Yunanistan'da Ulusal Bölünme ve Birinci Dünya Savaşı'na Giriş
Giriş: Mucize, Fırsat, Külfet
Transcript of Giriş: Mucize, Fırsat, Külfet
1
GİRİŞ: MUCİZE, FIRSAT, KÜLFET
Gönül Pultar
1991 yılında, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB,19221991)’nin Gorbaçov yönetimi (19851991) sırasındaaldığı yönden memnun olmayıp yeniden güçlü bir merkezîsistemin benimsenmesini isteyen bir grup katı görüşlükomünistin, 19 Ağustos günü Moskova’da başlattığı ve21’inde başarısızlıkla sonuçlanan darbe girişiminin ardından,darbecilerin isteğinin1 tam da aksi gerçekleşince, bu mega
1 Daha önce de başka bir eserde yazdığım gibi (bkz. Pultar, “Giriş” 25),hatırlanacağı üzere, Mihail Gorbaçov başa geçince, “yorgunluk” emarelerigöstermeye başlamış SSCB’de glasnost (şeffaflık) ve perestroyka (yenidenyapılanma) adıyla anılan, başta ekonomi alanında olmak üzere devletyapısında bir sürü reforma girişti. Ancak bu dönemde SSCB artık çoktandağılma sürecine girmişti. 1990’ların başından itibaren çeşitli Birlikcumhuriyetleri “hükümranlık”larını (suverenitet’lerini) ilan ettiler ve arkasından SSCB’nin yürürlükteki yasalarıyla çelişen ya da bunları kadükhale getiren yasalar çıkarmaya başladılar. (Bu “Yasalar Savaşı”nın enyılmaz savaşçıları da Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti[RSFSC] ve başkanı Boris Yeltsin [19312007; başkanlığı 19911999]oldu). Bu arada, SSCB’de 7 Nisan 1990’da kabul edilen bir yasaya göre,eğer herhangi bir cumhuriyetin üçte ikisinden fazlası, bir referandumda,ayrılma taraftarı olduğunu belirtirse o cumhuriyet SSCB’den ayrılabilirdi.(Esasen, SSCB anayasasının 72. maddesi, Birlik’in kurucu cumhuriyetlerinin herhangi birisinin, isterse Birlik’ten ayrılabileceğini belirtiyordu,ama bu yasal hak kağıt üstünde kalmıştı; böyle bir gelişmeyi sağlayacakmekanizma hayata geçirilmemişti. Yeni yasa işte bunu sağlıyordu [TalgatBariev’in Kazan’da Aralık 2007’de sözlü olarak verdiği bilgiler].) Bu yasayagöre yapılan referandumlarla cumhuriyetler teker teker SSCB’den ayrılmakararı almaya başladılar. (Nitekim “hükümranlık,” sonuçta Birlik cumhuriyetlerine bağımsızlık getirecekti. )
Bu durumda, Gorbaçov SSCB’nin birlik olarak devam edip etmemesikonusunda 17 Mart 1991’de yapılan ve “SSCB’de kalmak istiyor
1
devlet çözüldü ve aynı yılın Aralık ayı içinde resmen sonbuldu.2 Dünya kamuoyu için büyük sürpriz oluşturan, yakıntarihin en önemli olaylarından biri olan bu gelişmesonucunda, SSCB’yi oluşturmuş olan “Birlik cumhuriyetleri”3
teker teker bağımsızlıklarını ilan ettiler ve Birleşmiş Milletler(BM)’de temsil edilmeye hak kazandılar.
Tarih içinde siyasal geçmişleri ne olursa olsun, bağımsızlıklarını SSCB yönetimi tarafından kotarılmış yapı içinde
musunuz?” diye sorulan bir referandum düzenledi. Baltık cumhuriyetleri(Estonya, Latviya ve Litvanya’nın) katılmadığı referandumda yine deSSCB’nin (toplam on beş Birlik cumhuriyetinden) dokuz cumhuriyetinde,birliğin devam etmesi yönünde, Gorbaçov’un lehine sonuç çıktı. Bununüzerine 1922’de SSCB’nin ilk şekliyle kuruluş antlaşmasının yerini alacakve (referandumda olumlu oy vermiş olsa da aralarına katılmak istemeyenUkrayna dışında) sekiz cumhuriyetin (Azerbaycan, Kazakistan,Kırgızistan, Özbekistan, Rusya, Tacikistan ve Türkmenistan’ın) çok dahaesnek bir federasyon yapısı içinde eklemleneceği (ve artık Ermenistan,Estonya, Gürcistan, Latviya, Litvanya, Moldavya ve Ukrayna’nın dahilolmayacağı) bir Yeni Birlik Antlaşması tasarlandı. Bu antlaşmanıngerçekleşmesiyle, ilk biçimiyle 1922’de kurulmuş olan SSCB yerini,Türkçe’ye çeviriyle, “Sovyet Hükümran Cumhuriyetler Birliği”nebırakacaktı. (Görüşmelerin yapıldığı, Moskova dışında bulunan,başkanlara tahsis edilen bir malikâneden adını alan) “Novo OgarevoSüreci” olarak tarihe geçecek bu tasarının, 20 Ağustos 1991’deimzalanarak yürürlüğe girmesi planlanmıştı. RSFSC ve başkanı Yeltsin isebu projeye son derece karşı oldukları gibi, Kömünist Parti’nin zatenglasnost ve perestroyka’dan rahatsız katı görüşlü üyeleri de tamamıylamuhaliftiler. İşte bu antlaşmanın gerçekleşmesine engel olmak üzere,imzalanacağı tarihten bir gün önce, 19 Ağustos 1991’de darbeye giriştiler(“Commonwealth of Independent States”; “Boris Yeltsin”; ve “Union ofSovereign States”). Tabiî, darbenin gerçekleşmesinde rol oynamış başkabirçok etken daha sayılabilir.
2 Yine sözkonusu diğer eserde de aktardığım gibi (bkz. Pultar, “Giriş” 26),Aralık 1991’de Beyaz Rusya’da Birlik cumhuriyetlerinden üçününaldıkları kararlar ve arkasından Kazakistan’da daha büyük sayıda Birlikcumhuriyetinin aralarında imzaladığı bir protokol ile, SSCB’ye sonverildiği ilan edildi ve Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) kuruldu.SSCB’nin başkenti Moskova’da da iktidar değişikliği gerçekleşti: RSFSCbirçok konuda eski SSCB’nin yerini alırken, kumanda da Başkan Yeltsin’egeçti. Böylelikle, (artık söz sahibi olan Yeltsin’in zaten karşı olduğu) YeniBirlik Antlaşması imzalanmadan kaldığı gibi, hem yukarıdaki dipnottasözü edilen tasarı, hem de SSCB’nin kendisi tarihe gömüldü(“Commonwealth of Independent States”; “Boris Yeltsin”; ve “Union ofSovereign States”).
2
kazanan bu cumhuriyetlerden beşinin nüfusu Türktü; adlarıda, SSCB yönetimi tarafından beş Türk halkının adına göreoluşturulmuştu. Bir başka deyişle, (1991’den bu yana eskiSovyet topraklarında bilimsel araştırma yapmaya gidenmeslektaşların öğrendikleri ve Türkçe’de karşılık aramaksızınTürkiye’de literatüre sokuverdikleri terimle) bu beş cumhuriyette “titüler ulus” olan birer Türk halkı vardı.
Hatırlardadır, bu durum, dünyanın hemen heryerindeolduğu gibi, Türkiye’de de kamuoyu nezdinde epey şaşkınlıkyarattı. Ancak şaşkınlık kısa zamanda geçti: Ülkede kimisi,durumu mucize sayıyor, inanamıyor—ya da bayram ediyordu;kimisi aldırmıyor, ortada önemsenecek bir gelişme görmüyordu—bir başka deyişle, Türkleri genelde “etrakı biidrak”sayan “Beyaz Türkler” ortaya çıkan bu yeni “Türk Dünyası” ileilgilenmiyorlardı ve, zorla değil ya, öylece ilgilenmediler; kimiside sadece, ticaret ya da inşaat yoluyla kazanç elde edilecekyeni “kapı”ların açıldığını düşünüyordu. Bazı stratejistler ise,bu yeni durumun uluslararası siyasette Türkiye’ye yararlı olabileceğinin hesabını yapıyor, durumu bir fırsat telâkki ediyordu.
Gelişme, SSCB topraklarında doğmuş olanlar ve Türkiye’de doğmuş olsa da o topraklarda akrabaları bulunanlar içinise, tam anlamıyla bir mucize oldu.4 Aynı şekilde, meslekleriicabı bu topraklarda bir “Türk Dünyası”nın varlığından haberdar olanlar (örneğin konunun uzmanı bilimadamları) ile yinebu bilgiyle mücehhez, SSCB’de işgal altında bir “Türk Dünyası”nın varlığı konusunu gündemlerinde tutmuş olan, Türkiye’deki ulusdevletin ötesinde bir Türklüğü öngören “sınırötesi” milliyetçiler5 için de mucizeydi. Bu sonuncular, Soğuk
3 SSCB dağılmadan önce şu on beş Birlik cumhuriyetinden oluşuyordu:Azerbaycan, Ermenistan, Estonya, Gürcistan, Kazakistan, Kırgızistan,Latviya, Litvanya, Moldavya, Özbekistan, Rusya, Tacikistan,Türkmenistan ve Ukrayna.
4 Bu kitap, aynı sempozyumdan çıkan ikinci eser olduğu için, hâliyle birinciesere yazılan Giriş’le (bkz. Pultar, “Giriş: Ulus İnşasından Kimlik Sorununa”) kimi aynı fikirleri ve sözleri içermektedir.
5 Siyasal ifadesini kısmen MHP’de bulmuş olan ve “Turancılık” ya da “panTürkizm” de denilen yaklaşımda olan kimseleri kastediyorum.
3
Savaş (19451991) boyunca ısrarla sözünü ettikleri ama pekanaakımda kulak verilmeyen bu “Türk Dünyası”nın varlığı konusunda haklı olmuş olduklarına, yıllar yılı savunduklarınındoğru çıkmış bulunduğuna pek sevinçli, ödüllerindirilmeyi vesöz sahibi kılınmayı bekliyorlardı.
Gerçekten de ülkede birden yönetici katında benimsenen ve sınırları “Adriyatik sahillerinden Çin’e” kadar olanbir “Türk Dünyası”nın varlığının söylemi yaygınlaştı.Bağımsızlıklarını kazanan bu “yeni” Türk cumhuriyetleriylehem en üst düzeyde, hem değişik düzeylerde, değişikkonularda ve çaplarda ortak toplantılar düzenlenmeyebaşlandı.
Ancak bu dönem sadece bir süre—birkaç yıl—sürdü.Arkasından, en azından söylem, bıçak gibi kesildi. “‘Adriyatiksahillerinden Çin’e’ kadar olan bir ‘Türk Dünyası’” sloganınınson bulmasının, başlıbaşına bir inceleme gerektiren çeşitli nedenleri vardır. Başka nedenler bir yana, Batılı neoemperyalistgüçlerin, hem Osmanlı topraklarını hem Türk yurtlarını içinealan bu devasa alanın boyutlarının farkına vararak, söyleminyanısıra söylemin ötesinde oluşabilecek somut bağların araladığı potansiyelden korktuklarını; Türkiye Cumhuriyeti’ninBatılılara karşı boyunları kıldan ince yöneticilerinin de, hemen kendilerinden istenileni yaptıklarını düşünüyorum.
Kaldı ki, Timour Kozyrev’in işaret ettiği gibi, Ruslar yıllaryılı Türkiye Cumhuriyeti’ni ve halkını, işgal ettikleri topraklardaki Türklere o kadar kötülemişlerdi ki, onlar da bu endokrinasyondan kurtulmuş değillerdi (bkz. “The Role of theTurkic Component in Current Kazakhstani IdentityFormation” başlıklı makalesine), yani “birlik ve beraberlik”hevesi bir bakıma tek taraflıydı. Hele ki, çeşitli kişilerdendeğişik biçimlerde ifadesini bizzat duyduğum gibi, bucumhuriyetlerdekiler, tam da, bir “ağabey”den (Rus’tan)kurtulmuşken, (Türkiye Türkü’nden oluşacak) yeni birağabeyi istemediklerini her fırsatta ortaya koyuyorlardı.
Zaten bu cumhuriyetlerdeki büyük çoğunluk, özellikleTürkiye Türkleri aleyhinde olmasalar bile, o zamana kadarkikültürlenmeleri (“akkültürasyon”ları) dolayısıyla, mânen “Rus
4
kültürü”nün evreni içindeydiler. Bunun farkında olupduruma karşı çıkan, ülkesinin toplumunu Rus kültürününevreninden bir an önce uzaklaştırarak “Türk kültürü”evrenine sokmak isteyen Azerbaycan Başkanı EbulfeyzElçibey (19342000, başkanlığı 19921993)6 ise çok çabukiktidardan uzaklaştırıldı.7 Elçibey ne yaptığını biliyordu: NesibNesibli’nin, bu kitaptaki “Azerbaycan’ın Ulusal KimlikSorunu” başlıklı makalesinde hatırlattığı gibi, ülkesi,devletinin adını daha Türkiye Cumhuriyeti’nden önce“Türkiye” yapmak istemişti. Buna karşılık, Elçibey’in yerinegeçen Başkan Haydar Aliyev (19232003, başkanlığı 19932003),8 Nesibli’nin aktardığı gibi, “Elçibey’in kısa süreli
6 Güney Azerbaycan (İran)’dan gelen bir baba ile Anadolu’dan gelen biranneden doğmuş, Doğu dilleri eğitimi görmüş, bir süre Mısır’da çevirmenolarak çalışmış, Nesibli’nin makalesinde belirttiği gibi, fikirleri nedeniyle1975’te bir buçuk yıl hapis cezasına çarptırılarak “KGB zindanlarında vetaş ocaklarında ağır şartlar altında kal”mış (“Ebulfez Elçibey”) olanElçibey, Kuzey ve Güney Azerbaycan’ın birleşmesini ve Dağıstan, Ermenistan ve Gürcistan’a verilen Türk (Azerbaycan) topraklarının geriverilmesini istiyordu. 1989’da kurduğu ve başkanlığını yaptığı AzerbaycanHalk Cephesi’yle aktif siyasete başlamış, Ermenilerin, 1987’den itibarenbaşlattıkları Karabağ’a saldırılardan Şubat 1992’de giriştikleri Hocalıkatliamından sonra Başkan Mutallibov başkanlıktan ayrılmaya zorunlukalınca, Haziran 1992’de yapılan seçimlerde devlet başkanı seçilmişti.Başkanlığı, 1993’te, savunma bakanı Rahim Gaziyev, Ermenilere karşısavunmada cephe komutanı Suret Hüseynov ve Haydar Aliyev (19232003, başkanlığı 19932003)’in çeşitli biçimlerde ve derecelerde dahiloldukları bir komplo sonucunda son bulmuştur. 2000’de ölümünden kısabir süre önce tedavi olmaya geldiği ve son nefesini verdiği Türkiye’deElçibey’in son sözlerinden biri, “Türkiye ve Azerbaycan’ın, sınırlarıkaldırarak konfederasyona gitmeleri gerektiği” olmuştur (“Prof. Dr.Ebulfeyz Elçibey”).
7 Bugün hâlâ Elçibey’e reva görülmüş olan muamelenin tam olarak muhasebesi yapılmamıştır. Nesibli’nin bu kitaptaki makalesinde konuya değiniliyorsa da, tüm sorumlu kişilerin eylemleri ve olayın tüm ayrıntıları ortayaçıkarılmayı beklemektedir.
8 SSCB döneminde KGB bünyesinde generalliğe yükselmiş olan Aliyev1967’de Azerbaycan KGB’sinin başkanlığına getirilmiş, 1969 yılındaAzerbaycan Komünist Partisi Birinci Sekreteri atanmış ve bu konumuyla1982’ye kadar Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin fiilî lideriolmuştur. 1982’de Sovyet Politbüro’sunun tam üyesi ve bu atamaylabirlikte SSCB Bakanlar Kurulu Başkan Başyardımcısı (başbakanyardımcısı) yapılmıştır. Bu görev ise SSCB tarihinde devlet katında bir
5
iktidarı döneminde bütün elde etmeyi başarmış olduklarınıortadan kaldırmaya” girişti. Elçibey’in başlattığı“dekolonizasyon”u hemen tersine çevirdi, eğitimin yenidenRusça yapılmasını sağladı. Kurduğu rejim, hâlâ oğlutarafından sürdürülmektedir. Kırgızistan devlet başkanlığını2005’te bırakmaya zorunlu kalmış fizik profesörü Askar Akayev (başkanlığı 19902005) ise, bu tarihten sonra—başka birkonumda ulusuna hizmet etmeyi sürdüreceğine—doktorasınıyapmış olduğu Moskova’ya gitmiştir (dönmüştür diyeceğimgeliyor) ve hâlen Moskova Devlet Üniversitesi’nde öğretimüyesi ve araştırmacı olarak görev yapmaktadır (“AskarAkayev”).
Beş Türk cumhuriyetinin bağımsızlığını kazanmasındanbu yana artık yirmi yıl geçti. Türkiye açısından bakarsak,ülkenin geçtiğimiz yirmi yıl içinde en kaydadeğer uğraşının,Avrupa Birliği’ne (AB’ye) ilk önce aday adayı olabilme, dahasonra da aday olma; aday olunduğundan beri de üye olmaküzere yapılan çalışmaları yürütme olduğu görülür. Bu duruma, Türk cumhuriyetleri ile ilişkiler açısından bakıldığı zaman, bu uğraşın, yani AB kapısında bekletilmenin/oyalanmanın, Jacob Landau’nun işaret ettiği gibi, Türk Dünyası’ylaherhangi bir birleşmeye doğru gitme konusunu ikinci planaittiğini, bu konuda “caydırıcı” nitelikte olduğunu göstermektedir 8586).9 Vladimir Putin ([başkan vekili, başkan ve baş
Müslümanın vardığı en yüksek mevkidir. Ancak Gorbaçov 1987 yılındahakkındaki yolsuzluk iddialarıyla Aliyev’i istifa ettirecektir (“HeydarAliyev”). Bu gelişme ise, konumuyla iftihar etmiş olan Azerbaycanlılar tarafından kendisine haksızlık yapılmış olarak yorumlanacak, dolayısıyla1993’te “dönüş”ü—Azerbaycan’ın başına geçişi—bazılarınca bir tür“rövanş” olarak algılanacaktır. (Rusça Politicheskoye Byuro [PolitikBüro]’nun kısaltılmış biçimi olan Politbüro, SSCB tarihinde Komünist Parti’nin, politikaları belirleyen en üst karar organıydı. Zaten uzun adı, Türkçe’ye çeviriyle, “SBKP Merkez Komitesi Politik Bürosu”ydu. 1952 ilâ 1966yılları arasında Prezidyum [Prezidium] da denilmiş olan Politbüro,SSCB’nin yürütme organı işlevi gören kurumuydu, zira bütün hükümetyetkilileri Parti üyesiydi. Verdiği kararlar yasa yerine geçiyordu [“Politburoof the Central Committee of the Communist Party of the Soviet Union”; ve“Politbüro”]).
