Download - "Ya Sev Ya Terket'in Ermenicesi: Osmanlı Devletinde Tabiiyet ve Sınırdışı Uygulamalarından Bir Fasıl", Sınır ve Sınırdışı, ed. Didem Danış, İbrahim Soysüren. İstanbul:

Transcript

Ya Sev Ya Terket’in Ermenicesi:

Osmanlı Devletinde Tabiiyet ve Sınır Dışı Uygulamalarından

Bir Fasıl

Sinan Dinçer

Coğrafyamızda on dokuzuncu yüzyıldan yirminci yüzyılın

ortalarına uzanan dönem siyasi açıdan iki süreç ile tarif

edilebilir. Bunlardan birincisi merkezileşme ekseninde idari,

askeri, mali ve hukuki yönleriyle modern devletin tesisidir.

İkinci süreç ise Osmanlı İmparatorluğu’nun çok etnili ve dinli

nüfusunun Türkiye Cumhuriyeti’ne uzanan yolda kısmen

homojenleşmesi, tek millet ve tek din üzerine kurulu bir

ideolojik anlayışın hakim olmasına zemin hazırlayacak biçimde

şekillenmesidir. Bu iki süreç ilk bakışta Batı Avrupa üzerinden

dünyaya yayılan idari, askeri, mali ve hukuki mekanizmaların ve

ulus devleti merkez alan ideolojilerin Osmanlı İmparatorluğu’na

taşınması şeklinde tek yönlü ve doğrusal bir süreç olarak

algılanabilirse de, bahsettiğimiz dönüşüm süreci bundan çok

daha karmaşık ve özgünlükler barındıran bir biçimde

yaşanmıştır. Bir başka deyişle, Osmanlı İmparatorluğu’nun

modernleşme ve homojenleşmesi bir bütün olarak bakıldığında

çeşitli aktörlerin öznel tercihlerinin ve nesnel koşulların

diyalektik ilişkisi üzerinden şekillenmiştir. Dönüşümün hem

öznesi hem de nesnesi olarak değerlendirilebilecek devlet

özelinde bakıldığında ise süreç, gerek deneme yanılma üzerinden

kazanılan tecrübeler, gerek devlet içinde taraflaşmalar yaratan

1

çıkar çatışmaları ve gerek maddi kısıtların etkisiyle, batı

menşeli modeller arasında yapılan tercihler ve tercih edilen

modellere yapılan müdahaleler sonucunda şekillenmesi itibarıyla

özgündür. Bu dönüşüm sürecinin önemli bileşenlerinden biri

tabiiyeti tanımlayan kanunlar ve bunların uygulamalarıdır.

Tabiiyetin yukarıda bahsettiğimiz süreçle en belirgin

bağlantısı, on dokuzuncu yüzyılın ilk çeyreğinden başlayarak

yatay ve dikey olarak giderek daha fazla alana nüfuz eden

merkezi devlet ile tebaa arasındaki hak ve ödevler dengesine

indirgenebilecek, yöneten ve yönetilen arasında oluşan

meşruiyet-temsiliyet uzlaşmasını da kapsayan ilişkidir.1

Özellikle Osmanlı deneyiminde öne çıkan bir diğer bağlantı

noktası ise kimlerin tebaa sayılıp kimlerin sayılmayacağıdır.

Bu tasnif yukarıda tarif edilen dönüşümün ikinci ayağıyla, yani

imparatorluktan ulus devlete geçiş süreciyle alakalıdır. Bu

noktadan hareketle bu makalede sınır dışı etme pratiklerinin

tabiiyet eksenli tasnifle ilişkisini inceleyeceğiz. Yukarıda

dile getirdiğimiz, sürecin barındığı özgünlüklerin bir tezahürü

olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde Ermenileri

hedef alan polisiye önlemlerin nasıl demografik politikalar

gözetilerek uygulanan bir sınır dışı etme politikasına

evrildiğini, tek bir unsuru hedef alan bu uygulamanın genel

olarak tabiiyet hukukunu nasıl şekillendirdiğini göstermeye

çalışacağız.

1 On dokuzuncu yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda meşruiyet-temsiliyetuzlaşmasının doruk noktasının bir parlamentonun teşkilini de içeren 1876tarihli Kanun-i Esasi ve özellikle bunun “tebaa-i Devlet-i Osmaniye’ninhukuk-ı umumiyesi”ni tarif eden 8 ila 26’ncı maddeleri olduğunusöyleyebiliriz (Akgündüz, 2011: 438-439).

2

Ancak devam etmeden önce “ulus devlete geçiş” ile ilgili

bir yanlış anlama olasılığını ortadan kaldırmak gerekiyor.

Yukarıda belirtilen zaman aralığının başından itibaren, siyasi

iktidar sahiplerinin büyük kısmının, yorum farklılıkları saklı

kalmak kaydıyla benimsediği, en azından bütünüyle reddetmediği,

devlet aygıtının modernleşmesinin aksine, ulus devlete geçişin,

bir başka deyişle tek millet ve tek din üzerine kurulu bir

devlet arayışının, her dönemde genel kabul gören bir hedef

olmadığını, hatta sürecin önemli bir kısmında marjinal bir

özlem olarak kaldığını belirtmek gerekir. Ulus devletin adeta

kaçınılmaz bir model olarak benimsenmesi, 1877-78 Osmanlı-Rus

Harbi’nden Balkan Savaşı’na ve Birinci Dünya Savaşı’na uzan

süreçte yaşanan toprak kayıpları ve zorunlu nüfus

hareketlerinin de etkisiyle, artık imparatorluk sisteminin

idamesinin maddi gerekçelerinin büyük ölçüde ortadan kalktığı,

ulus devlet modelinin yaşama geçirilmesinin ise daha olanaklı

hale geldiği bir döneme tekabül eder.2 Bu nedenle tabiiyet

eksenli tasnif, ileride göreceğimiz gibi bazı etnik-dini

unsurların imparatorluk içindeki nüfus oranlarının

azaltılmasını ima etse bile, bunun ulus devlete geçiş hedefi

gözetilerek yapıldığı iddia edilemez.3

Nüfus hareketlerinin kontrolü

2 Bir diğer deyişle Arap, Arnavut, Bulgar, Ermeni, Rum ve Sırp nüfusun büyükbir kısmının ülke sınırları dışında kalmasının ardından, içeride kalanunsurların Türk-Müslüman kimliğini esas alan bir ulus devlet içinde asimileya da izole edilebileceğine inanılmıştır. 3 Öte yandan bu makalenin içeriğinin önemli bir kısmını teşkil eden İkinciAbdülhamid döneminde, etnik-dini unsurlara dair genel politikanın birsonucu olarak, ileriki dönemde ulus devlete geçiş sürecini kolaylaştıranİslamcılık politikası ile bu tasniflerin kısmen örtüştüğü savunulabilir.

3

Osmanlı İmparatorluğu’nda on dokuzuncu yüzyıl öncesinde

sınır kavramı bugünkünden farklıydı. Kaleler ve kontrollü

geçitlerle korunan devlet sınırlarının fiziksel önemi daha

ziyade askeriydi. Osmanlı’da klasik dönemde nüfus

politikalarının tebaanın sayısını azamileştirmeye dönük olduğu

dikkate alınmalıdır. Kişi ve grupların Osmanlı devletine gelip

reaya olarak yerleşmeleri, çok miktarda kullanılmayan toprağa

sahip olan imparatorluk için vergi tabanının genişlemesi

anlamına geldiğinden arzu edilen bir durumdu. Ülkeye girecek

kişinin dini ve etnik kökeni, siyasi ve toplumsal nedenlerle

istenmeyen bazı gruplar bir yana bırakılırsa, ikinci derece

öneme sahipti. Devletin askeri ve adli himayesi karşılığında bu

kesimlerden beklenen yerleşip imparatorluğun siyasi düzenini

bozmayacak biçimde, merkezi otoriteye doğrudan veya dolaylı

biçimde parasal veya ayni vergilerini ödemeleri ve işgücü

arzında bulunmalarıydı. Bu devirde sınır dışından göçü teşvik

edici nitelikteki yasal düzenlemelerin4 yanı sıra, Osmanlı

İmparatorluğu ile İran arasındaki savaşlarda iki tarafın da

Doğu Anadolu5 ve Transkafkasya’daki Müslüman ve gayrı-Müslim

nüfusu kendi tebaası olarak tutmak amacıyla iç bölgelere göç

ettirmesi (Bournoutian, 2010: 3, 56, 532) ve 1828-29 Osmanlı-

Rus savaşının ertesinde Ermeni nüfusunun Rusya’ya göç

ettirilmesinin Osmanlı yönetimince arzu edilmeyen bir durum

teşkil etmesi gibi (Beydilli, 1988: 387), etnik-dini kökenden

4 Özellikle on altıncı yüzyıl kanunnamelerinde görülen “hariç ez defter”reayaya dair düzenlemelerin yer yer çevre ülkelerden Osmanlı topraklarınagöçen kişiler dikkate alınarak yapıldığı düşünülebilir. (Akgündüz, 1992:446; 1994a: 319; 1994b; 483)5 Bu makale boyunca kullanılan “Doğu Anadolu” tabirinin günümüzdeki coğrafibölgeden ziyade, kabaca Anadolu Yarımadası’nın doğusunda yer alan Osmanlıtopraklarını tarif ettiğini belirtelim.

4

bağımsız olarak nüfusun azamileştirilmesinin amaçlandığına

işaret eden uygulamalar da vardır. 1860’larda Kafkasya’dan

Osmanlı devletinin teşvikiyle gerçekleşen göçlerin nüfus

politikalarında belli bir unsurun öne çıkarıldığına işaret edip

etmediği tartışılabilir olmakla beraber, 1880’lere gelindiğinde

Osmanlı devletinin halen gayrı-Müslim tebaanın ülkeyi terk

etmesine karşı girişimlerde bulunduğunu görüyoruz.6

Ülke sınırlarının bu geçirgenliği günümüz bakış açısından

yanıltıcı olabilir. On dokuzuncu yüzyıl öncesinin iktisadi-

siyasi yapısı içinde mal ve insanların giriş çıkışlarının sıkı

biçimde kontrol edildiği noktalar kentlerdi. Hemen her büyük

kentte muhafaza edilen şehir duvarlarının askeri amacın

ötesinde insan ve mal hareketlerini kontrol amacını taşıdığı

dikkate alınmalıdır. Osmanlı devletinde şehirliler ve dışarıdan

gelenler siyasi, iktisadi ve kültürel olarak ayrıştırılmıştır.

“Şehirli taifesi” olarak adlandırılan kesim farklı bir vergi

rejimine tabiiydi ve narh gibi siyasi-iktisadi ayrıcalıklardan

yararlanıyordu. Normal koşullarda siyasi iktidarın şehirli

taifesini şehirden uzaklaştırması söz konusu olamazdı.

Taşralılar ise şehre gelebilir, burada çalışabilir ve

oturabilirlerdi. Ancak bu durum, raiyet vergilerini ödemeleri

başta olmak üzere bir dizi şarta ve kısıtlamaya bağlıdır.

İstisnaları saklı olmakla birlikte yaygın bir yasal düzenleme

olarak bir reayanın şehirde daimi surette ikamet hakkını

kazanabilmesi için 10 ila 15 sene o şehirde ikamet etmesi

gerekirdi (Akgündüz, 1994a: 289). Ancak durum pratikte bu kadar

6 Buna örnek olarak 1887 yılında Samsun Terme’den Rusya’ya göç etmek isteyen30 kadar Ermeni ailenin kendilerine toprak hibe edilmesi suretiyle göçtenvazgeçirilmelerini anabiliriz. (OADB, 2006a: 33)

5

basit değildi. Yasal mühlet tamamlanana kadar reaya her an

şehirden gönderilme tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Bunun

sebebi, şehrin kalabalıklaşması olabileceği gibi, bazı

bölgelerin fazla göç vererek devletin mali ve askeri

ihtiyaçlarını karşılayamama durumuna düşmeleriydi (Aktepe,

1958).

