EQ IN LEADERSHIP (ATATURK)

30
LİDERLİKTE DUYGUSAL ZEKÂNIN ROLÜ : TARİHSEL BİR İNCELEME Doç. Dr. Nurdan Öncel Taşkıran Kocaeli Üniversitesi, Kocaeli Filiz Akbaba Resuloğlu Kocaeli Üniversitesi, Kocaeli Özet 20. yüzyılda iletişim ve ulaşım alanında yaşanan gelişmeler küreselleşmeye hız kazandırırken, hemen hemen her alanda yeni gereksinimler baş göstermiş, yeni anlayışlar oluşmuş ve bu anlayışlar paralelinde bilim çevrelerince yeni kavramlar ortaya atılmıştır. Duygusal zeözellikle kişilerarası iletişimin var olduğu alanlarda sorunlara çözüm olarak ortaya atılan yeni kavramlardan biridir. Kişiler arası iletişimin yoğun olarak yaşandığı alanların başında gelen yönetim ve yöneticilik becerisi 21. yüzyılın en gözde çalışma alanlarını oluşturmakta, firmanın üretim verimliliği, kazanç ve kar yüzdeleri büyük ölçüde yönetenin yönetilenlerle olan uyumunda aranmaktadır. Bundan dolayı yöneticinin kişilik ve davranış özellikleri ön plana geçmekte, eğitim ve seminerlerle yöneticiyi daha verimi hale getirme arayışına girildiği görülmektedir. Varlığı çağdaş yöneticiyi insan ilişkileri konusunda üstün ve başarılı kıldığı varsayılan duygusal zekânın, geçmişte tarihi değiştiren başarılara imza atmış kişiliklerde var olup olmadığı, başarılarda duygusal zekâ etkililiği sorusunu akla getirmektedir. Bu çalışmada, başarılı liderlerin en önde geleni olduğu dünyaca kabul edilen Türk lider Mustafa Kemal Atatürk’te duygusal zekâ ölçütlerinin varlığı araştırılıp, bu ölçütlerden yola çıkılarak Atatürk’ün liderlik başarısının duygusal zekâ varlığı kapsamında belirim kazandırılmaya çalışılmıştır. Çalışmada, Atatürk’le bire bir deneyim yaşayanların ağzından aktarılmış anılardan oluşan ve Atatürk’ün ele alındığı kaynak kitapların taranmasıyla elde edilen veriler, Salovey ve meslektaşı Gardner tarafından belirlenen duygusal zekâ kapsamındaki beş ölçüte göre değerlendirilerek Atatürk’ün duygusal zekâsının liderliğine olan etkisine belirlenim kazandırılmaya çalışılacaktır. Giriş Tarih boyunca toplumsal olaylarda başat kişiliklerin varlıkları ve eylemleri, toplulukları hedeflerine ulaştırmada önemli rol oynamıştır. Liderini bulamamış bir eylemin etkinliğini sürdürmesinin olanaksızlığından bahsedilebilir. Öte yandan, iyi bir liderin umutsuz

Transcript of EQ IN LEADERSHIP (ATATURK)

LİDERLİKTE DUYGUSAL ZEKÂNIN ROLÜ : TARİHSEL BİR İNCELEME

Doç. Dr. Nurdan Öncel Taşkıran

Kocaeli Üniversitesi, Kocaeli

Filiz Akbaba Resuloğlu

Kocaeli Üniversitesi, Kocaeli

Özet

20. yüzyılda iletişim ve ulaşım alanında yaşanan gelişmeler küreselleşmeye hız

kazandırırken, hemen hemen her alanda yeni gereksinimler baş göstermiş, yeni anlayışlar

oluşmuş ve bu anlayışlar paralelinde bilim çevrelerince yeni kavramlar ortaya atılmıştır.

Duygusal zekâ özellikle kişilerarası iletişimin var olduğu alanlarda sorunlara çözüm olarak

ortaya atılan yeni kavramlardan biridir. Kişiler arası iletişimin yoğun olarak yaşandığı

alanların başında gelen yönetim ve yöneticilik becerisi 21. yüzyılın en gözde çalışma

alanlarını oluşturmakta, firmanın üretim verimliliği, kazanç ve kar yüzdeleri büyük ölçüde

yönetenin yönetilenlerle olan uyumunda aranmaktadır. Bundan dolayı yöneticinin kişilik ve

davranış özellikleri ön plana geçmekte, eğitim ve seminerlerle yöneticiyi daha verimi hale

getirme arayışına girildiği görülmektedir. Varlığı çağdaş yöneticiyi insan ilişkileri konusunda

üstün ve başarılı kıldığı varsayılan duygusal zekânın, geçmişte tarihi değiştiren başarılara

imza atmış kişiliklerde var olup olmadığı, başarılarda duygusal zekâ etkililiği sorusunu akla

getirmektedir.

Bu çalışmada, başarılı liderlerin en önde geleni olduğu dünyaca kabul edilen Türk

lider Mustafa Kemal Atatürk’te duygusal zekâ ölçütlerinin varlığı araştırılıp, bu ölçütlerden

yola çıkılarak Atatürk’ün liderlik başarısının duygusal zekâ varlığı kapsamında belirim

kazandırılmaya çalışılmıştır. Çalışmada, Atatürk’le bire bir deneyim yaşayanların ağzından

aktarılmış anılardan oluşan ve Atatürk’ün ele alındığı kaynak kitapların taranmasıyla elde

edilen veriler, Salovey ve meslektaşı Gardner tarafından belirlenen duygusal zekâ

kapsamındaki beş ölçüte göre değerlendirilerek Atatürk’ün duygusal zekâsının liderliğine olan

etkisine belirlenim kazandırılmaya çalışılacaktır.

Giriş

Tarih boyunca toplumsal olaylarda başat kişiliklerin varlıkları ve eylemleri,

toplulukları hedeflerine ulaştırmada önemli rol oynamıştır. Liderini bulamamış bir eylemin

etkinliğini sürdürmesinin olanaksızlığından bahsedilebilir. Öte yandan, iyi bir liderin umutsuz

gibi görülen bir eylemi hedefine ulaştırıldığına tarih boyunca sıkça şahit olunmuştur. Bu

nedenle liderlik yüzyıllardır üzerinde düşünülen ve sorgulanan bir kavram haline gelmiştir.

En genel anlamda liderin belli amaç doğrultusunda ortak çabayı yöneten kişi olduğu

söylenebilir. Tarihe bakıldığında gerek birçok toplumsal eylemin, gerekse pek çok devrimin,

liderlerinin adıyla anıldığı görülmektedir. Roma İmparatorluğu'ndaki köle ayaklanmasına

ismini veren Spartacus, Osmanlı İmparatorluğu'nu sarsan pek cok ayaklanmalar içinde Şeyh

Bedreddin, İtalyan Birliği'ni kuran Garibaldi, Fransız Devrimi'ne damgalarını vuran

Mirabeau, Robespierre, Danton, Amerikan Bağımsızlık Savaşı'nı gercekleştiren Washington,

Sovyet Devrimi'nde Lenin ve Troçki, Çin'de Mao, Türkiye'de Mustafa Kemal Atatürk,

toplumsal eylemlere isimlerinin damgasını vurmuş olan liderlerden yalnızca birkaçıdır

(Kongar,1999 ).

Duygusal zekâ kavramı ise 1995 yılında psikolog Daniel Goleman tarafından

yayınlanan ve en çok satanlar listesinde yer alan “Duygusal Zekâ” adlı kitap ile popülerlik

kazanmıştır. Goleman duygusal zekâyı, azim, sebat ve kendi kendini harekete geçirebilmeyi

kapsayan, diğerlerinin ne hissettiğini anlayabilme ve dürtülere hâkim olabilmeyi sağlayan

temel yaşam becerisi olarak tanımlar (Goleman, 2006).

20. yüzyılda duygusal zekânın yönetim yazınında ilgi görmesine paralel olarak, lider

ve liderlik süreci ile duygusal zekâ arasındaki ilişkileri inceleyen araştırmalar da hız

kazanmıştır. Özellikle duygusal zekânın, bireylerin iş yaşamındaki başarısını etkileyen kişilik

ve zekâ gibi faktörlerden farklı olarak geliştirebilir olduğunun ileri sürülmesinin ardından

liderlikle duygusal zekâ arasındaki ilişkinin daha da önem kazandığı görülmüştür.

Bu çalışmanın amacı, Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğini duygusal zekâ ölçütleri

bağlamında değerlendirmek ve Atatürk’ün liderlik davranışlarında duygusal zekâ

yeteneklerinin varlığını irdelemektir. Günümüze kadar Atatürk hakkında pek çok kitap,

makale, tez, anı vb. yayımlanmıştır. Yazarlar, akademisyenler bu eserlerinde Atatürk’ü farklı

yönleriyle ele almışlardır. Bu eserlerin pek çoğunun ortak noktası Atatürk’ün liderliğidir.

Ancak bu çalışmada olduğu gibi literatür taraması yapıldığında, Atatürk’ün liderliğini

duygusal zekâ bağlamında ele alan çalışmaların azlığı dikkat çekicidir. Bu azlığın nedeni

kavramın nispeten yeni oluşuna dayandırılabilir. Yeni olmasına rağmen bilim çevrelerince

araştırılıp geliştirilmeye devam edilen doğası, duygusal zekâyı önemli kılmaktadır.

Çalışmamız, Atatürk’ün liderliğini, araştırılıp geliştirilmeye devam edilen bir kavram

bağlamında değerlendirdiği ve akademik literatüre bu bağlamda katkıda bulunmayı

amaçladığı için önem taşımaktadır.

Çalışmanın ilk bölümünde liderliğin ne olduğu açıklanarak liderliğin tarihsel evrimi,

modern ve post modern liderlik yaklaşımları, liderlik kategorileri ve liderlik üzerine süregelen

tartışmalar ele alınmıştır. İkinci bölümde ise duygusal zekâ kavramının tanımına, tarihsel

evrimine, duygusal zekâ yaklaşımlarına ve duygusal zekâ bileşenlerine yer verilmiştir.

Başında kısaca yöneticilikten bahsedilen üçüncü bölümde, duygusal zekâ, liderlik, yöneticilik

ilişkisinden bahsedilmiştir. Dördüncü kısım başında Atatürk’ün kısa bir biyografisi

verilmiştir. Bunun ardından çalışma süresince taranan kaynaklardan elde edilen verilerin konu

bağlamında değerlendirilmesi bulunmaktadır. Sonuç kısmı, çalışmanın ana hatlarının ve elde

edilen bulguların yorumlanmasından oluşmuştur.

1. Liderlik

Toplumsal olaylar söz konusu olduğunda, liderliğin en önemli ögelerden biri olduğu

söylenebilir. Sosyal bir varlık olan ve çoğunlukla bir topluluk içerisinde yaşayan insan, tarih

boyunca hedeflerine ulaşmada ortak çaba sergilemiş ve bu çabayı yönlendirecek başat bir

kişiye gereksinim duymuştur. Bu nedenle liderlik, üzerinde sürekli düşünülüp yeni

yaklaşımlar geliştirilen bir kavram haline gelmiştir.

1.1 Liderlik Nedir?

Etimolojik kökenine bakıldığında liderlik kelimesinin, eski İngilizce’de rehberlik

etmek, ileri götürmek, yönetmek vb. anlamlarına gelen leaden kelimesinden türeyen laedere

kelimesinden geldiği görülmektedir. Leadere kelimesi ise önderlik eden kişi anlamına

gelmektedir.1

Tarih sahneleri dünyaca tanınan ya da belirli bir coğrafyada ün salmış nice liderlere

ve liderlik hikâyelerine ev sahipliği yapmıştır. Bu niceliğe paralel olarak da liderlik farklı

kişilerce farklı şekillerde tanımlanmış, farklı boyutlarda ele alınmıştır. Tarihin eski

zamanlarından bu yana yapılmış çok sayıda lider tanımı mevcuttur.

Ünlü Yunan düşünürü Sokrates liderliği “ iyiyi kötüden ayırma yeteneği, neyi yapıp

neyi yapmayacağını bilmek ’’ olarak tanımlanmıştır. Sokrates’in öğrencisi Platon ise liderliğin

yolunun oldukça zorlu ve uzun bir eğitimden geçmek olduğu düşüncesinden hareketle lider

olacak kişinin 30 ile 50 yaş aralığında felsefe ve diyalektik eğitimi alması gerektiğini savunur.

Bilgelik, yiğitlik, ölçülülük ve adaleti toplumu bir arada tutan erdemler şeklinde sıralayan

Platon ideal devletinde bilgeliği yöneticilerin erdemi olarak göstermiştir. Bu doğrultuda “ ya

filozoflar kral olmalı ya da krallar filozof ” demiştir (aktaran Dural, 2004: 34-35).

İtalyan düşünür Machiavelli, 1513 senesinde yazdığı Prens adlı kitabında liderlikte

gerçekçilik ölçütünü ortaya atar. O’na göre “İnsanlar doğuştan kötüdür. Bu nedenle devleti

iyi yönetmek için iktidarı mutlaka ele geçirmek gerekir. Erk tanrıdan değil, kuvvetten doğar.

Bu yolda gerekirse şiddet dâhil her türlü yola başvurulmalıdır. Zira ikna ile başarı

sağlanamaz. İnsanlar için korku, sevgi ve merhametten önce gelir.” Machivelli’ye göre

iktidarı ele geçirmek için bir liderin sahip olması gereken iki nitelik ‘yetenek ve şans’tır

(Machiavelli, 1999:13-23).

İngiliz düşünür Thomas Hobbes’a göre insanlar sürekli bir mücadele içerisindedir.

“herkesin herkesin kurdu” olduğu, bir başka deyişle insanların birbirleri için tehdit unsuru

olduğu bir ortamda güvenliğin sağlanması ve bir düzen kurulması amacıyla insanların bir

toplum sözleşmesi çerçevesinde bütünleşerek devleti oluşturduğunu savunur. Böylelikle

1 http://www.etymonline.com/index.php?allowed_in_frame=0&search=leader&searchmode=none

insanlar aralarında bir sözleşme imzalayarak haklarını sözleşmeye taraf olarak katılmayan bir

egemene, yani bir lidere, devretmişlerdir. Hobbes, egemenin, barışın hüküm sürmesine

katkıda bulunmak üzere, düşüncelere sansür uygulamaya, kimlerin halk toplulukları

karşısında ne kadar hangi durumlarda ve nereye kadar konuşması gerektiğine karar verme

yetkisini elinde bulundurduğunu ileri sürer. Ancak bu haklarını kullanırken egemen gerçeği

temel ölçüt alır, barışı bozmayacak farklı kanaatlerin oluşmasına set çeken birisi değildir

(Dural, 2004: 41-42).