9 Landau durumu şöyle ifade eder: “Resmî Türkiye’nin AB’ye katılmak içingöstermekte olduğu büyük gayret ve Türkiye’nin, zamanı gelince üye
6
bakan olarak] iktidarı 1999’dan günümüze) ise, Ekim 2011’deIzvestia gazetesinde yayımladığı bir yazıda eski SSCB ülkeleriyle bir “Avrasya Birliği” bünyesinde yeniden birleşme planları yaptığını ilan etti (4 Ekim 2011’de akt. Filatova). İşin enilginç yanı, bu haber Türkiye’de pek fazla yankı yapmadıbile.10 Yine, belki de tasarlanan birliğin bir ilk adımı olarak,BDT’nin eski Sovyet Birlik cumhuriyeti on bir üyesindensekizinin, Beyaz Rusya, Ermenistan, Kazakistan, Kırgızistan,Moldavya, Rusya Federasyonu, Tacıkistan ve Ukrayna’nın,SenPetersburg kentinde 18 Ekim 2011’de aralarında serbestticaret anlaşması imzalamaları (“BDT Serbest TicaretAnlaşması”), basında küçük haber olarak verilmenin ötesindeTürkiye Cumhuriyeti’nde önemsenmemiştir.
Hatta, denilebilir ki, çok genel olarak bakıldığı zaman,halkın büyük çoğunluğu, kendini zihnen günlük iç politikagelişmelerine ve özel kanal dizilerini izlemeye hapsetmiş, 12Eylül 1980 askerî darbesiyle başlatılan “depolitizasyon” sürecinin tortusu boşvermişlik içinde, olup bitenin farkına varmayı reddediyor. Türk cumhuriyetleri konusuyla ilgilenmeyi dahisüflî buluyor, külfet sayıyor.11
TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NDE
olmak üzere, Aralık 2004’te AB’ye adaylığa resmen davet edilmiş olması,Türk/Türkî nitelikli önemli bir rakip yapının kurulmasının önünde, caydırıcı bir engel oluşturuyor” (8586).
10 Günlük gazetelerde kısa haber olarak yayımlanması dışında, görebildiğimkadarıyla, sadece Today’s Zaman’da (yani İngilizce yayın yapan bir gazetede) Doğu Ergil konuya değinmiştir (15).
11 İlgisizlik örneği olarak Özbek şair ve muhalefet lideri Muhammed Salih'edavranış gösterilebilir. Fahri Türk’ün bu kitaptaki makalesinde anlattığıgibi, Türk hükümeti (1990’dan beri) Özbekistan başkanı olan İslam Kerimov’un isteği üzerine, 1993’de iltica ederek Türkiye’de sürgünde yaşayanSalih’i ilk önce 1994’te, daha sonra da 1997’de temelli sınırdışı etmiştir.Salih Norveç’e yerleşti, o günden beri orada yaşamaktadır. 2001 yılındagittiği Prag’da Özbek hükümetinin isteği üzerine tutuklandığı zaman, yardımına Norveç büyükelçisi koştu, daha sonra da kendisini o sıradaki ÇekCumhurbaşkanı yazar Vaclav Havel (19362011, Çekoslovakya cumhurbaşkanlığı 19891992, Çekya cumhurbaşkanlığı 19932003) sahiplendi(“Muhammad Salih”).
7
Bilindiği gibi, 1923’de cumhuriyet kurulurken, kamuoyu çokçeşitli nedenlerden dolayı “Türklük”ü sadece Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde aramak ve bu devletle sınırlandırmaküzere programlanmıştı. Bu program, deyim yerindeyse, kendisini terk etmiş sevgililer (Balkan halkları, Araplar) ile kavuşamamış olduğu sevgilileri (Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde ortaya çıkan Türkçülüğün, örneğin Enver Paşa[18811922]’nın trajik ölümüyle sonuçlanacak girişiminin öngördüğü şekilde, [önceleri Çarlık Rusyası’nın işgali ya da “himayesi,” sonra da] Bolşeviklerin/Sovyetlerin işgali altındabulunan Türk halklarını) unutmaya ve 29 Ekim 1923 günüakdedilmiş yeni “evlilik”i yürütmeye yönelikti. “Ümmet”i “millet”e çevirmek, halka yeni bir dünya görüşü aşılamak gerekmekteydi.12 Hedefler yeterince genişti. Özetle, Türkiye’de Atatürkçülüğün “matriks”i (ona biçim veren kalıbı), “Türk kimliği”ni “Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlığı”yla eşanlamlı olaraktasarlamıştı. Bu durumda, tarih kitaplarında Ertuğrul Gazi(11981281)’nin füruğunun kurduğu, dünyanın en önemliimparatorluklarından biri olacak devlet ve onun devamı cumhuriyet hakkında her türlü bilgi veriliyor, ama Ertuğrul Gazi’nin mensubu olmuş olduğu Kayı boyundaki diğer kişilerinya da grupların akıbeti üzerine hiçbir bilgi sağlanmıyordu. Yada sağlanıyorsa da akıllarda kalacak, en azından bu satırlarınyazarının aklında kalacağı bir biçimde işlenmiyordu. ErtuğrulGazi’nin dahil olduğu Kayı boyunun mensubu olduğu OğuzTürklerinin akıbeti üzerine de, başka Türklerin akıbeti üzeri
12 1990’lara gelindiğinde, “ümmet” dünya görüşünün getirdiklerinin henüzkolay kolay sökülüp atılamamış olduğu görüldü. Örneğin, 1990 yılında,henüz SSCB dışında hiç kimse SSCB’nin yıkılabileceğini hatta zaaf altındaolduğunu tahmin edemezken, ama Gorbaçov’un başa geçtiği 1985’tenitibaren SSCB içinde, çözülmeye doğru götüren birçok gelişmenin artıkyer aldığı bir sırada, Moskova’dan gönderilen tanklar Azerbaycanlılar’ıezerken, dönemin cumhurbaşkanı Turgut Özal (19271993, başbakanlığ19831989, cumhurbaşkanlığı 19891993), “onlar Şiî, biz Sünnî” diyerek,değil Azerbaycanlılar’a yardım etmek, onlarla ilgilenmeyi dahi reddediyorve akıbetlerine terkediyordu. Özal’ın bu davranışı, Türkiye Cumhuriyeti’nin, 1957’de BM’de Cezayir’in bağımsızlığı aleyhinde oy verişi gibi, fahiş yanlış adımlarından biridir.
8
ne de, yine hiçbir ya da yeterli bilgi bulunmuyordu. Landau’nun belirttiği gibi,
Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’nda yenilmesi ve galip güçler tarafından bölünmesi, pan–Türkizmindüşüşe geçmesine ya da en azından faaliyetlerinin durulmasına yol açtı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu (1923) ve Mustafa Kemal Atatürk (1881–1938)’ün liderliği, pan–Türkizmi güçmerkezlerinden uzaklaştırdı. . . . Bir . . . önemli . . . nokta da,Atatürk ve danışmanlarının, resmî ideolojiyi, Türkiye’nin Sovyetler Birliği ve diğer komşu devletlerle arasını açabilecek türden bir pan–Türkizmin dışına kaydırmış olmalarıdır. Gerçekten de Atatürk, Türkiye ile Türkleri ve onların, kendisinin algıladığı şekilde, çıkarlarının herşeyden çok önemli oluşunu vurgulayarak, milliyetçiliğin odak noktasına yurtseverliği koydu.Türkçülük de kuvvetle vurgulandı, ancak bu Türkçülük, (eğervarsa) sınırlı siyasal bileşenlerle ve bu bileşenlerin de irredentizmden [eskiden sahip olunmuş topraklara hak iddia etmekten] tamamıyla yoksun haliyle, Türkiye Türklerinin geçmişleri ile gurur duymalarını sağlayacak bir kültürel bağlamdayapıldı. Okullarda yeni kuşaklara yurtsever Türkçülük eğitimiverile verile, bu tür Türkçülük çoğunluğun amentüsü halinegeldi; siyasal pan–Türkizm ise, sadece bir azınlık tarafındanbenimsenen bir istisna olarak kaldı. (82)
Bir başka deyişle, Türkiye Cumhuriyeti’nin tasarlanışında “Türklük” zihnen cumhuriyetin sınırları içinde kalıyordu. Bunun günümüze kadar gelen çeşitli uzantıları vesonuçları olacaktı. Örneğin, bu anlayışın getirdiği zihniyetle,Soğuk Savaş süresince Türkiye’de SSCB’yle ilgilenme, komünizm sempatizanlığı olarak görüldüğü kadar, “aşırı milliyetçi”lik alameti de sayıldı. Her iki şık ile ilgili “damgayemek” olasılığı ise, hâliyle bu konuda çalışmaların önündeengel oluşturdu ve SSCB’ye değgin her tür konu, zatenmühendislik ya da tıp gibi alanların yanında prestij kaybınauğramış olan toplum bilimleri ve insan bilimlerinin de kendiiçlerindeki daha az prestijli konuları hâline geldi—ve o derecedaha az itibar gördü, o derece daha az olanaklara sahip oldu.Böylelikle, bütün liberal dünyayla birlikte, Türkiye de, 1991
9
sonunda SSCB’nin yıkılışına hazırlıksız yakalandı.Landau’nun ifadesiyle pan–Türkizmi benimsemiş “azın
lık,” ya da başka deyişle, “Türkçü” ulus–devlet ötesi milliyetçiler, Soğuk Savaş süresince “Türk Dünyası”ndan haberdarolmuş tek grup olarak, yukarıda da işaret ettiğim gibi,1991’den sonra muzaffer bir edayla, “haklı çıkmış” olmanınhazzını yaşıyorlar ve kaderin kendilerine bahşetmiş olduğuyeni konumlarının tadını çıkarmaya azimli, söz ve ikbal sahibiolmak istiyorlardı. Ancak “Türk Dünyası”ndan öncedenhaberdar olmuş olmak, Türkiye’deki genel entelektüelyetersizliği paylaşmalarına engel değildi. Hatta ilgi alanlarıonları yıllar yılı ya kendi siyasal gettoları içine kapatmış, ya daanaakımın sınırında yaşatmış olduğundan, o güne kadar enüst mevkilerden ya da en parlak burslardan mahrumbırakılmışlardı ve—“kaideyi bozmayacak istisnalar,” bireyselörnekler hariç—donanımsız ve deneyimsizdiler. Dolayısıyla,gözleri Batı’ya yönelik olan ve “Ankara Anlaşması”nın yapıldığı1963’den bu yana, hatta çok önceden beri, “Avrupa rüyası”ylayaşayan topluma yeni bir sentez, yeni bir vizyon sunamadılar.Türkiye Türkleri nezdinde “Türklük”ü Türkiye Cumhuriyetisınırları dışına yayma konusunda sağlam bir felsefe,doyurucu bir kuram geliştiremediler ve yirmi birinci yüzyılınilk onyılında gittikçe daha sessizleştiler. İslâmcılığın ısrarıkarşısında mı gerilediler; elde ettiği siyasal güç sonucubaskıya mı uğradılar, hatta bertaraf mı edildiler? Yani, açıkedilmiş ve edilmemiş çeşitli gündemleri olan, 2002’den beriiktidarda bulunan rejim tarafından mı susturuldular? SadeceTürkiye Cumhuriyeti’ndeki toplumun bile Türkçülüktemelinde birleşmesine engel olmaya çalışan Kürtçülüğünsürekli aktüaliteyi işgal eden, kimi aydınlarca “ilericilik”telakki edilen argümanlarının mı gölgesinde kaldılar? Değişikkökenlerden gelen vatandaşların Türkiye Cumhuriyeti dışıTürklüğü benimsemeyişlerinin, bu tür bir Türkçülüğe yabancıkalmalarının, yayılmasını onaylamamalarının mı etkisi oldu?
Herhâlükârda, toplumun “Türk Dünyası” konusundagenel vurdumduymazlığına karşı gelemediler, gelmediler.Daha önemlisi, üç konuda, gerek Türkiye’de, gerek dünya
10
genelinde ağırlıklarını koyamadılar, koymadılar. Bir, Sovyetlertarafından yok edilmiş Türkistan terimini geri getiremediler,uygulamayı geri çeviremediler. Türkistan gibi bir yurt adıyerine bir coğrafî bölgeyi niteleyen Orta Asya terimininkullanılmasına, ayrıca çoğu zaman geniş anlamda Türkoloji13
ya da Türkiyat denilmesi gereken çalışmaların Batı’da veözellikle ABD’de Orta Asya Çalışmaları ya da Orta AsyaAraştırmaları (Central Asian Studies) olarak adlandırılmasınaengel olamadılar, olmadılar. İki, Türkiye Cumhuriyetitoplumuyla Türk cumhuriyetleri toplumlarının (manevî,kültürel ya da etnik) ortak yanları olabileceği önermesini dahabaşından reddeden, yokeden Türkî teriminin yaygınlaşmasınaengel olamadılar, olmadılar. Üç, dil ve lehçe arasındaki farkı,ana Türkçe ya da genel Türkçe çerçevesinde açıklamayagirişemediler, girişmediler ve bu meselenin uzantısı olarak,kendilerini Batı kuramları konusunda eğitemediler,eğitmediler.
Orta Asya Araştırmaları
Fahri Türk bu kitaptaki “Azerbaycan ve Orta Asya’da DeğişimSürecinde Ortaya Çıkan Turancı Siyasal Hareketler (19892007)” başlıklı makalesinde, “Orta Asya,” “Merkezî Asya” veçoğu zaman çeşitli nitelemelerle birlikte kullanılan “Türkistan”terimlerinin anlamlarını ve tarih boyunca çağrışımlarını çözümlemektedir. Günümüzde ise Türkistan artık Deşti Kıpçak,Harezm ya da Horasan gibi, kullanımdan çıkmış, gerilerdekalmış, tarihe ait bir terim sayılmaktadır.14
13 Bu Giriş boyunca Türkoloji terimi en geniş anlamda, Türk ve Türkiyekültürleri konusunda yapılan her türlü toplum bilim ve insan bilimleridallarının çalışmaları için kullanılmıştır.
14 Görüldüğü üzere, üzerine oturulan topraklara yepyeni bir ad vermek emperyalistlerin sık başvurduğu bir yöntemdir. Emperyalist güç böyleliklehem artık yok olmuş yurda hayıflanmaya, deyim yerindeyse, mahal bırakmıyor; hem de, “o ülkeyi getirdiğim modernlik sayesinde ben kurdum”diye hak iddia etmeyi elde etmiş oluyor. Bu açıdan Rus emperyalizminiİngiliz ve Fransız, hatta İspanyol ve Potekiz emperyalizmleriyle
11
SSCB’nin yıkılmasıyla özellikle ABD’de birden cazibesiniyitiren, demode olan Rus Araştırmaları, Slav Araştırmaları yada Sovyet Araştırmaları yerine, disiplinlerarası “Orta AsyaAraştırmaları” gelişmiş, ilgi çekip moda olmuştur. Mesele,sadece “Türkistan” kavramını yok etmek, belirli bir toprağıntarih boyunca kullanılan adını değiştirmek, yerine “Orta Asya”yı yerleştirmek değildir. Tuğrul Keskin ile Rammy Haija’yagöre, nasıl Oryantalizm Avrupa emperyalizminin hizmetindeolmuş ise (bkz. Said), Central Asian Studies de ABD’deki kimiSTK’lar ve thinktank’lerle (ABD’ye özgü, düşünce üretme merkezleriyle) olan ilişkisi yoluyla, ABD emperyalizmine yardımcıolmakta ve bir tür “neoOryantalizm” işlevi görmektedir. Keskin ve Haija, bu “neoOryantalist” yaklaşımla hareket eden bilimadamlarının sonuçta, Amerikan emperyalist ve sömürgecipolitikalarının oluşmasına katkıda bulunduklarına işaret etmekteler (bkz. Keskin). Özetle, ABD’de geliştirilen ve gittikçebütün Batı’ya yayılan “Orta Asya Araştırmaları”nın, arkaplanda, kendine göre bir gündeminin var olabileceği gözönünde bulundurulmalıdır.
Öte yandan, şu hususu da unutmamak gerekmektedir.Uzun süre, Türkoloji alanında bilhakkın çalışmak isteyeninmuhakkak Almanca ve Rusça bilmesi gerektiği, çünkü bu ikidilde başka dillerde ve bu arada (Türkiye) Türkçe(si)’(n)de bulunmayan ama elzem olan çalışmaların var olduğu söylenmiştir. Aslında bu hüküm bugün bile geçerlidir. Ama OrtaAsya Araştırmaları’nın son yıllarda kaydettiği gelişme, artıkağırlığın İngilizce yapılan çalışmalara geçmekte olduğunu göstermektedir.15 Ancak, kendi dünyası içine kapanmış TürkiyeTürkü uzman, bunun ne derece farkındadır, bilmiyorum; gözlemlediğim kadarıyla, büyük çoğunluk ABD’deki gelişmeyi izlemediği ve niteliğinin olduğu kadar niceliğinin ayırdına varmadığı gibi; hem Türkçe konusundaki özel konumu dolayısıyla üstünlük taslıyor, hem de eksiklikleri dolayısıyla aşağılıkkompleksi içinde bulunuyor. Örneğin, Rusça bilmek, gerek
karşılaştırmak ilginç olurdu. 15 Sadece eski İngiliz kolonilerinden olan bilimadamları değil, örneğin Kuzey
Avrupalı olanlar da artık doğrudan İngilizce yayımlamaktalar.
12
Çarlık Rusyası gerekse Sovyet dönemi ve sonrasını içine alacak her türlü Türkoloji çalışması için “olmazsa olmaz” olmasına rağmen, Rusça öğrenmek gerektiğine inanmıyor.
Bu arada, bu konuyla ilgili olarak, Türkiye’deki bir gelişmeye dikkat çekmek istiyorum. Bilindiği gibi, hem geçmişteyıllar yılı—yüzyıllardır—ilk önce çarlık, daha sonra da Sovyetdöneminde, hem de günümüzde, halihazırda Rus söyleminin(tarih kitaplarında yazılanların; müzelerde gösterilenlerin—ve,asıl önemlisi, yazılmayanlarla gösterilmeyenlerin; günlük hayatta takınılan tavrın, vs.) sayısız olguyu (tarihsel gerçeği) yokettiği ya da çarpıtarak sunduğu herkesçe kabul edilen birdurumdur. Oldum olası Rusya’da (günümüzde Rusya Federasyonu’nda) birçok olayın yanlış ya da kasıtlı yorumutedavüldedir; ya da (çoğu zaman bilinçli olarak yok edilmiş)belgelerin eksikliğinde, bu olaylar “efsane” niteliğinin ötesinegidememektedir.16 SSCB’nin yıkılması bu bakımdan çelişkilibir durum ortaya çıkarmıştır: Eskiden erişilemeyen kimi belgelere ve eserlere göz değdirmek artık mümkündür; eski Sovyet topraklarının aydınları da, göreceli olarak rahatlıkla “liberal” denilen dünyayla ilişki kurabilmekte, seyahat edebilmekte, eğitim, iş ya da başka nedenlerle bu dünyada yaşayabilmektedir. Bu sayede, bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de Rusça’dan yapılan çevirilerin sayısı birden çok artmıştır. Ancak “yeni yayın” olarak önümüze konan bu çevirimetinlerin bir kısmı, Rus/Sovyet dezenformasyonunu yenidenüretmektedir. Bu durum kimsenin dikkatini çekmemektedirve bu konuda herhangi bir bilinç oluşmamıştır. Bu yapıtlarıyayımlayanların kötü niyetli olduklarını ya da kendilerifarkına varmadan, birileri tarafından bilinçli olarak manipüleedildiklerini sanmıyorum; sadece, başka alanlarda olduğu gibibu alanda da genel bir vurdumduymazlık ve başıboşlukhüküm sürmektedir. Bu alanda plansızlığın ve ne devletin nede aydın kesimin siyasa üretmesinin, daha sonralarıistenmiyen sonuçlar getirmeyeceğini ümit edelim. Ancak şubir gerçek ki, bu tür yayımlarda “filtre” eksikliği, aşağıda
16 Bu konuda, değil sadece başlı başına bir makale, ciltler dolusu eser yazılabilir.
13
sözünü ettiğim “Türkî” teriminin 1991’den sonra birdenyayılıvermesi gibi, Sovyet terminolojisinin ve hem ÇarlıkRusyası, hem Sovyet döneminde “gerçek” olarak sunulanolguların günümüz Türkiye Cumhuriyeti’nde, bu konulardakiteamülleri17 ve gelişmiş anlayışları hiçe sayarak, tartışmasızkabullenilen “bilgi”ler haline gelmesine yol açmıştır. OysaAlisher Ilkhamov, bu kitaptaki “Özbek Kimliğinin Arkeolojisi”başlıklı makalesinde “Devrimöncesi dönemde RusŞarkiyatçılık ekolünün katkısının, her ne kadar kimi zaman‘beyaz adamın külfeti’ edası takınarak imparatorluk misyoneritutumuyla yapıldıysa da, paha biçilmez olduğunu kabuletmek”le18 birlikte, “1917 olaylarından ve özellikle ulusal
17 Teamüllerin hiçe sayılmasına en masum bir örnek vermek gerekirse,“Önsöz”de de belirttiğim gibi, İstanbul Türkçesi’nde yıllar yılı Azerbeycandiye yazılan sözcüğün, 1991’den sonra ülkemize gelen Azerbaycanlılarınkendilerinin Azerbaycan demesi ve öyle yazması üzerine, birden “Azerbaycan” olarak değişmesini gösterebilirim.