Yeniçeri Ocağı’nın Haziran 1826’da dağıtılması, askeri

alanda modernleşmenin önündeki direncin kırılmasının ötesinde,

merkezi iktidarın İstanbul başta olmak üzere Osmanlı tebaasını

teşkil eden nüfus üzerindeki tahakkümünün önündeki engellerin

kaldırılması doğrultusunda da sembolik bir önlem taşır. Bu

tarihten itibaren yatay ve dikey olarak yeniden örgütlenen ve

etki alanını genişleten devlet, tebaa ile ilişkilerini

kurumsallaştırmış, bu bağlamda imparatorluk düzeninin ana

unsurları arasında yer alan dini önderlikler de

modernleştirilerek devletin merkeziyetçi hedefleri

doğrultusunda işlev kazanan kurumsal yapıya kavuşmuşlardır

(Anagnostopoulou, 2004). Bu makale kapsamında detaylarına

giremeyeceğimiz bu dönüşümün, hem eski düzeni savunan

kesimlerin, hem de sürecin sonucu olarak ortaya çıkan yeni

toplumsal dinamiklerin tepkileriyle yüzleşmek zorunda kaldığını

belirtmekle yetinelim. Konumuzla ilişkisi itibarıyla bu

dönüşümün önemli bir parçasının nüfusun hareketinin kontrol

altına alınması olduğunu da vurgulamak gerekiyor. Yeniçeri

Ocağı’nın kaldırılmasının hemen ardından, Ağustos 1826’da

yürürlüğe konan İstanbul İhtisab Ağalığı Nizamnamesi ile

standartlaştırılmış bir pasaport rejiminin temeli atılmıştır

(Ergin, 1995: 328-341). Bu nizamname ile İstanbul’dan

6

başlayarak uygulamaya konan 1841 tarihli Men-i Mürur

Nizamnamesi ile özel bir kanuna tabii kılınan yurtiçi pasaport

niteliği taşıyan mürur tezkereleri7 ve 1867 tarihli Pasaport

Odası Nizamnamesi ile şekillenen uluslararası pasaportlar

(Çadırcı, 1993) nüfus hareketlerinin kontrolü doğrultusunda

etkili araçlar olarak merkezi devletin gücüne paralel olarak

ülke geneline yayılmışlardır.

Osmanlı’da tabiiyet rejimi

Osmanlı İmparatorluğu’nda on dokuzuncu yüzyıldaki sınır

dışı pratiklerini üçe ayırabiliriz. Bunlardan birincisi Osmanlı

devleti ile ikili kapitülasyon anlaşmaları imzalamış olan

devletlerin yurttaşlarına dairdir. Esasında bu ülke

vatandaşlarının Osmanlı topraklarındaki konumu

“ekstrateritorialite”8 ilkesi üzerine şekillenmiştir (House of

Representatives, 1912: 742-743). Genel uygulama bu kişilerin

konsolosluk temsilcilerinin de hazır bulunması koşuluyla

Osmanlı mahkemelerinde yargılanması ama cezalarının

belirlenmesi ve infazının konsolosları tarafından

gerçekleştirilmesidir (Gordon, 1932: 191). Bu suretle bu

kapsamdaki yabancıların Osmanlı ceza infaz sistemine tabii

olmaları yerine kendi ülkelerinin temsilciliklerine teslim

7 İkinci Meşrutiyet dönemine kadar vilayetler arası seyahat için mecburikılınan mürur tezkereleri kişinin kimlik bilgilerinin yanı sıra gideceğiyeri ve seyahat amacını da içerirlerdi. Tezkere mahallenin yahut köyünmuhtarı ya da din adamı tarafından verilen ilmühaber ile ücret karşılığındamülki amirden alınırdı.8 Fransızca extraterritorialité. Bir ülkenin egemenlik alanı dışında varsayılma durumu. Kapitülasyonların yürürlükte olduğu dönemde söz konusu devletlerin tüm yurttaşlarını kapsayan bu statü, günümüzde diplomatik personel ile sınırlanmıştır. (İskit, 2007: 553)

7

edilerek fiilen sınır dışı edildikleri söylenebilir. Bu tür

sınır dışı etme yöntemlerinin siyasi amaçlarla kullanımının

sistematikleşmediğini belirtmek gerekir. Örneğin Amerikalı

Protestan misyonerlerin Osmanlı yönetimince tehdit olarak

algılandıkları dönemde bile, bu kişilerin sınır dışı

edilmesinden ziyade, ülke içinde seyahatlerinin engellenmesi

yoluna başvurulmuştur (Moore, 1906: 1005-1006). Bu kesimler söz

konusu olduğunda sınır dışı uygulamasının nadiren yaşama

geçirilmesinin önemli bir nedeni mensubu oldukları devletlerin

Osmanlı devleti üzerindeki diplomatik baskılarıdır. Bu birinci

gruptan ayrışan diğer bir yabancı grubu ise Osmanlı’nın

kapitülasyon anlaşmaları imzalamadığı ülkelerin vatandaşları,

ya da imzaladığı ülkelerin ikinci sınıf diye tabir edilebilecek

vatandaşlarıdır. Osmanlı’da işçi olarak çalışmak üzere gelen

İngiliz tebaası sayılan Maltalılar ve Avusturya-Macaristan

İmparatorluğu tebaası sayılan Hırvatlar gerek suç

işlediklerinde, gerek tehdit olarak algılandıklarında sınır

dışı edilmişlerdir (OADB, 2010: 247; House of Representatives,

1898: 586). Yabancı devletlerin diplomatik temsilciliklerinin

de bu kesimlerin sınır dışı edilmesini protesto etmek konusunda

daha isteksiz olduklarını düşünmek gerekir.

Osmanlı devletindeki üçüncü ve bu makale kapsamında

detaylarına ineceğimiz sınır dışı pratiği ise Osmanlı

tabiiyetini kaybeden kişileri hedef almıştır. Osmanlı

İmparatorluğu’nda özellikle on dokuzuncu yüzyılda “yabancı”

kavramı geçmişte yabancı devletlerle imzalanmış olan

kapitülasyon anlaşmaları nedeniyle karmaşıklaşmıştı. Özellikle

1830’ların sonları ve 1840’ların başlarında imzalanan liberal

8

ikili ticaret anlaşmalarının da etkisiyle, yabancı devlet

tebaası olmak Osmanlı topraklarında adli ve iktisadi avantajlar

sağlamış, bu bağlamda çok sayıda Osmanlı tebaasının ülkedeki

elçilik ve konsolosluklar aracılığıyla yabancı ülke tabiiyetine

geçmesi ekstrateritorialite ilkesi doğrultusunda bu kişileri

Osmanlı devletinin mali ve adli kontrolünün dışına çıkardığı

gibi, siyasi sakıncalar da yaratmıştır.9 Bu durum Osmanlı

devletini bir dizi yasal düzenlemeler yapmaya itmiştir. 1850-51

yılında bu yolla tabiiyet değiştirenlere üç ay içinde bir daha

dönmemek üzere ülkeyi terk etme zorunluluğu getirilmiş10, bu

düzenleme Osmanlı imparatorluğunun kapitülasyon anlaşmaları

imzaladığı yabancı devletlerce de kabul görmüştür (Unat, 1966:

1-3, Gordon, 1932: 327). Bu kapsamdaki en önemli kanuni

düzenleme ise 24 Ocak 1869’da yürürlüğe giren Tabiiyet-i

Osmaniye Kanunnamesi’dir. Dokuz maddeden ibaret olan ve Osmanlı

tabiiyetinin niteliğini ve kazanılma ve kaybedilme koşullarını

belirleyen bu yasanın bizi ilgilendiren kısmı yabancı ülke

tabiiyetine geçenleri kapsayan beşinci ve altıncı maddeleridir.

Beşinci madde, yabancı ülke tabiiyetine geçilmesini şahsa özel

9 Özellikle gayrı-Müslimlerin yabancı devlet tabiiyetine geçerek ticaretteMüslüman rakiplerine karşı haksız avantaj sağladıkları tezi, on dokuzuncuyüzyıl ortalarında Osmanlı topraklarında yaşanan cemaatler arası bir dizigerilimin gerekçesi olarak gösterilmiştir. 10 Düzenlemeden önce tabiiyet değiştirenler için de cari olan söz konusudüzenlemeye göre yabancı devlet tabiiyetine geçen kişinin, Osmanlı tebaasımuamelesi görmeyi kabul etmesi şartıyla Osmanlı topraklarında ikamete devametme seçeneği de vardı. Bu düzenlemenin aşağıda inceleyeceğimiz 1869tarihli Tabiiyet-i Osmaniye Kanunnamesi’ne esas teşkil ettiğini görüyoruz.Yine aynı düzenleme 1858 tarihli Arazi Kanunnamesi’nde de yer aldığı üzere,miri arazi üzerindeki tasarruf hakkının ve mülk statüsündeki arazi veemlakın miras hakkının kaybedilmesini de içermektedir. 1850-51 tarihlidüzenlemede, mülkiyet ve miras haklarına dair kararların “öteden beri cariolan kaide ve usul iktizasınca” olduğu vurgulanmış, ancak tabiiyetdeğiştirenlerin lehine olarak bunlara emlakını üç ay içinde satma hakkıtanınmıştır.

9

irade-i seniyeye11, yani padişah iznine tabii tutmakta, izinsiz

yabancı ülke tabiiyetine geçen Osmanlı tebaasının yabancılık

statülerinin Osmanlı devleti tarafından tanınmayacağını

belirtmektedir. Bu maddeye göre bu kişiler Osmanlı devleti

sınırları içinde Osmanlı tebaası muamelesi göreceklerdir.

Yasanın yürürlüğe girmesinden önce tabiiyet değiştirmiş

olanların ise yabancılık statüleri tanınacaktır. Aynı kanunun

altıncı maddesi izinsiz olarak tabiiyet değiştirenlerin ya da

yabancı bir devletin askeri hizmetine girenlerin hükümetin

arzusuna bağlı olarak Osmanlı tabiiyetinden

çıkarılabileceklerine ve buna bağlı olarak bir daha Osmanlı

topraklarına dönmelerinin yasaklanacağına dairdir (Unat, 1966:

8-10). Tabiiyet-i Osmaniye Kanunnamesi’nin nasıl uygulanacağı

28 Mart 1869 tarihli “Tabiiyet Kanunnamesi’ni Müfsir Emirname-i

Sami”de, yani sadaret genelgesinde açıklanmıştır. Genelgenin

üçüncü maddesi açık bir şekilde memurların beşinci maddeyi

uygulayacaklarını, altıncı maddede belirtilen tabiiyetin

ıskatının ise ancak Bab-ı Ali’nin kişiye özel talimatıyla

uygulanabileceğini vurgulamaktadır (Unat, 1966: 11-13). Buradan

hareketle yabancı ülke tabiiyetine geçenlerin Osmanlı

tabiiyetlerinin ıskatı suretiyle sınır dışı edilmelerinin

istisnai bir durum olduğu sonucunu çıkartabiliriz.

Tabiiyet Kanunnamesi’nde bahsedilmemekle birlikte Osmanlı

tabiiyetini terk etmenin diğer bir sonucu 21 Nisan 1858 tarihli

Arazi Kanunnamesi uyarınca toprak üzerindeki miras hakkının

kaybedilmesidir. Bu kanunname esas olarak kuru mülkiyeti

devlete ait olan, şahısların ise tapu ile tasarruf hakkına11 Bu kapsamdaki irade-i seniyelerin oldukça nadir çıkarıldığını, tabiiyetdeğiştirme izninin her dönemde istisnai bir ayrıcalık olduğunu belirtelim.

