DEBIASING EQ-5D TARIFFS. NEW ESTIMATIONS OF THE SPANISH EQ-5D VALUE SET UNDER NONEXPECTED UTILITY
EQ IN LEADERSHIP (ATATURK)
-
Upload
istmedipol -
Category
Documents
-
view
0 -
download
0
Transcript of EQ IN LEADERSHIP (ATATURK)
LİDERLİKTE DUYGUSAL ZEKÂNIN ROLÜ : TARİHSEL BİR İNCELEME
Doç. Dr. Nurdan Öncel Taşkıran
Kocaeli Üniversitesi, Kocaeli
Filiz Akbaba Resuloğlu
Kocaeli Üniversitesi, Kocaeli
Özet
20. yüzyılda iletişim ve ulaşım alanında yaşanan gelişmeler küreselleşmeye hız
kazandırırken, hemen hemen her alanda yeni gereksinimler baş göstermiş, yeni anlayışlar
oluşmuş ve bu anlayışlar paralelinde bilim çevrelerince yeni kavramlar ortaya atılmıştır.
Duygusal zekâ özellikle kişilerarası iletişimin var olduğu alanlarda sorunlara çözüm olarak
ortaya atılan yeni kavramlardan biridir. Kişiler arası iletişimin yoğun olarak yaşandığı
alanların başında gelen yönetim ve yöneticilik becerisi 21. yüzyılın en gözde çalışma
alanlarını oluşturmakta, firmanın üretim verimliliği, kazanç ve kar yüzdeleri büyük ölçüde
yönetenin yönetilenlerle olan uyumunda aranmaktadır. Bundan dolayı yöneticinin kişilik ve
davranış özellikleri ön plana geçmekte, eğitim ve seminerlerle yöneticiyi daha verimi hale
getirme arayışına girildiği görülmektedir. Varlığı çağdaş yöneticiyi insan ilişkileri konusunda
üstün ve başarılı kıldığı varsayılan duygusal zekânın, geçmişte tarihi değiştiren başarılara
imza atmış kişiliklerde var olup olmadığı, başarılarda duygusal zekâ etkililiği sorusunu akla
getirmektedir.
Bu çalışmada, başarılı liderlerin en önde geleni olduğu dünyaca kabul edilen Türk
lider Mustafa Kemal Atatürk’te duygusal zekâ ölçütlerinin varlığı araştırılıp, bu ölçütlerden
yola çıkılarak Atatürk’ün liderlik başarısının duygusal zekâ varlığı kapsamında belirim
kazandırılmaya çalışılmıştır. Çalışmada, Atatürk’le bire bir deneyim yaşayanların ağzından
aktarılmış anılardan oluşan ve Atatürk’ün ele alındığı kaynak kitapların taranmasıyla elde
edilen veriler, Salovey ve meslektaşı Gardner tarafından belirlenen duygusal zekâ
kapsamındaki beş ölçüte göre değerlendirilerek Atatürk’ün duygusal zekâsının liderliğine olan
etkisine belirlenim kazandırılmaya çalışılacaktır.
Giriş
Tarih boyunca toplumsal olaylarda başat kişiliklerin varlıkları ve eylemleri,
toplulukları hedeflerine ulaştırmada önemli rol oynamıştır. Liderini bulamamış bir eylemin
etkinliğini sürdürmesinin olanaksızlığından bahsedilebilir. Öte yandan, iyi bir liderin umutsuz
gibi görülen bir eylemi hedefine ulaştırıldığına tarih boyunca sıkça şahit olunmuştur. Bu
nedenle liderlik yüzyıllardır üzerinde düşünülen ve sorgulanan bir kavram haline gelmiştir.
En genel anlamda liderin belli amaç doğrultusunda ortak çabayı yöneten kişi olduğu
söylenebilir. Tarihe bakıldığında gerek birçok toplumsal eylemin, gerekse pek çok devrimin,
liderlerinin adıyla anıldığı görülmektedir. Roma İmparatorluğu'ndaki köle ayaklanmasına
ismini veren Spartacus, Osmanlı İmparatorluğu'nu sarsan pek cok ayaklanmalar içinde Şeyh
Bedreddin, İtalyan Birliği'ni kuran Garibaldi, Fransız Devrimi'ne damgalarını vuran
Mirabeau, Robespierre, Danton, Amerikan Bağımsızlık Savaşı'nı gercekleştiren Washington,
Sovyet Devrimi'nde Lenin ve Troçki, Çin'de Mao, Türkiye'de Mustafa Kemal Atatürk,
toplumsal eylemlere isimlerinin damgasını vurmuş olan liderlerden yalnızca birkaçıdır
(Kongar,1999 ).
Duygusal zekâ kavramı ise 1995 yılında psikolog Daniel Goleman tarafından
yayınlanan ve en çok satanlar listesinde yer alan “Duygusal Zekâ” adlı kitap ile popülerlik
kazanmıştır. Goleman duygusal zekâyı, azim, sebat ve kendi kendini harekete geçirebilmeyi
kapsayan, diğerlerinin ne hissettiğini anlayabilme ve dürtülere hâkim olabilmeyi sağlayan
temel yaşam becerisi olarak tanımlar (Goleman, 2006).
20. yüzyılda duygusal zekânın yönetim yazınında ilgi görmesine paralel olarak, lider
ve liderlik süreci ile duygusal zekâ arasındaki ilişkileri inceleyen araştırmalar da hız
kazanmıştır. Özellikle duygusal zekânın, bireylerin iş yaşamındaki başarısını etkileyen kişilik
ve zekâ gibi faktörlerden farklı olarak geliştirebilir olduğunun ileri sürülmesinin ardından
liderlikle duygusal zekâ arasındaki ilişkinin daha da önem kazandığı görülmüştür.
Bu çalışmanın amacı, Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğini duygusal zekâ ölçütleri
bağlamında değerlendirmek ve Atatürk’ün liderlik davranışlarında duygusal zekâ
yeteneklerinin varlığını irdelemektir. Günümüze kadar Atatürk hakkında pek çok kitap,
makale, tez, anı vb. yayımlanmıştır. Yazarlar, akademisyenler bu eserlerinde Atatürk’ü farklı
yönleriyle ele almışlardır. Bu eserlerin pek çoğunun ortak noktası Atatürk’ün liderliğidir.
Ancak bu çalışmada olduğu gibi literatür taraması yapıldığında, Atatürk’ün liderliğini
duygusal zekâ bağlamında ele alan çalışmaların azlığı dikkat çekicidir. Bu azlığın nedeni
kavramın nispeten yeni oluşuna dayandırılabilir. Yeni olmasına rağmen bilim çevrelerince
araştırılıp geliştirilmeye devam edilen doğası, duygusal zekâyı önemli kılmaktadır.
Çalışmamız, Atatürk’ün liderliğini, araştırılıp geliştirilmeye devam edilen bir kavram
bağlamında değerlendirdiği ve akademik literatüre bu bağlamda katkıda bulunmayı
amaçladığı için önem taşımaktadır.
Çalışmanın ilk bölümünde liderliğin ne olduğu açıklanarak liderliğin tarihsel evrimi,
modern ve post modern liderlik yaklaşımları, liderlik kategorileri ve liderlik üzerine süregelen
tartışmalar ele alınmıştır. İkinci bölümde ise duygusal zekâ kavramının tanımına, tarihsel
evrimine, duygusal zekâ yaklaşımlarına ve duygusal zekâ bileşenlerine yer verilmiştir.
Başında kısaca yöneticilikten bahsedilen üçüncü bölümde, duygusal zekâ, liderlik, yöneticilik
ilişkisinden bahsedilmiştir. Dördüncü kısım başında Atatürk’ün kısa bir biyografisi
verilmiştir. Bunun ardından çalışma süresince taranan kaynaklardan elde edilen verilerin konu
bağlamında değerlendirilmesi bulunmaktadır. Sonuç kısmı, çalışmanın ana hatlarının ve elde
edilen bulguların yorumlanmasından oluşmuştur.
1. Liderlik
Toplumsal olaylar söz konusu olduğunda, liderliğin en önemli ögelerden biri olduğu
söylenebilir. Sosyal bir varlık olan ve çoğunlukla bir topluluk içerisinde yaşayan insan, tarih
boyunca hedeflerine ulaşmada ortak çaba sergilemiş ve bu çabayı yönlendirecek başat bir
kişiye gereksinim duymuştur. Bu nedenle liderlik, üzerinde sürekli düşünülüp yeni
yaklaşımlar geliştirilen bir kavram haline gelmiştir.
1.1 Liderlik Nedir?
Etimolojik kökenine bakıldığında liderlik kelimesinin, eski İngilizce’de rehberlik
etmek, ileri götürmek, yönetmek vb. anlamlarına gelen leaden kelimesinden türeyen laedere
kelimesinden geldiği görülmektedir. Leadere kelimesi ise önderlik eden kişi anlamına
gelmektedir.1
Tarih sahneleri dünyaca tanınan ya da belirli bir coğrafyada ün salmış nice liderlere
ve liderlik hikâyelerine ev sahipliği yapmıştır. Bu niceliğe paralel olarak da liderlik farklı
kişilerce farklı şekillerde tanımlanmış, farklı boyutlarda ele alınmıştır. Tarihin eski
zamanlarından bu yana yapılmış çok sayıda lider tanımı mevcuttur.
Ünlü Yunan düşünürü Sokrates liderliği “ iyiyi kötüden ayırma yeteneği, neyi yapıp
neyi yapmayacağını bilmek ’’ olarak tanımlanmıştır. Sokrates’in öğrencisi Platon ise liderliğin
yolunun oldukça zorlu ve uzun bir eğitimden geçmek olduğu düşüncesinden hareketle lider
olacak kişinin 30 ile 50 yaş aralığında felsefe ve diyalektik eğitimi alması gerektiğini savunur.
Bilgelik, yiğitlik, ölçülülük ve adaleti toplumu bir arada tutan erdemler şeklinde sıralayan
Platon ideal devletinde bilgeliği yöneticilerin erdemi olarak göstermiştir. Bu doğrultuda “ ya
filozoflar kral olmalı ya da krallar filozof ” demiştir (aktaran Dural, 2004: 34-35).
İtalyan düşünür Machiavelli, 1513 senesinde yazdığı Prens adlı kitabında liderlikte
gerçekçilik ölçütünü ortaya atar. O’na göre “İnsanlar doğuştan kötüdür. Bu nedenle devleti
iyi yönetmek için iktidarı mutlaka ele geçirmek gerekir. Erk tanrıdan değil, kuvvetten doğar.
Bu yolda gerekirse şiddet dâhil her türlü yola başvurulmalıdır. Zira ikna ile başarı
sağlanamaz. İnsanlar için korku, sevgi ve merhametten önce gelir.” Machivelli’ye göre
iktidarı ele geçirmek için bir liderin sahip olması gereken iki nitelik ‘yetenek ve şans’tır
(Machiavelli, 1999:13-23).
İngiliz düşünür Thomas Hobbes’a göre insanlar sürekli bir mücadele içerisindedir.
“herkesin herkesin kurdu” olduğu, bir başka deyişle insanların birbirleri için tehdit unsuru
olduğu bir ortamda güvenliğin sağlanması ve bir düzen kurulması amacıyla insanların bir
toplum sözleşmesi çerçevesinde bütünleşerek devleti oluşturduğunu savunur. Böylelikle
1 http://www.etymonline.com/index.php?allowed_in_frame=0&search=leader&searchmode=none
insanlar aralarında bir sözleşme imzalayarak haklarını sözleşmeye taraf olarak katılmayan bir
egemene, yani bir lidere, devretmişlerdir. Hobbes, egemenin, barışın hüküm sürmesine
katkıda bulunmak üzere, düşüncelere sansür uygulamaya, kimlerin halk toplulukları
karşısında ne kadar hangi durumlarda ve nereye kadar konuşması gerektiğine karar verme
yetkisini elinde bulundurduğunu ileri sürer. Ancak bu haklarını kullanırken egemen gerçeği
temel ölçüt alır, barışı bozmayacak farklı kanaatlerin oluşmasına set çeken birisi değildir
(Dural, 2004: 41-42).
1.2 Liderlik Yaklaşımlarının Tarihsel Evrimi
20. yüzyılın başından itibaren liderlik üzerine araştırma yapan yazarlar, ilgi alanlarına
göre liderliği değişik şekillerde tanımlamışlardır. Bu tanımlar genellikle içerisinde bulunulan
dönemin liderlik kuramlarıyla koşutluk sağlamaktadır. Liderlikle ilgili yaklaşımları; özellikler
yaklaşımı, davranışsal yaklaşım, durumsal yaklaşım ve yeni yaklaşımlar olmak üzere dört
grupta toplamak mümkündür. Özellikler yaklaşımı paralelinde yapılan çalışmalarda bazı
insanların doğal liderler olduğu ve bu doğal liderleri başkalarından ayıran fiziksel özelliklere
ve yeteneklere sahip oldukları düşüncesi öne sürülür. Bu amaçla 1920-1950 yıllarında
geliştirilen psikolojik testler ile liderin sahip olduğu özellikler bulunmaya çalışılmıştır
(aktaran Bakan ve Büyükmeşe, 2010). Liderlik sürecini açıklamaya çalışan davranışsal
yaklaşımın ana fikri; liderleri başarılı ve etkin yapan unsurun, liderin özelliklerinden çok,
liderin liderlik süreci içerisinde sergilediği davranışları olduğudur. Liderin astlarıyla iletişim
şekli, yetki devredip devretmemesi, planlama ve kontrol şekli, amaçları belirleme şekli vs.
gibi davranışlar liderin etkinliğini belirleyen önemli faktörler olarak ele almıştır. Davranışsal
liderlik teorisinin gelişmesinde çeşitli uygulamalı araştırma ve teorik çalışmaların katkıları
olmuştur. Bu çalışmaların sonucu olarak çeşitli liderlerin tarzları belirlenmiş ve bunların
etkinlikleri araştırılmıştır (Çetin ve Beceren, 2007: 126-127). Durumsallık yaklaşımının temel
varsayımı, değişik koşulların değişik liderlik tarzlarını gerektirdiğidir. Her duruma uygun tek
tip liderlik tarzı yoktur. Durumsallık kuramları; (1) liderin göreve yönelik gösterdiği
davranışlar, (2) karşılıklı ilişkilere gösterdiği davranışlar, (3) izleyicilerin belirli bir iş veya
faaliyeti yaparken gösterdikleri, hazır olma seviyesi arasındaki karşılıklı etkileme bağlıdır
(aktaran Bakan ve Büyükmeşe, 2010).
