Giriş: Mucize, Fırsat, Külfet

54
1 GİRİŞ: MUCİZE, FIRSAT, KÜLFET Gönül Pultar 1991 yılında, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB, 1922-1991)’nin Gorbaçov yönetimi (1985-1991) sırasında aldığı yönden memnun olmayıp yeniden güçlü bir merkezî sistemin benimsenmesini isteyen bir grup katı görüşlü komünistin, 19 Ağustos günü Moskova’da başlattığı ve 21’inde başarısızlıkla sonuçlanan darbe girişiminin ardından, darbecilerin isteğinin 1  tam da aksi gerçekleşince, bu mega- 1 Daha önce de başka bir eserde yazdığım gibi (bkz. Pultar, “Giriş” 25), hatırlanacağı üzere, Mihail Gorbaçov başa geçince, “yorgunluk” emareleri göstermeye başlamış SSCB’de glasnost (şeffaflık) ve perestroyka (yeniden yapılanma) adıyla anılan, başta ekonomi alanında olmak üzere devlet yapısında bir sürü reforma girişti. Ancak bu dönemde SSCB artık çoktan dağılma sürecine girmişti. 1990’ların başından itibaren çeşitli Birlik cumhuriyetleri “hükümranlık”larını (suverenitet’lerini) ilan ettiler ve arka- sından SSCB’nin yürürlükteki yasalarıyla çelişen ya da bunları kadük hale getiren yasalar çıkarmaya başladılar. (Bu “Yasalar Savaşı”nın en yılmaz savaşçıları da Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti [RSFSC] ve başkanı Boris Yeltsin [1931-2007; başkanlığı 1991-1999] oldu). Bu arada, SSCB’de 7 Nisan 1990’da kabul edilen bir yasaya göre, eğer herhangi bir cumhuriyetin üçte ikisinden fazlası, bir referandumda, ayrılma taraftarı olduğunu belirtirse o cumhuriyet SSCB’den ayrılabilirdi. (Esasen, SSCB anayasasının 72. maddesi, Birlik’in kurucu cumhuri- yetlerinin herhangi birisinin, isterse Birlik’ten ayrılabileceğini belirtiyordu, ama bu yasal hak kağıt üstünde kalmıştı; böyle bir gelişmeyi sağlayacak mekanizma hayata geçirilmemişti. Yeni yasa işte bunu sağlıyordu [Talgat Bariev’in Kazan’da Aralık 2007’de sözlü olarak verdiği bilgiler].) Bu yasaya göre yapılan referandumlarla cumhuriyetler teker teker SSCB’den ayrılma kararı almaya başladılar. (Nitekim “hükümranlık,” sonuçta Birlik cumhu- riyetlerine bağımsızlık getirecekti. ) Bu durumda, Gorbaçov SSCB’nin birlik olarak devam edip etmemesi konusunda 17 Mart 1991’de yapılan ve “SSCB’de kalmak istiyor 1

Transcript of Giriş: Mucize, Fırsat, Külfet

1

GİRİŞ: MUCİZE, FIRSAT, KÜLFET

Gönül Pultar

1991 yılında,  Sovyet  Sosyalist  Cumhuriyetler  Birliği   (SSCB,1922­1991)’nin   Gorbaçov   yönetimi   (1985­1991)   sırasındaaldığı   yönden  memnun olmayıp   yeniden  güçlü   bir  merkezîsistemin   benimsenmesini   isteyen   bir   grup   katı   görüşlükomünistin,   19   Ağustos   günü   Moskova’da   başlattığı   ve21’inde başarısızlıkla sonuçlanan darbe girişiminin ardından,darbecilerin  isteğinin1  tam da aksi  gerçekleşince,  bu mega­

1 Daha önce de  başka bir  eserde  yazdığım gibi   (bkz.  Pultar,   “Giriş”  25),hatırlanacağı üzere, Mihail Gorbaçov başa geçince, “yorgunluk” emarelerigöstermeye başlamış SSCB’de  glasnost  (şeffaflık) ve  perestroyka  (yenidenyapılanma)   adıyla   anılan,   başta   ekonomi   alanında   olmak   üzere   devletyapısında bir sürü reforma girişti. Ancak bu dönemde SSCB artık çoktandağılma   sürecine   girmişti.   1990’ların   başından   itibaren   çeşitli   Birlikcumhuriyetleri “hükümranlık”larını (suverenitet’lerini) ilan ettiler ve arka­sından SSCB’nin  yürürlükteki  yasalarıyla  çelişen  ya  da  bunları  kadükhale   getiren   yasalar   çıkarmaya   başladılar.   (Bu   “Yasalar   Savaşı”nın   enyılmaz   savaşçıları   da   Rusya   Sovyet   Federatif   Sosyalist   Cumhuriyeti[RSFSC]   ve   başkanı   Boris   Yeltsin   [1931­2007;   başkanlığı   1991­1999]oldu). Bu arada, SSCB’de 7 Nisan 1990’da kabul edilen bir yasaya göre,eğer herhangi bir cumhuriyetin üçte ikisinden fazlası, bir referandumda,ayrılma taraftarı olduğunu belirtirse o cumhuriyet SSCB’den ayrılabilirdi.(Esasen,   SSCB   anayasasının   72.   maddesi,   Birlik’in   kurucu   cumhuri­yetlerinin herhangi birisinin, isterse Birlik’ten ayrılabileceğini belirtiyordu,ama bu yasal hak kağıt üstünde kalmıştı; böyle bir gelişmeyi sağlayacakmekanizma hayata geçirilmemişti. Yeni yasa işte bunu sağlıyordu [TalgatBariev’in Kazan’da Aralık 2007’de sözlü olarak verdiği bilgiler].) Bu yasayagöre yapılan referandumlarla cumhuriyetler teker teker SSCB’den ayrılmakararı almaya başladılar. (Nitekim “hükümranlık,” sonuçta Birlik cumhu­riyetlerine bağımsızlık getirecekti. )

Bu durumda, Gorbaçov SSCB’nin birlik olarak devam edip etmemesikonusunda   17   Mart   1991’de   yapılan   ve   “SSCB’de   kalmak   istiyor

1

devlet   çözüldü   ve   aynı   yılın   Aralık   ayı   içinde   resmen   sonbuldu.2 Dünya kamuoyu için büyük sürpriz oluşturan, yakıntarihin   en   önemli   olaylarından   biri   olan   bu   gelişmesonucunda, SSCB’yi oluşturmuş olan “Birlik cumhuriyetleri”3

teker teker bağımsızlıklarını ilan ettiler ve Birleşmiş Milletler(BM)’de temsil edilmeye hak kazandılar. 

Tarih içinde siyasal geçmişleri ne olursa olsun, bağım­sızlıklarını  SSCB yönetimi   tarafından kotarılmış  yapı   içinde

musunuz?” diye sorulan bir referandum düzenledi. Baltık cumhuriyetleri(Estonya,   Latviya   ve   Litvanya’nın)   katılmadığı   referandumda   yine   deSSCB’nin (toplam on beş Birlik cumhuriyetinden) dokuz cumhuriyetinde,birliğin devam etmesi yönünde, Gorbaçov’un lehine sonuç  çıktı.  Bununüzerine 1922’de SSCB’nin ilk şekliyle kuruluş antlaşmasının yerini alacakve (referandumda olumlu oy vermiş olsa da aralarına katılmak istemeyenUkrayna   dışında)   sekiz   cumhuriyetin   (Azerbaycan,   Kazakistan,Kırgızistan, Özbekistan, Rusya, Tacikistan ve Türkmenistan’ın) çok dahaesnek  bir   federasyon  yapısı   içinde  eklemleneceği   (ve  artık  Ermenistan,Estonya,   Gürcistan,   Latviya,   Litvanya,   Moldavya   ve   Ukrayna’nın   dahilolmayacağı)   bir   Yeni   Birlik   Antlaşması   tasarlandı.   Bu   antlaşmanıngerçekleşmesiyle,   ilk   biçimiyle   1922’de   kurulmuş   olan   SSCB   yerini,Türkçe’ye   çeviriyle,   “Sovyet   Hükümran   Cumhuriyetler   Birliği”nebırakacaktı.   (Görüşmelerin   yapıldığı,   Moskova   dışında   bulunan,başkanlara   tahsis   edilen   bir   malikâneden   adını   alan)   “Novo   OgarevoSüreci”   olarak   tarihe   geçecek   bu   tasarının,   20   Ağustos   1991’deimzalanarak yürürlüğe girmesi planlanmıştı. RSFSC ve başkanı Yeltsin isebu   projeye   son   derece   karşı   oldukları   gibi,   Kömünist   Parti’nin   zatenglasnost  ve  perestroyka’dan rahatsız  katı  görüşlü  üyeleri  de  tamamıylamuhaliftiler.   İşte   bu   antlaşmanın   gerçekleşmesine   engel   olmak   üzere,imzalanacağı tarihten bir gün önce, 19 Ağustos 1991’de darbeye giriştiler(“Commonwealth   of   Independent   States”;   “Boris  Yeltsin”;   ve   “Union   ofSovereign States”).  Tabiî,  darbenin gerçekleşmesinde rol oynamış  başkabirçok etken daha sayılabilir. 

2 Yine sözkonusu diğer eserde de aktardığım gibi (bkz. Pultar, “Giriş” 26),Aralık   1991’de   Beyaz   Rusya’da   Birlik   cumhuriyetlerinden   üçününaldıkları kararlar ve arkasından Kazakistan’da daha büyük sayıda Birlikcumhuriyetinin   aralarında   imzaladığı   bir   protokol   ile,   SSCB’ye   sonverildiği   ilan   edildi   ve   Bağımsız   Devletler   Topluluğu   (BDT)   kuruldu.SSCB’nin başkenti  Moskova’da da iktidar değişikliği  gerçekleşti:  RSFSCbirçok konuda eski SSCB’nin yerini alırken, kumanda da Başkan Yeltsin’egeçti. Böylelikle, (artık söz sahibi olan Yeltsin’in zaten karşı olduğu) YeniBirlik  Antlaşması   imzalanmadan  kaldığı   gibi,  hem yukarıdaki  dipnottasözü   edilen   tasarı,   hem   de   SSCB’nin   kendisi   tarihe   gömüldü(“Commonwealth   of   Independent   States”;   “Boris  Yeltsin”;   ve   “Union   ofSovereign States”). 

2

kazanan bu cumhuriyetlerden beşinin nüfusu Türktü; adlarıda, SSCB yönetimi tarafından beş  Türk halkının adına göreoluşturulmuştu.  Bir  başka deyişle,   (1991’den bu yana eskiSovyet   topraklarında   bilimsel   araştırma   yapmaya   gidenmeslektaşların öğrendikleri ve Türkçe’de karşılık aramaksızınTürkiye’de  literatüre  sokuverdikleri   terimle)  bu beş   cumhu­riyette “titüler ulus” olan birer Türk halkı vardı. 

Hatırlardadır,  bu durum, dünyanın hemen heryerindeolduğu gibi, Türkiye’de de kamuoyu nezdinde epey şaşkınlıkyarattı.  Ancak şaşkınlık kısa zamanda geçti:  Ülkede kimisi,durumu mucize sayıyor, inanamıyor—ya da bayram ediyordu;kimisi   aldırmıyor,   ortada   önemsenecek   bir   gelişme   görmü­yordu—bir  başka deyişle,  Türkleri  genelde “etrak­ı  bi­idrak”sayan “Beyaz Türkler” ortaya çıkan bu yeni “Türk Dünyası” ileilgilenmiyorlardı ve, zorla değil ya, öylece ilgilenmediler; kimiside sadece, ticaret ya da inşaat yoluyla kazanç  elde edilecekyeni “kapı”ların açıldığını düşünüyordu. Bazı stratejistler ise,bu yeni durumun uluslararası siyasette Türkiye’ye yararlı ola­bileceğinin  hesabını   yapıyor,  durumu bir   fırsat   telâkki   edi­yordu.

Gelişme, SSCB topraklarında doğmuş olanlar ve Türki­ye’de doğmuş olsa da o topraklarda akrabaları bulunanlar içinise, tam anlamıyla bir mucize oldu.4 Aynı şekilde,  meslekleriicabı bu topraklarda bir “Türk Dünyası”nın varlığından haber­dar olanlar (örneğin konunun uzmanı bilimadamları) ile yinebu bilgiyle mücehhez, SSCB’de işgal altında bir “Türk Dünya­sı”nın varlığı  konusunu gündemlerinde tutmuş  olan,  Türki­ye’deki   ulus­devletin   ötesinde   bir   Türklüğü  öngören   “sınır­ötesi” milliyetçiler5  için de  mucizeydi. Bu sonuncular, Soğuk

3 SSCB dağılmadan önce şu on beş  Birlik  cumhuriyetinden oluşuyordu:Azerbaycan,   Ermenistan,   Estonya,   Gürcistan,   Kazakistan,   Kırgızistan,Latviya,   Litvanya,   Moldavya,   Özbekistan,   Rusya,   Tacikistan,Türkmenistan ve Ukrayna.

4 Bu kitap, aynı sempozyumdan çıkan ikinci eser olduğu için, hâliyle birinciesere yazılan Giriş’le  (bkz. Pultar,  “Giriş:  Ulus  İnşasından Kimlik Soru­nuna”) kimi aynı fikirleri ve sözleri içermektedir. 

5 Siyasal ifadesini kısmen MHP’de bulmuş olan ve “Turancılık” ya da “pan­Türkizm” de denilen yaklaşımda olan kimseleri kastediyorum.

3

Savaş (1945­1991) boyunca ısrarla sözünü ettikleri ama pekanaakımda kulak verilmeyen bu “Türk Dünyası”nın varlığı ko­nusunda haklı olmuş olduklarına, yıllar yılı savunduklarınındoğru çıkmış bulunduğuna pek sevinçli, ödüllerindirilmeyi vesöz sahibi kılınmayı bekliyorlardı. 

Gerçekten   de   ülkede   birden   yönetici   katında   benim­senen ve sınırları   “Adriyatik sahillerinden Çin’e” kadar olanbir   “Türk   Dünyası”nın   varlığının   söylemi   yaygınlaştı.Bağımsızlık­larını  kazanan bu “yeni”  Türk cumhuriyetleriylehem   en   üst   düzeyde,   hem   değişik   düzeylerde,   değişikkonularda   ve   çaplarda   ortak   toplantılar   düzenlenmeyebaşlandı.

Ancak  bu  dönem sadece   bir   süre—birkaç   yıl—sürdü.Arkasından, en azından söylem, bıçak gibi kesildi. “‘Adriyatiksahillerinden Çin’e’ kadar olan bir ‘Türk Dünyası’” sloganınınson bulmasının, başlıbaşına bir inceleme gerektiren çeşitli ne­denleri vardır. Başka nedenler bir yana, Batılı neo­emperyalistgüçlerin, hem Osmanlı topraklarını hem Türk yurtlarını içinealan bu devasa alanın boyutlarının farkına vararak, söyleminyanısıra söylemin ötesinde oluşabilecek somut bağların ara­ladığı   potansiyelden   korktuklarını;   Türkiye   Cumhuriyeti’ninBatılılara karşı  boyunları  kıldan  ince yöneticilerinin de,  he­men kendilerinden istenileni yaptıklarını düşünüyorum. 

Kaldı ki, Timour Kozyrev’in işaret ettiği gibi, Ruslar yıllaryılı  Türkiye Cumhuriyeti’ni  ve halkını,   işgal ettikleri  toprak­lardaki Türklere o kadar kötülemişlerdi ki, onlar da bu endok­rinasyondan   kurtulmuş   değillerdi   (bkz.   “The   Role   of   theTurkic   Component   in   Current   Kazakhstani   IdentityFormation”   başlıklı  makalesine),   yani  “birlik   ve   beraberlik”hevesi   bir   bakıma   tek   taraflıydı.   Hele   ki,   çeşitli   kişilerdendeğişik   biçimlerde   ifadesini   bizzat   duyduğum   gibi,   bucumhuriyetlerdekiler,   tam   da,   bir   “ağabey”den   (Rus’tan)kurtulmuşken,   (Türkiye   Türkü’nden   oluşacak)  yeni   birağabeyi istemediklerini her fırsatta ortaya koyuyorlardı. 

Zaten bu cumhuriyetlerdeki  büyük çoğunluk,  özellikleTürkiye Türkleri aleyhinde olmasalar bile, o zamana kadarkikültürlenmeleri (“akkültürasyon”ları) dolayısıyla, mânen “Rus

4

kültürü”nün   evreni   içindeydiler.   Bunun   farkında   olupduruma karşı  çıkan,  ülkesinin  toplumunu Rus kültürününevreninden   bir   an   önce   uzaklaştırarak   “Türk   kültürü”evrenine   sokmak   isteyen   Azerbaycan   Başkanı   EbulfeyzElçibey   (1934­2000,   başkanlığı   1992­1993)6  ise   çok   çabukiktidardan uzaklaştırıldı.7 Elçibey ne yaptığını biliyordu: NesibNesibli’nin,   bu   kitaptaki  “Azerbaycan’ın   Ulusal   KimlikSorunu”   başlıklı   makalesinde  hatırlattığı   gibi,   ülkesi,devletinin   adını   daha   Türkiye   Cumhuriyeti’nden   önce“Türkiye”  yapmak  istemişti.  Buna karşılık,  Elçibey’in yerinegeçen  Başkan  Haydar  Aliyev   (1923­2003,   başkanlığı   1993­2003),8  Nesibli’nin   aktardığı   gibi,   “Elçibey’in   kısa   süreli

6 Güney  Azerbaycan  (İran)’dan  gelen  bir  baba   ile  Anadolu’dan  gelen  biranneden doğmuş, Doğu dilleri eğitimi görmüş, bir süre Mısır’da çevirmenolarak çalışmış, Nesibli’nin makalesinde belirttiği  gibi, fikirleri nedeniyle1975’te bir buçuk yıl hapis cezasına çarptırılarak “KGB zindanlarında vetaş   ocaklarında   ağır   şartlar   altında   kal”mış   (“Ebulfez   Elçibey”)   olanElçibey, Kuzey ve Güney Azerbaycan’ın birleşmesini ve Dağıstan, Erme­nistan   ve   Gürcistan’a   verilen   Türk   (Azerbaycan)   topraklarının   geriverilmesini istiyordu. 1989’da kurduğu ve başkanlığını yaptığı AzerbaycanHalk Cephesi’yle aktif siyasete başlamış,  Ermenilerin, 1987’den itibarenbaşlattıkları   Karabağ’a   saldırılardan   Şubat   1992’de   giriştikleri   Hocalıkatliamından sonra Başkan Mutallibov başkanlıktan ayrılmaya zorunlukalınca,  Haziran   1992’de   yapılan   seçimlerde  devlet   başkanı   seçilmişti.Başkanlığı,   1993’te,   savunma bakanı  Rahim Gaziyev,  Ermenilere  karşısavunmada   cephe   komutanı  Suret   Hüseynov   ve  Haydar   Aliyev   (1923­2003,   başkanlığı   1993­2003)’in   çeşitli   biçimlerde   ve   derecelerde   dahiloldukları bir komplo sonucunda son bulmuştur. 2000’de ölümünden kısabir   süre  önce   tedavi   olmaya   geldiği   ve   son  nefesini   verdiği   Türkiye’deElçibey’in   son   sözlerinden   biri,   “Türkiye   ve   Azerbaycan’ın,   sınırlarıkaldırarak   konfederasyona   gitmeleri   gerektiği”   olmuştur   (“Prof.   Dr.Ebulfeyz Elçibey”). 

7 Bugün hâlâ Elçibey’e reva görülmüş olan muamelenin tam olarak muha­sebesi yapılmamıştır. Nesibli’nin bu kitaptaki makalesinde konuya değini­liyorsa da, tüm sorumlu kişilerin eylemleri ve olayın tüm ayrıntıları ortayaçıkarılmayı beklemektedir.

8 SSCB   döneminde   KGB   bünyesinde   generalliğe   yükselmiş   olan   Aliyev1967’de   Azerbaycan   KGB’sinin   başkanlığına   getirilmiş,   1969   yılındaAzerbaycan Komünist Partisi Birinci Sekreteri atanmış ve bu konumuyla1982’ye   kadar   Azerbaycan   Sovyet   Sosyalist   Cumhuriyeti’nin   fiilî   lideriolmuştur.   1982’de   Sovyet   Politbüro’sunun   tam   üyesi   ve   bu   atamaylabirlikte   SSCB   Bakanlar   Kurulu   Başkan   Başyardımcısı   (başbakanyardımcısı)  yapılmıştır.  Bu görev   ise SSCB tarihinde devlet  katında bir

5

iktidarı   döneminde  bütün elde  etmeyi  başarmış   olduklarınıortadan   kaldırmaya”   girişti.  Elçibey’in   başlattığı“dekolonizasyon”u   hemen   tersine   çevirdi,   eğitimin   yenidenRusça   yapılmasını   sağladı.   Kurduğu   rejim,   hâlâ   oğlutarafından  sürdürülmektedir.  Kırgızistan  devlet  başkanlığını2005’te bırakmaya zorunlu kalmış fizik profesörü Askar Aka­yev (başkanlığı 1990­2005) ise, bu tarihten sonra—başka birkonumda ulusuna hizmet etmeyi sürdüreceğine—doktorasınıyapmış   olduğu   Moskova’ya   gitmiştir   (dönmüştür   diyeceğimgeliyor)   ve   hâlen   Moskova   Devlet   Üniversitesi’nde   öğretimüyesi   ve   araştırmacı   olarak   görev   yapmaktadır   (“AskarAkayev”). 

