: http://www.civil.ge/eng/article.php?id=25407

and the status quo is likely to continue, especially given the two countries’ shared concerns over issues such as ethnic separatism and challenges arising from an assertive Russian policy in the region. Similarly, it is expected that both countries will continue to reject any Moscow-driven integration initiatives that might compromise national sovereignty. In addition,

T he Georgian political and social elite are cognizant of the fact that Azerbaijan provided much-needed energy supplies to Georgia during its standoff with Russia; it also understands importance of Turkey as a stabilizing security actor in the South Caucasus.

Provided that the election produces a smooth transition of power in Tbilisi, Ankara and Baku may benefit from having a predictable and stable neighbor.

Having said this, what may change in Georgian-Azerbaijani relations is the current dynamic of Georgian energy dependence on Baku. In order to fulfill his pre-election promise related of reduced gas and electricity expenses, Ivanishvili believes that with more predictable and stable Georgian-Russian relations, Tbilisi will be able to pursue further diversification of its foreign and economic relations. There are naïve expectations that in such a scenario, Tbilisi may obtain a cheaper price for Russian gas and electricity. Under these circumstances, Baku may find itself with less economic and energy leverage over Tbilisi that it currently enjoys. A recent statement by Georgia’s new Energy Minister Kakhi

132130

Kaladze revealed that all agreements and contracts17 issued by the previous government will be reviewed, providing a good case in point18. However, the change of government in Georgia will not change the situation of Azerbaijani business and investments in Georgia. SOCAR has recently acquired Itera-Georgia, enabling it to sell gas directly on the Georgian market (except in the capital city) is useful indicator of this trend.

T he positive dynamic of bilateral relations was confirmed in a statement by SOCAR’s President, Rovnag Abdullaev.

He reported that Prime Minister Ivanishvili had met with the head of SOCAR’s Georgian subsidiary and the Azerbaijan ambassador, “and values SOCAR’s investments in Georgia highly”19. In addition, on November 9, PM Ivanishvili met SOCAR President Rovnag Abdullayev himself, and once again confirmed the strategic nature of Georgian-Azerbaijani relations. He also stressed he was satisfied with the agreement with SOCAR, stating that the gas tariffs for the population were artificially increased inside the country.20

17 According to ABC.az website Georgian citizens pay $0.107 per kWt of electricity versus $0.072 in Azerbaijan and $0.06 in Armenia. In Russia, depending on the region, rate for the population ranges from $0.13 to $0.06 per kWt. See link here: http://abc.az/eng/news/main/69155.html18 Radio “Commersant,”Kakhi Kaladze is ready to begin talks with the Russian side on energy imports. Available at: http://www.commersant.ge/eng/?id=353219 Azerbaijan’s SOCAR acquires Georgian gas supplier. Reuters. November 1, 2012 Available at: http://www.reuters.com/article/2012/11/01/azerbaijan-gas-georgia-idUS-L5E8M18P02012110120 GEORGIA ONLINE. Georgian PM meets SOCAR President. November 10,2012 Available at: http://georgiaon-line.ge/news/a1/economy/1352580419.php

Conclusion

As the Georgian government seeks out the possibility for a new leaf in Tbilisi-Moscow relations, most Georgians still remain deeply anti-Russian, as Russia still occupies 20% of Georgia’s internationally territory. In like of this fact, it seems unlikely that the new government will succeed in changing Georgia’s pro-Western aspirations and its strategic relations with regional allies. Euro-Atlantic integration is mostly a consensus issue in Georgia. Conversely, as Michel Cecire rightly noted “despite ordinary Georgians’ largely positive feelings toward Russians, support for a pro-Moscow foreign policy is a politically punishable offense in Georgia, as evidenced by the now-lifeless political careers of previous opposition leaders who have sought accommodation with the Kremlin.”

Nonetheless, for the sake of mending ties with Moscow, it may be tempting to return to the policy of balance with Russia pursued by former Georgian President Edward Shevardnadze. In such a scenario, there is a risk that Georgia would drift from its path towards Euro Atlantic integration, and in that sense, relevant institutional reforms might falter. Similarly, it would be mission impossible for Georgian diplomacy to achieve Tbilisi’s new goals, most notably to convince Moscow that Georgia’s NATO membership is an acceptable objective. Although it remains to be seen whether Georgia will be able to bargain the best deal out of this delicate situation, one thing is certain - Georgia’s place in the region, and its relations with both Russia and the West are entering a crucial new phase. Put simply put, it’s make or break time for Georgia.

CASPIAN REPORT133CASPIAN REPORT131

Prof. Dr Ercüment Tezcan – The Future of the EU: Myths and Realities (Page 31)Tezcan’s article focuses on the current economic and political crisis in European Union. He tries to evaluate possible scenarios regarding the political future of the union. The article acknowledges the precarious economic and political situation of the European Union. However the author mentions that such crises in the past have actually made the union more formidable.

