Türkiye'nin Küreselleşmesi: Fırsatlar ve Tehditler

14
1

Transcript of Türkiye'nin Küreselleşmesi: Fırsatlar ve Tehditler

1

2

SONUÇ ve DEĞERLENDİRMELER

Doç.Dr. İbrahim Öztürk

I. KÜRESELLEŞMEYİ ANLAMAK VE KONUMLANDIRMAK

Birinci bölümde küreselleşme olgusu beş makalede ele alınmıştır. Bunlardan Savaş Barkçın küreselleşmeyi daha çok siyasi ve felsefi açıdan, Fikret Şenses ise neoliberal kalkınma süreçlerine bir karşı eleştiri ve öneriler dizisi olarak ele almıştır. Mehmet Bulut ise konuyu Türkiye’nin kendi tarihsel tecrübesi içerisinde, süreklilikler ve kopuşlar bağlamında ele alarak bazı dersler çıkartmaya, Ramazan Gözen ise Türkiye’nin çevreden çıkarak tedricen merkeze yerleşme çabalarını ele alarak bu konuda sahip olduğu imkân ve sınırları tartışmıştır. Nesrin Sungur ise makalesinde başarılı sayılabilecek bir kalkınma hikayesi olarak Güney Kore örneğini ele alarak geç kalkınma sürecinde birtakım iktisadi sonuçlar üretmeyi denemiştir.

1. 1. Tek Küreselleşme Yok, Türkiye Kendi Yolunu Çizmeli Barkçın çalışmasında küreselleşmeye getirilen tek boyutlu, statik ve tek değişkenli açıklama

yaklaşımlarını reddediyor. Bir başka ifade ile küreselleşme tek boyutlu, bir defa olup biten, tek bir merkezden irade edilen, etkileyen ancak etkilenmeyen, yönlendiren ancak asla yönünü değiştirmeyen bir olgu olarak ele alınmamaktadır. Kürselleşmenin merkezi dinamiğini değişim olgusuna oturtan Barkçın, küreselleşmenin tek tip bir algıyla ve tek tip bir tavırla ele alınması ve değerlendirilmesinin fayda sağlamayacağından hareketle, “küreselleşme gemisinin yapısını, yükünü, rotasını hakkıyla tahlil etmeyenlerin, bu gemide kaptan köşküne de çıkamayacağına” işaret ediyor.

Elbette küreselleşme bize otomatik olarak dikensiz bir gül bahçesi vaat etmiyor. Doğrusu Barkçın’ın da altını çizdiği üzere, küreselleşmenin her değişim alanı aynı zamanda bir kriz alanına da dönüşebilmektedir. Örneğin son 25 senede yaşanan büyük değişimlerin sonucunda ulus devletlerin vatandaşlık kavramları sorgulanır olmuştur. Keza, etnik ve dini kimliklerin yanı sıra, cinsiyete dayalı kimlik talepleri de artmıştır. Bu kadar dar alanda meydana gelen yeni taleplere cevap vermenin ne kadar zor olduğu ortadadır. Bu da beraberinde siyasal krizden kutuplaşmaya kadar gidebilen birtakım derin fay hatları oluşturmaktadır. Yine bu süreç nedeniyle merkezi karar alma süreçlerinin içine düştüğü zaaf günümüzde öne çıkmaktadır. Bürokratlar, teknokratlar, diplomatlar bir zamanlar ülke siyasetini ve ekonomisini belirleme gücünün sembolleri iken, bugün hemen tüm bu sınıflar küresel ekonomi ve siyaset karşısında savunmasız durumdadır. Bu da siyasetin meşruiyeti ve ulus devletlerin yönetebilme kabiliyetlerini tehdit etmektedir.

Ancak unutmamak gerekir ki, insanlık tarihi etki ve tepki üzerinden sürüp giden bir devingenlilik gelişmektedir. Yaşanan süreçler, muhakkak ki kendi muhalefetini de içinden çıkartmaktadır. Nitekim Barkçın da küresel krizin derinleşmesinde “Batı olgusuna” dikkat çekmektedir. Buna göre, “dünyada çok büyük bir kesim için refah ve demokrasi ideallerini temsil eden küreselleşmenin ve Batılı liberal devletlerin sergilediği eşitsizlikler ve ahlakî zaaflar dolayısıyla; hem fikir olarak liberal demokrasi, hem de onun 21. yüzyıldaki ana bayrağı olarak küreselleşme bu asır içinde ciddi bir muhalefet ve rekabete mâruz kalacaktır.”

Bütün bu olup bitenlere karşı Türkiye’nin kendini konumlandırması kuşkusuz önem kazanıyor. Barkçın’ın bu konudaki önerisi ülkemiz için gerekli tahlilin doğru, güvenilir ve kapsamlı bir şekilde yapılması noktasına dayanıyor: “Her tahlil gibi düşüncemizin ve eylemimizin temelini bir esaslı fikir teşkil etmelidir: Türkiye dünyada kendine yer arayan değil, dünyayı kendine yer edinen bir ülke olmalıdır. Bunu ancak geleneğine sahip çıkarak, o normatif geleneğin oluşturduğu insani yapıları, yaklaşımları ve başarımları bugünün realitelerine yansıtarak yapabilir. Bilmeyi, kılmayı ve olmayı en ahlâkî ve insanî şekilde bin yıldır sergilemiş bir toplum için dünyayı yeniden yorumlamak, onu yeniden şekillendirmek için bir başlangıç olmalıdır.”

3

1. 2. Kürselleşmede Denge ve Kalkınmada Etkinlik Arayışı Fikret Şenses eleştirel bir gözle ele aldığı neoliberal küreselleşme süreci içinde kalkınma açısından ortaya çıkan fırsat ve engelleri irdelemiştir. Küreselleşme süreciyle kalkınma arasındaki ilişkiyi ana hatlarıyla sorgulayan yazar, bilim ve teknolojideki gelişmelerin, iletişim ve ulaşımda açılan çığırların küreselleşme olgusu üzerindeki tetikleyici etkisini göz ardı etmiyor. Ancak yine de neoliberal iktisat politikalarını, süreci besleyen ana damar olarak ele almayı tercih ediyor. Olaya bu çerçeveden bakıldığında açıktır ki, Dünya Bankası, IMF ve Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) gibi uluslararası kurumlar ulus devletleri küresel sermayenin istekleri doğrultusunda şekillendirici bir misyonla karşımıza çıkmaktadır.

Yazar haklı olarak küreselleşmenin, hızlı teknolojik gelişme sürecinden ve kendi dinamiklerinden kaynaklanan unsurlarını, son çeyrek yüzyılda uluslararası kuruluşların çabalarıyla körüklenen “düzenlenmiş” unsurlarından ve bunlara bağlı olarak olumlu etkilerini de olumsuzlardan ayıklama çabasına girmiştir. Buna rağmen süreci sadece dış baskılara indirgememekte, örneğin hükümetlerin uluslararası finans kuruluşlarının telkinlerine uyum derecesini de özel bir faktör olarak gündeme getirmektedir. Gerçekten de azgelişmiş ülkelerde uluslararası kuruluşların politikalarını ve temel söylemini hararetle savunan farklı, ancak çok etkili kesimlerin varlığı burada dikkat çekici bir tespit olarak yer almaktadır. Kaynağı ister iç, isterse dış faktörler olsun Şenses küreselleşme sürecinin kalkınma açısından fırsatlardan çok engeller oluşturduğu görüşündedir. Buradan hareketle, “küreselleşmenin kalkınma amacıyla önemli bazı temel alanlarda çeliştiği” sonucuna varmaktadır.

Bir kere geldiğimiz aşamada “eski güzel günlere” dönmek imkânsızdır. Zira bu güne kadar yaşanan küreselleşme tecrübesi “ülkelerin ve bütünüyle dünyanın sosyal, ekonomik ve hatta siyasal yaşamında çok önemli değişikliklere yol açmış, yeni çıkar grupları ve kendi amaçlarına yönelik derin kurumsal etkiler yaratmıştır.” Hal böyle olunca yeni döneme dair geliştirilecek fikir ve öneriler önem kazanmaktadır.

Şenses’e göre kabul edilmesi gereken ilk ilke, entelektüel ve zihniyet düzeyinde olmalıdır. Buna göre nasıl ki neoliberal küreselleşme, küresel bir tasarımın sonucunda ortaya çıkabilmiş ve yaygınlaşabilmişse onun olumsuz etkilerinden kurtuluş yollarının var olabileceğini de kabul etmek gerekir. Bu amaca katkıda bulunmak üzere, küresel bir inisiyatif ile “bu dönüşümün olumsuz etkilerini ince bir süzgeçten geçirmek ve bu dönemdeki öğrenme sürecini iyi değerlendirerek yeni bir senteze ulaşmak” mümkündür. Bu sentez arayışında neoliberal küreselleşme öncesindeki öğrenme süreci de elbette önemli katkılar sağlayabilir. Farklı bir açıdan bakıldığında, Bağımlılık Okulu’nun ulusal ve uluslararası düzlemlerde güçler dengesine verdiği önemin bugünü anlama çabalarına ışık tutacak nitelikler taşıdığı söylenebilir.

Bu arada çözüm arayışlarının, salt ekonomik alanın ötesinde, ulusal ve uluslararası güçler dengesinin ve uluslararası kuruluşların demokratikleşmesi, azgelişmiş ülkelerin ve ülkeler içinde yoksulların sesinin daha çok duyulmasına olanak verecek “aşağıdan yukarıya küreselleştirici” bir ortamın oluşturulması doğrultusunda sürmesi gerekmektedir.

