SIR JAHES GEORGE FRAZER

366
SIR JAHES GEORGE FRAZER Altın Dal Büyü VG Din üzGrinG Bir Çalışma Çeviren: Mehmet H. Doğan

Transcript of SIR JAHES GEORGE FRAZER

SIR JAHES GEORGE FRAZER

Altın DalBüyü VG Din üzGrinG Bir Çalışma

Çeviren: Mehmet H. Doğan

A LTIN DAL Büyü ve Din Üzerine Bir Çalışma

Sir Jam es G eo rg e F raz e r 1 8 5 4 ’te G la sg o w , Isk o ç y a ’d a d o ğ d u , 1 9 4 1 ’de

C a m b rid g e ’de ö ld ü . 1 8 6 9 ’d a G la sg o w Ü n iv e rs ite s i’n e , 1 8 7 4 ’te de C am b rid g e

Ü n iv e rs ite s i’n d ek i T r in ity C o lleg e ’a g ird i. 1 8 7 9 ’d a C am b rid g e Ü n iversite -

s i’n in ö ğ re tim k a d ro s u n a k a tıld ı. 1 9 1 4 ’te “ S ir” u n v a n ı a ld ı. H a y a tı b o y u n c a

ç o k az sey a h a t e d e n F ra z e r, ç a lışm a la r ın ı d ü n y a n ın fa rk lı y e rle rin d ek i m is ­

y o n e rle r in ve sö m ü rg e id a re c ile r in in y a z ı la r ın a , m e k tu p la r ın a d a y a n d ırd ı.

A ra ş t ırm a la r ı m itle r ve d in le r ü ze rin e y o ğ u n la ş tı . M itle r in ve r itü e lle rin d in ile

o la n ilişk isin i k a p sa m lı b ir şek ild e ele a ld ı. D ü şü n c e n in ge liş im in i üç a şa m a d a

ince led i: en a lt b a sa m a k ta k i m itle r ve b ü y ü se l d ü ş ü n c e n in z a m a n la ye rin i

d in e , d in in de b ilim se l d ü şü n cey e b ıra k tığ ın ı söy led i. İlk o la ra k 1 8 9 0 ’d a iki

c ilt o la ra k y a y ın la n a n , 1 9 1 5 ’te 12 c ilde k a d a r g en işle ttiğ i A l t ın D a l b a şy ap ıtı

o la ra k k a b u l ed ilir. D iğ e r ö n e m li e se rle ri a ra s ın d a T o te m is m a n d E x o g a m y

(T o tem cilik ve D ış ta n E v lenm e, 1 9 1 0 ), F o lk lo re in th e O ld T e s ta m e n t (Eski

A h it’te F o lk lo r, 1 9 1 8 ), T h e W o rsh ip o f N a tu r e (T a b ia ta T a p m a , 1 9 2 6 ), M a n ,

G o d a n d Im m o r ta l i ty (İn san , T a n r ı ve Ö lü m s ü z lü k , 1 9 2 7 ) ve A n th o lo g ia

A n th ro p o lo g ic a (A n tro p o lo ji A n sik lo p ed is i, 1 9 3 8 ) say ılab ilir.

M e h m e t H . D o ğ a n 1 9 3 1 ’de A d a n a ’d a d o ğ d u . 1 9 6 0 ’ta n b u y a n a denem e-eleş-

tir i a ra s ı y az ıla r y az ıy o r. Son o n -o n beş y ıld ır ç a h şm a a la n ın ı ş iir ü zerin e de­

n em e ve e leştir i ile s ın ırla d ı. 1 9 9 2 -2 0 0 1 a ra s ın d a A d a m S a n a t Ş iir Y d h k la r t’m

h a z ır la d ı. Y K Y ’d en ç ık a n Ç a ğ m m T a n ığ ı O lm a k (1 9 9 3 ) ve Şiir ve E leş tir i

(1 9 9 8 ) de iç in d e o lm a k ü ze re a ltı d en em e-e le ş tir i k ita b ı, İng ilizce ve F ransız -

c a d a n yap ılm ış o tu z a y a k ın çev iris i v a r. A y rıca , a n ıla r ın ı to p la d ığ ı ilk k ita p

o la n Ş im d i U za k la rd a sın 1 9 9 9 ’d a ç ık tı. Y ü z y ılın T ü r k Ş iir i ( ı ^ o o - z o o o ) (II-

I C ilt-Y K Y ) a d lı an to lo jiy i h a z ır la d ı.

B aşlıca çev irile ri: A ris to te le s , R e to r ik (Y K Y , 2 0 0 4 ), C h r is to p h e r C a u d w e ll,

Y a n ılsa m a ve G e rç e k lik (1 9 7 4 ) , S ir Jam es G eorge F raze r, A lt ın D a l (İk i c ilt,

1 9 9 1 -9 2 ) , T h e o d o r H . G a s te r , T h e sp is (2 0 0 0 ) , F red ric J a m e s o n , M a r k s iz m ve

B iç im (Y K Y , 1 9 9 7 ), F red ric J a m e s o n , D il H a p ish a n es i (Y K Y , 2 0 0 2 ), G e o rg

L u k ac s , A v r u p a G erç ekç iliğ i (1 9 7 7 ) , G eorge T h o m p so n , i l k F ilo zo fla r

(1 9 8 8 ) , J o s e p h C o n ra d , N o s tr o m o (1 9 8 5 ), G a rso n M cG u lle rs , A lt ın G ö zd e

Y a n s ım a la r (1 9 9 3 ) , G a rso n M cG u lle rs , Y a ln ız B ir A v c ıd ır Y ü re k (1 9 7 3 ), Su­

s a n S o n tag , Y a n a rd a ğ S e vg ilim (2 0 0 0 ) , T h o m a s de Q u in cey , İn g iliz P osta

A ra b a s ı (Y K Y , 1 9 9 5 ), R a y m o n d R ad ıg u e t, iç im iz d e k i Ş ey ta n (1 9 8 7 ) , R ay-

m o n d R ad ig u e t, O rg e l K o n tu n u n B a lo su (1 9 8 9 ).

D O Ğ A N K A R D E Ş

SIR JAMES GEORGE FRAZER

Altın DalBüyü VG Din üzerine Bir Çalışma

Çeviren: Mehmet H. Doğan

O D Oİ S T A N B U L

Y apı K redi Y ay ın lan - 2125 D oğan K ardeş - 175

A ltın D al / Sir Jam es G eorge Frazer H azırlayan : R obert K. G. Tem ple

Ç eviren: M ehm et H . D oğan

K itap E d itö rü : Betül K adıoğlu D üzelti: Fahri G üllüoğiu

T asa rım : N ah id e D ikel

Baskı: Ü ç-Er O fset Yüzyıl M ah . M assit 5. C ad . N o: 15 Bağcılar / İs tanbu l

1. Baskı: İstanbu l, K asım 2004 ISBN 9 7 5 -08 -0879 -7

€ Y apı K redi K ültü r S anat Y ayıncıhk T icare t ve Sanayi A .Ş., 2001 T e x t © Sir Jam es G eorge F razer

D esign © 1996 L ab ry in th P ublishing (UK) A bridgem ent © 1996 R o b ert Kyle G renville T em ple

O rig inal Ed itions © 1950 B arclay’s Bank Ltd.

Y api K redi K ü ltü r S an a t Y ayıncılık T ica re t ve Sanayi A.Ş. Y apı K redi K ültü r M erkezi

is tik lal C addesi N o . 285 Beyoğlu 34433 İstanbu l Telefon: (O 212) 252 4 7 00 (pbx) Faks: (O 212) 293 07 23

h rtp ://w w w .yap ik red iyay in Iari.com e-posta : ykku ltu r@ ykyku ltu r.com .tr

In te rnet satış adresi: h ttp ://yky .es to re .com .tr h ttp ://w w w .te lew eb .com .tr

İÇİNDEKİLER

Giriş • 7

BİRİNCİ B ö l ü m / O r m a n ı n K ra l ı • 11

İKİNCİ B ö l ü m / D u y g u s a l Büyü • 31

Ü ç ü n c ü B ö l ü m / H a v a K o ş u l l a r ı Büyüsü • 49

D ö r d ü n c ü B ö l ü m / Kgemen Büyücüler • 9 3

B e ş İn c İ B ö l ü m / Ö lüm lü T a n r ı l a r » 1 0 3

A l t i n c i B ö l ü m / Ağaca T a p ı n m a • 141

Y e d İn c İ B ö l ü m / R uhun K o r k u l a n • 167

SEKİZİNCİ B ö l ü m / K ö t ü l ü ğ ü n Aktarılması • 205

D o k u z u n c u B ö l ü m / Ateş Şenlikleri • 239

O n u n c u B ö l ü m / B a ş ı b o ş D o l a ş a n Ruh • 283

O n b İr İn c İ Bö l ü m / Altın Dal • 323

Dizin • 353

íi i f ;

M

■ 'f a

T W i

- f

Giriş

Altın Dal, toplum sal insanbilim üzerine bugüne kad a r ya­yımlanmış yapıtların en etkili o lan larından biridir. Sir James Frazer’ın, araştırmacıların geçmişte kesin diye bakılan şeyleri sorguladıkları, insanın düşüncelerini ve inançlarını açıklama yollan aradıkları bir dönem de yazılmış olan on iki ciltlik bu başyapıtı, büyünün ve dinin kökenlerinin araştırılm asında bir dönüm noktasıydı. Frazer’m, N em i’nin kutsal ko rusunda D i­ana rahiplerinin garip ve kanlı öyküsünün anlam ının araştırıl­ması o larak başladığı şey, bü tün dünyadaki geleneklerin, ritü- ellerin ve inançların daha uzak erimli ve ayrıntılı betimlemesi­ne dönüştü . Çalışması o n u .d inin, Frazer’ın sözcükleriyle “ d o ­ğayı ve insan yaşamını denetleyen ve yöneten” güçlerle uzlaş- ma girişimi olduğu düşüncesine götürdü.

Frazer’ın çalışmalarının dünya kü ltü rü üzerinde, k itap ları­nın okurların ın çok ötesinde bir etkisi oldu. İnancın tarihi ve gelişimi üzerine yaptığı buluşlar, D arw in, toplumsal insanbi­limci E.B. Tylor ve kendi arkadaşları olan öteki genç d ü şünü r­ler çevresinde yaygın kültürel değişme akım larına girdi. Fra- zer’ın insan inancının tarihi konusundak i görüşü temelde ev­rimci ve ruhbilimseldi. İnsanı, çevreyi denetlemenin bir aracı o larak büyüye inançtan, tanrıları ve ruhları yatıştıran dinsel inanca doğru ilerler biçimde tanım lıyordu o: Frazer’a göre, bu süreç_içinde mantıksal üçüncü aşam a bilimsel düşünceydi.

O nun çalışmaları ilk kez insani inanç k onu la rının, içeriklerinden çok ruh- bilimsel an lam la r ı b ak ım ın d an önemli o lduğunu açıkça ortaya çı­kardı.

Totemcilik olgusunu aydınlatan ilk kişi, tabu konusunu ciddi o larak ele alan ilk modern yazar oldu o. Sig­m und Freud, Altın D al'm ilk versiyo­nunun yayım lanışm dan yirmi iki yıl sonra Totem ve Tabu 'yu yayımladı. D aha sonra ruhbilimci Cari Jung in­san yaşantısının temelinde yattığına

inandığı kolektif arketipleri belirlerken, Frazer’ın geleneklere ve inanç tarihine duyduğu ilgiyi kullandı. T.S. Eliot ve D.H. Lawrence gibi yirminci yüzyıl yazarları Altın DaPdakı betimle­melerden ve fikirlerden esinlendiler.

Frazer (1854-1941) İskoçya, G lasgow ’lu varlıklı bir aile­den geliyordu. Önce, C,'harles D arw in ’in kuram ların ın kabul edilir olduğu ve düşüncede liberalleşmenin başladığı bir d()- nemde Glasgow Üniversitesi’nde öğrenim gördü. Frazer klasik­ler, felsefe ve doğa felsefesi okum uş, öğrenimini Cam bridge Üniversitesi’nde sürdürm üş ve L ondra’da M iddle Tem ple 'da hukuk öğrenimi görm üştü. 1907’de Liverpool Üniversitesi’nde bir toplumsal insanbilim kürsüsüne girdi, fakat çok geçmeden o radan ayrıldı. Arkadaşı William Robertson Smith’in eskil d in ­ler konusundak i öncü çalışmasından esinlenerek folklor ve in­sanbilim üzerine yazılar yayımlamaya başladı. O zam an. Encyclopedia Rritannica'nm dokuzuncu baskısı için makaleler yazarak yoğun araştırm alara başladı; bu makalelerden ikisi ta ­bu ve totemcilikle ilgiliydi. Büyük yapıtında bunlar egemen olacaktı.

Bundan sonra Frazer Altın Dal adında bir kitap yazmaya koyuldu; 1890’da iki cilt halinde yayımlandı bu çalışma. 1915 yılında tam boyutuna ulaşacak ve 1939’a kadar hâlâ ek ciltle­ri yaym ılanacak olan aynı adlı yapıtın yalnızca ilk taslağıydı bu. Aynı izlek üzerine Psyche's Task adlı küçük bir kitap daha yazdı; bu k itapta “ sahte k an ı” olarak tanımladığı boş inancın, yetkeye karşı saygısını yükseltmede ve bu yolla birçok şiddet biçimini önlemede insanlığa yarduncı olduğu sonucuna varı­yordu.

Çağdaşları her zam an onun yorumlarıyla aynı düşüncede olmasa da, Frazer’m çalışmaları daha kendisi yaşarken alkış­landı, ünlendi. Bütün dünya üniversitelerinden onursal d o k to ­ralar kazandı. 1914’te şövalyeliğe yükseltildi; British Aca- dem y’nin ve Royal Society’nin üyeliğine seçilen ender kişiler­den biriydi. Batılı kafaları, doğa konusunda , insan kültüründe inancın işlevi konusunda katı dogm alardan kurtaran düşünce de\Tİminin bir parçası oldu. Dünya tarihini, zengin etnografik materyali ve klasikler üzerine geniş bilgisini kullanarak bir bü ­tün o larak ele ahvordu. Frazer'm iki örnek özelliği daha vardı: \erersiz o lduğunu g()rdüğü anda bir varsayımı değiştirmekten korkm uyordu ve aşın uzm anlaşm adan yana değildi.

Altnı Ddl yaygın ününe karşın, uzunluğu yüzünden yalnız­ca uzm anlar tarafından okunur olmaya doğru gidiyordu. Bu konuda bir şeyler yapacak ilk kişi Frazer'm karısı Filly’ydi. 1924'te, kuram ı tümüyle bir kenara bırakıp folklor üzerinde N'ogunlaşarak resimli bir çocuk kitabı yapm ak amacıyla Altın Dal'dan \apraklar '\ yayımladı. Frtesi yıl, l-'razer'ın kendisi ya­pıtını tek cilde indirerek yayınılad^ fakat hâlâ ufak puntoyla “ 50 sayfalık bir kitaptı bu. Benim burada özetlediğim,_yapıtın bu baskısıdır.

Frazer aslında bir ondokuzuncu yüz\ ıl düşünürüydü, to p ­lumsal insanbilime yaklaşımlarsa değişmiş durum da. İlkel dü-

şünce tarzları konusundak i değerlendirmesi zam an zam an k a ­ba bulunuyor, görüşlerinden bazıları zam anım ız düşüncesiyle uyuşm uyor artık. Bununla birlikte, Altın D al kü ltü r tarih im i­zin canlı bir parçası olmayı sürdürüyor. O biricik belge hâzine­si ve edebiyat yapıtıdır; Frazer’ın görkemli düzyazı biçemi ise zevkle okunm aya değer. O n u n yapıtını sıradan oku run okuya­bileceği ve resimli bir kitap haline getirmekle, her zam an hak etmiş olduğu geniş okur kitlelerini onun bilgeliğinden yara r lan ­dırmış olacağımızı um uyorum .

Robert Temple

10

Birinci Bölüm

O r m a n i n K r a l i

I

N i-,'

> 5 : ’

jo scp h M iilln rd T u rn e r A ltın D a l '/ ilk k e ;

sergiled i.B u ra d a k id e ta yC u m a e 'lik a d ınb ilic in inA en ea s'Iruh lard ü n y a s ın as o ka c a k o lana ltın dalıh a va yaka ld ırm ışd u r u m d ag ö s ter iyo r .G erid e \ e n i iG ö lü vek o ru sug ö r iın ü y o r .T a t f G a lle ry .

L o n d ra .

Resimseverler T u rn e r’ın Altın D al tab losunu m utlaka bi­lirler. T u rn e r ’m olağanüstü aklm m en sıradan doğa görüm ünü bile içine daldırıp yücelttiği, imgelemin altın parlaklığıyla k a p ­lı sahne, eskilerin “ D iana’nın A ynası” dediği N em i’deki küçük orm an gölünün düşe benzer gö rünüm ünü verir. Alban Tepele­rinin çevrelediği yemyeşil bir çukurdaki bu sakin suyu gören biri, bir daha unutam az onu. Kıyılarında uyuklam akta olan ti­pik iki İtalyan köyü ve yine teraslanmış bahçeleri göle dimdik inen İtalyan sarayı, sahnenin sessizliğini, hatta yalnızlığını hiç bozamaz. D iana’nm kendisi de hâlâ bu tenha kıyılarda oyala­nıyor, hâlâ bu vahşi o rm ana gelip gidiyor olabilir.

Eskil çağlarda bu o rm an görünüm ü, du rm adan yinelenen garip bir trajedinin yaşandığı sahneydi. Gölün kuzey kıyısında, bugün Nemi köyünün üzerinde konum landığı dimdik uçu ru m ­ların hemen altında Diana Nem orensis ya da O rm an D ian a’sı- nm kutsal korusu ve tapınağı bulunuyordu . Göl ve koru kimi zam an Aricia Gölü ve korusu o larak bilinirdi. Ama Aricia k a ­sabası (bugünkü Ariccia) beş kilometre uzakta, Alban D ağı’nın eteklerinde bu lunuyordu ve dağın kenarında küçük bir kratere benzeyen çukurdaki gölden dik bir bayırla ayrılıyordu.

Bu kutsal koruda bir tü r ağaç yetişirdi; bu ağacın çevresin­deyse, günün her saatinde, belki de gecenin geç saatlerine kadar, garip bir figürün gizlenmeye çalışarak dolaştığı görülürdü. Elin­de kınından sıyrılmış bir kılıç taşırdı, sanki her an üzerine bir düşm anın saldıracağını bekler gibi dikkatle çevresini gözlerdi. Bir rahip ve bir katildi o; görmek için bakındığı adam , er ya da

13

H a y va n la r ın sa h ib es i o la ra k b e tim le n en Y u n a n ta n rıça sı A r t e m iş k a n a tlı ve

asla n la rın eşliğ in d e g ö rü lü yo r . R o m a d ö n e m in d e D ia n a d iye b ilin ird i.

A r te m ıs A y ’ı, e rk e k k a rd eş i A p o l lo n ise G ü n e ş 'i s im g e liyo rd u . M Ö yed inci

yüzy ıla a it, R o d o s ’ta b u lu n m u ş o lan a ltm g e rd a n lık ta n d e ta y . B ritish

M u se u m , L o n d ra .

geç onu öldürecek ve rahipliği onun ehnden alacaktı. Kutsal yerin kuralı buydu. Rahipliğe aday olan, ancak rahibi öldürerek o yere geçebilirdi; onu öldürerek geçtiği bu yerde de d a ­ha güçlü ya da daha zeki biri tarafın­dan öldürülünceye kadar kalırdı.

Bu tehlikeli ayrıcalıkla elde ettiği görev, beraberinde krallık unvanını da getirirdi ona; fakat tacı olan bir baş hiçbir zam an dertsiz kalam az, ya da onunkinden daha belalı düşler pe­şini b ırakm azdı. Ç ünkü yıl boyunca, yaz olsun kış olsun, hava iyi olsun kötü olsun, o tek başına nöbetini tu t ­m ak zorundaydı, ne zam an tedirgin

bir uykuya dalsa, yaşamı tehlikeye girerdi. Uyanıklığında u fa­cık bir gevşeme, kol ve bacak gücünde ya da kılıç kullanm a us­talığında en küçük bir azalma onu tehlikeye sokardı; saçlarının ağarm ası onun ölüm fermanı demekti. Soylu ve d indar hacıla­ra görünmesiyle birlikte o güzel m anzara kararırd ı, sanki pırıl pırıl bir havada bir bu lu tun güneşi karartm ası gibi. Bu acım a­sız ve uğursuz figürün görünmesiyle İtalyan göklerinin düşsel mavisi, yazın ağaçların altındaki benek benek gölgeler ve gü­neşte parıldayan ısı dalgaları birden yok o lur giderdi. Biz bu sahneyi, ölü yaprakların giderek kalınlaştığı, rüzgârların bit­m ekte olan yıla ağıt yakar gibi uğuldadığı o vahşi sonbahar ge­celerinden birinde geç kalmış bir yolcuya görünebileceği gibi canlandırıyoruz hayalimizde.

Bu garip rahiplik kuralın ın klasik eskil çağlarda bir benze­ri daha yoktur, ve o radan kanıt getirilerek açıklanamaz. Bu olağandışı geleneği bir şekilde anlayabilmek için, önce bu k o ­

14

G ö k g ü r lem e s i ve y ıld ır ım ta n rısı g ü ç lü ve a c ım a sız J ü p ite r (Z eu s ), ö lü m lü sev g ilile r in d e n b ir i o la n A k h ille u s 'u n anası T h e tis ile. O lim p o s ta n rıla r ın ın N y m p h a ’/a ra ve ö lü m lü le re k ıy a sla ço k b ü y ü k o ld u k la r ı d ü ş ü n ü lü rd ü . Jean B ap tis te D o m in iq u e Ing res . M u sée G ra n e t, A ix -en -P ro v en ce .

nuda bize kadar gelmiş az sayıda ol­gudan ve öyküden söz edeceğim. O zam an Balder mitine dönecek ve as- İmda ortak b ir mirasm iki yüzü olan iki gelenek arasm daki güçlü bağı gö ­receğiz. Bütün bunların ortasında da altın dal’m doğası bulunm aktadır .

F aka t önce eskil yaza r la rd an kalmış, N em i’deki garip uygulam a­nın kökenleriyle ilgili öyküleri an la ­talım: Bir öyküye göre, N em i’deki D iana tapım ı Orestes ta rafından baş­latılmıştır; Orestes, Tauris Y arım a­dası (şimdiki Kırım Yarımadası) K ra­lı T h o as ’ı ö ldürdükten sonra kız k a r ­deşiyle birlikte İ ta lya’ya kaçmış, T a ­uris D ian a ’smm tasvirini de bir dem et dal içinde gizleyerek ya­nında getirmiştir. Ö lüm ünden sonra kemikleri Aricia’dan Ro- m a ’ya getirilmiş ve C oncord tapınağının hemen yanındaki Ca- pitoline bayırı üzerindeki Satürn tapınağının önüne göm ülm üş­tür.

Ö ykünün Tauris D iana’sma bağladığı kanlı dinsel tören, jcaraya çıkan_her^yab^ncımn onun sunağında k u rban edildiği­ni söylemektedir. Tarihçi D iodorus Siculus, K aradeniz’e yelken açan yabancıların içecek su bulm ak için karaya çıktıklarında nasıl yakalandıkların ı ve dinsel am açlarla ö ldürüldüklerini a n ­latan birçok örnek kaydetmektedir. Eskil çağlarda K arade- niz’in, insanın kendisini tehlikeye a tm a pahasına açıldığı bir deniz o lduğu iyi bilinirdi.

Fakat bu tören İtalya’ya getirilince daha yum uşak, daha az şiddetli bir şekil almıştır. N em i’deki tap ınak ta üzerinden dal koparılam ayan bir ağaç yetişmektedir. Ancak sahibinden kaç-

15

O re s te s D e l f i ’de, y a n ın d a u y u y a n h ır E rin yes, b ir A p o llo n h e y k e li ve h i l id S ib y lla ’m n ü ç a y a k h seh p a s ı g ö rü lü yo r . K in m 'd a n tanrıça D ia n a ’n m ta sv iriy le b ir lik te N e m i ’ye k a ç ıp , A r ic ia 'd a D ia n a ta p ım m m k a y n a ğ ı o la ra k k a b u l edilir. M Ö b irin c i yüzy ıl, H e rc u la n u m ’d a n m e rm e r b ir R o m a d u v a r k a b a r tm a s ı. U lusal A rk e o lo ji M ü zes i, N a p o li.

K o rk u s u zb a k ire a v aD iana .e lin d e yayı.y a n ın d a h ızlıa v k ö p e ğ i ileo rm a n la rd adolaşırd ı.G eyik le r i,y ır tıc ıh a yva n la rıve k en d is in esayg ıs ız lıke denö lü m lü le r iavlard ı.O n a ltın c ıyüzyıl,F o n ta in b le uo k u lu n d a nb ir ta b lo .L o u v re ,P aris .

mış bir kölenin, eğer gücü yeterse, onun dallarından birini koparm ası­na izin verilmektedir. Bu girişiminde başarılı olan köleye rahiple bir tek dövüş yapm a hakkı verilir ve onu öldürürse O rm an la r Kralı {Rex N e- morensis) unvanıyla o n u n yerine egemenhk sürerdi. Eskil çağlardaki genel inanışa göre, yazgıyı belirle­yen bu dal, A eneas’m Sibylla’m n buyruğuyla ölüler ülkesinde tehlike­lerle dolu gezisine ç ıkm adan önce kopardığı Altın Dal idi.

Kölenin kaçışı, söylendiğine gö­re, O restes’in kaçışını temsil ediyor­du; onun rahiple dövüşü ise bir za­m anlar Tauris D ian a ’sına sunulan, insan kurban la rın bir ka lın ­tısı idi. Bu kılıç zo ruyla ardıl olm a kuralı im para to rluk günle­rine k ada r gözlenmektedir; çünkü Caligula, buna benzer b ir­çok kaçıkhkları arasında. N em i rahibinin görevinde çok uzun süre kaldığını düşünerek onu öldürm ek üzere daha güçlü bir alçak kiralamıştı; A nton ine’ler çağında İta lya’ya uğramış olan Yunanlı bir gezgin o zam ana k adar rahipliğin hâlâ bir tek d ö ­vüşte zafer kazanm anın ödülü olduğunu belirtiyor.

N em i’deki D iana tap ım m m başta gelen bazı özellikleri b u ­gün hâlâ fark edilebilir. Bölgedeki, adak o larak sunulan şeyler­den, D ian a ’ya özellikle bir avcı, ayrıca, çocuğu o lm ayan erkek ve kadın lara yardım eden, gebe kadın lara kolay bir doğum ba­ğışlayan bir tanrıça o larak bakıldığı anlaşılıyor. Yine, onun tö ­renlerinde ateş, büyük bir önem taşımış gibi görünüyor. Ç ü n ­kü yılın en sıcak zam anında , ağustosun on üçünde yapılan D i­ana şenlikleri süresince koru çok sayıda meşaleyle aydınlatıhr,

17

! { ip p o ly to s 'ı ıu ö lü m ü . S ö y îo ıc e y e H ı p p o l y t D S , V irh ius ıdı: O r m a n K ralları d iy e h ilın cu D ia n a ra h ip leri k u şa i’in ın ilk örneğ i. P e t c r PcUil R u h e n s ' i n r a b l o s u , 16 1 1, I ' i r z \ v i l l i a m

M ü z e s i , C ı i m h r i i J g e , İ n g i l t e r e .

meşalelerin kızıl ışıkları gölün sularm a yansırdı; bü tün gün b o ­yunca her evin ocağında kutsal ateş törenleri yapılırdı.

O nun bölgesinde bulunan bronz heykelcikler, tanrıçayı yu­karı kaldırdığı sağ elinde bir meşale tutarken temsil etmektedir; duaları tanrıça tarafından duyulan kadınlar, istedikleri gerçek­leştiğinde başlarına çelenkler takarak, ellerinde yanar meşaleler­le gelirlerdi onun kutsal yerine. Kim olduğu bilinmeyen biri, İm ­parator Claudius ve ailesinin güvenliği için N em i’deki küçük bir türbeye devamlı yanan bir lamba koymuştu. Koruda bulunmuş olan pişmiş toprak tan lambalar, daha alçakgönüllü kimselerin aynı amaçla adadığı şeyler olabilir. Eğer böyle ise, Katolik kilise­lerinde m um adam a uygulamasıyla bu geleneğin benzerliği açık­

18

ö k s e o tu (V iscu m a lb u m j, p o rsu k a ğ a c ı ve y o su n la b ir l ik te s ö y le n c e n in 'a ltın da l'ı. O n d o k u z u n c u y ü z y ıld a n b ir renk li

tır. Dahası, N em i’de D iana’nın taşı­dığı Vesta unvanı, tapm ağında de- vamh kutsal ateş yakıldığını açıkça gösteriyor. Tapınağın kuzeybatı k ö ­şesindeki, üç kademe üzerinde yük­selen ve mozaik bir döşemeden izler taşıyan geniş yuvarlak bodrum katı, olasılıkla Vesta özelliğindeki Di- an a ’nın yuvarlak tapınağını destekli­yordu, tıpkı R om a F o rum u’ndaki yuvarlak Vesta tapınağı gibi. Burada kutsal ateşi Vesta Bakireleri devamettiriyor olmalıydı, çünkü o noktada pişmiş topraktan bir Vesta Bakiresi başı bulunmuştu; kutsal genç kızların baktığı!devamlı ateşe tapm m anm sa, en erken zam anlardan en geç zam anlara ka ­dar Latium ’da yaygın olduğu görülmektedir. Dahası, tanrıça onuruna her yıl yapılan şenliklerde av köpeklerine taç giydirilir, yabanıl hayvanlar rahat bırakılırdı; gençler onun onuruna bir arınm a töreninden geçerdi; şarap yapılırdı; şölende oğlak eti, üzerinde dum anlar tüten yapraktan tabaklarda pastalar, dallar­da hâlâ kümeler halinde sarkan elmalar sunulurdu.

Fakat D iana, N em i’deki ko rusunda tek başına egemenlik sürmezdi. O rm an tapınağını kendinden daha küçük iki ta n r ı­çayla paylaşırdı. Bunlardan biri, volkanik kayalardan d oğduk­tan sonra, m odern N em i köyünün değirmenleri burada k u ru l­muş olduğu için Le M ole diye adlandırılan yerdeki göle çok gü­zel çağlayanlar halinde dökülen berrak suların perisi Egeria idi. Çakıl taşları üzerinden akarken çağıldayan dereden söz eden Ovidius, onun sularından birçok kez içtiğini anlatır. Çocuklu kadın lar Egeria’ya kurban keserlerdi, çünkü onun da D iana gi­bi kendilerine kolay bir doğum sağlayabileceğine inanırlardı. O ykü, bu perinin, akıllı kral N u m a ’nm karısı ya da sevgilisi ol-

19

S a d a k a tin d e n k u şk u la n d ığ ı âşığ ı ö lü m lü A t t i s ’i ö c a lm a k için ç ıld ır ta n Y u n a n ana tanrıçası K y b e le ’n in R o m a başı.

T a p ım ı A n a d o lu ’da F r ig ya ’da n R o m a ’ya M Ö ik in c i y ü zy ıld a g e tir ilm iş ti .

M u se o N a z io n a le R o m a n o , R o m a .

dugu, kralın kutsal ko ru n u n gizli yerle­rinde onunla buluştuğu, ve Rom alılara yaptığı yasaları ona bu kutsal kişiyle buluşm aların esinlediği şeklinde sü­rüyor. P lutarkhos söylenceyi tanrıça­ların ölümlü erkeklere olan aşkını an la tan başka öykülerle karşılaştırı­yor, örneğin Kybele ile Ay’ın Attis ve Endym ion gibi yakışıklı delikan­

lılara olan aşkları gibi.Bazılarına göre, âşıkların buluş­

ma yeri N em i orm anında değil de Ro- m a’da, bir başka Egeria kaynağının karanlık bir m ağarada fışkırdığı yer olan Porta C apena’nm dışında bir k o ­ruda idi. Vesta Bakireleri, Vesta tap ı­

nağını y ıkam ak için, suyu her gün bu kaynak tan ,top rak tan ya­pılma testilerle başlarının üzerinde taşıyarak getirirdi. Juve- n a l’in zam anında doğal kaya, m erm er içine saklanmıştı, ku tsan ­mış bölge, çingeneler gibi ko ruda o tu rm a cezasına çarptırılmış yoksul Y ahudi grupları ta rafından kirletiliyordu. N em i gölüne dökülen kaynağın gerçek ve ilk Egeria olduğunu, ilk yerleşiciler Alban tepelerinden Tiber kıyılarına gelirlerken beraberlerinde periyi de getirdiklerini ve kentin kapıları dışındaki ko ruda ona yeni bir yuva bulduklarını varsayabiliriz. Kutsal bölgede, insan bedeninin çeşitli parçalarının pişmiş top rak tan modelleriyle bir­likte bulunan ham am kalıntıları Egeria’nın sularının hastaları iyileştirmede kullanıldığını gösteriyor; hastalar umutlarını bu sulara bağlamış ve teşekkürlerini, A vrupa’nın birçok yerinde hâlâ görülen bir âdete uygun olarak, hastalıkh organlarının tas­virlerini tanrıçaya adayarak göstermiş olabilirler. Bugün bile kaynağın tıbbi özellikleri hâlâ unutulm am ış gibi görünüyor.

20

N em i’deki bu küçük tanrı la rdan ötekisi Virbius idi. Söy­lenceye göre Virbius, avcılık sanatını ken taur C h iron ’dan öğ­renmiş, günlerini yeşil koruda , tek arkadaşı bakire avcı (Di- a n a ’nm Y unan karşılığı) A rtem is’le yabanıl hayvan avlayarak geçiren yakışıklı ve dürüst, genç Yunan kah ram an Hippolytos idi. O nun kutsal dostluğundan gurur duyan delikanh, kad ın la­ra âşık olmayı küçüm serdi, bu da onun felaketi oldu. Ç ünkü onun bu küçüm sem esinden alman Aphrodite, üvey annesi Pha- id ra’yı ona âşık etti; H ippolytos onun çirkin yaklaşm alarını aşağılayınca da Phaidra onu babası Theseus’a şikâyet edip ken ­disini kirletmek istediğini söyledi. Babası bu iftiraya inandı ve efendisi Poseidon’a bu hayali suçun öcünü alması için yalvar­dı. H ippolytos Saron Körfezi kıyısında bir araba yarışında a ra ­basını sürerken, deniz tanrısı dalgalarla azgın bir boğa gönder­di. Ürken atları H ippo ly tos’u arabasından attı ve dizginlere d o ­laşan H ippolytos atlarının ayakları altında can verdi. Fakat D i­ana, H ippo ly tos’a duyduğu aşk yüzünden hekim Asklepios’u hekimlikteki ustalığıyla, otları ku llanarak genç ve yakışıklı av­cıyı hayata döndürm eye ikna etti. Ö lüm lü bir erkeğin ö lüm ün kapılarından geri dönmesine kızan Jüpiter, başkasının işine bu rnunu sokan hekimi H ad es’e attı. Fakat D iana sevdiği kişiyi öfkeli tanrıdan kalın bir bulut içinde gizledi, onu yaşlandırarak yüz hatlarını değiştirdi ve uzaklara N em i vadilerine taşıdı ve nym pha Egeria’ya em anet etti, o rada İtalya o rm anların ın de­rinliklerinde Virbius adıyla, meçhul ve yalnız yaşayacaktı. O ra ­da bir kral o larak hüküm sürdü, yine o rada D ian a ’ya bir bö l­ge ayırdı. Virbius adında güzel bir oğlu oldu, babasının yazgı­sından cesareti k ırılmayan Virbius ateşli küheylanlardan bir t a ­kım kurdu , A eneas’a ve T royah lara karşı savaşta Latinlere k a ­tıldı. V irbius’a tanrı o larak yalnızca N em i’de değil başka yer­lerde de tapınılıyordu; çünkü C am p an ia ’da onun hizmetine adanm ış özel bir rahipten söz edildiğini duyuyoruz.

21

I Y u n a n m ito lo jis in d e D c m e te r o larak b ilin en ) C eres e k in ve hasa t

ta n rıça sıyd ı. K ızı l’e rsep h o n e H ades ta ra fın d a n yera ltın a k a ç ır ılm ış tı, fa k a t

h er y ıl i lk b a h a rd a n so n b a h a ra k a d a r y e r y ü zü n e d ö n m e s in e iz in v er iliyo rd u : ye n i le n m e n in ve y en id en d o ğ u ş u n bir

s im g es iyd i. O n y ed in c i y ü zy ıld an P ie tro B ia n ch i'n in ta b lo su .

Atlar, H ip p o ly to s ’u ö ld ü r ­dükleri için Aricia ko rusundan ve tap ınak tan sürüldü. Virbi- us’un tasvirine dokunm ak ya­saktı. Bazıları onun güneş o ldu ­ğunu düşünürdü . “Fakat gerçek

şu k i,” diyor Servius, “Attis T a n ­rıların Anası ile, Ericthonius Mi-

nerva ile ve Adonis Venüs ile nasıl ilişkili ise o da D iana ile ilişkili bir kutsal kişidir.” Şimdi bu ilişkinin ne o lduğunu sorgulayacağız. Burada, bu mitsel kişiliğin, uzun ve inişli çı­kışlı kariyerinde dikkate değer bir yaşam inadı sergileyişi izlemeye de­ğer. Ç ü n k ü hiç kuşkusuz . R om a

T akvim i’ndeki, D iana’nın gününde, yani ağustosun on üçünde a t la n ta rafından sürüklenerek öldürülen Aziz H ippolytos, az­gın bir günahkâr o larak iki kez öldükten sonra bir Hıristiyan azizi o larak yeniden hayata dönen aynı adlı Y unan k ah ra m a ­nından başkası değildi.

N em i’deki Diana tapımını açıklamak için anlatılan öyküle­rin tarihe uygun olmadığına bizi inandırm ak için ayrıntılı kan ıt­lara gerek yok. Bunların, bir dinsel ritüeli açıklamak için uydu­rulmuş geniş mitler sınıfına ait olduğu, bu ritüelle yabancı bir ri- tüel arasında izlenebilecek, gerçek ya da hayali benzerlikten başka bir temeli olmadığı apaçık. Nemi mitlerinin uyuşmazlığı aslında gözle görülebilir, çünkü tapımın temeli, ritüelin şu ya da bu özelliğinin açıklanması gerektiğinde, bir O restes’e, bir Hip- polytos’a götürülüyor. Bu tür öykülerin gerçek değeri, karşılaş­tırılabileceği bir s tandart sağlayarak tapımın doğasını açıklam a­ya yaram asında; dahası, gerçek kökenin söylencesel bir eski za­

22

manın sisleri içinde kaybolmuş olduğunu göstererek onun çok saygın çağına dolaylı tanıklıklar taşımasmdadır. Bu sonuncu durum da, bu Nemi söylenceleri, kutsal korunun , bir Latin d ik­ta tö rü olan Tusculumlu Egerius Baebius ya da Laevius diye bi­ri tarafından Tusculum, Aricia, Lanuvium, Laurentum , Cora, Tibur, Pometia ve Ardea halkları adına D iana’ya verildiği, Yaş­lı Cato ta rafından doğrulanan sözüm ona tarihsel gelenekten d a ­ha güvenilirdir belki de. Bu öykünün, aslında kutsal yerin o b ü ­yük çağına ait olduğu besbelli, çünkü onun tarihini Pom etia’nın Romalılar ta rafından kovulduğu ve tarihten kaybolduğu M Ö 495 yılından bir süre önceye gö türür gibi görünüyor. Fakat Ari­cia rahipliği gibi barbar bir yönetimin Latin kentleri gibi bir uy­garlaşmış topluluklar birliği tarafından bilerek kurulm uş o ldu­ğunu varsayamayız. İtalya’nın henüz, tarihsel dönem de bilebil­diğimiz du rum dan çok daha vahşi bir du rum da olduğu, insan belleğinin ötesinde bir zam andan o güne gelmiş olmalı.

Kutsal yerin kuru luşunu, “Aricia’da birçok M anius va r­d ır” deyişinin ortaya çıkmasına neden olmuş olan M anius Ege­rius diye birine bağlayan bir başka öykü, öykünün güvenirliği­ni doğru lam aktan çok sarsıyor. Kimileri, M anius Egerius’un uzun sürmüş, seçkin bir soyun atası o lduğunu ileri sürerek bu özdeyişi açıklam aya çalışırken, kimileri de bunun Aricia’da b ir­çok çirkin ve sakat insanın bulunduğu anlam ına geldiğini d ü ­şünüyor ve M anius adının çocukları ko rku tm ak için söylenen cin ya da umacı anlam ına gelen Maniamdan türediğini söylüyor­lar. Romalı bir hiciv yazarı M anius adını, Aricia yam açlarında hacıları bekleyen dilencileri simgelemekte kullanıyor. Ariciah M anius Egerius ile Tusculumlu Egerius Laevius arasındaki farklılıkla ve de iki adın mitsel Egeria adına benzerliğiyle b ir­likte bu görüş ayrılıkları bizde kuşkular uyandırıyor. Fakat Ca- to ’nun kaydettiği gelenek durum a öyle uygun ve onu ileri sü­ren kişi öyle saygın gö rünüyor ki, onu aslı esası olm ayan bir

23

D icina g e n ç ka d ın la r ın ve o n la r ın b ekâ re tle r in in a m a n s ız k o r u y u c u su y d u , iz ley ic ile r in in n a m u su n a y a p ıla n sa yg ıs ız lığ ın cezası ço k c id d iyd i. D e ta y , A k ta io n 'u n D ia n a 'y ı ve N y m p h a 'la r ın ı d ered e y ık a n ırk e n y a k a la y ış ın ı g ö s te r iy o r . T iz ia n o ’n u n ta b lo s u , 1556-59 , İsk o çy a , U lusal Claleri.

uydurm a o larak kulak ardı etmemizi önlüyor. Tersine, tap ın a ­ğın sahiden de birleşik devletler ta rafından gerçekleştirilmiş es­ki bir restorasyonuna ya da yeniden kuru luşuna gönderm e ya­pıldığını varsayabiliriz. N e olursa olsun, ko runun eski zam an­lardan beri, bü tün Latin konfederasyonu için olmasa bile, ü l­kenin en eski kentlerinin birçoğu için o rtak bir tap ınm a yeri o l­duğu inancına tanıklık ediyor. Orestes ve H ippo ly tos’la ilgili Aricia söylenceleri, tarih o larak değerli olmasa da, başka tap ı­

24

nakların ritüelleri ve mitleriyle karşılaştırarak N em i’deki ta p ı­mı daha iyi anlam am ıza yardım etmesi bak ım ından belli bir de­ğere sahiptir. Kendimize şunu sormalıyız: Bu söylenceleri ya ra ­tan lar neden Virbius ve O rm an la rın Kralı’nı açıklam ak için Orestes ile H ippoly tos’u seçiyorlar? Orestes’le ilgili yanıt açık. Orestes ve ancak insan kanı ile yatıştınlabilen Tauris D ian a ’sı tasviri, Aricia rahipliğini kanla elde etme kuralını anlaşılır kıl­m ak için konuya sokulm aktaydı. H ippo ly tos’a gelince du rum o k adar basit değil. O nun ölüm şekli, atların ko ru d an sürü lü­şü için yeterince kolay bir neden akla getiriyor; am a yalnız b a ­şına bu, kimliğinin açıklanması için yeterli görünm üyor pek. H ippoly tos söylencesi ya da miti kad ar D iana tapımını da in­celeyerek daha derine inmeye çalışmamız gerekir.

H ippo ly tos’un, bugün H esperide’ler bahçesi üzerinde sü­zülerek yükselen yüksek servilerle birlikte portaka l ve limon bahçelerinin dimdik, diş diş dağların eteklerindeki bereketli k ı­yı şeridini örttüğü , karanın çepeçevre sardığı o güzel koyda yer alan ata yurdu Troizen’de ünlü bir tapm ağı vardı. Sakin koyun açık denizden ko ruduğu mavi sularının karşısında, Pose- idon ’un, doruk ları çam ağaçlarının koyu yeşilinde gizlenmiş kutsal adası yükseliyordu. H ippoly tos’a bu güzel kıyıda tapıhr- dı. Bu kutsal bölgenin içinde eskil görünüm lü bir tapm ak b u ­lunuyordu. Törenleri yaşam boyu görevde kalan bir rahip yö­netirdi; her yıl onuruna bir ku rban şenliği yapılırdı, erken yaz­gısına evlenmemiş genç kızların ağlaması ve hüzünlü şarkılarıy­la yas tu tu lu rdu . Gençler ve evlenmemiş kızlar, evlenmeden ö n ­ce saçlarından lüleler bırakırdı tapınağına. İnsanlara so rduğu­nuzda göstermeseler de mezarı T ro izen’deydi. Bize, büyük ola- sıhkla, gençliğinin en güzel günlerinde ölmüş, genç kızların her yıl yasını tu ttuğu, A rtem is’in sevgilisi yakışıklı H ippo ly tos’un kişiliğinde, eskil dinlerde çok sık ras tlanan ve en ünlü örneğini A donis’in o luşturduğu, bir tanrıçanın ölüm lü âşık larından bi-

25

f

" 's :.

I

E fes 'in B ü y ü k A r te m is 'itıe a it a n ıtsa l bir Y u n a n h eyke li, M S y a k la ş ıkISO.A n a d o lu 'd aA r te m is 'eb e re ke ttanrıçasıo larakta p ın d ırd ı.R e s im d e çokm em e li,h a yva nderileriy lesü slü b irg iysi iç indeta svired iliyor. Efes A rkeo lo ji M üzesi, T ü rk iy e ,

rini bulduğum uz söylenmekte. Söylenceye göre, Artem is’in ve P ha id ra ’nm, H ippolytos uğruna girdikleri rekabet, Phaidra A phrod ite ’nin bir eşinden başka bir şey olmadığı için, A p h ro ­dite ile Proserpine’in A donis’in aşkı için rekabetleri gibi farklı adlar a ltından yeniden üretilir. Bu ku ram belki de, ne H ippo ly ­tos’a ne de A rtem is’e yapılmış bir haksızlıktır. Ç ünkü Artemis aslında büyük bir bereket tanrıçasıdır, erken dinlerin ilkelerine göre, doğaya bereket getiren kişinin kendisinin bereketli o lm a­sı gerekir, bunun için de m utlaka bir eşi olmalıdır. Bu görüşe göre, H ippolytos, T ro izen’de A rtemis’in erkek arkadaşıydı, ve Troizenli gençlerin ve evlenmemiş kızların ona sunduğu kesik bukleler, onun tanrıça ile birlikteliğini güçlendirmek ve böyle- ce toprağın , sığırların ve insanlığın bereketliliğini a r tırm ak am acına yönelikti.

T ro izen’de H ippoly tos’un bölgesinde, toprağın verimlili­ğiyle ilişkileri kuşkusuz olan D am ia ve Auksesia adında iki d i­şi güce tapılması bu görüşü destekleyen bir şeydir. Epidauros kentinde kıthk baş gösterdiğinde halk, bir bilicinin sözünü d in ­leyerek D am ia ile Auksesia’nın kutsal zeytin ağacı o d unundan tasvirlerini oyar, bunları asar asmaz top rak yeniden meyveye dururdu . Ayrıca, T ro izen’de ve besbelli H ippo ly tos’un bölge­sinde Troizenlilerin onlara verdiği adla bu bakire kızların o n u ­runa garip bir taş a tm a şenliği düzenlenirdi; benzeri gelenekle­rin iyi ü rün alma amacıyla birçok yerde uygulandığını göster­mek kolaydır.

Genç H ippoly tos’un trajik ö lüm ü öyküsünde, ölümsüz bir tanrıçanın aşkının kısa süren sevincini yaşamlarıyla ödemiş olan güzel fakat ölüm lü başka gençlerin benzeri öyküleriyle bir özdeşlik görebiliriz. Bu talihsiz âşıklar belki de yalnızca mit de­ğillerdi; m or menekşe çiçeğinde, anem onun kırmızı beneğinde, ya da gülün koyu kırmızı renginde onların dökülen kanının izi­ni süren söylencelerse yaz çiçekleri gibi uçucu gençliğin ve gü ­

27

zelliğinin anlamsız şiirsel simgeleri değildi. Bu tt.ırlü masallar insan yaşamıyla doğal yaşam arasm daki ilişkinin daha derin bir felsefesini - in san ku rban edilişi gibi trajik bir uygulamaya yol açmış olan üzijcü bir felsefeyi- içerir.

Belki de eskilerin, A rtem is’in âşığı H ippo ly tos’u, Servius’a göre, Venüs’ün karşısında A donis’in ya da Tanrıların Anası’nın karşısında Attis’in olduğu gibi D ian a’nın karşısında olan Vir- b ius’la neden özdeşleştirdiğini anlayabiliriz artık. Ç ünkü Arte- mis gibi D iana da genel o larak bereketin, özel o larak da çocuk doğum unun tannçasıydı. Böyle olduğu için de, tıpkı Yunan karşılığı gibi, erkek bir arkadaşa gereksinimi vardı. Bu erkek arkadaş, eğer Servius haklıysa, Virbius idi. Kutsal ko ru n u n k u ­rucusu ve N em i’nin ilk kralı olma özelliğiyle Virbius, O rm an ın Kralları unvanı ile D ian a ’ya hizmet etmiş ve onun gibi birbiri ard ından kötü bir sona uğramış rahipler kuşağının açıkça m it­sel atası ya da arketipidir. Bu yüzden, Virbius D iana’ya göre ne ise, onların da ko runun tanrıçasıyla aynı ilişkide o lduğunu var­saym ak doğaldır; kısacası, ölümlü O rm an Kralının kraliçesi, o rm anın D ian a’sıydı. Kralın hayatı pahasına koruduğu kutsal ağaç D iana’nın kendi bedenleşmesi sayılıyor idiyse, ki olası gö ­rünüyor bu, tanrıçanın rahibi ağaca tanrıçası o la rak tap ın m ak ­la kalmaz, karısı o larak da onu bağrına basar. Bu varsayım da en azından saçma bir şey yoktur, çünkü Plinius zam anında bi­le soylu bir Romalı Alban tepelerindeki bir başka D iana kutsal ko rusunda güzel bir kayın ağacına aynı davranışı gösterirdi. O n u kucaklar, öper, gölgesinde uzanır, gövdesine şarap döker­di. Açıkça, ağacı tanrıça sayardı. Erkeklerin ve kadınların fizik­sel o larak ağaçlarla evlenmeleri geleneği H ind is tan ’da ve Do- ğ u ’nun başka bölgelerinde hâlâ geçerli bir uygulamadır. Eskil L a tium ’da neden olmasın.^

Kanıtları bir bü tün olarak gözden geçirirsek, N em i’deki kutsal ko rusunda D iana tapımının çok önemli ve çok eski o l­

28

Y u n a n k a h ra m a n ı O d y s s e u s ’u n (U iysses o la ra k da b ilin ir) sö y len c ese l y o lc u lu ğ u o n u b irço k y a b a n a to p ra ğ a g ö tü r m ü ş tü . A le ssa n d ro A llo ri B ro n z in o ’n u n fresk i, P a lazzo Salv ia ti, F lo ran sa .

duğu; kendisinin orm anlık alanların ve yabanıl yaratık ların , olasılıkla evcil sığırların, toprağın ijrijnlerinin de tanrıçası o larak sayıldığı; çocuk­ları olan erkek ve kadınları ku tsad ı­ğı ve doğum da analara yardım etti­ği; iffetli bakirelerin gözettiği kutsal ateşinin kendi bölgesinde yuvarlak bir tapm ak ta devamlı o larak yandı­ğı; doğum anında kadınlara yardım ederek D ian a’nm görevlerinden biri­ni üzerine alan ve kutsal ko ruda es­ki bir R om a kralıyla çiftleştiği var­sayılan su perisi Egeria ile ilişkili ol­duğu; ayrıca O rm an ın D iana’smın, Venüs’ün A donis’i, Kibe- le’nin Attis’i o lduğu gibi Virbius ad ında bir erkek arkadaşı ol­duğu; son olarak, bu mitsel V irbius’un tarihsel zam anlarda de­vamlı o larak ardıllarının kılıcıyla can veren ve yaşamları bir şe­kilde ko ruda yetişen belli bir ağaçla bağlantılı olan, çünkü ağa­ca bir zarar verilmedikçe yaşamları güvende olan O rm an ın Kralları diye tan ınan bir rahip soyuyla temsil edildiği sonucu­na varırız.

Bu sonuçların tek başına rahipliğin ardıllığı hakkm dak i garip kuralı açıklam aya yetmeyeceği açıktır. Ama daha geniş bir alanın gözden geçirilmesi, bu kanıtların sorunun çözüm ü­nün tohum ların ı içerdiğini düşündürtebilir bize. Şimdi bu daha geniş alana dönmeliyiz yüzümüzü. Uzun fakat ilginç ve büyü­leyici bir keşif yolculuğu olacak bu: birçok yabancı toprağı ge­zecek, garip yabancı insanlarla ve daha da garip geleneklerle karşılaşacağız. Yeterli rüzgâr var; yelkenlerimizi açıp İtalya sa­hilini bir süre için arkam ızda bırakacağız.

29

S ’

¡ L

ikinci Bölüm

D u y g u s a l B ü y ü

C jü n e \ Siidafi \id D iu k dkabH t'si)uicu h ır B ifK ^r h iiyücii- h e k in u .

B ir T orne- L a p o u d a v u lu ü ze r in d e k i resim ler. F in-ııgor h a lk ı, ö ze ll ik le de L a p on lar . Ş a m a n izm ve b ü y ü d e çok ü n lü y d ü . K u lsa l d a v u l şa m a n d o n a n ım ın ın g ü ç lü h ır parçasıyd ı. Hu d avu lla r o n d o k u z u n c u y ü z y ıl so n u n d a bâlâk u lla m lıyo rd ıı .I r k la r ınM ito lo jis i 'nden. IV . C ilt.L o n d ra . 1 9 2 5 .

Büyünün dayandığı düşüncenin ilkelerini çözümlersek, bunlarm ola­sılıkla ikiye ayrıldığı görülecektir; bun la rdan ilki, benzerin kendi ben­zerim doğuracağı, ya da bir etkinin kendi nedenine benzediği ilkesidir;İkincisi, bir kez birbirine dokunm uş şeylerin fiziksel temas kesildikten sonra da, uzaktan birbirini etkileme­ye devam edeceği ilkesidir. İlk ilkeye Benzerlik Yasası, ikincisineyse D o ­kunm a ya da Bulaşma Yasası denile­bilir. Büyücü, bu ilkelerin ilkinden yani Benzerlik Yasası’ndan, istediği etkiyi yalnızca taklit etmekle yara ta­bileceğini, ikincisindense, maddi bir şeye ne yaparsa bunun o nesneninbir zam anlar dokunduğu kişiyi, bu onun bedeninin bir parçası olsun ya da olmasın, aynı şekilde etkileyeceğini çıkarır.

Büyü, yanıltıcı bir davranış kılavuzu olduğu kadar sahte bir doğal yasa sistemidir; eksik bir sanat olduğu kadar sahte bir bi­limdir. Bir doğal yasa sistemi olarak, yani, bütün dünyada olay­ların ardışıklığını belirleyen kuralların bir ifadesi olarak bakıldı­ğında, kuramsal büyü diye, insanların kendi sonlarını anlamak için yerine getirdiği bir yargılar grubu olarak bakıldığındaysa, kılgısal büyü diye adlandırılabilir. Aynı zam anda ilkel büyücü­

Bilil}! ve b iiy ii o r ta ça ğ s im ya a ra ştırm a la r ın d a b ir le şm iş ti. J'ahlo b ir su n ya c ın ın g iz e m li la h o ra tııva r ım g ö s ter iy o r . G ıo v a n n ı S tracinno , 1.^70. P a lazzo V ech io , F lo ran sa .

Kiira b ü y ü d e b ir insan , ö ld ü r id m ci: is ten en k iş in in a d ın ı ta ş ıya n s ıv n u ç lu b ir m e ta lin b ir k a fa ta s ın a ba tır ıb n a s ıy la

ö lü m e la n e tleneb ilird ı.

nün büyüyü yalnızca kılgısal yanıyla tanıdığı­nı; uygulam asının d a ­yandığı zihinsel süreci hiç çözüm lem ediğini, eylemlerinin içindeki so­yut ilkeleri hiç düşün­mediğini de akılda tu t­mak gerekir. İnsanların büyük çoğunluğu gibi

onun için de, m antık belirtik değil, örtüktür: yediği şeyleri sindi­rişi gibi uslamlama yapar; şu ya da bu eyleme temel olan ente­lektüel ve fizyolojik süreçler konusunda tam bir cehalet içinde. Kısaca, büyü onun için daima bir sanattır, bir bilim değil; onun gelişmemiş zihninde bilim düşüncesi yoktur. Büyücünün uygula­masının altında yatan düşünce sırasını izlemek; dolaşmış çileyi o luşturan az sayıda basit ipliği bulup çıkarmak; soyut ilkeleri so­m ut uygulamalarından ayırmak; kısacası, sahte sanatın gerisin­deki yapay bilimi ayırt etmek felsefi düşünen kimsenin işidir.

Eğer benim büyücünün mantığını çözümlemem doğruysa, onun iki büyük ilkesinin, düşünceler birliğinin iki farklı yanlış uygulam asından başka bir şey olmadığı ortaya çıkar. İlki d ü ­şüncelerin benzerlik yoluyla birliğidir. İkincisi ise düşüncelerin birbirine dokunm a yoluyla birliğidir. Birincisi, birbirine benze­yen şeylerin aynı o lduğunu varsayma hatasını yapar, İkincisi de bir zam anlar birbirine dokunm uş olan şeylerin her zam an d o ­kunm a halinde kaldığını varsayma hatasını. H er iki düşünce dizisi de aslında son derece basit ve ilkeldir. Başka türlü o la­mazdı da, çünkü yalnızca yabanılın değil her yerde bulunacak cahil ve kıt akıllı insanların zekâsına göre de, soyutta değil ama som utta birbirine çok benzerler. Büyünün her iki dalı da şeyle­rin uzaktan gizli bir duygusal yakınlıkla birbirlerini etkilediği-

34

Is p a n y a 'd a A lta n iira m a ğ a ra la rın d a n M Ö ı j . o o o y ılla r ın a ta r ih len en b u ta r ih ö n ces i b izo n resm i d u y g u sa l a v b ü y ü s ü n ü n b ir ö rneğ id ir.

ni varsayar, itki birinden diğerine bir tü r görünm ez esir (eter) o larak kavrayabileceğimiz şey yoluyla iletilir; çağdaş bilimin kesinlikle benzeri bir amaçla, yani şeylerin birbirini, boş gibi görünen bir uzay yoluyla fiziksel o larak nasıl etkilediğini açık­lam ak için ileri sürdüğünden farklı bir şey değildir bu.

Benzer şeyler benzerlerini üretir ilkesinin belki de en bili­nen uygulaması, birçok çağda birçok insanın yaptığı, bir sure­tine zarar vererek ya da onu yok ederek, suret nasıl acı çekiyor­sa kişinin de acı çekeceği, suret yok olunca onun da öleceği inancıyla, bir düşm ana zarar vermek ya da onu yok etmek gi­rişimidir. Ö rneğin Kuzey A merika Kızılderilileri, anlatıldığına göre, bir kimsenin figürünü kum , kül ya da kil üzerine çizmek-

35

B atı A fr ik a 'd a M alili D o g o iı ka h ıle sııu le ıı b ir b ilic i k u m ü zer in e k e h a n e t ta b lo s u n u ç izerken , ( ie c e le y m ti lk i ge lecek ve y ü r ü r k e n çeşitli k u tu la ra basarak a y a k iz le r im b ıra ka ca k tır . B u n la rın k o n u m la r ı ge leceğ i o r ta ya ç ıka ra ca k tır .

le ya da herhangi bir şeyi onun vücudu kabul edip sert bir değ­nekle onu dürtm ekle ya da ona herhangi bir şekilde zarar ver­mekle o kişinin kendisine buna benzer bir zarar verileceğine inanır. Örneğin, bir Ojeb\vay Kızılderilisi herhangi bir kimseye kötülük etmek istediğinde düşm anının tah tadan bir suretini ya­par ve onun başına ya da kalbine bir iğne b a t ım , ya da okla deler onu; iğne suretin neresini delmişse ya da ok neresine vu r­muşsa düşm anının hemen o anda, vücudunun o kısm m da kes­kin bir acı duyacağına inanır; fakat kişiyi hemen öldürm ek ni­yetindeyse, yaptığı kuklayı, bazı sihirli sözler söyleyerek, yakar ya da gömer. Perulu Kızılderililer hoşlanm adıkları ya da k o rk ­tukları kişileri taklit için yağ ve tahılla onun kalıbını çıkarır, daha sonra bu sureti kurban edilmek istenen kişinin geçeceği yol üzerinde yakarlardı. Buna onun ruhunu yakm ak derlerdi.

36

Suretler yoluyla iş gören taklit büyijsü genellikle kötü kişi­yi yeryüzünden a tm ak gibi haince bir amaçla yapılıyorsa, çok daha ender de olsa, başkalarına yardım etmek gibi iyi bir niyet­le de kullanılır. Bir başka deyişle, doğum u kolaylaştırm ak ve kısır kadınlara çocuk edindirmek için de kullanılmıştır. Ö rn e ­ğin, Sum atrah Bataklar arasında, anne olmak isteyen bir kadm tah tadan bir çocuk sureti yapar ve bu arzusunun gerçekleşece­ği inancıyla onu kucağında tutar. Babar tak ım adalarında , bir kadın çocuk istediğinde çok çocuklu bir ailenin babasını güneş tanrısı U pulero’ya kendisi için yalvarm ak üzere evine çağırır. Kırmızı pam uktan bir oyuncak bebek yapılır, kadm sanki onu emziriyormuş gibi kucağında tutar. D aha sonra çok çocuğu olan baba bir kümes hayvanı alır ve kadının başının üzerinde tu ta rak “ Ey Upulero, bu hayvan senin” der, “ sana yalvarıyo­rum, sana yakarıyorum bir çocuk düşür ellerime, dizlerime k o n su n .” Sonra döner kadına sorar: “ Çocuk geldi m i?” Kadın yanıt verir: “ Evet, süt emiyor şu a n d a .” Bundan sonra adam kümes hayvanını kocanın başına tu tar, buna benzer sözler m ı­rıldanır. Son olarak , hayvan kesilir ve bir m iktar yerli yemişle birlikte evin adak yerine bırakılır. Tören sona erince, kadının yatağa alındığı haberi dolaşır köyde, arkadaşları gelir ve onu kutlar. Burada bir çocuğun doğm uş olduğu yapmacığı, benzet­me ya da taklit yoluyla, çocuğun gerçekten doğmasını sağla­m ak için düzenlenmiş katkısız bir büyü törenidir; fakat dua ve ku rban yoluyla törenin etkisi artırılm aya çalışılır. Başka türlü söylersek, büyüye burada din karıştırılmış ve güçlendirilmiştir.

Çocuklar için o kadar değerli olan inandırm a ilkesi, başka halkları doğum taklidini evlat edinmenin bir şekli, hatta sözde ölmüş bir kişiyi diriltmenin bir yolu olarak kullanmaya itmiştir. D am arlarında bir damla bile sizin kanınızı taşımayan bir çocu­ğun, hatta koskoca, sakallı bir adam ın sizin çocuğunuz olduğu­nu ileri sürerseniz, o zam an, ilkel yasa ve felsefenin gözünde o

37

; z i

n f ®r ® i

# ‘

r fil

(i;®

I r '

B ir A m e r ik a n \e r l is iu iu "Savaş g< m iîcğ i"uden d e ta y , y a k la ş ık ı S ^ o . G ö m le ğ in (m k ıs m ın d a k i u ça n fig ü r le r m e rm ile r i te m sil e d iy o r ve sa h ih in e bu n la ra karşı k o r u n m a sağ lıyor; g ö m le k sa h ib i bu k o ru m a d a n ya ra r la n m a k için savaşa g id e rk e n o n u g iy m e k zo ru n d a değ ild i. G öm ıleğin ü zer in d e m e r m i d e lik le r i o lm a d ığ ın a g ö re sa h ib i şanslı sa yılm a lı.

çocuk ya da adam her bakım dan gerçekten sizin çocuğunuzdur artık. Örneğin D iodorus, Z eus’un kıskanç karısı H e ra ’yı Hercu- les’i evlat edinmeye ikna ettiğinde, tanrıçanın yatağa girdiğini ve koskoca kahram anı göğsüne bastırarak giysilerinin içine doğru ittiğini ve gerçek bir doğum taklidi yaparak onu yere düşürdü­ğünü anlatıyor bize. Tarihçi şunları da ekliyor: kendi zam anın­da barbarlar da evlat edinme işinde aynı şeyi uygularmış. Bu­nun, bugün Bulgaristan’da ve Bosnah Türkler arasında hâlâ ge­çerli olduğu söyleniyor. Bir kadın, evlat edinmek istediği bir ço­cuğu alır giysilerinin içine iter ya da çeker; bundan sonra o ço­cuğa gerçek oğlu diye bakılır ve kendisini evlat edinen ana b a ­banın bütün malının m ülkünün mirasçısı olur.

38

Duygusal büyü, avın bol olmasını sağlam ak için ilkel avcı ve balıkçılar ta ra fından a lm an önlemlerde de önemli bir rol oy ­nar. Benzer şeyler benzerini doğurur ilkesine uygun olarak, ulaşm ak istediği sonucun, kendisi ve arkadaşları ta rafından bi­lerek taklit edilmesiyle birçok şey yapılır; öte yandan, gerçek­ten felaket getirecek başka şeylere benzerlikler taşıdıkları için, birçok şeyden de titizlikle kaçınılır.

İngiliz Kolumbiyası Kızılderilileri denizlerinde ve nehirlerin­de bol bulunan balıkla geçinirler. Balık, mevsiminde çıkmayın­ca, Kızılderililer de açsa, bir N oo tka büyücüsü yüzen bir balık tasviri yapar ve genellikle balığın geldiği yönde suya atar. Balı­ğın çıkması için edilen bir duanın eşliğinde yapılan tören onların hemen görünmesine neden olacaktır. Torres Boğazları adalıları dugonları ve kaplum bağaları büyüleyip avlamak için dugon ve kaplum bağa modelleri yaparlar. Merkezi Celebes Toracaları ay­nı cinsten şeylerin içlerindeki hayati esir yoluyla birbirini çeke­ceğine inanırlar. Bu yüzden de, evlerine geyik ve yabandom uzu çene kemikleri asarlar, bu kemiklere hayat veren ruhların aynı cinsten canlı yaratıkları avcının av yolu üstüne çekeceğine ina­nırlar. Nias Adası’nda, bir dom uz kendisi için hazırlanmış olan çukura düşünce, hayvan çukurdan çıkarılır ve sırtı ağaçtan düş­müş dokuz yaprakla ovulur, dokuz yaprak nasıl ağaçtan düş­müşse dokuz dom uzun daha çukura düşeceğine inanılır.

Duygusal büyü sistemi yalnızca olum lu kura lla rdan oluş­maz; çok sayıda olumsuz kural, yani yasak da içerir. İnsanlara yalnızca ne yapılacağını değil neler yapılm am ası gerektiğini de söyler. O lum lu kurallar büyülerdir: olumsuz kurallarsa ta b u ­lardır. Aslında tab u öğretisinin tam am ı, ya da büyük bir bö lü ­mü, benzerlik ve dokunm a gibi iki büyük yasasıyla duygusal büyünün uygulam asından başka bir şey değilmiş gibi gö rü n ­mektedir.

Yani tabu şu ana kadar kılgısal büyünün olum suz bir uy­

39

gulamasıdır. O lum lu büyü ya da büyücülük şöyle diyor: “ Şu ya da bu olabilsin diye şunu y ap .” O lum suz büyü ya da tabu şöy­le diyor: “ Şu ya da bu olmasm diye şunu y ap m a .” O lum lu b ü ­yünün ya da büyücülüğün amacı arzulanan bir olayı m eydana getirmektir; olumsuz büyünün ya da tabunun amacı ise arzu edilmeyen bir o laydan sakınm aktır. Fakat her iki sonuç da, ya­ni arzulanan ya da arzu lanm ayan şeyler, benzerlik ya da temas yasalarına uygun olarak ortaya çıkarılmalıdır.

F'ğer varsayılan kötü lük m utlaka bir tabunun bozulm ası­nın sonucu olduysa, tabu bir tabu değil, bir ahlak ya da sağdu­yu kuralı olacaktı. “ Elini ateşe so k m a” dem ek bir tabu değil­dir; bir sağduyu kuralıdır, çünkü yasaklanan eylem, hayali de­ğil gerçek bir kötülüğü gerektirir. Kısaca, bizim tabu dediğimiz bu olumsuz kurallar, büyücülük dediğimiz olumlu kurallar k a ­dar boşuna ve yararsızdır. Bu iki şey büyük bir feci yanlışın, yanlış anlaşılmış bir fikir birliği kavram ının zıt yanlarından ya da kutup larından başka bir şey değildir. Büyücülük bu yanlışın olumlu, tabu ise olumsuz ku tbudur. H em kuram sal hem de kıl­gısal, hatalı sistemin tüm üne büyü genel adını verirsek, tabu, kılgısal büyünün olumsuz yanı o larak tanımlanabilir . Bunu tab lo şekline sokarsak:

Bü y ü

K u r a m s a l(Bir sa h te bil im

o l a r a k büyü)

Kılgısal

(Bir sa h te s a n a t

o la ra k büvü)

O l u m l u b ü y ü ya da B ü yü c ü lü k

O l u m s u z bü yü

va da T a b u

40

K u ze y b a tı A la s k a ’da n I n u i t (E sk im o ) h a lk ın a a it fi ld iş i b ir k e n e t. S e k iz ba lina a vcısın ı a la ca k b ir te k n e n in p ru va s ın a , z ıp k ın ı y e r in d e tu tm a k iç in bağ lan ırd ı. A v d a şans g e tirsin d iy e ü ze r in e b ü y ü lü b ir ha lına ta sviri o y u lm u ş . İn san lık M ü zesi, L o n d ra .

T abu ve onun büyüyle ilişkileri üzerine bu sözleri ediyorum, çünkü b irazdan avcılar, balıkçılar ve baş­kalarınca yerine getirilen bazı tabu örnekleri vereceğim; bunlarm , bu genel kuram ın uygulam asından baş­ka bir şey olm adık larından duygusal büyü başlığı altına girdiklerini gös­termek istiyorum. Örneğin, Eskimo- 1ar arasında oğlan çocukların p a r ­maklarıyla sicim oyunu oynaması yasaktır, çünkü eğer bunu yaparla r­sa ileri yaşlarda parm akları zıpkını sallarken ipe takılabilir. Burada ta ­bu açıkça büyünün bir temeli olan benzerlik yasasının bir uygulaması­dır: çocuğun parm akları sicim oyununda ipe nasıl takılıyorsa, bir erkek olduğunda balina avlarken zıpkın ipine de öyle tak ı­lacaktır. Yine, K arpat D ağ lan ’ndaki H uzullar arasında, bir av­cının karısı, kocası yemek yerken yün eğiremez, yoksa av k ir­men gibi dönecek ve kıvrılacak, avcı da onu vuram ayacaktır. Burada da tabu açıkça benzerlik yasasından türemiştir.

Yabanılların hiç bozmadığı tabu lar arasında en çok sayıda ve önemli olanları bazı yiyeceklerin yenmesi konusundak i ya­saklardır; bu yasak lam alardan birçoğunun gözle görü lür bi­çimde benzerlik yasasından türediği ve dolayısıyla olum suz b ü ­yü oldukları gösterilebilir. Yabanılın birçok hayvanı ya da bit­kiyi, kendisine bağışlanacağına inandığı bazı iyi nitelikleri edinmek için yiyişi gibi, kendisine bulaşabileceğine inandığı is­tenmeyen bazı nitelikleri edinmesin diye başka birçok hayvanı ya da bitkiyi de yemekten kaçınır. Bunları yemekle olum lu b ü ­yü, on la rdan sakınm akla da olumsuz büyü yapmış olur. D aha

41

A y ı tırn a ğ ı a fsu n u . C ro w savaşç ısı hu n işan ı te p e s in d e k i k a k ü le bağ lı o larak

taşırd ı. B o y a n m ış y ü z ve b ed en , b ir de b ü y ü şark ıs ı, d o ğ a ü s tü “k u ts a l bir

y a rd ım c ı" n ın y a k ın d a b u lu n d u ğ u n u gö s ter ird i. P la in s In d ia n M u seu m .

C o d y , W y o m in g .

İleride hu tür ohım lu büyü örnekleri göreceğiz; burada ise bu tür birkaç olumsuz büyü ya da tabu örneği ve­receğim. Ö rneğ in , M a d a g a s k a r ’da askerlerin, büyülü benzerlik ilkesine göre, bir kısmı yiyecek maddesinin yapısında bulunduğu varsayılan bazı tehlikeli ya da istenmeyen özellikler kendilerine bulaşmasın diye bazı yi­yecekleri yemesi yasaktır. Örneğin, kirpi eti yiyemezler, “çünkü bu hay­vanın, ko rk tuğunda kıvrılıp bir top haline dönüşm e eğiliminden dolayı, onu yiyenlere böyle korkakça bir b ü ­zülme özelliği vereceğinden k o rk u ­lu r .” Yine, hiçbir asker, öküzün dizi­

ni yememelidir, yoksa dizleri öküzünki gibi zayıflar ve yürüye­mez. Dahası, savaşçılar, dövüşürken ölen bir horozu ya da mız­rakla ö ldürülm üş herhangi bir hayvanı yemekten sakınmalıdır; ayrıca kendisi savaştayken hangi nedenle olursa olsun evinde erkek hayvan öldürülemez. Ç ünkü açıkça anlaşılabileceği gibi, dövüşürken ölen bir horozu yediğinde kendisi de savaş a lan ın­da öldürülebilir; m ızraklanmış bir hayvanı yediğinde kendisi de mızraklanabilir; kendi yokluğunda evinde erkek bir hayvan öl­dürülürse, kendisi de aynı şekilde, belki de aynı anda ö ldürü le­bilir. Bir başka örnek de M adagaskarlI askerlerin böbrek ye­mekten sakınması gerektiğidir, çünkü M adagaskar dilinde böbrek sözcüğü “ m erm i” sözcüğüyle aynıdır, eğer böbrek yer­se m u h ak k ak mermi ile vurulacaktır.

O kur, biraz önce verdiğimiz tabu örneklerinde büyü etki­sinin oldukça uzak mesafelerde iş gördüğünü gözlemlemiş o la­caktır; örneğin K arabacak Kızılderihleri arasında kartal avcısı-

42

■ '-'V.' ■«'i' ■ ■■

H a y va n ruh ları K u ze y A m e r ik a m ito lo jis in in asıl b ö lü m ü n ü o lu ş tu ru r . S a n ta C la ra ’d a bu da n sç ıla r ka r ta lın h a re k e tin i ta k li t ed iyor.

nın karıları ve çocuklarının, uzak yerdeki kocanın ya da b a b a ­nın karta lla r ta rafından yaralanm am ası için, onun yokluğunda biz kullanm aları yasaklanır; yine M adagaskarlI bir asker savaş­tayken, evinde hiçbir erkek hayvan kesilmez, çünkü hayvanın öldürülmesi onun da öldürülmesi sonucunu doğurabilir.

Duygusal büyü etkisinin uzaktaki kişiler ya da şeyler ta ra ­fından başkaları üzerinde kullanılabileceği inancı, büyünün özüdür. Bilim, uzak bir mesafedeyken etki olasılığı konusunda kuşkular ileri sürmesine karşın, büyüde böyle bir kuşkunun izi yoktur; telepatiye inanç onun başta gelen ilkelerinden biridir. Z ihin zihne uzaktan etkinin çağdaş bir savunucusu, bir yabanı-

43

İl inandırm ada güçlük çekmeyecektir; yabanıl buna uzun zam an önce inanm aktaydı, dahası,

uygarlaşmış kardeşinin kendi inancında yapa­madığı kadar mantıksal bir bağlılıkla kendi inancına uygun davranıyordu eylemlerinde. Ç ünkü yabanıl büyüsel törenlerin uzaktaki kişi ve şeyleri etkilediğine inanm akla ka l­mayıp, günlük yaşamın en basit eylemleri­nin de bunu yapabileceğine inanmıştır. D o ­layısıyla, önemli du rum larda uzaktaki dost­

ların ve akraba ların davranışı çoğu kez az ya da çok ayrıntılı kural kalıplarıyla düzenlenir, bunların herhangi bir tarafça savsaklanm ası­nın uzaktaki kişiye talihsizlikler ha tta ölüm

getireceği varsayılır. Özellikle de bir kısım erkek avda ya da savaştaysa, o n u n evde kalm ış a k rab a la r ın ın , uzaktaki avcıların ya da savaşçıların güvenliğini ve başarısını sağlama al­mak için, bazı şeyler yapm aları ya da bazı şeylerden kaçınmaları beklenir.

Saravak’lı yerli kabilelerden bir­çoğu, kocaları o rm anda kâfuru ararken karıları kendilerini al­datırsa, erkeklerin bulduğu kâfurunun ellerinde buharlaşacağı­na kesin o larak inanırlar. Karıları kendilerine sadık değilse, k o ­calar bunu ağaçtaki bazı düğümlerden anlayabilir; eski zam an­larda birçok kadının kıskanç kocaları tarafından öldürülmeleri için bundan daha iyi kanıt olmadığı söyleniyor. Ayrıca, kad ın­lar, kocaları uzakta kâfuru toplam aktayken tarağa el süremez­ler; çünkü bunu yaparlarsa, ağacın lifleri arasındaki boşluklar değerli kristallerle dolu olacağı yerde, tarağın dişleri arasında aralıklar gibi boş olacaktır.

(.jünnişîc’fi ya p ılm a b ir h ık a m ıs ır h cyke lc ig i, 1 4 ^ 0-1 ) j z . Peru . D in i

fe s tiva llerd e , m ıs ırd a n y a p ıla n k u tsa l hıra iç ilird i. C o n q u iiitiid o r 'la rd a n

s a k la m a k için m ağara lara ¡’iz len m iş ve h ir d a h a h u lıın m a m ış g ü m ü ş te n ve

a ltın d a n y a p ılm a m e yv e , ağaç ve b itk ile r i de içeriyor o lm a s ı g erek en

sö y len cese l in k a h â z in e s in in e n d er h ır ö rn eğ id ir hu . \ i u s e u n i \ ö r

V o lk e rle u n d e , B erlin .

44

Bir kişinin eylemi ya da d u ­rum u ile bir bitkiyi büyüleyebi­leceği düşüncesi bir \ l a l a y ka- dm m m sözlerinde açıkça o r ta ­ya ç ıkm ak tad ır . Pirinci biçer­ken vücudunun üst kısmını ne­den çırılçıplak soyduğu so ru l­duğunda , bunu , kalın kabuk lu pirinci döverken yoru lduğu için dış kabuğu inceltmek amacıyla yaptığı yanıtını vermiştir. A çık­ça, ne k ada r az giysi giyerse p i­rincin üzerindeki k ab u ğ u n o kad a r ince olacağını d ü şü n ü ­yordu.

Çoğu kez hayvanların insa­na yararlı olabilecek nitelik ya da özelliklere sahip olduğu d ü ­şünü lü r ; tak li t büyüsüyle bu özelliklerin çeşitli yollardan in­sanlara geçirilmesine çalışılır. Örneğin bazı Bechuanalar bir tıl­sım olarak üzerlerinde bir dağ gelinciği taşırlardı, çünkü çok hayat dolu olan bu gelinciğin kendilerini zor ö ldürü lür kılaca­ğına inanırlardı.

Yine, kendi kıvır kıvır siyah saçları arasına fare tüylerin­den bukleler saran bir Güney Afrikalı savaşçının, çevik farenin kendisine atılan şeylerden kolayca sakınabildiği gibi, düşm anı­nın mızrağından korunm a şansının daha fazla olacağı kolayca anlaşılır bir şeyciir; bundan dolayı bu bölgelerde bir savaş bek­lentisi o lduğunda fare tüyüne talep artar.

Bitkiler ve hayvanlar kadar cansız şeyler de, kendi içsel d o ­ğalarına ve büyücünün, durum a göre, iyilik ya da kötülük akı-

U idktıU i a k h e tk ile m e y e d a ir h ır y irm in c i y i'n y ıl im gesi: W il l i jm H o p e 'ı ın h a fin in (e v re s in d e p a r la ya n ç ık ın tıla r şe k lin d e va rsay ılan ru h sa l o laylar. F o to ğ ra f , 1923 , L o n d ra .

45

mini açma ya da engelleme m ahare ti­ne göre çevrelerine kutsam a ya da ze­hir yayabilir.

Bir taş üzerine yemin etme ortak âdeti kısmen taşın gücünün ve daya- nıkhlığının bir yemine sağlamlık ve­receği inancına dayandırılabilir. Ö r ­neğin, eski D anim arkalI tarihçi Saxo G ram m aticus, “ eskiler, bir kral seçe­cekleri zam an, yaptıkları iş, taşların sağlamlığı kadar kalıcı olsun diye ye­re dikilmiş taşlar üzerine çıkıp oyları­nı açık larlard ı” diyor.

Fakat, ağırlık ve sağlamlık gibi o rtak özellikleri nedeniyle bütün taş­larda genel bir büyü etkisi olduğu varsayılabilirse de, belli taşlara ya da

taş türlerine, bireysel ya da belirgin şekil ve renk niteliklerine uygun özel büyüsel güçler atfedilir. Örneğin, Peru Kızılderilile­ri mısır üretimini, başkaları patates üretimini, daha başkaları da sığır sayısını a r tırm ak için bazı taşları kullanırdı. Mısır ü re­timini a rtırm ak için kullanılan taşlar mısır koçanı şekline soku­lur, sığır sayısını artırm ak amacıyla kullanılan taşlarsa koyun şeklinde olurdu.

Eskiler değerli taşların büyü özelliklerine um ut bağlardı. Şarap rengi ametist, “ ay ık” an lam ına gelen adını, onu takan kişiyi aklı başında tu ttuğu varsayım ından almıştır; birlik içinde yaşam ak isteyen iki erkek kardeşe yanlarında m ıknatıs taşım a­ları salık verilirdi, böylece mıknatıs ikiHyi birlikte tu ta rak b o ­zuşmalarını önlerdi.

Benzer şeyler kendi benzerlerini üretir ilkesinin bir başka uygulaması, bir Çin inancında görülür: bu inanca göre, bir ka-

R tıh , N i je r y a ’da Y o ru h a ka h ile s in ce k u t la n jn O g e n F es tu 'a li'n d e b ir ra h ib in

b e d en in e g iriyor.

46

sahanın biçimi, onun yazgısmı derinden etkiler; bu yazgı, kasa­banın şeklinin en çok benzediği şeyin yazgısına göre değişir. Örneğin, dış hatları sazan balığına benzeyen Tsuen-cheu-fu k a ­sabası çok eskiden, şekli bir balık ağına benzeyen komşu Yung- chun kasabasının baskınlarına uğrardı sık sık. Bu kasabada ya­şayanlar sonunda çareyi kasabanın ortasına iki yüksek pagoda inşa etmekte buldular. Tsuen-cheu-fu kentinin ortasında hâlâ duran bu iki pagoda o zam andan beri, hayali ağın, hayali sa­zan balığının üzerine inip onu ağına takm asını önleyerek ken­tin kaderini mutlu bir biçimde etkilemektedir.

Kırk yıl kadar önce, Şanghayh akıllı insanlar yerel bir ayaklanm anın nedenlerini anlam ak için büyük çaba harcadı. Dikkatli bir so ruştu rm adan sonra anladılar ki, ayaklanm alar yeni yapılmış büyük bir tapm ağın şeklinden dolayı oluyordu; tapınak, ne yazık ki kaplum bağa şeklinde yapılmıştı; k ap lum ­bağa ise çok kötü karakterde bir hayvandı. D urum çok ciddi, tehlike çok yakındı; çünkü tapınağı yıkm ak dine aykırı bir dav­ranış o lurdu, onu o rada öylece bırakm aksa benzeri ya da daha kötü felaketlere davetiye çıkarırdı. Ama, yerel remil hocaları işe el koydular, bu güçlüğü aşarak tehlikeyi önlediler. K ap lum ­bağanın iki gözünü temsil eden iki kuyuyu do ldurarak bu k ö ­tü şöhretli hayvanı kör edip bundan sonra kö tü lük yapam az durum a getirdiler onu.

47

m

T a tlı su la rınk o ru y u c u sutanrıçaC h a lch iu t-lic u e ’n iny a k la ş ık 6 0to n lu k d evb ir T o lte kh eyke li.U lusalA n tro p o lo jiM ü zesi,M ex ic o C ity .