10

sahip oldukları miri toprakları ve miri topraklardan tahsis

edilmiş vakıf topraklarını kapsamaktadır. On dokuzuncu yüzyılda

Anadolu’daki tarım arazileri ekseriyetle bu kapsamdadır. Bu

toprakların mutasarrıfları vergi vermek ve toprağı atıl

bırakmamakla yükümlü oldukları gibi, tapularını miras bırakmak,

satmak ve toprağı kiralamak haklarına da sahiptirler. Arazi

Kanunnamesi’nin 110’uncu maddesi miras hakkında bir istisna

getirerek, bir Osmanlı tebaasının tasarrufundaki toprağı

yabancı ülke tebaası olan akrabalarına miras bırakamayacağını

belirtmektedir. 111’inci maddede ise Osmanlı tabiiyetini terk

eden kişinin arazisinin tasarruf hakkının Osmanlı tebaası olan

veya olmayan akrabalarına intikal etmeyip hemen mahlûl

sayılacağı, yani intifa hakkının devlete geçeceği ve müzayede

ile başkasına satılacağı ifade edilmektedir. Mahlûl düşen

arazide kişinin akrabalarının hakk-ı tapusu olmayacağı, bir

başka deyişle bunlara satın almada öncelik tanınmayacağı da

ayrıca vurgulanmıştır (Çeker, 1985: 63). Arazi Kanunnamesi

dikkate alındığında Tabiiyet Kanunnamesi’nin gerek beşinci

maddesine göre izin alarak tabiiyet değiştiren kişilerin, gerek

altıncı maddesi uyarınca tabiiyeti ıskat edilenlerin Osmanlı

İmparatorluğu sınırları içinde toprak tasarruf etme hakları

bulunmadığı gibi, topraklarını miras bırakma ya da toprak miras

alma hakları da yoktur.12

Yabancılara Osmanlı arazi hukukundan yararlanma olanağı

tanıyan 1867 tarihli nizamname aslen Osmanlı tebaasıyken

12 1858 tarihli Arazi Kanunnamesi mülk arazilere dair bir düzenlemeiçermediği için, bunların sahiplerinin tabiiyet değiştirmeleri durumundahalen 1850-51tarihli düzenlemedeki emlake dair hükümlerin cari olduğunukabul ediyoruz. (Dipnot 10)

11

tabiiyetini değiştirmiş olanların bu kanundan müstesna

olduklarını ve bunların hususi bir kanuna tabii olacaklarını

belirtmektedir13 (Unat, 1966: 17-18). Bahsedilen, 5 Mart 1883

tarihli Ecanibin Hakk-ı İstimlaki Kanununun Birinci Maddesi’nde

İstisna Olunan Eşhasın Emlak ve Arazisine Mahsus Kanun’dur.

Bunun birinci maddesine göre Tabiiyet Kanunu’nun beşinci

maddesinde bahsedilen irade-i seniyeyi haiz olarak tabiiyet

değiştirenler ile aynı kanunun yürürlüğe girmesinden önce

tabiiyet değiştirmiş olanlar 1867 tarihli kanuna tabii

olacaklar ve dolayısıyla Osmanlı arazi hukukundan

yararlanabileceklerdir. İkinci maddede ise Tabiiyet Kanunu’nun

altıncı maddesi uyarınca tabiiyeti ıskat olunanların Osmanlı

topraklarında mülkiyet ve miras haklarından mahrum oldukları

bildirilmektedir. Bu durumu detaylandıran üçüncü maddede

tabiiyeti ıskat olunan kişinin mülk statüsündeki

gayrimenkullerinin mirasçılarına taksim olunacağı,

tasarrufundaki miri arazilerin ise Arazi Kanunnamesi’nin 110 ve

111’inci maddeleri uyarınca mahlûl kabul edileceği

vurgulanmaktadır (Unat, 1966: 18).

Yukarıda sıralanan yasal düzenlemelerin caydırıcılığı

kişinin iktisadi konumuna göre değişiklik arz etmektedir.

Tabiiyetini değiştiren kişinin bir daha Osmanlı topraklarına

dönmemeye razı olduğunu varsayarsak, tasarrufunda tarım arazisi

bulunmayan bir kentli açısından bu düzenlemeler maddi açıdan

bir kayba neden olmamakta, en azından mülkler miras yoluyla

aile içinde kalmaktadır. Miri arazi üzerinde ziraatla uğraşan

köylü için durum çok farklıdır; zira bu durumda arazi tamamen13 Söz konusu nizamname esasında bir protokol suretidir ve sadece Osmanlıdevleti ile bu protokolü imzalayan devletlerin tebaası için geçerlidir.

12

ailenin elinden alınmakta, dolayısıyla ailenin Osmanlı

topraklarında kalan üyelerinin maişetlerini temin olanakları

büyük ölçüde ortadan kalkmaktadır. Öte yandan 1897 yılında bu

uygulamayla ilgili bir araştırma yapan ABD’li diplomatlar bu

tarihe kadar Osmanlı hükümetinin Arazi Kanunnamesi’nin 111’inci

maddesini hiç uygulamadığını tespit etmişlerdir (House of

Representatives, 1898: 589).

Uluslararası göç ve devletin tehdit algısı

Osmanlı tabiiyet mevzuatının oluşturulduğu dönemde tabiiyet

değiştirme büyük ölçüde batılı devletlerin Osmanlı

topraklarında artan siyasi ve iktisadi varlığına bağlı olarak

gerçekleşiyordu. Mevzuatın caydırıcılığı ve Avrupa

devletlerinin bu mevzuata uyum göstermeleri sonucunda bu konuda

uzunca bir süre büyük sıkıntılar yaşanmamış gibi gözükmektedir.

Tabiiyet değiştirmenin 1890’larda yeniden bir sorun olarak

Osmanlı hükümetinin gündemine girmesi ise başka bir olguyla,

uluslararası emek göçüyle ilgilidir. Özel olarak ABD’ye ve

genel olarak tüm yabancı ülkelere emek göçü Osmanlı devleti

açısından çeşitli nedenlerle sakıncalı görülmüştür.14 Bu

noktada mali-iktisadi kaygıların yanı sıra Osmanlı devletinin

çok dinli ve çok etnili imparatorluk yapısı içinde sorunun

farklı düzlemlerde ele alındığını dikkate almak gerekir.

Osmanlı topraklarından emek göçünün esas olarak odaklandığı

birkaç nokta vardır. Bunlardan birincisi ve en kitlesel gibi

görüneni Lübnan-Suriye bölgesinden ABD ve Güney Amerika’ya olan14 Osmanlı devletinin yurtdışına göç ile ilgili kaygıları ve buna karşıaldığı önlemlerle ile ilgili şu kaynaklara başvurulabilir: Akarlı, 1993;Klich, 1993; Kara, 2007.

13

emek göçüdür. Diğer bir göç hareketi Rumeli’den ABD, Rusya ve

Balkan ülkelerine yaşanmaktadır. Son olarak Doğu Anadolu’dan

ABD ve Rusya’ya uzanan bir göç hareketi vardır. Söz konusu göç

hareketlerinin detaylarına bu çalışma kapsamında inilmesi

gerekli olmasa da, kısaca bu hareketlerin her birinin kendi

özgünlükleri olduğunu belirtmek gerekir. Şöyle ki, Lübnan’dan

başta Hıristiyan Arapların katıldığı göç hareketi zamanla

Lübnan ve Suriye’deki Müslümanları da kapsar hale gelmiştir

(Akarlı, 1993). Rumeli’den gerçekleşen emek göçü ise esasen

Yunanistan’daki göç ağlarının önce Osmanlı yönetimindeki

Rumeli’deki Rumlara, ardından Müslümanlar ve Bulgarlar da dahil

olmak üzere bölgedeki diğer topluluklara yayılmasıyla

şekillenmiştir.15 Doğu Anadolu’dan ABD’ye yaşanan göç ise esas

olarak Harput’taki Ermenilerden başlamış, sonrasında ise tüm

Doğu Anadolu’dan Ermeni, Müslüman ve diğer unsurların katıldığı

bir harekete dönüşmüştür (Armenian Historical Society, 1937:

26-28). Öte yandan Doğu Anadolu’nun insan gücüyle beslediği tek

coğrafya ABD değildir. Bu bölge yüzyıllardır İstanbul dahil

olmak üzere tüm Karadeniz havzasının ana emek kaynaklarından

biridir ve özellikle on dokuzuncu yüzyılda liman kentlerinde

artan emek ihtiyacının da etkisiyle bu göç hareketi Doğu

Anadolu’nun iktisadi ve sosyal yapısını belirler düzeye

ulaşmıştır (Clay, 1998). Aynı dönemde bu bölgeden göçün diğer

bir çekim merkezi ise petrol sanayisinin başını çektiği ufak

çaplı bir sanayi devrimi yaşayan Transkafkasya’dır.

15 Yunanistan’dan Osmanlı’nın Rumeli vilayetlerine uzanan bu göçle ilgili şukaynaklara başvurulabilir: U.S. Dept. of Commerce and Labor, 1908: 129-131;Kara, 2007.

14

Osmanlı’dan yurtdışına göç, özellikle Batı Avrupa

örneklerinden farklı olarak, topraksızlıktan kaynaklanmamıştır.

Bilakis geniş topraklara malik olan Osmanlı İmparatorluğu’nun

seyrek nüfusu, özellikle toprağın veriminin düşük ve ulaşım

olanaklarının kısıtlı olduğu yerlerde ekilebilir toprakların

ancak bir kısmını değerlendirebilmiştir. Osmanlı

İmparatorluğu’nda insanları göçe teşvik eden ana unsur ulaşım

zorlukları nedeniyle tarım ürünlerinin pazara sunulup paraya

çevrilememesidir.16 Buna karşın on dokuzuncu yüzyıl boyunca

etki alanını sürekli arttıran merkezi devletin halktan

talepleri arasında parasal vergiler giderek ayni vergiler

karşısında ağırlık kazanmıştır.17 Bu koşullara ek olarak,

Osmanlı nüfusunun büyük çoğunluğunu teşkil eden köylülerin

tarımsal üretimin idamesini maddi bir güvence ve toplumsal

varlıklarını sürdürmelerinin önkoşulu olarak görmelerinin de

etkisiyle, Osmanlı’da iç ve dış göçün genel karakteri

döngüseldir. Yurtdışına giden kişi bir seneden on seneye kadar

değişen sürelerde çalışıp para kazanmakta, yeteri kadar para

biriktirdikten sonra ise memleketine dönmektedir. Genelde

16 Bu durum kendisi de bir göçmen emekçi olan Hagop Mıntzuri tarafındançarpıcı bir biçimde açıklanmıştır: “İstanbul'a niçin geliyorduk?Armudanlar’dan, 11 günlük mesafeden? Ne işimiz vardı? Memlekette fakirmiydik? Hayır. Ambarlarımız, samanlıklarımız doluydu. Fakat bir kuruşnedir? O bile yoktu, olamazdı. Malımızı kime satsaydık, kim alırdı?Tarlalarımızın, bağlarımızın ürünleri para etmezdi. Yirmiden altmışa, kırkyıl boyunca babalarımız beş yılda bir memlekete gelirlerdi.” (Mıntzuri,1998: 109) 17 Yirminci yüzyıl başlarında Osmanlı tebaasını yurtdışına göçe teşvik edenbir diğer etken de merkezi devletin gücünün artmasına paralel olarakgiderek genişleyen bir coğrafyada uygulanan mecburi askerlik hizmetidir.Ancak bu daha ziyade İkinci Meşrutiyet döneminde, evvelce bedel ödeyengayrı-Müslimlerin fiili askerlik hizmetine çağrılmaları ve Osmanlıdevletinin art arda savaşlara girmesiyle göçü teşvik eden ana faktörlerarasında yer almaya başlamıştır (U.S. Dept. of Labor, 1915: 403).

