SIR JAHES GEORGE FRAZER
-
Upload
independent -
Category
Documents
-
view
0 -
download
0
Transcript of SIR JAHES GEORGE FRAZER
A LTIN DAL Büyü ve Din Üzerine Bir Çalışma
Sir Jam es G eo rg e F raz e r 1 8 5 4 ’te G la sg o w , Isk o ç y a ’d a d o ğ d u , 1 9 4 1 ’de
C a m b rid g e ’de ö ld ü . 1 8 6 9 ’d a G la sg o w Ü n iv e rs ite s i’n e , 1 8 7 4 ’te de C am b rid g e
Ü n iv e rs ite s i’n d ek i T r in ity C o lleg e ’a g ird i. 1 8 7 9 ’d a C am b rid g e Ü n iversite -
s i’n in ö ğ re tim k a d ro s u n a k a tıld ı. 1 9 1 4 ’te “ S ir” u n v a n ı a ld ı. H a y a tı b o y u n c a
ç o k az sey a h a t e d e n F ra z e r, ç a lışm a la r ın ı d ü n y a n ın fa rk lı y e rle rin d ek i m is
y o n e rle r in ve sö m ü rg e id a re c ile r in in y a z ı la r ın a , m e k tu p la r ın a d a y a n d ırd ı.
A ra ş t ırm a la r ı m itle r ve d in le r ü ze rin e y o ğ u n la ş tı . M itle r in ve r itü e lle rin d in ile
o la n ilişk isin i k a p sa m lı b ir şek ild e ele a ld ı. D ü şü n c e n in ge liş im in i üç a şa m a d a
ince led i: en a lt b a sa m a k ta k i m itle r ve b ü y ü se l d ü ş ü n c e n in z a m a n la ye rin i
d in e , d in in de b ilim se l d ü şü n cey e b ıra k tığ ın ı söy led i. İlk o la ra k 1 8 9 0 ’d a iki
c ilt o la ra k y a y ın la n a n , 1 9 1 5 ’te 12 c ilde k a d a r g en işle ttiğ i A l t ın D a l b a şy ap ıtı
o la ra k k a b u l ed ilir. D iğ e r ö n e m li e se rle ri a ra s ın d a T o te m is m a n d E x o g a m y
(T o tem cilik ve D ış ta n E v lenm e, 1 9 1 0 ), F o lk lo re in th e O ld T e s ta m e n t (Eski
A h it’te F o lk lo r, 1 9 1 8 ), T h e W o rsh ip o f N a tu r e (T a b ia ta T a p m a , 1 9 2 6 ), M a n ,
G o d a n d Im m o r ta l i ty (İn san , T a n r ı ve Ö lü m s ü z lü k , 1 9 2 7 ) ve A n th o lo g ia
A n th ro p o lo g ic a (A n tro p o lo ji A n sik lo p ed is i, 1 9 3 8 ) say ılab ilir.
M e h m e t H . D o ğ a n 1 9 3 1 ’de A d a n a ’d a d o ğ d u . 1 9 6 0 ’ta n b u y a n a denem e-eleş-
tir i a ra s ı y az ıla r y az ıy o r. Son o n -o n beş y ıld ır ç a h şm a a la n ın ı ş iir ü zerin e de
n em e ve e leştir i ile s ın ırla d ı. 1 9 9 2 -2 0 0 1 a ra s ın d a A d a m S a n a t Ş iir Y d h k la r t’m
h a z ır la d ı. Y K Y ’d en ç ık a n Ç a ğ m m T a n ığ ı O lm a k (1 9 9 3 ) ve Şiir ve E leş tir i
(1 9 9 8 ) de iç in d e o lm a k ü ze re a ltı d en em e-e le ş tir i k ita b ı, İng ilizce ve F ransız -
c a d a n yap ılm ış o tu z a y a k ın çev iris i v a r. A y rıca , a n ıla r ın ı to p la d ığ ı ilk k ita p
o la n Ş im d i U za k la rd a sın 1 9 9 9 ’d a ç ık tı. Y ü z y ılın T ü r k Ş iir i ( ı ^ o o - z o o o ) (II-
I C ilt-Y K Y ) a d lı an to lo jiy i h a z ır la d ı.
B aşlıca çev irile ri: A ris to te le s , R e to r ik (Y K Y , 2 0 0 4 ), C h r is to p h e r C a u d w e ll,
Y a n ılsa m a ve G e rç e k lik (1 9 7 4 ) , S ir Jam es G eorge F raze r, A lt ın D a l (İk i c ilt,
1 9 9 1 -9 2 ) , T h e o d o r H . G a s te r , T h e sp is (2 0 0 0 ) , F red ric J a m e s o n , M a r k s iz m ve
B iç im (Y K Y , 1 9 9 7 ), F red ric J a m e s o n , D il H a p ish a n es i (Y K Y , 2 0 0 2 ), G e o rg
L u k ac s , A v r u p a G erç ekç iliğ i (1 9 7 7 ) , G eorge T h o m p so n , i l k F ilo zo fla r
(1 9 8 8 ) , J o s e p h C o n ra d , N o s tr o m o (1 9 8 5 ), G a rso n M cG u lle rs , A lt ın G ö zd e
Y a n s ım a la r (1 9 9 3 ) , G a rso n M cG u lle rs , Y a ln ız B ir A v c ıd ır Y ü re k (1 9 7 3 ), Su
s a n S o n tag , Y a n a rd a ğ S e vg ilim (2 0 0 0 ) , T h o m a s de Q u in cey , İn g iliz P osta
A ra b a s ı (Y K Y , 1 9 9 5 ), R a y m o n d R ad ıg u e t, iç im iz d e k i Ş ey ta n (1 9 8 7 ) , R ay-
m o n d R ad ig u e t, O rg e l K o n tu n u n B a lo su (1 9 8 9 ).
D O Ğ A N K A R D E Ş
SIR JAMES GEORGE FRAZER
Altın DalBüyü VG Din üzerine Bir Çalışma
Çeviren: Mehmet H. Doğan
O D Oİ S T A N B U L
Y apı K redi Y ay ın lan - 2125 D oğan K ardeş - 175
A ltın D al / Sir Jam es G eorge Frazer H azırlayan : R obert K. G. Tem ple
Ç eviren: M ehm et H . D oğan
K itap E d itö rü : Betül K adıoğlu D üzelti: Fahri G üllüoğiu
T asa rım : N ah id e D ikel
Baskı: Ü ç-Er O fset Yüzyıl M ah . M assit 5. C ad . N o: 15 Bağcılar / İs tanbu l
1. Baskı: İstanbu l, K asım 2004 ISBN 9 7 5 -08 -0879 -7
€ Y apı K redi K ültü r S anat Y ayıncıhk T icare t ve Sanayi A .Ş., 2001 T e x t © Sir Jam es G eorge F razer
D esign © 1996 L ab ry in th P ublishing (UK) A bridgem ent © 1996 R o b ert Kyle G renville T em ple
O rig inal Ed itions © 1950 B arclay’s Bank Ltd.
Y api K redi K ü ltü r S an a t Y ayıncılık T ica re t ve Sanayi A.Ş. Y apı K redi K ültü r M erkezi
is tik lal C addesi N o . 285 Beyoğlu 34433 İstanbu l Telefon: (O 212) 252 4 7 00 (pbx) Faks: (O 212) 293 07 23
h rtp ://w w w .yap ik red iyay in Iari.com e-posta : ykku ltu r@ ykyku ltu r.com .tr
In te rnet satış adresi: h ttp ://yky .es to re .com .tr h ttp ://w w w .te lew eb .com .tr
İÇİNDEKİLER
Giriş • 7
BİRİNCİ B ö l ü m / O r m a n ı n K ra l ı • 11
İKİNCİ B ö l ü m / D u y g u s a l Büyü • 31
Ü ç ü n c ü B ö l ü m / H a v a K o ş u l l a r ı Büyüsü • 49
D ö r d ü n c ü B ö l ü m / Kgemen Büyücüler • 9 3
B e ş İn c İ B ö l ü m / Ö lüm lü T a n r ı l a r » 1 0 3
A l t i n c i B ö l ü m / Ağaca T a p ı n m a • 141
Y e d İn c İ B ö l ü m / R uhun K o r k u l a n • 167
SEKİZİNCİ B ö l ü m / K ö t ü l ü ğ ü n Aktarılması • 205
D o k u z u n c u B ö l ü m / Ateş Şenlikleri • 239
O n u n c u B ö l ü m / B a ş ı b o ş D o l a ş a n Ruh • 283
O n b İr İn c İ Bö l ü m / Altın Dal • 323
Dizin • 353
Giriş
Altın Dal, toplum sal insanbilim üzerine bugüne kad a r yayımlanmış yapıtların en etkili o lan larından biridir. Sir James Frazer’ın, araştırmacıların geçmişte kesin diye bakılan şeyleri sorguladıkları, insanın düşüncelerini ve inançlarını açıklama yollan aradıkları bir dönem de yazılmış olan on iki ciltlik bu başyapıtı, büyünün ve dinin kökenlerinin araştırılm asında bir dönüm noktasıydı. Frazer’m, N em i’nin kutsal ko rusunda D iana rahiplerinin garip ve kanlı öyküsünün anlam ının araştırılması o larak başladığı şey, bü tün dünyadaki geleneklerin, ritü- ellerin ve inançların daha uzak erimli ve ayrıntılı betimlemesine dönüştü . Çalışması o n u .d inin, Frazer’ın sözcükleriyle “ d o ğayı ve insan yaşamını denetleyen ve yöneten” güçlerle uzlaş- ma girişimi olduğu düşüncesine götürdü.
Frazer’ın çalışmalarının dünya kü ltü rü üzerinde, k itap larının okurların ın çok ötesinde bir etkisi oldu. İnancın tarihi ve gelişimi üzerine yaptığı buluşlar, D arw in, toplumsal insanbilimci E.B. Tylor ve kendi arkadaşları olan öteki genç d ü şünü rler çevresinde yaygın kültürel değişme akım larına girdi. Fra- zer’ın insan inancının tarihi konusundak i görüşü temelde evrimci ve ruhbilimseldi. İnsanı, çevreyi denetlemenin bir aracı o larak büyüye inançtan, tanrıları ve ruhları yatıştıran dinsel inanca doğru ilerler biçimde tanım lıyordu o: Frazer’a göre, bu süreç_içinde mantıksal üçüncü aşam a bilimsel düşünceydi.
O nun çalışmaları ilk kez insani inanç k onu la rının, içeriklerinden çok ruh- bilimsel an lam la r ı b ak ım ın d an önemli o lduğunu açıkça ortaya çıkardı.
Totemcilik olgusunu aydınlatan ilk kişi, tabu konusunu ciddi o larak ele alan ilk modern yazar oldu o. Sigm und Freud, Altın D al'm ilk versiyonunun yayım lanışm dan yirmi iki yıl sonra Totem ve Tabu 'yu yayımladı. D aha sonra ruhbilimci Cari Jung insan yaşantısının temelinde yattığına
inandığı kolektif arketipleri belirlerken, Frazer’ın geleneklere ve inanç tarihine duyduğu ilgiyi kullandı. T.S. Eliot ve D.H. Lawrence gibi yirminci yüzyıl yazarları Altın DaPdakı betimlemelerden ve fikirlerden esinlendiler.
Frazer (1854-1941) İskoçya, G lasgow ’lu varlıklı bir aileden geliyordu. Önce, C,'harles D arw in ’in kuram ların ın kabul edilir olduğu ve düşüncede liberalleşmenin başladığı bir d()- nemde Glasgow Üniversitesi’nde öğrenim gördü. Frazer klasikler, felsefe ve doğa felsefesi okum uş, öğrenimini Cam bridge Üniversitesi’nde sürdürm üş ve L ondra’da M iddle Tem ple 'da hukuk öğrenimi görm üştü. 1907’de Liverpool Üniversitesi’nde bir toplumsal insanbilim kürsüsüne girdi, fakat çok geçmeden o radan ayrıldı. Arkadaşı William Robertson Smith’in eskil d in ler konusundak i öncü çalışmasından esinlenerek folklor ve insanbilim üzerine yazılar yayımlamaya başladı. O zam an. Encyclopedia Rritannica'nm dokuzuncu baskısı için makaleler yazarak yoğun araştırm alara başladı; bu makalelerden ikisi ta bu ve totemcilikle ilgiliydi. Büyük yapıtında bunlar egemen olacaktı.
Bundan sonra Frazer Altın Dal adında bir kitap yazmaya koyuldu; 1890’da iki cilt halinde yayımlandı bu çalışma. 1915 yılında tam boyutuna ulaşacak ve 1939’a kadar hâlâ ek ciltleri yaym ılanacak olan aynı adlı yapıtın yalnızca ilk taslağıydı bu. Aynı izlek üzerine Psyche's Task adlı küçük bir kitap daha yazdı; bu k itapta “ sahte k an ı” olarak tanımladığı boş inancın, yetkeye karşı saygısını yükseltmede ve bu yolla birçok şiddet biçimini önlemede insanlığa yarduncı olduğu sonucuna varıyordu.
Çağdaşları her zam an onun yorumlarıyla aynı düşüncede olmasa da, Frazer’m çalışmaları daha kendisi yaşarken alkışlandı, ünlendi. Bütün dünya üniversitelerinden onursal d o k to ralar kazandı. 1914’te şövalyeliğe yükseltildi; British Aca- dem y’nin ve Royal Society’nin üyeliğine seçilen ender kişilerden biriydi. Batılı kafaları, doğa konusunda , insan kültüründe inancın işlevi konusunda katı dogm alardan kurtaran düşünce de\Tİminin bir parçası oldu. Dünya tarihini, zengin etnografik materyali ve klasikler üzerine geniş bilgisini kullanarak bir bü tün o larak ele ahvordu. Frazer'm iki örnek özelliği daha vardı: \erersiz o lduğunu g()rdüğü anda bir varsayımı değiştirmekten korkm uyordu ve aşın uzm anlaşm adan yana değildi.
Altnı Ddl yaygın ününe karşın, uzunluğu yüzünden yalnızca uzm anlar tarafından okunur olmaya doğru gidiyordu. Bu konuda bir şeyler yapacak ilk kişi Frazer'm karısı Filly’ydi. 1924'te, kuram ı tümüyle bir kenara bırakıp folklor üzerinde N'ogunlaşarak resimli bir çocuk kitabı yapm ak amacıyla Altın Dal'dan \apraklar '\ yayımladı. Frtesi yıl, l-'razer'ın kendisi yapıtını tek cilde indirerek yayınılad^ fakat hâlâ ufak puntoyla “ 50 sayfalık bir kitaptı bu. Benim burada özetlediğim,_yapıtın bu baskısıdır.
Frazer aslında bir ondokuzuncu yüz\ ıl düşünürüydü, to p lumsal insanbilime yaklaşımlarsa değişmiş durum da. İlkel dü-
şünce tarzları konusundak i değerlendirmesi zam an zam an k a ba bulunuyor, görüşlerinden bazıları zam anım ız düşüncesiyle uyuşm uyor artık. Bununla birlikte, Altın D al kü ltü r tarih im izin canlı bir parçası olmayı sürdürüyor. O biricik belge hâzinesi ve edebiyat yapıtıdır; Frazer’ın görkemli düzyazı biçemi ise zevkle okunm aya değer. O n u n yapıtını sıradan oku run okuyabileceği ve resimli bir kitap haline getirmekle, her zam an hak etmiş olduğu geniş okur kitlelerini onun bilgeliğinden yara r lan dırmış olacağımızı um uyorum .
Robert Temple
10
jo scp h M iilln rd T u rn e r A ltın D a l '/ ilk k e ;
sergiled i.B u ra d a k id e ta yC u m a e 'lik a d ınb ilic in inA en ea s'Iruh lard ü n y a s ın as o ka c a k o lana ltın dalıh a va yaka ld ırm ışd u r u m d ag ö s ter iyo r .G erid e \ e n i iG ö lü vek o ru sug ö r iın ü y o r .T a t f G a lle ry .
L o n d ra .
Resimseverler T u rn e r’ın Altın D al tab losunu m utlaka bilirler. T u rn e r ’m olağanüstü aklm m en sıradan doğa görüm ünü bile içine daldırıp yücelttiği, imgelemin altın parlaklığıyla k a p lı sahne, eskilerin “ D iana’nın A ynası” dediği N em i’deki küçük orm an gölünün düşe benzer gö rünüm ünü verir. Alban Tepelerinin çevrelediği yemyeşil bir çukurdaki bu sakin suyu gören biri, bir daha unutam az onu. Kıyılarında uyuklam akta olan tipik iki İtalyan köyü ve yine teraslanmış bahçeleri göle dimdik inen İtalyan sarayı, sahnenin sessizliğini, hatta yalnızlığını hiç bozamaz. D iana’nm kendisi de hâlâ bu tenha kıyılarda oyalanıyor, hâlâ bu vahşi o rm ana gelip gidiyor olabilir.