İçeride kalkınmacı gündemden kopmamak gereğine de vurgu yapan Şenses, örneğin ihracat artışları için hala etkin ithal ikamesinin gerekli olduğuna, pozitif ve negatif dışsallıklarla ve sanayileşme öncelikleriyle ilgili olarak devlet müdahalesinin etkili olabileceğine, kamu girişimciliğinin hala önemli ekonomik ve sosyal öğrenme etkileri yaratarak geliştirici işlev üstlenebileceğine işaret etmektedir. 1. 3. Geçmiş Tarih Oldu, Ancak Yeni Fikirlerin Sonu Gelmedi

Nesrin Sungur’un Kore örneği üzerine yaptığı çalışma bize Şenses’in bıraktığı yerden ilerleme imkânı sağlamaktadır. Sungur’un makalesindeki temel vurgu şudur: Etkin küreselleşme örgüsü iyi kurulmuş bir mimari gerektirmektedir. Bu bağlamda bir ülkeyi küresel entegrasyona taşıyacak olan unsur hala devlettir. Kore’nin kalkınma süreci kendine özgü birçok özelliği içinde barındırmakla birlikte, en önemli yanı uluslararası koşulları da dikkate alan bilinçli bir mimariye ve stratejiye dayalı olmasıdır. Kore’nin diğer gelişmekte olan ülkelerden en önemli farkı da budur. Bunun sonucunda ortaya çıkan sağlam sanayi ve teknoloji yapısı, G. Kore’nin 1980 sonrasının değişen koşullarına başarılı bir şekilde intibakını da mümkün kılmıştır.

Kore ve benzeri örnekler bize küreselleşme sürecinin gelişmekte olan ülkelerde oluşturduğu refah

4

etkisi konusunda da önemli ipuçları vermektedir. Bunu dış ticaret ve içeriye giren yabancı sermaye girişleri, yani dışa açıklık endeksi üzerinden takip etmek mümkündür. Yaşadığımız günlerde Türkiye’de olup bitenlere de gönderme yapmak üzere, Kore kalkınmasında dış ticaret ve cari açık sorununa hiçbir zaman mahal verilmediği not edilebilir. Bunun en önemli nedeni, G. Kore’nin dışa açılma zamanlamasının, ithal ikameciliğin başarıyla bitirildiği bir aşamaya denk getirilmiş olmasıdır. Böylece G. Kore’nin sanayisi rekabete hazır hale gelmiştir. Dolayısı ile G. Kore’de dış ticaret reel olarak refah artırıcı bir etkide bulunmuştur.

Ticaretin dışında yabancı sermayenin ev sahibi ülkede oluşturacağı refah etkisi de dışa açılmada önemlidir. Yapılan birçok akademik çalışmada yabancı sermayenin iyi yönlendirilmemesi (regülasyon) durumunda bilhassa büyük ülkelerde istihdam, gelir oluşturma, oluşan gelirin adil dağılımı ve çevre konularındaki performansının hiç de iç açıcı olmadığını gösterilmiştir. G. Kore’de kalkınma aşamasında hem yabancı sermaye girişleri sınırlı kaldığından, hem de yabancı sermaye yatırımları G. Kore’nin genel kalkınma stratejisinin bir parçası haline getirilebildiğinden, G. Kore’de olumsuz etkilerinin ortaya çıkmasına izin verilmemiş, G. Kore, uzun yıllara yayılan hızlı büyüme ile adil gelir dağılımı öncüllerini bir arada telif edebilmiş nadir bir örnek olara k literatüre girmiştir. II. EKONOMİNİN DÖNÜŞÜMÜ VE SÜRDÜRÜLEBİLİR KALKINMA

Çalışmanın ikinci bölümünde konu tümüyle Türkiye’ye kaydırılmaktadır. Bu geçişi sağlamak üzere sekiz makaleye yer verilmiştir. Bu bölümde ağırlıklı olarak Türkiye’nin küresel bütünleşmesiyle ilgili olarak kamuoyunda tedirginlik oluşturan konulara yer verilmiştir. Mesela, dünyaya açılırken ekonomide bir “çürümenin” ve bir yolsuzluk ekonomisinin ortaya çıkıp çıkmayacağı; bu bütünleşmenin içeride oluşturacağı refah etkisinin hangi yönde gelişeceği ve dış ticaret alanında kendini cari açık olarak gösteren kırılganlıkların ekonominin geleceği ve sanayinin yapısı üzerinde oluşturacağı erozyon ve yabancı sermaye etkisi bu endişelerden bazılarıdır.

2.1. Küresel Entegrasyon, Yolsuzluk Ekonomisi ve “Bulaşma Etkisi” Körle yatan şaşı kalkar. Dış dünyaya açılan ülkeler bir yandan etkilemekte, öte yandan da daha çok

etkiye maruz kalmaktadır. Mustafa Çelen’in makalesi bu üç sorunsaldan küreselleşme ve yolsuzluk ekonomisi ilişkisini irdeledikten sonra yolsuzluk ekonomisine yol açamadan başarılı dışa açılmanın koşullarını ortaya koyup, birtakım dersler çıkartmıştır. Yolsuzluk, dünya bankasına göre “resmi devlet yetkisinin kamu çıkarına karşı kullanılması veya resmi kamu gücüne dayalı olarak özel çıkar elde edilmesi faaliyeti” olarak tanımlanmaktadır. Çelen küreselleşme ile birlikte hızlanan faktör, mal ve hizmet hareketlerinin, yolsuzluklar açısından bir “bulaşma etkisi” yarattığından ve dolayısı ile günümüzde yolsuzlukların önlenmesinin bir “küresel kamusal mal” mahiyeti kazandığından bahsetmektedir. “Kâr azamileştirmesi” ile ilgilenen işadamının gittiği ülkede her türlü yolsuzluğa bulaşmasının mümkün ve gözlenen bir durum olduğundan hareketle, yolsuzlukların önlenmesinde şeffaflık, denetim ve hesap verebilirlik gibi kurumsal yapıların kalitesi önem kazanmaktadır. İkinci olarak da kamusal mal mahiyeti kazanması hasebiyle küresel alanda mücadele, küresel bir işbirliği ve büyük bir kaynak gerektirmektedir. 2.2. Küreselleşmenin Refah Etkisi: İçeride Yapılacak Çok şey Var

İkinci büyük endişe konusu olan küreselleşmenin refah etkisi İbrahim Öztürk, Ziya Çöloğlu ve Nurullah Gür tarafından ele alınarak, Türkiye’nin 1980 sonrasında etkinsiz bir mimariye dayalı dışa açılma serüvenin adeta bir bilançosunu çıkartıyorlar. Makaleye göre 1980-2001 krizine kadar olan süreçte Türkiye’nin dışa açılma tecrübesinden genel manada neoliberal teorik beklentilere uygun sonuçlar çıkmamıştır. Bu bulgular aşağıdaki şekilde özetlenebilir:

Bir, Türkiye ekonomisinin 1990’lı yıllarda ticari ve finansal alanda dışa açılmaya başladıktan sonra cari açığı ve dış borçları daha da hızlanarak artmaya başlamıştır. İki, dış kaynaklar iç tasarrufları ikame etmeye başlamış, finansal serbestinin ulusal tasarruf oranları üzerinde teşvik edici etkisi ortaya çıkmamıştır. Üç, dış finansman kolaylığı bir ölçüde kötü mali yönetim için uygun bir ortam hazırlamış, bu nedenle dış borçlar artmıştır. Yeri gelmişken, dışa açılmanın içeride yarattığı toplumsal sıkıntıların giderilmesi için kamunun telafi edici yönde daha fazla sosyal harcama yapmak zorunda kalmış olduğu da ilginç bir gözlem olarak not edilmelidir. Dört, dışa açılmadan beklenen en önemli fayda olan şirketlerin tahvil ihraç ederek kaynak artırma yoluna gitmesi de neredeyse mümkün olmamış, süreç kamunun ve kamunun garantisine dayalı

5

borçlanmanın derinleşmesi şeklinde gelişmiştir. Beş, bu arada ekonomi dışa açıldı diye içeride borçlanma maliyeti düşmemiş, vadeler de uzamamıştır. Altı, işleyen dinamikler gelir dağılımını bozmuş, içeride tüketicinin lehine olacak şekilde rekabet artmamış ve kâr marjları düşmemiştir. Yedi, ekonomide devresel dalgalanmalar derinleşmiş ve sıklaşmış, yani dışa açıldıktan sonra istikrardan çok istikrarsızlık yaşanmıştır.

Daha önce Şenses’in makalesinde gösterildiği üzere, bu olumsuz sonuçların ortaya çıkmasında elbette küresel düzenin bizatihi doğasından kaynaklanan çarpıklıklar etkili olmuş ve halen de bu olumsuz etkinin derinleştiği anlaşılmaktadır. Ancak suçu kolaycı bir şekilde küreselleşemeye atıp burada durmak da gerçekçi olmayacaktır. Örneğin enflasyon, bütçe açığı, siyasi istikrarsızlıkların yoğunlaşması, partilerin popülist politikalara yönelmiş olması ve yolsuzluklar gibi Türkiye’nin kronik sorunları, tek başına kürselleşmeye maledilemez. Makalede de isabetle kaydedildiği gibi, dışa açılmanın etkinsizliği, politikaların tutarsızlığı, reform yorgunluğu, ekonomik alanda reformlar yapılırken, siyasi ve kurumsal alanda siyasal rejimin katılıkları nedeniyle reformların sürekli ötelenmiş olması, bu bozulma sürecinin arkasındaki temel dinamiklerdir. Bu noktadan hareketle makalede ulaşılan temel ders şudur: Dışa açılırken evinin önünü süpürmek, yani iç dengeleri düzenlemek ve başarıyla idare etmek görevi hükümete düşmektedir. Politikaların, reformların, kurumların ve bunların arkasındaki kültürünün ikame edilmediği bir ortamda girişilecek dışa açılma sürecinde bu şekilde küreselleşmenin yan etkileri derinleşmektedir.