15

memleketine dönen kişinin yerine başka bir aile üyesi

yurtdışına çalışmaya gönderilmektedir. Bu vesileyle zincirleme

göçün de Osmanlı’daki nüfus hareketlerinin ana karakterlerinden

biri olduğu belirtelim.

Osmanlı devletinin göçe dair mali ve siyasi kaygılarını ve

bu bağlamda göçe karşı izlediği engelleyici ve kısıtlayıcı

politikaları bu çalışma kapsamında incelememiz mümkün olmamakla

beraber, bu politikaların göçün öznesinin etnik ve dini

kimliğine bağlı olduğunu ve ayrıca dönemsel olarak değişiklik

arz ettiğini belirtmemiz gerekiyor. Bu bağlamda göç verme

konusunda öne çıkan bu bölgelerin on dokuzuncu yüzyılda Osmanlı

İmparatorluğu’nun siyasi açıdan en sorunlu bölgeleri arasında

yer aldığı dikkate alınmalıdır. Ortadoğu’dan göçün ana kaynağı

olan Cebel-i Lübnan, Suriye ve Lübnan’da 1860’ta yaşanan kanlı

olayların ardından Osmanlı devletinin egemenlik haklarının

kısıtlandığı ve arka planındaki Suriye ile beraber dini-etnik

şiddetin yeniden patlamasından endişe edilen bir coğrafyadır

(Karal, 1995a: 40-41). Rumeli ise, Makedonya sorunu diye

özetlenebilecek, Müslüman, Rum, Bulgar, Sırp toplulukları

arasındaki çatışmalara sahne olmaktadır ve yine burada da

Rumeli Müfettişliği düzenlemesiyle Osmanlı devletinin egemenlik

hakları kısıtlanmıştır (Adanır, 1996: 216-217). Doğu Anadolu’da

da 1877-78 yıllarındaki 93 Harbi’nin ardından imzalanan Berlin

Anlaşması’nın 61’inci maddesiyle Osmanlı devletinin egemenlik

haklarının kısıtlanması gündeme gelmiştir (Karal, 1995b: 132).

1895 ve 1913-14 yıllarında bölgeye dair yabancı devletlerin de

müdahil olduğu idari ıslahat projelerinin gündeme gelmesine

zemin hazırlayan madde, Ermenileri korumayı amaçlamaktadır. En

16

çok göç veren bölgelerin siyasi açıdan en huzursuz bölgeler

olmaları, Osmanlı devlet adamlarının uluslararası göçe dair

icraatlarının ister istemez siyasi bir boyut kazanmasına yol

açmıştır.

Bu koşullar altında Doğu Anadolu’da yaşanan iki paralel

gelişme Osmanlı’daki sınır dışı uygulamalarının yeni bir

faslının açılmasına neden olmuştur. Bunlardan birincisi

Ermenilerin yukarıda bahsedilen göç hareketinin hızlanmasıdır.

On dokuzuncu yüzyılda aşamalı bir biçimde Rusya’nın

hakimiyetine giren Transkafkasya’ya Osmanlı topraklarındaki

Ermenilerin göçünün ne zaman kitlesel boyuta ulaştığını

belirlemek güvenilir istatistiklerin yokluğunda olanaklı

değilse de, 1870’lerde bölgede başlayan petrol üretiminin yol

açtığı hızlı sınaî büyümenin göçün hacmini arttırdığı

düşünülebilir (Atabaki, 2003: 38). Her koşulda 1890’lara

gelindiğinde Doğu Anadolu’dan her sene Ermenilerin yanı sıra

Müslümanların da dahil olduğu çok sayıda kişinin

Transkafkasya’ya gidip buralardaki petrol üretim ve işleme

tesislerinde, fabrikalarda ve demiryolu inşaatlarında

çalıştıkları bilinmektedir (Clay, 1998: 13). Yukarıda

bahsettiğimiz göçün döngüsel niteliği, Doğu Anadolu’dan

Transkafkasya’ya gidenler için de geçerlidir ve hatta aradaki

mesafenin kısalığı nedeniyle döngülerin daha kısa olduğu,

özellikle liman işlerinde ve demiryolu inşaatlarında çalışan

pek çok göçmenin ilkbaharda gelip kışa doğru tekrar

memleketlerine döndükleri düşünülebilir.

Doğu Anadolu’dan ABD’ye göç ise, Rusya ile

karşılaştırıldığında çok daha geç bir dönemde

17

kitleselleşmiştir. Bu hareketi kayıt altına alan ABD

istatistikleri de güvenilir olmamakla beraber, başka bazı

göstergelerden18 de yararlanarak Harput’taki Ermenilerden

başlayıp zaman içinde Doğu Anadolu’nun pek çok yerinden

neredeyse tüm etnik-dini cemaatleri içerir hale gelen göç

hareketinin 1880’lerin ikinci yarısında hızlandığını tahmin

edebiliriz (Willcox, 1929: 386-389). Transkafkasya’ya göç ile

karşılaştırıldığında Doğu Anadolu’dan ABD’ye göçün döngüleri

daha uzundur; genelde beş yıldan önce dönülmemektedir. Bunun

ana nedeni şüphesiz mesafenin uzunluğu ve buna bağlı olarak

seyahat masraflarının yüksekliğidir. Diğer bir neden ise,

ABD’nin göçmenlere beş yıllık sürenin ardından vatandaşlık

hakkı sunmasıdır. Ermeni göçmenlerin ne kadarının bu yola

başvurduğunu bilmek mümkün değilse de, ABD’nin İstanbul’daki

elçiliğinin raporlarında Ermenilerin beş yıllık süreyi

tamamlayıp vatandaşlık başvurusunu yapar yapmaz memleketine

dönmelerinin sık karşılaşılan bir durum olduğundan

bahsedilmekte, bunun nedeni olarak ise Ermenilerin

kapitülasyonlarca ABD vatandaşlarına tanınan

ekstrateritorialite statüsünden yararlanma arzuları

gösterilmektedir. Bu durum Osmanlı devleti kadar, ABD

vatandaşlığı hakkının amacı dışında kullanıldığını savunan

ABD’li diplomatlarca da hoşnutsuzlukla karşılanmıştır (House of

Representatives, 1895a: 683-684; 1898: 584; OADB, 2007a: 53-

56).

18 Bu göstergelerden bir tanesi 1890 yılında Ermeni göçmenlerin başlıcavarış noktaları arasında yer alan Worcester’da bir Ermeni-Gregoryenkilisesi kurulması ve bu kiliseye İstanbul’daki patrikhaneden bir papazatanmasıdır (Armenian Historical Society, 1937: 26).

18

Doğu Anadolu’dan Ermeni göçünün artışıyla eş zamanlı ortaya

çıkan diğer olgu ise özellikle 93 Harbi’nin ardından bölgedeki

Ermeniler arasında merkezi hükümetin politikalarından duyulan

hoşnutsuzluk ve bunun üzerinden şekillenen siyasi

hareketlerdir. Osmanlı’daki Ermeni sorununun gelişimi bu

çalışmanın dışında kalmakla beraber, bu meselenin İkinci

Abdülhamid döneminde Osmanlı devletince nasıl algılandığını ve

göçle nasıl özdeşleştirildiğine kısaca değinmek gerekir. Ermeni

meselesinde en azından başlarda Osmanlı devletini kaygılandıran

ana unsurlar arasında misyonerler ve Rusya vardı. Özellikle

1880’lerin başlarından itibaren Çarlık hükümeti kendi vatandaşı

olan Ermenilerin Rus tahakkümüne karşı tavır alma

olasılıklarından kaygılanarak Ermenilerin siyasi, kültürel ve

dini oluşumlarına karşı baskıcı bir tutum almış, 1890’lardan

itibaren de Doğu Anadolu’daki Ermenilerin baskı altına alınması

konusunda Osmanlı hükümetiyle işbirliğine gitmiş ve Avrupa

devletlerinin Ermeni meselesinden hareketle Osmanlı

İmparatorluğu’na dayatmalarda bulunmalarını engellemişti (OADB,

2006a: 21-22, 42, 57; Aknouni, 1911: 11-12). Çarlık hükümetinin

bu tutumuna rağmen, Osmanlı devletine karşı Ermenilerin silahlı

mücadelesini yöntem olarak benimseyen Ermeni partileri

1890’larda Transkafkasya’daki Ermeniler arasında belli bir

taban oluşturmayı başarmışlardır. Bunun sonucunda zaten Doğu

Anadolu’daki Ermenilerin hoşnutsuzluk emarelerinden şüpheye

düşen Osmanlı hükümeti, Transkafkasya’ya giden Ermeni

göçmenlerin söz konusu Ermeni partilerinin etkisi altına

girmeleri ve hatta sınır ötesi göç hareketlerinin Ermeni

fedailerinin Osmanlı topraklarına sızmalarını kolaylaştırması

19

tehlikesini de göz önünde bulundurmaya başlamıştır (OADB,

2006a: 93). Benzer bir durum ABD’deki Ermeni göçmenler için de

geçerlidir. Osmanlı İmparatorluğu ve Rusya’daki durumun aksine,

ABD’de oldukça serbest bir siyasi ortamla karşılaşan Ermeniler,

memleketlerindeki idari, iktisadi ve kültürel durumun

iyileştirilmesi hedefleriyle dernekler kurmuş, çalışmalar

yürütmüşlerdir. Yine bu makalenin kısıtları nedeniyle çok kısa

olarak, ABD’deki göçmenler arasında da örgütlenmeyi arzulayan

Ermeni partilerinin, en azından 1890’ların ortalarına kadar

göçmenlerin bu dernek ve çalışmalarına pek müdahil

olamadıklarını, ancak buna rağmen Osmanlı devletinin bu

çalışmaları en başından itibaren fesat girişimleri olarak

algıladığını belirtelim (Vartooguian, 1896: 148, 168; OADB,

2007a: 44-47, 186-187). Osmanlı hükümeti açısından ABD’deki

Ermeniler özelindeki en büyük tehlike ise bunların Ermeni

partilerine katılıp, ABD vatandaşlığı elde ettikten sonra

Osmanlı topraklarına dönmeleri ve ABD konsolosluklarının

koruması altında siyasi faaliyetlerde bulunmaları olasılığıydı

(OADB, 2007a: 53-56; House of Representatives, 1895a: 709).

Sonuç olarak 1890’ların başlarında Osmanlı devleti Doğu

Anadolu’ya baktığında gerçeklikle ilişkisinden bağımsız olarak

nasıl baş edeceğini pek de bilemediği iki yeni olgu

görmekteydi: Giderek artan uluslararası göç ve Ermeni

partilerinin göçmenler arasında örgütlenmeleri.

Kolektif suç, topyekûn ceza

Yukarıda anlatılan rahatsızlığa karşı Osmanlı hükümetinin

1890’larda geliştirdiği “çözüm” tabiiyet rejimi üzerinden20

gerçekleştirilen tasnif ve bunun sonucu olarak yaşama geçirilen

sınır dışı uygulamasıdır. Bu politika uygulanış biçimi

açısından toptancıdır; Osmanlı tebaası olan Ermenilerin

olabilecek en geniş kısmı bu uygulamanın kapsamı içine alınmaya

çalışılmıştır. Ermeni siyasi partilerine ya da bunların

faaliyetlerine katılan şahısların tespit edilip

cezalandırılması yerine Ermenilere topyekûn zanlı, hatta suçlu

muamelesi yapılması ilk bakışta Osmanlı devlet aygıtının fiziki

yetersizlikleriyle alakalıdır. Osmanlı devletinin gerek ülke

içindeki, gerek yurtdışından Osmanlı topraklarına giriş yapan

siyasi zanlıları teşhis etme olanakları,19 devletin en azından

büyük şehirlerde hızla modernleşen polis teşkilatı, dehşet

salan hafiye ağı ve Osmanlı konsolosluklarının istihbarat

toplama konusunda profesyonel yöntemlere başvurmalarına karşın

son derece sınırlıdır. Dönemin Zaptiye Nazırı Hüseyin Nazım

Paşa’nın 1890’da dile getirdiği gibi, Ermeni zanlılar yakalansa

bile bunların sorgulanmalarının ardı arkası gelmeyecek,

ülkedeki hapishaneler dahi yetmeyecektir; bu nedenle başka

yollara başvurulması kaçınılmazdır (OADB, 2004: 233).