18 Çarlık Rusyası on dokuzuncu yüzyıl bitmeden, aşağıda belirttiğim gibiOsmanlı devleti içinde bulunan toprakların dışındaki Türk ülkelerininbüyük çoğunluğunu (bugün Afganistan olarak bilinen Horasan ile Hindistan ve Pakistan olarak bilinen HintMoğol/Gurkanlı İmparatorluğutoprakları dışında neredeyse ne varsa) işgal etmişlerdi. Artık çarlık topraklarında, çeşitli etnik adlar taşıyan Türk toplulukları yaşıyordu.Binyıllardır yarattıkları uygarlık, kurganlarda ve arkeolojik kazılarınortaya çıkaracağı anıtlarda, sözcüğün tam anlamıyla, gömülüydü. Bilimadamları, yine sözcüğün tam anlamıyla, derin bir hazinenin üstündeoturduklarının farkına vardılar ve bütün yüzyıl boyunca arkeolojikkazılar, “ekspedisyon”lar, antropolojik araştırmalar, sözlü edebiyatderlemeleri ve benzeri çalışmalar yoluyla başlı başına bir kültürel mirasıortaya çıkardılar. Sovyet yetkilileri, bu hazineyi bir tehdit görecek,1930'larda, (Manas’ı derlemiş) Friedrich W. Radloff (ya da daha çokbilinen adıyla Vasilii V. Radlov, 1837–1918)'u ölümünden kaç yıl sonra,geriye dönük olarak “panTürkist” olmakla suçlayacak ve onunla ilişkiiçinde olmuş türkologları, örneğin Aleksander N. Samoyloviç (18801938)'i“halk düşmanı” suçlamasıyla idam edeceklerdir (“Vasily Radlov”).
Nitekim, 1917’den sonra Türkiye’ye gelen ve (Türkiye) Türkler(i’n)eTürk olmayı öğrettiler denilen Yusuf Akçura (18761935) ve SadriMaksudi olsun, Saadet Çağatay ve Reşit Rahmeti olsun, Rusya Türkleri,bu mirasa vakıftılar. Şerif Mardin, “bizim aydınlarımız 1900’e doğru,Batı’da sosyal bilimlerin ortaya çıkardıkları birtakım yeni fikirlerlekarşılaşıyorlar. Bir tek fikirle değil, birkaç fikirle. . . . ‘Türklük’ adınıverebileceğimiz bir kültür kümesi de, bu fikirlerden bir başkasıdır.Rusya’da sağlam akademik esaslar üzerine kurulu Türklük çalışmalarının
14
sınırların tayin edilmesinden sonra . . . Rus Şarkiyatçılığınınniteliği[nin] değişti”ğini kaydeder. “Devrim’den sonra, bütündiğer bilimler gibi Şarkiyatçılık da Parti’nin ve devletin uşağıoldu, Sovyet politikalarını yerine getirecek bir alete dönüştü.Parti politikalarına uymayanlar baskıya uğradı ve akademikkurumlardan kovuldu” diye belirtir. Ayrıca, “saha çalışmaları(ekspedisyonlar) parti organlarının onayı ve idarî desteğiolmaksızın yürütülemezdi. Parti de tabii sadece ulusal meselekonusunda kendi çizgisini destekleyen ya da en azından oçizgiye karşı çıkmayan araştırmaları onaylıyordu” diye ekler.Nitekim Mirfatih Zekiev 1950 yılında Kazan Üniversitesi’ndeçalışmaya başladığı zaman, “Rus Türkoloji çalışmalarında, . . .ders kitaplarında, değişik ansiklopedilerde ve tarih elkitaplarında resmî olarak gösterilen Türk halkları[nın] etniktarihi konusunda sergile”nen ve “genel kabul” gören “bakışaçısı”yla “orijinal tarihin,” yani gerçek tarihin birbiriyleörtüşmediğini farkettiğini yazar (Türklerin ve Tatarların Kökeni11).
Türk–Türkî
Bilindiği gibi, Çarlık Rusyası, egemenliği altındaki Türkleri ya(aralarında Budist ya da Şamanistler olsa bile) “Müslüman,”ya da “Tatar” diye nitelerdi. Ancak İlyas Kamalov’un belirttiğigibi, “Rus siyaset ve bilim adamları, bunlara ‘Tatar’ demeklebirlikte, ‘Türk’ menşeli olduklarını da inkâr edemediklerinden,
en çok etkilediği kişiler arasında Tatar ve Azerbeycan Türkleri olmuştur.Rusya’dan ayrılıp 1908’den sonra Türkiye’de Türklük kavramını yayanAkçura gibi kimseler, ırkçılıktan çok, bu gibi ‘kültür kümesi’ fikrinden güçalmışlardır. . . . Akçura’[nın] . . . dayandığı husus, aslında, Radloff’un vediğer gerçekten önemli araştırmacıların, Türklerin bir kültür birliği olarakneler getirmiş oldukları konusunda yaptıkları araştırmaların yayımlanmışolmasıdır. . . . Türk aydınlarının bir kısmı, uzun vadede, aslında imparatorluğun dışından gelen ve gittikçe ideolojik bir şekil alan bu yeni öğelerinbirer program olarak geliştirilmesini, kendi dünya görüş açısına ithaletmiştir” diye yazar (6465). Bir başka deyişle, Türkiye Cumhuriyeti,kuruluşunda Osmanlı İmparatorluğu’nun devasa kültürel mirasını biryana fırlatıp atarken, bu “kültürel küme”ye güveniyordu.
15
Türkiye Türkleri’nden ayrı ele almak için,” ayrı ayrı terimlerortaya çıkarmışlardı (120). Audrey Altstadt da, Rusların, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Türkler ve konuştukları dil içinkullandıkları, sırasıyla turok ve turetskii terimleri varken,Türklerin dilinde olmayan bir ayrım yaratarak, Çarlık Rusyasıiçinde bulunan Türk topluluklarının ve lehçelerinin dahilolduğu geniş kategoriye sırasıyla tiurk ve tiurskii terimlerinikullandıklarına dikkat çeker (28). Kendisi ise, Türklerindilinde olmadığını vurguladığı bu ayrımın kültürel ve etnik bakımdan yapaylığı dolayısıyla, Türk’ün karşılığı olarak Turkish’ikullandığını belirtir (xix). Konuyu incelemiş, iyiniyetli birbilimadamının varacağı sonuç budur. Ancak konuyu bilmeyenve de belki ardniyetli Batılı çoğunluk, onun gibi davranmaz.Kamalov’un belirttiği gibi, Çarlık döneminde başlatılan veSovyetlerin sürdürdüğü/geliştirdiği ikilik sonucunda, örneğinİngiliz ve Amerikan bilimsel eserlerinde Türkiye Türkleri içinTurkish, Rusya’daki Türkler için Turkic terimleri kullanılmıştır(120) ve kullanılmaktadır.
Mustafa Öner, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’deTürk kavramının anlamının bir hayli “daraltılmış” olduğu gerçeğini kabul etse de, “Türk adının, ülkemiz halkının yanısıra,diğer Türk halklarını ve Türk kavimlerini . . . ihtiva edecekşekilde kullanıldığı geniş anlamı[nın] halen sürmekte” olduğunun altını çizer (“Tukay ve Tatarlık”). 1991’den itibaren ise,Türkiye’de, o zamana kadar Türk Dünyası’ndan hiç haberiolmamış, Anglo–Sakson dünyaya dönük kamuoyu—Türkoloji’nin terimlerine aşina olmadığı gibi, Fransızca bilmediğiiçin, Fransızca’daki bütüncül turcité (Türklük) kavramındanve türevlerinden habersiz—bu terimleri olduğu gibi kopyaetmeyi olağan saydı ve “Türk”ün yanısıra, Türkî sözcüğü (çoğuzaman “şapka”sız olarak) türedi. Nedense Türkdilli gibi birterime hiç itibar edilmedi, başka terim de aranmadı.
Tabii, bu ayrıştırmayı19 benimseyenler arasında, sadeceTürk Dünyası’ndan 1991’e kadar haberdar olmamış olanlar
19 Bu ayrıştırmaya bir örnek, Fransevîler terimini kullanmak ve FransızlarıFransevîler’den biri saymak, Fransız Kanadalıların konuştukları dile de“Fransevî” demek olurdu.
16
yoktu. “Türkî” taraftarlarının bir görüşü de, Türkiye Türkleri’nin deneyimiyle, Çarlık Rusyası ve arkasından SovyetlerBirliği egemenliğinde yaşamış olan “etnik Türk”lerindeneyiminin farklı olmuş olduğu ve bu farkın bir ayrıştırmagerektiriyor oluşuydu. “Türk cumhuriyetleri” ile “Türkîcumhuriyetler” gibi, aynı olguya işaret eden farklı ifadeler,ifadede bulunanın “taraf”ını ya da en azından görüşünügösterir oldu.
Ancak zamanla bir gelişme daha kendini gösterdi: Türkiye Türklerinin kaleme aldığı İngilizce metinlerde, Türkçe’denİngilizce’ye yapılan çevirilerde, genelde dışarıda olsun Türkiye’de olsun yayımlanan Türkiye’yle ilgili İngilizce metinlerdeve geniş anlamda Türklerden İngilizce olarak söz edilen bütündurumlarda, ortak Türk terimi için—örneğin tarihteki şahsiyetlere ya da geçmişteki eserlere değinilirken—İngilizlerin/Amerikalıların aracılığıyla Ruslardan öğrenilmiş olarak,“Turkic” terimi kullanılır oldu. Yani İngilizlerin/Amerikalılarınaracılığıyla Rusların “tayin edişi” ile, Türkiye Türkleri ilk önceTürkî (Turkic), daha sonra bunun bir alt kolu olarakTürk’türler (Turkish’dirler). Bu metinler bazen Türkçe’yeçevrilmektedir; söz gelişi, Oğuz Kağan’ın bir “Türkî” olduğu,Fuzulî’nin “Türkî”ce yazdığı öğrenilmektedir. Örneğin,hazırlanmasına SSCB’nin yıkılışından çok daha öncebaşlanmış, fikir babası gazetecifoto muhabiri ErgunÇağatay’ın olduğu ve onun fotoğraflarının yer aldığı,editörlüğünü mimarlık tarihi profesörü Doğan Kuban’ınyaptığı, Türkçe Konuşanlar: Orta Asyadan Balkanlara 2000Yıllık Sanat ve Kültür (2007) adlı eser, İngilizce’ye The TurkicSpeaking Peoples: 2000 Years of Art and Culture from InnerAsia to the Balkans (2006) olarak çevrilerek yayımlanmıştır.Osya “Türkçe konuşanlar”ın İngilizce karşılığı “theTurcophones”dır. Bir başka örnek: Genel merkezi Ankara’daolan ve “Türk UNESCO’su” diye bilinen “Uluslararası TürkKültürü Teşkilatı” TÜRKSOY’un internetteki sitesinin İngilizcemetninde, bu kuruluş “The International Organization ofTurkic Culture” olarak tanıtılmakta, “Goals” (Amaçlar)sayfasında ise “Türk Dünyası” sözü “Turkic World” olarak
17
geçmektedir. Zaten sitenin İngilizce metinlerinde Turkicsözcüğü “Türk” anlamında olarak sürekli kullanılmaktadır(bkz. “TURKSOY: The International Organization of TurkicCulture”).
Nadir Devlet’e göre Türk cumhuriyetlerindeki toplumların “Türkî” niteliğini benimseyişlerinin özgül bir nedeni vardır. Devlet’e göre, Türkiye Cumhuriyeti’nin, “vatandaşlannaresmen Türk adını vermesi”yle, “bu coğrafya içinde oluşanyeni ulusun” adı “‘Türk’ olarak tescil edil”diğinden, “öncedensoybirliğini belirten ‘Türk’ adı artık ekseriyeti Anadolu’da yaşayan, Osmanlının varisi bir ulusun özel adına dönüşmüş”tür; buna karşılık, “Türk topluluklannın bir haylisininkendi milli kimliklerini belirten adlarla kurulan bağımsızcumhuriyetlere kavuşmalarının sonunda . . . [butoplulukların üyeleri] kendilerini bu ulus adları ileözleştirmektedirler. Soybirliğini ise, Türkiye’de genelde resmiolarak red edilen ‘Türki’ (Türki halklar veya Türki dilli halklar)kelimesi ile ifade ettikleri için ‘Türk’ adını Anadolu’da yaşayansoydaşlarına has özel bir ulus adı olarak kabul ettiler” (“XX.Yüzyılda Tatarlarda Milli Kimlik Sorunu”). Aktarılan süreç,örneğin Nesibli’nin kendi ülkesindeki gelişmeleri aktarışıylatam olarak çakışmıyorsa da, SSCB içerisinde Sovyetdöneminde oluştuğu anlaşılan bu benimsemeyi, nedenTürkiye Türkü de kabullendi?
Kabullenişin çok çeşitli nedenleri olduğunu sanıyorum.Herşeyden önce, İstanbullu’nun Osmanlı’dan kalma ayrı,Anadolulu’nun ayrı, her birinin kendine özgü kibarlığındanötürü, karşısındakine karşı çıkmak, karşısındakinin söylediklerinde doğru olmayan bir husus olabileceğini belirtmek,hatasını yüzüne vurmak yoluyla onu incitmek istemeyişi gibibir nedenin, hiç de yabana atılmayacak bir etken olduğunainanıyorum. Ancak bunun yanısıra, hem bu terim konusundahem de yukarıda sözünü ettiğim Türkiye Cumhuriyeti konusunda Sovyet koşullandırmasının, bir tabula rasa’da (bomboşzihinsel levhada) kolaylıkla kendine yer edindiği de, azımsanmayacak ayrı bir gerçek. Bir başka deyişle, Türk cumhuriyetleri insanı, hem koşullandırma sonucu hem belki de
18
yıllar yılı oluşmuş kimi özel duyarlıklar sonucu edindiği söylemi, Cumhuriyet öğretisinin dar kalıplarının ötesine gidememiş ve Türk Dünyası konusunda tamamıyla bilgisiz olanTürkiye Cumhuriyeti insanına rahatlıkla dayatabildi.
19
Dil – Lehçe
Köken dolayısıyla Türk Dünyası’ndan haberdar olanlarlauzmanlık alanı olarak o dünyaya yönelmiş olan bilimadamlarına ve özellikle aralarında Türkoloji alanında uzmanlaşmışolanlarına 1991’den sonra yepyeni bir grup eklendi: SSCB yıkılınca “Orta Asya Araştırmaları”nın prim yaptığı ABD’deokurken, bu gözde bilim dalına yönelmiş, ama bu konudabütün öğrendiklerini ABD’de öğrenmiş genç bilimadamları.Tabiî bunlara Avrupa’da okumuş olanları da eklemek gerek.ABD’de ya da genelde Batı’da akademik dünyada yaygın kuramları iyi biliyor, yabancısı oldukları Türkoloji terimlerini iseöğrenmeye gerek görmüyorlardı. Türkologlar da bu bilimadamlarını gerekli formasyonu edinmemiş sayıyor, meslektaşolarak muhatap almıyorlardı bile; ancak bu genç bilimadamlarının terennüm edip durdukları Batı kökenli kuramlarkonusuna aşina olmaya da hiç heves etmeme hatasını işliyorlardı. Arkasından oluşan “sağırlar diyalogu”nun en iyi örneği,dil lehçe karşıtlığında yaşanmaktadır.
Bunun da en iyi örneği, daha SSCB yıkılmadan öncegerçekleşmiş olan “atışma”dır: Türkolog Saadet Çağatay(1907–1989)’ın, ölümünden kısa bir süre önce meslektaşı Talat Tekin’le polemiği, daha o yıllarda konuyla ilgilenenlerin hatırlarındadır. Çağatay, değişik Türk boylarının konuştuklarınalehçe,20 Tekin ise dil diyordu. Bu konuda Timur Kocaoğlu’nun1996 yılında Türk Dil Kurumu’nda yaptığı konuşmadakiyorumuyla,
Türkçe ve Türk dili terimleri... Türkiye’de, biri dar, ikincisigeniş olmak üzere iki ayrı anlamda kullanılıyor. Dar anlamdabugün Türkiye’deki konuşma ve yazı dilini Türkçe ve Türk dilidiye adlandırıyoruz. Geniş anlamda ise, Türkiye’deki Türk diliile birlikte yeryüzündeki başka Türk konuşma ve yazı dillerinide topluca Türkçe ve Türk dili diye karşılıyoruz . . . Saadet Ça
20 Adile Ayda (19121992), “çok eski bir geçmişte, yani tarihöncesi dönemlerde, bir Türk Anadilinin bulunduğuna” dikkat çeker (209). Türkiye’deCumhuriyet dönemi Türkolojisi’ni kuran bilimadamlarından olan Çağatay’ın davranışında, bu anlayışın yatmakta olduğunu düşünmekteyim.
20
ğatay Türk dilinin bütün kolları için yalnız lehçe terimini kullandı . . . Talat Tekin ise, batıdaki Türkologlara uyarak “Türkdilleri” terimi üstünde ısrar etmektedir. (“Dünyada Türk Dili:Sosyo–Politik Bir Yaklaşım”)
Kocaoğlu, konuşmasında şimdiki durumu, “Eski Sovyetler Birliği’nde Türk dilinin kolları içın ‘Türk dilleri’ terimi kullanılmıştı, bu gelenek SSCB dağıldıktan sonra da bağımsızlıklarına kavuşan Türk cumhuriyetleri ile Rusya Federasyonuiçinde yaşayan Türk boyları tarafından da artık benimsendiğinden, onlar ‘Türk dilleri’ veya ‘Türkî diller’ terimlerinisürdürüyorlar” diyerek açıklar (“Dünyada Türk Dili: Sosyo–Politik Bir Yaklaşım”).