Liderlik kavramının tarihsel evrimi kısaca özetlenecek olursa, 1950’lere kadar liderlik
doğuştan getirilen, verili bir özellik olarak görülmüştür. 1950‐1960 yılları arasında kişilerin
liderlik davranışları, yani bireysel liderlik anlayışı ön plana çıkmıştır. 1960‐1980 yılları arası,
“olayların ve durumların liderin davranış biçimini şekillendirmesi” anlamına gelen durumsal
liderlik yaklaşımının egemenliği altındadır. 1980‐1990 yılları arasında, liderin,
yetkilendirici‐katılımcı ve karizmatik özelliklere sahip olması özelliğini ifade eden “vizyoner
liderlik” yaklaşımı ortaya çıkmıştır. 1990 yılından sonra ise, etik, ilke ve değer merkezli,
yaratıcı, değişim, risk ve kriz, çatışma yöneticisi yaklaşımları çerçevesinde yeni bir liderlik
vizyonunun geliştiği görülmektedir (Sezgül, 2010: 242). Bir başka deyişle başlangıçta daha
çok insanları güçle yönetme olarak değerlendirilen liderlik giderek izleyenleri etkileme, bir
süreci başlatma, artı değer yaratma, ortak amaca yönlendirme, yaratıcı olma gibi kavramlarla
tanımlanır hale gelmiştir. Lider ise bütün bu tanımlamalardaki özelliklere sahip ve yine bu
kavramları gerçekleştiren, harekete geçiren, sağlayan kişi olmaktadır (Daver, 1993: 61).
1.3 Liderlikte Modern ve Postmodern Yaklaşımlar
Modernizm ve postmodernizm paradigmalarına bağlı olarak liderlik tanımlarının,
beklenti ve rollerinin değiştiği görülmektedir. Modernizmde, liderlerin rasyonel davranması
gerektiği öngörülmektedir. Postmodernizmde ise liderlerin rasyonelliği sorgulanarak, her
zaman rasyonel davranışlar sergilenemeyeceği kabul edilmektedir. Çünkü örgütlerin,
personelin ve müşterilerin talepleri daha makro bir yaklaşımla ekonomik, sosyal ve politik
koşullar çok hızlı değişmekte risk, belirsizlik ve kaos döngüsü ortaya çıkmaktadır. Böyle bir
ortamda, liderlerden rasyonel davranması beklenemez. Lider olmak için; iyi eğitimli, zeki,
alanını çok iyi bilen, insan ilişkileri ve iletişimde başarılı olmak tek başına yeterli
olamamaktadır. Bunun ötesinde, liderin yönetimindeki insanların ne yapacağını, nasıl
davranacağını ve bununla nelerin değişeceğini rasyonel olarak bilmesi değil, onların ne
hissettiklerini de algılayabilmesi gerekir. Burada hissetmek, yani hayal gücü, duygusallık
önemli hale gelmektedir. Ayrıca, postmodern liderlik paradigması, modern liderlik
paradigmalarını yanında yeni liderlik yaklaşımlarını da içermektedir. Bu çerçevede, yönetim
alanında değişen dinamiklere bakıldığında; sanayi toplumundan bilgi ve postmodern topluma
geçiş, küreselleşme olgusu, ekonomik ve siyasi krizlerin büyüklüğü, Weberyen bürokratik
sistemden uzaklaşma, devlet anlayışındaki değişmeler (devlet için bireyden, birey için devlet
anlayışına geçiş), ekonomik ve sosyal değişimler, verimlilik arayışları, bilişim teknolojilerinin
iş süreçlerinde etkili kullanılması, e‐yaşamın egemen olması gibi değişimler, yönetim
süreçlerinde ve liderlik anlayışlarında köklü değişimleri zorunlu hale getirmiştir (Sezgül,
2010).
1.4 Liderlik Kategorileri
Liderler grup büyüklüklerine, durumlarına, anlayış ve davranışlarına göre kategorilere
ayrılabilir. Grup büyüklüklerine göre liderler şahsi ve yönetici lider olarak iki farklı tipte
anılmaktadır. Küçük bir grupta şahsi liderlik söz konusudur. Lider grup üyeleriyle bire bir ve
de karşılıklı görüşüp konuşma olanağına sahip olduğu için, liderin kişiliği bu diyalogda etkili
olacaktır. Grubun davranışları liderin takındığı ve kendini benimsettiği tavır paralelinde
olumlu ya da olumsuz olacaktır. Grup büyüdükçe daha resmi ilişkiler ön plana çıkar ve
yönetici lider tiplemesi ortaya çıkar. Durumlarına göre liderler negatif ve pozitif lider olmak
üzere iki tiplemeyle anılmaktadır. Negatif lider tiplemesinde olumsuz kişilik özelliklerine
sahip bir lider, pozitif lider tiplemesinde ise olumlu kişilik özelliklerine sahip bir lider söz
konusudur (Çetin ve Beceren, 2007). Anlayış ve davranış özellikleri açısından liderler
otokratik, tam serbesti tanıyan / katılımcı, demokratik, karizmatik, dönüşümcü / etkileşimci
olarak anılır (Bakan ve Büyükmeşe, 2010). Toplumlar ancak amaçları ve fikirleri kendilerine
benimsetilerek sevk ve idare edilebilir. Benimsetme, sevk ve idare, etkili liderle gerçekleşir.
Etkili lider, yüksek doğruluk ve dürüstlük standartlarına göre yaşayan, idare ettiği toplumun
misyon ve vizyonunu tespit eden, bunu apaçık biçimde ortaya koyan, personelinde muhteşem
bir vizyon uyandıran, davranışlarıyla ifade ettiği inançlar birbiriyle tutarlı ve uyumlu olan bir
liderdir ( aktaran Aslan, 2008).
Liderler, kişilerin güdülerini, yeteneklerini ve kişiliklerini tespit ederek yöneten bir
orkestra şefine benzetilmektedir. Bunun yanı sıra liderin öncelikle bir dünya görüşüne sahip
olması, çağın gidişatını adım adım takip edebilmesi, bir memleket anlayışına sahip olması,
dünya ve memleket durumlarıyla ilgili toplumun gidişatına en doğru biçimde yön verebilmesi
gerekmektedir ( aktaran Taşdemir, 2009). Büyük liderler toplumu harekete geçirir, toplumda
tutku uyandırır ve yapılacak işlerde bir esin kaynağı oluştururlar. Lider; strateji, vizyon ya da
güçlü fikirlere sahip olmanın yanında, çok daha temel bir gerçek olarak duygulara hitap eder.
Liderin girişimi ister strateji oluşturmak, ister ekipleri seferber etmek olsun başarısı bunu nasıl
yaptığına bağlıdır. Lider duygulara doğru bir yön vermekte başarısızsa, hiçbir şey olabileceği
ya da olması gerektiği gibi yolunda gitmeyecektir (aktaran Aslan, 2008).
1.5 Liderlik Konusunda Tartışmalar
Liderlik konusunda süregelen bir tartışma ise lider olunur mu? doğulur mu?
tartışmasıdır. Liderlik yeteneğinin kişilerde çok büyük oranda doğuştan var olduğu kabul
edilmektedir. Bununla birlikte kişinin yetiştiği çevre, içinde bulunduğu ilişkiler, aldığı
eğitimin onun liderlik yetenekleri üzerinde etkili olduğunun da altı çizilir. Öyle ki insan,
doğuştan getirdiği yetenek ve özelliklerine sonradan eğitim ve benzeri yollarla katkıda
bulunabilmektedir. Liderlik bir iletişim sanatı ve becerisidir. Büyük liderlerin üstün etkileme
ve yönetme becerileri genellikle doğuştan sahip oldukları yeteneğe bağlanır. Bununla birlikte
doğuştan lider olmaya yönelik özelliklere sahip ancak bu konuda eğitim görmediği için bu
özelliklerini doğru iletişime yönlendiremeyen ve sonuçta liderlik yeteneklerini içgüdüsel
olarak kullanan kişiler istenilen verimi elde edemezler (Tekinalp, 2003).
Günümüzde, bazı yazarlar tarafından vizyoner, bazıları tarafından karizmatik bazıları
tarafından ise, dönüştürücü lider olarak tanımlanan bu dönemdeki liderlik kuramlarının ortak
özelliği liderin takipçilerini etkilemek için sonradan da kazanabilecek bazı özelliklere sahip
olduğu düşüncesidir. Örneğin Robert Wess güçlü ve kabiliyetli liderlerin deneyim yoluyla
yetenek haline gelecek özelliklerini bağımlılık, cesaret, arzu, duygusal güç, fiziksel güç, sezgi,
kararlılık, tahmin, zamanlama, kendine güven, sorumluluk alma, güvenilirlik, koruyuculuk
olarak sıralamaktadır ( Wess, 1989: 36-41).
Görüldüğü üzere, liderlik sadece içgüdülerin ve önsezilerin yönlendirdiği, doğuştan
gelen bir özellik değildir. Ancak eğitimli kişiler doğuştan gelen yeteneklerini doğru
yönlendirip verimli sonuç alabilirler. Bir liderin başarısının uzun soluklu olması, doğuştan
sahip olduğu üstün yönlerini eğitmesi ile mümkündür. Örneğin, bir savaş ele alındığında,
savaşın kazanılması yalnızca bir başlangıçtır. Önemli olan, zaferin devamı için daha sonra
yapılması gerekenlerin de düşünülmüş, planlanmış olmasıdır. Bu da ancak öngörüyle,
eğitimle mümkündür. Aksi takdirde elde edilen ile ne yapılacağını bilmemek, zaferin ömrünü
kısaltıp yeni bir buhrana yol açabilir.
2. Duygusal Zekâ
Kökeni 1920 senesinde psikolog Thorndike tarafından ortaya atılan sosyal zekâ
kavramına dayandırılan duygusal zekâ, kısaca insanın hem kendi duygularının hem de
çevresinde bulunanların hislerinin farkında olması ve ona göre davranması şeklinde
tanımlanabilir. Ortaya atıldığı günden bu yana bilim çevrelerinde popülerlik kazanmış,
araştırılıp geliştirilen bir kavram olmuştur.
2.1 Duygusal Zekânın Tarihsel Evrimi
Duygusal zekâ kavramının daha iyi anlaşılabilmesi için öncelikle kavramı oluşturan
kelimelerin anlamlarının ayrı ayrı açıklanması yerinde olacaktır. Sözlük anlamına
bakıldığında duygu , (emotion), kelimesi güçlü his, heyecan; aşk, nefret, korku, kızgınlık gibi
zihinsel ya da fiziksel belirtiler olarak ortaya çıkan karmaşık tepki, herhangi bir şiddetli ya da
yarılmış zihinsel durum olarak tanımlanmaktadır. (Websters New World Dictionary,
1994:445) Goleman ise duygu kelimesini his ve bu hisse özgü belirli düşünceler, psikolojik ve
biyolojik haller ve bir dizi hareket eğilimi anlamında kullandığını ifade eder (373). Zekâ ise ,
“ bireyin entelektüel, analitik, mantıksal, istatistiksel ve rasyonel becerilerinin” tümünü yani
sözsel, uzaysal ve matematiksel becerilerini kapsamaktadır. Bu ifade edilen tanım bilişsel
zekâyı açıklamaktadır (Geçikli, 2012:20).
Duygusal zekâ kavramı ilk kez Salovey ve John Mayer adlı iki psikolog tarafından
bireylerin duygularıyla başa çıkma becerisi olarak tanımlanmıştır. Bu bilim adamlarına göre
duygusal zekâ; "bireyin kendisinin ve diğerlerinin hislerini ve duygularını izleme, bunlar
arasında ayrım yapma, bu bilgiyi düşünce ve eylemlerinde kullanma becerisini içeren, sosyal
zekânın bir alt kümesidir". Salovey ve Mayer öğrenme ve tecrübeyle geliştirilebilecek
duygusal beceriler üzerinde durmuşlar ve bu alanda yapılacak araştırmalara kolaylık
sağlaması açısından Caruso ile birlikte duygusal becerilerin değerlendirilmesine yönelik 1998
yılında "MEIS"(Multifactor Emotional Intelligence Test- Çok Faktörlü Duygusal Zekâ Testi)
adlı bir duygusal zekâ testi ortaya koymuşlardır. 2001 yılında ise bu test geliştirilerek daha
güvenilir hale getirilmiş ve "MSCElT" (Mayer, Salovey and Caruso Emotional Intelligence
Test-Mayer, Salovey ve Caruso Duygusal Zekâ Testi) olarak adlandırılmıştır. Geliştirilen bu
test duyguların anlaşılması ve yönetilmesi becerilerine ek olarak; yüz ifadelerini okuyabilme,
duyguların dinamiğini anlayabilme, bireylerarası problemleri çözebilme becerilerini de
içermekte ve bunların ölçülmesini sağlamaktadır (aktaran Dağlı vd.2008). Mayer ve
Salovey’in duygusal zekâyı tanımlaması, akademik çevrelerde kavram konusunda bir ilginin
uyanmasına yol açmıştır. 1990’lı yılların ilk yarısında, duygusal zekâ kavramı
akademisyenlerce çalışılmaya başlanmıştır. Daniel Goleman tarafından 1995 senesinde
piyasaya sürülen “ Duygusal Zekâ, Neden IQ’dan Daha Önemlidir? ‘’ adlı kitap kavramı
popüler hale getirmiştir.
Zekâ konusunda eski yaygın görüşlerin sınırlarını iyi gözlemleyen psikolog Howard
Gardner, 1983 tarihli Frames of Mind ( Zihin Çerçeveleri) kitabında, hayatta başarılı olmak
için tek tip bir zekânın şart olmadığını, geniş bir yetenekler yelpazesi bulunduğunu öne
sürerek IQ görüşüne karşı çıkmıştır. Gardner’ın yetenekler listesi sözel ve matematiksel-
mantıksal yatkınlık olmak üzere iki standart akademik zekâ türünün yanı sıra, olağanüstü
ressam ve mimarlarda görülen uzamsal kavrama kapasitesini, fiziksel akıcılık ve zarafette
kendini gösteren kinestetik dehayı, müzikal yetenekleri de kapsamaktadır (Goleman, 2006:
67). Gardner’ın zekâ hakkında ileri sürdüğü görüşte dikkate alınması gereken en önemli
nokta, modelin “çok yönlü zekâ” tanımı yapan doğasıdır. Gardner’ın modeli IQ’nun tek ve
değişmez belirleyici olduğu kavramı aşmıştır. Gardner’ın incelemelerinde duyguların rolüne
kabaca değinildiği fark edilmektedir.