Nitekim 2001 krizinden sonra Türkiye’de, IMF anlaşmasının zorlaması ve AB’nin oluşturduğu itici etki sayesinde gerçekleştirilen birçok reform ve makro ekonomik performansın artmasıyla kürselleşmenin yukarıda sözü edilen bazı yan etkilerinin azaldığı görülmektedir. Örneğin 2002-2007 döneminde fiyat ve kalite rekabetinin arttığı, kâr marjlarının düştüğü, özel sektörün dış kaynak geliştirme etkinliğinin oldukça arttığı, dış ve iç finansmanda vadelerin uzadığı ve maliyetlerinin öncekine göre bir hayli gerilediği, gelir dağılımında somut verilere yansıyan bir düzelmenin kaydedildiği görülmektedir. Ancak sürecin cari açığı artırıcı, büyüme oranı civarında artan istihdam oluşturma performansına rağmen işsizlikte hatırı sayılır bir düşüşe katkıda bulunmadığı, eksik reformlar nedeniyle hala ulusal tasarruflara olumlu yönde katkıda bulunmadığı da görülmektedir. Sürecin bundan sonra ne yönde gelişeceğini gözlemlemek ve doğru sonuçlar çıkartmak için yine de biraz daha uzun bir zamana ihtiyaç olduğu ifade edilebilir.

2.3. Rekabetçi Sektörler İçin Etkin Kamusal Yönlendirme Dışa açılmada merak edilen bir diğer konu da kuşkusuz sanayinin dönüşümüdür. Elif Çepni, Türkiye’nin sanayi dönüşümünün gereği üzerinde durmakta, ardından da İbrahim Öztürk ve Fazıl Kayıkçı rekabetçi veya kalkınmacı sektörler konusunda bir desen tespit etmeye çalışmaktadırlar. Çepni’nin çalışmasında ülkeler arasındaki refah veya hayat standardı farklılıklarının nedenleri üzerinde durulmaktadır. Elde edilen sonuçlara göre, ülkelerin refah seviyesini teknolojinin düzeyi, beşeri sermayenin ve girişimciliğin kalitesi, iş ve yatırım ortamının yeterli bir kârlılık sunabilmesi, bunun akabinde elde edilen şirket artığının yeniden sağlıklı yatırımlara kanalize edilmesi suretiyle sermaye birikiminin sağlanmış olması belirlemektedir.

Bu değişkenlerin topluca ele alındığı Türkiye’yi ele alan birçok çalışmada, 1990’lı yılların büyük oranda kaybedildiği ifade edilmektedir. Bu şartlar altında Türkiye’nin sanayileşmiş ülkelerle olan gelişmişlik farkını kapatması (catch up) ve AB standartlarına yakınsaması (convergence) açısından yabancı sermayenin potansiyel katkısı ön plana çıkmaktadır. Gerçekten de bu aşamada sahip olduğu bilgisi, deneyimi, piyasa gücü, teknolojisi ve tasarruf açığına yapacağı katkı mucibince yabancı sermaye girişi önem arz etmektedir.

İster yabancı sermayenin çekilmesiyle, isterse yerli çabalarla olsun, sağlıklı bir kalkınma ve rekabetçi bir sanayinin inşası için belli bir yönlendirme mantığı hala geçerlidir. Bu noktadan hareketle, Öztürk ve Kayıkçı sürdürülebilir bir kalkınma için değişen çevre koşullarına adaptasyon kapasitesi yüksek bir sanayi deseninin ikame edilmesi gereği üzerinde durmaktadır.

Türkiye’nin rekabetçi üstünlüklerinin stratejik değerdeki yüksek verimlilik sektörlerinde aranması bağlamında, ihmal edilmemesi gereken başka bir husus da istihdam öncelikleridir. Verimlilik ve istihdam arasında bir denge esası söz konusudur. Yapılan çalışmalara göre, nispi verimliliği artarken istihdamdaki payı da artan sektörler arasında kimyasal ürünler, ulaşım araçları, elektrik makineleri, bazı plastik ürünler, bazı imalat sanayi alt kalemleri, mesleki cihazlar ve tekstil dikkat çekmektedir.

6

2.4. Dış Ticarette Yeni stratejik Açılımlar

Dışa açılmanın ticari alandaki bir fotoğrafını çıkartmak üzere Armağan Vural’ın makalesi önemli bir katkıda bulunmuştur. Vural’ın makalesinde statik bir bakış açısıyla sadece olayın fotoğrafı çekilmemekte, dinamik birtakım stratejiler güderek Türkiye’nin son yıllarda yaptığı karşı hamlelerle yeni açılımlara gittiği, kur ve diğer birçok konudaki sıkıntıların üstesinden geldiği gösterilmiştir. Buradan yola çıkarak Türkiye’nin aslında başarılı bir “küreselleştirici aktör” olarak kabul edilmesi gerektiği, sürece pasif olarak eklemlenmediği gösteriliyor. Son yıllarda ihracatın rekor düzeyde artış göstermiş olması, Türkiye’nin izlediği stratejilerin ve verimlilik eksenli arayışların başarısına işaret etmektedir.

Öte yandan küresel alanda rekabetçiliği artırıcı stratejilere rağmen birçok sıkıntı vardır. Her şeyden önce Türkiye’nin ihracat sektörü ağırlıklı olarak fiyat rekabetinin oldukça yüksek olduğu geleneksel mal gruplarında yoğunlaşmaktadır. Hal böyle olunca ihracat sektörü hali hazırda birçok mal grubunda fiyat alıcısı konumundadır. İşte, uluslararası fiyatları belirleyebilme gücünün doğal olarak sınırlı bulunması nedeniyle, reel olarak düşen getiriler ve artan üretim maliyetleri ihracatçılar açısından önemli sorunlar yaratmaktadır. Bu bağlamda vergilerden, bürokratik katılıklardan, alt yapı noksanlarından ve dünya piyasalarına göre daha yüksek olan birtakım girdi maliyetlerinden kaynaklanan maliyet sıkıntıları, rekabet avantajını erozyona uğratmaktadır.

Öte yandan dış ticaret sektörü son yıllarda sürdürülen makro-ekonomik politikaların sonuçlarından da olumsuz yönde etkilenmektedir. Bazı çalışmalara göre kurun değerindeki her bir yüzde 10’luk artış, ithalatı yüzde 5 oranında artırmaktadır. Bunun nedeni, makalede tartışıldığı üzere, sanayinin uluslararası piyasalarda fiyat alıcısı konumunda olması nedeniyle döviz kurundaki gelişmeleri ihracat fiyatlarına yansıtamıyor olmasıdır. Bu nedenle, bilhassa yerli girdiler kullanan ihracatçı firmaların kâr marjlarında sürekli bir erime yaşanmaktadır.

Bu arada düşen kurların etkisi her sektörde aynı olmamaktadır. Örneğin Türkiye artan oranlarda yabancı girdi bağımlılığı yüksek ileri teknoloji ürünlerinde uzmanlaşmaktadır. Böyle olunca, Türk Lirası’nın değerlenmesi ithal girdi kullanıp, bunu iç piyasada bitirip ihracatını yapan sektörleri daha avantajlı konuma koymaktadır.

İhracatın Türkiye’nin sermaye birikimini sağlaması ve hayat standardını artırması yolunda biricik çıkış yolu olduğu düşünülürse, bu gelişmenin bir takım yanlış yapılanmalara neden olacağı öngörülebilir. Tabii burada sadece kurun değeri gibi son derece yetersiz bir parametreye indirgenecek rekabetçilik tartışması oldukça riskli gözükmektedir. Bilindiği üzere geçmişte Türkiye ihracat sektörü sürdürülen doğrudan ve dolaylı destekleme politikaları ve zayıf kur politikası nedeniyle gereğinden fazla korunmuş, kolaycılığa alıştırılmış ve bağımlı hale getirilmiştir. Ancak döviz kuru avantajının yarattığı yapay rekabet gücü özellikle geleneksel ürün gruplarında sanayici ve ihracatçılarda atalet yaratmış, uluslararası piyasaların gerektirdiği verimlilik ve kalite artışına gereken özenin verilmesini erteletmiştir. Verimlilik artışı, kalite yönetimi ve ürün geliştirme konularında gereken yatırımların ertelenmesi nedeniyle kur avantajının ortadan kalkması, günümüzde bazı ihracat kollarında aşırı kırılganlık sonucunu doğurmuştur.

Halen yaşanmakta olan kur ve rekabet baskısının orta ve uzun vadede ne anlama geleceğini Gümrük Birliği (GB) tecrübesine de gönderme yaparak açıklamaya çalışan Vural, Türkiye imalat sanayinin GB sonrasında artan rekabetten kalite artışı ve sürdürülebilir verimlilikle çıktığı yolundaki görüşleri hatırlatarak, aslında kabul edilebilir sınırlar içinde olmak kaydıyla güçlü Türk Lirası’nın ihracat sektörü üzerindeki baskısının sektörün verimliliğini arttıracağı ve yapısal dönüşümü hızlandıracağı sonucuna varmaktadır.

