GURABA MECMUASI 3. SAYI

160
GURABA MECMUASI 3. SAYI Ehli Sünnet Olmak Ne Demek? مِ ي ح ر ل ا ِ ن مْ ح ر ل اِ له الِ م سِ بِ م يِ ح ر ل اِ ان طْ ي ش ل ا نِ مِ لهال اِ بُ $ وذُ ع اٍ د م حُ م ا$ بِ دِ ي س ى ل عُ م لا س ل ا وُ 7 ة لا ص ل ا و ن يِ م ل عاْ ل اِ ب رِ ِ اُ دْ م حْ ل ا* ن يِ ع مْ ح ه اِ ل F ا وBundan sonra… Aşağıda günümüz Türkçesine çevireceğimiz yazı, bir yazma akâid kitabından alınmıştır. Okunduğunda çok değerli bir eser olduğu görülecek olan şu kitâbın müellifinin kim olduğunu bilmiyoruz. Lâkin yakın geçmişimizde yazıldığı anlaşılmaktadır.. Ehl-i Sünnet anlayışını ve ta'rîfini kanâatimizce en güzel bir şekilde ortaya koyan ifâdelerle karşı karşıya olduğumuzu açıkça görüyoruz: “Böylesi meziyyetler ve üstün husûsiyetlerle her cins yaratılmışlara üstün kılınan insanların fıtratlarında gizli isti'dâd ve kâbiliyetlerinin alâkalı olduğu kadar bir ebedî hayât ve devamlı saâdete ulaşabilmeleri içün her kes ilk başta kendisinin ve müşâhede etmekte olduğu varlıkların ve yaratılmışların var edenini ve yaratanını bilmek bu kadar büyük nimetler ile kendisine nimet veren ve ihsânda bulunan nimetlendiricisi ve mevlâsını tanımak, başıyla ve sonuyla alâkalı halleri öğrenmek ve onlara tam bir bilgi hâsıl etmek aklen ve naklen insan olmaya terettüb eden mukaddes bir vazîfedir. Bu yüzden bu bilgiye nâil olmak isteyen insanlar ikiye ayrılmışlardır. Bir fırka nazar ve istidlâl yoluna, diğeri de riyâzât ve mücâhede (nefsi terbiye ve isteklerine karşı direnme ve cihâd etme) yoluna

Transcript of GURABA MECMUASI 3. SAYI

GURABA MECMUASI 3.SAYI

Ehli Sünnet Olmak Ne Demek?

م ح�ي� ال�ر� ن� م� ح� م ب��سم ال�له ال�ر� ي� ح�� ل�ر� ا� ان� ط� ي� ��ل�ش ن�� ا� اال�له م� عوذ$ ب�� ا�د م� ح� ا� م� دب�$ ي� لى� س�� م ع�� لا� ال�س� ة7 و� لا� ال�ص� ن�� و� مي� ل�� عا� ال� ب� ر� مد اهلل ح� ل� *ا�

ن�� عي� م� ح�� له ا� �Fا و�Bundan sonra…

Aşağıda günümüz Türkçesine çevireceğimiz yazı, bir yazma akâid kitabından alınmıştır. Okunduğunda çok değerli bir eser olduğu görülecek olan şu kitâbın müellifinin kim olduğunu bilmiyoruz. Lâkin yakın geçmişimizde yazıldığı anlaşılmaktadır.. Ehl-i Sünnetanlayışını ve ta'rîfini kanâatimizce en güzel bir şekilde ortaya koyan ifâdelerle karşı karşıya olduğumuzu açıkça görüyoruz:

“Böylesi meziyyetler ve üstün husûsiyetlerle her cins yaratılmışlara üstün kılınan insanların fıtratlarında gizli isti'dâd ve kâbiliyetlerinin alâkalı olduğu kadar bir ebedî hayâtve devamlı saâdete ulaşabilmeleri içün her kes ilk başta kendisinin ve müşâhede etmekte olduğu varlıkların ve yaratılmışların var edenini ve yaratanını bilmek bu kadar büyük nimetler ile kendisine nimet veren ve ihsânda bulunan nimetlendiricisi ve mevlâsını tanımak, başıyla ve sonuyla alâkalıhalleri öğrenmek ve onlara tam bir bilgi hâsıl etmek aklen ve naklen insan olmaya terettüb eden mukaddes bir vazîfedir. Bu yüzden bu bilgiye nâil olmak isteyen insanlar ikiye ayrılmışlardır.

Bir fırka nazar ve istidlâl yoluna, diğeri de riyâzât ve mücâhede(nefsi terbiye ve isteklerine karşı direnme ve cihâd etme) yoluna

girmişlerdir. Nazar/aklî ve mantıkî bakış ve istidlâl/delîl getirme yoluna girenler de iki kısımdır.  Bir kısmı, maksada varmakta yalnız aklı kâfî görmeyerek Nebîlerin (aleyhimüsselam) dinlerinden bir dîn ve şerîatı kendisine lüzûmlu kılmakla yürümüşlerdir ki bunlara Kelâmcılar denir.

(Diger kısmına), bir dîne tutunmayıb da yalnız aklı kendilerine rehber edinerek gidenlere Meşşâî Filozoflar derler ki, bunların reisleri Aristo’dur İkinci yola girenler de iki kısımdır. Bir kısmı, riyâzât ve mücahedelerini bir din ve şerîate uyacak bir şekilde yaparak hidâyet yoluna erenlerdir ki; onlara Sûfiyye ve Mutasavvıfe denir Diğer kısmı da bir din ve şerîate uymayarak sırf kendi riyâzât ve mücahedelerinin meyvesi olan keşifleri ve iç aydınlanmalarıyla iktifâ edenlerdir ki onlara da İşrâkî Filozoflar ismini verirler ki, reisleri Eflatun’dur.

Yukarıda zikri geçen kelamcılar da birkaç fırkaya ayrılmışlardır.Şöyle ki; Bunlardan inançla alakalı mes'elelerde Resûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in Ashâbının açık hâl ve yolları üzere hareket edip onlara uyanlara Ehl-i Hak ve Ehl-i Sünnet ve Cemâat ismi verilir. Ashâb-ı Kirâm’a muhâlefetle onların yolları haricinde bir takım yollara sapanlara Firâk-ı Dâlle/sapık fırkalar ve Ehl-i Bid'at ve Dalâlet denir ki, bunlar cehenneme girmeye sebeb olacak çeşit çeşit hezeyâna cüret göstermekle yetmiş iki fırkaya ayrılmışlardır.” (Nakil bitti.)

Biz de ilâve olarak diyoruz ki, Bir dîne bağlı kalarak -nazar ve istidlâl ile değil de- riyâzât ve mücâhedeyle Allah’ı tanımak ve O’na varmak isteyen Sûfiyye, şu dîne bağlı oluşunu Şer’î ilimler ve Ehl-i Sünnet çerçevesinde yaparsa, Müteşerri’ Sûfiyye, Şer’î ilimler ve Ehl-i Sünnet dışına taşarak yaparsa Sapık Sûfiyye olur.

İmâm Rebbânî kuddise sirruhû şöyle buyuruyor:

“Ey kıymetli Nakîb!.. Va’zların hulâsası ve nasîhatlerin özü, dindâr ve Şerîata sıkı sıkıya bağlı kimselere karışmak ve gönül huzûrunu onlarla berâber olmakta bulmaktır. Dindâr ve Şerî’at’a sıkı sıkıya bağlı olmaktan her biri de hak olan Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâ’at yoluna girmeye bağlıdır; ki, diğer İslâmî (ama bir

çok yanıyla O’nu anlamaktan ve Ondan uzak olan sapık) fırkalar arasında kurtulan fırka onlardır.

(Ehl-i Sünnet’in imâmları olan) şu büyüklere uymadan kurtulmak imkânsızdır. Onların görüşlerine uymadan felâha ermek mümkin değildir. Naklî, aklî ve keşfî deliller bu (anlatılan) ma’nâya şahiddir.

Bunun hiçbir şekilde böyle olmama ihtimâli de yoktur. Bu sebeble,bir şahsın, hardal tanesi mikdârınca (azıcık da olsa) şu büyüklerin Sırât-ı Müstakîm olan yollarından çıktığı bilinirse, onunla sohbeti (berâberliği ve konuşmayı) öldürücü bir zehir(i içmek) olarak i’tikâd etmen, onunla oturup kalkmayı da zehirli yılanla oturup kalkmak olarak görmen lâzımdır. Onlar (Ehl-i Sünnet imâmları) hakkında mübâlâtları/kıskançlık, hüzün ve tasaları olmayan ilim talebeleri de -hangi fırkadan olurlarsa olsunlar- din hırsızlarıdır/dîninizden çalan kimselerdir. Bunlarla berâber olmaktan ve konuşmaktan sakınmak dahî, (dînin) zarûriyyât(ın)dandır/mutlaka bulunması ve uyulması gereken îcâblar(ın)dandır. Dinde meydana gelen bu fitne ve fesâd(lar)ın tamâmı, dünya malı toplamakta âhiretlerini hebâ eden şu topluluğun hayırsızlığındandır. Onlar doğru yol mukâbilinde sapıklığı satın alıp da ticâretleri kâr getirmeyen ve doğruya varmayan kimselerdir….”[1] (İmâm-ı Rebbânî’nin sözü bitti.)

Kâinâtın efendisi sallallâhu teâlâ aleyhi ve sellem’in Âhiret’e göçmesinden sonra nübüvvet güneşinden gittikçe uzaklaşılıyor, zaman geçtikçe haller değişiyordu. O kadar ki, Sahâbe radıyallâhuanhum’un en son vefât edenlerinden biri olan Enes radıyallâhu anh“Hakîkaten siz öylesi işler yapıyorsunuz ki, onlar gözünüzde kıldan da incedir ama Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem zamanında biz onları helâk eden günahlardan sayıyorduk.”[2]

Tereddî/düşüş gittikçe ivme kazanıyordu. Gevşeme günbegün artıyordu. Buna çâre bulmak lâzımdı. Bir yanda hadîslerin toplanması öte yanda da fıkıh istinbâtları/âyet ve hadîslerden ma’nâ çıkarmalar mâhir ellerde en ihtişâmlı bir şekilde hızla devâm ediyordu.

Böylece Kur’ân’ın zâyi’ edilmeyeceği ve korunacağına dâir verilenilâhî va’din sebebler dâiresindeki bir tecellîsi olarak  doğru

anlaşılması da tahakkuk ediyordu; Ku’ân ve Sünnet’i doğru anlamanın sahîh usulleri ve disiplinleri olan mezhebler teşekkül ve tekâmül hâlindeydi. İlim ve fikir anarşistlerine inad “onu bizkoruyacağız” garantisi şu usûl ve tertîb temeline oturuyordu.

Bir husûs daha vardı ki, o belki de mes’elenin en can alıcı ve mühim yanıydı: Amel ve ihlâs… Havâss’ın çok dar dâiresi dışında  mü’minler bu noktada çok büyük bir kan kaybı içindeydi. İlim adamları buna da dikkatleri ziyâdesiyle çekiyorlar idi, lâkin inişe geçişin yine de bir türlü önü alınamıyordu. Ne yapmalıydı? Nihâyet bir tâife çıktı ve yapılmak istenilenin mânilerini yok etmekle işin imkân ve kolaylık yoluna girebileceğini söylemeye başladı. Şu sözü edilen mâni’ler/engeller çok idiyse de en mühimleri dört beş tâneydi. Birisi câhillik veya ilim eksikliği idi ki, bunun tedârikini ulemâ omuzlanmıştı ve bu iş yolunda gidiyordu.

Diğerleri; Allah’ı unutmamak demek olan zikr’in kalmaması, zikirsizlik/Allah’ı unutmak… Dünyadan soğuyup Âhiret’e ısınmak veyönelmek demek olan zühd’un bulunmaması, yani dünyaya rağbet edipÂhiret’ten soğumak. Yasaklardan kaçınmamak, isyankârlık… İbâdetleri eksik ve kusurlu yapmak… Bunların zıddları olan zikir,zühd, takvâ/vera’ ve ibâdetler kemâl mertebeleriyle yapılmalıydı.Tâ’bîri yerindeyse Ashâb-ı Yemîn’in şu husûslara sarfedeceği bir tonluk mesâi yerine on yâhud yüz tonluk bir ğayret sarfedecek ve yarışı çok çok önde yürüten Mukarrebûndan olacak nümûne bir cemâat bulunmalıydı. Sözü edilen tâife öyle yaptı. Şer’î ölçüleritaşmadan her şeyde azîmeti esas aldı. Onlar daha çok hâl dilleriyle şöyle diyorlardı:

“Allah’ı çok zikredin”, “Allah’ın zikri en büyüktür” ve “Allah’ı unutanlar gibi de olmayın” ilâhî emirleri ve haberleri istikâmetinde

meselâ biz günde -fazlasına sınır getirmeden- en az beş bin defâ “Allah” veya “Lâ ilâhe illellâh” diyeceğiz… Ashâb da buna benzer yapmıştı. Safıyye vâlidemiz anlatıyor: Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem yanıma girdi önümde kendileriyle tesbîh etmekte olduğum dört bin hurma çekirdeği vardı. Nedir bunlar ey Huyey'in kızı? dedi. Onlarla tesbîh ediyorum, dedim. Başında dikildiğimden

beri bunlardan daha çok tesbîh ettim, buyurdu. (Onu) bana (da) öğret, ey Allah celle celâlühû'nun Resûlü! dedim. Sübhâne adede mâ … min şey'in/Allahı yarattığı şeyler adedince tesbîh ederim, buyurdu. Bu hadîs de sahîhdir. (Süyûtî).[3] Burada taşlarla tesbîh ve şu sayı yasaklanmadığına göre onlarla tesbîh edilebileceğine ve şu rakamda zikir yapılacağına dâir bir TakrîrîSünnet vardır.

Dünyâdan ve dünyalıklardan zarûret mikdârı, sağlığımıza zarar vermeyecek kadar faydalanmalıyız… Zühd hakkında Abdullah b. Mübârek, Vekî’ b. Cerrâh, Ahmed b. Hanbel, Ebû Dâvud, Beyhekî ve diğer bir çok muhaddis başlıbaşına eser te’lîf ederken, Buhârî, Müslim, Tirmizî ve diğerleri eserlerinin içinde yüzlerce hadîs rivâyet etmişlerdir.

Haramlardan kaçınmak şöyle dursun, şübheli şeylerden, mekruh-lardan ve yerine göre elden geldiğince ruhsatlardan, hatta ihtiyâc fazlası mübâhlardan, (onları haram görmeden ama) haramlardan sakınırcasına uzak durmalıyız… Buna dâir de bir çok âyet ve bir nice hâdîs var. “Kendinizle haram arasına helâlden bir perde koyunuz; kim bunu yaparsa dîninin ve ırzının tertemiz olmasını taleb eder. (Yâhud tertemiz eder.)”[4] “Kul, zarardan sakınmak için zararsız şeyi (bile) terk etmedikçe muttakîlerden olmaya ulaşamaz.”[5]

Farzlarda eksiklik yapmak şöyle dursun, onlarda yapılacak kusurların tamamlayıcısı olan sünnetleri, müstehabları ve Sünnet’le sâbit olan sâir nâfileleri kendi payımıza (farz i’tikâdetmeden ama) farz hassâsiyetiyle işleyeceğiz.

Hadîs-i Kudsîde, “….kulum nâfilelerle bana yaklaşmağa devâm eder.Nihâyet ben onu severim. Ben onu sevince de onun kendisiyle işittiği kulağı, gördüğü gözü, vurduğu eli ve yürüdüğü ayağı olurum.”[6]

Evet, böyle yaptılar ve böylece pâk nümûne bir kılavuz kervân hâsıl oldu… Tasavvuf yolcuları… Karanlık bir gecede gökyüzünde her yanı aydınlatan yıldızlar ve badir/dolunay, yâhud gündüzün simsiyah bulutların arasından sıyrılıp ortalığı nurlandıran bir güneş misâli, herkese yol gösterici oldular. Karanlıklara meftûn yarasalar onlardan çok rahatsız olduysalar da ışığın sevdâlıları

sevince boğuldular… Koca koca muhaddisler ve fakîhler onlara ğıbta eder oldular. Yediden yetmişe herkese hayırlarda kılavuzlarve rehberler hâline geldiler… İşi baştan hassas ve titiz bir şekilde te’sîs ettiklerinden bunun kısa zamanda bereketini gördüler.  Kur’ân ve Sünnet çerçevesindeki tarz ve üslûb farklılıklarına göre kısmî değişikler bulunduran müesseseler hâline geldiler. Bir yanıyla ilim ve amel sâhasının mezheblerine benzer terbiyevî mektebler şeklini aldılar. Hâsılı tarîkatler meydana çıktı. Aslı ve Rûhu ile Saâdet asrında bulunup da sonradan şekillenen mezheblere benzer bir vaziyette zuhûr eden şutarîkatler kâmil ve has mü’minleri dokuyan ipek tezgâhları ve makineleri oldular. Câhil, kendini bilmez ve onların dünyâlarından haberi olmayan zavallılar onlara düşmân olmakta şeytânlara hep arkadaş ve yoldaş oldular. Bir büyüğümüzün altından kıymetli ifâdesiyle evin alt ahır katında yatan(hayvanlar)ın üst kattaki insanların hâlinden ne haberi olur? Bunun gibi şu büyüklerin hallerini kavrayamadılar. Çünki farklı âlemlerin ve buudların varlıklarıydılar. O bakımdan bir cihetle haklıydılar. Bildiklerini zannettiklerinin amelinden, sâhibi oldukları düşüncesinde bulundukları amelin ihlâsından şarkile ğarb kadar uzaktaydılar. Ümmet akîdede nasıl yetmiş üç fırkaya ayrılmış ve sadece birisi kurtulmuş idiyse, tarîkatların da çoğunun istikâmetten uzak, çok azının ise düzgün olması garibsenmemeliydi.

Yetmiş iki sapık ve cehennemi hak eden fırka yüzünden kurtulan yetmiş üçüncü fırkayı da karalamak nasıl yanlış idiyse, tarîkatların yoldan çıkmışlarını bahâne ederek hidâyette rehber olanlarını dahî atmamak îcâb ederdi. Ama öyle yapmadılar. Sapla samanı karıştırdılar.

*******

3. sayımızda yine dopdolu bir Ğurabâ ile karşınızdayız. Hüseyin Avni Hoca Haber-i Vâhid’in Sünnet anlayışımızdaki yerini incelerken, Talha Hakan Alp Hoca bazı Hadis ıstılahları üzerine önemli bilgiler verdi. Her sayısında modernistlerin bir kalesini yıkan Ğurabâ mecmuamız, Said Hatipoğlu, Hayri Kırbaşoğlu ve Abdulaziz Bayındır gibi isimlerin Hadis ve tasavvuf mevzularında sık sık dile getirdiği görüşlerini bu sayıda merceğe aldı ve

Hadis’te Haber-i Vahid meselesini, “Halifelik Kureyş’tendir” hadisi hakkındaki şüpheleri ve Tasavvuftaki Râbıta mevzuunu açıklığa kavuşturdu. Özellikle Râbıta hakkında müstakil bir kitapyazan ve olmadık iftiraları büyüklere atan “beşik şeyhi” Ferid Aydın’ı Râbıta hususundaki makalemize cevap vermeye davet ediyoruz. Ferid Aydın’la birlikte görüşleri tenkid edilen diğer isimlerin de cevap gönderdikleri takdirde cevaplarını neşredeceğimizi yeniden hatırlatıyoruz. İnşallah önümüzdeki sayılarda hadis, fıkıh ve tasavvuf ilimlerinde ortaya atılan şüpheler tek tek mecmuamızda izale edilecek. Bu sayımızda Muhammed Önder Hoca, Ali Eren, Muhammed Reşâd ve Mustafa Özcan beylerin yazılarını da okuyabileceksiniz.

İtiraf edelim ki 48 sayfa olarak basılan mecmuamıza yazıların çokluğu sebebiyle bu sayıda yer alması gereken pek çok mühim makaleyi koyamadık. Bu sayımızda yıllarını neşir dünyasına veren ve el’an Milli Gazete’de günlük yazıları yayınlanan Mehmed ŞevketEygi Bey ile Ehl-i Sünnet yayıncılığı hususunda mülâkât yaptık. Bu verimli mülâkâtın devamını önümüzdeki sayıda inşallah okuyabileceksiniz. Araştırmacı-yazar Müfid Yüksel Bey İstanbul fâtihi Fatih Sultan Mehmed Han’ın hocası Hızır Beğ Çelebi hakkındaki yazısıyla ve Ali Kara Hoca ilk makalesiyle aramıza katıldı. Kendilerine hoş geldiniz diyoruz.

 Yeni bir Ğurabâ’da buluşmak ümidiyle, Allah’a emanet olunuz.

ن� ي� ال�م� ع� ال� ب� مد ل�له ر� ح� لون� و� ال� اف�$ ك�رة ال�ع$ ل ع�ن� ذ$ ف$ اك�رون� وغ�$ ك�رة ال�د$ ه ك�لما ذ$ له وص�حب� ى ا� ل� ام�حمد و� ع�� دب�$ ىشي� ل� ى ال�له ع�� ل� ص�� و� 

[1] Mektûbât:1/185, 113. Mektûb

[2] [Ahmed,3/3….Buhârî, Rikâk.32, Dârimî, Rikâk.54], Mu’!cem (Concordance):2/140

[3] [Timizî, Hâkim ve Taberânî Safiyye radıyallâhu anhâ'dan rivâyet ettiler], İmâm Celâleddîn es-Süyûtî, el-Minha fî's-Sibha,-el-Hâvî li'l-Fetâvâ içinde-:2/37-38

[4] [İbnü Hibbân, Sahîh, Taberânî, el-Kebîr, Nü’mân b. Beşîr’den.İsnâdı sahîhdir.], Münâvî, et-Teysîr:1/36-37

[5] [Tirmizî, İbn-i Mâce ve Hâkim Atıyye es-Sa’dî’den. Tirmizî “Hasen ve Ğarîbdir” dedi], Münâvî, et-Teysîr:2/503

[6] [Buhârî, Sahîh, Rikâk:38 Ebû Hureyre’den], Kenzü’l-‘Ummâl:7/770

Sünnet Anlayışımızda Haber-i Vâhid’inYeri Nedir ?

م ي� ح�� ال�ر� ان� ط� ي� ��ن�� ال�ش ال�له م� عوذ$ ب�� ا�م ي� ح� ال�ر� من� ح� ب��سم ال�له ال�ر�

م لا� ال�س� ة7 و� لا� ال�ص� ن�� و� ي� م ل�� عا� ال� ب� مد ل�له ر� ح� ل� ا�

ن�� ي� ع م� ح�� ا� له Fا د و� م� ح� ا� م� دب�$ ي� ٭ س��Bundan sonra…

Bu husûs, içinde yaşadığımız zamân, zemîn ve şartların doğurup büyüttüğü ilmî ve îmânî sapmalar ve heyelânlar/erozyonlar göz önünde bulundurulursa, bilhassa günümüzde iyice açıklık kazanmasıîcab eden bir husûstur. Bakınız, Mu’tezileyi yeniden keşfeden ve zamânın şartlarına uyacak bir şekliyle canlandırmaya çalışanlardan birisi olan sayın M. Hayri Kırbaşoğlu ne diyor:

Kâdî Abdulcabbâr’ın aşağıdaki değerlendirmelerine tamamen katılıyoruz. Ona göre bir şey, Rasulullah tarafından yapıldığı veya söylendiği kesinleştikten sonra Sünnet adını alabilir ve delîl yerine geçer. Rasulul-lah’tan nakledilen âhâd haberlerde sıhhat şartlarını taşımaları durumunda sadece örfen, (‘alâ vechi’t-tâ’âruf) Sünnet adını alabilirler. Çünkü yalan ihtimali bulunduğundan haber-i vâhid için “Rasulullah şöyle buyurdu..” demek mantıken yanlış olacağından, ihtiyâten “O’ndan şöyle rivâyet edildi..” demek daha uygundur. (Fadlu’l-i’tizal, s. 185; Şerhu usûli’l-hamse, s. 89) Bir başka eserinde de benzer şeyleri söylemektedir: “Rasulullah şöyle buyurdu”, şeklinde kesinlik ifadesi kullanılmayıp “Rivâyet edildiğine göre Rasulullah’tan şöyle haber verildi; Rasulullah’tan şöyle nakledildi..” gibi ihtimâl ifadeleri kullanılmalıdır. (el-Muğnî fî ebvâbi’t-tevhîd ve’l-adl, XVII. 383-384)[1] (Nakil son buldu.)

Buna göre Mütevâtir olmayan/Haber-i Vâhid rivâyetlerle fıkhî hükümler sâbit olmaz. Mütevâtirler ise, onlara göre ya hiç yoktur; veya yok denecek kadar azdır.

Öyleyse insanlar İslâm’ın büyük bir kısmından -hâşâ-kurtuldular demektir. Âyetler ise, artık istenilen yana çekilebilecek hâle getirilmiştir. Mu’tezile sapıklarından olan Abdulcabbar’ın ve Onun şurada dediklerine tamâmen katılan Kırbaşoğlu’nun kanâatlerionların olsun. Sünnet kervânının âlimleri ve yollarından gidenlerbu rivâyet edildi, veya rivâyet edildiğine göre gibi ifâdeleri sahîh ve hasen için değil de sadece zayıf rivâyetler için kullanırlar.

Bütün bu Ehl-i Sünnete karşı yapılan ve geliştirilen karıştırma ve vesveselerin savulması için sâhib-i salâhiyet kimselerin son derece ğayretli, hassas ve vazîfesini müdrik hareket etme mecbûriyetleri vardır. Biz kendimizi yeter mikdârda şu işe ehil

görmesek de, biznillâh Ehl-i Sünnet muârızlarına yeter de artarız. Gücümüzü, temsîl etmeye mecbûr bırakıldığımız hak ve ulvî olan da’vâdan almaktayız. Hak’dan yana olan, haddi zâtında zayıf bile olsa hâlen kuvvetli ve nihâyette ğâlibdir. Hakîkî İslâm anlayışı olan Ehl-i Sünnet’in böylesine garîb ve yetim kaldığı ve bırakıldığı zamân ve şartlarda hak ve hakîkat, büyüklerin yolundaki kifâyetsizlerin dilinde ve kaleminde de tecellî eder. Hem, iş daralınca genişler kadıyye-i muhkemesi aynizamanda bir fizik kânûnu olmakla ilâhî bir düstûr değil midir?!... Daha ne?...

Bütün bunlardan cesâret alarak Haber-i Vâhid’i bir takım yanlarıyla açıklamak için şu makâleyi -inşâellah- bir mukaddime, üç mes’ele ve bir netîce çerçevesinde ele alacağız:

Mukaddime, bahsimizin nazikliği ve husûsen günümüzdeki kullanılışının arka planı hakkındadır.

Birinci mes'ele, Haber-i Vâhidin, yani Mütevâtir olmayan Hadîs rivâyetinin delîl olma ağırlığı var mıdır, varsa, nedir, ilim mi ifâde eder, zann mı? mes’elesidir.

İkinci mes'ele, Haber-i Vâhid, akâidde mu’teber delîl olur mu, olmaz mı ve bu mes’ele, icmâî midir, değil midir, yani âlimlerce üzerinde söz birliği edilmiş midir, edilmemiş midir? husûsudur.

Üçüncü mes'ele, Haber-i Vâhid akâidde, delîl olmaz sözünü söyleyenler, bunu mutlak olarak mı, mukayyed olarak mı, yani sınırlandırmaya gitmeden mi, sınırlandırarak mı? söylüyorlar, mes’elesidir.

Netîce de, bu sözü, üzerinde icmâ’ edilen ve mutlak, yani, bütün inanç mevzû'larını içine alan bir hüküm olarak kabûl edenlerin, bu kabûlünün ucunun nereye varacağı ve bu noktada Ehl-i Sünnet çizgisindeki gayretli Mü’minlerin yapması gereken nedir? sorusunaaranan bir cevâbtır.

Tevfîk sadece Allah'tandır.

Mukaddime

Mütevâtir olmayan hadîslerin, yani Haber-i Vâhidin akâid'de delîlolup olmayacağını, ilim adamlarının irdelemesi, ne kadar gerekli

ve faydalı ise, kendini âlim gösteren veya birilerince âlim olarak gösterilen, satılmış, yâhud kiralanmış, yâhud da gönüllü olarak sahibinin sesi olmuş işbirlikçi ve işbitirici câhillerin ağıza alması o ölçüde nazik ve tehlikelidir. Günümüzün, beyni ve yüreği istîlâ altında olan âlim pozlarındaki câhillerinin, bu sözü dile dolamalarının, dev aynasındaki şu cücelerin, küfür otoritelerinin okus pokus mercekleriyle kürre olarak gösterilen bu zerrelerin, âlimlerin şu sözünü, canlarının açmak istedikleri her bir şer kapısı için maymuncuk olarak kullanmalarının arka planı nedir? Bunun iyi bilinmesi ve net bir şekilde görülmesi lâzımdır.

Silahlar ve ilaçlar, akıllı, reşîd ve ehil kimselerce, yerinde kullanıldıklarında, lüzumlu ve faydalı iseler de, akılsızlar, çocuklar ve ehil olmayanların elinde lüzumsuzluğun da ötesinde kendine ve çevresine zarar, hatta bazen felâket getiren belâ ve musîbetlerden başka bir şey değildirler.

İslâm âlimlerinin bir kısmının kitâbla-rında, Haber-i Vâhid veya,Haber-i Âhâd’lar akâid'de delîl olmaz veya yeterli delîl değildirler, veya mu'teber delîl değildirler. gibi sözler geçer. Bu tür sözleri, sâhiblerinin, onunla ne demek istediklerini bilirbilmez bir şekilde, insanları Sünnet çizgisinden uzaklaştırmak isteyen, veya neyin nereye varabileceğini hesap edemeyenlerin, canlarının istediği, nefislerinin arzuladığı, veya münasib düştüğünü zannettikleri yerlerde, olur olmaz bir biçimde kullandıklarını görmekteyiz.

Şeytanın, nefs-i emmârelerinin, cehalet ve firâsetsizliğin mahkûmu olan çeyrek akıllarını ve azgınlaşan hevâlarını putlaştıran, nâmütenâhî (sonsuz) derinlik ve enginlikte olan ölümsüz mutlak hakîkatları kuş beyinlerine yerleştirmeye çalışan,çoğunlukla sahibinin sesi ve ırgatı olan günümüzün sünnetsiz bid’atçılarının her sıkıştıkları yerde can simidi gibi yapıştıkları her sıkıştırıldıklarında da kalkan olarak kullandıkları bu kendisiyle bâtıl murad edilen (bir çok âlime göre) hak olan sözün ne demek olduğunu, Sünnet çizgisindeki, Rebbânî âlimlerin sözleriyle anlatmaya çalışacağız İnşâellah.

Bu husûsun iyice açığa çıkması gerekir. Zîrâ, bid’atçi sapıklar, âhir zamânda Îsâ aleyhisselâm’ın ineceği, Sihrin aslının olduğu ve Yıldızların şeytanları kovaladığı gibi mes’elelere dâir gelen Kur’ân ve Sünnet haberlerinin ve Ehl-i Sünnet’e âid görüşlerin bir çoğunun inkâr ve ibtâlini hep bu esasa dayandırmaktadırlar.

Birinci Mes'ele

Mütevâtir olmayan haberlerin, yani Haber-i Vâhidin ilim bildirip bildirmemesi mes’elesine girmeden önce birkaç noktaya açıklık getirelim.

Birinci Nokta

Mütevâtir Haber, râvîleri, çoklukta yalanda birleşmelerini âdetinimkânsız bulacağı bir sayıya varan ve (bu imkânsız bulma) devâm eden, böylece başı sonu gibi, ortası da iki tarafı gibi olan haber demekdir.[2]

Mütevâtir Haber: Yalanda ittifâk etmelerini âdet’in imkânsız bulacağı kalabalığa varan bir topluluğun (baştan sona, en az kendisi gibi bir topluluktan) verdiği, hisler (duyma, görme, dokunma, tadma ve koklama) ile bilinebilecek bir haber, demektir.[3]

Kur’ân-ı Kerîm bir çok âyette tevâtürle hâsıl olan ilmi görmek veşâhid olmak kelimeleriyle anlatmıştır. Allah celle celâlühû Nebîsi sallallâhu aleyhi ve sellem’e hitâb ederek şöyle buyurdu:

Görmedin mi nasıl yaptı Rabbin Fîl Ashâbı'na?![4]

Görmedin mi nasıl yaptı Rabbin Âd(kavmin)e?![5]

Allah celle celâlühû Mekke halkı hakkında da şöyle buyurdu:

Görmediler mi onlardan önce nice asırlar(ın halkın)ı helâk ettiğimizi?![6]

Şurası apaçık bir şeydir ki, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in bizzât kendisi sözü edilen hâdiseleri görmemişti. Çünki hepsi O’nun pâk doğumundan önce vukû’ bulmuştu.

Âd ve diğer kavimlerin azâbı ise Fîl Vak’ası’ndan binlerce sene evvel meydana gelmişti. Bu sebeble, ne Nebî sallallâhu aleyhi ve

sellem’in ne de Mekke halkının bu vak’aları görmesi mümkin olamaz. Ancak bunların ilmi asırlar boyu aralarında tevâtürle aktarıla gelmiştir. Sonra Allah celle celâlühû, tevâtürle hâsıl olan bu ilmi, tevâtürle gelen kesinliğine hükmedilen ilmi[7] görmeyle sâbit olan gibi (kesin) olduğuna işâret etmek için fiilîmüşâhede/şâhid olma, görme ifâdesiyle haber vermiştir.

Mütevâtir Haber iki çeşittir; Lafzî Mütevâtir ve Ma’nevî Mütevâtir:

Lafzî Mütevâtir:

Tevâtürde aranan kalabalığın aranan şartlarla aynı lafızla verdikleri haber demektir.

Cezâirî şöyle diyor:

Lafzî Mütevâtir haber öyle bir haberdir ki, râvîlerin lafızları onda aynı olur. Falancı falan şehri fethetti demeleri gibi: İsterse bu lafız ile veya onun yerine geçebilecek kastedilen ma'nâyı açıkça anlatacak bir başka lafız ile olsun, değişmez.

Ma'nevî Mütevâtir râvîlerin bir kısmının bir vakıayı, diğerlerinin de başka bir vakıayı rivâyet etmeleriyle değişik lafızlarla rivâyet etmiş oldukları haberdir. Şu kadar var ki, bu vakıalar bir kadri müştereki içinde bulundurmaktadır. Bu ortak miktara ma'nevî tevâtür veya ma'nâ yönüyle tevâtür denilir. Bu bir kimsenin Hâtem’in 100 dinar, başka bir kimsenin 100 deve, başka bir kimsenin 20 at ve başka başka kimselerin ve devam edecek şekilde hibe ettiğini rivâyet etmeleri ve bunun böyle devam etmesi, nihâyet râvîlerin tevâtür sınırına ulaşması gibidir. Bu haberler bir şeyde ortaktır. O da Hâtem’in malından bir şey hibe ettiğidir ki, bu cömertliğinin delîlidir. Bu ma'nevîtevâtür yoluyla sabittir.

Bu şöyle îzâh edilebilir. Bu haberler bir işte müşterektir. O iş de Hâtem’in cömert oluşudur. Zîrâ o haberlerden birini açıkça rivâyet eden bu ortak noktayı îmâ yoluyla rivâyet etmiştir. Tevâtür sınırına ulaşınca da bu ortak nokta -ki bu onun

cömertliğidir- tevâtür yoluyla rivâyet edilmiş olur. Şu kadar varki, bu ma'nevî tevâtür kabîlindendir.

Bazıları da demişlerdir ki bu şöyle îzâh edilmelidir: Şu râvîlerin tamamı yalan söylememişlerdir. Aksine onlardan bir tanesi mutlaka doğru söylemiştir. İş böyle olunca bu haberlerden bir haber doğru olmuştur. Onlardan birisi doğru olunca onun cömert olduğu sâbit olmuştur. Ama birinci îzâh tarzı daha kuvvetlidir. Çünki cömertlik bir defa da sâbit olmamıştır.

Bazı usûl âlimleri şöyle demiştir:

İlim ifâde etmeyen haberler bazen bir küllî ma’nâda ortak olurlar. Râvîlerin tamamı tevâtür haddine ulaşınca da şu küllî, tevâtürle rivâyet edilmiş olur. Bu şuna benzer. Bir cemaat Hazreti Ali radıyallahu anh’ın bir vak’a da şu kadar düşman öldürdüğünü nakleder, başka bir cemaat de başka bir vak’ada şu kadar düşman öldürdüğünü nakleder ve bu böyle devam eder gider. Râvîler tamamı itibarıyle tevâtür haddine ulaşınca, bu haberler arasında olan müşterek ma'nâ -ki o Hazreti Ali’nin yiğitliğidir- tevâtürle yani ma'nâ cihetiyle tevâtürle rivâyet edilmiş olur. Her ne kadar o haberlerin her biri Âhâd yolla rivâyet edilmiş olsa bile. Sen buna, bu hadiselere benzer şeyleri kıyas et. Ahnef’in mülâyimliği, İyas’ın zekası gibi.

İbn-i Hâcib diye tanınan Şeyh Cemaleddîn Ebû Amr Osman Müntehâ’l-Vusûl ve’l-Emel fî İlmeyi’l-Usûl ve’l-Cedel isimli eserinde şöyledemiştir:

Vak’alardaki tevâtürde, haber verenlerin haberleri değişik olduğuve tezammun yâhud iltizâm cihetiyle müşterek bir küllî ma'nâyı şümûlünde bulundurduğu zamân bununla ilim hâsıl olur. Antere’nin muhârebelerindeki, Hâtem’in cömertliğindeki ve Hazreti Ali’nin yiğitliğindeki vak'alar gibi…

İmâm Ebû İshak İbrâhim Eş-Şîrâzî el-Lüma’ isimli eserinde şöyle demiştir:

Bilesin ki, haber iki çeşittir; Mütevâtir ve Âhâd. Mütevâtir; verdiği bilgi kaçınılmaz olarak bilinen bir haberdir. Bu da iki türlüdür: Lafız yönünden mütevâtir, geçmiş çağlardan ve uzak memleketlerden haber veren söz birliği halindeki haberler gibi.

Biri de ma'nâ yoluyla tevâtür, Hâtem’in cömertliğinden, Hazreti Ali’nin yiğitliğinden ve bunlara benzer şeylerden bilgi veren farklı haberler gibi.

Mütevâtirin iki çeşidiyle de ilim hâsıl olur.[8]

Hâsılı Ma’nevî Mütevâtir, tevâtürde aranan sayıya varmış râvîlerin, haber verilenlerin hepsinde değil de parçalarından biri (veya birkaçı) üzerinde birleştikleri bir haberdir.

Her iki Mütevâtir çeşidi de kesin ilim bildirir.

Şu kadar var ki, Lafzî Mütevâtir, Ma’nevî Mütevâtir’den daha kuvvetlidir.

Seyyid Şerîf Cürcânî (Ö: 816) şöyle diyor:

Haber-i Vâhid bir, yâhud iki râvî veya mütevâtirlik ve meşhûrluk haddine varmadıkça, daha çok râvînin rivâyet ettiği hadîstir. Mütevâtir haber de, bir topluluğun bir topluluktan naklettiği hadîstir. Aralarındaki fark, Mütevâtir haberi inkâr edenin söz birliğiyle kâfir olması, meşhûr haberi inkâr edenin hakkında da ihtilâf edilmesidir, ama sahîh olanın kâfir olacağıdır. Haber-i Vâhid’i(n sübûtünü) inkâr eden ise ittifakla kâfir olmaz.[9]

Sindî (Ö:1140) şöyle dedi:

Meşhûr Haber, Haber-i Âhâd’ların birinci kısmıdır ki, tarîkleri/yolları ikiden fazla ile sınırlı haber demektir.[10]

Yukarıdaki ta’rîf hadîs âlimlerinin cumhûrunun ta’rîfidir. Hanefîusûlcülerine göre ise meşhûrun ta’rîfi değişiktir. Nitekim onlardan biri olan,

Habbâzî (Ö:691) şöyle dedi:

Meşhûr hadîs, aslında Âhâd'dan olup sonra da yayılan ve yalanda birleşmeleri düşünülemeyecek bir (kalabalık) topluluk tarafindan nakledilmeye başlayan haberdir. O topluluk ikinci ve sonraki asırdır. Onlar güvenilir bir topluluk ve ithâm edilmeyecek İmâmlardır. (Sözü edilen haber) şu İmâmların şahidlikleri ve tasdîkleri ile Mütevâtir rütbesine ulaşmıştır. Hatta Cessâs bunun(meşhûrun) Mütevâtirin iki kısmından biri olduğunu söylemiştir.

Îsâ ibn-i Ebân, Meşhûr'u inkâr eden sapıklıkla suçlanır, kâfirlikle suçlanmaz, dedi. Bizce doğru olan da budur.[11]

Şerhu’l-Muğnî’nin muhakkıkı, Muhammed Mazhar Bekâ şöyle dedi:

Cessâs ile İbn-i Ebân arasındaki anlaşmazlığın kısa ifâdesi şudur: Cessâs’a göre Meşhûr'u inkâr eden kâfir olur, İbn-i Ebân’agöre ise kâfir olmaz.[12]

Vâkıa, el-Cezâirî, Cessâs’ın bu taksiminden meşhûr’u inkâr edeninkâfir olacağını anlamanın yanlış olduğunu söylemektedir.[13]

Hâsılı, Haber-i Vâhid, âlimlerimizin cumhûruna göre Mütevâtir olmayan, Hanefî usûl âlimlerimize göre ise, Mütevâtir ve meşhûr olmayan haber demektir.[14]

İkinci Nokta

İlim, asıl ve hakîkî ma’nâsıyla, olana mutâbık kesin i’tıkâd demektir.[15] Bu, öğrenilip kazanılmayla olursa Nazarî veya İstidlâlî, kazanılmayla olmayıp, herkesin sâhib olacağı, def’ine güç yetiremeyeceği, yani onu defetmek ve ondan ayrılmak hiçbir mahlûkun gücü dâhilinde olmayan ilim ise, Zarûrî ilim[16]/Mecbûrî-kaçınılmaz ilim ismini alır. Bu ilim, her iki kısmıyla da yakîn, yani kesinlik bildirir. Bu tür ilim bildiren delîle, kat'î delîl denir.

Ayrıca zann mertebesinde olup da kesin ilim mertebesinde olmayan,ama bazen, kesin ilmin bulunmadığı yerlerde onun yerinde bulundurulması istenen zann olmasına rağmen bir alt mertebe ve değerde olan, bir bakıma mecâzî olarak ilim sayılan istidlâller (delîl getirmeler), yani nazarlar (görüşler) dahi vardır

Üçüncü Nokta

İlim olmayan, fakat doğru olma ihtimali, doğru olmama ihtimâlinden yüksek olan bilgilere, zann denir. Zannın yakîn ve şekk için kullanıldığı da olur.[17] Bu çeşit bilgiyi ifâde eden delîllere, zannî delîl (zann bildiren delîl) denir.

Dördüncü Nokta

İslâm âlimlerinin ve mantıkçıların dilindeki zann ve zannî delîl,ğalib zann (ağırlıklı zann) ve bu ğalib zannı bildiren delîl demektir. Şu zann ve zannî delîl, aksine ihtimali az olan bir bilgi ve o bilgiyi bildiren delîl demektir.

Beşinci Nokta

İslâm âlimlerince, ilmin, yani, kesin bilginin elde edilebileceğiyerlerde, zann’a ve zann bildiren delîllere tutunulmaz. İlme, yani yakînî (kesin) bilgiye uymayacak, ters düşecek zann ve zann bildiren delîllerin hiçbir kıymeti yoktur. Bunların kesin bilgiyeters olmayanları veya ona müvâzî/paralel olanları, ancak karîne ve ipucu olma mertebesinde, veya kat’î bilgileri destekleyecek veaçıklayacak seviyede değerleri vardır.

Altıncı Nokta

İslâm âlimlerinin, delîl kabûl ettikleri, kıyas ve istinbât gibi zannlar ve zann bildiren delîller vardır. Bunlar, kesin bilginin bulunduğu ve elde edebileceği noktalarda değildir. Yani, yakîn ile mükellef kılındığımız noktalarda, zann ve zanni delîller mu'teber değildir. İslâm'da, uyulması kınanan zann, yakînin istendiği yerdeki, yakînsiz olan veya yakîn'e uymayan, bir de şekk ve vehim mertebesindeki zanndır. Yani, kişiye göre doğru olma ihtimali, doğru olmama ihtimaliyle aynı olan ve doğru olma ihtimali doğru olmama ihtimalinden az olan zanndır. Mantık ıstılâhındaki şekk ve vehim, İslâm ıstılâhındaki, fâsid zanna (bozuk ve işe yaramayan zanna) dâhildir.

Yedinci Nokta

İslâm âlimlerinin dilindeki, fâsid ve bâtıl olmayan zannlar, haktan hiçbir şey kazandırmayan zannlar demek değildir. Nasıl öyle olur ki? Onlar hem bir taraftan, ictihâdın mecbûrî bir Şer’îdelîl olduğunu söyleyecekler ve ictihâd edecekler, ictihâdlar zann bildirir, bu zanna müctehidlerin kendilerinin ve avâmın uyması vâcibdir diyecekler, hem Kıyâs(ın bir kısmı icmâ’[18] ile)Şer’î delîllerdendir ve Kıyâs zann bildirir diyecekler, hem de diğer yanda bütün zannları bâtıl (asılsız) ve mezmûm (kınanılacakbir şey) kabûl edecekler. Böyle şey olmaz.

Mümkin midir ki, Haber-i Vâhid zann bildirir, Haber-i Vâhidle amel etmek vâcibtir ve zannların hepsi bâtıldır, haktan hiçbir şey kazandırmazlar gibi sözleri aynı anda söyleyecekler. Bu gibi çelişkili tavrı, ancak, akılsız yâhud çocuk, veya zır câhil, yâhud da ard niyyetliler sergileyebilir.

Mütevâtir olmayan haberlerin zann bildirdiğini söyleyen âlimlerinçoğuna göre bu zann, kıyâsın bildirdiği zandan daha kuvvetlidir.

Hatta, İslâm âlimlerinin ittifakı ile zayıf olan Haber-i Vâhid[19], Hanefîlerin ve Hanbelîlerin bir çoğuna göre kıyâstan önce gelir.

İbn-i Hazm şöyle dedi:

Ebû Hanîfe’nin bütün arkadaşları, onun mezhebinin, zayıf hadîsin kıyâstan ve reyden evlâ olduğu şeklindedir.[20]

Sekizinci Nokta

Âlimlerin sözünü ettikleri şu zann câhillerin zannettiği gibi birzann olmayıp, çok küçük bile olsa, yanılma ve yanlış olma ihtimalinden dolayı kendine zann ismi verilen bir zanndır. Kesin bilgiye, yani ilme göre zanndır. Kesin bilgiye dayanmayan, ondan kalkarak varılmayan veya elle tutulabilir hiçbir mesnedi olmayan mücerred reye ve görüşe göre kesinlik mertebesine yakın olan yücebir zanndır.

İmâm-ı Rebbânî kuddise sirruhû ne güzel demiş (veya nakletmiş):

Gökleri, arşa kıyaslarsak, çok aşağılarda kalır.

Yere kıyaslarsak şaşırtacak yükseklikte olur.[21]

Şu mübârek sözü bizim mevzû'muza tatbik edecek olursak, âlimlerinnaklî delîllerden dayanağı olan bu zannını, kesin bilgiye kıyaslarsak aşağılarda kalırsa da, delîl ve dayanağı olmayan görüşlere, hatta zanna kıyaslarsak, gökyüzünün yerden yüksekliği kadar ondan yükseklerde olur.

Dokuzuncu Nokta

Haber-i Âhâd’la amel etmek, bunlar zayıf olmadıkça, -sapık Mu'tezile âlimlerinden Cübbâî'nin (ve yolundan gidenlerin)

dışında- Ümmet'in âlimlerinin icmâı (söz birliği) ile vâcibdir/farzdır. Cübbâî’nin hilâfı (icmâ’’a karşı çıkışı) ise, muhakkık âlimlerce, bu icmâ’’a zarar vermez. Mütevâtir olmayan haberlerin zann bildirdiğini söyleyenler de bu görüştedir.

Şimdi asıl mes’elemize gelebiliriz.

Mütevâtir Olmayan Haber İlim mi Bildirir Zann mı?

İslâm âlimlerinin bu husûsta birkaç görüşü vardır;

Bir: Haber-i Vâhid karîneyle birlikte dahi olsa ilim bildirmez, zann bildirir. Bu, âlimlerin çoğunun görüşüdür.

İki: Bazı karînelerle[22] Haber-i Vâhidler ilim bildirir.

Bu görüşte olanlar da birkaç tâifeye ayrılırlar:

Birinci Tâife:

Meşhur olan Haber-i Vâhidler ilim, meşhûr olmayanlar da zann bildirirler.[23]

İkinci Tâife:

Ümmetin telakki bi’l-kabûlünü (i’tirâzsız ve istisnasız kabûlünü)kazananlar ilim, diğerleri de zann bildirirler.

Üçüncü Tâife:

Buhârî ve Müslim'in beraberce rivâyet ettikleri Haber-i Vâhidler ilim, diğerleri(nin tenkîd edilmeyenleri) ise zann bildirir.

Üç: Haber-i Vâhid karîneli de olsa, ilim değil, zann bildirir, diyenlerin görüşü ile, bir takım karînelerle ilim, o karîneler olmazsa zann bildirir diyenlerin görüşlerindeki ayrılık ma’nâda değil lafızdadır. Karîneli dahi olsa Haber-i Vâhid ilim bildirmezdiyenler zarûrî ilmi, bildirir diyenler ise istidlâlî ilmi kastetmişlerdir.[24]

Dört: Zayıf olmadıktan sonra, Haber-i Vâhid ilim bildirir.

Şimdi yukarıdaki dört görüşü etraflıca anlatmaya çalışalım:

Birinci görüş üzerinde durmayacağız. Zîrâ bu, âlimlerin çoğunluğunun görüşü olup hâinlerin anlamak istemedikleri,

câhillerin de duymadıkları, yâhud duyduğu halde anlayamadıkları bir görüştür. Kimin bu görüşte olduğunu uzun uzun anlatmak gerekmez.