1.2 Liderlik Yaklaşımlarının Tarihsel Evrimi

20. yüzyılın başından itibaren liderlik üzerine araştırma yapan yazarlar, ilgi alanlarına

göre liderliği değişik şekillerde tanımlamışlardır. Bu tanımlar genellikle içerisinde bulunulan

dönemin liderlik kuramlarıyla koşutluk sağlamaktadır. Liderlikle ilgili yaklaşımları; özellikler

yaklaşımı, davranışsal yaklaşım, durumsal yaklaşım ve yeni yaklaşımlar olmak üzere dört

grupta toplamak mümkündür. Özellikler yaklaşımı paralelinde yapılan çalışmalarda bazı

insanların doğal liderler olduğu ve bu doğal liderleri başkalarından ayıran fiziksel özelliklere

ve yeteneklere sahip oldukları düşüncesi öne sürülür. Bu amaçla 1920-1950 yıllarında

geliştirilen psikolojik testler ile liderin sahip olduğu özellikler bulunmaya çalışılmıştır

(aktaran Bakan ve Büyükmeşe, 2010). Liderlik sürecini açıklamaya çalışan davranışsal

yaklaşımın ana fikri; liderleri başarılı ve etkin yapan unsurun, liderin özelliklerinden çok,

liderin liderlik süreci içerisinde sergilediği davranışları olduğudur. Liderin astlarıyla iletişim

şekli, yetki devredip devretmemesi, planlama ve kontrol şekli, amaçları belirleme şekli vs.

gibi davranışlar liderin etkinliğini belirleyen önemli faktörler olarak ele almıştır. Davranışsal

liderlik teorisinin gelişmesinde çeşitli uygulamalı araştırma ve teorik çalışmaların katkıları

olmuştur. Bu çalışmaların sonucu olarak çeşitli liderlerin tarzları belirlenmiş ve bunların

etkinlikleri araştırılmıştır (Çetin ve Beceren, 2007: 126-127). Durumsallık yaklaşımının temel

varsayımı, değişik koşulların değişik liderlik tarzlarını gerektirdiğidir. Her duruma uygun tek

tip liderlik tarzı yoktur. Durumsallık kuramları; (1) liderin göreve yönelik gösterdiği

davranışlar, (2) karşılıklı ilişkilere gösterdiği davranışlar, (3) izleyicilerin belirli bir iş veya

faaliyeti yaparken gösterdikleri, hazır olma seviyesi arasındaki karşılıklı etkileme bağlıdır

(aktaran Bakan ve Büyükmeşe, 2010).

Liderlik kavramının tarihsel evrimi kısaca özetlenecek olursa, 1950’lere kadar liderlik

doğuştan getirilen, verili bir özellik olarak görülmüştür. 1950‐1960 yılları arasında kişilerin

liderlik davranışları, yani bireysel liderlik anlayışı ön plana çıkmıştır. 1960‐1980 yılları arası,

“olayların ve durumların liderin davranış biçimini şekillendirmesi” anlamına gelen durumsal

liderlik yaklaşımının egemenliği altındadır. 1980‐1990 yılları arasında, liderin,

yetkilendirici‐katılımcı ve karizmatik özelliklere sahip olması özelliğini ifade eden “vizyoner

liderlik” yaklaşımı ortaya çıkmıştır. 1990 yılından sonra ise, etik, ilke ve değer merkezli,

yaratıcı, değişim, risk ve kriz, çatışma yöneticisi yaklaşımları çerçevesinde yeni bir liderlik

vizyonunun geliştiği görülmektedir (Sezgül, 2010: 242). Bir başka deyişle başlangıçta daha

çok insanları güçle yönetme olarak değerlendirilen liderlik giderek izleyenleri etkileme, bir

süreci başlatma, artı değer yaratma, ortak amaca yönlendirme, yaratıcı olma gibi kavramlarla

tanımlanır hale gelmiştir. Lider ise bütün bu tanımlamalardaki özelliklere sahip ve yine bu

kavramları gerçekleştiren, harekete geçiren, sağlayan kişi olmaktadır (Daver, 1993: 61).

1.3 Liderlikte Modern ve Postmodern Yaklaşımlar

Modernizm ve postmodernizm paradigmalarına bağlı olarak liderlik tanımlarının,

beklenti ve rollerinin değiştiği görülmektedir. Modernizmde, liderlerin rasyonel davranması

gerektiği öngörülmektedir. Postmodernizmde ise liderlerin rasyonelliği sorgulanarak, her

zaman rasyonel davranışlar sergilenemeyeceği kabul edilmektedir. Çünkü örgütlerin,

personelin ve müşterilerin talepleri daha makro bir yaklaşımla ekonomik, sosyal ve politik

koşullar çok hızlı değişmekte risk, belirsizlik ve kaos döngüsü ortaya çıkmaktadır. Böyle bir

ortamda, liderlerden rasyonel davranması beklenemez. Lider olmak için; iyi eğitimli, zeki,

alanını çok iyi bilen, insan ilişkileri ve iletişimde başarılı olmak tek başına yeterli

olamamaktadır. Bunun ötesinde, liderin yönetimindeki insanların ne yapacağını, nasıl

davranacağını ve bununla nelerin değişeceğini rasyonel olarak bilmesi değil, onların ne

hissettiklerini de algılayabilmesi gerekir. Burada hissetmek, yani hayal gücü, duygusallık

önemli hale gelmektedir. Ayrıca, postmodern liderlik paradigması, modern liderlik

paradigmalarını yanında yeni liderlik yaklaşımlarını da içermektedir. Bu çerçevede, yönetim

alanında değişen dinamiklere bakıldığında; sanayi toplumundan bilgi ve postmodern topluma

geçiş, küreselleşme olgusu, ekonomik ve siyasi krizlerin büyüklüğü, Weberyen bürokratik

sistemden uzaklaşma, devlet anlayışındaki değişmeler (devlet için bireyden, birey için devlet

anlayışına geçiş), ekonomik ve sosyal değişimler, verimlilik arayışları, bilişim teknolojilerinin

iş süreçlerinde etkili kullanılması, e‐yaşamın egemen olması gibi değişimler, yönetim

süreçlerinde ve liderlik anlayışlarında köklü değişimleri zorunlu hale getirmiştir (Sezgül,

2010).

1.4 Liderlik Kategorileri

Liderler grup büyüklüklerine, durumlarına, anlayış ve davranışlarına göre kategorilere

ayrılabilir. Grup büyüklüklerine göre liderler şahsi ve yönetici lider olarak iki farklı tipte

anılmaktadır. Küçük bir grupta şahsi liderlik söz konusudur. Lider grup üyeleriyle bire bir ve

de karşılıklı görüşüp konuşma olanağına sahip olduğu için, liderin kişiliği bu diyalogda etkili

olacaktır. Grubun davranışları liderin takındığı ve kendini benimsettiği tavır paralelinde

olumlu ya da olumsuz olacaktır. Grup büyüdükçe daha resmi ilişkiler ön plana çıkar ve

yönetici lider tiplemesi ortaya çıkar. Durumlarına göre liderler negatif ve pozitif lider olmak

üzere iki tiplemeyle anılmaktadır. Negatif lider tiplemesinde olumsuz kişilik özelliklerine

sahip bir lider, pozitif lider tiplemesinde ise olumlu kişilik özelliklerine sahip bir lider söz

konusudur (Çetin ve Beceren, 2007). Anlayış ve davranış özellikleri açısından liderler

otokratik, tam serbesti tanıyan / katılımcı, demokratik, karizmatik, dönüşümcü / etkileşimci

olarak anılır (Bakan ve Büyükmeşe, 2010). Toplumlar ancak amaçları ve fikirleri kendilerine

benimsetilerek sevk ve idare edilebilir. Benimsetme, sevk ve idare, etkili liderle gerçekleşir.

Etkili lider, yüksek doğruluk ve dürüstlük standartlarına göre yaşayan, idare ettiği toplumun

misyon ve vizyonunu tespit eden, bunu apaçık biçimde ortaya koyan, personelinde muhteşem

bir vizyon uyandıran, davranışlarıyla ifade ettiği inançlar birbiriyle tutarlı ve uyumlu olan bir

liderdir ( aktaran Aslan, 2008).

Liderler, kişilerin güdülerini, yeteneklerini ve kişiliklerini tespit ederek yöneten bir

orkestra şefine benzetilmektedir. Bunun yanı sıra liderin öncelikle bir dünya görüşüne sahip

olması, çağın gidişatını adım adım takip edebilmesi, bir memleket anlayışına sahip olması,

dünya ve memleket durumlarıyla ilgili toplumun gidişatına en doğru biçimde yön verebilmesi

gerekmektedir ( aktaran Taşdemir, 2009). Büyük liderler toplumu harekete geçirir, toplumda

tutku uyandırır ve yapılacak işlerde bir esin kaynağı oluştururlar. Lider; strateji, vizyon ya da

güçlü fikirlere sahip olmanın yanında, çok daha temel bir gerçek olarak duygulara hitap eder.

Liderin girişimi ister strateji oluşturmak, ister ekipleri seferber etmek olsun başarısı bunu nasıl

yaptığına bağlıdır. Lider duygulara doğru bir yön vermekte başarısızsa, hiçbir şey olabileceği

ya da olması gerektiği gibi yolunda gitmeyecektir (aktaran Aslan, 2008).

1.5 Liderlik Konusunda Tartışmalar

Liderlik konusunda süregelen bir tartışma ise lider olunur mu? doğulur mu?

tartışmasıdır. Liderlik yeteneğinin kişilerde çok büyük oranda doğuştan var olduğu kabul

edilmektedir. Bununla birlikte kişinin yetiştiği çevre, içinde bulunduğu ilişkiler, aldığı

eğitimin onun liderlik yetenekleri üzerinde etkili olduğunun da altı çizilir. Öyle ki insan,

doğuştan getirdiği yetenek ve özelliklerine sonradan eğitim ve benzeri yollarla katkıda

bulunabilmektedir. Liderlik bir iletişim sanatı ve becerisidir. Büyük liderlerin üstün etkileme

ve yönetme becerileri genellikle doğuştan sahip oldukları yeteneğe bağlanır. Bununla birlikte

doğuştan lider olmaya yönelik özelliklere sahip ancak bu konuda eğitim görmediği için bu

özelliklerini doğru iletişime yönlendiremeyen ve sonuçta liderlik yeteneklerini içgüdüsel

olarak kullanan kişiler istenilen verimi elde edemezler (Tekinalp, 2003).

Günümüzde, bazı yazarlar tarafından vizyoner, bazıları tarafından karizmatik bazıları

tarafından ise, dönüştürücü lider olarak tanımlanan bu dönemdeki liderlik kuramlarının ortak

özelliği liderin takipçilerini etkilemek için sonradan da kazanabilecek bazı özelliklere sahip

olduğu düşüncesidir. Örneğin Robert Wess güçlü ve kabiliyetli liderlerin deneyim yoluyla

yetenek haline gelecek özelliklerini bağımlılık, cesaret, arzu, duygusal güç, fiziksel güç, sezgi,

kararlılık, tahmin, zamanlama, kendine güven, sorumluluk alma, güvenilirlik, koruyuculuk

olarak sıralamaktadır ( Wess, 1989: 36-41).

Görüldüğü üzere, liderlik sadece içgüdülerin ve önsezilerin yönlendirdiği, doğuştan

gelen bir özellik değildir. Ancak eğitimli kişiler doğuştan gelen yeteneklerini doğru

yönlendirip verimli sonuç alabilirler. Bir liderin başarısının uzun soluklu olması, doğuştan

sahip olduğu üstün yönlerini eğitmesi ile mümkündür. Örneğin, bir savaş ele alındığında,

savaşın kazanılması yalnızca bir başlangıçtır. Önemli olan, zaferin devamı için daha sonra

yapılması gerekenlerin de düşünülmüş, planlanmış olmasıdır. Bu da ancak öngörüyle,

eğitimle mümkündür. Aksi takdirde elde edilen ile ne yapılacağını bilmemek, zaferin ömrünü

kısaltıp yeni bir buhrana yol açabilir.

2. Duygusal Zekâ

Kökeni 1920 senesinde psikolog Thorndike tarafından ortaya atılan sosyal zekâ

kavramına dayandırılan duygusal zekâ, kısaca insanın hem kendi duygularının hem de

çevresinde bulunanların hislerinin farkında olması ve ona göre davranması şeklinde

tanımlanabilir. Ortaya atıldığı günden bu yana bilim çevrelerinde popülerlik kazanmış,

araştırılıp geliştirilen bir kavram olmuştur.

2.1 Duygusal Zekânın Tarihsel Evrimi

Duygusal zekâ kavramının daha iyi anlaşılabilmesi için öncelikle kavramı oluşturan

kelimelerin anlamlarının ayrı ayrı açıklanması yerinde olacaktır. Sözlük anlamına

bakıldığında duygu , (emotion), kelimesi güçlü his, heyecan; aşk, nefret, korku, kızgınlık gibi

zihinsel ya da fiziksel belirtiler olarak ortaya çıkan karmaşık tepki, herhangi bir şiddetli ya da

yarılmış zihinsel durum olarak tanımlanmaktadır. (Websters New World Dictionary,

1994:445) Goleman ise duygu kelimesini his ve bu hisse özgü belirli düşünceler, psikolojik ve

biyolojik haller ve bir dizi hareket eğilimi anlamında kullandığını ifade eder (373). Zekâ ise ,

“ bireyin entelektüel, analitik, mantıksal, istatistiksel ve rasyonel becerilerinin” tümünü yani

sözsel, uzaysal ve matematiksel becerilerini kapsamaktadır. Bu ifade edilen tanım bilişsel

zekâyı açıklamaktadır (Geçikli, 2012:20).