Meselenin gerçekte girift olduğuna dikkat çeken Kocaoğlu, Noam Chomsky’nin dil ile ağız arasındaki21 ayrımın aslında sosyopolitik bir olgu olduğuna işaret ettiğini hatırlatarak, “Türkiye’de sıkça kullanılan Türk lehçeleri teriminintam anlamı benim için o kadar açık ve belirgin değil” der velehçe teriminin var olan mahzurlarına değinir. Kocaoğlu, “‘lehçe’ kelimesi dünyadaki bütün Türk boyları tarafından anlaşılan ortak bir terime dönüşene kadar, ‘Türk lehçeleri’ terimiyerine, ‘Türk dilinin kolları’ terimini kullanmanın daha doğruolacağı görüşünde”dir (“Dünyada Türk Dili: Sosyo–Politik BirYaklaşım”).22
1991’den sonra, ordu sahibi olanın dil sahibi de olduğugerçeğini kabul etmek gerektiği ortaya çıkmıştı. Zaten Batı veözellikle ABD, Sovyet dönemindeki uygulamayı daha da perçinleyerek, adeta yangından mal kaçırırcasına “Kazakça–
21 Kocaoğlu konuşmasında, “Bizdeki gibi ‘dil, lehçe, ağız’ olarak üçlü sınıflandırma birçok yabancı dil ve Türk dilinin başka kollarında yok. Onlardayalnız ‘dil ve ağız (yani lehçe)’ ‘language and dialect’ ikili sınıflandırmavardır” diyerek, ağız terimini kullanmıştır.
22 Kocaoğlu,“ 1920’lerde Türkiye ile Azerbaycan birleşerek tek bir devlet kursalardı, Azerice artık bir yazı dili değil, Türkiye’nın ağızları[ndan biri]durumunda olacaktı. Tıpkı Erzurum Kars ağızlarını biz Anadolu ağızlarıolarak ele al[dığımız gibi]. Eğer bu bölgeler Türkiye Cumhuriyeti değil de,Azerbaycan Cumhuriyeti toprakları içinde yer alsaydı, Erzurum ve Karsağızları Azericenin ağızları sayılacaktı” diye açıklamıştır (“Dünyada TürkDili: Sosyo–Politik Bir Yaklaşım”).
21
İngilizce,” “Kırgızca–İngilizce” türünden sözlük ve benzer dilbilgisi kitaplarını piyasaya sürmekteydi. Bir amaç, bu dillerinsahibi toplumları, maddeten olduğu kadar manen bir an önceSovyet boyunduruğundan uzaklaştırmak (Sovyetlerin yenidendoğrulmasına engel olmak) ise, bir başka amaç Sovyetler tarafından dağıtılmış ve parçalanmış Türk topluluklarının bir araya gelmesini engellemekti. İşte ABD’de ve genelde Batı’da eğitim görmüş genç bilim adamları, bu tür hedefler peşinde olmamakla birlikte, derslerine iyi çalışmış olduklarını kanıtlamak, kendilerini göstermek üzere, “evrensel düşünce anaakımı”nı tayin eden Batılı davranışlarla uyum içinde—ve de Türkoloji diye bir bilim dalının varlığından ya da bu bilim dalınınteamüllerinden haberdar olmaya zahmet etmeksizin—görüşlerini sunmaya koyuldular.
Candan Badem bu kitaptaki “Kazakistan’da Dil Siyasetive Dilsel Kimlik” başlıklı makalesinde “lehçe” terimini kullananları suçluyor ve onların “Kazakça ve öteki Orta Asya ‘Türkî’ dillerini, Türkçe’nin lehçeleri ya da şiveleri gibi göstermeçabaları, başta bu ülkelerin dilbilimcileri olmak üzere çeşitliuluslardan saygın dilbilimciler ve türkologlar . . . tarafındankabul görmemektedir” diye yazıyor. Özetle, Batı ve Rus görüşünü benimsemiş olanlar, “lehçe” diyenlere “faşist,” “aşırı milliyetçi” ya da “gerici” yaftası yapıştırırken; onlar da “dil” diyenleri “cahil” ya da “Batı etkisinde/hizmetinde” sayıyor vekendi bildiklerini okuyorlar. Örneğin, 31 Mart–5 Nisan 2009tarihleri arasında Maltepe Üniversitesi’nde, “TÜRKSOY’un önderliğinde T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı TEDA ProjesiYürütme Kurulu, Maltepe Üniversitesi, TİKA, Gazi Üniversitesive Avrasya Yazarlar Birliğinin” işbirliğinde “Türk LehçeleriArasındaki Aktarma Çalışmalarının Bugünkü Durumu veKarşılaşılan Sorunlar” konulu sempozyum ve uygulama atölyesi düzenlendi (“Türk Lehçeleri Arasındaki Aktarma Çalışmalarının Bugünkü Durumu ve Karşılaşılan Sorunlar BilgiŞöleni”). Vikipedi ise “Türk Dilleri” demektedir—ama Türk DilKurumu’nun lehçe dediğini kaydetmektedir (bkz. “Türk Dilleri”).
22
TÜRK CUMHURİYETLERİNDE
Peki, yirmi yıl sonra, bağımsızlığını kazanmış olan Türkcumhuriyetlerine baktığımız zaman ne görüyoruz? Yirmi yılönce “yeniden doğmuş” sayılabilecek ulusdevletlerini güçlendirmek için ne tür çabalar sarfettiler? Ne durumdaydılar vekendilerine nasıl bir yol çizdiler, nasıl bir kültürel kimlikedinmeye giriştiler? Bu süreç içinde ne gibi dinamikler onlaraeşlik etti? Sovyet döneminin cebir ve zorbalığından23 arınmayıbaşarıp liberalizm ve demokrasiye doğru yol alabildiler mi? Buderlemedeki makaleler bu tür sorulara yanıt aramaktadır.
Bir kez, birçok gözlemcinin işaret ettiği ve bu kitapta daNesibli’nin değindiği gibi, bağımsızlıklarını elde edip ulusdevletlerini güçlendirmeye yöneldikleri dönem, tam da Batıkamuoyunda bir yandan küreselleşmenin egemen olduğu, öteyandan da “ulusdevlet”ten uzaklaşılmaya başlandığı zamanatesadüf etti. Batı hemen, egoist ve zalim bir şekilde, başındansuçlamaya hazırlandı: Batılı gözlemciler, Abel Polese’nindeğindiği gibi, iki tür ulusdevlet olduğuna işaretle, Sovyetsonrası “ortaya çıkan” devletlerin, tıpkı özellikle yirminci yüzyılın ikinci yarısında bağımsızlıklarını kazanan (Batılı emper
23 “Sovyettipi” diye nitelenebilecek cebir ve zorbalığın hüküm sürmekteolduğuna, (yukarıda bir dipnotta sözü edilen, Özbekistan’da muhalefetlideri şair Salih’in ülke dışına kaçmaya zorunlu kalışından başka) birörnek, F. Türk’ün makalesinde sözünü ettiği, yine aynı ülkeden yazarMehmet Ali (Mamadali) Mahmudov’un, asıl adıyla Evril Turan’ın, Kerimovrejimine muhalefetten dolayı 1994 ilâ 1996 yılları arasında tutuklukaldıktan sonra, yeniden 1999’da çeşitli şiddet eylemleriyle suçlanarak ondört yıla mahkum olması ve o tarihten beri cezaevinde bulunmasıgösterilebilir. Mahmudov, 1981’de yayımladığı Ulmas Koyalar (ÖlmezKayalar) romanı dolayısıyla dönemin Sovyet rejimi tarafından da takibatauğramıştı; bu eser için 1992’de “Çolpan” ödülünü alan yazarın bağımsızlıkdevrinde kendini böyle bir durumda bulması ise gerçekten üzücüdür.Tutukluluğu sırasında işkence görmüş olduğu söylenen Mahmudov ABD,İngiltere, Hollanda ve Kanada PEN örgütleri tarafından onursal üyeyapılmıştır. 2001'de PEN/Barbara Goldsmith Ödülü’nü alan Mahmudov,Haziran 2011’de Uluslararası PEN tarafından “Ayın Yazarı” seçilmiştir.Mahmudov, hâlen en uzun süre cezaevinde kalmış olan yazarlardanbiridir. (Eserinin Fransızca’ya çevirisi 2008 yılında La Montagne Éternelle[Ebedî Dağ] olarak yayımlanmıştır.)
23
yalistlerden kurtulan, Doğu’daki) eski koloniler gibi, “etnik”nitelikli uluslar barındıracağına (yani, İngilizcesiyle ethnicnation olacağına) hükmettiler. Kendi ulusdevletlerindekiulusların ise, “yurttaşlık”ı temel aldığını (İngilizcesi’yle, civicnation olduğunu) ileri sürdüler. Tabii bu “etnik” ulusdevletinbir tek etnik gruba hayat hakkı tanıyan bir milliyetçilikle biçimlendirildiğini, oysa kendilerininkinin katılımcı olduğunu,yurttaşlığını almış olan herkesin eşit haklara sahip bulunduğunu da varsayıyorlardı.24 Polese buna karşı çıkmakta, Batı’daki ulusdevletlerde ulus inşasının da bal gibi ilk baştaetnik bir çekirdekten başlayarak geliştiğini anımsatmaktadır(bkz. “Patterns of Identity Formation in the PostSoviet Space:Odessa as a Case Study” başlıklı makalesine). Demek istediğim, Sovyetsonrası cumhuriyetlerin adımları daha başındanküreselleşmenin zorlayıcı veçheleriyle karşılaştı ve ulus inşagayretleri kuşkuyla karşılandı.
Bilindiği gibi, “ulusdevlet” göreceli olarak yeni bir oluşum sayılır; modern tarihyazımı başlangıcını genelde on dokuzuncu yüzyılın başlarına, Fransız Devrimi (1789) tarafındantetiklenmiş olduğu görüşüyle en fazla on sekizinci yüzyılınsonlarına tekabül ettirir ve sanayileşmiş, modern bir toplumun ürünü sayar (bkz. örneğin Anderson; Gellner; ve Smith).Uli Schamiloglou da, 2005’te İstanbul’da düzenlenen “Kimlikve Kültür” sempozyumunda yaptığı “Ulus Kavramı ve OnDokuzuncu ilâ Yirmi Birinci Yüzyıllar Arasında Orta AsyaTürk Cumhuriyetlerinde Kimliğin (Yeniden) Tasarlanması”başlıklı konuşmasında, yirminci yüzyıla kadar Orta Asya’dahalkların kimliklerini, “Müslüman” ya da “Yahudi” olarak din
24 İngiltere’de ya da ABD’de hiç yaşamamış olan bazı (Türkiye) Türkler(i) butürü, var olduğunu varsaydıkları “AngloSakson ulus modeli” diye nitelendirirler. Bilindiği gibi, Türkiye’de “Kürt sorunu”nun büyük ölçüde ulusdevletin “etnik” Fransız modeline göre düzenlenmiş olmasından kaynaklandığına, eğer bunun yerine “Anglosakson” ilkeler benimsenirse, oluşacak yurttaşlığa dayalı demokratik ulusun varlığıyla, “sorun”un ortadankalkacağına inananlar vardır. Hem İngiltere’de (daha doğrusu BirleşikKrallık’ta) hem ABD’de yaşamış olanlarımız, kağıt üzerindeki “yurttaşlığadayalı” düzenin gerçekte ne kadar çok eşitsizliğe olanak sağlayabildiğinebizzat tanık olarak, hatta kimi zaman bunun kurbanı haline gelerek gözlemlemişizdir.
24
leriyle, “Kongrat” ya da”Mangıt” olarak mensup oldukları boylarla, veyahut “Buharalı” ya da “Semerkandlı” olarak yaşamakta oldukları yöreye göre ifade ettiklerine işaret etmişti.Nitekim Saltanat Berdikeeva bu kitaptaki “Kırgızistan UlusalKimliği ve Aşiretler Politikası” başlıklı makalesinde, Kırgızistan’da “ulusaltı” diye nitelenebilecek toplulukların,“boy”ların ve özellikle “aşiret”lerin nasıl günümüze kadarvarlıklarını sürdürmekte olduğunu—ve ülkenin gidişatınıetkileyerek sorunlar yarattığını—aktarmaktadır.
Türk cumhuriyetlerinin “ulusdevlet”leri 1920’lerinbaşından itibaren Bolşevikler/Sovyetler tarafından kurulmuştur; bir başka deyişle, bu cumhuriyetleri, günümüz “jargon”uyla ifade edersem—Eric Hobsbawm ile Terence Ranger’inyaygınlaştırdığı terimle—“icat” eden (bkz. Hobsbawm veRanger), yukarıda da belirttiğim gibi, Bolşevikler/Sovyetlerolmuştu.25 Örneğin Özbekistan’ın nasıl kurulduğunu “ÖzbekKimliğinin Arkeolojisi” makalesinde Alisher Ilkhamov ayrıntı
25 Kocaoğlu, yukarıda andığım konuşmasında, “Bugün ÖzbekistanCumhuriyeti sınırları içerisinde yer alan Harezm bölgesinde on yedinci veyirminci yüzyıllar arasında Hive Hanlığı vardı ve 1920 yılında HarezmCumhuriyeti kuruldu. Bu cumhuriyette yayınlanmış kitap ve dergilerüzerinde yaptığım bir ön araştırma ile 1920 ile 1924 yılları arasındaHarezm Cumhuriyeti’nde o sıralardaki Buhara Cumhuriyeti’ndekiÖzbekçe yazı dilinden oldukça farklı bir Harezm yazı dili geliştirilmişolduğunu farket[tim] . . . 1924 yılında Türkistan’daki Buhara Cumhuriyetigibi Harezm Cumhuriyeti’nin de ortadan kaldırılmasıyla bu Harezm yazıdili de son bularak, yerini bügünkü Özbek yazı diline bırakmıştır. Yani,1920’ler başında ayrı bir yazı dili olma durumunda olan Harezmce, bügünartık Özbekçe’nin Oğuz ağızlarını teşkil eder ve Harezm bölgesindeyaşayanların “konuşma dili” olarak varlığını sürdürmektedir. BugünÖzbekistan Cumhuriyeti’nin Harezm bölgesinde yaşayan kimselerkendilerini hem Özbek saymakta hem de yerel kimlik olarak ‘Harezmli’diye tanımlıyorlarsa da, bu ‘Harezmlilik’ bir millet kimliği düzeyindedeğildir. Ama, eğer 1925’te Özbekistan kurulmayıp, Orta Asya’da Harezmve Buhara cumhuriyetlerinin sürmesine Sovyet yöneticileri izin verselerdi,bügün biz belki ayrı ayrı Harezmli ve Buharalı ‘millet kimlik’leri veyabaşka bir sosyopolitik gelişmeyle ‘Türkistanlı Türk’ millet kimliği ilekarşılaşırdık. Yazı dilleri olarak da Özbekçe yerine ‘Harezmce’ ve‘Buharaca’ Türk yazı dilleri var olurdu” demiştir.
Söylediklerini Alimov’un makalesinde verdiği bilgiyle karşılaştırmakayrıca ilginç olur.
25
larıyla anlatmaktadır.26 Çeşitli hesaplara göre değişik alternatifler arasından seçim yapılarak, soğukkanlı bir biçimdedikte edilerek, empoze edilerek yapılmıştır. Ve aşağıda birörneğini verdiğim gibi, yapboz biçiminde defalarca dadeğişikliğe uğratılmıştır.
Marksist Temelli Ulusların Oluşumu / Milliyetler Siyasası
Asıl ilginç nokta, bu “devlet”lerin kuruluşunda temel ilkenineşyanın tabiatı Marksizm olmasına rağmen, bu düşünceakımına hiç uymayan bir şekilde “ulus”ların yaratılmışolmasıdır. Bir başka deyişle, daha işin temelinde radikal biraksaklık vardır. Bunun yarattığı sıkıntı, uygulamada getirdiğisorun(lar) hep cebren, Komünist Parti’nin katı kuralları vetalimatlarıyla, özellikle “büyük temizlik” adı verilen katliamlaçözülmeye çalışılmıştır. Nitekim SSCB’nin ilk yıllarındaMarksizme/MarksizmLeninizme/Komünizme inanmış birçokRus olmayan aydın, tam da kendi ulusunu kurmak istediğizaman, yani var olabilecek sandığı MarksistLeninist/ Komünist milliyetçiliğe girişince, yanılgısını hayatıyla ödemiştir.Eski Kazan Hanlığı (14381552) topraklarında TatarBaşkurtcumhuriyetini kurmak isteyen Mirsait Sultangaliev (SultanGaliev, 18921939/1940),27 Azerbaycan’da bir süre fiilendevlet başkanlığı yapmış Neriman Nerimanov (18701925) veBatı Türkistan’da bir birleşik Türk devleti kurmak istemişolan Turar Rıskulov (18941938), başta Bolşeviklerle işbirliği
26 Alimov’un görüşlerine çeşitli yorumlar ve eleştiriler gelmiştir. Bunlarımakalesinin bir dipnotunda sıralamaktayım.
27 Bolşevikler, Şubat 1917 devriminden sonra Sadri Maksudi (Maksudov,sonradan Arsal, 18781957)’nin liderliğinde kurulan ve kimi gözlemciyegöre zamanla “İdilUral” devletine dönüşebilecek “MillîMedenî İç Rusya veSibirya Müslüman TürkTatarları Muhtariyeti”ni (İç Rusya ve SibiryaMüslüman TürkTatarları UlusalKültürel Özerkliği’ni) Nisan 1918’delağvederken, yerine bir TatarBaşkurt cumhuriyeti kurmaya söz vermişlerama sözlerinde durmamışlardır. Rinat Muhammediev’in Türkçeye SıratKöprüsü (bu çeviri 1993) olarak çevrilen Sirat Küpéré (1992) romanı,Sultangaliev’in aldatılışını, Turancılığı benimseyişini ve kaçınılmaz sonunagidişini anlatmaktadır.
26
yapmış “komünist milliyetçi”lerden bazılarıdır.28 Bu kitaptaAlimov ve söz konusu cumhuriyetlerde geçmişte vegünümüzde Türkçülük faaliyetlerini irdelediği makalesinde F.Türk, başta Rıskulov olmak üzere bu kişilerin fikirlerini veemellerini inceliyorlar.29
Bu inanmış komünistler arasında örneğin Buharalıaydınların, Lenin’in vaatlerinden30 etkilenerek, ülkelerindekendi istedikleri (ceditçi, modern) bir düzen içinde bağımsızolabileceklerine ikna olup, gerici ve müstebit buldukları kendidevlet başkanları Emir Muhammed Alim Han (18801944,saltanatı 19101920)’ı alaşağı etmek için Bolşevikleri yardımaçağırmaları, çarlık döneminde Rusların “himaye”si altındabulunmakla birlikte içişlerinde özgür olan monarşik BuharaEmirliği’ni ortadan kaldırmak isteyen Bolşeviklerin (bkz.Roudik 104 ve sonraki sayfalar) oyununa gelmiş oldukları birgerçek.
Sovyetler, Erol Kurubaş’ın deyimiyle “zayıf ve kusurlubiçimde tasarlanmış” (113) “ulus”lar yaratırken iki amaçgüdüyorlardı. Bir, SSCB gibi devasa bir imparatorluğu yönetebilmek için, barındırdığı/yönetimi altında tuttuğu halklara
28 Devlet’in Millet ile Sovyet Arasında: 1917 Ekim Devriminde RusyaTürklerinin Varoluş Mücadelesi (2011) adlı eseri bu kişileri incelemektedir.