Açıkçası kalkınma ve dışa açılmada başarı hikayesi olarak gösterilen Asya Kaplanları da dış ticaretin içeride sanayi terbiye edici katkısından son derece akılcı politikalarla istifa etmişlerdir. Bu açıdan bakıldığında, bizde de döviz kurunun denge düzeyinde bulunmasını istemek en doğru çıkış noktası olarak görülmektedir. Burada işaret edilen esas husus, döviz kurunun düzeyinden ziyade, kurdaki istikrarın temin edilmesi ve belirsizliklerin asgari düzeyde tutulmasıdır.

Sonuç olarak, Türkiye ihracatının kazanım ve pazar payının sürdürülebilmesinde, ticaret ve sanayi politikaları ile makro ekonomik politikaların uyumlu ve birbirini destekler mahiyete olması son derece önemlidir. Bunun bir gereği olarak Türkiye’nin uyguladığı maliye ve para politikalarının ticaret politikalarını destekler nitelikte olması durumunda, ticaret politikalarından ve ticari entegrasyondan elde edilen başarılar daha bir kalıcı olacaktır.

7

2.5. Kalkınmada Yabancı Sermaye Stratejileri

Son yıllarda Türkiye geçmiş dönemle mukayese edilemeyecek kadar büyük bir sermaye hacmini içeriye çekebilmiştir. Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Örgütü (UNCTAD) tarafından yayınlanan 2007 Dünya Yatırım Raporuna Göre, Türkiye 20.1 milyar dolarla en fazla uluslararası yatırım çeken ülkeler arasında 16. sırada yer almış, dünyadaki toplam sermaye içindeki payını ilk defa yüzde 1,5’e kadar çıkarmıştır. Böylece Türkiye ortaya çıkan cari açığın finansmanını yüzde 60’lara varan oranda kalıcı sermaye girişleriyle sağlarken, yabancı sermaye girişlerini büyümenin motor gücü haline getirebilme şansını yakalamış gibidir. Yabancı sermayenin önemi, ülkeye kalıcı bir know-how, teknoloji, öğrenme etkisi gibi dışsallıkları kritik değerle olan katkıları taşıyabilmesinde aranmalıdır.

Buna rağmen 2003-2007 arasında oldukça uygun olan uluslararası ortamın gelecekte nasıl ve ne yönde değişeceği çok belli olmadığından, bu yapı şimdilik bağımlı bir büyüme etkisi olarak derinleşmektedir. Bu nedenle Türkiye’ye yabancı sermaye girişi devam ederken, bir yandan da kuşkucu yaklaşımlar derinleşmektedir. Bu noktadan hareketle, çeşitli kurum ve kişiler kendi açılarından bir yabancı sermaye stratejisi üzerinde kafa yormaktadır. Bu çalışmada Erhan Aslanoğlu yabancı sermayeyi çekme konusunda gerekli stratejiler ve temel dersler üzerinde durmaktadır. 1997 yılındaki Asya Krizi’ne kadar büyük hacimlere ulaştıktan sonra bıçak gibi kesilen küresel sermaye hareketleri 2002 sonrasında toparlanma sürecine girerek, son birkaç yılda aşağı yukarı aynı hacme ulaşmıştır.

Türkiye de son yıllardaki atılımlarıyla bu pastadan etkin bir şekilde payını alır hale gelmiş olmakla beraber, Türkiye’ye gelen sermayenin ağırlıklı olarak satınalma ve birleşmeler şeklinde olduğu dikkat çekmektedir. Bir başka ifadeyle içeri giren sermayenin yeni yatırımlara yönelmediği görülmektedir. Bu gözlemden hareketle Aslanoğlu, Türkiye’nin sözkonusu süreci yeşil alan yatırımlarına kaydırıcı istikamette değiştirebilmesinin ancak belirgin bir “fark yaratma” kapasitesiyle mümkün olacağını savunmaktadır. Burada birtakım öneriler dile getirilmektedir:

Her şeyden önce fark yaratarak cazibe merkezi olmanın bir gereği olarak bir yandan AB sürecinin ve dezenflasyon çabalarının sürdürülmesi gereğine, öte yandan da piyasa giden yolları açacak olan kurumsallaşmanın derinleştirilmesi gereğine işaret edilmektedir. Zira kurumsallaşma, hızlı büyüme, makroekonomik istikrar ve yatırım ortamının iyileşmesi anlamına gelmektedir. Kısaca kurumsal değişim, birçok alanda eş zamanlı değişim dinamiğini de tetikleyecektir.

Keza, dinamik rekabetçi üstünlüklere göre sektörel mimarinin belirlenmesi ve bir sanayi stratejisinin tanımlanması gereği bu makalede de kendini göstermektedir. Bunun bir gereği olarak her sektörde en iyi olma şansı olmayan Türkiye’nin bazı alanlarda dünyanın en iyisi olmaya çalışarak cazibe merkezi olmayı hedeflemesi gereği öneriliyor. Bu meyanda otomobil, elektronik, makine ve teçhizat, tekstil, mobilya, enerji gibi sektörler önemli bulunuyor.

Aslanoğlu’nun değindiği yabancı sermaye üzerinde kurumsallaşmanın etkisi konusu, Devrim Dumludağ’ın makalesinde biraz daha derinleştiriliyor ve yabancı sermayenin çekilmesi ve disipline edilmesinde yerli kurumların rolü, kurumcu iktisat açısından ele alınıyor. Bu ve yapılan diğer çalışmalardan elde edilen sonuçlar göstermektedir ki; enflasyon, döviz kurları, kişi başına düşen GSYİH, emek gücü, faiz oranları ve ekonominin dışa açıklığı gibi makroekonomik göstergelerin yanı sıra kurumsal faktörler de doğrudan yabancı yatırımlar üzerinde önemli etkiye sahiptir.

Gelişmekte olan ülkelerde ekonomik ve politik riskin düşük; hükümetlerin istikrarlı; demokratik, sağlam bir fikri ve mülkiyet hakları rejiminin varlığı; düşük yolsuzluk oranları; bürokrasinin yapıcı; yaptırım mekanizmalarının etkin işlemesi; yargının işleyişine güven duyulması; rekabeti sağlamaya yönelik politikaların mevcut olması gibi faktörler doğrudan yabancı yatırım akımları üzerinde olumlu etki yaratmaktadır. Kurumlarını bu tür bir yapıya uygun düzenlemeye çalışan hükümetlerin gelecekte hem daha fazla DYY çekmeleri, hem de bunu ülkenin genel kalkınma stratejisi doğrultusunda gerçekleştirmeleri mümkün görünmektedir. 2.6. Özelleştirmenin Nihai Amacını Kavramak

Son yıllarda Türkiye’deki yapısal dönüşüm, küresel entegrasyon, yabancı sermaye girişleri, şeffaflık ve hesap verebilirlik gibi son derece kritik konuların yakından takip edilebileceği ender uygulama alanlarından

8

birisi kuşkusuz özelleştirme uygulamalarıdır. Bize göre özelleştirmeni ilkeleri ve felsefesi vardır. Özelleştirmenin nasıl olması gerektiği kadar, ne olmadığı konusunda da kafa karışıklığının giderilmesi gereği vardır. Her şeyden önce özelleştirmenin kendi başına kamu borcu ödemek, bütçe açığı kapatmak, kısaca bir defaya mahsus kamuya yeni kaynak yaratmak gibi bir amacı yoktur. Bu yan veya ikincil bir amaçtır. Esas amaç, piyasayı rekabete açmak, kalite ve fiyatta yarışılan bir ortam oluşturmak, iktisadi rasyonaliteye uygun bir şekilde sermayeyi tabana yaymak, teknoloji transferine, dünya değer zincirine girebilmek, piyasayı büyütüp, yeni yatırımlara kapı aralayıp, gelir ve istihdam oluşturmaktır.

Konuyu açıklığa kavuşturmak üzere Mustafa Acar ve Hasan Köktaş’ın liberal ekonomi bakış açısıyla yaptığı katkı son derece öğreticidir. Acar öncelikli olarak Türkiye’de özelleştirmeni son derece çarpık bir boyutuna gönderme yapıyor:

“Türkiye’nin özelleştirme macerası iktisat ve siyaset literatürüne geçecek özelliklere sahip, ilginç bir maceradır. Dünyada bu işe en erken başlamış ülkeler arasında bulunduğu halde uzun süre sürüncemede bırakan, zikzaklar çizen, tereddütler yaşayan; dünyada özelleştirme rüzgârı önemli ölçüde dindikten sonra yeniden meseleye önem veren ve piyasa değeri çok düşmüş kuruluşları özelleştirmeye çalışan ve bunda da kayda değer ölçüde başarılı olan bir başka ülke yoktur.”