Ancak maddi yetersizliklerin ötesinde Osmanlı devletinin on

dokuzuncu yüzyılda şekillenen, geleneksel yapıların

modernleşmeci bir çerçevede yeniden üretilmesiyle şekillenen

paradigması da böylesi bir topyekûn cezalandırmaya müsaitti.

Gayrı-Müslimler ile devlet arasındaki ilişkilerin bir kısmının

19 Osmanlı İmparatorluğu’nun uzun ve ıssız sahil şeridi ve karasınırlarından gizlice sızanlar bir yana, kontrol altındaki sınırkapılarından geçenlerin teşhis edilmesinde yaşanan sıkıntıların göstergesiolarak, sahte, tahrif edilmiş ya da bir başkasına ait pasaport taşıyanlarakarşı Ceza Kanunu’na yapılan eklemelere bakılabilir (Düstur, 1939: 1304;Düstur, 1943: 664).

21

cemaatlerin dini önderlikleri üzerinden gerçekleştirilmesi,

Osmanlı İmparatorluğu’nda öteden beri cari olan ve 1826’dan

sonraki süreçte cemaat önderliklerinin devlet tarafından

çizilen kanuni çerçevenin teşvikiyle kurumsallaşması,

yaygınlaşması ve kısmen laikleşmeleriyle beraber etkili biçimde

sürdürülen uygulama olmuştur (Anagnostopoulou, 2004). Örneğin,

bu makalenin konusuyla da bağlantılı olarak, mürur

tezkerelerinin ve pasaportların alınabilmesi için şart olan

ilmühaberler 1908 devrimi sonrasına kadar genel olarak cemaatin

yerelliklerdeki temsilcisi konumundaki kişilerden

alınagelmiştir (Çadırcı, 1993; Düstur, 1939: 1530-1534). Bunun

sonucunda bir cemaatin üyelerinin bir kısmının devletin gözünde

zanlı ya da suçlu durumuna düşmeleri, hükümetin bakış açısından

cemaat önderliğinin görevini gereği gibi yapmadığı ve hatta

belki suça iştirak ettiği şeklinde yorumlanabilmektedir. Buna

karşılık yine 1826’yı müteakiben yapılan düzenlemelerle cemaat

liderliklerinin, özellikle de Ermeni cemaati önderliğinin belli

ölçüde cemaatin genelinin iradesini temsil eder hale gelmesi,20

açıkça ifade edilmese de, cemaat önderliğine atfedilen

kabahatten tüm cemaatin sorumlu tutulması sonucunu

verebilmektedir. Bu bağlamda imparatorluk rejiminin alamet-i

farikası olan, Şer’i hukuk temelli ehl-i zimmet anlayışının21

on dokuzuncu yüzyıl boyunca devam ettiğini ve yahut İkinci

Abdülhamid döneminde canlandırıldığını görüyoruz. Osmanlı

20 Ermeni cemaat önderliği ve Ermeni milleti arasındaki ilişkilere dair şukaynağa bakılabilir (Artinian, 1988).21 Bu ilkeye göre bir İslam devletinin tebaası olan ehl-i kitap gayrı-Müslimler ehl-i zimmettir, yani can, mal ve dinleri hükümdarın himayesialtındadır. Buna karşılık gayrı-Müslimler de başta cizye vergisi ödemekolmak üzere tabiiyet yükümlülüklerini yerine getirecek ve İslam devletininotoritesini tanıyacaklardır.

22

devlet adamları, Ermenilerin topyekûn suçlanmasının ve

cezalandırılmasının on dokuzuncu yüzyıl boyunca yaşama

geçirilmeye çalışılan Avrupa referanslı hukuki çerçeveye aykırı

olduğunun farkında olmakla beraber22, özellikle Ermenilerin bir

kısmının siyasi hareketliliklerini ehl-i zimmet ahdinin

bozulması şeklinde yorumlayabilmekteydiler.23 Bu yoruma göre

Ermeniler isyan ederek Müslümanlarca ve devletçe korunma

hakkını kaybetmişlerdir. Bu yorumun, açık bir biçimde dile

getirilmemekle beraber, en azından bazı devlet adamlarının

kafasında 1890’lardan itibaren Ermenilere karşı uygulanan ve

sınır dışı etmeyi de içeren politikalara meşruiyet sağlamış

olması olasıdır.

Ermenilerle ilgili sorunlara çözüm olarak sınır dışı etme

uygulamalarının bir topyekûn cezalandırma yöntemine dönüşmesi

aşamalı olarak gerçekleşmiştir. İlk aşamada bu uygulamanın

hedefi olan kesim ABD vatandaşlığına geçip Osmanlı topraklarına

dönen Ermeniler olmuştur. ABD hükümetinin göçmenlerin

vatandaşlık kazanma hakkını temel bir prensip olarak kabul

ettiğine ve Osmanlı devletinin bu durumdan duyduğu kaygılara

yukarıda değinmiştik. ABD vatandaşlığına geçen Ermeniler ile

22 Bu farkındalığın bir tezahürü olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun ABD’dekiBüyükelçisi Mavroyeni Bey ABD Dışişleri Bakanlığı’na hükümetininimparatorluğun geniş sınırları içindeki hiçbir millete düşmanlıkbeslemediğini, buna bağlı olarak Ermenilerin ülkeye girişlerine dönükkısıtlamaların da Ermeni milletinin genelini değil, şahısları hedefaldığını temin etmiştir (House of Representatives, 1895a: 711).23 Örneğin Yıldız Sarayı’ndan hükümet üyelerine gönderilmiş 5 Ocak 1896tarihli tezkerede şu ifadelere yer verilmiştir: “Ermenilerin huruç ale’s-sultan cinayetini irtikab ya’ni metbu-ı azam ve halife-i efham EfendimizHazretlerine mutavaattan nükul etmekle nakz-ı ahd etmiş ve ehl-i zimmetolmak sıfatından çıkmış olduklarından bunların mal ve canları heder olupehl-i İslam ol babdaki mesağ-ı şeriyye tevfikan hareket etmek salahiyetinihaiz iken…” (Ökte, 1989: 393).

23

ilgili başlarda Osmanlı Tabiiyet Kanunu’nun yabancı tabiiyeti

yok hükmünde sayan beşinci maddesi uygulanmış, İstanbul’daki

ABD Büyükelçiliği ise söz konusu Ermenilerin ABD korumasında

olduklarının tanınması konusunda ısrarcı olmuştur (House of

Representatives, 1893: 533-534). Ancak gerek ABD’ye göçün

yoğunlaşmasına paralel olarak ABD vatandaşlığına geçen

Ermenilerin sayısının artması, gerek hükümetin Ermenilere dair

şüphelerinin artmasına bağlı olarak özellikle yurt dışından

gelen Ermenileri hedef alan kovuşturma, gözaltı ve

tutuklamaların sıklaşması sonucunda Osmanlı topraklarındaki ABD

diplomatik temsilcilikleri 1892’den itibaren kendilerini

altından kalkılamaz bir iş yükü ile karşı karşıya bulmuşlardır.

Osmanlı güvenlik güçlerinin şüphe üzerine gözaltına aldığı ve

uzun süre tutuklu kalan Ermeni kökenli ABD vatandaşlarının

himaye talebi üzerine devreye girmek zorunda kalan konsoloslar

olabilecek her aşamada ayak direyen Osmanlı memurlarıyla

muhatap olmakta, bunlar hakkında Osmanlı Hariciye Nezareti’ne

şikayette bulunmak dışında bir şey yapamamaktadırlar. Her dava

ile ayrı ayrı ilgilenmek ve bazen uzak vilayetlerin ücra

köşelerine seyahat etmek zorunda kalan konsolosların

girişimleri haftalar sonra neticelenmekte, elde ettikleri tek

sonuç ise söz konusu Ermenilerin sınır dışı edilmek kaydıyla

salıverilmeleri olmaktadır (House of Representatives, 1895a:

683-686, 689). Osmanlı hükümeti tarafından bilinçli bir şekilde

arttırıldığı izlenimi veren tutuklamaların ve akabinde

konsolosluklara çıkarılan zorlukların amacı ABD’yi bu konuda

uzlaşmaya zorlamak gibi görünmektedir.

24

Bu dönemde izinsiz tabiiyet değiştirmiş kişilerin himaye

edilmesiyle ilgili Osmanlı devleti ile sorun yaşayan tek ülke

ABD’dir. Zira Osmanlı İmparatorluğunun tabiiyet mevzuatına

itibar eden Avrupa devletleri ya irade-i seniye almamış Osmanlı

tebaasını vatandaşlığa kabul etmiyor, ya da bu eski Osmanlı

kökenli tebaalarını Osmanlı topraklarına döndüklerinde himaye

etmiyorlardı (Gordon, 1932: 331). Buna karşın ABD, Osmanlı

Tabiiyet Kanunu’nun yürürlüğe girmesinden kısa süre önce kabul

ettiği Temmuz 1868 tarihli yasa ile genel olarak vatandaşlık

değiştirmeyi temel bir insan hakkı olarak tanımış, bu hakkın

kısıtlanmasının ise ABD hükümetinin temel ilkelerine aykırı

olduğunu ilan etmişti. Aynı yasa sonradan ABD vatandaşı olmuş

kişilerin, yurtdışında ABD hükümetinin himayesinden ABD

vatandaşı olarak doğmuş kişilerle eşit biçimde yararlanmaları

şartını getiriyordu (United States Statutes at Large: 350-351).

Bu çelişki 1874’te iki ülke tarafından imzalanan tabiiyet

değiştirme anlaşması ile aşılmaya çalışılmış, ancak anlaşma

burada detaylarına girmeyeceğimiz ihtilaflar nedeniyle

onaylanmamıştı (Karpat, 1985: 115).

ABD Büyükelçisi ve Osmanlı hükümeti arasındaki bu sinir

harbi neticesinde 1893 yılı sonbaharında varılan mutabakat, ABD

vatandaşlığına geçmiş Ermeniler özelinde tabiiyet yasasının

beşinci maddesi yerine altıncı maddesinin uygulanmasıdır. Buna

göre ABD vatandaşlığına geçmiş olan Ermeniler ya yeni

tabiiyetlerini gizli tutmak ve bundan hiçbir zaman

faydalanmamak suretiyle gönüllü olarak beşinci maddeye

uyacaklardır ve yahut Osmanlı hükümeti tarafından sınır dışı

edileceklerdir. Üzerlerinde ABD pasaportuyla ülkeye giriş

25

yapmaları durumunda ise ülkeye sokulmayacaklardır. ABD

diplomatlarının bu sürece müdahale etmemesi karşılığında

Osmanlı güvenlik güçleri de söz konusu Ermenileri sınır dışı

etmek için gereken bir iki günlük asgari sürenin ötesinde

gözaltında tutmayacaklardır (House of Representatives, 1895a:

702-703, 708). ABD Başkanı Grover Cleveland’ın 4 Aralık

1893’teki ulusa sesleniş konuşmasında Osmanlı hükümetinin

Ermeni kökenli ABD vatandaşlarını sınır dışı etme ve ülkeye

sokmama hakkını alenen tanımasıyla beraber Osmanlı hükümeti

muradına ermiş görünmektedir (House of Representatives, 1895a:

X). Dikkat edilmesi gereken nokta, altıncı maddenin Ermenilere

münhasır uygulanıyor oluşudur. Osmanlı hükümetinin diğer

unsurların da ABD vatandaşlığına geçmesini prensipte kabul

etmemekle beraber, bunlar hakkında altıncı değil beşinci

maddenin gevşek bir biçimde uygulandığı ABD hariciye

yetkililerinin yazışmalarında kayıt altına alınmıştır (House of

Representatives, 1895b: 736; 1896: 1472). Öte yandan

vatandaşlık değiştiren kişinin toplumsal konumuna bağlı olarak

hükümet oldukça hoşgörülü de davranabilmektedir. Örneğin ABD

vatandaşlığına geçmiş zengin bir Rum, bir davada ABD

korumasından yararlanmak istediğinde bu durum ilk başta bir

ihtilaf yaratır gibi görünse de, daha sonra beşinci madde

kapsamında geriye dönük bir ferman çıkarılarak kendisinin ABD

vatandaşlığı Osmanlı hükümetince de tanınmıştır (House of

Representatives, 1895b: 739).