Üçüncü Bölüm

H a v a K o ş u l l a r i ■ • • • • • • B u y u s u

i"Æ • ;

; ï

Dinsel ve büyüsel o lm ak üzere iki tip insan-tanrı vardır. İl­kinde, insandan farklı ve ondan üstün bir varlığın, kısa ya da uzun bir süreyle, bir insan bedeninde canlandığı varsayılır; bu tanrı, m ekân tu tm aya gönül indirdiği etten barınak aracılığıyla gösterdiği mucizeler ve bildirdiği kehanetlerle insanüstü gücü­nü ve bilgisini ortaya koyar. Buna daha uygun bir biçimde, esinlenmiş ya da cisimleşmiş tipten insan-tanrı da denilebilir. Bu tanrı tipinde, insan bedeni, ilahi ve ölüm süz bir ruhla dolu to p rak tan yapılmış kırılgan bir kaptır yalnızca. Öte yandan, büyüsel tipten insan-tanrı, hemcinslerinden çoğunun az m ik ­ta rda kendilerinde de bu lunduğunu ileri sürdükleri olağanüstü güçlere sahip bir insandan başka bir şey değildir; çünkü yaban top lum da büyüye bulaşm amış bir kişi bile bulm ak çok zordur. Böylece, ilk ya da esinlenmiş tü rden bir insan-tanrı, kutsallığı­nı, göksel parlaklığını to p rak tan yapılmış bir kalıbın donuk maskesi arkasına gizlemeye gönül indirmiş bir tanrıdan alır­ken, ikinci tipten insan-tanrı o lağanüstü güçlerini doğayla a ra ­smdaki belli bir fiziksel duygudaşlık tan alır. Yalnız, kutsal bir ruhun kabı değildir. O nun bütün varlığı, bedeni ve ruhu , d ü n ­yanın uyum una öylesine duyarh bir şekilde ayarlanm ıştır ki, elinin bir dokunuşuyla ya da başını bir çevirişiyle şeylerin ev-

böigesindekı rensel çerçevesini sarsan bir titreyiş gönderebilir; buna karşılık,sö zd e B îh 'üc ii ı ı • • ı ı ı ı • ıPıram!ciı,\\is onuıı kutsal organizması çevrenin, sıradan ölümlülerin bütü- Mtmumdan etkisiz kalabileceği en ufak değişikliklerine derinden du-Maya yarlıdır. Fakat bu iki tip insan-tanrı arasına çektiğimiz çizgi,öne çıkar. kuram sal o larak ne kadar kesin olursa olsun, uygulam ada ke-

51

Yticatan Y arım adası 'uda U x m a l M aya

4 Y-l " sinlikle tan ım lanam az; bundan sonra bunun fazla üzerinde durm ayacağım .

U ygulam ada, büyü sanatı hem f M bireylerin hem de bü tün topluluğun

yararına kullanılabilir; bu iki şeyden birine ya da ötekine yöneltilişine gö­re özel ya da kam usal büyü diye a d ­landırılabilir. Dahası, kam u büyücü- sü öyle etkin bir k onum dad ır ki, akıl­lı ve yetenekli biriyse, adım adım bir şef ya da kral ka tm a ilerleyebilir. Ör-

B trleşık D e v le tle r in k u ze y b a tı ncğin bir kam usal büyünün incelen-s a h ilin d en K ıv a k iu tle k a b ile s in in işi ■ - i t ı 1 1 1 1 1 1

o ld u ğ u d ü ş ü n ü le n , ta h ta d a n o y m a b ir mesı ilk krallıkların anlaşılm asına D e n ız A n a s ı f ig ü r ü n d e n d e ta y . yardımcı olur, çünkü yabanıl ve ba r­

bar top lum larda birçok reisin ve kra- Im yetkelerini büyük ölçüde büyücülük güçlerinden aldığı gö ­rülmektedir.

Büyünün güven altına almak için kullanılabileceği kam u hizmeti konusuna giren şeyler arasında en başta geleni, yeterli m ik tarda yiyecek kaynağıdır. Gıda sağlayıcıların tüm ü -avcılar, balıkçılar, çiftçiler- uğraşlarını yaparken büyüsel uygulamalara başvururlar; fakat bunu bütün insanların çıkarına hareket eden bir kam u görevlisi o lm ak tan çok kendilerinin ve ailelerinin ya­rarı için özel bireyler o larak yaparlar. Törenler avcılar, balıkçı­lar, çiftçiler ta rafından değil, onlar adına meslekten büyücüler ta ra fından yapıldığında du rum değişir. Tekdüzeliğin kural ol­duğu, top luluğun çeşitli çalışan sınıflara ayrıhşm m henüz baş­lamadığı ilkel top lum da, her insan az ya da çok kendi kendinin büyücüsüdür; kendi iyiliği ya da düşm ana zarar vermek için b ü ­yüler ve sihirler yapar. Fakat özel bir büyücü sınıfı oluşunca, bir başka deyişle, has tah k lan iyileştirmek, geleceği kestirmek, hava koşullarını düzenlemek ya da başka herhangi bir genel ya-

52

' i l

m

la p tıııya , O k in a v a A d a s ı 'n d a D e n i; Vestıva iı k u tla m a s ı.

M

rar amacına yönelik ustalıklarından bü tün topluluğu yararlan ­dırm ak gibi açık bir amaçla birtakım insanlar ayrılınca, ileriye doğru büyük bir adım atılmış oldu. Bu uygulamacıların am aç­larım gerçekleştirmede kullandıkları araçların güçsüzlüğü bu kurum un gözümüzdeki önemini küçültmemelidir. Burada, en azından yabanıllığın yüksek aşam alarında, geçimlerini çok zor çabalarla kazanm a gereğinden kurtarılıp, doğanın gizli yolları­nı keşfetmek için araştırm alar yapm alarına izin verilmiş, hayır, um ut bağlanmış ve cesaretlendirilmiş bir yığın insandır söz k o ­nusu olan. Hemcinslerinden daha çok şey bilmek, doğayla çe­tin savaşmda insana yardım edebilecek, onun acılarını hafifle­tebilecek ve öm rünü uzatabilecek her şeyi öğrenmek, hem göre­vi hem de çıkarınaydı büyücünün. İlaçların ve madenlerin özel-

53

t l o n g K o n g 'd a , su tan r ıla r ın ı y a tış tırm a k için y a p ıla n y ıllık E jd erh a T e k n e ya rış ın d a g ö r k e m li h ır e jderha başı p ru va sı.

likleri, yağm urun ve kuraklığm, gök gürültüsünün ve şimşeğin nedenleri, mevsimlerin değişimleri, aym evreleri, güneşin gün­lük ve yıllık yolculuğu, yıldızların hareketi, yaşamın gizleri ve ö lüm ün gizleri, bü tün bunlar bu ilk filozofların merakını uyan­dırmış ve onları, kendilerinden, büyük doğa olaylarını yalnızca anlamalarını değil aynı zam anda insanın yararına düzenlemele­rini bekleyen müşterilerinin ısrarlı istekleriyle en basit biçimiy­le dikkatlerine sunulmuş sorunlara çözüm bulm aya itmiştir. O nların ilk atışlarının hedefin çok uzağına düşmesi kaçınılm az­dı. H ak ika te yavaş, sonu gelmeyen yaklaşım, varsayımlar üre t­mek ve denemek, o gün olgulara uyar görünenleri kabul edip ötekileri reddetmekten ibarettir. Yabanıl büyücünün benimse-

54

diği doğal nedensellik görüşleri bugün bize hiç kuşkusuz açıkça yanlış ve saçma görünür; ama onların zam anında, deneyim tes­tini geçememiş olsa bile, geçerli varsayımlardı bunlar. Alay ve ayıplama, bu kaba kuram ları bulmuş olanlara değil, daha iyile­ri ortaya konduk tan sonra hâlâ bunlara inatla satılanlara layık görülmelidir. Elbette, hiç kimse hakikati aram aya bu yabanıl büyücülerden daha fazla itilmiş olmazdı. En azından bir bilgi gösterisi m u d ak a gerekliydi; ortaya çıkarılacak bir tek hata o n ­ların yaşamına mal olabilirdi. Bu da hiç kuşkusuz onları, ceha­letlerini gizlemek amacıyla sahteciliğe götürm üştür; fakat aynı zam anda onlara sahte bilginin yerine gerçeğini koymaları için çok güçlü bir neden sağlamıştır, çünkü bir şey biliyor gö rü n ü ­yorsanız, yapılacak en iyi şey onu gerçekten bilmektir. Böylece, büyücülerin abartılı savlarını reddetmede, insanlığa oynadık la­rı oyunları suçlam ada ne denli haklı olursak olalım, bu sınıftan insanların o luşturduğu bu ilk kurum , bütünüyle alındığında, in­sanlığa sayısız şeyler kazandırmıştır. O nlar, yalnızca hekimlerin ve cerrahların değil aynı zam anda doğa biliminin her dalındaki araştırmacıların ve kâşiflerin atalarıydı. O zam andan beri ard ıl­larının yüzyıllar boyunca parlak ve yararlı sonuçlara ulaştırdık­ları çalışmaları onlar başlatmışlardı; başlangıç zavallı ve zayıf idiyse, bu insanların doğal ehliyetsizliklerine ve kasıtlı sahteci­liklerine değil, bilgi yolunu kuşatmış olan kaçınılmaz güçlükle­re verilmelidir bu.

K am u büyücüsünün kabilenin iyiliği için yapm aya soyun­duğu şeylerin en önemlilerinden biri, hava koşullarını denetle­mek, özellikle de yeterli yağm ur yağmasını sağlamaktır. Su ya­şamın temelidir, birçok ülkede suyun elde edilmesi sağanakla­ra bağlıdır. Y ağm ur olmazsa bitkiler kurur, hayvanlar ve in­sanlar zayıf düşer ve ölür. Dolayısıyla, yabanıl toplu luklarda yağm urcu çok önemli bir kişidir; çoğunlukla, tanrısal su kay ­nağını düzene koym ak amacıyla özel bir büyücü sınıfı vardır.

55

üzerlerine düşen bu görevleri yerine getirmeye çalışırken uygu­ladıkları yöntemler, her zam an olmasa bile, taklit büyüsü ilke­sine dayanır. Yağm ur yağdırm ak istiyorlarsa, su serperek ya da bulutlara öykünerek yağm ur taklidi yaparlar: amaçları yağm u­ru d u rdu rm ak ve kuraklık yaratm aksa, sudan uzak dururlar, fazla nemi kuru tm ak için sıcağa ve ateşe başvururlar. Bu tü r gi­rişimler, kültürlü okurların da hayal edebileceği gibi, acımasız güneşin kızgın ışınlarını aylarca hiç ara vermeden masmavi, bulutsuz bir gökyüzünden, sıcaktan kavrulm uş, çatlamış yer­yüzüne gönderdiği O rta Avustralya, doğu ve güney A frika’nın bazı bölgeleri gibi çok sıcak ve rutubetli alanların çıplak sakin­leriyle sınırlandırılamazdı elbet. A vrupa’nın nemli ikliminde yaşayan görünüşte uygarlaşmış halkı arasında geçerlidir ya da geçerliydi. Şimdi bunları hem kam usal hem de özel büyülerden alınmış örneklerle göstereceğim.

Örneğin, Rusya’da, D orpa t yakınında bir köyde yağm ura çok gereksinim olduğunda üç adam eski kutsal bir korudaki kö knar ağaçlarına tırmanırdı. Bunlardan biri gök gürültüsü takhdi yapm ak için bir tencereye ya da küçük bir varile bir çe­kiçle vururdu; İkincisiyse şimşek taklidi yapm ak için yanar iki çam dalını birbirine vurur, kıvılcımlar çıkarırdı; “ yağm urcu” denilen üçüncüsüyse bir demet ince dalla bir kovadan su ser- perdi etrafa. Ploska köyü kadınları ve kızları, kuraklığa bir son vermek ve yağm ur yağdırm ak için, geceleyin çıplak o larak k ö ­yün sınırlarına gitmeyi ve o rada yere su dökmeyi alışkanlık h a ­line getirmiştir. Yeni G ine’nin batısında büyük bir ada olan H alm ahera , ya da G ilo lo’da, bir büyücü özel bir ağacın dalını suya dald ırarak ve dalda birikmiş su damlacıklarını yere serpe­rek yağm ur yağdırır. Yeni Britanya’da yağm urcu, kırmızı ve yeşil çizgili bir sarmaşığın yapraklarım bir muz yaprağına sa­rar, suyla ıslatır ve toprağa gömer; sonra ağzıyla yağm ur şıpır­tısı gibi sesler çıkarır. Kuzey Amerika O m aha Kızılderilileri

56

N ije ry a 'd a , Y a ğ m a Y a ğ m u r D a n sı y a p a n b ir e rkek .

arasında, ürün yagm ursuzluktan sararm aktayken , kutsal Bizon Cemiyeti’nin üyeleri büyükçe bir kabı suyla do lduru r ve çevre­sinde dans ederek dört kez döner. Üyelerden biri ağzına biraz su alır ve havaya püskürtür, böylece ince bir pus ya da yağm ur çisentisi taklidi yapar. D aha sonra kabı devirerek suyu yere d ö ­ker; bunun üzerine kendilerini yere atar, suyu içerler, yüzleri çam ura bulanır. Son olarak, havaya su fışkırtarak ince bir pus tabakası o luştururlar. Bu, ü rünü kurtarır. Bahar zam anı. K u­zey Amerikalı Natchezler büyücülerden ürünleri için uygun h a ­va koşulu satın a lm ak üzere bir araya gelirlerdi. Eğer yağm ur isteniyorsa, büyücüler perhize girer ve içi su dolu pipoları ağız­larında dans ederlerdi. Pipoları, sulam a kovasının bo rusunun ucu gibi delikli olur, yağm urcu suyu bu deliklerden bulutların gökyüzünde en yoğun o larak toplandığı tarafa üflerdi. Eakat

57

iyi hava koşulları isteniyorsa, kulijbesinin çatısına çıkar ve ko l­larını açıp bü tün gücüyle üfleyerek bulutlara geç-git işareti ya­pardı. Y ağm urlar mevsiminde yağmazsa, O rta Angoniland ha l­kı yağm ur-tapınağı denen yere çekilirdi. Burada otları temizler­ler, başkan bir top rak kaba bira koyar ve yere gömerdi. Bu işi yaparken de “ Efendi C hauta , bize karşı kalbini katılaştırdın, ne yapmamızı istersin? Mahvolacağız. Ç ocuklarına yağm ur gönder, işte biz de bira veriyoruz sa n a ” diye konuşurdu . Daha sonra kalan birayı paylaşırlar, ha tta çocuklara bile birer yu ­dum ta ttırırlar. Bundan sonra ağaçlardan dal koparıp yağm ur için dans eder ve şarkı söylerler. Köye döndüklerinde yaşlı bir kadın ın kapının girişine koyduğu bir kova su bulurlar; ellerin­deki dalları bu suya daldırarak, yukarı doğru sallarlar ve suyu dam lalar halinde çevreye dağıtırlar. Artık yüklü bulutların için­de yağm urun gelmesi kesindir. Bu uygulam alarda dinle büyü­nün bir karışımını görüyoruz; çünkü su dam lalarını dal aracı­lığıyla saçmak katıksız bir büyü töreni iken, yağm ur duası ve bira sunusu katıksız dinsel törenlerdir. Kuzey A vustralya’nın M ara kabilesinde yağm urcu bir su birikintisine gider ve suya büyü şarkısını söyler. Sonra biraz su alır ellerine, içer ve çeşitli yönlere püskürtür. D aha sonra kendi üzerine su döker, bu su­yu etrafına silkeler ve sessizce kam pa döner. Bunun ard ından yağm urun yağması gerekir.

Arap tarihçisi M akrizi, H a d ra m u t’ta A lqam ar adlı bir gö ­çerler kabilesinin başvurduğu bir yağm ur du rdu rm a yöntemi anlatıyor. A lqam arlar, çöldeki bir ağaçtan bir dal kesip bunu ateşin üzerine koyuyorlar, daha sonra da tu tuşan dalın üzerine su serpiyorlardı. Bundan sonra, alevli dalın üzerine düşen su uçunca yağm urun şiddeti de azalmış oluyordu. M a n ip u r ’da, doğudaki bazı Angamilerin de buna benzer bir töreni, bu kez tersi bir am açla, yani yağm ur yağdırm ak için yaptığı söyleni­yor. Köyün başkanı yanık lardan ölmüş bir adam ın mezarı üze-

58

N ije ry a 'd a Y o ru b a k a b ile s in in ik iz tb e ji fig ü r le r i (y irm in c i y ü z y ı l ta h ta ko lye le r ). İk iz le rd e n b ir i ö ld ü ğ ü n d e b ilic i b ö y le fig ü r le r o y u lm a s ın ı em red erd i; b u n la r ö lm ü ş ço cu ğ u n g ü ç lü r u h u n u y a tış tırm a k iç in beslen ir , ba k ılırd ı. P. G o ld m a n K o lek siy o n u , L o n d ra .

rine yanar bir dal koyar, yanan dalı suyla söndürürken bir y an ­dan da yağm ur yağsm diye dua eder. Burada, bir yağm ur ta k ­lidi olan ateşi suyla söndürm e ölü adam m etkisiyle güçlendiril- mektedir; yanarak ölmüş olan adam , kavrulm uş bedenini se­rinletmek ve acılarmı hafifletmek için yağm urun yagmasmı is­teyecektir doğallıkla.

A raplardan başka halklar da yağm uru durdurm a yolu o la­rak ateşi kullanmıştır. Örneğin Yeni Britanya Sulkalan kızgm ateşte taşlan ısıtır ve dışarı, yağm ura bırakır, ya da kızgın kül­leri havaya savurur. Y ağm urun az sonra duracağını düşünürler, çünkü kızgın taşlarla ya da küllerle yanm ak istemez yağmur. Telugular elinde yanan bir odun parçası taşıyan çıplak, küçük bir kızı elindeki ateşi yağm ura göstermesi için dışarı yollarlar. Bunun yağm uru durduracağı varsayılır. N ew South Wales, Port Stevens’da büyücü hekim yağm uru havaya yanar sopalar a tarak ve bir yandan da püfleyerek, bağırarak kovardı. Kuzey Avust­ralya’da Anula kabilesinden herhangi bir kişi yeşil bir dah ateş­te ısıtarak ve onunla rüzgârı döverek yağm uru durdurabilir.

59

Şiddetli kuraklık günlerinde O rta AvustralyalI Dieriler, memleketin kötü d u rum undan ve kendilerinin nerdeyse açlık­tan ölmek üzere o lduklarından yüksek sesle yakınarak , M ura- m ura dedikleri uzak atalarının ruhlarını yağm ur yağdırm ak için onlara güç vermeye çağırırlar. Ç ünkü bulutların , kendile­rinin ya da komşu kabile üyelerinin yaptığı törenlerle, M ura- m uraların etkisiyle yağdırabilecekleri yağm uru içlerinde oluş­tu ran bedenler o lduğuna inanırlar. Bulutlardan yağm ur indir­meleri şöyledir: Üç buçuk metre uzunluğunda, iki buçuk-üç metre cninde bir çukur kazarlar, bu çukurun üzerine kü tük le r­den ve dallardan konik bir kulübe yaparlar. M ura-m ura la rdan özel esin aldığı varsayılan iki büyücünün kollarına yaşlı ve sö­zü geçer bir adam keskin çakm ak taşlarıyla kesikler açar ve k a ­natır; dirsekten aşağı ko llarından akan kan, kulübenin içinde sıkış tıkış diz çökm üş o tu ran kabilenin öteki üyeleri üzerine akıtılır. Aynı zam anda, kanayan iki adam çevreye avuç avuç kuş tüyü saçar, bun la rdan bir kısmı arkadaşların ın kan lekeli bedenlerine yapışır, gerisiyse havada uçuşur. Kanın yağm uru, tüylerinse bulutları temsil ettiği düşünülür. Tören sırasında k u ­lübenin ortasına iki büyük taş konur; bunlar bulutları top la ­m ak ve yağm uru öncelemek içindir. D aha sonra kolları k an a ­m akta olan büyücüler bu iki taşı yirmi-yirmi beş kilometre uza­ğa taşır ve en yüksek ağacın olabildiğince yükseğine yerleştirir. Bu arada öteki adam lar alçıtaşı toplayıp un gibi öğütür ve bir su çukuruna atarlar. M ura-m ura la r bunu görüp bulutları der­hal gökyüzünde toplarlar. Son olarak, yaşhsı-genci kulübenin çevresini sarar, yere çömelerek bir sürü koç gibi tos vururlar ona. Böylece zorlayarak kulübenin irinden öbür tarafına çıkar­lar ve kulübe yıkılmcaya kadar aynı hareketi tekrarlarlar. Bu­nu yaparken ellerini ya da kollarını kullanm aları yasaktır; fa­kat sadece iri kütükler kaldığında bunları kollarıyla çekmeleri­ne izin verilir. “ Kulübenin onların başlarıyla parçalanm ası bu-

60

lu tlarm yırtılmasını simgeler; kulübenin çökmesiyse yağm urun d ü şüşünü .” Apaçık bellidir ki, bulutları temsil eden iki taşın ağaçların tepesine yerleştirilmesi gökyüzündeki gerçek bu lu tla­rı oraya çekmenin bir yoludur. Dieriler sünnetlerde erkek ço­cuklardan alınan sünnet derilerinin yağm ur yağdırm ada büyük güce sahip olduğuna da inanırlar. Dolayısıyla, kabilenin Y ük­sek D anışm a K urulu elinde her zam an kullanım a hazır bir m ik ­ta r sünnet derisi stoku bu lundurur. Bunlar, yaban köpeği ve yı­lan yağı içinde tüylere sarılı o larak dikkatle saklanır. Kadınlar böyle bir paketin açılışım asla göremezler. T ören bittikten son­ra, sünnet derisi artık özelliği kalmadığı için göm ülür. Y ağm ur­lar yağdıktan sonra kabileden bazıları daim a bir ameliyata alı­nır, göğüs ve kol derileri keskin bir çakm ak taşıyla kesilir. Y a­ra kan akışını a r tırm ak için düz bir sopayla açık tu tu lur, içine aşıboyası sürülür. Böylece yaralar büyütülm üş olur. Yerliler bu uygulam anın, yağm ura sevindiklerini gösterdiğini, yağm urla yaralar arasında bir ilişki o lduğunu ileri sürüyor. G örünüşe gö ­re ameliyat pek acı verici değildir, çünkü bu sırada hasta gül­mekte ve şakalar yapm aktadır . Gerçekten de, küçük çocukla­rın ameliyatı yapan kişinin çevresini sardığı ve sabırla sıraları­nı bekledikleri görülüyor; ameliyat o lduk tan sonra kaçışır ve küçük göğüslerini şişirirler ve üzerlerine yağm ur düşsün diye şarkı söylerler. Fakat, ertesi gün yaraları sertleşip acımaya baş­ladığında o kadar neşeli olmazlar. J av a ’da, yağm ur istendiğin­de, bazen iki erkek esnek çubuklarla , sırtlarından kan çıkınca­ya k adar birbirini döver; akan kan yağm uru temsil eder ve şüp­hesiz yağm urun toprağa düşmesini sağlar. H abeşis tan’ın bir bölgesi olan Egghiou halkı, yağm ur yağdırm ak için her O cak ayında bir hafta süreyle, köy köye kanlı bir çatışmaya girerdi. Yıllar önce im para to r Menelik bu töreyi yasakladı. Fakat erte­si yıl yeterli yağm ur yağmadı, halkın çığlıkları ayyuka çıkınca im para to r dayanam adı ve kanlı çatışm alara yeniden izin verdi;

61

C.arpentaria K ö rfe z in d e M o rn in g to ıı A d a sı'n d a n A vu stra ly a lI a h o n ju d e rm C o rro h o re e D ansı.

fakat yılda yalnızca iki günlüğüne. Bu töreden söz eden yazar bu gibi du rum larda dökülen kana, yağm urlan denetleyen ru h ­lara sunulm uş yatıştırıcı ku rban la r o larak bakıyor; fakat Avustralya ve Java törenlerinde olduğu gibi yağm urun bir ta k ­lidi de olabilir. Bedenlerini kan fışkırana kadar bıçaklarla kese­rek yağm ur yağdırm aya çalışan Baal bilicileri aynı ilkeyle dav­ranıyor olabilirler.

İkiz çocukların doğa, özellikle de yağm ur ve hava koşulla­rı üzerinde sihirli güçlere sahip olduklarına değgin yaygın bir inanç vardır. Bu garip boşinanç İngiliz Kolumbiyası’ndaki Kı­zılderili kabilelerin bazılarında yaygındır. Bu inanç onları ikiz­lerin anne babalarına bazı garip k ısıtlam alar ve yasaklar koy­maya gö türm üştür, am a bu kısıtlamaların tam anlamı genellik­le belirsizdir. Örneğin, İngiliz Kolumbiyası’ndan Tsim shian Kı­

62

zılderilileri, ikizlerin hava koşullarını denetlediğine inanırlar; hu yüzden, rüzgâra ve yağm ura, “ İkizlerin ruhu, sakinleşin” diye dua ederler. Ayrıca, ikizlerin dileklerinin her zam an ger­çekleştiğini düşünürler; dolayısıyla, nefret ettikleri insana zarar verebilecekleri için ikizlerden korkarla r. Somon balığım ve olachen ya da m um balığını çağırabilirler, bu yüzden bunlar “ bereketlendiren” anlam ına gelen bir adla bilinirler. İngiliz Ko- lumbiyası’ndan K\vakiutle Kızılderililerinin düşüncesine göre, ikizler som onun dönüşm üş halleridir; dolayısıyla tekrar balığa dönüşmesinler diye su kenarına gidemezler. Ç ocukluklarında ellerinin bir hareketiyle rüzgârı çağırabilir, iyi ya da kötü hava yaratabilir, hatta büyük tah ta bir çıngırağı sallayarak hasta lık­ları iyileştirebilirler. İngiliz Kolum biyası’ndan N o o tk a Kızılde­rilileri de ikizlerin bir şekilde som onlarla ilişkileri o lduğuna inanır. Bu yüzden onlarda ikizler som on yakalayam az, taze b a ­lık yiyemez ya da ellerine alamazlar. İyi ya da kötü hava yara ­tabilirler, yüzlerini karaya boyayıp sonra y ıkayarak yağm ur yağdırabilirler; kara bulu tlardan yağm urun yağışını temsil edi­yor olabilir bu. T hom pson Kızılderilileri gibi Shusvvap Kızılde­rilileri de ikizleri boz ayıya benzetir, bu yüzden onlara “genç boz ay ıla r” derler. Bunlara göre, ikizler yaşamları boyunca d o ­ğaüstü güçler bağışlanmış o larak kalırlar. Özellikle, iyi ya da kötü hava yaratabilirler. Bir kovadan havaya su saçarak yağ­m ur yağdırabilirler; bir iple sopaya bağlanmış küçük, düz bir tahtayı sallayarak güzel hava yaratırlar; ladin dallarının uçları­nı yere sererek fırtına yaratabilirler.

İkizlerde havayı etkileme gücü olduğuna. Güneydoğu Afri­k a ’da, Delagoa Körfezinin kıyılarında yaşayan bir Bantu zenci­leri kabilesi olan Barongalar da inanır. İkiz çocuk doğurm uş bir kadına Tilo -yan i, gökyüzü - adını verirler; çocukların ken ­dileriyse gökyüzünün çocukları diye çağrılır. Genellikle Eylül ve Ekim aylarında patlayan fırtınalar beklenip de gelmeyince,

63

kıtlık ihtimali taşıyan kuraklık tehlikeli hale geldiğinde, altı ay boyunca bulutsuz bir gökte parlayan güneşin yakıp kavurduğu tü m doğa güney Afrika kaynağından gelecek bereketli yağm ur­ları dö rt gözle beklerken, kadın lar özlenen yağm uru kavrulm uş top rak la r üzerine indirm ek için törenler yaparlar. Üzerlerinden bü tün giysilerini çıkarıp atıp bunun yerine o ttan kuşak lar ve başlıklar takar la r ya da sarmaşık yaprak larından yapılma özel bir eteklik giyerler. Böyle süslenip garip çığlıklar a ta rak ve açık saçık şarkılar söyleyerek kuyudan kuyuya dolaşır, içlerinde bi­rikmiş olan çam uru ve pislikleri temizlerler. Kuyular, bulanık ve pis suyun biriktiği, kum da açılmış oyukla rdan başka bir şey değildir zaten. Ayrıca, bu kadın lar ikiz çocuk doğurm uş olan bir arkadaşların ın evini topluca ziyaret edip kadını küçük m aş­rapalarla taşıdıkları suyla ıslatmak zorundadırlar. Bunu yap ­tık tan sonra ayıp şarkılarım çığırarak, açık saçık danslar yap a ­rak yollarına devam ederler. H içbir erkek, yaprakla ö rtünm üş bu kad ın lan ziyaretlerini yaparken göremez. Bir erkeğe ras tla r­larsa, döverler ve bir kenara iterler. Kuyuları temizledikten sonra, kutsal ko rudak i ata m ezarlarına gidip m ezarlarına su dökm ek zorundadırlar. Çoğu kez de, büyücünün emriyle ikiz­lerin m ezarlarına da su dökerler. Ç ünkü bir ikizin mezarının da hep ıslak olması gerektiğini düşünürler, bu nedenle ikizler ge­nellikle göl yakınında bir yere göm ülür. Bütün bu yağm ur yağ­d ırm a çabaları boşa çıkacak olursa, şu ya da bu ikizin bir tepe­nin eteğinde k u ru bir yere göm ülm üş o lduğunu anımsarlar. Böyle bir d u rum da büyücü, “ G ökyüzü ateş gibi kızgın olacak, ta b i i” der. “ Cesedini ahn ve göl kıyısında bir m ezara g ö m ü n .” Emirleri hem en yerine getirilir, çünkü bunun yağm ur yağdır- m an m tek yolu olduğuna inanılır.

Tersine bir sonuç istendiğinde, ilkel m antığın hava büyü­cüsüne kesinlikle ters davranış kurallarını gözden geçirmesini emrettiğini görm ek ilginçtir. Zengin bitki ö rtüsünün yağm ur

64

M lv u Î lI d e r is in d e n k e s i lm iş h u ta s v ir , O g la ld S iu k a h ı le s in ın y d l ık C iin e ş D iin s ı I ö r e n in d e ’ ¡yır c iırcğ m te p e s ific tu t tu r u lu r d u . G iin c ş D d u s t g ü n e ş e

te ş e k k ü r le r i b i ld ir ir v e k o r u m a n ın d e v d n u n ı d ile r d i. I S S O ' J c b u l u n m u ş . P c ab o d v M u s e u m , H a r v a r d .

bolluğunun kanıtı olduğu tropikal Java A dası'nda, yağm ur yağdırma törenleri enderdir de, yağm uru ö n ­leme törenleri az rastlanır şey değil­dir. Yağmurlu bir mevsimde büyük bir şölen vermek üzere evine birçok konuk çağırmış olan bir adam , hava büyücüsüne gider ve ondan “alçala­bilecek bulutlara destek o lm asın ı” rica eder. Eğer büyücü mesleki güç­lerini ku llanm aya razı olursa, m üş­terisi gittikten hemen sonra dav ra­nışlarını bazı kurallarla düzenleme­ye başlar. Perhize girmesi gerekir, ne su içebilir ne de yıkanabilir; yediğiazıcık şeyin bile kuru olması gerekir, ne olursa olsun suya d o ­kunam az. O nun yanında, ev sahibi ve hem erkek hem dc kadın hizmetçileri şölen devam ettiği sürece ne giysilerini yıkayabilir ne de yıkanabilir; ayrıca hepsi sıkı bir cinsel perhize uymak zo­rundadırlar. Hekim , yatak odasında yeni bir hasır üstünde o tu ­rur, küçük bir gaz lambası karşısında, şölenden kısa bir süre önce şu duayı ya da sihirli sözleri mırıldanır: “ Büyükbaba ve büyükana Sroekoel” (bu ad rasgele seçilmiş gibi görünüyor; ötekilerse bazen kullanılır), “ ülkene dön. Senin ülken Akke- m a t’tır. Su fıçını yere bırak, sıkıca kapat onu, kı bir dam la bi­le akm asın d ışarı.” Bu duayı okurken büyücü yukarıya doğru bakar; bir yanda tütsü yakm aktadır . T roca la r’da da özel göre­vi yağm uru kovm ak olan yağm ur büyücüsü, mesleki görevleri­ni yapm adan önce, görev sırasında ve sonra da suya dokunm a- maya d ikkat etmek zorundadır. Yıkanmaz, yiyeceğini kirli el­lerle yer, palmiye şarabından başka bir şey içmez, ve bir su akıntısı geçmek zorunda kalırsa suya basm am aya d ikkat eder.

65

M ( ) y û k b ş ık 2 } o o ’den , S ü m er ya da A k a d silind ir m iıhriı. İk i da ğ d o ru ğ u n u n arasn ıdan d o ğ tn a k ta o lan G im eş tanrısı Şam aş'ı re te m iz su tanrısı E n k i 'y t g öster iyor. British M u s e u m , L ondra .

Kendini görevine böylece hazırladıktan sonra, köyün dışında, bir pirinç tarlasında kendisi için yapılmış küçük bir kulübeye girer, bu kulübede yanan ufak bir ateşi hep canlı tu tar; ne o lu r­sa olsun ateş sönmemelidir. Ateşte çeşitli türlerden, yağm uru kovm a özelliklerine sahip olduğu varsayılan ağaçlar yakar; yağm urun gelme tehlikesi olduğu yöne doğru üfler, elinde k im ­yasal bileşimlerinden dolayı değil de kuru yada uçucu an lam ı­na gelen ad larından , yine bulut-çekici bir özellik taşıyan bir de­m et yaprak ve ağaç kabuğu tu tm aktad ır . O çalışırken gökyü­zünde bulutlar belirecek olursa, avucuna kireç alır ve bulu tla­ra doğru üfürür. Çok kuru olan kireç, nemli bulutları dağ ıtm a­ya besbelli çok uygundur. D aha sonra yağm ur istenecek o lu r­sa, ateşinin üzerine su dökm ek yeterli olacak, yağm ur derhal tabaka tabaka inecektir.

Teselya ve M akedonyalı Y unanlılar arasında, kuraklık çok uzun sürmüşse, çevredeki bütün kuyulara ve su kaynaklarına bir çocuk alayı gönderm ek töredendir. Alayın başında çiçekler­le bezenmiş bir kız yürür, durdukları her yerde arkadaşları b a ­şından aşağı su döker kızın, bir yandan da, aşağıda bir bö lü ­m ünü verdiğimiz bir duayı söylerler şarkı şeklinde:

66

Çiğ taneleriyle taze ıslanm ış Pcrperia,Sen de çevreyi tazelendir;O rm anlarda, yollarda Yürürken Tanrı'ya dua et:Tanrım , ovaların üzerine Sakin, azıcık yağm ur gönder bize;Ki tarlalar bereketlensin.Bağları çiçekte görelim;E kin ler dolgun ve sağlıklı olsun Ve zenginleşsin şu halk

Kuraklık zam anında Sırplar bir genç kızın giysilerini ç ıka­rıp baştan ayağa, yüzü bile görünmeyecek şekilde otlarla, yeşil­lik ve çiçeklerle örterler. Böylece kılık değiştiren kıza D odola denir; bir grup genç kızla birlikte köyün içinde dolaşır. H er evin önünde dururlar , D odola dans eder, ötekilerse onun e tra ­fını çevirerek D odola şarkılarından birini söylerler, evin kadını da kızın başından aşağı bir kova su döker. Bu şarkılardan biri şöyledir:

B iz köyden geçeriz B ulutlar g ö kyü zü n d en geçer Biz hızlanırız.Bulutlar da hızlanır;Bize yetişir.Ürünü ve bağları sularlar.

H ind is tan ’da Poona’da yağm ur gereksinildiğinde, oğlan çocukları a ra larından birine yaprak lardan bir giysi giydirirler ve ona Y ağmur Kralı adını verirler. Sonra da köydeki evleri tek tek dolaşırlar, ev sahibi ya da karısı Yağm ur Kralının üzerine su serper, çocuklara çeşitli yiyecekler verir. Bütün evleri dolaş-

67

Kaynak Rul?nnu gö s teren g e le n ek se l hır Ç in resin i

n k ta n sonra Y ağm ur K ralmm giysilerini soyarlar ve top lad ık ­ları yiyeceklerden bir şölen çekerler kendilerine.

Güney ve batı Rusya’nın bazı bölgelerinde, yıkanma bir yağmur büyüsü olarak yapılır. Bazen kilisedeki ayinden sonra papaz üzerindeki giysilerle yere yatırılır ve cem aat tarafından suyla ıslatılır. Bazen de, Vaftizci Yahya gününde, giysilerini çı- karmaksızm herkesin içinde yıkananlar, kadınlardır; bir yandan da dallardan, otlardan ve bitkilerden yapılma, azizi temsil eden bir figür suya daldırırlar. Güney Rusya’nın bir eyaleti olan K ursk’ta, yağm ura çok gereksinim olduğunda, kadınlar o radan geçen bir yabancıyı yakalayıp nehre a tar ya da baştan aşağı su­ya daldırırlar. İlerde, o radan geçen yabancınm çoğu kez bir ta n ­rı ya da doğal bir gücün cisimleşmiş şekli olarak kabul edildiği­ni göreceğiz. 1790 yılında bir kuraklık sırasında Scheroutz ve W erbou tz’da köylülerin, yağm urun yağması için, bütün kad ın­ları topladığı ve yıkanmaya zorladığı resmi belgelerde yazılıdır. Ermenilerin bir yağm ur büyüsü de, bir papazın karısını suya atıp ıslatmaktır. Kuzey Afrika Arapları kuraklığa çare olarak kutsal bir kişiyi suya atarlar. Kuzey Celebes’teki M inahassa’da yağm ur büyüsü olarak papaz yıkanır. O rta Celebes’te uzun sü­re yağmur yağmayıp da pirinç sapları büzüşmeye başladığında birçok köylü, özellikle de gençler yakındaki dereye gider, bağı­rarak çağırarak birbirlerini ıslatır ya da bam bu kamışlarıyla bir­biri üzerine su fışkırtırlar. Bazen de avuçlarıyla suyun yüzeyini döverek ya da suyun üzerine yerleştirdikleri bir sukabağını pa r­maklarıyla çalarak yağm ur sesini taklit ederler.

Kimi zam an yağm ur büyüsü ölüler aracılığıyla yapılır. Ö r ­neğin Yeni K aledonya’da yağm urcular baştan ayağa siyaha b o ­yanır, ölmüş bir insanı mezarından çıkarır, kemiklerini bir m a ­ğaraya taşıdıktan sonra birleştirip iskeleti kulkas y ap rak lan üzerine asarlardı. İskeletin üzerine su dökülür, sular yap rak la r­dan aşağı akardı. Ö lünün ruhunun suyu aldığı, yağm ura d ö n ­

69

dürdüğü ve sonra da tekrar yere saldığına inanırlardı. R us­y a ’da, yaygın söylentiye inanılırsa, daha yakın zam anlara k a ­dar, kuraklık çeken bir bölgenin köylüleri içkiden ölmüş bir k i­şinin cesedini m ezarından çıkarıp en yakındaki bir bataklığa ya da göle atarlardı ve bunun gereken yağışı getireceğine yürekten inanırlardı. 1868’de, uzun süren bir kuraklık yüzünden kötü bir hasat alma olasılığı, Taraschansk bölgesindeki bir köy ha l­kını önceki Aralıkta ölmüş hir R askoln ik ’in ya da P ro tes tan ’ın cesedini m ezarından çıkarm aya itmişti. Kimileri cesedi ya da cesetten kalanları, başına vurup dövüyor, bir yandan da “ Bize yağm ur ver!” diye bağırıyor, ötekilerse bir elekten su d öküyo r­lardı cesedin üzerine. Burada bir elekten su dökülmesi apaçık bir yağm ur taklidine benziyor ve A ris tophanes’teki Strepsi- ades’in yağm urun Zeus ta rafından gönderildiğini hayal edişini anımsatıyor. Bazen de, T oracalar yağm ur yağdırsınlar diye ö lü ­leri kendilerine acındırm ak için dualar ederler. Örneğin, Kalin- gooa köyünde, şimdiki yöneticinin büyükbabası olan ünlü bir başkanın mezarı vardır. Ülkede mevsimsiz bir kuraklık o ldu­ğunda, halk bu mezara gider ve “ Ey büyükbaba, bize acı; bu yıl karnım ızın doymasını istiyorsan, yağm ur gönder bize” diye yalvararak mezara su dökerler. Bundan sonra içi suyla dolu bir bam bu asarlar mezarın üzerine; bam bunun alt ucunda suyun sürekli dam lam ası için küçük bir delik vardır. Y ağm ur yeri ıs­la tana kadar bam buya devamlı su doldurulur. Yeni Kaledon- y a ’da olduğu gibi burada da büyüyle karışmış dini buluyoruz, çünkü tam am en dinsel bir şey olan ölü başkana dua etmek, m ezarındaki büyüsel yağm ur taklidi eklenerek güçlendirilmek- tedir. Delagoa Körfezi’nden Baragoların ataların ın mezarlarını, özellikle de ikizlerin mezarlarını, bir yağm ur büyüsü olarak, suyla ıslattıklarını görm üştük. O rinoco bölgesindeki Kızılderi­li kabileleri arasında, ölmüş bir kişinin yakınlarının, ölü gö­m üldükten bir yıl sonra kemiklerini m ezardan çıkarıp yakarak

70

S u y u n , p ın a r la r ın ve k a yn a k la r ın b ü y ü se l g ü ç leri o ld u ğ u n a in a n d ır . K n a re sb o ro u g h , Y o rk sh ire , In g il te r e 'd e k i S h ip to n A n a ’n m d ilek k a yn a ğ ı ü zer in e asılan nesne ler z a m a n la ta ş la şm a k ta d ır .

küllerini rüzgâra savurmaları töresi vardı, çünkü küllerin, göm m e töreninin karşılığı o larak ölmüş kişinin dünyaya g ön ­derdiği yağm ura dönüştüğüne inanırlardı.

Çinliler insan cesetleri gömülmezse, onların son sahipleri­nin ruhların ın yağm ur sıkıntısı çekeceğine inanırlardı, tıpkı k ö ­tü hava koşullarında sığınacak bir yer bulam ayan yaşayanlar gibi. Bunun için de, kötü durum daki bu ruhlar yağm urun yağ­masını önlemek için bütün güçlerini kullanır, çoğu zam an da çabaları çok başarılı olur. Sonuçta kuraklık başlar; Ç in’deki en korkunç felaketlerden biridir bu da, çünkü arkasından kö tü hasat, kıtlık ve açlık gelir. Bu yüzden de, kuraklık o lduğunda, felakete son vermek ve büyüyle yağm ur çağırmak amacıyla, gö-

71

mülmemiş ölülerin kurum uş kemiklerini toprağa göm m ek Ç in­li yetkililer için yaygm bir uygulama haline gelmiştir.

K urbağalarm ve karakurbaga larm suyla yakm ilişkileri, bu yaratık lara yağm ur muhafızları gibi yaygın bir ün kazandırmış- tu'; bu yüzden de, göklerden yağm ur çekmek için düzenlenmiş büyülerde çoğu kez bir rolleri olur. O rinoco Kızılderililerinden bazıları karakurbagan ın suların tanrısı ya da sahibi o lduğuna inanırlar, bu nedenle de bu yaratığı öldürm ekten korkarlar. K urbağaları top rak bir kap altında tu ttukları ve kuraklık o ldu ­ğunda sopalarla dövdükleri bilinmektedir. Aym ara Kızılderili­lerinin çoğu kez kurbağa ve öteki su hayvanlarının küçük fi­gürlerini yapıp yağm ur yağdırm anın bir yolu olarak tepelerin doruğuna yerleştirdikleri söyleniyor. İngiliz Kolum biyası’ndaki T hom pson Kızılderilileri ve A vrupa’daki bazı insanlarsa, k u r ­bağa ö ldürm enin yağm ur yağdıracağına inanır. H ind is tan ’ın O rta Eyaletlerindeki aşağı kasttan insanlar yağm ur yağdırm ak için bir kurbağayı, nim ağacının (Azadirachta indica) yeşil yap­rak lan ve dallarıyla örtülü bir sopaya bağlar, aşağıdaki şarkıyı söyleyerek kapı kapı dolaşırlar:

E y kurbağa, yağm ur m ücevherini gönder bize heme7i!Ve tarlalardaki buğdayı, akdarıyı olgunlaştır.

K apu’lar ya da Reddi’ler, M adras Eyaleti’ndeki geniş bir çiftçi ve top rak sahibi kastıdır. Y ağmur yağınca, kastm kad ın ­ları bir kurbağa yakalayıp canlı olarak, bam budan yapılmış ye­ni bir harm an savurm a pervanesine bağlarlar. Bu pervanenin üzerine birkaç tespihağacı yaprağı sererek kapı kapı dolaşırlar şarkı söyleyerek: “ Kurbağa hanım yıkanmalı. Ey! yagm ur-tan- rısı, hiç olmazsa onun için birazcık su ver.” Kapu kadınları bu şarkıyı söylerken evin hanımı kurbağanın seller gibi yağm ur getireceğine inanarak üzerine su döker ve sadaka verir.

72

Bazen kuraklık uzun sürdüğünde, halk geleneksel taklit büyüsünün hokus- pokusundan vazgeçip, dua ederek nefes­lerini boşuna harcadıklarını görerek öf­kelendiklerinde, ana su kaynağını kesmiş olan göklerdeki doğaüstü varlıktan zorla su koparm ak için tehditlere, lanetlere, h a t ­ta doğrudan bedensel güce de başvururlar. Bir Japon köyünde, yağm ur bekçisi kutsal kişi, köylülerin yağm ur duasına uzun süre kulak as­m adığında, onun tasvirini yere fırlatır, bağıra bağıra, uzun uzun lanetler okuyarak onu k o ­kuşm akta olan bir pirinç tarlasına baş aşağı savururlardı. “ Biraz o rada kal da sen ,” der­lerdi, “ sıcaktan çatlam akta olan tarlalarımızda hayatı kavuran kızgın güneşte kavrulm ak ne imiş gör birkaç g ü n .” Senegambia Feloupe’la- rı bu gibi du rum larda fetişlerini fırlatıp, yerler­de sürükler, yağm ur yağıncaya k adar lanet okurlardı.

Çinliler göklerin krallığına saldırma sanatında ustadırlar. Örneğin, yağm ur gerektiğinde, yağm ur tanrısını temsil eden kâğıttan ya da odundan koca­man bir ejderha yapıp onu törenle çevrede dolaştı­rırlar; yağm ur yine yağmazsa lanetlerle parça pa r­ça ederler. Ya da yağm ur vermezse bu tanrıyı teh­dit ederler ve döverler; bazen de herkesin önünde tanrılık tan azlederler. Öte yandan, istenen yağm ur yağmışsa, tanrı, bir im paratorluk yasasıyla daha yüksek bir rütbeye yükseltilir. 1888 N isanında, C anton mandarinleri du rm ak bilmeyen sağanak yağm urları durdurm ası için tanrı Lung-w ong’a

G ö k g ü rü ltiis ii vc y ıld ır ım tanrısı S h a n g o m ü r itle r in in ku lla n d ığ ı, k en d ile r in i ta n rıyak a p tır d ık la r ın d a d a n s la rd a ta ş ıd ık la rı ta h ta d a n h ır asa. Nije rya lI Y or ı ıba kabilesi, ta h m in e n ondokuzu iKLi yüzyıl. Ö zel ko leks iyon .

Y a ğ m u r ta n rısı T la lo c 'u u c en n e tin d e n h ir sahne, ta n rıy ı h o ş n u t e tm iş o la n ru h la r sev in ç iç inde.

T c p a ı u i t t a ’d a T e o t ih u a c a n k ü l tü r ü n d e n h ir d u v a rresmi, M ek s ik a .

dua ettiler; dua larına sağır kaldığını göri.ince beş günlü- ğiine bir tu tukev ine attılar onu. Bunun yararı oldu. Yağ­m ur dindi, tanrı da özgürlü­ğüne kavuştu. Yıllar önce, bir kuraklık zam anında aynı ta n ­rı zincire vurulm uş ve acil yağm ur ihtiyacının ne o ldu ­ğunu bizzat hissedebilsin diye tapınağının avlusunda günler­

ce güneş altında bırakılmıştı. Bunun için de, Siyamlılar yağm ur istediklerinde, putlarını kavurucu güneşe çıkarırlar; am a kuru hava istediklerinde, tapınakların çatısını açarak putlarının üze­rine yağm ur yağmasını sağlarlar. Tanrıların bu yolla uğradığı uygunsuz koşulların onları kendilerine tapanların arzularını yerine getirmeye zorlayacağına inanırlar.

O kurlar , bu Uzakdoğu meteorolojisine gülümseyebilir; am a bizim zam anım ızda da, Hıristiyan A vrupa’da tam am en buna benzer yağm ur yağdırm a yollarına başvurulm aktadır. 1893 yılının N isanında Sicilya, yağm ursuzluktan büyük bir sı­kıntı içindeydi. Kuraklık altı ay sürmüştü. Güneş her gün b u ­lutsuz masmavi bir gökyüzünde doğuyor ve batıyordu. Paler­m o ’yu görkemli bir yeşil kuşakla çevreleyen Gonca d ’O ro b ah ­çeleri kurum aktaydı. Yiyecek gittikçe azalmaktaydı. H alk b ü ­yük bir panik içindeydi. Kabul görm üş bü tün yağm ur yağdır­m a yöntemleri denenmiş, am a boşa çıkmıştı. Tören alayları caddeleri ve tarlaları arşınlamıştı. Erkekler, kadınlar, çocuklar tespih çekerek, dua ederek kutsal tasvirler önünde geçirmişler­di gecelerini. Kiliselerde günler ve geceler boyunca kutsanm ış m um lar yakılmıştı. Paskalyadan önceki Pazar günü kutsanm ış palmiye dalları asılmıştı caddelere. So laparu ta’da, çok eski bir

74

töreye uyarak. Paskalyadan önceki Pazar günü kiliselerden sü­pürülen toz tarlalara serpilmişti. O lağan yıllarda bu kutsal süp­rüntü ürünü korur; fakat o yıl, ister inanın ister inanmayın, hiçbir etkisi olmadı. N icosia’da, başları ve ayakları çıplak halk, Isa’lı haçları kasabanın her yerinde dolaştırmış, tel kırbaçlarla birbirlerini kırbaçlamışlardı. H er şey boşunaydı. Her yıl yağ­m ur mucizesi gösteren ve her bahar bostan larda dolaştırılan büyük Pao lo’lu Aziz Francis’in kendisi bile yardım edemiyor ya da etmiyordu. Ayinler, akşam duaları, konserler, ayd ın la tm a­lar, havai fişekler - hiçbir şey harekete geçiremiyordu onu. So­nunda köylülerin sabırları taşm aya başladı. Birçok aziz kovu l­muştu. Palerm o’da Aziz Joseph’i, olanları kendisi görsün diye, bir bahçeye attılar, yağm ur yağıncaya kadar öylece güneşte bı­rakacaklarına yemin ettiler. Ö teki azizlerin yüzleri haylaz ço­cuklar gibi, duvarlara çevrildi. Bazılarının güzel giysileri ç ıka­rıldı üzerlerinden, cem aatlerinden uzaklara sürüldüler, tehdit edildiler, kaba aşağılamalara uğratıldılar, su yalaklarına atıldı­lar. C altan ise tta’da, Başmelek Aziz M ichael’in altın kanatları om uzlarından söküldü, yerine m ukavvadan kanatla r takıldı; üzerinden m or m antosu alındı ve çevresine seyrek dokunm uş ucuz bir kum aş sarıldı. L icata’da, koruyucu aziz Aziz Angelo daha da kötü şeylere uğradı, üzerinde soyulmadık hiçbir şey kalmadı, küfürler edildi, zincire vuruldu, suda boğm akla ya da asılmakla tehdit edildi. Yüzüne yum ruklarm ı sallayarak, “ Ya yağm ur ya ip!” diye bağırıyordu öfkeli halk.

Bazen tanrıları m erham ete getirmek için ricada bulunulur. Ürünlerini güneş yaktığında, Z ulu lar bir “cennet k u şu ” a ra r ­lar, ö ldürüp bir havuza atarlar. O zam an gökler kuşun ö lü m ü ­ne duyduğu üzüntüden erir; “yağm ur yağdırarak feryat eder, feryat ederek yas tu ta r .” Z u lu lan d ’de kadınlar bazen çocukla­rım boğazlarına kadar toprağa gömer, sonra biraz uzağa çeki­lerek uzun süre ağlarlar, feryat ederler. G ökyüzünün bu acıyı

75

* I lg» «b- SSi ^ s™ >Â

l-ırtııuı tanrısı , \d a d . ş im şe k te n hır m ızra ğ ı tu tm a k ü zere k o lu n u ka ld ırm ış . B ro n zd an ve a l t ında n k üçükh e y k e l M O 1 4 0 0 - 1 2 0 0 . Suriye 'de , R a s 'Ş a m ra 'n ınU g a r ı tbölgesindeb u l u n m u i ; .

görünce dayanam ayıp eriyeceği varsayılır. D aha sonra kadınlar çocukları gömdükleri yerden çıkarırlar; çok geçmeden yağm u­run yağacağından emindirler artık. “ Y ukarıdaki efendi” ye ses­lenmişler ve yağm ur göndermesini istemişlerdir ondan. Y ağ­m ur yağarsa, “ U sondo yağm urları” derler buna. Kuraklık za­m anlarında, Tenerife G uanche’leri koyunlarını kutsal toprağa salar, onların sızlanarak melemeleri tanrının yüreğine d o k u n ­sun diye kuzulan analarından ayırırlar. K um aon’da yağmuru durdurm an ın bir yolu, bir köpeğin sol kulağına kızgın yağ d ö k ­mektir. H ayvan acıyla ulur, uluması Indra tarafından işitilir ve hayvanın çektiği acıya duyduğu m erham etten tanrı yağm uru durduru r. Bazen Toraca lar şöyle bir yağm ur yağdırm a girişi­minde bulunurlar: Bazı bitkilerin saplarını, “ Git ve yağm ur is­te, yağm ur yağmadığı sürece seni bir daha dikmeyeceğim, sen de o rada öleceksin,” diyerek suya koyarlar. Yine, tatlı su sal­yangozlarını bir ipe dizip ipi bir ağaca asarlarken salyangozla­ra şöyle derler: “ Git ve yağm ur iste, yağm ur gelmedikçe seni tekrar suya b ırakm ayacağım .” O zam an salyangozlar gider ve ağlarlar, tanrılar da acıyıp yağm ur gönderirler. Fakat buraya kadar anlatılan törenler yüce güçlerin duygularına bir çağrı içerdiği için büyüsel o lm aktan çok dinseldir.

Çoğu kez taşların, suya batırılmaları ya da suyla ıslatılma­ları koşuluyla ya da daha uygun başka biçimlerde davranıldı- ğmda, yağm ur getirme özelliğine sahip olduğu varsayılır. Bir Samoa köyünde, özel bir taş yağm ur yağdıran tanrının temsili o larak dikkatle saklanır, kuraklık zam anında rahipler taşı özel bir törenle taşır ve bir su akıntısına daldırırdı. N ew South Wa- les’deki Ta-ta-thi kabilesinde yağmurcu, kuvars kristalinden bir parça koparır gökyüzüne doğru fırlatır; kristalin kalan parçası­nı devekuşu tüylerine sarar ve hem kristali hem de tüyü suya daldırır, sonra da dikkatle saklar. N ew South W ales’deki Kera- min kabilesinde büyücü bir dere yatağına çekilir, düz, yuvarlak

77

“V iv ie n 'm b ü y ü c ü M e r lin 'i k a n d ıra ra k ye r a ltın d a k i ö lü m ü n e nasıl

g ö tü r d ü ğ ü " n ü n resm i. A n d r e w l . a n g ’ın l io o k o f R o m a n c e 'mLİAn Ford

i l lü s t ra syonu , 1902.

bir taş üzerine su serper, sonra da ta ­şı bir şeye sararak sakkır. Kuzeybatı AvustralyalI bazı kabilelerde yağm ur­cu, yağm ur yağdırm ak amacıyla ay­rılmış bir top rak parçasını sık sık zi­yaret eder. O rada taştan ya da to p ­rak tan bir yığın yapar ve sihirli taşmı bu yığının tepesine yerleştirir; sihirli sözlerini söyleyerek, sırf yorgunluk­tan durm ak zorunda kalıp da yar­dımcısı onun yerini alıncaya kadar taş yığının çevresinde saatlerce do la­şır ya da dans eder. Taşm üzerine su serpilir ve büyük ateşler yakılır. Bu gizemli tören yapılırken sıradan k im ­seler kutsal yere yanaşam az. Yeni

Britanyah Sulkalar yağm ur istediklerinde, bazı meyvelerin kül­leriyle taşları siyahlaştırır, onları bazı bitkiler ve sürgünlerle birlikte güneşe bırakırlar. D aha sonra büyülü sözler söylenir­ken birkaç parça dal suya daldırılarak üzerine taşlar konur. Bundan sonra yağm ur m utlaka yağacaktır. M an ip u r’da, baş­kentin doğusundaki yüksek bir tepenin üzerinde, halkın haya­linde bir şemsiyeye benzettiği bir taş vardır. Yağm ur istendiğin­de, raca aşağıdaki bir p ınardan su getirip taşm üzerine serper. Jap o n y a’da Sagami’de, üzerine su döküldüğünde yağm uru çe­ken bir taş vardır. O rta Afrika kabilelerinden W akondyolar yağm ur istediklerinde, karlı dağların eteğinde o tu ran ve bir “yağm ur taşı” nm mutlu sahipleri olan W aw am balari çağırırlar. W aw am balar , uygun bir para karşılığında değerli taşı yıkarlar, yağlarlar ve su dolu bir kabın içine koyarlar. Bundan sonra yağm ur yağmazlık edemez. A rizona’nm ve N ew M exico ’nun kıraç toprak larında Apaçiler belli bir p ınardan su getirip bir k a ­

78

K u ze y G a lle r 'd c k ı S n o u 'd o tı D a ğ ı g e le n ek se l o la ra k g iz e m li b ir b ö lg e k a b u l edilir. B u d a ğ d a k i K ara G ö l'im iç inde , ü zer in e su d ö k ü lü n c e h ava k a ra rm a d a n y a ğ m u r g e tireb ilen K ız ıl S u n a k 'a g ö tü r e n taş b a sa m a k la r u zan ır.

yanın tepesindeki belli bir n o k ta y a dökerek yağm ur yağdırm aya ça­lışırdı; b u n d an sonra bulutların derhal top la ­nacağına ve yağm urun yağmaya başlayacağına inanırlardı.

F ak a t bu tijrden âdetle r yalnızca A fri­k a ’nın ve A sya’nın ya­banıl bölgelerine ya da A vustralya’nın ve Yeni D ünya’nın kız­gın çöllerine özgü değildir. A vrupa’nm serin ikliminde ve gri göğü altında da uygulanır. “ Broceliande’ın vahşi orm anla- r ı” nda, Barenton adlı rom antik bir üne sahip bir p ınar vardır. Söylenceye inanılırsa, büyücü M erlin büyülü uykusunu hâlâ orada, alıç ağacının gölgesinde uyum aktadır . Breton köylüleri yağm ura gereksinim duyduklarında oraya başvururdu. Bir m aşrapaya su do ldurup kaynağın yakınındaki bir ağaç kabuğu üzerine dökerlerdi. Snovvdon’da, Dulyn ya da Kara Göl deni­len tek başına bir dağ gölü vardır, “ iki yakası yüksek ve tehli­keli kayalarla çevrili kasvetli bir derecik” dökülür ona. Bir sıra taş basam akla göle inilir, eğer herhangi biri bu basam aklarda durup da Kızıl Sunak denilen en uzaktaki ıslak basam ağa su atarsa , “ en sıcak mevsimde bile gece basm adan önce yağm urun yağm aması çok az bir olasılıktır.” Bu gibi durum larda , Sa- m o a ’daki gibi, taşa bir tü r kutsal şey gibi bakılıyor olması o la­sıdır. Barenton p ınarına haç daldırılması gibi bazen gözlenen bir görenekten de anlaşılm aktadır bu; çünkü bu açıkça, taşın üzerine su a tm ak gibi eski bir pagan geleneğinin yerine konan bir Hıristiyan âdetidir. F ransa’nın çeşitli yerlerinde, yağm ur yağdırm anın bir yolu o larak bir azizin tasvirinin suya daldırıl­

79

Bir a ltın c ı y i i;y ıl V ikiıifi m iğ fe r i ka lıb ı: İsk a n d in a v yara tılış m itin d e n bir

sa h n ed e , tanrı B a ld er 'in ö lü m ü n d e n so n ra m ü th iş o la y la r ın o ld ıığ ıın u ve

d ü n y a n ın y en id en d o ğ d u ğ n n u g ö s ter iy o r . Srntens H is td r isk a M u s e u m ,

S tockho lm .

ması geleneği vardır, ya da son za­m anlara kadar vardı. Örneğin, eski C om m agny m anastır ın ın yan ında, o rada yaşayanların ürünün gereksi­nimine göre yağm ur ya da iyi hava sağlam ak için gittikleri hir Aziz Ger- vais kaynağı vardır. Büyük kuraklık zam anlarında pınarın dibine azizin eski bir taştan tasvirini a tarlar, için­den kaynağın aktığı bir yuva gibi d u ­rur bu taş. Collobrieres ve C^arpent- ras’ta Aziz Pons’un ve Aziz G ens’in tasvirleri ile buna benzer bir uygula­

ma yapılırdı. N a v a rra ’nın birçok köyünde Aziz Peter’a yağmur duaları sunulurdu, köylüler azizin tasvirini alay eşliğinde neh­re taşımaya zorlanır, o rada aziz üç kez kararını gözden geçir­meye ve duaların karşılığını vermeye çağrılırdı; eğer hâlâ inat ediyorsa, basit bir uyarının ya da tembihin de iyi bir etki yap a­cağını defalarca söyleyen rahiplerin itirazlarına karşın onu su­ya daldırırlardı. Bundan sonra yirmi d()rt saat içinde yağm ur m utlaka yağacaktı. Katolik ülkeler kutsal tasvirleri suya dald ı­rarak yağm ur yağdırm a tekelinden hoşlanmaz. M ingrelia’da, ürün yağm ursuzluktan kıvranırken, belirli bir kutsal tasviri alıp, yağm ur yağm caya k ad a r her gün suya daldırırlar; U zakdoğu 'da Şanlar pirinç ürünü kuraklık tan yok olurken Bu- d a ’nın tasvirini suyla ıslatırlar. Buna benzer bütün durum larda uygulama aslında bir duygusal büyüdür, am a bir cezalandırma ya da tehdit gö rünüm ü altında gizlenmiş olabilir.

Ö teki halklar gibi Y unanlılar ve Rom alılar da, dualar ve ayin törenleri etkisiz kaldığında büyüyle yağm ur elde etmeye çalışırlardı. Örneğin A rkad ia ’da, ürün ve ağaçlar kuraklık tan kavru lduğunda, Zeus rahibi bir meşe dalını Lycaeus Dağı üze­

80

rindeki belli bir kaynağa daldırırdı. Bu şekilde rahatsız edilen su bir bu lut gönderirdi havaya, çok geçmeden bu bulu ttan to p ­rağa yağm ur düşerdi. Buna benzer bir yağm ur yağdırm a tarzı Yeni Gine yakınındaki H a lm ah era ’da halen uygulanm aktadır. Teselya’daki C rannon halkının bir tapm ak ta tu ttuk ları bronz bir arabaları vardı. Y ağm ur istediklerinde arabayı sarsarlar ve yağm ur yağardı. A rabanın çıkardığı takırtılar gök gürültüsünü taklit anlam ına geliyordu belki de; sahte gök gürültüsü ve şim­şeğin, Rusya ve Jap o n y a ’da yağm ur büyüsünün bir bölüm ünü o luştu rduğunu daha önce görm üştük . EHs Kralı, efsanevi Sal- m oneus bronz kovaları arabasının arkasında sürükleyerek, ya da arabasını bronz bir köprüde sürerek sahte gök gürültüsü çı­karırdı; bu sırada şimşeği taklit etmek için de yanar meşaleler fırlatırdı havaya. Z eu s’un büyük arabasın ın gökyüzü to n o z u n ­dan geçerken çıkardığı sesi taklit etmek gibi imansızca bir a r ­zuydu onunki. Aslında kendisinin gerçekten Zeus o lduğunu ilan ediyor ve bu şekilde kendisine ku rban la r sunulm asına ne­den olmuş oluyordu. R o m a’nın surları dışındaki bir M ars tap ı­nağının yakm m da, lapis m analis diye bilinen bir taş saklanırdı. Bu taş kuraklık zam anında R o m a ’ya sürüklenerek getirilirdi ve bunun hemen yağm ur getireceği varsaydırdı.

81

--.ß.

W 0 é ;■'■ ■ ■

fkm.

iŸ-

mmm

A lice P ınarlarıyö re s in d eya şa ya nA v u s tra lyaa h o r iıin le r in inA ra n d aka b ile s in d e nb ir adan ı. O rtaA v u s tra ly a 'd aka b ilereislerin inbaşlıca işlevlerig e n e llik lek u tsa l ya dab ü v iise ld ı.

Dördüncü Bölüm

E g e m e n B ü y ü c ü l e r

• • f - ; . - i .-; r.# -t..: «4«»..

' '

A i'u s tra l- y j ' ı / j O b ir i

hjlıkjn o lîflc r ın ig ö s terendifo rıjinsanatı: lWh ü y iis iiy leilişk ilio lab ilir.

( , 1’lcn ekse l şa rk ı ve dans şenliğ i.P apua Yeni(ü n e .M anga i,H isnıarckT a k ım a d a s ı.N e w Ire land .

Şimdiye kadar söylediklerimizin, büyünün, birçok ülkede ve birçok ırkta büyük doğa güçlerini insanın iyiliği adına de­netlediği konusunda bize doyurucu kanıtlar getirdiği söylenebi­lir. Eğer böyle ise, bu sanatın uygulayıcılarının, abartılı savla­rına iman derecesinde güvenen herhangi bir top lum da önemli ve etkili kişiler olması gerekirdi; taşıdıkları bu ünden ve y a ra t­tıkları ko rkudan dolayı içlerinden bazılarının her şeye inanan hemcinsleri üzerinde en yüksek yetke konum una u laşm aların­da da şaşılacak bir şey olamazdı. Gerçekten de, büyücülerin ço­ğu kez kabile reislerine ve krallara dönüştüğü görülür.

Önce Avustralya aborijinlerine bakalım. Bunlar ne reisler ne de krallar ta rafından yönetilir. Kabilelerinin siyasal bir ya­pıya sahip olduğu söylenebilir; yaşlı ve nüfuzlu insanların bir demokrasisi ya da oligarşisidir bu; bunlar konsey olarak to p la ­nır ve daha gençleri uygulama dışı tu ta rak , bü tün önemli k a ­rarları alırlar. Bunların kara r meclisleri daha sonraki senatoya eşdeğerdedir: Böyle bir yaşlılar yönetimine bir ad vermemiz ge- rekseydi gerontokrasi diyebilirdik. Aborijin A vustralyasmda böylece top lanan ve kabilelerin işlerini yöneten yaşlıların, b ü ­yük ölçüde, kendi to tem klanlarının başkanları olduğu görü lü ­yor. Ülkenin çöl doğasının ve yabancı etkilerden hemen hemen bütünüyle yalıtılmışlığm, ilerlemeyi geciktirdiği ve yerlileri ta ­m am en en ilkel du rum da koruduğu O rta A vustralya’da bugün, çeşitli to tem klanlarının başkanları totemleri çoğaltm ak için büyü törenleri yapm ak gibi önemli bir görevle yüküm lüdür; to ­temlerin büyük çoğunluğu yenilebilir hayvanlar ve bitkiler ol-

85

Y u k a r ı N i l 'd e k i k iib ile le r kaya k r is ta lle r in in y a ğ m u r ya p ıc ı ö ze ll ik le r i

o ld u ğ u n a in an ırd ı. B aşlang ıç ta b e lk i de b ü y ü te ç o la ra k ku lla n ıla n b u k ü re

dah a so n ra g ü m ü şle k a p la n m ış ve Is k o çy a 'd a sığ ırla rın s iğ ille rin i tedav i

e tm e d e b ir b ü y ü aracı o la ra k k u lla n ılır o lm u ş tu .

duğu için de, genellikle bu insanların büyü yoluyla halka yiyecek sağlam a­larının beklendiği sonucu ortaya çı­kar. Ötekiler, yağm ur yağdırm ak ve topluluğa başka hizmetlerde bu lun­m akla yüküm lüdür. Kısacası, O rta Avustralya kabileleri içinde başkan­lar kam u büyücüleridir. Ayrıca, on la­rın en önemli işlevleri, hem yaşayan­ların hem ölülerin ruhların ın bir şe­kilde bağlantılı o lduğu görülen k u t­sal taşların ve sopaların {churinga) saklandığı, genellikle kayalarda bir

yarık ya da yerde bir çukur biçimindeki kutsal depoların so­rum luluğunu yüklenmektir. Başkanlar elbette kabile törelerine karşı işlenmiş suçları cezalandırm ak gibi sivil hizmetleri yerine getirmekle görevli olm alarına karşın, temel işlevleri kutsal ya da büyüseldir.

A vustralya’dan Yeni G ine’ye geçtiğimizde, yerliler A vust­ralya aborijinlerinden çok daha yüksek bir kültürel konum da olm alarına karşın, top lum un yapısı bunlarda hâlâ temelde de­m okra tik ya da oligarşiktir; başkanlık ancak başlangıç aşam a­sındadır. Örneğin Sir W illiam M acG regor’un bize anlattığına göre, Britanya Yeni Ginesi’nde, bir tek bölgenin bile despotu olacak kadar akıllı, cesaretli ve güçlü hiç kimse çıkmamıştır o r ­taya. “ Buna en yakm durum , bir kişinin ünlü bir büyücü o lm a­sı gibi uzak bir örnektir; fakat bu da şantaj yoluyla para top la ­m akla sonuçlanm ıştır .”

Bir yerel öyküye göre, M elanezya reislerinin gücünün k ö ­keninde, güçlü hayaletlerle haberleştikleri ve bu doğaüstü gü­cü, hayaletlerin etkisini dayanılabilir hale getirmekte ku llana­bildikleri inancı yatm aktadır . Eğer bir reis bir para cezası ver­

86

mişse bu ödeniyordu, çünkü insanlar her zam an onun bu hay a­let gücünden korkuyor, kendisine karşı gelen kişiye felaket ve hastalık getireceğine kesinlikle inanıyordu. H alk ından önemli sayıda kişi onun hayaletle ilgili etkisine inanm am aya başladı­ğında, para cezası top lam a gücü de azalıyordu. Yine, Dr. Ge­orge B row n’ın bize anlattığına göre. Yeni Britanya’da “yöneti­ci bir reisin her zam an rahiplik işlevlerini yürüttüğü, yani teba- ra?z’larla (ruhlarla) devamlı haberleşmekte olduğu, onların et­kileri yoluyla yağm ur ya da gün ışığı sağlayabildiği, iyi ya da kötü hava, hastalık ya da sağlık, savaşta zafer ya da yenilgi ya­ratabildiği, ve genellikle kullananın elde etmek için yeterli bir ücret ödemeye hazır olduğu herhangi bir ku tsam a ya da lanete neden olabileceği varsayılıyordu.”

K ültür basamağını biraz daha yükselterek, hem reisliğin hem de krallığın tam am en gelişmiş olduğu A frika’ya geliyoruz; bu rada büyücülükten, özellikle de yagm urculuktan reisliğe ev- rilmenin kanıtları nispeten daha boldur. Örneğin, Doğu Afri­kalı bir Bantu halkı olan W am bugw eler arasında, asıl yönetim biçimi bir aile cumhuriyeti idi, fakat büyücülerin kalıtım yoluy­la geçen çok büyük gücü onları çok geçmeden küçük efendilik ya da reislik katına yükseltti. 1894’te ülkede yaşayan üç reisten ikisinden büyücü olarak çok korku lurdu , sahip oldukları hay ­van varlıklarının neredeyse tam am ı bu yetenekleri nedeniyle kendilerine bağışlanan hediyelerdi. Başlıca sanatları yağm urcu- luktu. D oğu Afrikalı başka bir halk o lan W ata tu ru la r ın reisle­rinin herhangi bir doğrudan politik etkiye sahip o lm ayan b ü ­yücüler oldukları söyleniyor. Yine, D oğu Afrikalı W agogolar arasında reislerin esas gücü, söylendiğine göre, onların yağ- m urculuk sanatından gelmektedir. Eğer başkanın kendisi yağ­m ur yağdıramazsa, bunu yapabilecek bir başkası aracılığıyla yağm ur yağdırm ak zorundadır.

Yine, Yukarı Nil kabileleri arasında, büyücü hekimler ge-

87

B ih 'ü lü el h a r e k e tle n . T a h td y j o y m a İm h üy iilii el h a rek e tle r in in kö tiiliik le rd e iı ko ru y a ca ğ ı varsay tlırd ı.

nellikle reistir. Yetkeleri her şeyden önce yağm ur yagdırabilme güçlerine dayanır, çünkü “yağm ur bu bölgelerde yaşayanlar için önemli olan tek şeydir, çünkü yağm urun gerektiği zam an­da yağmaması, topluluk için sayısız güçlük anlam ına gelir. Bu yüzden arkadaşlarından daha kurnaz insanların bu gücün ken­dilerinde o lduğunu haksız yere ileri sürerek ya da böyle bir ün kazanarak çevrelerindeki daha basit insanların safdilliklerin­den yararlanm alarına pek şaşm am ak gerekir .” Dolayısıyla, “ bu kabilelerin reislerinden çoğu yağm urcudur ve halklarına gerekli zam anda yağm ur getirebilme güçleriyle orantılı bir p o ­pülerlik kazanırlar... Y ağm urcu reisler, tepelerin bulutları çek­tiğinden emin o lduklarından her zam an köylerini oldukça yük­sek bir tepenin yam açlarında kurarlar, bu yüzden de hava ta h ­minlerinde o ldukça güvenilir kişilerdir.” Bu yağm urcuların her birinin, bir çömleğin içinde sakladıkları, neceftaşı, yıldıztaşı, am etist gibi birtakım yağm ur taşları vardır. Y ağm ur yağdır­m ak istediklerinde bu taşları suya daldırıp eline soyulmuş ve ucu yarılmış bir kamış alarak bununla bulutları aşağı çağırır ya da gitmeleri gereken yere yönlendirir, bir yandan da sihirli söz­ler mırıldanır. Ya da bir taşm içinde açılmış bir çukura su ve koyun ya da keçi bağırsağı koyar, sonra da bu suyu gökyüzü­ne doğru serper. Reis, varsayılan bu büyü güçlerini ku llanarak servet elde edebilirse de, çoğu kez, belki de genellikle, sonları çok kötü olur, çünkü kuraklık zam anında öfkeli halk, yağm u­

88

run yağmasını onun önlediğine inanarak bir araya gelir ve ö l­dü rü r onu. Fakat görev genellikle kalıtsaldır, babadan oğula geçer. Bu inançları kutsal sayan ve bu görenekleri uygulayan kabileler arasında Latukalai", Bariler, Lalubalar ve Lokoiyalar sayılabilir.

Yine O rta A frika’da Albert G ö lü ’nün batısındaki Lendu kabilesi, belli kimselerin yağm ur yağdırm a gücüne sahip o ldu ­ğuna inanır. Bunlarda yağm urcu ya bir reistir ya da ilerde m u t­laka reis olacaktır. Banyorolar da yağm ur denetçilerine büyük saygı duyar, onları hediyeye boğarlar. Y ağm ur üzerinde m u t­lak ve denetlenemez gücü olan büyük yönetici, kraldır; fakat fayda bölüştürülsün ve krallığın çeşitli bölgeleri kutsal yağm ur alabilsin diye, gücünü vekâleten başkalarına verebilir.

D oğu ve O rta A frika’da olduğu kadar batıda da, sihirli güçlerin ve reisliğin bir arada olduğunu görürüz. Örneğin, Fan kabilesinde reisle büyücü hekim arasında kesin bir ayrım b u ­lunm am aktad ır . Reis aynı zam anda büyücü hekimdir, buna ek o larak da demircidir; çünkü Fanlar demircilik zanaatını kutsal sayarlar; reislerden başka kimse bu rnunu sokam az bu zanaata .

Güney A frika’da reislik ve yağm urculuk görevleri a rasm ­daki ilişkilere gelince, bu konuda bilgili bir yazar şunları söy­lüyor: “ Ç ok eski zam anlarda reis kabilenin en büyük yagmur- cusuydu. Bazı reisler başarılı bir yağm urcunun reis seçileceği korkusuyla hiç kimsenin kendileriyle yarışmasına izin vermez­di. Bir başka neden daha vardı: yağm urcu, eğer büyük bir ün kazanırsa, hiç kuşkusuz zenginleşecekti, reisinse, hiç kimsenin fazla zengin olmasına izin vermek açıkçası işine gelmezdi. Y ağ­m urcunun halk üzerinde çok büyük gücü vardır, bunun için de bu işlevin krallıkla ilişkili o larak tutulm ası çok önemliydi. G e­lenek, yağm ur yağdırm a gücünü daim a eski reislerin ve k a h ra ­m anların asıl görkemi olarak tanır; bunun reisliğin kökeni o l­ması çok olası görünüyor bize. Y ağm ur yağdırabilen kimse d o ­

89

A z te k le r m so n im p a r a to ru II. M o n te z ım u i. H a lk : o na h ır ta n r ı o la rak

ta p a rd ı, ı ^ ı o ' d e ö ld ü . M e k s ik a kra lla rın ın g ö k y ü z ü n ü ve y e r y ü zü n ü

d e n e tled iğ in e in a n ılırd ı. A d ı b i l inm eyen b ir İ spa nyo l re s sa m ın ın yap t ığ ı bir

o n a l tm c ı yüzyıl p o r t r e s in d e n de tay . Pıtti Pa lace , F lo ransa .

ğal o larak reis olur. Aynı şekilde, lünlü Z ulu despotu] Chaka ülkedeki tek bilicinin kendisi o lduğunu söyler­di, çünkü rakiplerine izin verirse ken­di yaşamı tehlikeye girerdi.” Güney Afrika kabileleri hakk ında benzer şeyler söyleyen Dr. M offat diyor ki: “yağm urcu, halkın düşüncesine göre, halkın üzerinde k ra lm kinden de üs­tün etki gücüne sahip çok ulu bir k i­şidir, kral bile bu yüce görevlinin buyruklarına boyun eğmek zo ru n d a­d ır .”

Şu ana kadar verdiğimiz kanıtlar A frika’da kralın çoğu kez kam u b ü ­yücüsünden, özellikle de yağm urcu­dan evrilmiş olabileceğini gösteriyor.

Büyücünün hem esinlediği sınırsız ko rkunun hem de mesleğini yerine getirirken edindiği servetin onun bu yükselişinde katkısı olmalıdır. Fakat bir büyücünün, özellikle de bir yağm urcunun meslek yaşamı bu sanatın başarılı uygulayıcısına büyük ödüller sunuyorsa, bu yolda, başarısız ya da şanssız sanatçının içine düşebileceği birçok çukurun olması da doğaldır. K am u büyü­cüsünün konum u gerçekten de çok güvenilmez bir konum dur; çünkü halk, yağm ur yağdırm anın, güneşi doğdurm anın , d ü n ­yadaki yemişleri o ldurm anın onun gücü içersinde olduğuna ke­sinlikle inanıyorsa, kuraklığı ve kıtlığı da doğal o larak onun kusurlu ihmaline ya da kötü niyetine verir, dolayısıyla da onu cezalandırır. Bu yüzden A frika’da yağm ur yağdıram ayan reis sürgüne gönderilir ya da öldürülür. Örneğin, Batı A frika’nın bazı bölgelerinde, krala yapılan dualar ve sunular yağm ur geti­remediğinde, kulları onu iplerle bağlar ve gerekli yağm uru elde

90

B irleşik D e v le tle r 'd e Io w a ka b ile s in d e n b ü y ü c ü S e e -n o n - ty -a 'n m ya şa rk en y a p ılm ış b ir p o r tre s i. G eo rg e G atl in , y ak la ş ık 1845 .

edebilsin diye zorla ataların ın m e­zarına g ö tü rü r . Batı A f r ik a ’da Banjarlar yağm ur ve iyi hava ya­ra tm a gücünü krallarına atfeder­ler. H avala r iyi o lduğu sürece ona hediye o larak ürünler ve hayvanlar sunarlar. Fakat uzun süren k u rak ­lık ya da yağm ur ürünü tehlikeye a tacak olursa, havalar düzelinceye kad ar onu aşağılar ve döverler.H asa t iyi olmazsa ya da kıyıdaki dalgalar balık tu tm aya izin verme­yecek kadar kötüyse, Loango halkı krallarını “ kötü kalp li” likle suçlarve azlederler. G rain Sahili’nde, Bodio sanını taşıyan yüce rahip ya da fetiş kral top luluğun sağlığından, toprağın verimliliğin­den ve deniz ve nehirlerde bahk bolluğundan sorum ludur; ül­ke, bun la rdan herhangi birinden sıkıntıya düşerse, Bodio göre­vinden azledilir. Victoria N y an za’nm güney kıyısında, büyük bir bölge olan U ssukum a’da, “yağm ur ve çekirge sorunu Sul- ta n ’m hüküm etin in baş sorum luluğudur. Sultan ise nasıl yağ­m ur yağdırılacağım, çekirgeleri bölgeden nasıl süreceğini bil­mek zorundadır. Eğer o ve büyücü hekimleri bu görevi yerine getiremiyorlarsa, felaket zam anlarında Sultan’ın varlığı tehli­kededir. Bir keresinde, halkın çok istediği yağm ur yağm adığın­da Sultan dışarı sürülm üştü (Nassa yakınındaki Ututvva’da). Aslında halk yöneticilerin Doğa ve doğa olayları üzerinde güce sahip olması gerektiğine inan ır .” Yine, N yanza bölgesi yerhle- ri hakk ında anlatılanlara göre “N yanzah lar yağm urun yalnız­ca büyü sonucu yağdığına inandırılmışlardır, onu yağdırm a gi­bi önemli bir görev de kabilenin reisine düşer. Z am an ında yağ­m ur yağmazsa herkes şikâyetçi olur bundan. Kuraklık yüzün­

91

K u ze y A tn c r ik a d iiz iü k lc n n d e u A m e r ik a n Y erli ('.ree ka h ile s iiu ’ a it bir

k a lk a n . O r ta d a k i s ih irli fig iir leriıt ¡’iiueşi ve ay ı te m sil e ttiğ i sa n ılıyo r. Bu

tü r savaş desen leri d ü ş le rd e ve vec it h a lle r in d e b ild ir ilird i yap ıc ılarına .

Brit ish M u s e u m , L ondra .

den ülkesinden kovulmuş birden faz­la küçük yönetici vardn '.” Yukarı N il’in Latukaları arasm da, ürün k u ­rum aktaysa ve başkanm bürün yağ­m ur yağdırm a çabaları sonuç vermi­yorsa, genellikle halk geceleyin krala saldırır, elinde ne varsa alır ve onu kovalar. Ama çoğu kez de öldürür.

D ü n y an ın birçok bölgesinde kralların halklarının yararm a doğa­nın akışmı düzenlemesi beklenir; b u ­nu yapam adıklarındaysa cezalandırı­lırlar. İskirler’de, yiyecek azaldığında kra lların ı bağladık ları anlaşılıyor.

Eski M ısır’da, ürün kötü o lduğunda kutsal krallar suçlanırdı, fakat doğanın akışından kutsal hayvanlar da sorumlu tu tu lu r­du. Uzun ve ciddi kuraklık sonucu ülkede salgın hastalık ve başka felaketler baş gösterdiğinde rahipler geceleyin hayvanla­rı gö tü rü r tehdit ederdi, ama kötülük yine de azalmazsa, hay­vanları keserlerdi. Güney Pasifik’te, N iue m ercan adası ya da Vahşi A da’da eskiden bir kral soyu vardı. Fakat krallar aynı zam anda yüce rahipler oldukları ve bitkileri büyütm ek zo ru n ­da oldukları için kıtlık zam anlarında halk onlara kızıyor ve öl­dürüyordu; en sonunda, krallar birbiri ard ından ö ldürü ldük le­ri için kral olacak kimse kalmadı, krallık da sona erdi. Eski Çin yazarlarının bildirdiğine göre, K ore’de yağm ur az ya da çok olup da ürünler büyümeyince kral suçlanırdı. Kimileri onların azledilmeleri, kimileri de öldürülmeleri gerektiğini söylerdi.

Amerikan Kızılderilileri arasında, uygarlığa doğru en büyük ilerleme M eksika ve Peru’nun monarşik ve teokratik hüküm et­leri yönetiminde oldu; fakat tanrılaştırılmış krallarının atalarının büyücü hekimler olup olmadığını söyleyebilmek için bu ülkele-

92

W isir 'd a iir im ye te r s i; o ld u ğ u n d a k u tsa l k ra lla r su ç la ıu rd ı. Y u su f, H ra v u u 'u ıı d ü şü n ü yorutJilayıf). iyi ve k ö tü h a sa t y ılla r ın ı dah a ö n c ed en sö y le y e re k M ıs ır 'ı k ı t l ık y ılla r ın d a n k o r u m u ş tu . N u r e m h e r g l iK İ l i 'n den . 1483. V ic to r ia a n d Ail-ıcrt .Mııscunı, L ondra .

rin erken tarihi hakkında fazla bilgimiz yok. Böyle bir ardıllığın izleri Meksika krallarının tahta çıktıklarında ettiği yeminde bu­lunabilir: güneşin parlamasını, bulutların yağmur vermesini, ne­hirlerin akmasını ve toprağın bol ürün vermesini sağlayacakları­na dair yemin ederlerdi. Kuşkusuz, Amerikan yerlilerinde bir giz aylası ve bir korku atmosferi ile çevrili olan büyücü ya da büyü­cü hekim çok etkin ve önemli bir kişilikti, pekâlâ birçok kabile­de bir reise ya da krala evrilmiş olabilirler, ama böyle bir evri­min kanıtları elimizde bulunm am aktadır. Örneğin Catlin bize Kuzey Amerika’da büyücü hekimlerin “kabilede saygın kişiler arasında değerlendirildiklerini ve tüm topluluğun onlara büyük saygı beslediğini” söylüyor; “yalnızca materia m edica'daki usta­lıklarından dolayı değil, hepsinin büyük ölçüde uğraştığı büyü ve gizem işlerindeki becerilerinden dolayı... Bütün kabilelerde,

93

r %

m

hekimler sihirbazdır -b ü y ü c ü d ü r- bilicidir; hatta yüce rahipler­dir demek isterdim, çünkü kabilenin bütün törenlerine onlar ba­karlar, onlar yönetirler; herkes onlara ulusun kâhinleri gözüyle bakar. Bütün savaş ve barış konseylerinde reislerle birlikte on la­rın da yeri vardır, herhangi bir kamusal işe girişilmeden önce hep onlara danışılır, fikirlerine itaat edilir ve büyük saygı duyu­lur.” Aynı şekilde Kaliforniya’da da “ şaman, M aidular arasında en önemli kişiydi; belki hâlâ öyledir. Herhangi bir belli yönetim sisteminin yokluğunda şamanın sözünün büyük ağırlığı vardır: bir sınıf olarak onlara korkuyla bakıhr, bir yönetici olarak reis­ten çok daha fazla itaat edilir o n a .”