Duygusal zekâ kavramı ilk kez Salovey ve John Mayer adlı iki psikolog tarafından

bireylerin duygularıyla başa çıkma becerisi olarak tanımlanmıştır. Bu bilim adamlarına göre

duygusal zekâ; "bireyin kendisinin ve diğerlerinin hislerini ve duygularını izleme, bunlar

arasında ayrım yapma, bu bilgiyi düşünce ve eylemlerinde kullanma becerisini içeren, sosyal

zekânın bir alt kümesidir". Salovey ve Mayer öğrenme ve tecrübeyle geliştirilebilecek

duygusal beceriler üzerinde durmuşlar ve bu alanda yapılacak araştırmalara kolaylık

sağlaması açısından Caruso ile birlikte duygusal becerilerin değerlendirilmesine yönelik 1998

yılında "MEIS"(Multifactor Emotional Intelligence Test- Çok Faktörlü Duygusal Zekâ Testi)

adlı bir duygusal zekâ testi ortaya koymuşlardır. 2001 yılında ise bu test geliştirilerek daha

güvenilir hale getirilmiş ve "MSCElT" (Mayer, Salovey and Caruso Emotional Intelligence

Test-Mayer, Salovey ve Caruso Duygusal Zekâ Testi) olarak adlandırılmıştır. Geliştirilen bu

test duyguların anlaşılması ve yönetilmesi becerilerine ek olarak; yüz ifadelerini okuyabilme,

duyguların dinamiğini anlayabilme, bireylerarası problemleri çözebilme becerilerini de

içermekte ve bunların ölçülmesini sağlamaktadır (aktaran Dağlı vd.2008). Mayer ve

Salovey’in duygusal zekâyı tanımlaması, akademik çevrelerde kavram konusunda bir ilginin

uyanmasına yol açmıştır. 1990’lı yılların ilk yarısında, duygusal zekâ kavramı

akademisyenlerce çalışılmaya başlanmıştır. Daniel Goleman tarafından 1995 senesinde

piyasaya sürülen “ Duygusal Zekâ, Neden IQ’dan Daha Önemlidir? ‘’ adlı kitap kavramı

popüler hale getirmiştir.

Zekâ konusunda eski yaygın görüşlerin sınırlarını iyi gözlemleyen psikolog Howard

Gardner, 1983 tarihli Frames of Mind ( Zihin Çerçeveleri) kitabında, hayatta başarılı olmak

için tek tip bir zekânın şart olmadığını, geniş bir yetenekler yelpazesi bulunduğunu öne

sürerek IQ görüşüne karşı çıkmıştır. Gardner’ın yetenekler listesi sözel ve matematiksel-

mantıksal yatkınlık olmak üzere iki standart akademik zekâ türünün yanı sıra, olağanüstü

ressam ve mimarlarda görülen uzamsal kavrama kapasitesini, fiziksel akıcılık ve zarafette

kendini gösteren kinestetik dehayı, müzikal yetenekleri de kapsamaktadır (Goleman, 2006:

67). Gardner’ın zekâ hakkında ileri sürdüğü görüşte dikkate alınması gereken en önemli

nokta, modelin “çok yönlü zekâ” tanımı yapan doğasıdır. Gardner’ın modeli IQ’nun tek ve

değişmez belirleyici olduğu kavramı aşmıştır. Gardner’ın incelemelerinde duyguların rolüne

kabaca değinildiği fark edilmektedir.

Duygusal zekânın temeli, 1920 ve 1930’lu yıllarda IQ kavramının popülerleşmesinde

etkili olan psikolog E.L Thorndike'ın 1920 yılında tanımlamış olduğu sosyal zekâ kavramına

dayanmaktadır. Thorndike, Harper’s Magazine’deki bir makalesinde duygusal zekânın bir

yönü olan “sosyal’’ zekânın –başkasını anlayabilme ve “ insan ilişkilerinde akıllıca

davranabilme’’nin IQ’nün başlı başına bir parçası olduğunu ileri sürmüştür. Thorndike’ın

kavramı dönemin çoğu psikoloğunun tepkisini çekmiş ve hatta birçoğu sosyal zekânın “işe

yaramaz’’ bir kavram olduğu görüşünü öne sürmüştür. Bunun nedeni ise sosyal zekânın

başkalarını istediği gibi yönlendirebilme olarak algılanmasıdır. Ancak sosyal zekâ modeli,

zekâyı bilişsel boyutları dışında değerlendiren ilk model olması açısından önemli kabul

edilmektedir (Goleman, 2006).

Yale Üniversitesi’nden psikolog Robert Sternberg IQ’nun akademik zekâyı

tanımlamaya yönelik olduğunu ve sosyal zekânın akademik başarılardan bağımsız ve kişinin

hayatın pratik yanıyla başa çıkabilmesi için son derece önem taşıdığını öne sürmüştür

(Goleman, 2006). Bu doğrultuda Sternberg ve Peter Salovey’in de aralarında bulunduğu

psikologlar, zekâyı daha geniş bir açıdan ele almışlardır. Bu çalışmaların zaman içerisinde

duygusal zekâ kavramının oluşmasına zemin hazırladığı söylenebilir.

Duygusal zekâ kavramına katkıda bulunan bir başka bilim adamı da Davies’tir.

Davies, bütün duygusal zekâ literatürünü taradıktan sonra, duygusal zekânın dört boyutlu bir

tanımını geliştirmiştir. Bunlar; duyguların anlaşılmasını ve ifade edilmesini, başkalarının

duygularının anlaşılmasını ve fark edilmesini, bireyin kendi duygularını düzenlemesini ve

bireyin duygularını performansını geliştirmek için kullanmasını içermektedir (Doğan ve

Demiral, 2007).

Duygusal zekâ akıl ve kalbin uyumluluğudur. Kişinin işe girmesi için bilişsel zekâ

(IQ) gerekir, fakat kariyer çalışması yapabilmesi büyük ölçüde duygusal zekâya (EQ)

bağlıdır. Gerek özel gerekse iş yaşamında duygularla baş edebilmek için uğraş verilir, bu

oldukça güç bir iştir. Kimi zaman mantığıyla hareket eden insanlar bile mantık dışı

davranışlar karşısında çok zor durumda kalabilirler. İşte duygusal yetkinlik bu aşamada

devreye girer ve istenilirse duygular kontrol altına alınabilir. Duygusal zekâ öğrenilebilir,

geliştirilebilir (Geçikli, 2012).

2.2 Duygusal Zekâ Yaklaşımları

Konuyla ilgili araştırmalara bakıldığında, duygusal zekânın yetenek modeli ve karma

model olmak üzere iki temel yaklaşımla ele alındığı görülmektedir. Bu modeller Cobb ve

Mayer tarafından şu şekilde tanımlanmaktadır;

2.2.a. Yetenek Modeli ; duygusal zekâyı bir yetenekler grubu olarak tanımlamaktadır ve

duygusal zekânın önemi ve duygulardan yararlanarak mantık yürütmenin potansiyel

kullanımları üzerinde durmaktadır.

2.2.b. Karma Model ; yetenek modeline göre daha popüler bir yönelimdir. Duygusal zekâ

yeteneğini sosyal beceriler, özellikler ve davranışlarla harmanlayan bu modeller duygusal

zekânın bizi ulaştırabileceği başarılara ilişkin parlak vaatlerde bulunmaktadır (aktaran Çakar

ve Arbak, 2004).

2.2.c. Duygusal Zekâ Bileşenleri

Zaman içerisinde her iki yaklaşıma ilişkin farklı modellerin geliştirildiği görülür.

Goleman tarafından geliştirilen karma modele göre duygusal zekâ; bireysel farkındalık, kendi

duygularının düzenlenmesi, isteklendirme, duygudaşlık ve sosyal yetenekler olmak üzere beş

farklı boyutta incelemektedir. Cooper ve Sawaf tarafından geliştirilen diğer bir karma

modelde ise, duygusal zekâ yöneticilik düzeyinde ele alınmıştır. Bu modelde duygusal zekâ;

duygusal okuryazarlık, duygusal uygunluk, duygusal derinlik ve duygusal simya olmak üzere

dört boyutta tanımlamaktadır (Erkuş ve Günlü, 2008)

Salovey ve Mayer tarafından ortaya konan model ise bir yetenek modelidir. Bu

modelde yetenekler beş ana başlık altında toplanmıştır:

1. Özbilinç2

2. Duyguları idare edebilmek

3. Kendini harekete geçirmek

4. Başkalarının duygularını anlamak

5. İlişkileri yürütebilmek

Özbilinç duygusal zekânın temel taşı niteliğindedir. Goleman, özbilinç kavramını

kişinin iç dünyasında olup bitenin sürekli farkında olması şeklinde tanımlar. Bu kendine

yönelik bilince sahip olan zihin, duygular da dâhil olmak üzere, yaşananları gözlemler ve

inceler. Bir başka deyişle özbilinç kısaca bireyin ruh halinin ve o ruh hali hakkındaki

düşüncelerinin farkında olabilmesidir. Bireyin yasamı boyunca diğer kişiler, fırsatlar ve

olaylara nasıl karşılık vermesi gerektiğini anlayabilmesi için öncelikle kendi duygularının

farkında olması gerekmekte ve bu anlamda özbilinç duygusal zekâ yetenekleri içinde en

önemlisi olarak ortaya çıkmaktadır (aktaran Doğan,Demiral, 2007). Özbilince sahip bireyin,

2 Daniel Goleman’ın Duygusal Zeka kitabında çevirmenin kullandığı şekilde kullanılmıştır. (Bknz: syf.73)

kendini tanıyan, zayıf ve güçlü yönlerini bilen, özgüvene sahip birey olduğu söylenebilir.

Mayer’e göre özbilinçli bireyler, ruh hallerinin farkında olup, duygusal hayatları hakkında

belli bir anlayışa sahiptirler. Duygularının bilincinde olmaları, diğer bazı kişilik özelliklerini

destekleyebilir: Özerk, kendi sınırlarından emin, psikolojik açıdan sağlıkları yerinde ve hayata

olumlu bir gözle bakan bireylerdir. Kötü bir ruh haline girdiklerinde, bunu dert edinmek

yerine, bu durumdan kısa sürede kurtulurlar (Goleman,2006: 79).

Özdenetim, bireyin duygularını, güdülerini, sahip olduğu kaynakları yönetebilme

yeteneğidir. Bunun anlamı, bireylerin ne tutkularının kölesi olmaları, ne de duygularını

bastırmalarıdır. Yani, duyguları dengeli, uyumlu biçimde ortaya koyabilmektir. Amaç

duyguları bastırmak değil, dengedir: Her duygunun kendine özgü bir değeri ve önemi vardır.

Duygular fazlasıyla bastırıldığında donukluk ve uzaklık yaratabilirken; kontrolden çıktığında

ise aşırı ve ısrarlı bir hale gelebilmektedir. Bu özellik bir anlamda bireyin kendi kendine bir iç

sohbeti gibidir. Normal olarak herkes kötü bir ruh halinde olabilmekte ve duygusal dürtülerle

karşılaşabilmektedir ancak, bazı bireyler bunları kontrol altına almayı başarabilmekte ve

elverişli bir sekle dönüştürebilmektedir. Örneğin; duygularını yönetemeyen bir yönetici

çalışanlarının kötü performansı karsısında kontrolünü kaybedip bağırabilir. Bunun yanında

farklı bir yol tercih edip kötü performansın ardında yatan nedenleri araştıran bir yönetici ise

duygularını yönetebilme konusunda yeteneklidir denilebilir. Özdenetim, duyguları yapılan isi

engellemek yerine kolaylaştıracak şekilde idare etmek, vicdanlı olmak ve hedeflere ulaşmak

için bir zevkin tatminini erteleyebilmektir. Duygusal özdenetim yeteneğinin önemli bir

boyutunu da “öz disiplin” oluşturmaktadır. Özdenetim, rahatsız edici duygu ve dürtüleri

denetim altında tutmak anlamına gelirken; öz disiplin ise, bireyin kendisini kötü hissetmesine

neden olan davranışlarını denetlemesi ve hayattaki önceliklerini belirleyerek hedeflerine daha

iyi odaklanması anlamında kullanılmaktadır (aktaran Doğan ve Demiral, 2007).

Kendi kendini harekete geçirebilen birey, hedeflerine ulaşmak için çaba gösterecek,

yapması gerekenden fazlasını yapabilmek için çaba harcayacak, engeller karşısında

hedeflerinden vazgeçmeyecek, başarısız olma ihtimalini düşünmeden başarı umuduyla

hareket edecektir. Bireyin kendini motive edebilmesi, daima başarma isteğine ve heyecanına

sahip olması demektir. Bu yetenek özellikle zorlukların çıkmasında veya işlerin istenilenin

dışında gelişmesi durumlarında çok faydalı olmaktadır. Kendini motive edebilen birey,

zorluklar karsısında yılmadan kendinde devam etme gücünü bulacak ve daha dayanıklı

olacaktır.

Duygusal zekânın dördüncü bileşeni olan başkalarının duygularını anlamak,

duygudaşlık kurmak başkalarının neye gereksinim duyduklarını, ne istediklerini algılamakla

ilgilidir. Duygudaş kişiler başkalarının duygularına karşı daha duyarlıdırlar. Rogers’a göre

duygudaşlık, bir kişinin kendisini karşısındakinin yerine koyarak olaylara onun bakış açısıyla

bakması, o kişinin duygularını ve düşüncelerini doğru olarak anlaması, hissetmesi ve bu

durumu ona iletmesidir. Bu durumda duygudaşlığın 3 özelliği vardır. Bunlardan birincisi

kişinin kendisini karşısındakinin yerine koyması, olaylara onun bakış açısıyla bakması

gerekliliğidir. Buna başka bir deyişle karşısındakinin fenomenolojik (görüngübilimsel)

alanına girmek de denilmektedir. Fenomenolojik yaklaşıma göre insan gerek kendini, gerekse

çevresini kendine özgü biçimde algılar. Bu algısal yaşantı özneldir, kişiye özgüdür ve o

kişinin fenomenolojik alanını oluşturur. İkinci özellik ise kişinin karşısındakinin duygularını

ve düşüncelerini doğru olarak anlaması gerekliliğidir. Her ne kadar duygudaşlık bileşenlerinin

neler olduğu konusunda araştırmacılar arasında bazı görüş farklılıkları varsa da, bugün için

çoğunluğun üzerinde uzlaştığı görüş, duygudaşlığın bilişsel ve duygusal bileşenlerden

oluştuğu yolundadır. Dolayısıyla karşıdaki kişinin sadece duygularını ya da sadece

düşüncelerini anlamış olmak duygudaşlık kurabilmek için yeterli değildir. Son özellikte

duygudaşlık kuran kişinin zihninde oluşan empatik anlayışın, karşıdaki kişiye aktarılması

gerekir. Bu aktarım olmadan duygudaşlık süreci tamamlanmamış sayılır. Duygudaş (empatik)

tepki vermenin başlıca iki yolu vardır. Bunlardan birincisi yüzü ve bedenimizi kullanmak,

ikincisi ise sözel ifadelerden yararlanmaktır. Duygudaş tepki vermenin en etkili yolu bu

ikisini birlikte kullanmaktır (Tuğrul, 1999).

Duygusal zekânın son bileşeni de diğer insanlarla olan ilişkileri yürütebilmektir.