Osmanlı devlet adamlarının bu aşamada Tabiiyet Kanunu’nun

altıncı maddesinin uygulama alanını daha da genişletmeyi

düşünüp düşünmedikleri meçhuldür. Ancak Osmanlı devletinin

26

ABD’deki Ermeni göçmenlere dair politikasının belirlenmesinde

sözü dinlenen kişilerden olan Washington’daki Osmanlı

Büyükelçisi Aleksandros Mavroyeni Bey, Haziran 1893’te Osmanlı

Hariciye Nezareti’ne yolladığı bir notta, Ermenilerin ülke

dışına çıkmalarının kısıtlanmasını temel alan hâlihazırdaki

politikanın terk edilerek, mümkün olduğunca çok sayıda

Ermeni’nin yurtdışına çıkmasının ve daimi olarak yurtdışında

kalmalarının Doğu Anadolu’nun siyasi-demografik yapısı

açısından Osmanlı devletince arzu edilir bir durum yaratacağını

ve hatta Ermeni sorununun tedricen çözülmesini sağlayacağını

bildirmiştir (OADB, 2007a: 76-77). Mavroyeni Bey’in önerisini

çarpıcı kılan, bunun Osmanlı devletinin daha önce değindiğimiz

ve Terme’deki Ermeniler özelinde 1888’e kadar devam ettiğini

gördüğümüz nüfusu muhafaza ilkesinden bir sapma teşkil etmesi

ve tabiiyet rejimi üzerinden etnik-dini temelli bir tasnif

yapmayı önermesidir. Bir başka deyişle, Mavroyeni Bey Osmanlı

devletinin geleceği açısından tehdit olarak değerlendirdiği

Ermenilerin en azından bir kısmının Osmanlı topraklarından ve

dolayısıyla tabiiyetinden çıkartılarak bu tehdidin bertaraf

edilmesini önermektedir.

Mavroyeni Bey’in önerisinin hükümetçe dikkate alınıp

alınmadığını bilmesek de, bunu takip eden yıllardaki

politikaların söz konusu öneriyle uyumlu olduğunu

söyleyebiliriz. ABD tabiiyetine geçen Ermenilere karşı

sertleşen tavra paralel biçimde genel olarak yurtdışına çıkmış

olan Ermenilere karşı baskı da artmıştır. Özellikle 1894

yazında yaşanan Sason olayları24 ve müteakiben 1895-189624 Sason’un Talori bölgesinde 1894 yazında yaşanan olaylar, Osmanlı resmi kaynaklarına göre Ermeni Hınçak Partisi’nin öncülüğünde çıkarılmış bir

27

yıllarında Anadolu’nun bir dizi kentinde gerçekleşen

katliamlarla eş zamanlı olarak Osmanlı hükümeti Ermeni

göçmenlere karşı tavrını da sertleştirmiştir. Kasım 1894’te

Sadaret’ten gönderilen genelge ile yurtdışından pasaportsuz

dönen Ermenilerin ülkeye girişleri tamamen yasaklanmış,

pasaportu olanlardan ise ancak (muhtemelen kefalet göstermek

suretiyle) “kendi işleriyle meşgul olacakları taht-ı te’mine

alınanlar”ın ülkeye girmelerine izin verilmiş, dolayısıyla

Ermenilerin ülkeye dönmeleri neredeyse istisnai bir muamele

haline getirilmiştir (OADB, 2007a: 210). Bu süreçte içeride ve

dışarıda yaşananların birbirini tetiklediğini söyleyebiliriz.

Önceki yıllarda gerçekleşen bazı görece ufak olaylar da etkili

olmakla beraber, özellikle Sason olayları yurtdışındaki göçmen

Ermeniler arasında siyasi hareketlilik yaratmıştır. Çeşitli

ülkelerdeki gurbetçi toplulukları olayların kurbanları için

yardım kampanyaları düzenleyip bulundukları ülkelerdeki

kamuoyunu etkilemeye çalışırlarken, Ermeni siyasi partileri de

bu hareketlilikten yararlanarak Ermeni gurbetçiler içindeki

etkinliklerini arttırmışlardır (The Times, 1894: 5; 1895a: 5;

1895b: 5). Bu ise elbette Osmanlı devletinin yurtdışındaki

Ermenilere dair tehdit algısını daha da güçlendirmiştir.

Katliamların bir diğer etkisi de özellikle Doğu Anadolu’nun

sınıra yakın vilayetlerinde yaşayan çok sayıda Ermeni’nin

isyandır ve Ermenilerin Müslüman köylerine saldırmalarıyla yaygınlaşmıştır.Aynı resmi kaynaklar, Osmanlı ordusunun müdahalesi sonucunda isyanın bastırıldığını ve birkaç yüz Ermeni’nin de bu süreçte yaşamını yitirdiğini öne sürmüşlerdir. Osmanlı hükümetinin bu iddialarını yalanlayan yabancı gözlemciler ise, Kürtlerin kendilerinden haraç alma girişimlerine karşı direnen Ermeni köylülerin, üzerlerine saldıran Hamidiye Alayları ve Osmanlıaskerlerince vahşi bir biçimde katledildiğini ifade etmişlerdir (Lewy, 2005: 16, 20).

28

olaylar sona erene kadar canlarını güvene alabilmek için sınırı

geçerek Rusya ve İran’a sığınmalarıdır (Graves, 1933: 151,

155). Bu dönemde olaylardan etkilenen yerlerdeki Ermeni nüfusun

bir kısmının genel asayişsizlik nedeniyle çiftini çubuğunu

kaybettiği ya da toprağını ekemediği dikkate alınarak bunların

en azından bir kısmının zararlarını telafi için

Transkafkasya’ya gittikleri de düşünülmelidir (Graves, 1933:

156). Bu bağlamda çok sayıda Ermeni’nin sınırı geçerek fiziksel

olarak Osmanlı devletinin kontrolü dışına çıkması hükümeti daha

da endişelendirmiştir ve özellikle Rusya’ya sığınan ya da

çalışmaya giden Ermenilerin geri dönmelerine izin verilmemeye

başlanmıştır. Bu ilk bakışta bölgedeki asayişsizlik son bulana

kadar uygulanacak geçici bir önlem gibi görünse de 1896 yılının

ikinci yarısında yaşananlar bunu kalıcı bir durum haline

getirmiştir.

Ermeni katliamları esas olarak Anadolu’da vuku bulmuş

olmakla beraber, sonuncu ve belki de en önemli katliam

İstanbul’da 26 Ağustos 1896’da Ermeni partilerinden

Daşnaksutiun tarafından düzenlenen Osmanlı Bankası baskınının

ardından yaşanmıştır. Binlerce kişinin yaşamını yitirdiği

katliamda özellikle Anadolu’dan gelmiş Ermeni göçmen emekçiler

hedef alınmıştır (Dinçer 2013). Bu olayların detaylarına burada

girmemiz mümkün olmamakla beraber, katliam sonucunda

İstanbul’daki Ermeni göçmen emekçilerin neredeyse tamamı kenti

terk etmek zorunda kalmışlardır. Bunların bir kısmı katliam

sırasında veya hemen sonrasında İstanbul limanında bulunan

gemilere binerek Karadeniz ve Akdeniz’deki çeşitli yabancı

limanlara kaçmışlar (Foreign Office, 1896a), bir kısmı da

29

Osmanlı hükümetinin de yardımıyla gemilere bindirilip

memleketlerine gönderilmişlerdir (Foreign Office, 1896b). Eş

zamanlı olarak, İstanbul’da yaşanan katliamın haberinin

Anadolu’ya ulaşmasıyla beraber buralardaki Ermeniler arasında

katliamların yeniden başlayacağı yönünde kaygı doğmuş,

öncekilere ek olarak ve çok sayıda Ermeni legal ya da illegal

yollarla ülke dışına çıkmışlardır (Graves, 1933: 161). Sonuç

olarak 1896 katliamının sonrasındaki tabloya bakıldığında,

başta Rusya ve Amerika’ya göçmen emekçi olarak gitmiş olanların

yanı sıra, 1895-96 yıllarındaki katliamlardan kaçmış olanlar ve

1896 İstanbul olayları sonrasında, pek çoğu oldukça kısa süreli

kalma hedefiyle yurtdışına çıkmış olanlardan ibaret on binlerce

Ermeni Osmanlı toprakları dışında bulunmaktadır.

Yurtdışında bulunan Ermenilerin kaderi İstanbul

olaylarından yaklaşık bir ay sonra, 9 Ekim 1896 yılında çıkmış

olan irade-i seniye ile değişmiştir. Bu irade başka ülke

vatandaşlığına geçmiş olsun olmasın hâlihazırda yurtdışında

bulunan her Ermeni hakkında, Tabiiyet Kanunnamesi’nin altıncı

maddesinin uygulanmasını getirmiştir (House of Representatives,

1897: 937). Teoride yurtdışında bulunan Ermenilerin 45 gün

olarak belirlenen ve daha sonra birkaç kere temdit edilen süre

zarfında geri dönme hakları bulunmasına karşın, pratikte bu

neredeyse imkansızdır. Gerek temditlere rağmen gerek dönüş için

tanınan mühletin büyük bir kısmının dönemin koşullarında ulaşım

olanaklarının kısıtlı olduğu kış aylarına denk gelmesi, gerek

ABD, Transkafkasya ve Balkanların ücra köylerine kadar dağılmış

olan Ermenilerin bu irade-i seniyeyi haber almalarının güçlüğü,

bunların önemli bir kısmının dönüş hakkından yararlanmalarını

30

olanaksız kılmıştır. Öte yandan dönüş hakkı için Osmanlı

devleti konsolosluklarından pasaport ve vize alma şartı

getirilmiş, pek çoğu izinsiz ülke dışına çıkmış olan Ermeniler

kimliklerini kanıtlamak gibi zor bir yükümlülükle karşı karşıya

bırakılmışlardır. Bu süreçte Osmanlı konsolosluklarının,

hükümetin genel politikasına paralel olarak Ermenilere pasaport

ve vize vermekten imtina ettiklerine dair gözlemler mevcuttur

(The Times, 1897: 10).