Beş Türk cumhuriyetinin bağımsızlığını kazanmasındanbu  yana  artık   yirmi   yıl   geçti.   Türkiye   açısından  bakarsak,ülkenin geçtiğimiz yirmi yıl   içinde en kaydadeğer uğraşının,Avrupa Birliği’ne (AB’ye) ilk önce aday adayı olabilme, dahasonra da aday olma; aday olunduğundan beri de üye olmaküzere yapılan çalışmaları yürütme olduğu görülür. Bu duru­ma,  Türk  cumhuriyetleri   ile   ilişkiler  açısından bakıldığı   za­man,  bu  uğraşın,   yani  AB kapısında  bekletilmenin/oyalan­manın, Jacob Landau’nun işaret ettiği gibi, Türk Dünyası’ylaherhangi bir birleşmeye doğru gitme konusunu ikinci planaittiğini, bu konuda “caydırıcı” nitelikte olduğunu göstermek­tedir 85­86).9  Vladimir Putin ([başkan vekili, başkan ve baş­

Müslümanın vardığı  en yüksek mevkidir. Ancak Gorbaçov 1987 yılındahakkındaki   yolsuzluk   iddialarıyla   Aliyev’i   istifa   ettirecektir   (“HeydarAliyev”). Bu gelişme ise, konumuyla iftihar etmiş olan Azerbaycanlılar ta­rafından  kendisine  haksızlık   yapılmış   olarak  yorumlanacak,  dolayısıyla1993’te   “dönüş”ü—Azerbaycan’ın   başına   geçişi—bazılarınca   bir   tür“rövanş”   olarak   algılanacaktır.   (Rusça  Politicheskoye   Byuro  [PolitikBüro]’nun kısaltılmış biçimi olan Politbüro, SSCB tarihinde Komünist Par­ti’nin, politikaları belirleyen en üst karar organıydı. Zaten uzun adı, Türk­çe’ye çeviriyle, “SBKP Merkez Komitesi Politik Bürosu”ydu. 1952 ilâ 1966yılları   arasında   Prezidyum   [Prezidium]  da   denilmiş   olan   Politbüro,SSCB’nin yürütme organı işlevi gören kurumuydu, zira bütün hükümetyetkilileri Parti üyesiydi. Verdiği kararlar yasa yerine geçiyordu [“Politburoof the Central Committee of the Communist Party of the Soviet Union”; ve“Politbüro”]).

9 Landau durumu şöyle ifade eder: “Resmî Türkiye’nin AB’ye katılmak içingöstermekte   olduğu   büyük   gayret   ve   Türkiye’nin,   zamanı   gelince   üye

6

bakan olarak] iktidarı 1999’dan günümüze) ise, Ekim 2011’deIzvestia  gazetesinde yayımladığı  bir  yazıda eski  SSCB ülke­leriyle bir “Avrasya Birliği” bünyesinde yeniden birleşme plan­ları yaptığını ilan etti (4 Ekim 2011’de akt. Filatova). İşin enilginç   yanı,   bu   haber   Türkiye’de   pek   fazla   yankı   yapmadıbile.10  Yine, belki de tasarlanan birliğin bir ilk adımı olarak,BDT’nin   eski   Sovyet   Birlik   cumhuriyeti   on   bir   üyesindensekizinin, Beyaz Rusya, Ermenistan, Kazakistan, Kırgızistan,Moldavya,   Rusya   Federasyonu,   Tacıkistan   ve   Ukrayna’nın,Sen­Petersburg kentinde 18 Ekim 2011’de aralarında serbestticaret   anlaşması   imzalamaları  (“BDT   Serbest   TicaretAnlaşması”), basında küçük haber olarak verilmenin ötesindeTürkiye Cumhuriyeti’nde önemsenmemiştir.

Hatta, denilebilir ki, çok genel olarak bakıldığı zaman,halkın büyük çoğunluğu, kendini  zihnen günlük  iç  politikagelişmelerine ve özel kanal dizilerini izlemeye hapsetmiş,  12Eylül 1980 askerî darbesiyle başlatılan “depolitizasyon” süre­cinin tortusu boşvermişlik içinde, olup bitenin farkına varma­yı reddediyor. Türk cumhuriyetleri konusuyla ilgilenmeyi dahisüflî buluyor, külfet sayıyor.11

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NDE

olmak üzere, Aralık 2004’te AB’ye adaylığa resmen davet edilmiş olması,Türk/Türkî nitelikli önemli bir rakip yapının kurulmasının önünde, cay­dırıcı bir engel oluşturuyor” (85­86). 

10 Günlük gazetelerde kısa haber olarak yayımlanması dışında, görebildiğimkadarıyla, sadece Today’s Zaman’da (yani İngilizce yayın yapan bir gaze­tede) Doğu Ergil konuya değinmiştir (15). 

11 İlgisizlik örneği olarak Özbek şair ve muhalefet lideri Muhammed Salih'edavranış gösterilebilir.  Fahri Türk’ün bu kitaptaki makalesinde anlattığıgibi, Türk hükümeti (1990’dan beri) Özbekistan başkanı olan İslam Keri­mov’un isteği üzerine, 1993’de iltica ederek Türkiye’de sürgünde yaşayanSalih’i ilk önce 1994’te, daha sonra da 1997’de temelli sınırdışı etmiştir.Salih Norveç’e yerleşti, o günden beri orada yaşamaktadır. 2001 yılındagittiği Prag’da Özbek hükümetinin isteği üzerine tutuklandığı zaman, yar­dımına Norveç büyükelçisi koştu, daha sonra da kendisini o sıradaki ÇekCumhurbaşkanı yazar Vaclav Havel (1936­2011, Çekoslovakya cumhur­başkanlığı   1989­1992,   Çekya   cumhurbaşkanlığı   1993­2003)   sahiplendi(“Muhammad Salih”).   

7

Bilindiği gibi, 1923’de cumhuriyet kurulurken, kamuoyu çokçeşitli nedenlerden dolayı “Türklük”ü sadece Türkiye Cumhu­riyeti   sınırları   içinde  aramak  ve  bu  devletle   sınırlandırmaküzere programlanmıştı. Bu program, deyim yerindeyse, kendi­sini terk etmiş sevgililer (Balkan halkları, Araplar) ile kavuşa­mamış olduğu sevgilileri (Osmanlı İmparatorluğu’nun son dö­neminde   ortaya   çıkan   Türkçülüğün,   örneğin   Enver   Paşa[1881­1922]’nın trajik ölümüyle sonuçlanacak girişiminin ön­gördüğü şekilde, [önceleri Çarlık Rusyası’nın işgali ya da “hi­mayesi,”   sonra   da]   Bolşeviklerin/Sovyetlerin   işgali   altındabulunan Türk halklarını) unutmaya ve 29 Ekim 1923 günüakdedilmiş yeni “evlilik”i yürütmeye yönelikti. “Ümmet”i “mil­let”e çevirmek, halka yeni bir dünya görüşü aşılamak gerek­mekteydi.12 Hedefler yeterince genişti. Özetle, Türkiye’de Ata­türkçülüğün “matriks”i  (ona biçim veren kalıbı),  “Türk kim­liği”ni   “Türkiye  Cumhuriyeti  yurttaşlığı”yla  eşanlamlı  olaraktasarlamıştı.  Bu durumda,   tarih  kitaplarında Ertuğrul  Gazi(1198­1281)’nin   füruğunun   kurduğu,   dünyanın   en   önemliimparatorluklarından biri olacak devlet ve onun devamı cum­huriyet hakkında her türlü bilgi veriliyor, ama Ertuğrul Ga­zi’nin mensubu olmuş olduğu Kayı boyundaki diğer kişilerinya da grupların akıbeti üzerine hiçbir bilgi sağlanmıyordu. Yada sağlanıyorsa da akıllarda kalacak, en azından bu satırlarınyazarının aklında kalacağı bir biçimde işlenmiyordu. ErtuğrulGazi’nin dahil  olduğu Kayı boyunun mensubu olduğu OğuzTürklerinin akıbeti üzerine de, başka Türklerin akıbeti üzeri­

12 1990’lara gelindiğinde, “ümmet” dünya görüşünün getirdiklerinin henüzkolay kolay sökülüp atılamamış olduğu görüldü. Örneğin, 1990 yılında,henüz SSCB dışında hiç kimse SSCB’nin yıkılabileceğini hatta zaaf altındaolduğunu   tahmin   edemezken,   ama   Gorbaçov’un   başa   geçtiği   1985’tenitibaren SSCB içinde,  çözülmeye doğru götüren birçok gelişmenin artıkyer   aldığı   bir   sırada,   Moskova’dan   gönderilen   tanklar   Azerbaycanlılar’ıezerken, dönemin cumhurbaşkanı Turgut Özal (1927­1993, başbakanlığ1983­1989, cumhurbaşkanlığı 1989­1993), “onlar Şiî, biz Sünnî” diyerek,değil Azerbaycanlılar’a yardım etmek, onlarla ilgilenmeyi dahi reddediyorve   akıbetlerine   terkediyordu.   Özal’ın   bu   davranışı,   Türkiye   Cumhuri­yeti’nin, 1957’de BM’de Cezayir’in bağımsızlığı aleyhinde oy verişi gibi, fa­hiş yanlış adımlarından biridir.  

8

ne de, yine hiçbir ya da yeterli bilgi bulunmuyordu. Landau’nun belirttiği gibi, 

Osmanlı   İmparatorluğu’nun Birinci  Dünya  Savaşı’nda  yenil­mesi   ve   galip   güçler   tarafından   bölünmesi,   pan–Türkizmindüşüşe geçmesine ya da en azından faaliyetlerinin durulması­na yol açtı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu (1923) ve Mus­tafa Kemal Atatürk (1881–1938)’ün liderliği, pan–Türkizmi güçmerkezlerinden uzaklaştırdı. . . . Bir . . . önemli . . . nokta da,Atatürk ve danışmanlarının, resmî ideolojiyi, Türkiye’nin Sov­yetler Birliği ve diğer komşu devletlerle arasını açabilecek tür­den bir pan–Türkizmin dışına kaydırmış olmalarıdır. Gerçek­ten de Atatürk, Türkiye ile Türkleri ve onların, kendisinin algı­ladığı şekilde, çıkarlarının herşeyden çok önemli oluşunu vur­gulayarak, milliyetçiliğin odak noktasına yurtseverliği  koydu.Türkçülük de kuvvetle vurgulandı, ancak bu Türkçülük, (eğervarsa)   sınırlı   siyasal   bileşenlerle   ve   bu  bileşenlerin   de   irre­dentizmden [eskiden sahip olunmuş topraklara hak iddia et­mekten]   tamamıyla  yoksun haliyle,  Türkiye  Türklerinin geç­mişleri ile gurur duymalarını sağlayacak bir kültürel bağlamdayapıldı. Okullarda yeni kuşaklara yurtsever Türkçülük eğitimiverile verile, bu tür Türkçülük çoğunluğun amentüsü  halinegeldi;  siyasal  pan–Türkizm  ise,  sadece bir  azınlık  tarafındanbenimsenen bir istisna olarak kaldı.  (82)

Bir   başka   deyişle,  Türkiye   Cumhuriyeti’nin   tasarla­nışında “Türklük” zihnen cumhuriyetin sınırları   içinde kalı­yordu.   Bunun   günümüze   kadar   gelen   çeşitli   uzantıları   vesonuçları olacaktı. Örneğin, bu anlayışın getirdiği zihniyetle,Soğuk   Savaş   süresince   Türkiye’de   SSCB’yle   ilgilenme,   ko­münizm   sempatizanlığı   olarak   görüldüğü   kadar,   “aşırı  mil­liyetçi”lik   alameti   de   sayıldı.   Her   iki   şık   ile   ilgili   “damgayemek” olasılığı   ise,  hâliyle bu konuda çalışmaların önündeengel   oluşturdu   ve   SSCB’ye   değgin   her   tür   konu,   zatenmühendislik ya da tıp gibi alanların yanında prestij kaybınauğramış olan toplum bilimleri ve insan bilimlerinin de kendiiçlerindeki daha az prestijli konuları hâline geldi—ve o derecedaha az itibar gördü, o derece daha az olanaklara sahip oldu.Böylelikle, bütün liberal dünyayla birlikte, Türkiye de, 1991

9

sonunda SSCB’nin yıkılışına hazırlıksız yakalandı.Landau’nun ifadesiyle pan–Türkizmi benimsemiş “azın­

lık,” ya da başka deyişle, “Türkçü” ulus–devlet ötesi milliyet­çiler,  Soğuk Savaş   süresince “Türk Dünyası”ndan haberdarolmuş   tek   grup   olarak,   yukarıda   da   işaret   ettiğim   gibi,1991’den sonra muzaffer bir edayla, “haklı  çıkmış”  olmanınhazzını   yaşıyorlar   ve  kaderin  kendilerine  bahşetmiş   olduğuyeni konumlarının tadını çıkarmaya azimli, söz ve ikbal sahibiolmak   istiyorlardı.   Ancak   “Türk   Dünyası”ndan   öncedenhaberdar   olmuş   olmak,   Türkiye’deki   genel   entelektüelyetersizliği   paylaşmalarına   engel   değildi.   Hatta   ilgi   alanlarıonları yıllar yılı ya kendi siyasal gettoları içine kapatmış, ya daanaakımın sınırında yaşatmış olduğundan, o güne kadar enüst   mevkilerden   ya   da   en   parlak   burslardan   mahrumbırakılmışlardı   ve—“kaideyi   bozmayacak   istisnalar,”   bireyselörnekler   hariç—donanımsız   ve   deneyimsizdiler.   Dolayısıyla,gözleri Batı’ya yönelik olan ve “Ankara Anlaşması”nın yapıldığı1963’den bu yana, hatta çok önceden beri, “Avrupa rüyası”ylayaşayan topluma yeni bir sentez, yeni bir vizyon sunamadılar.Türkiye   Türkleri   nezdinde   “Türklük”ü   Türkiye  Cumhuriyetisınırları   dışına   yayma   konusunda   sağlam   bir   felsefe,doyurucu bir kuram geliştiremediler ve yirmi birinci yüzyılınilk   onyılında   gittikçe   daha   sessizleştiler.   İslâmcılığın   ısrarıkarşısında   mı   gerilediler;   elde   ettiği   siyasal   güç   sonucubaskıya mı uğradılar, hatta bertaraf mı edildiler? Yani, açıkedilmiş   ve  edilmemiş  çeşitli  gündemleri  olan,  2002’den beriiktidarda bulunan rejim tarafından mı susturuldular? SadeceTürkiye   Cumhuriyeti’ndeki   toplumun   bile   Türkçülüktemelinde   birleşmesine   engel   olmaya   çalışan   Kürtçülüğünsürekli   aktüaliteyi   işgal   eden,   kimi   aydınlarca   “ilericilik”telakki edilen argümanlarının mı gölgesinde kaldılar? Değişikkökenlerden   gelen   vatandaşların   Türkiye   Cumhuriyeti   dışıTürklüğü benimsemeyişlerinin, bu tür bir Türkçülüğe yabancıkalmalarının, yayılmasını onaylamamalarının mı etkisi oldu? 

Herhâlükârda,   toplumun   “Türk   Dünyası”   konusundagenel   vurdumduymazlığına   karşı   gelemediler,   gelmediler.Daha   önemlisi,   üç   konuda,   gerek   Türkiye’de,   gerek   dünya

10

genelinde ağırlıklarını koyamadılar, koymadılar. Bir, Sovyetlertarafından yok edilmiş  Türkistan  terimini  geri  getiremediler,uygulamayı   geri   çeviremediler.   Türkistan   gibi   bir   yurt   adıyerine   bir   coğrafî   bölgeyi   niteleyen  Orta   Asya  terimininkullanılmasına, ayrıca çoğu zaman geniş anlamda Türkoloji13

ya   da   Türkiyat   denilmesi   gereken   çalışmaların   Batı’da   veözellikle   ABD’de   Orta   Asya   Çalışmaları   ya   da   Orta   AsyaAraştırmaları (Central Asian Studies) olarak adlandırılmasınaengel   olamadılar,   olmadılar.  İki,   Türkiye   Cumhuriyetitoplumuyla   Türk   cumhuriyetleri   toplumlarının   (manevî,kültürel ya da etnik) ortak yanları olabileceği önermesini dahabaşından reddeden, yokeden Türkî teriminin yaygınlaşmasınaengel olamadılar, olmadılar. Üç,  dil ve  lehçe arasındaki farkı,ana   Türkçe  ya   da  genel   Türkçe  çerçevesinde   açıklamayagirişemediler,   girişmediler   ve  bu  meselenin  uzantısı   olarak,kendilerini   Batı   kuramları   konusunda   eğitemediler,eğitmediler.

Orta Asya Araştırmaları

Fahri Türk bu kitaptaki “Azerbaycan ve Orta Asya’da DeğişimSürecinde  Ortaya   Çıkan  Turancı   Siyasal  Hareketler   (1989­2007)” başlıklı  makalesinde,  “Orta Asya,”  “Merkezî  Asya” veçoğu zaman çeşitli nitelemelerle birlikte kullanılan “Türkistan”terimlerinin  anlamlarını  ve   tarih boyunca çağrışımlarını  çö­zümlemektedir. Günümüzde ise Türkistan artık Deşt­i Kıpçak,Harezm  ya  da  Horasan  gibi,   kullanımdan  çıkmış,   gerilerdekalmış, tarihe ait bir terim sayılmaktadır.14 

13 Bu Giriş  boyunca Türkoloji   terimi  en geniş   anlamda,  Türk  ve  Türkiyekültürleri  konusunda yapılan her türlü   toplum bilim ve insan bilimleridallarının çalışmaları için kullanılmıştır. 

14 Görüldüğü üzere, üzerine oturulan topraklara yepyeni bir ad vermek em­peryalistlerin  sık başvurduğu bir yöntemdir.  Emperyalist  güç  böyleliklehem artık yok olmuş yurda hayıflanmaya, deyim yerindeyse, mahal bırak­mıyor;  hem de,   “o  ülkeyi  getirdiğim modernlik  sayesinde ben kurdum”diye hak iddia etmeyi elde etmiş oluyor. Bu açıdan Rus emperyalizminiİngiliz   ve   Fransız,   hatta   İspanyol   ve   Potekiz   emperyalizmleriyle

11

SSCB’nin yıkılmasıyla özellikle ABD’de birden cazibesiniyitiren, demode olan Rus Araştırmaları, Slav Araştırmaları yada   Sovyet   Araştırmaları   yerine,   disiplinlerarası   “Orta   AsyaAraştırmaları”   gelişmiş,   ilgi   çekip   moda   olmuştur.   Mesele,sadece “Türkistan” kavramını yok etmek, belirli bir toprağıntarih boyunca kullanılan adını değiştirmek, yerine “Orta As­ya”yı yerleştirmek değildir. Tuğrul Keskin ile Rammy Haija’yagöre,  nasıl  Oryantalizm Avrupa emperyalizminin hizmetindeolmuş ise (bkz. Said), Central Asian Studies de ABD’deki kimiSTK’lar ve think­tank’lerle (ABD’ye özgü, düşünce üretme mer­kezleriyle) olan ilişkisi yoluyla, ABD emperyalizmine yardımcıolmakta ve bir tür “neo­Oryantalizm” işlevi görmektedir. Kes­kin ve Haija, bu “neo­Oryantalist” yaklaşımla hareket eden bi­limadamlarının sonuçta, Amerikan emperyalist ve sömürgecipolitikalarının oluşmasına katkıda bulunduklarına işaret et­mekteler (bkz. Keskin). Özetle, ABD’de geliştirilen ve gittikçebütün   Batı’ya   yayılan   “Orta   Asya   Araştırmaları”nın,   arkaplanda,   kendine   göre   bir   gündeminin   var   olabileceği   gözö­nünde bulundurulmalıdır. 

Öte yandan, şu hususu da unutmamak gerekmektedir.Uzun süre,  Türkoloji  alanında bilhakkın çalışmak  isteyeninmuhakkak Almanca ve Rusça bilmesi gerektiği, çünkü bu ikidilde başka dillerde ve bu arada (Türkiye) Türkçe(si)’(n)de bu­lunmayan  ama  elzem olan  çalışmaların  var  olduğu söylen­miştir.  Aslında  bu  hüküm bugün bile  geçerlidir.  Ama OrtaAsya Araştırmaları’nın  son yıllarda kaydettiği   gelişme,  artıkağırlığın İngilizce yapılan çalışmalara geçmekte olduğunu gös­termektedir.15  Ancak, kendi dünyası içine kapanmış  TürkiyeTürkü uzman, bunun ne derece farkındadır, bilmiyorum; göz­lemlediğim kadarıyla, büyük çoğunluk ABD’deki gelişmeyi iz­lemediği ve niteliğinin olduğu kadar niceliğinin ayırdına var­madığı  gibi;  hem Türkçe konusundaki  özel  konumu dolayı­sıyla üstünlük taslıyor, hem de eksiklikleri dolayısıyla aşağılıkkompleksi   içinde  bulunuyor.  Örneğin,  Rusça  bilmek,   gerek

karşılaştırmak ilginç olurdu.  15 Sadece eski İngiliz kolonilerinden olan bilimadamları değil, örneğin Kuzey

Avrupalı olanlar da artık doğrudan İngilizce yayımlamaktalar. 

12

Çarlık Rusyası gerekse Sovyet dönemi ve sonrasını içine ala­cak her türlü Türkoloji çalışması için “olmazsa olmaz” olma­sına rağmen, Rusça öğrenmek gerektiğine inanmıyor.