Eskil çağlarda bu o rm an görünüm ü, du rm adan yinelenen garip bir trajedinin yaşandığı sahneydi. Gölün kuzey kıyısında, bugün Nemi köyünün üzerinde konum landığı dimdik uçu ru m ların hemen altında Diana Nem orensis ya da O rm an D ian a’sı- nm kutsal korusu ve tapınağı bulunuyordu . Göl ve koru kimi zam an Aricia Gölü ve korusu o larak bilinirdi. Ama Aricia k a sabası (bugünkü Ariccia) beş kilometre uzakta, Alban D ağı’nın eteklerinde bu lunuyordu ve dağın kenarında küçük bir kratere benzeyen çukurdaki gölden dik bir bayırla ayrılıyordu.
Bu kutsal koruda bir tü r ağaç yetişirdi; bu ağacın çevresindeyse, günün her saatinde, belki de gecenin geç saatlerine kadar, garip bir figürün gizlenmeye çalışarak dolaştığı görülürdü. Elinde kınından sıyrılmış bir kılıç taşırdı, sanki her an üzerine bir düşm anın saldıracağını bekler gibi dikkatle çevresini gözlerdi. Bir rahip ve bir katildi o; görmek için bakındığı adam , er ya da
13
H a y va n la r ın sa h ib es i o la ra k b e tim le n en Y u n a n ta n rıça sı A r t e m iş k a n a tlı ve
asla n la rın eşliğ in d e g ö rü lü yo r . R o m a d ö n e m in d e D ia n a d iye b ilin ird i.
A r te m ıs A y ’ı, e rk e k k a rd eş i A p o l lo n ise G ü n e ş 'i s im g e liyo rd u . M Ö yed inci
yüzy ıla a it, R o d o s ’ta b u lu n m u ş o lan a ltm g e rd a n lık ta n d e ta y . B ritish
M u se u m , L o n d ra .
geç onu öldürecek ve rahipliği onun ehnden alacaktı. Kutsal yerin kuralı buydu. Rahipliğe aday olan, ancak rahibi öldürerek o yere geçebilirdi; onu öldürerek geçtiği bu yerde de d a ha güçlü ya da daha zeki biri tarafından öldürülünceye kadar kalırdı.
Bu tehlikeli ayrıcalıkla elde ettiği görev, beraberinde krallık unvanını da getirirdi ona; fakat tacı olan bir baş hiçbir zam an dertsiz kalam az, ya da onunkinden daha belalı düşler peşini b ırakm azdı. Ç ünkü yıl boyunca, yaz olsun kış olsun, hava iyi olsun kötü olsun, o tek başına nöbetini tu t m ak zorundaydı, ne zam an tedirgin
bir uykuya dalsa, yaşamı tehlikeye girerdi. Uyanıklığında u facık bir gevşeme, kol ve bacak gücünde ya da kılıç kullanm a ustalığında en küçük bir azalma onu tehlikeye sokardı; saçlarının ağarm ası onun ölüm fermanı demekti. Soylu ve d indar hacılara görünmesiyle birlikte o güzel m anzara kararırd ı, sanki pırıl pırıl bir havada bir bu lu tun güneşi karartm ası gibi. Bu acım asız ve uğursuz figürün görünmesiyle İtalyan göklerinin düşsel mavisi, yazın ağaçların altındaki benek benek gölgeler ve güneşte parıldayan ısı dalgaları birden yok o lur giderdi. Biz bu sahneyi, ölü yaprakların giderek kalınlaştığı, rüzgârların bitm ekte olan yıla ağıt yakar gibi uğuldadığı o vahşi sonbahar gecelerinden birinde geç kalmış bir yolcuya görünebileceği gibi canlandırıyoruz hayalimizde.
Bu garip rahiplik kuralın ın klasik eskil çağlarda bir benzeri daha yoktur, ve o radan kanıt getirilerek açıklanamaz. Bu olağandışı geleneği bir şekilde anlayabilmek için, önce bu k o
14
G ö k g ü r lem e s i ve y ıld ır ım ta n rısı g ü ç lü ve a c ım a sız J ü p ite r (Z eu s ), ö lü m lü sev g ilile r in d e n b ir i o la n A k h ille u s 'u n anası T h e tis ile. O lim p o s ta n rıla r ın ın N y m p h a ’/a ra ve ö lü m lü le re k ıy a sla ço k b ü y ü k o ld u k la r ı d ü ş ü n ü lü rd ü . Jean B ap tis te D o m in iq u e Ing res . M u sée G ra n e t, A ix -en -P ro v en ce .
nuda bize kadar gelmiş az sayıda olgudan ve öyküden söz edeceğim. O zam an Balder mitine dönecek ve as- İmda ortak b ir mirasm iki yüzü olan iki gelenek arasm daki güçlü bağı gö receğiz. Bütün bunların ortasında da altın dal’m doğası bulunm aktadır .
F aka t önce eskil yaza r la rd an kalmış, N em i’deki garip uygulam anın kökenleriyle ilgili öyküleri an la talım: Bir öyküye göre, N em i’deki D iana tapım ı Orestes ta rafından başlatılmıştır; Orestes, Tauris Y arım adası (şimdiki Kırım Yarımadası) K ralı T h o as ’ı ö ldürdükten sonra kız k a r deşiyle birlikte İ ta lya’ya kaçmış, T a uris D ian a ’smm tasvirini de bir dem et dal içinde gizleyerek yanında getirmiştir. Ö lüm ünden sonra kemikleri Aricia’dan Ro- m a ’ya getirilmiş ve C oncord tapınağının hemen yanındaki Ca- pitoline bayırı üzerindeki Satürn tapınağının önüne göm ülm üştür.
Ö ykünün Tauris D iana’sma bağladığı kanlı dinsel tören, jcaraya çıkan_her^yab^ncımn onun sunağında k u rban edildiğini söylemektedir. Tarihçi D iodorus Siculus, K aradeniz’e yelken açan yabancıların içecek su bulm ak için karaya çıktıklarında nasıl yakalandıkların ı ve dinsel am açlarla ö ldürüldüklerini a n latan birçok örnek kaydetmektedir. Eskil çağlarda K arade- niz’in, insanın kendisini tehlikeye a tm a pahasına açıldığı bir deniz o lduğu iyi bilinirdi.
Fakat bu tören İtalya’ya getirilince daha yum uşak, daha az şiddetli bir şekil almıştır. N em i’deki tap ınak ta üzerinden dal koparılam ayan bir ağaç yetişmektedir. Ancak sahibinden kaç-
15
O re s te s D e l f i ’de, y a n ın d a u y u y a n h ır E rin yes, b ir A p o llo n h e y k e li ve h i l id S ib y lla ’m n ü ç a y a k h seh p a s ı g ö rü lü yo r . K in m 'd a n tanrıça D ia n a ’n m ta sv iriy le b ir lik te N e m i ’ye k a ç ıp , A r ic ia 'd a D ia n a ta p ım m m k a y n a ğ ı o la ra k k a b u l edilir. M Ö b irin c i yüzy ıl, H e rc u la n u m ’d a n m e rm e r b ir R o m a d u v a r k a b a r tm a s ı. U lusal A rk e o lo ji M ü zes i, N a p o li.
K o rk u s u zb a k ire a v aD iana .e lin d e yayı.y a n ın d a h ızlıa v k ö p e ğ i ileo rm a n la rd adolaşırd ı.G eyik le r i,y ır tıc ıh a yva n la rıve k en d is in esayg ıs ız lıke denö lü m lü le r iavlard ı.O n a ltın c ıyüzyıl,F o n ta in b le uo k u lu n d a nb ir ta b lo .L o u v re ,P aris .
mış bir kölenin, eğer gücü yeterse, onun dallarından birini koparm asına izin verilmektedir. Bu girişiminde başarılı olan köleye rahiple bir tek dövüş yapm a hakkı verilir ve onu öldürürse O rm an la r Kralı {Rex N e- morensis) unvanıyla o n u n yerine egemenhk sürerdi. Eskil çağlardaki genel inanışa göre, yazgıyı belirleyen bu dal, A eneas’m Sibylla’m n buyruğuyla ölüler ülkesinde tehlikelerle dolu gezisine ç ıkm adan önce kopardığı Altın Dal idi.
Kölenin kaçışı, söylendiğine göre, O restes’in kaçışını temsil ediyordu; onun rahiple dövüşü ise bir zam anlar Tauris D ian a ’sına sunulan, insan kurban la rın bir ka lın tısı idi. Bu kılıç zo ruyla ardıl olm a kuralı im para to rluk günlerine k ada r gözlenmektedir; çünkü Caligula, buna benzer b irçok kaçıkhkları arasında. N em i rahibinin görevinde çok uzun süre kaldığını düşünerek onu öldürm ek üzere daha güçlü bir alçak kiralamıştı; A nton ine’ler çağında İta lya’ya uğramış olan Yunanlı bir gezgin o zam ana k adar rahipliğin hâlâ bir tek d ö vüşte zafer kazanm anın ödülü olduğunu belirtiyor.
N em i’deki D iana tap ım m m başta gelen bazı özellikleri b u gün hâlâ fark edilebilir. Bölgedeki, adak o larak sunulan şeylerden, D ian a ’ya özellikle bir avcı, ayrıca, çocuğu o lm ayan erkek ve kadın lara yardım eden, gebe kadın lara kolay bir doğum bağışlayan bir tanrıça o larak bakıldığı anlaşılıyor. Yine, onun tö renlerinde ateş, büyük bir önem taşımış gibi görünüyor. Ç ü n kü yılın en sıcak zam anında , ağustosun on üçünde yapılan D iana şenlikleri süresince koru çok sayıda meşaleyle aydınlatıhr,
17
! { ip p o ly to s 'ı ıu ö lü m ü . S ö y îo ıc e y e H ı p p o l y t D S , V irh ius ıdı: O r m a n K ralları d iy e h ilın cu D ia n a ra h ip leri k u şa i’in ın ilk örneğ i. P e t c r PcUil R u h e n s ' i n r a b l o s u , 16 1 1, I ' i r z \ v i l l i a m
M ü z e s i , C ı i m h r i i J g e , İ n g i l t e r e .
meşalelerin kızıl ışıkları gölün sularm a yansırdı; bü tün gün b o yunca her evin ocağında kutsal ateş törenleri yapılırdı.
O nun bölgesinde bulunan bronz heykelcikler, tanrıçayı yukarı kaldırdığı sağ elinde bir meşale tutarken temsil etmektedir; duaları tanrıça tarafından duyulan kadınlar, istedikleri gerçekleştiğinde başlarına çelenkler takarak, ellerinde yanar meşalelerle gelirlerdi onun kutsal yerine. Kim olduğu bilinmeyen biri, İm parator Claudius ve ailesinin güvenliği için N em i’deki küçük bir türbeye devamlı yanan bir lamba koymuştu. Koruda bulunmuş olan pişmiş toprak tan lambalar, daha alçakgönüllü kimselerin aynı amaçla adadığı şeyler olabilir. Eğer böyle ise, Katolik kiliselerinde m um adam a uygulamasıyla bu geleneğin benzerliği açık
18
ö k s e o tu (V iscu m a lb u m j, p o rsu k a ğ a c ı ve y o su n la b ir l ik te s ö y le n c e n in 'a ltın da l'ı. O n d o k u z u n c u y ü z y ıld a n b ir renk li
tır. Dahası, N em i’de D iana’nın taşıdığı Vesta unvanı, tapm ağında de- vamh kutsal ateş yakıldığını açıkça gösteriyor. Tapınağın kuzeybatı k ö şesindeki, üç kademe üzerinde yükselen ve mozaik bir döşemeden izler taşıyan geniş yuvarlak bodrum katı, olasılıkla Vesta özelliğindeki Di- an a ’nın yuvarlak tapınağını destekliyordu, tıpkı R om a F o rum u’ndaki yuvarlak Vesta tapınağı gibi. Burada kutsal ateşi Vesta Bakireleri devamettiriyor olmalıydı, çünkü o noktada pişmiş topraktan bir Vesta Bakiresi başı bulunmuştu; kutsal genç kızların baktığı!devamlı ateşe tapm m anm sa, en erken zam anlardan en geç zam anlara ka dar Latium ’da yaygın olduğu görülmektedir. Dahası, tanrıça onuruna her yıl yapılan şenliklerde av köpeklerine taç giydirilir, yabanıl hayvanlar rahat bırakılırdı; gençler onun onuruna bir arınm a töreninden geçerdi; şarap yapılırdı; şölende oğlak eti, üzerinde dum anlar tüten yapraktan tabaklarda pastalar, dallarda hâlâ kümeler halinde sarkan elmalar sunulurdu.
Fakat D iana, N em i’deki ko rusunda tek başına egemenlik sürmezdi. O rm an tapınağını kendinden daha küçük iki ta n r ıçayla paylaşırdı. Bunlardan biri, volkanik kayalardan d oğduktan sonra, m odern N em i köyünün değirmenleri burada k u ru lmuş olduğu için Le M ole diye adlandırılan yerdeki göle çok güzel çağlayanlar halinde dökülen berrak suların perisi Egeria idi. Çakıl taşları üzerinden akarken çağıldayan dereden söz eden Ovidius, onun sularından birçok kez içtiğini anlatır. Çocuklu kadın lar Egeria’ya kurban keserlerdi, çünkü onun da D iana gibi kendilerine kolay bir doğum sağlayabileceğine inanırlardı. O ykü, bu perinin, akıllı kral N u m a ’nm karısı ya da sevgilisi ol-
19
S a d a k a tin d e n k u şk u la n d ığ ı âşığ ı ö lü m lü A t t i s ’i ö c a lm a k için ç ıld ır ta n Y u n a n ana tanrıçası K y b e le ’n in R o m a başı.
T a p ım ı A n a d o lu ’da F r ig ya ’da n R o m a ’ya M Ö ik in c i y ü zy ıld a g e tir ilm iş ti .
M u se o N a z io n a le R o m a n o , R o m a .
dugu, kralın kutsal ko ru n u n gizli yerlerinde onunla buluştuğu, ve Rom alılara yaptığı yasaları ona bu kutsal kişiyle buluşm aların esinlediği şeklinde sürüyor. P lutarkhos söylenceyi tanrıçaların ölümlü erkeklere olan aşkını an la tan başka öykülerle karşılaştırıyor, örneğin Kybele ile Ay’ın Attis ve Endym ion gibi yakışıklı delikan
lılara olan aşkları gibi.Bazılarına göre, âşıkların buluş
ma yeri N em i orm anında değil de Ro- m a’da, bir başka Egeria kaynağının karanlık bir m ağarada fışkırdığı yer olan Porta C apena’nm dışında bir k o ruda idi. Vesta Bakireleri, Vesta tap ı
nağını y ıkam ak için, suyu her gün bu kaynak tan ,top rak tan yapılma testilerle başlarının üzerinde taşıyarak getirirdi. Juve- n a l’in zam anında doğal kaya, m erm er içine saklanmıştı, ku tsan mış bölge, çingeneler gibi ko ruda o tu rm a cezasına çarptırılmış yoksul Y ahudi grupları ta rafından kirletiliyordu. N em i gölüne dökülen kaynağın gerçek ve ilk Egeria olduğunu, ilk yerleşiciler Alban tepelerinden Tiber kıyılarına gelirlerken beraberlerinde periyi de getirdiklerini ve kentin kapıları dışındaki ko ruda ona yeni bir yuva bulduklarını varsayabiliriz. Kutsal bölgede, insan bedeninin çeşitli parçalarının pişmiş top rak tan modelleriyle birlikte bulunan ham am kalıntıları Egeria’nın sularının hastaları iyileştirmede kullanıldığını gösteriyor; hastalar umutlarını bu sulara bağlamış ve teşekkürlerini, A vrupa’nın birçok yerinde hâlâ görülen bir âdete uygun olarak, hastalıkh organlarının tasvirlerini tanrıçaya adayarak göstermiş olabilirler. Bugün bile kaynağın tıbbi özellikleri hâlâ unutulm am ış gibi görünüyor.