İrade-i seniyeyi daha çarpıcı kılan ise, Ermenilerin

yurtdışına çıkmalarını kısıtlayan önceki politikanın aksine,

Ermenilerin Osmanlı tabiiyetini terk etme ve bir daha ülkeye

geri dönmemek üzere ülkeden çıkmalarına izin vermesidir. Buna

göre vergi borcu olmayan ya da hakkında açılmış bir dava

bulunmayan Ermeniler bir daha asla geri gelmeyeceklerine dair

senet imzalayacaklar, fotoğrafları çekilerek kayıt altına

alınacaklardır. Dönmeye kalkıştıklarında ise sınır dışı

edileceklerdir (House of Representatives, 1897: 937). Bu

düzenleme irade-i seniye ile getirilenin bir defaya mahsus ve

geçici bir önlem değil, Ermenilere münhasır yeni bir tabiiyet

rejimi olduğunu göstermektedir. Ermenileri ülkeyi ve

dolayısıyla Osmanlı tabiiyetini terk etmeye teşvik eden bu

düzenleme, en azından hâlihazırda Osmanlı topraklarında

bulunanlar için ilk bakışta gönüllülük esasına dayanmakla

beraber, gerek kimi fertleri yurtdışında kalmış olan Ermeni

ailelerin Osmanlı topraklarında buluşma şansına sahip olmaması,

gerek Ermenilerin geçim kaynaklarının bazılarının ortadan

kaldırılması ve gerek Doğu Anadolu’nun bazı yerlerinde

süregiden baskılar gönüllülük ve zorunluluk arasındaki çizgiyi

31

belirsizleştirmiştir. Olası yanlış anlamaları ortadan kaldırmak

için bu düzenlemenin ve uygulamalarının sadece Ermenilere dair

olduğunu, imparatorluğu teşkil eden diğer Müslüman ve gayrı-

Müslim unsurlar için geçerli olmadığını ve bunun da irade-i

seniye metninde açık bir şekilde ifade edildiğini vurgulayalım.

Sonuç olarak sayısı tam olarak bilinmeyen, ancak 100 bini

aşkın olduğunu tahmin ettiğimiz Ermeni Osmanlı sınırlarının

dışında kalmış ve 1896’dan sonra da pek çok Ermeni bir daha

dönmemek üzere ülkeyi terk etmişlerdir. Osmanlı devleti bu

uygulamanın sürdürülmesinde 1908 devrimine kadar ısrarcı olmuş,

sınırda yakalanan ya da gizlice ülkeye girmeyi başaran

Ermeniler sınır dışı edilmişlerdir. Ermenilerin sınır dışı

edilmesinin mümkün olmadığı durumlarda bunlar hapsedilmiş veya

uzun bir tetkikatın ardından Osmanlı toprakları dahilinde ancak

memleketlerinden uzak bir vilayette ikametlerine izin

verilmiştir25 (OADB, 2006b: 68-70). Madalyonun öbür yüzünün de

görülmesi için, söz konusu politikanın uygulamasının Osmanlı

devletinin maddi imkanlarıyla sınırlı olduğunu göz ardı etmemek

gerekir. Daha önce belirttiğimiz gibi Osmanlı İmparatorluğu’nun

uzun sahil şeridi devletin mevcut imkanları dikkate alındığında

neredeyse tamamen kontrolsüz durumdadır. Rusya ve İran’la uzun

kara sınırı için de aynı şey geçerlidir. Dolayısıyla pasaport

almaksızın ülke dışına çıkmış olan Ermenilerin, yoklukları

devlet tarafından kayıt altına alınmamışsa, ülkeye gizlice

25 Bu istisnai durum özellikle Ermeni mültecileri ağırlamaktan hoşnutolmayan Rusya hükümetinin, 1898’de listesi çıkarılmış 30 bin Ermeni mülteciharicindekileri geri kabul etmemesinden doğmuştur. Buna ek olarak Osmanlıhükümeti tabiiyeti ıskat olunmuş olmasına karşın başka bir ülkeninvatandaşlığına geçmemiş olan Ermenileri döndüklerinde iade edecek bir ülkebulamamıştır.

32

dönme ve yaşamlarını eskisi gibi sürdürme şansı vardı. Burada

yerel ölçekte işleyen rüşvet mekanizmalarının da önemli rol

oynadığını dikkate almak gerekir.

1915’e giderken

Çok sayıda Ermeni’nin irade-i seniye uyarınca yurtdışında

bırakılmasının gerek Doğu Anadolu’nun sosyo-ekonomik yapısı,

gerek Rus-Osmanlı ilişkileri ve gerek Ermeni göçmen toplumunun

şekillenmesi üzerinde bir dizi önemli etkisi olmuştur. Örneğin,

hem göçmen emekçilerin neredeyse hepsinin erkek olması, hem de

Osmanlı topraklarına giremeyenlerin ailelerini bulundukları

ülkelere getirmek konusunda karşılaştıkları iktisadi ve siyasi

engeller, çok sayıda Ermeni ailenin uzun yıllar boyunca

bölünmüş olarak yaşamasına neden olmuştur (OADB, 2006b: 63-64).

Bu sonuçları makale kapsamında incelememiz mümkün olmamakla

beraber, tabiiyetin ıskatının 1908 devrimi sonrasındaki

gelişmelere de önemli etkisi olan bir neticesini daha yakından

incelememiz gerekiyor. Yukarıda bahsettiğimiz gibi, Osmanlı

tabiiyetinin ıskatının doğal bir sonucu, mülkiyet ve miras

haklarının feshiydi. Bu bağlamda 9 Ekim 1896 tarihli irade-i

seniyenin ilanından önce yurtdışına çıkmış olduğu tespit edilen

ve sonraki yıllarda senet imzalayarak ülkeden çıkan Ermenilerin

toprakları ve emlaki mahlûl duruma düşmüştür. Bu topraklar

devlet tarafından ya talibine müzayede ile satılmış, ya da

Kafkasya ve Balkanlardan gelen Müslüman muhacirlerin

yerleşimine tahsis edilmiştir (OADB, 2006c: 25-26; OADB, 2007b:

195).

33

Doğu Anadolu’daki demografik yapıda ve mülkiyet

ilişkilerinde önemli değişikliklere neden olan bu rejimin

etkisi esas olarak 1908 devriminden sonra görülmüştür.

Meşrutiyetin yeniden ilanından sonra çıkarılan genel afların

yurtdışındaki Ermenilere şümulü ve seyahate dair yasal

düzenlemelerin devrimin yarattığı belirsizlik ortamı içinde

uygulanamaması sonucunda, devrimi izleyen aylarda çok sayıda

Ermeni uzun bir aradan sonra memleketine dönmüştür (The

Philadelphia Record, 1908: 2; Garo, 2009: 201). ABD’den dönen

Ermenilerin önemli bir kısmı orada kaldıkları yıllar içinde

edindikleri birikimleri de beraberlerinde getirirken,

Transkafkasya’da şiddetli siyasi baskılara maruz kalan ve 1905-

1906 yıllarındaki katliamları yaşayan Ermenilerin durumu

farklıdır. Bunlardan binlercesi İstanbul’a yığılmış,

Patrikhane’yi işgal etmiş ve memleketlerine dönebilmeleri ve

zirai faaliyetlerine yeniden başlayabilmeleri için kendilerine

maddi yardım yapılması konusunda ısrarcı olmuşlardır26

(Narzakian, 1995: 143). Tabiiyet değiştirmiş pek çok Ermeni’nin

fiilen dönmelerine karşın bunların hukuki durumu belirsizliğini

korumuştur. Bu süreçte Ermenilerin dönmesine ancak Tabiiyet

Kanunnamesi’nin beşinci maddesi uyarınca Osmanlı tebaası

muamelesi görmeleri ve bunu beyan eden bir senet imzalamaları

şartıyla izin verilmiştir (OADB, 2007b: 205). Bu çözüm Birinci

Dünya Savaşı döneminde İttihat ve Terakki Cemiyeti iktidarının

26 Bu durum devrimin ardından yaşanan geçiş sürecinde zaten asayişin bozukolduğu İstanbul’daki durumu daha da hassaslaştırmıştır. Bu dönemde seyahatedair kısıtlamaların kaldırılmasının özellikle kentlerde asayişi bozmasınınönüne geçmek için Mayıs 1909’da Serseri ve Mazanne-i Sui Eşhas kanunuçıkarılmıştır. Bu kanunun 18’inci maddesinin hükümete serseri ya da şüphelikişi olarak addedilen yabancıları sınır dışı etme hakkını da verdiğinibelirtelim (Düstur, 1329: 173).

34

üçlü liderliği içinde yer alacak olan kişiler arasında kimi

görüş ayrılıklarını ortaya koymuştur. Bu dönemde Adana Valisi

olan Cemal Bey, daha önce Osmanlı dışına çıkarak vatandaşlık

haklarını yitirmiş olan Ermenilerin dönmeleri önündeki yasal

engellerin kaldırılmasını talep ederken, Dahiliye Nazırı Talat

Bey daha temkinlidir. Özellikle ABD’den dönecek olan

Ermenilerin yabancı ülke vatandaşlığı haklarını korumaları

durumunda Anadolu içlerinde Amerikan kolonileri teşkil

edeceklerinden kaygı duymaktadır (OADB, 2007b: 207).

Ermenilerin geri dönmesinin yarattığı daha büyük bir sorun

yokluklarında mahlûl statüsüne düşüp devlet tarafından

başkalarına satılan veya hibe edilen topraklar olmuştur. Geri

dönen Ermeniler topraklarını geri istemekteydiler (Bayur, 1983:

50-52); ancak bazı durumlarda bu surette mahlûl sayılarak el

konan topraklarının yanı sıra, çeşitli şekillerde kendilerinden

gasp edildiğini ileri sürdükleri toprakları da talep etmeleri

durumu karmaşıklaştırmıştır (İpek, 1995). İttihat ve Terakki

iktidarı, muhtemelen bölgedeki Kürtleri ve muhacirleri kendine

düşman etmekten de çekinerek, bu sorunun çözümüne dönük

tasarlanan düzenlemeleri kanunlaştırmamış ya da uygulamamıştır.

1913 yılına gelindiğinde halen çözülememiş olan sorun, 1914

yılında bölgede uygulanmasına karar verilen ıslahat planına

havale edilmiş gibi görünmektedir (Tanin, 1913: 4). Ancak

ıslahat planı uygulamaya konamadan Birinci Dünya Savaşı’na

girilmesi ve 1915 yılındaki Ermeni tehciri bu meseleyi

gündemden kaldırmıştır. Sonuç olarak İkinci Abdülhamid

devrindeki Ermenileri hedef alan sınır dışı etme ve tabiiyetten

çıkartma politikalarının, İkinci Meşrutiyet devrinde İttihat ve

35

Terakki Cemiyeti ile Ermeniler arasında kalıcı bir uzlaşma

sağlanmasını oldukça güçleştirdiğini söyleyebiliriz.

Tabiiyetin ıskatının ve buna bağlı olarak sınır dışı

etmenin İkinci Abdülhamid döneminde kazandığı yaygınlığın

ardından, aynı yöntemin daha genel siyasi amaçlarla kullanımı

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin tek parti olarak iktidarda

bulunduğu dönemde de gündeme gelmiştir. Kapitülasyonların 1914

yılının Eylül ayında tek taraflı ilgasıyla tabiiyet ve pasaport

kanunlarının yenilenmesi ihtiyacı doğmuş, söz konusu yasal

düzenlemeler Birinci Dünya Savaşı sırasında, genel seferberlik

koşulları gözetilerek hazırlanmıştır. Bir kısmı kanunlaşmayan,

bir kısmı da savaş koşulları sebebiyle uygulanamayan bu yasal

düzenlemeler, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin yurtdışında

bulunan Türk ve Arap muhaliflerinin, bu dönemdeki şiddet

olaylarının da etkisiyle Yunanistan’a gitmiş olan Rumların ve

yine yurtdışında bulunan Ermenilerin tabiiyetlerinin ıskatı ve

bir daha ülkeye dönmelerinin engellenmesi amacıyla hazırlandığı

izlenimi vermektedir. Her ne kadar bu savaş yıllarındaki bu

düzenlemelerin detaylarına bu makale kapsamında girme imkanımız

bulunmasa da, İkinci Abdülhamid döneminde Ermeni nüfusun ülke

içindeki ağırlığının azaltılması amacıyla başvurulan tabiiyet

eksenli tasnif ve sınır dışı uygulamalarının, 1908 devriminin

yarattığı kısa süreli yumuşama dönemine karşın, İttihat ve

Terakki Cemiyeti iktidarı döneminde bir ulus devlet yaratma

hedefi doğrultusunda genişletilerek ve genelleştirilerek devam

ettirildiği sonucunu çıkartabiliriz.