Acar özelleştirmeden korkulmasına ve bu konuda komplo teorilerine prim verilmesine gerek olmadığını not ederek son derece iddialı ve önemli bir tespit yapıyor: “Özelleştirme, iddia edildiği gibi ‘devlet millet malının peşkeş çekilmesi’ değil, aksine bürokrasinin ve siyasetin elinde devlet-millet malının talan edilmesine son verilmesinin, rüşvet-yolsuzluk-rant mekanizmasının işlemez hale getirilmesinin bir aracıdır.” Buna tespitine rağmen Acar da makalesinde, kamuoyundaki endişeleri giderecek tarzda bazı adımların atılması gereğinin farkında olduğunu ortaya koyuyor. Bu meyanda (1) hukuki altyapının hazırlanması, (2)çalışanları mağdur etmeyecek istihdama yönelik tedbirlerin alınması, (3) stratejik şirketlerle ilgili bazı özel hükümlerin sözleşmeye ilave edilmesi, (4) kuruluşun piyasa değerinin mümkün olduğunca gerçekçi bir şekilde tespit edilmesi ve rekabeti uyararak satışa sunulması, (5) özelleştirme adı altında devlet tekelinin özel tekele dönüştürülmemesi başta gelen unsurlardır.

Bu arada devlet ekonomiden çekilirken, kamu yatırımlarının daha çok sosyal alt yapı, eğitim ve diğer beşeri sermaye geliştirme alanlarına kaydırılması, tarımsal dönüşümün ve istihdam önceliklerinin dikkate alınması gerektiği açıktır. Bu arada tedrici olarak büyümenin motor gücü konumuna gelecek olan özel kesim yatırımlarının, sanayinin uzun vadede rekabet gücünü geliştiren, yüksek katma değer yaratan, verimliliği ve ihracatı arttıran sektörlerde yoğunlaştırması için yine kamusal öncelik ve öncülük gerekmektedir.

Keza yabancı firma ortaklıklarının, teknoloji transferinin ve gelişiminin mümkün olduğu alanlarda teşvik edilmesi, piyasaları destekleyici ve düzenleyici rolü öne çıkmaktadır. Tabi burada teknoloji transferi bir basamak olarak kullanılmalı, yabancı firmaların doğrudan yatırımları uluslararası bilgi stokuna ulaşmada belli bir aşamaya gelene kadar kullanılabilecek bir araç olarak değerlendirilmelidir. Hemen yukarıda yabancı sermaye stratejilerinde tartışıldığı üzere, rekabet gücüne asıl etki eden unsurun ulusal Ar-Ge faaliyetleri olduğu dikkate alınarak, ithal edilen teknolojilerin üzerine araştırma ve yenilikler yaparak teknolojik bağımlılığı azaltmak gerekmektedir. III. KALKINMA SÜRECİNDE BAZI KRİTİK SEKTÖRLERİN GELECEĞİ

Çalışmanın üçüncü bölümünde, küresel bütünleşme sürecinde olan Türkiye açısından kritik

değerde görülen bazı sektörlerde bir durum tespiti yapılıp, zayıf ve güçlü yanlarına göre bazı politika önerileri getirilmektedir. Bu bağlamda yedi makale ile gerekli sektörel tahliller yapılmış ve öneriler dile getirilmiştir. Bu bağlamda çevre, bilgi teknolojileri, no-teknolojiler, tarımın dönüşümü, emek yoğun sektörlerin geleceğine ışık tutmak üzere tekstilin küresel rekabet ortamında yeniden konumlandırılması, büyüyen bir ekonominin başka yolla kapatılması ihtimal dışı olan enerji açığı için nükleer enerji seçeneği incelenmiştir. 3.1. Çevresiz ve İnsansız Kalkınma: Kimin İçin?

9

Küreselleşme, yabancı sermaye girişi ve kalkınma kavramları Türkiye açısından birbirinden ayrılmaz bir nitelik kazanmıştır. Ancak bu üçlü kavram gündeme geldiğinde, gerek AB ile olan mevzuat uyumu açısından, gerekse bununla da ilintili olmak üzere sürdürülebilir bir kalkınmanın ikamesi bağlamında çevre konusu hayati bir önem arz etmektedir.

Bu çalışmada Fikret Adaman ve Murat Arsel’in birlikte vurguladıkları gibi, gerek bilinç eksikliği, gerekse ilgili politika ve kurumlarının olmayışı nedeniyle Türkiye’de konu ikincil, hatta üçüncül önemde ele alınmakta, adeta “önce sanayileşelim, sonra bu lüks konuyu düşünmek için nasıl olsa zaman ve kaynak olacaktır” demeye getirilmektedir. Bu görüşün Türkiye’de taraftarı da az değil gibidir.

Nereden bakılırsa bakılsın, bu bakış açısı kalkınmanın amaçlarını kavramaktan uzak, bencil, kısa vadeci ve akıl dışı bir yaklaşım olarak derhal reddedilmelidir. Bu konuyu ve önemini Türkiye’nin gündemine sormak üzere Adaman ve Arsel’in “aktör-vekil” (principal agent) yaklaşımıyla ele aldığı “küreselleşme, çevre ve kalkınma” konulu makale mutlaka iyi anlaşılmalıdır. Çevre ile ilgili konular ağırlıklı olarak kamusal mal mahiyetinde olup, bu alandaki sorunların da doğal olarak paydaşları boldur. Nitekim makalede de çevre sorunlarının aşılmasında paydaşların aldıkları pozisyonlar ve buna göre getirilebilecek çözümler ele alınmıştır.

Makalede, kamusal alanda görülen büyük erozyonun (hem genelde hem de özel olarak çevresel alanlarda) önlenmesinin, sağlıklı çevre politikalarının geliştirilmesinde bir önkoşul olduğu ileri sürülmektedir. Bu görüş son derece isabetlidir. Zira yazarların da haklı olarak altını çizdikleri gibi çevre, belki de tanımı gereği, kamusal niteliği baskın olan bir maldır. Neticede ortaya çıkan çevre felaketlerinden hepimiz etkilenmekteyiz. Kalkınmanın nihai hedefi insan ve insanın ayrılmaz bir parçası olan ekolojik ve kozmik düzendir. İnsanın kendine yabancılaştırıldığı, çevreni tahrip edildiği bir sözde kalkınmanın nasıl bir nihai amacı olabilir ki? Yazarın da umduğu gibi, bu gerçeğin kabul edilmesi, beraberinde, daha uzun soluklu ve daha adil pozisyonların benimsenmesini, kamunun daha saydam ve hesap verilebilir bir dönüşüm geçirmesini, gerekli müşevvik yapılarının tasarlanmasını beraberinde getirebilir. 3.2. Bilgi Teknolojilerinde Atılım ve Yenilikçiliğe Dayalı Kalkınmaya Geçiş

Konuyla ilgili olarak yapılan birçok çalışmada ulaşılan ortak nokta, uzun yıllardır kaybedilen telafisiz zamanlardan sonra Türkiye’nin artık eğitim ve teknoloji alanında devrim-vari bir atılım yapması gereğine işaret etmektedir. Bu konuda şimdilik etkin eylemden ziyade ancak bu alandaki ihtiyacı ve farkındalığı artırmaya yönelik çalışmaların yoğunlaştığından bahsedilebilir. Yani Türkiye hala eğitim reformunda telafi edilemez zamanlar heba etmeye devam etmektedir.

Çalışmaya Şeref Sağıroğlu ve Şirin Elçi birbirini tamamlayan iki ayrı makale ile katkıda bulunmuştur. Bu bağlamda “bilgi ekonomisinin imkân ve fırsatları” ile “küreselleşmeye yenilikçilik ve icatlarla katılmanın gereği” üzerinde duran iki makale, bilgi ekonomisine ve inovasyona dayalı bir sanayileşmeye ve kalkınmaya geçiş yapmak için neler yapılması gerektiği üzerinde durmuş ve önemli öneriler getirmiştir.

Türkiye’nin dış ticarette ve sanayi dönüşümünde başarılı olabilmesi de bilgiye dayalı bir sistem inşası ve inovasyona dayalı bir sanayi yapısına kaymasıyla mümkündür. Geçmişte üretimin yapısının ve uluslararası ticaretin yönünü ve büyüklüğünü ucuz hammadde ve işgücüne dayanan maliyet avantajı belirlerken, günümüzde bunu gelişmiş teknolojik altyapı, yenilik yaratma kapasitesi, üretimde daha çok bilgi yoğunluklu ve yüksek katma değerli ürünlerde uzmanlaşma belirlemektedir. Bu nedenle gelişmekte olan ülkelerin küresel ortamda rekabetçi konumlarını sürdürebilmeleri ve güçlendirebilmeleri, büyümelerini verimlilik artışlarına dayandırmalarına ve yeni rekabetçi üstünlük alanları yaratabilmelerine bağlıdır. Bu doğrultuda, yenilikçiliğe önem verilmesi, bilim ve teknoloji kapasitesinin artırılması, beşeri sermayenin geliştirilmesi, bilgi ve iletişim teknolojilerinin etkin biçimde kullanabilmesi büyük önem taşımaktadır.

Yukarıda vurgulanan çerçeveye oturtmak üzere, yabancı yatırımlar ve özelleştirme uygulamaları da verimlilik eksenli bir ekonomi oluşturma yolunda, bilhassa teknoloji transferinde bir araç olarak görülmektedir. Bu meyanda yabancı yatırımların teşvik edilmesi, yerli firmaların yabancı yada çok uluslu ortaklarla çalışmaları yada özelleştirme kapsamındaki kamu kuruluşlarının, içinde Türk ve yabancı ortak bulunan konsorsiyumlara satılması, toplam verimliliğin artmasıyla sonuçlanabilecektir.