20
N em i’deki bu küçük tanrı la rdan ötekisi Virbius idi. Söylenceye göre Virbius, avcılık sanatını ken taur C h iron ’dan öğrenmiş, günlerini yeşil koruda , tek arkadaşı bakire avcı (Di- a n a ’nm Y unan karşılığı) A rtem is’le yabanıl hayvan avlayarak geçiren yakışıklı ve dürüst, genç Yunan kah ram an Hippolytos idi. O nun kutsal dostluğundan gurur duyan delikanh, kad ın lara âşık olmayı küçüm serdi, bu da onun felaketi oldu. Ç ünkü onun bu küçüm sem esinden alman Aphrodite, üvey annesi Pha- id ra’yı ona âşık etti; H ippolytos onun çirkin yaklaşm alarını aşağılayınca da Phaidra onu babası Theseus’a şikâyet edip ken disini kirletmek istediğini söyledi. Babası bu iftiraya inandı ve efendisi Poseidon’a bu hayali suçun öcünü alması için yalvardı. H ippolytos Saron Körfezi kıyısında bir araba yarışında a ra basını sürerken, deniz tanrısı dalgalarla azgın bir boğa gönderdi. Ürken atları H ippo ly tos’u arabasından attı ve dizginlere d o laşan H ippolytos atlarının ayakları altında can verdi. Fakat D iana, H ippo ly tos’a duyduğu aşk yüzünden hekim Asklepios’u hekimlikteki ustalığıyla, otları ku llanarak genç ve yakışıklı avcıyı hayata döndürm eye ikna etti. Ö lüm lü bir erkeğin ö lüm ün kapılarından geri dönmesine kızan Jüpiter, başkasının işine bu rnunu sokan hekimi H ad es’e attı. Fakat D iana sevdiği kişiyi öfkeli tanrıdan kalın bir bulut içinde gizledi, onu yaşlandırarak yüz hatlarını değiştirdi ve uzaklara N em i vadilerine taşıdı ve nym pha Egeria’ya em anet etti, o rada İtalya o rm anların ın derinliklerinde Virbius adıyla, meçhul ve yalnız yaşayacaktı. O ra da bir kral o larak hüküm sürdü, yine o rada D ian a ’ya bir bö lge ayırdı. Virbius adında güzel bir oğlu oldu, babasının yazgısından cesareti k ırılmayan Virbius ateşli küheylanlardan bir t a kım kurdu , A eneas’a ve T royah lara karşı savaşta Latinlere k a tıldı. V irbius’a tanrı o larak yalnızca N em i’de değil başka yerlerde de tapınılıyordu; çünkü C am p an ia ’da onun hizmetine adanm ış özel bir rahipten söz edildiğini duyuyoruz.
21
I Y u n a n m ito lo jis in d e D c m e te r o larak b ilin en ) C eres e k in ve hasa t
ta n rıça sıyd ı. K ızı l’e rsep h o n e H ades ta ra fın d a n yera ltın a k a ç ır ılm ış tı, fa k a t
h er y ıl i lk b a h a rd a n so n b a h a ra k a d a r y e r y ü zü n e d ö n m e s in e iz in v er iliyo rd u : ye n i le n m e n in ve y en id en d o ğ u ş u n bir
s im g es iyd i. O n y ed in c i y ü zy ıld an P ie tro B ia n ch i'n in ta b lo su .
Atlar, H ip p o ly to s ’u ö ld ü r dükleri için Aricia ko rusundan ve tap ınak tan sürüldü. Virbi- us’un tasvirine dokunm ak yasaktı. Bazıları onun güneş o ldu ğunu düşünürdü . “Fakat gerçek
şu k i,” diyor Servius, “Attis T a n rıların Anası ile, Ericthonius Mi-
nerva ile ve Adonis Venüs ile nasıl ilişkili ise o da D iana ile ilişkili bir kutsal kişidir.” Şimdi bu ilişkinin ne o lduğunu sorgulayacağız. Burada, bu mitsel kişiliğin, uzun ve inişli çıkışlı kariyerinde dikkate değer bir yaşam inadı sergileyişi izlemeye değer. Ç ü n k ü hiç kuşkusuz . R om a
T akvim i’ndeki, D iana’nın gününde, yani ağustosun on üçünde a t la n ta rafından sürüklenerek öldürülen Aziz H ippolytos, azgın bir günahkâr o larak iki kez öldükten sonra bir Hıristiyan azizi o larak yeniden hayata dönen aynı adlı Y unan k ah ra m a nından başkası değildi.
N em i’deki Diana tapımını açıklamak için anlatılan öykülerin tarihe uygun olmadığına bizi inandırm ak için ayrıntılı kan ıtlara gerek yok. Bunların, bir dinsel ritüeli açıklamak için uydurulmuş geniş mitler sınıfına ait olduğu, bu ritüelle yabancı bir ri- tüel arasında izlenebilecek, gerçek ya da hayali benzerlikten başka bir temeli olmadığı apaçık. Nemi mitlerinin uyuşmazlığı aslında gözle görülebilir, çünkü tapımın temeli, ritüelin şu ya da bu özelliğinin açıklanması gerektiğinde, bir O restes’e, bir Hip- polytos’a götürülüyor. Bu tür öykülerin gerçek değeri, karşılaştırılabileceği bir s tandart sağlayarak tapımın doğasını açıklam aya yaram asında; dahası, gerçek kökenin söylencesel bir eski za
22
manın sisleri içinde kaybolmuş olduğunu göstererek onun çok saygın çağına dolaylı tanıklıklar taşımasmdadır. Bu sonuncu durum da, bu Nemi söylenceleri, kutsal korunun , bir Latin d ikta tö rü olan Tusculumlu Egerius Baebius ya da Laevius diye biri tarafından Tusculum, Aricia, Lanuvium, Laurentum , Cora, Tibur, Pometia ve Ardea halkları adına D iana’ya verildiği, Yaşlı Cato ta rafından doğrulanan sözüm ona tarihsel gelenekten d a ha güvenilirdir belki de. Bu öykünün, aslında kutsal yerin o b ü yük çağına ait olduğu besbelli, çünkü onun tarihini Pom etia’nın Romalılar ta rafından kovulduğu ve tarihten kaybolduğu M Ö 495 yılından bir süre önceye gö türür gibi görünüyor. Fakat Aricia rahipliği gibi barbar bir yönetimin Latin kentleri gibi bir uygarlaşmış topluluklar birliği tarafından bilerek kurulm uş o lduğunu varsayamayız. İtalya’nın henüz, tarihsel dönem de bilebildiğimiz du rum dan çok daha vahşi bir du rum da olduğu, insan belleğinin ötesinde bir zam andan o güne gelmiş olmalı.
Kutsal yerin kuru luşunu, “Aricia’da birçok M anius va rd ır” deyişinin ortaya çıkmasına neden olmuş olan M anius Egerius diye birine bağlayan bir başka öykü, öykünün güvenirliğini doğru lam aktan çok sarsıyor. Kimileri, M anius Egerius’un uzun sürmüş, seçkin bir soyun atası o lduğunu ileri sürerek bu özdeyişi açıklam aya çalışırken, kimileri de bunun Aricia’da b irçok çirkin ve sakat insanın bulunduğu anlam ına geldiğini d ü şünüyor ve M anius adının çocukları ko rku tm ak için söylenen cin ya da umacı anlam ına gelen Maniamdan türediğini söylüyorlar. Romalı bir hiciv yazarı M anius adını, Aricia yam açlarında hacıları bekleyen dilencileri simgelemekte kullanıyor. Ariciah M anius Egerius ile Tusculumlu Egerius Laevius arasındaki farklılıkla ve de iki adın mitsel Egeria adına benzerliğiyle b irlikte bu görüş ayrılıkları bizde kuşkular uyandırıyor. Fakat Ca- to ’nun kaydettiği gelenek durum a öyle uygun ve onu ileri süren kişi öyle saygın gö rünüyor ki, onu aslı esası olm ayan bir
23
D icina g e n ç ka d ın la r ın ve o n la r ın b ekâ re tle r in in a m a n s ız k o r u y u c u su y d u , iz ley ic ile r in in n a m u su n a y a p ıla n sa yg ıs ız lığ ın cezası ço k c id d iyd i. D e ta y , A k ta io n 'u n D ia n a 'y ı ve N y m p h a 'la r ın ı d ered e y ık a n ırk e n y a k a la y ış ın ı g ö s te r iy o r . T iz ia n o ’n u n ta b lo s u , 1556-59 , İsk o çy a , U lusal Claleri.
uydurm a o larak kulak ardı etmemizi önlüyor. Tersine, tap ın a ğın sahiden de birleşik devletler ta rafından gerçekleştirilmiş eski bir restorasyonuna ya da yeniden kuru luşuna gönderm e yapıldığını varsayabiliriz. N e olursa olsun, ko runun eski zam anlardan beri, bü tün Latin konfederasyonu için olmasa bile, ü lkenin en eski kentlerinin birçoğu için o rtak bir tap ınm a yeri o lduğu inancına tanıklık ediyor. Orestes ve H ippo ly tos’la ilgili Aricia söylenceleri, tarih o larak değerli olmasa da, başka tap ı
24
nakların ritüelleri ve mitleriyle karşılaştırarak N em i’deki ta p ımı daha iyi anlam am ıza yardım etmesi bak ım ından belli bir değere sahiptir. Kendimize şunu sormalıyız: Bu söylenceleri ya ra tan lar neden Virbius ve O rm an la rın Kralı’nı açıklam ak için Orestes ile H ippoly tos’u seçiyorlar? Orestes’le ilgili yanıt açık. Orestes ve ancak insan kanı ile yatıştınlabilen Tauris D ian a ’sı tasviri, Aricia rahipliğini kanla elde etme kuralını anlaşılır kılm ak için konuya sokulm aktaydı. H ippo ly tos’a gelince du rum o k adar basit değil. O nun ölüm şekli, atların ko ru d an sürü lüşü için yeterince kolay bir neden akla getiriyor; am a yalnız b a şına bu, kimliğinin açıklanması için yeterli görünm üyor pek. H ippoly tos söylencesi ya da miti kad ar D iana tapımını da inceleyerek daha derine inmeye çalışmamız gerekir.
H ippo ly tos’un, bugün H esperide’ler bahçesi üzerinde süzülerek yükselen yüksek servilerle birlikte portaka l ve limon bahçelerinin dimdik, diş diş dağların eteklerindeki bereketli k ıyı şeridini örttüğü , karanın çepeçevre sardığı o güzel koyda yer alan ata yurdu Troizen’de ünlü bir tapm ağı vardı. Sakin koyun açık denizden ko ruduğu mavi sularının karşısında, Pose- idon ’un, doruk ları çam ağaçlarının koyu yeşilinde gizlenmiş kutsal adası yükseliyordu. H ippoly tos’a bu güzel kıyıda tapıhr- dı. Bu kutsal bölgenin içinde eskil görünüm lü bir tapm ak b u lunuyordu. Törenleri yaşam boyu görevde kalan bir rahip yönetirdi; her yıl onuruna bir ku rban şenliği yapılırdı, erken yazgısına evlenmemiş genç kızların ağlaması ve hüzünlü şarkılarıyla yas tu tu lu rdu . Gençler ve evlenmemiş kızlar, evlenmeden ö n ce saçlarından lüleler bırakırdı tapınağına. İnsanlara so rduğunuzda göstermeseler de mezarı T ro izen’deydi. Bize, büyük ola- sıhkla, gençliğinin en güzel günlerinde ölmüş, genç kızların her yıl yasını tu ttuğu, A rtem is’in sevgilisi yakışıklı H ippo ly tos’un kişiliğinde, eskil dinlerde çok sık ras tlanan ve en ünlü örneğini A donis’in o luşturduğu, bir tanrıçanın ölüm lü âşık larından bi-
25
E fes 'in B ü y ü k A r te m is 'itıe a it a n ıtsa l bir Y u n a n h eyke li, M S y a k la ş ıkISO.A n a d o lu 'd aA r te m is 'eb e re ke ttanrıçasıo larakta p ın d ırd ı.R e s im d e çokm em e li,h a yva nderileriy lesü slü b irg iysi iç indeta svired iliyor. Efes A rkeo lo ji M üzesi, T ü rk iy e ,
rini bulduğum uz söylenmekte. Söylenceye göre, Artem is’in ve P ha id ra ’nm, H ippolytos uğruna girdikleri rekabet, Phaidra A phrod ite ’nin bir eşinden başka bir şey olmadığı için, A p h ro dite ile Proserpine’in A donis’in aşkı için rekabetleri gibi farklı adlar a ltından yeniden üretilir. Bu ku ram belki de, ne H ippo ly tos’a ne de A rtem is’e yapılmış bir haksızlıktır. Ç ünkü Artemis aslında büyük bir bereket tanrıçasıdır, erken dinlerin ilkelerine göre, doğaya bereket getiren kişinin kendisinin bereketli o lm ası gerekir, bunun için de m utlaka bir eşi olmalıdır. Bu görüşe göre, H ippolytos, T ro izen’de A rtemis’in erkek arkadaşıydı, ve Troizenli gençlerin ve evlenmemiş kızların ona sunduğu kesik bukleler, onun tanrıça ile birlikteliğini güçlendirmek ve böyle- ce toprağın , sığırların ve insanlığın bereketliliğini a r tırm ak am acına yönelikti.
T ro izen’de H ippoly tos’un bölgesinde, toprağın verimliliğiyle ilişkileri kuşkusuz olan D am ia ve Auksesia adında iki d işi güce tapılması bu görüşü destekleyen bir şeydir. Epidauros kentinde kıthk baş gösterdiğinde halk, bir bilicinin sözünü d in leyerek D am ia ile Auksesia’nın kutsal zeytin ağacı o d unundan tasvirlerini oyar, bunları asar asmaz top rak yeniden meyveye dururdu . Ayrıca, T ro izen’de ve besbelli H ippo ly tos’un bölgesinde Troizenlilerin onlara verdiği adla bu bakire kızların o n u runa garip bir taş a tm a şenliği düzenlenirdi; benzeri geleneklerin iyi ü rün alma amacıyla birçok yerde uygulandığını göstermek kolaydır.
Genç H ippoly tos’un trajik ö lüm ü öyküsünde, ölümsüz bir tanrıçanın aşkının kısa süren sevincini yaşamlarıyla ödemiş olan güzel fakat ölüm lü başka gençlerin benzeri öyküleriyle bir özdeşlik görebiliriz. Bu talihsiz âşıklar belki de yalnızca mit değillerdi; m or menekşe çiçeğinde, anem onun kırmızı beneğinde, ya da gülün koyu kırmızı renginde onların dökülen kanının izini süren söylencelerse yaz çiçekleri gibi uçucu gençliğin ve gü
27
zelliğinin anlamsız şiirsel simgeleri değildi. Bu tt.ırlü masallar insan yaşamıyla doğal yaşam arasm daki ilişkinin daha derin bir felsefesini - in san ku rban edilişi gibi trajik bir uygulamaya yol açmış olan üzijcü bir felsefeyi- içerir.
Belki de eskilerin, A rtem is’in âşığı H ippo ly tos’u, Servius’a göre, Venüs’ün karşısında A donis’in ya da Tanrıların Anası’nın karşısında Attis’in olduğu gibi D ian a’nın karşısında olan Vir- b ius’la neden özdeşleştirdiğini anlayabiliriz artık. Ç ünkü Arte- mis gibi D iana da genel o larak bereketin, özel o larak da çocuk doğum unun tannçasıydı. Böyle olduğu için de, tıpkı Yunan karşılığı gibi, erkek bir arkadaşa gereksinimi vardı. Bu erkek arkadaş, eğer Servius haklıysa, Virbius idi. Kutsal ko ru n u n k u rucusu ve N em i’nin ilk kralı olma özelliğiyle Virbius, O rm an ın Kralları unvanı ile D ian a ’ya hizmet etmiş ve onun gibi birbiri ard ından kötü bir sona uğramış rahipler kuşağının açıkça m itsel atası ya da arketipidir. Bu yüzden, Virbius D iana’ya göre ne ise, onların da ko runun tanrıçasıyla aynı ilişkide o lduğunu varsaym ak doğaldır; kısacası, ölümlü O rm an Kralının kraliçesi, o rm anın D ian a’sıydı. Kralın hayatı pahasına koruduğu kutsal ağaç D iana’nın kendi bedenleşmesi sayılıyor idiyse, ki olası gö rünüyor bu, tanrıçanın rahibi ağaca tanrıçası o la rak tap ın m ak la kalmaz, karısı o larak da onu bağrına basar. Bu varsayım da en azından saçma bir şey yoktur, çünkü Plinius zam anında bile soylu bir Romalı Alban tepelerindeki bir başka D iana kutsal ko rusunda güzel bir kayın ağacına aynı davranışı gösterirdi. O n u kucaklar, öper, gölgesinde uzanır, gövdesine şarap dökerdi. Açıkça, ağacı tanrıça sayardı. Erkeklerin ve kadınların fiziksel o larak ağaçlarla evlenmeleri geleneği H ind is tan ’da ve Do- ğ u ’nun başka bölgelerinde hâlâ geçerli bir uygulamadır. Eskil L a tium ’da neden olmasın.^
Kanıtları bir bü tün olarak gözden geçirirsek, N em i’deki kutsal ko rusunda D iana tapımının çok önemli ve çok eski o l
28
Y u n a n k a h ra m a n ı O d y s s e u s ’u n (U iysses o la ra k da b ilin ir) sö y len c ese l y o lc u lu ğ u o n u b irço k y a b a n a to p ra ğ a g ö tü r m ü ş tü . A le ssa n d ro A llo ri B ro n z in o ’n u n fresk i, P a lazzo Salv ia ti, F lo ran sa .
duğu; kendisinin orm anlık alanların ve yabanıl yaratık ların , olasılıkla evcil sığırların, toprağın ijrijnlerinin de tanrıçası o larak sayıldığı; çocukları olan erkek ve kadınları ku tsad ığı ve doğum da analara yardım ettiği; iffetli bakirelerin gözettiği kutsal ateşinin kendi bölgesinde yuvarlak bir tapm ak ta devamlı o larak yandığı; doğum anında kadınlara yardım ederek D ian a’nm görevlerinden birini üzerine alan ve kutsal ko ruda eski bir R om a kralıyla çiftleştiği varsayılan su perisi Egeria ile ilişkili olduğu; ayrıca O rm an ın D iana’smın, Venüs’ün A donis’i, Kibe- le’nin Attis’i o lduğu gibi Virbius ad ında bir erkek arkadaşı olduğu; son olarak, bu mitsel V irbius’un tarihsel zam anlarda devamlı o larak ardıllarının kılıcıyla can veren ve yaşamları bir şekilde ko ruda yetişen belli bir ağaçla bağlantılı olan, çünkü ağaca bir zarar verilmedikçe yaşamları güvende olan O rm an ın Kralları diye tan ınan bir rahip soyuyla temsil edildiği sonucuna varırız.