Goleman’a göre (2006) bir başkasının duygularını idare edebilmek gibi ince bir ilişki sanatı,

özyönetim ve duygudaşlığın olgunlaşmasını gerektirir. Bu temel üzerinde gelişen “insanlar

arası ilişki becerileri’’ de olgunlaşır. Bunlar başkalarıyla ilişkide etkili olabilmeyi sağlayan

sosyal yeteneklerdir. Buradaki eksiklikler sosyal dünyada yetersizlikle ya da kişilerarası

ilişkilerde başarısızlıkla sonuçlanabilir. Dolayısıyla sosyal yetenekler kişinin bir teması

şekillendirmesine, başkalarını harekete geçirip teşvik etmesine, yakın ilişkileri

sürdürebilmesine, insanları ikna edip etkilemesine ve rahatlamasına olanak tanır (157).

Kısaca özetlenecek olursa, duygusal zekâya sahip birey, öncelikle yaşamı boyunca

olaylara nasıl karşılık vermesi gerektiğini bilmesine zemin hazırlayan bir özbilince sahiptir.

Bu sayede kendi iç dünyasında olup bitenlerin farkında, duygularına hâkim bir birey olduğu

söylenebilir. Bunun sonucu olarak da özbilinçli bireylerin olumsuz durumlarda kısa sürede

toparlanıp durumdan kurtulmak için çözüm arama eğiliminde oldukları görülmektedir.

Bireyin sahip olduğu kaynakları yönetebildiği noktada özdenetim söz konusudur. Bu

bireylerin duygularını dengeli bir biçimde ortaya koyduğu görülmektedir. Özbilinç ve

özdenetimin kendini harekete geçirme konusunda sağlam bir zemin olduğu düşünülmektedir.

Bu iki yeteneğe hâkim birey, hedeflerine ulaşmak için elinden gelen çabayı göstermektedir.

Empatinin duygusal zekâda önemli bir rolünün olduğu ve bir sonraki yetenek olan ilişkileri

sürdürebilmeye önemli katkıda bulunduğu söylenebilir.

3. Yöneticilik

Küreselleşmeye paralel yaşanan değişimlerin örgüt – çevre ilişkisini ve bu ilişki

içerisinde özellikle örgütlerin konumunu etkilediği söylenebilir. Örgütler bilinçli bir biçimde

koordine olmuş, sosyal birimlerdir. İki veya daha fazla kişiden oluşur ve ortak amaçlar

doğrultusunda belirli işlevleri sürdürürler. Bu bağlamda sayıca artmakta olan örgütlerin

rekabet edebilmek, konumlarını koruyabilmek ve hatta ayakta kalabilmek için değişime ayak

uydurmaları gerekmektedir. Örgüt-çevre ilişkisinde en önemli unsurlardan birisi örgütteki

insan kaynaklarının durumudur. Herhangi bir örgütte planlı veya plansız bir dönüşüm insan

kaynaklarının harekete geçmesi veya geçirilmesi ve yönlendirilmesi ile mümkün olabilecektir.

İnsan kaynaklarının değişime yönelik tutumlarını yönetmek söz konusu olduğunda “örgütsel

liderlik” veya “yöneticilik” ön plana çıkmaktadır. Çünkü insan kaynaklarını harekete geçirme

ve yönlendirme sorumluluğu en başta örgütteki yöneticilere aittir ( Leblebici, 2008). Yönetici

ise yönetim eylemini gerçekleştiren, yönetim altındaki bireyler arasında belirli bir hedefe

yönelmiş etkileşim ve iletişim ortamı oluşturan, geliştiren, çalışma ve çalışanlara eşlik eden

kişidir. Bir yöneticinin temel görevinin, örgütteki insan ve madde kaynaklarını en verimli

şekilde kullanarak örgütü amaçlarına uygun olarak yaşatmak olduğu söylenebilir. Bu nedenle

bir yöneticide yöneltme yeterliliğine ilişkin bazı liderlik özelliklerinin bulunması gerekir.

Yöneticiden yönetim süreçlerini örgüte uygulayarak örgütün işleyişini sağlaması beklenirken,

liderden örgütün işleyişini sağlaması yanı sıra örgüt üyelerini de etkilemesi beklenir (aktaran

Küçükali, 2006).

Yönetici ve lider kavramlarının birbirlerinin yerine kullanıldığına sıkça

rastlanmaktadır. Ancak özellikle 21. yüzyılda hız kazanan liderlik ve duygusal zekâ

çalışmaları ile yönetici ve lider arasındaki farklılıklar belirginlik kazanmıştır. Bununla birlikte

yöneticilik ve liderliğin tamamen birbirinden bağımsız kavramlar olduğu söylenemez. Aksine,

yöneticilik ve liderlik rollerini birleştirerek hareket eden bireylerin daha başarılı olduklarına

dair örneklerin çoğunlukta olduğu söylenebilir.

3.1 Duygusal Zekâ, Liderlik, Yöneticilik İlişkisi

Literatüre bakıldığında liderlik teorileri çerçevesinde, liderlerin ne tür özellikler

taşıdıkları, neler yaptıkları, nasıl davrandıkları, nasıl karar verdikleri, liderin örgütsel

süreçlerde ne kadar etkin olduğu gibi konularda detaylı birçok araştırma yapılmıştır. Ancak

liderlerin duygularını, hislerini ve ruh durumlarını göz önüne alarak, duyguların liderlik

sürecindeki rolünü inceleyen araştırma sayısı yok denecek kadar azdır. Bunun sebebi

insanların binlerce yıl hep “akıl” la uğraşmasına ve aklı zekâyla eşleştirdikleri için duyguların

fazla önemsenmemesine ve duyguların insanların zayıf yanı sayılmasına dayandırılabilir.

Duyguları tanımak, duyguları ifade etmek şairlere, sanatçılara, annelere uygundu ama

komutanlara, liderlere, iradesi güçlü olması gereken kişilere göre değildi. Oysa çağdaş

psikoloji araştırmaları aklın duygudan arınmış sezgisiz ve isteksiz olarak tek başına hiçbir şey

ifade edemeyeceği düşüncesini ortaya atıp savunmaktadır (Acar, 2002).

Hızlı bir değişimin yaşandığı çağımızda örgütlerin olumlu bir duygusal atmosfere

sahip olmaları ve sürdürülebilir ilişkilere sahip olmalarında en önemli görev liderlere

düşmektedir. Liderlerin yönetim felsefesi, liderlik tarzı, otorite biçimi, işe ve bireyle karşı

tutumları, örgütlerde olumlu veya olumsuz duygusal atmosferlerin oluşmasında en önde gelen

faktörlerdendir (Töremen ve Çankaya, 2008). Bir diğer deyişle liderlerin liderlik ettikleri

topluluğa yaklaşımının topluluğun dengelerini olumlu ya da olumsuz etkilediği söylenebilir.

Duygusal zekânın yönetim yazınında ilgi görmesiyle birlikte, lider ve liderlik süreci ile

duygusal zekâ arasındaki ilişkileri inceleyen araştırmalar da hız kazanmıştır. Özellikle

duygusal zekânın, bireylerin is yaşamındaki başarısını etkileyen kişilik ve zekâ gibi

faktörlerden farklı olarak geliştirebilir olması liderlikle ilişkisini daha da önemli kılmaktadır.

Bunun yanı sıra birçok araştırmacı, duygusal zekânın liderlik sürecinde önemli bir işlevi

olduğunu düşünmektedir. Örneğin; duygusal zekâ ve liderlikle ilgili yapılan araştırmalarda,

iyi ruh haline sahip liderlerin yaratıcılık konusunda daha başarılı oldukları tespit edilmiştir.

Bass ise bir liderin izleyicilere ilham verme ve iletişim kurma sürecinde, hem çoklu zekâ, hem

de duygusal zekâ yeteneklerine sahip olması gerektiğini savunmaktadır. Caruso, Mayer ve

Salovey de duygusal zekânın liderin iletişim yeteneklerinin temeli olduğunu belirtmektedir

(aktaran Erkuş ve Günlü, 2008).

Liderlikte duygusal zekâ yetkinlikleri iki grupta ele alınmaktadır: kişisel yetkinlik ve

sosyal yetkinlikler ( Geçikli, 2012):

A. Kişisel Yetkinlikler B. Sosyal Yetkinlikler

1.Özbilinç 1.Sosyal Bilinç

- Duygusal Özbilinç -Empati

- Doğru Öz Değerlendirme -Örgütsel Bilinç

- Özgüven -Hizmet

2.Öz Yönetim 2.İlişki Yönetimi

-Özdenetim -Esinlenme

-Saydamlık -Etkileme

-Uyumluluk -Başkalarını Geliştirmek

-Başarma Dürtüsü -Değişim Katalizörlüğü

-Girişimcilik -Çatışma Yönetimi

-İyimserlik -Ekip Çalışması ve İşbirliği

Liderlik – yöneticilik ilişkisine bakıldığında ise, yöneticiliğin, planlama, örgütleme,

kontrol gibi klasik yönetim işlevlerinin yerine getirilmesi ile ilgili bir kavram, liderliğin bir

işin yapılmasının beşeri yönleri üzerinde duran, insanları güdüleme, yönlendirme,

yetkilendirme ve harekete geçirme ile ilgili bir kavram olduğu öne sürülmektedir (Leblebici,

2008).

Bazı insanlar çok iyi yönetici oldukları halde lider olamayabilirler. İyi bir yöneticinin,

yönetim için gerekli yasa ve yönetmelikleri iyi bildiği ve gerektiğinde uygulamaya koyduğu

söylenebilir. Ancak, bazı yöneticiler risk alınması gereken durumlarda daha çekimser

kalabilirler, ya da ayrıntılarla boğuşmak yerine, bütünü görüp vizyon geliştirmeyi gereksiz

bulabilirler. Bunun aksine liderler bütünü görür, bütün içinde uyumu sağlar (Tekinalp, 2003).

Ancak küreselleşmeye ve beraberinde getirdiği değişimlere ayak uydurabilmek için

gereksinilenlerin yanı sıra 21. yüzyılda liderlik anlayışının ve liderlik ile ilgili rollerin

farklılaşmasının, yöneticilerin gelecekte sahip olması gereken özelliklerin de belirleyicisi

olacağı söylenmektedir. Özetle yöneticilerin geleceğin dünyasında şekillenecek liderlik

rollerini yerine getirmeye yetkin olabilecekleri yetenek ve deneyimler edinmeleri

gerekmektedir.

4. Bir Lider Olarak Atatürk3

Büyük fırsatlar fani şahıslara bir milletin kaderini iyiye veya kötüye doğru değiştirmek

imkânını verebilir (Atay, 2004). 19. yüzyılın sonlarına doğru tarih sayfaları, bir milleti yok

olmanın eşiğinde kucaklayıp özgürce yaşayabileceği bir bayrak altına taşımanın

mücadelesiyle yaşanmış bir hayata, büyük bir zaferin ardından, “ Egemenlik kayıtsız şartsız

milletindir.” sözleriyle başarıyı kendisinden çok millete mal eden bir lidere tanıklık eder. Bu

lider Atatürk’tür.

19. yüzyılın son çeyreğinde Selanik, Osmanlı Avrupası’nın kalbi, Balkanlar’ın en

işlek limanlarından biri, deniz ve demiryolları ile Avrupa’ya bağlanan bir ticaret merkezi

konumundadır. Yüzyıl bitimine yakın şehirde 45 bin Yahudi, 30 bin Türk, 10 bin Rum

yaşamaktadır. Şehirde tek bir medrese olmasına karşın ilk işçi sendikası orada kurulur.

Onlarca gazete ve dergi yayımlanmakta, sol hareketler muhalefet bayrağını ilk defa

Selanik’ten dalgalandırmaktadır (Dündar, 2008).

Atatürk 1881 kışında Selanik’te dünyaya gelir. Annesi Zübeyde Hanım’la yaşamının

son senelerinde konuşan Enver Behnan Şapolyo’nun aktardığına göre Mustafa Kemal,

Selanik’te “Erbain Soğukları” denen kışın en soğuk geçen kırk günü içinde doğar (Volkan ve

Itzkowıtz, 2011). Babası önceleri Selanik Vakıflar İdaresi Kâtipliği’nde ve bir ara gümrük

memurluğunda çalışmış olan, 1876’da Selanik Asakir-i Milliye Taburunda üsteğmen

rütbesiyle bulunan Ali Rıza Bey’dir (Dural, 2004).

Fiziksel özellikleri ise Ahmet Haşim’in kaleminde şöyle dile gelir: “Bebekleri en garip

ve büyülü madenlerden yapılmış bir çift gözün, mavi, sarı, yeşil ışıklarla aydınlattığı sinirli bir

yüz.. Yüzde, alında, ellerde bir sağlık ve bahar rengi.. Düzenli taranmış, eksiksiz, sarı, genç

saçlar. Bütün zemberekleri çelikten, ince, yumuşak, toplu, gerilmiş, ter ü taze bir canlı

varlık…” (Ozankaya, 1995:66).

Mustafa okul çağına geldiğinde Selanik, laik ilkokul eğitimi alınabilen şehirlerden

biridir. Dindarlığı nedeniyle “molla” olarak bilinen Zübeyde Hanım, oğlunun dini eğitim

veren geleneksel mahalle mektebine gitmesini arzular. Batılılaşmayı Müslüman yaşam tarzına

yönelik saldırı olarak gören ebeveynler çocukları için bu okulları tercih etmektedir. Mustafa

babası Ali Rıza Bey sayesinde Batı tarzında eğitim alabileceği Şemsi Efendi Okuluna başlar

(Volkan ve Itzkowitz, 2011: 42). Ancak kısa bir zaman sonra babasını kaybeder ve ailenin

geçim sıkıntısı nedeniyle Zübeyde Hanım küçük Mustafa’yı okuldan alarak ağabeyinin

çiftliğine gider. Atatürk, çiftlikte kaldığı zamanlara dair kız kardeşi ile beraber karga kovmak

için bakla tarlası bekçiliği yaptıklarını hafızasında yer eden güzel bir anı olarak anlatıp, bir

halk çocuğu olmakla övünecektir. On yaşına gelen Mustafa, yarıda kalan eğitim hayatına

3 Belirtilen referansların dışında Atatürk’ün hayatına dair bilgiler Türk Tarih Kurumu web sayfasından

alınmıştır. http://www.ttk.gov.tr/index.php?Page=Sayfa&No=87

Selanik’te Sivil Rüştiye mektebinde devam eder ancak aynı zamanda müdür yardımcılığı da

yapan, Kaymak Hafız denen Matematik Hocası Hüseyin Efendi’den yediği dayak sonrası

okuldan ayrılarak gizlice Askeri Rüştiye kabul imtihanlarına girer ve sağladığı başarı ile

kendisini öğretim süresi dört yıl olan rüştiyenin üçüncü sınıfına alırlar (Atay, 2004: 20-21).