Bu arada, bu konuyla ilgili olarak, Türkiye’deki bir geliş­meye dikkat çekmek istiyorum. Bilindiği  gibi, hem geçmişteyıllar yılı—yüzyıllardır—ilk önce çarlık, daha sonra da Sovyetdöneminde, hem de günümüzde, halihazırda Rus söyleminin(tarih kitaplarında yazılanların; müzelerde gösterilenlerin—ve,asıl önemlisi, yazılmayanlarla gösterilmeyenlerin; günlük ha­yatta takınılan tavrın, vs.) sayısız olguyu (tarihsel gerçeği) yokettiği   ya  da  çarpıtarak   sunduğu  herkesçe  kabul   edilen  birdurumdur.  Oldum olası  Rusya’da (günümüzde Rusya Fede­rasyonu’nda)   birçok   olayın   yanlış   ya   da   kasıtlı   yorumutedavüldedir; ya da (çoğu zaman bilinçli olarak yok edilmiş)belgelerin eksikliğinde, bu olaylar “efsane” niteliğinin ötesinegidememektedir.16  SSCB’nin yıkılması  bu bakımdan çelişkilibir durum ortaya çıkarmıştır: Eskiden erişilemeyen kimi bel­gelere ve eserlere göz değdirmek artık mümkündür; eski Sov­yet topraklarının aydınları da, göreceli olarak rahatlıkla “libe­ral”   denilen   dünyayla   ilişki   kurabilmekte,   seyahat   edebil­mekte, eğitim, iş  ya da başka nedenlerle bu dünyada yaşa­yabilmektedir.  Bu sayede,  bütün dünyada olduğu gibi  Tür­kiye’de de Rusça’dan yapılan çevirilerin sayısı birden çok art­mıştır.  Ancak “yeni yayın” olarak önümüze konan bu çevirimetinlerin bir kısmı, Rus/Sovyet dezenformasyonunu yenidenüretmektedir.  Bu durum kimsenin dikkatini  çekmemektedirve bu konuda herhangi bir bilinç oluşmamıştır. Bu yapıtlarıyayımlayanların   kötü   niyetli   olduklarını   ya   da   kendilerifarkına varmadan, birileri tarafından bilinçli olarak manipüleedildiklerini sanmıyorum; sadece, başka alanlarda olduğu gibibu   alanda   da   genel   bir   vurdumduymazlık   ve   başıboşlukhüküm sürmektedir. Bu alanda plansızlığın ve ne devletin nede   aydın   kesimin   siyasa   üretmesinin,   daha   sonralarıistenmiyen sonuçlar  getirmeyeceğini  ümit edelim. Ancak şubir   gerçek   ki,   bu   tür   yayımlarda   “filtre”   eksikliği,   aşağıda

16 Bu konuda, değil sadece başlı başına bir makale, ciltler dolusu eser yazı­labilir. 

13

sözünü   ettiğim   “Türkî”   teriminin   1991’den   sonra   birdenyayılıvermesi   gibi,   Sovyet   terminolojisinin   ve   hem   ÇarlıkRusyası,   hem   Sovyet   döneminde   “gerçek”   olarak   sunulanolguların günümüz Türkiye Cumhuriyeti’nde, bu konulardakiteamülleri17  ve gelişmiş  anlayışları  hiçe sayarak, tartışmasızkabullenilen   “bilgi”ler   haline   gelmesine   yol   açmıştır.   OysaAlisher Ilkhamov, bu kitaptaki “Özbek Kimliğinin Arkeolojisi”başlıklı   makalesinde   “Devrim­öncesi   dönemde   RusŞarkiyatçılık ekolünün katkısının, her ne kadar kimi zaman‘beyaz adamın külfeti’ edası takınarak imparatorluk misyoneritutumuyla   yapıldıysa   da,   paha   biçilmez   olduğunu   kabuletmek”le18  birlikte,   “1917   olaylarından   ve   özellikle   ulusal

17 Teamüllerin   hiçe   sayılmasına   en   masum   bir   örnek   vermek   gerekirse,“Önsöz”de de belirttiğim gibi, İstanbul Türkçesi’nde yıllar yılı  Azerbeycandiye yazılan sözcüğün, 1991’den sonra ülkemize gelen Azerbaycanlılarınkendilerinin  Azerbaycan  demesi  ve  öyle  yazması  üzerine,  birden “Azer­baycan” olarak değişmesini gösterebilirim.  

18 Çarlık  Rusyası   on dokuzuncu yüzyıl  bitmeden,  aşağıda  belirttiğim gibiOsmanlı   devleti   içinde  bulunan   toprakların  dışındaki   Türk   ülkelerininbüyük çoğunluğunu (bugün Afganistan olarak bilinen Horasan ile  Hin­distan   ve   Pakistan   olarak   bilinen   Hint­Moğol/Gurkanlı   İmparatorluğutoprakları dışında neredeyse ne varsa)  işgal etmişlerdi. Artık çarlık top­raklarında,   çeşitli   etnik   adlar   taşıyan   Türk   toplulukları   yaşıyordu.Binyıllardır   yarattıkları   uygarlık,   kurganlarda   ve   arkeolojik   kazılarınortaya çıkaracağı anıtlarda, sözcüğün tam anlamıyla, gömülüydü.  Bilim­adamları,   yine   sözcüğün   tam   anlamıyla,   derin   bir   hazinenin   üstündeoturduklarının   farkına   vardılar   ve   bütün   yüzyıl   boyunca   arkeolojikkazılar,   “ekspedisyon”lar,   antropolojik   araştırmalar,   sözlü   edebiyatderlemeleri ve  benzeri çalışmalar yoluyla başlı başına bir kültürel mirasıortaya   çıkardılar.  Sovyet   yetkilileri,   bu   hazineyi   bir   tehdit   görecek,1930'larda,   (Manas’ı   derlemiş)  Friedrich   W.   Radloff   (ya   da   daha   çokbilinen adıyla Vasilii V. Radlov, 1837–1918)'u ölümünden kaç yıl sonra,geriye  dönük  olarak   “pan­Türkist”  olmakla  suçlayacak  ve  onunla  ilişkiiçinde olmuş türkologları, örneğin Aleksander N. Samoyloviç (1880­1938)'i“halk düşmanı” suçlamasıyla idam edeceklerdir (“Vasily Radlov”). 

Nitekim,   1917’den   sonra   Türkiye’ye   gelen   ve   (Türkiye)   Türkler(i’n)eTürk   olmayı   öğrettiler   denilen   Yusuf   Akçura   (1876­1935)   ve   SadriMaksudi olsun,  Saadet Çağatay ve Reşit Rahmeti olsun, Rusya Türkleri,bu   mirasa   vakıftılar.   Şerif   Mardin,   “bizim   aydınlarımız   1900’e   doğru,Batı’da   sosyal   bilimlerin   ortaya   çıkardıkları   birtakım   yeni   fikirlerlekarşılaşıyorlar.  Bir   tek   fikirle   değil,   birkaç   fikirle.   .   .   .   ‘Türklük’   adınıverebileceğimiz   bir   kültür   kümesi   de,   bu   fikirlerden   bir   başkasıdır.Rusya’da sağlam akademik esaslar üzerine kurulu Türklük çalışmalarının

14

sınırların tayin edilmesinden sonra . . . Rus Şarkiyatçılığınınniteliği[nin]  değişti”ğini  kaydeder.   “Devrim’den sonra,  bütündiğer bilimler gibi Şarkiyatçılık da Parti’nin ve devletin uşağıoldu, Sovyet politikalarını yerine getirecek bir alete dönüştü.Parti  politikalarına uymayanlar baskıya uğradı ve akademikkurumlardan kovuldu” diye belirtir. Ayrıca, “saha çalışmaları(ekspedisyonlar)   parti   organlarının   onayı   ve   idarî   desteğiolmaksızın yürütülemezdi. Parti de tabii sadece ulusal meselekonusunda  kendi  çizgisini  destekleyen  ya  da  en  azından oçizgiye karşı çıkmayan araştırmaları onaylıyordu” diye ekler.Nitekim Mirfatih Zekiev 1950 yılında Kazan Üniversitesi’ndeçalışmaya başladığı zaman, “Rus Türkoloji çalışmalarında, . . .ders   kitaplarında,   değişik   ansiklopedilerde   ve   tarih   elkitaplarında resmî  olarak gösterilen Türk halkları[nın] etniktarihi  konusunda sergile”nen ve   “genel  kabul”  gören  “bakışaçısı”yla   “orijinal   tarihin,”   yani   gerçek   tarihin   birbiriyleörtüşmediğini farkettiğini yazar (Türklerin ve Tatarların Kökeni11).  

Türk–Türkî 

Bilindiği gibi, Çarlık Rusyası, egemenliği altındaki Türkleri ya(aralarında Budist ya da Şamanistler olsa bile) “Müslüman,”ya da “Tatar” diye nitelerdi. Ancak İlyas Kamalov’un belirttiğigibi, “Rus siyaset ve bilim adamları, bunlara  ‘Tatar’ demeklebirlikte, ‘Türk’ menşeli olduklarını da inkâr edemediklerinden,

en çok etkilediği kişiler arasında Tatar ve Azerbeycan Türkleri olmuştur.Rusya’dan  ayrılıp  1908’den  sonra  Türkiye’de  Türklük  kavramını   yayanAkçura gibi kimseler, ırkçılıktan çok, bu gibi ‘kültür kümesi’ fikrinden güçalmışlardır. . . . Akçura’[nın] . . . dayandığı husus, aslında, Radloff’un vediğer gerçekten önemli araştırmacıların, Türklerin bir kültür birliği olarakneler getirmiş oldukları konusunda yaptıkları araştırmaların yayımlanmışolmasıdır. . . . Türk aydınlarının bir kısmı, uzun vadede, aslında impara­torluğun dışından gelen ve gittikçe ideolojik bir şekil alan bu yeni öğelerinbirer   program   olarak   geliştirilmesini,   kendi   dünya   görüş   açısına   ithaletmiştir”   diye   yazar   (64­65).   Bir   başka   deyişle,   Türkiye   Cumhuriyeti,kuruluşunda   Osmanlı   İmparatorluğu’nun   devasa   kültürel   mirasını   biryana fırlatıp atarken, bu “kültürel küme”ye güveniyordu. 

15

Türkiye Türkleri’nden ayrı ele almak için,” ayrı ayrı terimlerortaya çıkarmışlardı (120). Audrey Altstadt da, Rusların, Os­manlı   İmparatorluğu’ndaki  Türkler   ve  konuştukları   dil   içinkullandıkları,   sırasıyla  turok  ve  turetskii  terimleri   varken,Türklerin dilinde olmayan bir ayrım yaratarak, Çarlık Rusyasıiçinde   bulunan   Türk   topluluklarının   ve   lehçelerinin   dahilolduğu geniş  kategoriye sırasıyla  tiurk  ve  tiurskii  terimlerinikullandıklarına   dikkat   çeker   (28).   Kendisi   ise,   Türklerindilinde olmadığını vurguladığı bu ayrımın kültürel ve etnik ba­kımdan yapaylığı dolayısıyla, Türk’ün karşılığı olarak Turkish’ikullandığını   belirtir   (xix).   Konuyu   incelemiş,   iyiniyetli   birbilimadamının varacağı sonuç budur. Ancak konuyu bilmeyenve de belki ardniyetli Batılı çoğunluk, onun gibi davranmaz.Kamalov’un   belirttiği   gibi,   Çarlık   döneminde   başlatılan   veSovyetlerin sürdürdüğü/geliştirdiği ikilik sonucunda, örneğinİngiliz ve Amerikan bilimsel eserlerinde Türkiye Türkleri içinTurkish, Rusya’daki Türkler için Turkic terimleri kullanılmıştır(120) ve kullanılmaktadır.

Mustafa Öner,  II. Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’deTürk kavramının anlamının bir hayli “daraltılmış” olduğu ger­çeğini kabul etse de, “Türk adının, ülkemiz halkının yanısıra,diğer Türk halklarını ve Türk kavimlerini .  .   .   ihtiva edecekşekilde kullanıldığı  geniş  anlamı[nın]  halen sürmekte”  oldu­ğunun altını çizer (“Tukay ve Tatarlık”). 1991’den itibaren ise,Türkiye’de,   o   zamana kadar  Türk  Dünyası’ndan hiç  haberiolmamış,   Anglo–Sakson   dünyaya   dönük   kamuoyu—Türko­loji’nin   terimlerine   aşina   olmadığı   gibi,   Fransızca   bilmediğiiçin,  Fransızca’daki  bütüncül  turcité  (Türklük)  kavramındanve   türevlerinden   habersiz—bu   terimleri   olduğu   gibi   kopyaetmeyi olağan saydı ve “Türk”ün yanısıra, Türkî sözcüğü (çoğuzaman   “şapka”sız   olarak)   türedi.  Nedense  Türkdilli  gibi   birterime hiç itibar edilmedi, başka terim de aranmadı. 

Tabii, bu ayrıştırmayı19 benimseyenler arasında, sadeceTürk Dünyası’ndan 1991’e  kadar haberdar olmamış  olanlar

19 Bu ayrıştırmaya bir örnek,  Fransevîler  terimini kullanmak ve FransızlarıFransevîler’den biri  saymak, Fransız Kanadalıların  konuştukları  dile  de“Fransevî” demek olurdu. 

16

yoktu. “Türkî” taraftarlarının bir görüşü  de, Türkiye Türkle­ri’nin   deneyimiyle,   Çarlık   Rusyası   ve   arkasından   SovyetlerBirliği   egemenliğinde   yaşamış   olan   “etnik   Türk”lerindeneyiminin farklı olmuş olduğu ve bu farkın bir ayrıştırmagerektiriyor   oluşuydu.   “Türk   cumhuriyetleri”   ile   “Türkîcumhuriyetler”   gibi,   aynı   olguya   işaret   eden   farklı   ifadeler,ifadede   bulunanın   “taraf”ını   ya   da   en   azından   görüşünügösterir oldu.

Ancak zamanla bir gelişme daha kendini gösterdi: Tür­kiye Türklerinin kaleme aldığı İngilizce metinlerde, Türkçe’denİngilizce’ye  yapılan   çevirilerde,   genelde   dışarıda   olsun   Tür­kiye’de olsun yayımlanan Türkiye’yle ilgili İngilizce metinlerdeve geniş anlamda Türklerden İngilizce olarak söz edilen bütündurumlarda, ortak  Türk  terimi için—örneğin tarihteki şahsi­yetlere   ya   da   geçmişteki   eserlere   değinilirken—İngilizlerin/Amerikalıların   aracılığıyla   Ruslardan   öğrenilmiş   olarak,“Turkic” terimi kullanılır oldu. Yani İngilizlerin/Amerikalılarınaracılığıyla Rusların “tayin edişi” ile, Türkiye Türkleri ilk önceTürkî   (Turkic),   daha   sonra   bunun   bir   alt   kolu   olarakTürk’türler   (Turkish’dirler).   Bu   metinler   bazen   Türkçe’yeçevrilmektedir;  söz gelişi,  Oğuz Kağan’ın bir “Türkî”  olduğu,Fuzulî’nin   “Türkî”ce   yazdığı   öğrenilmektedir.   Örneğin,hazırlanmasına   SSCB’nin   yıkılışından   çok   daha   öncebaşlanmış,   fikir   babası   gazeteci­foto   muhabiri   ErgunÇağatay’ın   olduğu   ve   onun   fotoğraflarının   yer   aldığı,editörlüğünü   mimarlık   tarihi   profesörü   Doğan   Kuban’ınyaptığı,  Türkçe  Konuşanlar:  Orta  Asyadan  Balkanlara  2000Yıllık Sanat ve Kültür  (2007) adlı eser, İngilizce’ye  The TurkicSpeaking Peoples: 2000 Years of Art and Culture from InnerAsia to the Balkans  (2006) olarak çevrilerek yayımlanmıştır.Osya   “Türkçe   konuşanlar”ın   İngilizce   karşılığı   “theTurcophones”dır.  Bir  başka örnek:  Genel  merkezi  Ankara’daolan   ve   “Türk  UNESCO’su”  diye  bilinen   “Uluslararası   TürkKültürü Teşkilatı” TÜRKSOY’un internetteki sitesinin İngilizcemetninde,   bu   kuruluş   “The   International   Organization   ofTurkic   Culture”   olarak   tanıtılmakta,   “Goals”   (Amaçlar)sayfasında   ise   “Türk   Dünyası”   sözü   “Turkic   World”   olarak

17

geçmektedir.   Zaten   sitenin   İngilizce   metinlerinde  Turkicsözcüğü   “Türk”   anlamında   olarak   sürekli   kullanılmaktadır(bkz.   “TURKSOY:   The   International   Organization   of   TurkicCulture”).

Nadir  Devlet’e   göre  Türk   cumhuriyetlerindeki   toplum­ların “Türkî” niteliğini benimseyişlerinin özgül bir nedeni var­dır.  Devlet’e   göre,  Türkiye  Cumhuriyeti’nin,   “vatandaşlannaresmen  Türk  adını   vermesi”yle,   “bu   coğrafya   içinde   oluşanyeni ulusun” adı “‘Türk’  olarak tescil edil”diğinden, “öncedensoybirliğini belirten ‘Türk’ adı artık ekseriyeti Anadolu’da ya­şayan,   Osmanlının   varisi   bir   ulusun   özel   adına   dönüş­müş”tür;  buna karşılık,   “Türk   topluluklannın bir  haylisininkendi   milli   kimliklerini   belirten   adlarla   kurulan   bağımsızcumhuriyetlere   kavuşmalarının   sonunda   .   .   .   [butoplulukların   üyeleri]   kendilerini   bu   ulus   adları   ileözleştirmektedirler. Soybirliğini ise, Türkiye’de genelde resmiolarak red edilen ‘Türki’ (Türki halklar veya Türki dilli halklar)kelimesi ile ifade ettikleri için ‘Türk’ adını Anadolu’da yaşayansoydaşlarına has özel bir ulus adı olarak kabul ettiler” (“XX.Yüzyılda   Tatarlarda  Milli   Kimlik  Sorunu”).   Aktarılan   süreç,örneğin  Nesibli’nin  kendi  ülkesindeki   gelişmeleri   aktarışıylatam   olarak   çakışmıyorsa   da,   SSCB   içerisinde   Sovyetdöneminde   oluştuğu   anlaşılan   bu   benimsemeyi,   nedenTürkiye Türkü de kabullendi? 

Kabullenişin çok çeşitli nedenleri olduğunu sanıyorum.Herşeyden   önce,   İstanbullu’nun  Osmanlı’dan   kalma   ayrı,Anadolulu’nun ayrı,  her  birinin  kendine  özgü  kibarlığındanötürü,   karşısındakine   karşı   çıkmak,   karşısındakinin   söyle­diklerinde doğru olmayan bir  husus olabileceğini  belirtmek,hatasını yüzüne vurmak yoluyla onu incitmek istemeyişi gibibir nedenin, hiç  de yabana atılmayacak bir etken olduğunainanıyorum. Ancak bunun yanısıra, hem bu terim konusundahem de yukarıda sözünü ettiğim Türkiye Cumhuriyeti konu­sunda Sovyet koşullandırmasının, bir tabula rasa’da (bomboşzihinsel   levhada)   kolaylıkla   kendine   yer   edindiği   de,   azım­sanmayacak  ayrı  bir   gerçek.  Bir  başka  deyişle,   Türk  cum­huriyetleri   insanı,  hem koşullandırma sonucu hem belki de

18

yıllar yılı oluşmuş kimi özel duyarlıklar sonucu edindiği söy­lemi, Cumhuriyet öğretisinin dar kalıplarının ötesine gideme­miş   ve   Türk   Dünyası   konusunda   tamamıyla   bilgisiz   olanTürkiye Cumhuriyeti insanına rahatlıkla dayatabildi. 

19

Dil – Lehçe 

Köken   dolayısıyla   Türk   Dünyası’ndan   haberdar   olanlarlauzmanlık alanı olarak o dünyaya yönelmiş  olan bilimadam­larına ve özellikle aralarında Türkoloji alanında uzmanlaşmışolanlarına 1991’den sonra yepyeni bir grup eklendi: SSCB yı­kılınca   “Orta   Asya   Araştırmaları”nın   prim   yaptığı   ABD’deokurken,  bu  gözde  bilim  dalına  yönelmiş,   ama  bu  konudabütün   öğrendiklerini   ABD’de   öğrenmiş   genç   bilimadamları.Tabiî bunlara Avrupa’da okumuş olanları da eklemek gerek.ABD’de ya da genelde Batı’da  akademik dünyada yaygın ku­ramları iyi biliyor, yabancısı oldukları Türkoloji terimlerini iseöğrenmeye   gerek   görmüyorlardı.   Türkologlar   da   bu   bilim­adamlarını gerekli formasyonu edinmemiş sayıyor, meslektaşolarak   muhatap   almıyorlardı   bile;   ancak   bu   genç   bilim­adamlarının terennüm edip durdukları Batı kökenli kuramlarkonusuna aşina olmaya da hiç heves etmeme hatasını  işliyor­lardı. Arkasından oluşan “sağırlar diyalogu”nun en iyi örneği,dil ­ lehçe karşıtlığında yaşanmaktadır. 

Bunun da en  iyi  örneği,  daha SSCB yıkılmadan öncegerçekleşmiş   olan   “atışma”dır:   Türkolog   Saadet   Çağatay(1907–1989)’ın, ölümünden kısa bir süre önce meslektaşı Ta­lat Tekin’le polemiği, daha o yıllarda konuyla ilgilenenlerin ha­tırlarındadır. Çağatay, değişik Türk boylarının konuştuklarınalehçe,20 Tekin ise dil diyordu. Bu konuda Timur Kocaoğlu’nun1996   yılında   Türk   Dil   Kurumu’nda   yaptığı   konuşmadakiyorumuyla, 

Türkçe   ve  Türk  dili   terimleri...   Türkiye’de,  biri   dar,   ikincisigeniş olmak üzere iki ayrı anlamda kullanılıyor. Dar anlamdabugün Türkiye’deki konuşma ve yazı dilini Türkçe ve Türk dilidiye adlandırıyoruz. Geniş anlamda ise, Türkiye’deki Türk diliile birlikte yeryüzündeki başka Türk konuşma ve yazı dillerinide topluca Türkçe ve Türk dili diye karşılıyoruz . . . Saadet Ça­

20 Adile Ayda (1912­1992), “çok eski bir geçmişte, yani tarih­öncesi dönem­lerde,  bir Türk Anadilinin bulunduğuna” dikkat çeker (209). Türkiye’deCumhuriyet  dönemi Türkolojisi’ni  kuran bilimadamlarından olan Çağa­tay’ın davranışında, bu anlayışın yatmakta olduğunu düşünmekteyim.  