Bu sonuçların tek başına rahipliğin ardıllığı hakkm dak i garip kuralı açıklam aya yetmeyeceği açıktır. Ama daha geniş bir alanın gözden geçirilmesi, bu kanıtların sorunun çözüm ünün tohum ların ı içerdiğini düşündürtebilir bize. Şimdi bu daha geniş alana dönmeliyiz yüzümüzü. Uzun fakat ilginç ve büyüleyici bir keşif yolculuğu olacak bu: birçok yabancı toprağı gezecek, garip yabancı insanlarla ve daha da garip geleneklerle karşılaşacağız. Yeterli rüzgâr var; yelkenlerimizi açıp İtalya sahilini bir süre için arkam ızda bırakacağız.
29
ikinci Bölüm
D u y g u s a l B ü y ü
C jü n e \ Siidafi \id D iu k dkabH t'si)uicu h ır B ifK ^r h iiyücii- h e k in u .
B ir T orne- L a p o u d a v u lu ü ze r in d e k i resim ler. F in-ııgor h a lk ı, ö ze ll ik le de L a p on lar . Ş a m a n izm ve b ü y ü d e çok ü n lü y d ü . K u lsa l d a v u l şa m a n d o n a n ım ın ın g ü ç lü h ır parçasıyd ı. Hu d avu lla r o n d o k u z u n c u y ü z y ıl so n u n d a bâlâk u lla m lıyo rd ıı .I r k la r ınM ito lo jis i 'nden. IV . C ilt.L o n d ra . 1 9 2 5 .
Büyünün dayandığı düşüncenin ilkelerini çözümlersek, bunlarm olasılıkla ikiye ayrıldığı görülecektir; bun la rdan ilki, benzerin kendi benzerim doğuracağı, ya da bir etkinin kendi nedenine benzediği ilkesidir;İkincisi, bir kez birbirine dokunm uş şeylerin fiziksel temas kesildikten sonra da, uzaktan birbirini etkilemeye devam edeceği ilkesidir. İlk ilkeye Benzerlik Yasası, ikincisineyse D o kunm a ya da Bulaşma Yasası denilebilir. Büyücü, bu ilkelerin ilkinden yani Benzerlik Yasası’ndan, istediği etkiyi yalnızca taklit etmekle yara tabileceğini, ikincisindense, maddi bir şeye ne yaparsa bunun o nesneninbir zam anlar dokunduğu kişiyi, bu onun bedeninin bir parçası olsun ya da olmasın, aynı şekilde etkileyeceğini çıkarır.
Büyü, yanıltıcı bir davranış kılavuzu olduğu kadar sahte bir doğal yasa sistemidir; eksik bir sanat olduğu kadar sahte bir bilimdir. Bir doğal yasa sistemi olarak, yani, bütün dünyada olayların ardışıklığını belirleyen kuralların bir ifadesi olarak bakıldığında, kuramsal büyü diye, insanların kendi sonlarını anlamak için yerine getirdiği bir yargılar grubu olarak bakıldığındaysa, kılgısal büyü diye adlandırılabilir. Aynı zam anda ilkel büyücü
Bilil}! ve b iiy ii o r ta ça ğ s im ya a ra ştırm a la r ın d a b ir le şm iş ti. J'ahlo b ir su n ya c ın ın g iz e m li la h o ra tııva r ım g ö s ter iy o r . G ıo v a n n ı S tracinno , 1.^70. P a lazzo V ech io , F lo ran sa .
Kiira b ü y ü d e b ir insan , ö ld ü r id m ci: is ten en k iş in in a d ın ı ta ş ıya n s ıv n u ç lu b ir m e ta lin b ir k a fa ta s ın a ba tır ıb n a s ıy la
ö lü m e la n e tleneb ilird ı.
nün büyüyü yalnızca kılgısal yanıyla tanıdığını; uygulam asının d a yandığı zihinsel süreci hiç çözüm lem ediğini, eylemlerinin içindeki soyut ilkeleri hiç düşünmediğini de akılda tu tmak gerekir. İnsanların büyük çoğunluğu gibi
onun için de, m antık belirtik değil, örtüktür: yediği şeyleri sindirişi gibi uslamlama yapar; şu ya da bu eyleme temel olan entelektüel ve fizyolojik süreçler konusunda tam bir cehalet içinde. Kısaca, büyü onun için daima bir sanattır, bir bilim değil; onun gelişmemiş zihninde bilim düşüncesi yoktur. Büyücünün uygulamasının altında yatan düşünce sırasını izlemek; dolaşmış çileyi o luşturan az sayıda basit ipliği bulup çıkarmak; soyut ilkeleri som ut uygulamalarından ayırmak; kısacası, sahte sanatın gerisindeki yapay bilimi ayırt etmek felsefi düşünen kimsenin işidir.
Eğer benim büyücünün mantığını çözümlemem doğruysa, onun iki büyük ilkesinin, düşünceler birliğinin iki farklı yanlış uygulam asından başka bir şey olmadığı ortaya çıkar. İlki d ü şüncelerin benzerlik yoluyla birliğidir. İkincisi ise düşüncelerin birbirine dokunm a yoluyla birliğidir. Birincisi, birbirine benzeyen şeylerin aynı o lduğunu varsayma hatasını yapar, İkincisi de bir zam anlar birbirine dokunm uş olan şeylerin her zam an d o kunm a halinde kaldığını varsayma hatasını. H er iki düşünce dizisi de aslında son derece basit ve ilkeldir. Başka türlü o lamazdı da, çünkü yalnızca yabanılın değil her yerde bulunacak cahil ve kıt akıllı insanların zekâsına göre de, soyutta değil ama som utta birbirine çok benzerler. Büyünün her iki dalı da şeylerin uzaktan gizli bir duygusal yakınlıkla birbirlerini etkilediği-
34
Is p a n y a 'd a A lta n iira m a ğ a ra la rın d a n M Ö ı j . o o o y ılla r ın a ta r ih len en b u ta r ih ö n ces i b izo n resm i d u y g u sa l a v b ü y ü s ü n ü n b ir ö rneğ id ir.
ni varsayar, itki birinden diğerine bir tü r görünm ez esir (eter) o larak kavrayabileceğimiz şey yoluyla iletilir; çağdaş bilimin kesinlikle benzeri bir amaçla, yani şeylerin birbirini, boş gibi görünen bir uzay yoluyla fiziksel o larak nasıl etkilediğini açıklam ak için ileri sürdüğünden farklı bir şey değildir bu.
Benzer şeyler benzerlerini üretir ilkesinin belki de en bilinen uygulaması, birçok çağda birçok insanın yaptığı, bir suretine zarar vererek ya da onu yok ederek, suret nasıl acı çekiyorsa kişinin de acı çekeceği, suret yok olunca onun da öleceği inancıyla, bir düşm ana zarar vermek ya da onu yok etmek girişimidir. Ö rneğin Kuzey A merika Kızılderilileri, anlatıldığına göre, bir kimsenin figürünü kum , kül ya da kil üzerine çizmek-
35
B atı A fr ik a 'd a M alili D o g o iı ka h ıle sııu le ıı b ir b ilic i k u m ü zer in e k e h a n e t ta b lo s u n u ç izerken , ( ie c e le y m ti lk i ge lecek ve y ü r ü r k e n çeşitli k u tu la ra basarak a y a k iz le r im b ıra ka ca k tır . B u n la rın k o n u m la r ı ge leceğ i o r ta ya ç ıka ra ca k tır .
le ya da herhangi bir şeyi onun vücudu kabul edip sert bir değnekle onu dürtm ekle ya da ona herhangi bir şekilde zarar vermekle o kişinin kendisine buna benzer bir zarar verileceğine inanır. Örneğin, bir Ojeb\vay Kızılderilisi herhangi bir kimseye kötülük etmek istediğinde düşm anının tah tadan bir suretini yapar ve onun başına ya da kalbine bir iğne b a t ım , ya da okla deler onu; iğne suretin neresini delmişse ya da ok neresine vu rmuşsa düşm anının hemen o anda, vücudunun o kısm m da keskin bir acı duyacağına inanır; fakat kişiyi hemen öldürm ek niyetindeyse, yaptığı kuklayı, bazı sihirli sözler söyleyerek, yakar ya da gömer. Perulu Kızılderililer hoşlanm adıkları ya da k o rk tukları kişileri taklit için yağ ve tahılla onun kalıbını çıkarır, daha sonra bu sureti kurban edilmek istenen kişinin geçeceği yol üzerinde yakarlardı. Buna onun ruhunu yakm ak derlerdi.
36
Suretler yoluyla iş gören taklit büyijsü genellikle kötü kişiyi yeryüzünden a tm ak gibi haince bir amaçla yapılıyorsa, çok daha ender de olsa, başkalarına yardım etmek gibi iyi bir niyetle de kullanılır. Bir başka deyişle, doğum u kolaylaştırm ak ve kısır kadınlara çocuk edindirmek için de kullanılmıştır. Ö rn e ğin, Sum atrah Bataklar arasında, anne olmak isteyen bir kadm tah tadan bir çocuk sureti yapar ve bu arzusunun gerçekleşeceği inancıyla onu kucağında tutar. Babar tak ım adalarında , bir kadın çocuk istediğinde çok çocuklu bir ailenin babasını güneş tanrısı U pulero’ya kendisi için yalvarm ak üzere evine çağırır. Kırmızı pam uktan bir oyuncak bebek yapılır, kadm sanki onu emziriyormuş gibi kucağında tutar. D aha sonra çok çocuğu olan baba bir kümes hayvanı alır ve kadının başının üzerinde tu ta rak “ Ey Upulero, bu hayvan senin” der, “ sana yalvarıyorum, sana yakarıyorum bir çocuk düşür ellerime, dizlerime k o n su n .” Sonra döner kadına sorar: “ Çocuk geldi m i?” Kadın yanıt verir: “ Evet, süt emiyor şu a n d a .” Bundan sonra adam kümes hayvanını kocanın başına tu tar, buna benzer sözler m ırıldanır. Son olarak , hayvan kesilir ve bir m iktar yerli yemişle birlikte evin adak yerine bırakılır. Tören sona erince, kadının yatağa alındığı haberi dolaşır köyde, arkadaşları gelir ve onu kutlar. Burada bir çocuğun doğm uş olduğu yapmacığı, benzetme ya da taklit yoluyla, çocuğun gerçekten doğmasını sağlam ak için düzenlenmiş katkısız bir büyü törenidir; fakat dua ve ku rban yoluyla törenin etkisi artırılm aya çalışılır. Başka türlü söylersek, büyüye burada din karıştırılmış ve güçlendirilmiştir.
Çocuklar için o kadar değerli olan inandırm a ilkesi, başka halkları doğum taklidini evlat edinmenin bir şekli, hatta sözde ölmüş bir kişiyi diriltmenin bir yolu olarak kullanmaya itmiştir. D am arlarında bir damla bile sizin kanınızı taşımayan bir çocuğun, hatta koskoca, sakallı bir adam ın sizin çocuğunuz olduğunu ileri sürerseniz, o zam an, ilkel yasa ve felsefenin gözünde o
37
; z i
n f ®r ® i
# ‘
r fil
(i;®
I r '
B ir A m e r ik a n \e r l is iu iu "Savaş g< m iîcğ i"uden d e ta y , y a k la ş ık ı S ^ o . G ö m le ğ in (m k ıs m ın d a k i u ça n fig ü r le r m e rm ile r i te m sil e d iy o r ve sa h ih in e bu n la ra karşı k o r u n m a sağ lıyor; g ö m le k sa h ib i bu k o ru m a d a n ya ra r la n m a k için savaşa g id e rk e n o n u g iy m e k zo ru n d a değ ild i. G öm ıleğin ü zer in d e m e r m i d e lik le r i o lm a d ığ ın a g ö re sa h ib i şanslı sa yılm a lı.
çocuk ya da adam her bakım dan gerçekten sizin çocuğunuzdur artık. Örneğin D iodorus, Z eus’un kıskanç karısı H e ra ’yı Hercu- les’i evlat edinmeye ikna ettiğinde, tanrıçanın yatağa girdiğini ve koskoca kahram anı göğsüne bastırarak giysilerinin içine doğru ittiğini ve gerçek bir doğum taklidi yaparak onu yere düşürdüğünü anlatıyor bize. Tarihçi şunları da ekliyor: kendi zam anında barbarlar da evlat edinme işinde aynı şeyi uygularmış. Bunun, bugün Bulgaristan’da ve Bosnah Türkler arasında hâlâ geçerli olduğu söyleniyor. Bir kadın, evlat edinmek istediği bir çocuğu alır giysilerinin içine iter ya da çeker; bundan sonra o çocuğa gerçek oğlu diye bakılır ve kendisini evlat edinen ana b a banın bütün malının m ülkünün mirasçısı olur.
38
Duygusal büyü, avın bol olmasını sağlam ak için ilkel avcı ve balıkçılar ta ra fından a lm an önlemlerde de önemli bir rol oy nar. Benzer şeyler benzerini doğurur ilkesine uygun olarak, ulaşm ak istediği sonucun, kendisi ve arkadaşları ta rafından bilerek taklit edilmesiyle birçok şey yapılır; öte yandan, gerçekten felaket getirecek başka şeylere benzerlikler taşıdıkları için, birçok şeyden de titizlikle kaçınılır.
İngiliz Kolumbiyası Kızılderilileri denizlerinde ve nehirlerinde bol bulunan balıkla geçinirler. Balık, mevsiminde çıkmayınca, Kızılderililer de açsa, bir N oo tka büyücüsü yüzen bir balık tasviri yapar ve genellikle balığın geldiği yönde suya atar. Balığın çıkması için edilen bir duanın eşliğinde yapılan tören onların hemen görünmesine neden olacaktır. Torres Boğazları adalıları dugonları ve kaplum bağaları büyüleyip avlamak için dugon ve kaplum bağa modelleri yaparlar. Merkezi Celebes Toracaları aynı cinsten şeylerin içlerindeki hayati esir yoluyla birbirini çekeceğine inanırlar. Bu yüzden de, evlerine geyik ve yabandom uzu çene kemikleri asarlar, bu kemiklere hayat veren ruhların aynı cinsten canlı yaratıkları avcının av yolu üstüne çekeceğine inanırlar. Nias Adası’nda, bir dom uz kendisi için hazırlanmış olan çukura düşünce, hayvan çukurdan çıkarılır ve sırtı ağaçtan düşmüş dokuz yaprakla ovulur, dokuz yaprak nasıl ağaçtan düşmüşse dokuz dom uzun daha çukura düşeceğine inanılır.
Duygusal büyü sistemi yalnızca olum lu kura lla rdan oluşmaz; çok sayıda olumsuz kural, yani yasak da içerir. İnsanlara yalnızca ne yapılacağını değil neler yapılm am ası gerektiğini de söyler. O lum lu kurallar büyülerdir: olumsuz kurallarsa ta b u lardır. Aslında tab u öğretisinin tam am ı, ya da büyük bir bö lü mü, benzerlik ve dokunm a gibi iki büyük yasasıyla duygusal büyünün uygulam asından başka bir şey değilmiş gibi gö rü n mektedir.