Diğer görüşlere gelince… Buhârî ve Müslim tarafından rivâyet edilen Haber-i Âhâd’ların ilim ifâde edeceğini söyleyen hadîs, fıkıh ve akâid âlimlerinden bazısı şunlardır: Humeydî, İbn-i Tâhir, Üstâz Ebû İshâk, Şeyh Ebû Hâmid, Kâdı Ebû't Tayyib, talebesi Ebû İshâk Şîrâzî, Şemsü’l-Eimme Serahsî, Kâdı Abdülvehhâb, Ebû Ya’lâ, Ebû’l-Hattâb, İbn-i Zâğûnî, İbn-i Fûrek, İbn-i Nasr Abdürrahîm, İbn-i Teymiyye, İbn-i Salâh, İbn-i Kayyîm,İbn-i Kesîr, İbn-i Hacer, Bulkînî, Süyûtî.

Bazı hadîs âlimlerine göre bu görüş, Eş’arî akâid âlimlerinin çoğunun, hadîs âlimlerinin ve Selef'in âmmesinin (mezheb İmâmlarıve onlardan yukarısının çoğunun) mezhebidir. İbn-i Salâh, bu tür Haber-i Vâhidlerin nazarî olan yakîn (kesin) ilimi ifâde ettiğinive kesin doğru olduğunu söylüyor.[25]

Bir takım karînelerle, Haber-i Vâhidin ilim bildireceğini İbn-i Sübkî de Cem’u’l Cevâmi’de seçiyor.[26]

İbn-i Hümâm (Ö: 861) et-Tahrîr’de şöyle diyor:

Seçilen görüş şudur:[27] (Haber-i Vâhid, habere, haber verene ve haber verilene. Ş) lâzım olmayan (onlardan ayrılan, onlarla alâkalı olmayan) karînelerle -haber veren adaletli olmasa da- bazen ilim ifâde eder. Karîne olmadığında ise etmez.

Denilmiştir ki; Eğer haberi veren adaletli ise, karîne yoksa da (Haber-i Vâhid) ilim ifâde edebilir. (Lâkin her adaletli kimseninhaberi için şu geçerli değildir. Bu görüş bazı hadîs âlimlerindenrivâyet edilmiştir. Ş.)

Ahmed b.Hanbel’den yapılan bir rivâyette, âdil olan her râvînin her haberi, (karîne olmasa da) ilim bildirir. Bu her sahîh rivâyetin ilim bildireceği, amelin vâcib olması ilmi ma’nâsına geldiği ile te’vîl edildiyse de, İbn-i Salâh'ın, Buhârî ve Müslimtarafından yapılan rivâyetlerin doğruluğunun kesin olduğunun kabûlüne dâir, -her ne kadar zanndan doğsa da- Ümmetin icmâ’ını delîl getirerek açıkça ifâde etmesi, bu te’vîli ibtal eder (geçersiz kılar). Bu, masum bir zanndır. (Ümmet yanlışta icmâ’

etmeyeceği için) (Fakih ve hadîsçi. Şerh.) âlimlerin çoğunluğu (karîneli olsun olmasın) Haber-i Vâhidin ilim bildirmeyeceği görüşündedir.[28] (Bitti.)

Ğumârî, -yukarıdaki ifâdeleri İbn-i Humâm’dan naklettikten sonra-şöyle diyor:

Bu görüşü aynı zamânda İmâmü'l-Harameyn, Ğazâlî, Râzî, Âmidî, İbn-i Hâcib, İbn-i Sübkî, Beydâvî, Adud, Cürcânî ve İbn-i Hacer dahî seçmiştir, ki, doğrusu da budur… Aksi görüşte olanların, tutunabilecekleri ve delîl olarak ileri sürebilecekleri hiçbir şeyleri yoktur. Hatta buna muhalif olmak yanlışlığı biline bilineyapılan bir karşı çıkıştır.[29]

El-Bâcî (Ö: 494),

Haber-i Vâhid'i Ümmet kabûl ettiyse (ve ona ehlinden i’tirâz gelmediyse) onun ilim bildireceği görüşündedir.[30]

İmâm Zâhid-i Kevserî şöyle diyor:

Haber-i Âhâd ilim bildirmez diyenler, bir topluluğun görüşüne uyan, (başka âlimlerin görüşüne uymayan) Haber-i Âhâd’ı kastetmişlerdir; yoksa, Ümmet'in kabûl ettiği Haber-i Âhâd’ın doğruluğunun kesinliğine inanılır.

Nitekim Ebû’l-Muzaffer es-Sem'ânî (Ö: 489), El-Kavâtı’da bunu açıkça ifâde etti. Sehâvî Fethu'l-Muğîsde, muhakkıklardan bir topluluktan, Haber-i Vâhidin karîneli olduğunda ilim ifâde edeceğini anlattı. Hattâ,

Bir cemâat,

Buhârî ve Müslim’in ittifak ettikleri Haber-i Vâhidin, tenkid edilenlerin dışındakilerin karînelerle olduklarında ilim ifâde ettiğini söyledi. Ğazâlî onlardandır. (Kevseri’nin sözü bitti)

Ğumârî şöyle diyor:

Her çeşit sahîh olan, (ki kanaatimizce hasen de buna dâhildir) Haber-i Vâhidin kesin ilim bildireceğini söyleyenlerden bazısı şunlardır: (Bir rivâyette) Ahmed b. Hanbel, Dâvud-i Zâhirî, Hâris-i Muhâsibî, Kerâbisî ve İbn-i Hazm. İbn-i Huveyzimendâd,

bunu İmâm Mâlik'ten rivâyet etti ve seçti. İbn-i Sebbâğ, bunu hadîs âlimlerinden bir topluluktan hikâye etti.

İbn-i Hazm (Ö: 456), en-Nübez’de,[31] uzun bir girişten sonra şöyle dedi:

Güvenilir râvînin, kendisi gibi güvenilir bir kimseden, Resûlûllah sallallâhu aleyhi ve sellem’e dayandırarak verdiği haber, bütün râvîleri, adaletlerinde söz birliği edilen, veya bazılarında i’tirâzı geçersiz kimselerce i’tirâz edildiyse veya i’tirâz edilmeyecek bir şeyle kendilerine i’tirâz geldiyse bile, adaleti geçerli olan kimselerse, Allah katında hak olduğu husûsunda kesindir. Kendisiyle hüküm vermenin doğruluğunu gerektiricidir.[32]

İbn-i Hazm, El-İhkâm'da (1/124),

Kesin olarak sübût buldu ki, adil bir kimsenin kendisi gibi âdil birisinden Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e ulaştırdığı haber haktır, kesindir; ilim ve ameli beraberce gerektirir dedikten sonra, bu görüşü, Ahmed b. Hanbel, Dâvud-i-Zâhirî, Hâris-i Muhâsibî ve Hüseyin Kerâbisî’den nakletti.

Abdü'l-Azîz el-Buhârî, Şerh-i Usûl-i Pezdevî'de şöyle dedi:

Hadîs âlimlerinin çoğu, hadîs ve hadîs usûlü ilmi sâhiblerince sahîh olduğuna hükmedilen haberlerin ‘ilm-i yakîn’i mecbûrî olarak gerektireceği görüşündedirler. (Ğumârî’nin sözü bitti)

İbn-i Kudâme el-Makdisî, Haber-i Vâhid'in ilim bildireceğini söyleyenlerin delîllerini sıralarken şöyle diyor:

İşte bu yüzden, Ümmet, sıfat hadîslerini[33] rivâyet etmekte ittifak etmiştir. Halbuki sıfat hadîslerinde amel yoktur. Onlarınfaydası ancak tasdîklerinin vâcib oluşu ve onlardaki (ma’nâ)lara i’tikâd etmektir.[34]

Usûl kitâblarından nakilleri daha da çoğaltmak mümkindir. Lâkin buna lüzûm yoktur. İlim ve insâf ehli olanlar ve samîmî câhiller için bu kadarı yeterlidir. Hem, maksadımız burada, delîlleri her yönüyle münakaşa etmek de değildir.

Allâme Kevserî, dikkatlerimizi mühim bir başka noktaya çekiyor veşöyle diyor:

Sonra, Haber-i Âhâd ile amel etmek (yani onun îcâbını yapmak) ilim ifâde eden kat’î delîlle sâbittir. Nitekim bunu, Ebû’l-Hasenel-Kerhî ve Sem’ânî el-Kavâtıda, Ğazâlî, el-Müstasfâda, Abdü'l-Azîz el-Buhârî Şerh-i Usûl-i Pezdevî’de açıkça ifâde etmişlerdir.[35]

İ'tikâd, Haber-i Âhâd’dan da alınan kalble alâkalı bir ameldir. Nitekim bu, Fahrü'l-İslâm'dan (Pezdevî'den) geçmişti. Bu yüzden, Haber-i Âhâd’dan i'tikâd almayı inkâr etmek, Haber-i Âhâd’la ameletmeyi gerektirecek ilim ifâde eden kesin ilmi inkâr etmek olur.

Vâkıa, bir tâife, Haber-i Âhâd ancak amel ifâde eder, dediler ki,bu, Cumhûr'un görüşüdür. Lâkin kalbin i'tikâdı ameldendir.

Bir tâife, kalbin i’tikâdı, şartsız olarak ilmi ve ameli ifâde eder dediler. İbn-i Hazm gibi.

Bir tâife de, karînelerle beraber olduğunda ilmi ve ameli ifâde eder dediler.

…Bütün âlimler, Haber-i Vâhidin kalb ameli ifâde edeceğinde müttefiktirler, ki, kalb ameli i’tikâddır. Haber-i Vâhid'in amel ifâde etmesi kesindir.[36]

Kevserî, yine diyor ki;

Gerçek şu ki, Haber-i Âhâd sadece amel ifâde eder diyen, (uzuvların) organların ve kalbin amelini içine alan (geniş ma’nâda) ameli kastediyor ki, bu, i’tikâddır. Nitekim,

Pezdevî'nin kendisi, Haber-i Âhâd bahsinin sonunda şöyle diyor;

Âhiret ahkâmı hakkındaki Haber-i Âhâd’a gelince, bunlardan bazıları meşhûr,[37] bazıları da daha aşağı mertebededirler. Lâkin bu, dediğimiz gibi, bir tür ilim bildirir. Onda bir tür amel de vardır ki, bu, kalbi ona bağlamaktır. Zîrâ, kalbi (bir şeye) bağlamak, bilmeye ve ma'rifete üstün tutulmuştur. Halbuki, kalbi (bir şeye) bağlamak, o şeyi bilmenin zarûrâtından değildir.Allah Teâlâ, Onu, çocuklarını tanımakta oldukları gibi tanımaktadırlar, Kendileri onları kesin bilmelerine rağmen,

onları bilerek inkâr ettiler. buyurdu. O sebeble, nasıl bedenle amel etmek sûretiyle imtihan sahîh oluyorsa (kalbi) bağlamakla daibtilâ (sınama deneme) sahîh olur.[38]

Burada akla şöyle bir soru gelebilir:

Haber-i Vâhid amel bildirir sözünü, amel bedenle (organla) ve kalble yapılan amel diye ikiye ayrılır, dolayısıyla amelin içine i’tikâd da girer şeklinde anlarsak, ilim ifâde edenleri ne yapacağız, onlar i'tikâd ifâde etmez mi, şâyet ederse, aralarındaki fark nedir?

Cevâben deriz ki,

Kat'î delîller temel ve tâlî akîdevî noktalarda, amel bildiren delîller de, organla yapılan amelin yanında bir takım tâlî inanç sahalarında ve temel inançları te’yîd ve takviye husûsunda delîl olurlar. Dolayısıyla ortada bir çelişki yoktur.

İkinci Mes'ele

Haber-i Vâhid akîdede (inanılacak husûslarda) delîl olur mu, olmaz mı? Bu mes’ele, üzerinde, âlimlerce ittifak edilen bir mes’ele midir, değil midir? sorularına gelince…

Bunu da birkaç fâide ile îzâh edelim:

Birinci Fâide

İlm-i Kelâm kitâblarında, Haber-i Vâhid akâidde mu'teber delîl olmaz diye bir söz geçer. Bu hüküm, Haber-i Vâhidin ilim mi yoksazann mı, yâhud, ilim mi, amel mi? bildireceğindeki ihtilafta, zann veya amel tarafını seçmeye dayanıyor.

İkinci Fâide

Tabiidir ki, sahîh olan Haber-i Âhâd'ın ilim bildireceğini söyleyenler ile, Ümmet'in (avâmı ve sapık ilim sâhibleri müstesnâ) i’tirâzsız kabûlünü kazanma veya Buhârî ve Müslim tarafından ittifakla rivâyet edilmiş olma, gibi, bir takım karîneler ile ilim ifâde eder diyenlerce, bu söz, çizdikleri dâirede geçerli değildir. Halbuki sünnetsiz bid’atçılar bu sözü,

sanki üzerinde icmâ' edilmiş mutlak bir sözmüş gibi dillerine dolayıp bid’atlerine alet etmektedirler.

Üçüncü Fâide

Bu hüküm tartışmalı bir hüküm olmanın yanında, câhillerce anlaşılmayan, ard niyyetli bilgi sâhiblerince de bilmezden gelinen ve Sünnet sarayının temellerini dinamitlemek isteyenlerinher zamân silah olarak kullandığı bir sözdür..[39]

Dördüncü Fâide

Diğer âlimlerce Haber-i Vâhidden sayılan Meşhûr haber, Hanefî usûlcülerinin çoğuna göre, Haber-i Vâhidden olmayıp, Mütevâtirle Haber-i Vâhid arasındadır. Hanefîlerden Cessâs, Seyyid Şerîf Cürcânî ve başka bir takım kimselere göre ise Mütevâtirin bir çeşididir.

Üçüncü Mes'ele

Bu, Haber-i Âhâd’lar akâid’de delîl olmaz hükmü, şu hükmün sahiblerine göre mutlak mıdır? Yani bütün akîde mes’elelerini içine alır mı?

Bu mes’eleyi de birkaç makamda ele alacağız.

Birinci makam

Bazı Kelâm âlimlerinin ifâdelerinden, mutlaklık anlaşılıyorsa da,muhakkıklara göre bu kesinlikle yanlıştır. Bu hüküm asla mutlak değildir. Bütün akâid mes’elelerine şâmil değildir. Aksini iddia etmek, akla, ilme ve icmâ’a karşı çıkmaktır. Hatta, âhâd haberlerzan bildirir, ilim bildirmez diyen âlimlere göre de bunlar akâid’de delîl olmaz görüşü akâid mes’elelerinin tamamı için geçerli değildir. Bazılarına hasdır. Halbuki, Müslümanları bilerek veya bilmeyerek Sünnet çizgisinden uzaklaştırmak isteyen şu sünnetsizler, âlimlerin bir kısmının bu sözünü sanki bütün âlimlerin sözüymüş gibi anlayıp anlatmanın ötesinde bütün inanç mes’elelerine teşmil etmekle ayrı bir cehalet veya hıyânet sergilemektedirler.

İkinci Makam

Zann ile akîde sâbit olur mu? denilse,

Deriz ki, Olur. Bu, îmânda zannı ve tereddüdü gerektirmez. Kişi, o zannî delîlin haberine kesin inanır, olur biter. Nitekim,

Allâme Kevserî bu noktayı şöyle açıklıyor:[40]

Mükellef olan kişi, inanç mes’elesinde işitmekte olduğu Haber-i Vâhid’e kesin inanırsa, Âhiret'te onu kurtaracak îmânı tamamlamışolur. Çünki ondan istenen kesin inanmaktır. O kesin inanmanın hâsıl oluşunun yolu ne olursa olsun.[41] (Kevserî’nin sözü bitti)

İmâm Kevserî devamla şöyle diyor:

Şâyet, (amel mes’elesi olmayıp îmân mes’elesi olan) ğayb mes’elelerinde Haber-i Vâhid'e i'timâd olmasaydı, Ümmet'in hadîs hafızları, bu husûslarla alâkalı hadîsleri toplayıp kitâblaştırmakla, oynayan kimseler olmuş olurlardı. Ve elbette akâid âlimlerinin, kitâblarındaki ğayb mes’ele-lerinde, bu husûsta ma'sûm (günahsız ve kusursuz) Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’den sahîh hadîs gelmiştir. Bunu açık ma’nâsında anlamaya da (akli) imkânsızlık yoktur derlerken dalga geçen kimseler olurlardı.[42]

İlimle i’tikâd arasında telâzüm-i küllî[43] yoktur. Bazen ilimsizi'tikâd, bazen de i'tikadsız ilim bulunur.[44]

Üçüncü Makam

Bazı akîde mevzû'larının Haber-i Vâhid ile de sâbit olabileceğinibir çok âlim bildirmiştir.

Allâme Ğumârî şöyle diyor:

(Mahmûd Şeltût'un) Haber-i Âhâd hadîslere ğayb mes’elelerinde i'timâd edilmeyeceğinde icmâ' olduğunu iddia etmesi, önceki iddiasından daha açık bir yalan, daha görünür bir bâtıldır. Şâyet, sâdece azâb tehdîdi bahsinde, bu hükmü veren bir bölük fakîhi bir yana koyarsak, dünyada bu görüşte olan hiçbir âlim yoktur. Nerde kaldı icmâ’ olsun. Hattâ ulemâ, ğayb ile alâkalı mes’elelerde i'timâdın, Kitâb'a, sahîh ve hasen Sünnet'e olduğunda karar kıldılar. Nitekim onların bir çok kitâbında da buvardır. Beyhakî'nin el-Esmâ ve's-Sıfâtı, Kâdî İyâd’ın Eş-Şifâsı, Hâfız İbn-i Kesîr'in el Bidâye ve’n-Nihâye'si, Sehâvi’nin el-İ’lân vet-Tevbîhi gibi… (Ğumârî’nin sözü bitti)

İbn-i Hümâm, el-Müsâyeresinde, Kelâm İlmini ta’rîf ederken şöyle diyor:

Kelâm, kişinin inanma vazifesiyle vazifeli olduğu, uhdesinde bulunan, İslâm dinine âid inançları, delîllerden (bazılarında kesin) ilim ve bazılarında (da) zann olarak etraflıca bilmesidir.Allah teâlâ’yı (zâtını) ve zâtı ile alâkalı sıfatları bilmek gibiilmin farz olduğu yerleri, ve nübüvvetin bir takım şartları, yok edilenin tekrar nasıl hayata çevrileceği ve kabirdeki süâl gibi zannın yerinin belirlenmesi dıştandır. (İlm-i Kelâm’ın ta’rîfinden değildir.)[45]

Ubbî, Müslim Şerhi’nin bir çok yerinde şöyle demiştir:

Zât ve sıfatlarla alâkalı olmayan inanç mes’elelerinde Haber-i Vâhid-lere tutunmak doğru olur.[46]

Allâme Teftâzânî şöyle diyor:

Eğer i'tikâdlar bahsinde zann bildiren delîllere i'tibâr edilmez sözü ile, ondan kesin i'tikad hâsıl olmaz, kat'î hüküm (çıkarmak)doğru olmaz, denilmek istendi ise, bunda tartışma yoktur.[47] Eğer bu hükme dâir bir zann hâsıl olmaz denilmek istendiyse, bu, asılsızlığı açık bir iddiadır.[48]

Şerh-i Akâid’e, en-Nibrâs isimli nefîs bir şerh yazan Allâme Hâfız Muhammed Abdü'l-Azîz b. Ahmed Ferîhârî el-Mültâni, Teftâzânî'nin akâidin bilinmesi, (akâid) delîllerinin bilinmesinden sâdır olur/doğar sözünü şerh ederken şöyle diyor: Akâid'de, zanna uymak kınanan bir şey olduğundan, Cumhûr (âlimlerin çoğu) bu (inançlara dâir) delîlleri, kat’î delîller olmakla kayıtlandırmıştır. Lâkin, Cumhûr'un bu kabûlünde iki noktada iyi düşünmek lâzımdır:

Birincisi:

Bazen zann bildiren delîller bir araya toplanır ve hads/sür’atle intikal vasıtası ile kesinlik ifâde edebilirler. Böylece, bu maksatla zann bildiren delîllerin getirilmesi zanna uymak babından olmaz.

İkincisi: Akâid/inançlar iki kısımdır. Bir kısmı, mutlaka yakînin/kesinliğin elde edilmesi gereken kısımdır. Allah celle

celâlühû’nun varlığı ve birliği gibi. Diğer kısmı da zannîdir. Onda kesin bilginin elde edilmesi imkânsızdır. Peyğamberlerin meleklere üstünlüğü gibi. Bu husûsta zann(bildiren delîl)’e uymakta bir beis yoktur. Çünki İslâm âlimleri bu kısım delîlleri akâid kitâblarına almakda icmâ’ etmişlerdir. Bu yüzden, bazı kelâmcıların, zannî delîlleri i’tibardan düşürmeleri doğru değildir.[49]

En-Nibrâs sahibi, Teftâzânî'nin, i'tikâdiyyât bâbında zanna i'tibâr edilmez sözünü açıklarken de şöyle diyor:

Bizce, i'tibâr edilmez ifâdesini sınırlamasız söylemek, söz kaldırır. Zîrâ İslâm âlimleri, zannî delîlleri akâidlerinde zikrettiler. Selef, amelle alâkalı olmamasına rağmen, ferd(ğarib haber)leri, mi’râc, kabir, cennet ve cehennem halleri mevzû'unda nakledegeldi. Eğer (selef) bunlara i’tikâd etmeseydi, bunları rivâyet etmek abes, ve olup olmamaları bir olurdu. Bu ise bâtıldır. Aksine hak olan, kınanan (zanna tabi olma), fâsid zann ve yakîn ile mükellef kılınmış olmaya rağmen istidlâl ile yakîninmümkin olabileceği yerdeki zanndır. Allah celle celâlühû’nun varlığı ve birliği, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in doğruluğugibi. Zannî delîlin hükmündeki zann ise kınanan bir şey değildir.[50]

Bu bizim dediğimizi Ebû’l-Berekât en-Nesefî’nin (aşağıda getireceği) süâli ve ona verdiği cevâbı te’yîd etmektedir.

Süâl şu:

Haber-i Vâhid yakîn/kesinlik ifâde etmez.[51] Takrîri şudur: Âhiret hükümleri ile ilgili ferd/ğarîb hadîslerde sadece ilim vardır (amel yoktur). Nasıl olacak?[52]

Sonra, buna şöyle bir cevâb verdi: Kalbi, o ğarîb (râvîleri tek kalmış) hadîslere bağlamak bir tür ameldir. Zîrâ akd (kalbi bir şeye bağlamak) ilimden ayrı bir şeydir. Birinci olarak, mukallid ilimsiz inanır. Çünki ilim ya zarûrî (kazanılmadan elde edilen) veya istidlâlîdir (nazarîdir, kazanılarak sâhib olunandır). Mukallidde bu ikisi de yoktur. İkinci olarak, inadçı kâfirlerde ilim var ama, inanç yoktur.[53]

Şârih yine, Teftâzânî'nin Bu mes’ele, Resûllerin meleklere üstünlüğü, zannî mes’ele olduğundan ve onda zannî delîllerle yetinebileceğinde hiçbir gizlilik kapalılık yoktur sözünü îzâh ederken hülâsa olarak şöyle diyor: Allah teâlâ şübhesiz ki zann, haktan hiçbir şey kazandırmaz buyuruyor. Kelâmcılar bu âyetle, akâidde zannın mahzûrlu olduğu'na delîl getirmişlerdir. Derim ki,ayıblanan ve mahzûrlu olan, yakîn istenen yerde yakîn ifâde eden doğru nazarı elde etmekden üşenip geri durarak zann ile yetinmektir. Ancak, bir hükme dâir zannî bir delîl bulunursa, zanna göre ona i’tikâd etmekte bir mahzûr yoktur. Aksine, delîle zıt olduğundan onun inkârı mahzûrlu olur.[54]

Allâme Leknevî (Ö: 1304),

Cürcanî’nin, zayıf hadîslerin vaazlarda ve kıssalarda zayıf olduklarını açıklamadan rivâyet edilebilecekleri ama Allah’ın sıfatlarında bunun câiz olmadığı(na) dâir olan sözünü açıklarken şöyle diyor: Eğer Allah’ın sıfatlarından bir sıfata delalet eden,zayıf bir hadîs bulunsa ve bu (sıfat) mu’teber (başka) bir delîl ile sabit değilse o zayıf hadîs mu’teber olmaz.[55] Zîrâ Allah’ınsıfatları ve isimlerinde i’timâd edilir delîl olmadıkça, cüretkardavranılmaz. Çünki, bunlar amel değil de, akâid babındadırlar. Bunlara bütün dînî akâid katılır.

Bu yüzden, akâid ancak, Sahîh ve Hasen li-zâtihî veya hasen li-ğayrihî hadîslerle sâbit olur. Nasıl olur da zayıf hadîsler akâidde delîl olur? Âlimler sahîh bile olsa Haber-i Âhâd’ların akâidde yetmeyeceğini açık açık söylediler. Yeterli olmayacaklarıile anlatılmak istenen, kat’ıyyet bildirmeyecekleri ve bu yüzden insanların kesin inanmakla mükellef oldukları inançlar husûsunda hiç bir şekilde geçerli olmayacaklarıdır. Yoksa, asrımızın adamlarının vehmettikleri gibi zann da bildirmeyecekleri ve akâidde hiçbir şekilde onlara kesinlikle i'tibâr edilmeyeceği değil.. Baksana,

Kurtubî,

Nebî aleyhisselâm’ın Mi’râc’ta Rabbini görmesi mes’elesinde mes’ele, amelle alâkalı mes’ele değildir ki onda zannî delîller ile yetinilsin. Bu mes’ele ancak i’tikâdî mes’elelerdendir. Bu yüzden onda ancak kat’î delîl yeterli olabilir derken,

Sübkî, Kurtubî'ye, es-Seyfü'l-Meslûl isimli eserinde cevâb verdi ve şöyle dedi:

Bunda, kesin ve Mütevâtir olma şartı yoktur. Aksine hadîs, zâhiren bile olsa, sahîh ve Haber-i Âhâd rivâyetlerden olunca bu husûsta ona i’timâd etmek câiz olur. Zîrâ bu, kesinlik şartı koşulan i’tikâdlardan değildir…. (Sübkî'nin sözü son buldu)[56]

Dördüncü Makam

Selef'ten ve Halef'ten birçok Hadîs, Hasâis[57], Târih ve Akâid âlimi, imânî mevzû'lar olan Kıyâmet Alametleri, Fiten ve Melâhim,Kıyâmet'in kopuşu halleri, Kabir halleri, Kıyâmet günü halleri, Cennet, Cehennem, Rü’yetü’llah, Mîzân, Havz, Haşr, Neşr, Hesâb, Azâb ve benzeri husûslarda yazdıkları nice başlı başına kitâblarda birçok Haber-i Âhâd’ı rivâyet ettiler.

İbn-i Mende’nin el-Îmân’ı, Lâlikâî’nin es-Sünne’si İbnü Ebî Âsım’ın es-Sünne’si, Beyhakî’nin el-Ba’s ve’n-Nuşûr’u, El-İ’tikâd’ı ve el-Esmâ ve’s-Sıfât’ı, İbn-i Hüzeyme’nin et-Tevhid’i,[58] Kurtûbî’nin et-Tezkire’si, İbn-i Receb’in Ehvâl-i Kubûr’u, İbn-i Kesîr’in Sıfetü'l-Cenne’si, en-Nihâye fi’l-Fiten ve’l-Melâhim’i, İbn-i Kayyim’in er-Rûh’u, Hâdi’l-Ervâh’ı ve Kasîde-i Nûniyye’si, İbnü Ebî’l-İzz’in Şerh-i Akîde-i Tahâviyye’si, Süyûtî’nin el-Budûrü’s-Sâfîre’si, Şerh-u’s-Sudûr’u ve Cem’uş-Şetît’i, Berzencî’nin el-İşâ’e’si, Kannûcî’nin[59] el-İzâ’e’si, Keşmîrî’nin et-Tasrîh’i, baştan sona, Kütüb-i Sitte, diğer Sahîhler, Sünenler, Mu’cemler, Müsnedler ve diğerleri, Kıyâmet alâmetleri, Kabir ve Âhiret halleri mevzû'larında binlerce hatta on binlerce Sahîh ve Hasen Haber-i Âhâd’ları bulundurmaktadır. Burivâyetlerin -bilinen ma’nâda- amelle de alâkası yoktur. Bunun yanında bir de akîde ile alâkaları yoksa, bunlar boşuna ve eğlence olsun diye mi rivâyet edildiler ve kitâblaştırıldılar? Hâşâ… Binlerce hâşâ…

Netîce

Kısacası, Haber-i Vâhid akâid'in bazı kısımlarında İslâm âlimlerin söz birliği ile kesin olarak delîldir. Bu, çok küçük bir şâz gürûh dışında İslâm âlimlerinin tamamının görüşüdür. Haber-i Vâhid akâidde delîl olmaz sözünün sahibleri, bunu sınırlı

akîde/îmân noktaları için söylemişlerdir. Allah celle celâlühû'nun zâtı ve sıfatları için hüküm isbât etmekte Haber-i Vâhid delîl olmazsa da, kat’î delîllerle sâbit olan hükümleri te’yîd, takviye ve tefsîr olarak ve temel îmân esaslarının isbâtıdışındaki akîde mes’elelerinde âlimlerin icmâ'ı ile delîldir. Hanefî olmanın yanında aynı zamanda bir Mu’tezile âlimi olan Zemahşerî’nin Keşşâf’ına varıncaya kadar, Ümmet’in tefsîr, hadîs,fıkıh ve akâid kitâblarının bu husûslardaki Haber-i Vâhid nev’inden olan hadîslerle dolu olması söylediğimizin en kestirme,kat’î ve açık delîlidir.

Haber-i Vâhid akâidde delîl olmaz sözünü günümüzde diline dolayanların hemen hemen hepsi, aslında on binlerce hadîsi çürütmek, onların yer aldığı rivâyet kaynaklarına olan i’timâdı sarsmak, tefsîr ve akâid kitâblarına olan güveni yok etmek, kendibid’atlarının önünü iyice açmak ve Ümmet'in sahîh îmânını sarsmaktan başka bir niyet ve amele sâhib değillerdir. Buhârî, Müslim ve diğer hadîs mecmualarında -hâşâ- aslı olmayan ve işe yaramayan hatta aykırı ve zararlı rivâyetler varsa, onlar Ümmet'iyanlış bir inanışa sahib kılıyorsa, Mü’minler şu eserlerin nesinegüvenecek? Tefsîrlerde ve akâidlerde Mü’minlere yanlış îmân kazandıran binlerce hatta on binlerce Haber-i Vâhid varsa, onlarakim nasıl güvenecek?

Hülâgü’nün ve asrımızın Hülâgü’lerinin yaka yaka yok edemedikleriİslâmî eserleri, onların yolundakiler ve vazifelerini üstlenenler, âlim kılığına bürünerek veya büründürülerek usta birşekilde, Mü’minler’in gözünde, gönlünde ve dünyasında yok etmeninyolunu gördünüz mü nasıl da buldular?!.. Bütün benliğinizle inanabilirsiniz ki bunlar, Hülâgü’nün ve sâir Hülâgü’lerin beceremediğini ve yapamadığını yaptılar ve yapmaya da devam etmektedirler.

Sapmışlar gürûhu Efğânî,[60] Abduh, Reşîd Rızâ, Merâğî ve çömezlerinden Mahmûd Şeltût, bir de onların izinden giden, Haber-i Vâhid akîdede delîl olmaz, dolayısı ile, Îsâ aleyhisselâm’ın Âhir Zamân’da ineceğine, sihrin hakîkat’înin sabit olduğuna, yıldızların şeytanları kovaladığına, Recm cezâsına, Mürted’in öldürülmesine, Nüzûl-i ‘Îsâ aleyyhisselâm’a ve benzeri -sahîh hadîslerin bildirdiği ve Ehl-i Sünnet'in kabûl ettiği-

mes’elelere dâir olan haberler yanlış ve asılsızdırlar, diyenler bir tarafta… Allah celle celâlühû, Rasülü sallallahü aleyhi ve sellem, Ashâb radıyallahü anhüm, günümüze kadar gelen İslâm âlimleri ve Mü’minler diğer tarafta…

Ehl-i Sünnet âlimleri ittifakla, sihrin hakîkat’î vardır, sihir sâbittir, mevcûddur, derlerken âyetleri ve hadîsleri akıllarının kurbanı eden sapık Mu'tezile, yoktur diyor. Bu husûstaki âyetleriEhl-i Sünnet âlimleri anlayamıyor ama Mu’tezile anlıyor(!). Günümüzün turfanda müctehid ve müceddidleri(!) ise Mu’tezileyi haklı, Ehl-i Sünnet'i haksız buluyor ve bu vatandaşlar, çok değerli, hocalar hocası ve eşi bulunmaz Hind kumaşı kimseler oluyorlar. Âdeta totemleştirilen bu kimselere hakîkatten yana olarak birazcık karşı çıkmak ve dik durmak, utana utana, sıkıla sıkıla Ehl-i Sünnet'ten yana olmak zilleti bile çok görülecek, ayıb ve bağnazca bir tavır olacak ve affedilmez bir taassub şeklinde kabûl edilecek!.... Serçeler aslanlara kükreyecek, karıncalar fillere harb i’lân edecek, yel değirmenine mukavva kılıç ve miğferiyle saldıran Donkişot’u gölgede bırakacak maskaralıkla, Kevserî de kim oluyor? denilecek ve kimse kalkıp da, dünyanın tanıdığı bir dev’i senin gibi bir cüce tanımazsa ne olur, seni kim tanıyor, adam olabilmek için illa da müsteşrik, yâhud onun çömezi ve uşağı, veya kendini küfür otoritelerine satmış birileri mi olmak gerekir? diyemeyecek!...

Siz, kulağının üzerine yatıp uyuyan, ara sıra da gözlerini mahmûrbir şekilde açtığında esneyip ensesini kaşıyan, Ehl-i Sünnet'e bağlı olmayı kimselere bırakmayan, nâzik, kibar ve çelebi Mü’minler ve âlimler topluluğu!.. Uyumaya ve kaşınmaya devam edin. Ay bacayı aştıktan, Basrâ harâb olduktan ve iş işten geçtikten sonra… Erişilmez akıl, ilim ve firâsetleriyle(!) zamânlarında, İttihâd ve Terakkî'yi haklı bulup sonuna kadar destekleyen ve ona yardım eden, dolayısıyla cinâyetlerine ortak olan ve nihâyet her şey tükendikten, saray vîrâne olup üzerinde baykuşlar tüneyip ötmeye başladıktan sonra da, artık tevbe eden âlimler(!) gibi tevbe etseniz, Ümmet'in felâketi noktasında bu tevbeniz neye yarar?!…

[1] M.Hayri Kırbaşoğlu, Alternatif Hadîs Metodolojisi:56

[2] İmâm Leknevî, Zaferu’l-Emânî: 30

[3] Nühbetü’l-Fiker, (İm’ânü’n-Nazar şerhiyle): 15-16

[4] Fîl:1

[5] Fecr:5

[6] En’âm:6

[7] [Fethu’l-Mülhim (5/1)], Müftî Muhammed Refî,’ Mekânetü’l-İcmâ’ ve Hücciyyetühû: 23-24, Mektebetü Dâr’l-Ulûm, 1. bsk. 2001,Karaçi-Pâkistân

[8] Şeyh Tâhir el-Cezaîrî ed-Dimeşkî, Tevcîhu’n-Nazar: 1/133-135

[9] Seyyîd Şerîf Cürcânî, Ta’rîfât: 56.

[10] İm’ânü’n-Nazar: 25.

[11] Şerhu’l-Muğnî: 325-326.

[12] Aynı yer.

[13] El-Cezâirî, Tevcîhu’n-Nazar: 1/114

[14] Sindî, İm’ânü’n-Nazar: 31, Leknevî, Zaferu’l-Emânî: 32-33.

[15] Seyyîd Şerîf Cürcânî, Ta’rîfât: 93

[16] Geniş bilgi için bknz. İbn-i Hacer ve Sindî, İm’ânü’n-Nazar:22-23

[17] Seyyîd Şerîf Cürcânî, Ta’rîfât: 85

[18] Kıyâs’ın bir kısmında icmâ vardır. Zâhirîlerin bu husustaki zıd görüşleri kıyâsın bazısındadır. (Kâsimî, Fıkhu’l-Müşkilât: 88, İdâretü’l-Kurân, Karaçi-Pâkistân, 1. bsk. 1421 h.)

[19] İbn-i Teymiyye’ye göre, bu zayıf, hasenin bir kısmıdır. Zîrâ, O’na göre, hasen sonraki âlimlerin ıstılâhıdır. Önceki âlimlerin katında Hadîsler sahîh ve zayîf diye ikiye ayrılır. Sonrakilerin hasen dediklerini öncekiler zayıf kabûl ederlerdi. O, bu hasen olan zayıf hadîsin, zayıf hadîslerin kabûl edilebilirkısmı olduğunu iddia etmiştir. Merhûm Ebû Ğudde önceleri bu

görüşü kabûl etmiş ve kitâblarına almıştır. (El- Ecvibetü’l-Fâzıla: 47,48,49)

Lâkin, daha sonra, bunun yanlış olduğunu, talebesi Muhammed Avvâme, nefîs bir ilmî tahkîkle ortaya koyup hocasına arzetmiş, Oda ilmî kemâlin bahşettiği tevâzuyla, inâd etmeyip yanlışını kabûl ve i’tiraf edebilmiş ve ondan dönme fazîletini gösterebilmiş ve de kitâbının sonraki baskılarında i’lân edebilmiştir. (Tânevî, Kavâid Fî Ulûmi’l-Hadîs ve Hâşiyesi:1/59-66)

[20] Zehebî, Menâkıbu Ebî Hanîfe: 21.

[21] Mektûbât:1/144, Fazîlet Neşriyât-İstanbul

[22] Haberin dışında bulunup da onu kuvvetlendirecek olan alâmet ve işâretler ile. Buhârî ve Müslim tarafından rivâyet edilmiş olmak gibi.

[23] Bu görüş Hanefîlerin taksimine göre değildir.

[24] İbnu Hacer el-Askalânî, Nüzhe Şerhu'n-Nühbe: 217. (Aliyyü’l-Kârî şerhi ile birlikte.)

[25] Zürkânî; Şerh-i Beykûniyye (Kenarı: Haşiye-i Echûrî): 18 ve el-Ğumârî'nin Akîdetü ehli'l-İslâm (52-53) isimli eserlerinden seçerek.

[26] Hâşiyetü'l-Bennânî: 2/88-89 veya, 2/130 (başka bir baskı).

[27] İmâmu’l-Harameyn, Ğazâlî, Âmidî, Râzî ve İbn-i Hâcib, bir rivâyette Ahmed ve diğerleri.

[28] [Teysîrü't-Tahrîr: 3/76.] Metinde yer alan parantezlerdeki ayrıca yazılı Ş harfleri, o parantezlerdeki sözlerin, Tahrîr'in Şerhi demek olduğunu gösterir.

[29] Ğumârî, Akîdetü Ehli'l-İslâm: 50 / 51 Ğumârî, buradaki son iki cümlesiyle söz isrâfında bulunuyorsa da bizce burada mühim olan, O'nun mes’elemizle alâkalı nakilleridir; şu değerlendirmesideğil.

[30] İhkâmu'l-Fusûl: 2/4/8.

[31] Sahife: 21

[32] Sh:23

[33] Mevlâ’nın sıfatlarıyla alâkalı olup açık ma’nâsı cisimi andıran haberleri.

[34] Ravzatü'n-Nâzır: 1/263.

[35] İmâm Buhârî, Sahîh'inin el-İ'tisâm bahsinde, bir takım Haber-i Âhâdı, Haber-i Âhâd’ın huccet olduğuna delîl getirmiş. Allâme Sindî de, Buhârî hâşiyesinde, Haber-i Âhâd’ın hüccet oluşuna Haber-i Âhâd’ı delîl olarak ileri sürmek devir (bir şeyi ikinci bir şeye dayandırıp bağladıktan sonra, o ikinci şeyi de kendisine dayandırılan birinci şeye dayandırmak) olmaz mı? işkâline (altından kalkılması zor olan soruya), şöyle cevâb verdi: Buhârî her mevzû'da bir iki hadîs getirirken burada çok rivâyet getirdi, bunların tamâmı ortak olarak ma’nevî tevâtür bildirir, dolayısıyla devir olmaz.

Oysa Sindî, Buhârî, bunları mevzû'nun başında getirdiği sübûtu kat'î delîller olan mücmel âyetlere tefsîr sadedinde getirdi, (ileride de geleceği üzere) bunda mahzûr yoktur deseydi, -Allahu a'lem- daha güzel olurdu.

[Nitekim bunu, Allâme Muhammed el-Bahît başka bir münâsebetle Nüzûl-i 'Îsâ fetvâsında, Fevâtihu'r-Rehamût(2/51-53)'tan nakletti: (Ğumârî, Akîdetü Ehli İslâm Zeyli:111-127)]

Zîrâ getirilen şu sayıdaki rivâyetlerin Ma'nevî Mütevâtir olması,Tahâvî, İbn-i Hazm ve diğer bazı âlimlerce mümkin ise de, Cumhûrumeydâna getiren diğer âlimler ve muhakkıklarca çok söz kaldırır.

[36] İmâm Kevserî, Nazratün Âbirah: 112.

[37] Buradan, hadîslerin taksîminde ve Meşhûr ta’rîfinde, Pezdevî’nin, Hanefîlerin ekserîsinin değil de Cumhûrun görüşünde olduğu anlaşılmaktadır.

[38] İmâm Kevserî, Nazratün Âbirah: 108.

[39] Üçüncü Mes’ele bu İkinci Mes’elenin tamamlayıcısı olmakla, âlimlerin bu husustaki sözleri ve delîlleri orada zikredilecek.

[40] Nazratün Âbirah: 112

[41] Yani, o kesin inanış, ister kat’î delîle, isterse zann bildiren delîle dayansın

[42] İmâm Kevserî, Nazratün Âbirah: 114.

[43] Her yönüyle birbirinin lâzımı olma, yani ilim (kesin bilgi) varsa i'tikâd var, i'tikâd varsa ilim var, diye bir şey.

[44] İmâm Kevserî, Nazratün Âbirah

[45] İbn-i Hümâm el-Müsâyere, (İbn-i Ebî Şerîf Şerhi ve Kâsım ibn-i Kutlu Buğâ hâşiyesi ile):11-12.

[46] Şerh-i Ubbî: 1/103 ve 6/188’den naklen Ğumârî Akîdetü-Ehl-i İslâm hâmişi: 53

[47] Gerçi bu hususta da ulemânın bir çoğunun tartışması vardır. Ancak maksadımız Allâmenin sözünün burası üzerinde durmak ve münâkaşasını yapmak değil, zannı nasıl anladığını göstermektir.

[48] [Teftâzânî, Şerh-i Makâsıd (5/63)] Leknevî, Zaferü'l-Emânî: 203

[49] En-Nibrâs: 24.

[50] Hatta, ictihâd gibi emredilen bir şeydir.

[51] O, bir Hanefî olduğundan, Ona göre, meşhûr bunun dışındadır.

[52] Bunlar yakîn bildirmediği için inanç ifâde etmiyorlarsa, zâten amel de bildirmiyorlar. Şu halde ne işe yararlar?

[53] En-Nibrâs: 449, 450.

[54] En-Nibrâs :598.

[55] Ama bu sıfat kat’î delîllerle sübût bulduktan sonra, o zayıfhadîs, bu sabit olanı te’yîd ve takviye veya îzâh için mu'teber olur.

Ahkâm mevzû'undaki zayıf hadîsler de daha evlâ yolla böyledir. Onların delîl olamayacakları mustakil olaraktır. Yoksa, kuvvetlendirici olarak değil. Bu hususta, Hâfız Muhaddis Abdullahb. Sıddîk el-Ğumârî'nin ve kardeşinin nefis tahkîkleri vardır.

Abdullah b. Sıddık el-Ğumârî şöyle diyor:

Âlimlerin, zayıf hadîsler ile ahkâmda amel edilmez şeklindeki sözlerinin yeri, bir hükmü isbât etmekte sadece zayıf hadîs bulunduğu, onu te’yîd eden başka bir delîl bulunmadığı mahaldir. Ancak, onun ma’nâsını başka delîl te’yîd ederse, tartışmasız olarak onun ile amel edilir. O zamân, senedi zayıf da olsa ma’nâsı sahîh bir hadîs olur. (El-İstiksâ: 35)

Hatta, İbn-i Hümâm gibi birçok muhaddis ve fakîh’e göre, zayıf hadîsle müstehablık sâbit olur. (Fethu’l-Kadîr: 1/467)

[56] Leknevî, Zaferu’l-Emânî:200-204

[57] Bir kişide bulunup ta başkasında bulunmayan husûsiyetler.

[58] Maksadım, içindeki kendi görüşleri ve uyduruk rivâyetler değildir.

[59] Ebû Ğudde merhumun zabtıyla Kınnevcî

[60] Boğazından veya bağırsağından medya mıntıkasına bağlanan ve öttürülen bir medya kekliği şu Efğânî aleyhinde olanlar için, onun taharet bezi bile olmazlar gibi laflar etmiş. Efğânî aleyhinde olmayı bir İslâmi hamiyyet ve îmânî ğayret olarak görenbizler, Onun ve yandaşlarının karşı ve düşman oldukları selefimizin, mezheb imâmlarımızın ve onların yolunda gidenlerin taharetten önce bıratıkları ve taharetle yıkayıp attıları şeyler bile olmayacaklarını söylersek, bilmem ki ne derler?!...

Bazı Hadis Kavramları ve Hadislere YaklaşımdaGüncel Problemler

Talha Hakan Alp. 

Bazı Hadis Kavramları ve Hadislere Yaklaşımda Güncel Problemler

(Mütevâtir, Âhâd, Sahîh, Hasen ve Zayıf Hadisler)

       İslamî ilimlerin oluşum ve gelişimi gözden geçirildiğinde,Hz. Peygamber Efendimiz’in sünnetiyle ilgili çalışmaların başlıcaiki alanda temerküz ettiğini söylemek mümkündür. Bunlar sünneti tespit ve muhafaza çalışmaları ile mevcut sünnet birikimini anlama, yorumlama ve hayatın muhtelif alanlarına tatbik çalışmalarıdır.

Sünneti tespit ve muhafaza çalışmaları, muhaddislerin öncülüğündeİslam’ın ilk yıllarından itibaren yürütülmüş, kendi içinde sistemli biçimde muhtelif dallara ayrılarak geniş bir alana yayılmıştır. Sünnetin tespiti açısından bakıldığında, bu alanda

yapılan çalışmalar her ne kadar ilk yüzyıllarda tamamlanmış olsa bile, sonraki yüzyıllarda doğan ihtiyaçlara paralel olarak, özel alanlara (tahricü’l-hadis alanı gibi) kaymak suretiyle olsa da, günümüze kadar varlığını korumuştur.

İkinci alanda icra edilen çalışmalar, kendi içinde tutarlı ve sağlam bir anlam projesi üzerinden Tefsir, Fıkıh, Kelam ve Tasavvuf gibi hemen bütün İslamî ilimleri kapsamaktadır. Mevcut hadis birikimi, ayetleri tefsir eden müfessir için ne ifade ediyorsa, bir fakîh, bir mütekellim ve bir sûfî için de aynı değeri ifade etmiş, anılan ilimlerin sistem ve teferruatının oluşumunda hadisler daima etkin bir mevkie sahip olmuştur.

Hadisleri tespit ve muhafaza çalışmaları ilk yıllarda yoğun olarak hadisleri zapt (zapt-ı sadr ve zapt-ı kitap) faaliyeti olarak tezahür etse de, sonraki dönemlerde hadislerin belli kıstaslara göre tasnifi de ilgili çalışmalar içinde önemli bir yer işgal etmiştir. Özellikle hicrî üçüncü (ve kısmen dördüncü) yüzyılda bu nevi tasnif çalışmalarında bir artış görülmüştür.

Bu dönemde hadisler, sübût mertebesine göre Sahih, Hasen ve Zayıfolmak üzere başlıca üç kısma ayrılmıştır. Nitekim dönemin bazı hadis imamları sadece sahih hadislerden oluşan kitaplar telif etmişlerdir. Sahih-i Buharî ve Sahih-i Müslim bunlar arasından ilk akla gelen örneklerdir. Yine bu dönemde sahih, hasen ve zayıfhadislerin hepsini içeren ve daha çok fıkhın temelini oluşturan hadisleri toplama gayesiyle kaleme alınan “Sünen” tarzı kitaplar telif edilmiştir. Tirmizî, Ebû Dâvûd ve Nesâî’nin sünenleri bunların ilk akla gelen örnekleri sayılabilir.

Aynı dönemde özellikle usul ve kelam tartışmaları bağlamında hadislerin Mütevatir ve Âhâd olmak üzere ikili bir taksime tabi tutulduğuna şahit olunmaktadır.

Bu yazıda hadis tarihinde geliştirilen bu tasniflerden, belirtilen bu iki tasnif ele alınacaktır. Bu meyanda önce Mütevatir ve Âhâd, sonra Sahih, Hasen ve Zayıf hadisler ana hatlarıyla ele alınacaktır. Yine bu yazıda söz konusu hadislerin gerek tariflerine gerekse hükümlerine ağırlıklı olarak muhaddislerin perspektifi esas alınarak temas edilecektir.[1]

Hadislerin Mütevatir ve Âhâd diye ikiye taksimi temelde rivayetlerin tarik/varyant adedi ile alakalıdır. Sahih, Hasen ve Zayıf diye üçe taksimi ise hadislerin metin ve senet durumuna bağlı olarak güvenilirliğiyle alakalı bir taksimdir. Bu bakımdan söz konusu iki taksim aslında birbirinden ayrı ve bağımsız taksimlerdir. Bu taksimlerde zikredilen kısımlar da aynı maksime/küllîye ait kısımlar değildir.