Güney A m erika’da da büyücülerin ve büyücü hekimlerin reisliğe ya da krallığa en yakın kişi oldukları görülmektedir. Brezilya kıyısına çıkan ilk yerleşmecilerden biri olan Fransız Thevet’nin bildirdiğine göre, Kızılderililer “ bu bilge kişilere (ya da büyücü hekimlere) tapacak ya da tanrılaştıracak kadar o n u r­landırır, o kadar büyük saygı duyarlar. H alktan kimselerin o n ­lara gidip ayaklarına kapandıklarını, ‘sağlığımı bağışla bana, öl­meyeyim, ne ben ne çocuklarım ’ diyerek ya da buna benzer di­leklerde bulunarak ona yalvardıklarını görebilirsiniz. O da ‘Ö l­meyeceksin, hastalanm ayacaksın’ benzeri yanıtlar verir. Fakat olur da bu bilge insanlar hakikati söylemez ve olaylar söyledik­lerinin tersine dönerse, onları bilge unvanına ve saygınlığına la­yık görmeyen halk onları öldürm ekte hiç tereddüt etm ez.” Gran C haco’lu Lengua Kızılderilileri arasında her klanın kendi cazi-

luiveptrmç qne'i ya da başkanı vardır; fakat bu şef az bir yetkiye sahiptir. nıhiarma hır ^ a k a m ı dolavısıvla birçok hediye vermek zorundadır, bu yüz-ş u k r j f i , . ^ j

tören,,¡Un clcu zengiııleşemez, genellikle uyruklarından daha kılıksız do la ­şır. “Aslında, büyücü elinde büyük güçler bulunduran kişidir, hediye vermek yerine hediye almaya alışkındır.” Kabilesinin düşm anlarına dertler ve belalar getirmek, kötü büyüye karşı kendi halkını korum ak, büyücünün görevidir. Bu hizmetlerin-

l.a m b a y r itüe line hdzırLînLin h ılıp ın lcr 'ın Pdldti'ün A lIûsi Yerlileri.

95

den dolayı iyi karşılık alır, etkin ve yetkin bir konum kazanır.Bütün M alay bölgesinde raca ya da krala, genellikle, üstün

güçleri elinde tu tan kişi o larak gizemli bir saygı duyulur; onun da birçok Afrikalı reis gibi, basit bir büyücüyken bu konum a geldiğini düşünebiliriz. Bugün de M alaylar, kralın ürünleri ye­tiştirmek, meyve ağaçlarını büyütm ek gibi doğa işleri üzerinde kişisel bir etkiye sahip olduğuna inanırlar. Aynı doğurgan er­demlerin, daha küçük derecelerde de olsa, onun temsilcilerinde de, hatta tesadüfen bölgelerden sorumlu olan A vrupahlarda da bulunduğu varsayılır. Örneğin, M alay Y arım adası’nın yerli devletlerinden biri olan Selangor’da, pirinç ü rününün bolluğu ya da kıtlığı çoğunlukla bölge görevlilerindeki bir değişikliğe verilir. Güney C'elebes’li Toorateyalar pirincin bolluğunun prenslerinin davranışlarına bağlı olduğuna, kötü yönetimin -b u n u n la eski göreneklere uym ayan hükümeti kastederler- üründe başarısızlık getireceğine inanırlar.

Saravak’lı D yaklar ünlü İngiliz yöneticileri Raca Brooke’a, yerinde uygulanırsa pirinç ü rününü bollaştırabilecek bir büyü­sel erdem bağışlanmış o lduğuna inanırlardı. Bundan dolayı, bir kabileyi ziyaret ettiğinde, gelecek yıl ekecekleri tohum u ona ge­tirirler, o da, daha önce özel bir karışıma batırılmış kadın ger­danlıklarını tohum un üzerinde sallayarak tohum u verimli k ı­lardı. Bir köye girdiğinde, kadınlar, önce suyla, daha sonra ta ­ze hindistancevizi sütüyle, son o larak yine suyla ayaklarını yı­kardı; onun bedenine değmiş olan bu suyu çiftliklerinde kul­lanm ak üzere saklarlar, bunun ürüne bolluk getireceğine ina­nırlardı. O n u n ulaşamayacağı kadar uzaktaki kabileler küçük, beyaz bir bez parçası ve küçük bir parça altın ya da güm üş yol­larlardı ona, bu şeyler onun doğurgan erdemiyle döllendiğinde tarlalarına gömer, güvenle iyi bir ürün beklerlerdi. Bir keresin­de, bir A vrupah, Samban kabilesinin pirinç ü rününün zayıf ol­duğunu söylediğinde, reis başka türlü olamayacağı yanıtını ver-

96

• ‘

i

T anrı M ith r a s ’ı. s im g ese l o la ra k ¡¡ütün canlı y a ra tık la r ın ilk i o la n b o ğ a y ı b o ğ a z la rk e n g ö s tere n d u v a r ka b a rtm a s ı. T a h ıl ve b ü tü n ö te k i ya şa m b iç im le r i b o ğ a n ın k a n ın d a n iirem işti. M u s e o N 'az iona le R o m a n o , R o m a .

mişti, çünkü Raca Brooke hiç ziyaret etmemişti onları; M r. Brooke kabilesini ziyaret etmeye ikna edilirse toprağ ındak i be­reketsizlik o r tadan kalkabilirdi.

Kralların büyüsel ya da doğaüstü güçlere sahip oldukları, bununla toprağı bereketlendirecekleri ve uyruklarına başka ya­rarlar getirecekleri inancı, öyle görünüyor ki, H ind is tan ’dan İr­landa’ya kadar bü tün Ari ırkların ataları ta rafından da pay la­şılmaktaydı; bunun m odern zam anlara kadar bizim ülkemizde de açık izleri bu lunm aktadır . Örneğin, M anu Yasaları denilen eski H indu yasa kitabı, iyi bir kralın yönetiminin etkilerini şöy­le betimliyor; “ Kralın, ö lüm lü günahkârların malını m ülkünü a lm aktan sakındığı bir ülkede, insanlar gününde doğar ve uzun öm ürlü olurlar. Çiftçilerin ürünleri biçildikçe fışkırır, çocuklar ölmez, sakat çocuk doğm az.” H o m ero s ’un Y unan is tan ’ında

97

In g iltere kra lı I II. C e o rg e 'a a it hır d o k u n m a taşı. S ıraca ille tim g e ç irm ek

iç in d o k u n d u ğ u k işilere verilird i. Brit ish M u s e u m , L o n d ra .

krallardan ve başkan lardan kutsal ya da tanrısal diye söz edilirdi; ev­leri de tanrısaldı, arabaları da kutsaldı; iyi bir kralın yönetim i­nin kara top rak tan beyaz buğday

ve arpa çıkaracağı, ağaçlara mey­ve yükleyeceği, kümes hayvanlarını çoğaltacağı, denizleri balıkla do l­duracağı düşünülürdü . O rtaçağda, D anim arka Kralı I. W aldem ar, Al­m anya’da seyahat ederken, analar çocuklarını, çiftçilerse tohum ların ı elleriyle dokunm ası için ona getir­

mişlerdi; kralın dokunm asıyla çocukların sağhkh büyüyeceğini düşünüyorlardı, aynı nedenle çiftçiler de tohum u tarlaya onun atmasını istemişlerdi. Eski Irlandalılarm inancına göre, krallar ataların ın göreneklerini sürdürdüğünde, mevsimler ılıman ge­çer, ü rün bol olur, sığırlar çoğalır, sular balıkla dolar, meyve ağaçlarıysa o kadar bol meyve verirdi ki dallarım desteklemek gerekirdi. Aziz Patrick’e atfedilen bir yasa, adil bir kralın yöne­timinin getireceği nimetler arasında şunları sayıyor: “ iyi hava, sakin deniz, bol ürün, meyve yüklü ağaç lar.” Ö te yandan, k ıt­lığa, ineklerin zayıflığına, meyvelerin kavrukluğuna ve ü rünün azlığına baştaki kralın kötü lüğünün şaşmaz kanıtları o larak bakılırdı.

Bizim İngiliz k ra l la r ın a k a d a r sü rm üş o lan bu tü r boşinançlarm en son kalıntısı, bunların , sıraca hastalığını d o ­kunuşlarıyla iyileştirebilecekleri düşüncesiydi. H astalık , bu yüzden Kral Derdi diye bilinirdi. Kraliçe Elizabeth bu mucize­vi iyileştirme yeteneğini sık sık kullanmıştı. 1633 yılının yaz gündönüm ünde I. Charles, H o ly rood’daki kraliyet şapelinde yüz hastayı bir çırpıda iyileştirmişti. Eakat bu uygulam anın an-

In g ıltere k ra lı II. C harles

sıraca ille tin in hır b a şka ad ı

(dan “K ral D e rd i" n d e n

k u r tu lm a k için y ü z h in k işiye d o k u n m a s ıy la

ü n lü d ü r . ( ieo rgc

V e r tu e 'n u n lıiı

V

RU' «ir\> .

İl

cak oğlu II. Charles zam anında doruğa ulaşmış olduğu görü lü ­yor. Söylendiğine göre, II. Charles im paratorluğu süresince sı­raca hastalığı taşıyan yüz bin hastaya dokunm uştu . O nun ya­nına varm ak isteyen kalabalık korkunç oluyordu. Bir keresin­de iyileşmek üzere gelenlerden altı yedi kişi ayaklar altında çiğ­nenerek ölm üştü. Soğukkanlı biri olan III. W illiam bu hokus- pokusa alet olmayı gururla reddetmişti; her zam anki çirkin k a ­labalık sarayın çevresini aldığında sadaka verilerek uzaklaştı­rılmalarını buyurm uştu . Yalnız bir kerecik, bir hastaya d o k u n ­maya mecbur bırakıldığında, “Tanrı sana sağlık ve bol akıl versin ,” demişti. Ama beklenilebileceği gibi bu uygulama, Wil- liam ’dan sonra gelen kalın kafalı bağnaz II. James ile onun a h ­m ak kızı Kraliçe Anne ta ra fından devam ettirildi.

Fransa kralları da Clovis’ten ve Aziz Louis’den almış ol­dukları söylenen dokunm ayla iyileştirme yeteneğine sahip ol­duklarını ileri sürerlerdi; bizim İngiliz krallarımızsa İtirafçı Fd- w a rd ’dan miras almışlardı. Aynı şekilde, T o n g a ’nm vahşi reis­lerinin de, ayaklarını dokundurm ak la sıraca hastalığım ve ka ­raciğer sertliği vakalarını iyileştirdiğine inanılırdı; iyileştirme kesinlikle büyüseldi, çünkü iyileştirme gibi hastalığa da krala ya da ona ait bir şeye dokunm anın neden olduğu düşünülürdü .

O zam an, dünyanın birçok bölgesinde genellikle kralın es­ki büyücünün ya da büyücü hekimin soyundan geldiği ç ıkarsa­mamız doğrulanıyor gibi görünüyor. Bir zam anların özel büyü­cüler sınıfı, top lu luk tan ayrı tu tu lup da kam u güvenliğinin ve refahının bağlı olduğuna inanılan görevlerden sorum lu tu tu ­lunca, bu insanlar, liderleri kutsal kral oluncaya kadar, yavaş yavaş zenginliğe ve güce kavuşur. Fakat demokrasiyle başlayıp despotizmle son bulan bu büyük toplum sal devrime hem k ra l­lık kavram ını hem de işlevlerini etkileyen bir entelektüel dev­rim eşlik etmektedir. Ç ünkü zam an ilerledikçe, büyünün yan ­lışlığı daha keskin zekâhlarca giderek daha iyi anlaşılır ve ya­

1 0 0

vaş yavaş din onun yerini alır; bir başka deyişle, büyücü, insa­nın iyiliği adına doğa süreçlerini doğrudan denetleme çabasını terk edip, artık kendi başına yapabileceğini düşünmediği şeyle­ri tanrılara yaptırm ak için onlara dua ederek aynı sonuca d o ­laylı yoldan ulaşm aya çalışan rahiplere yolu açmış olur. D o la ­yısıyla, bir büyücü olarak yola çıkan kral, yavaş yavaş büyü uygulamasını rahibin dua ve ku rban işlevleriyle değiştirmeye yönelir. İnsanla tanrı arasındaki ayrımın hâlâ tam olarak çizil- memesine karşın, insanların da, yalnızca ölümlerinden sonra değil, büyük ve güçlü bir ruh aracılığıyla tanrıların tüm doğa­sını geçici ya da devamlı o larak sahiplenmek yoluyla, daha ya­şarlarken tanrılığa ulaşabilecekleri hayal edilmeye başlanır. T op lum da hiçbir sınıf, bu, tanrın ın insan biçiminde bedenleşe- bileceği fikrinden krallar kadar yararlanm am ıştır. Bu bedenleş- me öğretisi ve onunla birlikte, sözcüğün tam anlamıyla, k ra lla ­rın tanrılığı kuram ı, bundan sonraki bö lüm ün konusunu oluş­turuyor.

101

W È i f i -

Beşinci Bölüm

Ö l ü m l ü T a n r i l a r

N ije rya , î fe 'd e n b ir Y o ru b a k ra l başı (o n d ö rd ü n c ü ya da o n b eşin c i y ü zy ıl) .Bri ti sh M u s e u m , L o n d ra .

t n r ^fi. ■* #J»*¿

‘V- ■ " f ü S L '■^ -i "y! / ; v . . ^ ^ _

L # ^ , ? ^ ‘ i i -

: W - Ö T r % ^ V ' - " ¿ ‘ | ' V |

' ; . - ■ ’ ’- ' V ■'

;■ k í - í í ■|¿ - j K g i ¿ 0 - ' i&« > '► » :*■ 'X - - K ¿ .*L¿g-v

rf"-. ■' ' • -tMBiatiMwS• -a^t.-Kjf 'íf-"#. Ï.4

■ r-'‘'. ^ i i i ^ E E k ^l'-iJ

£i£¿fc.V ' ’

Ï

R . .;. 7 > C -:■ t : - ^ v í ■-Ï . - - l *

>- ■ ■ s- '

i»-^' :’

Ç o cu k d o ğ u r u rk e n ölen bir k a d ın ın ta n r ıla ş tır ıl­m ış başın ı g ö s teren b ir A z tc k h eyke li. Ulusal A n tro p o lo j i M üzes i , M e x ic o Citv .

Bundan önceki bölümlerde, yeryüzündeki bütün uygarlaş­mamış halkların inanç ve uygulam alarm dan çıkardığım bu ö r ­nekler, yabanılların, bize bugün çok açık gelen, doğa üzerinde­ki gücünün sınırlarını bilmediğini kanıtlam aya yeterli. H er in­sana, bizim bugün doğaüstü diye adlandıracağımız güçlerin az ya da çok bağışlanmış olduğu varsayılan bir top lum da, ta n r ı­larla insanlar a rasm da bir ayrımın biraz bulanık olduğu ya da henüz ortaya çıkmadığı açıktır. Kendilerine, insanın sahip o l­duğu güçlerle ne büyüklük ne de tü r bakım ından karşılaştırıla­maz güçler bağışlanmış insanüstü varlıklar o larak tanrı kav ra ­mı, tarihin akışı içinde çok yavaş gelişmiştir. İlkel halklar bu doğaüstü etmenlere insandan o kadar da üstün o larak bakm ı­yorlardı, çünkü onları ko rk u ta rak ya da zorlayarak kendi is­teklerini yaptırabiliyorlardı. Düşüncenin bu aşam asında dünya büyük bir dem okrasi gibi görülm ektedir; dünyadaki doğal ya da doğaüstü bü tün varlıkların, kabul edilebilir bir eşitlik k o n u ­m unda bulunduğu varsayılmaktadır. Fakat insan, bilgisinin artmasıyla birlikte doğanın uçsuz bucaksız o lduğunu, onun ya­nında kendisinin ne denli küçük ve zayıf o lduğunu daha açık bir biçimde görmeyi öğrenir. Bununla birlikte, kendi çaresizli­ğini tanıması, hayalinde bü tün evreni do lduran bu doğaüstü varlıkların da güçsüz oldukları gibi bir inancı beraberinde ge­tirmez. Tersine, onların güçlülüğü düşüncesini daha da artırır. Ç ünkü dünyanın sabit ve değişmez yasalara uygun hareket eden bir doğa güçleri sistemi olduğu fikri henüz tam olarak se­zinlenmemiş ya da belirmemiştir kafasında. Bu fikir tohum ola-

105

M S ve 4 1 y ılları a ra sın d a R o m a İm p a r a to ru C a lig u la ’n m bir

p o r tre s in i ta ş ıya n b ir s ik k e . B u z o rb a y ö n e t ic i k e n d is in e tanrı

olarak ta p ım im a s m ı is tiy o rd u . Özel ko leks iyon .

rak kafasındadır ve yalnızca büyü sanatında değil, fakat günlük ya­şamdaki işlerin çoğunda da buna göre davranm aktad ır . Fakat fikir gelişmemiş o la rak d u rm ak tad ır ;

içinde yaşadığı dünyayı açıklama girişiminde bulunduğu zam anlarda,

onu bilinçli iradenin ve kişisel etmenin bir belirtisi o larak hayal etmektedir. Eğer kendisinin bu denli zayıf ve küçük o lduğunu hissediyorsa, o dev doğa m a­kinesini denetleyen varlıkları kim bilir nasıl büyük ve güçlü hayal ediyordur!

Böylece tanrılarla o eski eşitlik duygusu yavaş yavaş yok o lu r­ken, doğanın işleyişini başka bir şeyin yardımı o lm adan kendi kaynaklarıyla, yani büyüyle yönlendirme u m udunu da yitirir ve giderek tanrılara bir zam anlar kendileriyle paylaştığını ileri sürdüğü o doğaüstü güçlerin tek kaynağı o larak bakm aya baş­lar. Bu nedenle, bilginin ilerlemesiyle birlikte, dua ve kurban , dinsel törenlerde önde gelen yerlerini alır; bir zam anlar yasal bir eşit o la rak onlar arasında bulunan büyü ise yavaş yavaş a r ­ka sıraya itilir ve kara büyü derekesine iner. Şimdi ona, tan rı­ların alanına hem boş hem de saygısızca bir saldırı gözüyle ba ­kılm aktadır; böylece, ünleri ve etkileri tanrılarınınkiyle birlikte ar tan ya da eksilen rahiplerin devamlı direnişiyle karşılaşm ak­tadır. Bundan dolayı, daha geç bir dönem de dinle boşinanç arasında bir ayrım ortaya çıktığında, kurban ın ve duanın , to p ­luluğun d indar ve aydınlanmış kesiminin kaynağı o lduğunu, büyününse boşinançlılarm ve cahillerin bir sığınağı o lduğunu görüyoruz. Ama daha da sonraları, kendi başlarına etmenler o larak temel güçler kavram ı, doğa yasasının tan ınm asına yol açtığında; üstü örtük olarak, kişisel iradeden bağımsız, zo ru n ­

106

lu ve değişmez bir neden ve sonuç sürecine bağlı o lan büyü, içi­ne düşm üş olduğu karan lık tan ve saygınsız du ru m d an tekrar ortaya çıkar ve doğadaki nedensel ardışıklıkları araştırarak doğrudan bilime giden yolu hazırlar. Simya, kim ya bilimine gö ­türür.

Bir insan-tanrı, ya da tanrısal veya doğaüstü güçler bağış­lanmış bir insan kavram ı, temelde dinler tarihinin daha erken bir dönem ine, tanrılara ve insanlara hâlâ aynı tü rden varlıklar o larak bakıldığı ve henüz aşılmaz bir uçurum la birbirlerinden ayrılmadıkları bir dönem e aittir. Bu yüzden, insan şeklinde be- denleşmiş bir tanrı fikri bize garip görünebilirse de, ilk insan için çok irkiltici bir şey değildir: o, insan-tanrıda ya da tanrı-in- sanda, tam bir inançla kendisinde de olduğunu ileri sürdüğü doğaüstü güçlerin daha yüksek bir derecesini görm ektedir sa­dece. Bir tanrı ile güçlü bir büyücü arasında da çok kesin bir ayrım yok tu r onun için. O n u n tanrıları, genellikle, insan büyü­cülerin hemcinsleri a rasm da görülebilir ve bedensel bir biçim­de yaptığı büyülerin ve sihirlerin aynılarını doğa perdesi a rk a ­sında yapan görünm ez büyücülerden başka şeyler değildir. Ve tanrılar kullarına kendilerini genellikle insana benzer şekilde gösterdiği için, büyücünün de varsayılan tansıksal güçleriyle, insan bedenine bürünm üş bir tanrı olduğu ününü elde etmesi kolaydır. Böylece basit bir sihirbazdan biraz daha fazlası o la ­rak başlayan bir büyücü hekim ya da büyücü, tam olarak ge­lişmiş bir tanrı ve kral olm aya doğru gider. N e var ki, ondan bir tanrı o larak söz ederken, yabanılın tanrı kavram ına bizim bu terime verdiğimiz soyut ve karm aşık fikirleri sokm am aya d ikkat etmemiz gerekir. Bu derin konu üzerine fikirlerimiz uzun bir entelektüel ve törel evrimin meyveleridir; yabanılın bunları paylaşması şöyle dursun, kendisine açıklandığında bunları anlayam az bile. Aşağı ırkların dinleri konusunda şid­detle süren tartışm aların çoğu karşılıklı yanlış an lam alardan

107

ortaya çıkm aktadır. Yabanıl, uygar bir insanın düşüncelerini an lam az, yabanılın düşüncelerini ise ancak az sayıda uygar in­san anlar. Yabanıl tanrı sözcüğünü kullandığında, zihninde belli tü rden bir varlık vardır: uygar insan-tanrı sözcüğünü kul­landığındaysa, zihninde çok farklı tü rden bir varlık vardır; ve çoğu kez olduğu gibi, iki insan, kendilerini ötekinin bakış açı­sına yerleştirmede aynı derecede başarısız ise, ta rtışm alarından karışıklıktan ve yanlışlıktan başka bir sonuç çıkmaz. Eğer biz uygar insanlar. Tanrı adım kendi o luşturduğum uz o özel k u t­sal doğa kavramıyla sın ırlandırm akta ısrar edersek, o zam an yabanılın tanrısının olmadığını itiraf etmemiz gerekir. Eakat yüksek yabanılların çoğunun en azından, gelişmemiş bir biçim­de de olsa, bizim bugün sözcüğe verdiğimiz an lam da olmasa bile, rahatlıkla tanrı diye adlandırılabilecek belli bir doğaüstü varlıklar kavram ına sahip olduğunu kabul edersek, tarihsel o l­gulara daha bir yakınlaşmış oluruz. Bu gelişmemiş kavram , nerden bakılırsa bakılsın, uygarlaşmış insanların tanrı k o n u ­sunda geliştirmiş oldukları yüce kavram ların içinden çıktığı çe­kirdeği temsil eder; dinsel gelişim sürecinin bü tününü izleyebil- seydik, bizim Tanrı fikrimizi yabanılınkine bağlayan zincirin, tek ve kopm am ış o lduğunu görürüz.

Şimdi, bu açık lam alar ve uyarılarla ilgili olarak, tapınanla- rı tarafından , erkek ya da kadm olsun, insani varlıklarda be- denleştiğine inanılan tanrılara bazı örnekler vereceğim. Bir ta n ­rının bedeninde kendini gösterdiği kişiler her zam an krallar ya da onların torunları değildir; varsayılan bedenleşme en aşağı k a tm andan insanlarda da olabilir. Örneğin, H ind is tan ’da bir insan-tanrı yaşama bir pam uk ağartıcı, bir başkası da bir m a ­rangozun oğlu olarak başlamıştı. Bu yüzden, yaşayan insanla­rın tanrılaştırılması, bir başka deyişle bir tanrının insan şeklin­de bedenleşmesi genel ilkesini açıklam ak için, örneklerimi yal­nızca kraliyet kişilerinden almayacağım. Bu tür bedenleşmiş

108

V ec it h íjlin d e N ijeryuıh g e le n e k se l b ir b ü y ü cü h e k im .

tanrılar yabanıl top lum da yaygın­dır. Bedenleşme geçici ya da kalıcı olabilir. Geçiciyse, bedenleşme -g e ­nellikle esinlenme ya da cin tu tm a o larak b ilin ir- kendini doğaüstü bir güç şeklinde o lm aktan çok doğaüs­tü bir bilgi şeklinde gösterir. Diğer bir deyişle, genel belirtileri mucize­lerden çok bilicilik ve yalvaçlıktır.Öte yandan, bedenleşme geçici de­ğilse, kutsal ruh bir insan bedenine devamlı o larak yerleşmişse, tanrı-in- sanm mucizeler göstererek bu özelli­ğini kanıtlam ası beklenir. Ancak, düşüncenin bu dönem inde, insanların mucizelere doğa yasasını bozm a olarak bakmadığını anım sam am ız gerekir. Doğa yasasının varlığını kavrayam ayan ilkel insan, onun bozulmasını da kavrayam az. O na göre bir mucize, o rtak bir gücün alışılmamış, çarpıcı bir belirtisidir.

Geçici bedenleşmeye ya da esinlenmeye dünyanın her ta ra ­fında inanılır. Bazı kişilerin zam an zam an bir ruh ya da bir ta n ­rı tarafından ele geçirildiği varsayılır; bu ele geçirilme durum u devam ettiği sürece onların kendi kişilikleri askıdadır, ruhun varlığı insanın bütün bedeninin çırpınarak titremesi ve sarsılma­sıyla, çılgınca hareketler ve delice bakışlarla gösterir kendini; bü tün bunlar o insanın kendine değil, onun içine girmiş olan ru ­ha bağlanır; bu anorm al durum larda ağzından çıkan her şey, onun içine yerleşmiş, onun ağzından konuşan tanrının ya da ru ­hun sesi olarak kabul edilir. Örneğin, Sandwich A daları’nda, tanrıyı canlandıran kral, bilicinin yanıtlarını, sepetten yapılma bir kafes içindeki gizlenme yerinden bildirirdi. Fakat Pasifik’in güney adalarında, tanrı “ sık sık rahibin bedenine girerdi. T a n ­rıyla şişmiş gibi görünen rahip gönüllü bir temsilci olarak ey-

109

H in d u tanrıçası Kali; sa rk ık d iliy le bir insanka fa ta s ın d a n k a n içiyor. V ic to r ia a n d A lbert M u s e u m , l .o n d ra .

lemde bulunmayı ya da konuşmayı bırakır, bütünüyle doğaüstü bir gücün etkisi altında gibi hareket eder ve konuşurdu. Bu yön­den, Polinezyalıların ilkel bilicileri ile Eski Y unan’daki ünlü ulusların bilicileri arasında dikkati çeken bir benzerlik vardı. Tanrının rahibin bedenine girer girmez, rahip şiddetle tahrik olur, apaçık bir çılgınlık nöbetinin en yüksek noktasına t ırm a­nır, el ve ayak kasları kasılmaya başlar, bedeni şişer, çehresi korkunç bir hal alır, yüz hatları çarpılır, gözler vahşileşir ve anorm al bir görünüm alırdı. Bu durum da, onu ele geçiren ta n ­rının etkisi altında çırpınıyormuş gibi, ağzından köpükler saça­rak yerlerde yuvarlanır, acı çığlıklarla, şiddetli ve çoğu kez a n ­laşılmaz seslerle tanrının istencini açıklardı. O rada bulunan ve gizemler konusunda bilgili rahipler, bu şekilde alınan bilgileri halka iletirdi. Bilicinin yanıtı rahip tarafından dile getirilince şiddedi nöbet yavaş yavaş diner, nispi bir dinginlik gelirdi bede­ne. Fakat tanrının, bu iletişim kuru lduktan sonra hemen terk e t­mediği de olurdu rahibi. Bazen aynı taura, yani rahip iki ya da üç gün yakalandığı ruhun ya da tanrının etkisinde kalmayı sür­dürürdü; bir kolunun üzerine sarılmış, doğal ve tuhaf bir kumaş parçası esinlenmenin ya da bu kumaşı taşıyan kişinin içinde ta n ­rının bulunduğunun bir işaretiydi. Bu dönem içinde adam m davranışları tanrının hareketleri o larak kabul edilir, dolayısıyla söylediklerine ve davranışlarına büyük dikkat sarf edilirdi... JJruhia’da (ruhun esininde) iken, rahibin tanrı kadar kutsal ol­duğu kabul edilir, bu süre içinde atua, tanrı denirdi ona, fakat başka zam anlarda yalnızca taitra ya da rahip denirdi.”

Fakat bu tü r geçici esinlenme örnekleri dünyanın her ye­rinde öyle yaygm, etnoloji kitapları yoluyla öyle bilinen şeyler­dir ki, bu genel ilkenin örneklerini çoğaltm anın hiç gereği yok. Ama diğerlerinden daha az bilinen şeyler oldukları için iki özel esin yara tm a tarz ına bakm ak yararlı olabilir. Bu esin yaratm a yollarından biri, kesilen kurban ın kanını içmektir. A rgos’taki

111

E sk il y u n a n D e lfi b ilic is ine d a n ışm a . K eh a n e tte b u lu n a n bilic i k a d m üç a y a k lı seh p a s ın ın ü zer in e o tu r m u ş e lin d e b ir d e fn e da lı tu tu y o r . j . H . V a id a 'n ın tab lo s u , 1914 . U lusların

T a r ıh i'n d c n .

Apollon Diradiotes ta ­pınağında, ayda bir kez geceleyin bir koyun kurban edilirdi; iffet sı­n a v ın d an geçirilmiş olan bir kadm koyu­n un kanını ta d a rd ı , böylece tanrı ta ra f ın ­dan esinlendikten son­ra kehane tte bu lunur ya da gaipten haber ve­

rirdi. Achaia, Aegira’da Yeryüzü rahibesi kehanette bulunm ak için m ağaraya inmeden önce bir boğanın taze kanım içerdi. Ay­nı şekilde, güney H ind is tan ’da bir kuş yakalayıcılar ve dilenci­ler sınıfı olan K uruvikkaranlar arasm da, tanrıça Kali’nin rah i­bi ziyaret ettiğine, rahibinse, bir keçinin kesik gırtlağından akan kanı içtikten sonra kâhince yanıtlar verdiğine inanılır. Kuzey Celebes’te M inahassalı Alfoorlar şenliğinde, dom uz ö l­dürü ldük ten sonra, rahip öfkeyle ona doğru koşar, başını ö ldü ­rülmüş hayvanın vücuduna göm er ve kanını içer. D aha sonra sürüklenerek zorla hayvanın üzerinden alınır ve bir iskemleye o turtu lu r, bunun üzerine o yıl pirinç ü rününün nasıl olacağına değgin kehanetlerine başlar. H ayvanın bedenine ikinci kez k o ­şar ve yine kan içer; ikinci kez zorla iskemlesine o tu r tu lu r ve kehanetini sürdürür. Rahibin içinde, kehanet gücü olan bir ru ­hun bulunduğu düşünülür.

Geçici esinlenme yaratm anın burada sayacağım bir başka­sı, kutsal bir ağacın ya da bitkinin kullanılmasıdır. H indu- kuş’ta kutsal sedir ağacının ufak dallarıyla bir ateş yakılır; Da- inyal ya da kadm bilici, başına bir ö rtü örterek bedeni titrem e­lere tu tu lup da bilinçsiz bir biçimde yere düşünceye kadar ağır, keskin kokuyu ciğerlerine çeker. Az sonra ayağa ka lkar ve tiz

112

bir sesle şarkı söylemeye başlar, dinleyicileri de ona katılır ve yüksek sesle şarkıyı tekrarlar. A pollon’un bilici kadını da k eh a­nete başlam adan önce kutsal defne dalından yer, kokusunu içi­ne çekerdi. Bacchanallar sarmaşık yerdi, bazıları onların esinli taşkınlığının, bitkinin tahrik edici, sarhoş edici özelliklerinden geldiğine inanırdı. U ganda’da rahip, tanrısı ta ra fından esinlen­dirilmek için, bir p ipoyu delice, cinnet getiresiye kadar içer; k o ­nuşurken çıkardığı yüksek, heyecanlı seslerin, onun aracılığıy­la konuşan tanrın ın sesi o lduğuna inanılır. J av a ’nm kuzey sahi­li açıklarında bir ada olan M a d u ra ’da her ruhun belli bir m ed­yum u vardır ve bu çoğunlukla bir erkek değil, kadındır. Kadın, kendini ruhu almaya hazırlam ak için, başını bir buhurdanlığın üzerine tu ta rak tü tsü dum anların ı içine çeker. Yavaş yavaş, çığ­lıklar, yüz buruşturm aları ve şiddetli kasılmalarla birlikte bir tü r transa girer. R uhun onun vücuduna girdiği varsayılır o za­m an, sakinleşince söylediği şeyler kehanet sayılır, içine girmiş olan ruhun sözleridir bunlar, o sırada kendi ruhu geçici o larak kaybolm uştur.

Geçici o larak esinlenmiş o lan kişinin, yalnızca kutsal bilgi­yi değil, aynı zam anda, en azından bazen, kutsal gücü de ed in­diğine inanılır. K am boçya’da bir salgın hastalık ortaya çıktı­ğında, çeşitli köylerde o tu ran lar bir araya toplanır, başlarında bir bando takımı, yerel tanrın ın geçici bedenleşmesi için seçti­ğine inandıkları adam ı aram aya çıkarlar. Bulunca, adam , be­denleşme ayininin yapılacağı, tanrın ın sunağına getirilir. Bun­dan sonra o kişi arkadaşları için köyü bu belaya karşı ko rusun diye yalvardıkları bir tap ınm a nesnesi olur. M agnesia yakın ın­daki H ylae’de kutsal bir m ağarada du ran bir Apollo tasvirinin insanüstü bir güç verdiğine inanılırdı. O n u n esinlediği kutsal insanlar uçurum lardan atlar, koskoca ağaçları kökünden sö­ker, s ırtlarında en dar geçitlerden geçirirlerdi. Esinlenmiş der­vişlerin gösterdiği yiğitlikler de aynı sınıfa girmektedir.

113

Tanrıla r ı y a tış tırm a k iç in insan lar k u rb a n ed ilird i. P işm iş tu ğ la d a n

y a p ıla n , N ije ry a , I f e ’d e n b u h e yk e lin a ğ zın a tık a ç s o k u la r a k k u rb a n ed ilm iş

b ır m i b e tim le d iğ i sa n ılıyo r. Y ak laş ık o n ü ç ü n c ü yüzyı l. M u s e u m vör

V ö lk e rk u n d e , Ber lin.

Buraya kadar, doğayı denerieme yeteneğinin sınırlarını sezemeyen ya­banılın, kendisinde ve bü tün insan­larda, bizim bugün doğaüstü dem e­miz gereken bazı güçler hayal etti­ğini gördük. Ayrıca, bazı kimsele­rin bu genel doğaüstücülükten baş­ka, kutsal bir güç ta ra fından geçici o larak esinlendiğinin ve içine girmiş olan tanrın ın bilgi ve gücünü geçici o larak kullandığının varsayıldığmı gördük. Buna benzer inançlardan, bazı kimselerin bir kutsal ruh ta ra ­fından devamlı o larak tu tu lduğu, ya

da tarif edilemez bir başka yoldan, tanrılar arasında sayılacak ve dua, k u rban gibi saygı belirtilerini kabul edecek derecede yüksek doğaüstü güçlerle donatıldığı kanısına kolayca varılabi­lir. Bu insan-tanrılar bazen yalnızca doğaüstü ya da ruhsal iş­levlere bakar. Bazen de buna ek o larak çok büyük bir politik güç de kullanırlar. Bu durum da, tanrı olm anın yanında k ra ld ır­lar da; yönetimse teokrasidir. M arkiz ya da W ashington Ada- ları’nda, yaşarken tanrılaştırılmış bir sınıf insan vardı. Ele­m en tle r’'' üzerinde doğaüstü bir güçleri o lduğuna inanılırdı bunların; bol ürün sağlayabilirler, ya da toprağı kıraçlaştırabi- lirlerdi; hastalık ya da ölüm verebilirlerdi. Bunların öfkelerini yatıştırm ak için insanlar k u rban edilirdi. Sayıları çok değildi, her adada en çok bir iki tane olurdu. Gizemli bir inziva içinde yaşarlardı. Güçleri her zam an olm asa da bazen kalıtsaldı. Bir misyoner, kişisel gözlemlerine dayanarak bu insan-tanrılardan birini anlatmıştı. Bu tanrı, büyük bir evde bir hücrede yaşayan

Toprak, su, hava ve ateş, (ç.n.)

114

yaşlı bir erkekti. Evde bir tü r sunak vardı, evin tavan kirişlerin­de ve çevredeki ağaçlar üzerinde baş aşağı asılmış insan iskelet­leri vardı. Elücreye, tanrın ın hizmetine adanm ış kişilerden baş­kası giremezdi; ancak insan kurban la rın sunulduğu günlerde sı­radan kimseler de girebilirdi bu bölgeye. Bu insan-tanrı bü tün öteki tanrı la rdan daha çok k u rban alıyordu; genellikle evinin önünde kuru lm uş bir iskelede o tu rur , her defasında iki ya da üç insan k u rban isterdi. Bu kurban la r her zam an getirilirdi, çünkü saldığı ko rku çok büyüktü. A danın her ta ra fından ona başvurulur, her yerden sunular gönderilirdi. Yine, Güney D e­nizi A daları’nda, her adada tanrıyı temsil eden ya da kişileşti- ren bir adam bulunduğu söyleniyor. Bu adam lara tanrı denir­di, özleri tanrm m kiyle karışmıştı. İnsan-tanrı bazen kralın ken- disiydi; çoğu kez de bir rahip ya da ikinci dereceden bir kabile reisi olurdu.

Eski Mısırlılar, tapınm aların ı kediler, köpekler ve bunlara benzer küçük hayvanlarla sınırlı tu tm ak şöyle dursun, bunu özgürce insanlara kadar yaygm laştınrlardı. Bu insan-tanrılar- dan biri Anabis köyünde o tu ru r ve sunak larda yanmış k u rb a n ­lar sunu lurdu kendisine; bundan sonra Porphyrios’un an la ttı­ğına göre, bu tanrı, sanki sıradan bir ölüm lüym üş gibi yemeği­ni yerdi. Klasik eski zam anlarda Sicilyah filozof Empedokles, kendisinin yalnızca bir büyücü değil aynı zam anda tanrı o ldu ­ğunu ilan etmişti. Y urttaşlarına şiirle şöyle seslenirdi:

D ostlar, A grigentum kalesinin yeşil bayırlarına tırm anan

Bu büyük kentte, siz k i iyi şeyler yapan.Yabancılara sığınacak sakin ve güzel bir lim an sunan, Selam herkese! G ururla dolaşıyorum aranızda.Soylu alnım a ko yd u ğ u n u z çelenklerle,Çiçeklerle taçlandırılm ış, onurlu ben,

115

./ i .3H

i..

s«> > -

Bir ö lüm lü değilim artık, ö lüm süz bir ta m ıy ım şim di. N ereye gitsem , insanlar çeviriyor d ört yanım ı,

saygılarını sunuyorlar,Binlercesi peşim den gelip daha iyinin yo lunu öğrenm ek

istiyor.Kim ileri yalvaç sözleri bekliyor benden, k im i

ku rtu lm a k için dertlerinden Rahatlatıcı sözler işitm ek istiyor, k ıvranm am ak artık

acılar içinde.

Çömezlerine rüzgâr estirmeyi ve durdurm ayı, yağm ur yağ­dırmayı, gökyüzünde güneşi parla tm ayı, hastalıkları ve yaşlılı­ğı kovmayı, ölüleri ayağa kaldırmayı öğretebileceğini ileri sü rü ­yordu. Demetrios Poliorketes M Ö 3 0 7 ’de Atina demokrasisini yeniden kurduğunda , Atinalılar, ona ve babası A ntigonos’a -k i o sırada ikisi de haya ttayd ıla r- Kurtarıcı T anrılar adı altında, kutsal unvanlar vermişti. K urtarıcılara sunaklar kurulm uş, o n ­lara tapınm ayı yönetecek bir rahip atanmıştı. H alk , kurtarıc ı­larını ilahilerle ve danslarla, çelenklerle, buhurlarla ve sunu la­cak içkilerle karşılam aya çıkardı; caddelerin iki yanına dizilir, onun tek gerçek tanrı olduğunu, çünkü öteki tanrıların uyudu­ğunu ya da on lardan uzaklaştığım ya da düpedüz olmadığını dile getiren şarkılar söylerlerdi. Çağdaş bir şairin, halk önünde okunan , özel yerlerde şarkısı söylenen şiirinde söylendiği gibi:

N ijerya ,B erlin 'dem erca nk o ly e ta k m ah a k k ıya ln ızcab ü y ü kreislereta n ın ırd ı.

B ütün tanrıların en büyüğü ve en azizi G eldi kentim ize.D em eter’i ve D em etr io s’u b irlikte G etirdi felek.D em eter geldi B akire’nin saygın törenlerini yapm aya D em etrios ise neşeli, güzel ve güleç Bir tanrıya nasıl yaraşırsa.

117

B e n in o b a s ın ın ya da k ra lın ın sa ra y ın ın girişi, N ije rya . O r ta d a k i ku le , y ıla n la r ın kra lı, ve d en izler in

yö n e tic is i tanrı O lu k u ’n u n haberc isi o la n h ır p ito n u g ö s ter iy o r . M u s e u m vö r V ö lk e r k u n d e , Berlin.

A fr ik a 'd a n , b ü y ü c ü h e k im le rc e u y u tu lm u ş ve g ü v e n l ik için eve ta ş ın a n S o p o n o tap ın ıc ıları.

N e görkem li bir görünüm , bü tün dostları çevresini almış. O rtalarında o.Yıldızlara benziyorlar, o ise güneş.G üçlü P oseidon’un oğlu, A p h ro d ite ’in oğlu.H oş geldiniz!Ö tek i tanrılar uzak ta eğleniyor.Ya da kulakları tıkalı.B elki de um urlarında değiliz.A m a sen bizleri görüyorsunN e ağaçtan ne de taştan tanrılara, yalnızcaSana yakarıyoruz biz de.

Eski Almanlar kadm larm kutsal bir yanı olduğuna inanır, bunun için de biliciler gibi danışırlardı onlara. Söylendiğine gö­re, onların kutsal kadınları anaforlanan nehirlere bakarlar, sula­rın şırıltısını ya da kükreyişini dinlerler, gördüklerinden ve işit­tiklerinden gelecekte ne olacağını söylerlerdi. Eakat erkeklerin duyduğu saygı çoklukla daha da ileri giderdi ve kadınlara gerçek ve yaşayan tanrılar olarak tapınırlardı. Örneğin, Vespasian za­manında, Bructeri kabilesinden Veleda diye bir kadın tanrılığa

118

getirilir, bu sıfatla halkını yönetirdi ve buyruklarına her yerde saygı duyulurdu. Ren’in bir kolu olan Lippe Nehri üzerinde bir kulede otururdu. Köln halkı onunla bir anlaşma yapm ak istedi­ğinde, elçiler onun huzuruna kabul edilmezdi; konuşmalar, onun kutsal katının sözcüsü olarak hareket eden, onun kehanet sözle­rini halka bildiren bir rahip aracılığıyla yürütülürdü. Bu örnek yabanıl atalarımız için kutsallık ve krallık kavramlarının nasıl kolayca kaynaştığını gösteriyor. İçinde bulunduğum uz döneme kadar, Getaeler arasında hep, bir tanrıyı temsil eden ve halkın Tanrı dediği bir adam ın olduğundan söz ediliyor. Bu adam ku t­sal bir dağda o turur ve krala danışmanlık ederdi.

Erken dönem Portekizli tarihçi Dos Santos’a göre, bir gü ­neydoğu Afrika halkı olan Z im balar ya da M uzim balar, “ pu t­lara tapm az, herhangi bir tanrı tanımazlar, bir tanrı o larak bak ­tıkları, dünyanın en büyüğü ve en iyisi dedikleri krallarını u lu­lar, ona saygı gösterirler. Kral denen kişi, yalnızca kendisinin yeryüzünün tanrısı olduğunu söyler, bu nedenle de, onun iste­mediği zam an yağm ur yağarsa, ya da hava çok ısınırsa, kendi­sine itaat edilmediği için gökyüzüne oklar fırlatır.” Güney Afri­kalı ıVlashonalar piskoposlarına, bir zam anlar bir tanrıları o ldu ­ğunu, fakat Matabelelerin onu kovduğunu söylemişlerdi. “ Bu sonuncusu, bazı köylerdeki, tanrı dedikleri bir adam ı tu tm ak gi­bi garip bir âdete bir göndermeydi. Anlaşıldığına göre, kendisi­ne danışılan ve hediyeler verilen bir kişiydi bu. Eski zam anlarda M agondi adlı bir reisin köyünde böyle biri vardı. O nu k o rk u ­tup kaçırm am ak için, köyün yakınında ateş etmememiz istenir­di bizden.” Önceleri bu M ashona tanrısı, M atabele Kralına her yıl dört siyah öküz ve bir dans şeklinde bir haraç vermekle yü­kümlüydü. Bir misyoner, bu tanrının görevinin son bölüm ünü krallık kulübesi önünde nasıl yerine getirdiğini görmüştü. G ü­neş yanığı, kapkara tanrı, upuzun üç saat boyunca hiç ara ver­meksizin, tefin gürültüsü, kastanyetlerin şakırtısı ve tekdüze bir

119

R e n -B a k ire le r i o la ra k p eriler ya da sn perileri. A r th u r R ac k h a m '; / ! T h e R h in e

a n d V a lky r ie için yapt ığ ı i l lüs trasyon ,19 1 0 .

şarkının vızıltısı a ras ında çılgınca dans etmişti; bir terzi gibi bacakları üzerinde çömeliyor, bir dom uz gibi terliyor, kutsal bacaklarmın gücünü ve esnekliğini açıkça gösteren bir çe­viklikle sıçrayıp duruyordu.

O rta Afrikalı Bagandalar, kimi zam an bir erkeğin ya da kadının be­denine yerleşen bir Nyanza Gölü ta n ­rısına inanırlardı. Kral ve kabile reis­leri de dahil olm ak üzere herkes bu bedenleşmiş tanrıdan çok korkardı. Bu gizemli bedenleşme olduktan son­ra, adam , daha doğrusu tanrı gölün

kıyısından iki kilometre kadar uzağa gider ve kutsal görevlerine başlam adan önce yeni ayın çıkışına kadar o rada beklerdi. Hilal şeklindeki ay gökyüzünden belli belirsiz görülür görülmez, kral ve uyrukları bu kutsal adam ın buyruğuna girmiş olurdu; Luba- re (tanrı) dedikleri bu kişi yalnızca inanç ve tören konularında değil, savaş ve devlet politikası sorunlarında da en yüce güç d u ­rum undaydı. Kâhin olarak kendisine danışılırdı; bir sözüyle hastahk yaratabilir ya da hastalıkları iyileştirebilir, yağm uru durdurabilir , kıtlık yaratabilirdi. Kendisine danışıldığında b ü ­yük hediyeler verilirdi. Tanganika G ölü’nün batısında geniş bir bölge olan U rua’nın reisi, “ kendisinde kutsal onurlar ve güç vehmeder, günlerce yiyeceksiz yaşayabileceğini ileri sürer; aslın­da, tanrı o larak kendisinin yiyecek gereksiniminin üzerinde ol­duğunu, yalnızca kendisine zevk verdiği için yediğini, içtiğini, si­gara kullandığım söyler.” Gallalarda, bir kadın ev işlerinden bıktığında, anlaşılmaz bir şekilde konuşm aya, kendini aşırı bir biçimde küçültmeye başlar. Kutsal ruh Callo’nun ona geldiğinin bir belirtisidir bu. Kocası hemen onun ayaklarına kapanır ve

1 2 0

§İ3

■iv-' ■

m m m

m

* i

O r ta d o ğ u 'n u n d ö n e n d erv iş leri. B u İs la m m is tik le r i vec it h a lin d e d a n s ederd i. P ıca r t’m R elig io u s C ere n ıo n ie s 'in d e n .

ona tapm aya başlar; o zavallı eş unvanını terk eder, “T a n r ı” adını alır; ev işleri artık ona düşmez, istekleri kutsal yasadır.

Loango kralı, halkınca “ bir tanrıymış gibi onurlandırılır, tanrı anlam ına gelen Sambee ve Pango adı verilir kendisine. İs­tediğinde kendilerine yağm ur getirebileceğine inanılır onun; yılda bir kez, yağm ur istedikleri ay olan Aralık ayında, halk yağm ur göndermesini rica için gelir o n a .” O zam an, tah tında ayakta du rm ak ta olan tanrı gökyüzüne bir ok atar, bunun yağ­m ur getireceği varsayılır. M om basa kralı için de aynı şeyler söylenir. D aha birkaç yıl öncesine, İngiliz denizcilerinin ve b ah ­riyelilerinin kösnü silahları onun yeryüzündeki ruhani egem en­

l i !

H iu ilii tanrısı K r is h n a ’ya a it b ir H in t resm i

ligine son verinceye kadar, Benin kralı kendi bölgesinde baş tapınm a nesnesiydi. “ O nun tu ttuğu yer, K ato­lik A vrupa’da P apa’nm yerinden d a ­ha yüksektir; çünkü o yeryüzünde T a n n ’mn vekili değil, aynı zam anda kendisidir, uyrukları ona bu sıfatla boyun eğer ve tapar, ama bana kalır­sa ona tapm aları sevgiden değil, daha çok korkudan kaynak lan ır .” Iddah kralı, Nijer Seferinde İngiliz subayla­rına, “Tanrı beni kendi suretine göre yaptı; ben tıpkı T a n r ı’yım; ve beni kral o larak a ta d ı” demişti.

Çehresine doğuştan gelen zalim doğası yansımış, krallığı sü­resince cellatların düşm andan daha çok insan kurban ettiği, Ba- donsachen adlı kana susamış Burma im paratoru, kendisinin ölümlüden öre bir şey olduğuna, bu yüce farkın ona sayısız iyi­liklerinin bir ödülü olarak verildiğine inanırdı. Bunun için de kral unvanını terk etmiş, kendini tanrılaştırmayı amaçlamıştı. Bu amaçla, tanrı rütbesine ulaşmadan önce krallık sarayını ve hare­mini terk edip dünyadan elini eteğini çekmiş olan Buda’yı taklit ederek Badonsachen de kendi sarayından ayrılmış ve koskoca bir pagodaya, yıllardır yaptırmakta olduğu, im paratorluğun en bü­yük pagodasına yerleşmişti. Burada en bilgili keşişlerle toplantı­lar yapıyor, bu toplantılarda onları Buda yasasının geçerliliği için ayrılmış beş bin yılın artık geçtiğine, bu dönemden sonra a tan ­mış olan tanrının kendisi olduğuna, kendi yasasını koyarak eski yasanın ortadan kaldırılması gerektiğine inandırmaya çalışıyor­du. Fakat keşişlerin çoğu, onun bu büyük alçalışı karşısında, karşı çıkma cesaretini gösterdi; bu hayal kırıklığına, iktidar sev­dası ve yaşadığı zahit yaşamının kısıtlamalarının getirdiği sabır-

Tociaslı hir rahip .

T o d a s ,

g itn cy H in d is ta n 'd a

\ i l g i r i D a ğ la rı'n d a

ya şa ya n k ü ç ü k hir kab iled ir;

k e n d i tanrıları re

H in d u ön cesi H in t

k ü ltü r ü n d e n gelen h ir

k ü ltü r ü vardır.

R a h ip k u tsa l h ir y a b a n

c ıkü zü n ü n y a n ın d a

d u r u y o r ve d esen li hir

g iy s i g iy iyo r.

122

m

m

-■ .i"-

mi .....S'!

K raliçe V icto ria , bazı H in t m e zh e p le r in c e t jp ın ı ld ığ ı sö y le n e n k işiler a ra sın d a yd ı. O n d o k u z u n c u

\ 'üzyıi re ssam ı H e n rv C ^am porosto 'n un yapt ığ ı b ir jübile por tres i .

Sizlik da eklenince, gözü çabucak açı­larak hayali tanrılıktan vazgeçmiş, sa­rayına ve haremine çekilmişti yeniden. Siyam kralı “aynı şekilde kutsal bir ki­şi olarak ululanır. Uyruklarının onun yüzüne doğrudan bakm aması gerekir;o geçerken kendilerini yere atarlar, onun önünde yere diz çökerek ve dir­seklerini yere dayayarak dururlar .” O nun kutsal kişiliğine ve sıfatlarına ayrılmış özel bir dil vardır, onunla ko­nuşurken ya da ondan bahsederken herkesin bu dili kullanması gerekir. Siyamın yerlileri bile bu garip sözcük­leri öğrenmekte güçlük çeker. Kralın başındaki saçların, ayak tabanlarının,

bedeninden çıkan solukların, kişiliğinin, hem iç hem dış, bütün ayrıntılarının özel adları vardır. Yerken, içerken, uyurken ya da yürürken, hüküm darın bu eylemleri yerine getirdiğini gösteren özel bir sözcük vardır ve bu sözcükler başka hiç kimsenin eylem­leri için kullanılamaz. Siyam dilinde, kraldan daha yüksek ya da daha büyük bir saygınlıkta bir yaratığı betimleyebilecek bir söz­cük yoktur; misyonerler de T anrı’dan söz ederken kral için kul­lanılmakta olan yerli sözcüğü kullanmak zorundadırlar.

Fakat dünyada insan-tanrılarm H indistan kadar bol o ldu ­ğu bir başka ülke yoktur belki de; kutsal rahm et hiçbir yerde, k ra llardan sütçülere kad ar top lum un bü tün sınıfları üzerine bundan daha özgür bir biçimde yağmamıştır. Örneğin, Güney H ind is tan ’ın N ilghury Tepelerinde yaşayan çoban halk Toda- 1ar arasında sütçü dükkânı bir tap ınaktır , orayı işleten sütçü ise bir tanrı o larak tarif edilir. Bu kutsal sütçülerden biri, Todala- n n güneşi selamlayıp selamlamadıkları sorulunca şu yanıtı ver-

124

A z iz C ü lu ffilh i'm jı (M S 4 2 1 - ^ 9 - ) ç ö m ez le r i on a Isa 'n ın h ed en leşm ış ı o la ra k taparlard ı. S tephen RcidV;/ T h e M ig h ty / \n ;7 v 's in d e n i l lüs tra syon , L o n d r a , 1912 .

mişti: “ O zavallı insanlar yapar bunu, am a ben ,” eliyle göğsü­ne vurarak , “ ben tanrıyım! N e diye selamlayacakmışım güne­şi?” H erkes, ha tta kendi babası bile, sütçünün önünde yere a tar kendini, hiç kimse hiçbir isteğini reddetme cesaretini gös­teremez. Başka bir sütçünün dışında hiç kimse dokunam az ona; kendisine bir şey danışanlara bir tanrı sesiyle konuşarak kehanetlerde bulunur.

Dahası, H ind is tan ’da “ her krala, var olan bir tanrın ın kü-

125

Ç in 'd e L a h r u n g M a n a s t ır in d a T ib e tli B u d is t keşişler, l.hasa D a la y L a m a 's ın a , ya şa ya n ve ö ld ü ğ ü n d e b ir ç o c u k ta y e n id en d o ğ a n b ir tanrı g ö z ü y le bak ılır .

çük bir modeli o larak bakılır .” H indu Yasa kitabı M a n u daha da ileri giderek, “ bir bebek kral bile bir ö lüm lü olduğu düşün ­cesiyle küçümsenmemelidir; çünkü o insan şekline girmiş b ü ­yük bir kutsal kişidir.” Yıllar önce O rissa’da, yaşadığı sürece. Kraliçe V ik torya’ya tanrıları diye tap ınan bir mezhebin olduğu söyleniyor. Bugüne kadar H ind is tan ’da, kuvvetleriyle ya da yi­ğitlikleriyle veya sözde mucizevi güçleriyle d ikkati çeken bütün yaşayan kimseler tanrı o larak tapınılm a tehlikesi altındadır. Ö rneğin, Pencap’ta bir mezhep N ikkal Sen adını verdikleri bir tanrıya tapıyordu. Bu N ikkal Sen korkunç General Nichol- so n ’dan başkası değildi, ve general ne söylerse söylesin, ne ya ­parsa yapsın, ona tapm anla rın şevkini söndüremezdi. Onları ne k adar cezalandırırsa, tapınırken duydukları dinsel ko rku o kadar artıyordu. Benares’te, yakın zam anla rda ünlü bir tanrı,

126

Swamie Bhaskaranandaji Saraswati gibi çok ahenkli bir ad ta ­şıyan ve m erhum K ardinal M an n in g ’e inanılmaz derecede ben­zeyen, ondan da saf biri olan bir H indu beyefendisinin bedeni­ne girmişti. Gözleri sevecen insani duygularla parlıyor, kendi­sine inanan tapınıcılarm m verdiği kutsal onurdan m asum bir zevk alıyordu.

Batı H ind is tan ’da P oona’dan yaklaşık on beş kilometre uzaklıktaki küçük Chinchvad kasabasında bir aile yaşar; M ah- ra tta la rm çok büyük bir bölüm ü bu aileden her kuşakta bir k i­şinin fil başlı tanrı G u npu tty ’nin bedenleşmiş hali o lduğuna inanır. Bu ünlü tanrı ilk kez 1640 yılında M o o rab a Gosseyn adında bir Poona B rahm an’ının şahsında beden kazanmıştı; bu rahip, perhizle, çileyle ve duayla ruhunu kurtarm aya çalışıyor­du. Bu dindarlığı ödüllendirildi. Tanrı bir gece rahibin rüyası­na girmiş, kendisinin, yani G u n p u tty ’nin kutsal ruhunun bir bö lüm ünün hem onun hem de yedi kuşak öteye çocuklarının bedeninde yaşayacağını söylemişti. Bu kutsal vaat gerçekleşti. Babadan oğula devreden peş peşe yedi bedenleşmeyle, G u n ­pu tty ’nin ışığı karanlık dünyayı aydınlattı. Bu çizginin son tem ­silcisi, gözleri çok zayıf, hantal görünüşlü tanrı 1810 yılında ö l­dü. Fakat hak ika t davası öyle kutsal, kilisenin mal varlığının değeri öyle yüksekti ki, Brahm anlar, G un p u tty ’yi hiç tan ım a­mış bir dünyanın başa çıkabileceği bu tarifsiz kaybı soğukkan­lılıkla karşılayamadılar. Bu yüzden de, efendinin kutsal ru h u ­nun yeniden ortaya çıktığı bir kutsal kap aradılar ve buldular, böylece vahiy, o zam andan bu zam ana kadar, kesintisiz bir ar- dılhk içinde m utlu bir biçimde devam etti. Fakat dinler tarihi içinde işleyişini beğenmeyebileceğimiz am a değiştiremediğimiz, ruhani ekonom inin gizemli bir yasası, bu soysuzlaşmış günler­de tanrı-insanın gösterebileceği mucizelerin, geçmiş zam an la r­da onların ataların ın gösterdiği mucizelerle karşılaştırılam aya­cağını buyuruyordu: ayrıca bildiriliyordu ki, tanrı-insanın bu-

127

l Ä

B irço k H ır is tiya n m e zh e b i İ s a ’n ın her H ır is tiya n d a c isim leş tığ ın e inan ır . İsa Ç içek ten B ir H a çÜ zerinde ,H a r r yCla rke .

günkü inanan lara lütfettiği tek işaret, onun her yıl Chinch- vad ’daki yemekte ağırladığı kalabalık ların beslenmesi mucize­sidir.

B om bay’da ve orta H ind is tan ’da birçok temsilcisi olan bir H indu mezhebi, ruhan i liderlerinin, ya da kendilerinin deyişiy­le M a h a ra ja ’larm, tanrı K rişna’nm yeryüzündeki temsilcileri ya da gerçek bedenleşmiş biçimleri o lduğunu ileri sürer. Krişna ise yeryüzündeki ardıllarının ve rahiplerinin gereksinimlerini sağ­lam ak için cennetten yeryüzüne öyle sevecenlikle baktıkça, kendin i-adam a adı verilen özel bir ritüel kuru lm uştur. Bu yol­la onun inançlı tap ınanları bedenlerini, ruhlarını, belki bundan da önemli olarak, dünyevi varlıklarını onun tapılası bedenleş- melerine feda ederler; kadınlara , kendileri ve aileleri için en y ü ­ce mutluluğa, kendilerini kutsal doğanın gizemli bir biçimde gerçek insan şekliyle, hatta insani arzularla birlikte yaşadığı varlıkların kollarına teslim etmekle ulaşacakları öğretilir.

Hıristiyanlık, bu talihsiz yanılgıların lekesinden her zam an kurtaram am ıştır kendini; gerçekten de, onun büyük Kurucu- su’nunkine eşit ha tta onu aşan bir ilahilik savında bulunan ken­dini bilmezlerin saçmalıklarıyla çoğu kez kirletilmiştir. İkinci yüzyılda, Frigyalı M ontanus , Baba Tanrı, Oğul Tanrı ve Kutsal Ruh Tanrıyı kişiliğinde birleştiren Teslis’in kendisinde bedenleş- tiğini ileri sürüyordu. Akli dengesi bozuk bir kişinin bu aş ın sa­vı, tek olay da değildir. Ta eski zam anlardan bugüne kadar bir­çok mezhep İsa’nın, hatta Tanrının, erginlenen her Hıristiyanın bedeninde olduğuna inanm akta ve bu inancı birbirlerine ta p a ­rak mantıksal sonucuna taşımaktadır. Tertullianus, bunun ikin­ci yüzyılda K artaca’da Hıristiyan arkadaşları tarafından yapıl­dığını kaydediyor; Aziz C o lum ba’nm müritleri İsa’nın bedenleş- mesi o larak ona tapınırdı; sekizinci yüzyılda T oledo’lu Elipan- do, İsa’dan “ tanrılar içinde bir ta n r ı” o larak söz ediyordu, yani inananların hepsi İsa’nın kendisi kadar gerçek birer tanrıydı.

129

M ısır kra lla rıyaşarL irkcfîtanrılaştırılır:o n la r ı ra şa ifison ra sın ah a z ır la m a kıçın g ö r k e m lig ö m m etö ren ler iyap ılırd ı.H ırarun I.P sıısennes 'inh u (>iin)it ik e n im a sk ın ın ıçı lac iver t taş ile si\al? ve b eya z cam la sü slü d ü r . M ıs ı r Ulusal M üzes i , Kahire .

Birbirine tapm a, Albigense- 1er arasm da sık rastlanan bir şeydi; bunun ondördi.in- cü yüzyıl baş la rm da T oulo- Suse’daki Engizisyon kayıtlarında yüzlerce örneği vardır.

O nüçüncü yüzyılda. Özgür Ruhun Kardeşleri adlı bir mezhep çıktı ortaya; her­hangi bir kişinin uzun ve sabırlı bir tefekkür yoluyla kaçınılmaz bir biçimde tanrıyla birle­şebileceğini ve her şeyin kaynağı ve temeliyle bir araya gelebileceğini, böylece Tanrı katına yükselmiş ve onun kutsayıcı özü içine alınmış, gerçekten de Tanrının parçası olmuş olan kişi­nin İsa ile aynı an lam da ve aynı biçimde Tanrının Oğlu olduğunu; bu yolla insani ve kutsal bü tün yasaların engellerine karşı bir bağışıklık kazandıklarını ileri sürüyordu. İçlerinde, bu sevinç verici inançla kendilerinden geçmiş, ama dış görünüşleri ve davranışlarıyla iğrenç bir çılgın ya da deli havası veren bu mezhe­bin üyeleri, en garip giysilere bürünüp, vahşi çığlıklar ve naralar atıp sadaka di­lenerek, her türlü namuslu çalışmayı veişi kutsal tefekküre ve ruhun ruhların Babasına yükselmesine bir engel o larak görüp nefretle reddederek oradan oraya başıboş dolaşır dururlardı. Bütün bu gezintilerde en yakın teklifsizlik içinde birlikte yaşadıkları kadınlar da peşlerinden gelirdi. Bun­lardan, daha yüksek ruhani yaşamda en büyük ilerlemeyi yap­tıklarını kavramış olanlar, iffet ve nam usa, tenin boyunduruğu altında ezilmiş, kutsal ruhla birlikteliğe, onun merkezine ve kay­

ac.c>

Ç alılığa y a ka la n m ış k o ç . B e lk i de b ir l?ereket s im g es i o lan , a ltın d a n ve d eğerli ta ş la rdan y a p ılm ış hır su n u a ya klığ ı. I rak , U r 'd a yak laş ık MC) 2 6 0 0 y ıl ından Kra l iyer M ez a r l ığ ın d a b u lunm ui j ru r , Bricish M u s e u m , L o n d r a .

131

nağına henüz yükselememiş bir ruhun özelhkleri olan içten çü­rüm enin belirtileri gözüyle bakarak toplantılarm da hiçbir giysi giymezlerdi. Engizisyon mahkemesi bazen onlarm bu mistik bir­likteliğe doğru ilerlemelerini hızlandırır, yalnızca apaçık bir h u ­zurla değil, aynı zam anda büyük bir sevinç ve neşe duygusuyla alevler içinde yanmalarını sağlardı.

1830 yılında, Amerikan Birligi’nin Kentucky’ye komşu eya­letlerinden birinde. Tanrının Oğlu, insanlığın Kurtarıcısı o ldu­ğunu, kâfirlere, inanm ayanlara ve günahkârlara görevlerini an ım satm ak için yeryüzüne döndüğünü ileri süren bir do landı­rıcı çıktı ortaya. Belli bir süre içinde hal ve gidişlerini düzeltmez­lerse, bir işaret vereceğini ve dünyanın bir anda harabeye döne­ceğini söylüyordu. Bu abartılı iddialar, top lum da varlıklı ve yüksek konum daki kişilerce bile saygıyla karşılandı. Sonunda, bir Alman bu yeni M esih’e bu korkunç felaketi kendi memleket­lilerine Alman dilinde bildirmesini rica etti ezile büzüle; onlar İngilizce bilmiyorlardı, sırf bu yüzden lanete uğramaları yazık olurdu. Sözde kurtarıcı buna yanıt olarak büyük bir dürüstlük­le Almanca bilmediğini itiraf etti. “N e !” diye sertçe cevap verdi Alman, “ sen. Tanrının Oğlu olacaksın da bü tün dilleri konuş­mayacaksın, Almanca bile bilmeyeceksin? H adi, hadi, düzen­bazsın sen, ikiyüzlü, delinin tekisin. Senin yerin t ım arhane .” Et- raftakiler gülmeye başladılar, safdilliklerinden utanıp uzaklaştı­lar oradan.

Bazen, tanrının bedenleştiği insanın ölüm ünde, kutsal ruh bir başka adam a geçer. Budist T atarla r çok sayıda yaşayan Bu­da olduğuna inanırlar, bunlar en önemli m anastırların başında bulunan Büyük Lam a’lardır. Bu büyük L am a’lardan biri ö ldü­ğünde müritleri üzüntü duymaz, çünkü onun bir bebek şeklin­de doğarak yeniden görüneceğini bilirler. Tek endişeleri onun nerede doğduğunun bulunmasıdır. O sırada bir gökkuşağı gö­rürlerse bunu ölmüş olan Lam a’nın kendilerine beşiğinin bu lun­

132

P eru A n d la n n d a E sk i İn k a K e n ti M a c h u p ıc c h u . İn ka la r k en d ile r in in , ta p ım la r ım n o d a ğ ı o la n g ü n eşin to ru n la r ı o ld u k la r ın a inan ırla rd ı.

duğu yeri göstermek için gönderd iğ i bir işaret o la rak kabul ederler. Bazen kutsal çocuğun kendisi açık­lar kimliğini. “Büyük L am a’yım ben ,” der,“ filan tapınağın yaşa­yan Buda’sı. Beni eski m anastırım a götürün.Ben oranın ölümsüz başıyım.” Buda’nm doğum yeri nasıl o r ta ­ya çıkarsa çıksın, ister Buda’nm kendi beyanıyla ister gökteki işaretle, çadırlar sökülür, genellikle kralın ya da kral ailesinden ünlü birinin önderliğindeki hacılar, çocuk tanrıyı bulm ak ve yurduna getirmek için sevinç içinde yola çıkarlar. Büyük Lama, genellikle kutsal top rak olan T ibet’te doğar ve kervan, tanrıya ulaşm ak için en korkunç çölleri aşm ak zorunda kalır. Sonunda çocuğu bulduklarında kendilerini yere atıp ona tapınırlar. Ama aranan Büyük Lam a olarak tan ınm adan önce kimliğini kanıtla­ması istenir ondan. Başı olduğunu söylediği manastırın adı, ne kadar uzaklıkta olduğu, içinde kaç keşiş yaşadığı sorulur; aynı zam anda, ölmüş olan Büyük L am a’nın ahşkanlıklarını, nasıl ö l­düğünü anlatması istenir. Dua kitapları, çaydanhklar, fincanlar gibi çeşitli şeyler konur önüne, daha önceki yaşamında kullan­dığı eşyaları işaret etmesi gerekir. Bunları hiç yanlışsız yaparsa iddiaları kabul edilir ve zafer alayıyla m anastıra götürülür. Bü­tün L am a’larm başında, T ibet’in R o m a’sı olan Lhasa’nm Dalay L am a’sı bulunur. Yaşayan tanrı gözüyle bakılır ona; ölümü h a ­linde kutsal ve ölümsüz ruhu bir çocukta yeniden dünyaya ge­lir. Bazı anlatılara göre Dalay L am a’nm bulunuşu da biraz ö n ­ce anlatılan sıradan bir Büyük L am a’nm bulunuşuna benzer. Başka öykülerde, altın bir kavanozdan kura çekmekten söz edi-

133

liyor. Nerede doğmuşsa, ağaçlar ve bitkiler yeşil yapraklar ve­rir; bir sözüyle çiçekler açar, pm arlarm sulan yükselir; varlığı, kutsal nimetler yağdırır dünyaya.

Fakat bu bölgelerde, tanrı diye ortaya çıkan tek adam o değildir. Pekin’deki Li fan yu a n ’da ya da Sömürgeler Idare- si’nde Çin im paratorluğundaki bedenleşmiş bütün tanrıların bir kaydı vardır. Bu şekilde izin almış tanrıların sayısı 160’tır.Bunlardan o tuzunu çıkarmış olan Tibet kutsanm ış bir yerdir, kuzey M oğolistan on dokuzla sevinçlidir, güney M oğolis tan’sa en az elli yedi tanrının güneş ışığının tadını çıkarır. Çin h ü k ü ­meti, uyruklarının refahı için endişelenen bir baba tavrıyla, lis­tedeki tanrıların T ibet’ten başka yerde yeniden doğmasını ya­saklar. Bir tanrının M oğolis tan’da doğmasını M oğolların uyu­yan vatanseverliklerini ve savaşçı ruhlarını uyandırarak ciddi politik sonuçlara yol açacağından, kral soyundan gelen hırslı bir tanrının etrafında toplanıp, kendilerine kılıç hakkıyla yal­nızca ruhani değil aynı zam anda cismani bir krallık k u rm ala­rından korkarlar. Fakat bu kamusal ya da izinli tanrıların ya­nında çok sayıda küçük özel tanrı ya da izinsiz tanrılık yapan ­lar vardır. Bunlar köşelerde bucaklarda mucizeler gösterir, halklarını kutsarlar; son yıllarda Çin hüküm eti T ibet dışında ufak tefek işlere bakan bu tanrıların doğmasına göz yum m ak­tadır. Bununla birlikte, doğuşlarından itibaren gözünü bu ta n ­rıların ve onların usule uygun uygulayıcılarının üzerinden ayır­m am akta ve herhangi birinin yanlış davranışını görürse hemen azletmekte, uzak m anastırlara gönderm ekte ve yeniden ete ke­miğe bürünüp dogm alarını yasaklam aktadır.

Yabanıl toplum larda kralın işgal ettiği dinsel konum üzeri- ^ne araştırm am ızdan, Mısır, M eksika ve Peru gibi büyük tarihsel AmUanmla,, im paratorlukların hüküm darların ın ileri sürdüğü kutsal ve do- KnıUrniit-n ğaüstü bir güce sahip olma savının, şişirilmiş kibirliliğin bir so-

K îzıldcrililcri- nın Gi'ınc^

nucu ya da boş bir yaltaklanıcı övgü ifadesi olmadığını çıkara- LuianUr.

34

B ir o n y c d in c i y i iz y d h iiy iicüsii; s ih irli h ir Liynayhı F a u s t'u n p o r tre s in i ç iz iyo r

b e lk i de. R e m b r a n d r ' r a n b ir m ade n i l evhaya o y m a , yak laş ık 1650, British

M u s e u m , L ondra .

biliriz; eski yabanıl toplum ların kra l­larını tanrılaştırmalarının bir devamı ve uzantısından başka bir şey değildi bu. Örneğin, Güneşin çocukları o la­rak Perulu İnkalara tanrı gibi saygı duyulurdu; yanlış bir şey yapam azdı onlar, hiç kimse hüküm darın ya da kral soyundan herhangi birinin şahsı­na, onuruna ya da malına karşı suç iş­lemeyi hayal edemezdi. Dolayısıyla da, İnkalar, çoğu kimse gibi, hastalı­ğa bir kötülük gözüyle bakmazdı. Bu­nu kendilerini yanına, cennete çağı­ran Güneş babalarından gönderilmiş bir haberci olarak kabul ederlerdi. Bu yüzden de, bir Inka’nın yaklaşan so­nunu bildirdiği sözler şunlar olurdu:

“ Babam gidip kendisiyle o turm aya çağırıyor beni.” İyileşmek için kurban sunarak babalarının isteğine karşı çıkmazlar, kendi­lerini dinlenmeye çağırdığını söylerlerdi açık açık. Bunaltıcı va­dilerden Kolombiya A ndlannın yüksek yaylalarına çıkan İspan­yol fatihleri, aşağıda boğucu cangıllarda bıraktıkları yabanıl gö ­çebe aşiretlerin aksine, tarımla uğraşan, H u m b o ld t’un Tibet ve Japon teokrasilerine benzettiği bir idare altında, oldukça yüksek bir uygarlık içinde yaşayan bir halk bulunca şaşırdılar. Bunlar, başkentleri Bogota ve Tunja olan, fakat görünüşte Sogapozo ya da Iraca yüksek piskoposluğuna dinsel bağlılıkla birleşmiş iki krallığa bölünm üş olan Çibçalarla M uiscalar ya da M ozkalar- dı. Bu manevi yönetici uzun ve çileli bir çıraklık dönem inden sonra suların ve yağm urun kendisine baş eğdiği, hava koşulları­nın isteklerine bağlı olduğu bir kutsallığı elde etmişti. Meksika kralları tah ta çıkarken, güneşi parlak tu tacaklarına, bulutlar­

136

“K a rn a k K o n a ğ t'n d a k u tsa l b a ltk ç ılla rm b e s le n m e s i" , E.J. P o y n r e r ’in b ir r e s m in d e n J o u b e r t t a r a f m d a n yap ı lm ış b ir o y m a , I 874.

dan yağm ur yağdıracaklarma, nehir­leri akıtacaklarm a ve toprağa bol ürün verdirteceklerine yemin ederdi.Söylendiğine göre, halkı M ek s i­k a ’nın son kralı M on tezum a’ya bir tanrı o larak tapardı.

I. Sargon’dan dördüncü Ur h a ­nedanına ya da sonrasına kadar eski Babil kralları yaşamları süresince tan rı o ldukların ı ileri sürerlerdi.Özellikle dördüncü Ur hanedanının hüküm darların ın kendi adlarına ya­pılmış tapınakları vardı; çeşitH tapı­naklara heykellerini koymuşlar ve halka bu heykellere ku rban vermele­rini emretmişlerdi; sekizinci ay özel­likle krallara adanmıştı, yeni ayda veher ayın on beşinde onlara kurbanlar sunulurdu. Arsak haneda­nından gelen Parth hüküm darları da kendilerine güneşin ve ayın kardeşleri adını vermişlerdi; tanrı olarak tapıhrdı bunlara. Bir tartışm ada Arsak hanedanının sıradan bir üyesine vurm ak bile büyük bir saygısızlık kabul edilirdi.

Mısır kralları yaşamları boyunca tanrılaştırılır, kendilerine kurban la r adanır, özel tapm aklarda , özel rahipler yönetiminde tapımlırdı bunlara . Aslında, krallara tap ınm a bazen tanrılara tapınm ayı gölgelemiştir. Ö rneğin M erenra saltanatında, y ük ­sek rütbeli bir görevli, kralın, yani ölümsüz M eren ra ’nm ru h ­larına “ bütün tanrı la rdan ç o k ” dua edilebilmesi için birçok kutsal yer yaptırmış o lduğunu açıklamıştır. “ Kralın gerçek k u t­sallık savından hiçbir zam an kuşkulanılm am ıştır; ‘Büyük tan- r ı’ydı o, ‘altın H o ru s ’tu ve R a ’nm oğluydu. Yalnızca Mısır üze­rinde değil, ‘bü tün top rak la r ve u luslar’ üzerinde, ‘enine ve b o ­

137

yuna, doğuya ve batıya bütün dün y a’da, ‘büyük güneş çevresi­nin bü tün s ın ırlarında’, ‘gökte ve içindeki her şeyde, yerde ve üzerindeki her şeyde’ yetke istiyordu; ‘iki ya da dört ayak üze­rinde yürüyen her yaratık, uçan ya da suda yüzen her şey, b ü ­tün dünya ürünlerini ona sunsun’ istiyordu. Aslında Güneş- krala atfedilen her şey kesinlikle M ısır Kralına da aitti. U nvan­ları doğrudan Güneş-tanrınınkilerden gelmekteydi.” Söylendi­ğine göre “ Mısır kralı, varolduğu sürece. Mısırlıların kendileri için tasarladıkları olası kutsallık kavram ların ın hepsini tüke t­mişti. D oğum u ve krallık görevi dolayısıyla insanüstü bir tanrı olan kral, ö lüm ünden sonra da tannlaştırılırdı. Böylece, kutsal diye bilinen ne varsa onda toplanm ıştı.”

En yüksek biçimine, en mutlak ifadesine Peru ve Mısır hü ­kümdarlıklarında ulaşmış olan kutsal kralların evrimi taslağımı­zı -çünkü bir taslaktan başka bir şey değil b u - tamamlamış bu­lunuyoruz. Tarihsel olarak, bu kurum kam u büyücüleri ya da büyücü hekimler düzeninden kaynaklanmış gibi görünüyor; mantıksal olarak da, fikirlerin çağrışımından yanlış bir tüm den­gelime dayanıyor, insanlar kendi fikirlerinin düzenini doğanın düzeni sanmış, böylece fikirleri üzerinde sahip oldukları ya da sa­hipmiş gibi göründükleri denetimin kendilerine şeyler üzerinde buna eş bir denetim kullanma gücü sağladığını hayal etmişlerdi. Şu ya da bu nedenle, doğal yanlarının güçlülüğü ya da zayıflığı yüzünden bu büyü gücüne yüksek derecede sahip oldukları var­sayılan insanlar giderek kendi yoldaşlarından aynln-ıışlar ve insa­noğlunun siyasal, dinsel ve düşünsel evriminde çok uzak erimli bir etki kullanmaya yazgılı ayrı bir sınıf olmuşlardır. Bildiğimiz gibi, toplumsal ilerleme, temelde, işlevlerin devamlı farklılaşma­sını, ya da daha basit bir dille söylersek, bir işbölümünü taşım ak­tadır içinde, ilkel toplumda herkes tarafından aynı şekilde ve her­kes tarafından eşit derecede kötü ya da yaklaşık olarak öyle ya­pılan iş, giderek farklı işçi sınıfları arasında bölüştürülür ve git­

138

tikçe daha kusursuz biçimde yerine getirilir; bu uzmanlaşmış emeğin maddi olan ya da olmayan ürünleri herkes ta rahndan bö- lüşüldüğü sürece, bütün topluluk bu artan uzmanlaşmadan ya­rarlanır. Şimdi büyücülerin ya da büyücü hekimlerin toplumun evriminde en eski yapay ya da mesleki sınıfı oluşturduğu görülü­yor. Çünkü büyücüler bilebildiğimiz her yabanıl kabilede bulun­maktadır; Avustralya aborijinleri gibi en basit halklar arasında, var olan tek profesyonel sınıftır onlar. Zam an ilerledikçe ve fark­lılaşma süreci devam ettikçe, büyücü hekim düzeni, hastahk İyi­leştirenler, yağmur yağdıranlar, vb. sınıflara bölünür; düzenin en güçlü üyesi başkanlık konum unu kazanır ve giderek kutsal bir krala dönüşürken, onun eski büyüsel işlevleri giderek daha geri­lere düşerek rahiplik görevleriyle ya da kutsal görevlerle değişti­rilir; büyü de din tarafından nispeten bir kenara itilir. D aha da sonra, krallığın sivil ve dinsel yanı arasında bir ayrılma olur, d ün ­yevi iktidar bir insana, ruhani iktidar da bir başkasına teslim edi­lir. Bu arada, dinin üstün gelmesiyle bastırılabilen fakat kökü ka- zınamayan büyücüler, kendilerini yeni kurban ve dua törenlerin- dense, eski gizli sanatlarına verirler; zamanla, içlerinden daha ze­ki olanlar büyünün yanlışlığını kavrar ve doğa güçlerini insanın iyiliği için kullanmanın daha etkin yollarını keşfeder; kısaca, bi­lim adına büyücülüğü terk ederler. Gelişme sürecinin her yerde kesinlikle bu çizgiyi izlediğini söylüyor değilim; farklı toplum lar­da hiç kuşkusuz büyük ölçüde değişiktir bu. Ben, genel eğilimin görebildiğim kadarını en dış çizgileriyle göstermek istiyorum sa­dece. Sınai bakış açısıyla, evrim, işlevlerin benzerliğinden çeşitli­liğine; siyasal bakış açısıyla da demokrasiden despotizme doğru olmuştur. Bu araştırmada biz, monarşinin daha sonraki tarihiy­le, özellikle de despotizmin çöküşü ve yerini insanlığın daha yük­sek gereksinimlerine daha iyi uyum gösteren hüküm et şekilleri­nin almasıyla ilgilenmiyoruz: bizim temamız, büyük ve kendi d ö ­neminde faydalı bir kurum un çöküşü değil, gelişmesidir.

139

’*4. -id

r y

D a p h n e ve A p o llo n ,N y m p h a ’y i b u n d a n sonra k e n d i a d ım ta ş ıya ca k o lan b ir ağaca d ö n ü ş m e a n ın d a g ö s tere n A n to n io P o l l a iu o lo 'n u n ta b lo s u , 147 0 -8 0 . Ulusal Gale r i, L o n d r a .

Altıncı Bölüm

A ğ a c a T a p i n m a

T ö to nn ı t l o l o j i s i n i n k u ts a l iigacı In ııcn sttl, bu rada b ir in sa n o larak te m s d ed iliyor, fa k a t çoğu k e z hir ağaç gö i'd e s i şek lin i alır.P. L a c ro ix 'n m O t a v c i ğ d a

 d c t l f r . Ö r f le r ve ( j i \ i m adlı \ a p ın n d a n . 1 8 7 6 ,

A vrupa’daki Ari ırkın dinsel tarihinde ağaçlara tap ınm a önemli hir rol oynamıştır. Bundan daha doğal bir şey de o la­mazdı. Ç ünkü tarihin başlangıcında Avrupa uçsuz bucaksız doğal orm anlarla kaplıydı; bunların içinde araya dağılmış olan açıklıklar bir yeşil okyanus içindeki adacıklar gibi görünüyor olmalıydı o zam anlar. Çağımızdan önceki birinci yüzyıla kadar Hercynia orm anı Ren N ehri’nden doğuya doğru uçsuz bucak­sız, adı bilinmeyen bir alanda uzanırdı. Sezar’m sorguladığı Al­m anlar bu o rm anın içinde iki yıl yol almışlardı da hâlâ sonuna varam amışlardı. Bundan dört yüzyıl sonra İm para to r Julian zi­yaret etmişti buraları, orm anın ıssızlığı, karanlığı, sessizliği onun duyarlı yaradılışı üzerinde derin bir etki bırakmış gibi gö ­rünüyor. Rom a im parato rluğunda buna benzer bir şey görm e­diğini söylemişti. Bizim ülkemizdeyse Kent, Surrey ve Sussex orm anları bir zam anlar adanın güneydoğu bö lüm ünün tü m ü ­nü kaplayan büyük Anderida orm anının kalıntılarıdır. G ö rü ­nüşe göre, ITampshire’dan D evon’a kadar uzanan bir başka o r ­manla birleşmek üzere batıya doğru devam ediyordu. li. H enry ’nin saltanatı sırasında Londra halkı, şimdi L o n d ra ’nın bir parçası olan H am pshire o rm anında hâlâ yabanöküzü ve dom uz avlıyordu. H atta daha sonraki P lantagenet’ler yöneti­minde krallık orm anların ın sayısı altmış sekizi buluyordu. A r­den orm anlarında ta m odern çağlara kadar, bir sincabın ner­deyse bü tün W arw ickshire boyunca ağaçtan ağaca sıçrayarak gidebileceği söylenirdi. Po Vadisi’nde tarihöncesi köylerin k a ­zıyla ortaya çıkarılması Kuzey İtalya’nın, Rom anın yükselişin­

143

K u tsa l ö k se o îu y la b ir D ru id rahibesi. H a rp er 's M o n th ly M a g a z in e 'â cn a lm m a bir o y m a , 1885.

den belki de k u ru lu şun ­dan önce karaağaç, kes­tane, özellikle de meşe orm anlarıyla kaplı o ldu ­ğunu göstermiştir. Tarih bu k o n u d a arkeolo jiy i doğruluyor; çünkü k la­sik yazarlar birçok yerde bugün o r tad an kaybol­muş olan İtalya o rm an la ­

rından söz ediyor. Çağımızdan dört yüzyıl öncesine kadar R o ­m a, orta E tru ria ’dan, Livy’nm Almanya orm anlarına benzetti­ği görkemli Cimini orm anıyla ikiye ayrılmıştı. Romalı tarihçi­ye güvenebilirsek, onun geçit vermeyen ıssızlığına hiçbir tüccar girememişti; ve bir Romalı generalin, onun bilinmezliğini açm- sam ak üzere iki keşif kolu gönderdikten sonra o rdusunu o rm a ­nın içine sürmesi çok büyük bir cesaret olayı sayılmıştı o za­manlar: o rm anla kaplı dağların sırtlarına çıkınca aşağıda ayak­lar altına serilen zengin Etruria O vası’m tepeden seyretmişti. Y unan is tan ’da o güzelim çam, meşe ve başka ağaçların o luş tu r­duğu orm anlar yüksek Arkadia dağlarının bayırlarında hâlâ d u rm ak ta , L ad o n ’un kutsal A lpheus’a katılm ak üzere aceleyle içinden geçtiği derin vadiyi yeşiliyle hâlâ süslemekte, daha bir­kaç yıl öncesine kadar, yapayalnız Pheneus G ö lü ’nün koyu m a­vi sularında hâlâ yansım aktaydı; fakat bunlar eskil çağlarda geniş alanları kaplayan, belki daha da uzak bir dönem de Yu­nan yarım adasında bir denizden ötekine uzanan orm anların parçalarıdır sadece.