20

ğatay Türk dilinin bütün kolları için yalnız lehçe terimini kul­landı . . . Talat Tekin ise, batıdaki Türkologlara uyarak “Türkdilleri” terimi üstünde ısrar etmektedir.   (“Dünyada Türk Dili:Sosyo–Politik Bir Yaklaşım”) 

Kocaoğlu, konuşmasında şimdiki durumu, “Eski Sovyet­ler Birliği’nde Türk dilinin kolları içın ‘Türk dilleri’ terimi kul­lanılmıştı,  bu gelenek SSCB dağıldıktan sonra da bağımsız­lıklarına kavuşan Türk cumhuriyetleri ile Rusya Federasyonuiçinde   yaşayan   Türk   boyları   tarafından   da   artık   benim­sendiğinden, onlar  ‘Türk dilleri’ veya  ‘Türkî diller’ terimlerinisürdürüyorlar”  diyerek açıklar   (“Dünyada Türk  Dili:  Sosyo–Politik Bir Yaklaşım”). 

Meselenin gerçekte girift olduğuna dikkat çeken Koca­oğlu, Noam Chomsky’nin dil  ile ağız arasındaki21 ayrımın as­lında  sosyo­politik  bir  olgu  olduğuna  işaret  ettiğini  hatırla­tarak,  “Türkiye’de   sıkça  kullanılan  Türk   lehçeleri   teriminintam anlamı benim için o kadar açık ve belirgin değil” der velehçe teriminin var olan mahzurlarına değinir. Kocaoğlu, “‘leh­çe’  kelimesi dünyadaki bütün Türk boyları  tarafından anla­şılan ortak bir terime dönüşene kadar,  ‘Türk lehçeleri’ terimiyerine, ‘Türk dilinin kolları’ terimini kullanmanın daha doğruolacağı görüşünde”dir (“Dünyada Türk Dili: Sosyo–Politik BirYaklaşım”).22 

1991’den sonra, ordu sahibi olanın dil sahibi de olduğugerçeğini kabul etmek gerektiği ortaya çıkmıştı. Zaten Batı veözellikle ABD, Sovyet dönemindeki uygulamayı daha da per­çinleyerek,   adeta   yangından   mal   kaçırırcasına   “Kazakça–

21 Kocaoğlu konuşmasında, “Bizdeki gibi  ‘dil, lehçe, ağız’  olarak üçlü sınıf­landırma birçok yabancı dil ve Türk dilinin başka kollarında yok. Onlardayalnız  ‘dil  ve  ağız   (yani   lehçe)’  ‘language and dialect’  ikili  sınıflandırmavardır” diyerek, ağız terimini kullanmıştır. 

22 Kocaoğlu,“ 1920’lerde Türkiye ile Azerbaycan birleşerek tek bir devlet kur­salardı,   Azerice   artık   bir   yazı   dili   değil,   Türkiye’nın   ağızları[ndan  biri]durumunda olacaktı. Tıpkı Erzurum Kars ağızlarını biz Anadolu ağızlarıolarak ele al[dığımız gibi]. Eğer bu bölgeler Türkiye Cumhuriyeti değil de,Azerbaycan Cumhuriyeti toprakları  içinde yer alsaydı, Erzurum ve Karsağızları Azericenin ağızları sayılacaktı” diye açıklamıştır (“Dünyada TürkDili: Sosyo–Politik Bir Yaklaşım”). 

21

İngilizce,” “Kırgızca–İngilizce” türünden sözlük ve benzer dil­bilgisi kitaplarını piyasaya sürmekteydi. Bir amaç, bu dillerinsahibi toplumları, maddeten olduğu kadar manen bir an önceSovyet boyunduruğundan uzaklaştırmak (Sovyetlerin yenidendoğrulmasına engel olmak) ise, bir başka amaç Sovyetler tara­fından dağıtılmış ve parçalanmış Türk topluluklarının bir ara­ya gelmesini engellemekti. İşte ABD’de ve genelde Batı’da eği­tim görmüş genç bilim adamları, bu tür hedefler peşinde ol­mamakla birlikte,  derslerine iyi çalışmış  olduklarını kanıtla­mak, kendilerini göstermek üzere, “evrensel düşünce ana­akı­mı”nı tayin eden Batılı davranışlarla uyum içinde—ve de Tür­koloji diye bir bilim dalının varlığından ya da bu bilim dalınınteamüllerinden   haberdar   olmaya   zahmet   etmeksizin—gö­rüşlerini sunmaya koyuldular. 

Candan Badem bu kitaptaki “Kazakistan’da Dil Siyasetive Dilsel Kimlik” başlıklı  makalesinde “lehçe” terimini kulla­nanları suçluyor ve onların “Kazakça ve öteki Orta Asya ‘Tür­kî’  dillerini, Türkçe’nin lehçeleri ya da şiveleri gibi göstermeçabaları, başta bu ülkelerin dilbilimcileri olmak üzere çeşitliuluslardan saygın dilbilimciler ve türkologlar . . . tarafındankabul görmemektedir” diye yazıyor. Özetle,  Batı ve Rus görü­şünü benimsemiş olanlar, “lehçe” diyenlere “faşist,” “aşırı mil­liyetçi”  ya da “gerici”  yaftası  yapıştırırken; onlar da “dil”  di­yenleri   “cahil”  ya  da  “Batı   etkisinde/hizmetinde”  sayıyor   vekendi bildiklerini okuyorlar. Örneğin, 31 Mart–5 Nisan 2009tarihleri arasında Maltepe Üniversitesi’nde, “TÜRKSOY’un ön­derliğinde   T.C.   Kültür   ve   Turizm   Bakanlığı   TEDA   ProjesiYürütme Kurulu, Maltepe Üniversitesi, TİKA, Gazi Üniversitesive   Avrasya   Yazarlar   Birliğinin”   işbirliğinde   “Türk   LehçeleriArasındaki   Aktarma   Çalışmalarının   Bugünkü   Durumu   veKarşılaşılan Sorunlar” konulu sempozyum ve uygulama atöl­yesi  düzenlendi   (“Türk  Lehçeleri  Arasındaki  Aktarma Çalış­malarının  Bugünkü  Durumu ve  Karşılaşılan  Sorunlar  BilgiŞöleni”). Vikipedi ise “Türk Dilleri” demektedir—ama Türk DilKurumu’nun  lehçe  dediğini  kaydetmektedir   (bkz.   “Türk  Dil­leri”). 

22

TÜRK CUMHURİYETLERİNDE

Peki,   yirmi   yıl   sonra,   bağımsızlığını   kazanmış   olan   Türkcumhuriyetlerine  baktığımız  zaman ne görüyoruz?  Yirmi  yılönce “yeniden doğmuş” sayılabilecek ulus­devletlerini güçlen­dirmek için ne tür çabalar sarfettiler? Ne durumdaydılar vekendilerine   nasıl   bir   yol   çizdiler,   nasıl   bir   kültürel   kimlikedinmeye giriştiler? Bu süreç içinde ne gibi dinamikler onlaraeşlik etti? Sovyet döneminin cebir ve zorbalığından23 arınmayıbaşarıp liberalizm ve demokrasiye doğru yol alabildiler mi? Buderlemedeki makaleler bu tür sorulara yanıt aramaktadır.

Bir kez, birçok gözlemcinin işaret ettiği ve bu kitapta daNesibli’nin   değindiği   gibi,   bağımsızlıklarını   elde   edip   ulus­devletlerini   güçlendirmeye   yöneldikleri   dönem,   tam da  Batıkamuoyunda bir yandan küreselleşmenin egemen olduğu, öteyandan da “ulus­devlet”ten uzaklaşılmaya başlandığı zamanatesadüf etti. Batı hemen, egoist ve zalim bir şekilde, başındansuçlamaya   hazırlandı:   Batılı   gözlemciler,   Abel   Polese’nindeğindiği  gibi,   iki   tür ulus­devlet  olduğuna  işaretle,  Sovyet­sonrası “ortaya çıkan” devletlerin, tıpkı özellikle yirminci yüz­yılın ikinci yarısında bağımsızlıklarını kazanan (Batılı emper­

23 “Sovyet­tipi”   diye   nitelenebilecek   cebir   ve   zorbalığın   hüküm   sürmekteolduğuna,   (yukarıda  bir  dipnotta   sözü   edilen,  Özbekistan’da  muhalefetlideri  şair  Salih’in  ülke   dışına  kaçmaya   zorunlu  kalışından  başka)  birörnek,  F.  Türk’ün makalesinde  sözünü   ettiği,   yine  aynı  ülkeden  yazarMehmet Ali (Mamadali) Mahmudov’un, asıl adıyla Evril Turan’ın, Kerimovrejimine   muhalefetten   dolayı   1994   ilâ   1996   yılları   arasında   tutuklukaldıktan sonra, yeniden 1999’da çeşitli şiddet eylemleriyle suçlanarak ondört   yıla   mahkum   olması   ve   o   tarihten   beri   cezaevinde   bulunmasıgösterilebilir.   Mahmudov,   1981’de   yayımladığı  Ulmas   Koyalar  (ÖlmezKayalar) romanı dolayısıyla dönemin Sovyet rejimi tarafından da takibatauğramıştı; bu eser için 1992’de “Çolpan” ödülünü alan yazarın bağımsızlıkdevrinde  kendini   böyle   bir   durumda  bulması   ise   gerçekten  üzücüdür.Tutukluluğu sırasında işkence görmüş olduğu söylenen Mahmudov ABD,İngiltere,   Hollanda   ve   Kanada   PEN   örgütleri   tarafından   onursal   üyeyapılmıştır. 2001'de PEN/Barbara Goldsmith Ödülü’nü alan Mahmudov,Haziran  2011’de  Uluslararası  PEN  tarafından   “Ayın  Yazarı”   seçilmiştir.Mahmudov,   hâlen   en   uzun   süre   cezaevinde   kalmış   olan   yazarlardanbiridir. (Eserinin Fransızca’ya çevirisi 2008 yılında La Montagne Éternelle[Ebedî Dağ] olarak yayımlanmıştır.) 

23

yalistlerden kurtulan,  Doğu’daki)  eski  koloniler  gibi,   “etnik”nitelikli   uluslar   barındıracağına   (yani,   İngilizcesiyle  ethnicnation  olacağına)  hükmettiler.   Kendi   ulus­devletlerindekiulusların  ise,  “yurttaşlık”ı   temel aldığını   (İngilizcesi’yle,  civicnation olduğunu) ileri sürdüler. Tabii bu “etnik” ulus­devletinbir tek etnik gruba hayat hakkı tanıyan bir milliyetçilikle bi­çimlendirildiğini,   oysa  kendilerininkinin  katılımcı   olduğunu,yurttaşlığını almış olan herkesin eşit haklara sahip bulundu­ğunu da varsayıyorlardı.24  Polese buna karşı  çıkmakta,  Ba­tı’daki  ulus­devletlerde  ulus   inşasının  da  bal  gibi   ilk  baştaetnik bir çekirdekten başlayarak geliştiğini anımsatmaktadır(bkz. “Patterns of Identity Formation in the Post­Soviet Space:Odessa as a Case Study” başlıklı makalesine). Demek istedi­ğim, Sovyet­sonrası cumhuriyetlerin adımları daha başındanküreselleşmenin zorlayıcı veçheleriyle karşılaştı ve ulus inşagayretleri kuşkuyla karşılandı. 

Bilindiği gibi, “ulus­devlet” göreceli olarak yeni bir olu­şum sayılır; modern tarihyazımı başlangıcını genelde on doku­zuncu yüzyılın başlarına, Fransız Devrimi  (1789) tarafındantetiklenmiş   olduğu görüşüyle   en   fazla   on   sekizinci   yüzyılınsonlarına tekabül  ettirir  ve sanayileşmiş,  modern bir  toplu­mun ürünü sayar (bkz. örneğin Anderson; Gellner; ve Smith).Uli Schamiloglou da, 2005’te İstanbul’da düzenlenen “Kimlikve   Kültür”   sempozyumunda   yaptığı   “Ulus   Kavramı   ve  OnDokuzuncu   ilâ   Yirmi   Birinci   Yüzyıllar   Arasında   Orta   AsyaTürk   Cumhuriyetlerinde   Kimliğin   (Yeniden)   Tasarlanması”başlıklı  konuşmasında,  yirminci  yüzyıla  kadar Orta Asya’dahalkların kimliklerini, “Müslüman” ya da “Yahudi” olarak din­

24 İngiltere’de ya da ABD’de hiç yaşamamış olan bazı (Türkiye) Türkler(i) butürü,  var olduğunu varsaydıkları  “Anglo­Sakson ulus modeli” diye nite­lendirirler. Bilindiği gibi, Türkiye’de “Kürt sorunu”nun büyük ölçüde ulus­devletin “etnik” Fransız modeline göre düzenlenmiş olmasından kaynak­landığına, eğer bunun yerine “Anglo­sakson” ilkeler benimsenirse, oluşa­cak yurttaşlığa dayalı  demokratik  ulusun varlığıyla,   “sorun”un ortadankalkacağına   inananlar   vardır.   Hem  İngiltere’de   (daha   doğrusu   BirleşikKrallık’ta) hem ABD’de yaşamış olanlarımız, kağıt üzerindeki “yurttaşlığadayalı” düzenin gerçekte ne kadar çok eşitsizliğe olanak sağlayabildiğinebizzat tanık olarak, hatta kimi zaman bunun kurbanı haline gelerek göz­lemlemişizdir.

24

leriyle, “Kongrat” ya da”Mangıt” olarak mensup oldukları boy­larla,  veyahut   “Buharalı”  ya  da   “Semerkandlı”  olarak  yaşa­makta   oldukları   yöreye   göre   ifade   ettiklerine   işaret   etmişti.Nitekim Saltanat Berdikeeva bu kitaptaki “Kırgızistan UlusalKimliği   ve   Aşiretler   Politikası”   başlıklı   makalesinde,   Kırgı­zistan’da   “ulus­altı”   diye   nitelenebilecek   toplulukların,“boy”ların   ve   özellikle   “aşiret”lerin   nasıl   günümüze   kadarvarlıklarını   sürdürmekte   olduğunu—ve   ülkenin   gidişatınıetkileyerek sorunlar yarattığını—aktarmaktadır.

Türk   cumhuriyetlerinin   “ulus­devlet”leri   1920’lerinbaşından   itibaren   Bolşevikler/Sovyetler   tarafından  kurul­muştur; bir başka deyişle, bu cumhuriyetleri, günümüz “jar­gon”uyla ifade edersem—Eric Hobsbawm ile Terence Ranger’inyaygınlaştırdığı   terimle—“icat”   eden   (bkz.   Hobsbawm   veRanger),   yukarıda   da   belirttiğim   gibi,   Bolşevikler/Sovyetlerolmuştu.25  Örneğin Özbekistan’ın nasıl  kurulduğunu “ÖzbekKimliğinin Arkeolojisi” makalesinde Alisher Ilkhamov ayrıntı­

25 Kocaoğlu,   yukarıda   andığım   konuşmasında,   “Bugün   ÖzbekistanCumhuriyeti sınırları içerisinde yer alan Harezm bölgesinde on yedinci veyirminci   yüzyıllar  arasında Hive  Hanlığı   vardı   ve  1920  yılında HarezmCumhuriyeti   kuruldu.   Bu   cumhuriyette   yayınlanmış   kitap   ve   dergilerüzerinde   yaptığım   bir   ön   araştırma   ile   1920   ile   1924   yılları   arasındaHarezm   Cumhuriyeti’nde   o   sıralardaki   Buhara   Cumhuriyeti’ndekiÖzbekçe   yazı   dilinden   oldukça   farklı   bir   Harezm   yazı   dili   geliştirilmişolduğunu farket[tim] . . . 1924 yılında Türkistan’daki Buhara Cumhuriyetigibi Harezm Cumhuriyeti’nin de ortadan kaldırılmasıyla bu Harezm yazıdili de son bularak, yerini bügünkü Özbek yazı diline bırakmıştır. Yani,1920’ler başında ayrı bir yazı dili olma durumunda olan Harezmce, bügünartık   Özbekçe’nin   Oğuz   ağızlarını   teşkil   eder   ve   Harezm   bölgesindeyaşayanların   “konuşma   dili”   olarak   varlığını   sürdürmektedir.   BugünÖzbekistan   Cumhuriyeti’nin   Harezm   bölgesinde   yaşayan   kimselerkendilerini hem Özbek saymakta hem de yerel kimlik olarak  ‘Harezmli’diye   tanımlıyorlarsa   da,   bu   ‘Harezmlilik’   bir   millet   kimliği   düzeyindedeğildir. Ama, eğer 1925’te Özbekistan kurulmayıp, Orta Asya’da Harezmve Buhara cumhuriyetlerinin sürmesine Sovyet yöneticileri izin verselerdi,bügün  biz  belki   ayrı   ayrı  Harezmli   ve  Buharalı   ‘millet  kimlik’leri   veyabaşka   bir   sosyo­politik   gelişmeyle   ‘Türkistanlı   Türk’   millet   kimliği   ilekarşılaşırdık.   Yazı   dilleri   olarak   da   Özbekçe   yerine   ‘Harezmce’   ve‘Buharaca’ Türk yazı dilleri var olurdu” demiştir. 

Söylediklerini   Alimov’un   makalesinde   verdiği   bilgiyle   karşılaştırmakayrıca ilginç olur. 

25

larıyla  anlatmaktadır.26  Çeşitli  hesaplara  göre  değişik  alter­natifler   arasından   seçim   yapılarak,   soğukkanlı   bir   biçimdedikte   edilerek,   empoze   edilerek   yapılmıştır.   Ve   aşağıda   birörneğini   verdiğim   gibi,   yap­boz   biçiminde   defalarca   dadeğişikliğe uğratılmıştır. 

Marksist Temelli Ulusların Oluşumu / Milliyetler Siyasası

Asıl ilginç nokta, bu “devlet”lerin kuruluşunda temel ilkenineşyanın   tabiatı   Marksizm   olmasına   rağmen,   bu   düşünceakımına   hiç   uymayan   bir   şekilde   “ulus”ların   yaratılmışolmasıdır. Bir başka deyişle, daha işin temelinde radikal biraksaklık vardır. Bunun yarattığı sıkıntı, uygulamada getirdiğisorun(lar)  hep   cebren,  Komünist  Parti’nin  katı   kuralları   vetalimatlarıyla, özellikle “büyük temizlik” adı verilen katliamlaçözülmeye   çalışılmıştır.   Nitekim   SSCB’nin   ilk   yıllarındaMarksizme/Marksizm­Leninizme/Komünizme inanmış  birçokRus olmayan aydın, tam da kendi ulusunu kurmak istediğizaman, yani var olabilecek sandığı Marksist­Leninist/ Komü­nist   milliyetçiliğe   girişince,   yanılgısını   hayatıyla   ödemiştir.Eski Kazan Hanlığı (1438­1552) topraklarında Tatar­Başkurtcumhuriyetini   kurmak   isteyen   Mirsait   Sultangaliev   (SultanGaliev,   1892­1939/1940),27  Azerbaycan’da   bir   süre   fiilendevlet başkanlığı yapmış Neriman Nerimanov (1870­1925) veBatı   Türkistan’da   bir   birleşik   Türk   devleti   kurmak   istemişolan Turar Rıskulov (1894­1938), başta Bolşeviklerle işbirliği

26 Alimov’un   görüşlerine   çeşitli   yorumlar   ve   eleştiriler   gelmiştir.   Bunlarımakalesinin bir dipnotunda sıralamaktayım. 

27 Bolşevikler,  Şubat  1917 devriminden sonra  Sadri  Maksudi   (Maksudov,sonradan Arsal,  1878­1957)’nin liderliğinde kurulan ve kimi gözlemciyegöre zamanla “İdil­Ural” devletine dönüşebilecek “Millî­Medenî İç Rusya veSibirya   Müslüman   Türk­Tatarları   Muhtariyeti”ni   (İç   Rusya   ve   SibiryaMüslüman   Türk­Tatarları   Ulusal­Kültürel   Özerkliği’ni)   Nisan   1918’delağvederken, yerine bir Tatar­Başkurt cumhuriyeti kurmaya söz vermişlerama sözlerinde  durmamışlardır.  Rinat  Muhammediev’in  Türkçeye  SıratKöprüsü  (bu   çeviri   1993)   olarak   çevrilen  Sirat   Küpéré  (1992)   romanı,Sultangaliev’in aldatılışını, Turancılığı benimseyişini ve kaçınılmaz sonunagidişini anlatmaktadır. 