10

Konumuzla ve Türkiye’nin gelecekteki dönüşümünün kalitesiyle yakından ilgili olduğu noktasından hareketle, Hiroyuki Fujita ve Ersin Altıntaş’ın “nano-teknolojilerin sanayileşmedeki yerini” irdeleyen makalesi de bu iki yazarın argümanlarını tamamlayıcı bir niteliktedir. Altıntaş ve Fujita makalede bir uyarı, bir dizi de öneri yapmaktadırlar. İster nano-teknolojiler, isterse başka alan olsun, bir sektöre yatırım yaparken, belirli bir araştırma ürününün yaygın bir teknoloji olarak ne kadar uygulanabileceğinin iyi araştırılması gereği salık verildikten sonra, “kaynakları kıt olan gelişmekte olan bir ülkenin muhakkak surette yatırım-kazanç dengesini iyi bir şekilde tetkik etmesi” gereği konusunda uyarıda bulunulmaktadır.

Yine sanayinin çekirdek yapısını konumlandırırken, kısa vadeli projeler üzerinde çok çalışıldığı gerçeğinden hareket eden yazarlar, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelere uzun vadeli projelere yönelip bunları tamamlaması önerisinde bulunmaktadırlar. Bu meyanda uzun vadede devam etmek üzere birkaç tane araştırma konusunun seçilmesi gereği dile getirilmektedir. Umut verici bir tespit olarak, “küçük bir miktar parayla bile, fabrikasyon ve karakterizasyon gibi nanoteknoloji altyapısı sağlayan araştırma merkezleri kurulabilir.” deniliyor.

İlaveten yazarlar, “eğitime yapılan yatırım kaybettirmeyecektir” ilkesini şu uyarı ile birlikte bir arada yapmaktadırlar: “eğitim, yatırım ve destek olmadan ilerleyemez.” Bununla birlikte günümüz toplumunun ihtiyaçları iyi belirlenmeli ve farklı araştırma alanlarındaki insanların kaynaştırılmasına önem verilmelidir. Deneyimli araştırmacıların yetiştirilmelerinin yanında, farklı akademik çevreler arasında iletişim sağlanmalı ve her alanın ihtiyaçları dikkatle belirlenmelidir. Ayrıca, farklı ülkelerdeki araştırma kurumlarıyla veya üniversitelerle uzun vadeli teknoloji paylaşım ve öğrenci değişim programları uygulanmalıdır.

Yazarlar, 21. yüzyılda Türkiye’nin nano-teknoloji trenini kaçırmaması gerektiğinde ısrarcı davranmaktadırlar. Zira nanoteknoloji, 21. yüzyılın ilk yarısına büyük etkileri olacak ve teknolojik ürünleri daha küçük ve daha verimli hale getirebilecektir. 3.3. Tarım: Bir Potansiyelin Yeniden Keşfine Doğru

Türk tarımının küresel bütünleşme sürecinde oldukça zayıf yönleri vardır. Bunların ortadan

kaldırılmasıyla mevcut dezavantaj, bir fırsata dönüşebilir. Bu noktadan hareketle makalede Türk tarımının önünde iki ana arterin olduğu anlaşılmaktadır. Bunlar, AB ile müzakereler sürecinde AB’nin Ortak Tarım Politikalarına yakınsama ve Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ)’nün çok taraflı müzakereler sürecinde ulaştığı sonuçların Türkiye tarafından üstlenilmesi gereğidir. Öte yandan Türkiye tarımının değişimini gerektiren bu ikili dışsal çapa olmasa da tarımın dönüşümü yine de ötelenebilir bir konu değildir. Zira büyük bir ekonomi olmak, refah seviyesi yüksek bir toplum üretmek, şeffaf ve rekabetçi bir siyasi-iktisadi yapı inşa etmek, mali yapıyı toparlamak gibi birçok nedenden ötürü bu artık ertelenemez bir meydan okuma halini almıştır. Tarım sektörü Türkiye’nin tam da bu gündeminin merkezinde yer almaktadır.

Acar, tarımsal dönüşümün etki alanının çok daha geniş ve derin olduğunun farkında olarak, dönüşümün sadece tarımı ilgilendirmediğini not etmekte, ülkenin tümünün kaderini yakından ilgilendirdiğine dikkat çekmektedir. Bu tespitin bir parçası olarak, tarımdan boşalacak işgücüne beceri kazandırılarak sanayi ve hizmetler sektörünün nitelikli eleman açığının kapatılmasına dönük tedbirleri gündeme getirmektedir.

Yine Türkiye’nin kendi tecrübesinden yola çıkarak tarımsal dönüşümün doğrudan devlet eliyle sağlanamayacağına, bunun için serbest ticaret ortamında Türkiye’nin tarımda karşılaştırmalı üstünlüğe sahip olduğu alanların öne çıkartılması gereğine vurgu yapmaktadır. Acar’ın bulgularına göre karşılaştırmalı üstünlüğe sahip olunan sektörlerden bazıları taze sebze ve meyve ile organik tarım ürünlerinden oluşacaktır.

Türkiye’nin tarımsal dönüşüm gibi muazzam bir işin üstesinden gelmesi için Mustafa Acar’ın makalesinde bir dizi öneri sıralanmıştır. Rekabetçi bir tarımın inşa edilebilmesi için; (1) miras hukuku kökten değiştirilerek parçalanmış araziler belirli bir program dahilinde toplulaştırılmalı, (2) tarımsal istihdam azaltılmalı, (3) sulama yatırımlarına önem verilmeli, bu doğrultuda sudan tasarruf ettirici sulama teknikleri yaygınlaştırılmalı, (4) organik tarıma yönelmeli, (5) bilinçli tarım için çiftçiler eğitilmeli (6) tarımsal araştırma kuruluşları işlevsel hale getirilmeli, (7) AB’den fon desteği sağlayacak tarımsal reform projelerine yönelmeli, (8) tarımda kâr için üretim yapan modern, büyük ölçekli ve öncü işletmeler teşvik edilmeli, teşviklerde daha çok lider çiftçi modeline yer verilmeli, (9) piyasadan kopuk tarım yerine, tarıma girişimcilik ve sermaye aşısı anlamına gelmek üzere, sözleşmeli tarıma desteklenmeli, bu sayede standartlar yükseltilmeli, verimlilik kayıpları önlenmeli, üreticinin

11

eline sabit ve sağlam bir gelirin geçmesi temin edilmeli, ve nihayet (10) tarım-sanayi bütünleşmesi daha bir etkinlikle sağlanmalıdır.

Makaleden çıkan en önemli sonuç; küreselleşen dünyada tarımın Türkiye’nin sırtında bir kambur olmaktan çıkma, katma değer yaratan ve toplumsal zenginliğe katkı yapan bir sektör haline gelme potansiyeline sahip olduğu tespitidir. Bunun için pasif bir şekilde dünyadaki gelişmeleri izlemek ve tarımsal ürün ticaretini serbestleştirici düzenlemelere direnmek yerine, proaktif bir tutum takınarak, geleceği olmayan sektörleri gözden çıkaran, ticaret saptırıcı korumaları—son günü ve cezai yaptırımları beklemeden—aşağı çeken politikalar benimsenmeli, kısaca tarım sektörüne girişimcilik ve sermaye aşısı yapılarak tarımın rekabetçi piyasa ile buluşmasının önündeki kanallar açılmalıdır.

Yazar, tarımın geleceğini düşünürken, aynı derecede önemli olan tekstil sektöründeki tecrübemize gönderme yapıyor ve önemli bir stratejiye daha ulaşıyor: “Korumaların kaldırıldığı bir dünyada tarımın da tekstil gibi fasoncu bir yapıya dönüşmemesi için Türkiye’nin mukayeseli üstünlüğe sahip olduğu alanlara şimdiden süratle yatırım yapılmalı, uluslararası marka yaratmaya dönük çalışmalar etkinlikle takip edilmelidir.”

3.4. Tekstil ve Hazır Giyim Sektörleri Küllerinden Yükselirken

Acar’ın “tarım tekstil olmasın” diye uyarıda bulunduğu aşamada, Güler Aras tekstil sektörünün

geleceğini masaya yatırmıştır. Bilindiği üzere tekstil ve konfeksiyon sektörleri Türkiye’nin bilinçsiz bir şekilde büyük emekler verdiği kritik ve yerli birer sektördürler. İlk olarak, Türkiye’nin ihracatçı sektörlerine bakıldığında, tekstil ve hazır giyim sanayi istisnai dönemler hariç başta gelmektedir. İki,Türkiye’ye net döviz kazandıran yegane sektör olarak öne çıkmaktadırlar. Üç, bu sektörün kullandığı girdiler büyük oranda yerli piyasadan temin edilmekte ve daha çok tarıma dayandığından da tarımsal kalkınmanın motorunu teşkil etmektedir. Son olarak, tekstil sektörü Türkiye’nin bir istihdam deposu olarak toplumsal barış açısından da stratejik bir konumda bulunmaktadır. Bütün bu faktörler alt alta toplandığında, Türkiye’de her zaman bir tekstil konfeksiyon sektörünün varlığını sürdürmesi gereği ve geçerliliği ortaya çıkmaktadır.

Dünyanın en büyük ikinci, Avrupa’nın ise en büyük kapasitesine sahip olduğumuz bu sektörden büyük sermaye birikimi, moda-marka başarıları, bu sektörün kimyasallarının ve makine-ekipmanlarının iç piyasadan karşılanması gibi başarı hikâyeleri halen çıkmış değildir. Bu, sektörde yanlış yapılanmanın varlığının en büyük göstergesidir.