Mustafa Kemal askeri rüştiyesini iyi bir dereceyle bitirir. 1899’da Harbiye’ye giren Mustafa

Kemal, burada askeri konuların yanında, yazı yazma ve söz söyleme sanatlarına özel bir ilgi

geliştirir. Bu süreçte Abdülhamid’in baskısına karşı siyasal girişimlere de katılır. Harbiye’den

sonra kurmay subay olmak için eğitimini akademide sürdürür. Abdülhamid’e karşı gelişen

eylem içindeki etkinliklerinin yanında yeni bir kavram olan çete (gerilla) savaşıyla

ilgilenmeye başlar (Kongar, 2007: 77).

1905 senesinde kurmay yüzbaşı olarak Osmanlı Ordusu’na katılır. O sıralar

Makedonya, Sırp ve Bulgar çeteler yüzünden karışmıştır. Bu karışıklığa istinaden

Makedonya’ya tayin olmayı bekleyen Mustafa Kemal ve arkadaşları, Sultan II. Abdülhamid’e

suikast planıyla suçlanarak bir süre hücreye kapatılırlar ( Dündar, 2011). Mustafa Kemal bir

süre sonra ilk görev yeri olan Şam’a atanır. Şam, Mustafa Kemal’in askerlik hayatı üzerinde

etkili olmuştur. Görevi süvari alayında eğitimle uğraşmaktır. Kıtasının eğitiminde kazandığı

başarı ile Şam’da bulunan küçük büyük rütbeli askerler arasında tanınır hale gelir

(Atay,2004:49). O sıralar İmparatorluk hayli zor durumdadır, İstanbul’un vatan için kılını

kıpırdatmayıp, şaşaa içinde yaşayıp gitmesi Mustafa Kemal’i öfkelendirerek vatan için bir

şeyler yapmak adına kamçılar. Orada karşılaşıp aynı hisleri paylaştığından emin olduğu bir

grup insan ve Mustafa Kemal Vatan ve Hürriyet Cemiyetinin temellerini atar (Dündar, 2011:

34). Zamanla Vatan ve Hürriyet’in işleri, onu gün geçtikçe sarar ve teşkilatı yaymak için

kendine çıkan fırsatlardan faydalanarak gezilere çıkar. Kudüs’te, Yafa’da, Hayfa’da

nüvecikler kurmaya çalışır. Ancak Suriye’nin durumu umutsuzdur. İstanbul’a da uzaktır.

Vatan ve Hürriyet’i Selanik’e, Makedonya’ya nakletmeyi düşünür. Sonuç olarak Mustafa

Kemal Beşinci Ordunun (Şam Ordusu) Yafa bölgesinde piyade stajı yapmakta olduğu sırada

bir gün ve ancak bir iki arkadaşının bilgisiyle Yafa’dan bir yabancı vapuruna binerek kaçar.

Sonra Pire'den Selanik’e hareket eder (Aydemir, 1997: 98-99).

Selanik’te Vatan ve Hürriyet’in bir şubesini kuran Mustafa Kemal, bir süre şubenin

işleriyle meşgul olur. İstanbul’daki yetkililerin Mustafa Kemal’in Suriye’de olmadığını fark

etmeleri üzerine nerede olduğuna dair araştırma başlatılır. Arkadaşları sayesinde durumdan

haberdar olan Mustafa Kemal derhal Suriye’ye dönerek Berşeba’ya giderek Akabe Limanı

konusunda İngiliz–Mısır hükümetiyle olan anlaşmazlıkta Osmanlı çıkarlarını koruyan Türk

birliğine katılır ve oradan uzakta olduğu süre boyunca bu birlikteymiş gibi gösterilir.Kolağası

(kıdemli yüzbaşı ) olarak Eylül 1907’de Selanik’teki Üçüncü Orduya atanır (Volkan ve

Itzkowitz, 2011).

Selanik’teki Vatan ve Hürriyet örgütü kısa bir zaman sonra bütünüyle İttihat ve

Terakki’ye katılır. 1908 senesinde “ Genç Türk Darbesi” gerçekleşince Mustafa Kemal,

anayasanın toplumsal yeniliklerle desteklenmesini ister, ancak önerileri İttihat ve Terakki

tarafından benimsenmez. Bunun üzerine Mustafa Kemal, ordunun siyaset dışında kalması

gerektiğini savunmaya başlar ve kendini askeri konulara verir (aktaran Kongar, 2007: 78).

İstanbul’da 13 Nisan 1909’da, “31 Mart” olayı patlak verdiği zaman ayaklanmayı

bastırmak için İstanbul’a gönderilen ordunun kurmay başkanlığına atanır. Bu orduya “Hareket

Ordusu” adını verir. Mustafa Kemal 1910’da Picardy’de yapılan büyük çaptaki askeri

uygulamalara katılır. Sonra İstanbul’da Genelkurmay’a atanır. İtalyanlar, Batı Trablus’a

saldırdıklarında onlarla savaşmak için Kuzey Afrika’ya gider. Bu sırada Balkan Savaşı başlar.

Osmanlılar için kötü gelişmekte olan bu savaşta görev almak için İstanbul’a döner ancak

Gelibolu’ya atanır. Balkan Savaşı sonrası 1913 senesinde “askeri ataşe” olarak Sofya’ya

gönderilir. Burada iki sene kadar Batı uygarlığı içinde yaşar. Büyük olasılıkla sonradan Türk

toplumunu etkileyecek olan kültürel devrimlerin önemli bir kesimi üzerindeki düşüncelerini

burada biçimlendirir (Kongar, 2007). Mustafa Kemal Sofya’dayken I. Dünya Savaşı patlak

verir ve Osmanlı devleti kendisini savaşın yanlarından biri olarak görür. Almanlarla ittifak

haline geçer. Mustafa Kemal Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesine karşıdır ve Almanların bu

savaştan zaferle çıkacağına inanmaz (Ozankaya, 1995). Ancak, bir asker olarak cephede etkin

bir göreve atanmayı talep eder.

1914 yılında başlayan I. Dünya Savaşı'nda, Mustafa Kemal Çanakkale'de bir

kahramanlık destanı yazıp İtilaf Devletlerine "Çanakkale geçilmez! " dedirtir. 18 Mart 1915'te

Çanakkale Boğazını geçmeye kalkan İngiliz ve Fransız donanması ağır kayıplar verince

Gelibolu Yarımadası'na asker çıkarmaya karar verir. 25 Nisan 1915'te Arıburnu'na çıkan

düşman kuvvetlerini, Mustafa Kemal'in komuta ettiği 19. Tümen Conk bayırı'nda durdurur.

Mustafa Kemal, bu başarı üzerine albaylığa yükselir. İngilizler 6-7 Ağustos 1915'te

Arıburnu'nda tekrar taarruza geçer. Anafartalar Grubu Komutanı Mustafa Kemal 9-10

Ağustos'ta Anafartalar Zaferini kazanır. Bu zaferi 17 Ağustos'ta Kireçtepe, 21 Ağustos'ta II.

Anafartalar zaferleri takip eder. Çanakkale Savaşlarında yaklaşık 253.000 şehit veren Türk

ulusu onurunu İtilaf Devletlerine karşı korumasını bilmiştir. Mustafa Kemal'in "Ben size

taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum!" emri cephenin kaderini değiştirmiştir.

Mustafa Kemal, I. Dünya Savaşı’nda başta Çanakkale’de olmak üzere farklı

cephelerde görevler alır ve üstün başarılara imza atar. Ancak savaş Osmanlı Devleti’nin

aleyhine sonuçlanır ve 30 Ekim 1918’de Osmanlılar ile savaşı kazanan ülkeler arasında

Mondros Ateşkes’i imzalanır. Savaşı kazanan ülkeler ateşkese uymayarak ülkenin her yerine

dağılmaya başlar. Padişah ve Ferit Paşa, Mustafa Kemal’i 1919 senesinde, Samsun ve

çevresindeki kargaşayı gidermek üzere III. Ordu Müfettişliğine atar ( Aydemir, 1997: 399).

Mustafa Kemal’in Samsun’a ayak bastığı 19 Mayıs 1919, yalnız Türk Bağımsızlık Savaşı’nın

başlangıcı değil, aynı zamanda Mustafa Kemal’in eyleme geçişini de simgeler. Bu sırada

Anadolu halkı, “Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri” kurmaya başlamıştır. Bu örgütler Mustafa

Kemal’in ulusal direnme eyleminin başına geçmesini istemektedir. Bu istekte

Anafartalar’daki başarıları ve Anadolu’da bulunması etkilidir. Böylece yerel resmi örgütler ya

da “ Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri” yoluyla ulusal direnme çabalarını denetlemeye başlar

(Kongar, 2007: 82-83). Samsun’dan Havza’ya geçer ancak burada bulunan bir İngiliz birliği

nedeniyle karargâhını Amasya’ya götürüp arkadaşlarıyla burada toplantı yapmaya karar verir.

Amasya Toplantısı’nın ve burada alınan kararların milli kurtuluş tarihinde büyük önemi vardır

(Atay, 2004:210). 22 Haziran 1919'da Amasya'da yayımladığı genelgeyle "Milletin istiklâlini

yine milletin azim ve kararının kurtaracağını " ilan edip Sivas Kongresi'ni toplantıya çağırır.

23 Temmuz - 7 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum, 4 - 11 Eylül 1919 tarihleri arasında

da Sivas Kongresi'ni toplayarak vatanın kurtuluşu için izlenecek yolun belirlenmesini sağlar.

27 Aralık 1919'da Ankara'da heyecanla karşılanır. 23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet

Meclisi'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması yolunda önemli bir adım atılmış

olur. Meclis ve Hükümet Başkanlığına Mustafa Kemal seçilir. Türkiye Büyük Millet Meclisi,

Kurtuluş Savaşı'nın başarıyla sonuçlanması için gerekli yasaları kabul edip uygulamaya

başlar.

Türk Kurtuluş Savaşı 15 Mayıs 1919'da Yunanlıların İzmir'i işgali sırasında düşmana

ilk kurşunun atılmasıyla başlar. 10 Ağustos 1920 tarihinde Sevr Antlaşması'nı imzalayarak

aralarında Osmanlı İmparatorluğu'nu paylaşan I. Dünya Savaşı'nın galip devletlerine karşı

önce Kuvâ-yi Milliye adı verilen milis kuvvetleri adı altında savaşılır. Türkiye Büyük Millet

Meclisi düzenli orduyu kurar, Kuvâ-yi Milliye - ordu bütünleşmesini sağlayarak savaşı zaferle

sonuçlandırır. Sarıkamış, Kars ve Gümrü’nün kurtarılışı, Çukurova, Gaziantep, Kahraman

Maraş, Şanlı Urfa savunmaları, I. ve II. İnönü Zaferleri, Sakarya Zaferi, Büyük taarruz,

Başkomutan Meydan Muharebesi ve Büyük Zafer Mustafa Kemal yönetimindeki Türk

Kurtuluş savaşının önemli aşamalarındandır. Sakarya Zaferinden sonra 19 Eylül 1921'de

Türkiye Büyük Millet Meclisi Mustafa Kemal'e Mareşal rütbesi ve Gazi unvanını verir.

Kurtuluş Savaşı, 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması'yla sonuçlanır. Böylece

Sevr Antlaşması'yla paramparça edilen, Türklere 5-6 il büyüklüğünde vatan bırakılan Türkiye

toprakları üzerinde ulusal birliğe dayalı yeni Türk devletinin kurulması için hiçbir engel

kalmaz.

23 Nisan 1920'de Ankara'da TBMM'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu

müjdelenmiştir. Meclisin Türk Kurtuluş Savaşı'nı başarıyla yönetmesi, yeni Türk devletinin

kuruluşunu hızlandırır. 1 Kasım 1922'de hilâfet ve saltanat birbirinden ayrılır, saltanat

kaldırılır. Böylece Osmanlı İmparatorluğu'yla yönetim bağları koparılır. 29 Ekim 1923'te

Cumhuriyet idaresi kabul edilir, Atatürk oybirliğiyle ilk cumhurbaşkanı seçilir. 30 Ekim 1923

günü İsmet İnönü tarafından Cumhuriyet'in ilk hükümeti kurulur. Türkiye Cumhuriyeti,

"Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" ve "Yurtta barış cihanda barış" temelleri üzerinde

yükselmeye başlar.

Mustafa Kemal Cumhuriyet’in ilanının ardından zaman kaybetmeden, kendi deyişiyle

Türkiye'yi "muasır medeniyet seviyesine çıkarmak" amacıyla bir dizi köklü değişime imza

atar, devrimler yapar. Bu devrimler beş başlık altında toplanabilir:

1. Siyasal Devrimler:

· Saltanatın Kaldırılması (1 Kasım 1922)

· Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923)

· Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924)

2. Toplumsal Devrimler:

· Kadınlara erkeklerle eşit haklar verilmesi (1926-1934)

· Şapka ve kıyafet devrimi (25 Kasım 1925)

· Tekke, zâviye ve türbelerin kapatılması (30 Kasım 1925)

· Lâkap ve unvanların kaldırılması (26 Kasım 1934)

· Uluslararası saat, takvim ve uzunluk ölçülerin kabulü (1925-1931)

3. Hukuk Devrimi:

· Mecellenin kaldırılması (1924-1937)

· Türk Medeni Kanunu ve diğer kanunların çıkarılarak, laik hukuk düzenine geçilmesi (1924-

1937)

. Soyadı kanunu ( 21 Haziran 1934)

4. Eğitim ve Kültür Alanındaki Devrimler:

· Öğretimin birleştirilmesi (3 Mart 1924)

· Yeni Türk harflerinin kabulü (1 Kasım 1928)

· Türk Dil ve Tarih Kurumlarının kurulması (1931-1932)

· Üniversite öğreniminin düzenlenmesi (31 Mayıs 1933)

· Güzel sanatlarda yenilikler

5. Ekonomi Alanında Devrimler:

· Aşârın kaldırılması

· Çiftçinin özendirilmesi

· Örnek çiftliklerin kurulması

· Sanayiyi Teşvik Kanunu'nun çıkarılarak sanayi kuruluşlarının kurulması

· I. ve II. Kalkınma Planları'nın (1933-1937) uygulamaya konulması, yurdun yeni yollarla

donatılması

Soyadı Kanunu gereğince, 24 Kasım 1934'de TBMM tarafından Mustafa Kemal'e

"Atatürk" soyadı verilir. Atatürk sık sık yurt gezilerine çıkarak devlet çalışmalarını yerinde

denetler. İlgililere aksayan yönlerle ilgili emirler verdi. Cumhurbaşkanı sıfatıyla Türkiye'yi

ziyaret eden yabancı ülke devlet başkanlarını, başbakanlarını, bakanlarını komutanlarını

ağırlar.