26

yapmış   “komünist   milliyetçi”lerden   bazılarıdır.28  Bu   kitaptaAlimov   ve  söz   konusu   cumhuriyetlerde   geçmişte   vegünümüzde Türkçülük faaliyetlerini irdelediği makalesinde F.Türk,  başta Rıskulov  olmak üzere  bu kişilerin   fikirlerini  veemellerini inceliyorlar.29 

Bu   inanmış   komünistler   arasında   örneğin  Buharalıaydınların,  Lenin’in   vaatlerinden30  etkilenerek,   ülkelerindekendi istedikleri   (ceditçi,  modern) bir düzen içinde bağımsızolabileceklerine ikna olup, gerici ve müstebit buldukları kendidevlet   başkanları   Emir   Muhammed   Alim   Han   (1880­1944,saltanatı 1910­1920)’ı alaşağı etmek için Bolşevikleri yardımaçağırmaları,   çarlık   döneminde   Rusların   “himaye”si   altındabulunmakla birlikte içişlerinde özgür olan monarşik BuharaEmirliği’ni   ortadan   kaldırmak   isteyen   Bolşeviklerin   (bkz.Roudik 104 ve sonraki sayfalar) oyununa gelmiş oldukları birgerçek. 

Sovyetler,  Erol  Kurubaş’ın  deyimiyle   “zayıf  ve kusurlubiçimde   tasarlanmış”  (113)   “ulus”lar   yaratırken   iki   amaçgüdüyorlardı. Bir, SSCB gibi devasa bir imparatorluğu yöne­tebilmek için, barındırdığı/yönetimi altında tuttuğu halklara

28 Devlet’in  Millet   ile   Sovyet   Arasında:   1917   Ekim   Devriminde   RusyaTürklerinin Varoluş Mücadelesi (2011) adlı eseri bu kişileri incelemektedir.

29 Nesibli’nin makalesinde aktardığına göre Mehmet Emin Resulzade (1884­1955) bu olguya “Bolşevik Türkçülüğü”  adını  vermişti.   (Resulzade hak­kında bilgi için bkz. F. Türk’ün makalesindeki ilgili dipnota.) 

30 Lenin   (çarlık)   Rusya(sı)’nın   bir   “halklar   cezaevi”   olduğunu   ve   “Rusproletaryasının  .   .   .  çarlık   tarafından ezilen bütün uluslara  Rusya’danayrılma hakkı vermedikçe . . . muzaffer bir demokratik devrimin başınıçekemeyeceği”ni belirterek, “[b]iz halkların kendi kaderlerine kendilerininkarar verme özgürlüğü yani bağımsızlık yani ezilen uluslar için ayrılmaözgürlüğü   istiyoruz”  diye  yazmıştır.  Ancak,  bugün,  Buharalı  aydınlarınkendilerini kaptırdıkları devrim ateşinden uzak, sakin bir kafayla Lenin’inyazdıkları   okunursa,   hemen   arkasından,   ““[b]iz   halkların   kendikaderlerine   kendilerinin   karar   verme   özgürlüğü   yani   bağımsızlık   yaniezilen uluslar için ayrılma özgürlüğü istiyoruz [ama bu], ülkeyi ekonomikolarak bölmeyi hâyal ettiğimizden ya da ufak devletler idealinden değil,bilakis, sadece, ayrılma özgürlüğü olmadan olanaklı olamayan gerçektendemokratik,  gerçekten enternasyonalist  bir   temelde,  büyük devletler  veulusların   daha   yakın   birliğini   hatta   birbiri   içinde   erimesiniistediğimizdendir” diye yazdığının (“The Revolutionary Proletariat and theRight of Nations to Self­Determination”) farkına varılabilir. 

27

belirli   ölçüde  özyönetim  hakkı   tanımak   gerektiğinin   farkın­daydılar—bunun,  özellikle  Rus olmayan halkların  bağlılığınısağlamak için gerektiğini düşünüyorlardı; iki, Çarlık Rusyasıdöneminde işgal edilen ve 1917’de Şubat Devrimi’nden sonraözerklik ya da bağımsızlık ilan etmiş, ama topraklarını kendi­lerinin   yeniden   işgal   ettiği   halkları   baskı   altında   tutmanınyolunun ve güçlü oldukları oranda güçlerini kırmanın, “böl veyönet”ten   geçtiğini   biliyorlardı.  Dolayısıyla,   başta   dil   konu­sunda olmak üzere, her türlü fark, ayrı ayrı yönetim birimlerikurmaya   gerekçe   sayıldı.   1920’lerden   1930’ların   ortalarına(1936’ya)   kadar   SSCB’deki   bütün   etnik   gruplar,   ne   denliküçük çaplı ya da pasif kalmış olursa olsunlar, herhangi birbiçimde   ayrı   bir   özyönetim   sahibi   olma   isteği   göstermemişolsalar dahi, sürekli ulusallaşmaya tâbi tutuldular, yani ayrıbirer ulus hâline getirildiler (Kozyrev, “The Role of the TurkicComponent in Current Kazakhstani Identity Formation”). 

Bu   işleme   Sovyet   “milliyetler   siyasası”   denmektedir—ancak   Rusça’daki  nationalnost  sözcüğü   “milliyet”   olarakçevrilse   de,   gerçekte   söz   konusu   olan   “etnisite”dir.   Bubirimler,   adlarını   aldıkları   etnik   grupların   yaşadıklarıtopraklarda,   önem   ve   özgürlük   açısından   gittikçe   azalacakbiçimde   değişik   düzeylerde   kurumsallaştırıldı:   En   başta,SSCB’yi   oluşturan   öğeler   olarak   “Birlik   cumhuriyetleri”bulunuyordu.   Bu   cumhuriyetler   “oblast”   denilen   bölgelereayrılmıştı.   İkinci   olarak,   bu   Birlik   cumhuriyetlerindenbazılarının   içinde  bulunan   “özerk   cumhuriyetler”   vardı.  Buözerk   cumhuriyetler   de,   yönetim   açısından   birer  oblastsayılıyordu.  SSCB  içinde  özel  bir  yeri  olan  Rusya  FederatifSosyalist Cumhuriyeti (RSFSC) içindeki büyük oblast’lara ise“krai”   deniliyordu.   Küçük   Birlik   cumhuriyetlerinin   vekrai’ların  içinde “özerk  oblast”lar,  bunların da  içinde “özerkokrug”lar   bulunuyordu.  Kendisine  Birlik   cumhuriyeti   ihsanedilmiş   hiçbir   etnik   grup   güç   kazanıp   Moskova’ya   karşıdireniş   göstermeye,  kafa   tutmaya  kalkışmasın  diye  de,  herBirlik   cumhuriyeti   içine,   o   cumhuriyete   adını   veren   etnikgrubun dışında bir etnik gruptan adını alan bir özerk cumhu­

28

riyet  ya  da  oblast  kurmuşlardı31  (Kozyrev,  “The Role  of   theTurkic   Component   in   Current   Kazakhstani   IdentityFormation”). 

Korenizatsiya

Bölünmeye dayalı uluslaşmanın bir an önce tutması için dekorenizatsiya  (yerelleştirme) denilen bir uygulama başlatıldı.SSCB   yönetiminin   amacı   böylelikle  Rus   olmayan   “teba”nınsadakatini elde etmekti.  Her bir birim bünyesinde eğitimde,yönetimde,   yayınlarda,  özetle  kamu hayatının  her  alanındabirimin ahalisinin dili kullanılacaktı. Bunun için yeni alfabe­ler icat edildi, ders kitapları yazılıp yayımlandı (Kozyrev, “TheRole of the Turkic Component in Current Kazakhstani IdentityFormation”). Oysa Leysen Şahin’in belirttiği gibi, Türk toplu­lukları   tarafından SSCB kurulana  kadar  kullanılan   (sadecesessiz harflerin kayda geçtiği) Arap alfabesi, bölgeler ve toplu­luklar arası değişik telaffuzları kaale almayarak, birleştirici biraraç işlevi görüyordu. Şahin, “Türk dilleri için, fonetik farkları

31 Bilindiği   gibi,   bu   düzen   Birlik   cumhuriyetleri   bağımsızlıklarınıkazandıktan   sonra   da   olduğu   gibi   alıkonulmuştur.   Örneğin,   Birlikcumhuriyeti   olarak   düzenlenen   Gürcistan’ın,   üniter   olmasına   engeloluşturacak “yabancı” birimlerden ikisinin, Özerk Abazya Cumhuriyeti ileÖzerk   Kuzey   Osetya   Oblastı’nın   2008’de   Rusya   Federasyonu   ileGürcistan’ı   karşı   karşıya   getirmesi   olanağını   sağlayan,   işte   SSCBkurulurken   gerçekleştirilen,   sınırları   çizme   işlemidir.  Yine,   SSCB’ninBirlik   cumhuriyeti   Azerbaycan’ın   içinde   bulunan   ve   Türk   sözcüğü“Karabağ”a Rusça “dağlık” anlamına gelen nagorni sözcüğünden türetilennagorno  eklenerek   adlandırılan   (yani   Karabağ   hanlığının   topraklarıylailgisi yokmuş, bambaşka topraklardan söz ediliyormuş gibi gösterilmeyeçalışılan)   ve   Audrey   Altstadt’a   göre,   Azerî   köyleri   dışarıda   bırakılarakolanaklı olduğu kadar Ermeni köyleri dahil edilerek (127) kurulan ÖzerkNagorno­Karabag Oblastı’nn, daha SSCB yıkılmadan, 1987 yılında, “çıbanbaşı” olmaya başlaması ve Ermenistan’ın bu toprakları günümüze kadarişgal etmeyi sürdürmesi, yine aynı sınır düzenlemesinin olanak yarattığıbir durumdur. (Çarlık Rusyası, [Azerî Türk] Karabağ hanlığı topraklarını1813’de,   o   dönemde  bir   tür   federasyon   olan   İran’ı   yöneten   [Türkmen]Kaçar hanedanıyla akdettiği  Gülistan Antlaşması sonucu ilhak etmişti.)Karabağ   konusunun   Azerbaycan’da   yarattığı   sorun(lar)   için   bkz.Nesibli’nin makalesine.

29

(ses  farklarını)  açığa çıkaran önce Latin, sonra Kiril  alfabe­lerinin tahsis edilmesi, Türk dilleri arasındaki farkların sabit­leşmesi sonucunu vermiş”  olduğuna işaret eder (268).  Tabiîherkes Şahin’in bakış açısını benimsemiyor.  Badem makale­sinde, “1926­1927 yıllarında, o zamana kadar kullanılan Arapalfabesi   terkedilip,   Latin   alfabesine   geçildi   ve   okuryazarlıkoranı hızla yükseldi. Türkiye’de olduğu gibi orada da alfabedeğişimini  kültürel  mirastan  ve  kimlikten  bir  kopuş   olarakgören aydınlar vardı. Ancak bütün Türk dillerinde olduğu gibi,Kazakça   için   de,   Latin   alfabesinin  Arap   alfabesinden  dahauygun olduğu, genel kabul gören bir gerçektir.  Bu nedenle,Latin alfabesi yanlıları çoğunluktaydı” görüşünde. 

Korenizasya  1930’ların   yarısına   kadar   sürdü,   ondansonra   Ruslaştırma   başladı,   daha   doğrusu   Çarlık   dönemiRuslaştırma   siyasası   daha   güçlenmiş   olarak   geri   döndü—bütün  SSCB  halklarını   bir   tek  Sovyet  halkı   olarak  bütün­leştirmeye   ise   ancak   1960’larda   girişilecekti   (Kozyrev,  “TheRole of the Turkic Component in Current Kazakhstani IdentityFormation”). Mehmet Yüce, “Çarlık Rusyası ile Sovyetler Birli­ği’nin  Siyasaları   Ardından  Kırgız   Türklerinin  Ulusal  KimlikPolitikası”  başlıklı  makalesinde  Kırgızistan  örneğinde  ÇarlıkRusyası’nın ve arkasından Sovyetler Birliği’nin “ulusal kimlik”siyasalarını ayrıntılı olarak inceliyor. 

Korenizatsiya sadece geçici bir uygulama olmuş olsa da,etnik gruplar arasında dil   temelinde farklılıkların keskinleş­tirilmesi ve hem yayın, hem eğitim yoluyla “formel”leştirilme­si, Şahin’in belirtttiği gibi sabitlik kazanmasına yol açmıştı veherhangi  bir  Birlik   cumhuriyeti   içinde  çeşitli   diller  hükümsürdüğü   için,   tam   anlamıyla   birlik   ve   bütünlük   duygusuoluşmuyordu. Üstelik, çeşitli bölünmeler ve arkasından keyfîbirleştirmeler de büyük rahatsızlık yaratıyordu. Örneğin, Ber­dikeeva’nın  belirttiği   gibi,   günümüzde  diğer  Türk   cumhuri­yetlerine nazaran daha çok siyasal çalkantı yaşayan Kırgızis­tan’ın ahalisinin neredeyse yarısı Özbektir. Alimov’un aktar­dığına göre ise, Özbekistan kurulurken, Özbek olmayan kimietnik grup, “Özbek” sayılmıştır.  Bu arada çeşitli dönemlerdeçeşitli nedenlerle sınırlar değiştirildi, kimi birimler parçalanıp

30

yeni  birimler  yaratıldı.  Bir  örnek vermek gerekirse,  1918’dekabul   edilen   anayasayla   1920’de   kurulan—ve   1922’de,oluşturulan   SSCB’nin   cumhuriyetlerinden   RSFSC   içineyerleştirilen—Özerk   Türkistan   Cumhuriyeti,   1924’telağvedilmiştir. Yerine, Türkmen Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti,Özbek Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, Özbek Sovyet SosyalistCumhuriyeti   içinde   olan   Özerk   Tacik   Sovyet   SosyalistCumhuriyeti   ile  Özerk Karakalpak Oblastı  ve RSFSC içindeolan   Özerk   Karakırgız   Oblastı   kurulmuştur.   Arkasından,örneğin Özerk Karakırgız Oblastı 1925’te Özerk Kırgız Oblastıyapılmış,  bu birim de 1926’da Özerk Kırgız  Cumhuriyeti’nedönüştürülmüş,   bu   özerk   cumhuriyet   ise   1936’da   Birlikcumhuriyeti haline getirilmiştir. 

Şunu   da   eklemek   gerek,   bütün   bu   düzenlemelerdensorumlu olan, Lenin adını almış  Vladimir I.  Ulyanov (1870­1924, Bolşevik Parti lideri 1903­1924, devrimci­kurucu Bol­şevik/Sovyet   hükümet   başkanı   1917­1924)  ile  Stalin   adınıalmış  Yosif   V.   Cugaşvili   (Iosif   V.  Jughashvili,  1878­1953,SSCB   Komünist   Partisi   Genel   Sekreteri   1922­1953,   SSCBbaşbakanı 1941­1953 [SSCB’nin güçlü adamı 1927­1953])’ninhayatları ve yaptıkları yakından incelendikçe, her ikisinin deayrı   ayrı   nevrotik   birer   kişilik   sergiledikleri   görülmektedir:“Nörasteni”   teşhisi   konmuş   Lenin   (bkz.   Service   158,   445),entelektüelin   nevrotikliğini;   Stalin   ise   basit   zihinlininkini.Hatta daha da öteye gidersek,  Stalin’in ruh hastası,  büyükolasılıkla   paranoyak   eğilimli   olmuş   olduğu   görüşü   ortayakonmuştur.   (ABD   büyükelçiliğinde   görevi   dolayısıyla   1944­1953   yılları   arasında   Moskova’da   yaşamış   olan)  Robert   C.Tucker   (1918­2010)’ın   (ABD’ye   döndükten   sonra   kalemealdığı)   eserlerinde  öne   sürdüğü   bu  bakış   açısı   genel   kabulgörmüştür (bkz. The Soviet Political Mind: Stalinism and Post­Stalin  Change;  ve  Political  Culture and Leadership  in  SovietRussia; ayrıca Stalin as Revolutionary, 1879­1929: A Study inHistory  and  Personality;   ve  Stalin   in  Power:   The  Revolutionfrom   Above,   1928­1941).   Psikolojide   bütün   bir   aileninbireylerinin   “normal”   sanarak   yaşadıkları   anormal   durumafolie  à famille  denir, eğer bu durum bütün bir ulus çapında

31

olursa da folie à nation denir.  SSCB’de tam anlamıyla bir folieà nation yaşanmış olduğu muhakkaktır.  

Bolşeviklerin çizdiği sınırlar içinde yaşamakta olan halk­lar, kendilerinin iradeleri olmaksızın saptanan toprak birim­lerinde,  kendilerine  “giydirilen”  kimliklerle  1991’de  bağımsızbirer   cumhuriyet   içinde  kendilerini  buldular.  Schamiloglou,yukarıda  sözünü  ettiğim konuşmasında “Orta Asya cumhu­riyetleri”ni ayrı birer devlet olarak ele almanın hata olduğuna,zira bu tutumun, SSCB döneminden kaynaklanan önyargılarıkabul ederek, her milliyeti ya da ulusu ayrı, farklı ve en eskizamanlardan beri varolan bir öğe olarak görmeyi getirdiğinedikkati   çekti.   Ama   Batılı   güçler   bilinçli   ya   da   bilinçsiz   buhatayı   işleyerek,   SSCB   yıkıldığı   zaman,   olduğu   gibi   kabulettikleri sınırların dahilinde yaşadıklarını gördükleri toplum­ları olduğu gibi kabul ederek, olduğu gibi kabullendikleri eskikomünist   yöneticileri   muhatap   aldılar.   Ancak   aralarındamemnun kalmadıkları olunca, “renkli” devrimlerin gerçekleş­mesini sağladılar ve istedikleri değişiklikleri, en azından kısavadede, büyük ölçüde elde ettiler.32 

Polese,   yukarıda   sözünü   ettiğim   makalesinde   (günü­müzde Ukrayna içinde bulunan) Odesa (olarak bilinen, eskiTürk kenti Hacıbey) kentinde hâlen Ruslaşmışlık, Sovyetleş­mişlik, Ukraynalılık ve Odessalılık arasında aidiyet bocalama­sı  yaşandığını  aktarmaktadır.  Bugün Türk  cumhuriyetlerin­deki Türkler de, Sovyet emperyalist çıkarlar gözetilerek, keyfîve   sunî   olarak,   hatta   kötü   niyetle   çizilmiş   siyasal   sınırlariçinde, aynı biçimde Ruslaşmışlık, ulus inşası / uluslaşma veTürklük arasında kendilerine bir yol arama durumundalar.  

Bu   durumu   tam   olarak   anlayabilmek   için   SSCB’ninkuruluşunun daha da gerisine uzanmak gerekmektedir. 

32 Sırasıyla 2003’de  Gürcistan’da   “gül”;  2004’te  Ukrayna’da   “portakal”;  ve2005’te   Kırgızistan’da   “pembe”   devrimler   olmuştur—Kırgızistan’dakine“lale devrimi” de denmektedir.

32

RUSLAŞMIŞLIK, ULUSLAŞMA VE TÜRK(ÇÜ)LÜK: BAĞIMSIZLIK SARKACINDA NİRENGİ NOKTALARI

Ruslaşma

SSCB tarihinde  korenizatsiya’nın yerini alan,  daha doğrusugeri dönen Ruslaştırma, tam aksine, “üstün” Rus kültürü adı­na ulusal/etnik/yerel  kültürü  yok etmeye yönelikti.  Heptenyok etmediyse de birçok öğeyi yeraltına itti; birçok gelenek iseönemini yitirdi. Hatta, Alimov’un makalesinde belirttiği gibi, II.Dünya   Savaşı’nın   daha   başında   Kızıl   Ordu   bir   dizi   ciddîyenilgiye   uğrayınca,  gözlemlenen   bezginlik   ve   isteksizliklebaşedebilmek için komünizmin ilkelerinin uygulanması gevşe­tilmiş, buna karşılık halklara bir takım özgürlükler verilmiş,ama bu yapılırken “ağabey” Rus’un önemi ve birincilliği dahada vurgulanmıştır. Açıkcası Stalin, Alimov’un sözleriyle,  “Al­man işgaline karşı savaşmak üzere halkı harekete geçirmeninzorluklarına çare olarak, genelde devlet ideolojisini, özelde iseulusal   politikasını   gözden   geçirmeye   zorunlu   kaldı.   Genelparti çizgisinin ana bileşeni olarak kullanılan sınıf yaklaşımı,yavaş   yavaş   Sovyet   yurtseverliği   ideolojisiyle   değiştirildi.33

Sovyet severliği de zaten ulusal etkenle—ulusal cumhuriyet­lerin, bölgelerin ve birimlerin yerel yurtseverliğiyle—yakındanilişkiliydi.”  Alimov’a göre,  bu  “yeni   iç  politikayı   iki   iş  bekli­yordu: “İlk olarak, çevredeki nüfusların milliyetçi duygularınıortaya   koymalarını   ödüllendirmek;   ikinci   olarak”   da   “Rushalkının   SSCB’nin   bütün   diğer   halklarının   ağabeyi   olarakoynadığı   tarihsel  rolü  vurgulayan slogan”  yoluyla  “SovyetlerBirliği halklarının birlik ve dostluklarının fik[rini] . . . ileri sür­mek”ti. 

“Ruslaştırma”  esasen “Korkunç”   lakaplı  Çar   IV.   İvan(1530­1584,   saltanatı   1547­1584)’ın   (Altın  Orda   İmparator­

33 SSCB’yi inceleme konusunda yerleştirilen ambargo yüzünden, komünizm­le ilgili bu gevşeme de Türkiye’de algılanmadan kalmıştır.

33

luğu’nun   çökmeye   başlamasıyla,   Altın   Orda’nın   yıktığı   İdil(Volga)   Bulgar   Hanlığı   toprakları   üzerinde   kurulmuş   olan)Kazan  Hanlığı’nı   işgal   edip   yıkmasıyla   başlamıştı.   Kazan’ındüşmesi, Rusların zamanla Doğu Avrupa’da ve Orta Asya’dakineredeyse bütün Türk topraklarını işgal edişine bir tür baş­langıç oluşturdu. Çarlık Rusyası son bulduğu zaman, Osman­lı  devleti   içinde  bulunan  toprakların  dışındaki  Türk  ülkele­rinin büyük çoğunluğu (bugün Afganistan olarak bilinen Ho­rasan   ile  Hindistan  ve  Pakistan  olarak  bilinen  Hint­Moğol/Gurkanlı  İmparatorluğu toprakları  dışında) Rus yönetimi yada “himayesi” altındaydı. 