G rimm , Germen dilinde ‘ta p ın ak ’ anlam ına gelen sözcük­lerinin çözümlemesini yaparak . A lm anlar arasında en eski ta ­p ınm a yerlerinin doğal o rm anlar olması olasılığını gösterm iş­tir. Bu doğru olabilirse de, ağaca tap ınm anın Ari kökünden ge­

144

V tk ın g m ito lo jis in d e n D ü n y a A ğ a c ım y iy en b ir g e y ik . N o rv e ç , U rn e s ’de bir k il is eden o y m a .

len bü tün büyük Avrupa aileleri a ra ­sında geçerli o lduğu iyi bilinmekte­dir. Kekler arasında, Druidlerin m e­şe ağacına taptığı herkesçe bilinen bir şeydir; onların tap ınak karşılığı eski sözcükleri, Latince nem us söz­cüğüyle köken ve anlam bak ım ın­dan aynı gibi görünm ektedir; bir k o ­ru ya da o rm an alanındaki bir açık­lık an lam ına gelen bu sözcük İtal­y a ’da N em i’nin adında hâlâ yaşıyor.Kutsal koru lar A lm anlar arasında yaygındı, ağaca tap ınm a ise onlarmgünüm üzdeki ardılları arasında o r tadan kalkmış değildir. Eski günlerde ağaca tap ınm anın ne kadar ciddi bir şey olduğu, eski Alman yasalarının dim dik duran bir ağacın kabuğunu soym a­ya cüret edenlere verdiği cezanın şiddetinden de anlaşılabilir. Suçlunun göbeği kesilerek çıkartılır ve ağacın soyduğu kısmına çivilenirdi; daha sonra suçlu bağırsakları ağacın gövdesine d o ­lanana kad ar ağaç çevresinde dolaştırıhrdı. Cezanın amacının, ölmüş ağaç kabuğunun yerine suçludan alınmış yaşayan bir şe­yin konm ası o lduğu apaçık; yaşam a karşı yaşam, bir ağacın ya­şamına karşılık bir insanın yaşamı. İsveç’in eski dini başkenti U ppsa la’da, içindeki her ağacın kutsal sayıldığı bir ko ru vardı. Putperest Slavlar ağaçlara ve koru lara tapardı. Litvanyahlar ondö rdüncü yüzyılın sonlarına kadar Hıristiyanlığa geçmemiş­lerdi, bu tarihlerdeyse ağaçlara tap ınm a yaygm bir şeydi on la r­da. Bazıları olağanüstü meşe ağaçlarına ve kehanetler aldıkları başka büyük gölge veren ağaçlara saygı duyarlardı. Bazıları köylerinin ya da evlerinin çevresinde bir sürgünün bile koparıl­masının günah olduğu kutsal ko ru lar yetiştirirlerdi. Böyle bir ko ruda bir dal kesen kişinin ya aniden öleceğini ya da bir k o ­

145

(¡û } iû 'd û k i bu LİZİZ m cZiirı R ın t i kcihiicsi>ıdc>7 A n o m a b id u O m a u b c 'y e ve

d d c sin c d ittir . K rdîift <")lii>7iiinde, ıske n d e si, k ö k e n i ve tin se l g ü c ü n ü n kjy)iLiğı oL ın ağaç k ö k ü n e b ırakılır.

lunun veya bacağının sakat kalacağı­nı düşünürlerdi. Eski Y unan ’da ve İtalya’da ağaca tap ınm anın yaygınlı­ğıyla ilgili bir hayli kanıt vardır. Ö r ­neğin, Kos (Istanköy) Adası’ndaki Asklepios tapınağında, servi ağacının kesilmesi yasaktı, cezası bin drahmi idi. Fakat bu eskil din biçimi eski dünyada hiçbir yerde, büyük m etro ­polün kendisinde olduğu kadar iyi korunm am ıştır . Rom a yaşamının iş­lek merkezi olan F o rum ’da Romu- lus’un kutsal incir ağacına ta im para­torluk günlerine kadar tapmılırdı,

onun gövdesinin kurum ası bü tün kente korku salmaya yeterdi. Yine, Palatium Tepesi’nin yam açlarında, R o m a’da en kutsal şeylerden biri sayılan bir kızılcık ağacı yetişirdi. Ağaç ne zam an o radan geçen birine solmaya, kurum aya yüz tu tm uş görünse, adam çığlıklar a tm aya, ağlamaya başlar, sokaklardaki insanlar da ağlamaya başlayınca çok geçmeden her yandan ellerinde k o ­va kova suyla koşturan bir kalabalık görü lürdü , (Plutark- h os’un deyişiyle) sanki bir yangını söndürm eye koşarlardı.

A vrupa’da Fin-Ugor ırkından kabileler arasında putperest tapımı çoğunlukla her zam an bir çitle ko runan kutsal ko ru la r­da yapılırdı. Böyle bir koruda genellikle, etrafa serpiştirilmiş birkaç ağacın bulunduğu bir açıklık ya da alan bu lunurdu , es­ki zam anlarda bu ağaçlara adak olarak kesilen kurban la rın de­rileri asılırdı. K orunun ortasında, en azından Volgah kabileler­de, kutsal ağaç bulunurdu; onun yanında başka hiçbir şeyin önemi yoktu. Bütün tapm an la r bu ağacın önünde toplanır ve rahip dualarını ederdi, ku rban bu ağacın kökünde kurban edi­lirdi, dallan bazen m inber görevini görürdü. K oruda hiçbir

146

ağaç baltayla yaralanm az, hiçbir dal kırılmazdı, ve kadm larm koruya girmesi genellikle yasaktı.

Fakat ağaca ve bitkilere tap ınm anın dayandığı kavram ları biraz ayrıntılı biçimde incelemek gerekir. Yabanıllara göre dünya genel o larak canlıdır, ağaçlar ve bitkiler de bu kuralın dışında değildir. Yabanıl, on larm da kendisininki gibi ruhları olduğuna inanır, buna göre davranır onlara . Eski vejetaryen yazar Porphyrios şöyle yazıyor: “İlkel insanların mutsuz bir ya­şam sürdüğünü söylüyorlar, çünkü boşinançlan hayvanlarla sı­nırlı kalmamış, bitkilere k adar genişletilmişti. Ç ünkü bir öküz ya da koyun kesen kimse, neden bir k ö knar ya da meşe ağacı­nı devirenden daha suçlu olsun ki, bu ağaçların da birer ruhu olduğu düşünülüyorsa?” Aynı şekilde. Kuzey Amerikalı H idat- sa Kızılderilileri her doğal nesnenin bir ruhu , daha doğrusu bir gölgesi o lduğuna inanır. Bu gölgelere belli bir önem ya da say­gı atfedilir, am a hepsine eşit o larak değil. Örneğin, Yukarı M issouri Vadisi’nde en büyük ağaç olan bir tü r kavak ağacının gölgesinin, uygun şekilde yaklaşılırsa, bazı işlerde Kızılderilile­re yardımı olabilecek bir zekâya sahip o lduğu varsayılır; fakat fundalıkların ve otların gölgesinin pek adı geçmez. M issouri b aharda sellerle şişip de setleriyle birlikte bazı yüksek ağaçları önüne katıp sürüklediğinde, kökler toprağa sımsıkı baghyken ve sonunda gövde suları s ıçratarak suya devrilirken ağacın ru ­hunun ağladığı söylenir. Önceleri, Kızılderililer bu dev ağaçlar­dan birini devirmenin yanlış o lduğunu düşünür, büyük k ü tü k ­ler gerektiğinde sadece kendiliğinden devrilmiş ağaçları ku lla­nırdı. Son zam anlara kadar, daha safdil olan yaşlı insanların bazıları halklarının başına gelen felaketlerin birçoğuna çağı­mızda yaşayan kavak ağacının haklarına saygı duyulm am ası­nın neden olduğunu söylemektedir. İroquoiler her tür ağacın, fundanın, bitki ve o tun kendi ruhu olduğuna inanırdı; bu ru h ­lara teşekkür etmek geleneklerindendi. D oğu Afrikalı W anika-

147

1ar her ağacın, özellikle de her hindistancevizi ağacının bir ru ­hu o lduğunu düşünür; “ bir hindistancevizi ağacının yok edil­mesine ana katilliği gözüyle bakılır, çünkü ana nasıl çocuğuna hayat ve besin veriyorsa o ağaç da insanlar için aynı şeyi yapı­y o rd u r .” Siyamh keşişler her yerde ruhlar o lduğuna, herhangi bir şeyi yok etmenin onu zorla ruhundan etmek demek o lduğu­na inanarak , “ suçsuz bir kimsenin kolunu nasıl k ırm azla rsa” bir ağacın dalını da kesmezler. Bu keşişler hiç kuşkusuz Bu- disttirler. Fakat Budist animizmi felsefi bir ku ram değildir. Yal­nızca, tarihsel bir din sistemine katılmış sıradan bir yabanıl dogm adır. Benfey ve diğerleri gibi, Asya’nın uygarlaşmamış halkları a rasm da geçerli animizm ve ruh göçü kavram ların ın Budizm’den çıktığını varsaym ak, gerçekleri tersine döndürm ek olur.

Bazen de ruhların yalnızca belli cins ağaçların içlerinde o tu rduğu varsayılır. D alm açya’da G rbalj’de, büyük kayınların, meşelerin ve diğer ağaçların arasında bazılarına gölge ve ruh bağışlanmış olduğu, bunlardan birini kesenin hemen oracıkta öleceği ya da en azından öm rünün sonuna kadar sakat kalaca­ğı söylenir. Bir ormancı devirdiği ağaçlardan birinin bu cinsten bir ağaç o lduğundan korkuyorsa, kestiği ağacın kütüğü üzerin­de canlı bir tavuğun başını ağacı kestiği baltayla kesmelidir.Ağaç canlı türlerden biri bile olsa, bu her türlü zarardan k o ru ­yacaktır onu. Koca gövdeleri o lağanüstü yüksekliklere, o rm a­nın bütün öteki ağaçlarını aşan bir yüksekliğe ulaşan ender ağaçlardan biri olan kavak ağaçlarına, Senegal’den N ijerya’ya Brezilya bü tün Batı A frika’da saygı duyulur, bir tanrının ya da bir ruhun onu mesken tu ttuğuna inanılır. Köle Sahili’nde Ew e’ce konuşan

A m a z o m ı 'n d a n K a yo p o

k a b ile s in d e n

halklar arasm da orm anın bu dev ağacında o tu ran tanrı, H un- A d a n ı, ağaçruh ların ı

y a tış tırm a k için o rm a n a

rm dan bir kuşakla çevrilir; kümes hayvanlarından, bazen de in- y ü z ü n ü bo ya r.

tin adıyla geçer. O nun özellikle içinde o turduğu ağacın çevresi -ç ü n k ü o her kavak ağacını onu rland ırm az- palmiye yaprakla-

148

A s u r K ralı / / . A su rn a sirp a l, Y aşam A ğ a c ı’n m ö n ü n d e . A ğ a c ın ü zer in d e tanrı A s u r 'ım s im g es i g ö r ü lü y o r . I r a k ’ta N i m r u d ’d a n b ir k a b a r t m a , M Ö 8 8 3 -8 5 9 . Bri tish M u s e u m , L o n d r a .

sandan kurban la r ağacın gövdesine bağlanır ya da ağacın dibi­ne yatırılır. Palmiye yapraklarıyla belirlenmiş bir ağaç kesile­mez ya da herhangi bir şekilde yaralanam az; H u n tin ’in içinde o turduğu düşünülmeyen kavak ağaçları bile, önce ormancı, kendini varsayılan kutsallığa saygısızlıktan temizlemek için k ü ­mes hayvanlarından ya da palmiye yağından kurban sunm adık ­ça kesilemez. K urban sunm am ak ölümle cezalandırılabilecek

150

Ç in ’de ö lü le r in r ııh la r ın m g ü ç le n d ir ilm e s i için m e za r lık la ra ağaç d ik ilir . Y u n n a n E y a le tin d e g e le n ek se l b ir m eza r lık .

bir suçtur. Pencap’ın K angra dağla­rında, yaşlı bir sedir ağacına her yıl bir kız ku rban edilir, köydeki aileler sırayla sağlardı bu kurbanı. Bu ağaç birkaç yıl önce kesildi.

Eğer ağaçlar canlıysa, m utlaka duyarlıd ır ve b u n la r ın kesilerek devrilmesi, acı çekenlerin duygula­rına olabildiğince şefkatle davran ı­larak yapılacak hassas bir cerrahi işlem haline gelir, yoksa ters teperek beceriksiz ve dikkatsiz cerrahın ca ­nının yanm asına sebep olur. Bir m e­şe ağacı kesilirken “ sanki meşeninruhu ağhyorm uş gibi bir mil öteden duyulan bir tü r feryat ya da inleme sesi çıkarır. E. Wyld, Esq. birçok kez işitmiştir bu se­si.”

Ojebwayler “yeşil ya da canh ağaçları pek ender keserler, çünkü bunun onlara acı vereceğine inanırlar; büyücü hekimle­rinden bazıları, ağaçların baltayla kesilirken ağladığını işittik­lerini söylüyor. D arbe aldığında ya da yakılırken kanayan ve acı ya da öfke çığlıkları a tan ağaçlar, Çin kitap larında ha tta ge­nel tarih k itap larında sıkça görülür. A vusturya’nın bazı bölge­lerinde yaşlı köylüler o rm an ağaçlarının canh olduğuna inanır, özel bir neden olm adıkça gövdelerinde bir kesik yapılmasına izin vermezler; babalarından , ağacın bir kesiğin acısını yaralı bir adam ın yarasını hissettiğinden daha az hissetmeyeceğini duymuşlardır. Bir ağacı keserken, kendilerini bağışlamasını is­terler. A lm anya’nın Y ukarı Palatinate bölgesinde de yaşlı o r ­mancıların, güzel, sağlam bir ağacı kesmeden önce gizlice o n ­dan kendilerini bağışlamasını istedikleri söyleniyor. J a rk in o ’da da orm ancı kestiği ağaçtan özür diler. Luzonlu İlokanlar bakir

151

S u la ıves ' in in T oraca h a lk ı y e n i b ir ev y a p ıld ığ ın d a b ir y a b a n o k ü z ii , b ir

d o m u z y a da b ir k eç i keser. Bıı evin o rta d ireğ i y a b a n ö k ü z ü b o y n u z la r ıy la

süslen ir .

bir o rm anda ya da dağlarda ağaç kesmeden önce şuna benzer dizeler söylerler: “ Rahatsız olma, dostum , biz bize emredileni yap ıyoruz .” Bu­nu, ağaçlarda yaşayan ve kendilerini nedensiz yere incitenleri acı verici hastalıklarla ziyaret ederek in tikam alabilecek ruhların nefretlerini üzer­lerine çekm emek için yaparlar. O rta Afrikalı Basogalar, bir ağaç kesildi­ğinde, onun içinde o tu ran öfkeli ru ­hun kabile reisinin ve ailesinin ö lü­m üne neden olacağını düşünürler. Bu felaketi önlemek için bir ağacı kesme­den önce büyücü hekime danışırlar.Eğer bu işin ustası devam etmelerine

izin verirse, orm ancı ağaca önce bir kümes hayvanı ve bir keçi sunar, sonra da ilk baltayı vurur vurmaz, ağzını kesik yere ya­pıştırır ve ağacın özünü emer. Bu yolla, ağaçla arasında bir k a r ­deşlik o luşturm uş olur, tıpkı birbirinin kanını emerek kan k a r ­deşi olan iki insan gibi. Bundan sonra ceza a lm adan ağaç k a r ­deşini kesebihr.

Fakat bitki ruhlarına her zam an böyle saygı duyulmaz. İyi sözler ve nazik davranış onları harekete geçirmiyorsa, bazen daha güçlü önlemlere başvurulur. Doğu H in t Adalarındaki, düzgün gövdesi çoğu kez hiç dal vermeden yirmi beş otuz m et­reye k ada r yükselen durian ağacı çok lezzetli ve çok iğrenç k o ­kulu bir meyve verir. M alayalılar bu ağacı meyvesi için yetişti­rirler, onun verimini a r tırm ak amacıyla özel bir tören yaparlar. Selangor’da Jugra yakınında köylülerin özel o larak seçilmiş bir günde toplandığı küçük bir durian ağacı korusu vardır. Yerel büyücülerden biri eline küçük bir balta alır ve “Meyve verecek

152

misin, vermeyecek misin? Vermezsen indiririm seni aşağı” d i­yerek ağaçlardan en kısırının gövdesine ustalıkla birkaç darbe indirirdi. Bunun üzerine ağaç, bir m angostin ağacına t ı rm an ­mış {durian ağacına tırm anılam az çünkü) bir başka adam ın ağ­zından, “ Evet, meyve vereceğim artık; yalvarırım kesme ben i,” diye yanıt verirdi. Buna benzer biçimde, J ap o n y a ’da ağaçlara meyve verdirmek için iki adam meyve bahçesine girer. Biri bir ağaca tırmanır, öteki, elinde baltayla ağacın dibinde durur. Bakalı adam ağaca gelecek yıl iyi ü rün verip vermeyeceğini so­rarak eğer vermezse kesmekle tehdit eder onu. Dalların arasına gizlenmiş olan adam , ağaç adına yanıt vererek bol meyve vere­ceğini söyler. Bu tarz bir bahçecilik bize garip gelebilirse de Av­ru p a ’da buna tam am en benzeyen çok şey vardır. Noel arifesin­de, Güney Slavonya ve Bulgar köylüleri, kısır bir meyve ağacı­nın karşısında tehdit eder gibi baltalarını sallarlar, ağacın ya­nında duran bir başka adam tehdit edilen ağaç lehine araya gi­rerek, “ Kesme, yakında meyve verecek” der. Balta üç kez sal­lanır, araya giren adam ın ricasıyla üç kez önlenir baltanın d a r ­besi. Korkan ağaç bundan sonraki sene meyve verecektir artık.

Ağaçların ve bitkilerin canlı varlıklar o larak düşünülmesi, onlara , yalnızca figüratif ya da şiirsel an lam da değil, sözcüğün gerçek an lam ında da birbirleriyle evlenebilecek erkek ve dişi gi­bi davranılması sonucunu verir. Bu düşünce tam am en hayal ürünü değildir, çünkü bitkilerin de hayvanlar gibi cinsiyetleri vardır, erkek ve dişi öğelerin birleşmesiyle kendi türlerini ü re­tirler. Ama bü tün yüksek hayvanlarda iki cinsin organları fa rk ­lı bireylerde bulunduğu halde, çoğu bitkide bunlar tü rün her bireyinde birlikte bulunur. Fakat bu kural hiçbir zam an evren­sel değildir, birçok türde erkek bitki, dişiden farklıdır. Bu far­kı bazı yabanıllar görmüş gibi, çünkü anlatıldığına göre, M a- oriler “ ağaçların cinslerinden, vs. haberlidirler, bazı ağaçların erkeği için ayrı, dişisi için ayrı adlar ku llan ır la r .” Eski insanlar

153

erkek ve dişi hurm a ağacı arasm daki farkı biHr, erkek ağacın polenlerini dişinin çiçekleri ijzerinde serperek yapay yoldan döllerdi onları. Dölleme baharda olurdu. H a rran putperestleri arasında, hurm a ağaçlarının döllenme ayma H u rm a Ayı denir­di, bütün tanrıların ve tanrıçaların evlenme şenliğini bu zam an ­da yaparlardı. Bitkilerin, H indu boş inancında bir rolü olan, sahte ve kısır evlilikleri, bu gerçek ve verimli bitki evliliğinden farklıdır. Örneğin, eğer bir H indu bir m ango korusu yetiştir­mişse, ne kendisi ne karısı bu korunun meyvesini tadabilir, ta ki adam , bu ağaçlardan birini bir güvey olarak farklı türden bir ağaçla resmen evlendirene kadar; bu ağaç genellikle koruda onun yanında yetişen bir demirhindi ağacı olur. Eğer gelin ro ­lünü oynayacak demirhindi yoksa, yasemin de bu işi görür. Böyle bir evlenmenin masrafları o ldukça fazladır, çünkü şenli­ğe ne kadar çok sayıda Brahm an katılırsa, ko runun sahibinin şanı da o kadar artar. Bir ailenin, bir mango ağacını bir yase­minle anlı şanlı evlendirebilmek için bütün altın ve gümüş tak ı­larını sattığı ve alabildiğine borçlandığı bilinmektedir. Noel arifesinde Alman kc)ylüleri, ağaçların da böyle evlendiğini söy­leyerek, meyve ağaçlarını meyve vermeleri için saptan iplerle birbirine bağlarlar.

M olük A d a la n ’nda (Baharat Adaları) karanfil ağaçları çi­çekteyken onlara gebeymişler gibi davranılır. Yakınlarında gü ­rültü yapılmaz; geceleyin yakınlarından ışıkla ya da ateşle ge­çilmez; hiç kimse başında şapkayla yaklaşamaz onlara , başın­da ne varsa çıkarm ak zorundadır. Bu önlemler, ağaçlar korkup da meyve tu tm azhk etmesin diye alınır, yoksa gebeyken k o rk ­muş bir kadın gibi çok geçmeden meyvesini döker. D oğuda, pi-

hırl-ok ^ rinç ürünü çiçekteyken ona da aynı şekilde, gebe bir kadınmış saygıyla davranılır. Yine A m boina’da, pirinçler çiçektey-

Ondokuzuncu j<en, insaular onların gebe o lduğunu söyler, tarlanın yakınında iıaiı deseni. atcş ediluıcz, gü tü ltü yapıliTiaz, eğer pirinç rahatsız edilirse ço-

155

B ir jğ ü ç r u h u n u tem sil e ttiğ i SiiınLuı.ağaç, lif, çan lar ve m e rm i

k o v a n la n n d a n y a p ılm a h ir y irm in c i r iiz v ıl m a sh ı. B atı A fr ik a sah ili. D an-

Ng ere k a b ile yer le ş im yerinden . Sc lı indlc r K o leks iyonu , N e w Y ork .

CLik düşecek ve ürün sapa sam ana dönüşecektir.

Bazen de ağaçları can land ı­ran şeyin ölülerin ruhları o lduğu­na inanılır. O rta A vustralya’da Dieri kabilesi, kendilerinin biçim

değiştirmiş babaları sayılan bazı ağaçlara çok kutsal gözüyle bakar;

dolayısıyla bu ağaçlardan saygı ile söz eder, kesilmemelerine ya da ya-

kılm am alarına d ikkat ederler. G öç­menler bu ağaçları kesmelerini ister­lerse, bunu yapacak olurlarsa hiçbir şansları kalm ayacağını ve atalarını korum adık ları için cezalandırılacakla­rını söyleyerek hemen karşı çıkarlar.

Filipin A daları’nda yaşayanlardan bazıları, atalarının ruhları­nın belirli ağaçlarda bulunduğuna inanır, bu ağaçları korurlar. Bunlardan birini kesmek zorunda kaldıklarında, bunu yapm a­larını rahibin istediğini söyleyerek bağışlanmalarını rica eder­ler. Ruhlar, tercihen çok dallı, gösterişli ve uzun ağaçlara k u ­rarlar evlerini. Rüzgâr yaprakları hışırdattığında, yerliler b u ­nun ruhun sesi o lduğunu hayal ederler; bu ağaçlardan birinin yakınından saygıyla eğilmeksizin, rahatını bozdukları için ru h ­tan özür dilemeksizin asla geçmezler. Igorrotlarda, her köyün, içinde ölmüş atalarının ruhlarının o tu rduğu kendi kutsal ağacı vardır. Ağaca sunular yapılır, ona yapılacak herhangi bir za ra ­rın köye kötü lük getireceğine inanılır. Ağaç kesilecek olursa, köy ve o rada yaşayan herkes m utlaka yok olacaktır.

Kore’de salgın hastalık lardan ya da yol kenarında ölen in ­sanların, çocuk doğururken ölen kadınların ruhları her zam an evlerini ağaçlarda kurarlar. Ağaçların altına taşlar yığılarak

156

Y en i Z e la n d a , S h a ka re W asreva B o îo ru a 'd a ev k o ru y u c u o la rak k u llu n d a n b ir M a o r i T e k o tc k o o ym a sı.

bunların üzerinde çörek, şarap ve dom uz eti sunuları yapılır ruhlara.Ç in ’de, ölenin ruhunu güçlendir­mek, böylece bedenini çürüm ekten k orum ak için n-ıezarlar üzerine ağaç dikmek çok eskiden gelen bir gele­nektir; her zam an yeşil kalan servi ve çam, öbür ağaçlardan daha hayat dolu ağaçlar sayıldığı için bu am aç­la yeğlenen ağaçlar o lm aktadır. Bu yüzden de, m ezarlar üzerinde yeti­şen ağaçlar bazen ölmüş olanların ruhlarıyla özdeşleştirilir. Güney vebatı Ç in’in asıl yerli ırklarından biri olan M iao-K ia’lar arasın ­da, her köyün girişinde kutsal bir ağaç bulunur, köyde yaşa­yanlar bu ağacın içinde ilk ataların ın ruhunun o tu rduğuna ve yazgılarını yönettiğine inanır. Bazı du rum larda köyün yakın ın­da bir koru luk vardır, bu koru luk tak i ağaçlar çürümeye ve öl­meye bırakılır. Düşen dallar toprağın üzerinde yığılır kalır, hiç kimse ağacın ruhundan izin a lm adan ve ona bir kurban verm e­den bunları o radan kaldıramaz. Güney Afrikalı M araveler a ra ­sında mezarlığa hep kutsal bir yer o larak bakılır, o rada ne bir ağaç kesilebilir ne de bir hayvan öldürülebilir, çünkü o rada her yerde ölülerin ruhlarının o turduğu varsayılır.

Bu durum ların hepsinde değilse bile çoğunda, ruha ağaçla birleşmiş gözüyle bakılır; ruh ağacı canlandırır, onunla acı çek­mesi ve ölmesi gerekir. Fakat bir başka, olasılıkla daha geç bir kanıya göre ağaç, beden değil, ağaç-ruhun o tu rduğu yerdir yal­nızca; ruh canı istediğinde ondan ayrılabilir, yeniden dönebilir. Bir D oğu H in t adası olan S iaoo’da yaşayanlar, o rm an larda ya da büyük, tek ağaçlarda o tu ran bazı o rm an ruhlarına inanır. D olunayda, ruh pusuya yattığı yerden çıkar ve etrafta dolaşır.

157

Y a ş jmA ğacın ıg ö s terena ltın ren k lib ir a la şım laya p ılm ışresim : ağacına ltın d a k ifig ü rle rY aşlıy ı veU stayı te m siled iyor.S p len d o rSolıs ' ten.A u g s b u r g ,

ona l tm c ıyüzy ı ldano lduğusanıl ıyor.

Büyük bir başı, çok uzun kolları ve bacakları, çok hantal bir bedeni vardır. İnsanlar, ağaç ruhlarını yatıştırm ak için onların dolaştığı varsayılan yerlere yiyecek, kümes hayvanı, keçi vb. sunuları getirirler. Nias halkı, bir ağaç öldüğünde onun serbest kalan ruhunun , büyük bir hindistancevizi ağacım dallarına şimşekler yağdırarak, bir evdeki bütün çocukları evi ayakta tu ­tan direklerden birinin üzerine tüneyerek öldürebilecek bir şey­tana dönüştüğünü düşünürler. Ayrıca, bazı ağaçların üzerinde her zam an dolaşan ruhların bulunduğu, ağaç zarar görürse bu ruhların kötülük yapm ak üzere serbest kalacakları inancında­dırlar. Bu yüzden insanlar bu ağaçlara saygı duyar, onları kes­memeye d ikkat ederler.

Perili ağaçların kesilişinde yapılan çok sayıda tören, ruh la ­rın istedikleri zam an ya da gereksinim halinde ağaçları terk e t­me gücünde oldukları inancına dayanır. Örneğin, Pelew Adalı­ları bir ağacı keserken ağacın ruhuna o ağacı terk etmesi ve başka bir tanesine yerleşmesi için yalvarır. Bir ashorine ağacını kesmek isteyen, fakat ruh ağaçta oldukça bunu yapam ayacağı­nı bilen Köle Sahili’nin kurnaz zencileri, yere yem olarak biraz palmiye yağı koyar, daha sonra da, hiçbir şeyden kuşku lanm a­yan ruh bu lezzetli şeyden payını a lm ak için ağaçtan ayrılınca aceleyle ağacı keserler. Celebes’li T oboongkoo la r pirinç ekmek üzere bir parça o rm an alanını açm ak istediklerinde, ufacık bir ev yaparlar, orayı küçük elbiselerle, yiyecek ve altm parça larıy­la donatırlar. Sonra bütün o rm an ruhlarını çağırıp içindekiler­le birlikte evi sunarlar ve o radan ayrılmalarını rica ederler o n ­lardan. Bundan sonra ağaçları yara lanm aktan korkm aksızm , güvenle keserler. Celebes’li bir kabile olan Tom oriler bir ağacı kesmeden önce ağacın dibine bir kalıp çiğneme tü tünü koyar, ağaçta o tu ran ruhu yerini değiştirmeye davet ederler; ayrıca, onun güvenli ve raha t bir şekilde inebilmesi için ağaca bir m er­diven dayarlar. Sum atrah M endelingler bu tür yanlış işlerin su­

159

çunu H ollandalI yetkililere atm aya çalışırlar. Örneğin, bir adam orm anın içinde yol açarken, yolunu engelleyen bir ağacı kesmek zorunda kalınca, baltasını ku llanm adan önce şöyle der: “ Bu ağacın içinde o tu ran ruh, senin evini kesmemi kötüye a l­ma, çünkü bunu keyfimden değil. Denetçinin emriyle yapıyo­ru m .” Bir orm anlık alanı ekip biçmek için temizlerken de, yap ­rak tan evlerini aşağı indirmeden önce o rada yaşayan orm an ruhlarıyla iyi bir anlaşm aya varm ak zorundadır. Bu amaçla, top rak parçasının ortasına gider, yere eğilir, yerden bir mektup alır gibi yapar. Kâğıt parçasını açar ve H ollanda H ü k ü m etin ­den gelen bir hayali m ektubu yüksek sesle okur; m ektup ta hiç g e c i k m e d e n orayı temizlemesi kesinlikle emrediliyordur. Bun­dan sonra, “ D uydunuz, ruhlar. H em en işe girişmeliyim, yoksa asarlar beni,” der.

Bir ağaç kesilip, kalas haline getirilip ev yapım ında kulla­nılırken hile, o rm an ruhunun ağaç kü tüğünde gizleniyor o lm a­sı m üm kündür , bunun için de bazı kişiler, yeni eve girmeden ya da girdikten sonra onu yatıştırma yollarını arar. Bu yüzden, ye­ni bir ev hazır o lduğunda, Celebes’li T oracalar bir keçi, dom uz ya da m anda keser, evin bütün tah ta kısımlarına kurbanın k a ­nını sürer. Eğer bina bir loho ya da ruh evi ise, çatının birleşti­ği yerde bir kümes hayvanı ya da bir köpek kesilir ve kanı iki yandan akıtılır. D aha yabanıl olan T unapoo la r böyle bir d u ­rum da çatının üzerinde bir insan ku rban eder. Bir lobo 'nun ya da tapınağın çatısında kesilen bu kurban , sıradan bir evin ta h ­ta kısımlarına kan sürmekle aynı am aca hizmet etmektedir. Amaç, hâlâ kü tüğün içinde olabilecek o rm an-ruh larm ı yatıştır­maktır; ruh lar böylece yatıştırılmış olur, evde o tu ran lara bir zararları dokunm az. Buna benzer bir nedenle, Celebes’te ve M olük A d a la n ’nda insanlar bir ev yaparlarken bir direği ters dikm ekten çok korkarla r; çünkü hâlâ kütüğün içinde olabile­cek olan o rm an-ruhu bu hakarete doğal o larak çok kızacak ve

160

B ir o n ü ç ü n cü y ü z y ı l A r a p g e zg in in in e ly a zm a sm d a , b ir ağacın da lla r ına t ırm a n a n e g zo tik h a y va n la r ve b itk ile r . A r a p k i t a p re sm i, B ağda t , 1237 , Ulusal K itap l ık , Paris .

evde o tu ran lara hastalık getirecek­tir. Borneo’lu Kayanlar, ağaç ru h ­larının onur konusunda çok titiz o lduklarına ve kendilerine verilen za ra rdan duydukları hoşnutsuzlu­ğu in sa n la rd a n ç ık a racak la r ın a inanırlar. Bundan dolayı, bir ev ya­parken pek çok ağaca kötü dav­ranm ak zorunda kald ık tan sonra bir yıllık bir kefaret dönem i geçi­rirler, bu süre içinde, ayı, yaban kedisi ve yılan ö ldürm ek gibi bir­çok şeyden sakınırlar.

Bir ağaç, artık bir ağaç ru h u ­nun gövdesi o larak değil de, yalnız­ca onun istediği zam an terk edeceği bir ev o larak görülmeye başlayınca, dinsel düşüncede önemli bir adım atılmış olur. A ni­mizm, çoktanrıcıhğa dönüşüyor demektir. Başka bir deyişle, her ağaca canlı ve bilinçli bir varlık o la rak bakm a yerine, insan onda sadece, doğaüstü bir varlığın kısa ya da uzun bir süre o tu rduğu cansız, hareketsiz bir kitle görüyordur. Bu doğaüstü varlık istediği zam an ağaçtan ağaca özgürce geçebildiğine ve ağaçlar üzerinde belli bir iyelik ya da üstünlük hakk ından ya- rarlanabildiğine göre, bir ağaç ruhu değil bir o rm an tanrısıdır artık. Ağaç ruh böylece tek tek ağaçlarla bağlantısını bir ölçü­de keser kesmez, şekil değiştirmeye başlar ve bü tün soyut ru h a ­ni varlıkları som ut insani biçime sokm ak gibi ilkel düşünceye özgü genel bir eğilim yüzünden bir insan bedeni kazanır. Bun­dan dolayı klasik sanatta o rm an tanrıları insan şeklinde betim ­lenir, o rm an özellikleri de bir dalla ya da buna benzer açık bir simgeyle belirtilir. Fakat bu şekil değişimi ağaç ru h u n u n temel karakterin i etkilemez. İçinde o tu rduğu ağaçla birleşmiş bir

161

ağaç ruhu o larak sahip olduğu güçleri, bir ağaç tanrısı olarak kullanmayı sürdürür. Bunu ayrıntılı o larak kanıtlam aya çalışa­cağım şimdi. Örneğin, canlı varlıklar olarak düşünülen ağaçla­rın yağm ur yağdırm a, güneşi doğurtm a, hayvanları çoğaltma ve kadınlara kolayca doğum yaptırm a gücünde olduğuna ina­nılır; aynı şekilde, aynı güçlerin insan şekline girmiş ya da ya­şayan insanlarda bedenleşmiş gerçek varlıklar o larak algılanan ağaç-tanrılarda da olduğu varsayılır.

O zam an, önce ağaçlar ya da ağaç ruhlarının yağm ur ve güneş ışığı verdiğine inanılıyor. M isyoner Pragh Jerom e, pu tp e ­rest Litvanyahları kutsal korularını kesmeleri için ikna etmeye çalışırken, birçok kadın onu önlemesi için Litvanya Prensine başvurdu; bu adam yok ettiği o rm anla birlikte onlara yağm ur ve güneş veren tanrıların evini de o rtadan kaldırıyordu. As- sam ’da M undariler, kutsal o rm anda bir ağaç kesilirse, o rm an tanrılarının bundan duyduğu hoşnutsuzluğu yağm uru kesm ek­le gösterdiğine inanırlar. Y ukarı B urm a’nın Sagaing bölgesinde bir köy olan M o n y o ’da yaşayanlar, yağm ur elde etmek için k ö ­yün yakınındaki en geniş dem irhindi ağacını seçer ve ona yağ­m urları denetleyen ruhun adını (nat) verirlerdi. D aha sonra k ö ­yün koruyucu ruhuna ve yağm ur veren ruha ekmek, h indistan­cevizi, muz ve kümes hayvanı sunar, şu duayı ederlerdi; “ Ey Tanrı nat, biz ölümlülere acı, yağm ursuz bırakm a. Biz sana se­verek sunuyoruz bunları, gece gündüz yağm ur ver bize.” D aha sonra, dem irhindinin ruhuna içkiler sunulur ve en güzel elbise­lerini giyinmiş, gerdanlıklarını ve küpelerini takmış üç yaşlı k a ­dın yağm ur şarkısı söylerdi.

Ağaç ruh lar ürünleri olgunlaştırır. M undarilerde, her k ö ­yün kendi kutsal korusu vardır, “ koru tanrıları ürünlerden so­rum lu tu tulur, bü tün büyük tarım şenliklerinde özellikle o n u r­landırılır .” Altm Sahili zencilerinin, belli büyük ağaçların d i­binde k u rban kesme görenekleri vardır, bu ağaçlardan biri ke­

162

silirse yeryüzündeki bütün meyve agaçlarm m kuruyacagm ı d ü ­şünürler. Gallalar kutsal ağacm çevresinde çiftler halinde dans ederek iyi bir ürün için dua ederler. H er çift bir kadm ve erkek­ten oluşur, bunlar uçlarm dan tu ttukları bir sopa ile birbirleri­ne bağlanır. Kollarının altında yeşil mısır ve o t taşırlar. İsveç köylüleri, mısır ü rünü karık ların ın her birine yapraklı bir dal batırırlar, bunun bol ürün getireceğine inanırlar. Aynı düşün ­ce, A lman ve Fransız H asa t Dalı göreneğinde de kendini göste­rir. Üzeri mısır püskülleriyle süslenmiş büyükçe bir dal ya da ağaçtır bu; ürün alınan ta rladan son arabayla eve getirilir, çift­lik evinin ya da ahırın çatısına bağlanır ve bir yıl süreyle o rada kalır. M a n n h a rd t bu dalın ya da ağacm genel o larak bitkilerin gelişme ruhu kabul edilen ağaç ruhu cisimleştirdiğini kan ıtla ­mıştır; onun canlandırıcı ve verimi artırıcı etkisi böylece özel­likle mısır üzerinde toplanm ış oluyordu. Bundan dolayı Swa- b ia’da H asa t Dalı tarlada bırakılmış son mısır sapları arasına bağlanır; başka yerlerde, mısır tarlasına dikilir ve kesilen son dem et onun gövdesine bağlanır.

Yine ağaç ruhu sığırların çoğalmasını sağlar, kadınları bir çocukla kutsar. Kuzey H ind is tan ’da bektaşiüzüm ü, kutsal bir ağaçtır. Phalgun (Şubat) ayının on birinde bu ağacm dibine iç­ki sunuları dökülür, ağacm gövdesine kırmızı ya da sarı bir ip bağlanır, kadınların , hayvanların ve ü rünün bereketi için d u ­alar edilir. Yine, Kuzey H ind is tan ’da hindistancevizi en kutsal meyvelerden biri sayılır ve ona Sriphala ya da refah tanrıçası Sri’nin meyvesi denir. Bereket simgesidir ve Yukarı H ind is­ta n ’ın tam am ında tap ınak la rda saklanır, rahipler ta rafından anne o lm ak isteyen kadınlara sunulur. Fski C alabar yak ın ında­ki Q ua kasabasında, dallarından bir meyve yiyen kısır bir k a ­dının gebe kalacağı kesin olan bir hu rm a ağacı yetişirdi. A vru­p a ’da, M ayıs ağacı ya da Mayıs direğinin hem kadın lar hem de sığırlar üzerinde benzer güçlere sahip olduğu varsayılır. Alman-

163

nî,'»tî

M a y ıs D treğ i'n in d ik iliş i. H er y ıl k u tla n a n hu İn g iliz fe s t iva lin d e , k a d ın la ra ve sığırlara d o ğ u rg a n lık verd iğ i d iiş iin iilen h ir M a y ıs d ireğ i ya da M a y ıs ağacı d ik ilird i. B aşlang ıç ta hu tü r d irek le r in M egaU tık za m a n la rd a (M Ö lo o o öncesi) g ü n e şin g ö lg e le r in i ö lç m ek için g ü n eş sa a ti iş levi g ö r d ü ğ ü sa n ılıyo r. H. ( io n d a l l ' ı n oym as ı . A r t J o u r n a l , 1 854.

ya’nın bazı bölgelerinde 1 M ayıs günü köylüler ahırların ve inek dam ların ın kapılarm a, her at ve inek için birer Mayıs ağa­cı ya da M ayıs çalısı dikerler; bunun ineklere daha fazla süt verdireceği düşünülür. İr landahlarm , “ 1 M ayıs günü evin üze­rine tu ttu ru lan yeşil bir ağaç dalının o yaz çok süt sağlayacağı­n ı” düşündükleri söyleniyor.

W endlerden bazıları, 2 Tem m uzda köyün ortasına, tepesi­ne dem irden bir horoz tu ttu ru lm uş bir meşe ağacı dikerlerdi; daha sonra çevresinde dans eder, daha sağhkh olmaları için sı­ğırları bu ağacın etrafında koştururlardı. Çerkezler a rm u t ağa­cına sığırların koruyucusu gözüyle bakar. Bunun için de o r ­m andan genç bir a rm u t ağacı kesip dallarını ayırırlar ve eve ta ­

164

şırlar; evde kutsal bir şey o larak tapınılır ona. H em en her evin böyle bir a rm u t ağacı vardır. Sonbaharda, şenlik gününde b ü ­yük bir törenle, müzik sesleriyle ve onun m utlu gelişini ku tla ­yan tüm ev halkının sevinç çığlıkları arasında eve taşınır. Üze­rine m um lar dikilir, tepesine de bir parça peynir yerleştirilir. Ağacın çevresinde yenilir, içilir ve şarkı söylenir. Sonra ona ve­da ederler ve tekrar avluya çıkarırlar, yılın geri kalan b ö lüm ün­de duvara dayalı olarak, herhangi bir saygı belirtisi görm eksi­zin o rada kalır.

M aorilerin T uhoe kabilesinde “ kadınları doğurgan kılma gücü ağaçlara atfedilir. Bu ağaçlarla belli mitsel a taların göbek kordonları arasında bir ilişki kurulur, gerçekten de bütün ço­cukların göbek kordonları yakın zam ana kadar bu ağaçlara asılırdı. Kısır bir kadının kollarıyla bu ağaca sarılması gerekir­di; ağacın doğuya ya da batıya bakan yanına sarılmasına bağlı o larak bir erkek ya da kız çocuğuna sahip o lu rd u .” A vrupa’da,1 iVlayıs günü sevilen bir genç kızın evinin önüne ya da üzeri­ne yeşil bir çalı yerleştirme göreneği, belki de ağaç ruhunun bu bereketlendirici gücünden ortaya çıkmıştı. Bavyera’nın bazı bölgelerinde de yeni evli çiftlerin evlerine böyle çalılar konur, ancak bu görenek loğusalık dönem ine yakın uygulanmaz; çün ­kü bu durum da “ kocanın kendisi için bir M ayıs çalısı dikmiş o lduğu” söylenir. Güney Slavonyalılarda, çocuk sahibi olm ak isteyen kısır bir kadın Aziz George günü arifesinde bir meyve ağacının üzerine yeni bir iç gömleği yerleştirir. Ertesi sabah gü­neş doğm adan önce gömleği kontrol eder, canlı bir yaratığın ona sü ründüğünü anlarsa, bir yıl içinde arzusunun yerine gele­ceğini üm it eder. Bunun üzerine, gömleği, üzerinde gecelediği ağaç kadar verimli olacağına güvenerek giyer. Kara-Kırgızlar arasında, kısır kadın lar çocuk sahibi olm ak için, tek başına bir elma ağacının altında yerde yuvarlanırlar. Son olarak, hem İs­veç’te hem de A frika’da, çocuk doğururken kadın lara kolay bir

165

doğum sağlama gücünün ağaçlara bağlı o lduğuna inanılır. İs­veç’in bazı bölgelerinde bir zam anlar her çiftliğin civarında bir bekçi-ağaç (ıhlamur, d işbudak ya da karaağaç) olurdu. Hiç kimse bu kutsal ağacın bir tek yaprağını koparam azdı; bu ağa­ca yapılacak herhangi bir hasar şanssızlık ya da hastalık geti­rirdi. Gebe kadınlar, kolay doğum yapabilsinler diye bu ağaca sımsıkı sarılırlardı. Kongolu zenci kabileler arasında gebe k a ­dınlar, çocuk doğururken kendilerini tehlikelerden koruyacağı­na inandıkları için belli bir kutsal ağacın kabuklarından giysi yaparlardı kendilerine. Leto’nun, kutsal ikizler Apollon ve Ar- temis’i doğurm ak üzereyken bir hurm a ve zeytin ağacına ya da iki defne ağacına sıkıca sarıldığı öyküsü, belki de bazı ağaçla­rın doğum u kolaylaştırm ada etkili o lduğuna dair benzeri bir Y unan inancını gösteriyor bize.

166

Yedinci Bölüm

R u h u n K o r k u l a r i

m

B o y a n m ış ta h ta d a n b ir B a k u şu h eyke li. M ıs ır , M Ö 3 3 2 - 3 3 0P to lem a io sd ö n em i .FreudM u s e u m ,L o n d ra .

İlk insan ölüm den neyi anlar? H angi nedenlere bağlar onu? O na karşı nasıl korunulabileceğini düşünür?

Yabanıl, genellikle cansız doğa süreçlerinin nasıl olguların içinde ya da gerisinde çalışan canlı varlıklarca m eydana getiril­diklerini varsayarak açıklıyorsa, yaşam olgusunu da öyle açık­lar. Eğer bir hayvan yaşıyor ve hareket ediyorsa, bu ancak için­de onu hareket ettiren küçük bir hayvan vardır; eğer bir insan yaşıyor ve hareket ediyorsa bu da ancak içinde onu hareket et­tiren küçük bir insan ya da hayvan olduğu içindir diye düşü­nür. H ayvanın içindeki hayvan, insanın içindeki insan, ruh tur. Bir hayvanın ya da bir insanın eylemi, nasıl bir ruhun varlığı ile açıklanıyorsa, uyku ve ölüm deki dinlenme de yokluğu ile açık­lanır; uyku ya da kendinden geçme ruhun geçici, ölümse de­vamlı yokluğudur. Dolayısıyla, ölüm ruhun devamlı yokluğuy­sa, buna karşı ko runm an ın yolu, ya ruhun bedenden ayrılm a­sını önlemek ya da ayrılmışsa onun geriye dönmesini sağla­m aktır. Yabanılın bu am açlardan birini ya da ö b ü rünü sağla­ma a lm ak için kabul ettiği önlemler, yasaklar ya da tabu lar şeklini alır; bunlar ruhun devamlı varlığını ya da geriye d ö n ü ­şünü sağlamaya yönelik kura lla rdan başka şeyler değildir. Kı­sacası, yaşam koruyucuları ya da kurtarıcılardır. Şimdi bu ge­nel ifadeleri örneklerle göstereceğim.

Bazı Avustralyah aborijinlerle konuşan Avrupah bir misyo­ner şöyle söyledi: “ Ben sizin sandığınız gibi bir değil, iki kişi­y im .” Bunun üzerine güldüler. “İstediğiniz kadar gülebilirsiniz,” diye devam etti misyoner. “Bir bedenin içinde iki kişi o lduğunu

169

* 0 ^ - ir - s -

Vaşaf7i ru h u n u ya da s o lu ğ u n u te m sil eden insan başlı Ba h u şu , m u m y a n ın ü zer in d e u çu yo r , \ \ i s i r

g ö m m e tö ren ler in d e Ba, ö len k iş in in ö lü m d e n so n ra k i y a şa m d a ya şa m a y a d e va m e tm es in i sa ğ la m a k

iç in m u m y a n ın a ğ z ın a g e n so lu n u rd u . A n i Papirüsü'n^Scn^ M Ö 1250. Bri tish M u s e u m , L o n d r a .

söylüyorum size; bu sizin gördüğünüz, büyük beden; onun içinde, görülmeyen k ü ­çük bir beden daha var. Bü­yük beden ölür, gömülür, ama küçük beden büyüğü ölünce uçar gider.” Aborijin- lerden bazıları buna şöyle karşılık verdi: “Evet, evet. Biz de ikiyiz, bizim de göğsü­müzde küçük bir beden var .” Öldükten sonra bu küçük

bedenin nereye gittiği sorulduğunda, bazıları çalılığın arkasına, bazıları denize gittiğini, bazılarıysa bilmediklerini söyledi.

H oron la r ruhun bir başı ve bedeni, kolları ve bacakları o l­duğuna inanırdı; kısacası, insanın tam bir küçük modeliydi ruh. Eskimolar, “ ruhun, ait o lduğu bedenin şeklini gösterdiği­ne, fakat daha nazik ve daha uçucu bir yapısı o ld u ğ u n a” ina­nır. N oo tka la ra göre ruhun küçük bir insan şekli vardır; o tu r ­duğu yer başın tepesidir. Dik durduğu sürece, sahibi dinç ve sağlamdır; am a herhangi bir nedenden dolayı dik durum unu kaybederse, sahibi de duyularını kaybeder. Aşağı Fraser Nehri Kızılderili kabileleri arasında, insanın dört ruhu olduğu söyle­nir, bun la rdan esas olanın şekli bir cüceye benzer, ötekilerse onun gölgeleridir. M alaylar insan ruhunu küçük bir adam o la­rak düşünür, çoğunlukla görünmezdir, başparm ak büyüklü- ğündedir; şekil, oran, hatta genel görünüş o larak içinde o tu r­duğu insana benzer. Cüce hafif, maddesizdir, am a öyle elle his­sedilmez bir şey olmasına karşın maddi bir şeyin içine girdiğin­de yer değiştirmeye neden olabilir, bir yerden bir yere kolayca gidebilir; uykuda, kendinden geçme halinde ve hastalıkta geçi­ci olarak, ö lüm den sonra ise devamlı o larak yok olur.

170

i J-A

Sih irli b ıçağ ı ve b ııy iilii h a r fle r ta ş ıyan b a sk ı k a lıb ıy la b ir Ş a m a n ruh tu za ğ ı. Y irin inci y ü zy ılın b a şla rında hâ lâ k u lla n d m a k ta o lan ve ta r ih i b ilin m e y en e sk i b ir n e sn e d ir bu . l.aos- 'ia y la n d s ın ır b ö lg esin d en . Reece Ki) lcksiyonu, K n a re s b o ro u g h , Y o rk sh i re , İngil tere .

Cücenin insana, başka bir deyişle ruhun bedene benzerliği öylesine tam dır ki, şişman bedenler, zayıf bedenler olduğu gibi şişman ruhlar, zayıf ruhlar; ağır, hafif, uzun, kısa bedenler o l­duğu gibi ağır, hafif, uzun, kısa ruhlar da vardır. N ias halkı, her insana, doğm adan önce ne boyda ve ne ağırlıkta bir ruh is­tediğinin sorulduğunu ve ona istediği ağırlık ve boyda bir ruh verildiğini düşünürler. Bugüne kadar verilen en ağır ruh on gram kadard ır . İnsanın öm rünün uzunluğu ruhunun boyu ile orantılıdır; erken ölen çocukların ruhu kısadır. Fijililerin, ruhu küçük bir insan olarak düşünmeleri, N akelo kabilesinde bir kabile reisinin ö lüm ünde uygulanan görenekten açıkça ortaya çıkıyor. Bir reis öldüğünde, güzel hasırlar üzerinde yağlanmış

171

ve süslenmiş o larak yatarken, a tad an ölü kaldırıcı olan bazı adam lar ona şöyle seslenir, “Kalkın, efendim, reis, gidelim a r ­tık. Gün üzerimize geldi.” D aha sonra onu nehir kenarına gö­türürler, hayalet kayıkçılar, N akelo hayaletlerini ırmağın ötesi­ne götürm ek için gelir oraya. Böylece reise bu son yolculuğun­da eşlik ederken, ona gölge etsin diye büyük yelpazelerini yere yakın tu tarlar, çünkü ara larından birinin bir misyonere açıkla­dığına göre, “ O nun ruhu henüz küçücük bir çocuk” tur.

Bedenlerine dövme yaptıran Pencap halkı, ö lüm halinde ruhun ölüm lü çerçeve içindeki “ küçük bütün adam ya da ka- d m ” ın cennete, yaşarken bedeni süsleyen aynı dövme örnekle­riyle süslü o larak gideceğine inanır. Fakat bazen, ilerde görece­ğimiz gibi, insan ruhu insan değil de hayvan şeklinde algılanır.

Ruhun genellikle bedenin doğal açıklıklarından, özellikle de ağızdan ve burun deliklerinden kaçtığı varsayılır. Bundan d o ­layı, Celebes’te hasta bir insanın burnuna, göbeğine ve ayakla­rına, ruhu kaçmaya çalışırsa takılsın ve gidemesin diye balık o l­taları takılır. Borneo’da Baram N ehri üzerinde bir Turik, oltaya benzer taşları yanından ayırmazdı, çünkü bunlar ruhunu bede­nine çengelliyor ve böylece tinsel kısmının maddesel kısmından ayrılıp gitmesini önlüyordu sanki. Bir Deniz D yak’ı büyücüsü ya da büyücü hekimi erginlenirken, parm akları balık oltalarıy­la donatılmalıdır; bunlarla daha sonra kaçıp gitmeye çalışan in­san ruhlarını yakalayacak ve yeniden hastanın bedenine soka­caktır. Fakat oltaların, dostların olduğu kadar düşm anların da ruhlarını yakalam akta kullanılabileceği açıktır. Bu ilkeye daya­narak, Borneo’da kafatası avcıları, öldürdükleri düşmanlarının kafataslarının yanına, yağmalarını sürdürürken yeni kafalara takılmasına yardımı olacağı inancıyla, oltalar takarlardı. H aida büyücü hekiminin kullandığı araçlardan biri de içi boş bir ke­miktir; kaçan ruhları bunun içine koyar, sahiplerine böylece ge­ri getirir. H indular, karşılarında biri esnerse, başparm aklarını

172

şaklatırlar, bunun açık ağızdan k a ­çan ruhu engelleyeceğine inanırlar.M arkiz A daları’nda oturanlar, öl­mekte olan bir adam ın ağzını ve burnunu kapatarak , ruhunun kaç­masını önlemek yoluyla hayatta kal­masını sağlamaya çalışırlardı; Yeni Kaledonyalılar’da da aynı göreneğin o lduğu söyleniyor; F ilipinler’deki Bagobolar da aynı amaçla hastaları­nın el ya da ayak bileklerine pirinç­ten yapılma tel halkalar geçirirlerdi.Ö te yandan. Güney Amerikalı İto- nam alar ölmekte olan birinin haya­leti dışarı çıkıp da ötekileri gö türm e­sin diye, gözlerini, burnunu ve ağzı­nı m um vb. şeylerle mühürlerler; benzeri bir nedenle, daha yeni ölmüşkimselerin ruhlarından korkan ve onları nefesle özdeşleştiren Niaslılar, cesedin burnunu tıkayarak ya da çenesini bağlayarak serseri ruhu dünyevi meskeninde kapalı tu tm aya çalışırlar. AvustralyalI W akelburalar, bir cesedi terk etmeden önce, haya­letin arkalarından yetişip kendilerini yakalayamayacağı bir uzaklığa gidene kadar onu bedende tu tm ak için kulaklarına sı­cak kömürler yerleştirirdi. Güney Celebes’te bir kadının çocuk doğururken ruhunun kaçmasını önlemek için ebe, hamile a n a ­nın bedenine olabildiğince sıkı bir bant sarar. Sumatrah Mi- nangkabauerler buna benzer bir görenek uygular; doğurm akta olan bir kadının bileğine ya da kalçalarına, doğum sırasında kaçmaya çalışırsa ruhunun çıkış yolunu kapatm ak için bazen bir çile ip ya da sicim sarılır. Celebesli Alfoorlar, doğum sırasın­da bebeğin ruhu doğar doğmaz kaçıp kaybolmasın diye anah tar

B ir L a o s şa m a n ın a a it. ruh tu za ğ ı d esen leri içeren s ih irli k u m a ş . L a o s 'u n H u a P han E ya le ti. N a m M a N eh r i. Tat D a en g ka b ile s in d e n . Reece K o lek s iy o n u , K n a re s b o ro u g h , Y o rk sh i re , Ingil tere.

173

deliğine kadar evdeki bütün delikleri dikkatle kapatırlar; duvar­daki her yarık ve çatlağı sıvarlar. İçlerinden birinin çocuğun ru ­hunu yutmasından korktukları için evin dışındaki ve içindeki bütün hayvanların ağızlarını da bağlarlar. Aynı nedenle, evdeki herkes, hatta anne bile bütün doğum süresince ağzını kapalı tu t­maya zorlanır. Çocuğun ruhu bunlardan birinin içine de kaça­bileceğine göre burunlarını neden kapatm adıkları sorusuna ve­rilen yanıt, soluk, burun deliklerinden alınmanın yanında veril­diği için, ruh daha yerleşme hrsatı bu lam adan dışarı atılabilece­ği oldu. Uygar halkların dillerindeki, “yüreğim ağzıma geldi” ya da “canı b u rn u n d a ” gibi deyimler yaşamın ya da ruhun ağızdan ya da burun deliklerinden kaçabileceği fikrinin ne kadar doğal olduğunu gösteriyor.

R uh genellikle uçup kaçm aya hazır bir kuş o larak kabul edilir. Bu düşünce birçok dilde iz bırakmış gibidir; şiirdeyse bir eğretileme o larak sürmektedir. M alayalılar bu kuş-ruh kavra ­mını birçok garip şekilde sürdürür. Eğer ruh kanatlı bir kuş ise, pirinçle cezbedilebilir, böylece kaçması önlenebilir ya da tehli­keli kaçışından yem aracılığıyla geriye döndürülebilir. Örneğin Ja v a ’da, bir çocuk ilk kez yere bırakıldığında (uygar olm ayan insanların özellikle tehlikeli bulduğu bir andır bu), bir tavuk kafesine konu r ve annesi tavukları çağırıyormuş gibi bir g ıdak­lama sesi çıkarır. Borneo’nun bir bölgesi olan Sintang’daysa, erkek, kadın ya da bir çocuk dam dan ya da ağaçtan düşüp de eve getirildiğinde, karısı ya da ak rabadan bir kadm hemen k a ­zanın olduğu yere seğirtir, oraya sarı renge boyanmış pirinç serper, bir yandan da şu sözleri söyler: “ Git git gıdak! Ruh! Ea- lanca evine döndü. Git, git gıdak! R u h !” Bundan sonra pirinç­leri bir sepete toplar, kazazedeye getirir, yine “ Git git gıdak! R u h !” diyerek başından aşağı döker. Burada amaç, besbelli, aylak aylak dolaşan kuş-ruhu tuzağa düşürüp sahibinin başına yeniden sokmaktır.

174

G ü n e y S u d a n 'd a k i A z a n d e k a b ile s in in d o ğ u m a r ın m a sı r ıtü e lin in b ir b ö lü m ü o la ra k ço cu ğ u n d u m a n a tu tu lu ş u .

Uyuyan bir insanın ruhunun bedenden dışarı çıkıp, gerçek­ten de düşünde gördüğü yerleri ziyaret ettiği, insanları gördüğü ve birtakım işleri yaptığı varsayılır. Örneğin, bir Brezilya ya da G uiana Kızılderilisi derin bir uykudan uyandığında, ruhunun , kendisi ham ağında hareketsiz uzanır durum dayken gerçekte av lanm akta, balık tu tm akta , ağaç kesmekte ya da düşünde gö r­düğü herhangi bir işi yapm akta olduğuna kesin inanır. Bütün bir Bororo köyünün içlerinden birisi düşünde düşm anların giz­lice köye yaklaşm akta o lduğunu gördüğü için paniğe kapıldığı, nerdeyse köyü terk edecek olduğu görülm üştür. D üşünde, p a t ­ronunun kendisini bir kanoyu bir dizi şelaleden yukarı çekm e­ye zorladığını gören güçsüz bir Macusi Kızılderilisi, ertesi gün, bir zavallı hastayı dışarı çıkarıp bütün gece ağır işe sürdüğü için bu düşüncesizliğinden dolayı efendisine sitemde bulunm uştur.

175

A la s k a ’d an b tr ¡ n u it (E sk im o ) “ru h -k a y ığ t" .

G ran Chaco Kızılderili­lerinin çoğu kez, en ina­

nılmaz öyküleri gerçek­ten görmüş ve işitmiş gibi

anlattıklarım duyarsınız; b u ­nun için de o n ­ları yak ın d an ta n ım ay a n y a ­

bancılar hemen bu Kızılderililerin yalancı o lduğunu söyler. As­lında Kızılderililer anlattıkları şeylerin gerçek olduğuna kesin­likle inanırlar; çünkü bu olağanüstü serüvenler, uyanıkken gör­dükleri gerçekliklerden ayıramadıkları düşlerinden başka bir şey değildir.

U ykuda ru h u n yokluğunun neden olduğu tehlikeler de var­dır, çünkü herhangi bir nedenle ruh devamlı o larak bedenden uzak tu tu lacak olursa, böylece yaşamsal özünden yoksun olan kişi ölür. R uhun uyuyan bir kimsenin ağzından beyaz bir fare ya da küçük bir kuş şeklinde kaçtığına dair bir A lm an inancı vardır; kuşun ya da hayvanın bedene dönüşünün önlenmesi uyuyan için ö lüm demektir. Bundan dolayı, T ransilvanya’da, bir çocuğun ağzı açık uyum asına izin vermemek gerektiği, y ok ­sa ru hunun ağzından bir fare biçiminde çıkacağı ve çocuğun bir daha uyanm ayacağı söylenir. Uyuyanın ruhunu birçok şey alıkoyabilir. Örneğin, uyuyan bir başka kişinin ruhuyla karşı­laşıp onunla kavgaya tutuşabilir; Gineli bir zenci sabahleyin kemikleri sızlayarak uyanmışsa, ruhunun uykuda bir başka ruh ta ra fm dan dövüldüğünü düşünür. Ya da henüz ölmüş bir k im ­senin ruhuyla karşılaşıp onun ta ra fm dan kaçırılabUir; bundan dolayı, Aru A dalarında, ev halkı bir ölüm den sonraki gece o evde yatm az - ölen kimsenin ru h u n u n hâlâ evde olduğu varsa- yıldığmdan, düşte onunla karşılaşm aktan korkarla r. Uyuyan kim senin ru h u n u n bedene dönüşü bir kazayla ya da fiziksel

176

güçle de önlenebilir. D üşünde suya düştüğünü gören bir Dyak, bu kazanın ruhunun gerçekten başına geldiğini varsayar, çağır­dığı büyücü ruhu bir su birikintisi içinde bir ağ ku llanarak ya ­kalam aya çalışır, sonunda yakalar ve eski yerine koyar. Santal- 1ar, bir insanın uyuyakaldığını, susadığı için ru hunun bir ker­tenkele şeklinde bedenini terk ettiğini ve su içmek için bir tes­tiye girdiğini anlatıyor. T am o sırada testinin sahibi testinin ağ­zını kapatır ve ruh bedene dönemediği için adam ölür. A dam ın arkadaşları cesedi yakm aya hazırlanırlarken, birisi su a lm ak için testinin tıkacını kaldırır. Böylece kertenkele kaçar ve bede­ne döner, adam da hem en canlanır, ayağa ka lkar ve a rkadaşla ­rına neden ağladıklarını sorar. A rkadaşları kendisini öldü san ­dıklarını ve cesedini yakm ak üzere o lduklarını söyler. A dam sa su a lm ak için bir kuyuya indiğini, fakat ç ıkm akta güçlük çek­tiğini, henüz döndüğünü söyler onlara. Böylece hepsi gö rm üş­lerdir bunu.

Uyuyan bir kimseyi uyandırm am ak ilkellerde genel bir k u ­raldır, çünkü ruhu dışarıdadır ve geri dönm ek için yeterli za­m an bulamayabilir; bu yüzden insan ruhu o lm adan uyandırı- lırsa hastalanır. Uyuyanı m utlaka uyandırm ak gerekiyorsa, ru ­hun dönmesine zam an vermek için yavaş yavaş yapılmalıdır bu. M a tu k u ’da, ayağına basılarak aniden uykudan uyandırılan bir Fijilinin, ruhuna haykırdığı, dönmesi için yalvardığı işitil- miştır. T am o sırada uzakta, T o n g a ’da olduğunu görmekteydi düşünde, aniden uyanıp da bedeninin M a tu k u ’da o lduğunu gö­rünce çok korkm uştu . R uh denizaşırı koşup terk ettiği bedene can vermeye ikna edilemeseydi, adam ölümle burun burunay- dı. Bir misyoner, ko rkusunu yatıştırmasaydı adam k o rkudan ölecekti.

İlkel insanın düşüncesine göre, uyuyan bir kişiyi yerinden k ım ılda tm ak ya da gö rü n ü şü n ü değiştirm ek dah a da teh like­lidir, çünkü eğer böyle bir şey yapılırsa, ruh d ö n d üğünde be­

177

denini bu lm az ya da tan ıyam az, böylece o kişi de ölür. Mi- nangkabauerle r , uyum ak ta o lan bir kim senin yüzünü b o y a­mayı ya da kirletmeyi son derece uygunsuz bir şey o la rak g ö ­rür, çünkü o s ırada d ışarıda o lan ruh bu şekilde değiştirilmiş bir bedene girm ekten ko rkacak tır . Patani M a lay lan , bir k im ­se uyurken yüzü boyanırsa , o sırada dışarı çıkmış olan ruhun onu tan ıyam ayacağm ı, adam ınsa yüzü y ıkanm caya k ad a r uy­kuyu sürdüreceğini hayal ederler. B om bay’da, uyuyan bir kim senin yüzünü acayip renklerle boyayarak ya da bir k ad ı­na bıyık ta k a rak g ö rü n ü m ü n ü değiştirmek onu öldürm ekle bir tu tu lu r . Ç ünkü ruh d ö n d üğünde bedenini tan ıyam ayacak v e kişi ölecektir.

Fakat bir insanın ruhunun bedenini terk etmesi için uyku­da olması gerekmez. Uyanık olduğu saatlerde de terk edebilir onu, am a sonunda insan hastalanır, cinnet getirir ya da ölür. Örneğin, A vustralya’da W urun-jeri kabilesinden bir adam , ru ­hu bedeninden ayrıldığı için son nefesini vermek üzereydi. Bir büyücü-hekim ruhun peşinden gitti, ve onu tam günbatım ı ale­vine -ö lü lerin ruhları güneşin dinlenmeye gittiği yeraltı dün y a­sına girip çıkarlarken dışarıya vuran ışığa- dalm ak üzereyken yakaladı. Başıboş dolaşan ruhu yakalayan hekim opossum ke­sesi altında geri getirdi ve ölmekte olan adam ın üzerine uzan­dı, ruhu yeniden içine soktu; bir süre sonra adam canlandı. Burmalı Karenler, ruhları bedenlerinden çekip gitmesin ve ken­dilerini ölüme terk etmesin diye devamlı endişe içindedirler. Bir insanın, ru hunun bu öldürücü adımı a tm ak üzere o lduğundan korkm ak için bir nedeni varsa, ruhu d u rdu rm ak ya da geri ça­ğırm ak için, bü tün ailenin katılması gereken bir tören yapılır. Bir horoz ve tavuktan , özel bir tü r pirinçten ve bir hevenk m uz­dan oluşan bir yemek hazırlanır. Ailenin reisi pirincin y ıkandı­ğı kâseyi eline alır ve bununla evin merdiveninin tepesine üç kez vurur: “ Prrroo! Geri dön, ruh, dışarıda oyalanma! Y ağmur

178

B irleşik D e v le tle r ve K iitu ıd a 'n tn k u ze y b a tı sa h ilin d en T lin g it ka b ile s in e a it b ir A m e r ik a n Y erlisi ş a m a n ın ruh y a k a la m a aracı. B ir d e n izh a y v a n ı k a b u ğ u y la s iis len m ış k e m ik te n Yapılm a . R u h , h a s ta lık n e d en iy le b ed en i te rk e ttiğ in d e b ir şa m a n çağrılır, şa m a n d ışarı ç ıka ra k bu n e sn e y le ru h u y a ka la r ve h a s ta n ın iy ile şm esi için y en id en b ed en in e so k a r d ı o n u . Hvalet M ü ze s i , V ic to r ia , Brit ish C o lu m h ia , K a n a d a .

yağarsa ıslanırsın. Güneş çıkarsa yanarsın. Sivrisinekler sokar seni, sülükler ısırır, kaplanlar yer seni, gök gürültüsü ezer. Prrroo! Geri dön, ruh! Burası senin için daha iyi. H içbir şeye m uhtaç olmayacaksın. Gel ve rüzgârdan, fırtınadan uzak ye­meğini ye.” Bundan sonra aile yemeği paylaşır ve herkesin sağ bileğine bir büyücünün büyülediği bir ipi sarmasıyla tören b i­ter. Buna benzer bir biçimde, güneybatı Ç in’deki Lololar k ro ­nik hastalık larda ruhun bedeni terk ettiğine inanırlar. Böyle durum larda , uzun bir dua okurlar, ruhu adıyla çağırarak, tepe­lerden, vadilerden, ırm aklardan , o rm an la rdan , ta rla la rdan ya da nerelerde başıboş dolaşıyorsa o ra lardan geriye dönmesi için yalvarırlar ona. Bir yandan da, başıboş dolaşm akta olan ruhu kendine getirmek için kapıya bardak lar içinde su, şarap ve pi­rinç bırakırlar. Tören bittiğinde, hastanın koluna ruhu bağla­ması için kırmızı bir ip bağlarlar, adam ip çürüyüp düşünceye kadar onu ko lunda tu tm ak zorundadır.

Kongolu bazı kabileler bir adam hastayken ruhunun bede­nini terk edip serbestçe dolaştığına inanırlar. O zam an serseri ruhu yakalayıp hastanın bedenine döndürm ek için büyücüden yardım istenir. Genellikle, hekim, ruhu bir ağaç dalına kadar başarıyla kovaladığını söyler. Bunun üzerine bü tün kasaba to p ­lanır, ağaca kadar hekime eşlik eder, o rada hasta adam m ru h u ­nun o tu rduğu varsayılan dah koparm ak üzere içlerinden en

179

K a n a d a K ız ıld er ilile r in in g e le n ek se l '^d ü ş-ya k a la y ıc ı’'sı; şa m a n b u n u g ecen in

kaçıcı g ö r ü n ü m le r in i y a k a la m a k ta k u lla n ırd ı. H u l l U y g a r l ık M üzes i ,

Q u e b e c , K a n ad a .

güçlüleri seçilir. Dalı k ırarlar ve el kol hareketleriyle yükün taş ınam aya­cak kad ar ağır o lduğunu ima ederek dalı kasabaya getirirler. Dal hasta adam ın kulübesinin yanm a getirilin­ce adam dalın yanında ayakta tu tu ­lur, büyücü büyüler yapar, böylece ruhun sahibine döndüğüne inanılır.

Sum atralı Bataklar, üzüntüyü, hastalığı, büyük korkuyu ve ölümü ruhun bedende olmayışına bağlarlar. Önce, başıboş dolaşan ruhu çağıra­rak geriye getirmeye, yere pirinç ser­perek bir kümes hayvanıymış gibi av­lamaya çalışırlar. D aha sonra da şöy­le sözler söylenir: “ Geri dön, ey ruh,

o rm anda ya da tepelerde, vadilerde dolaşıyorsan da geri dön. Bak, on bir şifalı yaprakla çağırıyorum seni. Alıkoyma onu, doğrudan buraya gelsin, o rm anda, tepede, vadide eğleme onu. H em en eve gel!” Bir keresinde, tanınmış bir gezgin bir Kayan köyünden ayrılırken, çocuklarının ruhlarının gezginin peşinden gideceğinden korkan analar, ona üzerinde çocuklarım taşıdıkla­rı tahtaları getirdiler ve ondan küçüklerin ruhlarının onunla bir­likte uzak ülkelere gitmeyip tanıdık tah talara dönmesi için dua etmesini rica ettiler. H er tahtaya, serseri ruhları bağlam ak am a­cıyla halka şekHnde ipler tu tturulm uş, küçük ruh kaçıp gitmesin diye her bir bebeğin tom bul parmağı halkaya geçirilmişti.

Bir H in t öyküsünde bir kral kendi ruh u n u ölmüş bir Brah­m a n ’ın cesedine geçirir, bir kam bur da ruh u n u kralın terkedil­miş bedenine geçirir. A rtık k am bur kral, kralsa B rahm an ol­m uştur. Am a kam bur, ruh u n u bir papağan ın ölü bedenine a k ­ta ra rak hünerini göstermeye çağrılır, böylece kral da kendi be­

180

denini yemden ele geçirme fırsatmı elde eder. A yrm tılan deği­şik, aynı türden bir öykü M alaylar arasında da anlatılır. Bir kral dikkatsizlik sonucu ruhunu bir m aym una aktarm ıştır , b u ­nun üzerine kendi veziri, el çabukluğuyla ruh u n u kralın bede­nine sokar ve böylece kraliçeye ve krallığa sahip olur; gerçek kralsa bir m aym un şeklinde avluda sürünm ektedir. Fakat bir gün, büyük para lar karşılığı kum ar oynayan sahte kral bir koç dövüşünü seyrederken, üzerine para yatırdığı hayvan ölür. H ayvanı can land ırm ak için harcanan bü tün çabalar boşa çıkın­ca, sahte kral, gerçek bir sportm en içgüdüsüyle kendi ruhunu ölmüş hayvanın bedenine geçirir, böylece kavgayı yeni baştan başlatmış olur. M aym un bedenindeki gerçek kral, önünde açıl­mış olan bu fırsatı kaçırmayıp büyük bir soğukkanlılıkla, vezi­rinin boşalttığı kendi bedenine atlar. Böylece kendine gelmiş olur, koçun bedenindeki sahteci ise fazlasıyla hak etmiş olduğu kaderiyle karşılaşmış olur. Aym şekilde. Yunanlılar Klazome- na i’li (Urla) H erm o tim os’un bedenini terk edip o rada burada dolaştığını, dolaşırken gördüklerini anımsayıp yurdundak i a r ­kadaşlarına anlattığını söylerlerdi; ta ki, bir gün, ruhu dışarı­dayken düşm anları onun terkedilmiş bedenini yakalayıp ateşe a tm caya kadar.

R uhun gidişi her zam an kendi isteğiyle olmaz. Hayaletler, cinler ya da büyücüler ta rafından kendi isteği dışında bedenden ayrılabilir. Bunun için de, Burmalı Karenler, evin önünden bir cenaze alayı geçerken, çocuklarını özel bir iple evin belli bir ye­rine bağlarlar ki çocukların ruhları bedenlerini terk edip geç­mekte olan cenazenin bedenine girmesin. Cenaze gözden kay- boluncaya k adar çocuklar bağlı tu tu lur. Ceset mezara k o n d u k ­tan sonra, henüz üzerine top rak atılm adan, ağıtçılar ve ö lünün dostları çukurun çevresine sıralanır, her birinin bir elinde b o ­yuna yarılmış bir bam bu, öteki ehndeyse küçük bir sopa va r­dır; her biri elindeki bam buyu mezara batırır ve sopayı bam bu-

181

A r a k j ı ı E ya le tin d e h ir B u rm a ka sa b a ruh - tiirhesi.

nun yarığı boyunca sürterek ruhuna m ezardan kolayca nasıl dışarı tırmanabileceğin! gösterir. Ç ukura top rak atılırken, bam bular, içinde ruhlar olmasın ve çukura atılan toprak la b ir­likte gömülmesin diye uzakta tutulur; insanlar o radan ayrılır­ken ruhlarına kendileriyle birlikte gelmelerini rica ederek b am ­buları yanlarında götürürler. M ezardan dönüşte her Karen kendine ağaç dallarından yapılmış üç küçük çatal bulur, ru h u ­na kendisini izlemesini söyleyerek kısa aralarla arkasına döner ve ruhunu çatala takıyorm uş gibi bir hareket yapar, sonra da çatalı toprağa saplar. Canlıların ruhunun ölülerin ruhuyla b ir­likte geride kalmasını önlemek için yapılır bu. K aro-Bataklar birisini gömerken mezarın dolduru luşu sırasında, bir kadın b ü ­yücü elindeki bir sopayla havayı döverek etrafta koşar durur. Bunu, yaşayanların ruhlarını o radan uzaklaştırm ak için yapar, çünkü ruh lardan biri kayıp da mezarın içine düşer ve üzeri to p ­rakla örtülecek olursa, sahibi ölür.

Loyauté A daları’ndan biri olan Lfvéa’da, ölenlerin ruhları­nın yaşayanların ruhlarını çalma gücüne sahip olduğuna inanı­lır. Bu yüzden, bir adam hastayken, ruh-hekimi kalabalık bir erkek ve kadın topluluğuyla mezarlığa gider. Burada ruhu k a n ­dırıp eve döndürm ek için erkekler flüt çalar, kadınlarsa hafifçe ıslık ö ttürür. Bir süre bunu yaptık tan sonra sıraya dizilip eve doğru yola çıkarlar, yol boyunca erkekler flüt kadın lar ıslık ça­lar, böylece dolaşm akta olan ruhu yeder ve avuçlarıyla hafifçe eve sürerler. H astan ın evine girince, ruha yüksek sesle hastanın bedenine girmesini emrederlerdi.

Bir insanın ruhunun kaçırılması çoğu kez ifritlere yorulur. Çinliler bu nöbetleri ve çırpınmaları, insanların ruhlarını be­denlerinden çıkarmayı seven bazı kötü ruhların işi o larak yo­rumlarlar. A m oy’da bebeklere ve çocuklara bu şekilde d av ra ­nan ruhlar, “dörtna la giden atlara binen göksel varlık lar” ya da “göklerin orta yerinde o tu ran edebi m ezun lar” gibi yüksek

183

Ş am an lar! m ü z ik a le tle riy le g ö s te re n b ir ruh çağ ırm a sa h n es in i te m s il ed en m o d e rn

b ir basnu ı k u m a ş . T h e s sa lo n iu s L o y o l a ’nın T h e S in g in g T a d p o le , ya d a T h e P ig in the

P o n d adlı y a p ı t ın d a n , 1987.

anlam lı u n v an la rd an hoşlan ır la r . Bir bebek titremeler içinde k ıvra­nıp dururken , korkm uş olan anne evin çatısına

çıkar, ucuna çocuğun giy­silerinden biri bağlanmış olan

bam buyu sallarken defalarca şöyle bağırır: “ Çocuğum falan-filan, geri gel, evine d ö n !” Bu arada , evdeki bir başka kişi evden kaçmış olan çocuğun dikkatini çeker de kendi

giysisini tanıyıp onun içine girer um uduyla bir gonga vurarak gürü ltü çıkarır. O zam an ruhun içine girdiği giysi çocuğun üze­rine ya da yanına konur, çocuk ölmezse, er ya da geç iyileşe­cektir. Aynı şekilde, Hintliler bir erkeğin ruhunu çizmeleri içi­ne sokarak yakalar, adam m ayaklarına çizmeleri giydirerek ru ­hu bedene döndürürler.

M olük A daları’nda bir insanın sağlığı iyi değilse, ruhunun bir iblis ta ra fm dan ağaca, dağa ya da iblisin o tu rduğu bir tepe­ye kaçırıldığı düşünülür. Bir büyücü, iblisin o tu rduğu yeri gös­terir, hastanın arkadaşları oraya haşlanmış pirinç, meyve, ba­hk, çiğ yum urta , bir tavuk, bir piliç, ipekli bir giysi, altın ve p a ­zıbentler, vb. götürür. Yiyecekleri yere serdikten sonra dua ederler: “ Ey iblis, biz buraya sana bu yiyecek, giyecek, altın, vb. sunuları sunm aya geldik; al ve adına dua ettiğimiz kişinin ru h u ­nu serbest bırak. Ruh bedenine dönsün de, şimdi hasta olan ki­şi bütünlensin .” Sonra az bir şey yerler ve hastanın ruhunun fidyesi o larak tavuğu serbest bırakırlar; çiğ yum urtaları da ye­re bırakırlar; fakat ipekli elbiseyi, altını ve pazıbentleri kendile­riyle birlikte eve getirirler. Eve varır varmaz, hastanın başına, içinde geriye getirdikleri sunuların bulunduğu düz bir leğen ko-

184

yarlar ve şöyle söylerler ona: “ Ruhun artık serbest, saçların ağarana kadar sağ salim yaşayacaksın bu yeryüzünde.”

Yeni bir eve henüz girmiş kimseler ifritlerden korkar. Bun­dan dolayı Celebes’teki M inahassalı Alfoorlar arasında, yeni eve girildiği için verilen yemekte rahip, ev halkının ruhlarını ye­rine koym ak amacıyla bir tören yapar. Sunuların yapıldığı ye­re bir to rba asar ve bir tanrılar listesi okur. O kadar çok tanrı vardır ki, hiç durm aksızın bü tün bir gece sürer bu okum a. Sa­bahleyin tanrılara yum urta ve pirinç sunar. Bu sırada ev halk ı­nın ruhların ın to rbada olduğu varsayılır. Rahip torbayı alır ve aile reisinin başının üzerinde tu ta rak şunları söyler; “ İşte ru ­hun; (ruha) yarın yine uzak laş .” Sonra aynı şeyleri söyleyerek evin hanım ına ve ailenin öteki üyelerine de aynı şeyi yapar. Bu Alfoorlar arasında, hasta bir adam ın ruhunu yerine getirmenin bir yolu da bir kâseyi bir kuşakla pencereden aşağı sark ıtm ak ve ruh kâseye yakalanıp da yukarı çekilinceye kadar o rada b a ­lık avlar gibi beklemektir. Aynı halk arasm da, bir rahip bir k u ­

maş parçasıyla yakaladığı hasta bir adam ın ruhunu geri geti­

rirken bir kız öncü­lük eder ona; kız, rahibin ve ruhun y ağm ur yağarsa

K ara b ü y ü g e len eğ in d e G aap o la ra k b ilin en ve B a tın ın E fen d is i o ld u ğ u s ö y le n e n bir “baş i f r i t” ta sv ir i ya da m ü h r ü (im zası). C o l l in de P la n c y ’nin D ic tio n a ire In fe r n a le ’m m (1864) b ir e ly a zm a s ın d an .

rViA.OLT

185

R en g ey iğ i b a şla rın d a n

o ym a la rı o lan , A la sk a

in u it 'le r in e a it h ır o k

d ü z e ltm e aracı. B u n u n R e n g e y ik le r in in b ed en ler in i o v u ş tu r u p h a yva n la rı

dah a k o la y ya ka la n ır ya p tığ ın a

inan ılırd ı. in san l ık M üzes i , L o n d r a .

ıs lanm am aları için büyük bir palmiye ağacı yap­rağını rahibin başı üzerinde şemsiye gibi tu tm a k ­tadır; rahibin arkasından da başka ruhların yak a­lanmış ruhu k u rta rm a girişimlerini önlemek için elindeki kılıcı savurarak yürüyen bir adam gel­mektedir.

Bazen de ruh gözle gö rünür şekilde geriye ge- ' tirilir. O regon ’lu Salish ya da Flathead Kızılderilile­

ri, bir insanın ruhunun ölüme neden olmaksızın ve sahibi farkına varm adan bir süre için bedeninden

ayrılabileceğine inanırlar. Bununla birlikte, kayıp ru ­hun vakit geçmeden bulunm ası ve eski yerine k o n m a­sı gerekir, yoksa adam ölür. R uhunu kaybetmiş olan adam m adı, büyücü-hekime bir düşte açıklanır; hekim bu kaybı haber vermek için adam a koşar. Genellikle çok sayıda kişi aynı zam anda böyle bir ruh kaybına uğramıştır; bü tün adlar büyücü-hekime açıklanm ış­

tır, hepsi de ruhlarını geri a lm ak için onu kullanır. Bu ruhsuz insanlar bü tün gece dans ederek ve şarkı söyle­

yerek evden eve dolaşır. G ün ışımasına yakm , bir eve girerler, içeriye ışık sızmaması için ev sımsıkı kapatılır. Bundan sonra çatıda bir delik açılır, büyücü-hekim bir demet tüyle ufak kemik parçaları şeklindeki ruhları bu delikten içeri süpürü r ve bir hasır parçası üzerine to p ­lar. D aha sonra bir ateş yakılır, büyücü-hekim bu a te­şin ışığında ruhları türlerine göre ayırır. Önce ölmüş kimselerin ruhlarını bir kenara kor, genellikle bunlar çok sayıdadır; çünkü ölmüş bir kimsenin ruhunu yaşa­yan birine verecek olursa adam anında ölür. Sonra, o ra ­da bulunan herkesin ruhunu seçer ayırır ve herkesi k a r ­şısına o tu r ta rak her birinin ruhunu alır: bir kemik, ağaç ya da k abuk parçası şeklindedir bunlar. H er birini sahi­

186

binin başı üzerine koyar, kalbe ininceye, asıl yerine yerleşince- ye kadar bir sürü dualar ve eğilip bükülmelerle ruhların üzeri­ne hafif hafif vurur.