Duygusal zekânın temeli, 1920 ve 1930’lu yıllarda IQ kavramının popülerleşmesinde
etkili olan psikolog E.L Thorndike'ın 1920 yılında tanımlamış olduğu sosyal zekâ kavramına
dayanmaktadır. Thorndike, Harper’s Magazine’deki bir makalesinde duygusal zekânın bir
yönü olan “sosyal’’ zekânın –başkasını anlayabilme ve “ insan ilişkilerinde akıllıca
davranabilme’’nin IQ’nün başlı başına bir parçası olduğunu ileri sürmüştür. Thorndike’ın
kavramı dönemin çoğu psikoloğunun tepkisini çekmiş ve hatta birçoğu sosyal zekânın “işe
yaramaz’’ bir kavram olduğu görüşünü öne sürmüştür. Bunun nedeni ise sosyal zekânın
başkalarını istediği gibi yönlendirebilme olarak algılanmasıdır. Ancak sosyal zekâ modeli,
zekâyı bilişsel boyutları dışında değerlendiren ilk model olması açısından önemli kabul
edilmektedir (Goleman, 2006).
Yale Üniversitesi’nden psikolog Robert Sternberg IQ’nun akademik zekâyı
tanımlamaya yönelik olduğunu ve sosyal zekânın akademik başarılardan bağımsız ve kişinin
hayatın pratik yanıyla başa çıkabilmesi için son derece önem taşıdığını öne sürmüştür
(Goleman, 2006). Bu doğrultuda Sternberg ve Peter Salovey’in de aralarında bulunduğu
psikologlar, zekâyı daha geniş bir açıdan ele almışlardır. Bu çalışmaların zaman içerisinde
duygusal zekâ kavramının oluşmasına zemin hazırladığı söylenebilir.
Duygusal zekâ kavramına katkıda bulunan bir başka bilim adamı da Davies’tir.
Davies, bütün duygusal zekâ literatürünü taradıktan sonra, duygusal zekânın dört boyutlu bir
tanımını geliştirmiştir. Bunlar; duyguların anlaşılmasını ve ifade edilmesini, başkalarının
duygularının anlaşılmasını ve fark edilmesini, bireyin kendi duygularını düzenlemesini ve
bireyin duygularını performansını geliştirmek için kullanmasını içermektedir (Doğan ve
Demiral, 2007).
Duygusal zekâ akıl ve kalbin uyumluluğudur. Kişinin işe girmesi için bilişsel zekâ
(IQ) gerekir, fakat kariyer çalışması yapabilmesi büyük ölçüde duygusal zekâya (EQ)
bağlıdır. Gerek özel gerekse iş yaşamında duygularla baş edebilmek için uğraş verilir, bu
oldukça güç bir iştir. Kimi zaman mantığıyla hareket eden insanlar bile mantık dışı
davranışlar karşısında çok zor durumda kalabilirler. İşte duygusal yetkinlik bu aşamada
devreye girer ve istenilirse duygular kontrol altına alınabilir. Duygusal zekâ öğrenilebilir,
geliştirilebilir (Geçikli, 2012).
2.2 Duygusal Zekâ Yaklaşımları
Konuyla ilgili araştırmalara bakıldığında, duygusal zekânın yetenek modeli ve karma
model olmak üzere iki temel yaklaşımla ele alındığı görülmektedir. Bu modeller Cobb ve
Mayer tarafından şu şekilde tanımlanmaktadır;
2.2.a. Yetenek Modeli ; duygusal zekâyı bir yetenekler grubu olarak tanımlamaktadır ve
duygusal zekânın önemi ve duygulardan yararlanarak mantık yürütmenin potansiyel
kullanımları üzerinde durmaktadır.
2.2.b. Karma Model ; yetenek modeline göre daha popüler bir yönelimdir. Duygusal zekâ
yeteneğini sosyal beceriler, özellikler ve davranışlarla harmanlayan bu modeller duygusal
zekânın bizi ulaştırabileceği başarılara ilişkin parlak vaatlerde bulunmaktadır (aktaran Çakar
ve Arbak, 2004).
2.2.c. Duygusal Zekâ Bileşenleri
Zaman içerisinde her iki yaklaşıma ilişkin farklı modellerin geliştirildiği görülür.
Goleman tarafından geliştirilen karma modele göre duygusal zekâ; bireysel farkındalık, kendi
duygularının düzenlenmesi, isteklendirme, duygudaşlık ve sosyal yetenekler olmak üzere beş
farklı boyutta incelemektedir. Cooper ve Sawaf tarafından geliştirilen diğer bir karma
modelde ise, duygusal zekâ yöneticilik düzeyinde ele alınmıştır. Bu modelde duygusal zekâ;
duygusal okuryazarlık, duygusal uygunluk, duygusal derinlik ve duygusal simya olmak üzere
dört boyutta tanımlamaktadır (Erkuş ve Günlü, 2008)
Salovey ve Mayer tarafından ortaya konan model ise bir yetenek modelidir. Bu
modelde yetenekler beş ana başlık altında toplanmıştır:
1. Özbilinç2
2. Duyguları idare edebilmek
3. Kendini harekete geçirmek
4. Başkalarının duygularını anlamak
5. İlişkileri yürütebilmek
Özbilinç duygusal zekânın temel taşı niteliğindedir. Goleman, özbilinç kavramını
kişinin iç dünyasında olup bitenin sürekli farkında olması şeklinde tanımlar. Bu kendine
yönelik bilince sahip olan zihin, duygular da dâhil olmak üzere, yaşananları gözlemler ve
inceler. Bir başka deyişle özbilinç kısaca bireyin ruh halinin ve o ruh hali hakkındaki
düşüncelerinin farkında olabilmesidir. Bireyin yasamı boyunca diğer kişiler, fırsatlar ve
olaylara nasıl karşılık vermesi gerektiğini anlayabilmesi için öncelikle kendi duygularının
farkında olması gerekmekte ve bu anlamda özbilinç duygusal zekâ yetenekleri içinde en
önemlisi olarak ortaya çıkmaktadır (aktaran Doğan,Demiral, 2007). Özbilince sahip bireyin,
2 Daniel Goleman’ın Duygusal Zeka kitabında çevirmenin kullandığı şekilde kullanılmıştır. (Bknz: syf.73)
kendini tanıyan, zayıf ve güçlü yönlerini bilen, özgüvene sahip birey olduğu söylenebilir.
Mayer’e göre özbilinçli bireyler, ruh hallerinin farkında olup, duygusal hayatları hakkında
belli bir anlayışa sahiptirler. Duygularının bilincinde olmaları, diğer bazı kişilik özelliklerini
destekleyebilir: Özerk, kendi sınırlarından emin, psikolojik açıdan sağlıkları yerinde ve hayata
olumlu bir gözle bakan bireylerdir. Kötü bir ruh haline girdiklerinde, bunu dert edinmek
yerine, bu durumdan kısa sürede kurtulurlar (Goleman,2006: 79).
Özdenetim, bireyin duygularını, güdülerini, sahip olduğu kaynakları yönetebilme
yeteneğidir. Bunun anlamı, bireylerin ne tutkularının kölesi olmaları, ne de duygularını
bastırmalarıdır. Yani, duyguları dengeli, uyumlu biçimde ortaya koyabilmektir. Amaç
duyguları bastırmak değil, dengedir: Her duygunun kendine özgü bir değeri ve önemi vardır.
Duygular fazlasıyla bastırıldığında donukluk ve uzaklık yaratabilirken; kontrolden çıktığında
ise aşırı ve ısrarlı bir hale gelebilmektedir. Bu özellik bir anlamda bireyin kendi kendine bir iç
sohbeti gibidir. Normal olarak herkes kötü bir ruh halinde olabilmekte ve duygusal dürtülerle
karşılaşabilmektedir ancak, bazı bireyler bunları kontrol altına almayı başarabilmekte ve
elverişli bir sekle dönüştürebilmektedir. Örneğin; duygularını yönetemeyen bir yönetici
çalışanlarının kötü performansı karsısında kontrolünü kaybedip bağırabilir. Bunun yanında
farklı bir yol tercih edip kötü performansın ardında yatan nedenleri araştıran bir yönetici ise
duygularını yönetebilme konusunda yeteneklidir denilebilir. Özdenetim, duyguları yapılan isi
engellemek yerine kolaylaştıracak şekilde idare etmek, vicdanlı olmak ve hedeflere ulaşmak
için bir zevkin tatminini erteleyebilmektir. Duygusal özdenetim yeteneğinin önemli bir
boyutunu da “öz disiplin” oluşturmaktadır. Özdenetim, rahatsız edici duygu ve dürtüleri
denetim altında tutmak anlamına gelirken; öz disiplin ise, bireyin kendisini kötü hissetmesine
neden olan davranışlarını denetlemesi ve hayattaki önceliklerini belirleyerek hedeflerine daha
iyi odaklanması anlamında kullanılmaktadır (aktaran Doğan ve Demiral, 2007).
Kendi kendini harekete geçirebilen birey, hedeflerine ulaşmak için çaba gösterecek,
yapması gerekenden fazlasını yapabilmek için çaba harcayacak, engeller karşısında
hedeflerinden vazgeçmeyecek, başarısız olma ihtimalini düşünmeden başarı umuduyla
hareket edecektir. Bireyin kendini motive edebilmesi, daima başarma isteğine ve heyecanına
sahip olması demektir. Bu yetenek özellikle zorlukların çıkmasında veya işlerin istenilenin
dışında gelişmesi durumlarında çok faydalı olmaktadır. Kendini motive edebilen birey,
zorluklar karsısında yılmadan kendinde devam etme gücünü bulacak ve daha dayanıklı
olacaktır.
Duygusal zekânın dördüncü bileşeni olan başkalarının duygularını anlamak,
duygudaşlık kurmak başkalarının neye gereksinim duyduklarını, ne istediklerini algılamakla
ilgilidir. Duygudaş kişiler başkalarının duygularına karşı daha duyarlıdırlar. Rogers’a göre
duygudaşlık, bir kişinin kendisini karşısındakinin yerine koyarak olaylara onun bakış açısıyla
bakması, o kişinin duygularını ve düşüncelerini doğru olarak anlaması, hissetmesi ve bu
durumu ona iletmesidir. Bu durumda duygudaşlığın 3 özelliği vardır. Bunlardan birincisi
kişinin kendisini karşısındakinin yerine koyması, olaylara onun bakış açısıyla bakması
gerekliliğidir. Buna başka bir deyişle karşısındakinin fenomenolojik (görüngübilimsel)
alanına girmek de denilmektedir. Fenomenolojik yaklaşıma göre insan gerek kendini, gerekse
çevresini kendine özgü biçimde algılar. Bu algısal yaşantı özneldir, kişiye özgüdür ve o
kişinin fenomenolojik alanını oluşturur. İkinci özellik ise kişinin karşısındakinin duygularını
ve düşüncelerini doğru olarak anlaması gerekliliğidir. Her ne kadar duygudaşlık bileşenlerinin
neler olduğu konusunda araştırmacılar arasında bazı görüş farklılıkları varsa da, bugün için
çoğunluğun üzerinde uzlaştığı görüş, duygudaşlığın bilişsel ve duygusal bileşenlerden
oluştuğu yolundadır. Dolayısıyla karşıdaki kişinin sadece duygularını ya da sadece
düşüncelerini anlamış olmak duygudaşlık kurabilmek için yeterli değildir. Son özellikte
duygudaşlık kuran kişinin zihninde oluşan empatik anlayışın, karşıdaki kişiye aktarılması
gerekir. Bu aktarım olmadan duygudaşlık süreci tamamlanmamış sayılır. Duygudaş (empatik)
tepki vermenin başlıca iki yolu vardır. Bunlardan birincisi yüzü ve bedenimizi kullanmak,
ikincisi ise sözel ifadelerden yararlanmaktır. Duygudaş tepki vermenin en etkili yolu bu
ikisini birlikte kullanmaktır (Tuğrul, 1999).
Duygusal zekânın son bileşeni de diğer insanlarla olan ilişkileri yürütebilmektir.
Goleman’a göre (2006) bir başkasının duygularını idare edebilmek gibi ince bir ilişki sanatı,
özyönetim ve duygudaşlığın olgunlaşmasını gerektirir. Bu temel üzerinde gelişen “insanlar
arası ilişki becerileri’’ de olgunlaşır. Bunlar başkalarıyla ilişkide etkili olabilmeyi sağlayan
sosyal yeteneklerdir. Buradaki eksiklikler sosyal dünyada yetersizlikle ya da kişilerarası
ilişkilerde başarısızlıkla sonuçlanabilir. Dolayısıyla sosyal yetenekler kişinin bir teması
şekillendirmesine, başkalarını harekete geçirip teşvik etmesine, yakın ilişkileri
sürdürebilmesine, insanları ikna edip etkilemesine ve rahatlamasına olanak tanır (157).
Kısaca özetlenecek olursa, duygusal zekâya sahip birey, öncelikle yaşamı boyunca
olaylara nasıl karşılık vermesi gerektiğini bilmesine zemin hazırlayan bir özbilince sahiptir.
Bu sayede kendi iç dünyasında olup bitenlerin farkında, duygularına hâkim bir birey olduğu
söylenebilir. Bunun sonucu olarak da özbilinçli bireylerin olumsuz durumlarda kısa sürede
toparlanıp durumdan kurtulmak için çözüm arama eğiliminde oldukları görülmektedir.
Bireyin sahip olduğu kaynakları yönetebildiği noktada özdenetim söz konusudur. Bu
bireylerin duygularını dengeli bir biçimde ortaya koyduğu görülmektedir. Özbilinç ve
özdenetimin kendini harekete geçirme konusunda sağlam bir zemin olduğu düşünülmektedir.
Bu iki yeteneğe hâkim birey, hedeflerine ulaşmak için elinden gelen çabayı göstermektedir.