Ancak konuya başka açıdan bakarak bu taksimleri birbirlerine eklemek de mümkündür. Şöyle ki, önce hadisleri tarîk adedine göreMütevatir ve Âhâd diye ikiye taksim edip daha sonra Âhâd hadisleri de metin ve sened durumuna bakarak Sahih, Hasen ve Zayıf diye üçe taksim etmek mümkündür. Bu son taksim şeklini esasalarak konuya ilgili hadis kavramlarının tarifleriyle girelim.

Mütevatir Hadis: Sözlükte bu kelime, peş peşe gelmek, ard arda olmak anlamına gelen “tevatür” kelimesinden türemiş bir sıfat ismidir. Kelime “arka arkaya gelen” anlamında kullanılır.[2] Araplar yağmur sağanağını ifade için “tevâtera’l-mataru” ifadesini kullanırlar.

Bir terim olarak mütevâtir kelimesi, örfen, yalan üzerinde söz birliği etmiş olmalarına ihtimal verilemeyecek sayı ve keyfiyeti haiz kimselerin/topluluğun rivayet ettiği haber manasındadır. Biraz daha tafsilata inecek olursak şöyle diyebiliriz. Mütevâtir haber, kaynağından itibaren her tabakasında kalabalık gruplar tarafından rivayet edilen ve rivayet edenlerin söz konusu haberi uydurduklarına âdeten/normal şartlarda imkan verilemeyen haberlerdir. Burada şunu da ifade edelim ki, bir haberin mütevatir olabilmesi onun muhtevasıyla da alakalı bir husustur. Haberin muhtevası hissî/duyusal olmalı, bir iş ya da oluş bildirmelidir.[3] Bu bakımdan Allah’ın varlığı, birliği, kemal sıfatları, âlemin sonradanlığı gibi insan his ve müşahedelerinin ötesinde olan aklî önermelerde tevatürden bahsedilemez. Nitekim Kelam kitaplarımızın bu konulara hasredilen ilk bahislerinde hadislerle ihticac edilemeyip yoğun aklî istidlallere yer verilmesi de bununla alakalıdır.

Usulcüler bir haberin mütevatir olabilmesi için genelde dört şartararlar:[4]

·      Haberi nakleden râviler çok olacak

·      Bu çokluk senedin bütün tabakalarında bulunacak

·      Genel tecrübe (âdet) bu çokluktaki râvîlerin ilgili haberiuydurmuş olabileceklerine ihtimal veremeyecek

·      Her bir râvî haberi kaynağından bizzat kendisi duymuş olacak

Mütevâtir Hadisin Kısımları: Mütevatir hadisin lafzî ve manevî olmak üzere iki kısımda mütalaa edildiği bilinen bir husustur. Şöyle ki, bir hadisin lafzı üzerinde tevatür oluşursa buna “Mütevatir-i Lafzî” denir. Muhaddisler, Hz. Peygamber Efendimiz’den –aynı lafızla[5]- yetmiş küsur sahabî aracılığıyla nakledilen “Her kim kasıtlı olarak benim söylemediğim sözü bana isnat ederse cehennemde oturacağı yeri hazırlasın.” hadisini bu kısma dâhil görür[6].

Bazen hadisin lafzı âhâd olmakla beraber manası mütevatir olabilir. Yani bir konu hakkında muhtelif münasebetlerle birçok sahabî tarafından çeşitli hadisler rivayet edilir.

Bazen lafız itibarıyla birbirlerinden farklı olan bu rivayetlerinortak bir noktası bulunur. Mesela Allah Resulü’nün dua sırasında ellerini kaldırdığına dair bu yönde mütevatir haberler bulunmaktadır. Her biri farklı hadiseleri anlatsa da, sonuçta Allah Resulü’nün dua sırasında ellerini kaldırdığını haber veren yaklaşık yüz civarında hadis bulunmaktadır.[7] İşte her ne kadar lafızları farklı olsa da ortak noktaya temas itibarıyla bu rivayetler tevatür derecesine varabilir. Bu nevi rivayetlere “Mütavatir-i Manevî” denir. Büyük muhaddis İbn-i Hacer, şefaat, havz-ı kevser ve ru’yetüllah gibi konularda farklı bağlamlarda vemuhtelif lafızlarla nakledilen hadislerin tevatür derecesine vardığını ifade etmektedir[8]. Ne var ki, lafızlarında ittifak olmadığı için bu tür mütevatir hadislerin sadece mana itibarıyla mütevatir olduğu bildirilmiştir.

Son dönem muhaddis ve fakihlerinden Enver Şâh el-Keşmîrî’nin bu konuyla ilgili taksimi hem daha geniş hem daha derinliklidir. el-Keşmîrî mütevatir haberleri anlatırken önce “Mütevatiru’l-İsnad”dan bahseder. Bu, muhaddislerin senedlerini sayarak tespit

ettiği mütevatir haberlerdir. Yukarıda Allah Resulü’ne asılsız söz isnad etmeyle ilgili hadis buna misal olabilir. Daha sonra “Mütevatiru’t-Tabaka”dan bahseder. Kuran-ı Kerim’in rivayeti bu yolla tevatür etmiştir. Yani ümmet-i Muhammed Kuran-ı Kerim’i, Allah Resulü’nden itibaren sayı ve senede gelmeyecek kalabalıkta tabakadan tabakaya/kuşaktan kuşağa nakledegelmiştir. El-Keşmîrî bu ikisinin yanında bir de “Mütevatirü’l-Amel ve‘t-Tevarus”tan söz eder. Namaz, oruç gibi başlıca ibadetler ve bunların başlıca rukünleri yine Allah Resulü’nden itibaren kalabalık kitleler tarafından amel/uygulama olarak tevarüs edilmiştir.[9] El-Keşmîrî’nin talebeleri ve eserlerinden faydalanan birçok Hind muhaddisi bu üç kısmın yanında –yine el-Keşmîrî’nin beyanlarına dayanarak- bir de “Mütevatir-i Kadr-i Müşterek” kısmını zikrederler[10]. Bu kısım yukarıda “Mütevatir-i Manevî” adıyla zikrettiğimiz kısmın aynısıdır.

Mevcut hadis mecmuaları içinde mütevatir sayılabilecek mahiyette hadisin bulunup bulunamayacağı konusu gerek geçmişte gerekse günümüzde tartışma konusu olmuştur. Eskilerden İbnü’s-Salah, bu mahiyette bir hadisi bulmanın çok zor olduğunu ifade eder ve bunaancak Hz. Peygamber Efendimiz’e asılsız söz isnad etmeyle ilgili yukarıda da zikrettiğimiz hadisin misal olabileceğini söyler. İbn-i Hacer el-Askalânî, İbnü’s-Salâh’ın bu görüşünü tenkit etmişve bunun hadis sened ve ricaline dair inceleme ve bilgi eksikliğinden kaynaklandığını ifade etmiştir. İbn-i Hacer, ilim ehlinin ellerinde tedavül eden ve müelliflerine nispeti sahih olan meşhur hadis mecmualarının ittifakla rivayet ettiği ve yukarıda belirtilen ölçülerde çokça tarîki/varyantı bulunan hadislerin bulunabileceğini ve hatta bunun meşhur hadis mecmualarında çok denebilecek kemmiyette olduğunu ifade etmiştir.Nitekim birçok muhaddis mütevatir hadisleri toplamak üzere hususitelif çalışmalarına girişmiş ve en son el-Kettânî örneğinde olduğu gibi bu alanda ortalama üç yüz civarında hadis tespit etmişlerdir.[11]

Ancak daha sonraki dönemlerde birçok muhakkık alim[12] İbnü’s-Salah’la İbn-i Hacer arasındaki bu görüş farkını lafzî bulmaktadır. Onlara göre İbnü’s-Salah’ın bulunması zor dediği mütevatir hadisler lafzî mütevatirlerdir. İ

bn-i Hacer’in çokça bulunabileceğini ifade ettiği hadisler ise manevî mütevatirlerdir. Şu halde maksatları farklı olduğundan aradaki görüş ayrılığı manada değil sadece ifade biçimindedir. Zaten el-Kettânî’nin zikri geçen kitabında yer alan hadislerin çoğu bizzat müellifinin beyanıyla ma’nen mütevatirdir.

Yalnız konuya dair günümüzdeki tartışmalar maksadı ve keyfiyeti itibarıyla önceki tartışmalardan hayli farklıdır. Bir defa bu konuyla alakalı günümüz tartışmaları, biraz sonra anlatacağımız üzere kat’îlik bildiren rivayetler olarak mütevatir haberlerin bulunamayacağını ispata yöneliktir. Mütevatir haber bulunamayacağını savunanlar, ağırlıklı olarak Fıkıh ve Akaid gibiİslamî ilimlerde yer alan hükümlerle ilgili şüphe uyandırmak amacıyla bu fikri savunmakta ve modern dönem insanı için bağlayıcı dinî hükümleri azaltmak adına ellerinden geldiğince mütevatir haberin şartlarını zorlaştırmaktadırlar. Ayrıca keyfiyet ve üslup olarak da günümüz tartışmaları eskilerinden ayrılmaktadır. Günümüzde bu tartışmalar kafa karışıklığına yol açacak biçimde, ekseriya spekülasyonlar üzerine kurulu ve İslam dışı bir bakışla yapılmaktadır.

Ayrıca kadim muhaddisler Mütevatir-i Lafzî ile Mütevatir-i Manevîarasında sadece tevatürün vuku ciheti haysiyetinden ayrıma gitmişlerdir. Yoksa hüküm olarak bu iki kısım arasında bir fark bulunmadığı çok açıktır. Onlara göre ister lafzî olsun ister manevî olsun bütün mütevatir haberler katîdir ve yakîn ifade ederler. Şu halde kadim muhaddislerin, lafzî mütevatirin bulunmadığı ya da çok az bulunduğu yönündeki görüşleri, mütevatirin hükmü ve buna bağlı olarak tevatürle sabit birçok dinî hüküm açısından genel çerçeveye ters düşmemektedir. Oysa günümüzde mütevatir hadisin bulunamayacağını savunanlar aslında katîlik bildiren hadislerin bulunamayacağını savunmakta ve bunun üzerinden tevatürle sabit birçok konu üzerinde şüphe uyandırmaktadırlar. Bu bakımdan onların İbnü’s-Salah ve benzerlerini referans olarak kullanması, ilmî usullerle de ilim ahlakıyla da örtüşmeyen bayağı bir çarpıtmadan başka bir şey değildir.

Mütevâtir Hadisin Hükmü: Râvîlerinin yalan üzerinde sözbirliği yapmış olma ihtimali bulunmadığından mütevatir hadislerin

gerçekliğinden şüphe duyulamaz. Bu bakımdan mütevatir haberler muhtevalarına dair kat’î bilgi ifade etmekte, ifade ettikleri hükme tereddütsüz iman etmek gerekmektedir. Bu hadislerin muhtevasını inkar etmek, bunları bizzat Allah Resülü’nün ağzındanduyup da inkar etmek anlamına gelir. Bu Hz. Peygamber Efendimiz’iyalanlamaktır, küfürdür.[13] Bu konuda Lafzî Mütevatir ile ManevîMütevâtir arasında bir fark bulunmamaktadır[14]. Zira mütevatirinbu her iki kısmında da yalan söylemiş olma ihtimali bulunmayan kalabalık bir kitle yer almaktadır.

Bu iki kısım arasındaki farkı günlük hayatımızdan bir misalle şöyle anlatabiliriz. İstanbul’un bir muhitinde büyük bir yangın olduğuna dair bize toplamda kalabalık bir kitle oluşturacak sayıda ayrı ayrı kimselerden haber ulaştığını iki şekilde düşünebiliriz.

Birincisi, söz konusu kimseler ayrı ayrı bize gelirler ve sadece ilgili muhitte yangın olduğunu bildirirler. Bunlarla olan diyalogumuz münhasıran ilgili yangın üzerinedir.

İkincisi, söz konusu kimseler yine bize ayrı ayrı gelirler ve bu defa kimi mesela ilgili muhitte bir arkadaşının yanına uğradığınıo sırada yangın olduğunu söyler, kimi ilgili muhitten geçmekte iken yangına şahit olduğunu söyler, kimi zaten ilgili muhitte oturmaktadır ve söz konusu yangından bahseder. Ama sonuçta her birisi birbirlerinden bağımsız olarak o gün yaşadıklarını anlatırken bir vesileyle aynı yangından söz ederler.

 İşte burada da kalabalık bir kitlenin ortak bir noktada kesiştiğini görüyoruz; o da söz konusu muhitte olan yangındır. Bizim olaydan haberdar olmamızla alakalı veya haberin bize ulaştırılmasıyla alakalı bu iki tarzın birincisi Mütevatir-i Lafzî’yi, diğeri Mütevatir-i Manevî’yi temsil etmektedir. Şimdi gerek birinci suretle gerekse ikinci suretle bize bu yönde bir haber ulaştığında ilgili muhitte yangın olduğuna dair kafamızda nasıl bir şüphe ve tereddüt olmazsa, aynı şekilde ama lafzî olsunama manevî olsun Allah Resûlü’nden bize nakledilen mütevatir haberlerde de, acaba Allah Resulü böyle bir şey demiş midir, dememiş midir; ya da böyle bir şey yapmış mıdır, yapmamış mıdır, şeklinde en ufak bir şüphe ve tereddüd olmaz.

Âhâd Hadis: Âhâd kelimesi “bir” anlamına gelen “ehad” kelimesinincemisidir. Istılahta bu kelime, haber-i vâhid manasında kullanılır. Haber-i vâhid, tevatür mertebesine varmayan hadisler demektir. Tevatürde aranan şartlar kendisinde bulunmayan hadislere genel olarak Haber-i  Vahid, Haber-i Âhâd ve Âhâd Haberler gibi isimler verilir. Buna göre râvî sayısı, ilk tabakadan itibaren, yalan söyleme ihtimallerini ortadan kaldıracak kesrete ulaşmayan haberler her ne olursa olsun Haber-iVahid’dir. Çoğunluk hadis mecmualarında bir veya birkaç senetle nakledilen hadisler hep Haber-i Vâhid’dir.

Âhâd Hadisin Hükmü: Âhâd hadisler, senetleri makbul olmak şartıyla zann-ı gâlip ifade ederler, yakîn bildirmezler. Sahih senetle naklolunsa bile, senetteki râvîlerin yüzde bir de olsa yalan söylemiş ya da sözü yanlış anlamış olma ihtimali vardır. Busebeple teorik olarak âhâd hadislerin yakîn bildirmediği görüşü Ehl-i Sünnet âlimlerinden kabul görmüştür. Bu bakımdan genelde âhâd hadislerin, sahih olsalar bile kelam alanında huccet olarak kullanılamayacağı hususu da hemen bütün kelamcılar tarafından kabul edilmiştir.

Burada şunu da ifade etmenin gerekli olduğunu düşünüyoruz. Âhâd hadislerin Kelam kitaplarında huccet olarak kullanılmaması, muarızları ilzamla alakalı bir durumdur ve bu tutum kelamcıların tamamıyla münazara ve cedel şartlarına riayet etme hassasiyetini göstermektedir. Tartışmada, yüzde bir dahi olsa içine şüphe karışan bir delille muarızı ilzam edemezsiniz, o kimse görüşünüzükabullenmemek ya da kendi fikrine sahip çıkmak adına söz konusu şüpheyi bir fırsat olarak kullanmak isteyecektir. Bu sebeple itikat esaslarının ağırlıklı olarak aklî ve cedelî/diyalektik yöntemlerle ele alındığı Kelam ilminde haber-i vahidler de haliyle huccet olarak kullanılamazlar. Ancak normal şartlarda birmüminin Allah Resulü’nün hadisleri karşısındaki tavrı bu olmamalıdır. Her bir mümin, usul-i hadis ve usûl-i fıkıh ilimlerinde ortaya konan sened ve metinleri değerlendirme yöntemlerine bağlı olarak âlimler tarafından tenkid edilmemiş âhâd hadisleri kabul etmek, muktezasınca hareket etmek mecburiyetindedir. Aksi bir tavrı Müslüman sağduyusu zaten kaldıramaz.

Bugün kelamcıların tutumunun günümüz modernist İslamcıları tarafından istismar edildiğini görüyoruz. Bunlar, âhâd hadisler itikatta huccet değildir, söyleminin arkasına sığınarak birçok dinî mesele üzerine şüphe uyandırmakta, ilgili söylemin ne manadave hangi sâikle söylendiği yönündeki hakikatleri gözden kaçırarakMüslümanlarda kafa karışıklığına yol açmaktadırlar.

Modernist kesime yönelttiğimiz bu tenkitlerle kesinlikle önümüze gelen senedi sahih her âhâd rivayeti itikadımızı belirleyeceğimizyegane delil olarak görmemiz gerektiğini savunmuyoruz. Bunu savunmadığımızın ve savunmaya da ihtiyacımızın bulunmadığının en büyük teminatı da Usul-i fıkıh ve Kelam tarihinde muhakkık âlimlerin rivayetlerin kabul ve red ölçülerine dair ortaya koydukları sübût, delalet ve istinbat sistemidir. Nitekim bu sistem dahilinde senedi sahih bile olsa bazı rivayetler ne itikadne de fıkıh alanında delil kabul edilmemiş, makul sebeplerle tenkit edilmiştir.

Burada şunu da ifade edelim. Birçok muhakkık âlim, karinelerle desteklenmesi durumunda haber-i vâhidlerin de (haber-i vâhid muhteff bil-karâin) yakîn ifade edeceğini ileri sürmüşlerdir. Bu bakımdan ümmetin/âlimlerin ihtilafsız kabul ettiği bazı âhâd hadisler yakîn ifade ederler. Âlimlerin bu gibi hadisleri ihtilafsız kabul etmeleri onların gerçekte sabit olduğunu gösteren önemli bir karinedir. Nitekim “Vârise vasıyyet yoktur.” hadisi -mütevatir olduğunu düşünen âlimler bir yana- seleften halefe bütün müctehidlerin kabul ettiği ve gereğince hükmettiği bir rivayet olması bakımından kat’î bilgi ifade etmektedir.[15]

Hadislerin metin ve sened durumu itibarıyla başka bir taksime tabi tutulduğunu daha önce belirtmiştik. Bazı hadislerin senedleri külliyen sika râvilerden oluştuğu halde, bazı hadislerin senedlerinde sika olmayan kimseler bulunabilir. Bu durumu göz önünde bulunduran muhaddisler hadisleri Sahih, Hasen ve Zayıf olmak üzere üç kısma ayırmışlardır. Aşağıda bu hadislerin her birinin tarifi verilecektir.

Sahih Hadis: Şaz ve illetli olmamakla beraber, senedi kesintisiz ve râvîleri âdil ve zâbıt olan hadislerdir. Tarif dikkatlice incelenirse bir hadisin sahih olabilmesi için beş şey aranır:

1.   Râvîleri âdil olacak

2.   Râvîleri zâbıt olacak

3.   Senedi kesintisiz olacak

4.   Şaz olmayacak

5.   İlletli olmayacak

Râvînin âdil olması; Müslüman olmak, akıllı olmak, buluğa ermiş olmak, fâsık olmamak ve mürüvvete muhalif işlerden uzak olmak gibi hadis ilminde adalet için gerekli görülen şartları haiz olmasıdır. Zâbıt olması, eğer hadisleri ezberinden rivayet ediyorsa, rivayetleri orijinal haliyle nakledebilecek hıfz kabiliyetini haiz olmasıdır. Eğer rivayetlerini, zamanında hadislerini kaydetmek için kullandığı defterlerinden naklediyorsabu defterlerin aynıyla muhafaza edilmiş olması ve içindeki hadisleri dikkatlice nakletmesi gerekir. Bir râvînin pratik olarak zâbıt oluşunu tespit için muhaddislerin formülü, onun rivayetlerini sika ravilerin rivayetleriyle karşılaştırmaktır. Eğer rivayetleri çoğunluk sika râvîlerin rivayetleriyle örtüşen biri ise o kişi zâbıt, değilse zâbıt değildir. Bir hadisin sahih olabilmesi için mutlaka senedinin baştan sona kadar kesintisiz olması gerekir. Senedinde kopukluk bulunan hadis sahih olamaz.

Hadisin şaz olmaması, kendisinden daha makbul/güvenilir bir rivayetle çelişmemesi demektir. Makbul bir râvinin kendinden dahamakbul bir râviye muhalif olarak rivayet ettiği hadise ıstılahta şaz denir. Bir hadisin sahih olabilmesi için bu durumda olmaması gerekir.

Hadisin illetli olmaması, senedin zahirinde dikkati çekmeyen ama hadisin sıhhatine mani teşkil eden gizli bir kusurun/hatanın bulunmamasıdır. Genelde, aslen mürsel bir hadisin mevsûl olarak, mevkûf bir hadisin merfû’ olarak rivayet edilmesi nev’inden illetlere rastlanmaktadır. İlk bakışta hadisin senedinde veya metninde bir problem görülmemekle beraber, hadisin diğer tarikleri cemedilip ehli tarafından dikkatle incelendiğinde bazı hadislerde râvînin ince bir hataya/vehme düştüğü tespit edilebilmektedir. Bunun gibi bazen râvînin gizli hatası hadisin metninde de olabilir. Hadisin senedi sağlam olmakla beraber

metninde bir problem olabilir. Bunu da özellikle fıkıh birikim vekabiliyeti yetkin olan muhaddisler tespit edebilmektedir. Gerek senedde gerekse metinde olsun, bu tür hatalara hadis dilinde İllet denir, böyle hadislere de Muallel adı verilir. Bir hadisin sahih olabilmesi için bu durumda da olmaması gerekmektedir.

Buharî ve Müslim gibi munhasıran sahih hadislerden teşekkül eden kitaplarda misallerine sıkça rastlanabileceği için sahih hadise örnek vermeye lüzum görmüyoruz.

Sahih Hadisin Hükmü: Genelde sahih hadisle amel etmek vaciptir. Ancak itikadiyyât alanında huccet olarak kullanılabilmesi için hadisin sadece sahih olması yetmez. Bunun yanında ma’nen de olsa tevatür derecesine ulaşmış olması gerekir.[16]

Fıkıh alanında bir hadisin senedinin sahih olduğu tespit edildiğinde, eğer metninde bir problem bulunmazsa bu hadisle ameletmek gerekir. Ancak, hadisin neshedilmiş olması, bir başka sahihhadisle metninin taâruz edip tercih edilmemiş olması gibi daha çok metinle alakalı teknik tafsilat sebebiyle söz konusu hadisle amel edilmemiş de olabilir. Şu halde Buharî veya Müslim gibi sahih hadisleri câmî kitaplarda fakihlerin fetvalarına muhalif hadislerle karşılaşıldığında acele karar vermeyip bu konuda fakihlerin anılan konudaki istihracını iyi tespit etmek gerekir. İlgili konuda mezhep imamlarının mezkûr hadisle niçin amel etmediklerinin usûlî gerekçelerini özel olarak araştırmak gerekir.

Hasen Hadis: Şaz ve illetli olmamak kaydıyla, senedi kesintisiz ve râvileri âdil ve sahihten biraz az derecede zâbıt olan hadistir. Dikkat edilirse hasen hadisle sahih hadis arasındaki tek fark ravinin zaptı konusundadır. Sahih hadiste râvinin tam anlamıyla zâbıt olması gerekirken hasen hadiste râvinin, temelde zapt ehli olmakla beraber sahih hadisin râvisine göre zaptı daha zayıf olan biri olması yeterli görülmüştür. Zaptla ilgili bu farkın dışındaki konularda sahih hadisle hasen hadis arasında birfark yoktur. Ancak bu tarif hasen lizatihi içindir. Bir de aslen zayıf olup da –ravilerinde fısk ve yalancılık bulunmamak kaydıyla- diğer tariklerle takviye edilip hasen mertebesine çıkan

ve hasen li-gayrihî diye anılan hadisler de vardır. Bunlar tarifin dışındadır.

Hasen hadise bir örnek olarak Tirmizî’nin Ebu Musa el-Eş’arî kanalıyla rivayet ettiği “Cennetin kapıları kılıçların gölgesi altındadır…” hadisini gösterebiliriz. Tirmizî, senedindeki bütün râvîler sika olmakla beraber, Cafer bin Süleyman adında nispeten zaptı zayıf bir râvî bulunduğu için hadisin hasen olduğunu bildirmiştir.

Hasen Hadisin Hükmü: Arada derece farkı olmakla beraber gereğiyleamel konusunda sahih hadisle hasen hadis arasında hiçbir fark yoktur. Hasen hadisler de ahkâm konusunda bağlayıcıdır.

Zayıf Hadis: Ne sahih hadis için ne de hasen hadis için aranan şartlar kendisinde bulunan hadislerdir. Buna göre zayıf hadisin tarifi sahih ve hasen hadislerin tariflerine bağlıdır. Bu iki hadis için aranan beş şarttan biri kendisinde bulunmayan hadis zayıf kabul edilmektedir. Bir hadisin zayıf olabilme sebebi birden fazla olduğundan zayıf hadis çeşitleri de çoktur.

Genelde muhaddisler hadisin zayıf olmasını iki şeye bağlarlar: Senette kesinti, râvide kusur. Hadisin senedinde kesinti bulunursa bu hadis munkatı kabul edilerek zayıf kısmına girer. Kesintinin senetteki yerine ve adedine göre, Muallak ve Mu’dal gibi Munkatı hadislerin de muhtelif kısımları vardır. Râvinin kusuru adaletle ilgili olursa hadis yine zayıf olur. Bu durumda hadis Münker, Metrûk veya Mevzu’ gibi farklı isimler alabilir. Râvinin kusuru zapt sahibi olmayışından kaynaklanıyorsa hadis yine zayıf olur. Bu durumda söz konusu hadis, Münker, Muallel, Muzdarip gibi farklı kısımlara ayrılır.

Zayıf hadise bir misal olarak Tirmizî’nin Ebu Hureyre kanalıyla rivayet ettiği “Her kim (hayızlı veya değil) bir kadına arkadan yaklaşırsa veya kahine giderse Muhammed’e indirileni inkar etmiş olur” hadisini gösterebiliriz. Tirmizî, senedinde bulunan Hakim el-Esrem adlı râvîden dolayı hadisin zayıf olduğunu bildirir. Nitekim anılan şahsı cerh-tadil uleması taz’ıf etmiş, onun zapt ehli olmadığını belirtmiştir.

Zayıf hadisin hükmü: Zayıf hadisler zann-ı mercuh bildirirler. Zahirde bu gibi rivayetlerin Peygamber Efendimiz’e nispeti mercuhtur/düşük ihtimale dayanır. Bu bakımdan haram-helal/ahkâm konusunda zayıf hadisle amel edilmez. Ancak menâkıb ve fedâil-i amâl konusunda şu üç şartla birlikte zayıf hadisle amel etmeyi bir çok âlim tecviz etmiştir. Bu şartlar şunlardır: Hadisin (mevzu, metrûk ve münker gibi) za’fı şiddetli olmayacak, hadisin muhtevası şeriatın genel ilkeleriyle örtüşecek ve kendisiyle ameledilirken Hz. Peygamberimiz’den kesin olarak sabit olduğu kanaatitaşınmayıp ihtiyat payı bırakılacak.

Âlimler zayıf hadisle amelin dışında bu gibi hadislerin rivayetinin ancak belli şartlar dâhilinde gerçekleştirilebileceğini belirtmişlerdir. Bu şartlara göre, ilgili hadisin akâide ve haram-helal gibi ahkâma taalluk etmemesigerekir. Eğer bir zayıf hadis akâid veya haram-helal gibi ahkâma müteallik ise onu rivayet etmek doğru değildir. Bunun dışında vaaz, terğîb-terhîb ve kıssalara müteallik hadisleri, Hz. Peygamberimiz’e ait olduğunu gösteren kesin ifadeler kullanmaksızın rivayet etmek caizdir. Ancak bütün bunlar mevzu/asılsız hadislerin dışındadır. Eğer rivayet mevzu olursa bunu ancak mevzu olduğunu bildirmek için rivayet etmek caizdir, bunun dışında rivayet etmek caiz değildir. Nitekim Hz. Peygamber Efendimiz “yalan olduğu bilinen bir şeyi rivayet eden de yalancılardan biridir” buyurmuştur[17].

Sonuç olarak Allah Resulü’nün hadisleri kitaplarda gelişi güzel derlenmiş ve üzerine bir yığın hurafe eklenerek günümüze kadar gelmiş değildir. Özellikle muhaddislerin hadis tespitinde geliştirdikleri sistemle Allah Resulü’nün hadisleri günümüze kadar asli kimliğiyle muhafaza edilebilmiştir. Bu sistem içinde çeşitli amaçlarla hadisler belli tasniflere tabi tutulmuştur. Râvilerinin kemmiyyeti açısından yapılan tasnife göre ortaya çıkan mütevatir ve âhâd gibi hadis kısımları/kavramları hadis rivayetlerinin  kat’îlik ve zannîlik zemininde ifade ettiği değeri birinci dereceden tespit imkanı sağlamaktadır. Bu bapta mütevatir kategorisine giren hadisler doğrudan kat’î bilgi ifade ederler. Bu yönüyle her türlü sened incelemesi ya da ilmî kritiğin üstünde bir mevkii haizdirler. Bunun yanında sahih, hasen ve zayıf şeklinde karşımıza çıkan hadis kavramları da, bu

kesinlikte kabul imkanı bulunmayan diğer rivayetlerin sened ve metin incelemesi sonrasında güvenilir olup olmadığı konusunda önümüzü aydınlatmaktadır.

Bunlardan sahih ve hasen olanlar haram-helal gibi fıkhî konulardadelil olarak kullanılabilmektedir. Zayıf rivayetlere gelince rivayete olan güveni kökten sarsacak bir kusur olmadıkça haram-helal konularının dışında bir yere kadar delil olarak kullanılabilmektedir. Bu bakımdan bir hadisin zayıf olması, senedinde bulunan teknik bir sorundan kaynaklanan ve âlimlerin çekinceyle yaklaşmasına sebep olan bir yapı arzetmesi demektir. Yoksa bunlar, kökten reddedilmesi gereken asılsız rivayetler değildir. Ancak, makalenin ilgili bölümünde açıklandığı üzere rivayette bulunması muhtemel bazı kusurlar vardır ki bunlar söz konusu rivayete hiçbir surette güvenilemeyeceğini göstermektedir.[18]

Son olarak günümüzde zayıf hadisler karşısında biri ifrat diğeri tefrit olmak üzere iki zıt uçtan aşırılık örneği sergilenmektedir. Bir kesim, zayıf hadisleri herhangi bir hudut tanımadan olduğu gibi kabullenmektedir. Bu kimseler, bu hadisler üzerine gerek hükümler bina ederek gerekse bunları bir kısım bidat uygulamalara mesnet tutarak adeta zayıf hadisler üzerine yeni bir İslamî hayat inşasına kalkışmaktadırlar. Bir diğer kesimde, bu nevi hadisler karşısında son derece laubali bir tavırla kökten red yolunu seçmiş, onca hadisin, İslamî hayata sağlayacağıfaydadan mahrum kalmıştır.

Selamet, ifrat ve tefrit gibi uç noktalardan uzakta itidal yolundadır.

[1] Bu yazıda özellikle kaynak belirtilmeyen yerlerde eski kaynaklardan, hadis ilimlerine ait birikimi en sıhhatli biçimde ele aldığını düşündüğümüz Şerhu Nuhbetü’l-fiker, Tedrîbü’r-râvî, Zaferu’l-emânî gibi eserlerden faydalanılmıştır. Yeni kaynaklardan üslûb ve derlemedeki üstün mahareti sebebiyle Mahmutet-Tahhan’ın Teysîru Mustalahi’l-Hadis isimli eseri ağırlıklı kaynak olarak kullanılmıştır. Makalede yer alan meselelerle ilgili daha geniş malumat isteyenler zikredilen eserlere müracaatedebilirler.

[2] Kelimenin, bir zaman aralığıyla birbiri ardına gelmek anlamına geldiği de lügatçiler tarafından ifade edilmiştir. Anılan lügatçilere göre söz konusu şeylerin tek tek gelmesi kadargelişleri arasında bir fetret, zaman aralığı olması da gerekmektedir. Bkz., el-Kettânî, Nazmu’l-mütenâsir s. 11; el-Cezâirî, Tevcîhü’n-nazar, c. 1, s. 108.

[3] el-Askalânî, Şerhu nuhbetü’l-fiker, s. 169.

[4] el-Leknevî, Zaferu’l-emânî, s. 36-38. el-Leknevî belirtilen yerde bunlara ilaveten, bazı muhaddis ve usulcülerin ileri sürdüğü iki şarttan daha bahsetse de bu şartlar muhaddislerin geneli tarafından kabul görmediğinden burada onları zikretme ihtiyacı duymuyoruz.

[5] el-Irâkî zikredilen hadisin aynı lafızla yetmiş küsûr sahabi tarafından rivayet edildiğini bildiriyor. Fakat Allah Resulü’ne asılsız söz isnad etmeyle ilgili genel anlamıyla yüz civarında sahabînin rivayeti bulunduğu da ayrıca bildirilmiştir. Bkz., es-Suyûtî, Tedrîbü’r-râvî, c. 2, s. 104. el-Leknevî’nin ifadeleri deaynı istikamettedir. Bkz., Zaferu’l-emânî, s. 54. Biz mütevatir-ilafzîye misal verdiğimiz için burada yetmiş küsur sahabi tespitini esas aldık.

[6] Nazmu’l-mütenâsir, s. 40-50.

[7] es-Suyûtî, Tedrübü’r-râvî, c. 2, s. 106.

[8] Zaferu’l-emânî, s. 49.

[9] el-Keşmîrî, İkfâru’l-mülhıdîn, s. 5.

[10] Şebbîr Ahmed el-Osmânî, Fethu’l-mülhim bi şerhi Sahihi’l-İmam Müslim, c. 1, s. 25.

[11] el-Kettânî mezkur hadisleri “Nazmü’l-mütenâsir fi’l-hadisi’l-mütevatir” adını verdiği müstakil bir kitapta toplamıştır.

[12] Molla Ali el-Kârî ve Abdulhayy el-Leknevî bunlardandır.

[13] Burada şunu da ifade etmeliyiz. Mütevatir rivayetlerle bize ulaşan bilgilerin muhtevası kapalı olur da lügavî şartlara göre tevile ihtimali bulunursa burada bir tafsil bulunmaktadır. Eğer

bir kimse bu rivayetleri kökten inkar ederse bu küfürdür. Ancak bu rivayetlerin sübutuna kail olduğu halde sadece makul teville mana ve muradının başka olduğunu iddia ile zahir manayı reddederse bu küfür olamaz. Bu konuda daha geniş bilgi için bkz.,el-Keşmîrî, İkfâru’l-mülhıdîn, s. 9.

[14] Şerhu Nuhbeti’l-fiker, s. 179, 180;  Zaferu’l-emânî, s. 39; Muhammed Hasan Can, Ahsenü’l-haber fî mebâdî ilmi’l-eser, s. 22.

[15] Bu konuda daha geniş bilgi için bkz., el-Kevserî, Makâlâtü’l-Kevserî, s. 62.

[16] Ancak Kelam kitaplarında yer alan bazı konular,  İslamî fırkalar arasında tartışma konusu olmuş sünnet-bidat ayrımına medar olan konulardır. Bu gibi konular iman-küfür ayrımına medar olmadığı için tevatüre varmamış meşhur haberlerle de ihticac edilebilmektedir. Ayrıca zaman zaman aklî delillerle sabit bir itikad meselesine, sırf takviye için haber-i vahid düzeyinde rivayetlerle delil getirilebilmektedir.

[17] Sahih-i Müslim, Mukaddime, s. 14.

[18] Bunlara Hadis ıstılahlarında “Zaifun Cidden” denmektedir.

M. Said Hatiboğlu Beyin “İslam'da İlk Siyasi Kavmiyetçilik Hilafetin Kureyşîliği” Başlıklı Makalesinde Öne Sürülen İddialar ve İlmi Değerleri

Muhammed Önder

Halife’nin Kureyş’den Seçilme Şartı Bir Irkçılık mıdır?

Bu çalışma Halife Seçimi ve Kureyşîlik Şartı isimli çalışmamın alt bölümlerinden birisi olarak kaleme alınmıştır. Kureyşîlik şartı hakkında İslam ulemasının görüşlerini incelerken günümüzdeki akedemisyenlerin görüşlerine de bir nebze değinme gereği ortaya çıktı. Ve bu çerçevede M. Said Hatiboğlu Bey'in İslamda İlk Siyasi Kavmiyetçilik Hilafetin Kureyşîliği, isimli çalışmasını inceledim.

Hocanın görüş ve delillerini maddeleştirip, notlar şeklinde değerlendirdim.

M. Said Hatiboğlu Beyin

Çalışması ve Öne Sürdüğü Delilleri

M. Said Hatiboğlu beyin çalışmasını ve öne sürdüğü delilleri şöylece özetlemek mümkündür;

·           "İslamda kavmiyetçilik yoktur. Halifenin Kureyşî olması şartı kavmiyetçilik olacağından böyle bir şart da hadis deolamaz.

·           Geçici bir şart olarak öne sürülen Halife Kureyş’ten olsun, teklifi zamanla tüm ümmeti yanıltmış ve bu çerçevede çok sayıda hadis uydurulmuştur.

·           Halifede ehliyet şartına önem veren İslamın böyle birşart getirmesi düşünülemez.

·           Öne sürülen rivayet sabit değildir.

·           Öncelikle Sakife günü bu hadisle ihticac edilmemiş, ogün seçim oldu bittiye getirilmiştir.

·           Ensarın bir emir sizden bir emir bizden olsun sözü,

·           Aişe (ra)' ın Zeyd hakkında; yaşasaydı Allah Rasulu onu halife bırakırdı sözü,

·           Başınıza habeşli bir köle getirilse itaat edin hadisi,

·           Akebe bey'atlerinde ehil olanın emrine itaat üzere bey'at edilmesi,

·           Her isteyenin iman edebilecek olması ve her iman edenin de halife seçilebileceği gerçeği,

·           Sa'd b. Ubade’nin hem okur yazar hem de peygamberle uzun zaman beraber olan sahabeden olması ve seçimi kabul etmemesi,

·           Ensar'ın halife seçmeye girişmesi... Bütün bunlar halife Kureyşten olacaktır, şartını iptal etmekte böyle bir rivayetin aslının olmadığını göstermektedir.

·           İslam alimleri böyle bir şartın olup olmadığını kritik etme gereği duymamışlar ve süregelen iddiayı da müsellem bir esas olarak nakledegelmiş-lerdir. Bu sebeple de İslam ulemasının bu tarz, kabul ettikleri izlenimi veren ifadelerini önemsememek gerekir..."

    Kureyşilik Şartının Delilleri ;

Devlet başkanlığında Kureyşîlik şartının koşulmasının en güçlü delili, Asr-ı Saadetten hemen sonra Hz. Peygamberin en seçkin arkadaşlarının pratiğiyle uygulanmış olması ve bunun mütevatir nakil derecesinde bize kadar ulaşmasıdır.

Kureyşîlik şartını ırkçılık şeklinde niteleyip reddedenlerin en zayıf noktası da asr-ı saadet sonrası seçkin sahabenin pratiğine aykırı, mütevatir haberle çelişen, başta dört mezhep imamları olmak üzere güvenilir bütün imamların konuyla ilgili nakil ve fetvalarına zıt bir görüşe sahip olmalarıdır.

İslamda halife için; Mü'mîn olmak, Erkek olmak, Adil olmak, Hür olmak, Devlet başkanlığı yapabilecek ehliyette olmak, İctihad seviyesinde dini bilgi sahibi olmak ve Kureyş kabilesine mensup olmak şartları getirilmiştir. Diğer bütün şartlar gibi Kureyşîlikşartı da  ilgili naslarla sabittir.

Kureyşîlik şartı, "imamlar Kureyşten olacaktır", mütavatir hadisine ve Sakife günü Ebu Bekr (r.a) ve beraberindeki muhacirler tarafından halifelik makamının Kureyş kabilesinden diğer şartları üzerinde toplayan birisine ait olduğu şeklinde

anlaşılmasına dayanmaktadır. O gün Ensar ve diğer müslümanlar bu hadisi duyunca halife adaylığından çekilmiş bir daha da raşid hilafet dönemi boyunca Kureyşli müslümanlar dışında hilafete kimse aday olmamıştır.

Ehl-Sünnet Halifenin Kureyşli Olması Şartı Hakkında İttifak Halinde midir?.

Dört hak fıkıh mezhebi imamları ve müctehîdleri, Bağlısı kalmamışSünni mezheplerin imamları, selef uleması, Maturidi ve Eş'ari uleması Kureyşîlik şartının halifede aranması gereken şartlardan olduğunda hemfikirdirler.

Bu ana çerçevedeki ittifakın yanında selef sonrası dönemde ehl-i sünnete mensup bazı ulema Kureyşîlik şartının kemal şartı mı, sıhhat şartı mı? Olduğunu tartışmışlardır. Ama hiçbiri konu ile ilgili hadisleri inkar cihetine ya da Kureyşîlik şartının koşulmasının kavmiyetçilik olacağına kail olmamışlardır.

Kureyşîlik şartını kavmiyetçilik olarak değerlendirenlerin görüşlerine delil olarak öne sürdükleri görüşlerin çoğunu M. SaidHatiboğlu bey çalışmasında kullandığından, biz de o delilleri yeri geldikçe madde madde eleştirdik. Ve neticelendirdik. İddia şeklinde alıntılayacağımız değerlendirmeler ve verilen sayfalar Ankara İlahiyat Fakültesi Dergisi'nden alınmıştır. Sayfa numaraları da yine aynı dergiye aittir.

Kureyşîlik Şartını Kavmiyetçilik Olarak Değerlendirenlerin Görüşleri ve Cevabları

Herkesin İslâma Girebilmesi ve Her Kabîleden İdâreci Olabilmesi

Devlet Reisliğinde Kureyşden Olmak Şartının Aranmasıyla Çelişir mi?

İddia I : Mü’minler ailesine isteyen herkes girebildiğine göre İslam idarecilerinin her kavimden olabileceği neticesi Kur'an'i bir hakikat olarak tecelli etmektedir.[1]

1 - İsteyenin iman edebilmesi ile her isteyenin idareci olabilmesi farklı farklı şeylerdir, birinci şıktaki genelleme doğru ikinci şıktaki genelleme -hiçbir kayıt konulmadan- yanlıştır. Kadınlık, fasıklık, akli yetersizlik, bedeni yetersizlik, buluğ çağına ermemişlik, esaret, tutukluluk, kölelik, ehli bid'ate mensubiyet konumundaki mü'minler halife olamazlar.

2- İnsanların değişik ırk, soy ve kabilelerinden her isteyen imanedebilir. Öyleyse, mü'minler değişik değişik kavimlere mensup olabileceklerdir.. Dolayısıyla "Sizden olan ulu'l emre itaat edin" ayetine göre idareciler her kavimden olabilirler, şeklinde bir delillendir-meyle bu neticeye varıyorsa, bu delilendirme hatalıdır. Ayet; Ulu'l Emr'in, iman etmiş olması gerektiğini bildirmektedir. Ve bu noktadaki delaleti katidir. Ama aynı ayetinmütevatir sünnetle sabit Kureyşîlik şartının batıllığına bir delaleti yoktur.

3-  Sadece İman etmekle bir insanın mü'minlerin hilafetine ehliyet kazanmadığı ümmetin icmasıyla sabittir. Adil olması, hür olması, erkek olması gibi şartlar nasıl mezkur ayetle çelişmiyorlarsa; aynı şekilde bu şartda mezkûr ayetle çelişmez.

4-  Halife mü'minlerden olur. Her isteyen İman edebilir, iman edenler değişik kabilelerdendir. O halde halife her kabileden olabilir, istidlali sahih bir nasla çelişki halindedir.

Dinde Kıyas Kur'an veya Sünnet veya icma da bulunmayan bir durumda belirli şartlara uyulması halinde delil kabul edilir. Bu meselede ise Nas vardır. Ve Nassın olduğu yerde içtihada yer yoktur.

"İmamlar Kureyşten olacaktır," hadisi sahih olmasaydı veya var olmasaydı: Ümmet de bu noktada icma etmeseydi, belki kıyas bu meselede bir çıkış vesilesi olabilirdi.

Rivayetler arasında cem' mümkünken Kıyas'ı, sahih nassa takdim ederek Nas'da ta'n ilim adına üzücüdür.

İdârecide Ehliyet Şartının Aranacak

Olması Kureyşîlik Şartıyla Çelişir mi?

İddia II: (.... Akabe bey'atîne iştirak edenler Hazrecli Nakib Ubade b. es-Samit'in rivayetinde...) Ehil olanın emrine itiraz (otoritesine müdahale) etmemek üzere..." ibaresi geçmektedir. Ehliyetin şartları arasında kavim fikri mevcud değildir.)[2]

1 - Ehliyetin şartları arasında "Kureyşîlik"de vardır. O halde bir problem yoktur.

2-   Müellifin delil gösterdiği rivayet; ehliyet şartlarını değil, üzerinde bey'at edilen esasları havidir. Ehliyet ve şartlarını ifade için söylenseydi de Kurey-şilik şartı zikredilmeseydi, belki müellife delil olabilirdi...

3-  Kureyşiliğin Kavmiyetçilikle eşdeğer tutulması yanlıştır. Kureyş bir kavim değil bir kabiledir. İmamların kendilerinden seçileceği bir Kureyşli diğer hilafet şartlarının da üzerinde tevafür edeceği bir Kureyşli olacağından bu bağlamda bir ırkçılıktan söz edilmez. [3]

Irkçılık bir kişi veya topluluğun kavimlerinden birine veya kavimlerine zulümlerinde yardımcı olmalarıdır.

Şayet halife; Raşid halifede olması gereken şartların üzerinde tevafürüne rağmen, bir kavimden olması sebebiyle ırkçılık yapılmış olacaksa; Aynı durumun Hz. Ebubekr (r.a) ve diğer Raşid Halifeler hakkında da geçerli olması, onlara da ırkçı denmesi gerekir. Bunu ise kimse söylememiştir.

Bir başka boyuttan meseleye bakarsak; Hilafet şartlarının hepsinin üzerinde tevafür ettiği bir halife (Kureyşîlîk şartı hariç) bir kavme mensup diye kavmiyetçilik ve onu seçenler de kavmiyetçi olacaksa bundan kaçmak mümkün değildir. Zira insanlardan her biri mutlaka bir kavimdendir. O zaman her halükarda bu anlayışa göre kavmiyetçilikle karşı karşıyayız demektir. Ve bu fesad her halükarda müellifin sözüne döner. Ve onun kavmiyetçilikten kurtulması mümkün olmaz. (Bilse de bilmese de.)

Yok eğer Halifenin bir kavimden olması diğer hilafet şartlarını üzerinde toplamışsa onu kavmiyetçilikten kurtarıyorsa; bu şartları haiz bir Kureyşî'ye kavmiyetçi denilemeyeceği gibi bu şart ta: kavmiyetçilik olur; o da Kur'an'a aykırıdır bahanesiyle

reddedilemez. Zira ortada şer'an ne bir fesad ne de bîr muhalefetvardır.

İtirazımız, Halifenin Kureyşî olabilmesine değil, bu şartın Kur'an'da olamamasına rağmen koşulmasınadır, denilirse; Kur'an'daböyle bir şey olmasa da; Sahih sünnette vardır. "Peygamber size ne getirdiyse onu alın..." ayeti gereği, sübutu sahih bu haberi ve gereğini kabul etmek durumundasınız. Zira biraz önce bu şartındiğer şartlarla birlikte var olduğunu, dolayısıyla bundan kavmiyetçiliğin gerekmediğini ispat etmiştik.

Kureyşîlik şartını gözetenlerin de ırkçılıkla ithamı hatalıdır. Bu şartı gözetenler, bunu ırkçılık kaygısıyla değil, Allah Rasulü(s.a.s.)nün emrine uyarak gözetmişlerdir.

Efendimizin, Yerine Her Kabîleden Vekil/Vâli Bırakması, İmâmette Aranan Kureyşîlik Şartıyla Çelişir mi?

İddia III:(Hz. Peygamber İslam Devletinin ilk baş şehri olan Medine'yi, mesela askeri sebeplerle veya hac için terk ettiğinde kendi yerine muhakkak bir vekil bırakmak adetinde idi: -amil valikılmak-demektir. Bu zatların tetkîkinden anlıyoruz ki, mezkur vazife herhangi bir kabilenin hususiyle Kureyşîn inhisarında değildir. [4]

1-    Bu, devlet başkanlığıyla Valiliği eş kabul etmekten ortaya çıkan bir çelişkidir. Devlet başkanlığıyla valilik yönetme açısından bir benzerlik arz etseler de diğer pek çok açıdan farklılık gösterirler. Mesela: devlet başkanı yalnız bir kişi olur, ama pek çok vali vardır. Devlet başkanı şura ile seçilir, ama valileri devlet başkanı seçer. Devlet başkanı azli gerektirecek bir sebep yokken azledilemez, ama halife valilerini ve kumandanlarını azledebilir...

2-  “Başınıza habeşli bir köle getirilse ona itaat edin”, mealindeki hadis sabittir. Bu da “İmamlar Kureyşten olacaktır”, hadisine muhaliftir. Emir Habeşli bir köle de olsa itaatle emrolunduğumuza göre halifenin Kureyşîliği diye bir şart olamaz. Şeklinde bir delillendirme öne sürülebilir.

(Usul açısından) Sizler İnançla alakalı meselelerde haberi vahidle amel etmiyorsunuz. Bu rivayetle istidlal ederseniz

aslınızı ibtal etmiş olursunuz... Bize birini bir diğerine tercihsebebinizi ve bu iki rivayetin cem' edilmesi mümkün iken bundan kaçınma sebebinizi söyleyin.... Akıldır derseniz: aklın şer’i delillerden olduğunu isbat edin. Nakildir derseniz, gösterin. Yoksa muhale imkan verme saçmalığına düşersiniz.

Bu mesele bir itikadi mesele değildir. Onun için amel ederiz, denirse . O halde mesele yok. İmamlar Kureyşten olacaktır, hadisisahihtir ve sabittir. Peygamber size ne getirirse onu alın, ayetigereği, bu hadisi de halife seçimi şartları arasında gözetin ve gereğiyle amel edin, deriz.