Ruslar, Kazan Hanlığı topraklarından başlayarak, işgalettikleri bütün Türk topraklarında, en başta dinlerini dayata­rak, Ruslaştırmaya yöneldiler. 1552’den günümüze Rus tari­hinde Ruslaşmış  aileler ve ünlü—ve de ünlü  olmayan, sıra­dan—kişiler çoktur. Tarihçi Nikolai M. Karamzin (1766­1826)’den34 yazar İvan S. Turgenyev (1818­1883)’e,35 Ruslaşmış çokTürk,36 ya da Rusların Slav olmayan bütün Müslümanlar amaözellikle  Türkler   için  kullandıkları  deyimle,   “Tatar”37  vardır.“Bir  Rus’u kaşı,  altından Tatar çıkar”  sözü  boşuna değildir

34 İşin acı yanı, Karamzin’in on iki ciltlik  Istorīi a Gosudarstva Rossīĭskago(Rus Devletinin Tarihi, 1816­1829), Schamiloglou’nun konuşmasında ha­tırlattığı gibi, Rus ulusal kimliğinin gelişmesinde önemli rol oynamıştır. 

35 Rus gerçekçi edebiyatının başlıca yazarlarından biri olan Turgenyev’in enönemli eseri Türkçe’ye Babalar ve Oğulları (bu çeviri 2001) olarak çevrilenOttsy i Deti (1862) romanıdır. 

36 Bilindiği   gibi,  Altın  Orda’nın başında bir  Moğol  hükümdar  bulunsa dahem Moğollar’la birlikte gelmiş  yöneticilerin çoğu, hem de yerel,  “Deşt­iKıpçak” halkı Türktü. (Deşti­ Kıpçak ya da “Kıpçak Bozkırı” [deşt Farsça“bozkır, çöl” demektir], Kafkas Dağlarının kuzeyinde, Dinyester ile İrtiş ne­hirleri   arasındaki   geniş   alanın   tarihsel   adıdır   [Osmanlıca­Türkçe  An­siklopedik   Lûgat  180].   Batılılar,   Kıpçaklar’a   “Kuman”   diyorlardı.)   Halilİnalcık’ın belirttiği gibi, “Altın Orda içinde küçük bir grup olan Moğollar,Türkler arasında Türk dilini benimsediler, Türkleştiler; fakat kendi Tataradlarını  bölgedeki tüm Türk kavimlerine ad olarak verdiler”  (48).  ZatenÖzbek   (Özbeg)   Han   (1282–1341,   saltanatı   1312/13–1340/41)’danbaşlayarak,   Altın   Orda   hanları   Müslümandırlar   (bkz.   Alimov’unmakalesine).

37 Kamalov, Çarlık Rusyası’nda “Ruslar ele geçirdikleri bütün Türk topluluk­ları için ‘Tatar’ sözünü kullanmışlardır” diye yazar. Ruslar Kafkasyalılar’abile “Tatar” demişlerdir (120). 

34

(bkz. örn. Baskakov).Sovyet   döneminde   Ruslaştırma   sürecinde,   örneğin

Alimov’un yazdığı gibi, “Özbek dilbilgisi,” “Rus dilbilgisine ben­zeyecek  biçimde  değiştirildi:  Sıfatlar   için   altı   “hal”   getirildi.Mevcut   Özbek   sözcüklerin   yerine   Rus   sözcükler,   örneğinmafkura  (mefküre)  yerine  ideologiia,   .   .   .  tahlil  yerine  analizkonularak, Rus söz varlığı  yapay bir biçimde (Özbek dilininiçine) yerleştirildi.”38 

Konuşma dilindeki farklılıklara dayanan milliyetler siya­sası  yerini  Ruslaştırmaya bırakınca,  yani  aralarındaki   fark­lılıklar   bölünme   için   yararlanıldıktan   ve   işlevlerini   tamam­ladıktan sonra, yerel diller kamuda neredeyse hepten tedavül­den kalktı. SSCB içinde iletişim dili Rusça idi, tabiî çalışmayaşamında da Rusça olmazsa olmaz “anahtar,” onun da anah­tarı Rusça eğitimdi. 1991 Ağustosu’nda yerel diller sadece kır­sal  alanda,   “sarnıç”ta  alıkonulmuş  bir  öğeydi.  Büyük kent­lerde “soyutlama”yı sadece Rusça yapmış, Rusça iletişim ku­ran, Sovyet Rus anaakımına erişmiş olmanın gururunu taşı­yan Türkler yaşıyorlardı. Durumlarını “Stokholm sendromu”olarak saptamak haksızlık mı olur? Onlar, Sovyet Rus eğitimsisteminden   geçmiş,   Sovyet   dünya   görüşünü   benimsemişkimselerdi. Komünist Parti içinde yükselmiş olanlarını, bizleriçin “yeni” olan cumhuriyetlerde yönetici olarak tanıyacaktık.Rus/Sovyet kültürüyle yoğrulmuş,  Sovyet yıllarının alışkan­lıklarını   tamamıyla   bırakmamış,   ülkelerini   başta   BağımsızDevletler  Teşkilatı39  üyesi   yapmış  olmak gibi,  bir   sürü   eski

38 Bu süreci, Osmanlı İmparatorluğu’nda ve daha sonra Türkiye Cumhuriye­ti’ndeki gelişmelerle karşılaştırmak ilginç olurdu.

39 8 Aralık 1991’de dönemin Beyaz Rusya, Rusya ve Ukrayna başkanları,Beyaz  Rusya’da  bulunan Belavezha  Ormanları’nda,  SSCB’nin  son  bul­duğunu   ve   yerine   “Bağımsız   Devletler   Topluluğu”nu   (BDT’yi)   kurmayakarar verdiklerini ilan ettiler; bu karar mucibince 21 Aralık 1991’de Kaza­kistan’ın   Alma   Ata   kentinde   imzalanan   protokolle   BDT   fiilen   vücutbulmuş   oldu.   BDT’nin   kurucu   üyeleri,   Beyaz   Rusya,   Kazakistan,Kırgızistan,   Moldova,   Özbekistan,   Rusya,   Tacikistan,   Türkmenistan   veUkrayna’dır.   Azerbaycan   ve   Gürcistan   1993’te   girmişlerdir.   AncakTürkmenistan 2005’te üyelikten çekilmiş; Gürcistan ise 2006’da BDT’ninSavunma   Bakanları   Kurulu’ndan,   2009’da   ise   üyelikten   ayrılmıştır(“Commonwealth of Independent States”). 

35

bağlardan kopmamış  ve Türkiye Cumhuriyeti’ne de temkinliyaklaşan bir  kadroyu oluşturuyorlardı.  Hatta  Mehmet  Yücemakalesinde daha da öteye giderek, “bugün bile Türk cumhu­riyetlerinde kendi  dilini  unutmuş  olan ve  kendini  Rus mil­liyetiyle   özdeşleştiren   binlerce   Türk’e   rastlan”dığına   işaretediyor.

Yine  de,   aralarında  bazılarının,   bağımsız   olmuş   cum­huriyetlerinde,   gayret   ve   iyi   niyetle   ulus   inşasına   girişmişoldukları ortadadır—her ne kadar attıkları adımların bazıları,Batı   ya   da   Batılılaşmış   zihinler   tarafından   yadırgansa   da.Michael Denison bu kitaptaki  “İmkânsızı Yerine Getirme Sa­natı:   Siyasal   Simgecilik   ve   Sovyet­sonrası   Türkmenistan’daUlusal   Kimlik   ile   Kolektif   Bellek   Yaratılışı”   makalesinde,Başkan   Saparmurat   Niyazov   (1940­2006,   başkanlığı   1991­2006) döneminde sergilenen siyasal simgeleri ele alıyor ve busimgeler  yoluyla,  Sovyet  geçmişten  ve  Kurubaş’ın  deyimiyle“Sovyetik”   (112)  nitelikten  arınmış  kolektif  bellek  ve  ulusalkimlik   yaratılış   çabasını   inceliyor.  Badem,   Kazakistan’ı   elealarak bu ülkedeki dil siyasetine ve bu siyasetin dil yoluylaoluşturmaya   çalıştığı   kimliğe   odaklanıyor.   (Aşağıda   bu   ikimakaleye yeniden değineceğim; kısaca, her iki yazar her birçabayı beyhude buluyor.)

Uluslaşma / Milliyetçilik ve Türk(çü)lük

Schamiloglou konuşmasında Orta Asya kimliklerini anlamakiçin Çarlık Rusyası’nda ortaya çıkan iki kavramı, Kazan’dankaynaklanan “Tatarcılık”ı ve Kırım’dan kaynaklanan “Türkçü­lük”ü anlamak gerektiğine işaret etmiştir.40 Nesibli de maka­lesinde   “Azerbaycan   Demokratik   Cumhuriyeti”nin   (1918­1920)   kuruluşunu   incelerken   o   dönemde   Azerbaycan’dakimilliyetçiliği   ve   Türkçülüğü   tartışıyor.   Sanırım   Türk40 Schamiloglou, Orta Asya kimliklerini anlamak için herşeyden önce ahali­

sinin   çoğunluğu   Türk   olan   Orta   Asya   halklarında   tarih   içinde  uluskavramının etkisini incelemek gerektiğini, bunun için de kavramın OrtaAsya’ya gelmeden önce nasıl geliştiğini anlamak gerektiğini belirtti ve buiki kavrama işaret etti.

36

cumhuriyetlerinde ulus inşası, sanıldığından dirençli çıkan vegeri   çevrilmesi   bir   hayli   güç   olacağı   anlaşılanRuslaşmışlığın/Sovyetleşmişliğin   yanısıra,   bu   iki   “damar”ınher   ikisinden   de,   yani   Sovyet­öncesi   milliyetçilik   ile   yineSovyet­öncesi Türkçülük’ten beslenme ve bu ikisinin arasındahassas   bir   denge   tutturmak   durumundadır.   Giriş’in   kalankısmında bu iki kavram tartışılacaktır.

Kazan   ’  da “Tatarcılık”Yukarıda da belirttiğim gibi,  Çarlık Rusyası’nın topraklarınıişgal   ettiği,   Altın   Orda   İmparatorluğu’nun   çökmesi   üzerinekurulan   devletlerden   Kazan   Hanlığı,   aşağı   yukarı,   tam   daAltın Orda’yı kuracak ordunun yıktığı, İdil/Volga Bulgar Han­lığı  toprakları üzerinde kurulmuştu. Nitekim bundan dolayı,halk kendisini, Rusların verdikleri “Müslüman” ve “Tatar” ad­larından başka, “Bulgar” olarak da adlandırıyordu. On doku­zuncu yüzyılın sonlarında, Kazanlı tarihçi Şehabetdin Mercanî(1818­1889), 1885­1890 yılları arasında yayımladığı  ve Türk­çe’ye Müstefâdü’l Ahbâr fi Ahvâl­i Kazan ve Bulgar: Kazan veBulgar’daki Durum Hakkında Faydalanılan Haberler (bu çeviri200841)   olarak  çevrilen  eserinde,  bu  üç   ad  arasından,   “Ta­tar”da karar kıldı ve bu adı kendi ulusunun inhisarına aldı;yani  adı,  mensup   olduğu  ulusa   sınırladı.  Mercanî,   bu  ba­kımdan,   “Müslümanlar”   kitlesinden   ayrıştırdığı   “Tatar   ulu­su”nu yaratan kişi  olarak görülmektedir.  Bir  başka deyişle,Mercanî  Rus   işgalinden  önce  üç  devletin,  Bulgar   ve  Kazanhanlıkları   ile   Altın   Orda   İmparatorluğu’nun   yönetimindesüreklilik içinde yaşamış olan halkın, bir ulus oluşturduğunaişaret etti  ve bu ulusun Ortaçağ’dan beri  bütün Altın Ordatebasına verilen “Tatar” adını, kendi adı olarak benimsemesigerektiğini42  yazdı. Ayşe­Azade  Rorlich'in ifadesiyle, Mercanî,“Tatar   millî   şuurunun   şekillenmesine   önemli   bir   katkıdabulundu, çünkü tarihçi kimliğiyle, halkına kendi tarihini sun­41 Türkiye’de daha önce 1997 yılında Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü

tarafından  Müstefad’ül  Ahbar   fi  Ahval   ­  Kazan ve Bulgar’ın   tıpkıbasımıyapılmıştı. 

42 Bu adlandırma günümüze kadar tartışılagelmiştir ve üzerinde mutakaba­ta varılmış değildir. Ancak bu mesele bu kitapta konumuz dışındadır. 

37

muş  ve   İdil  Müslümanları  hakkında yazarken  ilk kez  Tataradını kullanmıştır”  (Volga Tatarları  141).43  Schamiloglou'nunda   konuşmasında   belirttiği   gibi,   Mercanî   böylelikle   “Tatar”terimine   yeni   bir   anlam   kazandırıyor   ve   modern   Tatarulusunun temellerini atıyordu; bu tarihten sonra “İdil  boyuTatarları”nın   ayrı   bir   ulusal   kimliği44  ve   kutsal   saydıkları,tanımlanmış “anayurt”ları vardır.45

Ancak Mercanî’nin bu katkısının Rus ve sonra Sovyetbilim dünyası   tarafından doğru anlaşılmadığına   işaret  edenSchamiloglou’na   göre,   Çarlık   devrinde   Rus   bilimadamlarıMercanî’nin  her   faaliyetini,   sadece  din  ve  eğitimde   reformabağlamışlardır, çünkü onlar Müslümanlar’da dinsel fanatizm­43 Daha sonra Kayyum Nasırî (1825­1902) de, “Tatarcanın korunması me­

selesini ilk ortaya atan ve kimliğin şekillenmesi ve sürdürülmesinde dilinönemini savunan ilk kişi” olarak ortaya çıkmış ve “herşeyden önce Tataredebî dilinin İdil bölgesinin konuşma dili temelinde inşa edilmesinde ısrareden bir öncü” olmuştur (Rorlich, Volga Tatarları 141­142).

44 Nitekim bu ulus Şubat 1917 Devrimi’nden sonra kendi özyönetimini oluş­turmuş,  Ufa’da toplanan Millî  Meclis, “Millî­Medenî   İç  Rusya ve SibiryaMüslüman Türk­Tatarları  Muhtariyeti”ni  ve bu özerkliğin yönetimi  olanMilli   İdare’yi   kurmuştur.   “Millî­Medenî   İç  Rusya   ve  Sibirya  MüslümanTürk­Tatarları   Muhtariyeti,”   22   Temmuz   1917’de   (hâlen   Rusya   Fede­rasyonu içindeki Özerk Başkurtistan Cumhuriyeti’nin başkenti olan) Ufakentinde   yapılan   kurultayda,   II.   ve   III.   Duma’da   Kadet   Partisi’ndendeputat (milletvekili) olmuş olan Maksudi’nin kaleme aldığı anayasa met­ninin  onaylanması   sonucu   ilan  edilir   (Ayda 98­99).  Devlet,  Türk­Tatarteriminin,   o   dönemde   “Başkurt,   Mişer,   Tipter,   Kazan   Tatarı,   Kreşin,Astrahan Tatarı,  Sibirya Tatarı gibi değişik adlardaki, ancak aynı dil vekültüre   bağlı   olan  Türkî   boyları   birleştirmek   gayesi   ile   kullanılmakta”olduğuna işaret eder ve “Millî Medenî Muhtariyet”in esaslarının, “İdil­Uralbölgesinde   belki   de   ilk   defa   olarak   bir   hayli   yeni   kavrama   açıklıkgetir”diğini  ve bu bölgede  “bir milletin  (ulusun) mevcudiyetine ve onunadının Türk­Tatar milleti  olduğuna işaret”  etmiş  olduğunu belirtir   (İdil­Ural  Ekspedisyonu.  Tatarlar­Başkurtlar­Çuvaşlar  55).  Ama tam da belkibundan   dolayı,   bu   ulusa   “Birlik   cumhuriyeti”   statüsü   verilmemiştir,dolayısıyla üzerinde daha fazla tartışmak bu derlemenin kapsamı dışındakalmaktadır.

45 Bir   başka   deyişle,   bir   yandan   Batı  Avrupa’da  küçük   prensliklerin   birdevlet çatısı  altında toplanmasıyla  İtalyan,  Alman, vs. uluslarının yara­tıldığı;  öte   yandan Doğu Avrupa’da  Osmanlı'dan  koparılan   topraklardayaşayan   topluluklardan   “Yunan,”   “Bulgar”   “Rumen”   vs.   uluslarınınkotarıldığı dönemde, söz konusu topraklarda da, işgal koşulları altında daolsa, modern anlamda bir ulus oluşmuştur.

38

den başka hiçbir şey görmezlerdi; oysa Tatar milliyetçiliği, ger­çekten   var   olduğu  gibi,   ona   reaksiyon   olarak  ortaya   çıkanBaşkırt ve Kazak milliyetçiliklerini de tetiklemiştir. Kazak mil­liyetçiliğini F. Türk bu kitaptaki makalesinde incelemektedir. 

Sovyet­öncesi dönemde Sovyetlerin egemen olacağı top­raklarda   ve  söz  konusu beş   bağımsız  Türk   cumhuriyetininkültürel  mirasında,  milliyetçilik  akımının  var  olmuş  olduğuortadadır  ve  ne  kadar  unutturulmuş  olursa olsun,  yenidenbelirecek ve etkin olacak dinamiklerden biridir. 

Kırım’da TürkçülükKırım’da  ise  Türkçü  düşünür  Gaspralı46  İsmail   (1851­1914)vardır.   Babası   Kırım’da   Yalta   kenti   yakınlarındaki   Gasprakasabasından olan,  kendisi  de  Bahçeşehir  kentinin  bir  kö­yünde doğan, Rusça metinlerini imzaladığı ve Batı’da bilinenadıyla Gasprinski (Gasprinsky), Çarlık Rusyası dahilinde eği­timci   olarak   Türk   okullarında   öğrencilere   Rus   öğrencilerinaldığı eğitime eşdeğer bir eğitim sunan Ceditçilik yönteminin(usul­ü   cedid’in)   savunucusu   ve   uygulayıcısı   olmuş;   ayrıca1883­1918   yılları   arasında   Bahçeşehir’de   yayımladığı  Pere­vodchik ­ Tercüman gazetesi yoluyla bütün Türklerin aynı or­tak dil etrafında birleşmesini sağlamaya çalışmıştır. Bu dilinOğuz   Türkçesi   (örneğin   Azerice,   Kırım   Tatarcası,   OsmanlıTürkçesi, Türkmence) ile Kıpçak Türkçesi’nin (örneğin KazanTatarcası,  Kırgızca ve Kazakça ile Nogayca’nın) bileşimindenoluşacağını   tasarlıyordu   (Williams   311).47  Ortaya   koyduğu“dilde, fikirde, işte birlik” sloganı ünlü olmuştur. 

Brian  G.  Williams,  The  Crimean  Tatars:   the  DiasporaExperience   and   the   Forging   of   a   Nation  (Kırım   Tatarları:

46 İki sessiz  harfi  yanyana okuyamayan, hiç  yabancı dil  bilmediği   için deGaspralı hakkında yabancı yayınları izleyemeyen ve adını basılı görmemişkimselerin etkisiyle, adı Türkiye’de “Gaspıralı” biçiminde deforme olmuş­tur ama o imla yanlıştır; Türkiye’ye yerleşen ve Türkiye Cumhuriyeti yurt­taşı olmuş çocukları ve torunları Gaspralı’yı kullanmışlardır. “Frenkçe”denalınan örneğin station’a “i” eklenerek istasyon yapılabilir ama bir özel adıdeğiştirmeye kimsenin ne etik ne de yasal açıdan hakkı vardır. 

47 Türkçe’nin değişik  kolları   için bkz.  örneğin  T.  Tekin’in “Bugünkü  TürkHalkları ve Dilleri” (2007) başlıklı yazısına. 

39

Diyaspora   Deneyimi   ve   Bir   Ulusun   Oluşumu,   2001)   adlıeserinde   Gaspralı’nın   ve   kendisi   gibi   düşünen   CeditçilerinRuslar’ı  kızdırmamak  ile   İslâm ulemasını  kızdırmamak ara­sında güç  bir  dengeyi   tutturmaya çalıştıklarını  yazar   (303).Bundan dolayı,  Gaspralı   “Ruslardan yana”  olmakla  suçlan­mıştır. Yani kimileri Gaspralı’nın herşeyden önce o dönemdekimedrese   eğitiminin   kabuğunu   çatlatarak,   Çarlık   Rusyasıdahilinde yaşayan Türklerin ufkunu genişletmeyi ve onlarınBatı biliminden haberdar olmasını istemesini, Ruslar’la anlaş­ma   içinde   olmak   olarak   görmüşlerdir.   Kimi   militanlar   dakendisini   yeterince   radikal,   yeterince   milliyetçi,   yeterince“Kırımcı” bulmamışlardır. Williams’ın açıkladığı gibi, Gaspralı“milliyetçi   değil”   değildir,   ancak   onun   ulusu   sadece   ondokuzuncu yüzyıl sonunda Kırım’da yaşayan 200 bin kadarlık“Kırım   Tatarı”   değil,   milyonlardan   oluşan   Türk   ulusudur.Williams,   Gaspralı’nın   programının   pan­Türkist   olduğunaşüphe   olmadığına,   amacının   Çarlık   Rusyası   içinde   dağınıkvaziyette   bulunan   bütün   Müslüman   Türkleri   birleştirmekolduğuna işaret eder. Zaten  “dilde, fikirde, işte birlik” ilkesi,Rusya’daki Türkler’le birleşmeyi aşan, Osmanlı Türkleri’yle debirleşmeyi   öngören   bir   tasarının   ifadesi   olarak   yorumlan­maktadır.  Williams,   Gaspralı’nın   bu   uğraşında   büyük   ihti­malle pan­Slavizmden ve Fransa ile Almanya gibi ülkelerdeki,zaman içinde üzerinde karar kılınan merkezî bir lehçe etra­fında   birleşilerek   bir   ulus   oluşturmaya   gidilen   ulus   inşaörneklerinden48 esinlendiğini yazar.49 Gaspralı’nın fikirlerinin,yine de, zamanla, dar anlamda Kırım milliyetçiliğine esin kay­nağı olduğunu belirtir (311, 301). 