Prof. Dr Mesut Hakkı Caşin – Turkish Foreign Policy Towards Caspian and Central Asia (Page 52)Professor Caşin’s article examines the current state of relations between Turkey and the Caspian region. It provides historical background and the perspective regarding the future of the Turkey’s interaction with the region. The article underlines that the when Turkey’s engagement with the region started when the Soviet Union collapse, Turkey’s enthusiasm to project influence in the region was not welcomed by the other power brokers in the region. Turkey also lacked necessary political and economic means to compete in the region. However the author stresses that the current diplomatic and economic capacity of Turkey combined with the overall geostrategic changes in the region provide necessary conditions for Turkey and the region to advance their strategic partnership

Dr. Şener Aktürk - Nationalism and Democratization in Turkey (Page 67)Şener Aktürk begins his discussion with the dissolution of the Ottoman Empire and of Ottoman identity, while focusing on the origins and the nature of Turkish nationalism. He describes Ottoman identity as being based on four pillars: Muslim, Orthodox Christian, Armenian, and Jewish. With the founding of the Republic, the new nation-state aspired to transform the Muslim millet of the Ottoman identity into the Turkish nation. Against this background, the origins and the consequences of ethnically specific grievances of the Kurds and the Alevis, as well as the causes and results of the recent reforms also known as the Kurdish opening are explained. In discussing the future of the nascent Kurdish nation-state in northern Iraq, Aktürk finds implausible the fear of a greater Kurdistan, and compares it with the fear of a greater Turkistan in the early 20th century, which also proved to be unrealistic. He also argues that the European Union’s influence on identity-related reforms within Turkey has been far less than it is often assumed in the English-speaking media and academia, and certainly secondary to the role of domestic political actors and factors. Islamic multiculturalism has had a far greater and primary ideological role in justifying Turkish government’s implementation of the reforms also known as the Kurdish opening. Despite these democratic reforms, Aktürk is pessimistic about the prospects of a more inclusive national identity in a new constitution. He particularly highlights the fact that the current government, despite its success in major identity-related reforms such as the Kurdish opening, has neither developed a new national identity emphasizing the unity of its citizens amidst ethnic diversity nor redefined “Turkishness” through a non-ethnic prism to allow for the expression of ethnic sub-identities while fostering a supraethnic Turkish patriotism. This failure is in part a result of the government’s lack of an intellectual and academic preparation for identity reforms.

Prof. Dr Fuat Keyman – Turkish Foreign Policy (Page 85)Fuat Keyman evaluates last ten years of Turkish foreign policy and the changing landscape of the Middle East. Keyman considers that the has been notable success in Foreign Policy, however Turkey needs to be cautious regarding the changing dynamics in the region. Turkey’s position regarding the Arab revolutions is the right one with certain criticisms. He believes that the “zero problems with neighbors” policy was a right course for the past ten years, however the current strategic transformations in its neighborhood do necessitate a more realist approach in handling foreign policy.

Abstratcs

134

Call for PapersCaspian Strategy Institute calls for individual

policy paper proposals for its Caspian Report

journal. Caspian Report aims to facilitate

dialogue and exchange of ideas between

policy makers, scholars and researchers whose

research is related to Caspian, Central Asia,

Caucasus, Turkey and broader Eurasia. The

program aims to contribute to the diversity of

voices and analytical perspectives on above-

mentioned geographies. For further informa-

tion, visit www.hasen.org.tr

We welcome individual paper proposals on policy-relevant issues from disciplines such as history, political science, international relations, public policy, economics, sociology and conflict resolution. While papers can be from a broad range of topics, we emphasize that the subject matter should have policy implications.

Please submit your paper and a short bio page

as separate word document attachments to

[email protected] by February 1, 2013.

The Caspian Strategy Institute is a non-profit

public policy organization based in Istanbul,

Turkey. Caspian Strategy Institute (CSI)

aims to encourage greater public awareness of

Caspian region. CSI works to stimulate debate

and research on energy, energy security, and

international relations through a dynamic

program of publications, seminars,

conferences, workshops and educational

activities. Our vision is to become a leading

research, debate and study platform to build

and foster a comprehensive strategic study on

Caspian and broader Eurasia.

About Caspian Strategy Institute

hazarstratejienstitüsü

H A S E N

CASPIAN REPORT135

C

M

Y

CM

MY

CY

CMY

K

CHOICE FOR ENERGY OF

TURKEY’S TOMORROW

Turkey’s largest private natural gas importer.With its PNG and LNG portfolio, supplies major industrial customers and cities throughout the country.

www.enercoenerji.com

136

OCAK - MART 2013 / SAYI:2

Obama’nın Ekonomiyle İmtihanıDr.Fatih Macit

Türkiye’de Milliyetçilik ve DemokratikleşmeDr.Şener Aktürk

Avrupa Birliği’nin Geleceği: Mitler ve GerçeklerProf.Dr.Ercüment Tezcan

Türkiye – Orta Asya İlişkileriProf.Dr.Mesut Hakkı Caşin

Rosneft – BPAnlaşmasıGülmira Rzayeva

Gürcistan Seçimleri ve SonrasıDr.Kornely Kakachia

Türk Dış PolitikasıProf.Dr.Fuat Keyman

Stratejik Projeksiyon: Avrasya’da Ticaret ve Ulaşım

Türkiye – Hazar Bölgesi Ekonomik İşbirliğiProf.Dr.William Hale

Taleh Ziyadov

OC

AK

- MA

RT

2013 / SA

YI:2

Fiyatı: 10 $/15 TL