3-    İstihlaf ve İsti'mal tabirlerinin Allah Rasulü (s.a.s.)'in valileri veya amilleri hakkında kullanılmasında bu hadisle çelişir bir mana ve delil yoktur. Zira bunlar mücerred lugavi kullanışlardır. Sizlerin de meseleyi ele alırken itiraf ettiğinizgibi, valiler hakkındadır. Hz. Peygamber (s.a.s.) Halife, Devlet Başkanı- olarak vardır. Ve onun döneminde Kureyşî olmayan valilerin veya amillerin atanması tartışma dışındadır. Tartıştığımız devlet başkanlığıdır.

İstimal/vali yapmak ve İstihlaf/yerine bırakmak tabirlerinin kullanışlarından Halife de Kureyşîlik şartının gözetilmediğine delil getirmeye çalışılması zayıftır. O dönemde Halife makamının boş olmadığı bir vakıa olduğu gibi... Allah Rasulü (s.a.s.)'in bir Halife tayin etmediği de bir başka gerçekliktir.

Hem Allah Rasulü (s.a.s.) kimseyi halife bırakmadı diyorsunuz, hem de Halifenin Kureyşli olmasının olamayacağına; onun valiler ve amilleri seçme ve görevlendirmesinden delil getirmeye çalışıyorsunuz.

Efendimizin, Orduya Her Kabîleden Komutan

Tâ’yîn Etmesi, İmâmette Aranan Kureyşîlik Şartıyla Çelişir mi?

İddia IV: Zeyd bin Harise, Hz. Aişe (r.a) onun hakkında şöyle diyor: "Ne zaman Hz. Peygamber Zeyd'in de iştirak ettiği bir ordugönderse muhakkak onu başlarına emir (komutan) yapmıştır. Şayet kendisinden sonra yaşasa idi muhakkak onu halife bırakırdı..." [5]

1. Müellif daha önce ve sonra yaptığı gibi yine aynı yanlışı tekrarlamaktadır. Bu söz hz. Aişe'nin istidlalidir. Ve bir nas değildir. Ve bu söz, o sahabinin Allah Rasulü indindeki değerini ifade için söylenmiş bir sözdür. Bu sözün benzeri, hz. Peygamber (s.a.s.)'in Hz.Ömer (r.a) hakkındaki şu sözüdür : "Bundan sonra peygamber gelecek olsaydı bu Ömer olurdu. Bu söz Hz. Ömer'in faziletini ifade için söylenmiştir: Bu sözle Hz. Ömer'in peygamber olup olmayacağı söz konusu edilmemektedir.

Sahih hadisi reddeden birisinin "Kavli Sahabiyle" görüşünü isbatayeltenmesi hayretler edilecek bir tavırdır.

2-  Bilindiği ve iman ettiğimiz gibi Allah Rasulü hevasından bir şey söylemez.. Kendisine indirileni eksiksiz ve fazlasız tebliğ etmiştir. Şayet indirilenlerin hepsini tebliğ etmemiş olsaydı... Allah ve Mü'minler onun hakkında hüsnü şehadette bununmazlardı.

Hilafette de kendisine vekil bırakmadığına göre onun bu ameli vahiyle sınırlıdır. Ve Hz. Aişe'nin de bunu böylece bilebileceğinden müellifin yorduğu mana da bu sözü söylemesi düşünülemez.

3-     Bu dini bir meseledir. Hz. Aişe'nin sözü de Müellife göre Kur'an'a zaittir. Kavli Sahabinin hucciyetini itiraf ederse ancako zaman bu sözle istidlal edebilir. O da delil sıralamasında Kavli Sahabiye sıra gelirse olabilir.

4-     Yaşasa idi muhakkak onu halife bırakırdı sözü faraziyedir.Yaşamadığına göre ve halife bırakmadığına göre yapılmayan bir şeyle sırf akli imkan var diye istidlal nazar-ı itibara alınmaz.

Kureyşten Olmayan Bazı Yüksek Derecede Memurların Bulunması İmâmette Aranan Kureyşîlik Şartıyla Çelişir mi?

İddia V : (Ashab arasında Hz. Peygamberi en iyi bilen kimse olarak tanınan bu ilk halifenin idari vazife verdiği kimselerde ehliyetten başka ölçü aramadığını gösteren müspet vakıalar vardır. O'nun Kureyşten olmayan bazı yüksek derecede memurlara sahip oluşu bunun delillerindendir....) demekte ve örneklendirmektedir. [6]

1. Bu yerinde kullanılmayan istidlal, Halife ve Halifenin memurları arasındaki ayrımı göz ardı etmekten kaynaklanmaktadır ve yanlıştır.

Hz. Ebu Bekr (r.a)'ın “İmamlar Kureyşten olacaktır,” hadisiyle istidlal etmesi ve 16 kadar sahabiden (ibn Hacer'e göre 22 kadar)bu hadisin rivayet olunması, müellifin bu istidlalini düşürür.

Hz. Ebu Bekr (r.a)'ın amillerinde Kureyşiliği gözetmemesi ise daha önce geçtiği şekliyle Halife ile Amilleri arasındaki ayrımınvarlığına ve sıhhatine delalet eder.

Müellifin eseri boyunca tekrar ettiği bu yanlış şu sözlerle de Hz. Ömer'e nispet edilmiştir.

İddia VI;  “Sahabenin fazileti Ömer'e göre çekilmiş ve çilenin karşılığıdır. Babadan mevrus bir nesebi irtibatın değil.  Faziletsayılan bir işe kim liyakat belirtirse o iş onun hakkıdır. Ve böylece bir Sakifli gün olacak İslamın ilk senelerinin şöhretli Kureyşlilerine tercih edilebilecektir.[7]

'Hilafeti Ele Geçiren Kureyş Kabilesi..." Şeklindeki Bir İfade NeMa'nâya Gelmektedir?

İddia VII: Çok geçmeden çeşitli amillerin tesiriyle İslami kılığabürünmüş bir cahiliye zihniyeti yer yer kendisini hissettirmeye başlamıştır. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in vefatıyla Hilafeti ele geçiren Kureyş kabilesi...[8]

1- 'Hilafeti ele geçiren Kureyş kabilesi..." ifadesi yanlıştır.

Hilafete sizin mezhebinize göre her ehil olan gelebilir. Sizin dekabul ettiğiniz gibi hz. Ebu Bekr (r.a) hilafete ehildi ve Sahabenin ittifakıyla seçildi.

2-   "Hilafeti ele geçiren" ibaresi tabii olarak mü'min Kureyşlilerle sınırlandırılmalıdır.

3-  Sizin de itiraf ve isbat ettiğiniz gibi ilk halife Kureyşli olmayanlara da görev vermiştir. Ve ehil olmayanlara görev vermemiştir. Kureyş istedi; şöyle yapalım, böyle yapalım veya kureyş istemiyor şunu yapmayalım gibi bir kaygıyla Müslümanları yönetmediği ise gün gibi ortadadır.

O halde "Hilafeti ele geçiren Kureyş kabilesi" sözü, hem ilmi ciddiyet ve tarafsızlığa uymaz hem de vakıaya muhaliftir: hafif bir sözdür ve yanlışlığı ortadadır.

Halifenin Kureyş Kabilesinden Olması Şartı Geçici Bir Madde miydi?

İddia VIII: Ne var ki ilk halifenin seçimi sırasında devrin siyasi içtimai şartları icabı olarak   bu ehliyet prensibi meyanında dikkate alınan geçici bir madde -Hz. Peygamber sonrası İslam fikir dünyasını uzun asırlar meşgul edecek bir problem olmuştur. Halifenin kureyş kabilesinden olması meselesi...[9]

1 .Müellif bu şartın geçici olduğunu nereden bilmiştir? Delili nedir?

Önce bu şartın varlığını kabul etmeden geçiciliğini isbat etmesi vahimdir. Yok eğer bu şartın varlığını kabul ediyorsa o zaman da geçici olduğunu isbat etmesi gerekir: Ama onun varlığını neyle isbat ediyorsa onunla, işine gelenle değil...

Halifenin Kureyş Kabilesinden Olması

Şartı “islâm akidesine tamamen aykırı” mıdır?

İddia IX : Muhacir Müslümanlar toplantı yerine gelerek onlara Hz.Peygamberin: "İmamlar Kureyşli olacaktır" şeklindeki hükmünü nakletmişlerdir. Ensar da o zamana kadar bilmedikleri bu peygamber emrine tabi olarak -çünkü kendileri Kureyşli değildi- taleplerinden vazgeçmişlerdir.

İşte bu izah, tarihi açıdan eksik ve de yanlış olsa gerektir. Pekçok İslam Alimini ehliyette kavmiyet unsuruna değer vermeyen İslam akidesine tamamen aykırı bu görüşe sürüklemiş bulunan mezkur peygamberi emrin mahiyeti ve ilk hilafet seçiminin gerçek yüzü ortaya konulacak olursa varılacak netice başka türlü olmayacaktır. Meselenin hafifliğe tahammülünün olmaması bizi ilk kaynaklara inmeye mecbur bırakmaktadır...[10]

1 -Hadisin kaynaklarının zikredilmemesi ilmi tarafsızlığa ve ciddiyete aykırıdır. Mezkur izahın yanlışlığı isbat edilmeye çalışılırken niçin sened ve metin tenkidiyle değil de tarihi açıdan tenkidine yönelinmiştir? Tarih kitaplarındaki veriler,

yoksa Hadis kitaplarından daha mı güvenilirdir? Tarih kitaplarındaki rivayetler sened ve metin tenkidi yapılmaksızın alınabilecek derecede de güvenilir ve sahih hadis kitaplarından daha itimada şayan mıdırlar? Hem metin-sened tenkidi, hem de “Kur'ani zihniyete”[11] uygun tenkidi beraber yapsaydınız olmaz mıydı?

2-     Bu hadîsin metni "el-Eîmmetu min Kureyş" şeklindedir.

3-     Kureyşîlik şartının kavmiyetçilik olmadığı ve şart koşulmasından kavmiyetçiliğin gerekmeyeceğinin izah ve isbatı daha önce geçmişti. Dolayısıyla İslam akidesine muhalif bir durumun olmadığı da ortaya çıkmış olmaktadır.

Müellif başta dört büyük mezhep imamının (olmak üzere) görüşlerini aktardığı, diğer ilim adamlarının da inançları ilmi yeterlilikleri üzerinde şüphe etmeyi gerektirecek söz ve iddia dabulunmaktadır. Onların hiçbiri anlayamamış, meseleye ciddiyetle eğilmemiş, bir ilahiyatçı, hem de 1000 sene sonra , hafifliğe tahammülü olmayan bu meseleyi kavrayıvermiştir.  Bu da ilim adınason derece üzücü bir tavırdır.

4-   Müellifin indiği bu güvenilir kaynaklardan sadece bir rivayet bulabilmesi ve bu önemli rivayeti de özetleyivermesi üzerinde durulması gereken bir ilmi hafiflik örneğidir.

5-   Müellif sened kritiğini bile yapmaya gerek duymadığı bu rivayette zikri geçen Recm ayetini ve dolayısıyla bu rivayetin sıhhatini kabul ediyorsa bu rivayetle istidlal edebilir.[12] Yok şayet etmiyorsa rivayetin bir kısmını kabul edip bir kısmını kabul etmiyorum diyemez. Zira bu delilsiz tercih olur. Delilsiz tercih de muhaldir(bâtıldır). Bütün konu ile alakalı değerlendirmeleri havada kalır.

6-  Hz. Ömer, müellifin esas ve delil olarak kabul ettiği bu açıklamasını: birisinin, Ömer ölürse falan adama bey'at edeceğim demesi ve Ebubekr (r.a)'a yapılan bey'at aceleye getirilmişti sözü üzerine yapmıştır. Dolayısıyla Ebu Bekr (r.a)'ın Ensara söylediği bütün sözleri burada zikretmemesi normaldir.

Ebu Bekr (r.a)'in Allah Rasulü (s.a.s.), Ensar hakkında ne söylediyse hepsini zikretmiş olduğu, bu ve diğer konuyla alakalı

rivayetlerde mezkurdur. Halbuki Hz. Ömer'in söz konusu  edilen rivayetinde bu konudaki diyalog ve nakiller  hiç zikredilmemiştir.  Bu da gösteriyor kî Ömer (r.a) o gün geçen olayları özetleyerek aktarmıştır.

6-   "Araplar bu işi Kureyşten ancak şu topluluğa tanırlar sözü, İmamlar Kureyşten olacaktır, hadisi Ensara hatırlatıldıktan sonra, Kureyşten kimlerin Halifeliğe ehil ve namzet olduğunu ifade için söylenmiştir.

     Araplar bu işi yalnızca Kureyşîn şu cemaatına verilirse ona razı olurlar, çünkü bu cemaat Arapların nesebçe ve mevkîce en orta hallileridir, sözü hilafetin kureyşte olduğunun ilan ve tesliminden sonra Kureyşîn arasında İslamda mütekaddim muhacirlerinden seçilmesi halinde Arapların onlara vela vereceklerini ve boyun eğeceklerini ifade için söylenmiştir.[13] Yoksa Hilafetin Kureyşe ait olduğunu ifade ve isbat için değil.

Ebu Bekr (r.a)'ın "Ve len ta'rifel arabu heza'l emra illa li haze'l hayyi min Kureyş ..." sözü dikkatle okunup incelendiğinde de görüleceği gibi bu söz ile Arapların ancak Kureyşten seçildiğitakdirde halifeye itaat edecekleri isbat edilmeye çalışılmamaktadır.

İsbat ve ifade edilmek istenen, Kureyşten seçilmesi gereği ortadaolan halifenin Muhacirlerin önde gelenlerinden olmasının siyasi istikrarın gerçekleştirilebilmesi için gerekli oluşudur.

Dolayısıyla bu söz  Ebu Bekr (r.a)'ın Halifenin Kureyşî olduğuna ve Kureyşten de Muhacirlerden seçilmesi halinde üzerinde ittifakın sağlanabileceğine kani olduğuna delalet eder. Müellifinyorduğu manaya değil...

8-   Bu söz Kureyşîlik şartının subutundan sonra Halifenin Kureyşten kimlerden olması gerektiğine işaret için söylenmiştir. Bu Ebu Bekr (r.a)'a göre böyle olmasaydı Araplar hilafeti Kureyşîn nesepçe ve mevkice orta olan ancak şu grubuna (muhacirlerden) tanırlar, bilirler demesinin mantıklı bir izahı olmazdı... Çünkü: Hilafetin Kureyşe ait olduğunu itiraf etmeyen insanlara, birde Kureyşin belli bir kesiminden halife seçmeleriniteklif etmek safdillik olurdu. Ve aynı zamanda Halife seçmek için

toplanmış; Hz. Peygemberin haklarında; insanlar bir tarafa onlar bir tarafa yönelseler; Ensarın tarafına yönelirdim, dediği bir cemaatin, sırf Araplar böyle düşünüyor ve istiyor denildi diye, halife seçmekten vazgeçip Kureyşi ve Muhacirlerden birisine firesiz bey'at etmeleri düşünülemez...

9-   Nesepçe ve mevkice, ne Ebu Ubeyde ve ne de Ömer (r.a) Kureyşin en üstünleridirler. Bu da gösteriyor ki bu sözden kasıt,Muhacirlerin dindeki mevki ve nesepçe en üstünleri olmalarıdır...

Bu tesbitimizin doğruluğuna bir başka delil de; Hz. Ebu Bekr'in mezkur sözü söyledikten sonra Hz. Ömer ve Ebu Ubeyde (r.a)'ı, onlara namzet olarak göstermesidir. Kureyşin bütün Müslüman Arapların efendisi olmadığı malum olduğu gibi bütün Araplara nisbetle çoğunluğu teşkil etmedikleri de ortadadır. Bu o zaman daöyleydi şimdi de böyle...

Dolayısıyla Kureyşle yarış halinde olan Arapların "Kureyşîlik şartı" olmadan Kureyşî bir halifeye kabilecilik açısından da, İslam açısından da boyun eğmeleri varsayımı mesnedsiz bir varsayım olmaktan öteye geçemez.

Ensâr’dan Birinin İki Emîr Teklif Etmesi, “Halifenin Kureyş’den Olması” Şartıyla Alâkalı Rivâyetin Asılsız Olduğunu Gösterir mi?

İddia X: Hz. Ebu Bekr bu siyasi vakıayı belirttikten sonra o hayye dahil ve beraberinde bulunmakta olan Ömer veya Ebu Ubeyde’den birisini Halife namzedi gösterir.

Ensarın temsilcisi Hilafetin kendilerine inhisar edemeyeceği ortaya çıkınca ikili başkan teklifinde bulunur. Bir Ensardan bir de Kureyşli Muhacirlerden Emir...[14]

1 - Bizden bir emir, sizden bir emir olsun, sözünün sahibinin Ensarın temsilcisi olarak yorumlanması zayıftır. Bu olsa olsa Sa'd'ınki gibi indi bir yaklaşımdır.

Öyle olmasaydı bir-ikisi hariç bütün Ensarın Ebu Bekr(r.a)'e bey'at etmeleri düşünülemezdi. Ne Hubab b. Munzir Ensarın temsilcisi, ne de bu tavır Ensarın tavrıdır. Olsa olsa onlardan bir ferdin yersiz bir çıkışıdır.

2-    Bu söz sahibinin Ensarın  önde gelenlerinden  olmadığı ortadadır. İki Halife fikrini ortaya atması  bunu gösterse  gerektir . Halbuki bu husustaki hadisler meşhurdur.

Kureşliler Arablarca Sayılan ve Meşhûr Olan Bir Kavim Olmalarından mı Emîr Olmak İstediler?

İddia XI: Şayet Bey'at vuku bulmadan oradan ayrılacak olsaydık onlar (yani Ensar) kendi içlerinden birisine bey'at edeceklerdi ki: bundan endişe ettik. Zira bu takdirde ya biz onlara istemeyerek bey'at edecektik veya muhalif kalacaktık. Bunun sonu da anarşi idi…[15]

"Zira bu takdirde ya biz onlara istemeyerek bey'at edecektik..." şeklindeki ifadenin kaynağı 173  nolu dipnotta İbnu Hîşam II. 657olarak bildirilmişse de bu lafızlara mezkur kaynakta rastlayamadık.

İddia XII : Hz. Ömer'den nakledilen bu pek mühim bilgileri maddeleştirmeye çalışalım...

Mekke'den gelmiş Muhacir Kureyşliler devletin siyasi istikrarını temin noktasından kendilerinden birisinin başa geçmesi görüşündedirler. Çünkü mensubu oldukları Kureyş kabilesi bütün Araplarca sayılan bir şöhrete sahiptir.[16]

Muhacir Kureyşlilerin kendilerinden birisinin başa geçmesi görüşünde olmaları bunun sebebinin de mensubu oldukları Kureyş kabilesinin bütün Araplarca sayılan bir şöhrete sahip oluşu olduğu istintacı hatalıdır.

Sırf şöhretten dolayı Arapların Kureyşe boyun eğeceklerini iddia gülünçdür. Cahiliye tarihi ve İslam tarihi incelendiğinde görüleceği gibi Araplar İslam öncesi Kureyşe boyun eğmedikleri gibi İslam sonrası da Kureyşe şöhretleri var diye boyun eğmediler... İşte Riddet harpleri... O halde Ensarın da diğer Arapların da boyun eğmelerinin bir başka sebebi vardır. O da Allah Rasulü (s.a.s.)'in emridir. Bu meseleye daha önce de değinilmişti.

İlk Halife Seçilmesinde “İmâmlar Kureyşdendir” Hadîsi Gerçekten Hiçbir Şekilde Bahis Mevzûu Edilmedi mi?

İddia XIII; Pek çok İslam Aliminin kanaatinin aksine taraflardan hiçbirisi halifenin kureyşli olmasını emredici hiçbir hadis veya peygamber talimatı öne sürmüş değildir... Tekrarlayalım bazı alimlerin zannettikleri gibi seçim yerinde İmamların Halifelerin Kureyşten olacağına dair herhangi bir peygamber hüküm asla bahis konusu edilmiş değildir.[17]

1-Çıkardığı bu netice Hz. Ömer tarafından özetle anlatılan Sakifeyurdundaki toplantıyı anlatan tek bir rivayetten çıkarılmıştır. Müellif bu rivayetin sahih olduğunu söylemeden bu rivayetle istidlal edemez. Bu rivayet sahih ise o zaman rivayette geçen Recm ayetini de kabul ediyor demektir. Halbuki biz müellifin bu rivayeti sahih kabul etmediğini biliyoruz. Ama doğru kabul etmediği bir rivayetle başka bir rivayetin sahih olmadığı iddiasını nasıl bir mantıkla bir araya getirdiğini, Kur'anî zihniyetiyle bağdaştırdığını bilmiyoruz.

Bu rivayetin tamamı okunduğunda da görüleceği gibi Hz. Ömer Sakife olayında cereyan eden ve konuşulan bütün sözleri hikaye etmediği gibi, gayesi Sakife olayını anlatmak da değildir. Hac sırasında duyduğu bazı dedikoduları cevaplamak için bu rivayete konu olan açıklamaları yapmıştır.

Rivayet metnine göre; dedikodular üç-dört konu etrafında cereyan etmektedir. Ashabının hatırlatmasıyla Hz. Ömer bu açıklamalarını Medine'ye bırakmış ve bu konulara hasrettiği bir hutbe ile konulara açıklık getirmiştir. Sakife olayıyla alakalı dedikodu "Halife seçiminin oldu bittiye getirildiği iddiası olunca, cevap da bu iddiayı bertaraf etmeye yeterli olacak bir sıyga ile verilmiş ve İmamların Kureyşten oluşu hadisine bu açıklamalarda yer verilmemiştir.

Ama açıklamadaki üslubtan da anlaşılacağı gibi, Araplar bu işi Kureyşin ancak şu grubuna layık görürler sözü imamların Kureyştenolduğunun mevcut toplulukça kabul edildiğine de zımnen işaret etmektedir. Zira Halifenin Kureyşiliğini kabul etmeyen bir topluluğu bir de Kureyşin bir grubundan olursa ancak Araplarca kabul görür demenin bir izahı olamazdı.

Kaldı ki İmamlar Kureyştendir, hadisinin ravileri arasına hadis tarzındaki rivayetlerde Hz. Ömer ve Sahabenin a'yanından pek çok zat'ta vardır.

Bu söylediklerimizi Ehl-i Sünnet ulemasının yanısıra, Şii olsun Sünni olsun gerekse de Mutezili olsun Ümmetin Meşhur Mezhepler Tarihi alimleri ittifakla kitaplarında nakletmektedirler. İbn-ul Hacer el-Askalani, İbn Hazm ez-Zahiri, el-Kettani gibi rivayet vedirayet otoritelerinin Mütevatir olduğunu söyledikleri bir hadisive rivayeti konuyla dolaylı olarak alakalı bir tarih rivayetine dayanmaya çalışarak inkar etmeye çalışmak zavallı ama cesurca birtavır olmuştur.

2- Bir rivayetin sahih olması hatta mütevatir olması için tarih kitaplarında varolması gerektiğine dair bugüne kadar bir görüş veya kaide duymamıştık.

Ama illa da tarih kitaplarında konuyla alakalı bir rivayet bulunması şart diye tutturulursa; Acaba mezhepler tarihi "Firak" kitapları tarih kitabı değil mi? Başta dört mezhep imamları bu olayı fetva şeklinde veya hikaye şeklinde anlatan ulema yalan mı söylemektedir?

Ve tarih kitaplarında yalan ya da bir kısım uydurma veya tahrif edilmiş rivayetlerin bulunma ihtimali yok mudur?

Kaldı ki tarih ve hadis kitaplarında Hz. Ebu Bekr(r.a)'in Sakife'de bu hadisi zikrettiği mervidir.

İmâm Kevserî, “İmâmlar Kureyş-dendir” Hadîsinin Asılsız Olduğunu mu Söylüyor?

İddia XIV: (Bu hadisi Kureyşîliğe delil olarak ileri sürenlere cevaben Osmanlı Hilafeti Meşihatı İslamiye Vekili Muhakkik HanefiAlim Zahid el Kevseri (1879-1952) şöyle demektedir:

"Kelam alimleri arasında her ne kadar bu hikaye iştihar bulmuşsa da Ebu Bekr’in bey'at günü bu hadis ile ihticac ettiği sabit değildir.[18]

1-İmam Kevseri (r.h) bu sözü Hafız el-Alai'nin Telkihu'l-Fuhum fiTengihi Sıyaği'l-Umum isimli eserinden almıştır; el-Alai'nin bu sözüne işaretle yetinmesi bazı ilim ehlinin İmam Ebu Hanife'ye

Kureyşî olmadığı için yüklenmeleri sebebiyledir. İmam eş-Şafii Kureyşiydi, imamlarda Kureyşten olacaktır, hadisine göre Şafii daha üstündür gibi bir sağlıksız düşünceye kapılan bazılarına, konuyu biraz daha araştırsınlar diye latife yapmıştır.

Yoksa o Lezzetü'l-Ayş ı da incelemiştir, hadisin diğer rivayetlerini de incelemiştir. Ve hadisin mevzu olduğunu da söylememektedir. Hele hele Kureyşîlik şartını kavmiyetçilik olarak hiç nitelememiştir. el-Kevserînin ilmi menheciyle taban tabana zıt insanların, onun anlamadıkları latifeleriyle delil getirmeleri ne kadar da latiftir. el-Kevseri bu hadisin Taberani'de iyi bir senedle rivayetinin olduğunu söylemektedir. Hafız el-Kettani'nin sözünden de anlaşıldığı gibi el-Alai "bulamadım" demiştir. Ve bu ondan kaynaklanan bir yanlışlık ve gaflettir. Hadisin olmadığına delil değil.[19]

Ensar İktidarı Paylaşma Teklifinde Bulunmuş mudur, Bulunduysa Bu İş Hadîsin Asılsız Olduğuna delîl Olur mu?

İddia XV: (Ensar iktidarı paylaşma teklifinde bulunmuştur. Bu yeni teklif varlığı ileri sürülen hadisin aslında mevcut olmadığını gösterir.) [20]

1-İktidarı paylaşma teklifinde bulunan Ensar değil Ensardan genç bir ferttir, (ibn. Hişam'a göre Hubab b. el- Münzir)

2-Bir veya birkaç ferdin teklifi, delilsiz bir şekle bütün Ensaramaledilemez. Böyle bir sözden bu hadisin yokluğu da gerekmez. İkiimama biatla ilgili peygamber ihtarının yokluğu da.

Bu söz bir yanlışlık eseri söylenmiş olabileceği gibi bu mevzudaki hadisleri bilmemesinden de söylenmiş olabilir. Bu tür olaylara Asr-ı Saadetten misaller vardır.

3-Halife seçmek için toplanan Ensarın, üç-dört Muhacirin orada bulunmaları sebebiyle Halife seçmekten vazgeçmeleri ve aralarından birisinin "o zaman, bir emir sizden bir emir bizden olsun" şeklînde bir uzlaşma arayışına girmesi düşünülemez.

Esasen Hubab (r.a)ın bu teklifi bile İmamların Kureyştendir hadisinin zikri geçtikten sonra, hadiste İmamların Kureyşten olacağı söylenmekte: madem durum böyle o halde sizden bir imam

yanında bizden de bir imam olsun gibi bir anlayışla söylenmiş olması  da muhtemeldir.

İmam seçmek için toplanmış oldukları söylenen bir topluluğun hiçbir şer'i nas olmaksızın bir-iki kişi hariç Kureyşli bir İmamabey'at etmeleri başka türlü izah edilemez.

Sonraki Halife seçimlerinde Ensarın bir daha Hilafette hak iddia etmemesi de sözümüzü destekleyen bir başka delildir.

Sözü Edilen Hadisin Aslının Olması Ensarın Böyle Bir Seçime Gitmesini Her Hâl u Kârda İmkansız Kılar mıydı?

İddia XVI: (Şayet mezkur hadîsin aslı olsaydı Ensarın böyle bir seçime gitmesi imkansız olurdu.)[21]

1 -İmkansızlıktan önceki imkan göz ardı edilmiş. Allah Rasulü'nüntalebeleri Ensar böyle bir hadisin varlığını bilmeleri halinde halife seçmeye kalkmazlardı.

Ama Ensarın toplanmasından bu hadisin yokluğu da gerekmez. Çünkü bu hadis Sahabenin hepsinin arasında şüyu bulmamış olabilir.

Nitekim Hadisi duyunca işi ehline; bey'at suretiyle teslim etmişlerdir. Toplantının Peygamber (s.a.s.)'in vefatından sonra bir durum değerlendirmesi yapmak için yapılmış olması da muhtemeldir.

Görüldüğü gibi Ensarın toplanmasından bu hadisin yokluğu gerekmez.

Ekseriyetin Bey’atını Te’mîn Etmek Hazreti Ömere Göre Meşrû’luk Şartı mıdır?

İddia XVII : (Hz. Ömer'in görüşüne göre fesadı önleyecek olan şeyekseriyetin beyatını temin etmektir. -Reis olacak kimsenin ekseriyetin tasvibini, muzaharetini kazanabilecek vasıfta olması,dolayısıyla kuvvetli bir taraftar zümresine arkasını dayaması gerekir...) [22]

1 -Müellifin gerek birinci ve gerekse ikinci neticeyi Hz. Ömer'e nisbeti mesnetsizdir. Hz. Ömer'in bu iki neticeyi ifade edebilecek bir sözünü zikretmeliydi.

2-Hz. Ömer'e göre fesadı önleyecek olan şey ekseriyetin bey'atınıtemin etmek olsaydı... Yani bir başka deyişle Ekseriyetin beğenisini kazanmak halife seçilmenin temel şartlarından biri olsaydı; Hz. Ömer'in Ensardan veya Muhacirlerden seçilecek herhangi birisine beğeni kazanması halinde bey'atı uzak görmemesive şu sözleri söylememesi gerekirdi

"-Bey'at vuku bulmadan oradan ayrılacak olsaydık onlar kendi içlerinden birisine bey'at edeceklerdi ki bundan endişe ettik. Zira bu takdirde ya biz onlara istemeyerek bey'at edecektik veya muhalif kalacaktık. Bunun sonucu da anarşi idi."

Görüldüğü gibi gönülsüz bey'at ve muhalefet ihtimalini söylüyor. Bunun birçok sebebi olabilir. Genelin bey'atını alamayacağı endişesi olabileceği gibi "Kureyşî olmaması" da bu sözü söylemesine neden olabilir...

Daha bey'at olmadan hatta halife adayı bile ortada yokken dolayısıyla Bey'ata davet eden bile olmadan genelin bey'atını alamayacağını varsaymış olamaz. (Onun sözlerinde buna delil olabilecek bir kayıt yok.)

"Gönülsüz bey'at edecektik" diyor: demek ki: (ne olursa olsun onlar aralarından birisine bey'at etselerdi) genelin bey’atını alsalar bile gönülsüz bey'at etmesini gerektirecek bir durum (sebep) var.

Veya "Muhalif kalacaktık" diyor: Demek ki genelin bey’atını alsa bile muhalif kalmalarını gerektirecek önemde bir başka engel var.Bunlar da gösteriyor ki; genelin bey’atını şart koşmuyordu.

Öyleyse Ensardan bir imama beyattan kaçınmalarının sebebi imamların Kureyşten olmasına dair peygamber sözüdür.

3- Hz. Ömer'in bu sözü söylemesinin sebebi Ensardan bir imamın ekseriyetin bey’atını alamayacağı endişesi olsaydı bunu o şekildebelirtirdi. O ise böyle bir şey söylememiştir. Onun sözleri, Ensarın- aralarından bir halife seçip ona bey'at edivermeleri endişesini taşıdığını ifade etmektir. Genelin veya özel bir grubun bey'atı veya ekseriyetin desteğini şart koştuğunu değil...

4- Halifenin Allah Rasulünün bu kadar övdüğü bir topluluktan seçilmesini engeller bir hadis olmasaydı o böyle bir tavır sergilemez, böyle bir söz söylemezdi...

Müellifin de işaret ettiği gibi, Ensar Allah Rasulünden bir meselede bir söz olsa ona muhalefet etmezlerse; bu onlar hakkındaolacak iş değilse (ki muhalefet etmeyip o söze tabi oldular) aynışekilde Muhacirler ve Ömer (r.a)’de ondan bir söz olmadıkça gönülsüz bey'atı ve muhalefeti: Araplar Kureyşten şu topluluktan başkasının sözünü dinlemezler, gibi şer'i mesnedsiz bir bahaneylegöze almazlar ve yapmazlar.

5- Müellif Kureyşîlik gibi bir şartın olamayacağına delil getirirken (Ehil olanın emrine itiraz etmemek üzere... ibaresi geçmektedir. Ehliyetin şartları arasında kavim fikri mevcut değildir.[23]) diyerek ehliyet şartının içinde kavim fikri olamaz, o halde Kureyşîlik şartı da olamaz, diyordu... Halbuki burada ekseriyetin bey'atını temin etmeyi de ehliyetle birlikte şart koşuyor. Veya o dönemde Hz. Ömer tarafından şart koşulduğunusöylüyor.

Sonra yine "Mü'minler ailesine herkes girebildiğine göre İslam idarecilerinin her kavimden olabileceği neticesi Kur'ani bir hakikat olarak tecelli eder”[24] diyor. Yani Müellife göre ehil olmak ve mü'min olmak iki Kur'an'i hakikattir. Peki ekseriyetin görüşüne tabi olmak Kur'an'i bir Hakikat midir? Kureyşîliği Kur'an'i hakikatlere muhalif kabul ederken ve böyle bir hadis olsaydı Ensar orada halife seçmeye kalkmazdı derken; niçin Kur'an'i hakikatlere muhalif bir şeyi Hz. Ömer hakkında bu olacakşey değildir- şeklinde bir ifadeyle reddetmiyor?

Bu: Müellif "Ekseriyet şartını" kabul etmiyor ve bunu yalnızca Hz. Ömer'e nisbet ediyorsa...

Yok şayet kabul ediyorsa; Ehliyet şartından başka bir şartı (çoğunluğun bey’atını) şart koşmak Kur'an'i bir hakikat midir? VeKureyşîlik şartını inkarda dayandığı "Ehil olanın emrine itiraz etmeme" rivayetine uygun mudur? Eğer ekseriyet şartı bunlara uygunsa ve bunda Ehliyetle birlikte bir mahzur yoksa ve bu şart Kur'an'da olmamasına rağmen Kur'ana muhalif değilse; aynı şekilde

Kureyşîlik şartında da ehliyetle birlikte bir mani yoktur. Ve sıhhati sabit bir hadisi red yanlış olur.

Çoğunluğun desteği şartı ehliyetle birlikte şartsa: Kur'an'daki delilini göstersin, Sünnetteki delilini göstersin. Ehliyetin şartları arasında çoğunluğun bey'atının da olduğu delilleriyle isbat etsin.

Her isteyen iman edebildiğine göre yine her Mü'min İslam'da idareci olabilir sözüyle,[25] çoğunluğun bey'atı-nın imandan sonra şart koşulmasını bağdaştırsın.

Çoğunluk Şartının ölçüsü nedir? Nerede çoğunluk? Hak'ta birleşen bir çoğunluk mu, bu kayıt olmadan bir şeye destek veren çoğunluk mu?

Kastedilen hakikatte birleşen bir çoğunluksa; Hz. Ömer'in ehliyetsahibi Ensarlılara bey'atı ya gönülsüz ya da muhalefetle karşılayacaktık sözünde: Ensarın çoğunluğun desteğini alamayacağından dolayı onlardan birisine bey'ata yanaşmadığını söylemekten vazgeçsin. Zira Hak'ta birleşecek mü'minler Ensardan da olsaydı onlara bey'at hak ve doğru olabilirdi. Hz. Ömer'in davranışının gerçek sebebi çoğunluğun bey'at etmeyeceği ve onun da ehliyette çoğunluğun bey’atını şart koşması olamaz.

Hakta birleşilme şartı gözetilmiyorsa; Bu İslami bir asıl, metod ve yaklaşım olamaz. Çünkü gayeleri hak olmayan bir çoğunluk delalette birleşip hak taraftarlarına üstün gelebilirler... Sultanlık rejimlerinde de, demokrasi tarzı yönetimlerde de…

Fesadı önleyecek şey çoğunluğun bey’atını temin etmekse ve çoğunluğun bey'atında İslama göre olması temel ölçü ise: Halifenin Kureyşten olması ve Kureyşî olan halifenin ehil olması halinde bile Kureyşîlik şartının Kur'an'a ve sünnete muhalif olacağı iddiası düşer. Zira hem ehliyet şartı tevafür ediyor, hemde Kur'an ve sünnete muhalif bir durum söz konusu değil.

Kureyşilik Kur'an'a ve Sünnete muhalif bir durum arz etmese bile yine doğru değildir, denirse, Çoğunluğun bey'atını şart koşmak dabir manasıyla ırkçılıktır. Çünkü ırkçılık bir dil ırkçılığı olabileceği gibi kan ırkçılığı da olabilir, toprak ırkçılığı da olabilir, bir fikir ırkçılığı da olabilir. Bunların her birisinde

"Halifenin Kureyşî olma" şartı kabul edilirse bundan ırkçılık doğacağı iddiasındaki temel faktör-ırkçılık- mevcuttur.

Yani diyebiliriz ki: Çoğunluğun bey'atı şartını koşmakla ırkçılıkarasında bir benzerlik vardır. Her ikisinin kayıtsız şart koşulmasından da bir takım sakıncalar doğabileceği gibi belli şart ve sınırlamalarla uygulanırsa sakıncalar ve Kur'an ve Sünnette olabilecek muhalefetler de ortadan kalkabilir.

Hz. Ömer (r.a) çoğunluğun bey'atını şart koşarak Ensardan birisinin hilafetine karşı çıktıysa: bunun iki şekli vardır;

-çoğunluğun hakta birleşmesi ve batılda birleşmesi... Şayet çoğunluk hakta birleşiyorsa Araplar yalnız Kureyşten şu gruba boyun eğerler sözünün ve bahanesinin veya gönülsüz bey'at ya muhalefet edecektik sözlerinin hiçbir manası olamazdı... Çünkü hakta birleşen çoğunluğun ehil olan herhangi birisine bey'atı kimsenin gönlünde gönülsüz kabullenme veya muhalefet arzusu uyandırmaz ve hak talibi için o kabileye veya bu kabileye mensup olmuş fark etmez. Kim ehilse ona bey'at etseler diğerleri de gönülsüz bey'atı veya muhalefet etmeyi akıllarından geçirmezler. Ve itaat ederler. Dolayısıyla Hz. Ömer bu manada çoğunluğun bey'atını şart koşarak Ensardan birisine bey'ata karşı çıkıyor olamaz.

O halde onun bu sözlerinin bir başka sebebi vardır: O da Ensardanbirisine bey'at olunacak olursa Peygamber sözüne muhalefet edilmiş olacağı korkusu ve endişesidir.

Şayet çoğunluk batılda birleşecek olsaydı ve Hz. Ömer de çoğunluğu bu manada destekleseydi, bu, onun dininde ta'n etmeyi gerektirdi ki onun hakkında böyle bir şeyi bizlerden kimse söylemiyor.

O halde tek bir şık kalıyor: O da Ömer (r.a)in bu sözü söylemesinin gerçek sebebi: Ensarın aralarından bir halife seçerek ona bey'at etmeleri   durumunda; peygamber emrine muhalefet konumunda kalmaları ve bunun burukluğunu ve ezikliğini yaşayarak gönülsüz bey'at etmiş olacak olmalarıdır. O peygamber emrini tenfiz için bey'attan uzak durup ehil bir Kureyşiye bey'atetseler ve Ensardan seçilen halifeye karşı çıksalar bu defa da

anarşi çıkacaktır, işte Hz. Ömer'in mezkur sözüyle ifade etmek istediği bu olsa  gerektir.

Cedelen Müellifin iddiasının sıhhatini farzetsek ve Hz. Ömer'e göre fesadı önleyecek şeyin: ekseriyetin desteğini alabilecek birtaraftar zümresine sahip olmasının gerekmesini kabul etsek bile, bu halifenin Kureyşiliğine engel teşkil etmeyeceği gibi imamlar Kureyştendir, hadisinin de aslının olmadığına delalet etmez.

Sa’d’ın “İmamlar Kureyştendir” Hadisini Duymaması Onun Uydurma Olduğunu  Gösterir mi?

İddia XVIII; (Sa'd, Cahiliye devrinde okuyup-yazması olan nadir kimselerdendi. Akabe'ye iştirak eden 70 Ensari arasındadır. Bedr hariç bütün seferlerde Hz. Peygamber ile beraber bulunmuştur. Onun "İmamlar Kureyştendir" hadisini duyup ta peygamber emrine sırt çevirmesi mümkün değildir.) [26]

1 -Said'in şaki, şakinin said olması haktır.  Dolayısıyla bu meselede bir imkansızlık yoktur. Bir akademisyenin kavramları avam ağzıyla kullanması ayıptır.

2-Sa'd' ın bu peygamber emrine sırt çevirmesi onu kabul etmemesini gerektirmeyeceği gibi, bu hadisin yok olmasını da gerektirmez. Zira Sa'd'in Şeyhaynin hilafetlerini kabul etmemesinden bu hadîsi kabul etmemesi gerekmeyeceği gibi; Şeyhaynin hilafetini kabul etmemesinden böyle bir hadisin var olmaması da gerekmez.

3-Bütün yukarıdaki ihtimaller Sa'd'ın Hz. Ebu Bekrin hilafetini kabul etmemesi ihtimalinin kabul edilmesi halindedir. Kaldı kî Sa'd'ın bey'at etmediği veya bu hadisi bilmediği de kati olarak sabit değildir. Zira Ahmed b. Hanbel'in ve İbn Kesir'in naklettikleri bir rivayette Hz. Ebu Bekrin ona peygamber efendimiz (s.a.s.)’in sözünü hatırlattığı onun da bunu kabul ve itiraf ettiği mervidir.

4-Bir sahabînin tavrı böyle bîr hadisin olup olmadığına delil teşkil edecekse Sa'd ve ailesi dışında bütün  sahabenin Hz. Ebu Bekr (r.a)'a bey'atlarının da böyle bir hadisin varlığına delaletetmesi hayli hayli kabul edilmelidir. Bir kişinin yanılması bütünsahabenin yanılmasından çok daha kolay ve de mantıklıdır…

“İmamlar Kureyşten Olacaktır” Hadisi Hakkındaki Hafîflik Kimdedir?

İddia XIX: Müellif; “Meselenin hafifliğe tahammülünün olmaması bizi ilk kaynaklara inmeye mecbûr etti” diyor.[27]

Başvurduğu ilk kaynaklar:1. İbn-u İshak (85-151 h.), 2.Abdurrezzak b. Hemmam (126-211), 3. Ahmed b. Hanbel (164-241), 4.el-Buharî (194-256), 5.et-Taberi (224-310)’dir.

1 .Bütün bu eserlerde halifenin Kureyşi olmayacağı olamayacağı yada Kureyşî olmasının kavmiyetçilik olacağını ifade eden herhangi bîr nas, nakil, rivayet yoktur. Müellifin kendisine uygun görmesine göre seçtiği ve yine işine gelecek şekilde özetlediği ve yönlendirdiği bir rivayet vardır.

Rivayet tamamı okunduğunda da anlaşılacağı gibi Hz. Ömer’in hilafetinin son döneminde hacc sırasında çıkan dedikodulara cevapolarak Medine'de yapılan bir konuşmadır. Konuşmada recm meselesi ve Ebu Bekr(r.a)'in halife seçiminin oldu bittiye getirilmesi üzerine duyulan sözlere cevap verilmiştir. Bu konuşmada imamlar Kureyştendir, şeklindeki hadisin nakledilmemesi bu sebeple tabiîdir.

2. Müellifin bu rivayeti delil getirebilmesi için Recm ayetiyle alakalı bölümünü de kabul etmesi gerekir. Halbuki müellif bu ayetin varlığını kabul etmediği gibi böyle bir rivayet sahih değildir kanaatindedir. Sahih olmadığını kabul ettiği bir rivayeti delil olarak öne sürebilmesi tam anlamıyla akademik kriterlere uymamaktadır.

Kendisine göre Hz. Ömer’e dayandırılan bütün benzer rivayetler dedelil olarak kullanılamaz durumda olmalıdır. Zira bu olay on defatekrarlanmamış tek bir olaydır. Recm ayetinin bir rivayette geçipdiğer bir rivayette geçmemesi bu illeti bu rivayetten uzaklaştırmaz. İllet bakidir.

3. Bu rivayeti reddetmesi gereğini inkar ederse; o zaman da istidlali şu problemle karşı karşıyadır. Bu rivayet sakîfe günü olup bitenlerin özeti şeklindedir ve o gün başka bir konuşma geçmediğine ve mesela, imamlar Kureyştendir, hadisinin bahis

konusu edilmediğine kesinlikle delil olarak öne sürülemez. Bunu şu ana çerçevede konuya bakacak herkes itiraf durumundadır.

a-İbn İshak imamlar Kureyştendir, şeklindeki hadisin Sakife günü söz konusu edildiğini nakletmiştir.[28]

Buhari de bu hadîsi nakletmiştir. Ahmed b. Hanbel de hem nakletmiş hem de sakife günü bu hadîsin söz konusu edildiği rivayetini tahric etmiştir. Mezhebi de Kureyşîlik şartının sahih olduğu şeklindedir. Yani müellifi; meselenin hafifliğe tahammülü yoktur, diyerek indiği kaynaklar ve musannifleri bile nakzetmektedir.

“İmamlar Kureyşten Olacaktır,” Hadisini Rivayet Eden Sahâbîler Kimlerdir?

b- İmamlar Kureyş’den olacaktır, hadisini rivayet edenler arasında Sahâbe’den,

1. Ebu Bekr, 2. Humeyd b. Abdirrahman, 3. İbn Abbas, 4. Sevban, 5. Ali b. Ebi Talib, 6. Aişe, 7. Ömer b. el-Hattab , 8. Amr b. el-As, 9. Dırar b. el-Hattab, 10.Enes b. Malik, 11. Ebu Berza, 12. Ebu Saîd el-Hudari, 13.Ebu Mûsâ el-Eş'ari, 14.Ka'b b. Malik ,15.Amr b. Avf el-Müzeni , 16. ez-Zubeyr b. el-Avvam , 17.Ummu Hani, 18. Raşid b. Sa'd, 19. Ebu Hureyre, 20. Utbe b. Abd, 21. Ebu Gızziyye el-Ensari, 22. Muavviye b. Ebi Süfyan (ra) vardır.

Yine bu manayı destekler mahiyette 12 kadar sahabinin (ra) daha bahsimizle alâkalı rivayetleri vardır.

“İmamlar Kureyşten Olacaktır” Görüşünde olan Müctehid İmâmlar Kimlerdir?

c-İmamlar Kureyşten olacaktır, hadîsine dayanarak halifenin Kureyşî olması gerektiğine dair fetva veren imamlar arasında; 1. İmam Ebu Hanife ve Ashabı, 2. İmam Şafii ve ashabı, 3. İmam Ahmedb. Hanbel ve ashabı, 4.İmam Malik ve Ashabı 5. el-Eş'ari 6. el-Maturidi vardır. Yaşadıkları asır Asr-ı Saadet’e en yakın asırdırve onlara göre, meselenin hafifliğe hiçbir zaman tahammülü yoktur.

Netîce olarak; Müellif’in sözünün özü iki temel esasa dayanmaktadır. Kureyşîlik şartının koşulmasının kavmiyetçilik -

ırkçılık- olmasına, ve Hz. Ömer'den naklolunan Sakife günündeki seçimle alakalı bir rivayette gelen sözlere...

Bu şartın ve gereğinin ırkçılık olmadığını ve kavmiyetçiliğe sebebiyet vermeyeceğini önceki sahifelerde izah ettik. Dolayısıyla birinci dayanağının yanlışlığı ortaya çıktı... Müellifin Hz. Ömer'den mervi rivayete istinaden getirdiği delillerin eksiklik ve hatalarını yine yerinde izah ettik. Onun bu rivayetle istidlal edemeyeceğini de isbat ettik. Konuyla alakalı olarak söylediği diğer dayanaklarını da iktibâs edip yanlışlıklarını ortaya koyduk. Halifenin Kureyşî olması şartı mütevatir sünnetle sabit bir şarttır. Vesselâm.

[1] s. 143

[2] s. 143

[3] (Hatta yakın gelecekte Ümmetin gündemine girecek olan İmamet Müessesesinin bir milyarı aşmış Ümmet üyesi arasından büyük fitnelere sebebiyet vermeden seçilmesinde de bu şartın büyük bir fayda getireceği İlk Halifenin seçiminde oynadığı rol ve sağladığı fayda gibi büyük bir fayda sağlayacağı- ümit edilebilir.)

[4] Sh. 146

[5] sh. 148

[6] Sh. 149

[7] s. 152.  bu  iddia  müellif  M. Said Hatiboğlu bey in  konuyayaklaşımında sahip olduğu  düşünce alt yapısına  ışık tuttuğu için  alıntılanmıştır. Sadece  bakış açısını bilmek  yeterlidir. Cevap yazılmasına  gerek yoktur.

[8] s. 155.

[9] s. 157.

[10] s.157.

[11] bkz. s. 186

[12] (O zaman Kur'an’a bir ayet daha ilave etmesi gerekir.)

[13] (Buradaki araplardan kasıt da mü'minlerdir. Bu kullanım bütün arapça kaynak kitaplarda süregelen bir kullanımdır. Mü'min olmayanları için ; arapların müşrikleri , kullanımı vardır.)

[14] s. 159

[15] s. 160.

[16] s. 160

[17] s. 160

[18] el Fark Beynel Fırak 15. dipnot s.4 160. dipnot s.175

[19] Bkz. el-Kettani, Nazmu'l-Mütenasir mine'l-Hadisi'l-Mütevatir. 158

[20] s.160.

[21] s.161.

[22] s.161

[23] s.143

[24] s.143

[25] s. 143

[26] s.161

[27] Bkz. S.157.

[28] Bkz.   İbnü   Hacer, lezzetü'l-Ayş s. 31

Gazeteci Yazar Mehmed Şevket Eygi: Ehli SünnetYayınları Artmalı

 Mülâkât: Yûsuf HANÎF - Osman AKYILDIZ

- Efendim, Türkiye’deki Ehl-i Sünnet muhtevalı çalışmalar sizce yeterli miktarda mı?