Ruhlar yalnızca hayaletler ve ifritler tarafından değil, in­sanlar, özellikle de büyücüler ta rafından da bedenlerinden çı- kartılabilir ve ahkonulabilir . Fiji’de, suçlu suçunu itiraf e tm ez­se, kabile reisi “ sefil adam ın ruhunu uzaklaştırm ak için” bir başörtüsü getirtir. Sanık bunu görür görmez, ha tta daha b aşö r­tüsü lafı geçer geçmez itirafa başlar. Ç ünkü itiraf etmezse, b a ­şörtüsü, ruhu onun içine girene kadar başının üzerinde sallana­cak, ruhu yakalar yakalam az dikkatle katlanıp başkanın kayı­ğının ucuna çivilenecektir; ruhsuz kalan suçlu da zayıflayacak ve ölecektir. Tehlike Adası büyücüleri ruhlar için tuzaklar k u ­rardı. T uzaklar beş on metre uzunluğunda sağlam dallardan yapılır, her iki yanında, farklı büyüklükte ruhlara uyacak fark ­lı büyüklükte halkalar olurdu: şişman ruhlar için geniş h a lka­lar, zayıf ruhlar için küçük halkalar. Büyücülerin kin bağladık­ları bir adam hastalandığında, evinin yakınında bu ruh tuzak ­larını kurarlar, ruhunun kaçmasını beklerlerdi. Fğer ruh bir kuş ya da böcek şeklinde tuzağa yakalanırsa, hasta m utlaka ölecek demekti bu. Gerçekten de. Batı A frika’nın bazı bölgele­rinde, büyücüler, uyurken bedenlerinden kaçmış orta lık ta d o ­laşan ruhları yakalam ak için devamlı tuzaklar kurarlar; birini yakaladıklarında, bağlayıp ateş üzerinde tu tarlar, ruh sıcaktan kurudukça ruhun sahihi hastalanır. Bunu acı içindeki adam a kinlerinden değil, sırf iş olsun diye yaparlar. Büyücü, yakalad ı­ğı ruhun kimin olduğuna aldırmaz, karşılığı ödenirse raha tlık ­la sahibine geri verir. Bazı büyücülerin aylak ruhlar için düzen­li barınakları vardır, ruhunu yitirmiş ya da ruhu yanlış yere yerleştirilmiş bir kimse, biçilen fiyatı öderse bu barınaktan baş­ka bir ruh alabilir. Bu sürekli barınakları kuran ya da gelip ge­çen ruhları yakalam ak için tuzaklar kuran kimse suçlanmaz;

187

E n d o n e z y a , S u la w esi, T oraca b ö lg e s in d ek i u ç u ru m la r ın ta b a n ın a yer le ş tir ilm iş m in y a tü r ruh evleri.

bu, onların uğraşıdır, bunu yaparlarken onları harekete geçiren şey insafsızlık ya da acımasızlık duyguları değildir. Ama bile is­teye belli bir insanın ruhunu yakalam ak amacıyla, sırf kin yü ­zünden ya da para kazanm ak için tuzak kuran ya da yemleyen kötü insanlar da vardır; yemle gizlenmiş o lan çukurun dibinde bıçaklar ve sivri kancalar bulunur, bunlar zavallı ruhları ya anında öldürerek ya da yakalandığında veya sahibine d ö n d ü ­ğünde onun sağlığını bozacak şekilde sakatlayarak yırtar, p a r ­çalar. Miss Kingsley, gecelerce düşünde kırmızı biberle tü tsü ­lenmiş kerevit kokusu duyduğu için ruhundan çok endişelenen bir K rum an tanımıştı. Besbelli, kö tü niyetli biri onun düş-ruhu

188

için bu lezzetli şeyle yemlenmiş bir tuzak kurm uştu , bedence ya da ruhen ona acı vermek istiyordu; ondan sonraki birkaç gece, kendisi uyurken ruhunun kaçıp gitmesini önlemek için büyük acılar çekmişti adam . Tropik gecesinin o terletici sıcağında, de­ğerli ruhunun kaçışını önlemek için ağzı ve burnu bir mendille sımsıkı bağlı, bir battaniye altında terleyerek ve hırıltılarla ya t­mıştı. Havvaiı’de, canlı insanların ruhlarını yakalayıp su k a b a k ­ları içine hapseden, sonra da bunları yemeleri için insanlara ve­ren büyücüler vardı. Yakalanmış bir ruhu ellerinde sıkarak, in­sanların gizlice göm ülm üş olduğu yerleri bulurlardı.

İnsan ruhlarını kaçırma sanatının M alay Y an m ad ası’nda- ki kadar dikkatle öğretildiği ya da o radak inden daha kusursuz yapıldığı bir başka yer yok tur belki de. Burada büyücünün ça ­hşma yöntemi çeşitlidir, güdüleri de öyle. Bazen bir düşm anı yok etmek ister, bazen soğuk ve utangaç bir güzel kızın sevgi­sini kazanm ak. Örneğin, ikinci tü r am aç için yapılan bir büyü­de, aklı başından alınmak istenen kişinin ruhunu bağlam ak için aşağıdaki şeylerin yapılması emredilir. Yeni doğduğunda, ay doğu ufkunda kırmızı göründüğünde, dışarı çık ve ay ışığın­da sağ ayağının başparm ağı sol ayağının başparm ağı üzerinde dinel, sağ elini boru yap ve o radan şunları oku:

OM. Yayım ı gevşetiyorum , gevşetiyorum ve ay üzerim i örtüyor, G evşetiyorum om ı, ve güneş sönüyor.G evşetiyorum ve yıldızlar donuklaşıyor.A m a h e d e f aldığım şey, güneş ay ve yıldızlar değil benim . C em aatten o filan kızın yüreğinin başı.G ıdak! G ıdak! Filanın ruhu, gel de benim le yürü.G el de o tur yanım da.G el de uyu, yastığım ı paylaş benimle.G ıdak! G ıdak! ruh.

189

Bunu üç kez tekrarla, her tekrardan sonra boru yaptığın eline üfle. Veya bu şekilde, başlığınla yakalayabilirsin ruhu. D olunayda ve bunu izleyen iki gece dışarı çık; yüzün aya d ö ­nük, bir karınca yuvası tepeciğinin üzerinde otur, tü tsü yak ve aşağıdaki büyüyü oku:

O n se k iz in c iyü zy ıld aL a p o n y aşam an ları,h ir k eh a n e tsırasındavec it ha linde .P icart'ınR elig iousC eren ıo-ii/t'5'inden,Paris , 1730.

Çiğnem en için bir tem bu l yaprağı getirdim sana.L im on sık üstüne onun, K udurgun Prens,Birisi, Çılgın Prensin kızı, çiğnesin diye G ün doğarken benim aşkım dan aklı başından gitsin diye G ün batarken benim aşkım dan aklı başından gitsin diye. A nanı babanı nasıl hatırlıyorsan beni de öyle hatırla;Evini, evinin m erdivenini nasıl hatırlıyorsan, beni de öyle hatırla; G ök gürlediğinde, beni hatırla;R üzgâr estiğinde, beni hatırla;G ökler ağladığında, beni hatırla;H orozlar ö ttüğünde, beni hatırla;M asal kuşu m asallarım anlatırken, beni hatırla;G üneşe baktığında, beni hatırla;A ya baktığında, beni hatırla;Ç ünkü o baktığ ın aydayım ben.G ıdak! G ıdak! Birinin ruhu bana doğru gelsin.R u h u m u alm anı söylem iyorum .R uhun bana doğru gelsin.

Şimdi de, her gece başlığının ucunu yedi kez aya doğru sal­la. Evine dön ve başlığını yastığının altına koy, gündüz giymek istersen onu, tü tsü yak ve şunları söyle: “ Kemerimde taşıdığım başlık değil bu. Birinin ru h u .”

İngiliz Kolumbiyası’nda, Nass Nehri Kızılderilileri, bir he­kimin yanlışlıkla hastasının ruhunu yutabileceğinden korkar. Bunu yaptığına inanılan hekim başka hekimler tarafından has-

191

tanın üzerine dikilir, içlerinden biri p a rm ak ­larını hekimin boğazına sokarken bir başka­sı parm akların ın eklem yerleriyle midesine bastırır, üçüncüsüyse sırtına vurur. Eğer ruh hekimin içinde değilse ve aynı işlem diğer

hekimler üzerinde yinelendiğinde de başarı­sız olunursa, ruhun başhekimin kutusunda

olması gerektiği sonucuna varılır. Bunun üzeri­ne bir grup hekim başhekimin evini ziyaret eder

ve kutusunu çıkarmasını ister. ITekim kutuyu çı­karıp içindekileri yeni bir hasır üzerine dizince, onu topuklarından tu tup başı döşemede bir de­liğin üzerine gelecek şekilde havaya kaldırıp bu durum da başını yıkarlar, “y ıkanm adan a r ta k a ­lan su alınır ve hasta adam ın başından aşağı d ö ­k ü lü r .” Kayıp ruh m utlaka bu suyun içindedir.

Eakat bu rada sıraladığım ruhsal tehlikeler, yabanılı tehdit edenlerin hepsi değildir. Y aba­nıl, çoğunlukla kendi gölgesine ya da yansısına

ruhu diye, ya da her du rum da kendisinin bir parçası o larak ba ­kar, böyle olunca da m utlaka kendisi için bir tehlike kaynağı­dır. Ç ünkü ayaklar altına alınır, dövülür ya da bıçaklanırsa, bu hareket kendisine yapılmış gibi acı hisseder; kendisinden b ü tü ­nüyle ayrıldığındaysa (bunun olabileceğine inandığı için) ölür. W eta r A dası’nda gölgesini mızrakla yara lam ak ya da bir kılıç­la kesmek yoluyla bir insanı hasta edebilen büyücüler vardır. S ankara’nm, H ind is tan ’daki Budistleri o r tad an kaldırdıktan sonra N ep a l’e gittiği, o rada da Büyük L am a’yla düşünce ayrı­lığına düştüğü söylenir. D oğaüstü güçlerini kan ıtlam ak üzere gökyüzüne uçm uştur. Fakat Büyük Lam a, o yükselirken gölge­sinin yerde sahndığm ı görünce bıçağını gölgeye batırır, o za­m an Sankara yere düşer ve boynu kırılır.

B a tı A f r ik a 'd a k i D a n - N g ere sa h il ka b ile le r in in

T a n k a g le d en ilen ta h ta d a n b ir ruh

m a skesi. M a s k e y a k ış ık lı b ir g en c i te m s il e d iy o r ve n o rm a ld e k ö y ü n d ış ın d a

ça lılık la rd a ya da tep e lerd e ya şa ya n D u

a d lı b ir ru h u b e d en leş tır ıyo r . E n tw is t le

Ga l le ry , L o n d r a .

192

Banks A d a la n ’nda, son derece uzun şekilli, içinde güçlü ve tehlikeli bazı ruh lar bu lunduğuna inanıldığı için “ insan yiyen hayaletler” adıyla bilinen taşlar vardır. Eğer bir insanın gölge­si bu taşlardan birinin üzerine düşerse, hayalet, ruhunu ondan çeker, sonuçta da adam ölür. Bu yüzden bu taşlar evi k o rum ak amacıyla evlere konur; gaip sahibin gönderdiği bir haberci, ta ­şın içinde tetikteki ruh, kö tü niyetle oraya geldiğini ve kendisi­ne bir kö tü lük yapacağını sanmasın diye gönderenin adını yük ­sek sesle söyler. Ç in ’de bir göm m e töreninde, tabu tun kapağı tabu tun üzerine yerleştirilirken, ö lünün en yakınları dışında, çevrede duranların çoğu birkaç adım geriye çekilir, hatta baş­ka bir odaya gider, çünkü gölgesi bir tabu tun içine girerse bir insanın sağlığının tehlikeye düşeceğine inanılır. Bir de, tab u t mezara indirilmek üzereyken, gölgeleri mezarın içine düşer de kendilerine bir şey olur korkusuyla çevredekiler biraz geriye çe­kilir. Ealcı ve yardımcıları, güneşten korunm uş mezarın yan ın­da ayakta dururlar; m ezar kazıcılar ve tabu tu taşıyanlar gölge­lerini bir kum aş parçasıyla bellerine sımsıkı bağlarlar. Gölgele­rinden tehlikeye uğrayabilecek o lan lar yalnızca insanlar da de­ğildir. H ayvan lar da bir dereceye k ada r aynı tehlike içindedir. Perak ’taki kireçtaşı tepelerinde sık görülen bir küçük salyangoz tü rünün sığırların gölgelerinden kanlarını içtiğine inanılır; b u ­nun sonucu hayvanlar zayıflar, bazen de kan kaybından ölür. Eskiler, A rab is tan’da, bir sırtlan bir insanın gölgesine basarsa, onun konuşm a ve hareket gücünü elinden aldığına; ay ışığında dam üzerinde du ran bir köpeğin gölgesi yere düşer de bir sırt­lan ona basarsa, köpeğin sanki bir iple çekilmiş gibi aşağı d ü ­şeceğine inanırlardı. Bu olgularda da açıkça görü lüyor ki, göl­geye, ruhun tam bir eşdeğeri olmasa bile, insanın ya da hayva­nın bir parçası gözüyle bakıhyordur, dolayısıyla gölgeye verilen bir zarar, sanki bedenine yapılmış gibi, insan ya da hayvan ta ­rafından hissedilmektedir.

193

t K uzey A nıcrikd to tem direği kahde \a da ruf) m u!)dtızhırm ı l)etim li\or.

British ('.olumhiü, Vd/ıcoın'cr'in m erkezinde dikili.

Bunun tersine, eğer bir gölge bir insanın ya da hayvanın yaşamsal bir parçası ise, bazı koşullar altında ona değmek, o kişiye ya da hayvana doku ­nulmuş gibi tehlikeli olabilir. Bundan dolayı, yabanıl, çeşitli nedenlerden dolayı tehlikeli etkiler kaynağı olarak gördüğü kimselerin gölgesinden sa­kınmayı bir kural sayar. Yasta bulu­nan kişileri, genellikle kadınları, ama özellikle de kaynanasını bu tehlikeli kişiler arasında görür. Shuswap Kızıl­derilileri yas tutan kişinin gölgesinin bir insanın üzerine düşerse onu hasta edeceğini düşünürler. Victorialı Kur-

nailer arasında, erginlemedeki papaz adayları bir kadının gölge­sinin üzerlerine düşmesinden sakınırlar; bunun kendilerini zayıf­latacağına, tembel ve aptal yapacağına inanırlar. Bir Avustralya yerlisinin, bir keresinde bir ağacın altında uyurken kaynanasının gölgesi ayaklarına düştüğü için nerdeyse korkudan öleceği söyle­niyor. Eğitimsiz yabanılın kaynanasından duyduğu korku ve dehşet, insanbilimin en bilinen olgularından biridir. N ew South W ales’in Yuin kabilelerinde bir erkeğin karısının annesiyle her­hangi bir ilişkisini yasaklayan çok sıkı bir kural vardı. O na, ha t­ta onun yönüne bakamazdı. Eğer gölgesi kaynanasının üzerine düşerse bir boşanma nedeni olurdu bu: bu durum da, karısından ayrılması ve kadının ana babasına dönmesi gerekirdi. N ew Bri- ta in’de, kazara karısının annesiyle konuşursa başına gelecek fe­laketlerin derecesi ve türünü yerlinin hayal gücü kavrayamaz; yapacakları tek şey, birinin ya da her ikisinin kendilerini öldür­mesidir. Bir N ew Britainlının yapacağı en kutsal yemin, “Efen­dim, eğer yalan söylüyorsam, kaynanamla el sıkışayım”dır.

( ı i i n e y

Sliddfl'da Azande

kdbdesi)iden ö lm ü ş b ir

a d a m ın hoş e n , b ü tü n

eşyaları dışarıda

serg ilenm iş. 11 i (b ir

A :a n d e b irey in in

di >ğal n e d en lerd en

ö lm ed iğ in e inanılır:

h ep si hir ılenç so n u cu

ölür. B o şa ltıla ra k

içi ılenç ten te m iz len e n

ev. daha sonra

y a k ıla ca k tır .

194

I \

m

ö le n in ka lb i, k ö p e k b aşh ta n n A n u b ts ta ra fın d a n te ra z in in k e fe s in d e h a k ik a t tü y ü ile ta r tılıyo r , k u ts a l y a zm a n b a lık ç ıl başh

T h o th so n u c u k a y d e d e rk e n , şa h in başlı tanrı H o ru s o n u seyred iyo r .A n h a i ’n in B o o k o f th e D e a d P a p yru s ad l ı M ıs ı r k i t a b ın d a n (yak laş ık M Ö 110 0 ) i l lü s tra syon . Bri tish M u s e u m , L o n d r a .

% / -Gölgenin, kay­

bedildiğinde sakat­lık ya da ölüm geti­recek kadar insa­nın yaşamıyla sıkı ilişkili o la rak gö­rü ldüğü yerlerde, onun küçülmesinin de, sahibinin y a ­şam gücünde buna eşit b ir azalm ayı

göstereceği için, endişeyle ve korkuyla karşılanacağını bekle­mek doğaldır. Ekvator yakınında iki ada olan A m boina ve Uli- ase’de öğleyin yere çok az gölge düşer, ya da hiç düşmez, b u ­nun için de gün ortasında evden dışarı ç ıkm am ak bir kuraldır, çünkü çıkılırsa insanın ruhunun gölgesini kaybedeceği varsayı­lır. M angaian lar güçlü savaşçı T u k a i ta w a ’nm öyküsünü an la­tırlar: gücü, gölgesinin uzunluğuyla a rta r ve azalırmış. Sabah­leyin, gölgesi en uzun durum dayken gücü doruğunda olurmuş; am a tam öğleyin en aşağı dereceye gelinceye kadar, gölgesi k ı­saldıkça gücü de onunla birlikte çekilirmiş; öğleden sonra göl­ge uzadıkça gücü yerine gelirmiş. T u k a i taw a’nın gücünün bu sırrını öğrenen bir kah ram an tam öğle vakti ö ldürm üş onu. M alay Y an m ad a s ı’ndaki yabanıl Besisiler ölüleri öğle vakti göm m ekten korkarla r , çünkü o saatte gölgelerinin kısalığının benzer şekilde öm ürlerini de kısaltacağını düşünürler.

Gölgenin yaşam a ya da ruha eşdeğer olduğu, belki de hiç­bir yerde güneydoğu A vrupa’da bugüne k adar uygulanan bazı törelerdekinden daha açık bir şekilde görülmez. Çağdaş Y una­n is tan ’da, yeni bir binanın temeli atılırken bir horoz, koç ya da koyun kesmek ve kanını temele ak ıtm ak, daha sonra da kesilen hayvanı temel taşının altına göm m ek bir töredir. K urbanın

E s k i Y u n a n 'd a

in sa n ın su d a a k s in i

g ö r m e s i bir ö lü m

işa re tiyd i. B u res im d e

N a rk is so s o rm a n d a bir g ö le b a k ıy o r

ve k en d in e â şık o lu yo r .

J a nM o re e i s e ’den b ir onyed inc i

yüzyı l tab lo su .

196

sS >*

. \

'-''AU r

fe»*-"

/.'i •V i

'Ví'iVí#. :

M'^e

amacı binaya sağlamlık ve kalıcılık vermektir. Fakat bazen, bi­nayı yapan kimse bir hayvan kesmek yerine bir adam ı k an d ıra ­rak temel taşına çağırır, bedenini ya da bedeninin bir parçasını gizlice ölçer ve ölçüyü temel taşının altına gömer; ya da temel taşmı adam m gölgesi üzerine yatırır. A dam m bir yıl içinde öle­ceğine inanılır. Transilvanyalı Romenler, gölgesi bu şekilde hapsedilen kişinin kırk gün içinde öleceğine inanır; bunun için de, yapılm akta olan bir binanın yanından geçerken insanlar bir uyarı sesi duyabilirler: “ D ikkat et, gölgeni çalm asın lar!” Yakm zam anlara kadar, işleri m im arlara duvarlarını sağlam laştırmak için gölge sağlam ak olan gölge tüccarları vardı. Bu örneklerde gölgenin ölçümüne gölgenin kendisinin bir eşdeğeri gözüyle b a ­kılıyor; gömülmesiyse, ondan yoksun kaldığı için ölecek olan ad am m yaşamının ya da ruhunun gömülmesidir. Yani bu göre­nek, yapıya sağlamlık ve kalıcılık vermek üzere, ya da daha be­lirgin o larak öfkeli hayalet o radan ayrılmayıp binaya dü şm an ­ların girmesini önlesin diye canlı bir insanın binanın duvarları içine hapsedilmesi ya da temel taşının altında ezilmesi gibi eski bir uygulam anın yerine geçmiştir.

Bazıları bir insanın ruhunun gölgesinde olduğuna inanır­ken, bazıları da (ya da aynı kişiler) onun suda ya da aynadaki yansısında olduğuna inanır. Örneğin, “A ndam anlıla r gölgeleri­ne değil (aynadaki) yansılarına ruhları gözüyle b ak a r la r .” Ye­ni Gineli M o tum otu la r , aynada suretlerini ilk kez gördüklerin ­de, yansım alarının ruhları o lduğunu sanmışlardı. Yeni Kale­d o n y a ’da yaşlılar bir insanın sudaki ya da aynadaki yansısının kendi ruhu olduğu kanısındadır; fakat K atohk papazlar ta ra ­fm dan eğitilmiş gençler, palmiye ağaçlarının sudaki yansıması gibi bunların da bir yansım adan başka bir şey olmadığını ileri sürer. Yansım a-ruh, insanın dışında olduğu için, gölge-ruhla aynı tehlikelere açıktır. Zulu lar, içinde yansımalarını kaçıracak bir hayvan olduğuna, o zam an da öleceklerine inandıkları için

198

o

H o m e r o s F en e lo p c 'n in k ılıç ta n g eç irilm iş ta lip le r in in ru h la rın ın H ern ıes ta ra fın d a n y era ltı d ü n y a s ın a g ö tü r ü lü rk e n "yarasa lar g ib i h ış ırd a d ık la r ın ı” a n la tıyo r . P h e n ıio s 'ıın Şarkıs ı ve P en e lo p e 'n in H ü zn ü . T h o m a s R a lp h S pence ' in T h e O i /v s s i / i / ’s ıı ıdan b ir sah n e , 1897 .

karanlık bir su birikintisine bakm azlar. Basutolar, timsahların, yansımasını su altına çekerek bir insanı öldürm e gücüne sahip olduğunu söylerler. İçlerinden biri aniden ve belirli bir neden olmaksızın öldüğünde, akrabaları, bir süre önce bir suyu geçer­ken gölgesini bir timsahın almış olması gerektiğini ileri sürer­ler. M elanezya, Semer A dası’nda bir gölcük vardır, “ içine b a ­kan ölür; kötü ruh, sudaki yansımasını yakalayarak yaşamını elinden alır insan ın .”

Eski H ind is tan ’da ve Eski Y unan is tan ’da bir insanın suda­ki yansımasına bakm am asın ın neden bir özdeyiş olduğunu; Yunanlıların, bir insanın düşte kendisini bu şekilde suda yansı­mış görmesini neden bir ölüm işareti saydığını anlayabiliriz a r ­tık. Su-cinlerinin kişinin yansısını (ruhunu) suyun altına çek­mesinden, kişininse ruhsuz kalıp ölmesinden korkuyorlardı. Sudaki yansısını gördükten sonra zayıflayıp ölen güzel Narkis- sos’un klasik öyküsünün kökeni budur belki de.

199

Dahası, bir ö lüm den sonra evde­ki aynaların yüzünü örtm e ya da d u ­vara döndürm e gibi yaygın bir töreyi de açıklayabiliriz artık. İnsanın için­den aynadaki görüntüsü şeklinde dı­şarı yansıyan ruhun, gömülene kadar evin içinde dolaştığı varsayılan öle­nin hayaleti ta rafından kaçırılm asın­dan korkulur. Bu töre, bir düşte be­denden dışarı çıkan ruhun hayalete rastlayıp kaçırılacağı korkusuyla, ölü çıkmış bir evde uyum am a gibi bir Aru töresiyle tam bir koşutluk halin­dedir. H asta ların aynaya b ak m am a­sının, bir hasta odasındaki aynanın örtülmesinin nedeni de açık; ruhun kolaylıkla uçabildiği hastalık zam a­nında, aynadaki yansıma yoluyla ru ­

hun bedenden dışarı fırlayıp kaçması özellikle tehlikelidir. Bu nedenle bu kural, bazı insanların yaptığı gibi, hastaları u yu tm a­m a kuralıyla kesinlikle koşuttur; çünkü uykuda ruh bedenden dışarı kaçar ve bir daha dönmemesi tehlikesi her zam an vardır.

Gölgeler ve yansım alar için olan şeyler portreler için de ge­çerlidir; portrelerin genellikle kişinin ruhunu taşıdığına inanı­lır. Bu inançta olan kişiler, doğallıkla, suretlerinin alınm asın­dan nefret ederler; çünkü eğer portre ruh ise, ya da en azından, portresi yapılan kişinin canlı bir parçasıysa, portreye sahip olan kimse, onun aslı üzerinde öldürücü bir etki yapabilecek­tir. Örneğin, Bering Boğazı Eskimoları büyücülükle uğraşan kimselerin bir insanın gölgesini çalma gücüne sahip olduğuna, böylece insanın ruhu olm adan zayıflayıp sonunda öleceğine inanırlar. Vaktiyle, aşağı Y ukon N ehri üzerindeki bir köyde.

D ü n y a n ın h a zı b ö lg e le r in d e fo to ğ r a f m a fzin esin in rukıiarı fiaç ırm a g ü c ü n e

sa h ip o ld u ğ u san ılır , fo to ğ ra fç ıla ra ¡zuşfzuyla bafzılırdu B u fo to ğ ra fta ,

M e k s ik a , G u a n a ju a to ka sa b a s ın d a bir k a d ın ın y ü z ü n ü fo to ğ r a f m a k in e s in d e n

g iz led iğ i g ö rü lü yo r .

Ö n ü n d e ku rb a n la r kesilen b ir

to p ra k ta m d a n

tü rb es i. Ç ın , G ıiizh o u

E ya le ti, A n s h a n

B ö lg esin d e B o u y a

A z ın lık kab ilesi.

200

*1

' ■ ■' * w ' ' II - ' . • : •’ A : " ■ . '< i2

.. *,. - ' ' - M VA ■

• ’- . t i ' ■

f ' v

- -3k*

M 1

■? '■' .-:

■W ^ 3 ' ■-0 ^

.'•r>;,, '

's'- n

f:' ! . •>■.

.-; :

3İK-'

/ _

bir kâşif, evler arasında dolaşan insanların resmini çekmek üze­re kamerasını kurm uştu . M akineyi ayarlam aktayken, köyün başkanı yanm a geldi ve ısrarla perdenin altına bakm ak istedi. Bakm asına izin verilince, buzlu cam üzerindeki hareket eden resimlere bir dakika dikkatle baktı, sonra birden başını geri çekti ve gırtlağının bü tün gücüyle insanlara bağırdı, “ Bu adam hepinizin gölgesini bu kutuya sokm uş.” İnsanlar a rasm da bir pan ik doğdu, bir anda telaşla evlerinin içinde kayboldular. MeksikalI Tepehuaneler kam eradan ölüm üne korkuyorlardı; onları poz vermeye ikna etmek için beş gün gerekti. Sonunda razı o lduklarında, idam a götürülen suçlulara benziyorlardı. Fotoğrafçının, insanların fotoğrafını çekerek ruhlarını alıp gö ­türeceğine ve boş vaktinde yiyeceğine inanıyorlardı. Resimler fotoğrafçının ülkesine ulaştığında kendilerinin öleceğini ya da başkalarına başka kötülükler geleceğini söylüyorlardı. Dr. Ca- ta t ve bir grup insan M ad ag ask a r’ın batı kıyısındaki Bara ülke­sini keşifteyken, insanlar birden kendilerine düşm an oldu. Gez­ginler, bir gün önce ve hiçbir zorlukla karşılaşm adan kraliyet ailesinin fotoğrafını çekmişti, şimdiyse F ransa’ya döndük le rin ­de satm ak üzere yerlilerin ruhlarını alm akla suçlanıyorlardı. İnkâr boşunaydı; ülkenin yasaları uyarınca, ruhları yakalam ak zorundaydılar , yakalanan ruh lar bir sepete kondu ve Dr. Ca- t a t ’a her ruhu sahibine geri vermesi emredildi.

Sıkkım’da bazı köylüler fotoğraf makinesinin merceği, ya da onların verdiği adla “ku tunun kö tü gözü” ne zam an üzerle­rine çevrilse, dehşetli korkuyor ve saklanıyorlardı. M akinenin, resimleriyle birlikte ruhlarını da alıp götüreceğini, böylece re­simleri elinde bulunduran kişinin kendilerine büyü yapabilece­ğini düşünüyorlar, bir m anzaranın fotoğrafını çekmenin orayı kurutacağını ileri sürüyorlardı. M erhum Siyam Kralının salta­natına kadar Siyam m adeni paralarının üzerine kralın imgesi basılmazdı, “çünkü o zam anlar herhangi bir yerde portre kulla­

202

nılmasına karşı güçlü bir peşin hüküm vard ı.” Cangıllarda seya­hat eden A vrupahlarm , fotoğraf makinelerini bir kalabalığa çe­virmeleri bugün bile kalabalığın anında dağılmasına yetmekte­dir. Bir kimsenin yüzünün kopyası yapılıp uzağa götürü ldüğün­de, yaşamının bir bölümü onunla birlikte gider. H üküm dar, M etuşelah’ın öm rü ile kutsanm adıkça, yaşamının, küçük parça­lar halinde krallığın parasıyla dağıtılmasına izin vermezdi.”

Aynı inanç A vrupa’nın çeşitli yerlerinde hâlâ yaşam ak ta­dır. Y unan is tan ’ın Kerpe A dası’nda bazı yaşlı kadınlar, birkaç yıl öncesine kadar, güçten düşüp ölecekleri düşüncesiyle suret­lerinin yapılmasına çok kızarlardı. Iskoçya’nın batısında hâlâ “ uğursuzluk getirir diyerek suretlerinin alınmasına karşı çıkan; fotoğrafları çekildikten sonra bir gün bile sağlıklı yaşamamış olan arkadaşların ı örnek gösteren” kimseler vardır.

203

J

' i l *

- .,..,s*ítt-*«i " - ' . w . * , ^ ^ " ' ‘■í- w \ . V

' 4 .......■ ' ? n " : ^ ^ . . . ^ %r í ? .*®i-‘<-'• ' - N; ■ \.r " ~ ^ *«?«»....

a : : , ' N! ■M P

i I

E k v a to rAfrikasuG a b o n 'd a n b ir K o ta m u h a fız figürü .M b u lu -n g u lud en ilen bufigürler,iç in d e k la n ıny a da k ö y ü na ta la r ın ınk e m ik le r in inve diğerk a lın tıla r ın ınbulunduğuağaçk a b u ğ u n d a n y a p ılm a k u tu la ra ya da p a ke tle re iliştirilir; onları k o ru r y a da d u a la r ve ku rb a n la r iç in b ir o d a k h iz m e ti gö rü r. Bakır, p i r inç ve a h ş a p karış ımı. E n tw h is t le Gallery , L o n d r a .

Sekizinci BölümT ^ • • • • • • w • •

K o t u l u g u n AKTARILMASI

:ßä

\

» f

B iiîiin tö ren s iislerh ıı ee ta k ıla r ın ı ta k m ış bir A m e r ik a n Yerlisi b üyiic ii- b e k im ya da şam an .1904,A l a s k a .

Suçlarımızı ve acılarımızı, bizim yerimize taşıyacak bir başka varlığa aktarabileceğimiz düşüncesi yaban aklın bildiği bir şeydir. Fiziksel olanla zihinsel olan, maddi olanla maddesiz olan şeyler arasındaki açık karış tırm adan ortaya çıkar bu. Bir odun, taş ya da buna benzer şeylerden oluşan yükü kendi sırrı­mızdan bir başkasının sırtına yüklemek olanaklı olduğuna gö­re, yabanıl, acılarının ve üzüntülerinin yükünü kendisi yerine taşıyacak bir başkasına ak tarm anın da aynı şekilde olanaklı o l­duğunu hayal eder. Buna dayanarak hareket eder, bunun sonu­cu olarak da, insanın taşım aktan ü rk tüğü sıkıntıyı bir başkası­nın sırtına a tm ak için çoğu kez hoş olm ayan sayısız yol, hile, düzen ortaya çıkar. Kısacası, vekaleten acı çekme ilkesi, düşük bir toplumsal ve entelektüel düzeydeki ırkların genel o larak a n ­ladığı ve uyguladığı bir şeydir.

Kurnaz ve bencil yabanılın, kom şusunun acı çekmesi p a ­hasına kendini rahatla tm ak için başvurduğu düzenler çoktur; bir insanın kurtu lm ak istediği kötü lüğün m utlaka bir kişiye a k ­tarılması zorunlu değildir; bir hayvana ya da bir şeye de a k ta ­rılabilir, am a ikinci du rum da bu şey, derdi ona dok u n an ilk ki­şiye iletecek bir araçtan başka bir şey değildir. Doğu Flint A da­larının bazılarında, epilepsinin hastanın yüzüne belli ağaçların yapraklarıyla vurm ak, daha sonra da bu yaprakları a tm ak yo­luyla tedavi edileceği düşünülür. Hastalığın yapraklara geçtiği­ne ve yapraklarla birlikte atıldığına inanılır.

Bazı Avustralya aborijinleri, diş ağrısını geçirmek için ısıtıl­mış bir mızrağı yanağa bastırırlar. Daha sonra mızrak atılır, diş

207

G ü n e y Z a m b iy a ’da b ir b ü y ü c ü h e k im in , iç in d e h a lk a la n m tş b ir y ıla n m

ta sv ir le r in m ve k o p y a s m m b u lu n d u ğ u k u lü b e s m in içi.

ağrısı da tamitch denilen bir kara taş şeklinde gitmiş olur. Bu tür taşlar eski toprak yığınlarında ve kum tepelerin­de bulunur. Bunlar dikkatle toplanır ve diş ağrısı vermek için düşmanlar yö­nüne atılır. Uganda kırsal kesiminden bir halk olan Bahimaların dişlerinde genellikle derin apseler oluşur: “ bunla­rın tedavisi, büyücü-hekimden bazı o t­lar alıp bunları şişliğin olduğu yere sürmek ve insanların devamlı geçtiği bir yola gömmek yoluyla hastalığı bir başkasına geçirmektir; bu gömülmüş otların üzerine ilk basan kişi hastalığı kapar, asıl hastaysa iyileşmiş o lur.”

Bazen hastalık önce bir surete, daha sonra onun aracılığı ile bir insana aktarılır. Örneğin, Ba- gandalar arasında büyücü-hekim bazen hastasının kilden bir modelini yapar; daha sonra hastanın bir yakını bu sureti acı çe­ken kişinin bedenine sürttükten sonra ya yola gömer ya da yol kenarındaki o tlar arasına gizler. Suretin üzerine ilk basan ya da yanından geçen ilk kişi hastalığı kapar. Bazen bu tasvir, bir in­sana benzeyecek şekilde bağlanmış muz çiçeğinden yapılır; kil­den tasvirle aynı şekilde kullanılır. Fakat tasvirleri böyle kötü amaçla kullanm anın cezası ölüm dü; bunlardan birini kamusal yollar üzerinde gömmeye çalışırken yakalanan kişi m utlaka ölü­me m ahkûm edilirdi.

T im or A dası’nm batı bölüm ünde, erkekler ya da kadınlar uzun ve yorucu yolculuklar yaparken, yapraklı dallarla yelle­nirler, daha sonra da bunları kendilerinden önce ataların ın da atmış olduğu belli yerlere atarlar. Hissettikleri yorgunluğun böylece yaprak lara geçtiği ve geride bırakıldığı varsayılır. Baş-

208

'V

cflVIl.... . tu inth\ m

' 11- cft ciir^ tiCi'CÊ.VÎçi r ï «‘Viiit^i nu-

Ji\co ,r Îauf. C^< )U’^

finie lîrtj "^Tc a u \O u ptw/îiHi <:^iianff(i fivC"'i'iitcf Rf- U>

luff T(l Ui^ ^ lu fciii fait

V tv-Jt-aııon I 'k /k fai)ii\/

^ ÎV**- . .

ka lan , yaprak yerine taş kullanır.Aynı şekilde Babar tak ım adaların ­da, yorulm uş kişiler, bedenlerinde hissettikleri yorgunluğu taşlara ak ­ta rdıklarına inanarak taşlarla d ö ­verler kendilerini. D aha sonra bu taşları özellikle bu amaçla ayrılmış yerlere atarlar.

Buna benzer bir inanç ve uygu­lama, dünyanın birçok yerinde, gez­ginlerin yol kenarında gördüğü ve o radan geçen yerlilerin taş, sopa ya da yaprak şeklinde eklemelerde b u ­lunduğu taş yığınlarının, sopa ve yaprak kümelerinin oluşmasına yol açmıştır. Örneğin Solomon ve Bank A daları’nda yerliler dik bir inişin ya da aşılması güç bir yolun başladığıyerdeki bir yığının üzerine, “ Şimdi yorgunluğum gcçecek” di­yerek sopa, taş ve yaprak atmayı alışkanlık edinmişlerdir. D in ­sel bir tören değildir bu iş, çünkü yığının üzerine atılan şey t in ­sel güçlere bir sunu, buna eşlik eden sözler de dua değildir. Ba­sit yabanılın bir sopa, taş ya da yaprak ta cisimlendirebileceği- ni, böylece de kendi üzerinden atabileceğini hayal ettiği yo r­gunluktan kurtu lm ak için yapılan bir büyü törenidir.

Kötülüğü uzaklaştırm ak ya da ak ta rm ak için bir araç o la­rak çoğunlukla hayvanlar kullanılır. Bir Faslının başı ağrıdığın­da, bir kuzu ya da keçi alır, hayvan yere yıkılıncaya kadar d ö ­ver onu, baş ağrısının böylece hayvana geçeceğine inanır. Fas’ta çoğu zengin Faslı, cinler ve kötü ruhlar a tlarından uzak dursun ve dom uzun bedenine girsin diye ahırlarında erkek bir yabandom uzu bulundurur. Güney Afrikalı Caffreler arasında,

Sü p ü rg e so p a îd ru n ı l>innıiş. B ü y ü cü le r b a y ra m ın a g id e n ık ı b ü y ü c ü k a d ın . B ü y ü c ü le r in b a n o lıı vc d iğer o tları içeren sa n rıla tıc ı g ü ç lü b ir m e rh e m sü rü n d ü k le r in d e bu tü r u çm a serü ven ler i ya şa d ık la r ı sö y len ir . O n al tınc ı yüzyıl Frans ız c iyazm as ın i lan i l lü s tra syon . Ulusal K itap l ık , Paris .

209

WnA'4Wt<w¿vfî-ii!»aW*-Aİ»ıNua>«I«

4 .tmVKO. \ m? * nAa fn«^„Î^kTiTe tm işe r»«ra lı n.e»«ij r'

»Wtı,sÎKAh

S a p m a bağ lı k(')pekler ta ra fın d a n to p r a k ta n s ö k ü ld ü ğ ü n d e a c ıd a n çığlık

a ttığ ı s ö y le n e n s ih irli a d a m o tu . K ö k ler i k ü ç ü k b ir in san ş ek lin i and ırır.

O n d ö r d ü n c ü yüzy ı ldan b ir T r e n t o o t k i t a b n ıd a n . C'astcllo B uoncons ig l io ,

T r e n t o , İta lva.

diğer çareler boşa çıktığında, “ yerli­ler hastanın yanına bir keçi getirmek ve köyün günahlarını hayvana çıkar­m ak töresini uygular. Bazen hasta adam ın birkaç dam la kanı keçinin başına damlatılır, daha sonra keçi bozkırda meskûn o lam ayan bir yere bırakılır. Hastalığın hayvana geçtiği ve çölde kaybo lduğu varsay ıl ır .” A rab is tan’da, salgın hastalık tehdit eder du rum a geldiğinde, insanlar ba ­zen, hayvan, salgını kendi üzerine alabilsin diye bir deveyi kasabanın bü tün mahallelerinde dolaştırır. D a ­ha sonra kutsal bir yerde hayvanı b o ­ğazlar ve bir darbede deveden ve sal­

gın hastalıktan kurtu ldukların ı düşünürler. Formoza aborijin- lerinin, çiçek hastalığı şiddetlendiğinde, hastalık şeytanını bir dişi dom uzun içine sürdükleri, daha sonra da hayvanın ku lak­larını kesip yakarak , bu şekilde salgın hastalıktan kurtu lduk la ­rını sandıkları söyleniyor.

Sumatralı B ataklar’m “ felaketi kaç ırm ak” dedikleri bir tö ­renleri vardır. Bir kadm çocuksuzsa, üç çekirge tanrısına, bir sı­ğır, bir yabanöküzü ve bir atın başını temsilen bir ku rban su­nulur. D aha sonra da, felaketin kuşun üzerine geçmesi ve onunla birlikte uçup gitmesi için dua ederek bir kırlangıç özgür bırakılır. K arpath H uzullar çillerini, akarsuda yüzlerini yıkayıp “ Kırlangıç, kırlangıç, çillerimi al ve kırmızı yanaklar ver b a n a ” diyerek baharda ilk gördükleri kırlangıca aktarabileceklerini düşünürler.

Gerçekte bazen insanların, başkalarını tehdit eden k ö tü ­lükleri kendilerine çekerek günah keçisi rolü oynadıkları olur.

210

Bir Seylanlı son derece lıastaysa ve hek im ­ler bir şey yapam ıyorsa, bir kötüliik-dans- çısı çağrılır, dansçı, iblislere sunular vere- İ B l rek ve onlara uygun maskelerle dans ede­rek büyü yoluyla bu hastalık cinlerini birer birer hasta adam ın bedeninden dışarı ç ıka­rır, kendi bedenine alır. Usta dansçı böyle- ce hastalık nedenini başarıyla çıkardıktan sonra bir hasta teskeresi üzerine uzanır, sahte ölü köyün dışında açıklık bir yere taşınır. Bura­da, kendi başına bırakılınca tekrar yaşama döner ve ödülünü a lm ak için geriye seğirtir. 1590 tarihinde, Agnes Sampson adlı İskoçyalı bir kadın büyücü, R obert Kers adında birini, “ D um fries’deyken batılı bir büyücüden kap tığ ı” bir has­talıktan kurta rm ak la suçlanıyordu: “ Büyücü hastalığı kendi üzerine almış ve sabaha kadar inildeyerek, büyük acılar içinde kıvranmıştı; tam o sırada evde büyük gürültüler işitilmişti.” G ürültüyü, giysileri aracılığıyla kendisinden bir kediye ya da köpeğe geçirmeye çalışırken büyücü kadın çıkarmıştı. N e yazık ki, girişim kısmen başarılı olmuştu. H astalık hayvanı ıskalayıp D alkeith’li A lexander D ouglas’a yapışmış, adam ölm üştü; ilk hasta Robert Kers ise kurtu lm uştu .

“ Yeni Z e lan d a’nın bir bölgesinde bir suçtan do- layı bir kefaret gerektiğinde, kabilenin bütün

günahların ın tek bir kişiye aktarılacağı bir tö ­ren yapılır, adam ın üzerine daha önceden bir

eğreltiotu sapı iliştirilir, bu otla birlikte neh ­

Y ırm m c ı y ü zy ıl, g ü n e y d o ğ u N ije ry a 'd a Ih ıh io ka b ile s in e a it ağaç m a sk la r ı, çeşitli h a s ta lık la rd a n acı ç ek e n in san ları te m s il ed iyo r. B u m a sk la r ın , h a s ta lık la r ın ru h la rın ı c isim leş tirerek ted a v ile r in e y a rd ım c ı o ld u ğ u d ü ş ü n ü lü rd ü . A n sp a c h K o le k s iy o n u , N e w Y ork .

211

re arlar, nehirde otu bedeninden ayırarak günahlarla birlikte denize gitmek üzere akm tıya b ırak ır .”

Acil durum larda , M an ipu r Racasının günahları bir başka­sına, genellikle bir suçluya aktarılırdı, suçlu çektiği kefaret acı­larıyla R acanın affını kazanırdı. Suç ak ta rm a işini gerçekleştir­mek üzere, güzel giysiler giyinmiş Raca ve karısı pazar yerinde kuru lm uş bir iskele üzerinde yıkanırdı, suçlu ise iskelenin altın ­da çömelmiş du rum da o tu rurdu . O nlardan suçlunun üzerine dam layan suyla birlikte günahları da üzerlerinden akar ve in­san günah keçisine geçmiş olurdu. A ktarm a işini tam am lam ak için Raca vc karısı güzel giysilerini devreder, yeni giysiler giye­rek akşam a kadar halkla birlikte olurdu. T ravancore’da, bir Raca tehlikeli biçimde hastalanıp da yaşam ından um ut kesildi­ğinde, on bin rupi karşılığında, adam m günahlarını üzerine a l­maya razı olacak kutsal bir Brahm an aranır. Görev sunağında kendini feda etmeye hazır olan kutsal adam ölüm odasına so­kulur; ölmekte olan Racaya sımsıkı sarılan adam şunları söy­ler: “ Ey Kralım, senin bütün günahlarını ve hastalıklarını üze­rime alıyorum. Ekselansları çok yaşasın ve mutlu hüküm sür­sü n .” A dam , acı çeken insanın günahlarım üzerine aldıktan sonra ülke dışına gönderilir ve bir daha dönmesine asla izin ve­rilmez. T ü rk is tan ’da Utch K urgan’da, Mr. Schuyler, yaşamım ölülerin günahlarını üzerine alarak ve bundan böyle hayatını on la rm ruhları için dua etmeye adayarak kazandığı söylenen yaşlı bir adam görm üştü.

U ganda’da, ordu savaştan dönüp de tanrılar kâhinleri yo ­luyla krala askerlerine bir kötülük yapışmış olabileceğini bil­dirdiğinde, esirler arasından bir kadm köle, ganimetten bir inek, bir keçi, bir kümes hayvanı ve bir köpek seçerek, bunları güçlü muhafızlar eşliğinde henüz gelmiş oldukları ülkenin sı­nırlarına geri gönderm ek gibi bir töre vardı. Sınırda, gö tü rü len ­lerin bacakları kırılır ve ölmeye bırakılırdı; çünkü tekrar U gan­

212

d a ’ya dönemeyecek derecede sakatlanmış olurlardı. Kötülüğün bunlara aktarılm asını gerçekleştirmek için insanların ve hay­vanların bedenine dem et dem et o t sürtülür, sonra bunlar k u r ­banların üzerine bağlanırdı. Bundan sonra o rdunun temiz ol­duğu duyurulur, başkente dönmesine izin verilirdi. U ganda’da yeni bir kral tah ta çıkışında bir adam ı yaralar ve günah keçisi olarak, kral ya da kraliçeye yapışmış olabilecek kirliliği uzak­laştırm ak için B unyoro’ya gönderirdi.

Şimdiye kadar verilmiş olan kötülüğün aktarılm ası ö rnek ­leri, büyük çoğunluğuyla, yabanıl ve barbar halkların törelerin­den alınmıştır. Am a hastalık, talihsizlik ve günah yükünü bir insandan diğerine ya da bir hayvan veya şeye ak ta rm ak gibi benzeri çabalar, hem eski hem de m odern zam anlarda , A vru­p a ’nın uygar halkları a rasm da da yaygın bir şeydi. Romalılar hum m a hastalığını geçirmek için hastanın tırnaklarını keser, kesik tırnakları gün doğm adan önce, balm um u ile bir k om şu­nun kapısına yapıştırırdı: hum m a, hastadan kom şusuna geçmiş olurdu. Yunanlılar da benzeri yollara başvurm uş olmalılar, çünkü Platon ideal devleti için yasalar koyarken, insanlardan kapılarına ya da ana babalarının m ezar taşlarına yapıştırılmış ya da yol kavşaklarında yatar d u rum da balm um u figürler gö ­rünce korkm am aların ı beklemenin fazla o lduğunu düşünür. D ördüncü yüzyılda, B ordeaux’lu M arcellus siğiller için bir re ­çete tarif etmişti, bu reçete A vrupa’nın çeşitli bölgelerindeki boşinançlar arasında hâlâ geçerlidir. Siğillerine, aynı sayıda taşla dokunacaksın; sonra taşları sarmaşık yaprağına sarıp bir anayola atacaksın. Siğiller bunları alanlara geçecek, sen de o n ­lardan kurtulacaksın.

O rkney Adalılar hasta bir adam ı yıkayıp suyunu bir giriş yerine dökerler, bununla hastalığın hastayı terk edeceğine ve o radan giren ilk insana geçeceğine inanırlar. Bavyerahlara gö ­re hum m a tedavisinin bir yolu, bir kâğıt parçası üzerine “Ateş,

213

C a llc r 'd e L la n d e g la k ö y ü n d e e p d ep s i h a s ta lığ ım n h ır k ıtşa ya da k ü m es

h a y va n ın a g eçirile rek te d a v i ed ild iğ i k u ts a l p ınar.

uzak dur. Evde değilim” diye yazıp kâğıdı birinin cebine koym aktır. Bu ikinci kişi hum m aya yakalanır, hasta da hum m adan kurtulur. Aynı has ta­hk için bir Bohemya reçetesi şöyledir: Boş bir kap al, bir yol kavşağına git, kabı yere at ve kaç oradan . Kaba tek­me vuracak ilk kişi hastahk ateşini kapacak , sense kurtu lm uş olacaksın.

Çoğu kez, yabanıllarda olduğu gibi A vrupa’da bir acı ya da hastahk bir insandan bir hayvana ak ta r ılm a­ya çalışılır. Eskil çağlarda ciddi ya­

zarlar, bir insanı akrep soktuğunda, yüzi.i kuyruğuna dönük o la rak bir eşeğin üzerine o turm ası, ya da hayvanın kulağına “ Bir akrep soktu beni,” diye fısıldamasını salık verirdi, böyle­ce acı insandan eşeğe aktarılmış olurdu. Marcellus bu türden birçok tedavi kaydetmiştir. Örneğin, diş ağrısını geçirmek için şunları söylüyor: Açık havada yere otur, bir kurbağayı başın­dan yakala, ağzına tükür, ağrıyı alıp götürmesini iste, sonra da bırak gitsin. Fakat bu tören şanslı bir günde, şanslı bir saatte yapılmalıdır.

Cheshire’da, çocukların ağızlarında ya da boğazlarında olan ve aft ya da pam ukçuk diye bilinen rahatsızlık genellikle buna çok benzer bir biçimde tedavi edilir. Bir yavru kurbağa başı hasta kişinin ağzının içinde bir süre tu tulur, kurbağanın böylece hastalığı kendi üzerine alarak sıkmtıyı azalttığı varsa­yılır. Bu tedaviyi çok kez yapmış olan yaşlı bir kadın, “ İnanın, zavallı kurbağan ın bundan sonra ölümcül bir boğmacaya ya­kalandığını, günlerce öksürdüğünü duyardık; zavallı yaratığın bahçede bir yerde öksürdüğünü duym ak insanın içini sızlatır- d ı” diyordu.

214

S ö ğ ü t ağa ç la rın ın çeşitli h a s ta lık la rı te d a v i e ttiğ in e in a n ılırd ı. CJıarles Ernest B u tlc r ’in h ir re s m in d e n de tay .

N ortham ptonsh ire , Devonshire ve Galler’de öksürüğün tedavisi için hastanm saçm dan hir tel ahnıp tere- yağh iki dihm ekmek araşm a k o n u ­larak yapılan sandviç bir köpeğe ye- dirilir. Köpek hastalığa yakalana­cak, hastaysa iyileşecektir. Bazen de rahatsızlık bir hayvana onunla yiye­ceğini bölüşmek yoluyla aktarılır.Ö rneğin O ld en b u rg ’da, ateşli bir hastalığa yakalanmışsanız, bir kâse tatlı sütü bir köpeğin önüne koyun ve “ İyi şanslar köpekçik, sen has ta ­lan da ben iyileşeyim!” deyin. Bun­dan sonra köpek sütün bir kısmınıiçince, siz de bir yudum alın sütten; sonra köpek yeniden içsin sütü, sonra siz bir yudum daha alın; siz ve köpek aynı şeyi üçüncü kez yapınca, ateşiniz ona geçecek, siz kurtulacaksınız.

Bohem ya’da hum m anın tedavisi, gün dogm adan o rm ana gitmek ve bir çulluk yuvası aram aktır . Yuvayı bulunca yavru ­lardan birini alın ve üç gün yanınızda tu tun. Sonra tekrar o r ­m ana gidin ve kuşu bırakın. Ateş hemen terk edecektir sizi. Çulluk ateşi alacaktır. V edalar zam anında eski H indu la r vere­mi mavi kargayla uzaklaştırırlardı kendilerinden. “ Ey verem, uç, mavi kargayla uç. Fırtınanın vahşetiyle, kasırgayla uç ve yok o l!” derlerdi.

G aller’de Llandegla köyünde, bakire şehit Azize Tecla’ya adanm ış bir kilise vardır; o rada sara hastalığı bir kümes hayva­nına geçirilerek tedavi edilir, ya da edilirdi. H asta önce yak ın­daki bir p ınarda ayaklarını yıkar, sunu olarak p ınara dö rt pe­ni atar, pınarın çevresini üç kez dolanır ve Tanrı duasını üç kez tekrarlardı. Bundan sonra, hastanm erkek ya da kadın oluşuna

215

göre bir horoz ya da tavuk bir sepete konur, önce pınarın çev­resinde, sonra da kiHsenin çevresinde dolaştırıhrdı. D aha son­ra hasta kiliseye girer ve gün ağarıncaya kadar kom ünyon m a­sasının altında yere uzanırdı. Bundan sonra altı peni bağış ya­p a r ve kümes hayvanını kilisede b ırakarak o radan uzaklaşırdı. Eğer hayvan ölürse, hastalığın artık kurtu lm uş olan adam dan ya da kad ından hayvana aktarıldığı varsaydırdı. Köyün yaşlı papaz yardımcısı, 1855 ’e kadar, kümes hayvanlarının kendile­rine geçmiş olan nöbetlerin etkisiyle sersem sersem ortalıkta dolaştığını çok iyi anımsıyor.

Acı çeken kişi çoğu zam an sıkıntısını, hastalığını ya da şanssızlığım cansız bir nesneye geçirmek ister. A tina’da, eskil bir sütuna bitişik inşa edilmiş küçük bir Vaftizci Yahya şapeli vardır. H um m alı hastalar oraya başvurur, sü tunun iç kısmına m um lanm ış bir ip bağlayarak ateşin kendilerinden sütuna ge­çeceğine inanır. B randenburg M arklığ ında, baş dönmesinden şikâyetçiyseniz, çırılçıplak soyunup günbatım m dan sonra bir keten tohum u tarlasının etrafında üç kez koşm anız gerektiği söylenir; böyle yapınca keten, hastalığı sizden alır ve k u r tu lu r­sunuz.

Eakat A vrupa’da her türlü hastalığın ve derdin alıcısı o la­rak en yaygm biçimde kullanılan şey, bir ağaç ya da çalılıktır. Bulgarlarda hum m a hastalığının bir tedavisi, gün doğarken bir söğüt ağacının çevresinde, “ H u m m a seni sarsacak, güneş beni ıs ıtacak” diye bağırarak üç kez koşmaktır. Bir Y unan adası olan K erpe’de rahip, hasta bir insanın boynuna kırmızı bir ip bağlar. Ertesi sabah, hastanın arkadaşları ipi çıkarır ve bir dağ eteğine giderler, o rada ipi bir ağaca bağlarlar, böylece hastalı­ğı ağaca ak tard ık larına inanırlar. İtalyanlar aynı hastalığı, bir ağaca ip bağlayarak tedavi ederler. H asta , geceleyin sol el bile­ğine bir ip bağlar, ertesi sabah da ipi bir ağaca asar. H u m m a ­nın böylece ağaca bağlandığına ve hastanın kurtu lduğuna ina-

216

i lk e l in sa n la r h a ya le tler i ve c in le n a v la ya ra k y en id e n h ir a ltın çağ ya ra ta c a k la r ın a inan ır la rd ı. B u resim Y u n a n şairi H e sio d o s ile R o m a şa iri O v id iu s 'u n a n la ttık la r ın a d a ya n a ra k a ltm çağın k la s ik d ö n e m d e n asıl h a y a l e d ild iğ in i g ö s te r iyo r . A ğa ç üzer ine yağ l ıboya , y a k la ş ık 1 5 3 0 , L ucas C r a n a c h . T h e O ld P ic tu re Galle ry , M ü n ih .

nılır; fakat hasta bir daha o ağacın yan ından geçmemeye d ik ­kat etmehdir, yoksa hum m a bağından boşanıp yeniden ona saldırır.

F lam anların sıtmayı tedavi etme yolu, sabahleyin erkenden bir söğüt ağacına gidip, dallarından birine üç düğüm a ttık tan sonra “ Sabahlar hayrolsun, İhtiyar, soğuk algınlığım sana veri­yorum ; hayırlı sabahlar, İh tiyar” dem ek ve etrafa bakm adan o radan kaçm aktır. Sonnenberg’te, dam la hastalığından k u r tu l­m ak istiyorsanız, genç bir köknar ağacına gidip “ G ünaydın ağaç, asil köknar. D am lam ı getirdim sana. Şimdi bir düğüm

217

B ih ’iini'in a m a c ı, g ö r ü n m e y e n ruh lar to p lu lu ğ u n u u z a k ta tu tm a k tı . A R a h h it a m o n g th e Fairies, J o h n A ns ter

F i tzgc ra ld ' in resmi.

atıp dam lam ı ona bağla­yacağım. ... a d ın a ” diye­rek d a l la r ın d a n birine bir düğüm atm anız gere­kir.

D am la hastalığ ını bir ağaca geçirmenin bir başka yolu da şudur: H a s ta n m tırn ak la r ın ı kesin ve bacaklarından

birkaç kıl koparın . Meşe ağacında bir delik açın ve tırnak ke­siklerini ve kılları içine sokun, deliği yeniden kapatın , inek pis­liğiyle sıvayın üzerini. Üç ay sonra hasta dam la hastalığından kurtu lm uşsa , bilin ki, meşe ağacı onun yerine hastalığı kendisi kapmıştır. Cheshire’de, siğillerinizden kurtu lm ak istiyorsanız, onları dom uz pastırması ile ovmanız, kül ağacının kabuğundan bir parça kesip pastırm a dilimini onun altına yerleştirmeniz ye­ter. Ellerinizden siğiller hemen kaybolur, am a ağacm kabu ğ u n ­da kaba çıkıntılar ya da düğüm ler şeklinde belirir. H er tfo rd ­shire, Berkham pstead’de, bazı meşe ağaçlarına, sıtmayı tedavi ettikleri için törenler yapılırdı. Hastalığın ağaca aktarılm ası k o ­lay fakat acı vericiydi. H as tanm saçı bir meşe ağacına çivilenir- di, daha sonra hasta ani bir çekişle saçlarını ve sıtmasını o ra ­da, ağaçta bırakırdı.

Fakat bü tün bir topluluğu kendilerini etkileyen kö tü lükler­den kurta rm ak için de benzeri yollar benimsenmiştir. Bir hal­kın birikmiş dertlerini topluca defetmek için başvurulan bu tür çabalar hiç de ender ya da ayrıksı değildir; tersine, bü tün ülke­lerde görülm ekte, ara sıra başvurulan şeyler o lm aktan çıkıp d ö ­nemsel ve yıllık olm aya doğru gitmektedir.

Bu türlü çabaları harekete getiren kafa yapısını anlayabil­mek için biraz çaba göstermemiz gerekiyor. Doğayı kişiselliğin­

218

den soyup duyularımız üzerindeki düzenli bir dizi izlenimin bi­linmeyen nedenine indirgeyen bir düşünce sistemi içinde yetiş­miş insanlar o larak, kendimizi yabanılın yerine koymayı güç buluruz; ona göre, aynı izlenimler ruhlar, ya da ruhların işi gö ­rünüm ü altında belirir. Yüzyıllar boyunca, bir zam anlar bize o kadar yakm olan ruhlar o rdusu giderek bizden uzaklaşm akta, ocaktan ve evden, yıkılmış hücreden ve sarm aşıklarla kaplı k u ­leden, tekinsiz o rm an boşluğundan ve ıssız ba takhk tan , şim­şekler püsküren yarılmış karanlık buluttan , gümüşsü aya yas- tıkhk eden, akşam ın kızıl kırmızı ve altın sarısı pullarıyla süs­lenmiş güzel bu lu tlardan bilimin sihirli sopasıyla yok o lm ak ta ­dır artık. Ruhlar, mavi kemerini artık çocuklar dışında kimse­nin göksel dünyanın görkemini ölümlü gözlerden gizleyen per­de saymadığı göklerdeki son güçlü kalelerini bile terk etmiştir artık. Geri çekilmekte olan o rdunun sancaklarının son g ö rü n ­tülerini bir an fark etmek; görünm ez kanatların ın vuruşlarmı, alaycı gülüşlerinin sesini, ya da meleklerin uzakta ölmekte olan müziğinin kabarışını duym ak ancak şairlerin düşlerinde ya da söylevcilerin ateşli sözlerinde m üm kün. Oysa yabanıl için hiç de böyle değil. O nun imgelemine göre dünya, daha ciddi bir düşünce sisteminin kovduğu rengârenk varlıklarla hâlâ d o p d o ­lu. İster uykuda ister uyanık olsun, cinler ve periler, hayaletler ve ifritler hâlâ uçuşup duruyor çevresinde. Adım adım onu iz­liyor, duyularm ı kam aştırıyor, ta içine giriyor, binlerce acayip ve zararlı yoldan taciz ediyor, aldatıyor ve azap çektiriyor ona. Başına gelen aksilikleri, uğradığı kayıpları, ka tlanm ak zorunda olduğu acıları, düşm anlarının yaptığı büyüye değilse, ruhların garezine, öfkesine ya da kaprisine veriyor. O nlarla devamlı b ir­likteliği bıktırıyor, dur durak bilmeyen ezaları cefaları çileden çıkarıyor onu; on lardan kurtulm ayı bilemezsiniz nasıl istiyor, zam an zam an da sabrı tükenip köşeye sıkıştırıldığında, kendi­sine zulmedenlere şiddetle saldırıyor, bir süre için de olsa daha

219

B ü tü n in sa n lık ta r ih i b o y u n ca !)üyücü lere b ir te h lik e g ö z ü y le bak ılırd ı. R e s im d e sa n rıla tıc ı l)ir ilac ın h azırlan ışı

g()Steriliyor. W itc h e s ' S a b b a th , H a n s b a l d u n g ’u n t a h t a k a h p baskıs ı, 1510.

raha t nefes alabilsin, erinç içinde yo ­lunda gidebilsin diye, onlarm topunu birden top rağm dan sürüp çıkarm ak, o kıvıl kıvıl kalabalığı kovm ak için umutsuz bir çaba gösteriyor. İşte, il­kel topluluğun bü tün sorun larm dan bir anda kurtu lm a çabası büyük bir hayalet ve iblis avına dönüşüyor böy­lece. Bu lanetli işkencecilerini silkip atabilirlerse, ancak o zam an hayata yepyeni, mutlu ve suçsuz bir başlan­gıç yapabileceklerini düşünüyorlar; Cennet masalları ve eski şiirsel altm çağ ancak o zam an yeniden gerçekle­şecektir.

Dolayısıyla, yabanılın zam an za­man başvurduğu o genel kö tü lük te ­

mizliğinin neden çoğunlukla iblislerin zorla kovulması biçimi­ni aldığını anlayabiliyoruz. İlkel insan dertlerinin çoğunun de­ğilse de önemli bir kısmının nedenini bu kötü ruh larda g ö rü ­yor, ancak bunla rdan kurtulabilirse her şeyin biraz daha iyiye gidebileceğini hayal ediyor. Birikmiş kötülükleri top lu luk tan kovup atm a o rtak çaba lan , sürülen kötülüklerin maddesiz ve görülmez olm alarına ya da m addi bir araç ya da günah keçisin­de bedenleştirilmiş olm alarına göre iki gruba ayrılabilir. İlki, kötülüklerin doğrudan ya da dolaysız atılması; İkincisiyse, d o ­laylı ya da bir aracıyla, veya günah keçisi yoluyla kovulm ası d i­ye adlandırılabilir. İlkinden örnekler vererek başlayalım.

Yeni Gine ile N ew Britain arasındaki Rook Adası’nda, her­hangi bir felaket meydana geldiğinde bütün halk bir araya to p ­lanır, bağırıp çağırarak, lanetler yağdırarak, uluyarak bu kö tü ­lüğün yaratıcısı iblisi kovm ak için sopalarla havayı döverler. İb-

C ink o v a la m a k

iç in to p la n a n b ü yü cü ler .

C o n jn ro , G o v a ’nm

1 7 9 8 ’de A l a m e d a ’da

k ra l iye t yazlık

m a l ik â n e s in ­dek i çal ışma

o das ı için yap ı lm ış bir

resim. M u s e o Laza ro

G a ld ia n o , M a d r id .

220

I M ,.i

B a li’de g e n e llik le c in k o v m a k iç in y a p d a n B a ro n g d a n s ın d a , k o r k u n ç h ü y ü c ii R a n g d a , in san lığ ı k ö tü

p la n la r ın d a n k o r u m a r o lü n d e k i e jd erh a b en ze r i b ir k u ts a l ya ra tık o la n B a r o n g ’la savaşıyor.

lisi felaketin olduğu yer­den denize doğru adım adım sürerler, kıyıya ula­şınca da denize a tm ak için öncekinin iki katı bağırır, çağırır, havayı döverler. İbHs genellikle denize ya da Lottin Adası’na sığınır. N ew Britain yerlileri has­talıkları, kuraklığı, ürün azlığını, kısacası bütün fe­

laketleri kö tü ruhların etkisine yorarlar. Bunun için de, yağmur mevsiminin başlangıcında olduğu gibi birçok kimse hastalanıp öldüğünde, bir bölgede oturanların tüm ü dallar ve sopalarla si­lahlanmış o larak ay ışığında tarlalara çıkar, orada sabaha kadar vahşi çığlıklar a tarak tepinir, havayı döver ve bunun kötülükle­ri uzaklaştıracağına inanır, aynı amaçla, ellerinde yanan meşale­lerle koşarak köyün sokaklarında dolaşırlar.

Yeni Kaledonya yerlilerinin de, bü tün kötülüklere güçlü ve k ö tü bir ruhun neden olduğuna inandıkları söyleniyor; bundan dolayı ondan kurtu lm ak için zam an zam an büyük bir çukur k a ­zarlar, bü tün kabile çukurun çevresinde toplanır. Şeytanı lanet­ledikten sonra çukuru toprakla doldurur, bağırıp çağırarak üzerinde tepinirler. Buna kö tü ruhu gömm e adını verirler. O rta Avustralya Dieri kabilesinde, Cootchie’yi ya da şeytanı bölge­nin içindeki ve dışındaki alanda, içi do ldurulm uş bir kanguru kuyruğuyla yeri döverek kovalarlar; bu hareket şeytanı yerle­şim yerinden belli bir uzaklığa kovalaymcaya kadar devam eder.

Celebes’li M inahassahlar, bir dizi felaket ya da ciddi bir hastalık bir köye uğradığında, suçu, köyü rahatsız eden, o ra ­dan kovulm ası gereken şeytanların üzerine atarlar. Bunun için

222

de, erkek, kadın, çoluk çocuk bütün halk bir sabah erkenden evlerinden ayrılır, ev eşyalarını da yanlarına alarak köyün dı­şında bir yere kurulm uş olan geçici kulübelerine yerleşir. B ura­da kurban la r sunarak ve son törene hazırlanarak günlerce k a ­lırlar. Sonunda, bazıları maske takmış, kimisi yüzünü karaya boyamış, am a hepsi de kılıçlar, tüfekler, m ızraklar ya da süpü r­gelerle silahlanmış erkekler, dikkatle ve sessizce terk edilmiş köye girerler. Sonra rahibin verdiği bir işaretle sokak larda de­licesine koşarlar, ( topraktan yukarda, direkler üzerine yapıl­mış) evlerin içine, altına girerler, kötülükleri kovm ak için bağı­rırlar, evlerin duvarlarına, kapılara, pencerelere vururlar. Bun­dan sonra, rahipler ve halkın geriye kalanı kutsal ateşle gelir, ellerinden ateşleri bırakmaksızın her evin çevresinde dokuz kez, eve çıkan merdivenin çevresinde üç kez dolanırlar. Bundan sonra ateşi mutfağa götürürler; ateşin üç gün devamlı olarak yanması gerekir orada. Şeytanlar, kö tülükler uzaklaşmıştır a r ­tık, sevinçse büyük ve ortaktır .

Bazen de, yabanıllar, hastalık cinini evlerinden kovm ak ye­rine, onu o rada keyfine bırakıp kendileri kaçarlar, am a kaça r­ken şeytanın arkalarından gelmesini önlemeye çalışırlar. Ö rn e ­ğin, Patagonyahlar, kö tü bir ruhun hilelerine yordukları çiçek hastalığı salgınına uğradığında, hastalarını geride bırakıp, a r ­kadan gelecek korkunç şeytanı uzak tu tm ak için silahlarıyla havayı döverek, etrafa sular saçarak kaçarlardı; günlerce y ü rü ­dükten sonra, şeytanın ulaşamayacağını um dukları bir yere vardıklarında, bir önlem olarak, bü tün kesici silahlarını, sanki bir süvari hücum unu defediyormuş gibi, kesici yüzleri geldikle­ri bölgeye dönük şekilde yere gömerlerdi. Aynı şekilde, Gran C haco ’lu Lules veya Tonocotes Kızılderilileri bir salgın h as ta ­lık saldırısına uğradıklarında, genellikle kaçm ak yoluyla savuş­turm aya çalışırlardı onu, am a bunu yaparken düm düz değil de, dolambaçlı bir yol izlerlerdi; çünkü dediklerine göre, hastalık

223

B a li 'd e k i h ir H in d u ö lü y a k m a tö re n in d e ceset y a k d ır re g ü n a h la r ın d a n a n n s m d iye k ü lle n h ır Tiehre ya da d e n ize savru lur .

arka larından gelirken yolun dönüşlerinden, k ıvrım larından öy­le yorgun düşerdi ki, hiçbir zam an onlara yetişemezdi. N ew M exico Kızılderilileri çiçek ya da başka salgın hastalık lardan kırıldığında, dağların en tenha bölgelerine çekilerek, bulabil­dikleri en sık, en dikenli çalılıkları seçerek oturdukları yeri her gün değiştirirlerdi, böylece çiçek hastahğm m dikenlerden k o r ­kup peşlerinden gelmeyeceğini umarlardı. R an g o o n ’u ziyaretle­rinde bazı Çinler koleraya yakalanınca, kılıçlarını çekerek onu savuşturm aya çalışmış, hastahk kendilerine bulaşmasın diye günü çalılıklar altında gizlenerek geçirmişti.

Kötülüklerin kovulması, ara sıra yapılan bir iş o lm aktan çı­

224

Mcilczyci, P cn a n g 'd a A ç t i iiy a le tle r tö ren i, y ıld a h ir k ez , A r a fla rm d a n serb est b ıra kd a n ö lü le n y a tış tırm a k ıçın yap ılır .

kıp dönem sel olma eğilimini gösterir. İn­sanlar, uzun süredir çevrelerinde to p la n ­mış bütün kötü etki­lerden k u rtu lm uş o la rak hayata yeni bir başlangıç yapabil­mek için belli zam an­larda, genellikle yıldabir kez kötü ruhlardan toptan bir kurtuluş arzu ederler. Bazı Avustralya aborijinleri yılda bir kez ölülerinin hayaletlerini to p ­raklarından kovarlardı. Rahip W. Ridley, Barvvan N eh ri’nin her iki kıyısında yapılan bu törenlere tanıklık etmiştir: “ Gençler­den, yaşlılardan oluşan yirmi kişilik bir koro şarkı söylüyor, bu ­meranglarla da tem po tutuyorlardı... Birden, bir ağaç kabuğu­nun altından, bedeni kille beyaza boyanmış bir adam fırladı, ba ­şına ve yüzüne kırmızı, san çizgiler çizilmişti, başının üzerinden altmış yetmiş santimetre yukarda bir sopaya bir demet tüy tu t ­turulmuştu. Tam yirmi dakika, gözünü yukarı dikmiş öylece sessiz kaldı. Kenarda duran bir aborijin, onun ölmüş insanların hayaletlerini aradığını söyledi bana. Sonunda yavaşça hareket etmeye başladı, az sonra bütün hızıyla ileri geri koşuyor, bize görünmeyen kimi düşmanları kovuyormuş gibi elindeki dalı sal­lıyordu. Bu pandom im in tam bittiğini sandığım sıra, aynı şekil­de süslenmiş on adam daha ağaçların arkasından belirdi birden, ve bütün grup gizemli saldırganlarla hızlı bir çatışmaya girdi. Sonunda, bütün güçlerini ortaya koydukları bazı hızlı m anevra­lardan sonra, bü tün gece ve gün doğum undan sonra da birkaç saat sürdürdükleri bu heyecanlı çabadan vazgeçtiler: hayaletle­rin on iki aylığına uzaklaştırılmış o lduğundan emin görünüyor­lardı. Aynı töreni nehir boyunca her durak ta yinelediler, bunun

225

A z iz Zeı-ıo h ir k a d ın d a n cin k o v a r k e n .İta lya , V e r o n a ’d a k i San Z e n o

k il ises inde b r o n z d a n y a p ı lm a bir on ik inc i yüzyıl k a p ı girişi.

yılda bir tekrarlanan bir tören olduğu söylendi b an a .”

Yılın belli mevsimleri, iblislerin genel bir kovuluşuna uygun anlar ol­duklarını doğal bir şekilde gösterir­ler. Böyle bir an. Kuzey kışının biti­mine doğru, güneş haftalarca, aylar­ca yokluktan sonra yeniden ufukta belirdiğinde ortaya çıkar. Buna göre, A laska’nın, hatta bü tün A m erika’nın en kuzeydeki ucu Point B arrow ’daki

Eskimolar güneşin tekrar belirdiği anı, zararh ruh T u n a ’nm ev­lerden kovulm a zamanı o larak seçerler. Bu törene, kışı Point Barrovv’da geçirmiş olan Birleşik Devletler K utup Keşfi üyeleri birkaç yıl önce tanık olmuşlardı. Meclis binası önünde bir ateş yakıldı, her evin girişine yaşlı bir kadın nöbetçi kondu. Genç kadınlar ve kızlar ellerindeki bıçakları yatak altlarına ve geyik derilerine öfkeyle sokup çıkararak, T u n a ’ya evi terk etmesini söyleyerek ruhu teker teker evlerden dışarı sürerken, erkekler de dışarıda meclis binasının çevresinde toplandı. T u n a ’nm her köşe bucaktan dışarı sürülmüş olduğunu anlayınca, onu döşe­medeki deliğe doğru ittiler, bağırışlar ve çılgınca hareketlerle açık havaya kovaladılar. Bu arada evin girişindeki yaşlı kadın, T u n a ’nın dönmesini önlemek için elindeki uzun bıçakla havayı dövüp duruyordu . H er grup, ruhu ateşe doğru sürüyor, T u n a ’yı ateşin içine girmeye çağırıyordu. Bu sırada herkes ateşin çevre­sinde bir yarım çember o luşturm uştu, önde gelen erkeklerden birçoğu ruha karşı beUi suçlam alarda bulunuyordu; her biri k o ­nuştuktan sonra giysilerini şiddetle çırparak ruhu kendisini terk etmeye ve ateşe girmeye çağırıyordu. Şimdi iki adam kuru sıkı do ldurulm uş tüfekleri ellerinde ileri doğru çıkmıştı, bir üçüncü- süyse bir kap dolusu sidiği getirip ateşin üzerine döktü . Aynı za-

B h u ta n . B u n h a n 'd a .

k ö tü ruhları ko v m a

tö r e n i y a p a n h ir h üyücii.

226

K arşı b ü y ü r itü e lle rm d c N g o tıg ta n g c cm a a tin ce ku llan ıla ): b ir m iğ fe r

m a sk . Fa n g kabi lesi , Cıahon, E k v a to r Afr ikası.

m anda, adam lardan biri ateşe doğru bir atış yaptı, bir buhar bulutu yük­selirken ikinci atış yapıldı ateşe, şim­dilik T u n a ’nın işi bitmişti.

Bazen, iblislerin kovuluş tarihi tarım dönem lerine göre saptanır. Örneğin, Batı Afrika’da T ogo land’h H oşlar arasında, kovm a işi her yıl halkın taze yerelmasını paylaşımın­dan önce yapılır. Reisler, papazları ve büyücüleri çağırır, onlara halkın şimdi taze yerelmasını yiyeceğini ve eğleneceğini, bu yüzden köyü temiz­lemelerini ve kötülükleri kovm aları­nı söyler. Kötü ruhlar, cadılar ve ha l­ka zara r veren bü tün kötü lükler

ağaç yapraklarından, asma yapraklarından demetler içine soku­lur, direklere bağlanır, daha sonra bu direkler oradan uzaklaş­tırılıp kentin dışındaki çeşitli yollara dikilir. Ertesi gece hiç ateş yakılmaz, bir şey yenmez. Ertesi sabah kadınlar ocaklarını ve evlerini süpürür, çıkanları kırık tahta tabak lar üzerine koyar. Halk, “ Bedenimize girmiş, bizi rahatsız eden sız bürün hastalık­lar, bugün dışarı atıyoruz sizi” diyerek dua eder. Bunun üzeri­ne, elleriyle ağızlarına vurarak ve haykırarak Adaklu Dağı yö­nünde bütün güçleriyle koşarlar: “ Dışarı! Dışarı! Ö nüne geleni öldüren, dışarı! Siz kötü ruhlar, dışarı! Başımızı ağrıtan ne var­sa, dışarı! H er türlü kötülüğün gideceği yer, Anlo ve Adak- lu’d u r!” Adaklu Dağı üzerinde belli bir ağacın yanına gelince, ellerindeki her şeyi a tar ve eve dönerler.

Yeni G ine’nin güneydoğusunda Kirivvina’da, taze yerelma- ları toplandığında, halk günlerce şenlik yapar, dans eder, pazı­bentler, yerli para ve buna benzer birçok eşya, bu amaçla hazır-

228

K u ze y A fr ik a D ın k a la n a rasında , h e r a ilen in k u ts a l h ır ineğ i vard ır . F e la ke t za m a n la rın d a b u n la rd a n k ö y ü n g ü n a h keç is i g ö rev i g ö rm e s i is teneb ilir.

lanmış bir tezgâhta göze çarpar biçimde sergilenirdi. Eğlenceler sona erince, bü tün halk toplanır ve bağırarak, ev direklerini d ö ­verek, altında kö tü bir ruhun saklanmış olabileceği her şeyi ters çevirerek ruhları köyden kovardı. H alk ın bir misyonere açıkla­dığına göre, ruhları eğlendirmiş, karınlarını doyurm uş ve on la ­ra para pul vermişlerdi, şimdi de ruhların gitme zamanı gelmiş­ti. Dansları görmemiş, şarkıları işitmemiş, midelerini yerelması ruhları ile do ldurm am ış ve tezgâhtaki bü tün o paraların ve ö te­ki güzel şeylerin ruhlarını almamışlar mıydı? Ruhlar daha baş­ka ne isteyebilirlerdi? İşte bunun için gitmeliydiler.

H o lar ve M undarile r a rasm da olduğu gibi, bazı H indukuş kabileleri arasında kötülüklerin kovulması hasa ttan sonra olur.

229

E sk ilY unan 'daE rinyelcrd iye dead la n d ır ıla nE u n ıen ıd le raileler¡(in d ek ic in a ye tsuçla rın ın' icünii a lantanrıça lard ı.Ç oğu k e z h ira k ra b a y ıö ld ü rm ü şo lan k işilersu ç lu lu kd u y g u su y laçıldırır, oza m a nF. riny e lerinka n ın ö c ü n üaldığısöylen ird i.\ a ta l i sC om itie s.M y th o lo -g / t i f ’denta h t a ka l ıpbaskısı.

Sonbaharın son ürünü de am bara almmca, bü tün kötü ruhla- rm am barla rdan dışarı sürülmesi gerekir artık. Su ve sütle pişi­rilmiş bir tü r lapa yemeği yenir, ailenin reisi ağızdan dolm a tü ­feğini alır ve döşemeye ateş eder. Sonra dışarı çıkarak baru tlu ­ğundaki baru t bitinceye kadar tüfeğini do lduru r ve ateş eder, bu sırada kom şular da aynı şeyi yapm aktadır . Ertesi gün eğlen­ceyle geçer. C hitra l’de bu şenliğe “ şeytan k o v m a” denir.

Java’nın doğusunda bir ada olan Bali’de, şeytanları yılın bel­li zam anlarında toptan kovma törenleri yapılır. K ovmak için se­çilen zaman, genellikle dokuzuncu ayda “karanlık ay ” günüdür. Şeytanlar uzun süre rahatsız edilmemişse, ülkenin “sıcak” oldu­ğu söylenir; o zam an rahip, Bali tüm den oturulmaz durum a gel­mesin diye, onları zorla kovma emirleri çıkarır. Saptanan günde köy ya da yöre halkı ana tapınakta toplanır. Burada şeytanlar için bir yol çatağında sunular hazırlanır. Rahipler duaları o ku ­duktan sonra, şeytanlar bir boru sesiyle kendileri için hazırlan­mış olan yemeği paylaşmaya çağrılır. Aynı zam anda birtakım adam lar ileri çıkar ve başrahibin yanan kutsal lambasından m e­şalelerini tutuştururlar. Elemen ardından, arkalarından gelen se­yircilerle birlikte her yöne dağılıp “Yürü! Defol!” diye bağırarak yollardan, daracık sokaklardan ilerlerler. Geçtikleri yerlerde, ev­lerinde kalmış olan halk, şeytanların kovulmasında üzerlerine düşeni yapm ak için kapıları, kirişleri, pirinç yığınlarını...vb. k u ­lakları sağır edici seslerle döver. Bu şekilde evlerden kovulan şey­tanlar, kendileri için hazırlanmış olan şölene koşar; fakat orada papaz kendilerini lanetlerle, sövgülerle karşılar, sonunda bölge­den sürülürler. Son şeytan da yola düzüldüğünde, çıkarılan gü­rültünün yerini bir ölüm sessizliği alır, ertesi gün de sürer bu ses­sizlik. Şeytanların eski yuvalarına dönmek isteyecekleri düşünü­lür, onları Bali’nin Bali değil de terkedilmiş bir ada olduğuna inandırm ak için yirmi dört saat süreyle hiç kimse evinden dışarı çıkmaz. Yemek pişirme de dahil olmak üzere bütün sıradan ev

231

f ’ W'

h ır y a b ü tıd ya şa m rtıh tı o lan S ılenus, ya n a r b ir s n n a k tü liu rb a n su n n yo r . Bir R o m a m e rm e r

k a b ar rm as ın c ian p a rç a , Scavi di O s t i a . İta lya.

İşlerine ara verilir. Sokaklarda an ­cak nöbetçiler görülebilir. Ya-

bancılarm girmesini önlemek için bütün giriş yerlerine di­kenlerden ve yapraklardan çelenkler asılır. Bu kuşatma durum u üçüncü günün so­nuna k ad a r kaldırılm az, hatta o zaman bile pirinç tarlalarında çalışmak, pa­zarda mal satmak, mal al­mak yasaklanır. Çoğu kim­

se evinde kâğıt oynayarak, zar a tarak geçirmeye çalışır zamanı.Hıristiyan A vrupa’da, yılın belli zam anlarında kötü güçle­

rin kovulması gibi eski bir pu ta tapa r töresi m odern çağlara k a ­dar gelmiştir. C alab ria ’nın bazı köylerinde M ar t Ayı, büyücü karıların kovulmasıyla açılır. Geceleyin kilise çanlarının sesiyle yapılır bu iş. insanlar sokaklarda koşuşup “ M ar t geldi!” diye bağırır. Büyücü karıların M art ayında ortalık ta dolaştığı söyle­nir, bu tören ay boyunca her Cum a akşamı tekrarlanır. T a h ­min edilebileceği gibi, çoğu kez bu eski pagan töreni kilise şen­liklerine bağlanmıştır. A rnavu tluk ’ta Paskalya Arifesinde deli­kanlılar reçineli ağaçtan meşalelerini yakıp havada sallayarak alay halinde köyün içinde dolaşır. Sonunda, “ O h, Kore, bir d a ­ha hiç dönmeyesin diye, bu meşaleler gibi, seni nehre a t ıyoruz” diyerek meşalelerini nehre atarlar. Silezyah köylüler. Paskalya yortusundan önceki Cum a günü, cadıların dolaşm aya çıktığı­na, büyük kö tü lük gücüne sahip o lduklarına inanır. Dolayısıy­la Strehlitz yakınındaki Oels’de, halk o gün eski süpürgelerle silahlanıp bağırarak , gürültüler kopararak , b inalardan ve ev­lerden, çiftliklerden ve ahırlardan cadı kovalar.

Buraya kadar, kötülüklerin kovulm asının benim doğrudan

232

ya da dolaysız adını verdiğim sınıfını anlattım. Bu sınıftaki k ö ­tülükler, en azından sıradan gözlerce görülmez şeylerdi, on la r ­dan kurtu lm a tarzıysa, büyük ölçüde, boş havayı dövmek, k ö ­tücül ruhları korkutabilecek ve kaçırabilecek büyük gürültüler ç ıkarm aktan ibarettir. Geriye, kötü etkilerin ya göze görü leb i­lir bir biçimde bedenleştiği, ya da en azından maddi bir arac ı­ya, onları bir köyün ya da kasabanın halk ından uzaklaştıracak bir araca yüklenmiş olduğu varsayılan ikinci sınıf kovmaları örneklemek kalıyor.

Bütün bir topluluğun, birikmiş şeytanlarını ya da k ö tü lü k ­lerini uzaklaştıran araç, çoğu kez bir hayvan ya da günah keçi­sidir. H ind is tan ’ın O rta Eyaletlerinde, bir köyde kolera baş gösterdiğinde, günbatım m dan sonra herkes evine çekilir. D aha sonra rahipler, her evin çatısından bir sap alarak sokaklarda dolaşır, daha sonra bunlar köyün doğusunda bir türbede pi­rinç, m anda yağı ve zerdeçal sunusu ile yakılır. Üzerlerine zin­cifre sürülmüş piliçler dum an yönünde kovalanır, bunların has­talığı beraberlerinde götüreceklerine inanılır. Piliçler bunu ya­pam azsa, keçiler denenir, en sonunda da dom uzlar. Hintli Bharlar, M allan lar ve Kurmiler, kolera yaygınlaştığında, bir keçi ya da yabanöküzü alırlar -h e r iki du rum da da hayvanın dişi ve olabildiğince siyah olması gerek ir- hayvanın sırtına sa­rı bir bez parçası içinde biraz tahıl, karanfil ve sülüğen tozu bağlarlar ve köyün dışına sürerler. H ayvan köy sınırlan dışına çıkarılır ve bir daha geri dönmesine izin verilmez. Bazen y a ­banöküzü kırmızı boya ile işaretlenir ve bitişik köye sürülür, salgın hastalığı beraberinde oraya götürür.

Beyaz Nil’in kırsal bölgelerinde yaşayan bir halk olan Din- kalar’da, her ailenin kutsal bir ineği vardır. Ülke savaş, kıtlık ya da başka herhangi bir kamusal felaket tehdidi altına girdiğinde, köyün başkanlar! belli bir aileden kutsal ineğini günah keçisi gö­revi görmek üzere teslim etmesini ister. Hayvan, kadınlar tara-

233

O n d o k u z ıın c ii y ü z v ıl o r ta la rına a it h ir lU n d is ta n B u d is t re sm u u ie cif2-şeyta>ı fıg itr le rın d ejı de tay .

fından nehir kıyısına, o radan da karşı yakaya sürülür, orada ya­ban o rm anda dolaşmaya ve açlıktan çılgına dönm üş hayvanlara yem olmaya bırakılır. D aha sonra kadınlar sessizce, arkalarına bakm adan geri dönerler; geriye dönüp bakarlarsa, törenin boşa gideceğini düşünürler. 1857’de, Bolivyalı ve Perulu Aymara Kı­zılderilileri bir veba salgınına uğradığında, veba kurbanı kişile­rin giysilerini kara bir lamaya yüklediler, giysilerin üzerine kon ­yak döktüler ve hayvanı dağlara sürüp serbest bıraktılar, hayva­nın veba hastalığını beraberinde götüreceğini umuyorlardı.