15-20 Ekim 1927 tarihinde Kurtuluş Savaşı'nı ve Cumhuriyet'in kuruluşunu anlatan

büyük nutkunu, 29 Ekim 1933 tarihinde de 10. Yıl Nutku' nu okur.

Atatürk özel yaşamında da sadelik içinde yaşamıştır. 29 Ocak 1923'de Latife Hanımla

evlenir. Bu evlilik 5 Ağustos 1925 tarihine dek sürer. Çocukları çok seven Atatürk Afet

(İnan), Sabiha (Gökçen), Fikrîye, Ülkü, Nebile, Rukiye, Zehra adlı kızları ve Mustafa adlı

çobanı manevi evlat edinir, Abdurrahim ve İhsan adlı çocukları himayesine alır. 1937 yılında

çiftliklerini hazineye, bir kısım taşınmazlarını da Ankara ve Bursa Belediyelerine bağışlar.

Mirasından kız kardeşine, manevi evlatlarına, Türk Dil ve Tarih Kurumlarına pay ayırır. Kitap

okumayı, müzik dinlemeyi, dans etmeyi, ata binmeyi ve yüzmeyi çok sever. Zeybek

oyunlarına, güreşe, Rumeli türkülerine aşırı ilgisi vardır. Tavla ve bilardo oynamaktan büyük

keyif alır. Sakarya adlı atıyla, köpeği Fox'a çok değer verir. Zengin bir kitaplık oluşturmuştur.

Akşam yemeklerine devlet ve bilim adamlarını, sanatçıları davet eder, ülkenin sorunlarını

tartışır. Temiz ve düzenli giyinmeye özen gösterir. Doğayı çok sever. Sık sık Atatürk Orman

Çiftliği'ne gider, çalışmalara bizzat katılır. İyi seviyede Fransızca ve Almanca bilgisine

sahiptir.

1937 senesi ilerledikçe, Atatürk ve çevresindekiler için geçirdiği fiziksel değişimler

inkâr edilemez boyutlara ulaşır. Atatürk kendini giderek daha bitkin ve zayıf hisseder. Hasta

olduğu ihtimali uzun süre kabullenilemez. Kaplıcaların bacaklarındaki kaşıntılara iyi geleceği

düşünülür ve Atatürk 1938 senesinin Ocak ayında Yalova kaplıcalarına götürülür. Kaplıcalar,

bir zamanlar Jön Türk hareketinde etkin rol almış olan Dr. Nihat Reşat Belger’in

yönetimindedir. Atatürk Belger’den kendisini muayene etmesini ister. Muayene sonucunda

karaciğerinin büyüyüp işlevini yitirdiği ve hastalık belirtilerine sebebiyet verdiği sonucuna

varılır. Ankara’dan çağırılan özel doktoru da aynı teşhiste bulunur. Atatürk’ün hastalığı

karaciğer sirozudur ve teşhis için geç kalınmıştır. 26 Eylül’de Atatürk Dolmabahçe

Sarayı’ndaki odasında kırk sekiz saat süren bir komaya girer. 9 Kasım’da tekrar komaya giren

Atatürk 10 Kasım 1938 tarihinde saat 9.05’te hayata gözlerini yumar (Volkan ve Itzkowitz,

2011:529/537).

Ölümünün ardından Türk milletine bıraktığı miras 80 senedir muhafaza edilmektedir.

Türk milleti, Atatürk’ün ve devrimlerinin izinde emin adımlarla ilerlemektedir.

4.1. Atatürk’te Duygusal Zekâ Ölçütleri ve Değerlendirimleri

Atatürk’ün liderliği dünyaca kabul edilmiştir. Bunun örneklerini gerek yazılı

kaynaklarda, gerek dünya basını arşivlerinde bulmak mümkündür. Ata’nın liderliğinin

dünyaca kabul edilmiş olmasına verilecek en bilinen örneklerden birisi Time dergisinin 24

Mart 1923 tarihli sayısının kapağında Atatürk’ün resmini kullanmış olmasıdır. Dergi dış

haberler kategorisinde “Yakın Doğu’’ başlığı ile ele aldığı haberde Atatürk’ten ‘Türkiye’yi

azat eden kişi’ olarak bahsederek liderliğine övgüde bulunmuştur4. Bu nedenle, Atatürk’ün

liderliği değil liderlik özellikleri ve başarısının sırları tartışılagelmiştir.

Bu kısımda, hakkında aktarılan anıların bulunduğu kaynakların taranması sonucunda

özbilinç, duyguları idare etme, kendini harekete geçirme, duygudaşlık ve ilişkileri

yürütebilmeyi kapsayan duygusal zekâ unsurlarına göre Türkiye Cumhuriyeti lideri Mustafa

Kemal Atatürk’le ilgili bulgular yer almaktadır.

a. Özbilinç

Yale’den Peter Slovey’le birlikte duygusal zekâ kuramını geliştiren psikolog John

Mayer özbilinci kısaca “ kişinin ruh halinin ve o ruh hali hakkındaki düşüncelerinin farkında

olabilmesi’’ şeklinde tanımlar (Goleman, 2006: 78). Bireyin yaşamı boyunca diğer kişiler,

fırsatlar ve olaylara nasıl karşılık vermesi gerektiğini anlayabilmesi için öncelikle kendi

duygularının farkında olması gerekmekte ve bu anlamda özbilinç duygusal zekâ yetenekleri

içinde en önemlisi olarak ortaya çıkmaktadır (aktaran Dağlı vd. , 2008)

Bireyin güçlü ve zayıf yönlerini bilmesi, ihtiyaçlarının, güdülerinin, değer ve

amaçlarının farkında olması, içsel durumuna hâkim olması, olumsuzluklarla karşılaştığında ya

da kötü ruh hallerine girdiğinde teslim olmak yerine mücadeleci bir tutum takınması,

özgüvene sahip olması özbilinç kapsamında değerlendirilebilecek niteliklerin başında

gelmektedir. Bu çerçevede Mustafa Kemal Atatürk’ün yaşantısına, davranışlarına

bakıldığında çocukluğundan itibaren özbilinci ve özgüveni yüksek bir kişilik yapısına sahip

olduğu görülmektedir. Atatürk’ün özbilince sahip oluşunun ilk örnekleri çocukluğunda

gözlemlenebilir. Muhafazakâr bir dünya görüşüne sahip olduğu bilinen Zübeyde Hanım

ilkokul zamanlarında oğlunun dini eğitim veren bir okula gitme taraftarı olmuştur. Daha

bebekliğinde oğlu Mustafa’yı başı sarıklı “ulema’’ olarak hayal etmiştir. Eşi Ali Rıza Bey’in

erken ölümünün ardından tüm yollar kapanınca oğluna ister istemez yakıştırmak zorunda

kaldığı meslek adı tüccarlık, fakat gerçekte şunun bunun yanında bir çıraklık olmuştur. Oysa

oğlu, kendi yolunu kendi iradesiyle bularak askeri okula gitmiştir. Zaten Zübeyde Hanımın

kendisini asker mektebine vermemek yolundaki isteklerine daima direnmiş ve bir defasında şu

sözleri sarfetmiştir (Aydemir,1997:60) :

“Ben, omzunda bez satan bir bezzaz olamam. Bakın ben neler olacağım…’’

Daha çocukluğunda ne istediğini bilen, idealleri olan, bu ideallere ulaşmak için ne

yapması gerektiğini bilen ve hatta bununla kalmayıp amacına ulaşacağından emin bir duruş

sergilemiştir.

4 http://content.time.com/time/magazine/article/0,9171,726976,00.html

Mayer özbilinçli bireyi kötü ruh hallerine girdiğinde kendini salıvermek yerine

mücadele etmeyi seçen, olumsuz durumdan kurtulmanın yollarını arayan birey olarak

tanımlar. Bu doğrultuda Atatürk ilk gençlik yıllarında deneyimlediği ve psikolojik sarsıntıya

neden olabilecek bir olay karşısında karamsarlığa bürünmek yerine mücadeleyi seçmiştir. Bu

olay, babasının vefatının ardından Zübeyde Hanım’ın içine düştüğü zorlu koşullar nedeniyle

ikinci evliliğini yapmasıdır. Mustafa Kemal bu olaya evi terk ederek karşılık vermiştir. Onun

hayatında, o kadar sevdiği annesinin ikinci defa ve hiç de iç açıcı olmayan şartlarla evlenmek

zorunda kalışı ve kendisinin, yeni aile içinde kalmayı reddederek uzak bir akrabaya sığınışı,

yalnız onun bir zaman için de olsa, annesini böylece kaybedişi şeklinde değil, aynı zamanda

duygulu bir çocuğun, ruhunda süslediği bir hayal kırıklığı olarak da küçük ruhunu zedelemiş

görünmektedir. Çünkü o, babasından fazla mutluluk görmeyen annesi için farklı hayaller

kurmuştur. Ancak annesine kızgınlığından kaynaklanan kompleks, ne bir aşağılık duygusu, ne

de dersleri boşlamak, okulu aksatmak, kendini avareliğe vurmak şeklinde bir tepkiye yol

açmıştır. Aksine, kendince bu yenilgi, onun nefsine olan inancını körüklemiştir:

“Ben onlara gösteririm. Görsünler ben neler olacağım…’’

Bu olumlu duyguyla birlikte kırgınlık, küskünlük, kızgınlık gibi olumsuz duygulara

kısa sürede hâkim olarak, kendini toparlamıştır (Aydemir,1997: 65-67).

Özgüven, özbilincin bileşenlerinden biri olarak kabul edilmektedir. Özgüven sahibi

liderler, öz değerler ve yetenekler konusunda bir anlayışa sahiptirler. Kendinden emin bir

izlenim bırakırlar,“varlıklarını” hissettirirler, beğenilmeyen fikirleri dile getirebilir ve

doğru bildikleri yolda her şeyi göze alabilirler. Atatürk’ün yaveri Salih Bozok’un anlattığı

anılar arasından “özgüven’’e örnek teşkil eden anılardan birisi Enver Paşa ve Atatürk

arasında, Atatürk’ün 7. Ordu kumandanlığından istifa etmesinin ardından yaşanan bir

gerginlik esnasındaki diyalogtur. Bu diyaloğu Atatürk, Bozok’a bizzat anlatmıştır. Kısaca

aktarmak gerekirse, Enver Paşa’nın Atatürk’e “ Yahu, biz birbirimizin karşısına çıktığımız

zaman ellerimizi sıkıyoruz. Hâlbuki arkamdan benim kuyumu kazıyorsun. Eğer gözün bu

makamda ise sen geç de otur!’’ demesi üzerine Mustafa Kemal “ Makamınızda gözüm yoktur.

Ve o makamı kendime çok küçük görürüm. Benim düşüncem ve emelim çok büyüktür. Eğer

makamınızda gözüm olsaydı şimdiye kadar orasını çoktan işgal ederdim!’’ şeklinde karşılık

vermiştir (Bozok, 2011: 62). Daha sonradan yaşanan gelişmeler ve kazanılan zafer,

Atatürk’ün daha o zaman sarf ettiği bu cümlelerde yatan özgüvenin, ne istediğini bilen,

kendinden emin duruşun içi boş olmadığını kanıtlar niteliktedir. Aynı özgüveni, büyük

önderin söylevlerinde de gözlemlemek mümkündür.

“Hürriyet ve istiklal benim karakterimdir. Bence bir millette şerefin, haysiyetin,

namusun ve insanlığın doğup yaşayabilmesi, mutlaka o milletin hürriyet ve istiklaline

sahip olmasıyla mümkündür. Ben şahsen bu saydığım vasıflara çok önem veririm ve

bu vasıfların varlığını kendimde iddia edebilmek için, milletimin de aynı nitelemesini

şart ve esas bilirim. Ben yaşayabilmek için mutlaka müstakil bir milletin evladı

kalmalıyım. Bu sebeple milli istiklal bence bir hayat meselesidir.’’

Atatürk, özellikle kurtuluş mücadelesine başlamasının ardından dünyanın dikkatini

üzerine çeken bir lider olmuştur. Zaman zaman yabancı ülkelerden yazar ve gazeteciler

kendisiyle konuşmak için Türkiye’ye gelmiştir. Bu gazetecilerden biri olan Amerikalı Gladys

Baker Atatürk’le arasında geçen diyalogda Atatürk’e bazı çevrelerin diktatör yakıştırmasında

bulunduklarından hareketle bu konudaki düşüncesini sorar. Bunun üzerine aldığı yanıt:

“Ben diktatör değilim. Benim kuvvetim olduğunu söylüyorlar. Evet, bu doğrudur.

Benim arzu edip de yapamayacağım hiçbir şey yoktur. Çünkü ben zoraki ve insafsızca

hareket bilmem. Bence diktatör, diğerlerini kendi iradesine bağlayandır. Ben kalpleri

kırarak değil, kalpleri kazanarak hükmetmek isterim’’ olmuştur ( Basar, 2009: 21). Bu

yanıtta da Atatürk’ün gücünün ve yapabileceklerinin ne kadar farkında olduğu

belirgindir.

b. Duyguları İdare Edebilme / Özdenetim / Özyönetim

Goleman duyguları uygun biçimde idare yeteneğinin özbilinç temeli üzerinde

geliştiğini ileri sürer. Bu yeteneği zayıf olan kişilerin sürekli huzursuzlukla mücadele ederken,

kuvvetli olanların ise hayatın tatsız sürprizleri ve olumsuzluklarıyla karşılaştıktan sonra

kendilerini daha kolay toparlayabildiklerini söyler. Özdenetim, bireyin duygularını,

güdülerini, sahip olduğu kaynakları yönetebilme yeteneğidir. Önemli olan duyguları dengeli,

uyumlu biçimde ortaya koyabilmektir. Bu yetkinliğe sahip liderler yıkıcı duygu ve istekleri

bile etkili biçimde yönetebilirler. Stres altında bile soğukkanlı ve sakin davranabilirler. Kriz

dönemlerinde çeşitli baskılar altında bile sakin ve berrak bir düşünce içinde olabilirler.

Özyönetim, bireyin duygularını denetleyebilmesi, neyi neden yaptığını bilmesi ve olayları

kendi lehine çevirmesidir (Geçikli, 2012).