29 Nesibli’nin makalesinde aktardığına göre Mehmet Emin Resulzade (18841955) bu olguya “Bolşevik Türkçülüğü” adını vermişti. (Resulzade hakkında bilgi için bkz. F. Türk’ün makalesindeki ilgili dipnota.)
30 Lenin (çarlık) Rusya(sı)’nın bir “halklar cezaevi” olduğunu ve “Rusproletaryasının . . . çarlık tarafından ezilen bütün uluslara Rusya’danayrılma hakkı vermedikçe . . . muzaffer bir demokratik devrimin başınıçekemeyeceği”ni belirterek, “[b]iz halkların kendi kaderlerine kendilerininkarar verme özgürlüğü yani bağımsızlık yani ezilen uluslar için ayrılmaözgürlüğü istiyoruz” diye yazmıştır. Ancak, bugün, Buharalı aydınlarınkendilerini kaptırdıkları devrim ateşinden uzak, sakin bir kafayla Lenin’inyazdıkları okunursa, hemen arkasından, ““[b]iz halkların kendikaderlerine kendilerinin karar verme özgürlüğü yani bağımsızlık yaniezilen uluslar için ayrılma özgürlüğü istiyoruz [ama bu], ülkeyi ekonomikolarak bölmeyi hâyal ettiğimizden ya da ufak devletler idealinden değil,bilakis, sadece, ayrılma özgürlüğü olmadan olanaklı olamayan gerçektendemokratik, gerçekten enternasyonalist bir temelde, büyük devletler veulusların daha yakın birliğini hatta birbiri içinde erimesiniistediğimizdendir” diye yazdığının (“The Revolutionary Proletariat and theRight of Nations to SelfDetermination”) farkına varılabilir.
27
belirli ölçüde özyönetim hakkı tanımak gerektiğinin farkındaydılar—bunun, özellikle Rus olmayan halkların bağlılığınısağlamak için gerektiğini düşünüyorlardı; iki, Çarlık Rusyasıdöneminde işgal edilen ve 1917’de Şubat Devrimi’nden sonraözerklik ya da bağımsızlık ilan etmiş, ama topraklarını kendilerinin yeniden işgal ettiği halkları baskı altında tutmanınyolunun ve güçlü oldukları oranda güçlerini kırmanın, “böl veyönet”ten geçtiğini biliyorlardı. Dolayısıyla, başta dil konusunda olmak üzere, her türlü fark, ayrı ayrı yönetim birimlerikurmaya gerekçe sayıldı. 1920’lerden 1930’ların ortalarına(1936’ya) kadar SSCB’deki bütün etnik gruplar, ne denliküçük çaplı ya da pasif kalmış olursa olsunlar, herhangi birbiçimde ayrı bir özyönetim sahibi olma isteği göstermemişolsalar dahi, sürekli ulusallaşmaya tâbi tutuldular, yani ayrıbirer ulus hâline getirildiler (Kozyrev, “The Role of the TurkicComponent in Current Kazakhstani Identity Formation”).
Bu işleme Sovyet “milliyetler siyasası” denmektedir—ancak Rusça’daki nationalnost sözcüğü “milliyet” olarakçevrilse de, gerçekte söz konusu olan “etnisite”dir. Bubirimler, adlarını aldıkları etnik grupların yaşadıklarıtopraklarda, önem ve özgürlük açısından gittikçe azalacakbiçimde değişik düzeylerde kurumsallaştırıldı: En başta,SSCB’yi oluşturan öğeler olarak “Birlik cumhuriyetleri”bulunuyordu. Bu cumhuriyetler “oblast” denilen bölgelereayrılmıştı. İkinci olarak, bu Birlik cumhuriyetlerindenbazılarının içinde bulunan “özerk cumhuriyetler” vardı. Buözerk cumhuriyetler de, yönetim açısından birer oblastsayılıyordu. SSCB içinde özel bir yeri olan Rusya FederatifSosyalist Cumhuriyeti (RSFSC) içindeki büyük oblast’lara ise“krai” deniliyordu. Küçük Birlik cumhuriyetlerinin vekrai’ların içinde “özerk oblast”lar, bunların da içinde “özerkokrug”lar bulunuyordu. Kendisine Birlik cumhuriyeti ihsanedilmiş hiçbir etnik grup güç kazanıp Moskova’ya karşıdireniş göstermeye, kafa tutmaya kalkışmasın diye de, herBirlik cumhuriyeti içine, o cumhuriyete adını veren etnikgrubun dışında bir etnik gruptan adını alan bir özerk cumhu
28
riyet ya da oblast kurmuşlardı31 (Kozyrev, “The Role of theTurkic Component in Current Kazakhstani IdentityFormation”).
Korenizatsiya
Bölünmeye dayalı uluslaşmanın bir an önce tutması için dekorenizatsiya (yerelleştirme) denilen bir uygulama başlatıldı.SSCB yönetiminin amacı böylelikle Rus olmayan “teba”nınsadakatini elde etmekti. Her bir birim bünyesinde eğitimde,yönetimde, yayınlarda, özetle kamu hayatının her alanındabirimin ahalisinin dili kullanılacaktı. Bunun için yeni alfabeler icat edildi, ders kitapları yazılıp yayımlandı (Kozyrev, “TheRole of the Turkic Component in Current Kazakhstani IdentityFormation”). Oysa Leysen Şahin’in belirttiği gibi, Türk toplulukları tarafından SSCB kurulana kadar kullanılan (sadecesessiz harflerin kayda geçtiği) Arap alfabesi, bölgeler ve topluluklar arası değişik telaffuzları kaale almayarak, birleştirici biraraç işlevi görüyordu. Şahin, “Türk dilleri için, fonetik farkları
31 Bilindiği gibi, bu düzen Birlik cumhuriyetleri bağımsızlıklarınıkazandıktan sonra da olduğu gibi alıkonulmuştur. Örneğin, Birlikcumhuriyeti olarak düzenlenen Gürcistan’ın, üniter olmasına engeloluşturacak “yabancı” birimlerden ikisinin, Özerk Abazya Cumhuriyeti ileÖzerk Kuzey Osetya Oblastı’nın 2008’de Rusya Federasyonu ileGürcistan’ı karşı karşıya getirmesi olanağını sağlayan, işte SSCBkurulurken gerçekleştirilen, sınırları çizme işlemidir. Yine, SSCB’ninBirlik cumhuriyeti Azerbaycan’ın içinde bulunan ve Türk sözcüğü“Karabağ”a Rusça “dağlık” anlamına gelen nagorni sözcüğünden türetilennagorno eklenerek adlandırılan (yani Karabağ hanlığının topraklarıylailgisi yokmuş, bambaşka topraklardan söz ediliyormuş gibi gösterilmeyeçalışılan) ve Audrey Altstadt’a göre, Azerî köyleri dışarıda bırakılarakolanaklı olduğu kadar Ermeni köyleri dahil edilerek (127) kurulan ÖzerkNagornoKarabag Oblastı’nn, daha SSCB yıkılmadan, 1987 yılında, “çıbanbaşı” olmaya başlaması ve Ermenistan’ın bu toprakları günümüze kadarişgal etmeyi sürdürmesi, yine aynı sınır düzenlemesinin olanak yarattığıbir durumdur. (Çarlık Rusyası, [Azerî Türk] Karabağ hanlığı topraklarını1813’de, o dönemde bir tür federasyon olan İran’ı yöneten [Türkmen]Kaçar hanedanıyla akdettiği Gülistan Antlaşması sonucu ilhak etmişti.)Karabağ konusunun Azerbaycan’da yarattığı sorun(lar) için bkz.Nesibli’nin makalesine.
29
(ses farklarını) açığa çıkaran önce Latin, sonra Kiril alfabelerinin tahsis edilmesi, Türk dilleri arasındaki farkların sabitleşmesi sonucunu vermiş” olduğuna işaret eder (268). Tabiîherkes Şahin’in bakış açısını benimsemiyor. Badem makalesinde, “19261927 yıllarında, o zamana kadar kullanılan Arapalfabesi terkedilip, Latin alfabesine geçildi ve okuryazarlıkoranı hızla yükseldi. Türkiye’de olduğu gibi orada da alfabedeğişimini kültürel mirastan ve kimlikten bir kopuş olarakgören aydınlar vardı. Ancak bütün Türk dillerinde olduğu gibi,Kazakça için de, Latin alfabesinin Arap alfabesinden dahauygun olduğu, genel kabul gören bir gerçektir. Bu nedenle,Latin alfabesi yanlıları çoğunluktaydı” görüşünde.
Korenizasya 1930’ların yarısına kadar sürdü, ondansonra Ruslaştırma başladı, daha doğrusu Çarlık dönemiRuslaştırma siyasası daha güçlenmiş olarak geri döndü—bütün SSCB halklarını bir tek Sovyet halkı olarak bütünleştirmeye ise ancak 1960’larda girişilecekti (Kozyrev, “TheRole of the Turkic Component in Current Kazakhstani IdentityFormation”). Mehmet Yüce, “Çarlık Rusyası ile Sovyetler Birliği’nin Siyasaları Ardından Kırgız Türklerinin Ulusal KimlikPolitikası” başlıklı makalesinde Kırgızistan örneğinde ÇarlıkRusyası’nın ve arkasından Sovyetler Birliği’nin “ulusal kimlik”siyasalarını ayrıntılı olarak inceliyor.
Korenizatsiya sadece geçici bir uygulama olmuş olsa da,etnik gruplar arasında dil temelinde farklılıkların keskinleştirilmesi ve hem yayın, hem eğitim yoluyla “formel”leştirilmesi, Şahin’in belirtttiği gibi sabitlik kazanmasına yol açmıştı veherhangi bir Birlik cumhuriyeti içinde çeşitli diller hükümsürdüğü için, tam anlamıyla birlik ve bütünlük duygusuoluşmuyordu. Üstelik, çeşitli bölünmeler ve arkasından keyfîbirleştirmeler de büyük rahatsızlık yaratıyordu. Örneğin, Berdikeeva’nın belirttiği gibi, günümüzde diğer Türk cumhuriyetlerine nazaran daha çok siyasal çalkantı yaşayan Kırgızistan’ın ahalisinin neredeyse yarısı Özbektir. Alimov’un aktardığına göre ise, Özbekistan kurulurken, Özbek olmayan kimietnik grup, “Özbek” sayılmıştır. Bu arada çeşitli dönemlerdeçeşitli nedenlerle sınırlar değiştirildi, kimi birimler parçalanıp
30
yeni birimler yaratıldı. Bir örnek vermek gerekirse, 1918’dekabul edilen anayasayla 1920’de kurulan—ve 1922’de,oluşturulan SSCB’nin cumhuriyetlerinden RSFSC içineyerleştirilen—Özerk Türkistan Cumhuriyeti, 1924’telağvedilmiştir. Yerine, Türkmen Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti,Özbek Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, Özbek Sovyet SosyalistCumhuriyeti içinde olan Özerk Tacik Sovyet SosyalistCumhuriyeti ile Özerk Karakalpak Oblastı ve RSFSC içindeolan Özerk Karakırgız Oblastı kurulmuştur. Arkasından,örneğin Özerk Karakırgız Oblastı 1925’te Özerk Kırgız Oblastıyapılmış, bu birim de 1926’da Özerk Kırgız Cumhuriyeti’nedönüştürülmüş, bu özerk cumhuriyet ise 1936’da Birlikcumhuriyeti haline getirilmiştir.
Şunu da eklemek gerek, bütün bu düzenlemelerdensorumlu olan, Lenin adını almış Vladimir I. Ulyanov (18701924, Bolşevik Parti lideri 19031924, devrimcikurucu Bolşevik/Sovyet hükümet başkanı 19171924) ile Stalin adınıalmış Yosif V. Cugaşvili (Iosif V. Jughashvili, 18781953,SSCB Komünist Partisi Genel Sekreteri 19221953, SSCBbaşbakanı 19411953 [SSCB’nin güçlü adamı 19271953])’ninhayatları ve yaptıkları yakından incelendikçe, her ikisinin deayrı ayrı nevrotik birer kişilik sergiledikleri görülmektedir:“Nörasteni” teşhisi konmuş Lenin (bkz. Service 158, 445),entelektüelin nevrotikliğini; Stalin ise basit zihinlininkini.Hatta daha da öteye gidersek, Stalin’in ruh hastası, büyükolasılıkla paranoyak eğilimli olmuş olduğu görüşü ortayakonmuştur. (ABD büyükelçiliğinde görevi dolayısıyla 19441953 yılları arasında Moskova’da yaşamış olan) Robert C.Tucker (19182010)’ın (ABD’ye döndükten sonra kalemealdığı) eserlerinde öne sürdüğü bu bakış açısı genel kabulgörmüştür (bkz. The Soviet Political Mind: Stalinism and PostStalin Change; ve Political Culture and Leadership in SovietRussia; ayrıca Stalin as Revolutionary, 18791929: A Study inHistory and Personality; ve Stalin in Power: The Revolutionfrom Above, 19281941). Psikolojide bütün bir aileninbireylerinin “normal” sanarak yaşadıkları anormal durumafolie à famille denir, eğer bu durum bütün bir ulus çapında
31
olursa da folie à nation denir. SSCB’de tam anlamıyla bir folieà nation yaşanmış olduğu muhakkaktır.
Bolşeviklerin çizdiği sınırlar içinde yaşamakta olan halklar, kendilerinin iradeleri olmaksızın saptanan toprak birimlerinde, kendilerine “giydirilen” kimliklerle 1991’de bağımsızbirer cumhuriyet içinde kendilerini buldular. Schamiloglou,yukarıda sözünü ettiğim konuşmasında “Orta Asya cumhuriyetleri”ni ayrı birer devlet olarak ele almanın hata olduğuna,zira bu tutumun, SSCB döneminden kaynaklanan önyargılarıkabul ederek, her milliyeti ya da ulusu ayrı, farklı ve en eskizamanlardan beri varolan bir öğe olarak görmeyi getirdiğinedikkati çekti. Ama Batılı güçler bilinçli ya da bilinçsiz buhatayı işleyerek, SSCB yıkıldığı zaman, olduğu gibi kabulettikleri sınırların dahilinde yaşadıklarını gördükleri toplumları olduğu gibi kabul ederek, olduğu gibi kabullendikleri eskikomünist yöneticileri muhatap aldılar. Ancak aralarındamemnun kalmadıkları olunca, “renkli” devrimlerin gerçekleşmesini sağladılar ve istedikleri değişiklikleri, en azından kısavadede, büyük ölçüde elde ettiler.32
Polese, yukarıda sözünü ettiğim makalesinde (günümüzde Ukrayna içinde bulunan) Odesa (olarak bilinen, eskiTürk kenti Hacıbey) kentinde hâlen Ruslaşmışlık, Sovyetleşmişlik, Ukraynalılık ve Odessalılık arasında aidiyet bocalaması yaşandığını aktarmaktadır. Bugün Türk cumhuriyetlerindeki Türkler de, Sovyet emperyalist çıkarlar gözetilerek, keyfîve sunî olarak, hatta kötü niyetle çizilmiş siyasal sınırlariçinde, aynı biçimde Ruslaşmışlık, ulus inşası / uluslaşma veTürklük arasında kendilerine bir yol arama durumundalar.
Bu durumu tam olarak anlayabilmek için SSCB’ninkuruluşunun daha da gerisine uzanmak gerekmektedir.
32 Sırasıyla 2003’de Gürcistan’da “gül”; 2004’te Ukrayna’da “portakal”; ve2005’te Kırgızistan’da “pembe” devrimler olmuştur—Kırgızistan’dakine“lale devrimi” de denmektedir.
32
RUSLAŞMIŞLIK, ULUSLAŞMA VE TÜRK(ÇÜ)LÜK: BAĞIMSIZLIK SARKACINDA NİRENGİ NOKTALARI
Ruslaşma
SSCB tarihinde korenizatsiya’nın yerini alan, daha doğrusugeri dönen Ruslaştırma, tam aksine, “üstün” Rus kültürü adına ulusal/etnik/yerel kültürü yok etmeye yönelikti. Heptenyok etmediyse de birçok öğeyi yeraltına itti; birçok gelenek iseönemini yitirdi. Hatta, Alimov’un makalesinde belirttiği gibi, II.Dünya Savaşı’nın daha başında Kızıl Ordu bir dizi ciddîyenilgiye uğrayınca, gözlemlenen bezginlik ve isteksizliklebaşedebilmek için komünizmin ilkelerinin uygulanması gevşetilmiş, buna karşılık halklara bir takım özgürlükler verilmiş,ama bu yapılırken “ağabey” Rus’un önemi ve birincilliği dahada vurgulanmıştır. Açıkcası Stalin, Alimov’un sözleriyle, “Alman işgaline karşı savaşmak üzere halkı harekete geçirmeninzorluklarına çare olarak, genelde devlet ideolojisini, özelde iseulusal politikasını gözden geçirmeye zorunlu kaldı. Genelparti çizgisinin ana bileşeni olarak kullanılan sınıf yaklaşımı,yavaş yavaş Sovyet yurtseverliği ideolojisiyle değiştirildi.33
Sovyet severliği de zaten ulusal etkenle—ulusal cumhuriyetlerin, bölgelerin ve birimlerin yerel yurtseverliğiyle—yakındanilişkiliydi.” Alimov’a göre, bu “yeni iç politikayı iki iş bekliyordu: “İlk olarak, çevredeki nüfusların milliyetçi duygularınıortaya koymalarını ödüllendirmek; ikinci olarak” da “Rushalkının SSCB’nin bütün diğer halklarının ağabeyi olarakoynadığı tarihsel rolü vurgulayan slogan” yoluyla “SovyetlerBirliği halklarının birlik ve dostluklarının fik[rini] . . . ileri sürmek”ti.
“Ruslaştırma” esasen “Korkunç” lakaplı Çar IV. İvan(15301584, saltanatı 15471584)’ın (Altın Orda İmparator
33 SSCB’yi inceleme konusunda yerleştirilen ambargo yüzünden, komünizmle ilgili bu gevşeme de Türkiye’de algılanmadan kalmıştır.
33
luğu’nun çökmeye başlamasıyla, Altın Orda’nın yıktığı İdil(Volga) Bulgar Hanlığı toprakları üzerinde kurulmuş olan)Kazan Hanlığı’nı işgal edip yıkmasıyla başlamıştı. Kazan’ındüşmesi, Rusların zamanla Doğu Avrupa’da ve Orta Asya’dakineredeyse bütün Türk topraklarını işgal edişine bir tür başlangıç oluşturdu. Çarlık Rusyası son bulduğu zaman, Osmanlı devleti içinde bulunan toprakların dışındaki Türk ülkelerinin büyük çoğunluğu (bugün Afganistan olarak bilinen Horasan ile Hindistan ve Pakistan olarak bilinen HintMoğol/Gurkanlı İmparatorluğu toprakları dışında) Rus yönetimi yada “himayesi” altındaydı.
Ruslar, Kazan Hanlığı topraklarından başlayarak, işgalettikleri bütün Türk topraklarında, en başta dinlerini dayatarak, Ruslaştırmaya yöneldiler. 1552’den günümüze Rus tarihinde Ruslaşmış aileler ve ünlü—ve de ünlü olmayan, sıradan—kişiler çoktur. Tarihçi Nikolai M. Karamzin (17661826)’den34 yazar İvan S. Turgenyev (18181883)’e,35 Ruslaşmış çokTürk,36 ya da Rusların Slav olmayan bütün Müslümanlar amaözellikle Türkler için kullandıkları deyimle, “Tatar”37 vardır.“Bir Rus’u kaşı, altından Tatar çıkar” sözü boşuna değildir
34 İşin acı yanı, Karamzin’in on iki ciltlik Istorīi a Gosudarstva Rossīĭskago(Rus Devletinin Tarihi, 18161829), Schamiloglou’nun konuşmasında hatırlattığı gibi, Rus ulusal kimliğinin gelişmesinde önemli rol oynamıştır.