Sonuç36

Dünyada günümüzde yabancılara münhasır bir yaptırım olan

sınır dışı etme, Osmanlı devleti tarafından artık imparatorluk

içinde bulunması arzu edilmeyen bir unsurun tasfiyesi, ya da

“seyreltilmesi” amacıyla kullanılmıştır. İlk başta yabancı ülke

tabiiyetine geçerek Osmanlı devletine dönen kişiler için

geçerli olabilen istisnai bir önlem kabul edilen ve pratikte

pek nadir başvurulan sınır dışı etme, 1890’ların başlarından

itibaren tabiiyet değiştiren Ermenilere karşı giderek artan

sıklıkla kullanılmaya başlanmış ve adeta kural haline

getirilmiş, bir sonraki aşamada tabiiyet değiştirmese bile

yurtdışına çıkan her Ermeni’ye uygulanabilir hale gelmiştir.

1896’dan itibaren ise yurtdışına çıkan Ermenilerin ülkeye

dönmeleri kati surette yasaklanmış, ülkede bulunan Ermeniler

ise bir daha dönmemek üzere ülkeyi terk etmeye teşvik

edilmişler, yer yer bu yönde baskıya maruz kalmışlardır.

Yurtdışındayken yabancı ülke vatandaşlığına geçmiş ufak bir

kesim hariç, ülkeye bir daha sokulmamak ya da ülkeyi terk

etmeye teşvik edilmek/zorlanmak suretiyle sınır dışı

edilenlerin Osmanlı tebaası olmaları, bu sürecin aynı zamanda

tabiiyeti, yani resmi Osmanlı kimliğini belirleyici bir tasnif

haline gelmesine yol açmıştır. Bir başka deyişle, Ermeniler

özelindeki sınır dışı etme uygulamaları, ileride Türkiye

Cumhuriyeti vatandaşlığı kavramına da temel teşkil edecek olan

Osmanlı tabiiyetinin yeniden tanımlanmasına ve imparatorluk

içindeki “gayrı-memnun” unsurların siyasi yapıda temsiliyet

sağlanması yoluyla ikna edilmek yerine siyasi yapının dışına

itilmeleri yönünde bir adım olmuştur. Osmanlı devleti, kendi

tebaası olan Ermenilere, yakın siyasi tarihimizin en çarpıcı

37

sloganlarından biri olan “ya sev ya terk et” demiş, buna bağlı

olarak imparatorluğu teşkil eden unsurları bir arada tutma

ilkesinden geri adım atmıştır.

Bibliyografya

Adanır, F. (1996) Makedonya Sorunu, Tarih Vakfı Yurt Yayınları,

İstanbul.

Akarlı, E. D. (1993) “Ottoman attitudes towards Lebanese

emigration, 1885-1910” Hourani, A. ve Shehadi, N. (der.)

The Lebanese in the World: A Century of Emigration içinde, I.B. Tauris,

Londra, 109-138.

Akgündüz, A. (2011) İslam ve Osmanlı Hukuku Külliyatı, Kamu Hukuku, Birinci

Cild, İstanbul, Osmanlı Araştırmaları Vakfı.

Akgündüz, A. (1994a) Osmanlı Kanunnameleri – 7. Kitap, Kanuni Devri

Kanunnameleri (IV)– II. Selim Devri Kanunnameleri, Fey Vakfı

Yayınları, İstanbul.

Akgündüz, A. (1994b) Osmanlı Kanunnameleri – 8. Kitap, III. Murad Devri

Kanunnameleri – III. Mehmed Devri Kanunnameleri, Fey Vakfı

Yayınları, İstanbul.

Akgündüz, A. (1992) Osmanlı Kanunnameleri – 5. Kitap, Kanuni Devri

Kanunnameleri – II. Kısım: Eyalet Kanunnameleri (I), Fey Vakfı

Yayınları, İstanbul.

Aknouni, E. (1911) Political Persecution – Armenian Prisoners of the

Caucasus, New York.

38

Aktepe, M. M. (1958) “XVIII. asrın ilk yarısında İstanbul'un

nüfus meselesine dair bazı vesikalar”, İstanbul Üniversitesi

Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi. IX(13): 1-30.

Anagnostopoulou, S. (2004) The Passage From the Ottoman Empire to the

Nation-States – A Long and Difficult Process: the Greek Case, The ISIS

Press, İstanbul.

Armenian Historical Society (1937) The Armenians in Massachusetts,

The Armenian Historical Society, Boston.

Artinian, V. (1988) The Armenian Constitutional System in the Ottoman

Empire 1839-1963, İstanbul.

Atabaki, T. (2003) “Disgruntled guests: Iranian subaltern on

the margins of the Tsarist empire”, IRHS, 48: 401-426.

Bayur, Y. H. (1983) Türk İnkılabı Tarihi, Cilt: II, Kısım: I, Türk Tarih

Kurumu, Ankara.

Beydilli, K. (1988) 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı'nda Doğu Anadolu'dan

Rusya'ya Göçürülen Ermeniler, Türk Tarih Kurumu, Ankara.

Bournoutian, G. A. (2010) Arak’el of Tabriz – Book of History, Mazda

Publishers, Costa Mesa.

Clay, C. (1998) “Labour migration and economic conditions in

nineteenth-century Anatolia”, Middle Eastern Studies, 34(4): 1-

32.

Çadırcı, M. (1993) “Tanzimat Döneminde Çıkarılan Men-i Mürur ve

Pasaport Nizamnameleri”, Belgeler, XV(19): 169-181.

Çeker, O. der. (1985) Arazi Kanunnamesi, Ebru Yayınları,

İstanbul.

39

Dinçer, S. (2013) “The Armenian Massacre in Istanbul (1896)”,

Tijdschrift voor Sociale en Economische Geschiedenis, 10(4): 20-45.

Düstur (1943) Birinci Tertib, Cild 8, 1 28 Mart 1320 - 1 Temmuz 1324,

Başvekalet Devlet Matbaası, Ankara.

Düstur (1939) Birinci Tertib, Cild 6, 13 Temmuz 1303 - 27 Şubat 1310,

Başvekalet Devlet Matbaası, Ankara.

Düstur (1329) Tertib-i Sani, Cilt 1, Matbaa-i Osmaniye, Dersaadet.

Ergin, O. N. (1995) Mecelle-i Umur-ı Belediyye, İBB Kültür İşleri

Daire Başkanlığı Yayınları, İstanbul.

Foreign Office (1896a) FO 78/4714, Turkey (Diplomatic), Various, October to

December 1896.

Foreign Office (1896b) FO 78/4748 Turkey (Diplomatic) Various 14. August to

September 1896.

Garo, A. (2009) Osmanlı Bankası – Armen Garo'nun Anıları, Belge

Yayınevi, İstanbul.

Gordon, L. J. (1932) American Relations With Turkey, 1830-1930.

University of Pennsylvania Press, Philadelphia.

Graves, R. (1933) Storm Centres of the Near East. Hutchinson & Co.,

Londra.

House of Representatives (1893) Executive Papers of the House of

Representatives, 1892-’93, Government Printing Office,

Washington.

House of Representatives (1895a) Executive Papers of the House of

Representatives, 1893-’94, Government Printing Office,

Washington.

40

House of Representatives (1895b) Papers Relating to the Foreign Relations

of the United States, 1894, Government Printing Office,

Washington.

House of Representatives (1896) Papers Relating to the Foreign Relations

of the United States, 1895, Government Printing Office,

Washington.

House of Representatives (1898) Papers Relating to the Foreign Relations

of the United States, 1897, Government Printing Office,

Washington.

House of Representatives (1912) Papers Relating to the Foreign Relations

of the United States, 1908, Government Printing Office,

Washington.

İpek, N. (1995) “Anadolu’dan Amerika’ya Ermeni göçü”, Ankara

Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, 6: 257-

280.

İskit, T. (2007) Diplomasi: Tarihi, Teorisi, Kurumları ve Uygulaması,

İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.

Kara, A. (2007) Yeni Kıtaya Osmanlı Göçleri ve Neticeleri, IQ Kültür Sanat

Yayıncılık, İstanbul.

Karal, E. Z. (1995a) Osmanlı Tarihi, VI. Cilt, Islahat Fermanı Devri (1856-

1861), Türk Tarih Kurumu, Ankara.

Karal, E. Z. (1995b) Osmanlı Tarihi, VIII. Cilt, Birinci Meşrutiyet ve İstibdat

Devirleri (1876-1897), Türk Tarih Kurumu, Ankara.

Karpat, K. H. (1985) “The Ottoman emigration to America, 1860-

1914”, International Journal of Middle East Studies, 17(2): 175-209.

41

Klich, I. (1993) “Argentine-Ottoman relations and their impact

on immigrants from the Middle East: A history of

unfulfilled expectations, 1910-1915”, The Americas, 50(2):

177-205.

Lewy, G. (2005) The Armenian Massacres in Ottoman Turkey, The

University of Utah Press, Salt Lake City.

Mıntzuri, H. (1998) İstanbul Anıları 1897-1940, Tarih Vakfı Yurt

Yayınları, İstanbul.

Moore, J. B. der. (1906) A Digest of International Law, Volume III,

Government Printing Office, Washington.

OADB [Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı] (2010) Osmanlı Belgelerinde

Hırvatistan, T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel

Müdürlüğü, Ankara.

OADB (2007a) Osmanlı Belgelerinde Ermeni-Amerikan İlişkileri I (1839-1895),

T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Ankara.

OADB (2007b) Osmanlı Belgelerinde Ermeni-Amerikan İlişkileri II (1896-1919),

T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Ankara.

OADB (2006a) Osmanlı Belgelerinde Ermeni-Rus İlişkileri I (1841-1898), T.C.

Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Ankara.

OADB (2006b) Osmanlı Belgelerinde Ermeni-Rus İlişkileri II (1899-1906), T.C.

Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Ankara.

OADB (2006c) Osmanlı Belgelerinde Ermeni-Rus İlişkileri III (1907-1921), T.C.

Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Ankara.

Ökte, Z. der. (1989) Osmanlı Arşivi, Yıldız Tasnifi – Ermeni Meselesi 2,

TATP, İstanbul.

42

Tanin (1913) “Talat Bey’in beyanatı: Islahat ve hükümetin

nokta-i nazarı.” Tanin, No. 1654. 24 Haziran 1329 / 7 Temmuz

1913.

The Philadelphia Record (1908) “Turkish exiles granted amnesty”

The Philadelphia Record, 31 July 1908.

The Times (1894) “The Armenian question,” The Times, 11 December

1894.

The Times (1895a) “The Armenian question,” The Times, 11 March

1895.

The Times (1895b). “The Porte and the powers,” The Times, 4

December 1895.

The Times (1897). “Armenian relief in Greece”, The Times, 1

February 1897.

Unat, İ. (1966) Türk Vatandaşlık Kanunu, Ankara Üniversitesi

Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, Ankara.

U.S. Dept. of Commerce and Labor (1908) Annual Report of the

Commissioner General of Immigration for the Fiscal Year Ended June 30, 1908,

Government Printing Office, Washington.

U.S. Dept. of Labor (1915) Annual Report of the Commissioner General of

Immigration to the Secretary of Labor for the Fiscal Year Ended June 30, 1914,

Government Printing Office, Washington.

United States Statutes at Large. 43rd Congress, 1st Session, Volume 18,

Part 1. (http://memory.loc.gov/cgi-bin/ampage?

collId=llsl&fileName=018/llsl018.db&recNum=422)

Vartooguian, A. P. (1896) Armenia’s Ordeal, New York.

43

Willcox, W. F. der. (1929) International Migrations, National Bureau

of Economic Research, New York.

44