Yani tabu şu ana kadar kılgısal büyünün olum suz bir uy
39
gulamasıdır. O lum lu büyü ya da büyücülük şöyle diyor: “ Şu ya da bu olabilsin diye şunu y ap .” O lum suz büyü ya da tabu şöyle diyor: “ Şu ya da bu olmasm diye şunu y ap m a .” O lum lu b ü yünün ya da büyücülüğün amacı arzulanan bir olayı m eydana getirmektir; olumsuz büyünün ya da tabunun amacı ise arzu edilmeyen bir o laydan sakınm aktır. Fakat her iki sonuç da, yani arzulanan ya da arzu lanm ayan şeyler, benzerlik ya da temas yasalarına uygun olarak ortaya çıkarılmalıdır.
F'ğer varsayılan kötü lük m utlaka bir tabunun bozulm asının sonucu olduysa, tabu bir tabu değil, bir ahlak ya da sağduyu kuralı olacaktı. “ Elini ateşe so k m a” dem ek bir tabu değildir; bir sağduyu kuralıdır, çünkü yasaklanan eylem, hayali değil gerçek bir kötülüğü gerektirir. Kısaca, bizim tabu dediğimiz bu olumsuz kurallar, büyücülük dediğimiz olumlu kurallar k a dar boşuna ve yararsızdır. Bu iki şey büyük bir feci yanlışın, yanlış anlaşılmış bir fikir birliği kavram ının zıt yanlarından ya da kutup larından başka bir şey değildir. Büyücülük bu yanlışın olumlu, tabu ise olumsuz ku tbudur. H em kuram sal hem de kılgısal, hatalı sistemin tüm üne büyü genel adını verirsek, tabu, kılgısal büyünün olumsuz yanı o larak tanımlanabilir . Bunu tab lo şekline sokarsak:
Bü y ü
K u r a m s a l(Bir sa h te bil im
o l a r a k büyü)
Kılgısal
(Bir sa h te s a n a t
o la ra k büvü)
O l u m l u b ü y ü ya da B ü yü c ü lü k
O l u m s u z bü yü
va da T a b u
40
K u ze y b a tı A la s k a ’da n I n u i t (E sk im o ) h a lk ın a a it fi ld iş i b ir k e n e t. S e k iz ba lina a vcısın ı a la ca k b ir te k n e n in p ru va s ın a , z ıp k ın ı y e r in d e tu tm a k iç in bağ lan ırd ı. A v d a şans g e tirsin d iy e ü ze r in e b ü y ü lü b ir ha lına ta sviri o y u lm u ş . İn san lık M ü zesi, L o n d ra .
T abu ve onun büyüyle ilişkileri üzerine bu sözleri ediyorum, çünkü b irazdan avcılar, balıkçılar ve başkalarınca yerine getirilen bazı tabu örnekleri vereceğim; bunlarm , bu genel kuram ın uygulam asından başka bir şey olm adık larından duygusal büyü başlığı altına girdiklerini göstermek istiyorum. Örneğin, Eskimo- 1ar arasında oğlan çocukların p a r maklarıyla sicim oyunu oynaması yasaktır, çünkü eğer bunu yaparla rsa ileri yaşlarda parm akları zıpkını sallarken ipe takılabilir. Burada ta bu açıkça büyünün bir temeli olan benzerlik yasasının bir uygulamasıdır: çocuğun parm akları sicim oyununda ipe nasıl takılıyorsa, bir erkek olduğunda balina avlarken zıpkın ipine de öyle tak ılacaktır. Yine, K arpat D ağ lan ’ndaki H uzullar arasında, bir avcının karısı, kocası yemek yerken yün eğiremez, yoksa av k irmen gibi dönecek ve kıvrılacak, avcı da onu vuram ayacaktır. Burada da tabu açıkça benzerlik yasasından türemiştir.
Yabanılların hiç bozmadığı tabu lar arasında en çok sayıda ve önemli olanları bazı yiyeceklerin yenmesi konusundak i yasaklardır; bu yasak lam alardan birçoğunun gözle görü lür biçimde benzerlik yasasından türediği ve dolayısıyla olum suz b ü yü oldukları gösterilebilir. Yabanılın birçok hayvanı ya da bitkiyi, kendisine bağışlanacağına inandığı bazı iyi nitelikleri edinmek için yiyişi gibi, kendisine bulaşabileceğine inandığı istenmeyen bazı nitelikleri edinmesin diye başka birçok hayvanı ya da bitkiyi de yemekten kaçınır. Bunları yemekle olum lu b ü yü, on la rdan sakınm akla da olumsuz büyü yapmış olur. D aha
41
A y ı tırn a ğ ı a fsu n u . C ro w savaşç ısı hu n işan ı te p e s in d e k i k a k ü le bağ lı o larak
taşırd ı. B o y a n m ış y ü z ve b ed en , b ir de b ü y ü şark ıs ı, d o ğ a ü s tü “k u ts a l bir
y a rd ım c ı" n ın y a k ın d a b u lu n d u ğ u n u gö s ter ird i. P la in s In d ia n M u seu m .
C o d y , W y o m in g .
İleride hu tür ohım lu büyü örnekleri göreceğiz; burada ise bu tür birkaç olumsuz büyü ya da tabu örneği vereceğim. Ö rneğ in , M a d a g a s k a r ’da askerlerin, büyülü benzerlik ilkesine göre, bir kısmı yiyecek maddesinin yapısında bulunduğu varsayılan bazı tehlikeli ya da istenmeyen özellikler kendilerine bulaşmasın diye bazı yiyecekleri yemesi yasaktır. Örneğin, kirpi eti yiyemezler, “çünkü bu hayvanın, ko rk tuğunda kıvrılıp bir top haline dönüşm e eğiliminden dolayı, onu yiyenlere böyle korkakça bir b ü zülme özelliği vereceğinden k o rk u lu r .” Yine, hiçbir asker, öküzün dizi
ni yememelidir, yoksa dizleri öküzünki gibi zayıflar ve yürüyemez. Dahası, savaşçılar, dövüşürken ölen bir horozu ya da mızrakla ö ldürülm üş herhangi bir hayvanı yemekten sakınmalıdır; ayrıca kendisi savaştayken hangi nedenle olursa olsun evinde erkek hayvan öldürülemez. Ç ünkü açıkça anlaşılabileceği gibi, dövüşürken ölen bir horozu yediğinde kendisi de savaş a lan ında öldürülebilir; m ızraklanmış bir hayvanı yediğinde kendisi de mızraklanabilir; kendi yokluğunda evinde erkek bir hayvan öldürülürse, kendisi de aynı şekilde, belki de aynı anda ö ldürü lebilir. Bir başka örnek de M adagaskarlI askerlerin böbrek yemekten sakınması gerektiğidir, çünkü M adagaskar dilinde böbrek sözcüğü “ m erm i” sözcüğüyle aynıdır, eğer böbrek yerse m u h ak k ak mermi ile vurulacaktır.
O kur, biraz önce verdiğimiz tabu örneklerinde büyü etkisinin oldukça uzak mesafelerde iş gördüğünü gözlemlemiş o lacaktır; örneğin K arabacak Kızılderihleri arasında kartal avcısı-
42
■ '-'V.' ■«'i' ■ ■■
H a y va n ruh ları K u ze y A m e r ik a m ito lo jis in in asıl b ö lü m ü n ü o lu ş tu ru r . S a n ta C la ra ’d a bu da n sç ıla r ka r ta lın h a re k e tin i ta k li t ed iyor.
nın karıları ve çocuklarının, uzak yerdeki kocanın ya da b a b a nın karta lla r ta rafından yaralanm am ası için, onun yokluğunda biz kullanm aları yasaklanır; yine M adagaskarlI bir asker savaştayken, evinde hiçbir erkek hayvan kesilmez, çünkü hayvanın öldürülmesi onun da öldürülmesi sonucunu doğurabilir.
Duygusal büyü etkisinin uzaktaki kişiler ya da şeyler ta ra fından başkaları üzerinde kullanılabileceği inancı, büyünün özüdür. Bilim, uzak bir mesafedeyken etki olasılığı konusunda kuşkular ileri sürmesine karşın, büyüde böyle bir kuşkunun izi yoktur; telepatiye inanç onun başta gelen ilkelerinden biridir. Z ihin zihne uzaktan etkinin çağdaş bir savunucusu, bir yabanı-
43
İl inandırm ada güçlük çekmeyecektir; yabanıl buna uzun zam an önce inanm aktaydı, dahası,
uygarlaşmış kardeşinin kendi inancında yapamadığı kadar mantıksal bir bağlılıkla kendi inancına uygun davranıyordu eylemlerinde. Ç ünkü yabanıl büyüsel törenlerin uzaktaki kişi ve şeyleri etkilediğine inanm akla ka lmayıp, günlük yaşamın en basit eylemlerinin de bunu yapabileceğine inanmıştır. D o layısıyla, önemli du rum larda uzaktaki dost
ların ve akraba ların davranışı çoğu kez az ya da çok ayrıntılı kural kalıplarıyla düzenlenir, bunların herhangi bir tarafça savsaklanm asının uzaktaki kişiye talihsizlikler ha tta ölüm
getireceği varsayılır. Özellikle de bir kısım erkek avda ya da savaştaysa, o n u n evde kalm ış a k rab a la r ın ın , uzaktaki avcıların ya da savaşçıların güvenliğini ve başarısını sağlama almak için, bazı şeyler yapm aları ya da bazı şeylerden kaçınmaları beklenir.
Saravak’lı yerli kabilelerden birçoğu, kocaları o rm anda kâfuru ararken karıları kendilerini aldatırsa, erkeklerin bulduğu kâfurunun ellerinde buharlaşacağına kesin o larak inanırlar. Karıları kendilerine sadık değilse, k o calar bunu ağaçtaki bazı düğümlerden anlayabilir; eski zam anlarda birçok kadının kıskanç kocaları tarafından öldürülmeleri için bundan daha iyi kanıt olmadığı söyleniyor. Ayrıca, kad ınlar, kocaları uzakta kâfuru toplam aktayken tarağa el süremezler; çünkü bunu yaparlarsa, ağacın lifleri arasındaki boşluklar değerli kristallerle dolu olacağı yerde, tarağın dişleri arasında aralıklar gibi boş olacaktır.
(.jünnişîc’fi ya p ılm a b ir h ık a m ıs ır h cyke lc ig i, 1 4 ^ 0-1 ) j z . Peru . D in i
fe s tiva llerd e , m ıs ırd a n y a p ıla n k u tsa l hıra iç ilird i. C o n q u iiitiid o r 'la rd a n
s a k la m a k için m ağara lara ¡’iz len m iş ve h ir d a h a h u lıın m a m ış g ü m ü ş te n ve
a ltın d a n y a p ılm a m e yv e , ağaç ve b itk ile r i de içeriyor o lm a s ı g erek en
sö y len cese l in k a h â z in e s in in e n d er h ır ö rn eğ id ir hu . \ i u s e u n i \ ö r
V o lk e rle u n d e , B erlin .
44
Bir kişinin eylemi ya da d u rum u ile bir bitkiyi büyüleyebileceği düşüncesi bir \ l a l a y ka- dm m m sözlerinde açıkça o r ta ya ç ıkm ak tad ır . Pirinci biçerken vücudunun üst kısmını neden çırılçıplak soyduğu so ru lduğunda , bunu , kalın kabuk lu pirinci döverken yoru lduğu için dış kabuğu inceltmek amacıyla yaptığı yanıtını vermiştir. A çıkça, ne k ada r az giysi giyerse p irincin üzerindeki k ab u ğ u n o kad a r ince olacağını d ü şü n ü yordu.
Çoğu kez hayvanların insana yararlı olabilecek nitelik ya da özelliklere sahip olduğu d ü şünü lü r ; tak li t büyüsüyle bu özelliklerin çeşitli yollardan insanlara geçirilmesine çalışılır. Örneğin bazı Bechuanalar bir tılsım olarak üzerlerinde bir dağ gelinciği taşırlardı, çünkü çok hayat dolu olan bu gelinciğin kendilerini zor ö ldürü lür kılacağına inanırlardı.
Yine, kendi kıvır kıvır siyah saçları arasına fare tüylerinden bukleler saran bir Güney Afrikalı savaşçının, çevik farenin kendisine atılan şeylerden kolayca sakınabildiği gibi, düşm anının mızrağından korunm a şansının daha fazla olacağı kolayca anlaşılır bir şeyciir; bundan dolayı bu bölgelerde bir savaş beklentisi o lduğunda fare tüyüne talep artar.
Bitkiler ve hayvanlar kadar cansız şeyler de, kendi içsel d o ğalarına ve büyücünün, durum a göre, iyilik ya da kötülük akı-
U idktıU i a k h e tk ile m e y e d a ir h ır y irm in c i y i'n y ıl im gesi: W il l i jm H o p e 'ı ın h a fin in (e v re s in d e p a r la ya n ç ık ın tıla r şe k lin d e va rsay ılan ru h sa l o laylar. F o to ğ ra f , 1923 , L o n d ra .
45
mini açma ya da engelleme m ahare tine göre çevrelerine kutsam a ya da zehir yayabilir.
Bir taş üzerine yemin etme ortak âdeti kısmen taşın gücünün ve daya- nıkhlığının bir yemine sağlamlık vereceği inancına dayandırılabilir. Ö r neğin, eski D anim arkalI tarihçi Saxo G ram m aticus, “ eskiler, bir kral seçecekleri zam an, yaptıkları iş, taşların sağlamlığı kadar kalıcı olsun diye yere dikilmiş taşlar üzerine çıkıp oylarını açık larlard ı” diyor.
Fakat, ağırlık ve sağlamlık gibi o rtak özellikleri nedeniyle bütün taşlarda genel bir büyü etkisi olduğu varsayılabilirse de, belli taşlara ya da
taş türlerine, bireysel ya da belirgin şekil ve renk niteliklerine uygun özel büyüsel güçler atfedilir. Örneğin, Peru Kızılderilileri mısır üretimini, başkaları patates üretimini, daha başkaları da sığır sayısını a r tırm ak için bazı taşları kullanırdı. Mısır ü retimini a rtırm ak için kullanılan taşlar mısır koçanı şekline sokulur, sığır sayısını artırm ak amacıyla kullanılan taşlarsa koyun şeklinde olurdu.
Eskiler değerli taşların büyü özelliklerine um ut bağlardı. Şarap rengi ametist, “ ay ık” an lam ına gelen adını, onu takan kişiyi aklı başında tu ttuğu varsayım ından almıştır; birlik içinde yaşam ak isteyen iki erkek kardeşe yanlarında m ıknatıs taşım aları salık verilirdi, böylece mıknatıs ikiHyi birlikte tu ta rak b o zuşmalarını önlerdi.
Benzer şeyler kendi benzerlerini üretir ilkesinin bir başka uygulaması, bir Çin inancında görülür: bu inanca göre, bir ka-
R tıh , N i je r y a ’da Y o ru h a ka h ile s in ce k u t la n jn O g e n F es tu 'a li'n d e b ir ra h ib in
b e d en in e g iriyor.
46
sahanın biçimi, onun yazgısmı derinden etkiler; bu yazgı, kasabanın şeklinin en çok benzediği şeyin yazgısına göre değişir. Örneğin, dış hatları sazan balığına benzeyen Tsuen-cheu-fu k a sabası çok eskiden, şekli bir balık ağına benzeyen komşu Yung- chun kasabasının baskınlarına uğrardı sık sık. Bu kasabada yaşayanlar sonunda çareyi kasabanın ortasına iki yüksek pagoda inşa etmekte buldular. Tsuen-cheu-fu kentinin ortasında hâlâ duran bu iki pagoda o zam andan beri, hayali ağın, hayali sazan balığının üzerine inip onu ağına takm asını önleyerek kentin kaderini mutlu bir biçimde etkilemektedir.
Kırk yıl kadar önce, Şanghayh akıllı insanlar yerel bir ayaklanm anın nedenlerini anlam ak için büyük çaba harcadı. Dikkatli bir so ruştu rm adan sonra anladılar ki, ayaklanm alar yeni yapılmış büyük bir tapm ağın şeklinden dolayı oluyordu; tapınak, ne yazık ki kaplum bağa şeklinde yapılmıştı; k ap lum bağa ise çok kötü karakterde bir hayvandı. D urum çok ciddi, tehlike çok yakındı; çünkü tapınağı yıkm ak dine aykırı bir davranış o lurdu, onu o rada öylece bırakm aksa benzeri ya da daha kötü felaketlere davetiye çıkarırdı. Ama, yerel remil hocaları işe el koydular, bu güçlüğü aşarak tehlikeyi önlediler. K ap lum bağanın iki gözünü temsil eden iki kuyuyu do ldurarak bu k ö tü şöhretli hayvanı kör edip bundan sonra kö tü lük yapam az durum a getirdiler onu.