Mehmed Şevket Bey: Türkiye Müslümanları Ehl-i Sünnet itikadı içingerektiği kadar maalesef çalışmıyor. Evet, bir takım kitaplar, dergiler, makaleler yayınlanıyor ama bunlar hiçbir zaman yeterli değil. Neler yapılmalı? 1950’lerde Türkiye’de bugünkü kadar bid’at inançlar, bid’at görüşler, bid’at mezhebler yoktu. Sonra 60’larda başladı, 70-80 derken şu anda insan söylemeye korkuyor ama acaba Ehl-i Sünnet azınlığa mı düştü? Çok muhterem, ellerinden öptüğümüz, hürmette kusur etmediğimiz birtakım Ehl-i Sünnet hocalarımız sanıyorum bu konuda yeteri kadar teşvikte bulunmadılar, Müslümanları gayretlendirmediler. Bundan 20-30 seneönce Ehl-i Sünnet karşıtları tam hatırlayamıyorum ama ismi Ehl-i Sünnet olan bir kitap çıkardılar. Müfid Yüksel bey söylemişti,  okitabı 150 bin adet basmışlar. Bakın Ehl-i bid’at böyle çalışıyor

fakat Ehl-i Sünnet o miktarda çalışma yapmıyor, red ve cerhte bulunmuyor.

“100 SAYFALIK BİR EHL-İ SÜNNET İTİKADI KİTABI HAZIRLANMALI”

Bir de tabii Ehl-i Sünnet Müslümanları sadece bozuk fikirleri tenkid değil halka yönelik güzel kitaplar da çıkarılmalı. Mesela diyelim ki 100 sayfa civarında Ehl-i Sünnet itikadı diye bir kitap çıkartılacak. Son derece muhkem, son derece metîn bir metinolacak. Ve herkese denilecek ki işte Ehl-i Sünnet’in inancı budur. Orada Ehl-i Bid’at bir takım ayet ve hadisleri yanlış yorumluyor, Allah’a mekan izafe ediyor denilecek. İnsanlardaki gibi el, ayak, yüz izafe ediyorlar denilecek. Bunların makul te’vil ve tefsiri var denilecek.

Tabii bu 2000 tane, 3000 tane basılmayacak. Baskıları bunun 50’şer bin 50’şer bin olacak ve her Müslümanın kütüphanesinde birtane olacak. Yine Ehl-i Sünnet el ilmihâli hazırlanacak. Oradada mevzular yazılacak. Ama bunlar yapılmıyor. Bugünkü Ehl-i Sünnet faaliyetleri daha çok tenkid, cerh ve uyarı üzerine oluyor. Daha önce Ehl-i Sünnet’in anlatılması lazım.

Geçenlerde bir akaid kitabı çıkartılmış ben görmedim ama orada Allah-u Teâlâ’ya mekan ve cisim izafe ediliyormuş. Arabistan’dan gelen yanlış itikada yer verilmiş o kitapta. İbn-i Teymiye’nin küçük bir akaid kitabı var. Onu okuduğumda hayretler içinde kaldım. Çünkü ne kadar müteşabih ayet ve hadisler varsa onları esas olarak kabul etmiş ve İslam itikadının esası olarak onları göstermiş. Bu metod olarak yanlış bir kere. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de muhkem ayetleri bırakıp da müteşâbihâta tabi olanlar zemmediliyor biliyorsunuz.

 “CEMAATLER ARASINDA HEYET KURULMALI”

Ehl-i Sünnet Müslümanları bu çalışmaları çok daha sistemli, çok daha birleşik bir şekilde yapmalıydı. Bugün Türkiye’de Müslümanlar maalesef paramparça olmuş vaziyette, şirazesi dağılmış bir kitabın yaprakları gibi. Birbirinden kopuk, birbiriyle irtibatı olmayan bir takım cemaatler, tarikatlar var. Bunların her biri kendi kafasına göre dergi çıkartıyor, kendi kafasına göre yayın yapıyor. Diyelim ki belli başlı büyük, orta

100 cemaat var. Bunların 35’ide Ehl-i Sünnet şuuruna sahip. Bunlar ayrı ayrı çalışırlarsa, birinin çıkardığı kitabı öteki okumuyor veya görmüyorsa sıkıtı var demektir, bu noktada bir heyet kurulması lazım. Bütün cemaatlerin, tarikatlerin, gruplarıntemsilcilerinin buna iştirak etmesi lazım ve elbirliği ile bu dediğim Ehl-i Sünnet yayınlarının yapılması lazım. Hatta üzülereksöylüyorum Diyanet iki ciltlik bir ilmihal çıkartmış, onda bile medârı münâkaşa olacak hususlar varmış. Bunlar çok güzel bir üslupla kırıcı olmayan fakat gereken uyarıları yapan bir üslupla,ifadeyle ortaya konmalı. Gerekirse diyelim bir kitapta bir yanlışyapıldı, o yanlış küçük bir broşür şeklinde 1 milyon adet basılacak. Bu gibi hizmetlerin yapıldığını iddia etmiyorum.

Ben şahsen din tahsili görmemiş bir vatandaşım, müslüman bir kimseyim, kitap okurum çocukluğumdan beri. Bu kitap okumakla, sağa sola devam etmekle bir miktar dini kültür oluşmuştur ama bu işi yapmak bana düşmez.

“DİNİ MÜDAFAA HUSUSUNDA TE’LİF ÜCRETİ MEVZÛ-İ BAHS OLMAMALI”

Bir de inşaallah kimseyi üzmeden söylemek istiyorum. Te’lif ücreti olmadan bir takım hizmetler sahipsiz cenaze gibi ortada kalıyor. Ehl-i Sünnet’i müdafaa hususunda, dini, sünneti, icmâı müdafaa hususunda te’lif ücreti mevzû-i bahs olmamalı. Alimlerin kitaplarından para kazanmaları bu devirde olur, ama İmam-ı GazaliHazretleri böyle bir şeyi duymuş olsaydı çok ayıplardı. O zaman matbaa, yayınevi yoktu, bugünkü faaliyetleri onlar bilmiyorlardı.Bilmiş olsaydı İhyâ’ya bu konuda 41. bölüm koymuş olurdu.

Biliyorsunuz Ehl-i Bid’at için çok paralar geliyor dışarıdan. Ben50 senedir yayın dünyasının içindeyim, bu konuda çok duyumlarımızvar. Elimizde bunun senedi, makbuzu yok ama Doğu’dan ve Güney’denparalar geliyormuş, destek geliyormuş. Yazık ki esas İslam olan Ehl-i Sünnet olanlara böyle bir yardım gelmiyor. Hamiyetli, gayretli, şuurlu İslam hocaları telif ücreti olmaksızın bu konudarisaleler yazmaları lazım. Mesela yakın tarihimize bakıyoruz; Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ve Düzceli Zahid el-Kevserî Hazretlerini görüyoruz. Bunlar yurttan sürülmüşler, ailelerinden uzaklaşmışlar, gelirleri de olmamasına rağmen kimseden bir şey istemezlermiş. Yine biri Gümülci-ne’ye gitmiş orada neşir yapmış,

oradan Mısır’a geçmişler orada neşir yapmışlar. Belki mütevazi yaşadılar belki geçim sıkıntısı çektiler fakat hiz-metlerini hiçbir zaman aksatmadılar.

Fikirlerini yüzde yüz kabul etmediğimiz bir Musa Carullah Bigiyefvardır. O zatın da reformcu görüşleri vardır fakat bir noktada buzat da takdir edilecek bir iş yapmıştır. Rusya’da 1917 Bolşevik ihtilalinden sonra kaçmıştır. Evini, hanımını, çocuklarını terk etmek zorunda kalmıştır. Berlin’e, Finlandiya’ya hatta Hindistan’a gitmiştir. Oralarda oraya buraya sığınarak yaşarken kitap çıkarmıştır. Mesela benim kütüphanemde onun Berlin’de basılmış Hatun adlı kitabı vardır. Kitap yazmaktan hiç geri durmamış. Hatta Hindistan’da Arapça bir tefsir bile yazmış, filanmihrâcenin sarayında kalmış. Ehl-i Sünnet’e aykırı görüşleri olduğu için birtakım tenkidlere de uğramıştır ama ben gayretini anlatmak için misal verdim.

“EN TESİRLİ HİZMET YAZILI OLANDIR”

-Şimdi bu devir çok hızlanmış bir devir. Kitle iletişim vasıtaları olsun, internet, televizyon olsun çok hızlı bir şekilde yayıldı. Günümüzde hizmet imkanları çok olduğu gibi dezanfarmasyon veya tahribat da çok fazla. O yüzden insan şaşırıyor yani. Hizmete nereden başlamak lazım; elimizin altında televizyon var, dergi var, kitap var. Acaba hangisine ağırlık vermek lazım. Hangisi daha tesirlidir?

Mehmed Şevket Bey: En tesirli olanı yazılı olandır. Diyelim ki televizyonda çok faydalı konuşmaları içeren bir açıkoturum yapıldı. Düğmesi kapanır, onların hepsi heba olur ve gider. Bir CD’ye aldıysanız tekrar dinleme fırsatı bulabilirsiniz. Fakat yazı öyle değildir, 5000 seneden beri deri üzerine olsun, madenî levha yahut pişmiş kil üzerine olsun yazı yazıdır. Binâenaleyh Müslümanlar bir takım gerçekleri, bir takım uyarıları, bir takım beyanları mutlaka yazıya geçirmeliler. Şimdi yazıda da kitap sanatları, kitap teknikleri dediğimiz bir şey var. Lisan çok mühim, üslup çok önemli. Kitabın kağıdı, baskısı, şekli, dizaynı,kapağı da çok önemlidir. Mesela diyelim ki Ehl-i Sünnet akaidini müdafaa eden bir kitap çıkartılmış. Kitapta her şey birbirine karıştırılmış, anlaşılmaz cümleler, arabaşlığı yok, dipnotu yok

ondan fayda olmaz. Ama 100 sayfa bir kitap çıkartılmış, Türkçesi nefis, tanzimi nefis, arabaşlığı konmuş, her konunun evveline o konuyu özetleyen çerçeve şeklinde bir yazı konulmuş. Bu daha tesirli olur.

İlk anlattıklarıma müşevves denirdi. Bu devrin insanları müşevves, karışık kitaplardan gerçekleri çıkaramaz. Türkiye’de İslami piyasada 30-40 yıl içinde 25 bin tane kitap yayınlanmış. Şu an kitap piyasasına gidelim, 100 sayfa civarında Ehl-i Sünnet’i anlatan, çok zarif, çok hoş bir kitap yoktur maalesef. Bir misal vermek istiyorum; Amerika’da Kenedy diye bir başkan birsuikasta kurban gitti, öldürüldü. Bir rapor yazıldı yüksek mahkeme tarafından. Şimdi rapor 10 bin sahife olarak yazıldı ve gerçek burada diyorlar. Ama 10 bin sayfa olduğu için gerçeği kimse çıkaramıyor. Gerçek bir incidir, bunu bir bahr-ı bîpâyâna, bir okyanusa atıyorsunuz ondan sonra da inci buradadır diyorsunuz. Kim bulup da çıkaracak bu inciyi. Diyelim ki bir Ehl-i Sünnet kitabı yazıldı, “Ehl-i Sünnet bir mezheb değil İslam’ın kendisidir” diye başlık atılacak ve bunu gerekçeleriyle anlatacak. Çünkü Ehl-i Sünnet karşıtları Ehl-i Sünneti herhangi bir fırka, bir hizip, bir mezhep gibi göstermek istiyorlar. Ondansonra Ehl-i Sünnet Kur’an, hadis ve icma konusundaki anlayışı yazılacak.

Harici, Mutezili ve Şii kompleksiMustafa Özcan

Modernizmin hastalık ve illetlerinden birisi de güce karşı prestije neden olmasıdır. Müslümanlar din ile dünyayı birlikte yürütemediklerinde ve bu denklemde bir bozulma olduğunda modernizme öncülük etmek yerine onun peşine takılmak mukadder olur. Bu itibarla, hiçbir kademede görev ihmal edilmemelidir. Rehberlik makamı yerine tebaiyet makamından da mürekkebü'n naks dedikleri kompleks hasıl olur. İbni Haldun'un deyimiyle bu da galipleri taklide yönlendirmektedir.

Bunun da iki tarz tezahürü olmaktadır. Birisi içe doğru diğeri dedışa doğru. İçe dönük kompleks genellikle İslâmî geleneğin küçümsenmesi buna mukabil câhilî geleneğin ise baş tacı edilmesi suretiyle gelişir. Sözgelimi, Mısır'da Taha Hüseyin'in yaptığı gibi, Firavunlar medeniyetine öykünmek bu örneklerden birisidir. Yine Taha Hüseyin ve Selame Musa hem geçmişteki İslam öncesi câhilî medeniyetlere hem de modern Batı medeniyetine öykünmüş ve onları taklide çağırmıştır. Günümüzden bir başka misalde, The Independent yazarlarından Yasmin Alibhai-Brown 'Biz Müslümanlar olarak neden kendi kendimizi tahrip ediyoruz?' başlıklı yazısındatam da bu konuya temas ediyor ve günümüzde Müslümanların bir aydınlanma periyodu ve dönemi olan Ekber Şah dönemini örnek almaları gerektiğini savunuyor.[1]

Ekber Şah dönemini geçmişte yaşanan altın çağ örneklerinden birisi olarak değerlendiriyor. Burada Kemalistlerle aynı zemini paylaştığını görüyoruz. Hatta başka yazılarında: 'Türkiye laik(çi)leri orada bizim için mücadele veriyorlar' diyor. Burada ilginç olan, Ekber Şah dönemini ve modernizmini bir aydınlanma dönemi olarak algılaması ve günümüzdeki modernistlerin de onu model olarak almalarını istemesi.

Bildiğimiz gibi, o dönemde İmam Rabbani'nin tecdit hareketiyle dönemin aydınlanma hareketi olarak da anılan Ekber Şah modernizmibirbiriyle çatışma halindedir. Bu kompleks hali üç tarz tepkiyi tevlid etmiştir. Bunlardan birincisi, mevcut Batı medeniyetine

öykünmek. İkincisi, İslâmî temellerden yola çıkarak mevcut durumamukabele geliştirmek yerine İslam harici geçmiş ve dayanaklar aramak. Buna Seyyid Kutub “yeni cahiliyet” de demektedir. Bu da modernizm karşısında kompleksli ilişki türlerinden birisidir. Üçüncüsü de İmam-ı Malik'in dediği gibi ümmetin ahirinin de öncesinin selahıyla selah bulmasına inanmak ve bu yolda hamleler geliştirmek ve ataklar yapmaktır.

Modernizm karşısında yenilgi psikolojisinin ürettiği reflekslerden birisi de geçmişte inkiraz etmiş veya etmemiş mezheplere öykünmek ve onları taklit etmektir. Bu surette sünni dünyada modernizme refleks bağlamında özelliklle de Mutezile ve Haricilere ve Şiilere karşı kompleks üretmiştir. Şiiliğe karşı kompleksin temel nedenlerinden birisi siyasidir ve daha sonra bu mezhep sempatisi halini almıştır.

Özellikle de İran devriminin etkisi Şii kompleksi intaç etmiştir.İran devrimiyle birlikte gözleri kamaşan kimi sünniler kendi değerlerinden şüphe etmeye değerlerini küçümsemeye veya en azından Şii mezhebinin değerlerini içselleştirmeye ve aradaki mesafeyi yok farzetmeye ve onu sünnilikle eşitlemeye ve aynı kategoriye sokmaya başlamışlardır. Bazıları daha da ileri giderekyekten Şiiliği benimsemektedir. Bu yaygın bir durum olduğundan veepey detay istediğinden dolayı şimdilik bu meseleyi burada ele almayı talik ediyor ve başka bir vakte tehir ediyoruz.

Bununla birlikte, illet aynıdır. İslam'ın geri kalmışlığını Gazali gibilerin aklı ikinci plana atmasına bağlayanlar bunun panzehiri olarak nascılığa karşı akılcılığı ve bu bağlamda akılcıbir mezhep olarak telakki ettikleri Mutezile'yi öne çıkarmaya başlamışlar ve onun eteğine tutunmuşlardır. Bunlara da neo-mutezile akımı denmiştir. Esasında İbni Teymiyye ve İbni'l Kayyımüzerine kurulu neo-selefilik anlayışı noktasındaki komplekslerin kaynağı da aynıdır.

Belki de bu noktada en kompleksli yaklaşım Harici mezhebine öykünmek olmalıdır. Zira, İslam mezhepleri arasında en menfuru olan kanla ve Hazreti Ali'ye isyanla anılan Hariciliktir. İlginçtir, bugün Hariciliğin yaşadığı tek devlet olan Umman Sultanlığı ile İran ilişkileri neredeyse hiçbir sünni ülkeye

nasip olmayacak şekilde metin ve sağlamdır. Bunun nedeni de yine siyasidir. Taliban-İran ilişkileri kabil-i kıyas olmayacak şekilde köklüdür. Bunun bir nedeni de, aralarında ilişkinin rakabete dayalı olmaması ve aralarında rekabete yer olmaması ve ikisinin de sünnî dünya karşısında kendisini yalnız veya azınlık olarak hissetmesidir.

Çok ilginçtir, Mutezile mezhebi gibi mezhepler inkiraz etse ve yok olsalar da bazen başka mezhepler arasında yaşamaktadırlar. Haricilik de öyledir. Özellikle ifrat ve tefrit şıklarıyla birlikte. İslami liberaller onun tefrit tarafını, radikaller de ifrat tarafını tevarüs ve temsil etmektedirler.

Bu hususta kitap telif edenlerden birisi de Deyr-i Zur ulemasından İmam-ı Nevevi'nin Bustanu'l Arifin kitabını tahkik eden Muhammed Sail El Örfi'dir. Bu hususta 'Takammusu'l Havâric Fi'l Mezâhibi'l İslamiyye' kitabıyla bu meseleyi enine boyuna elealmıştır. Adeta kitabında kadavra haline gelen haricilik fikrininbaşka anlayışlar içinde gizlendiğini ve diğer mezheplerin içine çekildiğini ve bir nevi onlarda tenasüh ettiğini ve reenkarne olduğunu[2] ifade etmektedir. Haksız da sayılmaz.

VAHDET İLE TEVHİDİ AYIRANLARMısırlı yazar Muhammed Umara ridde savaşlarına neden olan ridde mantığını tevhid ile vahdeti ayırma girişimi olarak değerlendirir. Hazreti Peygamberin (S.A.V.) dâr-ı bekâya irtihalinden sonra Mekke, Medine ve Taif veya bir rivayete göre Bahreyn hariç Hazreti Peygamber döneminde itaat altına girmiş Ceziretü'l Arab'ın birçok belde halkı zekatla namazı ayırmaya başlamış ve bunlara yapılacak muamele konusunda İslam idaresi ikikampa ayrılmıştır. Hazreti Ebubekir (Radıyallahu Anh) başını çektiği kampın kararlı davranmasıyla mesele çözülmüştür. Hazreti Ebubekir, Hazreti Peygambere verilen bir deve yuları dahi olsa bunu esirgeyenlere karşı ilan-ı harp edeceğini açıklamıştır. Fiilen de bunu yapmıştır. Ancak bu kararlılık sayesinde erken dönemde tevhid ile vahdetin arasının açılması engellenmiştir.

İkinci kampı veya anlayışı temsil eden Hazreti Ömer Radıyallahu Anh ise meseleyi zamana yayma taraftarı idi tevhide razı olup da vahdet bağını koparanlara karşı ilişmeme siyasetini güdüyordu. Ama Hazreti Ebubekir'in bu husustaki kararlılığı ve kimseden perva etmemesi ve haklı oluşu karşısında Hazreti Ömer sonunda Hazreti Ebubekir'in (R. A.) görüşüne gelmiştir.[3] Hazreti Ebubekir tevhid ile vahdetin birbirinden ayrılmasına karşı çıkmışve bunu ridde/cahiliyete dönüş olarak değerlendirmiştir. Tarih onu haklı çıkarmıştır.

Bilahare Hazreti Ali yanında ve safında olup da ifrat eden Hariciler bu ifratları tutmayınca bu defa da tefrit ederek ridde olayında olduğu gibi siyasetle veya vahdetle tevhidi birbirinden ayırmaya başlamışlardır. Bunun sonucunda, hilafetin gereksizliğine hükmetmişlerdir.

Günümüzde de benzeri karakter taşıyanlara sıklıkla rastlanıyor. Radikallikten liberalizme geçenlerin haddi hesabı yok. Bu yönüylegünümüzde siyasetle tevhidi veya vahdetle tevhidi ayıranlardan vebu anlamda Haricilere özenenlerden birisi de Bahreynli yazar Muhammed Cabir El Ansari'dir. Katarlı eski Şeriat Fakültesi Dekanı Abdulhamid Ansari ile Muhammed Cabir el Ansari'nin görüşleri birbirine yaklaşmaktadır. Onlar günümüzün liberal haricileridir. Hariciler başkalaşım geçirmişler ve Hazreti Ali

döneminde ifrat ve isyan halinden sonra devleti ve hilafeti reddetmişlerdir. Pratik yanlışları onları teorik yanlışa götürmüştür. İlk hallerinde de sonraki hallerinde de heva ve heveslerine uymuşlar heva ve heveslerini kural edinmişlerdir.

Bu bağlamda, biraz da Ali Abdurrazık gibi Muhammed Cabir el Ansari İslam'da siyaset ile dini alanı birbirinden ayırmak gerektiğini söylüyor. Dini ile siyasi olanın alanlarının birbirinden ayrılması gerektiğini vazediyor. Aynısını Ali Abdurrazık 1925 yılında ‘El İslam ve Usulu'l Hükm’ kitabıyla birlikte yapmıştı. Kitabın yayınlanışının da hilafetin kaldırılmasının hemen sonrasına rastlaması da manidar bulunmuştur. Şerif Hüseyin gibi Senusilerin de Osmanlılara isyan ettiklerini ileri sürerek bir nevi bunu meşru görür ve buradan yola çıkarak hilafetin gereksizliğini savunmaktadır. Burada temelargümanı İbni Haldun gibi yönetimin Müslümanların uhdesine bırakıldığını söylemesi ve bu konuda da bir yükümlülük olmadığınısavunmasıdır. Ona göre bu vazife ilahi olmayıp ümmete terkedilmiştir. Halbuki çift yönlüdür. Hem dini hem de insanlara bırakılmıştır. Şah Veliyyullah Dehlevi, zamanında en büyük vecibenin hilafeti tahkim ve ihya etmek olduğunu söylerken Bediüzzaman da asrımızın en büyük vecibesinin İttihad-ı İslam olduğunu belirtmektedir.

Demek ki, Mülümanların siyasi bir vazifesi var. Burada Ansari siyaset alanını dini değil teknik bir alan kategorisine sokuyor ve bu görüşünü, Peygamberimizin Medine-i Münevvere'ye teşriflerinde hurmalarını aşılayan Ensar topluluğuna bunun ne olduğunu sorması hadisesi üzerine bina ediyor. Meşhurdur ki, Ensar gelip hurmaların aşılanıp aşılanmamasını soruyor ve Peygamberimiz de nehiy makamında olmamakla birlikte bunun ne işe yaradığını sorması üzerine bunu emir telakki eden Ensar hurmalarıaşılamaktan vazgeçiyorlar. Ertesi sene hurmalar acı meyva veriyorve yine geliyorlar. Durumu arzetmeleri ve aşısız hurmaların acı meyva verdiğini söylemeleri üzerine Efendimiz ' Siz dünya işlerinizi daha iyi bilirsiniz' buyuruyor.

Neredeyse nübüvveti ve vahyi arzileştiren Abdulkerim Suruş da 'Şia'nın elinde böyle bir hadis olsaydı kurtulmuştu' diye boşuna demiyor! Elbette hadisin sıhhatinden şüphe edilemez. Müslim gibi

sağlam hadis mecmua ve koleksiyonlarında yer alır ama mesele teknik bir meseledir. Hilafet ise siyasi bir meseledir ve Müslümanların vahdetiyle irtibatlıdır. Şia'nın imamet meselesindesavunduğu gibi nübüvvet gibi rükünlerden olmasa da Müslümanların birliği ve dirliğiyle ilgili bir meseledir.

Bu bağlamda, Hazreti Ebubekir'in savunduğu gibi vahdeti ile tevhid birbirinden zinhar ayrılamaz. Mücbir sebeplerden dolayı muvakkaten ayrılsa bile Müslümanlar bunu içselleştiremez. Şah Veliyyullah'ın öngördüğü veçhile aksine telafisine bakar.

Maalesef bugün Müslümanlar tevhid ile vahdetin ayrılmasını çeşitli bahanelerle içselleştiriyorlar. Böylece haricilerin mantığına teslim olmuş oluyorlar. İslami siyaseti ütopya olarak değerlendirmekte ve İhsan Eliaçık gibi, facir veya fasık nasıl olursa olsun bir devletin kifayetini savunmaktadırlar. Yine de fasık veya facir de olsa Müslümanların birliğini remz ve temsil eden devlet bir birliklerini temsil etmeyen devlet farklıdır.

Ansari İslam'da hilafet devleti olmadığına dair Medine vesikasından da guya kanıt getiriyor. Ansari Muhammed Abduh'dan yola çıkan Ebu'l Mecd'in İslam'da devletin sivil olduğunu ortaya koyduğunu hatırlatıyor. Bu bağlamda, Umman'da hakim olan İbahiye’nin siyasi anlayış ve deneyimine değinen Hüseyin Gabbaş[4] da İslam'da halifenin ilahi olarak atanmadığını savunmaktadır. Ansari de bu Umman örneğinden yola çıkarak Müslümanlara umum model çıkarmanın peşine düşüyor.

Elbetteki Peygamber olmadığı için halifeler Allah tarafından gönderilmez ve atanmaz. Onların Allah tarafından atandığı fikri onay makamında zaten Pavlos'un ve ondan maada Emevilerin fikridir. Bildiğimiz kadarıyla İslam dairesinde bunu savunan olmamıştır. Olsa bile muteber sayılmamıştır. Bununla birlikte, İslam'da halifeler meşruiyetlerini iki kıstastan alırlar. Birincisi, ilahi hukuka bağlılıkları ve onu korumaları ve muhafaza ve tatbik etmeleri. İkincisi de, halkın tensip ve ihtiyarına nail olmalarıdır.

İlahi te’yidden ziyade burada halkın tefvizi ve tensibi sözkonusudur. Lakin bu birinci şarttır ikinci şartı da İslami ilkelerden sapmamasıdır. Bu sapma haddi aşma 'küfr-i bavah' yani

açık küfür halini alırsa o takdirde Müslümanların ona itaatları sâkıt ve onu azletmeleri üzerlerine vazife olur. Durum kesinlikleAnsari'nin anlattığı minvalde değildir. Sivil idare falan diyerekkafa karışıklığına yol veriyor.

İslam'da siyasi alanın masum olmadığını; hata ve sevaba açık olduğunu ve dolayısıyla içtihadî ve zannî olduğunu söylüyor. İslam'da hüküm ve yönetimin hata ve sevap alanına açık olması yani beşeri tecrübeye istinat etmesi ve yanılma payının bulunmasıonun gerekliliğini asla ortadan kaldırmaz. Zaten dört halife döneminin tecrübesi ve deneyimleri de bunu ortaya koymaktadır. Hazreti Ömer bundan dolayı kaç defa 'Ali (R.A.) olmasaydı Ömer helak olmuştu' ve 'Muaz olmasaydı Ömer helak olmuştu' gibi ifadeler kullanmıştır. Sorumluluk işin icaplarındandır. Yeterlilik şartının olmaması gereklilik şartını ortadan kaldırmaz. Dolayısıya Ansari'ninkisi içi boş bir tartışma. Daha doğrusu modernizmin ürettiği kompleksin ürünüdür.

MUTEZİLE KOMPLEKSİ

Modernizmin getirdiği hastalıklardan olan aşağılık kompleksinin tezahürlerinden birisi Mutezile kompleksidir. Modernizmin alt hastalıklarından biridir ve güç karşısına eziklik hissetmenin birbaşka tezahürüdür. Modernizmle birlikte sık sık Mutezile'ye müsbet yönde atıflar yapıldığına şahit oluyoruz. Onlar modernizm döneminde fikir hürriyeti şampiyonları olarak görülmüştür. Keza yine aynı dönemde Ekber Şah modernizmine yönelik olarak da sahiplenici atıflar yapılmıştır. Bu yönde halis din yerine şaibeli bir din anlayışı ikame edilmeye çalışılmıştır. Modernizm karşısında aşağılık kompleksinin boyutlarından birisi de Mutezilekompleksidir.

Buna mukabil, İran devrimiyle birlikte de bir Şii kompleksi zuhura gelmiş ve baş göstermiştir. İkisinin nedeni de hezimet psikolojisidir ve bu da İbn-i Haldun'un tespitinde olduğu gibi taklit hastalığını ve kompleks hastalığını beraberinde getirmiştir. Bunda şüphe yoktur. Selef alimlerine baktığımızda ise kompleks yoktur aksine insaf ve ihkak-ı hak vardır. Sözgelimi, Gazali veya Fahreddin Razi gibi Mutezile'ye karşı insaflı olmak başka ama igbirar inbihar dedikleri kompleks hali

daha başkadır. Muhammed Abduh'dan beri neo-mutezile akımı adı verilen kompleksli bir akım türemiştir. Daha sonra açı daha da büyüyerek Mutezile akımı Muhammed Arkun gibilerini kapsar hale gelmiş; neredeyse İslam'la alakası kalmamış isimleri üretmiş ve türetmiştir.

Bizde son sıralarda Hayri Kırbaşoğlu gibi kimseler de bu cenahı temsil ediyorlar. Onlara göre itikadi mezheplerde çoğulculuk esastır. Belki aynı kaideyi dinlere de tatbik ediyorlardır. Modernizmle birlikte Müslümanlara isabet eden hastalıklardan ve ibtilalardan birisi de Mutezile kompleksidir. Bu komplekse ilk temas edenlerden biriside Yusuf Karadavi'dir Karadavi'nin* de isabetle temas ettiği gibi kimi modernist isimler Muteziile'ye hak etmediği sıfatlar izafe etmişlerdir. 'Aklın şovalyeleri', 'İslam'da fikir hürriyeti şampiyonları' gibi sıfatlar bunlar arasındadır. Ve Mütevekkil'den beri Mutezile'nin inkiraz etmesinden dolayı da kederlerinden yas bağlamışlardır. Bu yazar ve çizerler Ehl-i Sünnet alimlerini kahinlere veya ruhban sıınıfına (clergy) benzetmişlerdir. Ehl-i Sünneti kadimci Mutezile'ye de ceditçi ilan etmişlerdir. Mutezile'nin yenilmesiyle birlikte İslam'daki gelişmeci ve ilerlemeci anlayışın bittiğini ve İslam'ın duraklama dönemine girdiğini savunmaktadılar.

Kimileri bu süreci keskin bir şekilde Gazali ile başlatıyorlar. Kimileri de Osmanlı ile birlikte. Halbuki Gazali Mutezile'den ziyade filozoflarla ilgilenmiş ve Tuhafut gibi kitaplarını onlarakarşı kaleme almıştır. Dolayısıyla Mutezile mazlum ekollerden birisi olarak ele alınmaya başlanmıştır. Halbuki tam aksine, Ahmed Bin Hanbel ve birçok muhaddisin maruz kaldığı mihne veya çile sürecinin mimarı Mutezile ileri gelenleridir.

Dolayısıyla (ehl-i beyt değil ama Şia'nın mazlumiyeti gibi) Mutezile'nin mazlumiyeti de efsaneden ibarettir. Onların aklın şampiyonları olduğu ve fikir hürriyetine taraftar oldukları iddiası da yine bu temelsiz efsanelerden birisidir. Cahız gibi mümeyyez Mutezile mensupları bile mihne fitnesini savunmuşlar ve hasımlara baskıyı ve onlara göz açtırmamayı hoş görmüşlerdir (Kifayetü'r Ravi, Muhammed Ekrem Nedevi, Daru'l Kalem, s. 160) Aksine, Ehl-i Sünnet, Mutezile mezhebine karşı anlayışlı

davranmış ve onlara karşı misillemede bulunmamış ve misliyle mukabele etmemiştir. Şia ile Ehl-i Sünnet arasındaki ilişkiler deböyledir. Anadolu'da Şah İsmail'den beri Aleviler alevi olarak varlıklarını devam ettirdikleri halde İran'da Şah İsmail'den sonra Şah Abbas Evvel ve Tahmasb dönemlerinde bir buçuk yüzyılda şafiüyyü'l mezhep olan İran halkının ekserisi kılıç zoruyla şiileştirilmiştir. Kılıç zoruyla İran halkı şiileştirilmiştir. Dördüncü yüzyıldan sonra Mutezile inkiraz etmesine rağmen yine debazı fikir erbabı yaşamaya devam etmiştir. Zemahşari bunlardan birisidir. Keza Mutezile'nin kimi görüşleri hem İsna Aşeriyye hemde Zeydiye içinde yaşamaya devam etmiştir. İbni Ebi'l Hadid gibi kimseler bu mezhep izdivacının şahidi ve onun ötesinde kanıtıdırlar.

Karadavi'nin de işaret ettiği gibi Ehl-i Sünnetin insafının bir göstergesi olarak Zemahşari'nin tefsiri dışlanmamış aksine Sünni alimler asırlar boyunca Keşşaf'ı okumuşlar ve okutmuşlardır. KezaMutezile'nin önemli imamlarından olan Ebu'l Hüseyin el Basri'nin El Mutemed adlı usul-i fıkıh kitabı Fahreddin Razi'nin mahfuzat ve ezberleri arasında bulunuyordu. Hastalıklı hal, ötekisidir. Komplekstir. Keza Cahız'ın edebi kişiliği ve eserleri onun Sünni dünyasında da inkişaf etmesini ve muhallet kalmasını temin etmiştir. Meselenin bu yönüne temas eden Bediüzzaman şöyle yazmaktadır: 'Ehl-i dalalet ve bid'at fırkalarından bir kısım zatlar, ümmet nazarında makbul oluyorlar. Aynen onlar gibi zatlarvar; zahiri hiçbir fark yokken ümmet onları reddediyor.

Bu hususta hayret ediyordum. Mesela, Mutezile mezhebinden Zemahşe-ri, mutezilikte çok mutaassıp olduğu halde, Ehl-i Sünnet âlimlerinin mütehakkikleri, onun şiddetli itirazlarına karşı, onuküfür ve dalaletle itham etmiyor bilakis bir kurtuluş yolunu onuniçin arıyorlar. Zemahşeri'nin şiddet derecesinden çok aşağı olan Ebu Ali Cübbai gibi Mutezile imamlarını ise merdut ve matrut sayıyorlar. Çok zaman bu sır benim merakıma dokunuyordu. Sonra Allah'ın lütfuyla anladım ki, Zemahşeri'nin Ehl-i Sünnet'e itirazları, hak zannettiği mesleğindeki hak muhabbetinden ileri geliyordu. Yani mesela, Cenab-ı Hakk'ı her türlü noksan ve kusurdan hakiki manada tenzih etmek, onun nazarında kulların kendi fiillerinin hâlıkı olmasıyla oluyor. Onun için, Cenab-ı Hakk'ı, tenzih etme muhabbetinden dolayı, Ehl-i Sünnet'in 'Kul

fiilinin yaratıcısı olamaz, her şeyin hâlıkı Allah'tır.' düsturunu kabul etmiyor.

Reddedilen diğer Mutezile imamları ise, hak muhabbetinden ziyade,Ehl-i Sünnet'in yüksek düsturlarına kısa akılları yetişemediğinden ve Ehl-i Sünnet'in geniş kanun ve prensipleri onların dar fikirlerine yerleşmediğinden, inkar ettiklerinden merdutturlar. Aynen bu kelam ilmindeki, Mutezile mezheplilerin, Ehl-i Sünnet'e muhalefeti olduğu gibi, Sünnet-i Seniyye haricindeki bir kısım ehl-i tarikatın muhalefeti de iki cihetledir: Biri: Zemahşeri gibi; haline, meşrebine meftun olmasıcihetiyle, daha zevk derecesine yetişemediği şeriatın adabına karşı bir derece lakayt kalır. Diğer kısmı ise: Haşa, şeriatın adabına, tarikatın düsturlarına nispeten ehemmiyetsiz bakar. Çünkü dar havsalası, o geniş zevkleri ihata edemiyor ve kısa makamı, o yüksek adaba yetişemiyor.' (29. Mektup, 9. Kısım, 8. Telvih, 4. Nükte)...'

Bu analizde eksik veya fazla yönler bulunabilir, ama netice itibarıyla Ehl-i sünnet Mutezile, Mutezile olduğu için onları ademe mahkum etmemiştir. Belki istifadeye medar olan taraflarını almış ve hatta muhafazaya çalışmış ve bu bağlamda, Mutezile'nin salih mirası Ehl-i sünnet dairesinde yaşamaya devam etmiştir.* Ama bu insaf ve müsamahalı yaklaşım tefrit hali değildir ve onları kompleksle baştacı etmek değildir.

[1] The Independent gazetesi 24 Eylül 2007

[2] Bustanu'l Arifin, İmam Nevevi, S: 11

[3] Ahmet Behçet, el Ahram, Beyne't tevhidi ve'l vahde,, sayı: 44334

[4] El-Hayat, 24/04/2008

* Vâkı’a Karadavî de Mu’tezileyi aratmayacak hattâ bir çok amelî noktada onu fersahlarca geri bırakacak şâzların /cadde dışı an layışların şovalyelerindendir. Nakilden maksad şu noktayla sınırlıdır; ğaflet olunmasın. (Nâşirin notu)

* Yanlış anlaşılmalara meydan vermemek için şu noktanın iyi anlaşılması iktızâ eder:

  Eh-i Sünnet âlimleri sâdece Mu’tezile büyüklerinden olan Zemahşeri ile yine Ebû ‘Ubeyde ve Ebû Yûsuf ve başka Ehl-i Sünnetâlimlerden ilmini alıp ikmâl eden, daha sonra Mu’tezilî hâline gelen Câhız gibi dilde ictihâd mertebesine ulaşmış kimselerin ustalıklarından değil, kâfirlere âid olan câhiliye şi’rinden bileistimdâd etmişlerdir. Evet, fıkıhda Hanefîlerin, akîdede ise Muu’tezile’nin âlimlerinin ileri gelenlerinden olan Zemahşerî’ninKeşşâf’ından müstağnî kalamamışlardır; ama bu, sâdece dil dirâyeti ile sınırlı kalmıştır.

Onlar dildeki bu faydalanmayı yaparlarken  Keşşâf’ın kenarına yazdıkları haşiyeler ile İ’tizâlî akîde sapmışlıklarına dikkat çekerek onu didik didik edip âdetâ hallâc pamuğuna çevirerek düzeltmişlerdir. Câhız’dan yapılan istifâde de böyle olmuştur.

Kezâ Râğıbda da bunlara benzer hareket edilmiştir. Ama bu faydalanma ne Cübbâî’de ne de bir Şi’î olan Tûsî’de olmamış; kimisi yerin dibine geçirilmiş kimisi de hiçbir şekilde adam sınıfına katılmamıştır. El-Basrî’nin el-Mu’temed’inin sadece Râzîgibi bazı havâss tarafından ezberlenmesi ise, muârızı tanımak ve ona cevâb vermekle kendi mezheblerini tahkîm maksadına ma’tûf idi.

Nitekim Ebû Müslim’den nesih hakkında yapılan saçma sapan nakiller hep bu ğâyeye dayanıyordu. Yoksa, denilebilir ki -çok azının dışında- hepsinin maksadı hakkı yakalamak ve hâkîkat mahabbeti idi. Kiminin i’tibâr görmesi maksadının iyiliğinden kimisinin tamâmen reddedilmesi de niyetinin iyi olmamasından değil idi. Hâsılı Ehl-i Sünnet’in, Zemahşerî’den faydalanması, -bir bakıma câhiliye şâirlerinde olduğu gibi- lisandaki dirâyetinden, tebahhurundan ve müctehidliğinden mustağnî kalamamalarından, kimilerini de tamâmen silmeleri ise onlarda bunu dahî bulamamalarındandır. (Nâşirin notu)

İçtihad Heveslileri Yeni MüçtehidlerAli Eren 

Târihte, İslam dâiresi içinde birçok mezhebler meydana geldi. Bunlar içinde hak olanlar var, bâtıl ve sapık olanlar var. Hak olsun bâtıl olsun mezheblerin adedi çoktu. Zamanımızda bâtıl mez-heblerin çoğunun mensupları yok gibi; adeta sadece isimleri kalmış. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat içinde mütaalaa edilen sünnî mezheblerin çoğunun da bugün mensubları yok. Günümüzde sadece dördünün mensubları bulunuyor. Bu sünnî mezhebler, herkesin bildiği gibi Hanefî, Şâfiî, Hanbelî ve Mâlikî mez-hebleri olup hepsine birden “Dört hak mezheb” diyoruz. Zamanımızda, bu dört mezheb dışında mensubu en fazla olan ise Şiîlik.   

 Memleketimizde Hanefîler ekseriyette. Ikinci olarak Şâfiîler var. Diğer iki mezheb mensubları yok denecek kadar az. Nüfusun kahir ekseriyeti Hanefî olduğu için bu memlekette herhangi dinî bir mesele konuşulacağı zaman Hanefî mezhebi üzerinden konuşulur,cevaplandırılır.

Diğer üç mesheb gibi Hanefî mezhebi de Ehl-i Hadis yolu üzerine müesseseleşmiş bulunuyor. Kendisini hadis ilmine verenler bunu açıkça görürler. Onun için,“Şer’î hükümleri Kur’an’dan sonra doğrudan doğruya hadisten almalı” diyerek İmam-ı Âzam ve O’nun yüksek talebelerine dil uzatanlar, bu itirazı yapmadan önce kendileri hadis ilminde ilerlemeye çalışmalıdırlar.

Hadiste ilerleyip Hanefî mezhebinin kaynaklarına inenler, yukarıdaki sözle İmam-ı Âzam ve talebelerine dil uzatanların ne kadar koyu bir cehâlet içinde olduklarını anlayacaklardır.

Bunu söylerken şu noktayı da gözden kaçırmamak lâzımdır:

Her dört mezheb; namaz, oruç, hac, zekât ve muâmelatta mutlaka sahih bir hadisi ictihadına  esas almıştır. Fakat bir müslüman, her hangi sahih bir hadis bilir de, bu hadisin kendi mezhebindekibir meselede kaynak olarak kullanılmamış olduğunu farkederse, bunun bir sebebi olduğunu bilmelidir. İhtimaldir  ki, kendi mezhebinin imamı o hadisi biliyordur. Fakat, bu imama göre daha sahih başka bir hadis o hadise aykırı düşmüş ondan dolayı bu hadis bir meselede kaynak olarak kullanılmamış olabilir.

Veya meselâ şöyle olabilir: Birinci hadis sahih olmakla beraber, Hazreti Resûlüllah’dan, daha sonraki bir tarihte ikinci bir hadis

sâdır olmuş ve birinci hadis neshedilmiş olabilir. Veya müctehid imamın bildiği başka bir engel olabilir.

Böyle bir durumda, müslümana düşen kendi mezheb imamına uymasıdır. Böyle yaptığı takdirde onun için hiç bir mesûliyet yoktur. Çünkü, her ne kadar kendisi bilmese de mezheb imanının/müctehidinin bildiği bir delil vardır. Çünkü, onlar bir mesele hakkında kitap ve sünnetten bir delil buldukları zaman, ondan ayrılmazlar.

Onlar, ilimde olduğu gibi ibâdette takvâda da son derece ileri idiler. Şayet onlara Allah’ın yardımı olmasaydı, sadece maddî cihetleriyle ictihada güçleri yetmezdi.

İctihad/dinî bir mesele hakkında hüküm vermek, zamanımızdaki bazıkimselerin zannettikleri gibi kolay bir şey değildir. Onların birkısmı ictihadın zorluğunu bilmediklerinden, bir kısmı da bu işin mes’ûliyetini kavrayamadıklarından, ictihad hevesine kapılmış bulunuyorlar.  Zannediyorlar ki, kendilerine göre Kur’an’ın mânâsını bilirler ve biraz da hadis öğrenirlerse ictihad yapabilecekler…

Birkaç hadis biraz Arapça bilenin âlim, âlimden de öte müctehid zannedildiği, galiba zamanımıza ait bir garipliktir. Halbuki, böyleleri ancak orta derecede bilgiye sahip müslümanlar olarak kabul edilmelidirler.

Böyleleri nerede, ictihad yapmak nerede!..

Böyleleriyle müctehid imamlar arasındaki uçurum, bir devlet memuruyla devlet başkanı arasındaki uçurum gibidir.    

Lakin bu zavallılar; gafletleri, akıllarının azlığı, kendilerini beğenmek ve işin ciddiyet ve mes’ûliyetini bilememeleri sebebiyle, kendilerini bu mühim işe ehil zannediyorlar. Şeytan daboş durmuyor tabii. Yaptıkları işi onlara, “Dinî ilimlerde araştırma yapmak” olarak gösteriyor. Böyle yapmakla, “İslamı ve ibâdetleri körü körüne değil de kimsenin aracılığı olmadan bile bile anladıklarını” zannediyorlar.

Hele bir de sözümona kendi vardıkları neticeyle müctehid imamların ictihadları arasında farklılıklar görürlerse, o zaman

demeyin keyiflerine. Onlara göre kendi vardıkları kesin doğru, müctehid imamlarınki ise yanlış ya, zannediyorlar ki,  eski müctehidler yanlış yapmışlar, kendileri de onların yanlışlarını yakalamışlar.

Tabii bu durumda ne oluyor? Bu yeni müctehidler(!) eskilerini geçmiş, mezheb imamlarından daha âlim olmuş oluyorlar.

Baştan beri onları bu işe sevkeden bir varlık var: Şeytan. İşte tam onların bu kanaata vardıkları noktada o da tam mânâsıyla devreye giriyor ve olanca zehirini enjekte ediyor, vesveseyle “Sen onlardan çok daha büyük âlimsin” diyor.

Şeytanın bu iğvasına kapıldıktan sonra, artık bu eşi menendi bulunmaz müctehidlerimizi dinlemeye değer. Öyleyse dinleyin ne diyeceklerini…

Başlıyorlar, “Hüm rical nahnü rical. Ben niye eski müctehidlere, meselâ İmam-ı Âzam’a uyacağım ki! Onlar da bir insan ben de bir insanım” demeye.

Bu yanlış sözlerle başlıyorlarsa da iş burada bitmiyor. Peygamberler, şeriatlarını yaymak için vazifeli oldukları gibi, bunlar da kendilerini yeni buldukları kendi doğrularını müslümanlara yaymakla vazifeli görüyorlar.

Akıllarınca eski müctehidlerin hatalarını yakalayıp kendileri de doğru yolu buldular ya, başlıyorlar bu doğruları insanlara yaymakiçin uğraşmaya. Ondan sonra tut artık onları tutabilirsen...

İmam Zeyleî’nin, Hidâye hadisleri üzerine yazdığı tahricine bakılacak olursa görülecektir ki, diğer mezhebler gibi Hanefî mezhebinin yolu da hadis yoludur. Ne var ki bu gerçeği söyleyen elbette sadece İmam Zeyleî değildir. Bütün ehli sünnet âlimlerinin söyledikleri aynıdır. Çünkü, müctehidlerin tamamı şu hususu kâide haline getirmişlerdir:

“Bir meselenin hallinde önce Kur’an-ı Kerim’den delil aranır. Orada bir delil bulunamazsa hadislere bakılır. Orada da bulunamazsa icmâdan delil aranır. İcmâda da delil bulunamayacak olursa, kitap, sünnet veya icmâdan ona en yakın olan bir meseleyekıyas yapılır.”

Şimdiki nevzulur müctehidler ise, kadîm müctehidlerin delil olarak kullandıkları hadislerin birçoğunu “Gerçek hadis değildir” diyerek kabul etmiyorlar. Şu hadis uydurma bu hadis uydurma diye diye koskoca hadis külliyatını kuşa çevirmeye çalışıyorlar.

Allah korusun, bu sakim gidişe göre bir müddet sonra ortada hadisdiye bir şey kalmamış olur. Sonunda bu ümmetin peygamberi acaba hayatta hiç konuşmamış mı diye bir soru sorulacak olsa, bu muhteremler -hâşâ- “Son peygamber konuşamıyordu” demek mecburiyetinde kalacaklardır.

Onlara göre, “Başka bir delil bulunmadığı takdirde  zayıf hadisi bile kıyasa tercih eden”  İmam-ı Âzam gibi müctehidler hadiste zayıf, İmam Gazâlî gibi âlimler kitaplarına uydurma hadisler almışlardır. Ama Alman filozof Kant’ın sözleri İslamî meseleler içinde yer alır, İngiliz müşteşrik Prof. William Montgomery Watt İslâmî meselelerde söz sahibidir, müslüman dostudur…

Yukarıdan beri vasıflarını çizmeye çalıştığımız zevatın, ictihad için lazım olan şartların ne olduğunu söyleyen  eski âlimlere ayrıca bir kızgınlıkları daha var. Eski âlimlerin, “İctihad yapabilmek için şu şu şartlar lâzımdır” demelerine bozuluyorlar. Niçin? Çünkü o şartlar aranacak olursa kendileri ictihad yapamayacak, müctehidlik elden gidecek.

Onlara göre, eski müctehidleri bırakmalı, onun yerine her önüne gelen ictihad yapmalıdır.

Iyi ama haydi eski müctehidleri bıraktık, kendimiz de âlim değiliz bir şey bilmiyoruz. Ne yapacağız?

Oooo, düşündüğünüze bakın! Canım, yeni  ve tap-taze müctehidlerimiz ne güne duruyor. Buyurun onlara uyun. Yani eskisini at, yenisine bak.

İşte onların nihâî hedefleri bu…

Evet hedefleri aslında  kendilerinin müctehid olarak kabul edilmeleri ise de, bunu açıktan açığa söyleyemedikleri için başkaşeyler söylüyorlar.

Bunlardan, “Biz geçmişteki bir takım kimselerin (müctehidlerin) görüşleriyle amel edecek değiliz” düşüncesinde olan bir şaşkın bir zaman şöyle diyordu:“İctihadı sokağa taşımadığımız müddetçe kurtuluşumuz yoktur.”