Empatinin duygusal zekâda önemli bir rolünün olduğu ve bir sonraki yetenek olan ilişkileri
sürdürebilmeye önemli katkıda bulunduğu söylenebilir.
3. Yöneticilik
Küreselleşmeye paralel yaşanan değişimlerin örgüt – çevre ilişkisini ve bu ilişki
içerisinde özellikle örgütlerin konumunu etkilediği söylenebilir. Örgütler bilinçli bir biçimde
koordine olmuş, sosyal birimlerdir. İki veya daha fazla kişiden oluşur ve ortak amaçlar
doğrultusunda belirli işlevleri sürdürürler. Bu bağlamda sayıca artmakta olan örgütlerin
rekabet edebilmek, konumlarını koruyabilmek ve hatta ayakta kalabilmek için değişime ayak
uydurmaları gerekmektedir. Örgüt-çevre ilişkisinde en önemli unsurlardan birisi örgütteki
insan kaynaklarının durumudur. Herhangi bir örgütte planlı veya plansız bir dönüşüm insan
kaynaklarının harekete geçmesi veya geçirilmesi ve yönlendirilmesi ile mümkün olabilecektir.
İnsan kaynaklarının değişime yönelik tutumlarını yönetmek söz konusu olduğunda “örgütsel
liderlik” veya “yöneticilik” ön plana çıkmaktadır. Çünkü insan kaynaklarını harekete geçirme
ve yönlendirme sorumluluğu en başta örgütteki yöneticilere aittir ( Leblebici, 2008). Yönetici
ise yönetim eylemini gerçekleştiren, yönetim altındaki bireyler arasında belirli bir hedefe
yönelmiş etkileşim ve iletişim ortamı oluşturan, geliştiren, çalışma ve çalışanlara eşlik eden
kişidir. Bir yöneticinin temel görevinin, örgütteki insan ve madde kaynaklarını en verimli
şekilde kullanarak örgütü amaçlarına uygun olarak yaşatmak olduğu söylenebilir. Bu nedenle
bir yöneticide yöneltme yeterliliğine ilişkin bazı liderlik özelliklerinin bulunması gerekir.
Yöneticiden yönetim süreçlerini örgüte uygulayarak örgütün işleyişini sağlaması beklenirken,
liderden örgütün işleyişini sağlaması yanı sıra örgüt üyelerini de etkilemesi beklenir (aktaran
Küçükali, 2006).
Yönetici ve lider kavramlarının birbirlerinin yerine kullanıldığına sıkça
rastlanmaktadır. Ancak özellikle 21. yüzyılda hız kazanan liderlik ve duygusal zekâ
çalışmaları ile yönetici ve lider arasındaki farklılıklar belirginlik kazanmıştır. Bununla birlikte
yöneticilik ve liderliğin tamamen birbirinden bağımsız kavramlar olduğu söylenemez. Aksine,
yöneticilik ve liderlik rollerini birleştirerek hareket eden bireylerin daha başarılı olduklarına
dair örneklerin çoğunlukta olduğu söylenebilir.
3.1 Duygusal Zekâ, Liderlik, Yöneticilik İlişkisi
Literatüre bakıldığında liderlik teorileri çerçevesinde, liderlerin ne tür özellikler
taşıdıkları, neler yaptıkları, nasıl davrandıkları, nasıl karar verdikleri, liderin örgütsel
süreçlerde ne kadar etkin olduğu gibi konularda detaylı birçok araştırma yapılmıştır. Ancak
liderlerin duygularını, hislerini ve ruh durumlarını göz önüne alarak, duyguların liderlik
sürecindeki rolünü inceleyen araştırma sayısı yok denecek kadar azdır. Bunun sebebi
insanların binlerce yıl hep “akıl” la uğraşmasına ve aklı zekâyla eşleştirdikleri için duyguların
fazla önemsenmemesine ve duyguların insanların zayıf yanı sayılmasına dayandırılabilir.
Duyguları tanımak, duyguları ifade etmek şairlere, sanatçılara, annelere uygundu ama
komutanlara, liderlere, iradesi güçlü olması gereken kişilere göre değildi. Oysa çağdaş
psikoloji araştırmaları aklın duygudan arınmış sezgisiz ve isteksiz olarak tek başına hiçbir şey
ifade edemeyeceği düşüncesini ortaya atıp savunmaktadır (Acar, 2002).
Hızlı bir değişimin yaşandığı çağımızda örgütlerin olumlu bir duygusal atmosfere
sahip olmaları ve sürdürülebilir ilişkilere sahip olmalarında en önemli görev liderlere
düşmektedir. Liderlerin yönetim felsefesi, liderlik tarzı, otorite biçimi, işe ve bireyle karşı
tutumları, örgütlerde olumlu veya olumsuz duygusal atmosferlerin oluşmasında en önde gelen
faktörlerdendir (Töremen ve Çankaya, 2008). Bir diğer deyişle liderlerin liderlik ettikleri
topluluğa yaklaşımının topluluğun dengelerini olumlu ya da olumsuz etkilediği söylenebilir.
Duygusal zekânın yönetim yazınında ilgi görmesiyle birlikte, lider ve liderlik süreci ile
duygusal zekâ arasındaki ilişkileri inceleyen araştırmalar da hız kazanmıştır. Özellikle
duygusal zekânın, bireylerin is yaşamındaki başarısını etkileyen kişilik ve zekâ gibi
faktörlerden farklı olarak geliştirebilir olması liderlikle ilişkisini daha da önemli kılmaktadır.
Bunun yanı sıra birçok araştırmacı, duygusal zekânın liderlik sürecinde önemli bir işlevi
olduğunu düşünmektedir. Örneğin; duygusal zekâ ve liderlikle ilgili yapılan araştırmalarda,
iyi ruh haline sahip liderlerin yaratıcılık konusunda daha başarılı oldukları tespit edilmiştir.
Bass ise bir liderin izleyicilere ilham verme ve iletişim kurma sürecinde, hem çoklu zekâ, hem
de duygusal zekâ yeteneklerine sahip olması gerektiğini savunmaktadır. Caruso, Mayer ve
Salovey de duygusal zekânın liderin iletişim yeteneklerinin temeli olduğunu belirtmektedir
(aktaran Erkuş ve Günlü, 2008).
Liderlikte duygusal zekâ yetkinlikleri iki grupta ele alınmaktadır: kişisel yetkinlik ve
sosyal yetkinlikler ( Geçikli, 2012):
A. Kişisel Yetkinlikler B. Sosyal Yetkinlikler
1.Özbilinç 1.Sosyal Bilinç
- Duygusal Özbilinç -Empati
- Doğru Öz Değerlendirme -Örgütsel Bilinç
- Özgüven -Hizmet
2.Öz Yönetim 2.İlişki Yönetimi
-Özdenetim -Esinlenme
-Saydamlık -Etkileme
-Uyumluluk -Başkalarını Geliştirmek
-Başarma Dürtüsü -Değişim Katalizörlüğü
-Girişimcilik -Çatışma Yönetimi
-İyimserlik -Ekip Çalışması ve İşbirliği
Liderlik – yöneticilik ilişkisine bakıldığında ise, yöneticiliğin, planlama, örgütleme,
kontrol gibi klasik yönetim işlevlerinin yerine getirilmesi ile ilgili bir kavram, liderliğin bir
işin yapılmasının beşeri yönleri üzerinde duran, insanları güdüleme, yönlendirme,
yetkilendirme ve harekete geçirme ile ilgili bir kavram olduğu öne sürülmektedir (Leblebici,
2008).
Bazı insanlar çok iyi yönetici oldukları halde lider olamayabilirler. İyi bir yöneticinin,
yönetim için gerekli yasa ve yönetmelikleri iyi bildiği ve gerektiğinde uygulamaya koyduğu
söylenebilir. Ancak, bazı yöneticiler risk alınması gereken durumlarda daha çekimser
kalabilirler, ya da ayrıntılarla boğuşmak yerine, bütünü görüp vizyon geliştirmeyi gereksiz
bulabilirler. Bunun aksine liderler bütünü görür, bütün içinde uyumu sağlar (Tekinalp, 2003).
Ancak küreselleşmeye ve beraberinde getirdiği değişimlere ayak uydurabilmek için
gereksinilenlerin yanı sıra 21. yüzyılda liderlik anlayışının ve liderlik ile ilgili rollerin
farklılaşmasının, yöneticilerin gelecekte sahip olması gereken özelliklerin de belirleyicisi
olacağı söylenmektedir. Özetle yöneticilerin geleceğin dünyasında şekillenecek liderlik
rollerini yerine getirmeye yetkin olabilecekleri yetenek ve deneyimler edinmeleri
gerekmektedir.
4. Bir Lider Olarak Atatürk3
Büyük fırsatlar fani şahıslara bir milletin kaderini iyiye veya kötüye doğru değiştirmek
imkânını verebilir (Atay, 2004). 19. yüzyılın sonlarına doğru tarih sayfaları, bir milleti yok
olmanın eşiğinde kucaklayıp özgürce yaşayabileceği bir bayrak altına taşımanın
mücadelesiyle yaşanmış bir hayata, büyük bir zaferin ardından, “ Egemenlik kayıtsız şartsız
milletindir.” sözleriyle başarıyı kendisinden çok millete mal eden bir lidere tanıklık eder. Bu
lider Atatürk’tür.
19. yüzyılın son çeyreğinde Selanik, Osmanlı Avrupası’nın kalbi, Balkanlar’ın en
işlek limanlarından biri, deniz ve demiryolları ile Avrupa’ya bağlanan bir ticaret merkezi
konumundadır. Yüzyıl bitimine yakın şehirde 45 bin Yahudi, 30 bin Türk, 10 bin Rum
yaşamaktadır. Şehirde tek bir medrese olmasına karşın ilk işçi sendikası orada kurulur.
Onlarca gazete ve dergi yayımlanmakta, sol hareketler muhalefet bayrağını ilk defa
Selanik’ten dalgalandırmaktadır (Dündar, 2008).
Atatürk 1881 kışında Selanik’te dünyaya gelir. Annesi Zübeyde Hanım’la yaşamının
son senelerinde konuşan Enver Behnan Şapolyo’nun aktardığına göre Mustafa Kemal,
Selanik’te “Erbain Soğukları” denen kışın en soğuk geçen kırk günü içinde doğar (Volkan ve
Itzkowıtz, 2011). Babası önceleri Selanik Vakıflar İdaresi Kâtipliği’nde ve bir ara gümrük
memurluğunda çalışmış olan, 1876’da Selanik Asakir-i Milliye Taburunda üsteğmen
rütbesiyle bulunan Ali Rıza Bey’dir (Dural, 2004).
Fiziksel özellikleri ise Ahmet Haşim’in kaleminde şöyle dile gelir: “Bebekleri en garip
ve büyülü madenlerden yapılmış bir çift gözün, mavi, sarı, yeşil ışıklarla aydınlattığı sinirli bir
yüz.. Yüzde, alında, ellerde bir sağlık ve bahar rengi.. Düzenli taranmış, eksiksiz, sarı, genç
saçlar. Bütün zemberekleri çelikten, ince, yumuşak, toplu, gerilmiş, ter ü taze bir canlı
varlık…” (Ozankaya, 1995:66).
Mustafa okul çağına geldiğinde Selanik, laik ilkokul eğitimi alınabilen şehirlerden
biridir. Dindarlığı nedeniyle “molla” olarak bilinen Zübeyde Hanım, oğlunun dini eğitim
veren geleneksel mahalle mektebine gitmesini arzular. Batılılaşmayı Müslüman yaşam tarzına
yönelik saldırı olarak gören ebeveynler çocukları için bu okulları tercih etmektedir. Mustafa
babası Ali Rıza Bey sayesinde Batı tarzında eğitim alabileceği Şemsi Efendi Okuluna başlar
(Volkan ve Itzkowitz, 2011: 42). Ancak kısa bir zaman sonra babasını kaybeder ve ailenin
geçim sıkıntısı nedeniyle Zübeyde Hanım küçük Mustafa’yı okuldan alarak ağabeyinin
çiftliğine gider. Atatürk, çiftlikte kaldığı zamanlara dair kız kardeşi ile beraber karga kovmak
için bakla tarlası bekçiliği yaptıklarını hafızasında yer eden güzel bir anı olarak anlatıp, bir
halk çocuğu olmakla övünecektir. On yaşına gelen Mustafa, yarıda kalan eğitim hayatına
3 Belirtilen referansların dışında Atatürk’ün hayatına dair bilgiler Türk Tarih Kurumu web sayfasından
alınmıştır. http://www.ttk.gov.tr/index.php?Page=Sayfa&No=87
Selanik’te Sivil Rüştiye mektebinde devam eder ancak aynı zamanda müdür yardımcılığı da
yapan, Kaymak Hafız denen Matematik Hocası Hüseyin Efendi’den yediği dayak sonrası
okuldan ayrılarak gizlice Askeri Rüştiye kabul imtihanlarına girer ve sağladığı başarı ile
kendisini öğretim süresi dört yıl olan rüştiyenin üçüncü sınıfına alırlar (Atay, 2004: 20-21).
Mustafa Kemal askeri rüştiyesini iyi bir dereceyle bitirir. 1899’da Harbiye’ye giren Mustafa
Kemal, burada askeri konuların yanında, yazı yazma ve söz söyleme sanatlarına özel bir ilgi
geliştirir. Bu süreçte Abdülhamid’in baskısına karşı siyasal girişimlere de katılır. Harbiye’den
sonra kurmay subay olmak için eğitimini akademide sürdürür. Abdülhamid’e karşı gelişen
eylem içindeki etkinliklerinin yanında yeni bir kavram olan çete (gerilla) savaşıyla
ilgilenmeye başlar (Kongar, 2007: 77).