48 Uzun bir zaman dilimine yayılmış böylesi bir ulus inşası sürecini hâlen(yirmi birinci yüzyılın ilk onyılı ve devamında) SNP (Scottish National Party– İskoç Ulusal Partisi) yoluyla İskoçyalılar kotarmakta. 

49 “Milli­Medenî Muhtariyet”in başkanı seçilen ve daha gençliğinde yakındantanımış olduğu Gaspralı’dan etkilendiğini gizlemeyen Maksudi de, toprağadayalı olmayan “kültürel özerklik”le ilkesel bazda aynı şeyi yapmak iste­miştir.  Bunun,  küçücük  bir  özerk  cumhuriyet   verilerek  susturulabilenBaşkırt milliyetçiliğinden çok daha tehlikeli olduğunu Sovyetler anlamışve Gaspralı’nın “ortak dil”  ilkesini  unutturdukları  gibi,  “Muhtariyet”i  veonun   “Millî   İdare”   dönemini   tarih   kitaplarından   ve   kolektif   bellektenneredeyse tamamıyla silmişlerdir. 

40

Ancak, diye ekler Williams, Çarlık sorumluları, Gaspra­lı’nın “uyuşuk” Müslümanları eğiterek uyandırmasını  ve Rusbilimi   sayesinde   kendi   halkını   kalkındırmasını,   statükoyubozacak bir hamle olarak görürler—ve hiç  de memnun kal­mazlar.   Schamiloglou’na   göre   de,   Gaspralı’nın,   gerçektenTürkçülük   ve   İslâmcılık   ideolojilerini   yansıtan   fikirleri,  Rusimparatorluğunu çok korkutmuştur. 

SSCB’nin kurucuları, imparatorluğun son yıllarının buhassasiyetini kaydetmişler, yeni devletin ömrü süresince, dini,komünizmin   ilkeleri   adına   kamu   alanından   yasaklarken;kendi   icat   ettikleri   çeşitli   suçlamalarla   (burjuva   sapkınlığı,halk düşmanlığı, vs.) pan­Türkizm/Turancılık ile Gaspralı vediğerlerinin   fikirlerini   zihinlerden   neredeyse   hepten   silmeyibaşarmışlardır. Ortak bir Türk dili kotarma iştiyakı ise özel­likle unutturulmuşa benziyor, zira sınırlar tam da herşeydençok, gereğinde olduğundan büyük gösterilen dil farklılıklarınadayandırılmıştır.

SONUÇ 

Yapay, keyfî ve kimi yerde Sovyetlerin kendi kısa vadeli çıkar­larına göre saptanan, özellikle Çarlık Rusyası’nın işgal ettiğitoprakların, işgalden önceki maddî ve manevî sınırlarını orta­dan kaldırmaya,   süregelmiş  birlik  duygularını   ve  aidiyetlerideğiştirmeye ve yoketmeye yönelik olarak, sıfırdan çizilen yenisınırlar ne dereceye kadar kök saldı? Sınırların içindeki dev­letlerdeki topluluklar, ne dereceye kadar birer ulusa dönüştü?Kurubaş, “Yeni Türk cumhuriyetleri bağımsızlıklarına kavuş­tuklarında   ellerinde   sadece   devletleri   değil,   aynı   zamanda‘Sovyetik ulusları’ da vardı. O nedenle de buralarda olmayanbir ulusun inşası değil, geçmişin mirası üzerine ama kurucubabalığını   kendilerinin   yaptığı   bir   uluslaşma   süreci   yaşa­nacaktır, yaşanmaktadır” diye yazmaktadır. Ona göre, “[b]öylebir   uluslaşmanın   gerçekleştirilme   zorunluluğu,   Sovyetikulusların ve verilen kimliklerin gerçek anlamda halk tarafın­dan benimsenmemesi, içine Rus kültürünün katıştırılması ve

41

Rusya’nın   stratejik   çıkarlarına   uygun   düzeyde   ve   coğrafisınırlar çerçevesinde gerçekleştirilmesi gibi nedenlerden kay­naklanmaktadır.”   Zira   Ruslar,   “sadece   Türk   topluluklarınıbirbirinden ayıracak düzeyde uluslaşma gerçekleştirmiş, bü­tün toplumda birlik ve dayanışma ruhu oluşturacak bir ulus­laşmaya izin vermemiştir” (132). 

Bu   dinamiklerin   yarattığı   sorunlarla   değişik  cum­huriyetler   değişik   biçimlerde   mücadele   ettiler:   Kitaptakimakaleler,  kimi  yerde   tarihten  figürler  çekip  alınarak,  kimiyerde var olan kişileri “ikona”laştırarak yeni “put”ların ve yenigeleneklerin “icat” edildiğini aktarmaktalar. Berdikeeva, “[b]ugirişimler   arasında,   Kırgız   tarihsel   figürü   Manas’ı50  Kırgızbilincinin   ayrılmaz   parçası   haline   getirmeye   yönelik   başlıbaşına bir kampanya  .   .   .  vardı.  Manas her yerde hazır  venazır   bir   ulusal  ‘ikona’ya   dönüştü”   diye   yazıyor.   Denison,Türkmenistan’da Niyazov’un  döneminde nasıl  kendi adı51  veailesi etrafında bir kült yaratmış olduğunu eleştirerek aktar­maktadır, ama SSCB’nin yıkılmasının yarattığı  boşlukta bu­nun   gerekmiş   olduğunu   da   kabul   etmektedir.   Niyazov’un,Denison’un eleştirisine maruz kalan, kendi babasına anıt dik­mesi   belki   yanlış   bir   davranıştı   ama   anısı   önünde  diz   çö­külecek kahraman yaratma sürecine uygun bir adımdı. Bilin­diği   gibi,   Özbekistan’da   ise   Timur   yüceltilmektedir.   Bütüncumhuriyetlerde, gerek Çarlık döneminde, gerek SSCB döne­minde takibata uğramış, susturulmuş, unutturulmuş şairlerve   yazarlar   yeniden   ön   plana   çıkarılmaktadır.   Ulusalkültürleri yeniden sahiplenmede müzeler de kullanılmakta vebunlar,   sadece   kültürel   mirasın   ya   da   üretilmiş   sanatınsergilendiği  mekânlar   olarak  değil,   aynı   zamanda   geçmişin

50 Manas,  kendi adını  taşıyan destanın kahramanıdır.  Destanın Türkçe’yebir çevirisi için, bkz. Emine Gürsoy­Naskali’nin yayıma hazırladığı, yaptığıçeviriyi ve Radloff’un derlediği Kırgızca metni içeren, 1995 yılında çıkanManas Destanı’na.

51 Denison, Niyazov kültünde, Stalinci motifler bulduğu kadar, Niyazov’unilk kez 1991’de geldiği Türkiye’den edindiği “Atatürkçü” öğeler de görüyor.“Niyazov, Ankara’daki kocaman Anıtkabir külliyesinde ve de başka yerler­de karşılaştığı Kemalist imgeleri adetâ içti . . . 1993’te Türkmenbaşı ünva­nıyla donanması, Atatürk’e çok bariz bir göndermedir” diye yazıyor. 

42

anıldığı mekânlar olarak da işlev görmektedir. Bu   meyanda,   bütün   Sovyet­sonrası   alanda   Sovyet

dönemi cebir ve zulmün kurbanlarını yadetmek üzere anıtlardikilmiş ve müzeler açılmıştır. Bunların başında siyasal baskı(represiya)   müzeleri   gelmektedir.   En   çok   acı   çekilen  gu­lag’lardan  biri   olan,   günümüzde  Rusya  Federasyonu  içindebulunan  Perm52  kentinde   yeralan   “Perm­36”   adlı  gulag’ınmahalinde   Siyasal   Baskı   Tarihi   Müzesi   1996’da   ziyaretçikabul etmeye başlamıştır. Ancak Rus olmayan topluluklarıntopraklarında kurulan siyasal baskı müzeleri,  yadetmeye ekolarak, ulus inşası işlevini de yüklenmiş durumda. Örneğin,Estonya’nın başkenti Talin’de İşgaller Müzesi (açılışı 2003) veGürcistan’da   Sovyet   İşgali   Müzesi   (açılışı   2006)   gibi,   Türkcumhuriyetlerinde   kurulmuş   olan,   örneğin,   Özbekistan’ınbaşkenti  Taşkent’te,   Çarlık   ve   Sovyet   dönemlerindehayatlarını   kaybetmiş   olanların   anısına   dikilen,   TürkiyeTürkçesi’yle   “Şehitler   Hatırası”   anıtının   bünyesinde   açılan,Baskılar   Kurbanları   Müzesi   (açılışı   2002),   Kazakistan’ınÇimkent   kentinde   kurulan   Baskı   Müzesi   (açılışı   2001)   veAlmatı’da   kurulan   Baskı   Müzesi   (açılışı   2003)   bunlarınarasındadır (son iki müze için bkz. Aydıngün, “Kazakistan’daTarihi Canlandıran ve Ulusal Kimliği İnşa Eden Müzeler”).

Antropolog   Bozkurt  Güvenç  kimlik  ile  imge  arasındaayrım   yapar.   2005’te   “Kültür   ve   Kimlik”   sempozyumununaçılış  konuşmasını  yaparken,  kimliğin   insanın kendisi  hak­kında  düşündüğü,   imge   ise  başkalarının  düşündüğü   oldu­ğunu belirtti. Bu kitaptaki makalelerin bazıları oluşturulmayaçalışılan kimlikleri, bazıları ise gözlemcilerin algıladığı imgelerisunuyor. Bu bakımdan, makalelerin her biri, cumhuriyetlerindeğişik bir yanına odaklanırken, aynı zamanda değişik eğilim­leri yansıtan bakış açılarını sergiliyor. 

Nesibli makalesinde bizleri çok eskilere götürüyor. Azer­baycan’ı ve günümüzdeki kimlik oluşturma konusunda karşı­laştığı   sorunları   ele   alırken   çeşitli   dönemlerde   Osmanlı’ylailişkileri  de   incelediği,  ama daha da geriye  gittiği,  uzun bir

52 Zekiev’e   göre   bu   eski   Türk  kentinin   adı   gerçekte  Biarım’dır   (“İdil­UralTürklerinin Etnik Tarihi” 68).

43

tarihçeyi,   günümüze   kadar   getiriyor—hatta   “tablo”nun   tamolması   için   Azerbaycan’ın   bölünmüşlüğüne   değinerek(İran’daki) güney Azerbaycan’ın durumunu da ekliyor. (1473yılında—bugünkü Erzincan ve Bayburt arasında olan—Otluk­beli   Savaşı   (1473)’nda   Sultan   II.   Mehmet   [1432­1481,saltanatı   1451­1481]’e   yenilen)  Akkoyunlu  Uzun   Hasan(1423­1478,   saltanatı   1453­1478)’ın   Kur’an’ın   Türkçe’yeçevrilmesi için emir verdiğini aktarıyor ve şu hususa dikkatçekiyor: Yüzyıl sonra kilometrelerce ötede, bugün Almanya’yıoluşturan topraklarda, bir başka kutsal kitabın, İncil’in, yereldile, (Martin Luther [1483­1546] tarafından 1522­1534 yıllarıarasında) Almanca’ya, çevrilişi “bu ülkede modern ulus­devletinşa sürecinin ilk dönüm noktasını oluşturmuş”ken, Kur’an’ınçevrilişi aynı etkiyi yapmadan kalıyor. Türk cumhuriyetlerininöyküsü, biraz da, neden Avrupa’daki mukabilleriyle eşzamanlıolarak ulus­devlet yapısını elde edememiş olduklarının tarih­çesidir.  

Bu   arada,   okur   konuyla   ilgilenip,   dönem   hakkındakendisi de okumak istediği zaman, Venedik dükalığının nasılUzun Hasan’ı  Osmanlı’ya karşı  savaşmaya ikna etmiş  oldu­ğuyla karşılaşıyor: Osmanlıların İstanbul’u fethi yani Bizansİmparatorluğu’na son verişleri üzerine dehşete düşen Batılılar—özellikle  Venedikliler,   (Timurlenk  [Aksak Timur]  olarak dabilinen   Gurkânî   Timur   ya   da   Emir)   Timur   (1336­1405,saltanatı   1370­1405)’’un   1402’de   Ankara   Muharebesi’ndegalip  gelerek  Osmanlılara  darbe vuruşu örneği,  Osmanlıları“arkadan   vuracak”   birini   ararlar—kendileri   de   eşzamanlıolarak “ön”den, batıdan hücum etmek ve böylece Osmanlılarıkıstırmak   niyetindedirler—sonunda   Uzun   Hasan’da   aradık­larını bulduklarını düşünürler. Bu konuda kendisini ikna içinTrabzon Rum  İmparatoru’nun kızı  olan eşi  Katerina Despi­na’nın bir akrabası dahil, çeşitli elçiler, bu arada sonradan se­yahatnamesiyle53  ünlü   olacak   Giosafat   Barbaro   (1413–1494)’yu   yollarlar   (bkz.   Lockhart   377;   ayrıca   “GiosafatBarbaro”).   Yaşananlar,   günümüzde   ABD   ve   diğer   Batılıgüçlerin CIA ve benzeri kuruluşların yoluyla dünya siyasetine

53 Türkçe’ye Anadolu’ya ve Iran’a Seyahat (2005) olarak çevrilmiştir. 

44

yön   verişlerinden/vermeye   çalışmalarından   hiçbir   farkı   yokgözüküyor. 

Öte  yandan,  Osmanlılar  belki  de  Şiîliği   tam değerlen­dirememişlerdir.  Nesibli,  Vladimir  Minorsky   (1877­1966)’nin“eğer Şiîliğin varlığı olmasaydı, İran, Türk saldırılarının etki­siyle   boğularak,   ortadan  kalkardı”   diye   yazdığını   aktarıyor.Başlangıçta   “müesses  nizam”a,   (Sünnî)   yöneticilerin   yozlaş­mışlığına karşı çıkan ve ezilen kitlelere hitap eden püriten birhareket  olan  (bkz.  Ghasemi),  Nesibli’nin de,   “İslâm dünyasıiçinde resmî iktidara karşı çıkan siyasal güçler için uygun birideolojik  temel oluştur”duğunu belirttiği ve Minorsky’den ak­tardığı   gibi,   “esasında   İran  milliyetçiliğiyle  hiçbir   ilişkisi   ol­mayan” Şiîlik, bir yandan (Minorsky’ye göre) “İranlıların soyutİslâmiyet   içinde,  daha doğrusu,  gerçekler  bakımından Türkokyanusu içinde erimesine karşı koyma hakkını sağlayan birada görevi görmüştür.” Öte yandan Nesibli’nin dikkat çektiğigibi, “bağnaz Şiiliğin temel ideolojiye dönüşmesi ve ‘dış Türk­ler’le   (Osmanlı   ve  Türkistan’la)   birkaç   nesil   boyunca   sürenaralıksız savaşlar,” Azerbaycan Türkü’nü  “Farslar’la ve Türkolmayan başka topluluklarla birleştirip, onlarla  ‘din kardeşi’yap[mış]; diğerlerini ise ‘kâfir’  ilan ettir[miştir].” Bilindiği gibi,Şiîlik  Şah   I.   İsmail  Safevî  (1487­1524,   saltanatı   1501­1524)’nin bu inancı devlet dini ilan etmesi ve tebasını Şiîliğibenimsemeye zorunlu kılması sonucunda İran ve Azerbaycantopraklarında kalıcılık kazanmıştır.  Osmanlı  Devleti,  Şiîlik’leancak   onun   kendi   topraklarındaki   tecellisi   olan   Alevîlikdolayısıyla   ilgilenmiştir,   o   da   Alevîliği   benimsemiş“kızılbaş”ların,   itikadları   dolayısıyla   başka   bir   devlete   biatetmeleri   tehlikesi   karşısında.   Tabiî,  Çaldıran   Savaşı(1514)’nda Yavuz Sultan I. Selim (1470­1520, saltanatı 1512–1520)’le savaşan ve yenilen54 Şah I. İsmail, tıpkı Uzun Hasangibi,   Şiî’ydi.   Yani   Osmanlı   sınırları   dışındaki   bu   Türkler,hasımdı,   “düşman”dı—korunulacak,   yabancı   etkiden

54 Bu çatışma konusunda son yıllarda  yazılmış   romanlar   için,  bkz.  RehaÇamuroğlu’nun 2000’de yayımlanan İsmail’i ile İskender Pala’nın 2010’deyayımlanan Şah ve Sultan’ına. 

45

“kurtarılacak” kardeş değil.55 Zaten nasıl günümüzde TürkiyeCumhuriyeti’nde   İngilizce   sözcükler   dili   kuşatmışdurumdaysa   ve   İngilizce   kullanmak   üstünlük   sayılıyorsa,Sultan   II.   Selim’in   döneminde,   herkesten   önce   sultanınkendisi,   hem   yazdığı   şiirlerde,   hem   de   resmî   sarayyazışmasında   Farsça   kullanmıştır.   İran   toprakları   üzerindehüküm sürmekte  olan Şah  İsmail   ise,  hem şiirlerini   (Azerî)Türkçe(si’nde)   yazmıştır,   hem  de   resmî   yazışmayı   bu  dildeyürütmüştür.  Yine de aynı Şah İsmail, 1523’te Kutsal Romaİmparatoru  (Şarlken diye  de  bilinen)  V.  Karl   (1500­1558)’a,Avrupalıların   neden   Osmanlılar’la   savaşacaklarına   birbiri­leriyle   uğraşıp   durduğunu   anlamadığını   yazmadan   edemez(Wessels 68). 

Şu bir gerçek ki, bu yörede henüz dünya görüşünün dintarafından şekillendiği, buna karşılık ulus­devletlerin teşekkületmediği hatta kavramın zihinlere girmediği, etnik aidiyet türüduyarlık ve kaygıların ise söz konusu bile olmadığı bir dönem­de Şiîlik,  Nesibli’nin  belirttiği   gibi,  Osmanlı  Türkü   ile  AzerîTürkü ve Azerî Türkü ile Türkistanlı arasında kalıcı olacak birduvar örmekle kalmamış, Osmanlı Türkü ile Türkistanlı ara­sında da tam bir bariyer işlevi görmüştür. 

Velhasılı,   görüldüğü   gibi   bugün   de   benzeri   yaşanantarih boyunca yapılan hatalar, atılan yanlış  adımlar, kardeşkavgaları, kaçırılan fırsatlar . . . Okuru düşünceye sevkediyor.Bir yandan da, günümüzdeki konjonktürü anlayabilmek içinTürk topluluklarının, çok eskilerden başlayıp günümüze ka­dar gelen bütüncül bir tarihine gerek olduğu ortaya çıkıyor.Böyle bir tarih henüz yok ve olmayışı büyük bir eksiklik. En

55 Doğrusu, bu bakımdan, en parlak dönemlerinde Osmanlı’nın, “renk körü”der gibi, “Türk körü” olmuş olduğunu kabul etmek gerekir. Örneğin, baş­ka bir yerde de işaret ettiğim gibi (bkz. Pultar, “Giriş” 24) 1363’de Filibe’yifethederek, topraklarını topraklarına katmaya başladığı Bulgarların Türkolduklarının da hiçbir zaman farkına varmamıştır. Tabiî başka bir açıdanbakılırsa, bu, imparatorluk olmanın getirdiği bir öğe olabilir. Nasıl günü­müz   “imparatorluk”unu   Antonio   Negri   ve   Michael   Hardt   merkezsiz   veaygıtsız   bir   “egemenlik”   olarak   betimliyorlarsa   (bkz.   Türkçe’ye  İmpara­torluk [2001] olarak çevrilen eserlerine), yani değişik bir imparatorluk türütanımlıyorlarsa, Osmanlı Devleti de kendine özgü bir imparatorluk türüolarak incelenmelidir. 

46

azından Berlin Duvarı’nın yıkılması (1989) ve SSCB’nin çök­mesiyle   başlayan   yeni   dönemde   elde   edilebilen   yeni   belge­lerden ve olanaklardan yararlanılarak hazırlanmış  olanı yokve çok gerek. Belki bu derlemeden çıkacak bir sonuç budur.Sovyetlerin,   sınırları   saptar,   belirli   simgeleri   öne   sürer,“ikona”ları yok eder ve resmî tarihleri yazarken, tam olarak neyapmak istemiş oldukları ancak o zaman açıklığa kavuşabilir;örneğin,   Ilkhamov’un   Özbek   kimliği   konusunda   sunduğu“arkeolojik”  bulguların   isabetli  olup olmadığı  da  ancak öyleanlaşılabilir.