Yani ne olmalıymış? Sokaktaki her insan ictihad yapmalıymış. Bunun manası, Îmam-I Âzam, Îmam Şâfiî, İmam Mâlik veya İmam Ahmedibni Hanbel’e ne boyun eğeceksin, kendin pişir kendin ye kabilinden, kendi ictihadını kendin yap demek…

Bu kafadaki birisi de şöyle diyordu, “Başkalarının ürettiği fıkhıtüketmek yerine, kendi fıkhımızı üretmeliyiz.”

Iyi ama herekes senin gibi eşi menendi bulunmaz âlim(!) değil ki!  Kur’an-ı Kerim’i yüzüne okumayı bile bilmeyen müslümanlar nasıl ictihad yapacak?

Canım, onun cevabını yukarıda söyledik ya: Onlar da şimdiki cici müctehid-lere uysunlar…

Bir insan; utanmaz, niyeti bozuk, aklı kıt olur buna rağmen ilerisaflarda gözükmek isterse, sakîm iddialara kapılır ve aynen böyleşeytanın vesvesesine ve nefs-i emmârenin tuzaklarına düşer.   

Böyle, şeytanın oyuncak yaptığı kimseler her zaman bulunursa da ilmin ağırlığının revaçta olduğu zamanlarda makes bulamazlar. Daha çok ilmin azalıp ayağa düştüğü, cehâletin çoğalıp itibar gördüğü böyle zamanlarda ise kabul görürler.

Âlim olmaları şöyle dursun, aşağı seviyede bir talebe durumunda olan böyle kimseler için hazır pazar bulunduğu için bayağı kimseleri de peşlerinden sürükleyebilirler/sürükleyebiliyorlar.

Imam Münâvî, Câmiü’s-Sağîr’e yazdığı Şerh-i Kebir’de, Allâme ibniHacer Heytemî’nin şu sözünü naklediyor:    

“İmam Süyûtî ictihadda bulunabileceğini söyleyince, o asrın adamları ayaklandılar. Ashabın aralarında geçen meselelerden sorular sordular. Bu vecihlerden râcih olanı (tercih edileni) müctehidlerin kâideleri üzerine söyle dediler. Îmam Süyûtî, cevap vermekten de icctihad dâvâsından da vazgeçti.” 

Şimdikiler, sözümona ictihadlar yaptıkları halde, “Kendilerinin ictihad yapmadıklarını, mezheb imamlarının ictihadla-rına sadık kaldıklarını söylüyor, “Biz kendimiz ictihad yapmıyor sadece onların içinde hangisinin ictihadı doğruysa onu alıyoruz” diyorlar.

Suçları kabahatlarından büyük. Hayallerinde oturtmuşlar karşılarına mez-heb imamlarını, yine hayalen onları teker teker her mesele hakkında konuşturuyorlar. Mezheb imamları sanki talebe, bunlar da imtihan heyeti. Veya mezheb imamları maznun, bunlar da hüküm heyeti, hâkimler.

Hayallerinde mezheb imamlarını dinledikten sonra, “Bu meselede sen, sen, sen yanlış söyledin. Sadece seninki doğru; ikinci meselede de seninki doğru” diyerek, bir meselede birinin ictihadını diğer bir meselede başka birinin ictihadını kabul ederek mezheb çorbası yapıyorlar. Onların bu halleri, gözü iyi görmeyen bir devenin bir oradan bir buradan otlamasına benzer ki,bunun ilmî adı “Mezheblerde telfik”,  ulemânın bu tavır hakkındaki hükmü ise şudur: Zındıklık…

“Şâfiî nasları kaybolsa göğsümdeki ilimle doldururum” diyen Bahr sahibi bile ictihada  ehil olmazken, onların ifadelerini bile anlayamayan bir takım kimseler nasıl ictihad yapacaklar!..

Televizyon ve gazeteler vasıtasıyla söz ve yazılarından haberdar olduğumuz bazı kimseler var ki, bunlar mevcut mezheblere ait fıkhî meselelerden bahsederken bile yanlışlar yapıyorlar. Reddettikleri mezhebin meselelerini bile daha noksansız olarak öğrenememişler… 

Reddettikleri şeyi bile bilmeyenler mi âlim? Bunlar mı müctehid!..

Yok canım, bunlar müctehidlere çömez bile olamazlar…

Hoş onlar da zaten kendilerinin müctehid olduklarını söylemiyorlar. Bakara Sûresinin 11. âyetinde işaret buyurulan bazı kimseler gibi, “Biz ıslah edicileriz, düzelticileriz” diyorlar.    

Mezheb imamlarımız bize yanlışlar bırakmışlar da bunlar o bizi yanlışlardan kurtaracaklar.

Esas bozup ifsat eden kendileri ama bilmiyorlar ki… (Bakara, 12)

Râbıta’nın Usûl-i Fıkıh IşığındaTahlîli

Hüseyin Avnî

Bundan sonra... [1]

İslâm Ümmeti içinde Sûfiyye-i Aliyye’nin ’âlimi ve ’avâmıyla hemen hemen hepsinin, Tefsîr, Hadîs, Fıkıh ve Akâid âlimlerinin de bir nicelerinin yapa geldikleri Râbıta ameli var. Bu amelin, zamânımızın kimi ilim adamı pozlarındaki câhil edebsizlerince ve onların yollarından giden sürülerce şirk olarak i’lân edildiğini işitiyor ve okuyoruz. Bunlar esâsen cevâb vermeye bile değmeyen sefîhler iselerse de, şeytânî vesveseleriyle aldatıp kandırdıklarına ve de sâmîmî kimselere faydası olur düşüncesiyle bu makâlede bahsi geçen mevzû’u incelemek istiyoruz. Ve billâhi’t-tevfîk…

Râbıta Ne Demektir?

Lüğatta Râbıta; Râbıta, rabt eden, bağlayan şey demektir. Râbıta,ulka ve vuslat demektir.[2] Ulka ise…… ve ilişik’e (yani alâkaya)denir. benim şu malda ulka’m, ya’ni alâkam var dersin.[3] Taallük, bağlantı, tutunulacak şey.[4] Vuslat: Ulaşmaklık, ittisâl ma’nâsınadır.[5] Şu hâlde, Tâcü’l Arûs sâhibi Zebîdî’ye göre Râbıta, İlişik, alâka, ulaşmaklık ve ittisâl/bitişmek demektir. Istılâhta Râbıta: Tasavvuf ıstılâhındaki Râbıta, değişik çeşitleriyle, farklı farklı ta'rîf edildiyse de, bizim üzerinde duracağımız çeşidi ve onun ta'rîfi şudur: Râbıta, bir mürîdin, fenâ fillâh’a[6] ulaşmış mürşid-i kâmilinin rûhâniyetiyle beraber, (kalbiyle) ondan yardım istemesinden ve sûretini kalb gözünün önüne getirerek hayâl etmesinden ibarettir.[7]

Temhîd:

Râbıta, ya hem ma'nâ ve muhtevâ, hem de şekil ve sûret olarak Saadet asrında vardı, veya yoktu. Var idi ve -kimi câhil ve

sapıklarca iddiâ edildiği gibi- küfür idiyse, hakkında açık âyet ve hadîsin bulunması gerekirdi.

Biz, kitâbımız Kurân’da böyle bir âyet veya onun birinci ve en esaslı tefsîri olan Sünnet’te de zayıf bile olsa bir hadîs bilmiyoruz. Vardır, diyen Allah celle celâlühû’ya veya Resûl’ü sallallâhu aleyhi ve sellem’e iftirâ ediyor, demektir.

Hem ma'nâ ve muhtevâ, hem de şekil ve sûret olarak iki cihetiyle Saâdet asrında yok idiyse, ya ma'nâ ve muhtavâ olarak var idi amaşeklen ve sûreten yok idi, veya hem ma'nen hem de şeklen ve sûreten yok idi.

Hem ma'nen, hem de şeklen ve sûreten yok idiyse, Şerîat tarafından, hakkında her bakımdan susulan bir şey olmuş olacağından küfür veya şirk olduğunu iddiâ etmek, küfür veya şirk, yahud da fısk ve bid’attır. Zîrâ böyle bir iddiâ yeni bir teşrî’/kanun îcâd etmek, veya, ya câhilce konuşmak yahud da hakâret demektir. Bu ise küfür veya fıskdır. Yok eğer, şeklen ve sûreten yok idiyse de, ma'nâ ve muhtevâ bakımından var idi ve şirktir; veya tam tersine mendûb bir ameli ihtivâ etmektedir, deniliyorsa, ortaya iki zıd kanâat çıkıyor: Birincisi, Râbıta, şirk, veya harâm, yahud mekrûh olan bir bid’attir fikri, ikincisiise, Râbıta, mendûb, veya sünnettir i’tikâd ve anlayışı… Şu iki takdîrde de, ortada, bir çeşit ictihâd veya daha dar ma'nâda bir nev-i kıyâs var demektir. Bu hâlde, önümüze ciddî iki müşkil/problem çıkıyor; Birincisi, bu ictihâdı ve kıyâsı kim yaptı veya yapacaktır? İkincisi, bu ictihâdın İslâmî hükmü ve değeri ne olacaktır? Şu ictihâdı yapan geçmişte hiçbir müctehid bilinmemektedir. Bilen varsa bildirsin. Bunu şimdilerde yapacak olanlar, Râbıta inkârcıları gibi yer ile göğü ayıramayacak kadar sarhoş ve mübtezel, tezekle çöreği fark edemeyecek kadar aç ve şaşkın kimseler ise, iş çok feci; âyet ve hadîslerle oynanılıyor demektir. Bu oynamaya, -şâyet, küfürdür diyemiyorsanız bile- en azından harâm olan bir cinâyettir, demek zorundasınız. Akıllı ilim sâhibleri ve ayıkların şu cinâyete müsaade etmemeleri îcâb eder.

Bu ictihâd ve kıyâsı yapacak olanlar, eğer mutlak olarak/her bakımdan veya en azından kısmen ictihâda ve kıyâs'a ehil

kimselerse, şu ictihâd ve kıyâsın hükmü zann olmakla, katî/kesin harâm değil de, en fazla ictihâdî bir harâm olur. Onu kabûl etmeyenler kâfirlikle suçlanamazlar. Sözü edilen ictihâd ve hükmün karşısında ictihâda ehil kimselerce yapılan zıd içtihadlaryoksa, fâsıklık, sapıklık ve bid’atçılıkla ithâm edilebilir. Karşısında ehil kimselerce yapılan zıd ictihâdlar varsa, fâsıklıksapıklık ve bi'atçılıkla da ithâm edilemezler. Hâl böyleyken şu câhiller ve sapık Râbıta inkârcıları ağızlarına geleni söyleyebiliyorlar. Kendileri kültürlü(!) ama câhil, dünya haritasında Amerikanın nerede olduğunu bilen ama kendinin ve cennet ile cehennem’in nerelerde, hangi yolların ucunda olduğundan habersizdirler… Kıyâs bile kabûl etmeyecek ölçüde kendilerinden üstün ve ictihâda hakîkaten ehil olanlara salya sümük saldırıyorlar… Te’vîl kaldırmayan zırvalarına ters düşmesine rağmen doğru neticeleri veren ictihâdlar yapabilen muhâtâblarını şu ictihadlarında müşriklikle suçlayabiliyorlar…

Mes'elenin Usûl-i Fıkıh Cihetiyle Tahlîli

Ele alacağımız mes’elelerin sağlam bir zemîne oturtulabilmesi için onlara bir çeşit mukaddime/öncül olma mâhiyyetinde bazı usûlî[8] Noktalara ihtiyac vardır. Bu sebeble burada birkaç Nokta’ya açıklık getirmeyi münâsib görüyoruz. Zîra şu mes’elelerin anlaşılması sözünü ettiğimiz Noktaların kavranması zemînine oturacaktır. Ancak, ilim sâhibleri takdîr ve teslîm ederler ki, bu bahis mevzûu edeceğimiz Noktalar, aslında çok geniş mevzûlardır ki, böylesi bir makâle bunların her yanıyla ortaya konulmasına, tahlîline ve münâkaşasına elverişli değildir.Değilse, esas maksad boğulup anlaşılmaz hâl alır. O yüzden biz burada, şu husûslara sadece kısaca dikkat çekeceğiz:

Birinci Nokta

Şâri'in Terk'i Neyi İfâde Eder?

Resûlüllah sallalahu aleyhi ve sellem efendimiz veya Ashâb’ının yapmadığını yapmanın hükmü nedir? Terk, yani bir şeyin Efendimiz sallallâhu teâla aleyhi ve sellem ile Ashâb’ı tarafından yapılmamış olması onun harâm olduğuna veya câiz olmadığı’na delîlmidir? İddia edildiği gibi, Râbıta, Onlar tarafından yapılmadıysa, ona ne hüküm verilecektir? Terk, yapmama işi

demektir. Bu yüzden şu husûs, Usûl-ı Fıkh’ın Nebî sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz’in fiileri bahsıyla alâkalıdır.

Hâfız Muhaddis Allâme Abdullah Muhammed Sıddîk el-Ğumârî bu husûsla alâkalı olarak yazdığı Husnü’t-Tefehhüm ve’d-Derk li Mes’eleti’t-Terk isimli eserinde terk’in ne harâmlık ne de mekrûhluk delîli olmadığını etraflıca anlatmaktadır. Sözünü ettiğimiz risâleden bir kısmını aktarmayı kâfî görüyoruz:

Hâfız Ğumârî şöyle diyor: Yalnız başına terk, kendisiyle beraber,terk edilenin yasaklanan bir şey olduğuna dâir bir nass bulunmadıkça, onun (terkedilen şeyin) harâmlığına delâlet etmez. Aksine o işin en fazla, meşrû’ olduğunu gösterir. O terk edilen (yapılmayan) işin mahzûrlu oluşu ise tek başına terkden anlaşılmaz.

İmâm Ebû Saîd İbn-i Lübb (701-782), namazdan sonraki düâyı -bununbu şekilde yapılmasının Selef’in yaptığı bir iş olmadığı gerekçesiyle mekrûh gören(ler)e cevâben şöyle dedi: Bu (Selef’in şu düâyı bilinen şekliyle yapmadığına dâir olan) nakil doğruysa,[9] şu terk, ancak o terk edilende terkin câiz olduğu ve onda zorluk ve darlığın bulunmadığı hükmünü gerektirir. Bilhassa düâ gibi Şerîat’ta yerleşmiş umûmî bir temel esâsa dayanan husûsta terk edilenin harâm veya mekrûh oluşunu ise hiç gerektirmez.

Ebû Dâvud ve Nesâî, Câbir İbnü Abdillah’dan rivâyet ettiler: Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in iki işinden ikincisi, ateşin (pişirerek) değiştirdiği şey(-i, yemeği yemek)den dolayı abdest almayı terk etmektir…[10] Bunu mes’elemizle alâkalı olarakdelîl getirmek açık bır husûstur. Zîrâ ateşle pişen yemekten dolayı abdest almak vâcib olsaydı, Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem abdest almayı terketmezdi. Mâdem ki, terk etti, bu, onun (câiz olmadığını değil) vâcib olmadığını gösterir.

İmâm Ebû Abdillâh et-Tilimsânî (Ö:771) şöyle dedi: Bir hüküm bildirmekte fiil’e/yapmaya, katılan şeylerden biri de terk/yapmamakdır. Zîrâ Resûlüllah sallalahu aleyhi ve sellem efendimiz’in fiili/bir şeyi yapması ile harâm olmamaya delîl getirilirse, terki/yapmaması ile de vâcib olmamaya delîl getirilir. Bu, ashâbımız(Mâlikî İmâmların)ın ateş dokunan (ateşte

pişen) şeyler(i yemek)ten dolayı abdestin (vâcib) olmadığına delîl getirmeleri gibidir…[11]

Çünki, belki o anda onu yapmalarına bir mâni’ vardı. Veya ondan daha fazîletli bir şeyden ötürü, yahud onun bilgisi hepsine ulaşmadığından, onu terk ettiler, yapmadılar.

İmâm Buhârî, Sahîh’inde, Nebî sallalahu aleyhi ve sellem’e yaptıkları işlerde uymak bâbında İbn-i Ömer radıyallahu anhüma’dan şöyle dediğini rivâyet etti: Nebî sallallâhu aleyhi vesellem bir altın yüzük edindi. İnsanlar da derhâl altun yüzükler edindiler. Ben bir altun yüzük edindim dedi, hemen ardından onu attı ve ben onu ebediyen giymeyeceğim buyurdu ve insanlar yüzüklerini derhâl attılar.[12]

İbn- i Hacer, (İmâm Buhârî, Sahîh’inde) bu misâlle iktifâ etti. Çünki o (misâl), yapmak ve terk etmek’te/yapmamakta O’na (Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’e) uymayı ihtivâ etmektedir, dedi.

Ben (Ğumârî) Derim ki, İbn-i Hacer’in terk etmek ta’birinde mecâzkullanılması vardır.[13] Çünki, atmak fiildir. Onlar O’na (şu) fiil’de uydular. Terk ed(ip bir daha yüzük takma)mak şu fiilin netîcesidir…[14] Yine biz Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’e, O’ndan sâdır olan her bir şeyde uymayı inkâr etmeyiz. Aksine onda(şu uymakta) fevz ve seâdet görürüz. Lâkin Mevlid- i Nebevî ve Mi’râc gecesinde olduğu gibi, yapmadığının da harâm (veya mekrûh)olduğunu söylemeyiz. Çünki bu (harâmlık iddiâsı) Allah celle celâlühû’ya yapılan bir iftirâdır. Kezâ, Selef'ın bir şeyi terk etmesi, yani yapmaması da o işin mahzurlu (yasaklanmış) olduğunu göstermez.

İmâm Şâfiî Şöyle dedi: Şerîat’tan dayanağı olan hiç bir şey, Selef onu yapmasa bile bid’at değildir. (Ğumârî’den nakiller bitti.)[15]

Şu husûsta, mezheblerde değişik görüşler olduğu farz ve isbât edilse bile, böyle bir icdihâdî genişliğe rağmen, kimse Râbıta’yaküfürdür diyemez. Derse, en hafîfinden yobazlık etmiş olur.

İkinci Nokta:

Eşyâda asıl olan nedir?

İbn-i Nüceym şöyle diyor: Eşyada asl olan -delîl mübâh olmadığınıgöstermedikçe- mübâh olmak mıdır? Bu, Şâfiî’nin mezhebidir. Veya,delîl mübâhlığı göstermedikçe, harâm olmak mıdır? Şâfiîler, bu görüşü Ebû Hanîfe rahmetüllâhi aleyh’e dayandırmışlardır. El-Bedîu’l-Muhtâr’da şöyle denilmiştir: Seçilen görüş, Şerîat’tan önce amellerin hükümlerinin bulunmamasıdır….

El-Menâr’a, musannifi (İmâm Nesefî) tarafından yazılan şerhde şöyle denilmiştir: Eşya (varlıklar ve işler) bazı Hanefî âlimleregöre aslında mübâhlık üzeredir. Kerhî onlardandır. Bazı hadîs âlimleri eşyada asl olanın yasaklık olduğunu söylemişlerdir.

Ashâbımız (Hanefî âlimleri) onlarda (eşyada) asl olanın tevakkuf olduğunu söylemişlerdir. Bunun ma’nâsı şu demektir. Eşyanın mutlaka bir hükmü vardır. Ancak biz onu aklımızla bilemeyiz. (Nesefî’nin dediği bitti)

Hidâye’nin İhdâd faslında, Mübâhlığın asıl olduğu ifâdesi vardır.(Hidâyenin sözü bitti)

Bu anlaşmazlığın eseri, âyetlerde ve hadîslerde susulan, hakkındabir şey söylenmeyen husûslarda ortaya çıkar. Hâli müşkil/problemli olan şeyler bu kaide üzerine oturur. Bu müşkil mes’elelerden biri de işi müşkil olan hayvandır. (İbn-i Nüceym’insözü bitti.) [16]

Hamevî de, el-Eşbâh Hâşiyesi’nde kısaca şöyle dedi: Kasim İbn-i Kutlu Buğâ bazı ta’liklerinde,[17] şöyle söyledi: Seçilen görüş, Ashâbımızın cumhûru/çoğu katında asl olanın mübâhlık olduğudur. Fahru’l-İslâm bunu/mubâhlığı peyğamber bulun-madığı zamanla sınırlı tutmuştur…..[18]

Kişinin kendine veya başkalarına zararlı olduğu husûslar tartışmasahasının dışındadır.[19]

Taftâzânî de, et-Telvîh’de, eşyada asl olanın mübâhlık olacağını söylemiştir.[20]

Abdü’l-Hayy el-Leknevî, deryâlaşmış olmakla vasfettiği Es’ad[21] er-Rûmî’nin nefis bir eser diyerek övdüğü Mecâlisü’l-Ebrâr isimlikitâbından şu nakli yapıyor: Hakk olan, eşyâda, peyğamberlik gelmeden önce bir hükmün bulunmamasıdır. Peyğamberlikten sonra

da, âlimler bu husûsta üç ayrı görüş üzre ihtilâf etmişlerdir: Birincisi, Şerîat delîli mübâhlığını göstermedikçe harâm olduğu, ikincisi, Şerîat delîli harâmlığını göstermedikçe mübâhlıkla sıfatlanacağı, üçüncüsü ve doğru olanı da bu husûsta, tafsîlin olduğudur/işin ayrılmasının lâzım geldiğidir: O da, zararlı şeylerin harâmlıkla, -ki, bunun ma’nâsı, asl olanın kendinde harâmlık olduğudur- faydalı (veya zararsız) olanların da mübâhlıkla sıfatlanacağıdır.[22]

Âlimlerin bu husûstaki ifâde tarzları bir çok farklı tercîhleri ihtivâ ediyorsa da nakilleri artırarak mes’eleyi uzatmak istemiyor, bir nakil ile sözü bitirmek istiyoruz;

İ’lâu’s-Sünen sâhibi Allâme Zafer Ahmed el-‘Usmânî et-Tânevî şöyle dedi: Âlimler bu husûsta üç görüş üzere ihtilâf etmişlerdir. Birincisi, mübâhlık delîli gelmedikçe her şey yasaklık üzeredir. Bu, Şâfiîlerin çoğunun mezhebidir. İkincisi, yasaklık delîli gelmedilçe her şey mübâhlık üzeredir. Kerhî, Ebû Bekr er-Râzî, Hanefî ve Şâfiî fakîhlerinden bir tâifenin ve Mu’tezile’nin çoğunun mezhebidir. Et-Tefsîru’l-Ahmedî(isimli ahkâm tefsîrin)de ve Müsellemü’s-Sübût(isimli Usûl-i Fıkıh kitâbların)da böyle denmiştir. Üçüncüsü, kendisinde hangi hükmü gerektireceğine dâir delîl gelmedikçe eşyânın hiçbir hükmü yoktur. (Bu da, Eş’arî ve Ona tâbi olanların görüşüdür. Tânevî) İbnü’l-Arabî el-Mâlikî’nin Ahkâmu’l-Kur’ân’ında böyle yazılıdır.[23] Yani, bazı eşyâda asl olan harâm, kimisinde de mübâhlık… Âlimlerin anlaşmazlığı her husûsta değil bazı maddelerdedir… Bizce en isâbetli kanaat da -Allahu a’lem- budur.

İbn-i Nüceym’in âyetlerde ve hadîslerde susulan, hakkında bir şeysöylenmeyen husûslar sözünü iyi anlamak îcâb eder. Aksi hâlde mühim yanlış anlamalar olur, hatâlar yapılır ve hakîkatler tes yüz edilir.

Hâfız Muhaddis İbn-i Receb el-Hanbelî, şöyle diyor: Bilinmesi lâzım gelen husûslardan biri de şudur: Bir şeyin harâmlık ve helâllik ile zikredilmesi Kitâb ve Sünnet’in nasslarından anlaşılması bazen gizli kalabilir. Zîrâ, nassların ma’nâları göstermesi, kimi zaman nass ve tasrîh (açıkça ifâde etmek)yoluyla, kimi zaman, umûm ve şümûl yoluyla, bazen fehvâ ve

tenbîh yoluyla olur. (Bu fehvâ yoluyla olması) O ikisine (anaya ve babaya) öf bile demeyin âyetinde olduğu gibidir. Zîrâ, öf demekten daha büyük olan incitme çeşitlerinin bu yasaklamaya girmesi evlâ yolla olur ve buna mefhûm-i muvâfakat denir. (Nassınharâmlık ve helâlliğe) delâleti bazen mefhûm-i muhâlefet[24] yoluyla olur… Âlimlerin çoğu bunu (mefhûm-i muhâlefeti) almışlar ve hüccet olarak kabûl etmişlerdir.

(Nassın harâmlık ve helâlliğe delâleti) bazen da kıyâs bâbından olur. Şâri’ (Allah celle celâlühû veya Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem) ma’nâlardan bir ma’nâdan dolayı bir şeyde bir hükmü anlatır ve o ma’nâ bir başka şeyde de bulunur. O takdîrde şu hüküm âlimlerin çoğuna göre, o ma’nânın bulunduğu her şeye geçer.Bu, Allah celle celâlühû’nün indirdiği ve i’tibâr edilmesini emrettiği adâlet ve terâzî bâbından olur. Bütün bunlar, nasslarınkendisiyle harâmlık ve helâlliği göstermesi bilinecek şeylerdendir. Hakkında bunların hiç birisi bulunmayan husûslara gelince… Orada (şu husûslarda Kur’ân ve Sünnet’te) vâciblik ve harâmlık zikredilmemekle, onların afvedilmiş (serbet sâha) olduğuna delîl getirirlir.[25

Şu hâlde delîllerin delîlliğini bilmek de, hidâyet ve istikâmetinyanısıra akıl ve ilim dahî ister. Bu sebeble çokça görülmektedir ki, çok açık delîl gösterilmesine rağmen, hidâyetsizlik yüzünden hani delîl? diye höykürenler vardır. Diğer tastamam olmayan delîlgetirme yollarıyla ise, yanlarına hiç yanaşmayın. Öte yanda da, bir çok câhil bazen bir nice isyânı İslâmın Rûhu veya Kur’ân’ın rûhu, yahud Sünnet’in rûhuna uydurur, câiz veya vâcib, yâhud îmânın esasından görür ve gösterir. Kimi zaman da, bir çok câizi veya vâcibi, İslâm’ın Rûhu veya Kur’ân’ın rûhu, yahud Sünnet’in rûhuna ters görüp göstererek harâm veya küfür i’lân eder.

Râbıta’nın, şu eşyâda aslolan nedir? mes’elesiyle olan alâkasına gelince… Meşrûiyetine dâir hiçbir nass bulunmasa bile, yasaklığına dâir kâfî bir delîl bulunup getirilemediği müddetçe “eşyâda aslolan mübâhlıkdır” görüşüne Râbıta en azından mübâh olur. İyi maksadlarla yapılması ve iyi hedeflere götürmesiyle de müstehâb bir ibâdet hâlini alır.

Üçüncü Nokta

İhtiyâc Ânında Açıklama Terk Edilebilir mi?

Beyân, yani açıklama, ihtiyâc duyulan bir vakitte ve yerde, sonraya bırakılabilir veya terkedilebilir mi? Açıklamaya ihtiyâc duyulan bir zamanda açıklamayı geciktirmenin hiçbir şekilde câiz olmadığında usûlcülerin icmâı vardır. İhtiyâc vakti demek, o vakit demektir ki, açıklama o zamandan sonraya bırakılsa, mükellef olan kişi, mükellef kılındığı vazîfeyi, onu işlemekle mükellef kılındığı vakitte yerine getirmeye imkân bulamaz. Bu te’hîrin câiz olmadığının delîli şudur: Eğer şu geciktirme câiz olsaydı, bu, güç yetmeyecek bir şeyi kişiye yüklemek olurdu. Çünki mükellef bu hâldeyken kendisine yükleneni yerine getirmeye imkân bulamaz. Kullara güçlerinin yetmediği şeyleri yüklemek ise,onlardan düşmüştür.[26]

Açıklamayı geciktirmek câiz değilse, hiç açıklamamak haydi haydi câiz değildir. Câhil sapıklarca şirk ve küfür veya harâm olduğu iddiâ edilen Râbıta hakkında -şâyet iddiâ doğru olsaydı- Tevhîd dîni İslâm’ın söz söylememesi mümkin miydi? Söylediyse hangi âyetveye hadîste söyledi? Delîl getirilsin. Ancak âyetler ve hadîslerhasta beyin ve yüreklerce tahrîf edilmesin. Allah celle celâlühû’ya veya Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem’e iftirâ edilmesin.

Dördüncü Nokta

İstıslâh veya Mesâlih-i Mürsele Bir Delîl midir?

İstıslâh veya Mesâlih-i Mürsele ne demektir, hüccet midir? Bu, Usûl-i Fıkh'ın mühim ve münâkaşalı mevzûlarındandır. Şu ağır münâkaşalarla zâten karışık ve bulanık olan kafaları daha da karıştırmak istemiyoruz.

Kâdî Mücâhidü’l-İslâm el-Kâsimî bu husûsu açık ve anlaşılır bir tazda Fıkhu’l-Müşkilât isimli eserinde uzunca ele aldı.[27] Mevzûu oradan hulasa ederek buraya almak istiyoruz: Maslahat kendinde kuvvetli salâh bulunan şey için kullanılır.

Öyleyse lügatta maslahat, ister fayda ve lezzetleri kazanmak gibicelb etmekle olsun, isterse zararlı şeyleri ve elemleri savmak gibi def etmek ile olsun, kendinde menfaat bulunan her bir şey demektir. Istılâhta ise, sonsuz hikmet sâhibi olan Şâri’in,

kulları için hedeflediği, dinleri, canları, akılları, nesilleri ve mallarını korumak ve bu muhafazayı yok edecek şeyleri defetmekle alâkalı menfaattir.

İmâm Ğezâlî rahimehullah şöyle diyor: Maslahat aslında fayda celbetmek ve zarar defetmek demektir. Biz (maslahat bir hüccettirderken) şu fayda te'mîni ile zararı savmayı kasdetmiyoruz. Zîrâ bu fayda te'mîni ile zararı savma kulların maksadlarıdır. Kulların salâhı ise maksadlarını elde etmektedir. Lâkin biz, maslahat ile Şerîat’in maksadını (hedefini) korumayı kasdediyoruz. Şeriat’in kullardan maksûdu, aradığı beş şeydir: O da onlara dinlerini, canlarını, akıllarını, nesillerini ve mallarını korumasıdır. Şu beş temel esâsı korumayı içinde bulunduran her şey maslahat, şu beş esâsı yok edecek her bir şey de mefsedet/zarar, bunların defedilmesi de maslahatdır.[28] İmâm Râzî de, benzer ifâdeleri kullanıyor.[29]

Acaba bu maslahat ve mefsedetleri bilebilmenin ölçüsü nedir, bunları akıllarımızla bilebilir ve ta’yîn edebilir miyiz? Yahud akıllarımızı Şerîat sâhibinin önüne geçireceğiz, sonra da maslahattır veya mefsedettir diye o hükmü vereceğiz, öyle mi? Birinci şekli seçecek olursak, Şerîatin ve dinin temeli yıkılır. Zîra kısa akıllarımız mefsedetleri maslahatların, maslahatları damefsedetlerin yerine koyarak Şerîat heykelinin tamamını ve din sarayının bütününü yıkar. Bu kapıyı açmak Şerîatin hudûdunun ve nasslarının tamamını değiştirmeye götürür.[30]

Maslahatlar, üçe ayrılır: Bir: Mu’teber olduğu Şerîat’te sâbit olan maslahatlar. İki: Mu’teber olmadığı/geçersizliği Şerîat’te sâbit olan maslahatlar. Üç: Ne mu’teber olduğu ne de mu’teber olmadığı Şerîat’ta bulunmayan maslahatlar.

Bu üç maslahattân birinci kısım, mu’teber/geçerli maslahatlar, ikinci kısım, Mulğât/iptal edilen maslahatlar, üçüncü kısım da, Mürsel/salınan maslahatlardır. Şu hâlde Mesâlih-i Mürsele Şer'îatsâhibi tarafından ne mu’teber olduğuna, ne de mu’teber olmadığına, iptâl edildiğine dâir delîl bulunmayan maslahatlar demektir. Mürsele ve mutlaka diye isimlendirilmelerinin sebebi, onların ne mu’teberlik delîli ne de iptâl delîli ile bağlanmamış olmalarıdır.

Şâtıbî şöyle diyor: Istıslâh, hakkında, nass ve icmâ’ bulunmayan bir hâdisede Maslahat-ı Mürsele’yi gözeterek hüküm çıkarmaktır.[31] Bazıları, İmâm Mâlik’e, ‘hükümlerin teşrî’ine binâen Mesâlih-i Mürsele’ye mutlak olarak i’tibâr ettiğini, maslahatın hakîkî ve âmme, yani sadece ferdi değil de umûmu/geneli içine alacak şekilde olmasını şart koşmadığını nisbet etti. Lâkin Âmidîbu nisbeti inkâr etti.[32]

Ebû Bekr el-Bâkıllânî, Şâfiîlerin çoğu, Hanbelîlerden sonraki âlimler ve bir kısım Hanefîler,[33] Istıslâh’ın (Mesâlih-i Mürsele’nin) hüccet (kesin delîl) oluşunu inkâr etmektedirler.[34] (Kâsimî’den yapılan hülâsa nakil son buldu.)

Kâsimî bazı muhakkıkların Hanefîlere nisbet edilen inkârın doğru olmadığını bir takım misâller vererek söylüyorsa da bunların kimler olduğunu söylemiyor. Hâsılı, bu Mesâlih-i Mürsele’yi Şer’îbir hüküm çıkarmakta hüccet kabûl etmeyen fukahâ olduğu gibi, kabûl eden fukahâ da vardır. Öyleyse kabûl edenlerin usûlüne göre, lehinde veya aleyhinde naklî delîl bulunmadığı farzedilen Râbıta da, -Şerîat’in gözettiği maslahat ve faydası gösterilebiliyorsa,- şu örüş sâhiblerince asla redde-dilemez. Ancak, anzetün ve in târet/uçsa da keçidir şeklindeki Arab atasözünde de ifâde edildiği gibi, müşrik inâdına sâhib olanlar, inkârlarında yine de ısrâr edeceklerdir.

Beşinci Nokta

Bid’at Ne Demektir, Hükmü Nedir?

Râğib el- İsfehânî, Müfredâtü’l-Kurânda şöyle dedi: İbdâ’ bir san’atı bir şey hizâsında bulunmadan ve bir şeye uymadan yoktan var etmektir. (Bu ibdâ’ kelimesi) Allah celle celâlühû hakkında kullanılırsa, bir şeyi, âletsiz, maddesiz, zamansız ve mekânsız olarak var etmek demektir. Bu da ancak Allah celle celâlühû’ya âiddir. Bedî’, mübdi’/modelsiz olarak yoktan var eden için kullanılır. Allah celle celâlühû’nün Göklerin ve yerin bedî’i sözü(nde olduğu) gibi.[35] Bedî’ kelimesi, mübde’/ misâlsiz/modelsiz olarak yoktan var edilen için de kullanılır. Aynı şekilde, el-bid’u kelimesi de, misâlsiz/modelsiz olarak yoktan var eden ve modelsiz olarak yoktan var edilen ma'nâlarındakullanılır. Ahkâf sûresinin dokuzuncu âyetinin ma'nâsı,

denildiğine göre, ben peygamberlerden, kendimden önce bir peygamber geçmeyen bir mübda’ değilim, bir ma'nâlandırmaya göre de, söylemekte olduğum şeyler husûsunda bir mübdi’ değilim, demektir. Mezhebde bid’at, bir kanaat bildirmektir ki, onu söyleyen ve yapan o husûsta Şerîat sâhibinin yolundan gitmemiş vegeçmiş misâlleri ve sağlam kılınan usûllerine riâyet etmemiştir. Her bir sonradan îcâd edilen şey bid’attır. Her bir bid’at sapıklıktır. Her sapıklık (sâhibi) de cehennem ateşindedir.[36]

İbnü’l-Esîr, en-Nihâye’de şöyle demiştir: Bid’at iki türlüdür; hidâyet bid’ati, sapıklık bid’ati. Allah celle celâlühû ve Resûlüsallallâhu aleyhi ve sellem’in emrettiğinin zıddına olan bid’at kınanılacak ve inkâr edilecek bid’attir. Allah celle celâlühû’nünteşvik etmiş olduğu husûsların umûmu/geneli altında/çerçe-vesindebulunan, Allah celle celâlühû ve Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem’in teşvik ettikleri, medhedilenler altındadır. Bir tür cömertlik ve iyi işi yapmak gibi mevcud bir misâli bulunmayan şeyler ise övülen işler zımnındadır. Bunun Şerîat’ın getirdiğine zıt bir şekilde olması câiz olmaz.

Çünki Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem bunun için şu husûsta bir sevab koymuş ve kim güzel bir çığır açarsa, o kişi için onun ecrive onunla amel edenlerin ecri vardır, buyurmuştur. Bunun zıddı hakkında da kim de kötü bir çığır açarsa, onun üzerine onun günahı ve onunla amel edenin günahı vardır[37] buyurdu. Bu Allah celle celâlühû ve Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem efendimizin emri zıddına olduğu zamandır. Hazreti Ömer radıyallâhu anh’in bu ne güzel bir bid’attir[38] sözü bu türdendir. Bu (terâvîh namazının topluca kılınması) hayırlı fiillerden olunca ve medhedilen fiillere dahil bulununca onu bid’at diye isimlendirip medhetmiştir. Çünkü Nebî sallallâhu aleyhi vesellem onu (bu şekliyle) onlara sünnet kılmamıştır. Onu bazı gecelerde kılmış, sonra da terk etmiş, ona devam etmemiş, onun için insanları toplamamıştır. Hazreti Ebû Bekir radıyallâhu anh zamanında da yoktu. Sadece Ömer radıyallâhu anh insanları onun için topladı veona teşvik etti. Bu yüzden ona bid’at ismini verdi. Hâlbuki o gerçekte sünnettir. Çünkü aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm efendimiz sünnetime ve benden sonraki raşid halîfelerin sünnetine yapışınız[39] ve benden sonra iki kişiye Ebû Bekir ve Ömer’e uyunuz[40] buyurdu. Diğer her îcâd edilen bid’attir hadîsi bu

te'vîle hamledilir. Sadece şunu murâd etmektedir: Şerîatın asıllarına ters düşen, sünnete uymayan şeyler.[41](İbnü’l-Esîr’insözleri burada son buldu.)

Feyyûmî el-Mısbâh’da şöyle dedi: Allah celle celâlühû mahlûkatı ibdâ’ etmekle ibdâ’ etti, onları modelsiz olarak yarattı demektir. Ebda’tü ve Ebda’tühû onu çıkardım ve ihdâs ettim demektir. Bu ma'nâdan olarak muhâlif hâle bid’at denilmiştir. Bid’at ibtida’dan isimdir. Nasıl ki, rıf’at (yükseklik) irtifa’dan ise. Sonra bunun (bid’atın) dinde noksanlık ve yahud fazlalık olan şeylerde kullanılması galib oldu. Lâkin kimi zaman bir kısmı mekrûh olmaz ve mübâh bid’at diye isimlendirilir.

Bu mübâh bid’at cinsine Şerîat’ta bir aslın şâhidlik yaptığı, yahud kendisiyle bir zararın savulduğu bir maslahatın gerektirdiği bid’at demektir. Halîfenin insanlarla içli dışlı olmaktan perdelenmesi gibi.(Feyyûmî’nin sözleri bitti.)[42]

Kamus ve Şerhi’nde şöyle denmiştir: Bid’at dinin ikmâl edilmesinden sonra, onda yeni bir şey yapmak demektir.[43] Sizi işlerin sonradan îcâd edilenlerinden sakındırırım. Zîrâ her sonradan îcâd edilen bid’attır, her bid’at da dalâlettir hadîsi bundandır. Yahud o Leys’in sözüdür. İbnü’s-Sikkît, bid’at her sonradan îcâd edilen şey demektir, dedi. Sonra Şârih (Zebîdî) Nihâye’nin kelâmını yukarıdaki gibi nakletti.

Geçen bilgilerden her sonradan îcâd edilenin lüğatte ve Şerîat'tebid’at olduğu ve Şerîat örfünde bid'atın övülen ve yerilen iki çeşide ayrıldığı ortaya çıkmaktadır. Kaçınılmaz olarak bilinen şeylerdendir ki Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem mübâhların tamamını işlememiştir. Çünkü onlar çoktur. Hiçbir beşerin gücü onları saymaya yetmez. Nerede kaldı ki onları kullanabilsin. Çünkü Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem zâhid ve mübâhları az kullanan birisiydi. Onlardan ihtiyacı giderecek kadar ve hacetin davet ettiği kadarıyla yetinir bundan fazlasını terk ederdi. O yüzden kim Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem bir şeyi yapmadı da’vasıyla bir şeyin harâmlığını iddiâ ederse, hakkında delîl bulunmayan bir şeyi iddiâ etti demektir. Da’vası da merduddur. Gene kaçınılmaz olarak bilinen şeylerdendir ki Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem mendûbların tamamını da işlememiştir. Çünki o

vaktinin büyük bir kısmını içine alan da’veti tebliğ etmek, müşrikler ve ehl-i kitâbla mücadele etmek, kâfirlerle cihad etmek, İslâm yumurtasını himaye etmek, sulh anlaşmalarını akdetmek ….. gibi mühim işlerle meşguldü. Hattâ kendisi işlediği zaman Ümmet'ine farz olması yahud onlara meşakkatli hâle gelmesi korkusuyla bazı mendûbları kasden terk etmiştir.

Müslim Sahîh’inde Cabir radıyallâhu anh’den o da Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivâyet etti. Nebî sallallâhualeyhi ve sellem hutbesinde şöyle derdi: Hiç şübheniz olmasın ki sözlerin en hayırlısı Allah celle celâlühû’nun hitâbı, yolların en hayırlısı Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’in yolu, işlerin en şerlisi sonradan îcâd edilenleridir ve her bid'at sapıklıktır.[44]

Nevevî şöyle demiştir: Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in her bir bid'at sapıklıktır sözü sınırlandırılmış bir umûmî hükümdür. Kasdedilen bid'atlerin çoğunluğudur. Lugat âlimleri demişlerdir ki; bid'at demek geçmiş misâli olmadan yapılan her bir iştir. Âlimler bid'at’ın beş kısım olduğunu söylemiştir: Vâcib, mendûb, harâm, mekrûh ve mübâh. Vâcib olan bid'atlerden birisi kelam âlimlerinin mülhid ve bid'atçılara karşı delîlleri dizmeleri ve benzeri şeylerdir. Mendûb olan bid'atlerden biri de ilim kitâblarını yazmak, medreseleri, tekkeleri ve başka şeyleri bina etmektir. Mübâh olan bid'atlerden biri de değişik yemekler ve benzeri şeylerde genişliktir. Harâm ve mekrûh olan bid'atler ise açıktır. Bu anlattığım bilinirse hadîsin aslında ma'nâsı genel olan ama sınırları (başka delîller yüzünden) daraltılan bir hadîsolduğunu bilir. Gelen buna benzer sâir hadîsler de böyledir. Ömerradıyallâhu anh’in ne güzel bid'at sözü de bunu te’yid etmektedir. Hadîsin tahsîs edilen bir âmm oluşuna, her bir bid'atsözünün her bir ifâdesiyle pekiştirilmesi mâni' değildir. Aksine buna rağmen hadîse bir sınırlandırma gelmektedir. Bu, Allah Tealâ’nın her bir şeyi tedmîr/kahr ve helâk edersin[45] sözü gibidir.[46]

Hâfız ibn-i Receb, Erbaîn Şerhi’nde şöyle demektedir: Bid'at’le murâd edilen Şerîat’ın kendisine delâlet edeceği aslı bulunmayan şeyler türünden yapılan ihdâslar/îcâdlardır. Şerîat’tan kendisinedelâlet edecek bir aslı bulunan şeyler ise, lüğat olarak her ne

kadar bid'at ise de Şerîat’ça bid'at değildir.[47] (İbn-i Receb’in sözü bitti)

İbn-i Hacer şöyle demiştir: Muhdesât, (sonradan îcâd edilen ma’nâsına gelen) muhdese kelimesinin çoğuludur. Bununla murâd edilen, Şerîat’ta aslı olmadığı hâlde îcâd edilen şey demektir. Bu, Şerîat örfünde bid'at diye isimlendirilir. Şerîat’ın delâlet edeceği aslı bulunan bir şey ise bid'at değildir. O hâlde Şerîat örfünde bid'at mezmûmdur ama lüğattaki bid'at böyle değildir. Zîrâ misâlsiz olarak ihdas edilen her bir şey övülen olsun, yerilen olsun bid'at diye isimlendirilir.[48](İbn-i Hacer’in sözübitti.)

Ben (Ğumârî) derim ki; Şerîat’ın şâhidlik yapacağı bir aslı olduğu hâlde sonradan îcâd edilen şeye sünnet-i hasene/güzel sünnet ismi verilir. Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem onu böyle isimlendirmiştir. Bunun mukabili de sünnet-i seyyie/kötü sünnet diye isimlendirildiği gibi, bid'at diye dahî isimlendirilir.

Ebû Nüaym İbrâhim ibnü’l-Cüneyd’den şöyle dediğini rivâyet etti: Şâfi'î’yi şöyle derken işittim: Bid'at iki çeşittir; övülen bid'at ve yerilen bid'at. Sünnet’e uyan övülen, Sünnet’e ters düşen de yerilen bid'at demektir.[49]

Beyhaki, Menâkıbu’ş-Şafi’î’de İmâm Şâfi'î’den şöyle dediğini rivâyet etmiştir: Sonradan îcâd edilen şeyler iki çeşittir: Bir âyete veya bir sünnete, yahud bir esere, yahud da bir İcmâ'a tersdüşen bid'at. Bu sapıklık olan bid'atıdır.[50]

İbn-i Hacer, Fethu’l-Bâri’de şöyle demiştir: ’İrbâz b. Sâriye’ninhadîsindeki sizi işlerin sonradan îcâd edilenlerinden sakındırırım sözünden sonraki, zîrâ her bir bid'at bir sapıklıktır ifâdesi, sonradan îcâd edilen şeyin bid'at diye isimlendirildiğini göstermektedir. Her bir bid'at bir sapıklıktırsözü mantûku/açık ibaresi ve mefhûmu yani ma'nâsıyle küllî bir Şer’î kaidedir. Mantûkuyle bunun böyle olması sanki şöyle denilmesi gibidir; şunun hükmü bid'attır, her bir bid'at sapıklıktır, o hâlde bid'at Şerîat’ten olmaz, çünkü Şer'îat’ın tamamı, hidâyettir.

Eğer sözü geçen hükmün bid'at olduğu sâbit olursa, iki mukaddimeyani öncül sahîh olur ve matlûbu netice verir. Her bir bid'at birsapıklıktır sözüyle anlatılmak istenen, sonradan îcâd edilip de Şerîat’tan ne husûsî ne de umûmî bir yolla delîli bulunmayan şey demektir.[51] (İbn-i Hacer’in sözü burada bitti)

İmâm Nevevî, Tehzîbu’l-Esma ve’l-Lüğât isimli eserinde şöyle demiştir: Şerîat’ta bid'at, Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem zamanında bulunmayan bir şeyin sonradan ihdâs edilmesi demektir ki, güzel ve çirkin diye ikiye ayrılmaktadır. Abdülazîz b. Abdisselâm el-Kavâid isimli kitâbının sonunda şöyle demiştir: Bid’at, vâcib, harâm, mendûb, mekrûh ve mübâh’a ayrılmaktadır. Bundaki yol, Şerîat’in kaidelerine arzedilmesidir. Eğer vâciblik kâidesine dâhil oluyorsa, vâcibdir. (Abdülazîz b. Abdisselâm’ın sözü bitti.)

İmâm Beyhekî, Menâkıbu’ş-Şâfiîde, isnâdıyla İmâm Şâfiî’den, şöyledediğini rivâyet etti: Sonradan îcâd edilen işler iki kısımdır: Birincisi, bir âyete veyâ bir hadîse, yâhud bir eser’e, yahud da bir icmâa ters düşen şeylerdir ki, işte sapıklık olan bu bid’attır. İkincisi de, îcâd edilen hayırlı şeylerdir. Bunun hakkında âlimlerden hiç birinin muhâlif görüşü yoktur. Bu kınanmayan bir sonradan îcâd edilen şeydir. Ömer radıyallahu anhuTerâvîh namazı için bu ne güzel bir bid’attir derken, “önceden mevcûd olmayan, olduğu zaman da kendinde geçmişi inkâr bulunmayanbir îcâd olduğu”nu, kasdetmektedir. Bu, Şâfiî’nin -Allah celle celâlühû ondan râzı olsun- sözünün sonudur. [52] (Nevevî’nin sözübitti.)

Yukarıdaki nakillerden anlaşılmaktadır ki, âlimler bid'atın mahmûd/övülen ve mezmûm/yerilen diye ikiye ayrıldığında ve Hazreti Ömer radıyallâhu anh’in bunu ilk defa konuşan olduğunda söz birliği hâlindedirler ve gene âlimler Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in her bir bid'at bir sapıklıktır sözünün âmm-i mahsûs olduğunda da müttefiktirler.

İmâm Şâfi'î şöyle demiştir: Şerîat’tan dayanağı olan her bir şey,Selef onu yapmasa da bid'at değildir. Zîrâ Selef’in onunla amel etmeyi terk etmesi bazen o anda kendileri için mevcûd olan bir ma’zeret sebebiyle, yahud ondan daha üstün bir şey sebebiyle,

yahud da onun bilgisi tamamına ulaşmaması sebebiyle olmuş olabilir.(Şâfi'î nin sözü bitti.)

İbnü’l-Arabî şöyle dedi: Bid'at ve muhdes, lafızları veya ma'nâları yüzünden zemmedilen iki lafız değildir. Bid’atın Sünnet’e muhâlif olanı kınanır. Muhdeslerin yani sonradan îcâd edilen şeylerin sapıklığa çağıranları zemmedilir. (İbnü’l-Arabî’nin sözü bitti.)