1905 senesinde kurmay yüzbaşı olarak Osmanlı Ordusu’na katılır. O sıralar
Makedonya, Sırp ve Bulgar çeteler yüzünden karışmıştır. Bu karışıklığa istinaden
Makedonya’ya tayin olmayı bekleyen Mustafa Kemal ve arkadaşları, Sultan II. Abdülhamid’e
suikast planıyla suçlanarak bir süre hücreye kapatılırlar ( Dündar, 2011). Mustafa Kemal bir
süre sonra ilk görev yeri olan Şam’a atanır. Şam, Mustafa Kemal’in askerlik hayatı üzerinde
etkili olmuştur. Görevi süvari alayında eğitimle uğraşmaktır. Kıtasının eğitiminde kazandığı
başarı ile Şam’da bulunan küçük büyük rütbeli askerler arasında tanınır hale gelir
(Atay,2004:49). O sıralar İmparatorluk hayli zor durumdadır, İstanbul’un vatan için kılını
kıpırdatmayıp, şaşaa içinde yaşayıp gitmesi Mustafa Kemal’i öfkelendirerek vatan için bir
şeyler yapmak adına kamçılar. Orada karşılaşıp aynı hisleri paylaştığından emin olduğu bir
grup insan ve Mustafa Kemal Vatan ve Hürriyet Cemiyetinin temellerini atar (Dündar, 2011:
34). Zamanla Vatan ve Hürriyet’in işleri, onu gün geçtikçe sarar ve teşkilatı yaymak için
kendine çıkan fırsatlardan faydalanarak gezilere çıkar. Kudüs’te, Yafa’da, Hayfa’da
nüvecikler kurmaya çalışır. Ancak Suriye’nin durumu umutsuzdur. İstanbul’a da uzaktır.
Vatan ve Hürriyet’i Selanik’e, Makedonya’ya nakletmeyi düşünür. Sonuç olarak Mustafa
Kemal Beşinci Ordunun (Şam Ordusu) Yafa bölgesinde piyade stajı yapmakta olduğu sırada
bir gün ve ancak bir iki arkadaşının bilgisiyle Yafa’dan bir yabancı vapuruna binerek kaçar.
Sonra Pire'den Selanik’e hareket eder (Aydemir, 1997: 98-99).
Selanik’te Vatan ve Hürriyet’in bir şubesini kuran Mustafa Kemal, bir süre şubenin
işleriyle meşgul olur. İstanbul’daki yetkililerin Mustafa Kemal’in Suriye’de olmadığını fark
etmeleri üzerine nerede olduğuna dair araştırma başlatılır. Arkadaşları sayesinde durumdan
haberdar olan Mustafa Kemal derhal Suriye’ye dönerek Berşeba’ya giderek Akabe Limanı
konusunda İngiliz–Mısır hükümetiyle olan anlaşmazlıkta Osmanlı çıkarlarını koruyan Türk
birliğine katılır ve oradan uzakta olduğu süre boyunca bu birlikteymiş gibi gösterilir.Kolağası
(kıdemli yüzbaşı ) olarak Eylül 1907’de Selanik’teki Üçüncü Orduya atanır (Volkan ve
Itzkowitz, 2011).
Selanik’teki Vatan ve Hürriyet örgütü kısa bir zaman sonra bütünüyle İttihat ve
Terakki’ye katılır. 1908 senesinde “ Genç Türk Darbesi” gerçekleşince Mustafa Kemal,
anayasanın toplumsal yeniliklerle desteklenmesini ister, ancak önerileri İttihat ve Terakki
tarafından benimsenmez. Bunun üzerine Mustafa Kemal, ordunun siyaset dışında kalması
gerektiğini savunmaya başlar ve kendini askeri konulara verir (aktaran Kongar, 2007: 78).
İstanbul’da 13 Nisan 1909’da, “31 Mart” olayı patlak verdiği zaman ayaklanmayı
bastırmak için İstanbul’a gönderilen ordunun kurmay başkanlığına atanır. Bu orduya “Hareket
Ordusu” adını verir. Mustafa Kemal 1910’da Picardy’de yapılan büyük çaptaki askeri
uygulamalara katılır. Sonra İstanbul’da Genelkurmay’a atanır. İtalyanlar, Batı Trablus’a
saldırdıklarında onlarla savaşmak için Kuzey Afrika’ya gider. Bu sırada Balkan Savaşı başlar.
Osmanlılar için kötü gelişmekte olan bu savaşta görev almak için İstanbul’a döner ancak
Gelibolu’ya atanır. Balkan Savaşı sonrası 1913 senesinde “askeri ataşe” olarak Sofya’ya
gönderilir. Burada iki sene kadar Batı uygarlığı içinde yaşar. Büyük olasılıkla sonradan Türk
toplumunu etkileyecek olan kültürel devrimlerin önemli bir kesimi üzerindeki düşüncelerini
burada biçimlendirir (Kongar, 2007). Mustafa Kemal Sofya’dayken I. Dünya Savaşı patlak
verir ve Osmanlı devleti kendisini savaşın yanlarından biri olarak görür. Almanlarla ittifak
haline geçer. Mustafa Kemal Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesine karşıdır ve Almanların bu
savaştan zaferle çıkacağına inanmaz (Ozankaya, 1995). Ancak, bir asker olarak cephede etkin
bir göreve atanmayı talep eder.
1914 yılında başlayan I. Dünya Savaşı'nda, Mustafa Kemal Çanakkale'de bir
kahramanlık destanı yazıp İtilaf Devletlerine "Çanakkale geçilmez! " dedirtir. 18 Mart 1915'te
Çanakkale Boğazını geçmeye kalkan İngiliz ve Fransız donanması ağır kayıplar verince
Gelibolu Yarımadası'na asker çıkarmaya karar verir. 25 Nisan 1915'te Arıburnu'na çıkan
düşman kuvvetlerini, Mustafa Kemal'in komuta ettiği 19. Tümen Conk bayırı'nda durdurur.
Mustafa Kemal, bu başarı üzerine albaylığa yükselir. İngilizler 6-7 Ağustos 1915'te
Arıburnu'nda tekrar taarruza geçer. Anafartalar Grubu Komutanı Mustafa Kemal 9-10
Ağustos'ta Anafartalar Zaferini kazanır. Bu zaferi 17 Ağustos'ta Kireçtepe, 21 Ağustos'ta II.
Anafartalar zaferleri takip eder. Çanakkale Savaşlarında yaklaşık 253.000 şehit veren Türk
ulusu onurunu İtilaf Devletlerine karşı korumasını bilmiştir. Mustafa Kemal'in "Ben size
taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum!" emri cephenin kaderini değiştirmiştir.
Mustafa Kemal, I. Dünya Savaşı’nda başta Çanakkale’de olmak üzere farklı
cephelerde görevler alır ve üstün başarılara imza atar. Ancak savaş Osmanlı Devleti’nin
aleyhine sonuçlanır ve 30 Ekim 1918’de Osmanlılar ile savaşı kazanan ülkeler arasında
Mondros Ateşkes’i imzalanır. Savaşı kazanan ülkeler ateşkese uymayarak ülkenin her yerine
dağılmaya başlar. Padişah ve Ferit Paşa, Mustafa Kemal’i 1919 senesinde, Samsun ve
çevresindeki kargaşayı gidermek üzere III. Ordu Müfettişliğine atar ( Aydemir, 1997: 399).
Mustafa Kemal’in Samsun’a ayak bastığı 19 Mayıs 1919, yalnız Türk Bağımsızlık Savaşı’nın
başlangıcı değil, aynı zamanda Mustafa Kemal’in eyleme geçişini de simgeler. Bu sırada
Anadolu halkı, “Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri” kurmaya başlamıştır. Bu örgütler Mustafa
Kemal’in ulusal direnme eyleminin başına geçmesini istemektedir. Bu istekte
Anafartalar’daki başarıları ve Anadolu’da bulunması etkilidir. Böylece yerel resmi örgütler ya
da “ Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri” yoluyla ulusal direnme çabalarını denetlemeye başlar
(Kongar, 2007: 82-83). Samsun’dan Havza’ya geçer ancak burada bulunan bir İngiliz birliği
nedeniyle karargâhını Amasya’ya götürüp arkadaşlarıyla burada toplantı yapmaya karar verir.
Amasya Toplantısı’nın ve burada alınan kararların milli kurtuluş tarihinde büyük önemi vardır
(Atay, 2004:210). 22 Haziran 1919'da Amasya'da yayımladığı genelgeyle "Milletin istiklâlini
yine milletin azim ve kararının kurtaracağını " ilan edip Sivas Kongresi'ni toplantıya çağırır.
23 Temmuz - 7 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum, 4 - 11 Eylül 1919 tarihleri arasında
da Sivas Kongresi'ni toplayarak vatanın kurtuluşu için izlenecek yolun belirlenmesini sağlar.
27 Aralık 1919'da Ankara'da heyecanla karşılanır. 23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet
Meclisi'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması yolunda önemli bir adım atılmış
olur. Meclis ve Hükümet Başkanlığına Mustafa Kemal seçilir. Türkiye Büyük Millet Meclisi,
Kurtuluş Savaşı'nın başarıyla sonuçlanması için gerekli yasaları kabul edip uygulamaya
başlar.
Türk Kurtuluş Savaşı 15 Mayıs 1919'da Yunanlıların İzmir'i işgali sırasında düşmana
ilk kurşunun atılmasıyla başlar. 10 Ağustos 1920 tarihinde Sevr Antlaşması'nı imzalayarak
aralarında Osmanlı İmparatorluğu'nu paylaşan I. Dünya Savaşı'nın galip devletlerine karşı
önce Kuvâ-yi Milliye adı verilen milis kuvvetleri adı altında savaşılır. Türkiye Büyük Millet
Meclisi düzenli orduyu kurar, Kuvâ-yi Milliye - ordu bütünleşmesini sağlayarak savaşı zaferle
sonuçlandırır. Sarıkamış, Kars ve Gümrü’nün kurtarılışı, Çukurova, Gaziantep, Kahraman
Maraş, Şanlı Urfa savunmaları, I. ve II. İnönü Zaferleri, Sakarya Zaferi, Büyük taarruz,
Başkomutan Meydan Muharebesi ve Büyük Zafer Mustafa Kemal yönetimindeki Türk
Kurtuluş savaşının önemli aşamalarındandır. Sakarya Zaferinden sonra 19 Eylül 1921'de
Türkiye Büyük Millet Meclisi Mustafa Kemal'e Mareşal rütbesi ve Gazi unvanını verir.
Kurtuluş Savaşı, 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması'yla sonuçlanır. Böylece
Sevr Antlaşması'yla paramparça edilen, Türklere 5-6 il büyüklüğünde vatan bırakılan Türkiye
toprakları üzerinde ulusal birliğe dayalı yeni Türk devletinin kurulması için hiçbir engel
kalmaz.
23 Nisan 1920'de Ankara'da TBMM'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu
müjdelenmiştir. Meclisin Türk Kurtuluş Savaşı'nı başarıyla yönetmesi, yeni Türk devletinin
kuruluşunu hızlandırır. 1 Kasım 1922'de hilâfet ve saltanat birbirinden ayrılır, saltanat
kaldırılır. Böylece Osmanlı İmparatorluğu'yla yönetim bağları koparılır. 29 Ekim 1923'te
Cumhuriyet idaresi kabul edilir, Atatürk oybirliğiyle ilk cumhurbaşkanı seçilir. 30 Ekim 1923
günü İsmet İnönü tarafından Cumhuriyet'in ilk hükümeti kurulur. Türkiye Cumhuriyeti,
"Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" ve "Yurtta barış cihanda barış" temelleri üzerinde
yükselmeye başlar.
Mustafa Kemal Cumhuriyet’in ilanının ardından zaman kaybetmeden, kendi deyişiyle
Türkiye'yi "muasır medeniyet seviyesine çıkarmak" amacıyla bir dizi köklü değişime imza
atar, devrimler yapar. Bu devrimler beş başlık altında toplanabilir:
1. Siyasal Devrimler:
· Saltanatın Kaldırılması (1 Kasım 1922)
· Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923)
· Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924)
2. Toplumsal Devrimler:
· Kadınlara erkeklerle eşit haklar verilmesi (1926-1934)
· Şapka ve kıyafet devrimi (25 Kasım 1925)
· Tekke, zâviye ve türbelerin kapatılması (30 Kasım 1925)
· Lâkap ve unvanların kaldırılması (26 Kasım 1934)
· Uluslararası saat, takvim ve uzunluk ölçülerin kabulü (1925-1931)
3. Hukuk Devrimi:
· Mecellenin kaldırılması (1924-1937)
· Türk Medeni Kanunu ve diğer kanunların çıkarılarak, laik hukuk düzenine geçilmesi (1924-
1937)
. Soyadı kanunu ( 21 Haziran 1934)
4. Eğitim ve Kültür Alanındaki Devrimler:
· Öğretimin birleştirilmesi (3 Mart 1924)
· Yeni Türk harflerinin kabulü (1 Kasım 1928)
· Türk Dil ve Tarih Kurumlarının kurulması (1931-1932)
· Üniversite öğreniminin düzenlenmesi (31 Mayıs 1933)
· Güzel sanatlarda yenilikler
5. Ekonomi Alanında Devrimler:
· Aşârın kaldırılması
· Çiftçinin özendirilmesi
· Örnek çiftliklerin kurulması
· Sanayiyi Teşvik Kanunu'nun çıkarılarak sanayi kuruluşlarının kurulması
· I. ve II. Kalkınma Planları'nın (1933-1937) uygulamaya konulması, yurdun yeni yollarla
donatılması
Soyadı Kanunu gereğince, 24 Kasım 1934'de TBMM tarafından Mustafa Kemal'e
"Atatürk" soyadı verilir. Atatürk sık sık yurt gezilerine çıkarak devlet çalışmalarını yerinde
denetler. İlgililere aksayan yönlerle ilgili emirler verdi. Cumhurbaşkanı sıfatıyla Türkiye'yi
ziyaret eden yabancı ülke devlet başkanlarını, başbakanlarını, bakanlarını komutanlarını
ağırlar.
15-20 Ekim 1927 tarihinde Kurtuluş Savaşı'nı ve Cumhuriyet'in kuruluşunu anlatan
büyük nutkunu, 29 Ekim 1933 tarihinde de 10. Yıl Nutku' nu okur.
Atatürk özel yaşamında da sadelik içinde yaşamıştır. 29 Ocak 1923'de Latife Hanımla
evlenir. Bu evlilik 5 Ağustos 1925 tarihine dek sürer. Çocukları çok seven Atatürk Afet
(İnan), Sabiha (Gökçen), Fikrîye, Ülkü, Nebile, Rukiye, Zehra adlı kızları ve Mustafa adlı
çobanı manevi evlat edinir, Abdurrahim ve İhsan adlı çocukları himayesine alır. 1937 yılında
çiftliklerini hazineye, bir kısım taşınmazlarını da Ankara ve Bursa Belediyelerine bağışlar.