Şimdi ise kaybedilen yıllardan sonra çok farklı bir küresel konjonktür ile karşı karşıyayız. Tekstil sektörü dışarıdan gelen etkiler altında yeni bir yapılanmaya zorlanmaktadır. Şöyle ki; küreselleşme sürecinde emek yoğun sektörlerden sermaye ve teknoloji yoğun sektörlere kayış en fazla Türk tekstil ve konfeksiyon sektörünü etkisi altına almıştır. Sektör uzun yıllar emek yoğun bir sektör özelliği göstermiş ve Türkiye ekonomisi içindeki yerini de bu şekilde elde etmişken, devam eden süreçte artık daha çok teknoloji ve sermaye gerektiren ve kullanan bir sektör haline gelmiştir. Bu gözlemlerden hareketle Aras, bu sektörde var olabilmek için artık teknolojiye ve Ar-Ge’ye yatırım yapmayı ön plana çıkartmakta, hatta tek başına verimlilik artışının bu rekabette temel belirleyici faktör olarak karşımıza çıkmadığını da vurgulamaktadır. Verimliliğe ilave olarak markalaşmak, hız, esneklik de burada ön plana çıkmaktadır.

Bu gerçeklerden hareket eden makalede şu sonuçlara ulaşılmaktadır: (1) Mevcut büyüklüğü ve gelecekteki potansiyeli dikkate alındığında, sektörün Türkiye’nin gözden çıkarabileceği bir nitelikte olmadığı ifade edilebilir. (2) Öte yandan sektörün halen rekabet yeteneği mevcut olup, bunun için gerekli altyapıya da sahiptir. (3) Sektör, mevcut koşullarda teknolojiye, bilgiye, tasarıma, modaya ve marka ürünler üretimine odaklanarak önemli mesafe kaydedebilecek potansiyele sahiptir. (4) Bu meyanda bütün olumsuz çevre koşullarına rağmen, sektörün temel amacı, uluslararası pazarlardaki rekabet gücünü korumak ve arttırmaktır. (5) Bunun için Türkiye’nin küreselleşme sürecini ve bu süreçte sektörün karşılaşmakta olduğu yeni koşulları daha çok fırsat olarak görmesi gerekir. Bu durumda sektörün gelecek projeksiyonlarının oluşturulmasında daha etkin kararlar alınabilir. Gerçekten de yeni oluşumların, genişleyen işbirliklerinin ve ekonomik entegrasyonların sektöre etkisinin tamamen ortadan kaldırılması mümkün olamayacağı için, değişen şartlara uygun farklı rekabet stratejileri geliştirmek gerekli hale gelmiştir.

12

3.5. Kalkınmada Nükleer Enerji: Tercih mi, Mecburiyet mi?

Türkiye ekonomisinin sürdürülebilir bir büyüme patikasına oturtulması açısından enerji sektörünün ne kadar kritik olduğu artık kavranmıştır. Türkiye son yıllarda kaydettiği yıl başına %7 civarındaki büyüme performansı ve doğal büyüme havzası itibariyle büyük bir enerji açlığı çekmektedir. Öte yandan yapılan çalışmalara göre, Türkiye bütün doğal varlıklarını en etkin bir şekilde kullansa dahi, enerji açığını yerli kaynaklardan kapatması imkânsızdır. Bu bağlamda Türkiye’nin olabildiğince ucuz ve güvenli bir enerji temini, her türlü uygulanabilir yerli potansiyeli harekete geçirmek, dış bağımlılığı azaltmak ve tedarik kaynaklarını çeşitlendirmek, üç kıtanın bulunduğu jeo-stratejik yerde enerji geçiş güzergahını ülke topraklarına çekerek uluslar arası sistemde etkinliğini artırmak gibi önemli gündemleri vardır.

Bu çerçevede, büyüyen ekonomisiyle Türkiye’nin ucuz, bol ve temiz enerji temininde nükleer enerji bitmeyen bir tartışma olarak gündemdeki yerini almış olup, zihinler bir hayli karışıktır. Tartışmanın bir yerinde enerji ihtiyacının dörtte üçünü nükleer enerjiden karşılarken her hangi bir sıkıntı yaşamayan Fransa ve son yıllarda bu alandaki yatırımlarını hızlandıran ABD örneği, diğer uçta ise Çernobil kazasına enaz 4000 kişiyi kurban veren Rusya deneyimi var. Bu konudaki bir uzman değerlendirme Vural Altın’ın makalesinde sergilenmekte, ilgili uzmanlara da bir perspektif sunmak üzere makalede gerektiğinde konunun teknik detaylarına kadar girilmektedir.

Makalede yazar Türkiye’nin gerekli standartlara dikkat ederek nükleer enerjiyi benimsemesi gerektiğini savunmaktadır. Bu arada yazar son derece isabetli bir şekilde, “Türkiye’nin nükleer teknolojiye yönelme kararının, yalnızca enerji üretimi amacından kaynaklandığı konusunda en ufak bir kuşkunun dahi doğmasına meydan vermemesi” gerektiğine işaret ediyor. Burada amaçlanan husus, uluslararası sistemde İran’ınkine benzer bir imaj ve güven erozyonunun oluşmasına yol açılmaması gereğidir.

Makalede nükleer enerjinin bir gerçeklik olarak hem dünya’nın hem de Türkiye’nin geleceğinde var olacağı tahmini yapılmaktadır. Bunun gerekçesi de gayet açık olarak konulmaktadır: “Nükleer teknoloji ufukta görünen enerji yetmezliğini kapatabilecek bir alternatif olarak belirginleşmektedir. Bu başarılamadığı takdirde dünyayı; tahammül edilebilir fiyatlarla, yeterli miktarda, temin güvenliği taşıyan enerji kaynakları bulamamak ve fosil bileşeninin aşırı tüketiminden kaynaklanan çevre zararı gibi iki ciddi tehdit birden beklemektedir.”

Türkiye’nin nükleer enerji alanına girişteki amacı teknoloji transferi ve daha da önemli olarak güvenli ve ekonomik elektrik üretimi olarak verilmektedir. Ancak, kapsamlı bir nükleer enerji programı eşliğinde teknoloji transferinin amaç olarak benimsenmesi halinde, kamunun çok daha etkin bir rol üstlenmesi gerektiği de savunulmaktadır. Enerji sektörü özelleştirmelerinin devrede olduğu ve kamunun geri çekilme planları yaptığı bir aşamada bu uyarı son derece ciddiye alınmalıdır.

Gerçekten de nükleer enerjide ilk yatırım maliyetleri çok yüksek ve bitirme süresi 4-5 yıl gibi oldukça uzundur. Kullanım süresi boyunca maliyetler amorti edilebilir olduğundan dolayı, bu maliyet katlanılabilir bulunmakta ancak kamu, hem alım garantisi gibi yöntemlerle, hem de bitirme sürecini kısaltma yönündeki aktif katkısı ile bu süreci daha da ekonomik kılabilir.

Öte yandan nükleer yakıt olarak kullanılan uranyum kaynaklarının, popüler söylemlerin tersine, Türkiye’de zannedildiği gibi zengin, ayrıca toryumun da bu alanda henüz etkin kullanımının mevcut olmadığını da makaleden öğrenmiş bulunuyoruz. Buna rağmen, yakıt saklama imkanının varlığı nedeniyle girdi bağımlılığını da göze alarak bu alanda yatırım yapılmasının isabetli olduğu anlaşılmaktadır.

Güvenlik ve atıkların güvenli olarak ortadan kaldırılması son derece önem arzetmekterdir. Makalede “oysa bu sorunun kabul edilebilir çözümleri yok değildir.” deniliyorsa da bu konuda tümüyle içimizi rahatlacak bir çözümün henüz olmadığı anlaşılmaktadır. Yine de Türkiye’nin bu sorunu “uluslararası kuralları da dikkate alarak, ortak akla uygun bir şekilde kendi bölgesine uygun yöntemlerle çözebileceği” vurgulanmaktadır. Son olarak makalede nükleer teknolojide tek bir kaynağa bağlı kalmanın risklerinin ve artılarının dengede tutulması gereği üzerinde durulmaktadır.

13

IV. ETKİN YÖNETİŞİM ARAYIŞI VE DEVLETİN REFORMU

Çalışmanın dördüncü bölümümde devletin reformu gündeme getirilmiştir. Burada ise aciliyet

arzeden Kamu Yönetimi Reformu Bekir Parlak, Sosyal Güvenlik Sisteminin Reformu ise Halis Y. Ersöz tarafından tartışılmıştır.

Bilindiği üzere bizim 20. yüzyıldaki devlet düzenimiz iki temel tecrübenin etkisi altında şekillenmiştir. Bunlar Osmanlı’nın hazin çöküşü ve çok zor şartlarda ayağa kaldırılan bağımsız bir devletin varlığı, diğeri de II. Dünya Savaşı sonrasında uluslararası düzene damgasını vuran Soğuk Savaş ortamıdır. Bu iki reflekse göre şekillenen devlet aygıtımız günümüzde hem yapısal, hem de zihni düzeyde uyum sorunu yaşamakta, sonuçta yönetemeyen bir devlet aygıtı varlığını artan maliyetlere rağmen sürdürmeye çalışmaktadır.

Eski modelde bireyin yerini devlet ve toplum almışken, şimdi ancak bireyin şahlandığı toplumlar ayakta kalabilmektedir. Daha önceki modelde ekonomide fırsatlar değil, iktisadi sonuçlarda eşitlikçilik önemsenmekte idi. Şimdi ise fırsat eşitliği ve adil rekabet şartlarında sonuçların farklılığı, rekabetin doğal sonucu olarak görülmesi gerekmektedir. Eski modelde devlet topluma tepeden çeki düzen ve şekil vermeye çalışırken, şimdi toplumsal dönüşüm, aşağıdan yukarıya demokrasi gereği ve bu nedenle de devletin değişmesi zarureti vardır.