35 Rus gerçekçi edebiyatının başlıca yazarlarından biri olan Turgenyev’in enönemli eseri Türkçe’ye Babalar ve Oğulları (bu çeviri 2001) olarak çevrilenOttsy i Deti (1862) romanıdır.
36 Bilindiği gibi, Altın Orda’nın başında bir Moğol hükümdar bulunsa dahem Moğollar’la birlikte gelmiş yöneticilerin çoğu, hem de yerel, “DeştiKıpçak” halkı Türktü. (Deşti Kıpçak ya da “Kıpçak Bozkırı” [deşt Farsça“bozkır, çöl” demektir], Kafkas Dağlarının kuzeyinde, Dinyester ile İrtiş nehirleri arasındaki geniş alanın tarihsel adıdır [OsmanlıcaTürkçe Ansiklopedik Lûgat 180]. Batılılar, Kıpçaklar’a “Kuman” diyorlardı.) Halilİnalcık’ın belirttiği gibi, “Altın Orda içinde küçük bir grup olan Moğollar,Türkler arasında Türk dilini benimsediler, Türkleştiler; fakat kendi Tataradlarını bölgedeki tüm Türk kavimlerine ad olarak verdiler” (48). ZatenÖzbek (Özbeg) Han (1282–1341, saltanatı 1312/13–1340/41)’danbaşlayarak, Altın Orda hanları Müslümandırlar (bkz. Alimov’unmakalesine).
37 Kamalov, Çarlık Rusyası’nda “Ruslar ele geçirdikleri bütün Türk toplulukları için ‘Tatar’ sözünü kullanmışlardır” diye yazar. Ruslar Kafkasyalılar’abile “Tatar” demişlerdir (120).
34
(bkz. örn. Baskakov).Sovyet döneminde Ruslaştırma sürecinde, örneğin
Alimov’un yazdığı gibi, “Özbek dilbilgisi,” “Rus dilbilgisine benzeyecek biçimde değiştirildi: Sıfatlar için altı “hal” getirildi.Mevcut Özbek sözcüklerin yerine Rus sözcükler, örneğinmafkura (mefküre) yerine ideologiia, . . . tahlil yerine analizkonularak, Rus söz varlığı yapay bir biçimde (Özbek dilininiçine) yerleştirildi.”38
Konuşma dilindeki farklılıklara dayanan milliyetler siyasası yerini Ruslaştırmaya bırakınca, yani aralarındaki farklılıklar bölünme için yararlanıldıktan ve işlevlerini tamamladıktan sonra, yerel diller kamuda neredeyse hepten tedavülden kalktı. SSCB içinde iletişim dili Rusça idi, tabiî çalışmayaşamında da Rusça olmazsa olmaz “anahtar,” onun da anahtarı Rusça eğitimdi. 1991 Ağustosu’nda yerel diller sadece kırsal alanda, “sarnıç”ta alıkonulmuş bir öğeydi. Büyük kentlerde “soyutlama”yı sadece Rusça yapmış, Rusça iletişim kuran, Sovyet Rus anaakımına erişmiş olmanın gururunu taşıyan Türkler yaşıyorlardı. Durumlarını “Stokholm sendromu”olarak saptamak haksızlık mı olur? Onlar, Sovyet Rus eğitimsisteminden geçmiş, Sovyet dünya görüşünü benimsemişkimselerdi. Komünist Parti içinde yükselmiş olanlarını, bizleriçin “yeni” olan cumhuriyetlerde yönetici olarak tanıyacaktık.Rus/Sovyet kültürüyle yoğrulmuş, Sovyet yıllarının alışkanlıklarını tamamıyla bırakmamış, ülkelerini başta BağımsızDevletler Teşkilatı39 üyesi yapmış olmak gibi, bir sürü eski
38 Bu süreci, Osmanlı İmparatorluğu’nda ve daha sonra Türkiye Cumhuriyeti’ndeki gelişmelerle karşılaştırmak ilginç olurdu.
39 8 Aralık 1991’de dönemin Beyaz Rusya, Rusya ve Ukrayna başkanları,Beyaz Rusya’da bulunan Belavezha Ormanları’nda, SSCB’nin son bulduğunu ve yerine “Bağımsız Devletler Topluluğu”nu (BDT’yi) kurmayakarar verdiklerini ilan ettiler; bu karar mucibince 21 Aralık 1991’de Kazakistan’ın Alma Ata kentinde imzalanan protokolle BDT fiilen vücutbulmuş oldu. BDT’nin kurucu üyeleri, Beyaz Rusya, Kazakistan,Kırgızistan, Moldova, Özbekistan, Rusya, Tacikistan, Türkmenistan veUkrayna’dır. Azerbaycan ve Gürcistan 1993’te girmişlerdir. AncakTürkmenistan 2005’te üyelikten çekilmiş; Gürcistan ise 2006’da BDT’ninSavunma Bakanları Kurulu’ndan, 2009’da ise üyelikten ayrılmıştır(“Commonwealth of Independent States”).
35
bağlardan kopmamış ve Türkiye Cumhuriyeti’ne de temkinliyaklaşan bir kadroyu oluşturuyorlardı. Hatta Mehmet Yücemakalesinde daha da öteye giderek, “bugün bile Türk cumhuriyetlerinde kendi dilini unutmuş olan ve kendini Rus milliyetiyle özdeşleştiren binlerce Türk’e rastlan”dığına işaretediyor.
Yine de, aralarında bazılarının, bağımsız olmuş cumhuriyetlerinde, gayret ve iyi niyetle ulus inşasına girişmişoldukları ortadadır—her ne kadar attıkları adımların bazıları,Batı ya da Batılılaşmış zihinler tarafından yadırgansa da.Michael Denison bu kitaptaki “İmkânsızı Yerine Getirme Sanatı: Siyasal Simgecilik ve Sovyetsonrası Türkmenistan’daUlusal Kimlik ile Kolektif Bellek Yaratılışı” makalesinde,Başkan Saparmurat Niyazov (19402006, başkanlığı 19912006) döneminde sergilenen siyasal simgeleri ele alıyor ve busimgeler yoluyla, Sovyet geçmişten ve Kurubaş’ın deyimiyle“Sovyetik” (112) nitelikten arınmış kolektif bellek ve ulusalkimlik yaratılış çabasını inceliyor. Badem, Kazakistan’ı elealarak bu ülkedeki dil siyasetine ve bu siyasetin dil yoluylaoluşturmaya çalıştığı kimliğe odaklanıyor. (Aşağıda bu ikimakaleye yeniden değineceğim; kısaca, her iki yazar her birçabayı beyhude buluyor.)
Uluslaşma / Milliyetçilik ve Türk(çü)lük
Schamiloglou konuşmasında Orta Asya kimliklerini anlamakiçin Çarlık Rusyası’nda ortaya çıkan iki kavramı, Kazan’dankaynaklanan “Tatarcılık”ı ve Kırım’dan kaynaklanan “Türkçülük”ü anlamak gerektiğine işaret etmiştir.40 Nesibli de makalesinde “Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti”nin (19181920) kuruluşunu incelerken o dönemde Azerbaycan’dakimilliyetçiliği ve Türkçülüğü tartışıyor. Sanırım Türk40 Schamiloglou, Orta Asya kimliklerini anlamak için herşeyden önce ahali
sinin çoğunluğu Türk olan Orta Asya halklarında tarih içinde uluskavramının etkisini incelemek gerektiğini, bunun için de kavramın OrtaAsya’ya gelmeden önce nasıl geliştiğini anlamak gerektiğini belirtti ve buiki kavrama işaret etti.
36
cumhuriyetlerinde ulus inşası, sanıldığından dirençli çıkan vegeri çevrilmesi bir hayli güç olacağı anlaşılanRuslaşmışlığın/Sovyetleşmişliğin yanısıra, bu iki “damar”ınher ikisinden de, yani Sovyetöncesi milliyetçilik ile yineSovyetöncesi Türkçülük’ten beslenme ve bu ikisinin arasındahassas bir denge tutturmak durumundadır. Giriş’in kalankısmında bu iki kavram tartışılacaktır.
Kazan ’ da “Tatarcılık”Yukarıda da belirttiğim gibi, Çarlık Rusyası’nın topraklarınıişgal ettiği, Altın Orda İmparatorluğu’nun çökmesi üzerinekurulan devletlerden Kazan Hanlığı, aşağı yukarı, tam daAltın Orda’yı kuracak ordunun yıktığı, İdil/Volga Bulgar Hanlığı toprakları üzerinde kurulmuştu. Nitekim bundan dolayı,halk kendisini, Rusların verdikleri “Müslüman” ve “Tatar” adlarından başka, “Bulgar” olarak da adlandırıyordu. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında, Kazanlı tarihçi Şehabetdin Mercanî(18181889), 18851890 yılları arasında yayımladığı ve Türkçe’ye Müstefâdü’l Ahbâr fi Ahvâli Kazan ve Bulgar: Kazan veBulgar’daki Durum Hakkında Faydalanılan Haberler (bu çeviri200841) olarak çevrilen eserinde, bu üç ad arasından, “Tatar”da karar kıldı ve bu adı kendi ulusunun inhisarına aldı;yani adı, mensup olduğu ulusa sınırladı. Mercanî, bu bakımdan, “Müslümanlar” kitlesinden ayrıştırdığı “Tatar ulusu”nu yaratan kişi olarak görülmektedir. Bir başka deyişle,Mercanî Rus işgalinden önce üç devletin, Bulgar ve Kazanhanlıkları ile Altın Orda İmparatorluğu’nun yönetimindesüreklilik içinde yaşamış olan halkın, bir ulus oluşturduğunaişaret etti ve bu ulusun Ortaçağ’dan beri bütün Altın Ordatebasına verilen “Tatar” adını, kendi adı olarak benimsemesigerektiğini42 yazdı. AyşeAzade Rorlich'in ifadesiyle, Mercanî,“Tatar millî şuurunun şekillenmesine önemli bir katkıdabulundu, çünkü tarihçi kimliğiyle, halkına kendi tarihini sun41 Türkiye’de daha önce 1997 yılında Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü
tarafından Müstefad’ül Ahbar fi Ahval Kazan ve Bulgar’ın tıpkıbasımıyapılmıştı.
42 Bu adlandırma günümüze kadar tartışılagelmiştir ve üzerinde mutakabata varılmış değildir. Ancak bu mesele bu kitapta konumuz dışındadır.
37
muş ve İdil Müslümanları hakkında yazarken ilk kez Tataradını kullanmıştır” (Volga Tatarları 141).43 Schamiloglou'nunda konuşmasında belirttiği gibi, Mercanî böylelikle “Tatar”terimine yeni bir anlam kazandırıyor ve modern Tatarulusunun temellerini atıyordu; bu tarihten sonra “İdil boyuTatarları”nın ayrı bir ulusal kimliği44 ve kutsal saydıkları,tanımlanmış “anayurt”ları vardır.45
Ancak Mercanî’nin bu katkısının Rus ve sonra Sovyetbilim dünyası tarafından doğru anlaşılmadığına işaret edenSchamiloglou’na göre, Çarlık devrinde Rus bilimadamlarıMercanî’nin her faaliyetini, sadece din ve eğitimde reformabağlamışlardır, çünkü onlar Müslümanlar’da dinsel fanatizm43 Daha sonra Kayyum Nasırî (18251902) de, “Tatarcanın korunması me
selesini ilk ortaya atan ve kimliğin şekillenmesi ve sürdürülmesinde dilinönemini savunan ilk kişi” olarak ortaya çıkmış ve “herşeyden önce Tataredebî dilinin İdil bölgesinin konuşma dili temelinde inşa edilmesinde ısrareden bir öncü” olmuştur (Rorlich, Volga Tatarları 141142).
44 Nitekim bu ulus Şubat 1917 Devrimi’nden sonra kendi özyönetimini oluşturmuş, Ufa’da toplanan Millî Meclis, “MillîMedenî İç Rusya ve SibiryaMüslüman TürkTatarları Muhtariyeti”ni ve bu özerkliğin yönetimi olanMilli İdare’yi kurmuştur. “MillîMedenî İç Rusya ve Sibirya MüslümanTürkTatarları Muhtariyeti,” 22 Temmuz 1917’de (hâlen Rusya Federasyonu içindeki Özerk Başkurtistan Cumhuriyeti’nin başkenti olan) Ufakentinde yapılan kurultayda, II. ve III. Duma’da Kadet Partisi’ndendeputat (milletvekili) olmuş olan Maksudi’nin kaleme aldığı anayasa metninin onaylanması sonucu ilan edilir (Ayda 9899). Devlet, TürkTatarteriminin, o dönemde “Başkurt, Mişer, Tipter, Kazan Tatarı, Kreşin,Astrahan Tatarı, Sibirya Tatarı gibi değişik adlardaki, ancak aynı dil vekültüre bağlı olan Türkî boyları birleştirmek gayesi ile kullanılmakta”olduğuna işaret eder ve “Millî Medenî Muhtariyet”in esaslarının, “İdilUralbölgesinde belki de ilk defa olarak bir hayli yeni kavrama açıklıkgetir”diğini ve bu bölgede “bir milletin (ulusun) mevcudiyetine ve onunadının TürkTatar milleti olduğuna işaret” etmiş olduğunu belirtir (İdilUral Ekspedisyonu. TatarlarBaşkurtlarÇuvaşlar 55). Ama tam da belkibundan dolayı, bu ulusa “Birlik cumhuriyeti” statüsü verilmemiştir,dolayısıyla üzerinde daha fazla tartışmak bu derlemenin kapsamı dışındakalmaktadır.
45 Bir başka deyişle, bir yandan Batı Avrupa’da küçük prensliklerin birdevlet çatısı altında toplanmasıyla İtalyan, Alman, vs. uluslarının yaratıldığı; öte yandan Doğu Avrupa’da Osmanlı'dan koparılan topraklardayaşayan topluluklardan “Yunan,” “Bulgar” “Rumen” vs. uluslarınınkotarıldığı dönemde, söz konusu topraklarda da, işgal koşulları altında daolsa, modern anlamda bir ulus oluşmuştur.
38
den başka hiçbir şey görmezlerdi; oysa Tatar milliyetçiliği, gerçekten var olduğu gibi, ona reaksiyon olarak ortaya çıkanBaşkırt ve Kazak milliyetçiliklerini de tetiklemiştir. Kazak milliyetçiliğini F. Türk bu kitaptaki makalesinde incelemektedir.
Sovyetöncesi dönemde Sovyetlerin egemen olacağı topraklarda ve söz konusu beş bağımsız Türk cumhuriyetininkültürel mirasında, milliyetçilik akımının var olmuş olduğuortadadır ve ne kadar unutturulmuş olursa olsun, yenidenbelirecek ve etkin olacak dinamiklerden biridir.
Kırım’da TürkçülükKırım’da ise Türkçü düşünür Gaspralı46 İsmail (18511914)vardır. Babası Kırım’da Yalta kenti yakınlarındaki Gasprakasabasından olan, kendisi de Bahçeşehir kentinin bir köyünde doğan, Rusça metinlerini imzaladığı ve Batı’da bilinenadıyla Gasprinski (Gasprinsky), Çarlık Rusyası dahilinde eğitimci olarak Türk okullarında öğrencilere Rus öğrencilerinaldığı eğitime eşdeğer bir eğitim sunan Ceditçilik yönteminin(usulü cedid’in) savunucusu ve uygulayıcısı olmuş; ayrıca18831918 yılları arasında Bahçeşehir’de yayımladığı Perevodchik Tercüman gazetesi yoluyla bütün Türklerin aynı ortak dil etrafında birleşmesini sağlamaya çalışmıştır. Bu dilinOğuz Türkçesi (örneğin Azerice, Kırım Tatarcası, OsmanlıTürkçesi, Türkmence) ile Kıpçak Türkçesi’nin (örneğin KazanTatarcası, Kırgızca ve Kazakça ile Nogayca’nın) bileşimindenoluşacağını tasarlıyordu (Williams 311).47 Ortaya koyduğu“dilde, fikirde, işte birlik” sloganı ünlü olmuştur.
Brian G. Williams, The Crimean Tatars: the DiasporaExperience and the Forging of a Nation (Kırım Tatarları:
46 İki sessiz harfi yanyana okuyamayan, hiç yabancı dil bilmediği için deGaspralı hakkında yabancı yayınları izleyemeyen ve adını basılı görmemişkimselerin etkisiyle, adı Türkiye’de “Gaspıralı” biçiminde deforme olmuştur ama o imla yanlıştır; Türkiye’ye yerleşen ve Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olmuş çocukları ve torunları Gaspralı’yı kullanmışlardır. “Frenkçe”denalınan örneğin station’a “i” eklenerek istasyon yapılabilir ama bir özel adıdeğiştirmeye kimsenin ne etik ne de yasal açıdan hakkı vardır.
47 Türkçe’nin değişik kolları için bkz. örneğin T. Tekin’in “Bugünkü TürkHalkları ve Dilleri” (2007) başlıklı yazısına.
39
Diyaspora Deneyimi ve Bir Ulusun Oluşumu, 2001) adlıeserinde Gaspralı’nın ve kendisi gibi düşünen CeditçilerinRuslar’ı kızdırmamak ile İslâm ulemasını kızdırmamak arasında güç bir dengeyi tutturmaya çalıştıklarını yazar (303).Bundan dolayı, Gaspralı “Ruslardan yana” olmakla suçlanmıştır. Yani kimileri Gaspralı’nın herşeyden önce o dönemdekimedrese eğitiminin kabuğunu çatlatarak, Çarlık Rusyasıdahilinde yaşayan Türklerin ufkunu genişletmeyi ve onlarınBatı biliminden haberdar olmasını istemesini, Ruslar’la anlaşma içinde olmak olarak görmüşlerdir. Kimi militanlar dakendisini yeterince radikal, yeterince milliyetçi, yeterince“Kırımcı” bulmamışlardır. Williams’ın açıkladığı gibi, Gaspralı“milliyetçi değil” değildir, ancak onun ulusu sadece ondokuzuncu yüzyıl sonunda Kırım’da yaşayan 200 bin kadarlık“Kırım Tatarı” değil, milyonlardan oluşan Türk ulusudur.Williams, Gaspralı’nın programının panTürkist olduğunaşüphe olmadığına, amacının Çarlık Rusyası içinde dağınıkvaziyette bulunan bütün Müslüman Türkleri birleştirmekolduğuna işaret eder. Zaten “dilde, fikirde, işte birlik” ilkesi,Rusya’daki Türkler’le birleşmeyi aşan, Osmanlı Türkleri’yle debirleşmeyi öngören bir tasarının ifadesi olarak yorumlanmaktadır. Williams, Gaspralı’nın bu uğraşında büyük ihtimalle panSlavizmden ve Fransa ile Almanya gibi ülkelerdeki,zaman içinde üzerinde karar kılınan merkezî bir lehçe etrafında birleşilerek bir ulus oluşturmaya gidilen ulus inşaörneklerinden48 esinlendiğini yazar.49 Gaspralı’nın fikirlerinin,yine de, zamanla, dar anlamda Kırım milliyetçiliğine esin kaynağı olduğunu belirtir (311, 301).
48 Uzun bir zaman dilimine yayılmış böylesi bir ulus inşası sürecini hâlen(yirmi birinci yüzyılın ilk onyılı ve devamında) SNP (Scottish National Party– İskoç Ulusal Partisi) yoluyla İskoçyalılar kotarmakta.