Mirasından kız kardeşine, manevi evlatlarına, Türk Dil ve Tarih Kurumlarına pay ayırır. Kitap
okumayı, müzik dinlemeyi, dans etmeyi, ata binmeyi ve yüzmeyi çok sever. Zeybek
oyunlarına, güreşe, Rumeli türkülerine aşırı ilgisi vardır. Tavla ve bilardo oynamaktan büyük
keyif alır. Sakarya adlı atıyla, köpeği Fox'a çok değer verir. Zengin bir kitaplık oluşturmuştur.
Akşam yemeklerine devlet ve bilim adamlarını, sanatçıları davet eder, ülkenin sorunlarını
tartışır. Temiz ve düzenli giyinmeye özen gösterir. Doğayı çok sever. Sık sık Atatürk Orman
Çiftliği'ne gider, çalışmalara bizzat katılır. İyi seviyede Fransızca ve Almanca bilgisine
sahiptir.
1937 senesi ilerledikçe, Atatürk ve çevresindekiler için geçirdiği fiziksel değişimler
inkâr edilemez boyutlara ulaşır. Atatürk kendini giderek daha bitkin ve zayıf hisseder. Hasta
olduğu ihtimali uzun süre kabullenilemez. Kaplıcaların bacaklarındaki kaşıntılara iyi geleceği
düşünülür ve Atatürk 1938 senesinin Ocak ayında Yalova kaplıcalarına götürülür. Kaplıcalar,
bir zamanlar Jön Türk hareketinde etkin rol almış olan Dr. Nihat Reşat Belger’in
yönetimindedir. Atatürk Belger’den kendisini muayene etmesini ister. Muayene sonucunda
karaciğerinin büyüyüp işlevini yitirdiği ve hastalık belirtilerine sebebiyet verdiği sonucuna
varılır. Ankara’dan çağırılan özel doktoru da aynı teşhiste bulunur. Atatürk’ün hastalığı
karaciğer sirozudur ve teşhis için geç kalınmıştır. 26 Eylül’de Atatürk Dolmabahçe
Sarayı’ndaki odasında kırk sekiz saat süren bir komaya girer. 9 Kasım’da tekrar komaya giren
Atatürk 10 Kasım 1938 tarihinde saat 9.05’te hayata gözlerini yumar (Volkan ve Itzkowitz,
2011:529/537).
Ölümünün ardından Türk milletine bıraktığı miras 80 senedir muhafaza edilmektedir.
Türk milleti, Atatürk’ün ve devrimlerinin izinde emin adımlarla ilerlemektedir.
4.1. Atatürk’te Duygusal Zekâ Ölçütleri ve Değerlendirimleri
Atatürk’ün liderliği dünyaca kabul edilmiştir. Bunun örneklerini gerek yazılı
kaynaklarda, gerek dünya basını arşivlerinde bulmak mümkündür. Ata’nın liderliğinin
dünyaca kabul edilmiş olmasına verilecek en bilinen örneklerden birisi Time dergisinin 24
Mart 1923 tarihli sayısının kapağında Atatürk’ün resmini kullanmış olmasıdır. Dergi dış
haberler kategorisinde “Yakın Doğu’’ başlığı ile ele aldığı haberde Atatürk’ten ‘Türkiye’yi
azat eden kişi’ olarak bahsederek liderliğine övgüde bulunmuştur4. Bu nedenle, Atatürk’ün
liderliği değil liderlik özellikleri ve başarısının sırları tartışılagelmiştir.
Bu kısımda, hakkında aktarılan anıların bulunduğu kaynakların taranması sonucunda
özbilinç, duyguları idare etme, kendini harekete geçirme, duygudaşlık ve ilişkileri
yürütebilmeyi kapsayan duygusal zekâ unsurlarına göre Türkiye Cumhuriyeti lideri Mustafa
Kemal Atatürk’le ilgili bulgular yer almaktadır.
a. Özbilinç
Yale’den Peter Slovey’le birlikte duygusal zekâ kuramını geliştiren psikolog John
Mayer özbilinci kısaca “ kişinin ruh halinin ve o ruh hali hakkındaki düşüncelerinin farkında
olabilmesi’’ şeklinde tanımlar (Goleman, 2006: 78). Bireyin yaşamı boyunca diğer kişiler,
fırsatlar ve olaylara nasıl karşılık vermesi gerektiğini anlayabilmesi için öncelikle kendi
duygularının farkında olması gerekmekte ve bu anlamda özbilinç duygusal zekâ yetenekleri
içinde en önemlisi olarak ortaya çıkmaktadır (aktaran Dağlı vd. , 2008)
Bireyin güçlü ve zayıf yönlerini bilmesi, ihtiyaçlarının, güdülerinin, değer ve
amaçlarının farkında olması, içsel durumuna hâkim olması, olumsuzluklarla karşılaştığında ya
da kötü ruh hallerine girdiğinde teslim olmak yerine mücadeleci bir tutum takınması,
özgüvene sahip olması özbilinç kapsamında değerlendirilebilecek niteliklerin başında
gelmektedir. Bu çerçevede Mustafa Kemal Atatürk’ün yaşantısına, davranışlarına
bakıldığında çocukluğundan itibaren özbilinci ve özgüveni yüksek bir kişilik yapısına sahip
olduğu görülmektedir. Atatürk’ün özbilince sahip oluşunun ilk örnekleri çocukluğunda
gözlemlenebilir. Muhafazakâr bir dünya görüşüne sahip olduğu bilinen Zübeyde Hanım
ilkokul zamanlarında oğlunun dini eğitim veren bir okula gitme taraftarı olmuştur. Daha
bebekliğinde oğlu Mustafa’yı başı sarıklı “ulema’’ olarak hayal etmiştir. Eşi Ali Rıza Bey’in
erken ölümünün ardından tüm yollar kapanınca oğluna ister istemez yakıştırmak zorunda
kaldığı meslek adı tüccarlık, fakat gerçekte şunun bunun yanında bir çıraklık olmuştur. Oysa
oğlu, kendi yolunu kendi iradesiyle bularak askeri okula gitmiştir. Zaten Zübeyde Hanımın
kendisini asker mektebine vermemek yolundaki isteklerine daima direnmiş ve bir defasında şu
sözleri sarfetmiştir (Aydemir,1997:60) :
“Ben, omzunda bez satan bir bezzaz olamam. Bakın ben neler olacağım…’’
Daha çocukluğunda ne istediğini bilen, idealleri olan, bu ideallere ulaşmak için ne
yapması gerektiğini bilen ve hatta bununla kalmayıp amacına ulaşacağından emin bir duruş
sergilemiştir.
4 http://content.time.com/time/magazine/article/0,9171,726976,00.html
Mayer özbilinçli bireyi kötü ruh hallerine girdiğinde kendini salıvermek yerine
mücadele etmeyi seçen, olumsuz durumdan kurtulmanın yollarını arayan birey olarak
tanımlar. Bu doğrultuda Atatürk ilk gençlik yıllarında deneyimlediği ve psikolojik sarsıntıya
neden olabilecek bir olay karşısında karamsarlığa bürünmek yerine mücadeleyi seçmiştir. Bu
olay, babasının vefatının ardından Zübeyde Hanım’ın içine düştüğü zorlu koşullar nedeniyle
ikinci evliliğini yapmasıdır. Mustafa Kemal bu olaya evi terk ederek karşılık vermiştir. Onun
hayatında, o kadar sevdiği annesinin ikinci defa ve hiç de iç açıcı olmayan şartlarla evlenmek
zorunda kalışı ve kendisinin, yeni aile içinde kalmayı reddederek uzak bir akrabaya sığınışı,
yalnız onun bir zaman için de olsa, annesini böylece kaybedişi şeklinde değil, aynı zamanda
duygulu bir çocuğun, ruhunda süslediği bir hayal kırıklığı olarak da küçük ruhunu zedelemiş
görünmektedir. Çünkü o, babasından fazla mutluluk görmeyen annesi için farklı hayaller
kurmuştur. Ancak annesine kızgınlığından kaynaklanan kompleks, ne bir aşağılık duygusu, ne
de dersleri boşlamak, okulu aksatmak, kendini avareliğe vurmak şeklinde bir tepkiye yol
açmıştır. Aksine, kendince bu yenilgi, onun nefsine olan inancını körüklemiştir:
“Ben onlara gösteririm. Görsünler ben neler olacağım…’’
Bu olumlu duyguyla birlikte kırgınlık, küskünlük, kızgınlık gibi olumsuz duygulara
kısa sürede hâkim olarak, kendini toparlamıştır (Aydemir,1997: 65-67).
Özgüven, özbilincin bileşenlerinden biri olarak kabul edilmektedir. Özgüven sahibi
liderler, öz değerler ve yetenekler konusunda bir anlayışa sahiptirler. Kendinden emin bir
izlenim bırakırlar,“varlıklarını” hissettirirler, beğenilmeyen fikirleri dile getirebilir ve
doğru bildikleri yolda her şeyi göze alabilirler. Atatürk’ün yaveri Salih Bozok’un anlattığı
anılar arasından “özgüven’’e örnek teşkil eden anılardan birisi Enver Paşa ve Atatürk
arasında, Atatürk’ün 7. Ordu kumandanlığından istifa etmesinin ardından yaşanan bir
gerginlik esnasındaki diyalogtur. Bu diyaloğu Atatürk, Bozok’a bizzat anlatmıştır. Kısaca
aktarmak gerekirse, Enver Paşa’nın Atatürk’e “ Yahu, biz birbirimizin karşısına çıktığımız
zaman ellerimizi sıkıyoruz. Hâlbuki arkamdan benim kuyumu kazıyorsun. Eğer gözün bu
makamda ise sen geç de otur!’’ demesi üzerine Mustafa Kemal “ Makamınızda gözüm yoktur.
Ve o makamı kendime çok küçük görürüm. Benim düşüncem ve emelim çok büyüktür. Eğer
makamınızda gözüm olsaydı şimdiye kadar orasını çoktan işgal ederdim!’’ şeklinde karşılık
vermiştir (Bozok, 2011: 62). Daha sonradan yaşanan gelişmeler ve kazanılan zafer,
Atatürk’ün daha o zaman sarf ettiği bu cümlelerde yatan özgüvenin, ne istediğini bilen,
kendinden emin duruşun içi boş olmadığını kanıtlar niteliktedir. Aynı özgüveni, büyük
önderin söylevlerinde de gözlemlemek mümkündür.
“Hürriyet ve istiklal benim karakterimdir. Bence bir millette şerefin, haysiyetin,
namusun ve insanlığın doğup yaşayabilmesi, mutlaka o milletin hürriyet ve istiklaline
sahip olmasıyla mümkündür. Ben şahsen bu saydığım vasıflara çok önem veririm ve
bu vasıfların varlığını kendimde iddia edebilmek için, milletimin de aynı nitelemesini
şart ve esas bilirim. Ben yaşayabilmek için mutlaka müstakil bir milletin evladı
kalmalıyım. Bu sebeple milli istiklal bence bir hayat meselesidir.’’
Atatürk, özellikle kurtuluş mücadelesine başlamasının ardından dünyanın dikkatini
üzerine çeken bir lider olmuştur. Zaman zaman yabancı ülkelerden yazar ve gazeteciler
kendisiyle konuşmak için Türkiye’ye gelmiştir. Bu gazetecilerden biri olan Amerikalı Gladys
Baker Atatürk’le arasında geçen diyalogda Atatürk’e bazı çevrelerin diktatör yakıştırmasında
bulunduklarından hareketle bu konudaki düşüncesini sorar. Bunun üzerine aldığı yanıt:
“Ben diktatör değilim. Benim kuvvetim olduğunu söylüyorlar. Evet, bu doğrudur.
Benim arzu edip de yapamayacağım hiçbir şey yoktur. Çünkü ben zoraki ve insafsızca
hareket bilmem. Bence diktatör, diğerlerini kendi iradesine bağlayandır. Ben kalpleri
kırarak değil, kalpleri kazanarak hükmetmek isterim’’ olmuştur ( Basar, 2009: 21). Bu
yanıtta da Atatürk’ün gücünün ve yapabileceklerinin ne kadar farkında olduğu
belirgindir.
b. Duyguları İdare Edebilme / Özdenetim / Özyönetim
Goleman duyguları uygun biçimde idare yeteneğinin özbilinç temeli üzerinde
geliştiğini ileri sürer. Bu yeteneği zayıf olan kişilerin sürekli huzursuzlukla mücadele ederken,
kuvvetli olanların ise hayatın tatsız sürprizleri ve olumsuzluklarıyla karşılaştıktan sonra
kendilerini daha kolay toparlayabildiklerini söyler. Özdenetim, bireyin duygularını,
güdülerini, sahip olduğu kaynakları yönetebilme yeteneğidir. Önemli olan duyguları dengeli,
uyumlu biçimde ortaya koyabilmektir. Bu yetkinliğe sahip liderler yıkıcı duygu ve istekleri
bile etkili biçimde yönetebilirler. Stres altında bile soğukkanlı ve sakin davranabilirler. Kriz
dönemlerinde çeşitli baskılar altında bile sakin ve berrak bir düşünce içinde olabilirler.
Özyönetim, bireyin duygularını denetleyebilmesi, neyi neden yaptığını bilmesi ve olayları
kendi lehine çevirmesidir (Geçikli, 2012).
Özbilinç çerçevesinde değerlendirilen örneklerden ikincisinde Atatürk’ün “Görün
bakın ben neler olacağım’’ cümlesi ya da kabullenmekte zorlandığı evlilik sonrası takındığı
tavır özbilince örnek teşkil etmesinin yanı sıra özdenetim için de güzel bir örnektir. Öyle ki bu
olayın tatsız bir sürpriz olduğu, karşılığında da bir süre verilen ters tepkinin ardından kısa
sürede toparlanıp yoluna inançla devam etme durumu aşikârdır. Hıfzı Topuz’un TRT’de “Her
Hafta Bir Konuk’’ programında ilk konuşmayı yaptığı Yakup Kadri Karaosmanoğlu
kendisinden Atatürk’e ilişkin en sevdiği anısını anlatması istendiğinde sevmediği bir anısının
olmadığını belirtmiş ve Atatürk’ü şu sözlerle anlatmıştır:
“Benim sevdiğim kahraman, bedbaht olan kahramandı, azap çeken kahramandı,
daima muvaffak olan kahramandı. Atatürk’ün tek dostu yoktu dersem inanır mısınız?