Yüce,  Kırgızistan  örneğinde  beklenen  uluslaşma süre­cinde özel koşulların dayatmış olduğu zikzaklara değiniyor veKırgızistan Cumhuriyeti”nin adının “Kırgız Cumhuriyeti” ola­rak değiştirildiği  1993 yılında, Kırgız ulusal kimliğinin oluş­turulması   yerine,   “Kırgızistan   yurttaşlığı   kimliği”nin   oluş­turulması politikasına geçildiğine işaret ediyor. “Böylece, kü­çük çapta da olsa Kırgızistan’da ‘Sovyet ulusal kimlik siyasası’devam   ettirilmeye   çalışılmıştır”   diye   yazıyor.   Bunun,Batılıların   daha   üstün   saydıkları   “yurttaşlığa   dayalı”yönetişime   daha   uygun   olduğunu   kabul   etmek   gerekir.Nitekim,   Yüce   de,   “[b]u   politikanın,   Kırgızistan’da   olası   biretnik   çatışmayı   önlemede   önemli   bir   rol   oynadığımuhakkaktır” diye belirtiyor, “ancak Kırgız ulusal kimliği[nin]oluşumunu ciddi bir şekilde engellediği de bir gerçektir” diyeyazıyor. “Birçok Kırgız milliyetçisi tarafından eleştirilmiş” olanbu   gelişmeye   “[h]erşeyden   önce   Kırgızistan’ın   demografikyapısı[nın]   türdeş”   olmayışının   yolaçtığına   dikkat   çekenYüce’ye   göre,   çok   pragmatik   bir   neden   daha   var:   “Sovyetmirası olan, sanayileşme politikası.” Yüce, sanayii sektörününneredeyse tamamıyla Rus ya da genelde Slav nüfusun elindeolduğunu   ve   bundan   dolayı   onların   alıkonulmamasıdurumunda ülkenin çökebileceğini, siyaset değişikliğiyle böylebir   gidişatın   önlemi   alınmış   olduğunu   aktarıyor.   YineKırgızistan   üzerine   yazan   Berdikeeva,   makalesinde,   tümSovyetleştirme sürecine rağmen varlığını koruyan boyların veaşiretlerin   ülkenin   günümüz   siyasetine   müdahalesiniinceliyor. Berdikeeva’ya göre, hâlen aşiretçilik ve bölgeselcilik

47

demokratikleşmeyi, ekonomik gelişmeyi ve siyasal reformlarıngerçekleşmesini olumsuz olarak etkilemekte.

Ilkhamov, bir hayli ses getirmiş olan makalesinde, tari­hini  1924’te  başlattığını  belirttiği   “Özbekistan”ın toplumunuoluşturan   öğeleri   incelerken,   okuru  bir   yandan  Altın   Ordatarihini yakından izlemeye çağırıyor, öte yandan dilin ve tari­hin tepeden inme yöntemlerle “sisteme oturtuldu”ğu, “kalıbayerleştirildi”ği,   bir   sosyal   mühendisilik   “distopyası”na   götü­rüyor. 

Badem, Soğuk Savaş döneminde gerek Türkiye’de gerekBatı’da  özellikle   sola  açık  çevrelerde  yaygın  olmuş   olan birgörüşü yansıtıyor. Bu görüş 1989’dan bu yana eskisine göredaha seyrek ifade ediliyorsa da, bu makalenin varlığının dagösterdiği gibi, yine de destekçilere sahip ve söz konusu ül­kelerle ilgili çalışmalarda kaale alınması gerek bir anlayıştır.56

Badem, “Kazakistan”ın ilk önce Çarlık, sonra da SSCB tara­fından   yönetilmiş   olmasının   yararlarına   değiniyor:   “Kazak56 Bu tür bakış açısıyla kaleme alınmış metinler hâlen Batı’da da yayımlan­

maya  devam ettiği   gibi,   bunların  yazılışı   eski  Sovyet   alanında   ve   eskiSovyet insanı tarafından da sürdürülmekte. Örneğin, Askat Dukenbaev veValimjan Tanyrykov,  2001’de yayımladıkları,   ve  “United Nations OnlineNetwork in Public Administration and Finance” (Birleşmiş Milletler KamuYönetimi   ve   Finans   Çevrimiçi   Ağı)   portalında   hâlen   yeralan,   “Politico­administrative   Relations   in   Kyrgyzstan”   (Kırgızistan’da   Siyasal­Yönetselİlişkiler) başlıklı makalelerinde, Kırgız boylarının, on dokuzuncu yüzyılınortalarından itibaren, Rusların Türkistan’ı “fethetmeleri”yle, tedricen Rusimparatorluğuna  dahil   olduklarına   işaret   ettikten   ve   1855­1876   yıllarıarasında   bazı   Kırgız   boylarının   imparatorluğa   gönüllü   olarak   katıl­dıklarını,  kalanlarının zorla alındığını belirttikten sonra,  “[g]enelde, bazıolumsuz anlara rağmen, Rus  imparatorluğuna katılmaları  Kırgız  boyla­rının   toplumsal   ve   ekonomik   gelişmelerine   büyük   ilerleme   getirdiğini”yazıyorlar ve şöyle devam ediyorlar: “Kırgızistan’ın kuzey kısmındaki bazıboylar, göçebe yaşam tarzından uzaklaşmaya başladılar; ülkenin güneyin­deki   boylar   zaten   toprağı   işlemekteydiler.   Aynı   zamanda,   bağımsız   birKırgız   devleti   oluşturma   denemesi   bastırıldı   ve   Kırgızlar   Rus   impara­torluğunun  parçası   olarak  kaldılar.   1917  Bolşevik  Devrimi’nden   sonraKırgızların tarihsel gelişiminde yeni bir sayfa açıldı. Yakın tarih, komüniz­min egemenliğinin sonunu kaydetti,  ama komünizm gelişmemiş  ülkeleriçin   tarihin   belirli   bir   anında   hem   koloniyal   gerikalmışlığa   yapıcı   biralternatif,  hem de toplumsal, ekonomik ve siyasal  gelişmeye fırsat sağ­ladı.”  Görüldüğü  üzere,  Sovyet  propaganda söylemi bile  hâlâ  sürdürül­mekte.

48

ÖSSC, 1936 yılında yapılan (‘Stalin Anayasası’ olarak da bili­nen) Sovyet Anayasası ile, RFSSC içinde bir özerk cumhuriyetolmaktan çıkıp,  ‘Birlik cumhuriyeti’ statüsüne yükseltildi. 26Mart 1937’de kabul edilen Kazak Sovyet Sosyalist Cumhuri­yeti (KSSC) Anayasası (1926 Anayasası’nın aksine), herhangibir dile resmî dil ya da devlet dili statüsü vermiyordu. Ancakburada ilginç olan, Sovyet iktidarının, etnik ve ulusal kimliğibastırmak bir yana, onu geliştirmiş, hatta ön plana çıkarmışolmasıdır. . . . Kazakistan’da toplam Slav nüfus, Kazaklardandaha fazla olduğu halde,57 genel bir kural olarak (istisnaî du­rumlar dışında) devlet dairelerinde en üst düzeydeki yöneti­ciler Kazaklardan, yardımcılarıysa Ruslardan ve başka milli­yetlerden seçiliyordu” diye yazıyor. Kazakistan’da dilsel kimli­ğin gelişimini incelediği makalesinde,  Kazakça’yı yerleştirmekiçin girişilen hamleleri aktarıyor ama, yapılanların abesle işti­gal olduğunu belirtiyor. Daha doğrusu,  “eski  ‘komünist’ yenimilliyetçi­liberal”   yönetici   seçkinlerin,   Kazakistan’da   Kazak­ça’yı yerleştirmeye yönelik  dil siyasetinin “hâyâlperestliği” ilegerçekte Rusça’nın Kazakça’ya geçit vermeyecek derecede ba­şat   oluşu   arasındaki   uçuruma   değiniyor.   “Yönetici   seçkin­ler”in, Kazakça’yı, ülkede kullanılan, geçerli bir dil haline ge­

57 Badem,  Nikita  S.  Kruşçev   (1894­1971,  SSCB Komünist   Partisi  BirinciSekreteri   1953­1964,   SSCB   başbakanı   1958­1964)’un  başlattığı,Türkçe’ye çeviriyle, “bakir topraklar” kampanyası dolayısıyla Kazakistan’aSlav göçünü hatırlatıyor. Şu bir gerçek ki, kampanya mucibince, SSCBiçinden Kazakistan’a başta Ruslar ve Ukraynalılar olmak üzere çok büyüksayıda kişi göç etti. (Kruşçev’in aşıladığı gayretle ilk başında büyük başarıkazanıldı.  Bu sayede 1956 yılında SSCB, Batı’nın ürettiği  buğdayın  ikimislini   üretti:   Halkını   doyurabildiği   gibi,   komünist   yaşam   tarzının[Batı’dakinden] daha üretken olduğunu gösterebiliyordu. Ancak SSCB’ninenfrastrüktürü,  ürünün  ihtiyac  duyulan  köy  ve  kasabalara  dağıtılmasıkonusunda yetersiz kaldığı gibi, yeterince silo bulunmadığından ürününbüyük bir kısmı bozuldu. Üstelik, topraklarda sadece buğday ekildiğindentopraklar kısa zamanda kıraçlaştı, ama planlama yetersizliğinden gereklisunî gübre sağlanamadı. Arkasından erozyona engel olunamadı ve toprak,arkasında   işe   yaramaz   bozkırı   bırakarak   rüzgardan  uçup   gitti.   SSCB,açlık   başgöstermemesi   için   Kanada’dan   buğday   ithal   etmeye   zorunlukaldı. Bu da SSCB ve lideri için büyük bir bozgun oldu.) Bizim açımızdanönemli olan, kampanya bitse de 6 milyon civarında Slavın Kazakistan’dakaldığıdır (“Virgin Lands Campaign”). 

49

tirme gayretlerinde samimî olmadıklarına, bunun zaten müm­kün olmadığına, onların da bunu bildiğine ama “dostlar alış­verişte görsün” kabilinden, oy toplayabilmek ya da mevcut ik­tidarlarını güçlendirmek için Kazakça için didiniyorlarmış gö­ründüklerine   işaret   ediyor.  “Rus  dili,   belli   tarihsel   koşullarsonucu Kazaklar için modernleşmenin aracı olmuştur,” diyeyazıyor Badem. “Dolayısıyla, “öngörülebilir bir gelecekte bu ül­kede Rusça’nın egemenliği  bozulacak gibi görünmemektedir.Bu da, uzun vadede, Kazakistan’ın Rusya Federasyonu ile hâ­len var olan sağlam kültürel, ekonomik ve siyasal bağlarınınsüreceği anlamına gelmektedir” sonucuna varıyor. 

Michael Denison da, Türkmenistan’da yeni bir kültürelevren yaratma gayretlerinin abesle iştigal olduğuna inanıyor.Türkmenistan üzerine çalışan az sayıda bilimadamından biriolan ve Niyazov dönemine odaklandığı makalesinde bu ülke­deki gelişmeler konusunda bir hayli bilgi veren Denison, Batılıolmanın ona bahşettiğini  düşündüğü  eleştirel  bir bakış  açı­sıyla,   Niyazov’un   tasarruflarında,   bırak   takdir   edilebilecek,hor görülmeyecek bir tek fiil bulamıyor. Niyazov’un ülkesininSovyet geçmişiyle bağları koparmaya çalışmasını, iğreti kalan,yüzeysel   bir   resmî   işlem   olarak   görüyor,   halkın   nostaljiduygularının   yanında   etkisiz   olduğunu   düşünüyor;   dikilenanıtların  ya  da yeni  oluşturulan anma göreneklerinin  etkiliolmayışının,   Türkmenistan’da   Sovyet­sonrası   ulusallaşmaprojesinin sınırlılığını ortaya koyduğunu savunuyor. Makale,okuru şu soruyla karşı karşıya bırakıyor: İşgalci bir güç, işgalettiği   topraklarda   kendisinin   bir   savaşına,   işgal   ettiğitopraklardan   da   asker   gönderirse,   söz   konusu   topraklarıterkettikten sonra, işgali sırasında katılmaya zorlamış olduğukişiler, kendi deneyimlerinin de bulunduğu bu savaşı,  nasılanmalılar?

Batı  Avrupalılar  ve Amerikalılar,  Rusları  hasım olarakgördükleri zaman eleştirmeye hazırdırlar, ama örneğin “OrtaAsya” toplumları söz konusu olduğu zaman, Ruslar’dan yanaolma,   Hıristiyan   Rus   ilâ   Müslüman   Orta   Asyalı   ilişkisindeRus’u üstün görme eğilimindedirler.  Sovyetler Birliği  yıkıldı­ğından beri, “Orta Asyalı”yı, Rus’un sultasından ayrıldığı için

50

bir azarlamadıkları kalıyor; bu makale de bu yaygın söylemintipik   bir   örneği.  İlginçtir,   Denison   bu   arada   bugün   Türk­menistan   olan   toprakların  Çarlık   güçleri   tarafından   işgaledilmeden önceki siyasal yapısının ne kadar demokratik oldu­ğunu aktarıyor. Liderliğin soya dayalı değil “durumsal” oldu­ğunu, “mutabık kalınan bir amaç ya da süre için bir han’a yada  serdar’a,”   askerî   komutana,   “eşit  şekilde  bahşedil”diğini“ya   da   elinden   alın”dığını   belirtiyor;   üstelik   bu   sırada   daliderin   başına   buyruk   olmadığına,   “yaşlılardan   ve   cemaatönderlerinden oluşan köy kurullarında (maslahat’larda) alınankararların görüşbirliğiyle ve  adat’a (âdetler bütününe) uygunolarak   alınmasına   çok   dikkat   edil”diğine,   eğer   “[o]ybirliğisağlanamazsa,   karar   almanın,   kabul   edilir   bir   uzlaşmasağlanana   kadar   ertelen”diğine   dikkat   çekiyor.   Ancak,durumu demokratik olarak  tanımlayacağına—ki öyle  olmasıbeklenirdi,   aksine   bir   zaaf   olarak   gösteriyor:   Olumsuz   biraçıdan   bakarak,   “kalıcı   otoritesi   olan   ve   sürekli   personelledonatılmış   bir   siyasal   liderlikten   yoksun,”   başsız—kenditerimiyle  akefal58  olarak görüyor. Bu tür makaleler,  TürkiyeCumhuriyeti’nde   Türk   cumhuriyetleri  konusunda  bu   denlilakayt kalmanın, bir “Türk anlatısı” üretilmeyişinin ne kadarbüyük eksiklik olduğunu gösteriyor.

Feza Tansuğ   ise, “‘Nakkareni59  Çal ki Güç  Kazanalım’:Orta Asya’daki Uygur Diyasporasında Toplumsal ve MüzikselDeğişim” başlıklı makalesinde, kültürel kimliğin oluşmasındabağımsızlığa gerek olmadığını gösteriyor,  sanatın ve özelliklemüziğin kültürel kimliği oluşturmadaki rolüne eğiliyor. Etno­müzikolog Tansuğ’un “Göçte Müzik Yapım Süreci” diye adlan­

58 Eski   Yunanca’daki   “kafasız”   anlamına   gelen  akefalos  sıfatından   gel­mektedir. Zoolojide (tırtıl gibi) kafası olmayan hayvan için kullanıldığı gibi,başsız yönetim ya da başlangıcı olmayan cümle için de kullanılır. Türk­çe’de tıpta bebeğin başsız doğmasına akefali denir (“Acéphalie [anatomie]”;“acephalous”; “akefali”). 

59 Nakkare ya da kudüm, vurmalı bir çalgıdır. Yarım küre biçiminde bir çiftküçük davuldan oluşan ve din müziğinin önemli çalgılarından olan “ku­düm,” dindışı ve mehter müziğinde  “nakkare” adıyla anılıyordu. Çaplarıyaklaşık 28­30 cm. civarındaki davulları, dövme bakırdan yapılmış olupbiri büyük diğeri küçük iki tasa benzer. (“Nakkare”). 

51

dırarak grafik  olarak sunduğu model,   tamamıyla  özgün birçalışma.

Son makalede ise Fahri Türk, Türkiye Cumhuriyeti’ndecumhuriyetlere (var olduğu kadarıyla) ilginin, onların da Türkoluşundan hareketle, bu cumhuriyetlerdeki Türkçülük akım­larına odaklanıyor:  “Yirminci yüzyılın son onyılında .   .   .  si­yasal değişim süreci, bağımsızlığını kazanan her bir Orta Asyaülkesinde farklı bir gelişim çizgisi izlemiştir.   . . . Azerbaycandışındaki Orta Asya ülkeleri, ‘eski komünist parti kadrolarınınyönetime   tamamen   hâkim   olduğu   diktatörlükler’  katego­risinde yer almaktadır. Bu ülkelerde mevcut rejimler iktidarıdemokratik muhalefetle paylaşmak istememektedir.” F. TürkAzerbaycan’ı   ise  “yarı­demokrasiler”  kategorisinde görmekte­dir. Bu ülkelerde Türkçülük konusunda “başlangıçta Türkis­tan   Federasyonu   oluşturma   fikri”nin,   Akayev,   Kerimov   veNursultan Nazarbayev (Kazakistan devlet başkanlığı 1990’dangünümüze)  gibi   “liderler   tarafından,  bölgede ülkelerinin nü­fuzlarını arttırmak için sempatiyle karşılanmış” ama “Türkçüve Turancı  muhalefet”in “kısa sürede iktidarlara gerçek an­lamda alternatif oluşturmaya başla”masıyla, “olanca şiddetiylebastırılmaya başlanmış”  olduğuna işaret  ediyor.  “Orta Asya’daki mevcut iktidarlar”ın, “Turancı muhalefeti kendilerine bü­yük bir  tehlike olarak gördüklerinden,  geçiş  döneminde sözkonusu partiler[in] belli bir halk tabanına sahip olamamış” ol­duğunu saptıyor   ve   günümüzde  bu  partilerin  bu  ülkelerde“mevcut iktidarlara gerçek alternatif” durumunda olmadıklarısonucuna   varıyor.   Ancak   F.   Türk   aynı   zamanda   RainerFreitag­Wirminghaus’ın,   “Türkistanlılığın   ve  Türklüğün OrtaAsya’da   yaşayan   halkların   ulusal   kimliklerinin   bir   parçasıolabileceğini   ve   özellikle   uluslar­üstü   Türkçülüğün   bölgedebirleştirici  bir  rol  oynayabileceğini  dile  getir”diğini  aktarma­dan edemiyor. Freitag­Wirminghaus’ın fikirleri ise, Kozyrev’inyukarıda sözü edilen makalesinde yankı buluyor. O da Kaza­kistan’da   benimsenecek   Türkçülüğün   Kazak   tarihyazımınayeni bir vizyon ve soluk getireceğini ve ulus inşasına yardımedeceğini savunuyor (“The Role of the Turkic Component inCurrent Kazakhstani Identity Formation”).

52

Birçok   gözlemci,   Sovyetler   tarafından   kotarılan   ulus­devletlerin, tarihsel bir temele dayanmasa da, artık kalıcı ol­duğunu düşünmektedir. Şahin, “[d]aha sonraki yıllarda ‘yerli­leştirme’ politikasından geri dönülse bile, artık kendi toprak­larına, işlenmiş edebî dillerine,  ‘ulusal’ unsurları vurgulanankültürlerine ve ulusal eğitim kadrolarına sahip ol”an bu halk­larda “güçlü birer ulusal bilinç gelişmiştir” diye yazmaktadır(268). Muhakkak ki bu bilinç, Sovyet milliyetler siyasasının iz­lerini taşımakta ve çeşitli derecelerde Ruslaşmışlıkla—özelliklede   onun   Sovyetleşmişlik   türüyle—birlikte   gitmektedir.Bundan   sonrası   için   önemli   olan,   bir,   bu   ulusal   bilince,Ruslaşmışlığa   göre   diğer   kutupta   duran   ve   tam   karşıtınıoluşturan, iki çekim kuvvetinin, Sovyet­öncesi milliyetçilik ileTürkçülüğün,   ne   denli   nüfuz   edebileceği,   hatta   edipedemiyeceği; iki, eğer edecekse, kendileri de birbiriyle rekabetiçinde olan bu  iki  çekim kuvveti  arasında ne tür bir dengekurulacağı   meseleleridir.   Bir   başka   deyişle,   Ruslaşmışlık“kabuk”u soyulmaya başlarsa, soyulduğu oranda, Mercanî’nin(söz konusu cumhuriyetlere uygulanacak, mukabil)   formülüile onu iptal eder ya da üstünü örter görünen Gaspralı’nın for­mülünün, güncelleştirilerek, yirmi birinci yüzyılda nasıl bağ­daştırılacağı konusu, ön plana çıkmaktadır.

Türk cumhuriyetleri konusunda artık bizlere düşen, on­ları daha yakından tanımaktır. Ayrıca, Osmanlı İmparatorluğuve   daha   sonra   Türkiye   Cumhuriyeti’nde   toplumun   Avrupagüçleri ve ABD yoluyla “Batılılaşma”sı ile Çarlık Rusyası’ndave daha sonra SSCB döneminde toprakları işgal altında Türktoplumlarının  “Batılılaşma”sının  (Ruslaştırılmasının? Sovyet­leştirilmesinin?) karşılaştırılması da ilginç  olacaktır.60  Maka­leler   sanıldığından   çok   daha   fazla   benzerlikler   olduğunugösteriyor.

Makalelerin öne sürdüklerini tartışmaya açmak ise oku­60 Örneğin,   Kırgızistan’da   aşiretlerin,   konumları   ve   yapıları   dolayısıyla

modern bir  devlet   içinde  sorunlar  yaratışı,  Türkiye’nin güneydoğu top­raklarında “Kürt sorunu” diye bilinen meselenin, “etnik” boyutundan baş­ka bir de “aşiret” boyutu olduğunu gözler önüne sermektedir. Herhaldekarşılaştırma yapmak ilginç olurdu. 

53

ra kalmış.

54