Ulemânın Her bir bid'at bir sapıklıktır hadîsinin tahsîs edildiğine, yani sınırlarının daraltıldığına dâir olan görüşlerinin hadîslerden bir çok delîli vardır. (Bunlardan biri de şu hadîsdir:) “Kim İslâmda güzel bir çığır açarsa, onun için oçığırın ecri ve kendisinden sonra onunla amel edecek kimselerin, onların ecrinden hiçbir şey noksan olmaksızın ecri vardır.. Kim de islâmda kötü bir çığır açarsa onun günahı ve kendisinden sonraonunla amel edecek kimselerin günahı, o kimselerin günahlarından hiçbir şey eksilmeksizin onun üzerinedir.”[53]

Nevevî şöyle dedi: Hadîsde, hayırlı işleri ilk yapan olmak ve güzel sünnetler îcâd etmeye teşvik ile bâtıllar ve çirkin görülenşeylerden sakındırmak vardır. Bu hadîsde, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in, Sonradan îcâd edilen her bir şey bir bid’at, her bir bid’at da bir sapıklıktır sözünün sınırlandırılması ve bununla anlatılmak istenenin sonradan îcâd edilen bâtıl şeyler ile kınanan bid’atlar olduğu vardır.[54]

Sindî İbn-i Mâce Hâşiyesinde şöyle demektedir: Güzel bir sünnet demek, uyulacak ve gidilecek güzel bir yol demektir. Güzel ile kötünün arası Şerîat’ın ölçülerine uyup uymamakla ile ayrılır.. (Sindî’den nakil son buldu.)

Bu hadîs (ve buna benzer hadîsler) bid’at’in, hasene ve seyyie diye ikiye ayrıldığını açıkça ifâde etmektedir. Hasene şahsı bakımından bid’at ise de nev’i/türü bakımından, Şer’î bir kâide veya bir âyet yahud, hadîsin geneli altına girmesi sebebiyle meşrû’dur. İşte bundan dolayı hasene diye isimlendirilmiştir. Ve ecri o çığırı açan üzerinde öldükten sonra devâm eder. Seyyie de Şerîat’in kaidelerine muhâlif olandır. Kınanan sünnet ve sapık olan bid'at da budur.[55] (Ğumârî’den nakiller bitti.)

Bu husûsta geçmiş bir çok büyük âlimden nakil yapılabilir. Lâkin buna lüzûm görmüyoruz.

Mühim Bir Süâl: Râbıta inkârcıları bize sorsalar; Ey Râbıtayı kabûl eden Nakşî Tarîkati mensûbları!.. Yukarıdaki nakillerinizden bid'atin, hasene/güzel ve seyyie/kötü diye ikiye ayrıldığı görülmektedir. Hâlbuki, Râbıta’yı kabûl edip onunla amel eden sizlerin imâmlarınızın en büyüklerinden olan İmâm Rebbânî, bunu kabûl etmemektedir; bid’atin hepsi kötüdür, güzeli olmaz demektedir;[56] buna ne dersiniz?

Cevâb: Büyük Muhaddis ve Fakih Abdülğenî el-Müceddidî, İbn-i MâceHâşiyesi İncâhu’l-Hâce’de, Kim bizim bu dîn işimizde ondan olmayan şeyi uydurursa o (uydurduğu) merdûddur hadîsini îzâh ederken şöyle diyor: Ondan (dînden) olmayan şeyi demek, dînin vesîlelerinden (de) olmadıkça demektir. Zîrâ vesîleler, ona (dîne) dâhildir. İşte bundan dolayı, Müceddid (İmâm Rebbânî) -Allah celle celâlühû ondan râzı olsun- dîn işinin vesîleleri olansarf ve nahiv gibi ilimlerin, Sünnet’e dâhil olduğunu bid’at ta'bîrinin bunlar için kullanılmayacağını, söylemiştir. Zîrâ O’nagöre, -Allah celle celâlühû Ondan râzı olsun- bid’atta kesinliklebir güzellik yoktur. İşte bu yüzden O şöyle diyor: Nûru, sabâhın aydınlığı gibi de olsa, bid’at-i hasene[57] terk edilir. Çünki bid’at kesinlikle Sünnet’i kaldıran bir şeydir. Bir kişi Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in yapmadığını yaparsa o hususta ona muhâlif olur. Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in yaptığını yapmazsa yine öyle olur.

(O’na muhâlif olur. İmâm Rebbânî) İşte bundan dolayı, namaza başlarken dil ile yapılan niyyeti men' etti. Zîrâ niyyetin dille yapılması ne Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem, ne Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim, ne de müctehidlerden birinden sâbit olmamıştır. Âlimlerden bid’at-i hasene/güzel ve seyyieye ayıran da vardır. Bununla beraber âlimlerimiz şöyle demişlerdir: Helâya girerken önce sol ayağı içeriye sokmak gibi küçük bir şey de olsa, Sünnet’i işlemek, medreseler inşâ etmek gibi büyük bir iş de olsa bid’at-i haseneden evlâdır, daha iyidir.[58] (El-Müceddidî’nin sözü bitti.)

Hâsılı, bid'atin, hasenesi/güzeli olmaz; hepsi, seyyiedir/kötüdürdiyenler Şer'î ıstılâhı kasdediyorlar; lügat ma’nâsındaki bid'at’i kasdetmiyorlar. Bid’atin güzeli de vardır diyenler, Şer’î Istılâhı kasdetmeyip lüğat ma’nâsını murâd ediyorlar. Yani her iki guruba göre de bid’at-i hasene Şer’î ma’nâda bid’at değildir. İmâm Rebbânî Şer’î ıstılâhı esas alarak Şer'îat’ı ve Sünnet’in temel esaslarına uyan ama şeklen sonradan ortaya çıkan bir şeye bid’at demez. Diğerleri de şeklen sonra ortaya çıkmasından dolayı lügat ma’nâsıyla bid’at, Şerîat esasına dayandığından dolayı hasene demişlerdir. Kısacası hilâf/anlaşmazlık lafzîdir, ma’nevî değildir. Esâsda hepsi bir kapıya çıkmaktadır.[59]

Mecmuamızın ileriki sayılarında delîller getirildiğinde de görüleceği ve anlaşılacağı gibi, Râbıta’ya Şer’î ma’nâda bid’at denemez. Çünki, Kur’ân ve Sünnet’e uymayan bir yanı bulunmadığı gibi, onlarla emredilen zikrin vesîlesi olmanın yanında, Şer’î delîllerden bir nicesinin umûmu/geneli ve kapsamı çerçevesinde düşünülebilecekleri çok açık ve esaslı dayanakları vardır.

Altıncı Nokta

Tekfîrde Lüzûmlu Dayanak Nedir?

Bir kimseyi kâfirlik veya müşriklikle suçlamak için lâzım olan yeterli delîl nedir?

Bunun için te'vîl/yorum kaldırmayacak seviyede açık âyet veya yine te’vîl götürmez mütevâtir Sünnet, yahud İcmâ'’a ihtiyac vardır. Başka şekilde, Kıyâslarla veya ictihâdlarla, hele Kıyâs ve ictihâd bile olmayan saçmalamalarla bir işe küfür veya şirk, bunu gördükleri kimseye kâfir veya müşrik diyenler, ya câhil ahmaklar veya hâin zındıklardır. Mütevâtir olmayan ve başka şekilde te’vîl edilemiyen sahîh hadîslerle Ehl-i Sünnet'in cumhûruna göre kesin harâmlık bile sâbit olmaz, sadece mekrûhluk ve inançlaştırma bahis mevzûu ise küfre sokmayan bid’at hâsıl olur. Ya, câhil ve sapık Râbıta düşmanlarının yaptıkları gibi abuk subuk yorumlamalarla olursa? Bu, düpedüz Allah celle celâlühû ve Resûlü ile alay etmek olur. Şunların hâlleri berbat… Câhillikleri ma’zeret olarak kabûl edilmezse işleri hepten kül…

Yedinci Nokta

Her Mes'elenin Delîli İllâ da Mantûk mu Olmalıdır?

Başka bir tâ'bîrle, ona âid husûsî bir ibâre midir? Hayır… Bir husûsun delîli illâ da onun için getirilen ibâre değildir. Bu dediğimizi daha iyi anlayabilmek için aşağıdaki soruyu cevâblandırmamız lâzımdır; Sözün ma’nâsını anlama kaç şekilde olur? veya, bir sözden bir ma'nâyı anlamanın kaç yolu vardır? Dört şekilde olur; veya dört yolu vardır;

Bir: Söz, ma’nâyı, nazmı (kendi dizilişi) ile gösteriyor ve o ma’nâ için getirilip söylenmiş ise, bu, ibaresiyle(ma’nâyı) gösterendir.

İki: Değilse, yani bir ma’nâyı göstermek için söylenmemişse, fakat yine de o ma’nâyı nazmıyla gösteriyorsa, işaretiyle o ma’nâyı gösterendir.

Üç: Eğer söz, nazım (kendi dizilişi)) ile bir ma’nâyı göstermiyorfakat lügatin mefhûmu (dilden anlaşılan ma’nâ) ile gösteriyorsa, delâletiyle o ma’nâyı gösterendir.

Dört: Değilse, (yani, ma’nâ lüğatten de anlaşılmıyorsa), iktizasıile o ma’nâyı gösteren bir lafız olur. (Yani, sözde o ma’nâ gözükmese de lafız o ma’nâyı gerektirir.)

Dolayısıyla, Râbıta'nın meşrû'luğu için illâ ona âid husûsî bir ibâre aramak, bu yoksa, diğer yollara bakmadan onu reddetmek ya câhillik veya hâinlikdir. Câhil olanlar, ibâre ma’nâsının dışındaki diğer üç ma’nâyı görmeyip, meselâ, bunun neresi Râbıta delîli? diyebilirler. Zîrâ bu onların cehâlet ve ona paralel olanidrâksizliklerinin muktezasıdır. Bu gibi gülünçlüklere sıkça rastlamaktayız... Delîl isterlerken illa, ibâresiyle delâlet edendelîl isterler. Ama kendileri delîl getirirlerken bu dördün de dışına çıkarak kısmen zann ifâde eden Kıyâsın hiçbir şey ifâde etmeyen (hattâ yalan ifâde eden) batılıyla insanları şirk ve küfürle suçlayabilirler…

Sekizinci Nokta

Sözün Açık Veya Kapalı Oluşu Kaç Çeşittir?

Lafzın/sözün ma’nâsı, eğer açıksa, ya, tahsîs/sınırlandırma kabûleder veya etmez. Ederse, ma’nâsının açıklığı, ya sırf sîğesi (kalıbı) sebebiyledir, ki o zaman zâhir (açık)dir; Veya (sırf sîğesi sebebiyle) değildir, ki o takdîrde nassdır. Lafızda te’vîlve tahsîs ihtimâli yoksa, ya nesh kabûl eder veya etmez. Ederse, mufesserdir/tefsîr edilendir. Kabûl etmezse muhkemdir.

Eğer lâfzın ma’nâsı gizli kaldıysa, bu kapalılığı, ya sîğeden başka bir şey sebebiyledir, ki, bu hafîdir, yahud sîğeden dolayıdır, ki bu da, eğer düşünmekle idrâki mümkin ise, müşkil, değilse, açıklanması, (başka delîllerle) umulan bir şeyse mücmel,değilse, müteşâbih olur.

Ayrıca, Lâfzın ma’nâda kullanılması, ya hakîkattır, veya mecâzdır. Bu ikisinden her birinin murâdı açıksa sarîh, kapalıysa, kinâye olur.[60]

Râbıta inkârcıları, onun meşrû'luğu için illâ apaçık delîl isterler. Oysa ilimde mu'teber olan delîllerin hepsi aynı açıklıkta değildir. Kimileri kısmen kapalı delîllerdir. Şunların hepsi de delîl olmaya elverişlidir. Lâkin yapılan sınıflama, bilhassa iki noktada mühimdir: Birincisi: Bunlardan her birinin bir husûs için delîl oluşunu inkâr etmenin hükmü ayrıdır. İkincisi: Şunların kendi ayarında zıd delîl bulunması hâlinde tevakkuf edilmesi, ikisininde i'tibârdan düşmesi, daha açık başkazıdd delîllerle teâruz/çelişki ânında da, daha açık olanların tercîh edilmesi gerekir.

Râbıta kendinden daha açık veya kendine denk hangi delîlle çelişmektedir? Bu ortaya konulmadıkça, onun meşrû'luğuna dâir getirilen delîllerin şu yollarla delîl olamayacakları gösterilemedikçe, yapılacak her bir karşı çıkmanın câhillikten veya sapıklıktan doğduğu inkâr edilemeyecektir. Halbuki biz, Râbıta inkârcılarında bu dediklerimizin hiçbirini göremiyoruz.

Dokuzuncu Nokta

Sükûtî İcmâ' Bir Hüküm Bildirir mi?

Evet, Sükûtî İcmâ’, Sözlü İcmâ' seviyesinde değilse de bir çok âlime göre bir hüküm bildirir.

Alâuddîn Buhârî şöyle diyor: Ruhsat icmâ'ının bu ismi alması, âlimlerin tamâmının fâsıklık ve dîn işlerinde kusûr etmekle suçlanmalarından korunmuş olmak için zarûret îcâbı icmâ' kabûl edilmesi sebebiyledir.[61] Mes'elenin sûreti/şekli şudur: Bir asırda Ehl-i Hall ve Akd'dan[62] bir kimse, bir mes'elede, bu mes'ele üzerinde mezheblerin hükmü yerleşmeden evvel bir hükme kanâat getirse, şu kanâat, asrının ahâlisi arasında yayılsa, üzerinden düşünme zamânı geçse ve ona muhâlif biri ortaya çıkmasa, bu ashabımız(Hanefî âlimlerin)in çoğuna göre kesin bir İcmâ' olur. Fiil/iş de böyledir. Ya'nî İcmâ' ehlinden birisi bir iş yapsa, onu zamânının âlimleri bilse hakkında düşünme müddeti geçtikten sonra ona hiçbir kimse karşı çıkmasa bu onlar tarafından şu işin mubâh olduğuna dâir bir icmâ' olmuş olur.

Buna, onu kabûl edenlere göre Sükûtî İcmâ'/susmakla olan icmâ' ismi verilir.[63] (Alâuddîn Buhârî’nin sözü bitti.)

Râbıta amelini/işini yapan veyâ yapılmasını emreden bir değil sayılamayacak âlimler, ârifler ve sâlihler olmuştur… Râbıta, Müctehidler, Fakîhler Muhaddisler, Müfessirler ve Akâid âlimlerinin bol olduğu zamanlarda hemen hemen herkesin bildiği veşâhid olduğu bir seviyede şöhretle işlenmekteydi. Buna rağmen, Râbıta'ya karşı gelen, veya onu şirk yâhud bid'at diye vasfeden hiçbir ilim sâhibi bilinmemektedir. Bu da bir Sükûtî İcmâdır. Zamânımızın akıl, ilim, hidâyet ve edeb müflislerinin söylemekte olduklarının ise bizce peş paralık bir kıymeti bile yoktur…

Onuncu Nokta

Sâlihlerin Örf ve Âdeti Meşrû'luk İfâde Eder mi?

Evet, eder. Nitekim bu husûs, Usûl-i Fıkıh kitablarında,[64] birtakım müstakıl risâlelerde,[65] Eşbâh ve Mecelle gibi Küllî veya Ekserî kâidelerden de bahseden eserlerde[66] etraflıca anlatılır.

Mü'minlerin güzel gördüğü, Allah celle celâlühû katında da güzeldir.[67] Örf ile sâbit olan Şer'î bir delîl ile sâbit olmuştur.[68] Örf ile sâbit olan Nas ile sâbit olmuş gibidir.[69]

Örfün makbûl olmasının da elbette şartı vardır: Nassa muhâlif örfe i'tibâr edilmez.[70]

Netîce

İşte size tam on tane usûl kâidesi… Bunlar çerçevesinde de işte size meşrû' bir amel; Râbıta… Bahsi geçen âyetler, hadîsler ve fıkhî istinbâtlar dâiresindeki şu kâidelerin veya Râbıtanın bunlar çerçevesinde olduğunun yanlışlığı isbât edilmedikçe, onu inkâr etmek, en hafîfinden hevâ ile amel etmektir. Nefse ve hevâya tapınmaktır da diyebilirsiniz.

Âbidler, ârifler ve zâhidler topluluğu olan Sûfiyye tâifesi gibi salâh ve takvâda mü'minlerin nümûneleri olan nezîh zâtların örfü hâline gelen Râbıta Allah celle celâlühû katında da elbette güzeldir.

[1] Şu yazı bilhassa bir ilim yetîmi ve fakîri olan Profesör Abdulaziz BAYINDIR’ın ve beşik şeyhliği ile hakiki şeyhliği karıştıran Ferit AYDIN isimli kimsenin hezeyanları münâsebetiyle kaleme alınmıştır.

[2]     Tâcü’l-Arûs: 10/262

[3]     Âsım Efendi, Kâmûs Tercümesi: 3/659

[4]     Mısbâh: 462

[5]     Ahterî: VSL maddesi.

[6] Allah’ın razı olduğu şeylerde yok olma mertebesine varmış. (İmâm Rebbânî: Mektûbât:1/102-103)

[7]     Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, Risâle-i Râbıta, Reşâhât kenarı:222-223

[8] Daha kültürlü veya entellektüel (!) zevâtın ifâdesiyle, metotik yahud metodolo jik

[9] Ki doğru değildir. Söz doğru olduğu takdîrdedir.

[10] Yani önceleri ateşte pişen yemeği yediği için abdest alıyordu. Sonra artık ab- dest almadı.

[11] Ama abdest alsa daha iyi olur.

[12] [Buhârî, Sahîh, İ’tisâm: 4, Meğâzî:74, Müslim, Libâs:52, Ahmed Hanbel, 4:165]

[13] Bir şeyi zikredip netîcesini kasdetmek de bir mecâzdır.

[14] Altun yüzüğü Ashâb’ın kullanmamaları, Nebî sallallâhu aleyhive sellem’in onu kullanmayı terk edişinden değil, kullanmayacağımsözünden ve başka şu ya- saklığa dâir açık nasslar sebebiyledir..

[15] Husnü’t-Tefehhüm ve’d-Derk li Mes’eleti’t-Terk:5-25 den hulâsa

[16] İbn-Nüceym, el-Eşbâh ve’n-Nezâir (Hamevî Hâşiyesi ile beraber):1/223-225

[17] Yer yer şerh ve hâşiyelerin hattâ bazen de şunların metinlerinin üzerine yazılan açıklamalar.

[18]    Hamevî, aynı yer.

[19]    Hamevî aynı yer.

[20]    Telvîh: 2/39

[21]    Veya Sa’d, yahud Ahmed er-Rûmî. Kadızâdelerden.

[22] Leknevî, Tervîhu’l-Cinân Bi Teşrîh-i Hukmi Şurbi’d-Dühân isimli risâle:17 (Mecmûu Resâili’l-Leknevî:2/267)

[23] Ahkâmu’l-Kur’ân: 1/14-16

[24] Mefhûm-i Muhâlefet: Kelâmdan iltizâm yoluyla anlaşılan şeydir/ma'nâdır. Denil miştir ki, hükmün meskûtta/sözü edilmeyen,susulan şeyde, mantûkun/sözü edilenin zıddına isbât edilmesidir, var olduğunun söylenmesidir. (Seyyid Şerîf Cürcânî, Ta’rîfât)

[25] İbn-i Receb el-Hanbelî, Câmiu’l-Ulûm ve’l-Hikem:2/164-165

[26] Alâuddîn Muhammed İbnü Abdülhamîd es-Semerkandî, El-Mîzân fîUsûli’l-Fıkh :191, Dâru’l-Kütüb’l-İlmiyye

[27] Kâdî Mücâhidü’l-İslâm el-Kâsimî (Muâsır ulemâdan. Cihâdda Şehîd düşenler den), Fıkhu’l-Müşkilât: 37-48

[28]    [Gezâlî, (el-Mustasfâ: 2/40-139)], Kâsimî:38

[29]    [Fahruddîn er-Râzî, (El-Mahsûl: 2/434)], Kasimî:38

[30]    [Ğezâlî: (el-Mustasfâ:1/139)], Kâsimî: 38

[31]    [Şâtıbî, (El-İ’tisâm: 1/111)], Kâsimî Fıkhu’l-Müşkilât:42-43

[32]    [Âmidî, (el-İhkâm: 4/160)], Kâsimî Fıkhu’l-Müşkilât:45

[33]    Tahrîr’in ifadesi Hanefîler ve diğerleri şeklindedir, Kâsimî’nin naklettiği gibi bazıları değil.

[34]    [Et-Teysîr ale’t-Tahrîr: 4/171, el-İ’tisâm: 2/111, el-İhkâm:4/169], Kâsimî Fıkhu’l-Müşkilât:45

[35] Bakara:117, En’âm: 101

[36] [İsnadı sahîhtir. Ebû Dâvûd, es-Sünne (4607), Tirmizî el-İlm(2676), Tirmizî bu hadîs hasen ve sahîhtir demiştir. İbn-i Mâce Mukaddime (42, 43), Ahmed İbn-i Hanbel (4/126,127), Hâkim (1/95,1/96), Hâkim, bu hadîs illeti olmayan sahîh bir hadîstir, dedi ve Zehebî O'na muvâfakat etti.]

[37]    [Müslim, Zekat (69/1017)]

[38]    [Buhârî, Terâvîh Namazı (2010)]

[39]    [Önceki hadîsin kendisi (Ebû Dâvûd ve Tirmizî hadîsi)]

[40]    [Ahmed İbn-i Hanbel (5/382), Tirmizî, Menâkıb (3662, 3805), İbn-i Mâce (97)],

[Taberânî el-Kebîr (8426), İbn-i Hibbân (İhsân-6863)]

 [41]    [En-Nihâye fî Ğarîbi’l-Hadîs: (1/106, 1/107)]

[42]    [El-Mısbâhu’l-Münîr: (38). El-Mektebetü’l-ilmiyye Beyrut.]

[43]    [Feyrûz Âbâdî, Kâmûs-i Muhît, (b,d,a) maddesi, (907) Müessesetü’r-Risâle]

[44]    [Müslim Cumu’a: (43/867)]

[45]    Ahkâf 25

[46]    [Sahîh-i Müslim, Nevevî şerhi ile beraber (6/154-155)]

[47]    [Câmiu’l-Ulûm ve’l-Hikem (397, Darü’l-Fürkân-Ürdün)]

[48]    [Fethu’l-Bârî (13/266, 13/267), Reyyan Baskısı]

[49]    [Ebû Nüaym, Hilyetü’l-Evliyâ (9/113)]

[50]    [Fethu’l-Bâri (13/267)]

[51]    [Fethu’l-Bâri (13/267-13/268)]

[52]    İmâm Nevevî, Tehzîbu’l-Esma ve’l-Lüğât: 3/22-23

[53] [Müslim, Zekât (1/1017), Nesâî, Zekât (5/75-77), İbn-i Mâce,Mukaddime (203) Cerîr b. Abdillâh el-Becelî’den]

[54] [Sahîh-i Müslim, Nevevî Şerhi ile (1/226-227)]

[55] Ğumârî’nin İsmi geçen risâlesinden hulâsa

[56] İmâm Rabbânî, Mektûbât:1/159-160, 186. Mektûb

[57] Allahu a’lem, vesîlelerden olmamasına rağmen isâbetsiz olarak, vesîle kabûl edilip kendisine hasene/güzel denilen sonradan îcâd edilen şeyleri kasdediyor. Namaz niyyetinin dille yapılması ve kefene yapılacak ilâve, açıktır ki, niyetin ve kefenin vesîlelerinden değildirler, ve bu hususlardaki sünneti ortadan kaldırmaktadırlar. Ama O, buna rağmen bunların güzel bulunmasına -haklı olarak- bir ma'nâ veremiyor. Bunların hasene diye isimlendirilişleri, bid’ati, hasene ve seyyieye ayıranların ta'rîfine de uymuyor.

[58] İncâhu’l-Hâce:3

[59] Bu bid’at husûsunda Allâme Leknevî’nin, İqâmetü’l-Hucceh isimli kıymetli bir risâlesi vardır.

[60] Her hangi bir Usûl-i Fıkıh kitabının Hakîkat, Mecâz ve Kinâye bahisleri.

[61] Ya'nî, âlimlerin susup da inkâr etmedikleri bir söz veya işin biz yanlış olduğunu kabûl edecek olursak, şu âlimlerin tamâmını fâsık olmak ve dînî işlerde kusûr işlemekle suçlamış oluruz. Bu ise kesinlikle yanlıştır. Şu yanlıştan sakınmış olmak için de onların bu susmasını bir icmâ' olarak kabûl etmeye mecbûruz.

[62] Mü'minlerin müşkillerini/problemlerini ve işlerini Şer'î ölçüler içinde çözen ve karâra bağlayan, onlar tarafından tabiî olarak dînî liderler kabûl edilen Rabbânî âlimler topluluğu

[63] Alâuddîn Buhârî, Keşfu'l-Esrâr alâ Usûli'l-Pezdevî: 3/228

[64] Alâuddîn Buhârî, Keşfu'l-Esrâr:2/95, Lafızların hakîkatlarının kendisiyle terk edileceği şeyler bahsi.

[65] İbn-i Âbidîn, Neşru'l-Arf fî Binâi Ba'zı'l-Ahkâmi ale'l-'Urf, Mecmûatü'r-Resâil:2/ 114

[66] İbn-i Nüceym, El-Eşbâh ve'n-Nezâir, Altıncı Kâide:1/126-139,Mecelle-i Ahkâm-i Adliye:36,37ve 38. maddeler.

[67] Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned, Abdullah İbn-i Mes'ûd'dan, mevkûf olarak. Tahrî ci ileride etraflıca gelecek.

[68] Şerh-i Eşbâh’ı Bîrî'den naklen, İbn-i Âbidîn, Neşru'l-Arf fîBinâi Ba'dı'l-Ahkâmi ale'l-'Urf, Mecmûatü'r-Resâil:2/115,

[69] Mebsût'tan naklen, İbn-i Âbidîn, Neşru'l-Arf fî Binâi Ba'dı'l-Ahkâmi ale'l-'Urf, Mecmûatü'r-Resâil:2/115,

[70] İbn-i Hümâm'dan naklen, İbn-i Âbidîn, Neşru'l-Arf fî Binâi Ba'dı'l-Ahkâmi ale'l-'Urf, Mecmûatü'r-Resâil:2/115,

Hızır Bey ÇelebiMüfid Yüksel

Hızır Beğ bin Celâleddîn, Seferîhisâr (Sivrihisar) ‘da dünyaya gelmiştir. Babası Kadı Celâleddîn oranın kadısıdır. (Taşköprülüzâde, Şekâik, 1985:91; Hoca Saadeddin, Tevârih, 1999:5/80; Gelibolulu Âlî, Künhü’l-Ahbâr, ). Hızır Beğ’in Nûniye

Kasidesi’nin yazma nühalarındaki kayda göre doğum tarihi 1 Rebîulevvel 810/6 Ağustos 1407’dir. Mecdî Efendi’nin Şekâik tercümesi ve Hadîkatu’l Cevâmi’deki kayda göre Hızır Beğ’in babası Celâleddîn Efendi Akşehir’de medfun olup, ünlü Nasreddin Hoca’nın oğluymuş. ( Ayvansarâyî, Hadîka, 1281:1/85; Mecdî Efendi, Şekâik Tercümesi, 1269:111; Müstakîmzâde, 1210: 205a, 457b). Ancak Şekâik tercümesi, Müstakîmzâde’nin Mecelletu’n-Nisâb’ında[1] ve Hadîka’daki Nasreddîn Hoca’nın torunu olduğuna dair bu kayıt başka kaynaklarla doğrulanamamaktadır.

Buna rağmen Akşehir’de bugün mevcut olmayan Celâl Mescidi’nin bulunmuş olması ve Nasreddîn Hoca’nın aslen Sivrihisarlı olması, Hadîka’daki kaydı muhtemel hale de getirmektedir. (Demiralp, 1996:54, 82-83). Aşıkpaşazâde Tarihi nâşiri Âlî Beğ, bu tarih neşrindeki, 203’üncü sahifenin 4. dipnotunda “ Nasruddîn Hâce’ninkerîmezâdesidir. Ve Sivrihisâr kadısı Celâleddîn Beğ mahdumudur.”Demekte, yani Hızır Çelebî’nin Nasreddin Hoca’nın kız tarafından torunu olduğunu ifade etmektedir ki, Şekâik tercümesi ve Hadîka’daki kayıtlarla çelişmektedir.

Kütahya Mevlevîhânesi postnişîni olup 1148 Tarhinde orada vefat eden İzmirli Sâkıb Dede’nin ünlü “Sefîne-i Nefise-i Mevleviyan “ adlı eserinde Hızır Çelebî’nin Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî’nin sülalesinden olduğu şeklinde ilginç bir bilgi yer almaktadır:

“ Evlâd ve ahfâd-ı kirâm-ı Hz. Emîr-i Âlem-i Kebîr ve Ulu Arif veMutahhare Sultan’dan Hızır Beğ, Sinan Paşa ve Pîrî Paşa ve Ya’kûbve Şah Efendi ve Kadı Paşa ve emsâluhum emâsil-i ensâl-ı zekiye-iSıddîkiyye ve Celâliyye olub ânların menâkıb-ı nefîseleri ve mefâhir-i celîleleri Şekâik ve sâir tevârîhde mebsût olmağla her

birinden bir nükte-i latîfe ile iktifâ ve 7سشت ك_ ح�رف$ ب�� ه اگ�ر ك�سشت7 ي�� ان�$ ذر خ�$mazmûnuyla isti’fâ olunmuşdur. “ Sâkıb Dede Sefîne, 1283:119; ÂlîBeğ, 1341:91)

Yine, Mehmed Ziya Beğ “İstanbul ve Boğaziçi” adlı ünlü eserinde:  “ Voynuk Şücâ’ Camiî hazîresinde, İstanbul’un ilk kâzîyu’l-Kuzâtı (Kadılar Kadısı) olan sülâle-i tâhire-i Mevlâna’dan Hızır Çelebî medfun olduğu gibi, karşısındaki kabristanda da meşhur Kâtib Çelebî defîn-i hâk-ı ‘ıtırnâkdır.” diye bir ifade kullanarak Sâkıb Dede’nin Hızır Çelebî’nin

Mevlana’nın neslinden geldiğine ilişkin rivayetini tekrarlamaktadır.. ( Mehmed Ziya, 1928/46)

Sivrihisar’da doğan Hızır Çelebî, bu beldede yetişip ilk ilimleribabasından tahsil etmiş. Sonradan ise ünlü Molla Yegân’ın[2] talebesi olmuştur. Molla Yegân’dan icazet aldığı gibi kızı ile evlenerek damadı olmuştur. Hızır Çelebî 837 tarihinde babasının yerine Sivrihisar kadısı olmuştur. (Taşköprülüzâde, Şekâik, 1985:91; Hoca Saadeddin, Tevârih, 1999: 80; Ayvansarâyî, Hadîka, 1281:1/86; Uzunçarşılı, 1984:76,133)

Arapça ve İslamî ilimlere çok düşkünlüğüyle bilinen Hızır Beğ kısa zamanda bu ilimlerde tabahhur kesbeder. Hatta bu konuda ilginç bir olay da aktarılır:

Fatih Sultan Mehmed’in saltanatının ilk yıllarında, Arap diyarından bir çok ilimlere sahip olan bir alim Edirne’ye saraya gelir . Birçok ilimde maharet gösterir.

Çevresine diyar-ı Rum’un tanınmış uleması toplanır, bu zât çevresine toplanan ulemaya çeşitli garip ilimlere dair sorular sorar. Onlar ise bu soruları cevaplandırmaktan âciz kalır. Bunun üzerine yeni padişah olan Sultan II. Mehmed bundan dolayı şiddetli ızdıraba düşer. Diyar-ı Rum ulemasından büyük utanç duyar. Diyar-ı Araptan gelen bu zâta cevap verecek büyük bir alimin bulunmasını ister. Bunun üzreine o sırada Sivrihisar’da kadı olan Hızır Beğ’in çağrılması tavsiye edilir. Hızır Beğ ise osıralarda askeri kıyafetli ve henüz otuzlu yaşlarda bulunan bir gençtir. Edirne’ye getirtilen Hızır Beğ bu zâtla birlikte padişahın huzuruna çıkarılır. Bu zât Hızır Beğ’i kıyafet ve gençliğinden dolayı gülerek aşağılar. Bu arap âlimi suâllerini sorar. Hızır Beğ tümüne kâfî ve şâfî cevaplar verir. Sonra Hızır Beğ buna 16 ilim dalında sorular sorar. Bu zât bu sorulara cevap veremez. Susup kalır. Bunun üzerine genç Padişah sevincinden yerinde duramaz. Kalkıp oturur. Hızır Beğ’e övgüler yağdırır, kendi kürkünü ona giydirir. Bursa’da dedesi Mehmed Çelebî’ye ait medreseyi (Sultaniye Medresesi, Yeşil Medrese) Hızır Beğ’e vererek 50 dirhem yevmiye ile bu medresenin müderrisi yapılır.

(Taşköprülüzâde, Şekâik, 1985: 91-92; Hoca Saadeddin, Tevârih, 1999:5/80-81; Ayvansarâyi, Hadîka, 1281:1/86; Uzunçarşılı, 1984:229; Âlî Beğ, 1341:90-99)

Sonra İnegöl kadılığıyla birlikte ilave olarak ona bir medrese daha verilir.Hızır Beğ’in çevresinde bir çok talebe toplanır. Bunlar arasında, Muslihuddîn Kastalânî (Vefatı: 901),  Şeyhülislâm Alî El-Arabî( Vefatı:901), haşiye sahibi Şemseddîn Ahmed Hayâlî, Yine Şerhu’l-Akâid haşiyesi sahibi Mevlâna Kestelî, Tehâfüt sahibi ünlü Hocazâde Muslihuddîn Mustafabin Yusuf bin Salih El-Burusevî, Hatibzâde Muhyiddîn Mehmed, Molla Ayas, Hoca Hayreddîn,Kadızâde Molla Kâsım, Molla Muarrifzâde gibi kendi dönemlerinin ünlü alimleri vardır.

Hızır Beğ 855 hicri tarihinde Edirne’deki çifte medreselerden birinin müderrisi olarak tâyin edilir. Güçlü bir hafıza ve keskinbir zekâya sahip olan Hızır Beğ talebelerine özel bir ihtimam gösterip en iyi şekilde tahsil görmelerini temin eder. Büyük ilim

sahibi olmasına rağmen kısa boylu olduğu için kendisine راب� ح�� .Cerâbu’l-İlm” İlim Dağarcığı adı verilmiştir“  ال�علم(Taşköprülüzâde, Şekâik, 1985:92, 117,127,142,144,147,169,170,189,194; Hoca Sadedin, Tevârih, 1999:81-82; Müneccimbaşı, 1995:182,252; Ayvansarâyî, Hadîka, 1281:1/86; Uzunçarşılı, 1984:298; Mehmed Süreyya, Sicil, 2/277)

İstanbul’un 857/1453 tarihinde fethedilmesinin ardından, Hızır Beğ Fatih Sultan Mehmed tarafından İstanbul’un ilk kadısı ve müftüsü olarak tâyin edilmiştir.Bu tarihten sonra Hızır Beğ bu vazifelerini vefat tarihi olan 863/1459 tarihine kadar 6 yıl boyunca sürdürmüştür. Hızır Beğ Vefa civarında yer alan adı geçenVoynuk Şücâ Camii’nin sonradan haziresi haline gelen mekana defnolunmuştur. (Taşköprülüzâde, Şekâik, 1985:92; Hoca Saadedin, Tevârih, 1999:81-84; Sehî Beğ, Tezkire, 1325:39-40; Kınalızâde, Tezkire, 1989:1/341-342; Ayvansarâyî, Hadîka, 1281:1/86; Âlî Beğ,1341:90-99; Uzunçarşılı, 1984:229)

Hızır Beğ aynı zamanda kuvvetli bir şâir olarak Arapça, Farsça veTürkçe şiirleriyle de şöhret bulmuştur. Şiir ve fenn-i inşâda yed-i tûla sahibidir. Yazdığı fetva, huccet ve risâlelerde

imzasını manzum olarak atarmış. Yazdığı şeylerin altına imza olarak şu Arapça manzumeyi yazarmış:

ه] مون�$ ول ع�دول3ص�ح م�ض$ ق7 ول  [ ب�� ب� ق7 لوا ب�� tuوب م ق7 �هدوا ث� �ش�اة لال ام�ص$ خ�� ن� ر اب�� ض$ ول  خ�$ ب� $uن ا ار اس�ي7 �uى ذب ا ف$ ي� اض�$ ف�7

“Mazmunu âdil kimselerin-şahitlerin- sözüyle doğrulandı. Önce şehâdette bulunup, bir kabul ile kabul ettiler. İmzası Hızır bin Celâl’dir. Diyâr-ı İstanbul’da kadıdır.” (Sehî Beğ, Tezkire, 1325:39; Kınalızâde, Tezkire, 1989:1/342)[4]

Akâide dâir Arapça manzum “Nûniye” kasidesi vardır. Nuniye Kasidesi’nin kütüphanelerimizde birçok yazma nüshası bulunmaktadır.Ayrıca Bu Kaside Osmanlıca Tercümesi ile birlikte bir çok kez basılmıştır.Bu manzum akâidine bir çok şerh yapılmış olup, en meşhuru talebesi Hâyâlî’nin yazdığı şerhtir. Bu şerhlerinin de bir kısmı defalarca basılmıştır. Bunların en mükemmel baskısı 1318 Tarihinde Şirket-i Sahhafiye-i Osmaniye tarafından yapılmıştır. Kaside-i Nûniye aynı zamanda Cevâhiru’l-Akâid nâmıyla da bilinmektedir. Ayrıca müstezâd tarzında manzumeleri de vardır.[5]

Bundan başka ن� ي� لي7 اله 7 ل�ي� ج� Ucâletu Leyleteyn “ İki Gecede Aceleyle ع�Yazılan”adını verdiği başka bir Arapça Nûniye kasidesi daha vardır. Hızır Çelebî bu kasidenin matla’ını şu şekilde yazar:

ن� ي� رف�7 �عد ال�مش ي�ن� ب�� ي�ن� ال�ي� ى وي�� ن$ ي� tعد ي� ى ال�ب� اذ ال�هوی ف$ د ر$ ل�ف7Sultan mehmed de bu kasideyi bakması için ünlü Molla Gürânî’ye

yollar. Molla Gürânî kasideye bakınca اذ fiiline itiraz    ر$eder.  “Zâde” lâzım (Geşisiz) fiildir. Müte’addi (Geçişli) değildir. Halbuki, Hızır Beğ bu fiili müte’addi olarak yanlış kullanmıştır” der. Sultan Fatih bu itirazı. Kasidenin yazılı olduğu kağıdın arkasına yazmasını söyler. Molla Gürânî’de bunu yazar. Padişah da bunu Hızır Beğ’e geri yollar. Hızır Beğ de cevâbi olarak şu âyet-i kerîmeyi yazar: (Bakara Suresi, Ayet:10)

ا اذه�م ال�له مرص�$ $ر$ هم مرض$ ف� لوب�� ى ف�7 ف$

Bu âyet-i kerîmede de اذ lafzı-fiili- müte’addî (Geçişli) olarak ر$kullanılmıştır. Zira Zâde fiili Arap lügatında hem lâzım hem de müte’addî olarak kullanılabilir.(Ahterî, Mustafa b. Şemseddin Karahisârî, Lügat, 1322/482; İbn manzur El-İfrîkî, Lisânu’l-Arab;Firuzâbâdî, Muhit)

Hızır Çelebî bu kasideye “Ucâletu Leyletin Veya Leyleteyn”[6] adını vermesini şu Arapça dörtlükle açıklar:

مى ظ� ان� ب�$ ها ال�سلط� �uا اب ن�  الا ب�� ي� لي7 و ل�ي� Fا له7 اله7 ل�ي� ج� ع�

ن� ي� لى س�اع�ي7 ع$ �ت7 ش� ارق�7 ام ذرسى وم�ا ف�$ ب�� Fى ا ال ف$ ع$ �م�ع الاش�“Ey Sultan işte nazmım; Bir ya da iki gecede oluşan bu eser; Dersgünlerindeki meşguliyetimle birlikte; bunun için meşguliyetimden iki saat bile ayırmadım”

Her üç dilde gazelleri olup şu Türkçe gazel Hızır Beğ’indir:

Kıl lâle sohbetini ki çağındadur dahi

Var gel müsafirine ki bâğındadur dahi

Gül leşkeri haberlerini lâleden işit

Kim şimdi geldi tozı ayağındadur dahi

Virmiş safâ benefşeye peyğâm-ı zülf-i  dost[7]

Ol izzetün hevâsı dimağındadur dahi

[8]Gönlümde konmış idi ğammın seni göricek

Göçdi velakin odı ocağındadur dahi

Zülfin hayâli ile gözüm sohbet itdi şeb

Gör subh-dem ki cur’a kabâğın-dadur dahi

Âb-ı hayât hüsnini zulümât kapladı

Hızrî henüz yâr sürâğındadur dahı[9]

Hızır Beğ bunların yanı sıra bazı tarihler de söylemiştir. SultanII. Murad tarafından hicri 850 tarihinde yaptırılan  Edirne’deki Üç Şerefeli Cami için şu tarihi söylemiştir:

رة د ع�مر� م�ن� ع�م �uب ام�ع ر$ ٨٥٠خ��“Câmi’un zeyyede ‘umre men ‘ammerehu” 850[10]

(Âlî Beğ, 1341:90; Ahmed Cevdet Paşa, 1300:185)

Bu manzum tarihin tamamı, Mecdî Efendi’nin Şekâik tercümesinde şuşekilde yer almıştır:

اب7 م�ن� اوامرة ر مرة  م�ن� مب� Fام م�و $uب Fي�ن� ك�ل الا ي��

ی ار$ مرة  ه�و س�لطان� مراذ ال�ع$ �ال�علاء ث� د ال�له ب�� ل خ�$اة ي$ م م�ي� ي7 ح$ ح�$ �uاري رة   ص�ار ب�7 د ع�مر� م�ن� ع�م �uب ام�ع ر$ ٨٥٠خ��

(Mecdî Efendi, Hedâiku’ş-şekâik, 1269:114)

Ancak Mecdî Efendi, Hızır Beğ’in bu tarihi Bursa’daki II. Muradınyaptırdığı Muradiye Camii için söylediğini kaydetme hatasını sergilemiştir. Zira Bursa’daki Muradiye Camii’nin halen mevcut kitâbesine göre bu camiin inşasına Hicrî 828 senesinen Recep ayında başlanılmış olup, 830 Muharreminde inşası tamamlanmıştır. (Türkiye’de Vakıf Abideler Ve Eski Eserler, 1983:III/135)

Hızır Beğ bundan başka Fatih Sultan Mehmed’in emriyle Metâli’u’l-Envâr kitabını Frsçaya tercüme etmiştir. Bu tercümenin bilinen yegâne yazma nüshası Süleymaniye (Ayasofya) Kütüphanesi No: 2488’de kayıtlı olup 360 varaklı ve tâlik yazılıdır.Bunu dışında Tuhfe-i Sultan Murad Han adlı Sultan II. Murada sunduğu bir eserimevcut olup, bunun da bilinen tek yazma nüshası Beyazıt Devlet Kütüphanesi No. 5577’de kayıtlıdır. Hızır Çelebi’nin aynı zamandaYasin-i Şerîf Tefsiri olup, bu tefsirinin de kütüphanelerimizde çeşitli yazma  nüshaları mevcuttur. Bu Tefsir Hümeyra Arslantürk

tarafından Türkçe-ye tercüme edilmiş olup 1997’de Eksen Matbaası’nda basılmıştır.

Hızır Beğ, vefatından önce, defnedildiği yere yakın olan Camiini yaptırmıştır. Camiin inşa tarihi tesbit edilememiştir. Fevkânî, ahşap çatılı ve tek şerefeli bir minaresi ola cami ile alakalı olarak 953/1546 ve 1009/1600 tarihli  İstanbul Vakıfları Tahrir Defterlerinde şu kayıt yer almaktadır:

“ 1001- Vakf-ı Sâhibu’l-Mescid Merhûm Hızır Beğ Çelebî

Asl-ı Vakf Ber Muceb-i Defter-i Atîk

Başhâne-Hâsıl Fi Sene 2160

Zikrolunan Başhâneden ayda yüz on akçasına imâm mutasarrıf olub ve yetmiş akçasına müezzin tasarruf idermiş. Haliya Haseki SultanHazretleri mezbûr Başhâneden imâm hissesini ayda yüz otuz akça mukata’aya alub kârbânsarây-ı Halıcılar binâ eylemiş ve müezzin hissesini Kırkçeşme kurbında olan başhâneden bir hisse ile istibdâl eylemiş.

Hâsıl ez hisse-i müezzin Fi sene 720”

( İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri, 953/1546 Tarihli, 1970: 176;1009/1600 Tarihli, 2004: 267; İ. Hakkı Konyalı Arşivi, No: 279)

Vakfiyede, tarih olmadığından inşa tarihi tesbit olunamamaktadır.Cami Hızır Çelebî Camii olmasına karşın, Hacı Kadın Camii olarak anılmıştır. Ayvansarâyî Hadîka’da bu şekilde yer vermektedir:

“ Mescid-i şerîfin sebeb-i tesmiyesi Kocamustafapaşa semtinde Hacı Kadın bu câm-i şerîfin civârında bir çifte hamâm binâ eylemiş olmağla bu câmi-i şerîfe dahi Hacı Kadın Câmiî demişlerdir. Lâkin Hacı Kadın’ın mescide ve minberinde kat’a alâkası yokdur. Mescid Hızır Beğ Efendinindir. Şu kadar var ki, hamâm-ı mezkura mescidin suyunun ziyâdesi virilüb mukâbilinde vakfa bir mikdar senevî icâre olunur. Mahallesi vardır.”

(Ayvansarâyî, Hadîka, 1281:1/87)

Süheyl Ünver’e göreyse, bu Hacı Kadın, Koca Mustafapaşa’daki HacıKadın Camii’nin bâniyesi olan Vezir İskender Paşa’nın kızı

Mihrişah Hanım değil, Hızır Beğ’in kızı Sultan Hatun’dur.(Ünver,1944:46-49,52; Ayverdi, 1958:24; 1989:414)

Süheyl Ünver’in bu iddiasına karşın, 953/1546 ve 1009/1600 Tarihli İstanbul Vakıfları Tahrir Defterlerinde yer alan kayıtlar, Hamam sahibi Hacı Kadın’ın, Hızır Çelebî’nin kızı değil, Hadika’da belirtildiği gibi Mihrişah bin İskender Paşa olduğunu kesin bir şekilde ortaya koymaktadır:

“ 2175- Vakf-ı Hacı Mihrişah Hatun  Bint İskender Paşa

Vâkıfe-i mezburenin Mevlâna Ebussuûd imzasıyla bir vakfiyesi vardur ki mazmunı zikrolunur.

Asl-ı Vakf: Hamâm-ı yektâ der mahalle-i Hızır Beg mahdud Muhzır Şa’bân mülki ve Hızır Beg Çelebî mescidi ve vakf-ı ‘Abid Çelebî ile – Hâsıl Fi Sene 15000-Halen çifte.”

(İstanbul Vakıfları Tahrir Defterleri, 953/1546 tarihli, 1970:370; 1009/1600 tarihli, 2004:607)

953/1546 tarihli defterde, “Halen çifte” ilave kaydı yer almamakta, sadece hamamın yekta (Tek) hamam olduğu ifade edilmektedir. 1009/1600 tarihli defterde ise, “Halen çifte” ilavekaydı yer almaktadır. Buradan, 953/1546 tarihinde henüz tek hamamolan Hacı Kadın hamamının, bu dönemden, 1009/1600 tarihine kadarki, süre içerisinde çifte hamama dönüştürüldüğü anlaşılmaktadır.

Hızır Çelebî’nin kendi bina ettiği Cami’de değil de bunun ilerisinde yer alan Voynuk Şücâ camii haziresinde medfun olması kaynaklarda tartışmalara yol açmıştır. Ayverdi, kendi Camiine gömülmemesini vefat ettiği sırada Camiin inşasının henüz bitirilememiş olması ihtimaline bağlamaktadır. (Ayverdi, 1958:24)[11]

Reşit Saffet Atabinen ise 18 Şubat 1957’de İstanbul Belediye Başkanlığına Voynuk Şücâ Camii ve Hızır Çelebi’nin kabri ile ilgili yazdığı raporda:

“Hızır Bey kendi yaptırdığı Hacı Kadın Camii’nin yanında yer bulunmadığından ikâmet ettiği Vefa mahallesindeki Voynuk Şücaeddin Mescidi haziresine kızı tarafından

defnolunmuştur”[12]  demektedir ki,  Fatih devrinde, hele fethin altıncı senesinde Camiin yanında yer bulunmaması meselesi bir gariplik arzetmektedir. Ancak Vefa civarında ikâmet etmiş olması,hatta vakfiyede Kırkçeşme kurbında başhânesi olması; bu hazireninönceden Hızır Beğ’in ikâmetgâhının bahçesi olması ihtimalini güçlendirmektedir. İkinci husus Hızır Çelebî vefat ettiğinde henüz Voynuk Şücâ Camii mevcut değildi.

Hızır Çelebî’nin kabrinin günümüzde mevcut olmayan Voynuk Şücâ Camiine göre konumu Âlî Beğ tarafından şu şekilde kaydedilmiştir:“ Müşarunileyh Hızır Beğ Efendi mescidin mihrâbına müteveccihen dıl’-ı yemîni müntehâsında ve kabristanın şehrâha nâzır olan kısmında medfun olup..” (Âlî Beğ, 1341:96) Nitekim eski fotoğraflarda Hızır Çelebî’nin kabri camiin minare hizasına gelmektedir.

Hızır Çelebî’nin Yâkub Paşa, Sinan Paşa ve Ahmed Paşa adlı üç oğlu olmuştur. Bunlardan Yakub Paşa Önce Bursa’da Sultaniye medresesinde müderris olmuş, sonra Fatih-Sahn-ı Seman medreselerinden birisinde müderris olmuştur. Yakub Paşa en son Bursa kadısı iken 891/1486 tarihinde vefat etmiş olup, Bursa’da Molla Fenari Camii’nin haziresine defnedilmiştir. Fıkıhtan Sadru’ş-Şeri’a’nın Vikâye Şerhi’ne çok tanınan bir haşiyesi vardır.