G ünah keçisi bazen de bir insan olur. Örneğin, tanrılar za­m an zam an Uganda Kralını uyarırdı: düşm anları Banyorolar,

234

B en ia obası ya da kra lı e n ir in d e çalışan ka sa p la r en sa yg ın h a y va n o lan hır ineğ i k u rb a n ed iyor. N ije rya , Benin K r . ı l l c i n n u ı ' . a r a y m d a n b i r p i r i n ç p l a k a ,

o n \ ' c d i n c i \ i ı zvı l h a s l a n . B r i t i s h

. M u s e u m , L o n d r a .

kral ve halkı hastalıktan ()lsünler d i­ye hü\ ü yapıyorlardı. Kral böyle bir felaketi savuşturm ak için düşm an toprağı olan Bunyoro sınırına bir günah keçisi gönderirdi. G ünah ke­çisi, bir erkek ve bir oğlan çocuğu ya da bir kadın ve çocuğu olurdu; bun ­lar bedenlerindeki bir işaret ya da kusurdan dolayı seçilirdi; bu işaret­leri tanrılar belirler, kurban la r bun ­larla tanınırdı. İnsan kurbanlarla birlikte bir inek, bir keçi, bir kümeshayvanı ve bir köpek de gönderilirdi; güçlü bir muhafız b un la ­rı tanrının işaret etmiş olduğu toprağa gö türürdü . O rad a k u r­banların elleri ve ayaklan kırılır, sürüne sürüne U ganda’ya ge­ri dönemeyecek kadar sakatlanmış bir halde, düşm an top rağ ın ­da uzun ve acı bir ölüme terk edilirdi. IHastalık ya da salgının böylece kurban la ra aktarıldığı ve onların kişiliğinde geldikleri toprak lara geriye gönderildiği düşünülürdü.

Ç in’deki yerli kabilelerden bazıları, salgın hastalıklara k a r ­şı bir korunm a olarak, günah keçisi rolünü oynayacak, kasları güçlü bir adam seçerler. Adam yüzünü boyayla boyadık tan sonra, bütün hastahk yapan zararlı etkileri kendi üzerine çek­mek amacıyla bir sürü maskaralık yapar. Bu işte kendisine bir rahip yardım eder. Sonunda gonk ve tam tam çalan kadınlar ve erkekler tarafından sıkı bir şekilde kovalanan günah keçisi k a ­sabadan ya da köyden dışarı sürülür. Pencap’ta sığır hastalığı­nın tedavisi için C ham ar kastından bir adam tu tulur, yüzü köy­den öteye dchıdürülür, sırtı kızıl kor halinde bir orakla dağla­nır ve hastalığı da yanında alıp götüreceği cangıla sürülür. Adam arkasına bakm ayacaktır.

Ciünah keçisi kutsal biri de olabilir. Örneğin, Irlindistan’da

235

A m e r ik a n d ü z lü k le r in d e n K argıi K a rta l ka b ile s in d e n b ir h e k im asası. Bir

ş a m a n ın h a y a lin d e h ır k u ş ya da h a yva n be lird iğ in d e , d e ris in in y ü z ii lm e s i re

g ü c ü n d e n ya ra r la n m a k iç in b ir aracı o la ra k ku lla n ılm a s ı gerek ird i.

Gondlar Kasım aymda ürünlerin ko ruyu­cusu Ghansyam D eo’ya taparlar; şenlikte

tanrm m kendisinin tapm anla rdan birinin başı­na konduğu söylenir: adam birden bir nöbete yakalanır, bir süre sendeledikten sonra cangı-

a doğru koşar, orada kendi başına bırakılır­sa çıldırıp öleceğine inanılır. Ama geri geti-

rirler, bir iki gün kendine gelemez. Halk, bir adam ın böylece köyün geriye kalanın günahları için günah keçi­

si olarak seçilmiş o lduğunu düşünür.Doğu KafkasyalI Arnavutlar, Ay

tapınağında birtakım kutsal köleler barındırırdı, bunların birçoğu esinliy- di ve kehanet gösterirdi. Bu adam lar­dan biri alışılan esin ya da delilik be­

lirtilerinden daha fazlasını gösterip, cangıldaki Ciond gibi, o rm an­da tek başına bir aşağı hır yukarı dolaşmaya başladığmda, başra­hip onu kutsal bir zincirle bağlatıp bir yıl süreyle lüks içinde bes­lerdi. Yıhn sonunda vücudu merhemle yağlanır ve kurban edil­mek üzere götürülürdü. İşi bu insanı öldürmek olan ve bu işte bir hayli ustalık kazanmış olan bir adam, kalabalıktan ileri çıkar ve kurbanın yan tarafına kutsal bir mızrak atarak kalbini parçalar­dı. Öldürülen adamın yere düşüş şeklinden, ülke halkının refahı konusunda işaretler çıkarılırdı. Daha sonra vücudu belli bir yere götürülür, bütün halk bir arınma töreninde orada bulunurdu. Bu son durum açıkça gösteriyor ki, halkın günahları kurbana ak ta­rılmaktadır, tıpkı Yahudi rahibin, elini hayvanın başına koyarak halkın günahlarını günah keçisine aktarışı gibi; adam m kutsal ruh tarafından ele geçirilmiş olduğuna inanıldığı için de, halkın gü­nahlarını ve şanssızlıklarını alıp götürmesi için öldürülen bir in- san-tanrınm kuşkusuz bir örneğini görüyoruz burada.

236

B ir to p îiil ıığ u n b ir ik m iş o lan ıığ ıtr s ıtd u k la r ın i , g ü n a h la r ım u z a k la ş tır m a k iç in taşıy ıc ı o la rak b ir h a y va n ku lla n ılırd ı. G ü n a h K eçisi, W il l iam H o lm a n H u n t ' ı n ( 1 8 2 7 - 1 9 10) bir resmi, Lady Lcvcr A r t ( ia l le ry . P o r t Sunlight.

Bir günah keçisi olarak kutsal birinin ya da bir hayva- nm kullanılması özellikle d ik ­kat çekicidir; aslında burada, kötülüklerin daha sonra ö ldü­rülen bir tanrıya aktarılm ası­na inanıldığı ölçüde, kö tü lük ­lerin kovulması töresiyle doğ­rudan ilgiliyiz. H alkın gün ah ­larını üzüntülerini üzerine alıp uzaklaştırm ak üzere neden öl­mekte olan bir tanrının seçildiğini soracak olursak, günah ke­çisi o larak kutsal birinin kullanılması uygulamasında, bir za­m anlar birbirinden ayrı ve bağımsız olan iki t()renin birleştiril­miş olduğu ileri sürülebilir. Bir yandan, insan ya da hayvan tanrıyı, kutsal yaşamını yaşın getireceği zayıflıklardan k u r ta r ­mak için öldürm e töresi olduğunu, öte yandansa, kötülüklerin ve günahların yılda bir kez top tan kovulduğunu görm üştük. Eğer insanların aklına bunların ikisini birleştirmek gibi bir fi­kir gelmişse, sonuç, ölen bir tanrının günah keçisi o larak kul­lanılması olacaktır. İlk başta, günahları alıp g()türsün diye de­ğil, kutsal yaşam, yaşlanmanın getireceği çöküntü lerden k u r ­tulsun diye ö ldürülüyordu; am a her ne olursa olsun ö ldürü le­cekse, insanlar acılarının ve günahlarının ağırlığını, alıp mezar ötesindeki bilinmeyen dünyaya götürebilir diye, onun üzerine yükleme fırsatının doğduğunu düşünm üş olabilirler.

Eski Yunanlılar da insanın bir günah keçisi olarak kullanıl­masını bilirdi. P lu tarkhos’un doğum yeri olan Khaironeia kasa­basında, üst yöneticinin Belediye Binasında, her aile reisininse kendi evinde yaptığı bu tür bir tören vardı. “ Açlığın kovulm a­sı” denirdi buna. Bir köle agm ıs castus çubuklarıyla dövülür vc “ Açlığı al git, varlık ve sağlığı getir” sözleriyle kapıdan kovu­

237

lurdu. Plutarkhos, kendi doğum yerinin yöneticisi görevine gel­diğinde Belediye Binasmda bu töreni kendisi yönetirdi, daha sonraları bu tö ren in yol açtığı tartışmaları da kaydetmişti.

Ama uygarlaşmış Yunanistan’da günah keçisi töresi, sevim- H ve saygıdeğer P lutarkhos’un başkanlık etmiş olduğu masum di­ni törenlerden daha karanlık şekiller aldı. Yunan kolonilerinin en kalabalık ve en parlaklarından biri olan M arsilya’da ne za­man bir veba salgını olsa, yoksul sınıflardan bir adam kendini günah keçisi olarak sunardı. Bütün bir yıl kam u hesabına kendi­sine bakılır, katkısız seçme yiyeceklerle beslenirdi. Yılın bitimin­de, kutsal giysiler giydirilir, kutsal dallarla süslenir ve kentin içinde dolaştınlırdı, bu sırada halka gelecek bütün kötülüklerin onun başına gelmesi için dualar edilirdi. Bundan sonra adam kentten atılır ya da duvarların dışında halk tarafından öldüresi­ye taşlanırdı. Atinahlar düzenli olarak, kam u hesabına, aşağı sı­nıftan yararsız birtakım kişiler beslerdi: kentte veba, kuraklık ya da kıtlık gibi herhangi bir felaket belirdiğinde, bu toplumdışı in­sanlardan ikisi günah keçisi olarak kurban edilirdi. K urbanlar­dan biri erkekler, ötekiyse kadınlar içindi. İlkinin boynuna bir dizi siyah, ikincisininse bir dizi beyaz incir takılırdı. Anlaşıldığı­na göre, kadınlar için kurban edilen, bazen bir kadın olurdu. Bunlar kentin içinde dolaştırılır, daha sonra herhalde kentin dı­şında ölünceye kadar taşlanarak kurban edilirdi. Fakat bu tür kurbanlar, kamusal felaket gibi olağanüstü durumlarla sınırlı de­ğildi; öyle anlaşıhyor ki, her yıl Mayıs ayındaki Thargelia şenU- ğinde biri erkekler, öbürü kadınlar için iki kurban Atina dışına çıkarılır ve taşlanarak öldürülürdü. T rakya’daki Abdera kenti yılda bir kez halkça temizlenirdi; kentlilerden bu amaçla seçilmiş biri, bütün ötekilerin yaşamı için bir günah keçisi ya da vekil, kurban olarak ölesiye taşlanırdı; “ bütün halkın günahlarını yal­nız başına taşıyabilmesi için,” ölüm ünden altı gün önce top lum ­la ilişkisi kesilirdi.

238

Dokuzuncu Bölüm

A teş Şe n l îk l e r î

fí"

/S-

A v ru p a a teş 'e stiva lleri O rta ça ğ ­lardag ö rü lü rd ü :bun la rıntarihçesie sk il çağlaraka d a r dagidebilir.İspanya .B arse lo n a 'd aA teş E i d eritöreni.

Bürün A vrupa’da köylüler çok eski zam anlardan beri yılm belli günlerinde şenlik ateşleri yakm ak ve onun çevresinde dans etmek ya da üzerinden a tlam ak alışkanhğm dadır. Bu tü r tö re ­ler tarihsel kanıtlara dayanarak geriye, O rtaçağa kadar izlene­bilir; onların eskil çağlarda yerine getirilen bu gibi törelerle olan benzerliği, kökenlerinin Hıristiyanlığın yayılmasından çok önceki bir dönem de araştırılması gerektiğini kanıtlayacak k a ­dar güçlü iç kanıtlarla uyum içindedir. Gerçekten de, onların Kuzey A vrupa’da yerine getirildiğine değgin en erken kanıt, H ı­ristiyan kilise meclislerinin sekizinci yüzyılda bunları pu tperest törenleri o larak yasaklam a girişimlerinden elde edilmiştir.

Ren Prusyası Eifel D ağları’nda Büyük Perhiz’in ilk Pazar günü gençler ev ev dolaşarak tahıl sapı, çalı çırpı toplardı. Bun­ları yüksekçe bir yere tepeye götürür, uzun ince bir kayın ağa­cının çevresine yığarlardı, bir odun parçası bir haç oluşturacak biçimde dik açıyla ağaca bağlanırdı. Bu yapı “ ku lübe” ya da “ kale” diye bilinirdi. Bu yığın tu tuştu ru lur, gençler baş açık, her biri elinde yanan bir dal taşıyarak ve yüksek sesle dua ede­rek “ ka le” nin çevresinde dolanırdı. Bazen de “ ku lübe” nin için­de sam andan bir adam yakılırdı. İnsanlar dum anın ateşten es­tiği yönü gözlerdi. Eğer ekin tarlalarına doğru esiyorsa, hasa­dın bol olacağının bir işaretiydi bu. Aynı gün Eifel’in bazı yer­lerinde sam an saplarından büyük bir teker yapılır ve bir tepe­nin doruğuna üç at tarafından çekilirdi. Köydeki oğlan çocuk­lar akşam karanlığında oraya yürür, tekeri ateşe verir ve bayır aşağı yuvarlarlardı. O bers ta ttfe ld ’de bu tekeri, en son evlenmiş

241

B o k b ö c e ğ i k ııtsd i s im g es iy le b ir lik te y ed i tanrıy ı ta ş ıya n G ü n eş T e k n es i. B o k b ö c e ğ i y u m u rta s ın ı

ça m u rd a n y a p ılm a to p şe k lin d e yu va r la d ığ ı ıçın. I-.skil M ısırlılara g ö re g ü n e ş in ve k en d i-d o ğ ıın ııın s im g es iy d i. A n h n i ’nin B o o k o f th e D e a d P apyrus

k irah ındnn .

olan delikanlınm sağlaması gerekirdi. L üksem burg ’da Flchternach yciresinde aym törene “cadıyı y ak m a” adı verilir. T i ro l ’de V oral- berg’de Büyük Perhiz’in ilk Pazar günü ince uzun, genç bir köknar ağacı sam an yı­ğını ve odunlarla çevrilir. Ağacın tepesine “cad ı” adı verilen bir insan figürü bağlanır; eski kum aşlardan yapılan bu figürün içine b a ­

ru t doldurulur. Geceleyin, bu şeyin tüm ü ateşe verilir, oğlan ve kız çocuklar ellerinde meşaleler, içinde “ ürün kalburda , saban to p ra k ta ” sözlerinin geçtiği uyaklı şiirler söyleyerek ateşin çev­resinde dans ederler. Sw abia’da Büyük Perhiz’in ilk Pazar gü ­nü kum aşlardan “cad ı” ya da “yaşlı k a r ı” veya “ kışın ninesi” adı verilen bir figür yapılır ve bir direğe bağlanır. Bu direk bir odun yığınının ortasına dikilir, sonra da odunlar ateşe verilir. “ C ad ı” yanarken gençler yanar diskler fırlatır havaya. Bu d isk­ler birkaç santim çapında, yuvarlak, ince tah ta parça land ır , ke­narları güneşe ya da yıldızlara benzeyecek biçimde çentilmiştir. O rta la rında bir delik vardır, bu radan bir sopanın ucuna tu t tu ­rulurlar. Disk atılm adan önce tu tuşturu lur, sopa ileri geri sal­lanır, böylece diske iletilmiş olan hız, çubuğun meyilli bir ta h ­taya şiddetle çarpılmasıyla artırılır. Yanan disk böylece fırlatı­lır ve yükseldikçe, yere düşmeden önce uzun bir eğri çizer h a ­vada. Yakılan “cadT’nın ve disklerin kömürleşmiş közleri eve getirilir ve zararlı böcekleri tarlaya yaklaştırmayacağı inancıy­la aynı gece keten tarlalarına gömülür.

İsviçre’de de. Büyük Perhiz’in ilk Pazar akşam ında yüksek

242

İsk o çy a a ç ık la r ın d a k i O r k n e y A d a s t'n d a g ü n b a ta rke n S ten n e s Taş M e y d a n ı. M Ö y a k la ş ık j o o o y ılın d a n k a lm a o ld u ğ u san ılıyor.

yerlerde şenlik ateşleri yakm a gele­neği vardır, ya da vardı; bu yüzden bugün halk arasında Kıvılcım Paza­rı diye bilinir. Bu töre, örneğin b ü ­tün Luzern k an tonunda yaygındı.O ğlan çocuklar ev ev dolaşır, sap sam an ve çalı çırpı toplar, daha son­ra bunları her yerden görülen bir dağ ya da tepe üzerinde bir direğin çevresine yığarlardı, direğin üzerin­de de, sam andan yapılmış “cad ı” fi­gürü bulunurdu . Geceleyin bu yığın ateşe verilir, gençler çılgınca dans ederdi çevresinde, kimileri kamçı şaklatır, kimileri zil çalardı; ateş yeteri kadar alçalınca da üzerinden atlarlardı. Buna “cad ı­yı y ak m a” denirdi. K antonun bazı bölgelerindeyse eski teker­lekleri saplar ve dikenlerle sarar, sonra da ateşe verirler, yanan tekerleri yokuş aşağı yuvarlarlardı. K aranlık ta ne k adar şenlik ateşi kıvılcımı ve alevi görülürse, yılın o kadar bereketli o laca­ğı um ulurdu; dans edenler ateşin yanında ya da üzerinde ne k a ­dar yükseğe sıçrarlarsa, ketenin de o kadar boy atacağı düşü­nülürdü. Bazı bölgelerde, şenlik ateşini tu tuşturm ası gereken kişi son evlenmiş erkek ya da kadm olurdu.

İskoçya’nm orta larındaki Yaylalarda Beltane ateşleri diye bilinen şenlik ateşleri, önceleri 1 Mayıs günü büyük törenle ya­kılırdı, bunlarda insan kurban ların izleri çok açık ve ta r t ışm a­sızdı. Şenlik ateşleri yakm a geleneği birçok yerde ta onsekizin- ci yüzyıla kadar sürmüştü. Bu törenin o dönem in yazarlarınca anlatılışı, ülkemizde halen yaşam akta olan putperestliğin öyle ilginç ve tuha f bir tab losunu çizmektedir ki, on lardan bazıları­nı burada vermeden geçmeyeceğim. Bu anlatıların en ayrıntılı­sı, bize. Sir W alter Scott’m dostu, Burns’ün hamisi, Crieff yakı-

243

Ingiltere ,W iltsh ire ,S to n h e n g e 'd eyazg ü n d ö n ü -m ü n d egüneş,m e yd a n ınd ış ındab u g ü n “H ee lStone'*d en d en n işantaşın ınü zer in d enka ya ra kg e çerkençağdaşD u rid 'le r bird in i tö renya p ıyo r.

nındaki O chtertyre m ülkünün sahibi John R am say’den ulaştı­rılmış olanıdır. Şöyle söylüyor: “ Fakat bu D ruid şenHklerinin en önemlisi Beltane şenliğidir, ya da son zam anlarda İskoçya Y aylalarında olağanüstü törenlerle kutlanan Bahar Bayramı (Bir Mayıs) şenliğidir... Druidlerin öteki toplu tap ınm aları gibi Beltane şenliği de tepelerde ya da yüksek yerlerde yapılırmış. Tapınağı evren olanın, insan eliyle yapılmış bir evde yaşayaca­ğını varsaym anın onu aşağılamak olduğunu düşünürlerdi. Bu yüzden ona adadıkları kurbanları açık havada, çoğunlukla da tepelerin doruk larında, en harika doğa görünüm leri o rtasında, sıcaklığa ve düzene en yakın oldukları yerlerde sunarlardı. Ge­leneğe göre, bu şenlik son yüzyıl içinde Y aylalarda böyle k u t­lanıyordu. Fakat boşinancm değer yitirmesiyle birlikte, bazı ufak yerleşim yerlerinin halkı tarafından , hayvanlarının o tlad ı­ğı tepelerde ve yüksek yerlerde ku tlanm aktad ır . Buralarda, gençler sabahleyin top lan ır bir çukur kazar, onun üst kısmında insanların oturacağı yer hazırlarlardı. O rtaya, eski zam anlarda tein-eigin, yani zorunlu ateş ya da ihtiyaç ateşi dedikleri şeyle tu tuştu rdukları bir yığın odun ya da yakacak şey yerleştirilirdi. Geçmişte yıllarca bildiğimiz ateşle yetinmiş o lm alarına karşın, o lağanüstü acil du rum larda yine tein-eigin'e başvurulduğu için bugün bu tu tuştu rm a işlemini anlatacağız.

“ Bir gece önce köydeki bütün ateşler dikkatle söndürülür, ertesi sabah bu kutsal ateşi tu tuştu racak gerekli malzeme hazır- lanırdı. En ilkel yöntem in Skye, M ull ve Tiree adalarında uy­gulanan yöntem olduğu görülüyor. İyice kurum uş meşe ağacın­dan bir kü tük bulunur, ortasına bir delik delinirdi. D aha son­ra aynı ağaçtan bir lobut yapılır ucu deliğe alıştırılırdı. Fakat anakaran ın bazı bölgelerinde bu düzenek farklıydı. Kare şek­linde, yeşil ağaçtan yapılma bir çerçeve kullanılırdı, bunun o r ­tasına bir dingil yerleştirilirdi. Bazı yerlerde üç kere üç sayıda insan, diğerlerindeyse üç kere dokuz insan gerekirdi bu dingili

245

t h ' 'h

S o r i ’eç'ifi B ergen k e n t in d e C in îd ö n iin ıü ateşi.

Şen lik teşleri

(¡ecesi 1 K asını). R o fiıa 'd a k i P apan ın h ir tasviri h ıtg ü n hâlâIn ^ ıfle re ,S ıısse x 'te .¡x 'w cs 'd e\a k d tr .

ya da lohuru sırayla döndürm ek için. İçlerinden biri, adam ö ldü r­me, zina, hırsızlık ya da başka bir yüz kızartıcı suçtan suçlu olacak olursa, ya ateşin yanmayacağı ya da her zam ank i erdem lerinden yoksun olacağı düşünülürdü . Şid­detli sürtünm e yoluyla kıvılcımlar ç ıkm aya başlar başlam az, yaşlıhuş ağaçlarından çıkarılan ve parlayıcı olan bir tü r kav atılırdı üzerine. Ateş sanki göklerden geliyormuş gibi gö rünürdü , çok çeşitli özellikler atfedilirdi bu ateşe.”

Beltaııe ateşleri İr landa 'da da yakılıyor gibi görünüyor, çünkü Corm ac, “ ya da bu adda biri, helitame 'm. Bahar Bayra- m ı’nın, ‘şanslı a teş’ ya da ‘iki ateş’ten dolayı bu adla ad land ı­rıldığını söylüyor: Krin’li druidlerin sığırlarını o gün hastalık la­ra karşı bir önlem olarak bu ateşlere getirildiklerini ya da a ra ­larından geçirdiklerini ekliyor.” Sığırların Bahar Bayramı’nda ya da arifesinde, ateşlerin içinden ya da arasından sürülme tö ­resi İ r landa’da uygulandığı hâlâ belleklerdedir.

Bir Mayıs, İsveç’in daha iç ve güney bölgelerinde büyük bir halk şenliğidir. Şenliğin arifesinde iki çakm ak taşının b ir­birine sürtülmesiyle tu tuşturu lm ası gereken büyük şenlik ateş­leri bü tün tepelerde ve tepeciklerde yanar. H er büyük köyün kendi ateşi vardır. Çevresinde gençler halka olup dans eder. Yaşlılar ateşin kuzeye mi yoksa güneye mi yöneldiğini d ik k a t­le izler. Kuzeye d()nerse ilkbahar soğuk ve sert olacaktır, g ü ­neye dönerse ılık ve hoş geçecektir. Bohem ya’da, Bahar Bayra- m ı’nın arifesinde delikanlılar tepelerde ve yüksek yerlerde, yol kavşaklarında, o tlak larda ateş yakar, çevresinde dans eder. Kızgın közlerin üzerinden hatta alevlerin içinden atlarlar. Bu törene “ cadı y a k m a ” adı verilir. Bazı yerlerde, şenlik ateşinde

247

B ey in e p ifiz in ı u y a ra ra k ru h sa l içgörü sağ lad ığ ı sö y len e ft g e le n ek se l k u tsa l

p e lin o tu ('A rtem isia v u lg a ris). A lm a n y a 'd a h a lk A z iz J o h n A r ife s in d e

p e lin ve m in e ç ıçeğ in d e n çe len k le r ta ka rla rd ı başlarına .

cadıyı temsil eden bir figür yakılırdı. Bahar Bayramı arifesinin, her yerde cadıların görünm eden çılgınca koş­tu rduk ları kö tü ünlü W alpurgis G e­cesi olduğu unu tu lm am ahd ır . Bu ca ­dı gecesinde V oig tland’de çocuklar da yüksek yerlerde ateşler yakar ve üzerinden atlar. Ayrıca, ellerinde ya ­nar süpürgeler sallar ya da bunlarla havayı döverler. Şenlik ateşleri ne kad a r yükseğe çıkarsa, ta rla la r o k a ­dar kutsanm ış olacaktır. W alpurgis

Gecesinde ateş yakılm asına “cadıları k o v m a ” adı verilir. Bir M ayıs arifesinde, cadıları yakm a amacıyla ateş yakm a töresi, Tirol, M oravya , Saksonya ve Silezya’da da yaygındır ya da yaygındı.

Fakat bu ateş şenliklerinin bütün A vrupa’da genellikle yay­gın olduğu mevsim yaz gündönüm üdür, yani Y azdönüm ü Ari­fesi (yirmi üç haziran) ya da Y azdönüm ü G ünü (yirmi dört h a ­ziran). Vaftizci Aziz John onuruna Y azdönüm ü G ünü diye ad ­landırılarak bunlara zayıf bir Flıristiyanlık havası verilmektedir, am a bu kutlam aların çağımızın başlangıcından çok eski zam an­lardan geldiği kuşkusuzdur. Yaz dönencesi ya da Y azdönüm ü G ünü, güneşin yörüngesindeki büyük dönüm noktasıdır, gök­yüzünden her gün biraz daha yükseğe tırm anan güneş bu nok ­tada durur ve bundan sonra göksel yolunda aşağı düşmeye baş­lar. İlkel insanın, gök kubbede büyük ışıkların seyrini gözleme­ye ve üzerinde düşünmeye başlar başlamaz böyle bir ana endi­şeyle bakm am ası beklenemezdi; doğanın büyük çevrimsel deği­şiklikleri karşısında kendi güçsüzlüğü hakkında öğrenecek daha çok şeyi olduğu için, düşer gibi göründüğü bu anda güneşe yar­dım edebileceğini - elindeki o zavallı ateşle güneşin sarsılan

248

T ö ren lerd e k u lla n d a n g e le n ek se l ku tS id D ru id m in eç içeğ i tem sili. F ransızla rın " m in eç içeğ i" ded iğ i, b itk i çayı y a p m a n d a ku lla n ıla n fa rk lı l im o n o tu b itk is iy le k a r ış tır ılm a m a lıd ır . A. C irandv iilc ’in Les r ieu rs A n im é e s ad lı y a p ıtın d a n .

adımlarını destekleyebileceğini, sönmekte olan alevi yeniden tutuşturabileceğini h a ­yal etmiş olabilir.

Bizim Avrupa köylüm üzün yazdö- nüm ü şenlikleri buna benzer düşünce­lerle ortaya çıkmış olabilir. Kökenleri ne olursa olsun, batıda İr landa’dan d o ğ u d a R u sy a ’ya k ad a r , kuzeyde N orveç ve İsveç’ten güneyde İspanya ve Y unan is tan ’a kadar yerkürenin bu çeyreğinde yaygındır. Bir ortaçağ ya­zarına göre, yazdönüm ü ku tlam aları­nın üç büyük özelliği, şenlik ateşleri, elde meşaleler tarlaların çevresinde yürüyüş ve tekerlek yuvarlamadır. Erkek çocukların iğrenç bir dum an çıkarm ak için kemik ve çeşitli pislikler yaktığını; bu d u ­m anın, bu sırada yaz sıcağının etkisiyle havada çiftleşen ve to ­hum larım dam lata rak kuyuları ve nehirleri zehirleyen bazı za­rarlı hayvan lan kaçırdığını söylüyor; tekerlek yuvarlam a tö re ­sinin, tu tu lum da en yüksek noktasına ulaşmış olan güneşin a r ­tık aşağıya inmeye başladığı an lam ına geldiğini açıklıyor.

Onaltmcı yüzyılın ilk yarısından bir yazar A lm anya’nın he­men her köy ve kasabasında halkın Aziz John Arifesinde şenlik ateşleri yaktığını, kadın, erkek, yaşlı, genç herkesin bu ateşlerin çevresinde toplandığını ve zam anlarını dans ederek, şarkı söyle­yerek geçirdiklerini bildiriyor, insanlar bu vesileyle başlarına pelinden ve mineçiçeğinden taçlar takar, ateşe ellerinde tu t tu k ­ları hezaren çiçeği demetleri içinden bakarlardı - bunun bütün yıl gözlerini sağlıklı durum da tutacağına inanırlardı. H er biri, o radan ayrılırken pelin ve mineçiçeğini ateşe fırlatır ve “ başıma gelecek bütün şanssızlıklar bununla gitsin ve bununla yansın ,” derlerdi. M oselle’e yukardan bakan bir tepe yam acında kuru l­

249

Bir G u y F üii'kcs şen lik a teşi. Bu tö ren ler h ü ti/n In i^ iltere 'de h er

K a sım d a , l'.lizahctl? d ö n e m in d e İng iltere Parlanıenli>sıı'?ju l?ara \a

u çu rm a g ir iş im i o lan K a to lik "B a ru t S u ik a s tı "n ın b a şa rıs ız lık la so n la n m ış

o lm a s ın ı k u tla m a k ü zere yakılır.

muş olan Aşağı K onz’da, yazdönüm ü şenliği şöyle kudanırdı: Bir mikrar sa­m an dik Stromberg Tepesinde topla­nırdı. K()yde herkes, ya da en azından her aile reisi bu yığına katkıda bulun­mak zorundaydı. Akşama doğru, e r­kekler ve oğlan çocuklar tepede top la­nır, kadınlar ve kızların kendilerine katılmasına izin vermezlerdi; onlar yo­kuşun ortasında belli bir yerdeki kay­nakta yerlerini alırlardı. Tepenin üze­rinde büyük bir tekerlek, toplanmış sapların bir kısmıyla adamakıllı sarılır, kalanından meşale yapılırdı. Tekerin iki yanından, yaklaşık bir metre uzun­luğunda dışarı çıkmış bir dingil, onu aşağı indirecek olan delikanlılara tu ta ­

m ak sağlardı. Hizmeti karşılığında daima bir sepet kiraz alan komşu Sierck kasabası belediye başkanı işareti verir, tekerleğe yanar bir meşale tutulurdu; tekerlek alevlerle yanmaya başla­yınca, güçlü bacakları ve hızlı ayakları olan iki delikanlı tu ta ­m aklara yapışır ve tekerlekle birlikte yokuştan aşağı koşmaya başlardı. Herkes bağırmaya başlardı. Her erkek ve oğlan çocu­ğu elindeki yanar meşaleyi havada sallar, tekerlek tepeden aşa­ğı ininceye kadar meşaleyi yanar durum da tu tm aya d ikkat eder­di. Tekeri yeden delikanlıların en büyük amacı, onu yanar d u ­rum da Moselle’in suyuna daldırmaktı; fakat hu çabalarında pek ender başarılı olurlardı, çünkü bayırın büyük kısmını kaplayan üzüm bağları ilerlemelerini önlerdi, ve tekerlek çoğu kez nehre ulaşmadan çoktan yanmış olurdu. Yuvarlanışta, kaynakta bek­leyen kadınlar ve kızlar tekerlek yanlarından geçerken sevinç çığlıkları atar, tepenin üzerindeki erkekler de buna yanıt verir­

250

di. M anzarayı M oselle’in öteki yakasındaki tepelerinden izleyen komşu köylerin sakinlerinin bağırışları yankılanırdı. Yanar te­kerlek nehir kenarına başarıyla indirilmiş ve nehir suyunda sön­dürülmüşse, halk o yıl bol bir üzüm ürünü beklerdi; Konz sa­kinleriyse, çevre bağlardan bir araba dolusu beyaz üzüm alma hakkına sahip olurdu. Ö te yandan, bu töreni yapmayı savsak­larlarsa, hayvanlarının baş dönmesi ve sarsılmaya tutulacağına, ahırlarında dans edeceğine inanırlardı.

Y azdönüm ü ateşleri bütün Yukarı Bavyera’da o n d o k u zu n ­cu yüzyılın en azından ortalarına kadar parlardı. Özellikle dağ ­larda, am a alçak yerlerde de yaygm olarak yakılırdı; söylendi­ğine göre, gecenin karanlığında ve sessizliğinde, alevlerin titrek ışıklarıyla birlikte hareket eden gruplar etkileyici bir görünüm sunardı gözlere. H asta hayvanları sağaltmak ve sağlıklı o lan la­rı bü tün yıl boyunca hastalığa ve her türden belaya karşı k o ru ­mak için sürü ateşin içinden geçirilirdi. O gün birçok aile reisi evinin ocağındaki ateşi söndürür, yazdönüm ü ateşinden alın­mış bir korla yeniden yakardı. Halk, keten fidanının yıl içinde çıkacağı yüksekliği, şenlik ateşlerinde alevlerin ulaştığı yüksek­likle ölçerdi. Yanan ot yığınının üzerinden kim atlarsa, o yıl h a ­satta tahılı biçerken bel ağrısı çekmeyeceğine güvenirdi. Bavye- ra ’nm birçok bölgesinde, ketenin, genç insanların ateş üzerin­den a tlam a yüksekliği kadar büyüyeceğine inanılırdı. Başka \erlerde yaşlılar, şenlik ateşlerinden aldıkları kömürleşmiş üç çubuğu tarlaya getirir diker, bunun ketenin boyunu yükseltece­ğine inanırdı. D aha başka yerlerdeyse, söndürülm üş bir odun parçası, evi yangına karşı korum ak amacıyla çatıya konurdu. W urzburg çevresindeki kasabalarda şenlik ateşleri pazar yerin­de yakılırdı, ateşin üzerinden atlayan gençler çiçeklerden, özel­likle pelin ve mineçiçeğinden gerdanlıklar takar, ellerinde heza­ren çiçeği filizleri taşırdı. H ezaren çiçeklerinden bir parçayı gözlerine tu tup ateşe baktık larında bütün yıl boyunca göz has-

251

i .

R ir İsv iç re b ahar şen liğ i. A v ru p a ço b a n la rı y a z y a k la ş ır k e n s ığ ırların ı ta ze o t y e m e k üzere a ç ık a lana ç ıkarır . M a y ıs şen lik le r i, ç o b a n y ılın d a b u ö n e m li za m a n la çakışır.

talığına yakalanm ayacaklarına inanırlardı. Ayrıca, onaltmcı yüzyılda, W urzb u rg ’da piskopos çömezlerinin kasabaya yu k ar­dan bakan bir dağdan yanar tah ta diskler a tm aları töresi var­dı. Diskler esnek çubuklar aracılığıyla fırlatılır, karanlık ta uçarlarken ateşten bir ejderha gö rünüm ü sunarlardı.

Aynı şekilde Svvabia’da genç erkekler ve kızlar el ele yaz­dönüm ü şenlik ateşlerinin üzerinde atlar, kenevir fidanının üç arşın büyümesi için dua ederler ve sam andan yapılma tekerleri ateşe verip tepeden aşağı yuvarlarlardı. Bazen, halk yazdönü­m ü şenlik ateşi üzerinden atlarken “ Keten, keten! Keten bu yıl yedi arşın büyüsün!” diye bağırırlardı. R o ttenbu rg ’da Angel- m an adı verilen insan şeklindeki kaba saba bir tasvir çiçeklerle sarılır, daha sonra oğlan çocukları ta rafından yazdönüm ü a te ­şinde yakılırdı; tasvir yanarken üzerinden atlarlardı.

252

A vusturya’da yazdönüm ü töreleri ve boşinançlan Alman- ya’dakilere benzer. Örneğin, T iro l’ün bazı bölgelerinde Tirol şenlik ateşleri yakılır, havaya yanar diskler fırlatılırdı. Aşağı Inn V adisi’nde pejmürde kıyafetli bir tasvir Y azdönüm ü G ünü köyün çevresinde a rabada dolaştırılır, sonra da yakılırdı. Lot- ter denirdi buna; bu sözcük daha sonra Luther’e bozulmuştur. M artin Luther’in tasvirinin bu şekilde yakıldığı köylerden biri olan A m bras’da, Aziz John Gecesi saat on bir ile on iki aras ın ­da köyün içinden geçerseniz ve üç çeşmede yıkanırsanız, gele­cek yıl içinde ölecek herkesi göreceğinizi söylerler. Aziz John Arifesinde (yirmi üç Haziran) G ra tz ’da halk T aterm an adı ve­rilen bir kukla yapar, temizleme yerine kadar sürükler ve tutu- şuncaya kadar yanar süpürgelerle döverlerdi. T iro l’de Reut- te ’de halk keten fidanının yazdönüm ü ateşinde atladıkları y ük ­sekliğe kadar büyüyeceğine inanırdı; ateşten kömürleşmiş p a r ­çalar alır ve aynı gece keten tarla larına dikerlerdi, keten ürünü içeri alınıncaya kadar tarlada bırakırlardı onu. Aşağı A vustur­ya’da, şenlik ateşleri yükseklerde yakılır, oğlan çocuklar zifte bulanmış yanar meşaleleri ellerinde sallayarak çevresinde zıp­lar bu ateşlerin. Ateşin üzerinden kim üç kez sıçrarsa yıl içinde sıtmaya yakalanm ayacaktır. Çoğu kez araba tekerlerine zift sü­rülür, ateşlenir ve tepeden aşağı yanar halde bırakılır.

Prusya ve Litvanya’nm birçok bölgesinde Y azdönüm ü Ari­fesinde büyük ateşler yakılır. G ökyüzü gözün görebildiğince kıpkırmızıdır bu ateşlerden. Bu ateşlerin büyücülüğe, gök gü­rültüsüne, doluya ve hayvan hastalığına karşı bir korum a o ldu ­ğu varsayılır, özellikle de ertesi sabah sürü, ateşlerin yakıldığı yerlere götürülürse. Dahası, şenlik ateşleri çiftçiyi, sihirlerle ve büyülerle ineklerinden süt çalmaya çalışan büyücülere karşı korum a altına alır. Ertesi sabah, şenlik ateşini yakmış olan de­likanlıların ev ev dolaşıp testiler dolusu süt topladıkların ın gö­rülmesinin nedeni budur. Aynı nedenle, sürünün otlağa gider-

253

ken geçtiği kapının ya da çitin üzerine kozalaklar ve pelin asar­lar, çünkü bunların büyücülüğe karşı koruyucu ()zellik taşıdığı varsayılır.

Doğu Prusya’da, Polonya ailesinden bir kolun oturduğu bir bölge olan M asu ren ’de Yazdchıümü G ünü akşamı köydeki bü tün ateşleri söndürm ek bir töredir. D aha sonra yere meşe ağacından bir direk çakılır, üzerine, bir dingile geçirilir gibi bir tekerlek geçirilir. Köylüler, sürtünm eden dolayı ateş çıkıncaya kadar nöbetleşe bu tekeri hızla çevirir. H erkes yeni ateşten bir odun parçası alarak evine gö türür ve evin ocağındaki ateşi b u ­nunla yeniler. Sırbistan’da Y azdönüm ü Arifesinde çobanlar h u ş ağacı kabuğundan meşaleler tu tuştu rup ağılların ve ah ırla ­rın çevresinde dolaşırlar; daha sonra da tepelere tırm anır ve meşalelerini o rada sönmeye bırakırlar.

M acaris tan’da M agyarlar arasında yazdönüm ü ateş şenli­ği, A vrupa’nm birçok yerinde karşımızda çıkan özellikleri taşır. Y azdönüm ü Arifesinde, birçok yerde tepelerde şenlik ateşleri yakm ak ve üzerinden atlam ak bir töredir, kenarda duranlar, gençlerin ateşten atlama şeklinden onların yakında evlenip ev­lenmeyeceklerini söylerler. Yine aynı gün birçok M acar dom uz \ushch çobanı, kenevire sarılmış odundan bir dingil çevresinde hir te- ' ker çevirerek ateş yakar, domuzlarını hastalıktan korum ak için şenliğindebu ateşin içinden sürer. g(h'iiİ!İr.

M agyarlar gibi insanlığın bi.iyük Turan ailesinden gelen Rusya Estonvahlan da vazdönüm ünü herkes gibi kutlar. Aziz donatıl,mş

. İni adamlar.)ohn ateşinin büyücüleri sürülerinden uzak tutacağına inanır- çeneli,kie

bereke tle ilgili pagan

d in se l î(>renlerine

nüm ü ateşini yakacakla beslerlerken, “ O tlar ateşe, keten tarla- kadar geriye y a ” diye bağırır ya da “Ketenler uzasın!” diyerek alevlere üç iti­dal fırlatırlar. Eve dönerken sığırları sağlıklı büyüsün dive, be- i'r„ash'ta raberlerinde kömürleşmiş dallar getirirler ve onları saklarlar. şenUği.

254

lar; ateş şenliğine gelmeyenin arpasını devedikeni, yulafmıysa yabani ot saracağını söylerler. Estonya Adası Oesel’de, yazdö-

v‘- -f “J l

’ V,'*

m

t-iŞS.'v -»■

f, ‘-■'I ' -*..“. ■

sC. . - r . ;

A danın bazı kısımlarında şenlik ateşi, çalılık ve başka yanıcı şeyleri bir ağacın çevresine yığarak oluşturulur, yığının tepesin­de bir bayrak dikilir. Y anm aya başlam adan önce bayrağı bir sopayla kim aşağı indirirse şansı iyi gidecektir. D aha önceleri şenlikler gün ağarıncaya kadar sürer, yaz sabahının aydınlığın­da iki misli çirkin görünen sefahat sahneleriyle son bulurdu.

A vrupa’nın doğusundan batısına geçtiğimizde, yazdönü- m ünün yine aynı genel karakterde törenlerle kutlandığım g ö rü ­rüz. O ndokuzuncu yüzyılın ortasına kadar, yazdönüm ünde ateş yakm a töresi F ransa’da öylesine yaygındı ki, söylendiğine göre, ateş şenliklerinin yapılmadığı bir iki kasaba zor bu lunu r­du. H alk bu ateşlerin çevresinde dans eder, üzerinden atlar, ev­leri yıldırımdan, yangından ve büyülerden korum ak için k ö ­mürleşmiş sopalar götürürlerdi evlerine.

Britanya’da yazdönüm ü şenlik ateşleri töresi günümüze kadar gelmiştir. Alevler söndüğünde, çevresinde toplananların tam am ı diz çöker ve yaşlı bir adam yüksek sesle dua eder. Son­ra hep birlikte kalkarlar ve ateşin çevresini üç kez dolanırlar; üçüncüsünde duru rla r ve herkes bir çakıl taşı alır ve yanan yı­ğına fırlatır. Bundan sonra dağılırlar. Britanya’da ve Berry’de dokuz yazdönüm ü şenliğinde dans eden kızın o yıl içinde evle­neceğine inanılır. O rne Vadisi’nde şenlik ateşi, töreye göre gü­neş tam ufuktan aşağı düşerken yakılırdı; köylüler sürülerini büyücülerden, özellikle de süt ve tereyağı çalan büyücü ve si­hirbazların büyülerinden korum ak için ateşin içinden geçirir­lerdi. N orm and iya , Jumieges’de, ondokuzuncu yüzyılın ilk ya­rısına kadar yazdönüm ü şenliği, çok eski zam anların dam gası­nı taşıyan bazı garip özellikler gösterirdi. H er yıl. Aziz John Arifesi olan H aziran ın yirmi üçünde. Yeşil K urt Kardeşliği ye­ni bir başkan ya da lider seçerdi, bunun daim a C onihou t k ö ­yünden olması gerekirdi. Kardeşliğin yeni başı, seçildikten son­ra Yeşil K urt unvanını alır, uzun yeşil bir m an to ile koni şek-

256

Ç in 'd e h a lk b ir m eşa le şen liğ i ku tla m a s ın d a .

linde, kenarlığı o lm ayan çok yüksek yeşil bir şapkadan oluşan garip bir kıyafete bü rünürdü . Bu kıyafetle kardeşlerin başında, Aziz John ilahisi söyleyerek, önlerinde İsa tasvirli haç ve kutsal bayrak, vakar içinde, C houquet denilen bir yere yürürdü ağır ağır. Burada yürüyüş alayını papaz, kilise müzikçisi ve koro karşılar, kardeşleri kiliseye götürürdü . Ayinin dinlenmesinden sonra grup Yeşil K urt evine giderdi, burada hafif bir yemek su­nu lu rdu onlara . Geceleyin, her ikisi de çiçeklerle donatılm ış bir genç adam la genç kadının çaldığı çıngırağın sesiyle birlikte bir şenlik ateşi yakılırdı. D aha sonra Yeşil K urt ve kardeşleri, om uzlarına inen kukuletalarıyla, el ele tu tuşm uş olarak, gele­cek yılın Yeşil K urdu o larak seçilmiş adam m peşinden ateşin

257

çevresinde koşarlardı. Z incirin yalnızca ilk ve son üyesinin bir eli boşta kalırdı, bunların gcirevi, geleceğin Yeşil K urdunu çe­virmek ve yakalam aktı, o ise kaçm aya çalışırken elindeki uzun değnekle kardeşleri am ansız döverdi. Sonunda onu yaka lam a­yı başarırlar ve yanm ak ta olan yığına götürerek ateşe a tacak­mış gibi yaparlardı. Bu tören bitince Yeşil Kurt evine döner, öğlen olduğu gibi yine zayıf bir akşam yemeği yerlerdi. Gece yarısına k ada r bir tü r dinsel bir hava sürerdi. Fakat saatin on ikiyi vurmasıyla birlikte bütün bunlar değişirdi. Sınırlamalar izne döner, dinsel ilahilerin yerini Baküs şarkıları alırdı, köy kemancısının tiz, titrek notaları, neşeli Yeşil K urt kardeşlerden yükselen kükrem e sesleri altında kalırdı. Ertesi gün, yirmi dört H aziran ya da Y azdönüm ü G ünü aynı oyuncularca ve aynı ne­şeli gürültülerle kutlanırdı. Törenlerden biri, tüfek atış sesleriy­le, kutsanm ış koskoca bir som un ekmeğin dolaştırılmasıydı. Bundan sonra sunağın basam aklarına bırakılmış kutsal çıngı­raklar, görevin simgesi olarak gelecek yılın Yeşil K urtu ’na em a­net edilirdi.

Po itou ’nun hemen her köyünde Aziz John Arifesinde şen­lik ateşleri yakılırdı. İnsanlar, ellerinde ceviz dalı taşıyarak a te­şin çevresinde üç kez dolanırdı. Ç oban kızlar ve çocuklar sığır­kuyruğu {uerhascum) ve fındık dalları geçirirdi alevlerin için­den; fındık dalları diş ağrısını sağaltmak, ceviz ise sığırları has­ta lık lardan ve büyülerden korum ak içindi. Ateş söndüğünde insanlar, ya gök gürültüsüne karşı koruyucu o larak evlerinde saklam ak ya da zararlı otları ve delice o tunu öldürm ek için ta r ­lalara serpmek üzere bir m iktar kül alırlardı ateşten. Yine Po- ito u ’da. Aziz John Arifesinde bereket getirsin diye saplarla sa­rılmış yanar bir tekerleği tarla la rda yuvarlam a töresi vardı.

Provence’da yazdönüm ü ateşleri hâlâ popülerdir. Ç ocuk­lar kapı kapı dolaşıp yakacak isterler, bunlar eli boş dön d ü rü l­mez. Önceleri, papaz, belediye başkanı ve belediye meclisi üye-

258

fcipoN ta p ın a k şen liğ i. B u şen liğe k a tıla n la r h a y va n m a sk e le r i ta ka r, yo lla r ın ı a y d ın la tm a k iç in m eşa le le r y a ka r a k ta p ın a ğ ın çevres in i do lan ırla r.

leri hep birhkte şenhk ateşine yürür, hatta ateşi onlar tutuştu- rurdu; bundan sonra top luluk yanan yığının çevresinde üç kez dolaşırdı. Aix’te, yazdönüm ü şenliğini papağan hedefine ok a t ­m adaki ustalığından dolayı gençler arasından seçilen bir sözde kral yönetirdi. Kendi memurlarını seçer, parlak bir geçit res­miyle şenlik ateşine yürür, onu yakardı, ateşin çevresinde dans eden ilk kişi o olurdu. Ertesi gün, kendisini izleyenlere hediye­ler dağıtırdı. Krallığı bir yıl sürerdi, bu sürede belli ayrıcalıklar­dan yararlanırdı. Aziz John G ününde Aziz John Şövalyelerinin kom utanm ca yapılan ayine katılm asına izin verilirdi; avlanma hakkı verilirdi kendisine, askerler onun evinde konaklayam az- dı. M ars ilya’da da aynı gün loncalardan biri badache ya da çift-balta kralı seçer; fakat bunun şenlik ateşini yaktığı sanılmı­

259

yor; şenlik ateşi büyük bir törenle başkan ve öteki yetkililer t a ­rafından yakılır.

Y azdönüm ünde şenlik ateşleri yakm a töresi ülkemizin b ir­çok kısmında uygulanm akta , genellikle halk ateşler çevresinde dans edip üzerinden a tlam aktad ır. G aller’de, şenlik ateşi yak ­mak için bir önceki yazdönüm ünden üç ya da dokuz cins odun ve odun köm ürü çubuğu özenle saklanır, ateş genellikle yüksek bir yerde yakılırdı. G lam organ Vadisi’nde, saplarla sarılmış bir araba tekerleği tu tuştu ru lu r ve tepeden aşağı yuvarlanırdı. Aşa­ğıya kadar yanar du rum da inerse ve uzun süre alevli kalırsa, o yıl bol bir hasat beklenirdi.

M an A dası’nda Y azdönüm ü Arifesinde halk, ü rünün üze­rinden dum an geçsin diye her tarlanın rüzgârüstü yönünde ateşler yakardı; koyun sürüsünü ağıla kapatır, çevrelerinde b ir­kaç kez yanar karaçalı desteleri dolaştırırdı. İ r landa’da sığırlar, özellikle de kısır olanlar yazdönüm ü ateşlerinin içinden geçiri­lir, tarla lara bereketlensin diye küller serpilir ya da küf ve m an­ta rdan korum ak için yanar köm ürler bırakılırdı. Iskoçya’da, yazdönüm ü ateşlerine pek rastlanmaz; fakat o mevsimde Pert- shire yaylalarında sığır çobanları, ellerinde yanar meşalelerle ağıllarının çevresinde güneş yönünde üç kez dolanırlardı. Böy­lece kümes hayvanlarını ve sürülerini arıtmış ve has ta lanm ala­rını önlemiş olurlardı.

Yapılan araştırm alardan , Avrupa halklarının puta tapan ataları arasında yılın en popüler ve en yaygm ateş şenliğinin Y azdönüm ü Arifesi ya da Y azdönüm ü G ünü olduğunu çıkar- sayabiliriz. Şenliğin yaz dönencesine denk düşüyor olması pek rastlantı sayılamaz. Tersine, pagan atalarımızın yeryüzündeki ateş törenini, güneşin gökteki seyrinin en yüksek noktasında o lduğu zam ana belli am açla denk düşürdüklerini varsaymamız gerekir. Eğer böyle idiyse, yazdönüm ü törenlerinin eski k u ru ­cularının dönenceleri ya da güneşin gökyüzünde dönüş nokta-

260

H iillo u 'c 'c tt , b ü y ü k K elt a te ş şe n lik le r iy le a y n ı g ü n e rastlar. J am es H . E d g a r’ın ta b lo s u , 1864.

larının çizdiği apaçık yolu izlemiş oldukları ve buna göre bay­ram takvimlerini de bir ölçijde as tronom ik düşüncelerle ayar­lamış oldukları sonucu çıkar.

Buna, anakaran ın büyük bir bölüm ündeki yerliler diyebile­ceğimiz kimseler için oldukça kesin gözüyle bakılabilirse de, Av­ru p a ’nın Kara Ucu’nda, adalarda ve kuzeybatıda Atlantik Ok- yanusu’na uzanan dağlık burunlarda o tu ran Kelt halkları için pek geçerli görülm emektedir hu. Keklerin, sınırlı bir bölgede ve daha az bir görkemle de olsa, m odern zam anlara hatta günü­müze kadar gelmiş olan ateş şenliklerinden başlıcalan, gö rünü ­şe göre, güneşin gökyüzündeki konum uyla herhangi bir ilgi ku ­ru lm adan saptanm aktaydı. Sayıca iki taneydiler bunlar, ara la ­rında altı aylık boşluk vardı: biri Bahar Bayramı arifesinde, öte- kiyse Allhallow Even ya da bugün bilindiği adıyla Hallo­w e ’en" de, yani Azizler ya da Allhallows G ü n ü ’nden önceki gün olan otuz bir ekimde kutlanırdı. Bu tarihler, güneş yılının üze­

261

Y a z d ö n ü m ü A r ife s i, y d m en b ü y ü k şen liğ i o la n y a z g ü n d ö n ü m ü n e rastlar.

E d w a rd R o b e r t E lu g h es’ın ta b lo su .

rinde döndüğü, dört büyük dayanak noktasından, yani dönence {solstice) ve ılımlardan [equinox] hiçbirine denk düşmemektedir. Tarımsal yılın başlıca mevsimleriyle de -b a h a rd a ekme, son­b a h a rd a b iç m e- u y u şm am ak tad ır . Ç ünkü Mayıs geldiğinde, tohum to p ­rağa bırakılalı çok olmuştur; Kasım başladığındaysa, hasat çoktan biçilmiş ve top lanm ıştır ; ta r la la r çıp lak tır , ağaçlar yaprak dökm üştür, san yap­raklar bile yerde çırpınmaktadır. Fa­kat Mayısın biri ve Kasımın biri A vru­p a ’da yılın dönüm noktalarını belirler;

biri, yazın hayat verici sıcağının ve zengin bitkilerinin öncüsü­dür, öbürüyse kışın soğuğunu ve çıplaklığını haber verir. Yılın bu belli noktaları, bilgili ve usta bir yazarın çok iyi işaret ettiği gibi, Avrupa çiftçisi için nispeten az önem taşısa da, Avrupa ço­banını derinden ilgilendirir; çünkü bir tanesi, onun sürüsünü ta ­ze yiyecek alması için açık havaya çıkarm a zam anının başlangı­cıdır, öteki ise sürüyü güvenÜ bir yere ahırın korum asına geri getirdiği kışın başlangıcıdır. Buna göre. Keklerin yılı Mayısın başlangıcında ve Kasımın başlangıcında olm ak üzere iki yarıya ayırmalarının, Keklerin temelde geçimlerini sürülerinden sağla­yan kırsal bir halk o lduğu bir zam andan kalm a bir şey olması hiç de olasılık dışı görünmem ektedir: yani onlara göre yılın b ü ­yük dönemleri, sığırların yazın başında çiftlikten dışarı çıktığı, kışın başındaysa tekrar çiftliğe döndüğü zamanlardı. Şimdi Keklerin o tu rduğu bölgeden uzak olan O rta A vrupa’da bile, b ü ­yük çoğunluk için, yılın aynı şekilde ikiye bölündüğü izlenebilir: Bahar Bayramı ve Arifesi (Walpurgis Gecesi) ile Kasımın baş­langıcındaki, ince bir Hıristiyan kılığı altında eski pagan ölüler

P ro m e th eu s c en n e tten

a teşi ça lm ış ve L ib y a

sa h ili b itk is i olan D e v

R e z en e sap ı iç inde

g iz le ye rek insan lara

ge tirm iştir .Jan

C o ss te rs ’in A te ş T a ş ıya n

P ro m e th eu s ta b lo su ,

on yed inc i vüzvıl.

262

K İ J 0 -

’ 'Ki

V. •* . .

h--'i ' -

>■■:? iv : a f ' - ^ ’: ■, • -.^ ■

Ktr h A. c iÿ i* i

, - , *' '* * İ l_ -. ■-' ‘ - r -

'■ ■.%' ■ '»=’,. T' '•

■: k

bayram ını gizleyen T üm R uhlar Şenliği. Dolayısıyla, A vru­p a ’nm her yerinde, gündönüm lerine göre yılın göksel bö lünm e­sinden önce, yazın ve kışın başlangıcına göre yersel diyebilece­ğimiz bir bölünm e olduğunu varsayabiliriz.

Buna karşın, iki büyük Kelt şenliği: Bahar Bayramı ve Bir Kasım şenlikleri, daha doğrusu bu iki günün Arifeleri, kudan- m a biçimleri ve onlarla ilgili boşinançlar bak ım ından birbirine çok benzemekte ve aynı şekilde her ikisine de damgasını vu r­m uş olan eskil özellik, uzak ve katıksız pagan kökenini açığa vurm aktad ır . Eski A vrupa’nm p u ta tap a r halkı, Y azdönüm ü mevsimini büyük bir ateş şenliği ile ku tluyor idiyse -k i elimiz­de buna inanm ak için iyi nedenler v a rd ır - bunun izleri zam a­nımıza kadar gelmiştir; o zam an, buna eş düşen K ışdönüm ü mevsimini de benzeri törenlerle kutladıklarını doğallıkla varsa­yabiliriz; çünkü Y azdönüm ü ve K ışdönüm ü, ya da daha teknik bir dille, yaz dönencesi ve kış dönencesi güneşin gökyüzündeki görünen seyrinin iki büyük dönüm noktasıdır, ilkel insanın gö­rüşüyle, göklerdeki büyük ışık kaynağının ateşinin ve sıcağının zayıflamaya ya da artm aya başladığı iki nok tada yeryüzünde ateşler y akm ak tan daha uygun bir şey olamazdı.

M odern Hıristiyanlıkta kış dönencesi eski ateş şenliği, İn­giltere’de çeşith şekillerde adlandırıldığı gibi N oel {Yule) k ü tü ­ğü, takunyası ya da ağacı gibi eski bir törede yaşamını sü rdü­rüyor ya da son zam anlara kadar sürdürm üş gibi görünüyor. Bu töre A vrupa’da yaygındı, am a öyle görünüyor ki özellikle İngiltere’de, Eransa’da ve güney Slavları a rasm da gelişti; en azından törenin en ayrıntılı öyküsü bu bölgelerden gelmekte. N oel kü tüğünün yazdönüm ü ateş şenliğinin kış karşılığından başka bir şey olmadığı, mevsimin soğuk ve sert hava koşulları yüzünden açık hava yerine ev içinde yakıldığı uzun süre önce İngiliz eski çağlar uzm anı John Brand ta ra fından ileri sürüldü, ve bu görüş N oel kütüğüyle ilintili eski, Hıristiyanlıkla dogru-

264

B irle ş ik D ev le tle r , Neu> H a m p sh ire , K u ze y S a lem , M y s te r y H iU ’d e k i “k ış g ü n d ö n ü m ii a m t ı " d e n d e n taş iize r in d en g ö rü len g ü n d ö n ü m ii g ü n eş batış ı. “A m e r ik a n S to n e h e n g e ”i d iye b ilin en b u a n ıt b ü y ü k b ir taş ya p ı to p lu lu ğ u n d a n o lu şur.

dan bağlantısı o lm ayan, fakat üzer­lerinde açık pu tp e re s t l ik köken i damgasını taşıyan boşinançlar ta ra ­f ından des tek lenm ek ted ir . F ak a t g ündönüm ü kutlam aların ın ikisi de ateş şenliği olm asına karşın, kış k u t­lamasının ev içinde yapılması zo­runluluğu ya da arzu edilirliği, ona özel ya da yerli bir şenlik karakteri vermektedir, bu da insanların açık bir yerde ya da belirgin yükseklik­lerde top lan ıp ortak laşa büyük bir ateş yaktığı, dans ettiği ve eğlendiği yaz kutlam asının kamusallığıyla de­rin bir zıtlık göstermektedir.

O ndokuzuncu yüzyılın ta o r ta ­larına kadar, eski Noel kütüğü töreni O rta A lm anya’nın bazı bölgelerinde vardı. Ö rneğin Sieg ve Lahn vadilerinde ağır bir meşe kütüğü olan Noel kütüğü ocağın tabanına yerleştirilirdi, kü tük o rada kor haline geUrse de bir yıl içinde küle dönüşm ez­di. Ertesi yıl yeni kü tük konduğunda , eskisinin kalıntıları toz haline getirihr ve O n İkinci Gece’de tarlalara serpilirdi, ürünle­rin büyümesini artıracağı varsaydırdı bunun. W estfalen’in bazı köylerinde, Noel kütüğü (Christbrand) hafifçe kömürleşmeye başlar başlamaz ateşten alınır; şimşekli, yıldırımh bir havada ye­niden ateşe konm ak üzere dikkatle saklanırdı, çünkü insanlar, Noel kü tüğünün ocakta için için yandığı bir eve yıldırım düşm e­yeceğine inanırdı. W estfalen’in öbür köylerinde Noel kütüğünü hasatta biçilen son demetin içine bağlama töresi vardı.

F ransa’nın çeşitli eyaletlerinde, özellikle de Provence’da N oel kütüğü ya da birçok yerde ona verilen adla, trefoir töresi uzun zam andan beri uygulanm aktaydı. Onyedinci yüzyıldan

265

N o e l k ü tü ğ ü N o e l şen lik le r i için eve s ü rü k le n iy o r . N o e l k ü tü ğ ü N o e l 'd e tu tu ş tu r u lu r ve b ü tü n y ıl b o y u n ca ağır ağ ır ya n a r, e v i y a n g ın d a n ve y ıld ır ım d a n k o ru r d u . C h a m h e r 'in G ü n le r in K /ia/?/’n d a n o v m a , L o n d ra , 1862.

266

bir Fransız yazarı, “ ilk kez Noel Arifesinde ateşe konan ve O n İkinci Gece’ye k ada r her gün biraz ateşte tu tu lan , trefoir ya da Noel odunu denen bir kü tüğün, eğer yatak altında saklanırsa, bir yıl süreyle evi yangından ve yıldırımdan koruyacağı; evde- kilerin kışın taban larında mayasıl oluşmasını önleyeceği; sığır­ların birçok hastalığına iyi geleceği; bir parçası ineklerin içtiği suya konursa buzağılam alarına yardım edeceği; son olarak , k ü ­tüğün külleri tarla lara serpilirse tahılı küften kurtaracağı inan­cını” boşinanç o larak ilan ediyor.

F landre’nin ve F ransa’nın bazı bölgelerinde, N oel k ü tü ğ ü ­nün kalıntıları, gök gürültüsüne ve yıldırıma karşı bir ko rum a o larak evde bir yatağın altında saklanır; Berry’de, bir gök gü r­lemesi işitildiğinde, aileden biri kü tük ten bir parça alır ve ateşe atardı, bunun yıldırımı uzaklaştıracağına inanılırdı. Yine, Peri- g o rd ’da, odun köm ürü ve külleri özenle biriktirilir ve şişen bez­lerin sağaltım ında kullanılmak üzere saklanır; köylüler, k ü tü ­ğün ateşte henüz yanm am ış parçasını sabanlarında kam a o la­rak kullanır, çünkü bunun tohum ları daha güçlü büyüteceğine inanırlar; kadınlar da kü tü k parçaların ı tavukları için O n İkin­ci Gece’ye kadar saklarlar. Bazı kimseler yanan kü tüğü sarstık­larında ne kad a r kıvılcım çıkarsa o kadar tavukları olacağını düşünürler; kimileri de haşaratı kovm ak için kü tüğün yanmış parçalarını yatakların ın altında saklarlar. F ransa’nın çeşitli yerlerinde kömürleşmiş kü tüğün evi yıldırıma karşı olduğu k a ­dar büyülere karşı da koruyacağını düşünürler.

İngiltere’de, N oel kütüğüyle ilgili töre ve inançlar buna benzerdi. John B rand’m söylediğine göre, N oel Arifesinde “atalarımızın N oel M um ları adını verdikleri çok büyük m u m ­lar yakm a âdetleri vardı, evi aydınlatm ak, geceyi gündüze çe­virmek için ateşe N oel-kü tüğü adını verdikleri bir kü tük a ta r ­la rd ı .” Eski töreye göre kü tük , bu am açla bir yıl saklanmış olan bir öncekinin parçalarıyla tu tuştu ru lurdu ; bunun sak lan­

26

dığı yere şeytanlar hiçbir kö tü lük yapam azlardı. K ütüğün k a ­lıntılarının evi yangına ve yıldırma karşı koruduğu varsaydırdı.

N oel kü tüğünün eve getirilmesi töreni güney Slavları, özel­likle de Sırplar ta ra fm dan bugüne kadar hâlâ büyük bir ciddi­yetle yerine getirilir. K ütük genellikle bir meşe kü tüğüdür, fa­ka t bazen zeytin ya da kayın da olabilir. Öyle görünüyor ki, y a ­nan kü tük ten ne kadar kıvılcım çıkarsa o kadar çok buzağıla­rı, koyunları, dom uzları ve çocukları olacağını düşünüyorlar. Bazıları bir kü tük parçasını, doluya karşı bir ko rum a olarak tarlaya çıkartır. A rnavu tluk ’ta son yıllara k adar N o e l’de bir Noel kü tüğü yakm a töresi vardı, ateşten çıkan küller toprağı bereketlendirm ek için tarla lara serpilirdi. K arpath bir Slav ha l­kı olan B uzullar , Noel Arifesinde (Eski Takvim e göre O cak ’m on beşi) odunları birbirine sürterek ateş yakar, ateşi O n İkinci Gece’ye kadar yanar du rum da tu tarlar.

Noel kü tüğünün kalıntılarının, bü tün yıl saklanırsa, evi yangına, özellikle de yıldırıma karşı ko rum a gücüne sahip ol­duğu inancının bu k ada r yaygm olması d ikkati çekiyor. Noel kü tüğü çoğu kez meşe olduğu için, bu inanç, meşe ağacını gök gürültüsü tanrısıyla ilişkilendiren eski Ari dinsel inancının bir kalıntısı olabilir. İnsanlar kadar sığırları da sağalttığı, toprağın verimini artırdığı varsayılan Noel kü tüğünün küllerine bağla­nan sağaltıcı ve bereketlendirici özelliklerin aynı eskil k aynak ­tan gelip gelmediği, üzerinde düşünülmesi gereken bir sorudur.

A vrupa’nın popüler ateş şenlikleri üzerine yapılan a raş tır­m alar bazı genel düşünceler getiriyor akla. Öncelikle, tö ren le­rin birbiriyle olan benzerlikleri -y ıl ın hangi zam anında , A vru­p a ’nın hangi yerlerinde ku tlan d ık la r ı- çok önemli. Büyük şen­lik ateşleri yakm ak, üzerlerinden atlam ak, sürüyü ateşin için­den geçirmek ya da çevresinde dolaştırm ak töresi, öyle g ö rü ­nüyor ki, bü tün A vrupa’da o r tak bir şey; bu yanar meşalelerle tarla ların , meyve bahçelerinin, o tlakların ya da sığır ah ırlar ı­

268

nın çevresinde toplu halde dolaşm alar ya da yarışlar için de söylenebilir. Bundan daha az yaygm olarak , havaya yanar diskler fırlatma, yanar bir tekeri tepeden aşağı b ırakm a törele­ri de vardır. Noel kütüğü töreni, özel ve eve ait olmasıyla öbür ateş şenliklerinden farklıdır; fakat bu farklılık, k ışdönüm ünün açık havada toplanm ayı önlemekle kalm ayıp aynı zam anda birden bastıran bir sağanakla ya da karla çok önemli bir ateşi söndürerek topluluğun amacını boşa çıkaracak sert hava k o ­şullarına bağlanabilir yalnızca. Bu yerel ya da mevsimsel fa rk ­lılıkların dışında, yılın her zam anında , her yerde yapılan ateş şenlikleri a rasm daki genel benzerlikler oldukça büyüktür. T ö ­renler birbirine benzediği için, halkın bun la rdan beklediği çı­karlar da birbirine benzer. İster belli nok ta la rda şenlik ateşleri yakm ak, o radan oraya meşaleler do laştırm ak isterse y an m ak ­ta olan odun yığınından közler ve küller almak şeklinde uygu­lansın, ateşin, ürünlerin büyümesini, insanların ve hayvanların refahını, ya onları uyararak olum lu bir biçimde ya da gök gü­rültüsü ve yıldırım, büyük yangınlar, samyeli, küf hastalığı, haşara t, kısırlık, hastalık, özellikle de büyü gibi onları tehdit eden tehlike ve afetleri önleyerek olumsuz biçimde, artırdığına inanılıyor.

Fakat doğal olarak, nasıl oldu da, bu kadar basit yollardan o kadar büyük ve çeşitli yararlara ulaşılacağına inanıldığım so­rarız kendi kendimize. İnsanlar nasıl oldu da, ateş ve dum anın, köz ve külün bu kadar çok iyilik getireceğini, bu kadar çok k ö ­tülüğü savuşturacağını hayal edebiliyordu? Şenliklerin tarihleri konusuna gelince, şenliklerin en önemli ve en yaygm olan iki­sinin, aşağı yukarı tam yaz ve kış dönüm lerine, yani güneşin gökyüzünde görünen -öğleyin en yüksek ve en alçak noktasına ulaştığı- iki dönüm noktasına denk gelmesi yalnızca rastlantıy­la açıklanamaz. Gerçekten de, k ışdönüm ü Noel kutlam ası k o ­nusunda, varsayıma bağlı değiliz; eskillerin açık tanıklığından

269

V .•

'ÄV->' a*'

i ' i f

'SiîŞifl

* -

( » :

f ^ T \ iè-'t-V. f : I

..'■> '^ - r f - -, -,

“f !

« '‘i ^ -

»

- . a

. *? '■ ./i * •■' -. i

m Æ

If-%■ “

fs, '1 »

• r. ^ r ' '^' > « . - ■ ■ '. ' • . % , ■ . / - > , ■ , . ' j

.Í ' J L? ï -

M

t ■ ■ / • # ' •p -VÍ '* -î*

-v- Í•î ‘ 1

' - v ^ ' ■ ' i■ V - á f e - í ' - í -'*'■■ :

1 ^ ' * ' ” ->^î-v- \V ' I r - g } , ' , ■;

r

K' fWfi ri I>■/»►<#

«*'i>*

t ■î r '

î ; - ■- K ’-'*- •' */ ' , *

r , ^ - : i # ' ‘: - ; ' - : ' - " ' : ^ ^ S * « v V ' '■ «* Â * - • ■• , . ^ . ' . ; « g ¿ ^

sgw;-8jag^sg*tafcy s^ ^^ sa !g ;^ sas iri^^ e» ^ a^ äg ^ fi^^ B e W 'aa w im asg sfe B ^ a i^ ^^

i  ^ - ; " ¿ t ¿ L

A p o l lo n 'unG üneşA rabası.O d ilo nR e d o n ’unta b lo su ,1 9 0 7 - 1 0 .M u sée desB eaux-A rts ,B o rd eau x ,F ran sa .

biliyoruz ki, kilise, giineşin doğuşuna ilişkin eski pu tperest şen­liği yerine koyarak kurum laştırm ıştı bunu: gijneşin, yılın en kı­sa gününde yeniden doğduğu, bundan sonra ışığının ve sıcaklı­ğının yazdönüm ünde en güçlü du rum a ulaşıncaya kad ar a r tt ı­ğı apaçık kavranıyordu. Dolayısıyla popüler N oel ku tlam ala­rında o kadar belirgin o larak ortaya çıkan N oel kü tüğünün , ilk başlarda, görünüşte sönm ekte olan ışığını yeniden yakm aya ça­lışan k ışdönüm ü güneşine yardım etmek için tasarlandığını varsaym ak fazla zorlam a olmaz.

Bazı şenliklerin yalnızca tarihleri değil, aynı zam anda k u t­lanm a tarzları da güneşe bilinçli bir öykünmeyi akla getiriyor. Bu törenlerde sıkça gözlenen, yanar bir tekerleği tepeden aşağı yuvarlam a töresi, pekâlâ, güneşin gökyüzündeki seyrinin bir taklidi yerine geçebilir; taklit, güneşin bir yıllık alçalışının baş­ladığı Y azdönüm ü G ü n ü ’ne özellikle uygun düşmektedir. As- hnda, bu töre onu kaydedenlerce de böyle yorum lanm aktad ır . İçi zift dolu yanar bir varili bir direk çevresinde döndürerek gü ­neşin dönüşünün taklit edilmesinin de buna uygun olduğu söy­lenebilir. Yine, şenliklerde güneş şeklinde olduğu bazen açıkça söylenen yanar disklerin havaya fırlatılması gibi o rtak uygula­ma da pekâlâ bir taklit büyüsünün parçası olabilir. Birçok d u ­rum da olduğu gibi, bun la rda da büyü gücünün taklit ya da duygu yoluyla etkilediği varsayılıyor olabilir: arzu edilen sonu­cu taklit ederek onu gerçekten elde edersiniz; güneşin gökyü­zünde ilerleyişini taklit ederek, ışık veren cismin gökteki seyri­ni tam vaktinde ve hızla izlemesine gerçekten de yardım eder­siniz. Y azdönüm ü ateşinin bazen adlandırıldığı gibi “ gökyüzü ateşi,” dünyasal ve göksel alev arasm da bilinçli bir ilintiyi açık­ça gösterir.

Yine, bu durum larda ilk başta ateşin olasılıkla yakılma şeklinin, yapay bir güneş yapm a isteğini desteklediği ileri sürü l­mektedir. Bazı araştırm acıların da anladığı gibi, eski zam anlar-

271

B ir A m e r ik a n Y erli k a b ile s in in G ü n eş D ansı. F red e rick R e m in g to n 'u n ta b lo su , 1909. R em in g to n A rt M u se u m , O g d e n sb u rg , N e w Y o rk .

da dönemsel şenliklerde ateşin her yerde iki odun parçasının birbirine sürtülmesiyle elde ediliyor olması büyük bir olasılık­tır. Bazı yerlerde, hem Paskalya hem de yazdönüm ü şenliklerin­de hâlâ böyle elde edilmektedir; İskoçya ve G aller’deki Beltane törenlerinde böyle o lduğu açıkça dile getirilmektedir. Fakat b u ­nun bir zam anlar bu dönemsel şenliklerde değişmez bir ateş yakm a tarzı o lduğunu nerdeyse kesin hale getiren şey, daima o dunun sürtülmesiyle, bazen de tekerleğin döndürülm esiyle el­de edilen ihtiyaç ateşiyle benzerliğidir. Bu amaçla kullanılan te­kerin güneşi temsil etmesi akla yakm bir varsayımdır; düzenli tekra rlanan ku tlam alarda ateş daha önce aynı şekilde elde edi­liyor idiyse, bunların başlangıçta güneş büyüleri olduğu g ö rü ­şünün bir olum lam ası o larak bakılabilir. K u h n ’un da gösterdi-

272

gi gibi, gerçekten de yazdönüm ü ateşinin başlangıçta böyle el­de edildiğini gösterecek kanıt vardır. Birçok M acar dom uz ço­banının Y azdönüm ü Arifesinde, kenevire sarılmış odun d an bir dingil çevresinde bir teker çevirerek ateş yaktığını ve dom uzla­rını bu ateşten geçirdiğini görm üştük . Sw abia’da Ober-medlin- gen’de, “gökyüzü ateşi” denilen şey. Aziz Vitus G ü n ü ’nde (H a­ziranın on beşi) ka tran la sıvanmış ve saplarla örülm üş bir a ra ­ba tekerleği tu tu ştu ru la rak elde edilir, dö rt m etre yüksekliğin­de bir direğin tepesine bağlanırdı, direğin tepesi tekerleğin d in ­gil poyrasına yerleştirilmiş olurdu. Bu ateş bir dağın tepesinde yakılırdı, alevler göğe yükselirken, halk, gözleri ve kolları g ök ­yüzüne doğru çevrilmiş b irtakım sözler söylerdi. Burada teker­leğin bir direğin üzerine tu tturu lm ası ve yakılması, ateşin, ihti­yaç ateşinde olduğu gibi, başlangıçta bir tekerin döndürülm e- siyle elde edildiğini düşündürüyor. Törenin yapılacağı gün (H aziranın on beşi) yazdönüm üne yakındır; M azu ry a ’da ateş gerçekten de Y azdönüm ü G ünü, bir meşe direği çevresinde bir tekerin hızla döndürülm esi yoluyla elde edilir ya da ediHrdi, fa­ka t böylece elde edilen yeni ateşin, bir şenlik ateşini tu tu ş tu r ­m ada kullanıldığı söylenmiyor.

Bundan başka, bu dönemsel ya da ara sıra yakılan ateşle­rin hava koşulları ve bitkiler üzerinde yaptığı varsayılan etki, bunların güneş büyüleri o lduğu görüşünü destekliyor, çünkü onlara bağlanan etkiler güneş ışığmınkilere benziyor. Örneğin, yağm urlu geçen bir H aziran ayında yazdönüm ü ateşleri yak ­m anın yağm uru durduracağ ına dair Fransız inancı, bunların kara bulutları dağıtıp güneşi pasparlak ortaya çıkaracağını, ıs­lak toprağı ve yaprak larından sular dam layan ağaç lan k u ru ta ­cağını varsayar gibidir. Aynı şekilde, İsviçreli çocukların sisli günlerde sisi o r tadan ka ld ırm ak amacıyla ihtiyaç ateşi ku llan­maları, doğallıkla bir güneş büyüsü o larak yorumlanabilir . Vosges D ağlarında halk yazdönüm ü ateşlerinin dünya yemişle­

273

rinin saklanmasını ve iyi ü rün alm m asm ı kolaylaştırdığına ina­nır. İsveç’te gelecek mevsimin soğuk m u sıcak mı olacağı Bahar Bayramı şenlik ateşinin alevlerinin esiş yönüne göre çıkartılır; güneye eserse sıcak, kuzeye eserse soğuk olacaktır. Hiç kuşku­suz, bugün alevlerin yönüne sadece hava koşulu tahm ini o larak bakılıyor, onu bir etkileme yolu o larak değil. Fakat bunun, b ü ­yünün kehanete dönüştüğü durum lardan biri o lduğunu da söy­leyebiliriz. Örneğin, Eifel D ağlarında, dum an buğday tarla la rı­na doğru esiyorsa, hasadın bol olacağının bir işaretidir bu. Fa­ka t eski görüş, dum anın ve alevlerin yalnızca bir belirti o lm ak­la kalmayıp, alevlerin sıcaklığının ürün üzerinde güneş etkisi yaparak onun bolluğunu da etkilediği yönündeydi. Belki de Adam A dası’nda halk bu yüzden, dum an tarlaları üzerine essin diye, rüzgâr yönünde yakıyorlardı ateşlerini. Güney A frika’da da. N isan aym da, M atabeleler bahçelerinin rüzgâr yönünde çok büyük ateşler yakarlar, “ buradaki düşünce, dum anın ürünler üzerinden geçerken on la rm olgunlaşmasına yardım edeceğidir.” Z ulu lar arasında da, “ bahçenin rüzgâr yönünde yerleştirilmiş bir ateş üzerinde ilaç yakılır, bitkilerin böylece b u hardan geçirilmesi ü rünün iyileşmesine yardım eder.” Yine, bizim Avrupa köylülerinin, şenlik ateşinin alevleri göründüğü sürece ü rünün iyi olacağı düşüncesi, şenlik ateşlerinin hızlandı­rıcı ve bereketlendirici gücüne olan inancın bir kalıntısı o larak yorum lanabilir . Aynı inancın şenlik ateşlerinden alınıp ta rla la r­da top rağa sokulan közlerin ürünlerin büyümesini etkileyeceği düşüncesinde yeniden ortaya çıktığı ileri sürülebilir; keten to ­humlarının alevlerin estiği yönde ekilmesi, ekimde tohum un şenlik ateşi külleriyle karıştırılması, küllerin kendisinin tarlayı bereketlendirmek için üzerine serpilmesi ve tohum ları güçlen­dirmek için, Noel kü tüğünden alınma bir parçanın sabana ta ­kılması törelerinin altında da aynı şeyin yattığı düşünülebilir. Keten ya da kenevir fidanının, alevler ne kadar yükseğe çıkar­

274

sa ya da insanlar onların üzerinden ne kad a r yükseğe atlarsa o k ad ar yüksek olacağı düşüncesi de aynı düşünce sınıfına girer. Yine, K onz’da M oselle’in her iki kıyısında, tepeden aşağı yu ­varlanan yanan tekerlek hiç sönm eden nehre ulaşırsa, üzüm ü rün ü n ü n bol olacağı an lam ında yorum lanırd ı bu. Bu inanca öyle bel bağlanırdı ki, tö ren in başarıyla yapılması, köylülere yöredeki bağların sahiplerinden belli m ik tarda vergi top lam a yetkisi verirdi. Burada sönmemiş tekerlek, bol üzüm ü rününün habercisi olan bulutsuz bir güneş o larak alınabilir. Köylülerin çevredeki bağcılardan aldığı araba dolusu beyaz üzüm de, üzümleri için sağladıkları güneş ışığının karşılığı bir ödem e ye­rine geçebilir. Aynı şekilde, G lam organ Vadisi’nde, Y azdönü­mü G ünü yanar bir tekerlek tepeden aşağı yuvarlanır, tekerlek tepenin eteğine varm adan sönerse, halk kö tü bir hasat bekler­di; tersine, teker aşağıya kad a r yanar du rum da iner ve uzun bir süre daha yanm ayı sürdürürse, halk o yaz dolgun ü rün bekler­di. Burada da, köylü aklının, tekerleğin ateşi ile güneşin ateşi arasm da, ürünlerin tabi o lduğu doğrudan bir bağ kurduğunu varsaym ak çok doğaldır.

Fakat halk inancında şenlik ateşlerinin hızlandırıcı ve be- reketlendirici etkisi yalnızca bitki dünyasıyla sınırlı değildir; hayvanlara k adar uzanır. İrlandahların kısır hayvanları yazdö­nüm ü ateşi içinden sürmeleri töresinden, Fransızların suya bas­tırılmış N oel kü tüğünün ineklerin buzağılam asına yardımcı olacağı inancından ve N oel kü tüğünden ne kad a r çok kıvılcım çıkarsa tavukların , danaların , koyunla rm ve çocukların o k a ­dar çok olacağı Fransız ve Sırp düşüncesinden, şenlik ateşi kü l­lerinin tavukları yum urtla tm ak için kümeslere konm ası Fransız töresinden ve şenlik ateşi küllerinin hayvanları güçlendirmek amacıyla sularına karıştırılması A lman uygulam asından açıkça görülebilir bu. Dahası, insanın doğurganlığının bile ateşin h a ­yat verici sıcaklığı ile arttığının varsayıldığma dair açık belirti-

275

Ing iltere , D e v o n s h ir e 'd a H a th erle ıg h A te ş K arnava lı her y ıl 5- K a sım a en

y a k ın Ç a rşa m b a g ü n ü yap ılır .

1er var. Fas’ta halk çocuksuz çiftlerin yazdönüm ü ateşlerinin üstünden a t ­larlarsa çocuk sahibi olacağmı düşü ­nür. Y azdönüm ü şenlik ateşinin üze­rinden üç kez atlayan bir kızm yakm zam anda evleneceğini ve birçok ço­cuğun anası olacağı, bir İrlanda inan­cıdır; F landre’de, kadın lar kolay bir doğum yapabilm ek için yazdönüm ü ateşleri üzerinden a t la r la r ; F ra n ­sa’nın birçok yerinde, dokuz ateşin

çevresinde dans eden bir kızın o yıl içinde m utlaka evleneceği düşünülür, Bohem ya’daysa şenlik ateşlerinden dokuzunu gö­ren bir kızın o yıl evleneceği hayal edilir. Ö te yandan, Lechra- in halkı, bir delikanlı ile bir kadm alevlere değmeden yazdönü­m ü ateşleri üzerinden atlarlarsa, genç kadının on iki ay içersin­de anne olamayacağını söyler; alevler ona dokunup dölleme- miştir onu. İsviçre’nin ve F ransa’nın bazı bölgelerinde Noel k ü ­tüğünün ışığında, kadm larm çocuk sahibi olmasını, dişi keçile­rin oğlak doğurmasını, koyunlarm kuzulamasını dileyen bir dua okunur. Bazı yerlerde uygulanan şenlik ateşlerinin son ev­lenen kişiler ta ra fm dan yakılması kuralı, böyle bir kişinin do- ğurtucu ve döllendirici etkiyi ister ateşten aldığı, ister ateşe ver­diği varsayılsın, aynı tü r düşüncelerden kaynak lan ıyor g ö rü n ü ­yor. Âşıkların ateşin üzerinden el ele a tlam a uygulaması, evli­liklerinin bu yolla kutsanacağı ve çocuklara kavuşacakları d ü ­şüncesinden doğm uş olabilir; buna benzer bir neden, bir yıl içinde evlenmiş olan çiftleri meşalelerin ışığında dans etme zo­runluluğu getiren töreyi açıklayabilir. Bizde bir zam anlar Ba­har Bayramı kutlam aların ın işareti o lduğu gibi, Estonyahlar arasında da yazdönüm ü kutlam aların ın belirgin işareti olan hovardalık sahneleri, tatilde o lanlara tan ınan bir izin o lm aktan

276

■ i

.'r-.

C iittü iş ti’H (¡ ı ın ılc s tn ıp h ir p a n o . K elt k ö ke n lid ir , td k .ıt V ık ııtg ler ta ra fın d a nyağ m a la ııın ış tır . G ö k g iir iiltiisii tanrısı T a ra n ış h ir a te ş çem b e r i fır la tıyo r . Kcizanın iç k ısm ınd ım dctııy . U lusal M iızc , K o p en h ag .

277

çok, bu tü r âlemlerin, gerekli o lm asa bile, insanm yaşamm ı, yı- Im bu dönüm nok tasm da göklerdeki seyre bağlayan bazı gi­zemli bağlar ta ra fm dan haklı görülebileceği gibi kaba bir d ü ­şünceden geliyor olabilir.

Şenliklerde şenlik ateşi yakm a töresi genellikle tarlalar, meyve bahçeleri, otlaklar, kümes hayvanları ve sürüler a ras ın ­da meşalelerle dolaşm a töresiyle birliktedir; bu iki törenin, ay­nı am aca, yani ister sabit ister taşınabilen ateşten aktığına ina ­nılan yararlara ulaşm anın iki farklı yolu o lduğundan kuşku duyulamaz. Buna göre, şenlik ateşleri hakkm dak i güneş k u ra ­mını kabul edersek, bunu meşalelere de uygulam ak zorunda- yızdır; elde yanar meşaleler k ırlarda yürüm e ya da koşm a uy­gulaması, bu titrek alevlerin zayıf bir taklidi olduğu güneş ışı­ğının hayat verici etkisini bü tün çevreye yaym anın bir yo lun­dan başka bir şey değildir.