47
T a tlı su la rınk o ru y u c u sutanrıçaC h a lch iu t-lic u e ’n iny a k la ş ık 6 0to n lu k d evb ir T o lte kh eyke li.U lusalA n tro p o lo jiM ü zesi,M ex ic o C ity .
Üçüncü Bölüm
H a v a K o ş u l l a r i ■ • • • • • • B u y u s u
Dinsel ve büyüsel o lm ak üzere iki tip insan-tanrı vardır. İlkinde, insandan farklı ve ondan üstün bir varlığın, kısa ya da uzun bir süreyle, bir insan bedeninde canlandığı varsayılır; bu tanrı, m ekân tu tm aya gönül indirdiği etten barınak aracılığıyla gösterdiği mucizeler ve bildirdiği kehanetlerle insanüstü gücünü ve bilgisini ortaya koyar. Buna daha uygun bir biçimde, esinlenmiş ya da cisimleşmiş tipten insan-tanrı da denilebilir. Bu tanrı tipinde, insan bedeni, ilahi ve ölüm süz bir ruhla dolu to p rak tan yapılmış kırılgan bir kaptır yalnızca. Öte yandan, büyüsel tipten insan-tanrı, hemcinslerinden çoğunun az m ik ta rda kendilerinde de bu lunduğunu ileri sürdükleri olağanüstü güçlere sahip bir insandan başka bir şey değildir; çünkü yaban top lum da büyüye bulaşm amış bir kişi bile bulm ak çok zordur. Böylece, ilk ya da esinlenmiş tü rden bir insan-tanrı, kutsallığını, göksel parlaklığını to p rak tan yapılmış bir kalıbın donuk maskesi arkasına gizlemeye gönül indirmiş bir tanrıdan alırken, ikinci tipten insan-tanrı o lağanüstü güçlerini doğayla a ra smdaki belli bir fiziksel duygudaşlık tan alır. Yalnız, kutsal bir ruhun kabı değildir. O nun bütün varlığı, bedeni ve ruhu , d ü n yanın uyum una öylesine duyarh bir şekilde ayarlanm ıştır ki, elinin bir dokunuşuyla ya da başını bir çevirişiyle şeylerin ev-
böigesindekı rensel çerçevesini sarsan bir titreyiş gönderebilir; buna karşılık,sö zd e B îh 'üc ii ı ı • • ı ı ı ı • ıPıram!ciı,\\is onuıı kutsal organizması çevrenin, sıradan ölümlülerin bütü- Mtmumdan etkisiz kalabileceği en ufak değişikliklerine derinden du-Maya yarlıdır. Fakat bu iki tip insan-tanrı arasına çektiğimiz çizgi,öne çıkar. kuram sal o larak ne kadar kesin olursa olsun, uygulam ada ke-
51
Yticatan Y arım adası 'uda U x m a l M aya
4 Y-l " sinlikle tan ım lanam az; bundan sonra bunun fazla üzerinde durm ayacağım .
U ygulam ada, büyü sanatı hem f M bireylerin hem de bü tün topluluğun
yararına kullanılabilir; bu iki şeyden birine ya da ötekine yöneltilişine göre özel ya da kam usal büyü diye a d landırılabilir. Dahası, kam u büyücü- sü öyle etkin bir k onum dad ır ki, akıllı ve yetenekli biriyse, adım adım bir şef ya da kral ka tm a ilerleyebilir. Ör-
B trleşık D e v le tle r in k u ze y b a tı ncğin bir kam usal büyünün incelen-s a h ilin d en K ıv a k iu tle k a b ile s in in işi ■ - i t ı 1 1 1 1 1 1
o ld u ğ u d ü ş ü n ü le n , ta h ta d a n o y m a b ir mesı ilk krallıkların anlaşılm asına D e n ız A n a s ı f ig ü r ü n d e n d e ta y . yardımcı olur, çünkü yabanıl ve ba r
bar top lum larda birçok reisin ve kra- Im yetkelerini büyük ölçüde büyücülük güçlerinden aldığı gö rülmektedir.
Büyünün güven altına almak için kullanılabileceği kam u hizmeti konusuna giren şeyler arasında en başta geleni, yeterli m ik tarda yiyecek kaynağıdır. Gıda sağlayıcıların tüm ü -avcılar, balıkçılar, çiftçiler- uğraşlarını yaparken büyüsel uygulamalara başvururlar; fakat bunu bütün insanların çıkarına hareket eden bir kam u görevlisi o lm ak tan çok kendilerinin ve ailelerinin yararı için özel bireyler o larak yaparlar. Törenler avcılar, balıkçılar, çiftçiler ta rafından değil, onlar adına meslekten büyücüler ta ra fından yapıldığında du rum değişir. Tekdüzeliğin kural olduğu, top luluğun çeşitli çalışan sınıflara ayrıhşm m henüz başlamadığı ilkel top lum da, her insan az ya da çok kendi kendinin büyücüsüdür; kendi iyiliği ya da düşm ana zarar vermek için b ü yüler ve sihirler yapar. Fakat özel bir büyücü sınıfı oluşunca, bir başka deyişle, has tah k lan iyileştirmek, geleceği kestirmek, hava koşullarını düzenlemek ya da başka herhangi bir genel ya-
52
' i l
m
la p tıııya , O k in a v a A d a s ı 'n d a D e n i; Vestıva iı k u tla m a s ı.
M
rar amacına yönelik ustalıklarından bü tün topluluğu yararlan dırm ak gibi açık bir amaçla birtakım insanlar ayrılınca, ileriye doğru büyük bir adım atılmış oldu. Bu uygulamacıların am açlarım gerçekleştirmede kullandıkları araçların güçsüzlüğü bu kurum un gözümüzdeki önemini küçültmemelidir. Burada, en azından yabanıllığın yüksek aşam alarında, geçimlerini çok zor çabalarla kazanm a gereğinden kurtarılıp, doğanın gizli yollarını keşfetmek için araştırm alar yapm alarına izin verilmiş, hayır, um ut bağlanmış ve cesaretlendirilmiş bir yığın insandır söz k o nusu olan. Hemcinslerinden daha çok şey bilmek, doğayla çetin savaşmda insana yardım edebilecek, onun acılarını hafifletebilecek ve öm rünü uzatabilecek her şeyi öğrenmek, hem görevi hem de çıkarınaydı büyücünün. İlaçların ve madenlerin özel-
53
t l o n g K o n g 'd a , su tan r ıla r ın ı y a tış tırm a k için y a p ıla n y ıllık E jd erh a T e k n e ya rış ın d a g ö r k e m li h ır e jderha başı p ru va sı.
likleri, yağm urun ve kuraklığm, gök gürültüsünün ve şimşeğin nedenleri, mevsimlerin değişimleri, aym evreleri, güneşin günlük ve yıllık yolculuğu, yıldızların hareketi, yaşamın gizleri ve ö lüm ün gizleri, bü tün bunlar bu ilk filozofların merakını uyandırmış ve onları, kendilerinden, büyük doğa olaylarını yalnızca anlamalarını değil aynı zam anda insanın yararına düzenlemelerini bekleyen müşterilerinin ısrarlı istekleriyle en basit biçimiyle dikkatlerine sunulmuş sorunlara çözüm bulm aya itmiştir. O nların ilk atışlarının hedefin çok uzağına düşmesi kaçınılm azdı. H ak ika te yavaş, sonu gelmeyen yaklaşım, varsayımlar üre tmek ve denemek, o gün olgulara uyar görünenleri kabul edip ötekileri reddetmekten ibarettir. Yabanıl büyücünün benimse-
54
diği doğal nedensellik görüşleri bugün bize hiç kuşkusuz açıkça yanlış ve saçma görünür; ama onların zam anında, deneyim testini geçememiş olsa bile, geçerli varsayımlardı bunlar. Alay ve ayıplama, bu kaba kuram ları bulmuş olanlara değil, daha iyileri ortaya konduk tan sonra hâlâ bunlara inatla satılanlara layık görülmelidir. Elbette, hiç kimse hakikati aram aya bu yabanıl büyücülerden daha fazla itilmiş olmazdı. En azından bir bilgi gösterisi m u d ak a gerekliydi; ortaya çıkarılacak bir tek hata o n ların yaşamına mal olabilirdi. Bu da hiç kuşkusuz onları, cehaletlerini gizlemek amacıyla sahteciliğe götürm üştür; fakat aynı zam anda onlara sahte bilginin yerine gerçeğini koymaları için çok güçlü bir neden sağlamıştır, çünkü bir şey biliyor gö rü n ü yorsanız, yapılacak en iyi şey onu gerçekten bilmektir. Böylece, büyücülerin abartılı savlarını reddetmede, insanlığa oynadık ları oyunları suçlam ada ne denli haklı olursak olalım, bu sınıftan insanların o luşturduğu bu ilk kurum , bütünüyle alındığında, insanlığa sayısız şeyler kazandırmıştır. O nlar, yalnızca hekimlerin ve cerrahların değil aynı zam anda doğa biliminin her dalındaki araştırmacıların ve kâşiflerin atalarıydı. O zam andan beri ard ıllarının yüzyıllar boyunca parlak ve yararlı sonuçlara ulaştırdıkları çalışmaları onlar başlatmışlardı; başlangıç zavallı ve zayıf idiyse, bu insanların doğal ehliyetsizliklerine ve kasıtlı sahteciliklerine değil, bilgi yolunu kuşatmış olan kaçınılmaz güçlüklere verilmelidir bu.
K am u büyücüsünün kabilenin iyiliği için yapm aya soyunduğu şeylerin en önemlilerinden biri, hava koşullarını denetlemek, özellikle de yeterli yağm ur yağmasını sağlamaktır. Su yaşamın temelidir, birçok ülkede suyun elde edilmesi sağanaklara bağlıdır. Y ağm ur olmazsa bitkiler kurur, hayvanlar ve insanlar zayıf düşer ve ölür. Dolayısıyla, yabanıl toplu luklarda yağm urcu çok önemli bir kişidir; çoğunlukla, tanrısal su kay nağını düzene koym ak amacıyla özel bir büyücü sınıfı vardır.
55
üzerlerine düşen bu görevleri yerine getirmeye çalışırken uyguladıkları yöntemler, her zam an olmasa bile, taklit büyüsü ilkesine dayanır. Yağm ur yağdırm ak istiyorlarsa, su serperek ya da bulutlara öykünerek yağm ur taklidi yaparlar: amaçları yağm uru d u rdu rm ak ve kuraklık yaratm aksa, sudan uzak dururlar, fazla nemi kuru tm ak için sıcağa ve ateşe başvururlar. Bu tü r girişimler, kültürlü okurların da hayal edebileceği gibi, acımasız güneşin kızgın ışınlarını aylarca hiç ara vermeden masmavi, bulutsuz bir gökyüzünden, sıcaktan kavrulm uş, çatlamış yeryüzüne gönderdiği O rta Avustralya, doğu ve güney A frika’nın bazı bölgeleri gibi çok sıcak ve rutubetli alanların çıplak sakinleriyle sınırlandırılamazdı elbet. A vrupa’nın nemli ikliminde yaşayan görünüşte uygarlaşmış halkı arasında geçerlidir ya da geçerliydi. Şimdi bunları hem kam usal hem de özel büyülerden alınmış örneklerle göstereceğim.
Örneğin, Rusya’da, D orpa t yakınında bir köyde yağm ura çok gereksinim olduğunda üç adam eski kutsal bir korudaki kö knar ağaçlarına tırmanırdı. Bunlardan biri gök gürültüsü takhdi yapm ak için bir tencereye ya da küçük bir varile bir çekiçle vururdu; İkincisiyse şimşek taklidi yapm ak için yanar iki çam dalını birbirine vurur, kıvılcımlar çıkarırdı; “ yağm urcu” denilen üçüncüsüyse bir demet ince dalla bir kovadan su ser- perdi etrafa. Ploska köyü kadınları ve kızları, kuraklığa bir son vermek ve yağm ur yağdırm ak için, geceleyin çıplak o larak k ö yün sınırlarına gitmeyi ve o rada yere su dökmeyi alışkanlık h a line getirmiştir. Yeni G ine’nin batısında büyük bir ada olan H alm ahera , ya da G ilo lo’da, bir büyücü özel bir ağacın dalını suya dald ırarak ve dalda birikmiş su damlacıklarını yere serperek yağm ur yağdırır. Yeni Britanya’da yağm urcu, kırmızı ve yeşil çizgili bir sarmaşığın yapraklarım bir muz yaprağına sarar, suyla ıslatır ve toprağa gömer; sonra ağzıyla yağm ur şıpırtısı gibi sesler çıkarır. Kuzey Amerika O m aha Kızılderilileri
56
N ije ry a 'd a , Y a ğ m a Y a ğ m u r D a n sı y a p a n b ir e rkek .
arasında, ürün yagm ursuzluktan sararm aktayken , kutsal Bizon Cemiyeti’nin üyeleri büyükçe bir kabı suyla do lduru r ve çevresinde dans ederek dört kez döner. Üyelerden biri ağzına biraz su alır ve havaya püskürtür, böylece ince bir pus ya da yağm ur çisentisi taklidi yapar. D aha sonra kabı devirerek suyu yere d ö ker; bunun üzerine kendilerini yere atar, suyu içerler, yüzleri çam ura bulanır. Son olarak, havaya su fışkırtarak ince bir pus tabakası o luştururlar. Bu, ü rünü kurtarır. Bahar zam anı. K uzey Amerikalı Natchezler büyücülerden ürünleri için uygun h a va koşulu satın a lm ak üzere bir araya gelirlerdi. Eğer yağm ur isteniyorsa, büyücüler perhize girer ve içi su dolu pipoları ağızlarında dans ederlerdi. Pipoları, sulam a kovasının bo rusunun ucu gibi delikli olur, yağm urcu suyu bu deliklerden bulutların gökyüzünde en yoğun o larak toplandığı tarafa üflerdi. Eakat
57
iyi hava koşulları isteniyorsa, kulijbesinin çatısına çıkar ve ko llarını açıp bü tün gücüyle üfleyerek bulutlara geç-git işareti yapardı. Y ağm urlar mevsiminde yağmazsa, O rta Angoniland ha lkı yağm ur-tapınağı denen yere çekilirdi. Burada otları temizlerler, başkan bir top rak kaba bira koyar ve yere gömerdi. Bu işi yaparken de “ Efendi C hauta , bize karşı kalbini katılaştırdın, ne yapmamızı istersin? Mahvolacağız. Ç ocuklarına yağm ur gönder, işte biz de bira veriyoruz sa n a ” diye konuşurdu . Daha sonra kalan birayı paylaşırlar, ha tta çocuklara bile birer yu dum ta ttırırlar. Bundan sonra ağaçlardan dal koparıp yağm ur için dans eder ve şarkı söylerler. Köye döndüklerinde yaşlı bir kadın ın kapının girişine koyduğu bir kova su bulurlar; ellerindeki dalları bu suya daldırarak, yukarı doğru sallarlar ve suyu dam lalar halinde çevreye dağıtırlar. Artık yüklü bulutların içinde yağm urun gelmesi kesindir. Bu uygulam alarda dinle büyünün bir karışımını görüyoruz; çünkü su dam lalarını dal aracılığıyla saçmak katıksız bir büyü töreni iken, yağm ur duası ve bira sunusu katıksız dinsel törenlerdir. Kuzey A vustralya’nın M ara kabilesinde yağm urcu bir su birikintisine gider ve suya büyü şarkısını söyler. Sonra biraz su alır ellerine, içer ve çeşitli yönlere püskürtür. D aha sonra kendi üzerine su döker, bu suyu etrafına silkeler ve sessizce kam pa döner. Bunun ard ından yağm urun yağması gerekir.
Arap tarihçisi M akrizi, H a d ra m u t’ta A lqam ar adlı bir gö çerler kabilesinin başvurduğu bir yağm ur du rdu rm a yöntemi anlatıyor. A lqam arlar, çöldeki bir ağaçtan bir dal kesip bunu ateşin üzerine koyuyorlar, daha sonra da tu tuşan dalın üzerine su serpiyorlardı. Bundan sonra, alevli dalın üzerine düşen su uçunca yağm urun şiddeti de azalmış oluyordu. M a n ip u r ’da, doğudaki bazı Angamilerin de buna benzer bir töreni, bu kez tersi bir am açla, yani yağm ur yağdırm ak için yaptığı söyleniyor. Köyün başkanı yanık lardan ölmüş bir adam ın mezarı üze-
58
N ije ry a 'd a Y o ru b a k a b ile s in in ik iz tb e ji fig ü r le r i (y irm in c i y ü z y ı l ta h ta ko lye le r ). İk iz le rd e n b ir i ö ld ü ğ ü n d e b ilic i b ö y le fig ü r le r o y u lm a s ın ı em red erd i; b u n la r ö lm ü ş ço cu ğ u n g ü ç lü r u h u n u y a tış tırm a k iç in beslen ir , ba k ılırd ı. P. G o ld m a n K o lek siy o n u , L o n d ra .
rine yanar bir dal koyar, yanan dalı suyla söndürürken bir y an dan da yağm ur yağsm diye dua eder. Burada, bir yağm ur ta k lidi olan ateşi suyla söndürm e ölü adam m etkisiyle güçlendiril- mektedir; yanarak ölmüş olan adam , kavrulm uş bedenini serinletmek ve acılarmı hafifletmek için yağm urun yagmasmı isteyecektir doğallıkla.