49 “MilliMedenî Muhtariyet”in başkanı seçilen ve daha gençliğinde yakındantanımış olduğu Gaspralı’dan etkilendiğini gizlemeyen Maksudi de, toprağadayalı olmayan “kültürel özerklik”le ilkesel bazda aynı şeyi yapmak istemiştir. Bunun, küçücük bir özerk cumhuriyet verilerek susturulabilenBaşkırt milliyetçiliğinden çok daha tehlikeli olduğunu Sovyetler anlamışve Gaspralı’nın “ortak dil” ilkesini unutturdukları gibi, “Muhtariyet”i veonun “Millî İdare” dönemini tarih kitaplarından ve kolektif bellektenneredeyse tamamıyla silmişlerdir.
40
Ancak, diye ekler Williams, Çarlık sorumluları, Gaspralı’nın “uyuşuk” Müslümanları eğiterek uyandırmasını ve Rusbilimi sayesinde kendi halkını kalkındırmasını, statükoyubozacak bir hamle olarak görürler—ve hiç de memnun kalmazlar. Schamiloglou’na göre de, Gaspralı’nın, gerçektenTürkçülük ve İslâmcılık ideolojilerini yansıtan fikirleri, Rusimparatorluğunu çok korkutmuştur.
SSCB’nin kurucuları, imparatorluğun son yıllarının buhassasiyetini kaydetmişler, yeni devletin ömrü süresince, dini,komünizmin ilkeleri adına kamu alanından yasaklarken;kendi icat ettikleri çeşitli suçlamalarla (burjuva sapkınlığı,halk düşmanlığı, vs.) panTürkizm/Turancılık ile Gaspralı vediğerlerinin fikirlerini zihinlerden neredeyse hepten silmeyibaşarmışlardır. Ortak bir Türk dili kotarma iştiyakı ise özellikle unutturulmuşa benziyor, zira sınırlar tam da herşeydençok, gereğinde olduğundan büyük gösterilen dil farklılıklarınadayandırılmıştır.
SONUÇ
Yapay, keyfî ve kimi yerde Sovyetlerin kendi kısa vadeli çıkarlarına göre saptanan, özellikle Çarlık Rusyası’nın işgal ettiğitoprakların, işgalden önceki maddî ve manevî sınırlarını ortadan kaldırmaya, süregelmiş birlik duygularını ve aidiyetlerideğiştirmeye ve yoketmeye yönelik olarak, sıfırdan çizilen yenisınırlar ne dereceye kadar kök saldı? Sınırların içindeki devletlerdeki topluluklar, ne dereceye kadar birer ulusa dönüştü?Kurubaş, “Yeni Türk cumhuriyetleri bağımsızlıklarına kavuştuklarında ellerinde sadece devletleri değil, aynı zamanda‘Sovyetik ulusları’ da vardı. O nedenle de buralarda olmayanbir ulusun inşası değil, geçmişin mirası üzerine ama kurucubabalığını kendilerinin yaptığı bir uluslaşma süreci yaşanacaktır, yaşanmaktadır” diye yazmaktadır. Ona göre, “[b]öylebir uluslaşmanın gerçekleştirilme zorunluluğu, Sovyetikulusların ve verilen kimliklerin gerçek anlamda halk tarafından benimsenmemesi, içine Rus kültürünün katıştırılması ve
41
Rusya’nın stratejik çıkarlarına uygun düzeyde ve coğrafisınırlar çerçevesinde gerçekleştirilmesi gibi nedenlerden kaynaklanmaktadır.” Zira Ruslar, “sadece Türk topluluklarınıbirbirinden ayıracak düzeyde uluslaşma gerçekleştirmiş, bütün toplumda birlik ve dayanışma ruhu oluşturacak bir uluslaşmaya izin vermemiştir” (132).
Bu dinamiklerin yarattığı sorunlarla değişik cumhuriyetler değişik biçimlerde mücadele ettiler: Kitaptakimakaleler, kimi yerde tarihten figürler çekip alınarak, kimiyerde var olan kişileri “ikona”laştırarak yeni “put”ların ve yenigeleneklerin “icat” edildiğini aktarmaktalar. Berdikeeva, “[b]ugirişimler arasında, Kırgız tarihsel figürü Manas’ı50 Kırgızbilincinin ayrılmaz parçası haline getirmeye yönelik başlıbaşına bir kampanya . . . vardı. Manas her yerde hazır venazır bir ulusal ‘ikona’ya dönüştü” diye yazıyor. Denison,Türkmenistan’da Niyazov’un döneminde nasıl kendi adı51 veailesi etrafında bir kült yaratmış olduğunu eleştirerek aktarmaktadır, ama SSCB’nin yıkılmasının yarattığı boşlukta bunun gerekmiş olduğunu da kabul etmektedir. Niyazov’un,Denison’un eleştirisine maruz kalan, kendi babasına anıt dikmesi belki yanlış bir davranıştı ama anısı önünde diz çökülecek kahraman yaratma sürecine uygun bir adımdı. Bilindiği gibi, Özbekistan’da ise Timur yüceltilmektedir. Bütüncumhuriyetlerde, gerek Çarlık döneminde, gerek SSCB döneminde takibata uğramış, susturulmuş, unutturulmuş şairlerve yazarlar yeniden ön plana çıkarılmaktadır. Ulusalkültürleri yeniden sahiplenmede müzeler de kullanılmakta vebunlar, sadece kültürel mirasın ya da üretilmiş sanatınsergilendiği mekânlar olarak değil, aynı zamanda geçmişin
50 Manas, kendi adını taşıyan destanın kahramanıdır. Destanın Türkçe’yebir çevirisi için, bkz. Emine GürsoyNaskali’nin yayıma hazırladığı, yaptığıçeviriyi ve Radloff’un derlediği Kırgızca metni içeren, 1995 yılında çıkanManas Destanı’na.
51 Denison, Niyazov kültünde, Stalinci motifler bulduğu kadar, Niyazov’unilk kez 1991’de geldiği Türkiye’den edindiği “Atatürkçü” öğeler de görüyor.“Niyazov, Ankara’daki kocaman Anıtkabir külliyesinde ve de başka yerlerde karşılaştığı Kemalist imgeleri adetâ içti . . . 1993’te Türkmenbaşı ünvanıyla donanması, Atatürk’e çok bariz bir göndermedir” diye yazıyor.
42
anıldığı mekânlar olarak da işlev görmektedir. Bu meyanda, bütün Sovyetsonrası alanda Sovyet
dönemi cebir ve zulmün kurbanlarını yadetmek üzere anıtlardikilmiş ve müzeler açılmıştır. Bunların başında siyasal baskı(represiya) müzeleri gelmektedir. En çok acı çekilen gulag’lardan biri olan, günümüzde Rusya Federasyonu içindebulunan Perm52 kentinde yeralan “Perm36” adlı gulag’ınmahalinde Siyasal Baskı Tarihi Müzesi 1996’da ziyaretçikabul etmeye başlamıştır. Ancak Rus olmayan topluluklarıntopraklarında kurulan siyasal baskı müzeleri, yadetmeye ekolarak, ulus inşası işlevini de yüklenmiş durumda. Örneğin,Estonya’nın başkenti Talin’de İşgaller Müzesi (açılışı 2003) veGürcistan’da Sovyet İşgali Müzesi (açılışı 2006) gibi, Türkcumhuriyetlerinde kurulmuş olan, örneğin, Özbekistan’ınbaşkenti Taşkent’te, Çarlık ve Sovyet dönemlerindehayatlarını kaybetmiş olanların anısına dikilen, TürkiyeTürkçesi’yle “Şehitler Hatırası” anıtının bünyesinde açılan,Baskılar Kurbanları Müzesi (açılışı 2002), Kazakistan’ınÇimkent kentinde kurulan Baskı Müzesi (açılışı 2001) veAlmatı’da kurulan Baskı Müzesi (açılışı 2003) bunlarınarasındadır (son iki müze için bkz. Aydıngün, “Kazakistan’daTarihi Canlandıran ve Ulusal Kimliği İnşa Eden Müzeler”).
Antropolog Bozkurt Güvenç kimlik ile imge arasındaayrım yapar. 2005’te “Kültür ve Kimlik” sempozyumununaçılış konuşmasını yaparken, kimliğin insanın kendisi hakkında düşündüğü, imge ise başkalarının düşündüğü olduğunu belirtti. Bu kitaptaki makalelerin bazıları oluşturulmayaçalışılan kimlikleri, bazıları ise gözlemcilerin algıladığı imgelerisunuyor. Bu bakımdan, makalelerin her biri, cumhuriyetlerindeğişik bir yanına odaklanırken, aynı zamanda değişik eğilimleri yansıtan bakış açılarını sergiliyor.
Nesibli makalesinde bizleri çok eskilere götürüyor. Azerbaycan’ı ve günümüzdeki kimlik oluşturma konusunda karşılaştığı sorunları ele alırken çeşitli dönemlerde Osmanlı’ylailişkileri de incelediği, ama daha da geriye gittiği, uzun bir
52 Zekiev’e göre bu eski Türk kentinin adı gerçekte Biarım’dır (“İdilUralTürklerinin Etnik Tarihi” 68).
43
tarihçeyi, günümüze kadar getiriyor—hatta “tablo”nun tamolması için Azerbaycan’ın bölünmüşlüğüne değinerek(İran’daki) güney Azerbaycan’ın durumunu da ekliyor. (1473yılında—bugünkü Erzincan ve Bayburt arasında olan—Otlukbeli Savaşı (1473)’nda Sultan II. Mehmet [14321481,saltanatı 14511481]’e yenilen) Akkoyunlu Uzun Hasan(14231478, saltanatı 14531478)’ın Kur’an’ın Türkçe’yeçevrilmesi için emir verdiğini aktarıyor ve şu hususa dikkatçekiyor: Yüzyıl sonra kilometrelerce ötede, bugün Almanya’yıoluşturan topraklarda, bir başka kutsal kitabın, İncil’in, yereldile, (Martin Luther [14831546] tarafından 15221534 yıllarıarasında) Almanca’ya, çevrilişi “bu ülkede modern ulusdevletinşa sürecinin ilk dönüm noktasını oluşturmuş”ken, Kur’an’ınçevrilişi aynı etkiyi yapmadan kalıyor. Türk cumhuriyetlerininöyküsü, biraz da, neden Avrupa’daki mukabilleriyle eşzamanlıolarak ulusdevlet yapısını elde edememiş olduklarının tarihçesidir.
Bu arada, okur konuyla ilgilenip, dönem hakkındakendisi de okumak istediği zaman, Venedik dükalığının nasılUzun Hasan’ı Osmanlı’ya karşı savaşmaya ikna etmiş olduğuyla karşılaşıyor: Osmanlıların İstanbul’u fethi yani Bizansİmparatorluğu’na son verişleri üzerine dehşete düşen Batılılar—özellikle Venedikliler, (Timurlenk [Aksak Timur] olarak dabilinen Gurkânî Timur ya da Emir) Timur (13361405,saltanatı 13701405)’’un 1402’de Ankara Muharebesi’ndegalip gelerek Osmanlılara darbe vuruşu örneği, Osmanlıları“arkadan vuracak” birini ararlar—kendileri de eşzamanlıolarak “ön”den, batıdan hücum etmek ve böylece Osmanlılarıkıstırmak niyetindedirler—sonunda Uzun Hasan’da aradıklarını bulduklarını düşünürler. Bu konuda kendisini ikna içinTrabzon Rum İmparatoru’nun kızı olan eşi Katerina Despina’nın bir akrabası dahil, çeşitli elçiler, bu arada sonradan seyahatnamesiyle53 ünlü olacak Giosafat Barbaro (1413–1494)’yu yollarlar (bkz. Lockhart 377; ayrıca “GiosafatBarbaro”). Yaşananlar, günümüzde ABD ve diğer Batılıgüçlerin CIA ve benzeri kuruluşların yoluyla dünya siyasetine
53 Türkçe’ye Anadolu’ya ve Iran’a Seyahat (2005) olarak çevrilmiştir.
44
yön verişlerinden/vermeye çalışmalarından hiçbir farkı yokgözüküyor.
Öte yandan, Osmanlılar belki de Şiîliği tam değerlendirememişlerdir. Nesibli, Vladimir Minorsky (18771966)’nin“eğer Şiîliğin varlığı olmasaydı, İran, Türk saldırılarının etkisiyle boğularak, ortadan kalkardı” diye yazdığını aktarıyor.Başlangıçta “müesses nizam”a, (Sünnî) yöneticilerin yozlaşmışlığına karşı çıkan ve ezilen kitlelere hitap eden püriten birhareket olan (bkz. Ghasemi), Nesibli’nin de, “İslâm dünyasıiçinde resmî iktidara karşı çıkan siyasal güçler için uygun birideolojik temel oluştur”duğunu belirttiği ve Minorsky’den aktardığı gibi, “esasında İran milliyetçiliğiyle hiçbir ilişkisi olmayan” Şiîlik, bir yandan (Minorsky’ye göre) “İranlıların soyutİslâmiyet içinde, daha doğrusu, gerçekler bakımından Türkokyanusu içinde erimesine karşı koyma hakkını sağlayan birada görevi görmüştür.” Öte yandan Nesibli’nin dikkat çektiğigibi, “bağnaz Şiiliğin temel ideolojiye dönüşmesi ve ‘dış Türkler’le (Osmanlı ve Türkistan’la) birkaç nesil boyunca sürenaralıksız savaşlar,” Azerbaycan Türkü’nü “Farslar’la ve Türkolmayan başka topluluklarla birleştirip, onlarla ‘din kardeşi’yap[mış]; diğerlerini ise ‘kâfir’ ilan ettir[miştir].” Bilindiği gibi,Şiîlik Şah I. İsmail Safevî (14871524, saltanatı 15011524)’nin bu inancı devlet dini ilan etmesi ve tebasını Şiîliğibenimsemeye zorunlu kılması sonucunda İran ve Azerbaycantopraklarında kalıcılık kazanmıştır. Osmanlı Devleti, Şiîlik’leancak onun kendi topraklarındaki tecellisi olan Alevîlikdolayısıyla ilgilenmiştir, o da Alevîliği benimsemiş“kızılbaş”ların, itikadları dolayısıyla başka bir devlete biatetmeleri tehlikesi karşısında. Tabiî, Çaldıran Savaşı(1514)’nda Yavuz Sultan I. Selim (14701520, saltanatı 1512–1520)’le savaşan ve yenilen54 Şah I. İsmail, tıpkı Uzun Hasangibi, Şiî’ydi. Yani Osmanlı sınırları dışındaki bu Türkler,hasımdı, “düşman”dı—korunulacak, yabancı etkiden
54 Bu çatışma konusunda son yıllarda yazılmış romanlar için, bkz. RehaÇamuroğlu’nun 2000’de yayımlanan İsmail’i ile İskender Pala’nın 2010’deyayımlanan Şah ve Sultan’ına.
45
“kurtarılacak” kardeş değil.55 Zaten nasıl günümüzde TürkiyeCumhuriyeti’nde İngilizce sözcükler dili kuşatmışdurumdaysa ve İngilizce kullanmak üstünlük sayılıyorsa,Sultan II. Selim’in döneminde, herkesten önce sultanınkendisi, hem yazdığı şiirlerde, hem de resmî sarayyazışmasında Farsça kullanmıştır. İran toprakları üzerindehüküm sürmekte olan Şah İsmail ise, hem şiirlerini (Azerî)Türkçe(si’nde) yazmıştır, hem de resmî yazışmayı bu dildeyürütmüştür. Yine de aynı Şah İsmail, 1523’te Kutsal Romaİmparatoru (Şarlken diye de bilinen) V. Karl (15001558)’a,Avrupalıların neden Osmanlılar’la savaşacaklarına birbirileriyle uğraşıp durduğunu anlamadığını yazmadan edemez(Wessels 68).
Şu bir gerçek ki, bu yörede henüz dünya görüşünün dintarafından şekillendiği, buna karşılık ulusdevletlerin teşekkületmediği hatta kavramın zihinlere girmediği, etnik aidiyet türüduyarlık ve kaygıların ise söz konusu bile olmadığı bir dönemde Şiîlik, Nesibli’nin belirttiği gibi, Osmanlı Türkü ile AzerîTürkü ve Azerî Türkü ile Türkistanlı arasında kalıcı olacak birduvar örmekle kalmamış, Osmanlı Türkü ile Türkistanlı arasında da tam bir bariyer işlevi görmüştür.
Velhasılı, görüldüğü gibi bugün de benzeri yaşanantarih boyunca yapılan hatalar, atılan yanlış adımlar, kardeşkavgaları, kaçırılan fırsatlar . . . Okuru düşünceye sevkediyor.Bir yandan da, günümüzdeki konjonktürü anlayabilmek içinTürk topluluklarının, çok eskilerden başlayıp günümüze kadar gelen bütüncül bir tarihine gerek olduğu ortaya çıkıyor.Böyle bir tarih henüz yok ve olmayışı büyük bir eksiklik. En
55 Doğrusu, bu bakımdan, en parlak dönemlerinde Osmanlı’nın, “renk körü”der gibi, “Türk körü” olmuş olduğunu kabul etmek gerekir. Örneğin, başka bir yerde de işaret ettiğim gibi (bkz. Pultar, “Giriş” 24) 1363’de Filibe’yifethederek, topraklarını topraklarına katmaya başladığı Bulgarların Türkolduklarının da hiçbir zaman farkına varmamıştır. Tabiî başka bir açıdanbakılırsa, bu, imparatorluk olmanın getirdiği bir öğe olabilir. Nasıl günümüz “imparatorluk”unu Antonio Negri ve Michael Hardt merkezsiz veaygıtsız bir “egemenlik” olarak betimliyorlarsa (bkz. Türkçe’ye İmparatorluk [2001] olarak çevrilen eserlerine), yani değişik bir imparatorluk türütanımlıyorlarsa, Osmanlı Devleti de kendine özgü bir imparatorluk türüolarak incelenmelidir.
46
azından Berlin Duvarı’nın yıkılması (1989) ve SSCB’nin çökmesiyle başlayan yeni dönemde elde edilebilen yeni belgelerden ve olanaklardan yararlanılarak hazırlanmış olanı yokve çok gerek. Belki bu derlemeden çıkacak bir sonuç budur.Sovyetlerin, sınırları saptar, belirli simgeleri öne sürer,“ikona”ları yok eder ve resmî tarihleri yazarken, tam olarak neyapmak istemiş oldukları ancak o zaman açıklığa kavuşabilir;örneğin, Ilkhamov’un Özbek kimliği konusunda sunduğu“arkeolojik” bulguların isabetli olup olmadığı da ancak öyleanlaşılabilir.