Yine de, bu şenliklerde ateşte tasvir yakm anın anlamı ne­dir, diye sorm ak zorundayız. Sorunun yanıtı, deminki a raş tır­m alardan apaçık o rtada gibi görünüyor. Bu ateşlerin, genellik­le cadıları yakm ak amacıyla tu tuştu ru lduğu varsayıldığına, ateşlerde yakılan tasvire kimi zam an “ C a d ı” dendiğine göre, bu gibi durum larda alevlerde yakılan bü tün tasvirlerin cadıları ve büyücüleri temsil ettiği, onları yakm a töresinin kö tü , g ünah ­kâr kimseleri yakm a yerine geçtiği sonucunu doğallıkla ç ıkara­biliriz, çünkü taklit büyüsü ilkesine göre tasvirini yakm akla ca ­dının kendisini yakmış olursunuz. Fakat bu açıklama her d u ru ­ma uygulanam ayabilir, bazıları bir başka yorum a daha uygun­dur, ha tta başka bir yorum gerektirebilir.

A vrupa’daki ateş şenlikleriyle ilgili yaygm törelerde, daha eski bir insan k u rban etme uygulamasına işaret ettiği görülen bazı özellikler vardır. A vrupa’da canlı kişilerin ağaç ruhunun ve tahıl ruhunun temsilcileri o larak iş gördüklerine, böylece ölüme gittiklerine inanm ak için elimizde nedenler vardır. Bu

278

B u A z te k y a r ım k a b a r tm a s ın d a M e k s ik a tanrıları T e zca tl ip o ca ile H u itz i lo p o c h tl i g ö r ü n ü yo r . T e zca tl ip o ca h a sa t iç in g e re k li o la n a m a ayn ı za m a n d a k u r a k lık te h lik e s i de g e tiren y a z g ü n e ş in i te m sil eder. U lusal A n tro p o lo j i M ü zes i, M ex ico C itv .

durum larda insan k u rb an la ­ra dair en belirgin izler, daha önce gördüğüm üz gibi, yüz yıl öncesine kadar, İskoçya Yaylalarında, Beltane ateşle­rinde hâlâ yaşıyordu: A vru­p a ’nm yabancı etkilerden ne­redeyse tam am en yalıtılmış uzak bir köşesinde yaşayan Kelt halkı eski putperestlik izlerini, o güne kadar Batı A v ru p a’daki diğer h a lk la r­dan daha iyi korum uştu . Bu yüzden, ateşe insan ku rban etm e­nin Kekler ta rafından sistemli bir biçimde uygulandığının ta r ­tışmasız kanıtlara dayanılarak bilinmesi önemHdir. Bu kurban törenlerinin en erken tanım ım Julius Sezar veriyor. Sezar, o za­m ana kadar bağımsız yaşamış olan Galyah Keklerin fatihi o la­rak, ulusal K ek dini ve yaşam tarzını gözlemleme fırsatım elde etmişti: bunlar, hâlâ ulusun tazeliğini ve canlılığını taşıyordu o zam an. R om a uygarlığının eritici potasında kaybolmamıştı. Öyle gö rünüyor ki, Sezar kendi notlarına R om a ordularını M anş Denizi’ne taşım adan yaklaşık elli yıl önce G alya’yı dolaş­mış olan Poseidonios adlı bir Y unan kâşifinin gözlemlerini de katmıştı. Yunanlı coğrafyacı S trabon ile tarihçi D iodoros da. Kek kurbanları hakk ında anlattıklarını Poseıdonios’un yapı­tından, am a birbirinden ve Sezar’dan bağımsız o larak almış gö ­rünüyorlar, çünkü her üç öykü de ötekilerin hiçbirinde bu lun ­m ayan ayrıntılar içeriyor. Dolayısıyla, bunları birleştirerek Po- seidonios’un özgün öyküsünü bir dereceye kadar kesin biçim­de kurabiliyor ve böylece M Ö ikinci yüzyılın bitiminde Galya Keklerinden bize kalan bir k u rban tablosu elde edebiliyoruz. Aşağıda bu törenin ana hatlarını bulabiliriz. Kekler yargılan-

279

.’.—* • ¡Êmt

j^áBk*'7*1

¥í3hU#&émk r.(ù1

mış suçluları, her beş yılda bir yapılan büyük bir şenlikte ta n ­rılara kurban etmek üzere bir kenarda tu tarlardı. Bu ku rb an la ­rın sayısı ne kadar yüksek olursa, toprağın veriminin de o de­rece yüksek olacağına inanırlardı. K urban edilecek yeteri kadar suçlu olmadığı zam anlarda , bu eksiği kapatm ak için savaşlar­da alm an esirler boğazlanırdı.

Zam anı geldiğinde ku rban etme işi Druidler ya da rahipler ta rafından yerine getirilirdi. Kimileri oklarla vurulur, kimileri kazığa kakılır, kimileriyse aşağıdaki şekilde canh canlı yakılır­dı: Sepetlik sazlardan ya da odun ve otlardan dev tasvirler k u ­rulur, bunların içi canh insanlar, sığırlar ve başka türden hay­vanlarla dolduru lurdu ; daha sonra tasvirler tu tuştu ru lur , içle­rindeki canlılarla birlikte yakılırdı.

Böylece, eski Galyah Keklerin kurban etme törenlerine değgin izlerin M odern A vrupa’nm yaygın şenliklerinde bu luna­bildiği görülüyor. Doğal olarak, F ransa’da ya da eski Gal- ya’nm sınırları içinde kalan daha geniş bir a landa, bu dinsel tö ­renler, dev sepetleri ve bunların içine kapatılmış hayvanları yakm a törelerinde apaçık izler bırakmıştır. Bu töreler, d ikkat edilirse görülecektir, genellikle yazdönüm ünde ya da ona yakın günlerde gerçekleştirilirdi. Çıkardığımız bu sonuç, A vrupa halk törelerinin genel araştırm asından elde edilen bulguyla uyuş­m aktadır: yazdönüm ü şenliği, A vrupa’daki ilkel Arilerin ku tla ­dığı yıllık şenliklerin en yaygın ve en büyük olanıydı.

R o m arjr ıh ç ile r in c ? ' >re,B rıtanya lı K elîler, içine *^uhk iim lürın k o n d u ğ u ve tu r b a n o la ra k sanlı çatılı '.a k ıld ığ ı d ev ¿az a d a m la r '.apardı.

281

L*

=v

-•y I3 : ^ '

•i=: ' * <î»

ö lü le r i ko rıtyu ıı d ö r t t mrıçcidün biri o lun Serke t. getıç F iravun T u îiin kh d - mon'un iç o rgau larifun k o n d u ğ u çek n u ’ccyi bekliyo r .A ltın k ap la m a ra h ta . K ah ire M üzesi,M ısır.

Onuncu Bölüm

Ba ş i b o ş D o l a ş a n R u h

•íi'w ............

^/ir/ii^iJ|3C '|Ä ,

rr *

R a m a y a n ad e s ta n ın d a nbir sahne:k a h ra m a nH in t p ren s iR a m asevgilisiS ita ’y ıa rıyor.1 7 8 0 ’d en b irH in t resm i.H in d is ta nU lusal■Müzesi, Y eni D elh i.

Bu kitabın daha önceki bir bö lüm ünde (bkz. Ruhun k o r­ku lan), ilkel insanların düşüncesine göre ruhun ölüme neden olmaksızın geçici o larak bedenin dışına çıkabileceğini gö rm üş­tük. R uhun bu tü r yokluklarının, o rtalık ta başıboş dolaşan ruh, düşm anların eline geçerek çeşitH kazalara uğrayabileceği için, oldukça tehlikeli o lduğuna inanılırdı çoğu kez. Fakat ru ­hun bu dışarı çıkma yeteneğinin bir başka yönü daha vardır. Ruh, bedende olmadığı süre içinde güvenlik altına alınabiliyor­sa, yokluğunu belirsiz bir süre devam ettirmemesi için he rhan ­gi bir neden olamaz; gerçekten de bir insan sırf kişisel güvenli­ğini hesap ederek ruhunun bir daha bedenine asla dönm em esi­ni arzu edebilir. Yabanıl, yaşamı soyut o larak “ sürekli bir d u ­yum o lanağ ı” ya da “ iç düzenlemelerin dış ilişkilere devamlı ayarlanm ası” şeklinde kavrayam adığı için, onu gözle görülür, elle tu tu lur, bir ku tuda ya da kavanozda saklanabilir, ya ra lan ­maya, kırılmaya ya da parça lanm aya açık, belli oylum da so­mut, m addi bir şey o larak düşünür. Böyle kavranınca, yaşamın insanm içinde bulunm ası o kadar da gerekli değildir; bedenin içinde olmayabilir, am a yine bir tü r duygu yakınlığı ya da uzaktan etkiyle insanı canlandırm aya devam edebilir. Fiayatım ya da ruhum dediği bu şey zarar görm eden kaldığı sürece insan sağlıklıdır; eğer bir hasara uğrarsa, insan acı duyar bundan; yok edilirse, ölür. Ya da bir başka şekilde düşünülürse, bir in­san hastaysa ya da ölmüşse, d u rum şöyle açıklanır: yaşamı ya da ruhu denilen şey, bedenin ister içinde ister dışında olsun, ya hasara uğramıştır ya da yok edilmiştir. Ama yaşam ya da ruh

285

insanın içinde kalıyorsa, güvenli ve gizli bir yerde saklanmış ol­duğu zam ankinden daha büyük bir hasara uğram a olasılığının o lduğu durum lar da vardır. Bunun için de, bu gibi durum larda ilkel insan ruhunu bedeninin dışına çıkarır ve onun güvenliği için, tehlike geçtikten sonra yeniden bedenine koym ak üzere güvenli bir yere koyar. Ya da tam am en güvenli bir yer bulabi­lirse, ruhunu devamlı o larak o rada tu tm aya razı olabilir. Bu­nun yararı, ruh onu koyduğu yerde zarara uğram adan kaldığı sürece, insanın kendisinin ölümsüz olmasıdır; yaşamı bedeni­nin içinde olmadığı için hiçbir şey bedenini öldüremez.

Bu ilkel inancın kanıtlarım belirli bir tü r halk m asalların­dan elde ediyoruz; bunlarm belki de bilinen ilk örneği, “ Kalbi bedeninde olm ayan dev” adlı İskandinav masalıdır. Bu tür öy­küler bü tün dünyada çok yaygındır, bunların sayılarından ya da görülm e sıklığından, ana fikrin anlatıldığı ayrıntılarından, dış ruh kavram ının tarih in erken bir aşam asında insanların zi­hinleri üzerinde güçlü bir etkisi o lduğunu çıkarsayabiliriz. Ç ünkü halk masalları, dünyanın ilkelin zihnine görüldüğü şek­liyle sadık bir yansısıdır; bize ne k adar saçma görünürse g ö rü n ­sün, bu m asallarda genellikle ortaya çıkan bir fikrin bir zam an­lar sıradan bir inanç konusu o lduğundan emin olabiliriz. Bu güven, ruhu daha uzun ya da daha kısa bir süre dışarı çıkarma varsayımsal gücüyle ilgili o lduğu kadarıyla, söz konusu halk masalları yabanılların gerçek inançları ve uygulamalarıyla k a r ­şılaştırıldığında fazlasıyla doğru lanm aktad ır . Bu m asallardan bazı örnekler verdikten sonra bu konuya yeniden döneceğiz. Bu örnekler bu tü r masalların hem karakteristik özelliklerini hem de yaygın dağılımını gösterecek bir biçimde seçilecektir.

Öncelikle, bu dış ruh öyküsü H ind is tan ’dan H ebrid le r’e kadar bütün Ari halkları ta rafından çeşitli biçimlerde anlatıl­m aktadır . Ç ok bilinen bir şekli şöyledir: bir büyücü, bir dev ya da başka herhangi bir periler diyarı yaratığı, ruhunu uzakta giz­

286

li bir yerde tu ttuğu için yaralanam az, ölüm süzdür; fakat büyü­lü şatosunda esir tu ttuğu güzel bir prenses, gizini hile ile öğre­nir ondan ve bunu, büyücünün ruhunu , kalbini, hayatm ı ya da ö lüm ünü (çeşitli adlar verilir buna) a ram ak ta olan kahram ana açıklar, kah ram an da bu ruhu yok etmekle büyücüyü öldürm üş olur. Örneğin bir H indu masalında, Punchkin adlı bir büyücü­nün bir kraliçeyi on iki yıl nasıl esir tu ttuğu, onunla evlenmek istediği, am a kraliçenin onu nasıl reddettiği anlatılıyor. Sonun­da, kraliçenin oğlu onu kurtarm aya gelir, ana oğul Punchkin’i ö ldürm ek için bir p lan yaparlar. Kraliçe, büyücüyle konuşur, sonunda kendisiyle evlenmeye karar verdiğini söyler. “ Sen de söyle b a n a ,” der, “gerçekten ölümsüz müsün? Ö lüm senin ya­nm a yanaşm az mı? İnsanların duyduğu acıları duym ayacak k a ­dar büyük bir sihirbaz mısın sen?” “D o ğ ru ,” der büyücü, “ baş­kaları gibi değilim ben. Uzaklarda, çok uzaklarda - bu radan yüz binlerce mil uzakta, balta girmemiş orm anlarla kaph insan­sız bir ülke vardır. O rm an ın ortasında, çevresi hurm a ağaçlarıy­la çevrih bir yer, bu yerin ortasında içleri suyla dolu, birbiri üzerine kuru lu altı tane chattee var; altıncı chattee 'nm altında küçük bir kafes, kafesin içinde küçük, yeşil bir papağan vardır; benim yaşamım o papağan ın yaşamına bağlıdır - eğer papağan öldürülürse ben de ölürüm . Am a yine d e ,” diye ekler, “pap ağ a­na herhangi bir zarar vermek olanaksızdır, hem o ülkeye girile­meyeceği için, hem de h u rm a ağaçlarının çevresinde benim em ­rimde binlerce cin vardır; oraya kim yaklaşırsa öldürürler o n u .” Ancak kraliçenin genç oğlu bü tün güçlüklerin üstesinden gelir ve papağanı yakalar. Büyücünün sarayının kapısına getirir ve onunla oynam aya başlar. Büyücü Punchkin bunu görür ve dışarı ç ıkarak papağanı kendisine vermesi için kandırm aya ça­lışır onu. “Papağanımı geri ver!” diye bağırır. Çocuk papağanı tu ta r ve kanatla r ından birini koparır; o bunu yapınca büyücü­nün sağ kolu kopup yere düşer. O zam an Punchkin sol kolunu

287

ileri uzatır ve bağırır: “ Papağanımı geri ver!” Prens papağanm ikinci kanadm ı koparır ve büyücünün sol kolu da düşer. “ Pa­pağanımı ver!” diye bağırır ve dizlerinin üzerine çöker. Prens papağanm sağ bacağını koparır, büyücünün sağ bacağı kopar; prens papağanm sol bacağını koparır, büyücünün sol bacağı da kopar. Gövdesinden ve başından başka hiçbir şeyi kalmamıştır büyücünün, am a o hâlâ gözlerini döndürüyor ve bağırıyordur: “ Papağanımı ver!” “Al papağanını öyleyse,” diye bağırır çocuk ve kuşun boynunu burarak büyücüye atar; o bunu yapınca Punchkin’in başı da burulm uş olur ve korkunç bir inlemeyle ölür! Bir başka H indu masalında, kızı, insan yiyen bir deve so­rar: “ Baba, ruhunu nerede saklıyorsun sen?” “ Buradan yirmi beş kilometre ötede bir ağaç v a r” der dev. “ Ağacm çevresinde kaplanlar, ayılar, akrepler ve yılanlar var; ağacm tepesinde çok iri, çok büyük bir yılan var; onun kafasının üzerinde küçük bir kafes var; kafeste bir kuş var; işte benim ruhum o kuşun için­de .” Devin sonu bundan önceki öyküdeki büyücünün aynıdır. Kuşun kanatları ve bacakları k o panhnca devin kolları ve ba ­cakları da düşer; boynu burulunca, dev de cansız yere yığılır. Bir Bengal masalında bü tün devlerin Seylan’da o turduğu, hep­sinin yaşamlarının bir tek limon içinde olduğu anlatılır. Bir oğ­lan çocuk limonu parça parça keser ve bütün devler ölür.

Belki de H ind is tan ’dan alınmış bir Siyam ya da Kamboçya m asalında, Seylan Kralı T hossakan ya da R avana’nm, savaşa giderken ruhunu büyüyle bedeninden dışarı çıkarıp evde bir k u tuda bırakabildiği anlatılır. Böylece savaşta yaralanm az h a ­le geliyordur. R a m a ’ya karşı savaş vermek üzereyken, ruhunu göz kulak olması için Ateşgöz adlı bir münzeviye em anet eder. R am a, dövüşte oklarının krala çarptığını am a onu yara lam adı­ğını görerek şaşırır. Am a kralın dokunulm azlığının gizini bilen R am a bağlaşıklarından biri büyüyle kendini krala benzetir ve münzeviye giderek ruhunu geri ister. R uhu alır almaz göklere

288

B ir h o ğ a n m s ırtın d a a k r o b a tik p o z d a d e n g ed e d u rm a y a ça lışan b ir in san ı g ö s teren , G ir it 'te K n o sso s S a ra y ı'n d a n b ir M in o s fresk i. “ B oğa G üreşç is i F re s k i” , M Ö 1500 c ıv a n . U lusal A rk e o lo ji M ü ze s i, A tin a .

çıkar ve R a m a ’ya doğru uçar; ku tuyu havada sallam akta ve öy­le sıkı tu tm ak tad ır ki, Seylan Kralının soluğu bedeninden ayrı­lır ve kral ölür.

Bir Bengal m asalında, uzak bir ülkeye gitmekte olan bir prens, babasının sarayının avlusuna kendi elleriyle bir ağaç di­ker ve ana babasına “ Bu ağaç benim yaşam ım ” der. “Ağacı ye­şil ve canlı görürseniz, bilin ki her şey yolunda; ağacın bazı da l­larının solduğunu görürseniz bilin ki hastayım; bü tün ağacın ku ruduğunu görürseniz bilin ki öldüm , bu dünyada değilim a r ­t ık .” Bir başka H in t masalında bir prens geziye çıkarken, d ik­katle bakılması ve korunm ası emrini vererek bir arpa bitkisi bı­rakır geriye, çünkü bitki yeşerirse kendisi yaşıyor ve sağlıklıdır, am a başını düşürmüşse kendisine bir kö tü lük yapılm ak üzere­dir. Bir gün arpanın solup düştüğü görülür. Ç ünkü prensin b a ­şı kesilmiştir, kesik baş yere yuvarlanınca arpa da ikiye ayrılır ve yere düşer.

Eski ya da yeni olsun, Y unan m asallarında dış ruh fikri seyrek ras tlanan bir şey değildir. M eleagros yedi günlük o lun ­ca, Kader tanrıçaları anasına gö rünür ve M eleagros’un ocakta

289

yanan odun kül olunca öleceğini söyler. Bunun üzerine annesi odunu ateşten kapar ve sandık içinde saklar. Fakat yıllar geçer, dayılarını ö ldürdüğü için oğluna kızan annesi odunu ateşte ya­kar, M eleagros da alevler yaşamsal organlarına saldırıyormuş gibi, acılar içinde can verir.

Yine M egara Kralı N isus’un başının ortasında m or ya da altın rengi bir tu tam saç vardır, yazgısına göre, bu saç ne za­man koparılırsa, kral ölecektir. M egara, Giritliler ta ra fm dan kuşatıldığında kralın kızı Skylla Giritlilerin kralı M in o s’a âşık olur ve babasının başından o yaşamsal saçı koparır. O da ölür. Bir m odern Y unan halk m asalında bir insanın gücü başındaki altın rengi saçlarmdadır. Annesi bu saçları kopard ığ ında adam zayıflar ve korkaklaşır, düşm anları ta ra fm dan kılıçtan geçirilir. Bir başka m odern Y unan masalında bir büyücünün yaşamı bir yabandom uzunun karn ındaki üç kum ruya bağlıdır. K um ru lar­dan biri ö ldürülünce büyücü hastalanır, ikinci kum ru ö ld ü rü ­lünce hastalığı daha da artar, üçüncüsü öldürülünce de ölür. Aynı türden bir başka Y unan masalında, bir devin gücü bir ya­bandom uzunun karn ındaki üç ötücü kuşa bağlıdır. K ahram an, kuşlardan ikisini ö ldürür, sonra düşm an lan devin evine geldi­ğinde onu büyük bir acı içinde yerde yatar bulur. K ahram an üçüncü kuşu deve gösterir, dev, kuşu serbest bırakm ası ya da yemesi için kendisine vermesini söyler. Fakat kah ram an kuşun boynunu burar, dev de hem en oracıkta ölür.

“Alaeddin ile Sihirli L am bası” masalının m odern bir R o ­ma versiyonunda, büyücü, okyanusun ortasında yüzen bir k a ­ya üzerinde esir tu ttuğu prensese, kendisinin asla ölmeyeceğini söyler. Prenses bunu kendisini ku rta rm aya gelmiş olan kocası prense iletir. Prens, “ O lam az bu, am a onun için ö ldürücü bir şey olması gerekir, bunun ne o lduğunu sor o n a ,” der. Bunun üzerine prenses büyücüye sorar, o da o rm anda yedi başlı bir yı­lan yaşadığını söyler; yılanın o rtadak i başının içinde bir tavşan

290

A la ed d in ve S ih irli L a m b a s ı W a n h ir illü s tra syo n .

yavrusu vardır, tavşan yavrusunun başının içinde bir kuş var­dır, kuşun başının içinde de değerli bir taş vardır, eğer bu taş yastığının altına konursa , ölecektir. Prens o taşı ele geçirir, prenses de büyücünün yastığının altına koyar. Büyücü başını yastığa koyar koym az, üç kez korkunç bir çığlık atar, üç kez döner ve ölür.

291

Aynı türden öyküler Slav halkları arasında vardır. Örneğin bir Rus m asahnda , Ö lüm süz Koshchei adlı bir büyücünün bir prensesi kaçırdığı ve altından kalesinde tu ttuğu anlatılır. Fakat prenses bir gün kalenin bahçesinde yalnız başına ve üzgün d o ­laşırken, onun gözüne girmeye çalışan bir prensle birlikte kaç­ma um uduyla birden neşelenir ve büyücüye koşar, sahte, övü­cü sözlerle dil döker ona, “ Sevgili d o s tu m ,” der, “yalvarırım söyle bana, sen hiç ölmez m isin?” “Tabii ö lm em ,” der o da. “ Pekâlâ ,” der, “ Nerede ölüm ün senin? O tu rduğun evde m i?” “ Elbette öyle ,” der o, “ eşiğin altındaki süpürgenin iç inde.” Bu­nun üzerine süpürgeyi bulur ve ateşe atar, fakat süpürge yan­dığı halde ölümsüz Koshchei hayatta kalır; kıl kadar bir şey yanmıştır bedeninde. Birinci girişiminde başarısız olmuş olan cilveli kurnaz kız surat asar ve şöyle der ona: “ Gerçekten sev­miyorsun beni sen, sevseydin ö lüm ünün nerede o lduğunu söy­lerdin, am a ben sana kızmıyor, bü tün kalbimle seviyorum se­n i.” Bu yaltaklanıcı sözlerle, ö lüm ünün gerçekten nerede o ldu ­ğunu sorar büyücüye. Bunun üzerine büyücü güler ve sorar ona, “ N eden öğrenm ek istiyorsun? Neyse, sana olan aşkım dan dolayı söyleyeceğim. Bir ta rlada üç yeşil meşe ağacı du rm ak ta , en büyük meşenin köklerinin a tında bir solucan var, eğer bu solucan bu lunur da ezilirse, anında ölürüm ben .” Prenses bu sözleri işitince âşığına koşar ve her şeyi anlatır; prens ise meşe ağaçlarım buluncaya kadar her yeri araştırır, kazarak çıkarır solucanı ve ezer. Sonra büyücünün sarayına koşar, am a büyü­cünün hâlâ yaşam akta o lduğunu öğrenir prensesten. O zam an prenses Koshchei’ye bir kez daha yaltaklanır ve yalvarır; bu kez onun oyunlarına yenilen büyücü kalbini ona açar ve hak i­kati söyler ona. “ Ö lü m ü m ,” der, “ buradan çok uzakta, bu lun­ması zor bir yerde, uçsuz bucaksız okyanusta . O kyanusta bir ada var, adanın üzerinde yeşil bir meşe ağacı yaşar, meşenin al­tında demir bir kasa, kasanın içinde küçük bir sepet, sepetin

292

içinde bir tavşan, tavşanın karn ında bir ördek, ördeğin karn ın ­daysa bir yum urta var; yumurtayı bulup kıran kişi hemen o a n ­da beni de ö ldürm üş o lu r .” Prens yaşamsal yum urtayı ele geçi­rir tabii, ve yum urta elindeyken ölümsüz büyücüyle karşılaşır. Prens yum urtayı sıkmaya başlam asa canavar prensi ö ldürecek­tir. Bunun üzerine büyücü acıyla çığlık atar, sırıtarak, gülerek o rada duran yalancı prensese döner ve “ Sana olan aşkım dan söylemedim mi ö lüm üm ün nerede o lduğunu?” der. “ Senin ve­receğin karşılık da bu dem ek?” Böyle diyerek duvarda bir çivi­de asılı du ran kılıcına atılır, fakat o kılıca ulaşam adan prens elindeki yum urtayı kırar, büyücü de tabii o anda ölmüş olur. “ Koshchei’nin ölüm ü anlatılırken, bir yerde, gizemli y u m u rta ­nın alnına atılmasıyla ö ldürüldüğü söyleniyor - yaşamının bağ­lı o lduğu o büyü zincirindeki son halka. Aynı masalın, am a bu kez bir yılan üzerine anlatılan bir başka versiyonunda, ö ldü rü ­cü darbe, bir adada , bir taşm içindeki tavşanın içindeki ö rde­ğin karn ındaki bir yum urtan ın sarısında bulunan küçük bir taşla indirilir.

Tö ton kökenli halklar arasında dış ruh öykülerine çok rastlanır. Transilvanya Saksonlarm m anlattığı bir masalda, bir delikanlı bir büyücü karıya defalarca ateş eder. M ermiler kad ı­nın bedeninden geçer am a ona hiç zarar vermez, büyücü karı gülüp alay eder onunla. “ Budala so lucan ,” diye bağırır, “ iste­diğin kadar ateş et. Bana dokunm az. Ç ünkü bilesin ki, benim yaşamım bedenimde değil, uzakta, çok uzaktadır. Bir dağda küçük bir göl var, gölün üzerinde bir ördek yüzer, ördeğin k a r ­nında bir yum urta var, yum urtan ın içinde bir ışık yanar, işte o ışık benim yaşamımdır. Eğer o ışığı söndürebilirsen, benim ya­şamım da sona erer. Am a kimse yapam az b u n u .” Ama genç adam yum urtayı ele geçirir, k ırar ve içindeki ışığı söndürür, bü ­yücünün yaşamı da böylece sona erer.

Bir A lm an masalında Ruhsuz Beden adlı bir yam yam ru-

293

ÇZ?ie fCtı\S Jle.pp<!tb o u i CN r r r / / r / .fie /v m p scy3p<iĞ out ^ £< ^2nan

T H E S O U L L E S S K IN G

“K ra l d ışarı a d ım ın ı a ttı ve k a vg a b a ş la d ı." A l t ın D a l 'd a n R u h u O lm a y a n K ra l iü ü s tra sy o n u , 1 9 2 5 , L o n d ra .

294

hunu Kızıldeniz’in ortasındaki bir kayanın üzerinde duran biı ku tunun içinde saklam aktadır . Bir asker bu ku tuyu ele geçirir ve onunla birlikte R uhsuz’a gider, yam yam ruhunu geri verme­si için yalvarır ona. Ama asker kutuyu açar, ruhu dışarı çıkarır ve başının üzerinden geriye fırlatır. Aynı anda yam yam cansız yere serilir.

Bir başka Alm an m asalında, bir büyücü karanlık ve sıkıc. bir o rm an ın o rtas ında bir genç kızla birlikte yaşam aktadır . Kız büyücünün bir gün yaşlanıp öldüğünde kendisini o rm a n ­da tek başına b ırakacağ ından k o rkm ak tad ır . A m a o, kıza g ü ­ven verir. “ Sevgili çocuğum ,” der, “ ben ölm em , göğsüm ün içinde kalp yok ben im .” Kız inatla sorar ona kalbinin nerede olduğunu. O da şöyle der; “ B uradan çok uzak ta bilinmeyen, yapayalnız bir to p rak ta büyük bir kilise var. Kilise dem ir k a ­pılarla k o ru n m ak ta , çevresinde geniş, derin bir hendek var. Kilisenin içinde bir kuş uçar, benim kalbim işte o kuşun için­dedir. O kuş yaşadığı sürece ben de yaşarım . O kuş kendiliğin­den ölmez, hiç kimse de yakalayam az onu; işte bunun için ben ölm em, senin k o rk m an a gerek y o k .” Fakat büyücü, kızı kaç ır­m adan önce kızın nişanlısı o lan delikanlı kiliseye ulaşmayı ve kuşu yakalam ayı başarır. O n u genç kıza getirir, kız onu ve k u ­şu büyücünün yatağı altına gizlemiştir. Çok geçmeden büyücü eve gelir. Dediğine göre içinde bir sıkıntı vardır. Kız ağlar ve der ki, “ H eyhat, baba ölüyor; demek bir kalp varmış göğsün­d e .” “ Ç o cu k ,” diye yanıt verir büyücü, “ ağzından yel alsın. Ben ölmem. Birazdan geçer.” Bunun üzerine yatağın altındaki delikanlı kuşu hafifçe sıkar; o bunu yapınca büyücü çok kötü hisseder kendini ve o tu rur . Sonra delikanlı kuşu biraz daha kuvvetle sıkar, büyücüyse kendini kaybedip o tu rduğu iskem­leden düşer. “ Sık artık, ö ldür o n u ,” diye bağırır genç kız. Sev­gilisi dediğini yapar, kuş ölünce yaşlı büyücü de cansız düşer döşem enin üzerine.

295

İskandinavların , “ bedeninde ruh o lm ayan dev” m asahnda dev, esir prensese şöyle der: “Buradan çok uzaklarda bir gölde bir ada var, o adanm üzerinde bir kilise var, o kilisede bir k u ­yu var, o kuyunun içinde bir ördek yüzer, o ördeğin karnm da bir yum urta var, işte benim kalbim o yum urtanm içindedir.” M asah n kahram anı, iyi davrandığı bazı hayvanların yardım ıy­la yum urtayı ele geçirir ve sıkar, bunun üzerine dev acı acı b a ­ğırır, yaşamını bağışlaması için yalvarır. Fakat kah ram an yu­m urtay ı kırar, dev de an ında patlar. Bir başka İskandinav m a ­sahnda dağlarda yaşayan bir dev, esir prensese bir ejderhanın dokuzuncu başındaki dokuzuncu dilin altında bulunan kum ta ­nesini bulm adıkça yurduna asla dönemeyeceğini söyler; am a o kum tanesi, içinde devlerin yaşadığı kayanın üstüne getirilecek olsaydı, bü tün devler patlayacak, “kayanın kendisi altın yaldız­lı bir saraya, gölse yeşil bir çayırlığa dönüşecekti.” K ahram an k u m tanesini bu lur ve devlerin yaşadığı kayanm üzerine getirir. Bunun üzerine bü tün devler patlar, gerisi de devlerden birinin daha önce söylediği gibi olur.

İskoçya’nın Batı Y aylalarında kaydedilmiş bir K ek m asa­hnda, esir bir kraliçe, ru h u n u nerede sakladığını sorar bir deve. Dev, kadım birçok kez a ldattık tan sonra, nihayet yaşamsal sır­rım ona açar: “ Eşiğin altında büyük bir kaldırım taşı var. T a ­şm altında iğdiş bir koç var. Koçun karn ında bir ördek var, ö r ­değin k a rnm da bir yum urta var, işte benim ruhum o y u m u rta ­nm içindedir.” Ertesi gün, dev çayıra çıktığında, kraliçe yum ur­tayı ele geçirmeyi başarır, avcunda ezer, tam o sırada a k ­şamüzeri eve dönm ekte olan dev cansız yere serilir.

Bir başka K ek masalında, bir deniz yaratığı bir kralın kızı­nı kaçırmıştır, yaşlı bir demirci, yaratığı ö ldürm enin sadece bir yolu o lduğunu söyler. “Körfezin ortasındaki adada incecik b a ­cakları olan, ayağına çabuk, beyaz ayaklı geyik, Eillid Chais- fhion yaşar; o yakalansa bile içinden bir karga fırlar, karga ya­

296

. . .

1 '

O r p h e u s 'u n karıs ı E u r y d ık e b ir y ıla n ın ıs ırm a sıy la ö lü n ce . O rp h e ııs o n u Y era ltın a k a d a r iz led i ve sö y le d iğ i şa rk ıy la y era ltın d a k ıle r ı b ü y ü le d i. E d m o n d A m a n -J e a n ’ın O rp h e u s ve E şi ta b lo su .

kalansa bile bir alabalık fırlar içinden, fakat alabalığın ağzında bir yum urta vardır, yaratığın ruhu da o yum urtan ın içindedir, yum urta kırılırsa yaratık ö lü r .” H er zam an olduğu gibi y u m u r­ta kırılır ve yaratık ölür.

Bir İrlanda m asalında, bir devin güzel bir genç kızı, güzel esiri boş yere kurta rm aya çalışmış kahram an ların kem iklerin­den bembeyaz olmuş bir tepenin üstündeki şa tosunda esir tu t ­tuğu anlatılır. En sonunda, kah ram an deve balta ve kamçıyla saldırıp da bü tün bun la rm işe yaram adığını görünce, onu öl­dürm enin tek yolunun, devin sağ memesi üzerindeki bir beni yum urtay la ovm ak o lduğunu keşfeder; ancak yum urta bir ö r ­değin karn ında , ördek bir ku tuda , ku tu ise denizin dibinde ki­

297

V e rg ıliu s 'u n V I. K ita b ı A e ııe ıd ’rfe a n la tıld ığ ı ü zere A e n e a s 'ın ö lü ler in ru h larına geleceğ i d a n ış m a k ü zere

Y era ltına inişi. Y aşlı J a n B rueghel. G üzel S a n a tla r M ü zes i, B udapeşte .

litli ve bağlı o larak durm aktad ır . K ahram an kendisine m innettar bazı hayvanların yardımıyla değerli y u ­m urtan ın sahibi olur ve yum urtayı devin sağ göğsündeki bene vurarak devi ö ldürür. Aynı şekilde, bir Bre­ton masalında, kendisine ne ateşin ne suyun ne de çeliğin zarar verece­ği bir devden söz edilir. Dev, daha önceki bütün karılarını ö ldürdükten sonra henüz evlendiği yedinci karısı­na şöyle der: “ Ben ölüm süzüm , bir tavşanın karn ındaki güvercinin için­deki yum urtayı göğsümde ezm edik­çe kimse zarar veremez bana; bu

tavşan bir ku rdun karn ında , bu ku rt benim erkek kardeşimin karnm dad ır , kardeşimse bin fersah uzaktadır buradan . Bu se­bepten çok rah a t ım .” Bir asker yum urtayı ele geçirir ve devin göğsünde ezer, devse an ında ölür. Bir başka Breton m asalında, bir devin yaşamı, şa tosunun bahçesindeki yaşlı bir şimşir ağa­cında bu lunm aktadır; devi ö ldürm ek için, ağacın ana kökünü, öteki daha küçük köklere zarar vermeden bir tek balta v u ru ­şuyla kesmek gerekir. K ahram an , her zam an olduğu gibi, bu görevi başarıyla yerine getirir, aynı anda dev de cansız o larak yere devrilir.

Dış ruh kavram ını, H ind is tan ’dan İr landa’ya kadar Ari halklarının m asallarında izledik. Aynı düşüncenin Ari olm ayan halkların halk m asallarında da o r tak biçimde ortaya çıktığını göstermemiz gerekir. M Ö yaklaşık 1300’de il. Ramses zam a­nında yazılmış Eski Mısır masalı “ İki K ardeş” te anlatılanlar şöyle: Bir zam anlar iki erkek kardeş varmış; bun la rdan biri ka l­bini sihir yoluyla bir akasya ağacının çiçekleri içine yerleştir­

298

miş; çiçek, karısının kışkırtmasıyla kesilince kareleş hemen öl­müş, fakat ağabeyi kardeşinin kayıp kalbini akasya ağacının tohum u içinde bulup tatlı su dolu bir kaba koyunca kardeşi d i­rilmiş.

Binbir Gece Masalları k itabındaki Seyfü’l M ülûk m asahn ­da cin, H indistan K rahnm esir kızına şunları söyler: “ Ben doğ­duğum da yıldızbilimciler benim ruhum un ö lüm ünün , insan kralların oğullarından birinin elinden olacağını söyledi. Ben de bunun için ruhum u aldım, bir serçenin kursağına koydum , ser­çeyi de küçük bir kutuya hapsettim , bunu bir başka küçük k u ­tu içine koydum , onu da başka yedi ku tu içine koydum , b u n ­ları yedi çekmeceye sakladım, çekmeceleriyse bu çepeçevre o k ­yanusun sınırları içinde m erm erden bir sandığa koydum ; çün ­kü burası insanların ülkesinden uzak bir yerdir, hiçbir insanoğ­lu u laşam az o ray a .” Ama Seyfü’l M ülûk serçeyi ele geçirir ve boğar, cin ise bir yığın kara kül halinde yere yığılır.

Bir Kabil masalında bir dev kendi yazgısının çok uzakta, denizdeki bir devenin içindeki bir güvercinin yum urtası içinde o lduğunu açıklar. K ahram an yum urtayı ele geçirir, ehnde sıka­rak ezer ve dev de ölür. Bir M acar halk m asahnda yaşlı bir ca­dı, Am brose adlı genç bir prensi yeryüzünün en derin yerinde hapseder. Sonunda ona gizini açarak, ipek gibi bir çayırlıkta bir yabandom uzu gizlediğini, dom uz öldürülürse içinde bir ya­ban tavşanı bulacağını, tavşanın içinde bir güvercin, güvercinin içinde bir kutu, ku tunun içinde de biri siyah biri de parlak iki bokböceği o lduğunu söyler; parlak böceğin içinde yaşamı, si­yah böceğin içindeyse gücü bu lunm aktadır; bu iki böcek ö ldü ­rülürse kendi yaşamı da sona erecektir. Yaşlı cadı dışarı çıkın­ca, Ambrose yabandom uzunu öldürür, içinden tavşanı, onun içinden güvercini, güvercinin içinden kutuyu, ku tunun içinden de iki bokböceğini çıkarır, kara böceği ö ldürür fakat parlağını elinde tutar. Bunun yapar yapm az cadının gücü kaybolur, eve

299

döndüğünde yatak lara düşer. A m brose ondan bu hapisten yu­karıdaki dünyaya nasıl çıkacağını öğrenince parlak böceği de ö ldürür ve yaşh cadının ruhu da hemen onu terk eder.

Bir Kalm uk m asahnda, bir han akıllı bir adam la bahse tu ­tuşur; han, yaşamının bağlı olduğu değerli bir taşı çalarak h ü ­nerini göstermesini ister adam dan . Bilge adam , han ve m u h a ­fızları uyurken tılsımı çalmayı bir şekilde başarır; fakat b u n u n ­la yetinmeyerek uykudaki hüküm darın başına bir to rba geçire­rek hünerini daha da kan ıtlam ak ister. H anın sabrını taşırmış­tır bu. Ertesi sabah bilge adam a her şeyi görmezlikten gelebile­ceğini, am a başına bir to rba geçirilerek aşağılanmasının, ta ­ham m ül edilemez bir şey olduğunu söyler; şakacı dostunun he­men öldürülmesini emreder. Kralın nankörlüğünün bu şekilde gösterilişine canı sıkılan bilge adam elinde tu ttuğu değerli taşı yere fırlatır; aynı anda hanın burun deliklerinden kan fışkırır ve ruhunu teslim eder.

Bir başka dış ruh masalı, S um atra’nm batısında bir ada olan N ia s ’tan. Bir zam anlar bir kabile reisi düşm anlarınca ya­kalanmış, onu öldürmeye çalışıyorlar am a bir türlü başaramı- yorlarmış bunu. Ne su boğabiliyor ne ateş yakabiliyor ne de çe­lik girebiliyormuş bedenine. En sonunda karısı sırrını açığa vurmuş. Başında bakır tel kadar sert bir saç varmış; hayatı bu tele bağlıymış. Bu saç koparılmış ve ruhu uçup gitmiş.

Güney N ijerya’dan bir Batı Afrika masalı, bir kralın ruhu ­nu sarayının giriş kapısının yanındaki yüksek bir ağaca tüne­miş olan küçük kahverengi bir kuşun içinde gizlediğini anlatır. Kralın yaşamı kuşun yaşam ına öylesine bağlıymış ki, kim bu kuşu öldürürse aynı zam anda kralı da ö ldürü r ve tah ta geçer­miş. Kraliçe bu sırrı âşığına açıklamış, o da bir okla kuşu vu r­muş, böylece kralı ö ldürm üş ve boşalan tah ta çıkmış.

Güney Afrika B a-Rongalannın bir m asahnda , bü tün bir ailenin yaşamlarının bir kedi içinde saklandığı anlatılır. Ailenin

B azı ha lk m a sa lla rında , h ir d e v ya da

canavar, r u h u n u gizli

hir yerde tu ta r , fa k a t b ir p renses

o n u n sırrın ı ö ğ ren in ce y o k

olur.

300

. •

> T

Titishan adlı kızı bir erkekle evlenince, ana babasından , bu de­ğerli kediyi yeni evine götürm esine izin vermelerini diler. On- larsa, “ Biliyorsun, yaşamımız ona bağlı” diyerek reddederler, onun yerine bir antilop, ha tta bir fil vermeyi önerirler. Am a kız kediden başka bir şeye razı değildir. Sonunda kediyi beraberin­de gö tü rü r ve kimsenin görmediği bir yere kapatır onu; kocası­nın bile haberi yok tu r bundan. Bir gün, ta rlada çalışmaya git­tiğinde, kedi gizlendiği yerden kaçar, kulübeye girer, kocanın savaş süslerini takınır, dans etmeye, şarkı söylemeye başlar. Gürültüye gelen birkaç çocuk bu acayip kediyi görür, şaşkın­lıklarını gizleyemezler, hayvansa daha çok hoplayıp zıplamaya başlar, ayrıca alay eder çocuklarla. Ç ocuklar evin sahibine gi­der ve “evinizde dans eden biri var, bizimle de alay e t t i ,” der­ler. A dam “ Kesin sesinizi,” der, “ b irazdan yalanınızı yüzünüze vuracağ ım .” Eve gider, bir yere gizlenir ve içerisini gözetleme­ye başlar; sahiden de içerde hoplayıp zıplayarak şarkı söyleyen bir kedi vardır. Kediye ateş eder ve hayvan yere serilir. Aynı a n ­da karısı ta rlada çalışm akta o lduğu yere düşer ve şöyle söyler: “Evde biri ö ldürdü ben i .” Eakat kocasından hasıra sarılmış ölü kediyi de a larak kendisiyle birlikte ana babasının köyüne git­mesini isteyecek k adar gücü kalmıştır. Bütün yakınlar toplanır, kediyi kendisiyle birlikte kocasının köyüne götürm ekte ısrar et­tiği için acı sitemlerde bu lunurlar ona. H asır açıhr açılmaz öl­müş kediyi görünce, hepsi birer birer cansız yere serilir. Böyle­ce Kedi kabilesi yok edilmiş olur; yaslı koca köyün kapısını bir dalla kapar ve eve dönerek kediyi öldürm ekle, yaşamları kedi­nin yaşam ına bağlı olan bü tün kabileyi nasıl ö ldürm üş o lduğu­nu arkadaşlarına anlatır.

Aynı tü rden düşüncelere Kuzey Amerika Kızılderililerinin anlattığı m asallarda da rastlarız. Örneğin, N avajo lar, bir çayır ku rd u n d an kendi kendini bir ayıya döndürm e sanatını öğren­miş o lan “Ayı olan Genç Kız” adlı söylencesel bir yara tık tan

302

söz ederler. Büyük bir savaşçıymış kız, hiç yaralanm azm ış; çün ­kü savaşa gittiğinde yaşamsal organlarını çıkarır bir yere gizler­miş, bunun için de kimse öldüremezmiş onu; savaş bitince o r ­ganlarını yeniden yerlerine takarm ış. İngiHz Kolum biyası’nm Kvvakiutle Kızılderilileri, yaşamı bir bald ıran o tunda olduğu için öldürülemeyen bir dev anasından söz ederler. Cesur bir de­likanlı o rm anda ona rastlamış, başını ezmiş, kemiklerini kırmış ve dereye atmış. Dev anasından kurtu lduğunu düşünerek evine gitmiş. Eve vardığında kap ıda dikilen bir kadın görm üş, şöyle uyarmış kadın onu; “ Dikilip du rm a orda. Dev anasını ö ld ü r­meye çalıştığını biliyorum. O nu öldürmeye çalışan dördüncü kişisin sen. O asla ölmez; şimdi çok tan yaşam a dönm üştür . Şu­radaki baldıran o tundad ır onun yaşamı. O raya git, onun içeri girdiğini görür görmez, onun yaşamını vur. O zam an ölmüş o lu r .” K adın sözlerini daha bitiremeden dev anası şarkı söyle­yerek girmiş içeri. Am a oğlan onun yaşam ına ateş etmiş, dev anası da cansız döşemeye düşmüş. Yani ruhun , bedenin dışın­da güvenli bir yere, hiç olm azsa bir saç teli içine uzun ya da k ı­sa süre için bırakılabileceği fikrine, birçok ırkın halk m asalla­r ında ras tlanm aktadır . Geriye, bu fikrin bir masalı süslemek için uydurulm uş bir hayal olm ayıp buna uygun bir dizi töreyi ortaya çıkarmış o lan gerçek bir ilkel inanç konusu olduğunu gösterm ek kalıyor.

H alk m asallarında bir adam ın ru h u n u n ya da gücünün b a ­zen saçma bağlı o la rak temsil edildiğini, bu saç kesildiğinde adam ın ö ldüğünü ya da güçten düştüğünü görm üştük . Ambo- nia yerlileri, güçlerinin saçlarında olduğuna, eğer kesilecek olursa güçlerinin de kendilerini terk edeceğine inanırlardı. Bu adada bir suçlu, H o llanda m ahkem esinde işkence altında bile, saçları kesilinceye kadar suçunu inkâr etmiş, saçları kesilir ke­silmez itiraf etmiştir. Cinayetten yargılanan bir adam , işkence­cilerin bü tün ustalıklarına karşın işkenceye dayanm ış, am a cer-

303

Yıııidtı ın ilo lo jıs in d e K h a ro iı Y era ltı s a n d a lıis ıy d ı, ö lü le r in r ııh la n ııı S ty k s N e h r i 'u d e n ka rş ıya geçirird i. O n a ltın c ı yüzyıl, jc ıach im P a tin ir 'i ı ı ta b lo su . I’raclo, M a d r id .

rahın e linde m ak asla kendine doğru geld iğin i görü n ce ç ö z ü l­m üştür. Bu m akasla ne yapacak larm ı sord u ğ u n d a saçlarm m

kesileceği yan ıtm ı ahnca bunu yap m am aları için ya lvarm ış ve

bütün bildiklerini anlatm ıştır. Bundan sonrak i davalarda, H o l ­

landalI yetkililer, işkenceyle bir sanıktan itiraf a l ınam adığ ında

sanığın saçlarını k esm e uygu lam asın a başvurur olm uşlardır .

A vrupa’da, büyücülerin ve sihirbazların kötü lük güçleri­nin saçlarında bulunduğu, saçları başlarında oldukça hiçbir şe­yin kötü kimseleri etkilemeyeceği düşünülürdü . Bu yüzden, F ransa’da işkenceciye teslim etmeden önce, büyücülükle suçla­nan kimselerin bütün vücutlarını tıraş etme töresi vardı. Milla- eus, Tou louse’da bazı kişilerin işkencelerine tanık olmuştu; adam lar soyulup baştan aşağı tıraş edilinceye kadar kendilerin­den hiçbir itiraf alınamamış, tıraştan sonraysa suçlam anın doğ-

304

B ir ö lü m “k u t la m a ”sı; h e rk e s dah a y em ö lm ü ş b ir in in e v in in ça tıs ına tır m a n m a y a ça lış ıyor. Batı A frika , M a l i ’n m D o g o n Kabilesi .

ru lugunu kolayca kabul etmişlerdi.Yine, görünüşte d indarca bir yaşam süren bir kadm büyücülük yaptığı kuşkusuyla işkenceye konduğunda bü tün acılara inanılmaz bir dayan­ma gücü göstermiş, iş tüylerini ve kıllarını kesmeye gelince bü tün suç­larını kabul etmişti. Ünlü engizis- yoncu Sprenger, kuşkulu büyücü ya da sihirbazların saçlarını kesmekten büyük zevk alırdı; fakat onun daha da usta meslektaşı C um anus, ateşe a tm adan önce kırk yedi kadının b ü ­tün bedenlerini tıraş etmişti. Bu sert a raş tırm a için tüm yetkisi vardı, çünkü Şeytan’m kendisi, emrindeki-lere. Kuzey Berwick kilisesi kürsüsünden verilen bir vaazda, “ saçları kesilmedikçe başlarına bir şey gelmeyeceği” güvencesi­ni vererek rahatlatmıştı. Aynı şekilde H ind is tan ’ın bir eyaleti olan Bastar’da, “eğer bir insan yargılanıp da büyücülükten suç­lu bulunursa, kalabalık ta ra fından dövülür, kö tü lük gücünü saçlarından aldığı varsayıldıgı için saçları tıraş edilir; dendiğine göre, büyülü sözler söyleyemesin diye ön dişleri sökülürdü. Bü­yücülük yapm akla suçlanan kadın lar aynı sınava çekilirdi; suç­lu bulunursa, aynı cezaya uğratıhrdı, tıraş edildikten sonra saç­ları kam uya açık bir yerde bir ağaca bağ lanırd ı.”

H indistanlı Bhiller a rasm da da, bir kadın büyücülükten yargılanıp bir ağaca baş aşağı asılmak ve gözlerine biber k o n ­m ak gibi çeşitli biçimlerde yola getirme önlemlerine başvuru l­duğunda, “ onunla kö tü lük güçleri arasm daki son bağı da k o ­p a rm a k ” için başından bir tu tam saç kesilir ve toprağa göm ü­lürdü. Aynı şekilde, M eksikah Aztekler’de, sihirbazlar ve büyü-

305

A %

t e

S a m s o n 'u n saçları k es ilin c e g ü c ü de k a yb o lu r . S a n ıso n re I')elilah, J o n n a r d ' ı n h ir g ra v ü rü .

cüler “ kötü eylemlerde bulunup da igrendirici yaşam larm a bir son verme zam anı geldiğinde, biri onlarm yakasına yapışır ve tepelerindeki saçı keserdi, böylelikle onlarm bütün büyücülük ve sihir güçleri ellerinden alınmış o larak iğrenç varlıklarına ölümle son verilirdi.”

Fakat halk masallarında olduğu gibi pratikte de, insanın yalnızca cansız nesneler ve bitkilerle değil, zam an zam an fizik­sel bir duygu yakınlığı bağı ile de birleştiğine inanılırdı. Aynı bağın bir insanla bir hayvan arasında var olduğu varsaydırdı, öyle ki, birinin sağlığı öbürüne bağlı olur, hayvan öldüğünde insan da ölür. Töre ile masal arasındaki bu benzeşme, her iki­sinde de bu şekilde ruhu bedenden ayırıp bir hayvanda sakla­ma gücü çoğu kez sihirbazların ve büyücülerin özel bir ayrıca­lığı olduğu için daha da çoktur.

SibiryalI Y akutlar her şam anın ya da sihirbazın ruhunu ya

306

da ruh larından birini, titizlikle herkesten gizlenen bir hayvanın içinde canlı tu t tuk la rına inanır. Ünlü bir sihirbaz, “ Benim dış ruhum u kimse bu lam az ,” derdi “ Edzhigansk kayalık dağ ların ­da gizlidir o .” Yılda yalnızca bir kez, son karla r da eriyip d ü n ­ya siyaha dönünce, o zam an sihirbazların dış ruhları, insanla­rın evlerinde hayvan şeklinde belirir. H er yerde dolaşıp d u ru r ­lar, am a sih irbazlardan başka kimse göremez onları. Güçlü olanları kükreyerek ve gürültüyle geçer gider insanların yan ın­dan, zayıflarsa sessizce ve gizli gizli dolaşır. Çoğu kez dövüşür­ler, o zam an dış ruhu yenilen sihirbaz hastalanır ya da ölür. En zayıf, en k o rkak sihirbazlar, köpek şeklinde bedenleşmiş o lan­lardır, çünkü köpek kendi insan çiftine hiç rah a t vermez, ka l­bini kemirir, bedenini yaralar onun. En güçlü sihirbazlar, dış ruhları aygır, geyik, siyah ayı, karta l ya da yabandom uzu şek­lini almış olanlardır. Yine, T urukhinsk bölgesindeki Samoyed- 1er, her şam anın bir yabandom uzu şeklinde bildik bir ruhu ol­duğunu, şam anın sihirU bir kemerle onu yanında gezdirdiğini ileri sürerler. Y abandom uzu ölünce şam anın kendisi de ölür; sihirbazlar arasm daki savaşlarla ilgili, birbiriyle yüz yüze k a r ­şılaşm adan önce ruhların ı dövüşmeye gönderdikleri öyküler anlatılır. M alaylar “ bir kişinin ruhunun bir başka kişiye ya da bir hayvana geçebileceğine, daha çok da böyle gizemli bir iliş­kinin, birinin yazgısının bütünüyle öbürüne bağlı olduğu iki ki­şi arasında o ld u ğ u n a” inanırlar.

H alk masallarında, bir kimsenin yaşamının bazen bir b it­kinin yaşam ına bağlı o lduğunu, bitkinin kurum asıyla o kimse­nin de hem en öldüğünü ya da o insanm ö lüm ünün bitkinin k u ­rum asına neden o lduğunu görm üştük . Batı A frika’da G abon yöresinde M ’Bengalar arasında aynı gün iki çocuk doğarsa, in­sanlar aynı tü rden iki ağaç diker ve çevresinde dans eder. Ç o ­cuklardan her birinin yaşamının bu ağaçlardan birinin yaşam ı­na bağlı o lduğuna inanılır; ağaçlardan biri ölür ya da kesilirse,

307

çok geçmeden çocuğun da öleceğine kesin gözle bakılır. K am e­run lu lar da bir insanın yaşamının duygu yakınlığı yoluyla bir ağacm ruhuna bağlı o lduğuna inanır. K a laba r’da Eski Şehir’in reisi ruhunu bir su kaynağına yakın kutsal bir ko ruda gizlerdi. Bazı A vrupahlar, gülüp eğlenmek için ya da cahilliklerinden k o runun bir kısmını kesince, krala göre, ruh çok öfkelenmiş ve bu kötü suçu işleyenleri her türlü kötülükle cezalandıracağını söylemişti.

Papualılardan bazıları yeni doğan çocuğun yaşammı, bir ağacın kabuğuna bir çakıl taşı sokarak , duygu yakınlığı yoluy­la ağacın yaşamına bağlarlar. Bunun çocuğun yaşamını ta m a­men kendi denetimleri altına alma olanağı sağladığına inanılır; eğer ağaç kesilecek olursa çocuk da ölecektir. M aoriler bir d o ­ğum dan sonra göbek ko rd o n u n u kutsal bir yere gömerler, üze­rine genç bir fidan dikerlerdi. Ağacın büyümesi, bir tohu oran­ğa ya da çocuğun yaşamının bir belirtisi idi; eğer yeşerirse, ço­cuk da gelişecek demekti bu; eğer ku ru r da ölürse, ana baba ço­cuklarının başına kötü şeyler geleceğini çıkarırlardı bundan. Fi­ji’nin bazı bölgelerinde erkek çocuğun göbek bağı, bir hindis­tancevizi ya da ekmek ağacı fidanıyla birlikte dikilir, çocuğun yaşamının ağacın yaşam ına yakından bağlı olduğu varsayılır.

H ollanda B orneosu’nda Landak ve Tajan bölgelerindeki D yaklarda , bebek doğduğunda bir meyve ağacı dikme töresi vardır, dolayısıyla halk inancına göre, çocuğun yazgısı ağacm yazgısıyla birleşmiş olur. Eğer ağaç birden boy atarsa , çocuk için iyi o lacaktır bu; am a ağaç bodur kalır ya da kurursa , insan ortağı için talihsizlikten başka bir şey beklenmemelidir.

Söylendiğine göre, R usya’da, A lm anya’da İngiltere’de, F ransa’da ve İtalya’da bir çocuğun doğum unda bir ağaç dikme töresini hâlâ sürdüren aileler vardır. Ağacm çocukla birlikte büyümesi um ulur, özenle bakılır ona. Bu töre İsviçre’nin Aar- gau k an tonunda hâlâ oldukça yaygındır; oğlan çocuk için bir

308

N o rv e ç , S a g n e fjo rd 'd a p ru va s ın a b ir ağaç da lı ta k ılm ış b ir k a y ık la k ü re k çekm e . V ık ın g le r z a m a n ın d a tanrı B a ld e r ’in b ü y ü k ta p ın a ğ ın ın b u lu n d u ğ u k o y la rd a n b ir iy d i bu . H a n s D a h l ’ın tab lo s u , M u tlu Y o lc u lu k .

elma, kız çocuk içinse bir a rm u t ağacı dikilir; halk çocuğun ağaçla birlikte gelişeceğine ya da kuruyup öleceğine inanır. M eckIenburg’da, doğan çocuğun sonu dışarıya, genç bir ağacın dibine atılır, o zam an çocuğun ağaçla birlikte büyüyeceğine inanılır. E d inburgh’dan fazla uzak olm ayan Dalhousie Şato- su’nun yakınında, Edgevvell Ağacı denilen bir meşe yetişir, bu ağacın aile ile gizemli bir bağı o lduğuna inanılırdı; aileden biri ölünce ya da ölmek üzereyken, Edgevvell ağacının bir dalının kırıldığı söylenir. 1874 T em m uzunda sakin bir gün, yaşlı o r ­

309

mancı ağacın büyük bir dalının kırılıp düştüğünü görünce, “ Efendi şu anda ö ldü !” diye bağırdı, az geçmeden D alho- usie’nin on birinci K ontu Eox M au le ’nin öldüğü haberi geldi.

İskandinav tanrısı Balder söylencesinin temelinde, ruhun bir bitkide o turm ası vardır. Balder’in, bir an lam da göklerde ya da yeryüzünde değil de ikisinin arasında yaşayan bir tanrı ol­duğu söylenebilir: iyi ve güzel tanrı, büyük Tanrı O d in ’in oğlu, kendisi de bü tün ölümsüzlerin en akıllısı, en kibarı, en sevileni. Küçük E dda’da anlatıldığına göre ölüm öyküsü şöyle gelişir. Bir zam anlar Balder, ö lüm ünü önceden haber verdiğini düşün ­düğü kö tü rüyalar görüyordu . Bunun üzerine ara larında to p ­landılar ve onu her türlü tehlikeye karşı güvenli kılmaya karar verdiler. Tanrıça Erigg, sudan ve ateşten, dem irden ve bütün metallerden, taşlardan ve top rak tan , ağaçlardan, hastalık lar­dan ve zehirlerden, dö rt ayakh bü tün hayvanlardan , kuşlardan ve sürünen şeylerden Balder’e zarar vermeyeceklerine dair ye­min aldı. Bu yapılınca Balder’in dokunu lm az olduğu kanısm a varılmıştı; bunun için tanrılar onu ara larına alarak keyfini çı­kard ılar bunun , kimileri ok attı üzerine, kimileri baltayla sal­dırdı, ötekiler taşladı. Fakat ne yaptılarsa ona bir zarar vereme­diler; bunun üzerine hepsi sevindi. Sadece, kavgacı, fitneci Eo- ki bundan hoşnutsuzdu; yaşlı bir kadın kılığında Frigg’e gitti; Erigg ona tanrıların silahlarının Balder’i yaralayamayacağını, çünkü onu yaralam am aları için her şeye yemin verdirdiğini söylemişti. Loki sordu ona: “H er şey Balder’i koruyacağına ye­min etti m i?” Erigg yanıtladı, “V alhalla’nm D oğusunda ökse­o tu denen bir bitki yetişir; yemin edemeyecek kadar küçük gö­ründü bana o .” Bunun üzerine Eoki gitti ve ökseo tunu sökerek tanrıların meclisine getirdi.

O rada , kö r tanrı H o th e r ’in dairenin dışında ayakta d u rd u ­ğunu görerek ona sordu, “ Sen niye Balder’e bir şey a tm ıyor­sun?” H o th e r yanıt verdi: “ Ç ünkü nerede o lduğunu görm üyo­

310

S to n e h e n g e y a k ın ın d a h ir m eşe k o ru s u n d a e lin d e b ir o ra k ve ö k s e o tu ta ş ıya n b ir d ru id . F ranc is CIrose’d a n b ir k i t a p resmi, İn g il te r e ’n in ve (¡a lle r ’in E s k i Z a m a n la r ı. L o n d r a , 1 773-87 .

rum; ayrıca silahım da y o k .”Loki dedi ki, “ Sen de ötek i­ler gibi yap, onlar gibi Bal- de r’i onurlandır. N erde d u r ­duğunu gösteririm sana, sen de bu ince dalla vurursun o n a .”H o th e r ökseo tunu aldı ve Lo- k i ’nin yön lend irm esine uyarak Balder’e attı. Ö kseotu Balder’e çarptı ve onu ikiye biçti, cansızyere düştü Balder. T an n la rm ve insanoğlunun o güne kadar başına gelen en büyük felaketti bu. T anrılar bir süre sessiz d u r ­dular, sonra seslerini yükselterek acı acı gözyaşı döktüler. Bal- der’in vücudunu alıp deniz kenarına getirdiler. Balder’in gemi­si du ruyordu orda, R inghorn ’du adı, bü tün gemilerden daha büyüktü . T anrılar gemiye çıkıp Balder’in cesedini onun üzerin­de yakm ak istiyorlardı, am a gemi bir türlü kım ıldamıyordu. H yrrock in adlı dev tanrıçayı çağırdılar. Tanrıça, bir kurdun üzerine binmiş o larak geldi ve gemiyi öyle bir itti ki, çıkardığı dalgalardan ateş çıktı, yer gök sarsıldı. Sonra Balder’in cesedi alınıp gemisinin üzerindeki odun yığını üzerine yerleştirildi. Karısı N anna bunu görünce yüreği üzüntüye dayanam ayıp p a t­ladı ve öldü. O nu da kocasının yanm a odun yığını üzerine koy­dular ve odunları ateşe verdiler. Balder’in atı da bü tün k oşum ­larıyla birlikte odun la r üzerinde yakıldı.

İster gerçek isterse söylencesel bir kişi olsun, Balder’e N o r ­veç’te tapıhrdı. Güzel Sogne F iyordu’nun, loş çam orm anlarıy ­la ve onların , aşağılardaki fiyordun karanlık sularına u laşm a­dan önce püskürtü lere dönüşen yüksek çağlayanlarıyla heybet­li N orveç dağlarının ta derinliklerine giren körfezlerinden bi­rinde Balder’in ulu bir tapınağı vardı. Balder K orusu ’ydu adı. Kutsal toprağı bir çit çevreliyordu, çitin içindeyse, birçok tanrı

311

tasvirinin yer aldığı geniş bir tap ınak yükseliyordu, fakat bu tanrılardan hiçbirine Balder’e olduğu kadar bağ­lılıkla tapınılmıyordu. Pu ta taparla rm buraya bakarken duydukları ko rku öylesine büyüktü ki, hiç kimse o rada birbirine zarar veremez, hayvanını çalamaz, kadınlara sataşam azdı. Fa­kat tapm aktak i tasvirlere kadınlar bakardı; onları ateşte ısıtır, üzerleri­ne yağ sürer, bezlerle kum larlard ı.

Ö kseo tu çok eski zam anlardan beri A vrupa’da boş inancın bir saygı nesnesi olm uştur. Plinius’un ünlü bir pasajından öğrendiğimize göre, Dru- idler tapard ı ona. Plinius ökseotunun farklı türlerini saydıktan sonra şöyle devam ediyor: “ bu konuya değinir­

ken, baştan aşağı bü tün G alya’da ökseotuna duyulan hayranlı­ğın üzerinde d u rm adan geçmemeliyiz. D ruidler -büyücülerine bu adı veriyor o n la r - ökseo tundan ve ökseo tunun üzerinde b ü ­yüdüğü ağaçtan daha kutsal bir şey tanım azlar, o ağacın da m utlaka meşe olması gerekir. Fakat bunun dışında, kutsal k o ­ruları o larak meşe orm anların ı seçerler, meşe yaprağı o lm adan kutsal tören yapm azlar; öyle ki, Druidlerin adına, on la rm m e­şe tap ım larm dan türemiş bir ad land ırm a o larak bakılabilir [drus, Y unancada meşedir). Ç ünkü bu ağacın üzerinde yetişen her şeyin cennetten gönderilmiş o lduğuna, bu ağacın tanrı ta ­rafm dan seçilmiş bir ağaç olduğuna inanırlar. Ö kseo tu çok seyrek rastlanan bir bitkidir; fakat bu lduklarında kutsal bir tö ­renle top larlar onu. Bunu özellikle ayın altıncı günü yaparlar, aylarını, yıllarını ve otuz yıllık çevrimlerini o gün başlatırlar.

Y a la m n ve d o la n ın tim sa li L o k i, B a ld e r ’in ö lü m ü n ü g e rç e k le ş tird ik te n

so n ra b a ğ la n m ış ve p ra n g a ya v u ru lm u ş d u r u m d a . İngil te re, C u m b r i a , K irk b y

S te p h e n ’d a V ik ing taşı.

312

çünkü altıncı güne kadar ay çok güçlüdür, seyrinin yarısına he­nüz varmamıştır. Ağacın altında bir ku rban töreninin ve şenli­ğin hazırlıkları yapıld ıktan sonra, onu evrensel bir iyileştirici o la rak selamlar ve m eydana, boynuzları henüz hiç bağ lanm a­mış iki beyaz boğa getirirler. Beyazlar giyinmiş bir rahip ağaca tırm anır, beyaz bir kum aşla yakalanan ökseo tunu altm bir orak la biçer. Sonra koruyuculuğunu bağışladığı şeyleri büyü t­mesi için Tanrıya dua ederek kurban la rı keserler. Ö kseo tundan hazırlanan bir ilacın kısır hayvanı doğurtacağına, bu bitkinin her türlü zehre karşı bir ilaç o lduğuna inanırlar.

Phnius’un bildirdiğine göre, D ruidler meşe ağacı üzerinde yetişen her şeyin cennetten gönderilmiş o lduğuna, bu ağacın tanrı ta ra fından seçilmiş o lduğuna inanırlardı. Böyle bir inanç, Druidlerin ökseo tunu neden norm al bir bıçakla değil de altm bir o rak la kestiğini, kesildikten sonra da neden toprağa dokun- durulm adığını açıklar bize; olasılıkla, bu göksel bitkinin yere dokunursa kirleneceğini ve yere değmekle harika özelliğini yi­tireceğini düşünüyorlardı.

H em Fransa’da hem de İsveç’te Y azdönüm ünde toplanan ökseotuna birtakım özel erdemler atfedilir. İsveç’te “ ökseotu- nun, güneşin ve aym güçlerinin doruk noktasında olduğu Yaz­dönüm ü Arifesinde kesilmesi” kuralı vardır. Yine, Galler’de Aziz John Arifesinde (Yazdönümü Arifesi) ya da kirazlar ortaya çıkm adan herhangi bir zam anda toplanan ökseotu filizinin, yas­tık altına konursa, düşlere iyi ya da kötü kehanetler sağlayaca­ğına inanılırdı. Ökseotu, gizemsel ya da iyileştirici özeUiklerinin yılın en uzun gününde güneşin en yüksek noktasında doruğa ulaştığına inanılan bitkilerden biridir. Bundan dolayı, bu bitkiye o kadar büyük saygı duyan Druidlerin gözünde, kutsal ökseotu- nun H aziranda gündönüm ünde gizemsel niteliklerinin iki katına ulaştığını ve bunun için de Y azdönüm ü Arifesinde düzenli tö ren­lerle kesilmiş o lduğunu varsaymak akla yakın görünüyor.

313

B a ğ ışık o lm a d ığ ı te k b i tk i o lan ö k se o tu y la ö ld ü rü le n B a ld er ca n sız y a tıyo r . D o r o th y H a r d y ’n in M y th s a n d N o r s m e n a d h y a p ı t ın d a n i l lüs trasyon .

Buna karşın, Balder’i öldüren araç olan ökseotunun, Bal­der’in yurdu olan İskandinavya’da kural o larak Y azdönüm ü Arifesinde gizemsel nitelikleri yüzünden toplandığı kesindir. Bu bitki genellikle a rm u t ağaçları, meşeler ve İsveç’in daha ılıman bölgelerindeki sık, nemli o rm an larında diğer ağaçlar üzerinde yetişir. Böylece, Balder söylencesinin iki ana olayından biri İs­kand inavya’nın büyük yazdönüm ü şenliğinde yeniden ortaya çıkar. Fakat söylencenin öteki ana olayı o lan Balder’in cesedi­nin ateş üzerinde yakılmasının, D an im arka , N orveç ve İsveç’te Y azdönüm ü Arifesinde hâlâ parlayan ya da son zam anlara k a ­dar parladığı görülen şenlik ateşlerinde bir ortağı da vardır. As­lında bu şenlik ateşlerinde bir tasvirin yakıldığı görülm üyor; faka t tasvir yakılması, anlamı unu tu lduk tan sonra kolayca

314

kaybolabilen bir özelliktir. Balder’in şenlik ateşi adıysa (Bal- de r’s Balar) -y azd ö n ü m ü ateşleri eskiden bu adla bilinirdi İs­veç’te - Balder’le o lan ilişkilerini kuşkusuz hale getiriyor ve es­ki günlerde Balder’in canh bir temsilcisinin ya da tasvirinin yıl­da bir kez bu ateşlerde yakılıyor olması olasılığını ortaya ç ıka­rıyor. Y azdönüm ü Balder için kutsal bir mevsimdi, İsveçli şair Tegner, Balder’in yakılışım yazdönüm üne koyarken, yaz gün- d ö nüm ünün iyi tanrın ın vakitsiz sonuna ulaştığı zam an olduğu gibi eski bir geleneği izlemiş olabilir.

Böylece, Balder söylencesinin başta gelen olaylarının, A vru­pa köylüm üzün, kuşkusuz Hıristiyanlığın başlangıcından önce­ki çok eski bir zam ana tarihlenen ateş şenliklerinde karşılıkları o lduğunu göstermiş olduk. Kurayla seçilen kurbanın Beltane ateşine atılıyor gibi yapılması ve insanın, gelecek Yeşil K urt’un N orm an d iy a ’da yazdönüm ü şenlik ateşinde buna benzer sağal­tımı, doğallıkla, bu gibi durum larda insanların gerçekten yakıl­ması gibi eski bir törenin izleri o larak yorumlanabilir; Yeşil K urt’un yeşil giysisi, yazdönüm ü ateşini ayaklarıyla çiğneyen delikanlının yaprak tan örtüsüyle birleştirildiğinde, bu şenlikler­de ölen kişilerin bunu ağaç ruhları ya da bitki tanrıları özelliğin­de yaptıklarını ima ediyor gibi görünüyor.

Bütün bunlardan , akla yakın bir biçimde çıkarsayabiliriz ki, bir yandan Balder söylencesinde, öte yandan ateş şenlikle­rinde ve ökseotu top lam a töresinde, sanki özgün bir bü tünün kırılmış ve birbirinden ayrılmış iki yarısı vardır. Diğer bir de­yişle, Balder’in ö lüm ü söylencesinin yalnızca bir mit, yani insan yaşam ından alınmış hayali bir fiziksel olayın betimlemesi ol­madığını, fakat aynı zam anda insanların her yıl tanrın ın bir in­san temsilcisini neden yaktıklarını, neden ökseo tunu büyük bir törenle kestiklerini açıklam ak için anlattıkları bir öykü o lduğu­nu bir olasılık payıyla varsayabiliriz. Eğer haklıysam, Balder’in trajik sonu, denebilirse, güneşin parlaması, ağaçların büyüme-

315

B j si, ü rünün toplanm ası için, insanlarıve hayvanları cinlerin ve devlerin, büyücülerin ve sihirbazların zararlı sanatlarından k o ru m ak için her yıl

■ bir büyü töreni o larak yaptıkları k u t­sal oyunun metnini o luşturuyordu. Özetle, masal, ritüellerin eklediği d o ­ğa söylenceleri sınıfına ait; burada da

. çoğu kez olduğu gibi, uygulamayagöre k u ram ne ise, büyüye göre söy-

In g ıl ız le n n Y eşil A d a m ’ı, y ü z ü n d e n lence de Oydu.N o r w i c h K a ted ra l i , baharda İStet yazdö-

yak la ş ık o n d o r d u n c u yüzyıl son lar ı . ^

nüm ünde ateşte yakılan kurban la r - in san Balderler- ağaç ruhların ya da

bitki tanrılarının canlı şekilleri o larak öldürü lüyor idiyse, Bal­der’in kendisinin de bir ağaç ruhu ya da bitki tanrısı olması ge­rekirdi. Bu yüzden, ateş şenliklerinde kişisel bir sureti yakılan belirli bir ağaç ya da ağaçlar tü rü n ü saptayabilmemiz arzu edi­lir bir şey olur. Ç ünkü o zam an kurban ın genelde bir bitki su­reti o larak ölüme gönderilmediğinden emin olabiliriz. Genelde bitki kavram ı ilkel o lam ayacak kadar soyuttur. Büyük olasılık­la başlangıçta ku rban , belli bir tü r kutsal ağacı temsil ediyor­du. Bugün A vrupa’da hiçbir ağaç, Atilerin kutsal ağacı o lm ada meşeyle yanşam az. A vrupa’daki Ari ırkın kollarının ona tap ın ­mış o lduğunu daha önce görm üştük; dolayısıyla dünyaya d a ­ğılm adan önce Arilerin genel o larak bu ağaca büyük saygı duy­duğu, on larm ilk yurtlarm m sa meşe orm anlarıy la kaplı bir to p ­rak parçası olması gerektiği sonucuna kesinlikle varabiliriz.

A vrupa’daki Ari ırkın bü tün kollarının kutladığı ateş şen­liklerinin ilkel karakterin i ve dikkate değer benzerliğini düşü­nerek, bu şenliklerin, çeşitli halkların eski yurtlarından ayrılır­ken beraberlerinde götürdükleri dinsel törenlerinin bir parçası-

316

nı o luştu rduğunu çıkarsayabiliriz. Fakat, eğer doğruysam , bu ilkel ateş şenliklerinin temel bir özelliği, ağaç ruhu temsil eden bir insanm yakılmasıydı. O zam an, meşenin Arilerin dininde tu t tuğu yeri düşünerek, ateş şenliklerinde bu şekilde temsil edi­len ağacm başlangıçta meşe olması gerektiğini varsayabiliriz. Keklerle ve Litvanyahlarla ilgili o larak , bu sonuca karşı çıkıla­maz. Fakat hem onlar hem de Germenler için, dinsel tu tucu lu ­ğun dikkate değer bir parçası bunu doğruluyor. İnsanm bilebil­diği ilk ateş yakm a yöntemi, iki ağaç parçasının tu tuşana kadar birbirine sürtülmesidir; bu yöntemse ihtiyaç-ateşi gibi kutsal ateşlerin yakılm asında A vrupa’da hâlâ kullanılıyor, daha önce de büyük olasılıkla tartıştığımız bü tün ateş şenliklerinde bu yönteme başvuruluyordu.

Şimdi, ihtiyaç-ateşi ya da başka kutsal ateşin bazen belli tü rden bir ağacm birbirine sürtülmesiyle yakılması gerekiyor; ağacm tü rü , ister Kekler, Germenler isterse Slavlar arasında be­lirtildiğinde, bunun genellikle meşe olduğu görülm ektedir. Fa­k a t eğer kutsal ateş düzenli o larak meşe-ağacmm sürtülmesiyle yakılıyor idiyse, başlangıçta ateşin aynı maddeyle beslenmesi gerektiğini de çıkarsayabiliriz. Gerçekten de, R o m a ’daki de­vamlı Vesta ateşinin meşe ağacıyla beslendiği, meşe ağacının Litvanya’daki büyük Rom ove tap ınağında kutsal meşenin al­tında yakılan devamlı ateşte yakacak o larak kullanıldığı o r ta ­ya çıkıyor. Dahası, bu meşe ağacının daha önce yazdönüm ü ateşlerinde yakılan ağaç olduğu, A lm anya’nın birçok dağlık bölgesinde hâlâ uygulandığı söylenen Y azdönüm ü G ünü evler­de büyük meşe kütüklerinden ateş yakm a geleneğinden anlaşı­labilir. Bu kü tük , ağır ağır, içten içe yanacak ve bir yılın sonu­na k adar köm üre dönüşmeyecek biçimde yerleştirilir ocağa. D aha sonraki Y azdönüm ü G ününde eski kü tüğün köm ürleş­miş közleri yeni ateşin yakılması için kaldırılır, tohum lara k a ­rıştırılır ya da bahçelere serpilir. Bunun ateşte pişen yiyeceği

317

M e k s ik a 'd a esk i T e o tih u a c a n k e n t in d e n d u v a r res im le r in d e n b ir k o p y a . Ö lü le r C en n e ti T la lo ca n 'd a h a y a l ed ilen ya şa m so n ra s ın ı g ö s ter iy o r . U lusal A n t ro p o lo j i M üzes i , M e x ic o City.

büyüye karşı koruduğuna , evin talihini sağlam tu ttuğuna, ürünlerin gelişimini artırd ığm a ve onları küften, haşara t tan k o ­ruduğuna inanılır. Böylece bu töre, A lm anya’nın, F ransa’nın, İngiltere’nin, S ırbistan’ın ve öteki Slav toprak ların ın bazı bö l­gelerinde genellikle meşe ağacı olan N oel kü tüğü töresine neredeyse tam am en koşuttur. Bundan, bu dönemsel ya da a ra ­da bir yapılan törenlerde eski Arilerin ateşi kutsal meşe ağacıy­la yaktığı ve beslediği gibi genel bir sonuç çıkarılabilir.

Fakat bu kutsal törenlerde ateş düzenli o larak meşe ağa­

318

cıyla yakılıyor idiyse, o zam an bu ateşte ağaç ru h u n kişihgi o la­rak yakılan herhangi bir insanın da meşeden başka bir ağacı temsil etmemesi gerekir. Kutsal meşe böylece ikili bir am açla yakılıyordu; ağacın odunu ateşi besliyordu, bunun yanında me- şe-ruhun simgesi o larak canlı bir insan da yakılıyordu. Genel­likle A vrupah Ariler için çıkarılan bu sonuç, ilişki yoluyla özel o larak îskandinavlara uygulanışında da doğrulanıyor: b un la r­da ökseo tunun yazdönüm ü ateşinde kurban ın yakılmasının ye­rini tu ttuğu görülüyor. İskandinavlar arasında ökseo tunun yazdönüm ünde toplanm ası geleneği o lduğunu görm üştük . Fa­kat bu törede ortaya çıkması dışında, onu, insan kurban ların ya da onlarm tasvirlerinin yakıldığı yazdönüm ü ateşleriyle iliş- kilendirecek hiçbir şey yoktur. Ateş başlangıçta daim a meşe ağacı ile yakılıyor olsa bile, ki olası gö rünüyor bu, ökseotunu kop arm ak neden gerekh olsundu?

Ö kseo tu top lam a yazdönüm ü töreleri ile şenHk ateşleri yakm a arasındaki son bağı, söz konusu törelerden ayrılam aya­cak olan Balder söylencesi sağlıyor bize. Söylence, ökse otu ile ateşte yakılan meşe ağacının insan temsilcisi arasında bir za­m anlar inanılan yaşamsal bir bağ o lduğunu gösteriyor. Söylen­ceye göre, Balder gökyüzünde ve yeryüzünde ökseotu dışında hiçbir şekilde öldürülemezdi; ökse o tu meşe ağacının üzerinde kaldığı sürece, yalnızca ölüm süz değil, aynı zam anda d o k u n u l­mazdı da. Eğer Balder’in meşe o lduğunu varsayarsak, söylen­cenin kökeni anlaşılabilir. Ö kseo tuna meşenin yaşam yeri o la ­rak bakılırdı, ona zarar verilmediği sürece meşe ağacı ö ld ü rü ­lemez ha t ta yaralanam azdı. M eşenin yaşam yeri o la rak ökse­otu kavram ını ilkel insanlara, doğallıkla, meşe ağacı yaprak döktüğünde onun üzerindeki ökseo tunun devam h yeşil kaldığı­nı gözlemlemeleri telkin etmiş olabilirdi. Kışın ağacın çıplak dalları arasında onun yeşil yaprakların ın görünüşü , ağaca ta- panlarca, dallara can vermeyi du rdurm uş olan kutsal yaşamın

319

K u ze y G a llc r 'in A b e r V a d ıs i 'n d e k ı e sk i m eşe o rm a n L ırı b u g ü n de D e m ir Ç jğ ı 'n d a k ı k a d a r s ık tır .

ökseo tunda yaşam akta devam ettiğinin bir belirtisi o larak - t ıp - kı uyuyan bir kimsenin bedeni hareket etm iyorken kalbinin çarpması g ib i- selamlanmış olmalı. Dolayısıyla, tanrın ın ö ldü ­rülmesi gerektiğinde -k u tsa l ağacm yakılması gerektiğ inde- ökseotunu koparm ak la başlam ak gerekiyordu. Ç ünkü ökseotu sağlam kaldığı sürece meşe (öyle düşünm üş olmalı insanlar) dokunulm az kalacaktı; bıçaklarının ve baltalarının bü tün vu-

320

ruşları onun yüzeyini sıyırıp geçecekti. Fakat meşeden onun kutsal kalbini -ö k s e o tu n u - koparır koparm az ağaç devrilmeye baş eğecekti. D aha sonralarıysa, meşenin ruhu canlı bir insan­la temsil ediliyor o lduğunda , kişileştirdiği ağaç gibi, ökseotu sağlam kaldığı sürece onun da ne öldürülebileceğini ne de ya- ralanabileceğini varsaym ak mantıksal yönden zorunlu idi. Böy­lece ökseo tunun koparılm ası onun ö lüm ünün hem işareti hem de nedeni idi.

Buna göre, yara lanam az Balder, üzerinde ökseotu taşıyan meşenin bir kişileştirilmesinden başka bir şey değildir. Eski bir İtalyan inancı gibi görünen şey bu yorum u olumluyor: ökseotu ne ateşle ne de suyla yok edilebilir; çünkü asalak böylece yok edilemez sayıhyorsa, onun kendi yok edilemezliğini, ikisi bir a rada kaldığı sürece, üzerinde yaşadığı ağaca ilettiği kolayca varsayılabilirdi. Ya da aynı düşünceyi söylencesel biçimde dile getirecek olursak, meşenin sevecen tanrısının, yaşamını, dalları arasında büyüyen yok edilmez ökseotuna nasıl güvenle em anet ettiğini; ökseotu o radak i yerini ko rudukça tanrın ın da nasıl d o ­kunulam az kaldığını; ve sonunda kurnaz bir düşm anın nasıl tan rm m dokunulm azlığının gizini elde edip ökseotunu ağaçtan yolduğunu; böylece meşe-tanrıyı ö ldürdüğünü; daha sonra da vücudunu ateşte yaktığını; yanm az asalak, dalları arasm daki yerini koruduğu sürece bu ateşin onu hiç etkilemediğini söyle­yebiliriz.

Yaşamı, bir an lam da, böyle kendi dışında olan bir varlık fikri, birçok okura garip gelecektir, fakat yukarda verdiğimiz öykü ve töreden alınan örneklerle apaçık gösterilmektedir. Bu fikri Balder’in ökseotuyla iHşkisinin açıklaması o larak kabul ederken, sonuçta, ilkel insanın zihnine derince kazılmış bir il­keyi benimsediğimizi göstermiş o lduk umarım. Ö kseo tunun al­tın dal o larak daha ileri anlamı bununla bağmtısız değildir, son bölüm de yeniden anlatılacaktır bu.

321

s.yif-

C i

á

'1 A'"i; y

P%?^;'-. tSUúBLÉLmbs -M

Onbirinci Bölüm

A l t in D a l

D ru id ler , “a ltın d a l” ö k se o tu n a m eşe a ğ a ç la n üzer in d e ye tiş tik le r in d e daha da k u tsa l o la ra k bakarla rd ı.

B ir d ru id b a şka n ı yarg ı s ırasında . O n d o k u z u n c u yüzyıl, R. H a v e l l ’in bir b a k ı r işlemesi .

Dış ruh üzerine öğrendiklerimizden, Balder’in yaşam m m kutsal ağacm ökseo tunda olduğu görüşünün ilkel düşünce bi­çimleriyle tam bir uyum içinde o lduğunu görebiliriz. Gerçekten de, eğer yaşamı ökseo tunda idiyse, ökseo tunun çarpmasıyla ö l­dürülebilir olması bir çelişki gibi görünebilir. Fakat bir insanın yaşamı belli bir nesnenin içinde toplandığında, onun varlığıyla kendi varlığı birbirinden ayrılmaz biçimde bağlı o lduğunda ve onun yok edilmesi kendi varlığının da yok edilmesini gerektir­diğinde, söz konusu nesneye, peri m asallarında olduğu gibi, o kimsenin yaşam ına ya da ölüm üne eşit bir şey olarak bakılabi­lir, öyle söz edilebilir ondan.

Dolayısıyla, bir insanın ölüm ü bir nesnedeyse, insanm o nesneden gelecek bir vuruşla öldürülebilmesi çok doğal bir şey olur. Peri m asalında Ö lüm süz Koshchei, yaşamının içinde b u ­lunduğu bir yum urta ya da taşla bir vuruşta ö ldürülür; devler belli bir kum taneciği (hiç kuşkusuz yaşamlarını ya da ö lüm le­rini içinde taşıyan bir kum taneciği) başlarının üzerinden geçi­rildiğinde patlarlar; içinde yaşam m m ya da ö lüm ünün bu lun ­duğu taş, yastığının altına konunca büyücü ölür; T a ta r k a h ra ­manı, içinde ruhunun saklandığı altın okla ya da altın kılıçla öldürülebileceği konusunda uyarılır.