A raplardan başka halklar da yağm uru durdurm a yolu o larak ateşi kullanmıştır. Örneğin Yeni Britanya Sulkalan kızgm ateşte taşlan ısıtır ve dışarı, yağm ura bırakır, ya da kızgın külleri havaya savurur. Y ağm urun az sonra duracağını düşünürler, çünkü kızgın taşlarla ya da küllerle yanm ak istemez yağmur. Telugular elinde yanan bir odun parçası taşıyan çıplak, küçük bir kızı elindeki ateşi yağm ura göstermesi için dışarı yollarlar. Bunun yağm uru durduracağı varsayılır. N ew South Wales, Port Stevens’da büyücü hekim yağm uru havaya yanar sopalar a tarak ve bir yandan da püfleyerek, bağırarak kovardı. Kuzey Avustralya’da Anula kabilesinden herhangi bir kişi yeşil bir dah ateşte ısıtarak ve onunla rüzgârı döverek yağm uru durdurabilir.
59
Şiddetli kuraklık günlerinde O rta AvustralyalI Dieriler, memleketin kötü d u rum undan ve kendilerinin nerdeyse açlıktan ölmek üzere o lduklarından yüksek sesle yakınarak , M ura- m ura dedikleri uzak atalarının ruhlarını yağm ur yağdırm ak için onlara güç vermeye çağırırlar. Ç ünkü bulutların , kendilerinin ya da komşu kabile üyelerinin yaptığı törenlerle, M ura- m uraların etkisiyle yağdırabilecekleri yağm uru içlerinde oluştu ran bedenler o lduğuna inanırlar. Bulutlardan yağm ur indirmeleri şöyledir: Üç buçuk metre uzunluğunda, iki buçuk-üç metre cninde bir çukur kazarlar, bu çukurun üzerine kü tük le rden ve dallardan konik bir kulübe yaparlar. M ura-m ura la rdan özel esin aldığı varsayılan iki büyücünün kollarına yaşlı ve sözü geçer bir adam keskin çakm ak taşlarıyla kesikler açar ve k a natır; dirsekten aşağı ko llarından akan kan, kulübenin içinde sıkış tıkış diz çökm üş o tu ran kabilenin öteki üyeleri üzerine akıtılır. Aynı zam anda, kanayan iki adam çevreye avuç avuç kuş tüyü saçar, bun la rdan bir kısmı arkadaşların ın kan lekeli bedenlerine yapışır, gerisiyse havada uçuşur. Kanın yağm uru, tüylerinse bulutları temsil ettiği düşünülür. Tören sırasında k u lübenin ortasına iki büyük taş konur; bunlar bulutları top la m ak ve yağm uru öncelemek içindir. D aha sonra kolları k an a m akta olan büyücüler bu iki taşı yirmi-yirmi beş kilometre uzağa taşır ve en yüksek ağacın olabildiğince yükseğine yerleştirir. Bu arada öteki adam lar alçıtaşı toplayıp un gibi öğütür ve bir su çukuruna atarlar. M ura-m ura la r bunu görüp bulutları derhal gökyüzünde toplarlar. Son olarak, yaşhsı-genci kulübenin çevresini sarar, yere çömelerek bir sürü koç gibi tos vururlar ona. Böylece zorlayarak kulübenin irinden öbür tarafına çıkarlar ve kulübe yıkılmcaya kadar aynı hareketi tekrarlarlar. Bunu yaparken ellerini ya da kollarını kullanm aları yasaktır; fakat sadece iri kütükler kaldığında bunları kollarıyla çekmelerine izin verilir. “ Kulübenin onların başlarıyla parçalanm ası bu-
60
lu tlarm yırtılmasını simgeler; kulübenin çökmesiyse yağm urun d ü şüşünü .” Apaçık bellidir ki, bulutları temsil eden iki taşın ağaçların tepesine yerleştirilmesi gökyüzündeki gerçek bu lu tları oraya çekmenin bir yoludur. Dieriler sünnetlerde erkek çocuklardan alınan sünnet derilerinin yağm ur yağdırm ada büyük güce sahip olduğuna da inanırlar. Dolayısıyla, kabilenin Y üksek D anışm a K urulu elinde her zam an kullanım a hazır bir m ik ta r sünnet derisi stoku bu lundurur. Bunlar, yaban köpeği ve yılan yağı içinde tüylere sarılı o larak dikkatle saklanır. Kadınlar böyle bir paketin açılışım asla göremezler. T ören bittikten sonra, sünnet derisi artık özelliği kalmadığı için göm ülür. Y ağm urlar yağdıktan sonra kabileden bazıları daim a bir ameliyata alınır, göğüs ve kol derileri keskin bir çakm ak taşıyla kesilir. Y ara kan akışını a r tırm ak için düz bir sopayla açık tu tu lur, içine aşıboyası sürülür. Böylece yaralar büyütülm üş olur. Yerliler bu uygulam anın, yağm ura sevindiklerini gösterdiğini, yağm urla yaralar arasında bir ilişki o lduğunu ileri sürüyor. G örünüşe gö re ameliyat pek acı verici değildir, çünkü bu sırada hasta gülmekte ve şakalar yapm aktadır . Gerçekten de, küçük çocukların ameliyatı yapan kişinin çevresini sardığı ve sabırla sıralarını bekledikleri görülüyor; ameliyat o lduk tan sonra kaçışır ve küçük göğüslerini şişirirler ve üzerlerine yağm ur düşsün diye şarkı söylerler. Fakat, ertesi gün yaraları sertleşip acımaya başladığında o kadar neşeli olmazlar. J av a ’da, yağm ur istendiğinde, bazen iki erkek esnek çubuklarla , sırtlarından kan çıkıncaya k adar birbirini döver; akan kan yağm uru temsil eder ve şüphesiz yağm urun toprağa düşmesini sağlar. H abeşis tan’ın bir bölgesi olan Egghiou halkı, yağm ur yağdırm ak için her O cak ayında bir hafta süreyle, köy köye kanlı bir çatışmaya girerdi. Yıllar önce im para to r Menelik bu töreyi yasakladı. Fakat ertesi yıl yeterli yağm ur yağmadı, halkın çığlıkları ayyuka çıkınca im para to r dayanam adı ve kanlı çatışm alara yeniden izin verdi;
61
C.arpentaria K ö rfe z in d e M o rn in g to ıı A d a sı'n d a n A vu stra ly a lI a h o n ju d e rm C o rro h o re e D ansı.
fakat yılda yalnızca iki günlüğüne. Bu töreden söz eden yazar bu gibi du rum larda dökülen kana, yağm urlan denetleyen ru h lara sunulm uş yatıştırıcı ku rban la r o larak bakıyor; fakat Avustralya ve Java törenlerinde olduğu gibi yağm urun bir ta k lidi de olabilir. Bedenlerini kan fışkırana kadar bıçaklarla keserek yağm ur yağdırm aya çalışan Baal bilicileri aynı ilkeyle davranıyor olabilirler.
İkiz çocukların doğa, özellikle de yağm ur ve hava koşulları üzerinde sihirli güçlere sahip olduklarına değgin yaygın bir inanç vardır. Bu garip boşinanç İngiliz Kolumbiyası’ndaki Kızılderili kabilelerin bazılarında yaygındır. Bu inanç onları ikizlerin anne babalarına bazı garip k ısıtlam alar ve yasaklar koymaya gö türm üştür, am a bu kısıtlamaların tam anlamı genellikle belirsizdir. Örneğin, İngiliz Kolumbiyası’ndan Tsim shian Kı
62
zılderilileri, ikizlerin hava koşullarını denetlediğine inanırlar; hu yüzden, rüzgâra ve yağm ura, “ İkizlerin ruhu, sakinleşin” diye dua ederler. Ayrıca, ikizlerin dileklerinin her zam an gerçekleştiğini düşünürler; dolayısıyla, nefret ettikleri insana zarar verebilecekleri için ikizlerden korkarla r. Somon balığım ve olachen ya da m um balığını çağırabilirler, bu yüzden bunlar “ bereketlendiren” anlam ına gelen bir adla bilinirler. İngiliz Ko- lumbiyası’ndan K\vakiutle Kızılderililerinin düşüncesine göre, ikizler som onun dönüşm üş halleridir; dolayısıyla tekrar balığa dönüşmesinler diye su kenarına gidemezler. Ç ocukluklarında ellerinin bir hareketiyle rüzgârı çağırabilir, iyi ya da kötü hava yaratabilir, hatta büyük tah ta bir çıngırağı sallayarak hasta lıkları iyileştirebilirler. İngiliz Kolum biyası’ndan N o o tk a Kızılderilileri de ikizlerin bir şekilde som onlarla ilişkileri o lduğuna inanır. Bu yüzden onlarda ikizler som on yakalayam az, taze b a lık yiyemez ya da ellerine alamazlar. İyi ya da kötü hava yara tabilirler, yüzlerini karaya boyayıp sonra y ıkayarak yağm ur yağdırabilirler; kara bulu tlardan yağm urun yağışını temsil ediyor olabilir bu. T hom pson Kızılderilileri gibi Shusvvap Kızılderilileri de ikizleri boz ayıya benzetir, bu yüzden onlara “genç boz ay ıla r” derler. Bunlara göre, ikizler yaşamları boyunca d o ğaüstü güçler bağışlanmış o larak kalırlar. Özellikle, iyi ya da kötü hava yaratabilirler. Bir kovadan havaya su saçarak yağm ur yağdırabilirler; bir iple sopaya bağlanmış küçük, düz bir tahtayı sallayarak güzel hava yaratırlar; ladin dallarının uçlarını yere sererek fırtına yaratabilirler.
İkizlerde havayı etkileme gücü olduğuna. Güneydoğu Afrik a ’da, Delagoa Körfezinin kıyılarında yaşayan bir Bantu zencileri kabilesi olan Barongalar da inanır. İkiz çocuk doğurm uş bir kadına Tilo -yan i, gökyüzü - adını verirler; çocukların ken dileriyse gökyüzünün çocukları diye çağrılır. Genellikle Eylül ve Ekim aylarında patlayan fırtınalar beklenip de gelmeyince,
63
kıtlık ihtimali taşıyan kuraklık tehlikeli hale geldiğinde, altı ay boyunca bulutsuz bir gökte parlayan güneşin yakıp kavurduğu tü m doğa güney Afrika kaynağından gelecek bereketli yağm urları dö rt gözle beklerken, kadın lar özlenen yağm uru kavrulm uş top rak la r üzerine indirm ek için törenler yaparlar. Üzerlerinden bü tün giysilerini çıkarıp atıp bunun yerine o ttan kuşak lar ve başlıklar takar la r ya da sarmaşık yaprak larından yapılma özel bir eteklik giyerler. Böyle süslenip garip çığlıklar a ta rak ve açık saçık şarkılar söyleyerek kuyudan kuyuya dolaşır, içlerinde birikmiş olan çam uru ve pislikleri temizlerler. Kuyular, bulanık ve pis suyun biriktiği, kum da açılmış oyukla rdan başka bir şey değildir zaten. Ayrıca, bu kadın lar ikiz çocuk doğurm uş olan bir arkadaşların ın evini topluca ziyaret edip kadını küçük m aşrapalarla taşıdıkları suyla ıslatmak zorundadırlar. Bunu yap tık tan sonra ayıp şarkılarım çığırarak, açık saçık danslar yap a rak yollarına devam ederler. H içbir erkek, yaprakla ö rtünm üş bu kad ın lan ziyaretlerini yaparken göremez. Bir erkeğe ras tla rlarsa, döverler ve bir kenara iterler. Kuyuları temizledikten sonra, kutsal ko rudak i ata m ezarlarına gidip m ezarlarına su dökm ek zorundadırlar. Çoğu kez de, büyücünün emriyle ikizlerin m ezarlarına da su dökerler. Ç ünkü bir ikizin mezarının da hep ıslak olması gerektiğini düşünürler, bu nedenle ikizler genellikle göl yakınında bir yere göm ülür. Bütün bu yağm ur yağd ırm a çabaları boşa çıkacak olursa, şu ya da bu ikizin bir tepenin eteğinde k u ru bir yere göm ülm üş o lduğunu anımsarlar. Böyle bir d u rum da büyücü, “ G ökyüzü ateş gibi kızgın olacak, ta b i i” der. “ Cesedini ahn ve göl kıyısında bir m ezara g ö m ü n .” Emirleri hem en yerine getirilir, çünkü bunun yağm ur yağdır- m an m tek yolu olduğuna inanılır.
Tersine bir sonuç istendiğinde, ilkel m antığın hava büyücüsüne kesinlikle ters davranış kurallarını gözden geçirmesini emrettiğini görm ek ilginçtir. Zengin bitki ö rtüsünün yağm ur
64
M lv u Î lI d e r is in d e n k e s i lm iş h u ta s v ir , O g la ld S iu k a h ı le s in ın y d l ık C iin e ş D iin s ı I ö r e n in d e ’ ¡yır c iırcğ m te p e s ific tu t tu r u lu r d u . G iin c ş D d u s t g ü n e ş e
te ş e k k ü r le r i b i ld ir ir v e k o r u m a n ın d e v d n u n ı d ile r d i. I S S O ' J c b u l u n m u ş . P c ab o d v M u s e u m , H a r v a r d .
bolluğunun kanıtı olduğu tropikal Java A dası'nda, yağm ur yağdırma törenleri enderdir de, yağm uru ö n leme törenleri az rastlanır şey değildir. Yağmurlu bir mevsimde büyük bir şölen vermek üzere evine birçok konuk çağırmış olan bir adam , hava büyücüsüne gider ve ondan “alçalabilecek bulutlara destek o lm asın ı” rica eder. Eğer büyücü mesleki güçlerini ku llanm aya razı olursa, m üşterisi gittikten hemen sonra dav ranışlarını bazı kurallarla düzenlemeye başlar. Perhize girmesi gerekir, ne su içebilir ne de yıkanabilir; yediğiazıcık şeyin bile kuru olması gerekir, ne olursa olsun suya d o kunam az. O nun yanında, ev sahibi ve hem erkek hem dc kadın hizmetçileri şölen devam ettiği sürece ne giysilerini yıkayabilir ne de yıkanabilir; ayrıca hepsi sıkı bir cinsel perhize uymak zorundadırlar. Hekim , yatak odasında yeni bir hasır üstünde o tu rur, küçük bir gaz lambası karşısında, şölenden kısa bir süre önce şu duayı ya da sihirli sözleri mırıldanır: “ Büyükbaba ve büyükana Sroekoel” (bu ad rasgele seçilmiş gibi görünüyor; ötekilerse bazen kullanılır), “ ülkene dön. Senin ülken Akke- m a t’tır. Su fıçını yere bırak, sıkıca kapat onu, kı bir dam la bile akm asın d ışarı.” Bu duayı okurken büyücü yukarıya doğru bakar; bir yanda tütsü yakm aktadır . T roca la r’da da özel görevi yağm uru kovm ak olan yağm ur büyücüsü, mesleki görevlerini yapm adan önce, görev sırasında ve sonra da suya dokunm a- maya d ikkat etmek zorundadır. Yıkanmaz, yiyeceğini kirli ellerle yer, palmiye şarabından başka bir şey içmez, ve bir su akıntısı geçmek zorunda kalırsa suya basm am aya d ikkat eder.
65
M ( ) y û k b ş ık 2 } o o ’den , S ü m er ya da A k a d silind ir m iıhriı. İk i da ğ d o ru ğ u n u n arasn ıdan d o ğ tn a k ta o lan G im eş tanrısı Şam aş'ı re te m iz su tanrısı E n k i 'y t g öster iyor. British M u s e u m , L ondra .
Kendini görevine böylece hazırladıktan sonra, köyün dışında, bir pirinç tarlasında kendisi için yapılmış küçük bir kulübeye girer, bu kulübede yanan ufak bir ateşi hep canlı tu tar; ne o lu rsa olsun ateş sönmemelidir. Ateşte çeşitli türlerden, yağm uru kovm a özelliklerine sahip olduğu varsayılan ağaçlar yakar; yağm urun gelme tehlikesi olduğu yöne doğru üfler, elinde k im yasal bileşimlerinden dolayı değil de kuru yada uçucu an lam ına gelen ad larından , yine bulut-çekici bir özellik taşıyan bir dem et yaprak ve ağaç kabuğu tu tm aktad ır . O çalışırken gökyüzünde bulutlar belirecek olursa, avucuna kireç alır ve bulu tlara doğru üfürür. Çok kuru olan kireç, nemli bulutları dağ ıtm aya besbelli çok uygundur. D aha sonra yağm ur istenecek o lu rsa, ateşinin üzerine su dökm ek yeterli olacak, yağm ur derhal tabaka tabaka inecektir.