Yüce, Kırgızistan örneğinde beklenen uluslaşma sürecinde özel koşulların dayatmış olduğu zikzaklara değiniyor veKırgızistan Cumhuriyeti”nin adının “Kırgız Cumhuriyeti” olarak değiştirildiği 1993 yılında, Kırgız ulusal kimliğinin oluşturulması yerine, “Kırgızistan yurttaşlığı kimliği”nin oluşturulması politikasına geçildiğine işaret ediyor. “Böylece, küçük çapta da olsa Kırgızistan’da ‘Sovyet ulusal kimlik siyasası’devam ettirilmeye çalışılmıştır” diye yazıyor. Bunun,Batılıların daha üstün saydıkları “yurttaşlığa dayalı”yönetişime daha uygun olduğunu kabul etmek gerekir.Nitekim, Yüce de, “[b]u politikanın, Kırgızistan’da olası biretnik çatışmayı önlemede önemli bir rol oynadığımuhakkaktır” diye belirtiyor, “ancak Kırgız ulusal kimliği[nin]oluşumunu ciddi bir şekilde engellediği de bir gerçektir” diyeyazıyor. “Birçok Kırgız milliyetçisi tarafından eleştirilmiş” olanbu gelişmeye “[h]erşeyden önce Kırgızistan’ın demografikyapısı[nın] türdeş” olmayışının yolaçtığına dikkat çekenYüce’ye göre, çok pragmatik bir neden daha var: “Sovyetmirası olan, sanayileşme politikası.” Yüce, sanayii sektörününneredeyse tamamıyla Rus ya da genelde Slav nüfusun elindeolduğunu ve bundan dolayı onların alıkonulmamasıdurumunda ülkenin çökebileceğini, siyaset değişikliğiyle böylebir gidişatın önlemi alınmış olduğunu aktarıyor. YineKırgızistan üzerine yazan Berdikeeva, makalesinde, tümSovyetleştirme sürecine rağmen varlığını koruyan boyların veaşiretlerin ülkenin günümüz siyasetine müdahalesiniinceliyor. Berdikeeva’ya göre, hâlen aşiretçilik ve bölgeselcilik
47
demokratikleşmeyi, ekonomik gelişmeyi ve siyasal reformlarıngerçekleşmesini olumsuz olarak etkilemekte.
Ilkhamov, bir hayli ses getirmiş olan makalesinde, tarihini 1924’te başlattığını belirttiği “Özbekistan”ın toplumunuoluşturan öğeleri incelerken, okuru bir yandan Altın Ordatarihini yakından izlemeye çağırıyor, öte yandan dilin ve tarihin tepeden inme yöntemlerle “sisteme oturtuldu”ğu, “kalıbayerleştirildi”ği, bir sosyal mühendisilik “distopyası”na götürüyor.
Badem, Soğuk Savaş döneminde gerek Türkiye’de gerekBatı’da özellikle sola açık çevrelerde yaygın olmuş olan birgörüşü yansıtıyor. Bu görüş 1989’dan bu yana eskisine göredaha seyrek ifade ediliyorsa da, bu makalenin varlığının dagösterdiği gibi, yine de destekçilere sahip ve söz konusu ülkelerle ilgili çalışmalarda kaale alınması gerek bir anlayıştır.56
Badem, “Kazakistan”ın ilk önce Çarlık, sonra da SSCB tarafından yönetilmiş olmasının yararlarına değiniyor: “Kazak56 Bu tür bakış açısıyla kaleme alınmış metinler hâlen Batı’da da yayımlan
maya devam ettiği gibi, bunların yazılışı eski Sovyet alanında ve eskiSovyet insanı tarafından da sürdürülmekte. Örneğin, Askat Dukenbaev veValimjan Tanyrykov, 2001’de yayımladıkları, ve “United Nations OnlineNetwork in Public Administration and Finance” (Birleşmiş Milletler KamuYönetimi ve Finans Çevrimiçi Ağı) portalında hâlen yeralan, “Politicoadministrative Relations in Kyrgyzstan” (Kırgızistan’da SiyasalYönetselİlişkiler) başlıklı makalelerinde, Kırgız boylarının, on dokuzuncu yüzyılınortalarından itibaren, Rusların Türkistan’ı “fethetmeleri”yle, tedricen Rusimparatorluğuna dahil olduklarına işaret ettikten ve 18551876 yıllarıarasında bazı Kırgız boylarının imparatorluğa gönüllü olarak katıldıklarını, kalanlarının zorla alındığını belirttikten sonra, “[g]enelde, bazıolumsuz anlara rağmen, Rus imparatorluğuna katılmaları Kırgız boylarının toplumsal ve ekonomik gelişmelerine büyük ilerleme getirdiğini”yazıyorlar ve şöyle devam ediyorlar: “Kırgızistan’ın kuzey kısmındaki bazıboylar, göçebe yaşam tarzından uzaklaşmaya başladılar; ülkenin güneyindeki boylar zaten toprağı işlemekteydiler. Aynı zamanda, bağımsız birKırgız devleti oluşturma denemesi bastırıldı ve Kırgızlar Rus imparatorluğunun parçası olarak kaldılar. 1917 Bolşevik Devrimi’nden sonraKırgızların tarihsel gelişiminde yeni bir sayfa açıldı. Yakın tarih, komünizmin egemenliğinin sonunu kaydetti, ama komünizm gelişmemiş ülkeleriçin tarihin belirli bir anında hem koloniyal gerikalmışlığa yapıcı biralternatif, hem de toplumsal, ekonomik ve siyasal gelişmeye fırsat sağladı.” Görüldüğü üzere, Sovyet propaganda söylemi bile hâlâ sürdürülmekte.
48
ÖSSC, 1936 yılında yapılan (‘Stalin Anayasası’ olarak da bilinen) Sovyet Anayasası ile, RFSSC içinde bir özerk cumhuriyetolmaktan çıkıp, ‘Birlik cumhuriyeti’ statüsüne yükseltildi. 26Mart 1937’de kabul edilen Kazak Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti (KSSC) Anayasası (1926 Anayasası’nın aksine), herhangibir dile resmî dil ya da devlet dili statüsü vermiyordu. Ancakburada ilginç olan, Sovyet iktidarının, etnik ve ulusal kimliğibastırmak bir yana, onu geliştirmiş, hatta ön plana çıkarmışolmasıdır. . . . Kazakistan’da toplam Slav nüfus, Kazaklardandaha fazla olduğu halde,57 genel bir kural olarak (istisnaî durumlar dışında) devlet dairelerinde en üst düzeydeki yöneticiler Kazaklardan, yardımcılarıysa Ruslardan ve başka milliyetlerden seçiliyordu” diye yazıyor. Kazakistan’da dilsel kimliğin gelişimini incelediği makalesinde, Kazakça’yı yerleştirmekiçin girişilen hamleleri aktarıyor ama, yapılanların abesle iştigal olduğunu belirtiyor. Daha doğrusu, “eski ‘komünist’ yenimilliyetçiliberal” yönetici seçkinlerin, Kazakistan’da Kazakça’yı yerleştirmeye yönelik dil siyasetinin “hâyâlperestliği” ilegerçekte Rusça’nın Kazakça’ya geçit vermeyecek derecede başat oluşu arasındaki uçuruma değiniyor. “Yönetici seçkinler”in, Kazakça’yı, ülkede kullanılan, geçerli bir dil haline ge
57 Badem, Nikita S. Kruşçev (18941971, SSCB Komünist Partisi BirinciSekreteri 19531964, SSCB başbakanı 19581964)’un başlattığı,Türkçe’ye çeviriyle, “bakir topraklar” kampanyası dolayısıyla Kazakistan’aSlav göçünü hatırlatıyor. Şu bir gerçek ki, kampanya mucibince, SSCBiçinden Kazakistan’a başta Ruslar ve Ukraynalılar olmak üzere çok büyüksayıda kişi göç etti. (Kruşçev’in aşıladığı gayretle ilk başında büyük başarıkazanıldı. Bu sayede 1956 yılında SSCB, Batı’nın ürettiği buğdayın ikimislini üretti: Halkını doyurabildiği gibi, komünist yaşam tarzının[Batı’dakinden] daha üretken olduğunu gösterebiliyordu. Ancak SSCB’ninenfrastrüktürü, ürünün ihtiyac duyulan köy ve kasabalara dağıtılmasıkonusunda yetersiz kaldığı gibi, yeterince silo bulunmadığından ürününbüyük bir kısmı bozuldu. Üstelik, topraklarda sadece buğday ekildiğindentopraklar kısa zamanda kıraçlaştı, ama planlama yetersizliğinden gereklisunî gübre sağlanamadı. Arkasından erozyona engel olunamadı ve toprak,arkasında işe yaramaz bozkırı bırakarak rüzgardan uçup gitti. SSCB,açlık başgöstermemesi için Kanada’dan buğday ithal etmeye zorunlukaldı. Bu da SSCB ve lideri için büyük bir bozgun oldu.) Bizim açımızdanönemli olan, kampanya bitse de 6 milyon civarında Slavın Kazakistan’dakaldığıdır (“Virgin Lands Campaign”).
49
tirme gayretlerinde samimî olmadıklarına, bunun zaten mümkün olmadığına, onların da bunu bildiğine ama “dostlar alışverişte görsün” kabilinden, oy toplayabilmek ya da mevcut iktidarlarını güçlendirmek için Kazakça için didiniyorlarmış göründüklerine işaret ediyor. “Rus dili, belli tarihsel koşullarsonucu Kazaklar için modernleşmenin aracı olmuştur,” diyeyazıyor Badem. “Dolayısıyla, “öngörülebilir bir gelecekte bu ülkede Rusça’nın egemenliği bozulacak gibi görünmemektedir.Bu da, uzun vadede, Kazakistan’ın Rusya Federasyonu ile hâlen var olan sağlam kültürel, ekonomik ve siyasal bağlarınınsüreceği anlamına gelmektedir” sonucuna varıyor.
Michael Denison da, Türkmenistan’da yeni bir kültürelevren yaratma gayretlerinin abesle iştigal olduğuna inanıyor.Türkmenistan üzerine çalışan az sayıda bilimadamından biriolan ve Niyazov dönemine odaklandığı makalesinde bu ülkedeki gelişmeler konusunda bir hayli bilgi veren Denison, Batılıolmanın ona bahşettiğini düşündüğü eleştirel bir bakış açısıyla, Niyazov’un tasarruflarında, bırak takdir edilebilecek,hor görülmeyecek bir tek fiil bulamıyor. Niyazov’un ülkesininSovyet geçmişiyle bağları koparmaya çalışmasını, iğreti kalan,yüzeysel bir resmî işlem olarak görüyor, halkın nostaljiduygularının yanında etkisiz olduğunu düşünüyor; dikilenanıtların ya da yeni oluşturulan anma göreneklerinin etkiliolmayışının, Türkmenistan’da Sovyetsonrası ulusallaşmaprojesinin sınırlılığını ortaya koyduğunu savunuyor. Makale,okuru şu soruyla karşı karşıya bırakıyor: İşgalci bir güç, işgalettiği topraklarda kendisinin bir savaşına, işgal ettiğitopraklardan da asker gönderirse, söz konusu topraklarıterkettikten sonra, işgali sırasında katılmaya zorlamış olduğukişiler, kendi deneyimlerinin de bulunduğu bu savaşı, nasılanmalılar?
Batı Avrupalılar ve Amerikalılar, Rusları hasım olarakgördükleri zaman eleştirmeye hazırdırlar, ama örneğin “OrtaAsya” toplumları söz konusu olduğu zaman, Ruslar’dan yanaolma, Hıristiyan Rus ilâ Müslüman Orta Asyalı ilişkisindeRus’u üstün görme eğilimindedirler. Sovyetler Birliği yıkıldığından beri, “Orta Asyalı”yı, Rus’un sultasından ayrıldığı için
50
bir azarlamadıkları kalıyor; bu makale de bu yaygın söylemintipik bir örneği. İlginçtir, Denison bu arada bugün Türkmenistan olan toprakların Çarlık güçleri tarafından işgaledilmeden önceki siyasal yapısının ne kadar demokratik olduğunu aktarıyor. Liderliğin soya dayalı değil “durumsal” olduğunu, “mutabık kalınan bir amaç ya da süre için bir han’a yada serdar’a,” askerî komutana, “eşit şekilde bahşedil”diğini“ya da elinden alın”dığını belirtiyor; üstelik bu sırada daliderin başına buyruk olmadığına, “yaşlılardan ve cemaatönderlerinden oluşan köy kurullarında (maslahat’larda) alınankararların görüşbirliğiyle ve adat’a (âdetler bütününe) uygunolarak alınmasına çok dikkat edil”diğine, eğer “[o]ybirliğisağlanamazsa, karar almanın, kabul edilir bir uzlaşmasağlanana kadar ertelen”diğine dikkat çekiyor. Ancak,durumu demokratik olarak tanımlayacağına—ki öyle olmasıbeklenirdi, aksine bir zaaf olarak gösteriyor: Olumsuz biraçıdan bakarak, “kalıcı otoritesi olan ve sürekli personelledonatılmış bir siyasal liderlikten yoksun,” başsız—kenditerimiyle akefal58 olarak görüyor. Bu tür makaleler, TürkiyeCumhuriyeti’nde Türk cumhuriyetleri konusunda bu denlilakayt kalmanın, bir “Türk anlatısı” üretilmeyişinin ne kadarbüyük eksiklik olduğunu gösteriyor.
Feza Tansuğ ise, “‘Nakkareni59 Çal ki Güç Kazanalım’:Orta Asya’daki Uygur Diyasporasında Toplumsal ve MüzikselDeğişim” başlıklı makalesinde, kültürel kimliğin oluşmasındabağımsızlığa gerek olmadığını gösteriyor, sanatın ve özelliklemüziğin kültürel kimliği oluşturmadaki rolüne eğiliyor. Etnomüzikolog Tansuğ’un “Göçte Müzik Yapım Süreci” diye adlan
58 Eski Yunanca’daki “kafasız” anlamına gelen akefalos sıfatından gelmektedir. Zoolojide (tırtıl gibi) kafası olmayan hayvan için kullanıldığı gibi,başsız yönetim ya da başlangıcı olmayan cümle için de kullanılır. Türkçe’de tıpta bebeğin başsız doğmasına akefali denir (“Acéphalie [anatomie]”;“acephalous”; “akefali”).
59 Nakkare ya da kudüm, vurmalı bir çalgıdır. Yarım küre biçiminde bir çiftküçük davuldan oluşan ve din müziğinin önemli çalgılarından olan “kudüm,” dindışı ve mehter müziğinde “nakkare” adıyla anılıyordu. Çaplarıyaklaşık 2830 cm. civarındaki davulları, dövme bakırdan yapılmış olupbiri büyük diğeri küçük iki tasa benzer. (“Nakkare”).
51
dırarak grafik olarak sunduğu model, tamamıyla özgün birçalışma.
Son makalede ise Fahri Türk, Türkiye Cumhuriyeti’ndecumhuriyetlere (var olduğu kadarıyla) ilginin, onların da Türkoluşundan hareketle, bu cumhuriyetlerdeki Türkçülük akımlarına odaklanıyor: “Yirminci yüzyılın son onyılında . . . siyasal değişim süreci, bağımsızlığını kazanan her bir Orta Asyaülkesinde farklı bir gelişim çizgisi izlemiştir. . . . Azerbaycandışındaki Orta Asya ülkeleri, ‘eski komünist parti kadrolarınınyönetime tamamen hâkim olduğu diktatörlükler’ kategorisinde yer almaktadır. Bu ülkelerde mevcut rejimler iktidarıdemokratik muhalefetle paylaşmak istememektedir.” F. TürkAzerbaycan’ı ise “yarıdemokrasiler” kategorisinde görmektedir. Bu ülkelerde Türkçülük konusunda “başlangıçta Türkistan Federasyonu oluşturma fikri”nin, Akayev, Kerimov veNursultan Nazarbayev (Kazakistan devlet başkanlığı 1990’dangünümüze) gibi “liderler tarafından, bölgede ülkelerinin nüfuzlarını arttırmak için sempatiyle karşılanmış” ama “Türkçüve Turancı muhalefet”in “kısa sürede iktidarlara gerçek anlamda alternatif oluşturmaya başla”masıyla, “olanca şiddetiylebastırılmaya başlanmış” olduğuna işaret ediyor. “Orta Asya’daki mevcut iktidarlar”ın, “Turancı muhalefeti kendilerine büyük bir tehlike olarak gördüklerinden, geçiş döneminde sözkonusu partiler[in] belli bir halk tabanına sahip olamamış” olduğunu saptıyor ve günümüzde bu partilerin bu ülkelerde“mevcut iktidarlara gerçek alternatif” durumunda olmadıklarısonucuna varıyor. Ancak F. Türk aynı zamanda RainerFreitagWirminghaus’ın, “Türkistanlılığın ve Türklüğün OrtaAsya’da yaşayan halkların ulusal kimliklerinin bir parçasıolabileceğini ve özellikle uluslarüstü Türkçülüğün bölgedebirleştirici bir rol oynayabileceğini dile getir”diğini aktarmadan edemiyor. FreitagWirminghaus’ın fikirleri ise, Kozyrev’inyukarıda sözü edilen makalesinde yankı buluyor. O da Kazakistan’da benimsenecek Türkçülüğün Kazak tarihyazımınayeni bir vizyon ve soluk getireceğini ve ulus inşasına yardımedeceğini savunuyor (“The Role of the Turkic Component inCurrent Kazakhstani Identity Formation”).
52
Birçok gözlemci, Sovyetler tarafından kotarılan ulusdevletlerin, tarihsel bir temele dayanmasa da, artık kalıcı olduğunu düşünmektedir. Şahin, “[d]aha sonraki yıllarda ‘yerlileştirme’ politikasından geri dönülse bile, artık kendi topraklarına, işlenmiş edebî dillerine, ‘ulusal’ unsurları vurgulanankültürlerine ve ulusal eğitim kadrolarına sahip ol”an bu halklarda “güçlü birer ulusal bilinç gelişmiştir” diye yazmaktadır(268). Muhakkak ki bu bilinç, Sovyet milliyetler siyasasının izlerini taşımakta ve çeşitli derecelerde Ruslaşmışlıkla—özelliklede onun Sovyetleşmişlik türüyle—birlikte gitmektedir.Bundan sonrası için önemli olan, bir, bu ulusal bilince,Ruslaşmışlığa göre diğer kutupta duran ve tam karşıtınıoluşturan, iki çekim kuvvetinin, Sovyetöncesi milliyetçilik ileTürkçülüğün, ne denli nüfuz edebileceği, hatta edipedemiyeceği; iki, eğer edecekse, kendileri de birbiriyle rekabetiçinde olan bu iki çekim kuvveti arasında ne tür bir dengekurulacağı meseleleridir. Bir başka deyişle, Ruslaşmışlık“kabuk”u soyulmaya başlarsa, soyulduğu oranda, Mercanî’nin(söz konusu cumhuriyetlere uygulanacak, mukabil) formülüile onu iptal eder ya da üstünü örter görünen Gaspralı’nın formülünün, güncelleştirilerek, yirmi birinci yüzyılda nasıl bağdaştırılacağı konusu, ön plana çıkmaktadır.
Türk cumhuriyetleri konusunda artık bizlere düşen, onları daha yakından tanımaktır. Ayrıca, Osmanlı İmparatorluğuve daha sonra Türkiye Cumhuriyeti’nde toplumun Avrupagüçleri ve ABD yoluyla “Batılılaşma”sı ile Çarlık Rusyası’ndave daha sonra SSCB döneminde toprakları işgal altında Türktoplumlarının “Batılılaşma”sının (Ruslaştırılmasının? Sovyetleştirilmesinin?) karşılaştırılması da ilginç olacaktır.60 Makaleler sanıldığından çok daha fazla benzerlikler olduğunugösteriyor.
Makalelerin öne sürdüklerini tartışmaya açmak ise oku60 Örneğin, Kırgızistan’da aşiretlerin, konumları ve yapıları dolayısıyla
modern bir devlet içinde sorunlar yaratışı, Türkiye’nin güneydoğu topraklarında “Kürt sorunu” diye bilinen meselenin, “etnik” boyutundan başka bir de “aşiret” boyutu olduğunu gözler önüne sermektedir. Herhaldekarşılaştırma yapmak ilginç olurdu.
53