Fakat Atatürk cumhurbaşkanı olduktan sonra tüm dünya onun dostu oldu. Oraya
varıncaya kadar çektiklerini ben bilirim…’’ (Topuz, 2012: 33)
Bu tasvirden Atatürk’ün mücadele sırasında pek de kendisini sevenlerle çevrili
olmadığı ancak sonuca bakıldığında Karaosmanoğlu’nun tasvir ettiği Atatürk’ün, çevresindeki
olumsuz atmosferde var olan yıkıcı ve olumsuz duygular karşısında soğukkanlılığını
koruyarak inandığı yolda hedefine doğru azimle ilerlediği sonucuna varılabilir.
Kurtuluş savaşının henüz başlamakta olduğu zamanlarda yaşanan bir olayda
Atatürk’ün tutumu, olumsuzluklara bakış açısını ve kriz dönemlerinde bile sakin
düşünebildiğini anlamaya yardımcı olabilir. Henüz ordu yoktur ve her yandan vatana saldıran
düşmanlarla gönüllü çeteler savaşmaktadır. Bir gün mecliste vatanın kurtulması için yapılması
gerekenler tartışılırken milletvekillerinden biri sözlerini büyük vatan şairi Namık Kemal’in şu
beyti? ile bitirir:
“Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini / Yok mudur kurtaracak bahtı kara
maderini?’’
En büyük düşmanın korku ve umutsuzluk olduğunu bilen Mustafa Kemal bu beyitin
iki sözcüğünü değiştirerek, fakat veznini de bozmaksızın sert ve sarsılmayan sesle şu yanıtı
verir:
“Vatanın bağrına düşman dayasa hançerini / Bulunur kurtaracak bahtı kara
maderini’’ ( Basar, 2009: 24).
Bu yanıtta da Atatürk’ün en ufak bir olumsuz düşünceye meydan vermeyerek,
çevresinde umutsuzluğa kapılanları da olumlu düşünmeye sevk etme mücadelesi verdiği
görülmektedir.
c. Kendini Harekete Geçirmek Güdüleme
Güdüleme (motivation) “ bireyin belirli bir amacı gerçekleştirmek üzere kendi arzu ve
isteği ile davranması ve çaba göstermesi ‘’ şeklinde tanımlanabilir. Kendini harekete
geçirebilen bireyin, hedefine ulaşmak için çaba gösteren, engeller karşısında hedeflerinden
yılmayan ve başarısızlık ihtimalini düşünmek yerine başarı umudu taşıyan birey olduğu
söylenebilir. Burada umut önemli bir faktördür. Duygusal zekâ açısından umutlu olmak,
kişinin zorlu engeller karşısında bunaltıcı kaygıya, teslimiyetçi bir tutuma ya da depresyona
yenik düşmemesi anlamına gelir. Umut besleyen kişiler hedeflerine doğru ilerlerken
diğerlerine oranla daha az depresif, genelde daha az kaygılı ve duygusal açıdan daha az
sıkıntılı görünürler (Goleman,2006:127).
Bu yeteneğin zorlukların çıkması ya da olayların istenilenin aksi yönünde gelişmesi
hallerinde oldukça gerekli ve yararlı olduğu söylenebilir. Güdülenme düzeyi yüksek olan
bireyin, daima başarma isteğine ve heyecanına sahip olduğu söylenebilir. Atatürk’ün yüksek
güdüleme düzeyine sahip olduğuna ve de bu motivasyonu her daim çevresindekilere de
aşılamaya çabaladığına dair verilecek çok sayıda örnek vardır. Samsun ve çevresindeki
çalışmalardan kuşkulanan İstanbul hükümeti ile Mustafa Kemal arasında yaşanan gerginliğin
ardından Genelkurmaydaki albaylardan Ali Galip adındaki biri göstermelik olarak Erzurum
valiliğine atanarak, Mustafa Kemal’i tutuklamakla görevlendirilmiş ve Sivas’ta Atatürk
aleyhine kimi tertipler düzenlenmiştir. Bu komployu Amasya’da haber alan Atatürk, bir atlı
birlik kurarak Tokat’a gitmiş ve şehrin ileri gelenleriyle bir toplantı yapmıştır. Bu toplantıda
bulunan avukat Ali Bey, hiçbir zaman unutmayacağını belirttiği Mustafa Kemal konuşmasını
şu şekilde aktarmıştır:
“Hiçbir savunma gerecine sahip olmasak bile, dişimiz, tırnağımızla, zayıf ve
dermansız kolumuzla mücadele ederek şeref ve haysiyetimizi, namusumuzu savunmayı
gerekli görüyorum. Tarih, bize vatan uğrunda canını, malını esirgemeyen ulusların
asla ölmediklerini göstermektedir. Ben hayatımı, hiçbir zaman ulusumuzdan üstün
görmedim ve görmeyeceğim. Her an ülkem için onurumla ölmeye hazırım’’ (Basar,
2009:32).
Hakkında tutuklama emri çıkarılmış olmasına rağmen hedefine ulaşmak umudunu asla
yitirmemiş ve güdüleme düzeyini yüksek tutarak bu umudu çevresindekilere de aktarma
çabası içinde olmuştur.
Goleman (2006) duygusal zekâ kapsamında motivasyon kriteri gelişmiş liderlerin,
para ve statü ötesindeki nedenler uğruna çalışma tutkusu ile hedefler peşinde koşmaya yatkın
olduklarını belirtmektedir ancak bir sürü insanın da dolgun maaş ya da etkileyici bir unvan
kazanmanın getireceği statü gibi dışsal faktörlerle motive olduğunun altını çizmektedir.
Bunlara ilaveten, liderlik potansiyeline sahip olan insanları motive eden şeyin ise derinlere
sinmiş olan arzu, başarma duygusu olduğunu ortaya koymaktadır (122).
Mim Kemal Öke, Atatürk’e dair bir anısında, Sakarya Savaşının devam etmekte
olduğu dönemde, Mustafa Kemal’in üç kaburga kemiğini kırdığını ve buna rağmen cepheye
gitmekte ısrarcı olup, bu kırıklarla cepheyi idare ettiğini belirtmiştir (Topuz, 2011:51).
Atatürk’ün maddiyat ya da statünün çok daha ötesinde nedenler uğruna çalışma
tutkusunu en iyi anlatacak örneklerden birisi çocukluğundan hayallerini süsleyen askerlik
mesleğinden, vatan ve milletin kurtuluşu uğruna, hiçbir garantisi olmadan ve birçok
olumsuzluğu göze alarak istifa etmesi olmuştur. Aydemir’in aktardığına göre Mustafa Kemal,
hayatının en buhranlı gecesini Erzurum’da yaşamıştır. Çünkü hayatının en çetin kararı
aşamasındadır: Askerlikten ayrılmak. Aksi halde padişah tarafından ordudan atılmak
tehdidiyle karşı karşıyadır. Nihayet Yıldız Sarayı’nda telgraf başında bulunan Padişah’ın
sözcüleri ile arasında geçen bir dizi yazışmanın sonucunda karşı taraftan önce davranarak
mesleğinden ve hizmetlerinden istifa ettiğini bildirmiştir.
“ Resmi sıfat ve salahiyetten mücerret olarak, yalnız milletin şefkat civanmertliğine
güvenerek ve onun bitmez tükenmez feyiz ve kudret kaynağından ilham ve kuvvet
alarak, vicdani vazifeye devam edecektir. Milletin bağrında bir ferd-i mücahit olarak
çalışacaktır…’’ (Aydemir, 1995: 101).
Atatürk’ün ordudan atılmak istenmesinin sebebi bir kurtuluş mücadelesinin içine
girdiğinden şüphe duyulmasıdır. Kendi çıkarları doğrultusunda yaşayan bir bireyin padişahın
emrine uyup İstanbul’a geri dönmesi ve mevcut statüsünü korumak uğruna mücadele vermesi
beklenir. Aksine koca bir belirsizliğe karşın, emellerine ve umuduna sarılarak askerliğine
veda etmekle Mustafa Kemal üstün bir güdüleme örneği sergilemiştir.
d. Başkalarının Duygularını Anlayabilme / Duygudaşlık (Empati)
Duygudaşlık, başkalarının duygularını, beklentilerini ve inançlarını anlayabilme
yeteneği olarak tanımlanabilir. Halk arasında yaygın olarak “kendini karşındakinin yerine
koymak’’ olarak da tanımlandığı görülmektedir. Duygudaşlık becerisine sahip bireyler,
başkalarının bakış açılarını kavrayabilen, iyi bir dinleyici olmalarının yanı sıra, dile
getirilemeyen duyguları da sezebilen, ne zaman ve ne kadar konuşmaları gerektiğini bilen ve
kendilerini başkalarının yerine koyarak, onları anlayabilen bireylerdir (Dağlı vd. , 2008).
Empati yapabilen liderlerin iletişim çatışmalarını etkili bir şekilde çözebildiği ve ses tonu,
bakışlar, jest ve mimikler gibi sözsüz süreçleri de etkin bir şekilde kullanabildikleri
söylenebilir. Bu bağlamda Atatürk beden dilinin ve sözsüz iletişimin bütün unsurlarını iddialı
bir şekilde kullanmış olan bir liderdir (Geçikli, 2012). Şık giyimi, kararlı bakışları, özgüvenli
duruşu ile karizmatik bir lider olmuştur.
Meclisin ikinci döneminde Zonguldak’tan milletvekili seçilen ve bu görevi 16 yıl
sürdüren Ragıp Özdemiroğlu, Hıfzı Topuz’la röportajında Atatürk’ten şu şekilde bahsetmiştir:
“O büyük adam, milletin kendisini takip edeceğine ve devrimleri iyi karşılayacağına
emindi. Atatürk’ün kendi ağzından işittim. Bir gün, ‘ Ben bu inkılabı başka memlekette
yapamazdım,’ dedi. Atatürk kendi çevresini tanımış ve memleketin nelere ihtiyacı
olduğunu gayet iyi sezmişti. Çevresindeki arkadaşları da devrimi benimseyen ve
kendisini gayet samimi olarak izleyen insanlardı. Atatürk her şeydi, büyük bir dâhiydi.
Çevresini tanımış bir insan olduğu için de bu derece başarılı olmuştu.’’ (Topuz, 2012:
75).
Bu anlatımdan hareketle, Atatürk’ün hem halkın gereksinimlerini iyi tanımlamış
olması, hem de bu gereksinimleri halka doğru bir şekilde benimsetmiş, aktarmış olması
itibariyle duygudaş bir kişilik sergilemiş olduğu sonucuna varılabilir.
Atatürk’ün duygudaşlık kurabilmesine verilecek örneklerden birisi de kendisine
annesini ve babasını kaybettiğini, ağabeyinin de İstiklal Savaşı’na katılıp geri döndüğünü ve
yatılı okula gitmek istediğini söyleyen Sabiha Gökçen’i evlatlık almasıdır. Gökçen, doğrudan
köşke gittiğini, Atatürk’ün onu Çankaya İlkokulu’na yazdırdığını, ona karşı her zaman iyi
davrandığını belirtmiştir (Topuz, 2012: 42).
Osmanzade Hamdi Aksoy Atatürk’ün zaferden sonra köşküne çekilip oturabileceği
yerde çevresindekileri toplayıp onlara ‘Böyle askeri zaferler bir milleti uzun süre yaşatamaz,
bunun yanında iktisadi ve sosyal zaferler lazımdır’ dediğini belirtmiştir. (Topuz, 2012:71)
Özellikle sağlık sorunlarının iyiden iyiye baş gösterdiği bir dönemde, köşke çekilip
rahatlamak yerine, Atatürk’ün kendini milletin yerine koyarak, millet yararına zaferin daha
kalıcı olması için yapılması gerekenleri planlamıştır. Burada da duygudaş bir tepki söz
konusudur.
e. İlişkileri Yürütebilmek / Sosyal Beceriler
Sosyal beceriler, bireylerin karşılıklı ilişkilerini etkili bir şekilde yönetebilme becerisi
olarak tanımlanabilmektedir. Bu bir anlamda diğer duygusal zekâ yeteneklerinin bir
sonucudur. Çünkü kendi duygu ve düşüncelerini bilen ve aynı zamanda başkalarının
duygularını da anlayabilen bireyler, insan ilişkilerinde de başarılı ve etkili olacaklardır
(Aktaran Dağlı vd. , 2008).
Atatürk’ün ilişkilerin yürütülmesi konusunda oldukça başarılı olduğu söylenebilir.
Nerede, ne zaman, ne şekilde davranacağını ve kimlere nasıl hitap etmesi gerektiğini bilerek,
gerek çevresindekilerle, gerek halkla ilişkilerini yürüterek, hedeflerinin büyük kısmına
ulaşmıştır. Bu bağlamda Osmanzade Hamdi Aksoy’un Atatürk’le yaşadığı bir olay ve
Atatürk’ün olayda tutunduğu tavır önemli bir örnek niteliğindedir.
Aksoy, Cumhuriyet henüz ilan edilmeden önce, Ankara’da yaşamaktadır. Her akşam
PTT Müdürlüğü’ne uğrayıp İstanbul’da olup bitenleri sorar. Bir gün Vahdettin’in Sevr
Antlaşması’nın imzalanması için yetki verdiği haberini alır ve beyninden vurulmuşa döner.
Meclise gelince, Vahdettin’in tahttan indirilmesi için bir önerge hazırlar. İki gün sonra
Gazi’nin kendisini çağırttığı söylenir. Atatürk ‘ Gel bakalım çocuğum, sen bir önerge
hazırlamışsın,’ der. Aksoy evet yanıtını vererek olan biteni anlatır ve Vahdettin’in hainliği
karşısında duyduğu tepkiyi aktarır. Bu noktada Atatürk’ün yanıtı ilişkilerin devamlılığını
sağlamada Atatürk’ün ne kadar akıllıca davrandığını ve öngörüsünün yüksekliğini kanıtlar
niteliktedir:
“ Seninle beraberim. Fakat düşün ki arkamızda bütün bir Anadolu var. Biz Vahdettin’i
tahttan indirmeye kalkarsak bütün Anadolu isyan eder. Zaten her yer kargaşa içinde.