Özbilinç çerçevesinde değerlendirilen örneklerden ikincisinde Atatürk’ün “Görün

bakın ben neler olacağım’’ cümlesi ya da kabullenmekte zorlandığı evlilik sonrası takındığı

tavır özbilince örnek teşkil etmesinin yanı sıra özdenetim için de güzel bir örnektir. Öyle ki bu

olayın tatsız bir sürpriz olduğu, karşılığında da bir süre verilen ters tepkinin ardından kısa

sürede toparlanıp yoluna inançla devam etme durumu aşikârdır. Hıfzı Topuz’un TRT’de “Her

Hafta Bir Konuk’’ programında ilk konuşmayı yaptığı Yakup Kadri Karaosmanoğlu

kendisinden Atatürk’e ilişkin en sevdiği anısını anlatması istendiğinde sevmediği bir anısının

olmadığını belirtmiş ve Atatürk’ü şu sözlerle anlatmıştır:

“Benim sevdiğim kahraman, bedbaht olan kahramandı, azap çeken kahramandı,

daima muvaffak olan kahramandı. Atatürk’ün tek dostu yoktu dersem inanır mısınız?

Fakat Atatürk cumhurbaşkanı olduktan sonra tüm dünya onun dostu oldu. Oraya

varıncaya kadar çektiklerini ben bilirim…’’ (Topuz, 2012: 33)

Bu tasvirden Atatürk’ün mücadele sırasında pek de kendisini sevenlerle çevrili

olmadığı ancak sonuca bakıldığında Karaosmanoğlu’nun tasvir ettiği Atatürk’ün, çevresindeki

olumsuz atmosferde var olan yıkıcı ve olumsuz duygular karşısında soğukkanlılığını

koruyarak inandığı yolda hedefine doğru azimle ilerlediği sonucuna varılabilir.

Kurtuluş savaşının henüz başlamakta olduğu zamanlarda yaşanan bir olayda

Atatürk’ün tutumu, olumsuzluklara bakış açısını ve kriz dönemlerinde bile sakin

düşünebildiğini anlamaya yardımcı olabilir. Henüz ordu yoktur ve her yandan vatana saldıran

düşmanlarla gönüllü çeteler savaşmaktadır. Bir gün mecliste vatanın kurtulması için yapılması

gerekenler tartışılırken milletvekillerinden biri sözlerini büyük vatan şairi Namık Kemal’in şu

beyti? ile bitirir:

“Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini / Yok mudur kurtaracak bahtı kara

maderini?’’

En büyük düşmanın korku ve umutsuzluk olduğunu bilen Mustafa Kemal bu beyitin

iki sözcüğünü değiştirerek, fakat veznini de bozmaksızın sert ve sarsılmayan sesle şu yanıtı

verir:

“Vatanın bağrına düşman dayasa hançerini / Bulunur kurtaracak bahtı kara

maderini’’ ( Basar, 2009: 24).

Bu yanıtta da Atatürk’ün en ufak bir olumsuz düşünceye meydan vermeyerek,

çevresinde umutsuzluğa kapılanları da olumlu düşünmeye sevk etme mücadelesi verdiği

görülmektedir.

c. Kendini Harekete Geçirmek Güdüleme

Güdüleme (motivation) “ bireyin belirli bir amacı gerçekleştirmek üzere kendi arzu ve

isteği ile davranması ve çaba göstermesi ‘’ şeklinde tanımlanabilir. Kendini harekete

geçirebilen bireyin, hedefine ulaşmak için çaba gösteren, engeller karşısında hedeflerinden

yılmayan ve başarısızlık ihtimalini düşünmek yerine başarı umudu taşıyan birey olduğu

söylenebilir. Burada umut önemli bir faktördür. Duygusal zekâ açısından umutlu olmak,

kişinin zorlu engeller karşısında bunaltıcı kaygıya, teslimiyetçi bir tutuma ya da depresyona

yenik düşmemesi anlamına gelir. Umut besleyen kişiler hedeflerine doğru ilerlerken

diğerlerine oranla daha az depresif, genelde daha az kaygılı ve duygusal açıdan daha az

sıkıntılı görünürler (Goleman,2006:127).

Bu yeteneğin zorlukların çıkması ya da olayların istenilenin aksi yönünde gelişmesi

hallerinde oldukça gerekli ve yararlı olduğu söylenebilir. Güdülenme düzeyi yüksek olan

bireyin, daima başarma isteğine ve heyecanına sahip olduğu söylenebilir. Atatürk’ün yüksek

güdüleme düzeyine sahip olduğuna ve de bu motivasyonu her daim çevresindekilere de

aşılamaya çabaladığına dair verilecek çok sayıda örnek vardır. Samsun ve çevresindeki

çalışmalardan kuşkulanan İstanbul hükümeti ile Mustafa Kemal arasında yaşanan gerginliğin

ardından Genelkurmaydaki albaylardan Ali Galip adındaki biri göstermelik olarak Erzurum

valiliğine atanarak, Mustafa Kemal’i tutuklamakla görevlendirilmiş ve Sivas’ta Atatürk

aleyhine kimi tertipler düzenlenmiştir. Bu komployu Amasya’da haber alan Atatürk, bir atlı

birlik kurarak Tokat’a gitmiş ve şehrin ileri gelenleriyle bir toplantı yapmıştır. Bu toplantıda

bulunan avukat Ali Bey, hiçbir zaman unutmayacağını belirttiği Mustafa Kemal konuşmasını

şu şekilde aktarmıştır:

“Hiçbir savunma gerecine sahip olmasak bile, dişimiz, tırnağımızla, zayıf ve

dermansız kolumuzla mücadele ederek şeref ve haysiyetimizi, namusumuzu savunmayı

gerekli görüyorum. Tarih, bize vatan uğrunda canını, malını esirgemeyen ulusların

asla ölmediklerini göstermektedir. Ben hayatımı, hiçbir zaman ulusumuzdan üstün

görmedim ve görmeyeceğim. Her an ülkem için onurumla ölmeye hazırım’’ (Basar,

2009:32).

Hakkında tutuklama emri çıkarılmış olmasına rağmen hedefine ulaşmak umudunu asla

yitirmemiş ve güdüleme düzeyini yüksek tutarak bu umudu çevresindekilere de aktarma

çabası içinde olmuştur.

Goleman (2006) duygusal zekâ kapsamında motivasyon kriteri gelişmiş liderlerin,

para ve statü ötesindeki nedenler uğruna çalışma tutkusu ile hedefler peşinde koşmaya yatkın

olduklarını belirtmektedir ancak bir sürü insanın da dolgun maaş ya da etkileyici bir unvan

kazanmanın getireceği statü gibi dışsal faktörlerle motive olduğunun altını çizmektedir.

Bunlara ilaveten, liderlik potansiyeline sahip olan insanları motive eden şeyin ise derinlere

sinmiş olan arzu, başarma duygusu olduğunu ortaya koymaktadır (122).

Mim Kemal Öke, Atatürk’e dair bir anısında, Sakarya Savaşının devam etmekte

olduğu dönemde, Mustafa Kemal’in üç kaburga kemiğini kırdığını ve buna rağmen cepheye

gitmekte ısrarcı olup, bu kırıklarla cepheyi idare ettiğini belirtmiştir (Topuz, 2011:51).

Atatürk’ün maddiyat ya da statünün çok daha ötesinde nedenler uğruna çalışma

tutkusunu en iyi anlatacak örneklerden birisi çocukluğundan hayallerini süsleyen askerlik

mesleğinden, vatan ve milletin kurtuluşu uğruna, hiçbir garantisi olmadan ve birçok

olumsuzluğu göze alarak istifa etmesi olmuştur. Aydemir’in aktardığına göre Mustafa Kemal,

hayatının en buhranlı gecesini Erzurum’da yaşamıştır. Çünkü hayatının en çetin kararı

aşamasındadır: Askerlikten ayrılmak. Aksi halde padişah tarafından ordudan atılmak

tehdidiyle karşı karşıyadır. Nihayet Yıldız Sarayı’nda telgraf başında bulunan Padişah’ın

sözcüleri ile arasında geçen bir dizi yazışmanın sonucunda karşı taraftan önce davranarak

mesleğinden ve hizmetlerinden istifa ettiğini bildirmiştir.

“ Resmi sıfat ve salahiyetten mücerret olarak, yalnız milletin şefkat civanmertliğine

güvenerek ve onun bitmez tükenmez feyiz ve kudret kaynağından ilham ve kuvvet

alarak, vicdani vazifeye devam edecektir. Milletin bağrında bir ferd-i mücahit olarak

çalışacaktır…’’ (Aydemir, 1995: 101).

Atatürk’ün ordudan atılmak istenmesinin sebebi bir kurtuluş mücadelesinin içine

girdiğinden şüphe duyulmasıdır. Kendi çıkarları doğrultusunda yaşayan bir bireyin padişahın

emrine uyup İstanbul’a geri dönmesi ve mevcut statüsünü korumak uğruna mücadele vermesi

beklenir. Aksine koca bir belirsizliğe karşın, emellerine ve umuduna sarılarak askerliğine

veda etmekle Mustafa Kemal üstün bir güdüleme örneği sergilemiştir.

d. Başkalarının Duygularını Anlayabilme / Duygudaşlık (Empati)

Duygudaşlık, başkalarının duygularını, beklentilerini ve inançlarını anlayabilme

yeteneği olarak tanımlanabilir. Halk arasında yaygın olarak “kendini karşındakinin yerine

koymak’’ olarak da tanımlandığı görülmektedir. Duygudaşlık becerisine sahip bireyler,

başkalarının bakış açılarını kavrayabilen, iyi bir dinleyici olmalarının yanı sıra, dile

getirilemeyen duyguları da sezebilen, ne zaman ve ne kadar konuşmaları gerektiğini bilen ve

kendilerini başkalarının yerine koyarak, onları anlayabilen bireylerdir (Dağlı vd. , 2008).

Empati yapabilen liderlerin iletişim çatışmalarını etkili bir şekilde çözebildiği ve ses tonu,

bakışlar, jest ve mimikler gibi sözsüz süreçleri de etkin bir şekilde kullanabildikleri

söylenebilir. Bu bağlamda Atatürk beden dilinin ve sözsüz iletişimin bütün unsurlarını iddialı

bir şekilde kullanmış olan bir liderdir (Geçikli, 2012). Şık giyimi, kararlı bakışları, özgüvenli

duruşu ile karizmatik bir lider olmuştur.

Meclisin ikinci döneminde Zonguldak’tan milletvekili seçilen ve bu görevi 16 yıl

sürdüren Ragıp Özdemiroğlu, Hıfzı Topuz’la röportajında Atatürk’ten şu şekilde bahsetmiştir:

“O büyük adam, milletin kendisini takip edeceğine ve devrimleri iyi karşılayacağına

emindi. Atatürk’ün kendi ağzından işittim. Bir gün, ‘ Ben bu inkılabı başka memlekette

yapamazdım,’ dedi. Atatürk kendi çevresini tanımış ve memleketin nelere ihtiyacı

olduğunu gayet iyi sezmişti. Çevresindeki arkadaşları da devrimi benimseyen ve

kendisini gayet samimi olarak izleyen insanlardı. Atatürk her şeydi, büyük bir dâhiydi.

Çevresini tanımış bir insan olduğu için de bu derece başarılı olmuştu.’’ (Topuz, 2012:

75).

Bu anlatımdan hareketle, Atatürk’ün hem halkın gereksinimlerini iyi tanımlamış

olması, hem de bu gereksinimleri halka doğru bir şekilde benimsetmiş, aktarmış olması

itibariyle duygudaş bir kişilik sergilemiş olduğu sonucuna varılabilir.

Atatürk’ün duygudaşlık kurabilmesine verilecek örneklerden birisi de kendisine

annesini ve babasını kaybettiğini, ağabeyinin de İstiklal Savaşı’na katılıp geri döndüğünü ve

yatılı okula gitmek istediğini söyleyen Sabiha Gökçen’i evlatlık almasıdır. Gökçen, doğrudan

köşke gittiğini, Atatürk’ün onu Çankaya İlkokulu’na yazdırdığını, ona karşı her zaman iyi

davrandığını belirtmiştir (Topuz, 2012: 42).

Osmanzade Hamdi Aksoy Atatürk’ün zaferden sonra köşküne çekilip oturabileceği

yerde çevresindekileri toplayıp onlara ‘Böyle askeri zaferler bir milleti uzun süre yaşatamaz,

bunun yanında iktisadi ve sosyal zaferler lazımdır’ dediğini belirtmiştir. (Topuz, 2012:71)

Özellikle sağlık sorunlarının iyiden iyiye baş gösterdiği bir dönemde, köşke çekilip

rahatlamak yerine, Atatürk’ün kendini milletin yerine koyarak, millet yararına zaferin daha

kalıcı olması için yapılması gerekenleri planlamıştır. Burada da duygudaş bir tepki söz

konusudur.

e. İlişkileri Yürütebilmek / Sosyal Beceriler

Sosyal beceriler, bireylerin karşılıklı ilişkilerini etkili bir şekilde yönetebilme becerisi

olarak tanımlanabilmektedir. Bu bir anlamda diğer duygusal zekâ yeteneklerinin bir

sonucudur. Çünkü kendi duygu ve düşüncelerini bilen ve aynı zamanda başkalarının

duygularını da anlayabilen bireyler, insan ilişkilerinde de başarılı ve etkili olacaklardır

(Aktaran Dağlı vd. , 2008).

Atatürk’ün ilişkilerin yürütülmesi konusunda oldukça başarılı olduğu söylenebilir.

Nerede, ne zaman, ne şekilde davranacağını ve kimlere nasıl hitap etmesi gerektiğini bilerek,

gerek çevresindekilerle, gerek halkla ilişkilerini yürüterek, hedeflerinin büyük kısmına

ulaşmıştır. Bu bağlamda Osmanzade Hamdi Aksoy’un Atatürk’le yaşadığı bir olay ve

Atatürk’ün olayda tutunduğu tavır önemli bir örnek niteliğindedir.

Aksoy, Cumhuriyet henüz ilan edilmeden önce, Ankara’da yaşamaktadır. Her akşam

PTT Müdürlüğü’ne uğrayıp İstanbul’da olup bitenleri sorar. Bir gün Vahdettin’in Sevr

Antlaşması’nın imzalanması için yetki verdiği haberini alır ve beyninden vurulmuşa döner.

Meclise gelince, Vahdettin’in tahttan indirilmesi için bir önerge hazırlar. İki gün sonra

Gazi’nin kendisini çağırttığı söylenir. Atatürk ‘ Gel bakalım çocuğum, sen bir önerge

hazırlamışsın,’ der. Aksoy evet yanıtını vererek olan biteni anlatır ve Vahdettin’in hainliği

karşısında duyduğu tepkiyi aktarır. Bu noktada Atatürk’ün yanıtı ilişkilerin devamlılığını

sağlamada Atatürk’ün ne kadar akıllıca davrandığını ve öngörüsünün yüksekliğini kanıtlar

niteliktedir:

“ Seninle beraberim. Fakat düşün ki arkamızda bütün bir Anadolu var. Biz Vahdettin’i

tahttan indirmeye kalkarsak bütün Anadolu isyan eder. Zaten her yer kargaşa içinde.