Bütün bu nedenlerle Parlak’ın ifadesiyle, “Türk insanının, yönetimin toplumsal imkanları ve kıt kaynakları çok verimli ve akılcı bir biçimde kullanması konusunda daha fazla bekleme yada kamu yönetiminde dinamizm ve etkinliği başka baharlara erteleme lüksü kalmamıştır.”

Ancak tahmin edileceği üzere burada yanlış olan kamu yönetiminin bizatihi varlığı değil, yönetimin toplumsal sorunlara çözüm üretebilme ve değişen beklentilere gerekli ve yeterli düzeyde yanıt verebilme yeteneğidir. Bu noktadan hareketle yapılması gereken ikinci tespit de şudur; “teknik olarak mevcut sistemin yapısı değiştirilse de zihni sorunlar ortadan kaldırılmadan yeni sistemin çalışması da imkansızdır. Kamu yönetimindeki reformlar ancak zihinsel dönüşümle başarılı olacağından, önce tüm düzeylerdeki ve her tür kurumdaki kamu personelinin eğitimle bilinçlendirilmesi ve buna inandırılması gerekmektedir.”

İçine girdiğimiz şu dönemde Parlak’ın dikkate alınması gereken bir önerisi de şudur; Geldiğimiz küresel entegrasyon aşamasında ve kamu yönetiminde dünyada biriken tecrübelerden sonra kamu yönetiminin etkin kılınmasında zihni koordinatları ulusal ve evrensel eksenlere oturtmadan başlatılan her girişim, başarısızlığa mahkum görünmektedir. Bunun anlamı, bir yandan yapılacak reformların yerli olması, yani “kendimiz için” üretilmiş olması, öte yandan Türkiye’nin artık dünya toplumunun bir parçası haline geldiği gerçeğine sadık kalarak yerli değerler ile evrensel değerlerin sağlıklı bir harmanlanmasının sağlanması gereğidir.

Bu aşamada Parlak Yeni Kamu İşletmeciliği (YKİ) şeklinde bir kavramı öneri listesine almakta ve gidişatın o yönde olduğuna işaret etmektedir. YKİ, her şeyi yapan ve üstlenen devlet anlayışı yerine, her şeyi düzenleyen, denetleyen ve oyunun kurallarını belirleyen devlet anlayışını benimsemektedir. Bu meyanda kamu sektöründe daha fazla rekabete ve özel sektör tarzı yönetim anlayışlarına yer verilmektedir. Buna göre vatandaşı bir “müşteri” gibi değerlendirip onların memnuniyetini önemsediğini gösteren bir yapının kurulması amaçlanmaktadır. Bunun bir gereği olarak, kamusal hizmetlerin halka en yakın birimler tarafından sunulabilmesi için güç ve yetkinin devri öngörülmektedir.

Bu yaklaşıma ciddi eleştiriler de getirilmektedir. En sert eleştirilerden birine göre, önerilen sistemde uzun vadede bu beklentiler gerçekleşmeyecektir. Zira devlet bu yolla küresel sermayenin hizmetçisi konumuna düşürülecek, sosyal önceliklerinden kopartılacaktır. Ancak durum böyle olsa da en azından Türkiye’de hantal devlet aygıtının ve geçersiz devlet etme zihniyetinin kısmen de olsa bu yönde değiştirilmesi zarureti açıktır.

Burada temel felsefe ve elde edilmek istenen netice şudur: Kamu otoritesinin bir orkestra şefi gibi hareket ederek, toplumdaki tüm sesleri tek bir ortak hedefe senkronize etmesi ve toplumsal kesimler arasında adil bölüşümü ve dengeli gelişimi sağlaması. Güçlü devlet-güçlü toplum ikilisi, biri olmadan diğerinin olamayacağı birlikteliğin güzel bir ifadesidir. Devletlerin nüfuz edici kapasitelerinin, koordine edici kapasiteye dönüşümü, günümüz koşullarında hızlı, üretken, etkin ve dinamik kamu hizmeti sunumunda temel bir şart olmuştur. Ülkeler bunu sağlayabildikleri ölçüde toplumsal refaha ulaşabileceklerdir.

14

Ersöz ise sosyal güvenlik reformu gibi devletle toplumun çok daha yakın bir temas halinde olduğu hassas bir alana girmektedir. Bilindiği üzere bu konuda bir reform yasası geçirilmiş ancak çeşitli gerekçelerle iptal edilmiştir.

2006 yılı sonu itibariyle sosyal güvenlik sistemi açıklarının GSMH içindeki payı %5 sınırında bulunmaktadır. Bu oran, mevcut genç demografik yapı dikkate alındığında vahimdir. Zira bu oran ancak nüfusu çok yaşlı olup, prim ödemeyen, tam tersi hizmet alma yoğunluğu artan ülkelerde görülebilmektedir. Uygun bir reform ile sorunun önüne geçilmezse, 2020 gibi açıkların milli gelirden aldığı pay rahatlıkla %10 barajını aşabilir ki, hiçbir ekonominin bunu kaldırması sözkonusu olamaz. Ersöz burada halen bir kısmı Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildiği için bitirilemeyen mevcut reform taslağını incelemekte ve değerlendirmelerde bulunmaktadır.

V- KRİTİK BİR COĞRAFYADA KÜRESEL ETKİNLİK ARAYIŞLARI

Beşinci bölümde Türkiye’nin siyasi dönüşüm ve entegrasyon arayışları konu edilmiştir. Burada

Türkiye’nin bölgesel güç olma konumunu derinleşirken, AB üyelik süreci, ABD ile olan “sorunlu” stratejik ittifakı, Rusya-İran ve Avrasya yönünde takip ettiği alternatif açılım stratejileri aracılığı ile çevreden merkeze yerleşme çabaları irdelenmiştir. Konuyu siyasi boyutlarıyla küresel ortama ve bölgesel koordinatlara oturtan çalışmaları (birinci bölümde Ramazan Gözen’in makalesine ilaveten) Mehmet Seyfettin Erol ve Mesut Özcan iki ayrı, ancak birbirini tamamlayan makalede gerçekleştirdiler.

Özcan dikkatini konunun belki en çetrefilli kısmına, Ortadoğu’ya kaydırmıştır. Makalede bir yandan AB üyelik sürecinin Türkiye’nin Ortadoğu bakışını nasıl şekillendirdiği, bir yandan da Türkiye’nin kendi özgün bakış açısının AB üyelik sürecinin geleceğini sahip etkileyebileceği ele alınmıştır.

Makalelerin işaret ettiği ortak sonuç, Türkiye’nin bu üç kıtanın birleştiği coğrafyada sahip olduğu potansiyel üstünlükleri harekete geçirebilmesi durumunda merkeze doğru olan yürüyüşünün hızlanacağı yönündedir. Ancak bunun harekete geçirilmesi konusunda içeride ve dışarıda birçok sınırlandırmanın varlığına da işaret ediliyor. İşte Türkiye’nin başarısı, bu sınırlandırıcı unsurları yavaş yavaş esneterek manevra alanını genişletebilmesinde yatmaktadır. Bunun için önerilen en büyük strateji, Türkiye’nin küresel düzenin karşısına bir “kazan-kazan” oyununun mimarı olarak çıkabilmesidir. Bu bağlamda medeniyetler arası diyalog sürecinin içerisinde olunmuş olması ile yarının şekillenmesinde büyük etkisi olacak enerji sektörünün etkin bir aktörü olma çabaları kritik değerde bulunuyor.

Son olarak değinilmesi gereken bir konu da Türkiye’nin sınır ötesindeki hacet kapılarının harekete geçirilebilmesiyle ilgilidir. Dünyaya dağılan Yahudilerin, Ermenilerin, Rumların, Yunanlıların ve Sırplıların gittikleri her yerde kendi ülkeleri lehine oluşturdukları etkin lobicilik bilinmektedir. Buna rağmen Türkiye’nin bu konuda belirgin bir ataleti ve duyarsızlığı mevcuttur. Almanya’da Türkler, Kuzey Irak’ta Türkmenler, dünyaya yayılan Çeçenler, Doğu Türkistanlılar gibi potansiyel atıl beklemekte, zaman içinde elden kaçmaktadır. Bütün bunlar içinde, Avrupa’da yaşayan Türklerin durumu bıçak sırtındadır. Bilhassa 11 Eylül sonrasında değişen ortam Türklerin de aleyhine işlemektedir. Bu durum sıkılaştırılan Göç Yasaları ile daha da etkin kılınmaktadır. Burada süreçlere etkinlikle karşılık verebilmek için Avrupa’da yaşayan Türklerin uyum ve adaptasyon kapasitelerinin anlaşılması ve gerekli politikaların oluşturulması gerekmektedir. Avrupa’daki Türkler, Avrupalı insanların gözünde birer Türkiye aynasıdır ve Avrupa’nın bugün sahip olduğu olumsuz imajda, tarihi tecrübe kadar belki her gün karşılarında gördükleri Türkler de önemli paya sahiptirler. Kadir Canatan’a göre de “Türkiye kendi “büyük entegrasyon” projesi ile Avrupalı Türklerin “küçük entegrasyon” projesini birleştirmeli ve birlikte yürütmelidir.