Bir de biz Vahdettin’le ilişkimiz olmadığını ilan ettik mi Anadolu dağılma tehlikesine
uğrar. Sen dikkat etmedin mi, ben geçen gün mecliste ne dedim, ‘ Padişahımız
efendimiz İngilizlerin esiridir, kendisi bugün serbest hareket edemiyor, padişahımızı
kurtaracağız,’ demedim mi. Çocuğum sen o önergeyi geri al. Sabret, sırası gelince
hepsini yapacağız…’’ (Topuz, 2012).
Kurtuluş için halka ihtiyaç duyan Atatürk, halka milli mücadelenin gerekliliğini ve
yapılması gerekenleri anlatmak için, bir başka deyişle halkla ilişki kurup bunu yürütebilmek
için, önce halkın dilinden anlayacağı kişilerle yakın ilişkiler kurup, onları kazanma yoluna
gitmiştir. Çünkü planladığı hareket halk hareketi olacaktır. O günlerde Anadolu’da din
bilginleri, tarikat şeyhleri, eşraf ve seçkin kişiler memleketin sosyal yapısında halkın önder
kişileri konumundadır. Ve halk bu önderlerin arkasında kalan, ama geleceğin ön plana
çıkaracağı, henüz fazla söz sahibi olmayan zayıf bir azınlıktır (Aydemir,1995: 25).
Amasya’nın ünlü din adamlarından Abdurrahman Kâmil Efendi’nin Sultan Beyazid Camiinde
yaptığı konuşma, Atatürk’ün halka ulaşmak ve ilişkilerini sağlam bir zemin üzerine kurmak
için uyguladığı stratejinin doğruluğunu kanıtlar niteliktedir:
“Ey ahali! Milletin istiklali tehlikeye düşmüştür. Bu felaketten kurtulmak için icap
ederse, vatanın son ferdine kadar ölmeyi göze almak lazımdır. Artık Padişah olsun,
unvanı ne olursa olsun, onun bir hikmeti kalmamıştır. Yegâne kurtuluş çaresi, halkın
hâkimiyeti doğrudan doğruya ele almasıdır…’’ (Aydemir,1995: 38).
Goleman’a göre (2006) sosyal becerileri yüksek olan bireyler, kendi çevresinde
bulunan bireylerle rahat iletişim kurabilmekte, onların tepki ve hislerini zekice
okuyabilmektedir. Ayrıca bu bireylerin bu sayede çevresindekileri yönlendirebildiklerini, bu
bireylerin doğal liderler olduğunu, dile getirilemeyen ortak fikirleri ifade edebildiklerini ve
bunu topluluğun hedefleri doğrultusunda açıklama yetilerinin olduğunu belirtir (74). Bu
bağlamda özellikle Milli Mücadele sürecinde sergilediği davranışlar ve tutum göze
alındığında, Atatürk’ün yüksek iletişim becerilerine sahip ve Goleman’ın tanımına uygun bir
kişilik sergilediği söylenebilir.
Sonuç
Etkili iletişimin büyük ölçüde duyguların doğru algılanması, değerlendirilmesi ve
bunun sonucunda duygu ve davranış üzerinde gerekli olduğu düşünülen değişimlerin
gerçekleştirilmesine bağlı olduğu söylenebilir. Bu noktada duyguları anlama ile kişinin kendi
ve diğerlerinin değerlerinin, inançlarının, yetkinliklerinin farkına varabilmesi kast
edilmektedir. Kısaca insanın kendine ve başkalarına ait duyguları doğru algılayıp
değerlendirmesi ve ifade edebilmesi, bu duygular arasında ayrım yapıp, elde ettiği bilgileri
etkin kullanabilmesi ile ilgili yetenekler olarak tanımlanan duygusal zekâ, kendimizin ve
başkalarının duygularını tanıma, içimizdeki ve ilişkilerimizdeki duyguları iyi yönetme ve tüm
bu süreçlerde kendimizi güdüleme yetisidir. Duygusal zekâ bireysel ve toplumsal boyuta
sahiptir. Bireysel boyutuyla, kendi değerlerinin ve yeteneklerinin farkında olma, kendini
önemseme, değerli bulma, kendinin farkında olma ya da özbilinç, strese dayanıklılık ve
hoşgörü, yaşamı anlamlı bulma, zevk alma, bağlanma, kendini mutlu edecek uğraşlar bulma,
çevresine mutluluk yayma gibi kazanımlarla ilgiliyken; toplumsal boyutuyla toplumsal
farkındalık, çevreyi anlamaya çalışma, duygudaşlık, insanları etkileme, inandırma, ikna etme,
etkili iletişim, çatışmaları çözmek, ekip çalışmasına uymak, yeniliklere gelişime açık olmak
olarak özetlenen toplumsal ilişki becerilerinin kazanımıyla ilgilidir
Siyasal liderliğin en belirgin göstergesinin kitlelerin düşünceden eyleme uzanan
süreçlerini etkileyerek yönlendirebilmeleri olduğu düşünüldüğünde Atatürk’ün liderliğinde
duygusal zekânın önemli bir rol oynadığı söylenebilir. Slovey ve Mayer’in duygusal zekâ
tanımı ve modeli temel alınarak, anılar aracılığıyla beş yetenek çerçevesinde değerlendirilen
Mustafa Kemal Atatürk’ün üstün duygusal zekâya sahip bir lider olduğu sonucuna
varılmaktadır. Atatürk, duygulardan bağımsız hareket etmek yerine, duygularını ve mantığını
başarılı bir şekilde, bir arada kullanmış bir liderdir. Duygusal zekâ kapsamında
değerlendirilen tüm yeteneklere sahip olduğu, gerek hakkında aktarılmış yaşanmışlıklarda
gerek söylevlerinde oldukça açık bir şekilde gözlemlenebilmektedir.
Duygusal zekânın birinci bileşeni olan kendini tanımak çerçevesinde Atatürk’ün
çocukluğundan hayatının sonuna kadar kendini tanıyan, duygularının, gereksinimlerinin, zayıf
ve güçlü yönlerinin farkında ve bu farkındalıkla davranışlarına yön veren bir kişi olduğu
söylenebilir. Duygularını oldukça başarılı bir şekilde mantığıyla bir arada kullanabilmiş ve
yönlendirebilmiştir. Bu yetenek bağlamında Atatürk’ün özgüveni, özbilinci yüksek, doğru öz
değerlendirme yapabilen bir lider olduğu söylenebilir. “Hürriyet ve istiklal benim
karakterimdir’’ sözü Atatürk’ün hayatını adadığı mücadelede kendini ne kadar iyi tasvir
ettiğine verilecek en doğru örneklerden biridir.
Duyguları yönetebilme ve güdüleme açısından değerlendirildiğinde Atatürk’ün en
zorlu koşullarda dahi bu yeteneklerini kaybetmeyip, neyi, nasıl, ne zaman ve nerede
gerçekleştireceğinin planını yaptığı, tüm girişimlerini vatan ve millet sevgisi üzerine
yoğunlaştırarak, hürriyet mücadelesini asla bırakmadığı görülmektedir. Bu da Atatürk’ün
güdüleme düzeyinin yüksek olduğunu sonucunu doğurmaktadır.
En yalın haliyle kendini başkalarının yerine koymak olarak tanımlanan duygudaşlık
kapsamında Atatürk’ün kendini çaresiz ve zor durumda kalmış bir “millet” in yerine koyarak
tüm eylemlerini o milletin özgürce, insani bir şekilde yaşayacağı bir ülkeye kavuşması adına
gerçekleştirdiği söylenebilir. Sivas ve Erzurum kongrelerine bakıldığında çoğunluğu halktan
temsilcilerin oluşturduğu ortamda halkı anlamanın mücadelesini vermiştir. Zaferin ardından
bireysel çıkarları doğrultusunda yaşamak yerine, hayatının sonuna kadar zaferin kalıcı ve
sağlam bir zemin üzerine oturtulması için, halkın muasır medeniyet seviyesine ulaşması için
durmaksızın çalışmış, kısa zamanda birçok devrim ve yeniliğe imza atmıştır.
Sosyal beceriler bağlamında elde edilen bulgular Atatürk’ün bu yönünün oldukça
gelişmiş olduğu yönündedir. Adeta bir alışkanlık haline getirdiği, çevresindekilerin fikirlerini
alıp beyin fırtınası yaptığı akşam yemekleri, Kurtuluş Savaşı sürecinde halkla gerçekleştirdiği
kongreler, Fransızca ve Almanca gibi dillere hâkim olup, o dillerde çok çeşitli kaynakları
okuması ve öğrendiklerini başta hukuki alan olmak üzere sanat vb. birçok alanda uygulamaya
koyması, giyimi, kuşamı, sanata olan ilgisi vb. Atatürk’ün sosyal becerilerinin gelişmişliğine
verilecek çeşitli örneklerdir.Sosyal becerinin özünü oluşturan iletişimi sürdürmek konusunda
verilecek en güzel örnek ise vefatının 65. yıldönümünde olunmasına rağmen söylevleriyle,
sözleriyle Türk milletine ve Türk gençliğine hala yol gösteriyor olmasıdır. Özellikle bir
sözüyle iletişimde yer ve zaman mevhumunu aşarak önemli olanın duygu ve düşüncelerin
doğru aktarımı olduğunun ve bir bakıma duygusal zekânın öneminin altını çizmiştir:
“Beni görmek demek, behemmal yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi,
benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kâfidir.”
Kaynaklar
Acar, F. (2002). Duygusal Zekâ ve Liderlik, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı: 12: 53-
68
Aslan, T. (2008). Siyasi, Sosyal ve Kültürel Açıdan Atatürk’ün Liderliği Üzerine Bir Deneme,
C.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi Aralık - Cilt: 32 No: :241-261
Atay, F. R. (2004). Çankaya İstanbul: Pozitif Yayınları
Aydemir, Ş. S. (1995). Tek Adam Mustafa Kemal 2. Cilt 1919-1922 İstanbul: Remzi Kitabevi
Aydemir, Ş. S. (1997). Tek Adam Mustafa Kemal 1. Cilt 1881-1919 İstanbul: Remzi Kitabevi
Bakan, İ., Büyükmeşe ve T. (2010). Liderlik “Türleri” Ve “Güç Kaynakları”na İlişkin Mevcut-
Gelecek Durum Karşılaştırması: Eğitim Kurumu Yöneticilerinin Algılarına Dayalı Bir Alan
Araştırması, KMÜ Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi 12 (19): 73-84.
Basar, A. (2009). Anılar Yelpazesinde Mustafa Kemal Atatürk - Atatürk ve Dünya Ankara:
Gürler Matbaacılık
Basar, A. (2009). Anılar Yelpazesinde Mustafa Kemal Atatürk – Milli Mücadele Kurtuluş
Savaşı Ankara: Gürler Matbaacılık
Bozok, S. (2011). Yaveri Atatürk’ü Anlatıyor İstanbul: Doğan Egmont Yayıncılık ve
Yapımcılık Tic. A.Ş
Çakar, U. ve Arbak, Y. (2004). Modern Yaklaşımlar Işığında Değişen Duygu – Zekâ İlişkisi
ve Duygusal Zekâ, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 6/3 : 23-48
Çetin, G. N. ve Beceren, E. ( 2007). Lider Kişilik: Gandhi, Süleyman Demirel Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 3(5):110-132
Dağlı, G., Silman, F. ve Çağlar, M. (2008). Liderlerin Başarısında Duygusal Zekânın Rolü ve
Önemi, KKEFD Sayı :17
Daver, B. (1993). Siyaset Bilimine Giriş Ankara: Siyasal Yayınları
Doğan, S. ve Demiral, Ö. (2007). Kurumların Başarısında Duygusal Zekânın Yeri ve Önemi,
Yönetim ve Ekonomi , 14 / 1:209 -230
Dural, B. (2004). Atatürk’ün Liderlik Sırları İstanbul: Okumuş Adam Yayınları.
Dündar, C. (2011). Yükselen Bir Deniz Ankara: İmge Kitabevi Yayınları
Erkuş, A. ve Günlü, E. (2008). Duygusal Zekânın Dönüşümcü Liderlik Üzerine Etkileri,
İşletme Fakültesi Dergisi, 9/2: 187-209
Goleman, D. (2006). Duygusal Zekâ Neden IQ’dan Daha Önemlidir? İstanbul: Varlık
Yayınları.
Kongar, E. (1999). Devrim Tarihi ve Toplumbilim Açısından Atatürk. İstanbul: Remzi
Kitabevi.
Kongar, E. (2007). 21. Yüzyılda Türkiye İstanbul: Remzi Kitabevi
Küçükali, R. (2006). Bir Lider Olarak Atatürk ve Eğitime Bakışı, KKEFD Sayı 14 :211-222
Leblebici, D. N. (2008). 21.Yüzyılın Liderlik Anlayışına Bakış, C.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi
Cilt : 32 No:1 : 61-72
Machiavelli, N. (1999). Prens İstanbul: Oğlak Yayıncılık
Ozankaya, Ö. (1995). Cumhuriyet Çınarı Ankara: T.C Kültür Bakanlığı Yayınları
Sezgül, İ. (2010). Liderlik ve Etik: Geleneksel, Modern ve Postmodern Liderlik Tanımları
Bağlamında Bir Değerlendirme, Toplum Bilimleri Dergisi 4 (7) : 239‐251
Taşdemir, E. (2009). Toplumların İdaresinde Liderler ve Yöneticiler, Gazi Üniversitesi
İletişim Fakültesi, İletişim,Kuram ve Araştırma Dergisi Sayı 29 : 149-165
Tekinalp, Ş. (2003). Yönetim Sanatı ve İletişim Liderin El Kitabı Ders Notları, Kocaeli
Topuz, H. (2012). Bana Atatürk’ü Anlattılar İstanbul: Remzi Kitabevi
Töremen, F. ve Çankaya, İ. (2008). Yönetimde Etkili Bir Yaklaşım: Duygu Yönetimi, Kuramsal
Eğitimbilim 1 (1) : 33-47
Volkan, D. N. ve Itzkowitz, N. (2011). Atatürk Anatürk İstanbul: Alfa Yayınları.
Wess, Roberts ( 1989). Hun İmparatoru Atilla’nın Liderlik Sırları İstanbul: İlgi Yayınları