Bir de biz Vahdettin’le ilişkimiz olmadığını ilan ettik mi Anadolu dağılma tehlikesine

uğrar. Sen dikkat etmedin mi, ben geçen gün mecliste ne dedim, ‘ Padişahımız

efendimiz İngilizlerin esiridir, kendisi bugün serbest hareket edemiyor, padişahımızı

kurtaracağız,’ demedim mi. Çocuğum sen o önergeyi geri al. Sabret, sırası gelince

hepsini yapacağız…’’ (Topuz, 2012).

Kurtuluş için halka ihtiyaç duyan Atatürk, halka milli mücadelenin gerekliliğini ve

yapılması gerekenleri anlatmak için, bir başka deyişle halkla ilişki kurup bunu yürütebilmek

için, önce halkın dilinden anlayacağı kişilerle yakın ilişkiler kurup, onları kazanma yoluna

gitmiştir. Çünkü planladığı hareket halk hareketi olacaktır. O günlerde Anadolu’da din

bilginleri, tarikat şeyhleri, eşraf ve seçkin kişiler memleketin sosyal yapısında halkın önder

kişileri konumundadır. Ve halk bu önderlerin arkasında kalan, ama geleceğin ön plana

çıkaracağı, henüz fazla söz sahibi olmayan zayıf bir azınlıktır (Aydemir,1995: 25).

Amasya’nın ünlü din adamlarından Abdurrahman Kâmil Efendi’nin Sultan Beyazid Camiinde

yaptığı konuşma, Atatürk’ün halka ulaşmak ve ilişkilerini sağlam bir zemin üzerine kurmak

için uyguladığı stratejinin doğruluğunu kanıtlar niteliktedir:

“Ey ahali! Milletin istiklali tehlikeye düşmüştür. Bu felaketten kurtulmak için icap

ederse, vatanın son ferdine kadar ölmeyi göze almak lazımdır. Artık Padişah olsun,

unvanı ne olursa olsun, onun bir hikmeti kalmamıştır. Yegâne kurtuluş çaresi, halkın

hâkimiyeti doğrudan doğruya ele almasıdır…’’ (Aydemir,1995: 38).

Goleman’a göre (2006) sosyal becerileri yüksek olan bireyler, kendi çevresinde

bulunan bireylerle rahat iletişim kurabilmekte, onların tepki ve hislerini zekice

okuyabilmektedir. Ayrıca bu bireylerin bu sayede çevresindekileri yönlendirebildiklerini, bu

bireylerin doğal liderler olduğunu, dile getirilemeyen ortak fikirleri ifade edebildiklerini ve

bunu topluluğun hedefleri doğrultusunda açıklama yetilerinin olduğunu belirtir (74). Bu

bağlamda özellikle Milli Mücadele sürecinde sergilediği davranışlar ve tutum göze

alındığında, Atatürk’ün yüksek iletişim becerilerine sahip ve Goleman’ın tanımına uygun bir

kişilik sergilediği söylenebilir.

Sonuç

Etkili iletişimin büyük ölçüde duyguların doğru algılanması, değerlendirilmesi ve

bunun sonucunda duygu ve davranış üzerinde gerekli olduğu düşünülen değişimlerin

gerçekleştirilmesine bağlı olduğu söylenebilir. Bu noktada duyguları anlama ile kişinin kendi

ve diğerlerinin değerlerinin, inançlarının, yetkinliklerinin farkına varabilmesi kast

edilmektedir. Kısaca insanın kendine ve başkalarına ait duyguları doğru algılayıp

değerlendirmesi ve ifade edebilmesi, bu duygular arasında ayrım yapıp, elde ettiği bilgileri

etkin kullanabilmesi ile ilgili yetenekler olarak tanımlanan duygusal zekâ, kendimizin ve

başkalarının duygularını tanıma, içimizdeki ve ilişkilerimizdeki duyguları iyi yönetme ve tüm

bu süreçlerde kendimizi güdüleme yetisidir. Duygusal zekâ bireysel ve toplumsal boyuta

sahiptir. Bireysel boyutuyla, kendi değerlerinin ve yeteneklerinin farkında olma, kendini

önemseme, değerli bulma, kendinin farkında olma ya da özbilinç, strese dayanıklılık ve

hoşgörü, yaşamı anlamlı bulma, zevk alma, bağlanma, kendini mutlu edecek uğraşlar bulma,

çevresine mutluluk yayma gibi kazanımlarla ilgiliyken; toplumsal boyutuyla toplumsal

farkındalık, çevreyi anlamaya çalışma, duygudaşlık, insanları etkileme, inandırma, ikna etme,

etkili iletişim, çatışmaları çözmek, ekip çalışmasına uymak, yeniliklere gelişime açık olmak

olarak özetlenen toplumsal ilişki becerilerinin kazanımıyla ilgilidir

Siyasal liderliğin en belirgin göstergesinin kitlelerin düşünceden eyleme uzanan

süreçlerini etkileyerek yönlendirebilmeleri olduğu düşünüldüğünde Atatürk’ün liderliğinde

duygusal zekânın önemli bir rol oynadığı söylenebilir. Slovey ve Mayer’in duygusal zekâ

tanımı ve modeli temel alınarak, anılar aracılığıyla beş yetenek çerçevesinde değerlendirilen

Mustafa Kemal Atatürk’ün üstün duygusal zekâya sahip bir lider olduğu sonucuna

varılmaktadır. Atatürk, duygulardan bağımsız hareket etmek yerine, duygularını ve mantığını

başarılı bir şekilde, bir arada kullanmış bir liderdir. Duygusal zekâ kapsamında

değerlendirilen tüm yeteneklere sahip olduğu, gerek hakkında aktarılmış yaşanmışlıklarda

gerek söylevlerinde oldukça açık bir şekilde gözlemlenebilmektedir.

Duygusal zekânın birinci bileşeni olan kendini tanımak çerçevesinde Atatürk’ün

çocukluğundan hayatının sonuna kadar kendini tanıyan, duygularının, gereksinimlerinin, zayıf

ve güçlü yönlerinin farkında ve bu farkındalıkla davranışlarına yön veren bir kişi olduğu

söylenebilir. Duygularını oldukça başarılı bir şekilde mantığıyla bir arada kullanabilmiş ve

yönlendirebilmiştir. Bu yetenek bağlamında Atatürk’ün özgüveni, özbilinci yüksek, doğru öz

değerlendirme yapabilen bir lider olduğu söylenebilir. “Hürriyet ve istiklal benim

karakterimdir’’ sözü Atatürk’ün hayatını adadığı mücadelede kendini ne kadar iyi tasvir

ettiğine verilecek en doğru örneklerden biridir.

Duyguları yönetebilme ve güdüleme açısından değerlendirildiğinde Atatürk’ün en

zorlu koşullarda dahi bu yeteneklerini kaybetmeyip, neyi, nasıl, ne zaman ve nerede

gerçekleştireceğinin planını yaptığı, tüm girişimlerini vatan ve millet sevgisi üzerine

yoğunlaştırarak, hürriyet mücadelesini asla bırakmadığı görülmektedir. Bu da Atatürk’ün

güdüleme düzeyinin yüksek olduğunu sonucunu doğurmaktadır.

En yalın haliyle kendini başkalarının yerine koymak olarak tanımlanan duygudaşlık

kapsamında Atatürk’ün kendini çaresiz ve zor durumda kalmış bir “millet” in yerine koyarak

tüm eylemlerini o milletin özgürce, insani bir şekilde yaşayacağı bir ülkeye kavuşması adına

gerçekleştirdiği söylenebilir. Sivas ve Erzurum kongrelerine bakıldığında çoğunluğu halktan

temsilcilerin oluşturduğu ortamda halkı anlamanın mücadelesini vermiştir. Zaferin ardından

bireysel çıkarları doğrultusunda yaşamak yerine, hayatının sonuna kadar zaferin kalıcı ve

sağlam bir zemin üzerine oturtulması için, halkın muasır medeniyet seviyesine ulaşması için

durmaksızın çalışmış, kısa zamanda birçok devrim ve yeniliğe imza atmıştır.

Sosyal beceriler bağlamında elde edilen bulgular Atatürk’ün bu yönünün oldukça

gelişmiş olduğu yönündedir. Adeta bir alışkanlık haline getirdiği, çevresindekilerin fikirlerini

alıp beyin fırtınası yaptığı akşam yemekleri, Kurtuluş Savaşı sürecinde halkla gerçekleştirdiği

kongreler, Fransızca ve Almanca gibi dillere hâkim olup, o dillerde çok çeşitli kaynakları

okuması ve öğrendiklerini başta hukuki alan olmak üzere sanat vb. birçok alanda uygulamaya

koyması, giyimi, kuşamı, sanata olan ilgisi vb. Atatürk’ün sosyal becerilerinin gelişmişliğine

verilecek çeşitli örneklerdir.Sosyal becerinin özünü oluşturan iletişimi sürdürmek konusunda

verilecek en güzel örnek ise vefatının 65. yıldönümünde olunmasına rağmen söylevleriyle,

sözleriyle Türk milletine ve Türk gençliğine hala yol gösteriyor olmasıdır. Özellikle bir

sözüyle iletişimde yer ve zaman mevhumunu aşarak önemli olanın duygu ve düşüncelerin

doğru aktarımı olduğunun ve bir bakıma duygusal zekânın öneminin altını çizmiştir:

“Beni görmek demek, behemmal yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi,

benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kâfidir.”

Kaynaklar

Acar, F. (2002). Duygusal Zekâ ve Liderlik, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı: 12: 53-

68

Aslan, T. (2008). Siyasi, Sosyal ve Kültürel Açıdan Atatürk’ün Liderliği Üzerine Bir Deneme,

C.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi Aralık - Cilt: 32 No: :241-261

Atay, F. R. (2004). Çankaya İstanbul: Pozitif Yayınları

Aydemir, Ş. S. (1995). Tek Adam Mustafa Kemal 2. Cilt 1919-1922 İstanbul: Remzi Kitabevi

Aydemir, Ş. S. (1997). Tek Adam Mustafa Kemal 1. Cilt 1881-1919 İstanbul: Remzi Kitabevi

Bakan, İ., Büyükmeşe ve T. (2010). Liderlik “Türleri” Ve “Güç Kaynakları”na İlişkin Mevcut-

Gelecek Durum Karşılaştırması: Eğitim Kurumu Yöneticilerinin Algılarına Dayalı Bir Alan

Araştırması, KMÜ Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi 12 (19): 73-84.

Basar, A. (2009). Anılar Yelpazesinde Mustafa Kemal Atatürk - Atatürk ve Dünya Ankara:

Gürler Matbaacılık

Basar, A. (2009). Anılar Yelpazesinde Mustafa Kemal Atatürk – Milli Mücadele Kurtuluş

Savaşı Ankara: Gürler Matbaacılık

Bozok, S. (2011). Yaveri Atatürk’ü Anlatıyor İstanbul: Doğan Egmont Yayıncılık ve

Yapımcılık Tic. A.Ş

Çakar, U. ve Arbak, Y. (2004). Modern Yaklaşımlar Işığında Değişen Duygu – Zekâ İlişkisi

ve Duygusal Zekâ, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 6/3 : 23-48

Çetin, G. N. ve Beceren, E. ( 2007). Lider Kişilik: Gandhi, Süleyman Demirel Üniversitesi

Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 3(5):110-132

Dağlı, G., Silman, F. ve Çağlar, M. (2008). Liderlerin Başarısında Duygusal Zekânın Rolü ve

Önemi, KKEFD Sayı :17

Daver, B. (1993). Siyaset Bilimine Giriş Ankara: Siyasal Yayınları

Doğan, S. ve Demiral, Ö. (2007). Kurumların Başarısında Duygusal Zekânın Yeri ve Önemi,

Yönetim ve Ekonomi , 14 / 1:209 -230

Dural, B. (2004). Atatürk’ün Liderlik Sırları İstanbul: Okumuş Adam Yayınları.

Dündar, C. (2011). Yükselen Bir Deniz Ankara: İmge Kitabevi Yayınları

Erkuş, A. ve Günlü, E. (2008). Duygusal Zekânın Dönüşümcü Liderlik Üzerine Etkileri,

İşletme Fakültesi Dergisi, 9/2: 187-209

Goleman, D. (2006). Duygusal Zekâ Neden IQ’dan Daha Önemlidir? İstanbul: Varlık

Yayınları.

Kongar, E. (1999). Devrim Tarihi ve Toplumbilim Açısından Atatürk. İstanbul: Remzi

Kitabevi.

Kongar, E. (2007). 21. Yüzyılda Türkiye İstanbul: Remzi Kitabevi

Küçükali, R. (2006). Bir Lider Olarak Atatürk ve Eğitime Bakışı, KKEFD Sayı 14 :211-222

Leblebici, D. N. (2008). 21.Yüzyılın Liderlik Anlayışına Bakış, C.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi

Cilt : 32 No:1 : 61-72

Machiavelli, N. (1999). Prens İstanbul: Oğlak Yayıncılık

Ozankaya, Ö. (1995). Cumhuriyet Çınarı Ankara: T.C Kültür Bakanlığı Yayınları

Sezgül, İ. (2010). Liderlik ve Etik: Geleneksel, Modern ve Postmodern Liderlik Tanımları

Bağlamında Bir Değerlendirme, Toplum Bilimleri Dergisi 4 (7) : 239‐251

Taşdemir, E. (2009). Toplumların İdaresinde Liderler ve Yöneticiler, Gazi Üniversitesi

İletişim Fakültesi, İletişim,Kuram ve Araştırma Dergisi Sayı 29 : 149-165

Tekinalp, Ş. (2003). Yönetim Sanatı ve İletişim Liderin El Kitabı Ders Notları, Kocaeli

Topuz, H. (2012). Bana Atatürk’ü Anlattılar İstanbul: Remzi Kitabevi

Töremen, F. ve Çankaya, İ. (2008). Yönetimde Etkili Bir Yaklaşım: Duygu Yönetimi, Kuramsal

Eğitimbilim 1 (1) : 33-47

Volkan, D. N. ve Itzkowitz, N. (2011). Atatürk Anatürk İstanbul: Alfa Yayınları.

Wess, Roberts ( 1989). Hun İmparatoru Atilla’nın Liderlik Sırları İstanbul: İlgi Yayınları