Bu haşiyenin bir çok yazma nüshası bulunmaktadır. Bu yazma nüshaların en eskisi 908/1502 istinsah tarihli olup, Süleymaniye (Fatih) Kütüphanesi No: 1602’de kayıtlıdır. Ayrıca, Seyyid Şerîf El-Cürcânî’nin El-Mevâkıf” ına da yine şerh yazmıştır. Bu Şerhu’l-Mevâkıf’ın musahhah bir nüshası Koca Ragıp Paşa Kütüphanesi No. 799’da bulunmaktadır. Yine Yakub Paşa Muhtasaru’l-Ma’ânî kitabının haşiyesine haşiye yazmış olup, bilinen tek nüshası Süleymaniye (Carullah Ef. ) Kütüphanesi No.471/2’de yer almaktadır. Yakub Paşa’nın sarf ilminde Maksud kitabına da şerhi olup, müellif hattıyla olan, 854 istinsah tarihli nüshası, Süleymaniye (Pertev Paşa) Kütüphanesi No: 572’dekayıtlıdır.(Taşköprülüzâde, Şekâik, 1985:177-178; Bursalı Mehmed Tahir Osmanlı Müellifleri, 1/290)

Oğlu Sinan Paşa ise, bunlar içinde en fazla eser verenidir. Edirneli Mecdî’nin Şekâik tercümesindeki ilâve kayda göre 16 Receb 844 tarihinde dünyaya gelmiştir. (Mecdî, Şekâik Tercümesi, 1269:196) Çok güçlü bir ilim tahsili vardır. Fırt-ı zeka ve fetaneti ile kısa zamanda bir çok ilimlere sahip olur. Özellikle Riyaziyat ve felekiyat ilimlerinde yed-i tûla sahibi idi. Hoca Paşa olarak da anılmıştır. (Mecdî, 1269:196; Kınalızâde, Tezkire,1989:1/486-487; Müstakîmzâde, 1210:203b;205a;457b) Ancak fetanetinin karakterine galebe çalması yüzünden ilimleri tedkik ederken bir çok şek ve şüphe  hasıl olur.Bu açıdan vehim derecesinde konuları irdeler. İlmi meselelere şüpheyle yaklaşır. Hatta bu yüzden babası tarafından levm ve sitem edilir.

Anlatıldığına göre, bir gün babası ile aynı tabaktan et yemeği  yer. Pederi Hızır Beğ şekleri yüzünden onu paylar. Ve “ Sendeki şekk ve vehimler o mertebeye vardı ki, bu kap-çanağın bile bakır olduğundan şüphe edeceksin”. O da cevaben “ Bu mümkün,çünkü hislerde karışıklık sözkonusudur.” der. Bunun üzerine babası Hızır Çelebî tabakla oğlunun başına vurur.

(Taşköprülüzâde, Şekâik, 1985:173-174)

Sinan Paşa, babası Hızır Beğ vefat ettiğinde henüz yirmi yaş civarındadır.  Sinan Paşa’ya 871 tarihinde Fatih tarafından FatihMedreselerinin Sahn-ı Semanından bir medrese verilir. Bir süre sonra Fatih Sultan Mehmed onu kendisine hoca ve musahip olarak (Padişah Hocası) tayin etti. Hatta yanından ayırmaz. Riyâziyât, hendese ve hey’et ilimlerinde meşhur olan ünlü Ali Kuşçu İstanbul’a geldiğinde, Fatih Sultan mehmed Sinan Paşa’nın Ali Kuşçu’dan bu ilimleri tahsil etmesini ister. Sinan Paşa bu Riyâziyât ilimlerini tahsil etmek üzere Ali Kuşçu’ya kendi yerinetalebesi Molla Lütfî’yi gönderir. Molla Lütfi’de Ali Kuşçu’nun yanında bu ilimleri okur. Ali Kuşçu’dan okuyup duyduklarının tümünü bu konu ikmal edilinceye kadar sürekli aynen Sinan Paşa’yanakleder. Sinan Paşa talebesi Molla Lütfî aracılığıyle, Ali Kuşçu’dan aldığı bu ilimler sayesinde ünlü hey’et alimi Çağminî’nin Kadızâde-i Rûmî şerhi üzerine haşiye kaleme alır.

Fatih Sultan Mehmed sarayda vakfettiği kitaplarla bir kütüphane tesis edince, Sinan Paşa’dan bu kütüphane için bir hâfız-ı kütüb

taleb eder. Sinan Paşa’da bunun üzerine yine talebesi Molla Lütfî’yi tavsiye eder. Bu şekilde Molla Lütfî saray’daki kütüphanenin hâfız-ı kütübü olur. Sinan Paşa 881 tarihinde günlük60 dirhem ile Edirne Daru’l-Hadis medresesinin müderrisi olur. Sonra maaşı  günlük 80 dirheme çıkarılır. Sonra Edirne’deki çiftemedreselerden birinin müderrisliğine getirilir. Yevmiye olarak 50dirhem tayin olunur. Buna Edirne Sultan Murad Han imâreti tevliyeti de ilave edilir. 887 tarihinde tekâüd tarikiyle kendisine günlük 100 dirhem tayin olunur. 888 tarihine ise ona Gelibolu livâsı verilir. Ancak, bir süre sonra Fatih Sultan Mehmed’le araları açılır.

Bu nedenle vazifesinden azledilip, zindana konulur. Onun hapsedildiğini duyan ulema sarayda Padişahın divanına varıp “ Onun serbest bırakılmasını talep ediyoruz. Yoksa bu divanda elimizdeki kitapları yakar. Memleketini de terk ederiz” diye tehdit yollu ifadeler sarfederler. Bunun üzerine Fatih, Sinan Paşa’yı hapisten çıkarıp onlara teslim eder. Fatih ulemanın teskin olduğunu görünce; Sinan Paşa’ya Sivrihisar kasabasının kadılığı ile medresesinin müderrisliğini verir. Ancak peşinden İznik yolunda bir tabip de gönderir. Tabip ona garip bir şerbet verir bu ilaç onun zihninde karışıklık oluşturur. Ve güya tedavi maksadıyla günde 50 sopa vurdurur. Molla İbn Hüsameddin bunu işitince padişaha bir mektup yollayarak bu zulme son verilmesini,aksi takdirde Osmanlı ülkesini terk edeceğini bildirir. Padişah sonunda razı olarak bu duruma son verir. Kısa zamanda iyileşip toparlanan Sinan Paşa Sivrihisar’a gider ve Fatih’in vefatına kadar hüzün ve sıkıntı içinde orada kalır. (Taşköprülüzâde, Şekâik, 1985:175)

Fatih’in vefat edip, yerine II. Bayezîd’in tahta cülus etmesinin ardından, Sinan Paşa rahata kavuşur. II. Bayezid yevmiye 100 akçaile Edirne Darulhadis medresesine tayin eder. Sinan Paşa burada bulunurken Seyyid Şerîf-i Cürcânî’nin Mevâkıf kitabı üzerine olanCevâhir Şerhi üzerine haşiyeler yazar. Bu haşiyelerde Seyyid Şerîf’in tahlillerine birçok sual tevcih eder. Hatta her satırda iki ya da üç sualin varid olduğu bu haşiye yazmalarında müşahade edilir. Burada birçok kitap kaleme alır.

Sinan Paşa, Şekâik sahibi Taşköprülüzâde’ye göre 892 tarihinde Edirne’de vefat eder. Yine ona göre sehâvetteki ifratından dolayıevinde gusül suyu ısıtacak odun bile bulunmaz. (Taşköprülüzâde, Şekâik, 1985:176) Hoca Saadeddin de onun aynı tarihte Edirne’de vefat ettiğini kaydeder. (Hoca Saadeddin, Tâcu’t-Tevârih, 1999: 5/149) Mecdî’ye göre ise , 24 Safer 891’de (1486) akşamdan sonra İstanbul’da vefat eder ve Ebu Eyyub-i Ensârî türbesi civarında defnedilir. (Mecdî Efendi, Şekâik Tercümesi, 1269:196) Aynı bilgiMüstakîmzâde tarafından Mecelletu’n-Nisâb’da da tekrarlanmaktadır. (Müstakîmzâde, 1210:203b,205a, 457b)

Yaptığımız araştırmalarda Eyüp’te Sinan Paşa’ya ilişkin bir kabirveya türbeye rastlamasak da oğlu Mehmed Çelebî ve ahfâdından bazıkimselerin mezarları Eyüp’te Camiin şadırvan avlusunda çevresi açık olan Çifte Gelenler türbesindedir. Oğlu Mehmed Çelebî’nin avluya dönük mezar şahidesinde şu kitâbe vardır:

ان� ل ال�علامه7 س�ي$ اص�$ ن� ال�مولی ال�ف$ اب��ى� ال�علوم لاء ف$ ص$ ل ال�ف$ ص$ ف�$ Fن� ال�مولی ا ا ب�� �اس� ب�°اذ$ روم اس�ي7 ر ب�� هب� �ى ال�ش لن� گ خ�° ر ي�� ض$ خ�$هر �ن$ى م�ن� ش� �خ�د ال�ي Fوم الا ي��

ت� ٩٧٤رح��Bu mezar lahdinin ayak taşındaki yazıların kazınıp arkaya çevrildiği görülmektedir.Bunun yanı sıra burada yine Sinan Paşa ahfadından bazı kimseler daha medfundur. Buradan, Sinan Paşa’nın da burada medfun olduğu ancak zamanla mezar şahidesinin kaybolduğu neticesini çıkarabiliriz.

Sinan Paşa’nın çeşitli ilmi konularda birçok Arapça eseri bulunmaktadır. Bunların en ünlüleri Seyyid Şerif Cürcanî’nin Mevâkıf’ına yazdığı Şerh, Çağmînî’nin El-Mülehhas adlı eserinin Kadızâde-i Rûmî’nin şerhi üzerine haşiye, Beyzâvî tefsirine haşiye ve Ali Kuşçu’nun Hendese risalesine haşiyedir.

Bunlar dışında Sinan Paşa’nın Türkçe ve manzum eserleri de bulunmakta, Ma’ârifnâme (Ahlaknâme ve Nasihatnâme) ve Tazarru’nâme bunların başlıcalarıdır. Ayrıca Tezkiretu’l-Evliyâ adlı bir Sufî tabakât kitabı da bulunmaktadır. Bunlar içinde en meşhur olanı Münâcât niteliğinde olan Tazarru’nâmesidir. Manzum ve nesir karışık olan bu eser de nâtlar da mevcuttur. Gerek bu gerekse diğer eserlerinde Tasavvufî neşve güçlü bir şekilde gözlemlenmektedir. Zira, Sinan Paşa ilmi yönünün yanı sıra Sufî kişiliğiyle de tanınmaktadır.

Tarikat olarak Zeyniyye tarikatına mensup olan Sinan Paşa Şeyh Ebu’l-Vefa’nın da müridi olmuştur. (Tulum, 1971:1-289; Kınalızâde, Tezkire, 1989:1/486-488) Bu eser çok okunduğundan çeşitli kütüphanelerde birçok yazması bulunmakta ancak müellif hattı ile olan Hicri 871 istinsah tarihli nüshası Kültür Bakanlığı Tire Kütüphanesi, Diğer Vakıflar Bölümü, No. 613’te yine ken disinin te’lifi olan “Tezkiretu’l-Evliyâ” kitabı ile birlikte bulunmaktadır. A. Mertol Tulum  tarafından yayına hazırlanmış olan Tazarru’nâme 1971 yılında MEB yayınları arasındaneşredilmiştir. Şiir san’atında bir hayli güçlü olan Sinan Paşa bu sahada da ün yapmıştır. Tazarru’nâmesinde b u budurum âşikâr olmaktadır.

Diğer oğlu Müftî Ahmed Paşa ise, İstanbul’da Fatih medreseleri inşa edilince Sahn-ı Seman medreselerinden biri ona verilir. Ahmed Paşa ise bu sırada henüz 19 yaşındadır. Ve günlük 40 dirhemyevmiye tayin edilir. Ancak bir süre sonra ağabeyi Sinan Paşa vezaretten azledilince, Ahmed Çelebî de müderrislikten azledilir.Fakat ardından Üsküp medresesi müderrisliği ile bu beldenin kadılığına getirilir.

Sultan II. Bayezid tahta culûs edince ona Edirne’deki çifte medreselerden birinin müderrisliğini verir. Daha sonra  yine Fatih-Sahn-ı Seman medreselerinden birinin müderrisliğine tâyin olunur. Bir süre sonra ise II. Bayezid  tarafından Bursa şehrininmüftülüğüne getirilir. Günlük 100 akça maaş tâyin edilir. Buna ilaveten Bursa şehri yakınlarındaki bir köy arpalık olarak verilir. Yıllarca bu vazifede kalır. Müftülük vazifesine devam

ederken Kânûnî devrinin ilk yılı olan 927/1521 tarihinde vefat eder.

(Taşköprülüzâde, Şekâik, 1985:178; Bursalı Mehmed Tahir, Osmanlı Müellifleri, 1/296)

Müstakîmzâde vefat ettiğinde yaşının 90’ı geçkin olduğunu belirtmektedir. (Müstakîmzâde, 1210:205a, 457b) Şekâik mütercimi Mecdî Efendi’ye göre, Ahmed Paşa Emir Sultan Türbesi yanında medfundur. (Edirneli Mecdî, Efendi, Şekâik Tercümesi, Hadâiku’ş-Şekâik, 197) Bursalı Mehmed Tahir Bey ise, Ahmed Paşa’nın Zeyniler Cami-Tekkesinin kabristanı’nda medfundur.(Bursalı MehmedTahir, Osmanlı Müellifleri, 1/296). Ahmed Çelebî’nin

اب7 ي� ال�ي$ ما الاع�مال ب�� ي¼�ث� اث�$ رح خ�د �ش“İnneme’l-A’mâlu Bi’n-Niyât”  Hadisinin Şerhi adlı bir eseri dahaolup, bilinen tek yazma nüshası 23 varak olup, Süleymaniye (Ayasofya) Kütüphanesi No.575’te yer almaktadır. Ahmed Paşa’nın Bursa’da Ulu Camî yakınlarında Müftü Medresesi olarak bilinen bina-kerdesi olan bir medresesi de vardır. Bu medrese Aşağı İnebey-Küçük İnebey adlarıyla da bilinmektedir.

11 Odalı ve tek kubbeli dershâneden oluşan medrese bugün yıkılmışolup, cephe duvarından 1,20 metre kadar bir kısmı ayakta kalabilmiştir. (Türkiye’de Vakıf Abideler Ve Eski Eserler, 1983:3/324) . Mecdî Efendi’ye göre Ahmed Çelebî’ni Hızır Bey Çelebî adlı bir oğlu olmuş olup, Hızrî lâkabını kullanan güçlü bir şairmiş. Yavuz Sultan Selîm zamanında Bursa Kaplıca Medresesimüderrisi Cezbe-i İlâhiyye’ye tutularak Meşhur Emîr Buharî’ye mürîd olur. Ahmed Çelebî’nin diğer bir oğlu Mehmed Çelebî’nin kabri ise dedesi Hızır Beğ’in kabrinin ayak ucuna yakındır.

 HIZIR BEĞ ÇELEBİ MEZAR KİTABESİ:

ال�وری� اذ$ لق7 ال�له اس�ي7 ر خ�$ ب� خ$

ای� �كل ك�س �ن� م�ش م�ي� ى اي��ران� ر$ ن7 م�ق$

[ وصى� م�ملكث7 ر$ Fن� ا Ëگ ا ر ي�� ض$ [13خ�$

ن� شرای� Ëم ا اك�ش� ك�رذ ع�ر$ روح ب�°ان� دس�ي� ان� ف�7 �uب ر$ ر$ Fا �هری اذش ب��

[ ح$ او ذاررح�مت7 ای� �uاري د ب�7 �ه س� ب7 [14گ�ق7

ى� لن� گ خ�° �uري ض$ ع�ال�م ال�علم خ�$

مه7 Fرالا ب� ل ال�عضر خ$ ص$ اف�$ه خ$ ي¼� ار ى ب�7 ف$ ه7 ف�$ ب� ح$ ى� ال�ن$ ض$ د ف�7 ف�7

ح�مه7 ه ال�ر ال ع�لب� لث7 لار$ ف�7“Hayru Halkillâhi Ustâzu’l-Vera

Müfti-i İran-zemîn müşkil-küşây

Hızr Beğ ân ez vasiyy-i memleket

Rûh-ı pâkeş kerd ‘azm-ı ân serây

Behr-i yâdeş ez zebân-ı kudsiyân

Gofte şud târîh-i û “der-i rahmet ey ”863 Âlimu’l-‘İlmi Hızr Beğ Çelebî

Efdalu’l-‘Asri hayru’l-Ummeti

Kad kudiye En-Nuhbetu fefî târîhihi

Kultu “Lâ zâle ‘Aleyhi’r-Rahmetu” 863[15]

Bazı mısra’ları Arapça, bazıları da Farsça olan bu kitâbeyi şu şekilde tercüme ettik:

“Allah’ın halk ettiklerinin hayırlılarından, öte âlemin üstadı, İran ülkesinin müşkilleri çözen müftüsü, memleketin vasîlerinden

Hızır Beğ’in temiz ve pâk ruhu o saraya azimet etti. Kudsi dillerden her defasında yâd edildiğinde, tarihi “ Der-i rahmet ey” denildi. İlmin âlimi Hızır Beğ Çelebî, asrın faziletlisi, ümmetin hayırlısı, (vefat) tarihi için şu (sözün) seçilmesi ile neticelendi. “Onun üzerine rahmet eksik olmasın, sürekli olsun”

HIZIR BEĞ ÇELEBİ’NİN OĞLU AHMED PAŞA’NIN OĞLU MEHMED ÇELEBİ’NİN KABİR ŞAHİDESİNDEKİ KİTABE

ن� ى ب�� لن� د خ�° ه م�حم ص�اح�ب�گ �uري ض$ ن� خ�$ ح�مد ب�� FاSahibuhu Muhammed Çelebî bin

Ahmed bin Hızır Beğ

[1] Müstakîmzâde Mecelle’de Nasreddîn Hoca ve Hızır Bey hakkında çeşitli yerlerde söz etmekte hatta aile şeceresi bile çizilmiştir.Hatta verilen şecerede Hızır Bey’in babası Kadı Celâleddîn’in Hâce Nasruddîn’in oğlu olduğu, yani Hızır Bey’in baba tarafından Nasreddin Hoca’nın torunu olduğu balirtilmiştir. Bu diğer yerlerde de aynı şekilde zikredilmiştir.

Ancak eserin  farklı yerlerindeki bilgilerde çelişki gözlemlenmektedir. İki yerde çizilmiş olan şecerede Nasreddîn Hoca’nın adı Hâce Nasruddîn El-Karamânî şeklinde yer almakta ve vefat tarihi H. 800 olarak kaydedilmiştir. Ancak nun harfinde Nasreddin Hoca’dan söz edilirken vefat tarihi bu kez 856 olarak kaydedilerek diğer kayıtla çelişmiştir. Hatta bu kayıt içinde de,bir yandan vefat tarihi 856 olarak verilirken, Orhan Bey devri meşâyihinden olduğu belirtilerek yine çelikili bilgi kaydedilmişti. Diğer yandan ise Timurleng ile de çağdaş gösterilmiştir. (Müstakîmzâde, 1210: 199a, 204b,-205a, 423a, 457b)

[2] Molla Yegân, Mevlâna Mehmed bin Armağan eş-Şehîr Bi-Yegân, Sultan II. Murad döneminin meşhur ulemasındandır. Aydınoğullarının memleketinde yetişmiş olup, o yörenin

ulemasıunda tahsile başlamış, sonra Molla Şemseddin Fenarî’nin talebesi olmuştur. Ardından Bursa’daki bir medresenin müderrisi olmuştur. Şemseddîn Fenarî’den sonra fetva makamını ihraz edip Bursa kadısı olmuştur. Bursa’da kadı iken vefat etmiştir.

[3] Bu ifade Kınalızâde Tezkiresi’nde اء� ة şeklinde yer ام�ص$almaktadır.

[4] Hızır Beğ Çelebî’nin şiirlerinde Hızrî mahlasını kullandığı yolunda Latîfî tezkiresinde bir kayıt yer alıyorsa da, (Latîfî, Tezkire, 2000:245-246) Latîfî Hızır Beğ Çelebî’yi aynı adı taşıyıp şiirlerinde yine dedesi gibi Hızrî mahlasını kullanan torunu ve Müfti Ahmed Paşa’nın oğlu Hızır Çelebî ile karıştırmıştır. Nitekim Aşık Çelebî Tezkiresinde bu konuda Latîfî’yi tenkid etmektedir. (Aşık Çelebî, Meşâ’iru’ş-Şuarâ, Yazma, Pertev Paşa  Kütüphanesi, No.440; Vrk. 364a-b)

[5] Müstezâd’ın bilinen yegane yazma nüshası Süleymaniye (Laleli)Ktüphanesi No: 3707’de bulunmakta, tâlik yazılı olup  70 varaktır.

[6] Ucâletu Leyleten kasidesinin bilinen tek yazma nüshası, Ankara Milli Kütüphane, No: 06 HK 206/10 ‘da bulunmaktadır.

[7] Kınalızâde’nin Tezkiresinde burası “Yâr” olarak yer almıştır.

[8] Buradan itibâren gazelin bu bölümü Kınalızâde Tezkiresi’nde yer almamakta. Sadece Sehî Beğ Tezkiresi’nde mevcuttur.

[9] Son makta’ beyti her iki tezkirede yer almayıp, Esrar Dede tezkiresi ile ondan naklen Âlî Beğ’in Lütfî Paşa Tarihi neşrinin notlarında yer almaktadır. (Âlî Beğ, 1341:98)

[10] “ Kendini imâr edenin ömrünü uzatan câmi” anlamına gelmektedir ve ebced hesabı ile 850 tarihini vermektedir.

[11] Şemseddin Sâmî, “Kamûsu’l-A’lâm” adlı ansiklopedisinde HızırBeğ maddesinde “ Hz. Eba Eyyub-i Ensârî civârında medfûndur” diyehatalı bir bilgi vermiştir. (Şemseddin Sâmî, Kamûsu’l-A’lâm, 1308: 3/2047).

[12] Encümen Arşivi, N o: 518

[13] Âlî Beğ Lütfî Paşa Tarihi’nin neşrinin dipnotunda Hızır Beğ

Çelebî’nin mezar  şahidesindeki kitâbeyi kaydederken “ ب� روی Ëن� ا ËاÂn âb-ı rûy-ı memleket şeklinde kaydetmiştirki, burada okuma – م�ملكث7hatası gözlemlenmektedir. Bu hatalı okuma Fazıl İ. Ayanoğlu ve Tahsin Öz tarafından da tekrarlanmıştır.

[14] Kitâbede “ ذر رح�مت7 ای  - Der-i rahmet ey “ denmesi gerekirken,  “ ذار رح�مت7 ای  - Dâr-ı rahmet ey “ diye bir elif fazlalığı ile taş işçisi tarafından yanlış hakkedildiği anlaşılmaktadır. Zira bir elif fazla ile tarihin ebcedi 864 tarihi çıkmaktadır ki, bir yıllık fazlalık sözkonusudur. Nitekim

manzum tarihin sonundaki “ 7 ه ال�رح�مه ال ع�لب� “ Lâ zâle ‘Aleyhir-Rahme – لا ر$cümlesinden Hızır Beğ’in vefat tarhi olan 863 rakamı çıkarılabilmektedir.

[15] Gerek, Fazıl İsmail Ayanoğlu, gerek Ekrem Hakkı Ayverdi gerekse Süheyl Ünver ve gerekse Tahsin Öz Arabî ve Farsî lisanlarına olan kıllet-i vukûfiyetleri sebebiyle, tümü bu kitabeyi galat bir surette okuyup  zabtetmişlerdir. (Ayanoğlu, 1958:197; Ayverdi, 1989:517; Ünver, 1944:51; Öz, 1997:1/64)

KaralamalarAli Kara

Allah’ın selamı üzerinize olsun. Bu hizmette olanlara muvaffakiyetler dileriz.

Şöyle bir düşünürsek, yakın tarihimizi gençlik yıllarımızı hatırlıyoruz. 1973-74 seneleri İstanbul Taksim meydanında fetih kutlamaları içinde bulunduk. ilk defa orda, böyle bir kalabalık içinde bulunduk. Takdim için hepinizin bildiği tığ gibi bir delikanlı coşturucu hitabetiyle fetih marşını canı gönülden okuyordu.

Daha sonraki dönemlerde MTTB’nin Cağaloğlu merkezinde yapılan bütün İslâmî hizmetlerde ön safta bulunanları, seneler geçtikçe miting ve sohbet toplantılarında kendilerinin sağlam İslâmcı ve şeriatçı olduklarını defalarca haykırmış kimseleri, şimdilerde nehale dönüştüğünü hep beraber müşahede etmekteyiz. Allah-u Teâlâ cümlemizi muhafaza eylesin, onları da iman ve İslâm dairesinden ayırmasın, kafirlerin elinde oyuncak olmaktan kurtarsın. Kimseninzararını istemeyiz, fakat kimse de bizim dinimize, ahlâkımıza, İslâm anlayışımıza zarar vermesin.

İslâmî hükümleri başkaları ihlâl edince tepki gösteririz de, bizimkiler ihlal edince niçin “idare edelim” deriz? Böyle böyle iş, nereye varacak?

İşte bazı “İslâmî cemaat” denen kimseler de, diyalog saçmalığı altında ehli küfürle kol kola girmiş. Hatta “diyalog yapılmasını emreden ayet ve hadisler” diyerek bir takım yazılar-kitaplar çıkartmışlar. Biz ise hala daha gerçek ilim ehlini meydanda göremiyoruz, neden? Ya mevcutlar bu işin ehli değil, ya da yeterli miktarda yok. Her iki halde de bize düşen kaliteli,yeterli miktar alimi yetiştirmek. "İçinizden iyiliği emreden, kötülükten men eden bir topluluk (alimler topluluğu) olsun" ayet-i kerimesine göre âlim yetiştirmek, bütün müslümanların üzerine farz-ı kifâye olan bir husustur.

Âlimler tuz mesabesindedir, onlar olmazsa millet kokar. Eğer âlimler de kokarsa o zaman vay halimize. Şu kadar karışık

meseleler mevcut iken, her gün bir yenisi ekleniyor. Adamlar defile adı altında İslâmî örtü diyerek fuhuş reklamı yapıyor, ılımlı müslümancıklar da keyifle seyrediyor. Bu hal, hangi

asırda olmuş, kimden görmüşler; Avrupalı dostlarından. Avrupa’ya entegre olmak için uyum yasalarını hayata geçirmek gerekli, o halde evvela İslâm’ın en mühim işlerinden biri olan örtü ve kadından başlamalı. Bunu hallettiler mi, işin yarıdan fazlasını halletmiş olacaklar. Zira farz olan örtü meselesinde yanlış bir anlayış, itikadın bozulmasını, kişinin imanının elden çıkmasını gerektirir.

Cennetin ayaklarının altında olduğu bildirilen kadınlar/anneler, Peygamberleri ve Allah dostlarını doğuran kadınlar, savaşlarda İslâm ordularına yardım için gidip şehid olan kadınlar, saçının bir kılını dahi müslüman din kardeşine göstermeyen kadınlar nerdeee, bugünküler nerdeeee! İşe gidecek diye süslenmiş, başını da sıkmış deve hörgücü gibi, altında yırtmaçlı pardesü, gözünde gözlük, kiminin elince cigara... Kadın demeye bin şahit lazım. Böyle bir kadın nasıl anne olacak, nasıl alim doğuracak, kime hizmet edecek. Allah’ın dinine mi, yoksa patronun veya şehvet hırsızlarının zevkine mi! 

Âhır zamanda İslâmî ilimlerin nerdeyse yok olacağı, âlimlerin eşek leşinden daha değersiz olacağı şeklindeki rivayetleri hatırlatarak, İslâmî ilimlerin sahipsiz kaldığını, buna dayanarakda cehaletin hızla artarak her tarafta yeni yeni din anlayışının,itikad bozukluklarının yaygınlaştığını görmezlikten gelmeyelim. Bu felaket, kısa zaman sonra bize de vurur –Allah muhafaza eylesin- sonra evlatlarımızı karşımızda bulmayalım.

"Fitne yok oluncaya kadar, din Allahın dini oluncaya kadar cihad ediniz" ayetini de unutmayalım. Aslında yapacak çok iş var, amma müslümanın başka işleri var. İşi, aşı, evi, çocukları, misafiri, sporu, zevki, gezmesi vesâir işleri çok. Namaz için, Kur'an için,din kardeşleri için, fakir fukara için,

İslâm âlemi için harcayacak bir dakikası, bir lirası, bir kelimesi yok. Böyle anlayışsızlık ile ancak bu kadarı olur.

"Siz eğer takva sahibi olursanız, (Allah) sizin için Furkan yapar(hakkı batıldan ayıran feraset verir.)" Takva olmanın yolu, Sevgili Peygamberimizin yoluna tabi olmakladır.  Bu husus kıyamete kadar devam edecektir. "Cihad, kıyamete kadar devam edecektir." buyurmuştur. O halde hangi tarafın mensubuysak, o taraf ile ilgilenelim, okuyup öğrenerek, tatbik ederek, yardım ederek bu yolda bulunalım. Hazreti Ebu Bekir (radıyellahu anhu), o makama üç şey ile ulaştı. İmanda önde olmakla, malını vermekte önde olmakla, canını vermekte önde olmakla. Biz hangisinde ne durumdayız.

İmkanı olduğu halde Allah’ın dinine ve müslümanların haline kayıtsız kalanlar, yarın ahirette çok pişman olacaklardır. Allah’ın dininin kimseye ihtiyacı yok, herkesin dine, Kur'an’a ihtiyacı var. Bela ve sıkıntı halinde herkes etkilenir, kimse beniyi idim, bana bir şey olmaz diyemez. Ya kötülüklere mani olmak için  gayret edeceğiz, ya da onlar yüzünden gelen sıkıntı, bela, kıtlık, susuzluk, anarşi ve sâir musibetlere katlanacağız. Allah-u Teâlâ hayırla ıslah eylesin, dünya ve ahiret saadeti nasib eylesin.

Geride kalan günlerdeki güncel konularla alakalı bazı görüşlerimizi ifade etmeye çalışacağız. Doğru ve hak olandan yanayız, yanlışı ikaz etmeye çalışacağız:

***

Futbolcunun biri güya -maça gül getirin, kutlu doğum haftasına uygun bir maç olsun- demiş. Vay beee! Yaptığınız rezilliği de İslâm’a yamadınız ha! Kumar ve küfür üzerine kurulu oyunun neresini kutlu yapacaksın, kendi takımında veya karşı takımda kaçtane hıristiyan, kaç tane ateist, kaç tane yahudi var biliyor musun? Onlarla beraber mi kutlu doğumu yapacaksın, demek ki sen de diyalog kafalılara

meyletmişsin. Yazık, binlerce müslüman da bunları seyreder, vakitleri öldürür, namazdan, ilimden, zikirden geri kalırlar. "İnsanlar iki şeyde aldanmışlardır. Boş vakit ve sıhhat."

***

Tekbir giyim defile düzenlemiş. Yani ahlaksız mankenlere milyarları aktarıp, elbise modellerini tanıtmak için erkeklerin huzurunda kıvırtarak, salınarak daha başka hareketlerle (fındık faresi misali) erkeklerin beğenisini kazanmaya çalışmışlar, epey de kendilerini beğendirmişler. Öyle ki ordaki zavallı erkekler (acaba erkeklikleri de ne durumda?) zevkle seyretmişler. İşte İslâm’ı yozlaştırmanın bir tipik örneği. Bu ve benzeri hususlardaMüslümanların adına kim söz söyleyecek, davayı kim savunacak,

belli değil. Halimiz acınacak durumda. Din adamları nerde? Hac veumre pazarında.

***

Diyalog için papanın yanına, bütün İslâm ülkelerinden Müslümanları temsilen din adamlarından bazıları gidecekmiş. Türkiye'den de iki kişi, biri ilahiyyatçı diğeri meşhur müftülerimizden biri. Papayı Sultanahmet camiinde gezdirenler, şimdi onun huzuruna gidecekler. Onun huzuruna gidenler  asla

Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin huzuruna giremeyecekler,şefaatine nail olamayacaklardır.

Madem diyalog yapacaktık niçin bu kafirlerle asırlarca savaştık ve halen daha savaşlar şiddetiyle devam etmektedir. En akıllı müslümanlar bizler miyiz? İslâm alemindeki diğer müslümanlar, bizTürkleri -hıristiyan olmuş- kabul ederse, kim bizim müslümanlığımıza şahitlik edecek. Diyalog için uğraşanlar, vasiyetlerini yazsın, cenazelerini siyah arabaya koyup kilisenin önünden, papazın töreniyle, vaftiziyle onların mezarlığına konmasını vasiyyet etsinler. Bu, onlar için daha mert bir davranış olur. Çünkü hem kafirle dostluk, hem de kendilerinin müslüman olduğunu zannetme ahmaklığında bulunmasınlar.

Ebus-Suud Efendi fetvalarına bakılsın; -kafirlerin merasimlerine tazim için bir yumurtayı vermek bile, kişiyi İslâm nimetinden mahrum eder- diye fetva vermiştir.

"Ey Peygamber! Kafirlerle ve münafıklarla cihad et, onlara karşı şiddetli ol, onların varacağı yer cehennemdir." ferman-ı ilâhisi bize yeter. Hiç olmazsa "Sizin dininiz size, benim dinim bana" diyemez miyiz?

“Onlarla aynı Allah'a inanıyoruz”  derler. Hâşâ ve kellâ! Asla öyle değil, bizim Allahımız birdir, eşi ve benzeri yoktur. Kimsenin babası, kocası değildir, kızı, hanımı oğlu yok. “Her şeyonun mahlukudur, gücü altında makhur (hakir ve zelil)  halde ona boyun eğmiştir. Kullarını rahmetiyle cennetine davet etti ve  dinleyenlere nasib edecek, asileri cezalandıracak. Kafirler için cehennem ebedidir, azabları hafifletilmez, derileri yandıkça değiştirilir, azab şiddetlendirilerek onlara tattırılır” diye pekçok ayetlerinde beyan etmiştir.

Hiç  bir hıristiyan veya yahudinin, İslâm’dan bir fiili işlediğini gördünüz mü? Yok, asla. Nasıl bunlarla diyalog yapacaksınız? Osmanlı, kafalarını ezdiği zaman niçin anlaşalım demediler, size tabi olalım demediler de şimdi biz sahipsiz bir sürü haline gelince “gelin anlaşalım, dost olalım, ortak olalım” diyorlar?

"Hala daha akıllanmayacak mısınız?" 

Bu rezillere en güzel cevabı, İmamı Rabbani kuddise sırruhu 1.cilt 163. mektubunda serdeylemiş, Mektubat tercümemizden okuyabilirsiniz. Onları köpekler gibi kapı gerisinde tutmayı, hakir ve zelil bir şekilde cizyeyi ödettirmeyi beyan ediyor.

Küfür lafızları bahsinde Mülteka'nın Damad şerhinde bir kişi, “Hıristiyan, yahudiden daha iyidir” derse, kafir olur yazılıdır. (Daha ehvendir demelidir.) Neden? Zira Allah’ın düşmanına, kötü ve çirkindir diye belirttiği kimseye, iyidir dediğinden.

***

Filistin, Irak ve Afganistan olayları, gün geçtikçe iyice kötüye gidiyor. Ancak sabreden ve cihad eden müslümanlar için Allah-u Teâlâ’nın yardımı umulur. Kafirler aslında tam başarıya ulaşamamaktadırlar, mutlaka bir taraftan işleri bozuluyor. Allah-u Teâlâ onların hilelerini kendi aleyhlerine çevirsin. Müslümana sahip çıkmayan zihniyetleri kınıyoruz. Aksine yahudi ile el sıkışıp ona madalya verenler, Gazze halkını sahipsiz bırakıp İsrail için seferber olanlar, dostluk gurubu adıyla İsrail’i ziyaret edip yularlarından bağlı olduklarını gösterenler bilsin ki, kendileri gibilerini kullanıp kenara atacaklar, yerlerine

onlar gibi hevesli binekleri getirerek biraz da onların tepesine binecekler. Bu hileyi anlamayan adamlar da devlet idaresine talip  olmuş. İşte bu da hadis-i şerifin beyan ettiği bir mucize:"Ahır zamanda ehliyetsiz kişilere idarecilik verilecek, hainlere işler emanet edilecek. Korkaklara silah teslim edilecek."

***

İran -ABD sürtüşmesi, gündemi meşgul etmekte. Aslında Amerika, kendinin geleceğini hazırlamanın peşinde. Yani sürekli karşısındabir düşman olmalı ki, kendisi hayatta kalabilsin. Bu görüşünü de İslâmın cihad emrinden almış, zira cihad etmeyen toplumlar kokuşur, birbirine düşer, fakirleşir, zelil ve

korkak olur, dünyaya meyleder. İran’ın Amerika karşısında ne yapacağından ziyade ortaklaşa ne yapmak istediklerini düşünmek gerekir. Senelerce el altından görüşen iki devlet yetkilileri şimdi karşılıklı atışmayı sertleştirdi. Amerikan generallerinden biri de son günlerde saldırı için

hazırlandıklarını söyledi.

İşin perde arkasında pek çok hesap var, biri de şüphesiz İran’ın İslâm aleminin lideri olmasıdır. Hicaz’ı elde etmesidir. Elin gavuru, ehl-i sünnet olmasın da kim olursa olsun mantığı ile hareket ederek, İslâm aleminin başına çorap örmektedir. İran galib olsa ne yapacak! Her halde kendi mezhebini yaymaktan başka bir halt edemez, şimdi bile bu yoldadır. Elimizdeki Kur'an’ı kabul etmeyen, 4 halifeyi sırasına göre kabul etmeyen, Hazreti Aişe validemize ve daha bir çok ashaba söven, muamelatta pek çok haramı helal gibi meşru gören bir millet asırlarca ne yapmış ve şimdi ne yapacak. Allah-u Teâlâ ehl-i sünneti uyandırsın ve muhafaza eylesin.

Saddam’ı İran’a karşı kullanan Amerika, sonra onu kendi eliyle astı, şimdi yeni idamlıklar arıyor. Bizdekiler bu işe pek uygun görünmüyor ama sıkıştırılma durumunda ne olur bilemeyiz. Irak için “tezkere çıkacak” diyenler şimdi ne derler bilemiyoruz. Çekiç Güç'ün görevinin sonlandırılması için, son defa altı aylık bir müsaade veren Hoca'yı bombardıman edenler, kendileri iş başına gelince Amerikan ordusuna tezkereli ve tezkeresiz geçiş

izni verdiler, kimse birşey demedi. Asıl çıban başı biz müslümanlarız, onlara kuvvet veren bizleriz, asıl vebal bizde, asıl hesabı bize soracaklar. Rahatımız için yanlışlıklara ses çıkartmıyoruz. Allah-u Teâlâ kolaylık versin, tez zamanda tevbe nasib eylesin.

Kutlu Doğum haftası:  Diyanetin önderliğinde yapılan etkinliklerde iş çığırından çıkmak üzere. Davullu zurnalı, sema gösterisi adı altında kızların dans etmesi, kadınlar korosunun ilahi söylemesi, spor yarışmaları ve sair din dışı işlerle dinin sahibini yad edecekler. Hıristiyanlar da böyle başladılar, şimdi İsa aleyhisselam’ı içkili cazlı fuhuşlu törenlerle kutluyorlar. Bu çözülmeye sebeb olanların kendileri de, yaptıkları işler de reddolunur. "Kim bizim şu din işimizde olmayan şeyi ihdas ederse,o şey rettir." Hadisi şerifini hatırlatırız.

Şimdilik bu kadarla yetinelim, ileriki sayılarda dertleşiriz. Allah’a emanet olun.

Tasavvuf Demek Ne Demektir ?Seyyid Muhammed Alevi Maliki Hazretleri

Her türlü ithama maruz bırakılarak mağdur edilen tasavvufa, insafnazarıyla bakanlar bulmak zordur. Hatta onları itham etmekteki cüret, bazen utanmazlık derecesine varmış ve “birinin tasavvuf ile olan alakası, adaletini zedelediği için şahitliği reddolunmalıdır” iddialarını dillendirebilmişler, “falan kişi güvenilir değildir ve ondan gelen bir habere güvenilmez zira o sufi’dir” diyebilecek kadar haddi aşmışlardır.

Tasavvufu sürekli zemmedip, sufi büyüklerine harp açmış olmalarına rağmen bazı tasavvuf münkirlerinin, ders kürsülerinde ve Cuma namazlarında, daha önce onlara yapmış oldukları ithamlardan hayâ etmeksizin bu sufi büyüklerinin sözlerini insanlara nakletmeleri çok şaşırtıcı bir çelişki olarak kalmaktadır. Onlar, hiç utanmadan ve gayet rahat bir şekilde: ”Fudayl bin İyaz dedi ki, Cüneyd Bagdadi dedi ki, Hasan Basri, Sehl bin Tüsteri, Muhasibi ve Bişri Hafi dedi ki” diyerek nakiller yapabilmektedirler.

İsimleri sayılan bu insanlar, tasavvufun imamları, kutupları, asıl ve temel taşlarıdır. Tasavvuf kitapları, bunların sözleri, menkıbeleri ve hayat hikâyeleri ile doludur. Bu nakilleri yapanlar, cahil ve kör müdürler? Yoksa kendilerini cahil ve körmüş gibi mi göstermeye çalışmaktadırlar? Anlaşılır gibi değil doğrusu.

Tasavvufun temelini atan bu büyük insanların gerçek mevkilerinin anlaşılması için, islam dini ve sünnet hakkında söyledikleri bazı

sözleri burada nakletmek istiyoruz. Zira birinin görüşlerini en iyi kendisi bilir ve görüşünü en iyi kendisinden öğrenebiliriz.

Tasavvuf Büyüklerinin Sünnete Bağlılığı

Cüneyd Bagdadi şöyle der: “Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-’in yoluna ve sünnetine uymak ve onun izini takip etmekten başka bütün yollar insanlara kapalıdır. Çünkü bütün hayır yolları, sadece Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-’e, onun izini takip edip ona tabi olanlara açıktır, başkasına değil.”

Ebu Yezid Bestami bir gün talebelerinin yanına gelmiş ve şöyle demiştir: “Kalkın ve şu Allah’a dost olmakla meşhur olmuş falan adama bir gidelim. Bayezid Bestami, talebeleri ile beraber dışarıçıkıp baktığında bu adamın mescide doğru geldiğini fakat gelirkende kıbleye doğru tükürdüğünü görür. Bunun üzerine Bayezid Bestami, yolunu değiştirip ona selam vermeden geri döner ve yanındakilere: “Rasulüllah -sallallahu aleyhi ve sellem-’in bir edebini yerine getirmekte kendisine güvenemediğimiz birisinin, sahip olduğunu iddia ettiği velayet ve sıdk makamlarında olduğuna nasılgüvenebiliriz” der.

Zünnun Mısri şöyle der: “Dört şey, hakkında konuşulmaya değerdir.Bunlar; Celil olan Allah’ı sevmek, zelil olan dünyadan nefret etmek, Kur’an’a tabi olmak ve bu halin değişmesinin tehlikelerinden korkmaktır. Allah’ı seven bir kimsenin alameti, Allah’ın sevgilisi Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-’in ahlakına, yaptıklarına, emrettiklerine yani sünnetine tabi olmaktır.”

Sırrı Sakati şöyle der: “Tasavvuf üç şeye verilen isimdir. Bunlarşunlardır; Allah’ı bilmenin, ona karşı olan korku ve saygıyı söndürmemek, batından gelen bir keşfî bilginin, kitap ve sünnetinzahirine muhalif olduğu müddetçe ondan bahsetmemek, zuhur eden kerametlerin, Allah’ın haram sınırlarını aşmaya sebep olmaması.”

Ebu Nasır Bişr bin Haris Hafi der ki: “Bir gün Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-’i rüyamda gördüm.

O bana şöyle sordu: “Ey Bişr! Neden Allah seni akranlarının üstünde bir mertebeye çıkardı biliyor musun?” ben de “hayır ya rasulallah, neden” diye karşılık verdim. O cevaben bana:

“Sünnetime ittiba etmen, salihlere hizmet etmen, kardeşlerine nasihat etmen, ashabıma ve ehli beytime olan muhabbetinden dolayı. İşte bunlar seni ebrar kullar zümresine ilhak etti” buyurdular.”

Ebu Yezid Tayfur bin İsa el-Bestami şöyle der: “Bir ara Allah’a, benden yemek yeme ve kadına meyil etme sıkıntısını gidermesi içindua etmek istedim. Ama sonra kendi kendime: “Nasıl böyle bir şeyiisterim? Allah’ın Rasulü böyle bir şey istememişken ben nasıl isterim” dedim ve bu işten vazgeçtim. Sonrasında ise Allah -celle celâluhu-, önümde bir kadın mı var yoksa duvar mı diye fark edemeyecek derecede kadın sıkıntısını benden giderdi.”

Şöyle diyen de yine o’dur: “Eğer kerametleri olan bir adamın havada uçtuğunu bile görseniz, onun Allah’ın emir ve yasak sınırlarına olan riayetine, şeriati nasıl yaşadığına bakınız.”

Ebu Süleyman Abdurrahman bin Atıyye bin Darani der ki: “Ne zaman sufi nüktelerinden bir şey kalbime doğsa, adil birer şahit olan Kur’an ve sünnetle onu desteklemeden kabul etmem.”

Ebu Hasan Ahmed bin Hıvari: “Rasulüllah -sallallahu aleyhi ve sellem-’in sünnetine tabi olmadan yapılan her amel boştur” demiştir.

Ebu Hafs Ömer bin Müsellem Haddad şöyle demiştir: “Her kim ki yaptığı ve söylediği şeyleri daima kitap sünnet terazisiyle ölçerse, insanların mahkeme edildiği günde onları itiraf etmek zorunda kalmaz.”

Ebu Kasım Cüneyd bin Muhammed: “Kim Kur’an’ı hıfzetmemiş ve hadisyazmamışsa o kişiye tabi olunmaz. Zira bizim bildiğimiz her şey Kur’an ve sünnet kontrolündedir” demiştir. Benzer bir şekilde şöyle de söylemiştir:

“Bizim mezhebimiz Kur’an ve sünnetin kontrolü altında olup, bütünilmimiz de Rasulüllah -sallallahu aleyhi ve sellem-’in hadisleriyle örülmüştür.”

Ebu Osman Said bin İsmail Hıri bir gün bir baygınlık geçirdi. Oğlu Ebubekir, ne olduğunu anlamak için gömleğini yırtarak çıkarmak zorunda kaldı. Baygınlık hali geçip parçalanmış gömleğinin kötü görüntüsünü gören Ebu Osman: “Oğlum! Zahirde

görülen sünnete muhalefet, batında yer alan bir riyanın alametidir” demiştir.

O, şöyle de demiştir: “Allah -celle celâluhu- ile olan beraberlik; edepli olmak, daima onu ve heybetini hatırlamaktır. Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- ile olan beraberlik; onun sünnetine ittiba ve fıkıh neyi gerektiriyorsa onu yapmaktır. Allah dostlarıyla olan beraberlik; onlara hürmet ve hizmet etmektir. Aile ile olan berberlik; onlara güzel ahlakla muamele etmektir. Din kardeşlerinle olan beraberlik; harama düşmemek şartıyla onlarla görüşmeye ve sohbete devam etmektir. Cahillerle olan beraberlik ise onlara şefkat ve dua ile yaklaşmak ile olur.”

Şu sözler de ona aittir: “Kim sünneti kendisine lider kabul ederse hikmet ile konuşur, kim hevasını kendine lider seçerse bid’atten bahsetmeye başlar. Allah -celle celâluhu- şöyle buyurmuştur:

 “Eğer peygambere itaat ederseniz hidayete erersiniz” (Nur 54).

Ebu Hasan Ahmed bin Muhammed en-Nuri şöyle demiştir: “Her kim ki kendisinde Allah ile olan berberliğinden dolayı, şeriatın dışına çıkabilecek bir takım haller yaşadığını iddia ediyorsa ondan uzakdurun. Zira o bid’atçi biridir.”

Ebu Fevaris Şah bin Kirmani şöyle demiştir: “Kim gözünü haramdan sakınır, nefsini şehvetlerden korur, batınını devamlı murakabe, zahirini sünnete ittiba ile mamur eder ve helal yemeyi alışkanlıkhaline getirirse; feraseti ona hata yaptırmaz.”

Ebu Ahmed bin Muhammed bin Sehl bin Ata el-Âdemi şöyle söyler: “Kim şeriatin ölçülerine yapışırsa, Allah -celle celâluhu- onun kalbini marifet nuruyla doldurur. Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-’in ahlakı ile ahlaklanıp, yaptıkları ve emrettiklerine ittiba etmekten daha şerefli bir makam yoktur.”

Şu ifadeler de onundur: “Sana bir şey sorulduğu zaman iliminle cevabını ara, orada bulamazsan hikmet meydanına bak, orada da bulamazsan onu tevhit tartısıyla tart, bu üç alan sana onu doğrulamıyorsa onu şeytanın yüzüne çarp.”

Ebu Hamza Bağdadi el-Bezzaz şöyle demiştir: “Kim hakkın yolunu bilirse ona orada yürümek kolay gelir. Hakkın yolu da ancak,

yapılan ve söylenen her şeyde Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-’e ittiba etmekle bulunabilir.”

Ebu İshak İbrahim bin Davud er-Rıkki demiştir ki: “Allah -celle celâluhu-’yu sevmenin alameti ona itaat etmek ve Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-’e ittiba etmektir.”

Mümşad ed-Dinveri şöyle der: “Müridin edebi meşayıha hürmet etmek, din kardeşlerine hizmet etmek, sebepleri aşarak şeriatin gereklerini muhafaza etmektir.”

Ebu Muhammed Abdullah bin el-Menazil demiştir ki: “Her kim farzlardan birini yerine getirmiyorsa mutlaka öncesinde sünnetleri terk etme musibetine maruz kalmıştır. Kim sünnetleri terk ediyorsa daha öncesinde bid’atleri işleme musibetine uğramıştır.”

*  Mefâhim Yecibu En Tusahhah’dan alınmıştır..