M eşenin yaşamının ökseotunda olduğu fikrini, belki de meşenin kendisi yapraksız olduğu halde meşe üzerinde yetişen ökseo tunun kışın yeşil kalması akla getiriyordu. Fakat bitkinin konum u - to p ra k ta n değil de ağacm gövdesinden ya da dalla­rından büyüm esi- bu fikri doğrulayabilir. İlkel insan, kendisi

325

gibi m eşe-ruhunun da kendi yaşammı güvenli bir yerde sakla­m a yolları aradığını, bu amaçla bir an lam da ne yerde ne de gökte olduğu için bulunabilecek en güvenli yer o larak ökse- o tunda kara r kıldığım düşünm üş olabilir. H em eski hem de m odern halk-hekimliğinde, ökseo tunun yere dokunm am asm ın neden bir kural o lduğunu böylece anlayabiliriz; yere d o k u n u r­sa iyileştirme özelliğini yitirecektir. Bu, içinde kutsal ağacm ya­şamının yoğun halde bulunduğu bitkinin yere dokunm akla gir­diği tehlikeye m aruz bırakılm aması gerektiği eski boş inancın bir kalıntısı olabilir.

Balder söylencesine koşut bir H in t söylencesinde İndra, şeytan N am uci’ye onu ne gündüz ne gece, ne bir sopayla ne de bir okla, ne avuç içiyle ne de yumruğuyla, ne kuru ne de yaş bir şeyle öldürmeyeceğine yemin eder. Ama onu sabahleyin alaca­karanlık ta , üzerine deniz köpüğü serperek öldürür. Denizin k ö ­püğü, tam da bir yabanılın yaşamını içine koym ak için seçece­ği bir şeydir, çünkü yerle gök arasında ya da denizle gök a ra ­sında ilkel insanm güvenli gördüğü orta bir konum ya da ta ­nım lanm ası güç bir konum işgal eder. Bu yüzden nehir k ö p ü ­ğünün H ind is tan ’da bir klanın totemi olması şaşırtıcı bir şey değildir.

Yine ökseotunun gizemli özelliğini kısmen yerde büyüm e­mesine borçlu olduğu görüşü, dağ külü ya da başka bir adıyla üvez ağacı hakkm dak i buna koşut bir boşinançla doğrulan- m aktadır . Ju t la n d ’da bir başka ağacm tepesinde büyüdüğü gö­rülen üvez ağacı, “ büyücülüğe karşı son derece etkili” sayılır; “yerde büyümediği için büyücülerin gücü yetmez ona; tam et­kili olabilmesi için İsa’nın göğe yükseldiği gün kesilmelidir.” Bundan dolayı, büyücülerin eve girmesini önlemek için kapıla­rın üzerine konur. İsveç ve N orveç’te de, “ uçan üvez”e [flog- ronn) büyüsel özellikler atfedilir: her zam an rastlandığı gibi yerde değil bir başka ağacm üzerinde, bir çatıda ya da kuşların

326

etrafa saçtığı tohum dan fiHz verdiği bir kaya yarığında yetişen bir üvez tü rü d ü r bu. K aranhkta , dışarıda olan bir insanın ya­nında çiğneyecek bir parça “ uçan-üvez” bulundurm ası gerekti­ği söylenir; yoksa büyüye uğrayıp o radan ayrılamaması tehli­kesiyle karşı karşıya kalır.

İskandinavya’da asalak üvez büyüye karşı nasıl bir karşı- büyü sayılıyorsa, A lm anya’da da asalak ökseotuna hâlâ büyü ­cülüğe karşı bir önlem gözüyle bakılır; İsveç’teyse Yazdönüm ü Arifesinde top lanan ökseotu, T ro ll’u, insana ya da hayvana za­rarsız hale getireceği inancıyla, evin tavanına, atların ahırına ya da sığırların dam ına bağlanır.

Ö kseo tunun Balder’in öldürülm esinde kullanılan araç o l­makla kalmayıp aynı zam anda onun yaşamını içinde taşıyan bir şey olduğu görüşünü, bir İskoç boşinancıyla olan benzerli­ği de desteklemektedir. Geleneğin anlattığına göre, Firth of Tay yakınında l’erthshire’da büyük bir aile olan Errol’h H a y ’lerin kaderi, belli bir büyük meşe ağacının üzerinde yetişen ökseo tu ­na bağlıydı. H ay ailesinin bir üyesi eski inancı şöyle kaydetm iş­tir:

“ Aşağı ülke aileleri arasında nişanlar bugün hemen ta m a ­men unutu lm uştur; fakat eski bir e lyazm asm dan ve Perth- shire’daki birkaç yaşlının göreneğinden anlaşıldığına göre, H ay ’lerin nişanı ökseotuydu. Eskiden Errol yakınlarında, Fal- con taşından pek uzak olm ayan bir yerde yaşı bilinmeyen dev gibi bir meşe vardı, üzerinde bir bitki bol yetişirdi; birçok b ü ­yü ve söylencenin bu ağaçla ihntisi olduğu düşünülürdü . H ay ailesinin süresinin de onun varlığına sıkı sıkıya bağlı olduğu söylenirdi. İnanıldığına göre, Allhallo\vmass arifesinde bir H ay ’in ağacın çevresinde güneş yönünde, belli bir büyüyü tek ­rarlayarak üç kez do land ık tan sonra yeni bir bıçakla kestiği bir ökseotu filizi, bü tün sihirlere ve büyülere karşı kesin bir büyü, savaş günündeyse şaşmaz bir koruyucu yerine geçerdi. Aynı şe-

327

'lî~

D e n iz k ö p ü ğ ü d e n iz le g ö k a rasında b ir ara k o n u m d a d ır ve ilk e l in sa n ın y a şa m ın ı k o y m a k için seçeceğ i tü rd en b ir yerd ir , l^avid j a m e s ’in t a b lo s u , 1897.

kilde kesilen ufak bir dal, bebeklerin beşiğine yerleştirilir, b u ­nun onları perilerce peri çocuklarıyla değiştirilmeye karşı k o ru ­duğu düşünülürdü . Son olarak, söylendiğine göre, meşenin k ö ­kü yok o lduğunda, ‘Errol’m ocağında ot bitecek, şahinin yuva­sına bir kuzgun konacak tır .’ Bir H ay adına yapılabilecek en ta ­lihsiz iki işten biri, bir beyaz şahini öldürm ek, ötekiyse Errol meşesinin bir dalını kesmektir. Yaşlı ağacm ne zam an yok edil­diğini asla öğrenemedim. H ay ailesinin mah m ülkü satıldı; ta ­bii kader ağacı meşenin bundan kısa bir süre önce kesilmiş o l­duğu söyleniyor.” Eski boşinanç, geleneksel o larak Kafiyeci T h o m as’a ait o lduğu söylenen dizelerde kaydedilmiştir:

Ö kseo tu vurdukça Errol meşesine.Ve meşe sağlam kaldıkça yerinde.H ay 1er zenginleşecek, ve güzelim B oz şahinleri korkm ayacak fırtınadan.

328

A m a ne zam an ki meşenin k ö k ü çürür. Ö kseo tu kurum uş göğsüne sarılırsa Ocağında o t bitecek Errol’un Ye kargalar tüneyecek şahin yuvasında.

Altın Dal’ın ökseotu olduğu yeni bir düşünce değildir. D oğ­ru, Vergilius onu ökseotuyla eşleştirmiyor, yalnızca karşılaştırı­yor. Ama bu, basit bir bitkiye gizemli bir çekicilik vermenin şa­irane bir yolundan başka bir şey olmayabilir. Ya da daha büyük bir olasılıkla, tanımı, belli zam anlarda ökseotunun doğaüstü bir altın parlaklığı kazandığı gibi bir boşinanca dayanıyordu. Şair, Aeneas’a derinliklerinde Altın D al’m yetiştiği karanlık vadiye giden yolu gösteren iki güvercinin, bir ağaca nasıl konduğunu, nasıl “ oradan titrek bir altın pırıltısının yanıp söndüğünü” anlatıyor. “Üze­rinde bulunduğu ağacm yerlisi o lm a­yan ökseotu, kışın soğuğunda o r ­m anda taze yapraklarıyla yemyeşil­dir; sarı meyvelerini ağaçların göv­delerine sarar; gölgeli pırnal meşesi­nin üzerindeki yaprak altın da öyle görünürdü , hafif bir esintide altın yaprak da öyle hışırdardı.” Burada Vergilius, Altın D al’ı kesinlikle bir pırnal meşesinin üzerinde büyüyen bir şey o larak anlatıyor ve ökseotuy­la karşılaştırıyor. Altın D al’m, şiirin ya da boşinancm ince sisi arasından görülen ökseotundan başka bir şey olmadığı çıkarsamasını yapm ak ner­deyse kaçınılmaz oluyor.

G iz em li ve e n d er a y o tu (B o tryc h ium lunar ia ) d ü n y a n ın en k ü ç ü k eğ re ltio tu d u r . b ir ç im en y a p ra ğ ın d a n dah a y ü k s e k değ ild ir . E s k il za m a n la rd a , a y ın s im g es i o ld u ğ u iç in b ü y ü cü le r in ve ö lü le rd en h a b er g e tiren s ih irb a z la r ın en sevd iğ i şeyd i. S im ya cıla r iç in ö n e m liy d i, ç ü n k ü “a ltın ç a l ı" d e n en g iz em li k r is ta l ya p ıy a ço k ben zerd i.

329

L e r w ic k 'in G u izer JarV t (tö ren in yö n e tic is i) y a n m a k ta o lan h ir te k n e n in ka rş ıs ın d a . İsk o ç y a a ç ık la r ın d a k i .Shetland A d a la rı, L e r w ic k ’te y ıld a h ir y a p ıla n h u y en id en tem sillerd e , ateş şen liğ i ve k a b ile reisi g ö m m e tö ren ler i b irleştir ilir .

N em i’deki Aricia korusu rahibinin -O rm a n m K rahnm -, üzerinde Altm D al’m büyüdüğü ağacı kişileştirdiğine inanm ak için nedenler gösterilmiş bulunuyor artık. Dolayısıyla, eğer o ağaç meşe idiyse. O rm an ın K rahnm meşe ru hunun bir kişileş­tirilmesi olması gerekirdi. Bu yüzden de öldürülm eden önce Al­tın D al’m koparılm asının neden gerekli o lduğunu an lam ak k o ­laylaşır. Bir meşe ruhu olarak, yaşamı ve ölüm ü meşenin üze­rindeki ökseotundaydı, ökseotu sağlam kaldığı sürece Balder gibi o da ölmezdi. Dolayısıyla onu öldürm ek için ökseotunu

330

koparm ak ve belki de Balder olaym da olduğu gibi onun üzeri­ne a tm ak gerekiyordu. Yalnız koşutluğu tam am lam ak için, O r ­manın K ralm m eskiden, daha önce de gördüğüm üz gibi, Aricia ko rusunda her yıl kutlanan yazdönüm ü ateş şenliğinde, ölü ya da diri yakıldığını varsaym ak gerekiyor. R o m a ’da Vesta tap ı­nağında ve Litvanya’da R om ove’de meşe ağacının altında yakı­lan devamlı ateş gibi ko ruda da yanan devamlı ateş belki de meşe ağacıyla besleniyordu; yani O rm an ın Kralının yaşamı b ü ­yük bir meşe ateşinde son buluyordu eskiden.

D aha sonraları, ileri sürdüğüm gibi, yıllık hizmet süresi, kutsal hakkını gücüyle kanıtlayabildiği sürece, ona yaşam h a k ­kı tanıyan kuralla uzatılmış ya da kısaltılmış olabilir. Fakat ateşe a tılm aktan , ancak kılıcının hakkıyla kurtulabiliyordu.

Böylece uzak bir çağda, İtalya'nın göbeğinde. N em i tatlı su gölünün yanında, İtalyan tüccarlarının ve askerlerinin, daha sonra kaba soyları, Galli Keltler a rasm da tanıklık edecekleri; Roma kartalları N orveç’e çullanmamış olsaydı Kuzeyin barbar Arileri arasında da ufak farklılıklarla tekrarlandığını görebile­cekleri aynı ateşli tragedya her yıl oynanıyordu. Bu ayin belki de ilkel Ari meşe tap ınm asında temel bir özellikti.

Geriye, ökseo tuna neden Altın Dal dendiğini so rm ak k a ­lıyor. Ö kseo tu meyvelerinin beyaza çalan sarı rengi bu adı açıklam aya yetmez, çünkü Vergilius yalnızca dalın değil, yap ­rak lar gibi sapın da altından o lduğunu söylüyor. Bu ad belki de bir ökseotu dalının kesildikten ve birkaç ay sak land ık tan sonra aldığı koyu altın sarısı renkten gelmektedir; parlak renk yaprak larla sınırlı değildir, dallara da yayılır, öyle kı bü tün dal bir Altın Dal gibi gö rünür. Breton köylü len , kulübelerinin önüne kucak dolusu ökseotu demetleri asarlardı. H aziran ayında bu dem etler yaprakların ın altın sarısı renginden dolayı çok güzel gö rünürdü . Bretagne’m bazı bölgelerinde, özellikle de M o rb ih a n ’da atları ve sığırları belki de büyüye karşı k o ru ­

331

m ak için atların ve ineklerin ahırların ın kap ılar ına ökseotu dalları asılır.

K urum uş dalın sarı rengi, ökseo tunun neden kimi zam an top rak tak i hâzineleri o rtaya ç ıkarm a özelliğine sahip o lduğu­n un varsayıldığım kısmen açıklayabilir; çünkü benzerlik büyü­sünün ilkelerine göre, sarı bir dal ile sarı altın arasında doğal bir ilişki vardır. Bu öneri, halk arasında Y azdönüm ü Arifesin­de altın gibi ya da ateş gibi çiçeklendiği varsayılan söylencesel eğreltiotu tohum una atfedilen olağanüstü özelliklerin benzer­likleriyle de doğrulanıyor. Ö rneğin Bohem ya’da “Aziz John gününde eğreltiotu to h u m u n u n ateş gibi parlayan altın çiçekler açtığı” söylenir. Bu mitsel eğreltiotu tohum unun , Y azdönüm ü Arifesinde ona sahip olanın ya da onu elinde tu ta rak bir dağa tırm anan kişinin bir altın dam arı keşfetmesi ya da yeryüzü h â ­zinelerini mavimsi bir alevle parlıyor görmesi gibi bir özelliği vardır. R usya’da Y azdönüm ü Arifesinde gece yarısı eğreltiotu- nun bu harika çiçeğini yakalayabilirseniz, havaya fırlatın, bir definenin gizlice yattığı yerin üzerine bir yıldız gibi düşeceğini görürsünüz denir. Bretagne’da define arayıcıları Y azdönüm ü Arifesinde gece yarısı eğreltiotu tohum u top lar ve ertesi yılın Paskalyadan önceki Pazar gününe kadar saklarlar; daha sonra da definenin saklandığını sandıkları yerin üzerine serperler. Ti- rollü köylüler gizli definelerin Y azdönüm ü Arifesinde alev gibi parladığının görülebileceğini ve bu gizemli mevsimde top lanan eğreltiotu tohum ların ın , norm al önlemlerle, göm ülü altını to p ­rak yüzüne ç ıkarm akta yardımı olacağını hayal ederler. İsviç­re’de Freiburg kan to n u n d a halk. Aziz John gecesinde bazen şeytan ta ra fm dan getirilmiş olan bir defineyi bu lm ak u m uduy­la bir eğreltio tunun yanında du rup etrafı gözlerdi. Bohem ­y a’da, bu mevsimde eğreltiotunun altın çiçeğini ele geçirenin bü tün defineleri açacak anah tarı elde edebileceğini; genç kızlar çabuk solan çiçeğin altına bir bez gererlerse kızıl altının bu be­

332

zin üzerine düşeceğini söylerler.T iro l’de ve Bohem ya’da, paranm içine eğreltiotu tohum u koyarsa­nız, ne kadar harcarsanız harcayın para hiç bitmez. Bazen eğreltiotu tohum unun Noel gecesi çiçek açtı­ğı varsayılır, o sırada onu kim ele geçirirse çok zengin olur. Suri­ye’de, Noel gecesi eğreltiotu to p la ­yarak şeytanı size bir to rba altm getirmeye zorlayacağınız söylenir.

Böylece, her şey benzerini çe­ker ilkesine göre, eğreltiotunun al­tını keşfedeceği varsayılır, çünkü kendisi de altındır; buna benzer bir nedenle ona sahip olanı tükenm ez bir altm kaynağıyla zengin eder.Ama eğreltiotu tohum u altın o la­rak tanımlandığı halde, aynı zam anda alevli ve ateşli o larak ta ­nımlandığı da olur. Dolayısıyla, söylencesel tohum ların to p lan ­dığı iki büyük günün Y azdönüm ü Arifesi ve Noel o lduğunu -yan i iki gündönüm ü (çünkü Noel, pu ta tapan ların eski kış g ündönüm ü ku tlam asından başka bir şey değildir)- düşü n ü r­ken, eğreltiotu tohum unun ateşli gö rünüm üne birincil, altm görünüm üneyse ikincil ve türev olarak bakm aya itiliriz. Aslın­da, eğreltiotu tohum u, güneş ateşinin, güneşin seyir yolunun iki dönüş noktasında -y az ve kış g ü n d ö n ü m ü n d e - çıkışı o larak görünebilirdi. Bu görüşü bir A lman öyküsü de doğruluyor: bir avcının Y azdönüm ü gününde öğleyin güneşe ateş ederek eğrel­tiotu tohum u elde ettiği anlatılır öyküde; yere üç dam la kan dam lar, avcı beyaz bir bezle yakalar onları, bu kan damlaları eğreltiotu tohum udur. Burada kan besbelli güneşin kanıdır, eğ-

A en ea s o r m a n d a A l tm D a l'ı b u lu r . Y era ltın d a n g e çe rk e n y o lu n a a yd ın la ts ın d iye y a n ın d a g ö tü rec e k tir . B ilici g ü verc in le r b a şın ın ü zer in d e u ç u şm a k ta d ır . A l t ın D a l'u ı 1925 tarihli resimli b a s ım ın d a n i l lüs trasyon.

333

B u d e k o r a t i f K e lt b r o n z k o v a n ın s a p ın d a k i baş Y a şa m A ğ a c ı ile ilişk ili

K elt ta n rısın ı te m s il ed iyo r. B aşın ü z e r in d e k i k ıv r ım lı d e ta y ö k se o tu d u r .

M Ö Birinc i yüzyıl. İng i l te re ’de Kent , A y le s fo rd ’d a b u lu n m u ş tu r . Bri tish

M u s e u m , L o n d r a .

re lt io tunun tohum u da doğrudan ondan türemiştir. Böylece egreltiotu to h u m u n u n altın o lduğu doğrudan kesin o larak kabul edilir, çünkü gü­neşin altın ateşinin bir akışı o lduğu­na inanılır.

Eğreltiotu tohum u gibi ökseotu da ya Y azdönüm ünde ya da N o e l’de -y an i yaz ve kış gündönüm ler inde- top lan ır ve yine eğreltiotu tohum u gibi onun da yeryüzündeki hâzinele­ri o rtaya ç ıkarm a gücüne sahip ol­duğu varsayılır. Y azdönüm ü Arife­sinde İsveç’te halk ökseo tundan ya da bir tanesi m utlaka ökseotu o lm a­

sı gereken dört ayrı tü r odundan keşif çubukları yapar. Define arayıcıları güneş ba ttık tan sonra çubuğu yere yatırır, alet defi­nenin tam üzerindeyse çubuk canlıymış gibi hareket etmeye başlar. Eğer ökseotu altını keşfediyorsa, Altın Dal ka rak te r in ­de bir şey olması gerekir; gündönüm lerinde toplanıyorsa, altın eğreltiotu tohum u gibi Altın D al’ın da güneşin ateşinin bir çı­kışı olması gerekmez miydi? Soru basit bir “evet” le yanıtlana- maz. Eski Arilerin gündönüm ü ve öteki tören ateşlerini kısmen güneş büyüsü olarak , yani güneşe taze ateş sağlam ak için yak­tığını görm üştük; bu ateş çoğunlukla meşe odunların ın birbiri­ne sürtülmesiyle o luşturu lduğuna göre, eskil A ri’ye güneş, za­m an zam an kutsal meşe ağacının içinde o tu ran ateşten besleni­yor gibi gelmiş olmalıdır. Diğer bir deyişle, meşe ağacı ona za­m an zam an güneşi beslemek için çekilen ateşin ilk depolam a yeri ya da yedek deposu gibi görünüyor olmalıydı. Eakat meşe­nin yaşam m m ökseo tunun içinde olduğu düşünülüyor idiyse, ökseotunun, bu görüşe göre meşe ağacının birbirine sürtülme-

334

siyle o luşturulan ateşin tohum unu ya da çekirdeğini içinde ta- şmıası gerekirdi. Böylece, ökseotu güneşin ateşinin bir çıkışıydı demek yerine, güneşin ateşine ökseotunun bir çıkışı gözüyle b a ­kılıyordu demek daha doğru olurdu. O zam an, ökseo tunun al­tın görkemiyle parlam asına ve Altın Dal o larak ad landırılm ası­na şaşm am ak gerekir. Bununla birlikte, belki de tıpkı eğreltiotu gibi onun da o altın gö rünüm ünü , yalnızca belirli zam anlarda , özellikle de ateşin güneşi tu tuştu rm ak için meşe ağacından çı­karıldığı yazdönüm ünde aldığı sanılıyordu.

Shropshire, Pulverbatch’ta, belleklerde canlı kaldığı gibi, meşe ağacının Y azdönüm ü Arifesinde açtığına ve çiçeklerin gün doğm adan önce solduğuna inanılırdı. Evlilikte kısmetini bilmek isteyen bir genç kız, geceleyin ağacm altına beyaz bir bez germeliydi, sabahleyin bir m ik tar toz bulacaktı bezin üze­rinde, çiçekten tek kalan şey buydu. O bir tu tam cık tozu yastı­ğının altına koymalıydı, o zam an gelecekteki kocası düşte ken­disine görünecekti. M eşenin bu dayanıksız çiçeği, eğer yanılmı­yorsam, Altın Dal karakterindeki ökseo tundan başka şey o la­mazdı. Bu sanı, G aller’de Y azdönüm ü Arifesinde top lanan ger­çek bir ökseotu filizinin kâhince düşler görm ek için aynı şekil­de yastık altına yerleştirildiği gözlemiyle doğrulanıyor; ayrıca beyaz bir bezin içinde hayali meşe çiçeğini yakalam a tarzı, t a ­m am en Druidlerin gerçek ökseotunu, altın bir o rak la kesilerek m eşenin d a l ın d an d ü ş tü ğ ü n d e y ak a lay ış la rm a benziyor. Shropshire, Galler sınırında olduğuna göre, meşenin Y azdönü­mü Arifesinde çiçeklendiği inancı ilk kökeninde Galler’den kaynaklanıyor olabilir, am a belki de ilkel Ari inanışından kal­m a bir parçadır.

İtalya’nın bazı bölgelerinde, daha önce de gördüğüm üz gi­bi, köylüler Y azdönüm ü sabahında hâlâ “ Aziz John Y ağı” için meşe ağacı aram aya çıkarlar; bu yağ, tıpkı ökseotu gibi bü tün yaraları iyileştirir, m uhtem elen o anlı şanlı ökseotunun kendi­

335

sidir bu. Böylece Altın Dal gibi, bitkinin ağaç üzerindeki gerçek görünüm üyle o kadar az betimleyici bir adın nasıl olup da, gö ­rünüşte o kadar önemsiz bir asalak bitkiye verildiğini an lam ak kolaydır. Dahası, belki de, eskil zam anlarda ökseotunun neden ateşi söndürm e gibi dikkate değer bir özelliğe sahip olduğunu; neden İsveç’te hâlâ evlerde büyük yangınlara karşı bir k o ru n ­m a olarak saklandığını görebiliriz. O nun ateşli yapısı, benzer­lik büyüsü ilkesine göre, yaranın ateşle en iyi sağaltımı ya da önlenmesi o larak öne çıkarır onu.

Bu düşünceler, Vergilius’un A eneas’a karanlık yeraltı d ü n ­yasına inerken neden yanında şanlı bir ökseotu dalı taşıttığını kısmen açıklayabilir. Şair, daha cehennemin kapılarında, uç­suz bucaksız karanlık bir o rm an uzanışını, kah ram an ın , kendi­sini çekmeye çalışan iki güvercinin uçuşunun peşine takılarak, uzaklarda ağaçların gölgeleri arasından , Altm D al’ın, baş üze­rinde birbirine geçmiş dalları aydınlatan titrek ışığını görünce­ye k adar yaşı bilinmez o rm anm derinliklerinde başıboş dolaşı- şını betimler. H üzünlü sonbahar o rm an la r ında kurum uş bir sarı dal o larak ökseo tunun içinde ateş to h u m u n u taşıdığı d ü ­şünülüyorsa, ağaç a ltlarındaki gölgeliklerde başıboş dolaşan üzgün bir kişi, ellerine bir değnek ya da sopa olduğu kadar, ayaklarına bir lamba da olabilecek bir daldan daha iyi bir yol­daş bulabilir miydi? Elinde böyle bir silahla, tehlikeli yolculu­ğunda karşısına çıkacak korkunç hortlak lara cesaretle karşı koyabilirdi. Bundan dolayı, Aeneas o rm andan çıkıp da cehen­nem bataklığının içinden tembel tembel akan Styks N ehri kıyı­larına gelince ve aksi kayıkçı kayığıyla onu karşıya geçirmeyi reddedince, göğsündeki Altın D al’ı çekm ekten ve havaya ka l­d ırm ak tan başka yapacak şey kalmamıştı ona, bunu gören k a ­badayı hemen yelkenleri suya indirir ve kuzu kuzu alır k a h ra ­manı, canlı insanın olağandışı ağırlığı altında suya ba tan ba r­kasına. D aha önce de gördüğüm üz gibi, ökseotu son zam anlar-

336

G ö k se l a teşi h ir ağaca g e tirecek h ir ş im şe k çakışı; o rada ö k se o tu o la ra k be lirecektir.

da bile cadılara ve devlere karşı bir k o runm a sayılm aktadır; es­kil insanlar da onda aynı büyülü yeteneğin var o lduğunu d ü ­şünüyorlardı. Bizim köylülerimizden bazılarının da inandığı gibi, bu asalak bitki bü tün kilitleri açabiliyorsa, neden Aene­as’m elinde ölüm ülkesinin kapılarını açan bir “Açıl Susam Açıl” görevi görmesindi?

Şimdi V irbius’un neden giderek güneşle karıştırıldığını da anlayabiliriz artık. Eğer Virbius, benim göstermeye çalıştığım gibi, bir ağaç ruhu idiyse, üzerinde Altın D al’ın yetiştiği meşe

337

Hir m eşe ağa c ın ın d a lla n a ra sın d a n s ıza n ^ ü n c ş ışığı. ( i( )k se l a te ş re g ü n e şin g iic ii k u tsa l m eşed e ve o n u n ü z e r in d e k i ö k s e o tu n d a h eden leşeh ilird i.

ağacının ruhu ohnası gerekirdi; çünkü söylence onu orm an krallarının ilki olarak gösteriyordu. Bir meşe-ruhu olarak, za­manı gelince güneşin ateşini yeniden yaktığı varsayılıyor o lm a­lıydı, hu yüzden de güneşin kendisiyle kolayca karıştınlahilir- di. Aynı şekilde, hir meşe-ruhu olan Balder’in neden “ o kadar güzel yüzlü ve o kadar parlaktı ki, içinden bir ışık ç ık ıyordu” şeklinde betimlendiğini ve neden çoğu kez güneş o larak kabul edildiğini açıklayabiliriz. Ve genel o larak diyebiliriz ki, ateşin

338

yalnızca odunları birbirine sijrrmekle yakılabildiği ilkel to p ­lum da yabanıl, ateşi tıpkı bitki özü ya da özsuyu gibi, ağaçlar­da depolanmış, yorucu bir çalışmayla çıkarabileceği bir şey o la­rak anlayabilirdi ancak.

KaliforniyalI Senal Kızılderilileri “ bü tün dünyanın bir za­m anlar bir ateş topu olduğuna, dolayısıyla bu elementin ağaç­lara geçtiğine, şimdi ne zam an iki odun parçası birbirine sürtül- se ortaya çıktığına inand ık larım ” itiraf etmekteler. Aynı şekil­de KaliforniyalI M aidu Kızılderilileri de “ dijnyanın öncelikle erimiş bir m adde topu o lduğunu, dolayısıyla ateşin özünün köklerden gövdeye ve ağaçların dallarına doğru çıktığını, bu yüzden de Kızılderililerin kendi usulleriyle onu ağaçlardan çı­kard ık la r ım ” ileri sürmekteler.

Caroline A dalarından biri olan N am o lu k ’ta, ateş yakm a sanatının insanlara tanrılar tarafından öğretildiğini söylerler. Alevlerin kurnaz ustası O lofaet ateşi mtut kuşuna vermiş ve onu gagası içinde dünyaya taşımasını buyurm uştur. Kuş da ağaçtan ağaca uçmuş, ateşin uyuklayan gücünü orm anın içinde sakla­mıştı; böylece insanlar ateşi sürtme yoluyla onun içinden ç ıka­rabilmektedir. H ind is tan ’ın eski Veda ilahilerinde ateş tanrısı Agni’nin “ bitkilerin embriyosu olarak odunun içinden doğdu­ğu ya da bitkilere bölüştürüldüğünden söz edilir. Aynı zam an­da, bü tün bitkilerin içine girdiği ya da onlara egemen olmaya çalıştığı da söyleniyor. O na, bitkilerin olduğu kadar ağaçların da embriyosu dendiğinde, o rm anlarda ağaç dallarının birbirine sürtülmesiyle elde edilen ateşe gönderm e yapılmış o lu r .”

Yabanıl, yıldırım çarpm ış ağaca, doğallıkla iki ya da üç misli ateşle yüklü o larak bakar; güçlü alevin gövdeye girdiğini kendi gözleriyle görm em iş midir? Bundan dolayı belki de yıl­dırım çarpm ış ağaçlarla ilgili birçok boşinancm bazılarını açıklayabiliriz. Ingiliz K olum biyası’nda yaşayan T hom pson Kızılderilileri düşm anların ın evlerini ateşe vermek istediklerin-

339

"V i-

• ^ 4 ' '

1 I

f p . ^

1^-

•iÿ^r "V

*“î»

B azıları, g ö kg ü r ü ltü sütanrısıT h o r 'u n ,res im d e a tü zer in d e ,k u rtla rlab ir lik tegö s ter ilenkavgacıT ö to n tanrısıW o ta n 'dan(O d in )h e m en so n rag e ld iğ in ein a n ırd ı.M a xK o c h ’un b ir tab lo su ,190,5.

de, bu evlere ya yıldırım çarpm ış ağaç lardan yapılmış ya da uçlarında bu tü r ağaçların kıymıkları eklenmiş ok la r a tarlardı. Saksonyalı W end köylüleri, ocak larında yıldırım çarpm ış ağaçların odun la rım yakm azlar; dediklerine göre, böyle bir yakacak evi yakıp küle dö n d ü rü rd ü . Aynı şekilde. Güney Af­rika Thongaları, yakacak o larak bu türlü odunu kullanm az, ya da onun la yakılmış ateşte ısınmazlar. Tersine, bir ağacı yıl­dırım yakm ışsa. Kuzey Rodezyalı W inam w anga la r köydeki bütün ateşleri söndürü r, ocakları yeniden sıvar, aile reisleri yıldırımın yaktığı ateşi onun üzerine dua etsin diye kabile re ­isine götürürler. Bunun üzerine reis bü tün köylere yeniden ateş gönderir, köylülerse o n u n habercilerini hediyelerle ödü l­lendirir. Bu da on la rm yıldırımın yaktığı ateşe saygıyla b ak t ık ­larını, bu saygının anlaşılabilir bir şey olduğunu gösteriyor, çünkü gök gürü ltüsünden ve yıldırım dan yeryüzüne inmiş T anrın ın kendisi o la rak söz ederler. Aynı şekilde, K aliforniya­lI M aidu Kızılderilileri, bir Büyük İnsanm dünyayı ve onun üzerinde yaşayanları yarattığ ına, yıldırımınsa, göklerden hızla inen ve alevden kollarıyla ağaçları parça layan o Büyük İnsa­nm kendisi o lduğuna inanırlar.

A vrupa’nın eskil halklarının meşeye duydukları saygının ve ağaçla kendi gök-tanrıları arasında buldukları ilişkinin, m e­şenin Avrupa o rm anlarım ızdaki öteki ağaçlardan çok daha b ü ­yük bir sıklıkla yıldırım çarpan bir ağaç o lm asından ortaya çık­ması akla yakm bir kuram dır. Ağacm bu özelliği, görünüşe gö­re, ileri sürecek mitsel kuram ları olm ayan bilimsel araştırm acı­nın son zam anlarda yaptığı gözlemlerle ortaya çıkmıştır. Ama bunu, ya yıldırımın m eşe-odununun içinden öteki ağaç k ü tü k ­lerinden çok daha kolaylıkla geçiyor olmasıyla, ya da bir baş­ka şekilde, bu gerçeğin o zam anlar A vrupa’nın büyük bir bö lü­m ünü kaplayan geniş o rm an la rda o tu ran bizim cahil a ta larım ı­zın da dikkatini çekmiş olabileceği ihtimaliyle açıklayabiHriz;

341

I iinı d ü n y a o la ra k te m sil ed ilen H in d tı ta n rısı V işn ıı V isva ru p a . j a i p i ı r ’d a n bir

H in t resmi, ondoku/. ıi îîc ıı yüzyıl başla rı . V ic to r ia a n d A lber t .Museum, L o n d ra .

doğal o larak, hunu kendi basit dinsel tarzlarıyla, tapm d ık lan ve korkunç sesini gök gürü ltüsünde işittikleri b ü ­yük gök-tanrısm m meşe agacmı b ü ­tün öteki ağaçlardan çok sevdiğini, sık sık karanlık bulu tlardan bir yıldı­rım çakışıyla onun içine inip yarılmış simsiyah gövdede, yanıp kül olmuş yeşillikte varlığının ya da o ra la rdan geçtiğinin bir izini bıraktığını varsa­yarak açıklayabilirler. Bundan dolayı bu ağaçlar, gürleyen g ö k -tan rm m gözle görü lür o tu rm a yeri o larak bir zafer halesiyle çevrilirdi. Bazı yaba­nıllar gibi hem Yunanlıların hem de Romalıların kendi büyük gök ve me­şe tanrılarını yeryüzünü vuran yıldı­

rımla özdeşleştirdikleri besbelli; genellikle yıldırım çarpmış böyle bir yerin çevresini kuşatır, orayı bundan böyle kutsal ka ­bul ederlerdi. O rta A vrupa’nm orm anlarında yaşayan Keklerin ve Germenlerin atalarının benzer nedenlerle yanmış bir meşe ağacına böyle bir saygı gösterdiklerini varsaym ak acele veril­miş bir yargı sayılmamalıdır.

Arilerin meşeye olan saygılarının ve ağaçla büyük gök gü­rültüsü ve gökyüzü tanrısı arasm daki birliğin bu açıklaması, Jacob Grim m tarafından çok önceleri önerilmiş ya da ima edil­miştir, son yıllarda M r. W. W arde Fowler ta rafından da kuv­vetle desteklenmektedir. Bunun benim daha önce kabul ettiğim açıklam adan: yani, meşeye bizim cahil atalarımızın ağacm o d u ­nundan elde ettikleri birçok yarardan , özellikle de dallarını bir­birine sürtmekle ateş elde etmelerinden dolayı tapınıldığı; m e­şenin gökyüzüyle bağlantısının, yıldırımın çakm asının yüceler­

342

deki gök-tanrın ın - t ıp k ı ona tap ınan yabanılın yeryüzünde o r ­m anda ateş yakarken yaptığı g ib i- iki meşe odun u n u birbirine sürterek çıkardığı kıvılcımdan başka bir şey olmadığı inancına dayalı daha sonraki bir düşünce olduğu açık lam asından daha basit ve daha olası olduğu görülüyor.

Bu ku ram a göre, gök gürü ltüsü ve gök tanrısı kuram ı ilk baştaki meşe tanrıs ından türemişti; benim şimdi yeğlediğim k u ­ram a göreyse, gök ve gök gürültüsü tanrısı bizim Ari a ta larım ı­zın ilk büyük tanrısıydı, onun meşeyle ilişkisiyse meşenin yıldı­rımla ne kadar sık çarpıldığının görülmesine dayalı bir ç ıkarsa­maydı. Eğer Ariler, bazılarının düşündüğü gibi, A vrupa’nın k a ­ranlık o rm an larına yerleşmeden önce sürüleriyle R usya’nın ve O rta A sya’nın geniş steplerinde dolaşsalardı, mavi ya da bu lu t­lu gökyüzü tanrıs ına ve yıldırıma, tanrıyı yeni yurtlarındaki yanmış meşe ağaçlarıyla birleştirmelerinden çok önceleri tap ı­yor olabilirlerdi.

Belki de yeni kuram ın , meşe ağacının üzerinde yetişen ö k ­seotuna atfettikleri özel kutsallığı aydın latm a gibi bir yararı vardır. Bir meşe ağacı üzerinde böyle bir yetişmenin enderliği, boşinancm derecesini ve kalıcılığını açıklam aya yetmez. O nun gerçek kökenine değgin bir imaya belki de Plinius’un, D ruidle­rin bu bitkiye, onun göklerden inmiş o lduğuna ve üzerinde ye­tiştiği ağacın tanrı ta ra fından seçilmiş o lduğunun bir belirtisi o lduğuna inandıkları için tapındıkları ifadesi yol açmıştır. Ö k ­seotunun, bir yıldırım ışığı içinde meşeye düşm üş olduğuna inanmış olabilirler mi? Bu varsayımı, İsviçre’nin A argau k a n to ­nunda ökseo tuna verilen gök gürültüsü süpürgesi adı doğru lu­yor, çünkü bu sıfat asalak bitki ile gök gürü ltüsü arasında ya­kın bir bağı açıkça ima ediyor; gerçekten de “ gök gürü ltüsü sü­pürgesi” , A lm anya’da bir dal üzerinde büyüyen yuvaya benzer çalımsı bir fazlalık uzantıya verilen addır, çünkü cahiller böyle bir asalağın yıldırımın bir sonucu olduğuna inanırlardı.

343

m m §

E v ren in h ir e sk il M ıs ır g ö r ü n itm ü n iin s im g ese l b e tim lem es i. G ö k se l to n o z u te m sil ed en u z u n k o l ve b a ca klı tanrıça N u t , y ıld ız la r ü zer in d e g ö z k ırp a r k e n u fu k ta b ir u ç ta n ö b ü r ü n e u z a n ıyo r . Yer tanrısı G e b 'in ik iz k ız k a rd e ş i o la n N u t , ts is ve O s ır ıs 'in an a sıyd ı.

Eğer bu varsayım da bir doğru luk payı varsa, Druidlerin orm andaki bütün ağaçlardan çok ökseotlu bir meşeye tapm a- larmın nedeni, bu türlü her meşeye yıldırım çarpm akla ka lm a­yıp dallarının içinde göksel ateşin gözle görü lür bir çıkışını ta ­şıdığına olan inançtı; öyle ki, ökseotunu gizemli törenlerle kes­mekle kendilerini bir yıldırımın bü tün büyüsel özelliklerine karşı güvenceye alıyorlardı. Eğer böyle idiyse, ökseotunun, b u ­raya k adar ileri sü rdüğüm gibi, yazdönüm ü güneşinden çok yıldırımın bir akışı o larak sayıldığı sonucuna varm am ız gere­kir. Aslında, belki de, eski Ari inancında ökseo tunun Y azdönü­m ü günü bir şimşek çakışıyla güneşten indiğini düşünerek gö­rünüşte farklı bu iki görüşü birleştirebiliriz. Eakat böyle bir bir­

344

leştirme yapaydır ve bildiğim kadarıyla herhangi bir gerçek k a ­n ıttan yoksundur. İki yorum , söylencesel ilkelere göre birbiriy- le gerçekten uyuşsa da, uyuşmasa da.

Söyleme cesaretini gösteremeyeceğim; fakat zıt oldukları kanıtlanacak olsa bile, tutarsızlığın, bizim cahil atalarımızın her ikisini de aynı zam anda eşit bir inançla kucaklamasını ö n ­lememesi gerekir; çünkü insanoğlunun büyük çoğunluğu gibi yabanıl da bilgiçlik taslayan bir m antığın engellerine takılıp k a ­lacak denli dar görüşlü değildir. K aba cehalet ve kör korku cangılı içinde onun dolambaçlı düşüncesini izlemeye çalışırken, büyülü bir zeminde yürüdüğüm üzü hiç unu tm am alı ve yolu­muza çıkan ya da karanlık ta üzerimizde dolaşan ve bize an la­şılmaz şeyler söyleyen bulutsu şekilleri gerçeklikler o larak al­m am aya d ikkat etmeliyiz. Kendimizi hiçbir zam an ilkel insanın yerine koyamayız, şeyleri onun gözleriyle göremeyiz, yürekleri­mizin onu allak bullak eden heyecanlarla attığını hissedemeyiz. O nun la ve onun davranışlarıyla ilgili bü tün kuram larım ız bu yüzden kesin o lm aktan çok uzaktır; bu gibi du rum larda ulaş­mayı umacağımız en yüksek nokta , akla uygun bir olasılıktır.

Bu araştırm aları sonuçlandırm ak için, eğer Balder gerçek­ten de, benim varsaydığım gibi, ökseotu taşıyan bir meşe ağa­cının kişileştirilmesi idiyse, bir ökseotu vuruşuyla ölüm ü, bu yeni ku ram a göre bir yıldırım çakışıyla ö lüm olarak açıklana- bilirdi. İçinde yıldırım alevi bulunan ökseotu dallar arasm da tu tu lduğu sürece, yaşamını güvenliği için yer ile gök arasm da gizemli asalak bitki içinde saklayan iyi ve şefkatli meşe tanrısı herhangi bir zarara uğram ayacaktı; fakat yaşamının ya da ö lü ­m ünün bulunduğu yer daldan koparılıp gövdeye fırlatılır fırla­tılmaz, yıldırımın çarptığı ağaç devrilecek, tanrı ölecekti.

İskandinavya’nın meşe orm anındaki Balder için söyledikle­rimiz, bu denli karanlık ve belirsiz bir sorudaki gerekli bü tün sa­kıncalara karşın, İtalya’nın meşe orm anı içinde Aricia’daki Or-

345

F ra zer’ın sö zle r iy le , “b ilg in in ile r lem esi b o y u n a u za k la şa n b ir a m a ca d o ğ ru s o n su z b ir i ler lem ed ir . ” D ü n y a , k e n d is i h e n ü z ta m o la ra k a n la y a m a d ığ ım ız b ü y ü k g ü ç lerin te h d id i a ltın d a o la n e vren in m in ic ik b ir p a rça s ın d a n b a şka b ir ş ey değ ild ir .

m anın Kralı, D iana rahibine de uygulanabilir belki de. N em i va­dilerindeki kutsal meşe ağacı üzerinde yetişen ökseotu -g ö k gü­rültüsü süpürgesi, Altm D a l- içinde insanlar arasm da o turm ak üzere göklerden bir yıldırım alevi içinde yeryüzüne içtenlikle in­miş olan, İtalya’nm büyük gök tanrısı Jüpite r’i kanıyla canıyla kişileştiriyor olabilir. Eğer böyle idiyse, rahibin kılıcını çekerek hem tanrın ın hem de kendinin yaşamını içinde yaşatan gizemli dalı korum asına şaşırmamamız gerekir. H izm et ettiği ve evlen­diği Tanrıça ise, eğer yanılmıyorsam, gök-tanrının gerçek karısı Cennet Kraliçesinden başkası değildi. Ç ünkü o da orm anların ıssızlığını ve kimsesiz tepeleri sever, bulutsuz gecelerde havada ay kılığında dolaşırken gölün parlak yüzeyine, D iana’nm Ayna- sı’na yansımış kendi güzel imgesini zevkle seyrederdi.

A raştırm am ızın sonuna yaklaştığımıza göre, atalarımızın düşünce biçimleri üzerinde du ru rken öğrendiğimiz dersleri ele alıp onları kendimizinkilerle karşılaştıralım. Bilgideki her bü-

346

yük ilerleme, düzen alanmı genişletmiş buna karşılık d ünyada­ki gö rünür düzensizlik alanını sınırlandırmıştır; bugün artık rastlantının ve karm aşan ın hâlâ egemenlik sürer göründüğü a lanlarda bile daha doğru bilginin görünüşteki kaosu kozm osa indirgemesini bekler durum dayız. Böylece, evrenin gizlerinin daha derin bir çözüm üne doğru sınırları zorlayan parlak zekâ­lar, büyüdeki şeyin yalnızca örtük o larak var gibi kabul edildi­ğini, yani, eğer dikkatle gözlenirse doğal olayların düzeninde, seyirlerini kesinlikle önceden görmemizi ve buna göre d av ran ­mamızı sağlayan şaşmaz bir kararlılık o lduğunu açıkça ileri sü­rerek, dinsel doğa kuram ını yetersiz diye reddedip bir ölçüde eski büyü görüşüne geri dönm e d u rum una gelmiştir. Kısacası, doğanın bir açıklaması o larak din yerini bilime bırakır.

Fakat, her ikisi de her şeyin temelinde yatan ilke olarak düzene inanca dayanan bilim ve büyünün, bu kadar o rtak ya­na sahip olmasına karşın, bu kitabın okurlarına , büyünün var­saydığı düzenin bilimin temelini o luşturan düzenden çok fark­lı o lduğunu anım satm aya gerek yok. Farklılık, doğal olarak, her iki düzenin ulaşmış o lduğu farklı tarz lardan gelmektedir. Ç ünkü , büyünün dayandığı düzen, yanlış bir örneksemeyle, fi­kirlerin aklımıza sunulma düzeninin uzantısından başka bir şey değilken, bilimin ortaya koyduğu düzen görüngülerin sabırla ve tam o larak gözlenmesinden kaynaklanır. Bilimin bugün ulaştığı sonuçların bolluğu, sağlamlığı ve parlaklığı, yöntem i­nin doğruluğuna hoş bir güven esinlemeye çok uygundur. İn­san, yüzyıllarca karanlık ta el yordam ıyla yürüdükten sonra, n i­hayet labirentin ipucunu yakalamış, doğa hâzinesinde birçok kilidi açan bir altm anah ta r bulm uştur. Gelecekte -m a d d i o ldu ­ğu k ada r ahlaki ve entelektüel- ilerleme um udunun bilimin zenginliklerine sıkı sıkıya bağlı olduğunu, bilimsel buluş yolu­na konan her engelin insanlığa karşı işlenmiş bir suç olduğunu söylemek abartm ak olmayacaktır.

347

Fakat düşünce tarihinin, dünyanın biHmsel kuramı bugü­ne kadar formülleştirilmiş en iyisi olduğu için, m utlaka eksik­siz ve kesin olduğu sonucuna varm a konusunda bizi uyarması gerekir. Bilimin genellemelerinin, ya da amiyane deyimiyle, d o ­ğanın yasalarının, aslında dünyanın ve evrenin anlı şanlı isim­leriyle onurlandırdığım ız durm adan değişen düşünceler geçidi­ni açıklam ak için icat edilmiş varsayım lardan başka bir şey ol­madığını unutmamalıyız. Son çözümlemede, büyü, din ve bilim düşünce kuram larından başka bir şey değildir; ve bilim kendi­sinden önce gelenlerin yerini aldığına göre, bundan sonra ken­disi de daha eksiksiz bir varsayım tarafından , belki de gö rü n ­gülere bizim bu kuşakta üzerinde hiçbir fikir yürütemeyeceği- miz tam am en farklı bir bakış -perdedek i gölgeleri kayded iş- açısı ta rafından aşılabilir. Bilginin ilerlemesi du rm adan geriye çekilen bir am aca doğru sonsuz bir ilerlemedir. Bu bitmeyen kovalam acadan yakm m am ıza gerek yoktur. H oşum uza gitsin gitmesin, büyük şeyler bu kovalam acadan ortaya çıkacaktır. Geleceğin kâşifi -düşünce diyarlarının bir büyük Ulysses’i- üzerinde şimdi bize o lduğundan daha parlak yıldızlar doğacak­tır. Büyünün düşleri bir gün bilimin uyanık durum dak i gerçek­likleri olabilir. Fakat bu güzel um udun tam karşısında k a ra n ­lık bir gölge uzanıyor. Çünkü, bilgideki ve geleceğin insan için sakladığı güçteki artış ne kadar büyük olursa olsun, dünyam ı­zın ufacık bir nok ta ya da zerre o larak içinde yüzdüğü bu yıl­dızlı evreni o r tadan kald ırm ak için sessizce fakat amansızca ça ­ba gösteren büyük güçlerin akışının durm ası için bir um ut bes­leyemez insan.

Gelecek çağlarda insan, rüzgârların ve bulutların ters se­yirlerini önceden bilebilir, ha tta denetleyebilir de, am a güçsüz elleri yörüngesinde durgunlaşan gezegenimizi yeniden hızlandı­racak ya da güneşin sönmekte olan ateşini yeniden yakacak gü­cü bulam ayacaktır. Fakat böylesi uzak bir felaket düşüncesiyle

348

h ra ze ı, in sa n lık ta r ih i h o r u n c a iç u e ge h irb ir in d en ayrı b ü y ü , d in ve b ilim ç izg ilerin i, b ir k a m ış d e m e ti ü ze r in d e ü: ç iyle ka p lı ö rü m c e k a ğ ın ın ip lik le r in e b e n ze tiy o r .

titreyen filozof, dünya ve güneş gibi bu kasvetli ku run tu la r ın , düşüncenin boşluktan zihninde uyand ırd ığ ı, as lında o lm ay an dünyanın yalnızca parçaları ol­duğunu; kurnaz büyücü kadının bugün uyandırdığı hayalleri ya­rın yasaklayabileceğini düşüne­rek kendini avutabilir. Sıradan gözlere katı görünen çok şey gi­bi, on lar da havaya, toza d ö n ü ­şebilir.

Geleceğe fazla dalmaksızm, düşüncenin bugüne kadar izledi­ği süreci, farklı üç iplikle ö rü l­müş bir ağa benzeterek açıklaya­biliriz - siyah büyü ipliği, kızıldin ipliği ve beyaz bilim ipliği; bu rada , bilim adı altına, doğa­nın gözlemlenmesinden elde edilen, bütün çağlarda insanların biriktirdiği basit hakikatleri de sokabiliriz. O zam an düşünce ağını başlangıcından beri gözden geçirebilirsek, onun, başlan­gıçta siyah ve beyaz karelerden oluşan bir dam a tahtası, doğru ve yanlış kavram lardan oluşan, bugüne kadar dinin kızıl ipli­ğinden pek az renklenmiş bir yamalı bohça olduğunu görebile- ceğizdir belki de. Fakat kum aşın üzerinde gözlerinizi daha ileri gö tü rün , siyah ve beyaz hâlâ devam ederken, ağın orta bö lü ­m ünde, dinin kum aşın dokusuna derinden girdiği yerde, bili­min beyaz ipliği dokuya giderek daha fazla girdikçe belli belir­siz, daha hafif bir renge geçen koyu kırmızı bir lekenin d u rd u ­ğunu fark edeceksiniz. Birbirine karşıt bü tün amaçlarıyla ve çe­lişen eğilimleriyle m odern düşüncenin durum u, bu şekilde d o ­kunm uş ve renklendirilmiş, içine farklı renkten iplikler karıştı-

349

- , V-v'

W.

N e m i d ö lü ve ko ru su . T u n ı c r ' ı n A ltın D j / ’ınciaıı de tay . Tatc (ia l lc ry , L o n d ra .

nlm ış bir ağa benzetilebilir. Yüzyıllardır düşüncenin çehresini yavaş yavaş değiştirmekte olan büyük hareket yakın gelecekte de sürecek mi? Yoksa, ilerlemeyi du rduran , hatta bugüne k a ­dar yapılanları yok eden bir tepki mi başlayacak? Meselimize devam ederek söylersek. Kader Tanrıçalarının uğultulu zaman tezgâhında dokum ak ta olduğu ağın rengi ne olacak? Beyaz mı yoksa kırmızı mı? Bilemeyiz. Hafifçe parıldayan bir ışık ağın arka kısmını aydınlatıyor. Bulutlar ve koyu karanlık , öteki ucu gizliyor.

Uzun keşif yolculuğumuz bitti, yelkenlimiz yorgun yelken­lerini limanda indirdi sonunda. Tekra r N em i’ye giden yoldayız. Akşam olmuş, Alban Tepelerine çıkan uzun Appian Yolunu tırm anırken geriye bakınca gökyüzünün batan günle tu tu ş tu ­ğunu görüyoruz, onun altın parıltısı, ölen bir azizin başının üzerindeki ayla gibi Rom a üzerinde dinleniyor, ateşten bir so r­guçla Aziz Peter’in kubbesine değiyor. Bir kez görülen şey asla unutulm az, fakat biz onu bırakıp N em i’ye gelinceye kadar dağ yönünde giderek karanlık laşan yolum uza devam edip aşağıya, derin çukurun içindeki göle bakıyoruz; akşam karanlığı içinde şimdi daha da hızlı gözden kayboluyor. D iana’nm, kutsal k o ­ruda ona tapınanların saygılarını kabul ettiği günlerden bu ya­na çok az değişikliğe uğramış burası. O rm an tanrıçasının tap ı­nağı, aslında yok şimdi. O rm anın Kralı Altın D al’ın nöbetini tu tm uyor artık. Ama N em i’nin ağaçları hâlâ yeşil, batm akta olan güneş üzerlerinde kaybolurken, rüzgârın dalga dalga bize kadar taşıdığı Aricia’nm Angelus’u çalan kilise çanlarının sesi geliyor kulaklarım ıza. A ve Maria! Tatlı ve ağırbaşlı çan sesleri ta uzaktaki kasabadan geliyor ve geniş C am pagnan ba tak lık la­rında ağır ağır kayboluyor. Le roi est mart, vive le roi! A ve Maria!

351

Dizin

Aargau, İsviçre’de kanton 308, 343 Adam Adası 274 Adamotu 210Aeneas 13, 17, 21 , 298, 329, 333, 336,

337Afrika 87, 89, 90

Kamerunlar 308 M ’Bengalar 307

Ağaç ruhu 144, 145 Ağaç söylencesi, Viking 145 Agni, Hindu ateş tanrısı 339 Alaeddin 290, 291 Alaska 41, 176, 186, 207

Point Barrow 226 Albert Gölü, Orta Afrika 89 Albigenseler 131 Alfoorlar 112, 173, 185 Ali Saints’ ya da Allhallows Günü 261 Almanya 317, 318

Şenlik ateşleri 249, 265, 275, 276 Alqamar 58Altın Dal 7, 8, 9, 10, 13, 17, 294, 323,

329, 330, 331, 333, 334, 335, 336, 337, 346, 351

Altın Sahili zencileri 162 Amboina 155, 196 Ambrose 299, 300 Amerikan Kızılderilileri 92 Amerikan Yerhleri 38, 42 , 43,

Cree kalkanı 92 Dans edenler 52 {ayrıca kabile adlarına bakınız)

Andamanlılar 198 Anderida ormanı 143 Animizm 148, 161 Anne, Ingiliz Kraliçesi 100 Antigonos 117 Apaçi Kızılderilileri 78 Apollon Diadiotes tapmağı 112 Apollon 14, 17, 113, 141, 166, 271 Arabistan 193, 210 Arden ormanları 143 Argos, Yunanistan 111 Ari halklar 286, 298 Aricia 13, 15, 17, 22, 23, 24 , 25, 330,

331, 345, 351 Aricia korusu, N em i’de 22, 330, 331 Aristophanes 70 Arkadia, Yunanistan 80, 144 Arnavutlar, Doğu Kafkasya 236 Arnavutluk 232, 268 Arsak (Parth) hükümdarları 137 Artemis (Diana) 14, 27, 28, 166

Efes’in Büyük Artemis’i 27 Aru Adaları 176 Asklepios 21, 146 Assam, Mundariler 162 Ateş şenlikleri 248, 256, 261 , 268, 269,

278, 3 1 5 ,3 1 6 ,3 1 7

353

Atinalılar 238Avrupa, Orta, putatapar kalıntıları 232 Avrupa köylüsü 241 Avustralya 56, 58, 59, 60, 62, 78, 79,

83, 85, 86, 156, 169, 173, 178, 194, 222

Avustralya aborijinleri 83, 85, 86, 139, 207, 225Dieri kabilesi, Orta Avustralya 156, 222Mara kabilesi 58 Wakelbura 173 Wurun-jeri kabilesi 178, 194

Avusturya 151, 253 Aymara Kızılderilileri, And Dağları 72,

234Azande kabilesi. Güney Sudan 175,

194Aziz Columba 125, 129 Aziz George günü 165 Aziz John Günü ve Arifesi 248, 253,

256, 258-9, 313, 332 Aziz John Şövalyeleri 259 Aziz Louis 100 Aziz Patrick 98Aziz Vitus Günü (15 haziran) 273 Azize Tecla 215 Aztekler 90, 305

BBa kuşu, Mısır 169, 170 Baal bilicileri 62 Babar takımadaları 37, 209 Babil kralları 137 Bacchanallar 113 Badonsachen, Burma Kralı 122 Bagandalar 120, 208 Bagobolar, Filipinler 173 Bahima halkı, Uganda 208 Balder, Norveç tanrısı 15, 310, 314,

315, 319, 326, 330, 331, 345Bali

Baronga dansı 222

Halkı 231, 232Kötülüklerin dışarı sürülmesi 231 Ölü yakma töreni 224

Banjarlar, Batı Afrika 91 Bank Adaları 193, 209 Bantu 63, 87 Banyoro kabilesi 89, 234 Baram Nehri 172 Barenton pınarı 79 Bariler 89 Barongalar 63Barwan Nehri, Avustralya 225 Basoga, Orta Afrika 152 Basutolar 199Bataklar, Sumatra 37, 180, 183, 210Batı Afrika, büyücüleri 187Batı Yaylaları 296Bavyera 165, 251Bechuanalar 45Beltane ateşleri 243, 247, 279Benares, Hindistan 126Bengal halk masalı 289Benin

Kralı 122Kralının sarayı 118 Reisi 117

Benzerlik Yasası 33, 41 Bergen 247Bering Boğazı Eskimoları 200 Berwick 305Besisiler, Malay Yarımadası 196 Bharlar 233 Bhiller, Hindistan 305 Binbir Gece Masalları 299 Bodio 91Bogota, Kolombiya 136Bohemya 214, 215, 247, 276, 332, 333Bombay 129, 178Borneo

Hollanda Borneosu Dyakları 308 Kayanlar 161 Turikler 172 Yukarı M onyo 162

354

Bosnalı Türkler 38 Brahmanlar, Hindistan 127 Brand, John 264, 267 Budist 126, 132, 148, 192, 234 Büyücü-hekim 31, 178, 186, 207, 208 Büyücüler 184, 209, 211

Büyücülerin kovulması 232, 304, 305

Büyük Lama 132, 133, 192 Büyük Perhiz (Lent) 241-242

Calabria köyleri, büyücülerin kovulma­sı 232

Caligula 17, 106Callo, Gallaların kutsal ruhu 120 Canton, Çin’de 73 Caroline Adaları, Nam oluk 339 Carpentras 80 Catlin 91, 93 Celebes 172, 185 Celebes, Orta 69

Toracalar 39 Celebes, Kuzey Minhassa

eyaleti 69 Alfoorlar 112

Celebes, GüneyToboongkoolar 159 Tomoriler 159 Toorateyalar 96 Toracalar 160

Ceres 22Chaka, Zulu despotu 90 Chamar kastı, Pencap 235 Charles, I., Ingiltere Kralı 98 Charles, II., Ingiltere Kralı 98, 100 Cheshire, Ingiltere 214 , 218 Chouquet, Yeşil Kurt alayı 257 Christbrand, N oel kütüğü 265 Cimini ormanı 144 Clovis 100Collobrieres, Fransa 80 Commagny manastın 80

Cootchie (şeytan), Orta Avustralya D i­eri Kabilesi 222

Cormac 247 Corroborée 62 Cumanus (engizisyoncu) 305

Çerkezler 164Çibçalar, Orta Amerika 136 Çin

Bedenleşmiş tanrılar 134Eski 157Edebiyatı 151Eski yazarlar 92Gömme inançları 71, 151, 157Gömme törenleri ve remil açma 193inançları 46Lololar 179Kabilesel azmhklar 235 Kasaba şekilleri 47 Kaynak Ruhu 68 Miao-Kia 157 Ruhlar 183 Yağmur yağdırma 73 Yerli kabileler 235

Çin hükümeti 134 Çinler, Burma 224

DDainyal (kadm bilici), Hindikuş 112 Dalay Lama, Tibet 126, 133 Dalhousie Şatosu, Edinburgh, iskoçya

309Dalmaçya, Grbalj 148 Danimarka 46 , 98, 314 Delfi 17, 112 Delfi bilicisi 112 Demetrios Poliorketes 117 Deniz festivali, Japonya 53 Dervişler 113, 121 Diana (Artemis), tannça

Diana’mn Aynası 13, 346 Diana rahipliği 7 , 13-29, 346, 351

355

Ormanın Diana’sı 13 Vesta olarak Diana 7

Dieri kabilesi, Orta Avustralya 156, 222

Dmkalar, Beyaz N il 30, 229, 233 Diodorus Siculus 15 Dogon kabilesi 36, 305 Dos Santos 119 Doğu Afrika 63, 119 Doğu Hint Adaları 152, 207 Doğu KafkasyalI Arnavutlar 236 Doğum arınması ritüeli 175 Dokunma ya da bulaşma yasası 33 Druidler 145, 245 , 247, 281, 312, 313,

323, 335, 343, 344 Dulyn, Kara Göl, Snowdon 79 Dünya Ağacı 145 Düş-yakalayıcı 180Dyaklar, Landak ve Tajan, Hollanda

Borneosu bölgeleri 308 Deniz Dyakları 172, 177 Saravaklı Dyaklar 96

Edgewell Ağacı, Iskoçya’da Dalhousie Şatosu 309

Edward, itirafçı 100 Edzhigansk, Sibirya’da dağlar 307 Efes 27Egeria, su perisi 19, 20, 21, 23, 29 Egghiou 61Eğreltiotu tohumu 329 Eifel Dağları, Ren Prusyası 241, 274 Ejderha Tekne yarışı 54 Elıot, T.S. 8Elipando, Toledolu 129 Elis Kralı, Kral Salmoneus 81 Elizabeth, İngiltere Kraliçesi 98, 250 Empedokles 115Engizisyon, Toulouse 131, 132, 305 Ermenilerin yağmur büyüsü 69 Eski Çin 92Eskimolar 41, 170, 226, 200

Estonyahlar 254, 276 Etruria 144Ewe’ce konuşan halklar 148 Eğreltiotu tohumu 332, 333, 334

Fan kabilesi 89 Fas 276

Fas Mağribileri 209 Fiji 171, 177, 187, 308 Filipin adalılar 156 Filipinler, Bagobolar 173 Fin-Ugor kabileleri 146 Flaman tedavisi 217 Flandre 267, 276Flathead (Salish) Kızılderilileri, Kuzey

Amerika, Oregon 186 Forum, Roma 19, 146 Fransa 256, 264, 281, 304, 308, 313

Fransa kralları 100 Fraser Nehri, Aşağı, Kızılderilileri 170 Freiburg, İsviçre’de kanton 332 Freud, Sigmund 8, 169 Frigg (Norveç tanrıçası) 310

Gabon, M ’Bengalar 307 Galler 260, 274, 335

Llandegla 214, 215 Gallalar 120, 163 Galya 279 George, 111. 98 Germen 144, 317, 342

Halkı 118, 342, 343 İnançları 176 Kabileler 143, 144 Köylüleri 155, 163 Masah 293, 295, 333, 334

Ghansyam, D eo, Gond tanrısı 236 Gilolo (Halmahera), Yeni Gine batısın­

da ada 56 Gineli zenci 176 Giritliler 290

356

Glamorgan, Galler’de vadi 260 , 275 Gondlar, Hindistan 236 Gölgeler 193, 194 Grain Sahili, Afrika 91 Gran Chaco Kızılderilileri, Güney Ame­

rika 176Lengua Kızılderilileri 95 Tonocote Kızılderilileri 223

Grbalj, Dalmaçya 148 Grimm, Jacob 144, 342 Guanche, Tenerife, Kanarya Adaları 77

M uhafız figürleri 205 Guiana Kızılderilileri 175 Günah keçisi 210, 212, 213, 220 , 229,

233, 234, 235 , 236 , 237 , 238 Gündönümü ateşi 247 Güneş Çocukları, Perulu İnkalar 136

Festival, Quechua Kızılderilileri 134 Güneş Dansı töreni 65 Güneş tanrısı, Mısır 137 Güney Celebes 96, 173 Güney Pasifik 92 Güney Sudan 31, 175, 194 Gunputty, Hindistan’ın fil kafalı tanrısı

127

HHabeşistan 61 Hadramut 58 Haida büyücü hekimi 172 Halmahera (Gilolo), Yeni Gine batısın­

da ada 56, 81 Harran 155Hasat M ayısı, Fransa ve Almanya 163Hastalık cinleri 211Hawaiili büyücüler 189Hay ailesi, Iskoçya’da 327, 328Hera 38Hercules 38Hercynia Ormanı 143Hermotimos, Kilizmanh 181Hıristiyanlık 129, 248 , 264

Bireylerin Isa’ya eşit olması 129

Hidatsa Kızılderilileri, Kuzey Amerika 147

Hindistan 192, 326 Eski 199Bastar eyaleti 305 Bhiller 305 Gondlar 236 Kuzeyde kutsal ağaç 163 Orta Eyaletleri 233

Hindistanlı 305 Hindukuş 112, 229 Hindular 172, 215 Hint öyküsü 180Hippolytos 18, 21, 22 , 24, 25, 27, 28 Hollanda 160, 303, 304, 308 Homeros Yunanistanı 97 Horus 137, 196Hoşlar, Togoland, Batı Afrika 228 Humboldt 136 Humma tedavisi 213 Huntin (tanrı) 148 Huronlar, ABD Kızılderilileri 170 Huzullar, Karpat Dağları, Slav halkı

41, 210, 268 Hylae, M agnesia Yakınında, Yunanis­

tan, Kutsal Apollon tapınağı 113 Hyrrockin, Norveç dev anası 311

IIddah kralı 122Iraca (Sogapozo), yüksek piskoposu

136

iİkizler 59, 63iki Kardeş, eski Mısır masalı 298 ilokanlar, Luzon 151 inkalar 133, 136 İnsan kurbanlar 235 In u it41 , 176, 186İrlanda 97, 164, 247, 249, 260 , 275,

276, 297, 298

357

İsa 75, 125, 129, 131, 257, 326 İskandinavya 314, 327, 345 İskandinavlar 319 Iskitler 92İskoç büyücü kadın 211 İskoçya Yaylaları 243, 245, 279

Batıdaki halk 203 Batı Yaylaları 296

İsveç 145, 165, 166, 247, 249 , 274, 313, 314, 315, 326, 327, 334, 336

İsveç köylüleri 163İsviçre 242, 252, 254, 273, 276, 308,

332, 343Aargau kantonu 308, 343 Freiburg kantonu 332

İsviçreli 273İtalya ormanları 21 , 144 Itonamalar, Güney Amerika 173

JJames, II., İngiltere Kralı 100 Japon 73, 78

Japon tapınak şenliği 259 Japon teokrasisi 136 Japonya 53, 78, 81, 153 Java 61, 62, 65, 174, 231

Java törenleri 62 Madura Adası 113

John 218, 267Julian, Roma İmparatoru 143 Jumieges, Normandiya’da 256 Jung, Cari 8 Jüpiter 15, 21, 346

KKabil masah 299 Kâhinler 95, 212 Kali, Hindu tanrıçası 111, 112 Kaliforniya şamanları 95

M aidu Kızılderilileri, Kaliforniya 339, 341Senal Kızılderilileri, Kaliforniya 339

Kalmuk masalı 300

Kamboçya 113, 288 Kamerunlar, Afrika’da 308 Kangra dağları, Pencap 151 Kapular (Reddiler), Madras kastı 76 Karabacaklar, Kuzey Amerika Kızılde­

rilileri 42 Kara büyü 34, 106, 185 Kara Göl (Dulyn), Snowdon’da 79 Kara-Kırgızlar 165 Karadeniz 15Karenler, Burmalı 178, 181 Karo-Bataklar 183 Karpat Dağları, Huzullar 41 Kartaca, Hıristiyanlar 129 Kayanlar, Borneolu 161 Kehanet 36, 51, 112, 113, 119, 125,

145, 191, 236 , 274, 313 Kelt halkları 261Keramin kabilesi. N ew South Wales 77 Kerpe Adası, Yunanistan 203 , 216 Kharon 304 Kibele 29Kiriwina, Yeni Gine’de 228 Kongo bölgesi, Afrika 166

Kabileler 179 Köle Sahili, Afrika 148, 159 Köln 119Konz, Aşağı, Almanya’da M oselle yakı­

nında köy 250 , 275 Kore 92, 156, 232Koshchei, Ölümsüz (Rus öyküsünde)

292, 293, 325 Kral Derdi 98 Kralının sarayı 118 Krishna, Hintli tanrı 122 Kruman 188 Kurmiler, Hindistan 233 Kurnai, Victoria 194 Kuruvikkaranlar, Güney Hindistan 112 Kursk, Güney Rusya 69 Kurtarıcı Tanrılar, eski Yunanda 117 Kutup Keşfi, Birleşik Devletler 226 Kutuplar 40

358

Kuzey Afrika Arapları 69 Kuzey Amerika Kızılderilileri (aynca

kabile adlarına bakınız) 35, 42, 43, 194, 302

Kwakiutle Kızılderilileri, British C o­lumbia 63, 303

Kızıl Sunak, Snowdon’da 79 Kızıldeniz 295Kızılderililer 35, 36, 39, 42 , 46 , 56, 63,

72, 92, 95, 134, 147, 176, 180, 186, 191, 194, 223 , 224, 302, 303, 339

1Lalubalar 89 Laponlar 33Latuka kabilesi. Yukarı N il 89, 92 Lawrence, D .H . 8 Lendu kabilesi, Orta Afrika 89 Lengua Kızılderilileri, Gran Chaco, Gü­

ney Amerika 95 Leto, Yunan tanrıçası 166 Li fan yu. Pekin (Sömürgeler İdaresi)

134Lippe Nehri, Ren ayağı 119 Litvanya 145, 162, 253, 317, 331 Livy 144Llandegla, Galler’de 214 , 215 Loango halkı, Afrika 91 Loango krah 121Loki (Norveç tanrısı) 310, 311, 312 Lokoiya kabilesi 89 Lololar, Güneybatı Çin 179 Lottin, Pasifik’te ada 222 Loyauté Adaları 183 Luzonlu llokanlar 151 Lung-wong, Çin tanrısı 73 Luzern, İsviçre’de kanton 243 Lüksemburg, Echternach 242 Lycaeus, Yunanistan’da dağ 80

MM ’Bengalar 307 Macaristan 254, 273 Magyarlar 254, 273

Halk masalı 299 Madagaskar 42, 43 , 202 Magnesia, Yunanistan 113 M agondi 119Mağara resimleri, Ispanya, Altamira 35 Mağribiler, Fas 209 Maharaja, Tanrı Krishna’nm bedenleş-

mişi 129 Mahrattalar, Hindistan 127 Maidu Kızılderilileri, Kaliforniya 339,

341Makrizi (Arap tarihçi) 58 M alay Yarımadası 96, 189,

Besisilerl96 Malaylar 96, 170, 178, 181, 307 Mallanlar 233M endeling kabilesi, Sumatra 159 Mangaianlar 196Manipur, Raca, Hindistan 58, 78, 212 Mannhardt 163 M anu, Yasa Kitabı 97, 126 Maoriler, Yeni Zelanda 153, 308

Ev koruyucu 157 Tuhoe kabilesi 165

Mara kabilesi. Kuzey Avustralya 58 Maraveler. Güney Afrika 157 Marcellus, Bordoeaux’lu 213, 214 Markiz Adaları, Pasifik 173 Mars (tanrı) 81 Marsilya (eski) 238, 259 M ashona kabilesi. Güney Afrika 119 Matabele kabilesi. Güney Afrika 119,

274Mayıs ağacı ya da Mayıs direği 163 M ayıs günü (Bahar bayramı) 164-165,

247-248 , 261-262 , 274-278 Mecklenburg 309 Meksika (eski) 92, 1 34, 135

Tepehuaneler 202

359

Yağmur tanrısı Tlaloc 74 Menelik, Habeş İmparatoru 61 Merenra, Mısır Kralı 137 Merlin 78, 79 Mısır, eski 57, 137Mısurhlar, eski 93, 115, 131, 134, 137-

138Tanrılaştırılan krallar 137-138

Mısır Ölüler Kitabı {Book o f the D ead Papyrus) 196

Miao-Kia halkı, Çin 157 Millaeus 304M inahassa, Kuzey Celebes eyaleti 69,

112, 185, 222 Minangkabauerler, Sumatra 173, 178 Mingrelia 80M inos, Girit Kralı 289 , 290M issouri, Yukarı, ABD’de vadi 147Mithras 97M itoloji 22, 304M odern Yunan 290M oğolistan, bedenleşmiş tanrılar 134M oğollar 134Molük Adaları 155, 160, 184 M ombasa krah 121 M ontanus, Frigyah 129 Montezuma, son Aztek imparatoru 90,

137M onyo, Yukarı Borneo’da köy 162 M ooraba Gosseyn, Hindistan Brah­

man’ı 127 Motumotular 198 Mozkalar, Kolombiya 136 M ull Adası 245 Mundariler, Assam 162, 229 Mura-muralar, Orta Avustralya Dieri

kabilesi 60 Muzimbalar (Zımbalar), Güney Afrika

119

NN akelo kabilesi 171 Nam oluk, bir Caroline adası 339

Nanna (Norveç tanrıçası) 311 Narkissos 196, 199Nass Nehri Kızılderilileri, British Co­

lumbia 191 Natchez Kızılderilileri, Kuzey Amerika

57Navajo Kızılderilileri, Kuzey Amerika

302N em i, İtalya’da kutsal koru ve göl 7,

13, 15, 17, 18, 19, 20, 21, 22, 23, 25, 28, 56, 145, 330, 331, 346, 351

Nepal 192N ew Britain büyücüsü 56

Sulka kabilesi. N ew Britain 59, 78, 87, 194, 222

N ew M exico Kızılderilileri 224 N ew South W ales, Port Stevens

büyücü hekimleri 59 Keramin kabilesi 77 Ta-ta-thi kabilesi 77 Yuin kabileleri 194

Nias halkı 159, 171 N icholson, General, Pencap’ta tanrılaş­

tırılmış 126 Nijer Seferi 122Nijerya 46 , 57, 59, 73, 109, 114, 117,

118, 1 4 8 ,2 1 1 ,2 3 5 , 300 Heykel 71

Nijerya masah 300 Nikkal Sen 126 N il, Yukarı N il kabileleri 87 N il, Beyaz N il Dinkaları 233 Nilgiri tepeleri, Güney Hindistan 122 N oel 264, 265, 266 , 267, 268 , 269,

271, 274, 275, 276, 318, 333, 334 N oel arifesi 153, 155, 267, 268

N oel kütüğü 265-269 , 276 N ootka Kızılderilileri, British Columbia

63Normandiya, Jumieges 256, 315 Norveç 145, 249 , 314, 326, 331

Gündönümü ateşi, Bergen 247 Sogne fiyordu (Sagnefjord) 309, 311

360

Nyanza, Orta Afrika’da göl 120 Nyanza bölgesi 91

OOber-medlingen, Swabia 273 Ochtertyre 245Odin (Votan), Norveç tanrısı 310, 341 Ojebway Kızılderilileri, Kuzey Amerika

36, 151Olofaet “Alevlerin efendisi”, Caroline

Adaları 339 Omaha Kızılderilileri, Kuzey Amerika

56On İkinci Gece 265 , 267, 268 Orestes 15, 17, 22, 24 , 25 Orinoco Kızılderilileri, Güney Amerika

72Orissa, Hindistan 126 Ormanm Diana’sı 28, 29 Orta Afrika 78, 89 Orta Asya 343 Orta Avustralya 56, 60 Orta Eyaletleri 72, 233 Ortaçağlar (Avrupa) 98, 241

Peru 3 6 ,4 4 , 9 2 ,1 3 3 ,1 3 4 ,1 3 6 ,1 3 8 ,2 3 4 Peru Kızılderilileri 46 Pheneus Gölü 144 Platon 213Plinius 28, 312, 313, 343 Plutarkhos 20, 146, 237, 238 Po Vadisi, İtalya 143 Pohnezyalı biliciler 111 Poona, “Yağmur kralı” 67 Poona bölgesi, Hindistan 127 Porphyrios (Yunan filozofu) 115, 147 Port Stevens, N ew South W ales’de, bü­

yücü hekimler 59 Poseidonios 279 Prometheus 262Provence, Fransa’da 15, 258, 265 Prusya 253, 254

Eifel Dağları, 241, 274 Pulverbatch, Ingiltere 335 Punchkin (büyücü) 287, 288

Qua, Eski Calabar’da köy 163 Quechua Kızılderilileri 134

OÖkseotu 19, 325-335 Ölü yakma töreni 224

Palatium Tepesi, Roma 146 Papa 122, 247 Papualılar 308Parth (Arsak) hükümdarları 137Pasifik, Güney 92111Pasifik, Güney Pasifik adaları 109Patani Malayları 178Pekin 134Pelew Adalılar 159Pelin 248 , 249, 251 , 254Pencap 126, 151, 172, 235Penelope 199Periler 120, 219, 286 , 328

RRa (Mısırh tanrı) 137 Raca, Manipur ve Travancore Racaları,

Hindistan 212 Rama 285, 288, 289 Ramsay, John, Ochtertyre’nin sahibi

245Ramses, II., Mısır Kralı 298 Reddiler (Kapular), Madras kastı 76 Ren Nehri 143Rodezya, Kuzey, Winamwangalar 341 Roma 81Romalılar, eski 342

Humma tedavisi 213 Roma İmparatorluğu 143-144

Romenler, Transilvanya 198 Romove, büyük Litvanya tapmağı 317,

331

361

Romulus 146Rook, Pasifikte ada 220Ruh

Ruh evleri 188 Ruh maskesi 192 Ruh türbesi, Burma 183 Tuzak 171, 172, 1 7 3 ,1 7 9

Ruhun kaçışı 172 Ruslar 292Rusya 56, 70, 81, 249 , 254 , 308, 332,

343Güney ve batı Rusya’da yıkanmayla ilgili töreler 69

Saç kesmek 303-304 Sagami, Japonya 78 Saksonlar, Transilvanya 293 Saksonya 248

Wend köylüleri 341 Salish (Flathead) Kızılderilileri, Kuzey

Amerika, Oregon 186 Salmoneus, Yunanistan’da Ellis Krah

81Samban kabilesi, Sarawak 96 Sambee, Loango krallarının adı 121 Samoa 77, 79Samoyedler, Turukhinsk bölgesi 307 Sampson, Agnes, Iskoçyalı büyücü ka­

dın 211 Samson 306 Sandwich Adaları 109 Sankara (Hindu düşünür) 192 Santallar 177 Sargon, I., Ur’lu 137 Savarak Dyakları 96

Samban kabilesi 96 Yerli kabileler 44

Saxo Grammaticus 46 Selangor 96, 152Señal Kızılderilileri, Kaliforniya 339 Senegal 148 Seyfü’l Mülûk 299

Seylan 288, 289 SeylanlI 211Shuswap Kızılderilileri 63, 194 Sibirya, Yakutlar 306 Sibylla 17 Sicilya 74, 115 Silenus 232 Silezya 232, 248 Simya 107, 329 Siyam Kralı 202 Siyamh 74, 148 Skye Adası 245 Skylla 290 Slav halkı 268 Slavlar 145, 264 , 268 , 317 Slavonya, güney 153, 165 Smith, William Robertson 8 Snowdon, Galler’de dag 79 Sogapozo (Iraca), yüksek piskopos

136Sogne Fiyordu 311 Solomon Adaları, Pasifik 209 Sri, refah tanrıçası 163 Strabon (coğrafyacı) 279 Styks, Yeraltı dünyasında nehir 304,

336Sulka kabilesi, N ew Britain 59, 78 Sumatra 37, 159, 173, 180, 210, 300 Sumatrah Bataklar 37, 180, 210 Sumatrah Mendelingler 159 Suriye 77, 333 Swabia 163, 242, 252 , 273 Swami Bhaskaranandaji Saraswati 127 Sırplar 67, 268, 275 , 318

Şamanlar, KaliforniyalI 95,Laponlar 184, 191

Şanlar, Burma 80 Şenlik Ateşleri 247

Bohemya 276 Fas 276 Flandre 276

362

Ta-ta-thi kabilesi 77 Tanganika Gölü 120 Tanrılar, bedenleşmiş 134 Tasvirler, yakılması 241-252 Tatarlar 132Tauris D iana’sı 15, 17, 25 Tegner 315Tenerife Guanche’leri 77 Tepehuaneler, Meksika 202 Tertullianus 129 Teselya gelenekleri 66, 81 Teslis 129Thargelia Şenliği, eski Atina 238 Thevet, Brezilya’da Fransız göçmeni 95 Thom pson Kızılderilileri, British C o­

lumbia 63, 72, 339 Thonga, Güney Afrika 341 Tibet

Bedenleşen tanrılar 134 Budist rahipler 126 Büyük Lama’nm genellikle doğduğu yer olarak 132-133

Tibet teokrasisi 136 Tiree Adası 245 Tirol 248 , 253

Tirol köylüleri 332-333 Voralberg 242

Toboongkoolar, Celebes 159 Todas kabilesi, Hindistan’da Nilgiri T e­

peleri 122 Togoland, Batı Afrika 228 Tomori kabilesi, Celebes 159 Tonga kabilesi, Pasifik 100 Tonocotes Kızılderilileri, Gran Chaco 223 Toorateyalar, Güney Celebes 96 Toracalar, Orta Celebes 39, 70, 7 7 ,1 5 2 ,

160Torres Boğazı adalıları 39 Toulouse, Engizisyon 131, 304 Toton öyküleri 293 Transilvanya 176, 198

Saksonlar 293

Travancore Racası, Hindistan 212 Trefoir (Noel kütüğü) 265 Tsimshian Kızılderilileri, British Colum­

bia 62-63 Tsuen-cheu-fu 47Tuhoe kabilesi. Yeni Zelandah Maoriler

165Tukaitawa 196 Tuna, Inuit ruhu 226 , 228 Tunapoo kabilesi 160 Turan ailesi 254 Turik, Borneo 172 Turukhinsk Samoyedleri 307 Türkistan, Utch Kurgan 212 Tylor, E.B. 7

UUganda 113, 208, 212, 213, 234, 235 Uppsala, İsveç 145 Upulero, güneşin ruhu 37 Ur hanedam 137Urua, Tanganika G ölü’nün batısında

bölge 120

Vaftizci Yahya Günü, Rusya’da 69 Valhalla 310 Veda ilahileri 339 Vedalar, Hindistan 215 Veleda, Bructeri kabilesi, Almanya 118 Vergilius 298 , 329, 331, 336 Vespasian, Roma imparatoru 118 Vesta 19, 20, 317, 331 Viktorya, Ingiltere Kraliçesi 126 Victoria Nyanza, Afrika 91 Virbius 18, 21, 22, 25, 28 , 29 , 337 Volga kabileleri 146 Voralberg, Tirol’de 242 Vosges Dağları 273

WW agogolar, D oğu Afrika 87 Wakelbura 173

363

W akondyolar, Orta Afrika 78 Waldemar, I., Danimarka Kralı 98 Walpurgis Gecesi 248, 262 W ambugweler, Orta Afrikalı bir Bantu

halkı 87 Wanikalar, Doğu Afrika 148 W ashington Adaları 114 Wataturu halkı. Doğu Afrika 87 W awamba kabilesi, Orta Afrika 78 Wend köylüleri, Saksonya 164, 341 Westfalen, Almanya 265 William, III., Ingiltere Kralı 100 W inamwanga, Kuzey Rodezya 341 Wurun-jeri kabilesi 178 Wurzburg 251, 252

Yakutlar, Sibirya 306 Yazdönümü Günü, Arifesi, Şenliği 248,

253, 254, 258, 260, 271, 273, 275, 317

Yağmur yağdırma 56 , 58, 60, 61, 62, 64, 65, 72, 74, 77, 78, 79, 80, 81, 86, 87, 88, 89, 90 , 92, 117, 162

Yeşil Kurt 256, 257 , 258 , 315 Yeni Gine 81, 85, 86, 220, 228

Batısında ada 56

M otum otular 198 Yeni Kaledonya yağmurcuları 69, 70,

173, 198, 222 Yeni Zelanda 157, 211 Yeraltı dünyası 297, 298 Yoruba kabilesi, Afrika 59, 73

Kral 103Rahibin bedenine giren ruh 46

Yuin kabileleri, N ew South Wales 194 Yukarı 86, 87, 92, 151, 162, 163 Yukarı N il kabileleri 86, 87 Yunan adası 216 Yunan ormanları 144 Yunanistan 1 4 4 ,1 9 6 ,1 9 9 ,2 0 3 ,2 3 8 ,2 4 9

Biliciler 111Eski Yunan 199, 213, 237, 289-290,342Hom eros Yunanistanı 97 Kerpe Adası 216 M itoloji 141

Zeus 15, 38, 70, 80, 81 Zimbalar (Muzimbalar) 119 Zulu despotu 90 Zulu kabilesi 75, 90, 198, 274

364

Sir James Frazer'ın başyapıtı olarak kabul edilen Altın Da/’ın ilk baskısı 1890’da yapılmıştı. Frazer’ın sürekli yeni eklemelerle genişlettiği eser o günden beri antropolojiye, psikolojiye, sosyolojiye, mitlere, dinlere, bilime, sanata, coğrafyaya, tarihe, edebiyata, siyasete - sözün özü, insana ilgi duyanların başucu kitabı oldu.Frazer’ın son olarak 1925’te, kısaltarak tek cilde indirdiği eserin elinizdeki baskısı, Robert K. G. Temple tarafından, bu tek cilt temel alınarak hazırlanmış. Fotoğraflarla ve resimlerle zenginleştirilmiş bu eser, düşüncenin bugüne kadar izlediği üç ana süreci -büyü, din ve bilim- okumak ve görmek isteyen her yaştan okur için...