Teselya ve M akedonyalı Y unanlılar arasında, kuraklık çok uzun sürmüşse, çevredeki bütün kuyulara ve su kaynaklarına bir çocuk alayı gönderm ek töredendir. Alayın başında çiçeklerle bezenmiş bir kız yürür, durdukları her yerde arkadaşları b a şından aşağı su döker kızın, bir yandan da, aşağıda bir bö lü m ünü verdiğimiz bir duayı söylerler şarkı şeklinde:
66
Çiğ taneleriyle taze ıslanm ış Pcrperia,Sen de çevreyi tazelendir;O rm anlarda, yollarda Yürürken Tanrı'ya dua et:Tanrım , ovaların üzerine Sakin, azıcık yağm ur gönder bize;Ki tarlalar bereketlensin.Bağları çiçekte görelim;E kin ler dolgun ve sağlıklı olsun Ve zenginleşsin şu halk
Kuraklık zam anında Sırplar bir genç kızın giysilerini ç ıkarıp baştan ayağa, yüzü bile görünmeyecek şekilde otlarla, yeşillik ve çiçeklerle örterler. Böylece kılık değiştiren kıza D odola denir; bir grup genç kızla birlikte köyün içinde dolaşır. H er evin önünde dururlar , D odola dans eder, ötekilerse onun e tra fını çevirerek D odola şarkılarından birini söylerler, evin kadını da kızın başından aşağı bir kova su döker. Bu şarkılardan biri şöyledir:
B iz köyden geçeriz B ulutlar g ö kyü zü n d en geçer Biz hızlanırız.Bulutlar da hızlanır;Bize yetişir.Ürünü ve bağları sularlar.
H ind is tan ’da Poona’da yağm ur gereksinildiğinde, oğlan çocukları a ra larından birine yaprak lardan bir giysi giydirirler ve ona Y ağmur Kralı adını verirler. Sonra da köydeki evleri tek tek dolaşırlar, ev sahibi ya da karısı Yağm ur Kralının üzerine su serper, çocuklara çeşitli yiyecekler verir. Bütün evleri dolaş-
67
Kaynak Rul?nnu gö s teren g e le n ek se l hır Ç in resin i
n k ta n sonra Y ağm ur K ralmm giysilerini soyarlar ve top lad ık ları yiyeceklerden bir şölen çekerler kendilerine.
Güney ve batı Rusya’nın bazı bölgelerinde, yıkanma bir yağmur büyüsü olarak yapılır. Bazen kilisedeki ayinden sonra papaz üzerindeki giysilerle yere yatırılır ve cem aat tarafından suyla ıslatılır. Bazen de, Vaftizci Yahya gününde, giysilerini çı- karmaksızm herkesin içinde yıkananlar, kadınlardır; bir yandan da dallardan, otlardan ve bitkilerden yapılma, azizi temsil eden bir figür suya daldırırlar. Güney Rusya’nın bir eyaleti olan K ursk’ta, yağm ura çok gereksinim olduğunda, kadınlar o radan geçen bir yabancıyı yakalayıp nehre a tar ya da baştan aşağı suya daldırırlar. İlerde, o radan geçen yabancınm çoğu kez bir ta n rı ya da doğal bir gücün cisimleşmiş şekli olarak kabul edildiğini göreceğiz. 1790 yılında bir kuraklık sırasında Scheroutz ve W erbou tz’da köylülerin, yağm urun yağması için, bütün kad ınları topladığı ve yıkanmaya zorladığı resmi belgelerde yazılıdır. Ermenilerin bir yağm ur büyüsü de, bir papazın karısını suya atıp ıslatmaktır. Kuzey Afrika Arapları kuraklığa çare olarak kutsal bir kişiyi suya atarlar. Kuzey Celebes’teki M inahassa’da yağm ur büyüsü olarak papaz yıkanır. O rta Celebes’te uzun süre yağmur yağmayıp da pirinç sapları büzüşmeye başladığında birçok köylü, özellikle de gençler yakındaki dereye gider, bağırarak çağırarak birbirlerini ıslatır ya da bam bu kamışlarıyla birbiri üzerine su fışkırtırlar. Bazen de avuçlarıyla suyun yüzeyini döverek ya da suyun üzerine yerleştirdikleri bir sukabağını pa rmaklarıyla çalarak yağm ur sesini taklit ederler.
Kimi zam an yağm ur büyüsü ölüler aracılığıyla yapılır. Ö r neğin Yeni K aledonya’da yağm urcular baştan ayağa siyaha b o yanır, ölmüş bir insanı mezarından çıkarır, kemiklerini bir m a ğaraya taşıdıktan sonra birleştirip iskeleti kulkas y ap rak lan üzerine asarlardı. İskeletin üzerine su dökülür, sular yap rak la rdan aşağı akardı. Ö lünün ruhunun suyu aldığı, yağm ura d ö n
69
dürdüğü ve sonra da tekrar yere saldığına inanırlardı. R usy a ’da, yaygın söylentiye inanılırsa, daha yakın zam anlara k a dar, kuraklık çeken bir bölgenin köylüleri içkiden ölmüş bir k işinin cesedini m ezarından çıkarıp en yakındaki bir bataklığa ya da göle atarlardı ve bunun gereken yağışı getireceğine yürekten inanırlardı. 1868’de, uzun süren bir kuraklık yüzünden kötü bir hasat alma olasılığı, Taraschansk bölgesindeki bir köy ha lkını önceki Aralıkta ölmüş hir R askoln ik ’in ya da P ro tes tan ’ın cesedini m ezarından çıkarm aya itmişti. Kimileri cesedi ya da cesetten kalanları, başına vurup dövüyor, bir yandan da “ Bize yağm ur ver!” diye bağırıyor, ötekilerse bir elekten su d öküyo rlardı cesedin üzerine. Burada bir elekten su dökülmesi apaçık bir yağm ur taklidine benziyor ve A ris tophanes’teki Strepsi- ades’in yağm urun Zeus ta rafından gönderildiğini hayal edişini anımsatıyor. Bazen de, T oracalar yağm ur yağdırsınlar diye ö lü leri kendilerine acındırm ak için dualar ederler. Örneğin, Kalin- gooa köyünde, şimdiki yöneticinin büyükbabası olan ünlü bir başkanın mezarı vardır. Ülkede mevsimsiz bir kuraklık o lduğunda, halk bu mezara gider ve “ Ey büyükbaba, bize acı; bu yıl karnım ızın doymasını istiyorsan, yağm ur gönder bize” diye yalvararak mezara su dökerler. Bundan sonra içi suyla dolu bir bam bu asarlar mezarın üzerine; bam bunun alt ucunda suyun sürekli dam lam ası için küçük bir delik vardır. Y ağm ur yeri ısla tana kadar bam buya devamlı su doldurulur. Yeni Kaledon- y a ’da olduğu gibi burada da büyüyle karışmış dini buluyoruz, çünkü tam am en dinsel bir şey olan ölü başkana dua etmek, m ezarındaki büyüsel yağm ur taklidi eklenerek güçlendirilmek- tedir. Delagoa Körfezi’nden Baragoların ataların ın mezarlarını, özellikle de ikizlerin mezarlarını, bir yağm ur büyüsü olarak, suyla ıslattıklarını görm üştük. O rinoco bölgesindeki Kızılderili kabileleri arasında, ölmüş bir kişinin yakınlarının, ölü göm üldükten bir yıl sonra kemiklerini m ezardan çıkarıp yakarak
70
S u y u n , p ın a r la r ın ve k a yn a k la r ın b ü y ü se l g ü ç leri o ld u ğ u n a in a n d ır . K n a re sb o ro u g h , Y o rk sh ire , In g il te r e 'd e k i S h ip to n A n a ’n m d ilek k a yn a ğ ı ü zer in e asılan nesne ler z a m a n la ta ş la şm a k ta d ır .
küllerini rüzgâra savurmaları töresi vardı, çünkü küllerin, göm m e töreninin karşılığı o larak ölmüş kişinin dünyaya g ön derdiği yağm ura dönüştüğüne inanırlardı.
Çinliler insan cesetleri gömülmezse, onların son sahiplerinin ruhların ın yağm ur sıkıntısı çekeceğine inanırlardı, tıpkı k ö tü hava koşullarında sığınacak bir yer bulam ayan yaşayanlar gibi. Bunun için de, kötü durum daki bu ruhlar yağm urun yağmasını önlemek için bütün güçlerini kullanır, çoğu zam an da çabaları çok başarılı olur. Sonuçta kuraklık başlar; Ç in’deki en korkunç felaketlerden biridir bu da, çünkü arkasından kö tü hasat, kıtlık ve açlık gelir. Bu yüzden de, kuraklık o lduğunda, felakete son vermek ve büyüyle yağm ur çağırmak amacıyla, gö-
71
mülmemiş ölülerin kurum uş kemiklerini toprağa göm m ek Ç inli yetkililer için yaygm bir uygulama haline gelmiştir.
K urbağalarm ve karakurbaga larm suyla yakm ilişkileri, bu yaratık lara yağm ur muhafızları gibi yaygın bir ün kazandırmış- tu'; bu yüzden de, göklerden yağm ur çekmek için düzenlenmiş büyülerde çoğu kez bir rolleri olur. O rinoco Kızılderililerinden bazıları karakurbagan ın suların tanrısı ya da sahibi o lduğuna inanırlar, bu nedenle de bu yaratığı öldürm ekten korkarlar. K urbağaları top rak bir kap altında tu ttukları ve kuraklık o ldu ğunda sopalarla dövdükleri bilinmektedir. Aym ara Kızılderililerinin çoğu kez kurbağa ve öteki su hayvanlarının küçük figürlerini yapıp yağm ur yağdırm anın bir yolu olarak tepelerin doruğuna yerleştirdikleri söyleniyor. İngiliz Kolum biyası’ndaki T hom pson Kızılderilileri ve A vrupa’daki bazı insanlarsa, k u r bağa ö ldürm enin yağm ur yağdıracağına inanır. H ind is tan ’ın O rta Eyaletlerindeki aşağı kasttan insanlar yağm ur yağdırm ak için bir kurbağayı, nim ağacının (Azadirachta indica) yeşil yaprak lan ve dallarıyla örtülü bir sopaya bağlar, aşağıdaki şarkıyı söyleyerek kapı kapı dolaşırlar:
E y kurbağa, yağm ur m ücevherini gönder bize heme7i!Ve tarlalardaki buğdayı, akdarıyı olgunlaştır.
K apu’lar ya da Reddi’ler, M adras Eyaleti’ndeki geniş bir çiftçi ve top rak sahibi kastıdır. Y ağmur yağınca, kastm kad ın ları bir kurbağa yakalayıp canlı olarak, bam budan yapılmış yeni bir harm an savurm a pervanesine bağlarlar. Bu pervanenin üzerine birkaç tespihağacı yaprağı sererek kapı kapı dolaşırlar şarkı söyleyerek: “ Kurbağa hanım yıkanmalı. Ey! yagm ur-tan- rısı, hiç olmazsa onun için birazcık su ver.” Kapu kadınları bu şarkıyı söylerken evin hanımı kurbağanın seller gibi yağm ur getireceğine inanarak üzerine su döker ve sadaka verir.
72
Bazen kuraklık uzun sürdüğünde, halk geleneksel taklit büyüsünün hokus- pokusundan vazgeçip, dua ederek nefeslerini boşuna harcadıklarını görerek öfkelendiklerinde, ana su kaynağını kesmiş olan göklerdeki doğaüstü varlıktan zorla su koparm ak için tehditlere, lanetlere, h a t ta doğrudan bedensel güce de başvururlar. Bir Japon köyünde, yağm ur bekçisi kutsal kişi, köylülerin yağm ur duasına uzun süre kulak asm adığında, onun tasvirini yere fırlatır, bağıra bağıra, uzun uzun lanetler okuyarak onu k o kuşm akta olan bir pirinç tarlasına baş aşağı savururlardı. “ Biraz o rada kal da sen ,” derlerdi, “ sıcaktan çatlam akta olan tarlalarımızda hayatı kavuran kızgın güneşte kavrulm ak ne imiş gör birkaç g ü n .” Senegambia Feloupe’la- rı bu gibi du rum larda fetişlerini fırlatıp, yerlerde sürükler, yağm ur yağıncaya k adar lanet okurlardı.
Çinliler göklerin krallığına saldırma sanatında ustadırlar. Örneğin, yağm ur gerektiğinde, yağm ur tanrısını temsil eden kâğıttan ya da odundan kocaman bir ejderha yapıp onu törenle çevrede dolaştırırlar; yağm ur yine yağmazsa lanetlerle parça pa rça ederler. Ya da yağm ur vermezse bu tanrıyı tehdit ederler ve döverler; bazen de herkesin önünde tanrılık tan azlederler. Öte yandan, istenen yağm ur yağmışsa, tanrı, bir im paratorluk yasasıyla daha yüksek bir rütbeye yükseltilir. 1888 N isanında, C anton mandarinleri du rm ak bilmeyen sağanak yağm urları durdurm ası için tanrı Lung-w ong’a
G ö k g ü rü ltiis ii vc y ıld ır ım tanrısı S h a n g o m ü r itle r in in ku lla n d ığ ı, k en d ile r in i ta n rıyak a p tır d ık la r ın d a d a n s la rd a ta ş ıd ık la rı ta h ta d a n h ır asa. Nije rya lI Y or ı ıba kabilesi, ta h m in e n ondokuzu iKLi yüzyıl. Ö zel ko leks iyon .
Y a ğ m u r ta n rısı T la lo c 'u u c en n e tin d e n h ir sahne, ta n rıy ı h o ş n u t e tm iş o la n ru h la r sev in ç iç inde.
T c p a ı u i t t a ’d a T e o t ih u a c a n k ü l tü r ü n d e n h ir d u v a rresmi, M ek s ik a .
dua ettiler; dua larına sağır kaldığını göri.ince beş günlü- ğiine bir tu tukev ine attılar onu. Bunun yararı oldu. Yağm ur dindi, tanrı da özgürlüğüne kavuştu. Yıllar önce, bir kuraklık zam anında aynı ta n rı zincire vurulm uş ve acil yağm ur ihtiyacının ne o ldu ğunu bizzat hissedebilsin diye tapınağının avlusunda günler
ce güneş altında bırakılmıştı. Bunun için de, Siyamlılar yağm ur istediklerinde, putlarını kavurucu güneşe çıkarırlar; am a kuru hava istediklerinde, tapınakların çatısını açarak putlarının üzerine yağm ur yağmasını sağlarlar. Tanrıların bu yolla uğradığı uygunsuz koşulların onları kendilerine tapanların arzularını yerine getirmeye zorlayacağına inanırlar.
O kurlar , bu Uzakdoğu meteorolojisine gülümseyebilir; am a bizim zam anım ızda da, Hıristiyan A vrupa’da tam am en buna benzer yağm ur yağdırm a yollarına başvurulm aktadır. 1893 yılının N isanında Sicilya, yağm ursuzluktan büyük bir sıkıntı içindeydi. Kuraklık altı ay sürmüştü. Güneş her gün b u lutsuz masmavi bir gökyüzünde doğuyor ve batıyordu. Palerm o ’yu görkemli bir yeşil kuşakla çevreleyen Gonca d ’O ro b ah çeleri kurum aktaydı. Yiyecek gittikçe azalmaktaydı. H alk b ü yük bir panik içindeydi. Kabul görm üş bü tün yağm ur yağdırm a yöntemleri denenmiş, am a boşa çıkmıştı. Tören alayları caddeleri ve tarlaları arşınlamıştı. Erkekler, kadınlar, çocuklar tespih çekerek, dua ederek kutsal tasvirler önünde geçirmişlerdi gecelerini. Kiliselerde günler ve geceler boyunca kutsanm ış m um lar yakılmıştı. Paskalyadan önceki Pazar günü kutsanm ış palmiye dalları asılmıştı caddelere. So laparu ta’da, çok eski bir
74
töreye uyarak. Paskalyadan önceki Pazar günü kiliselerden süpürülen toz tarlalara serpilmişti. O lağan yıllarda bu kutsal süprüntü ürünü korur; fakat o yıl, ister inanın ister inanmayın, hiçbir etkisi olmadı. N icosia’da, başları ve ayakları çıplak halk, Isa’lı haçları kasabanın her yerinde dolaştırmış, tel kırbaçlarla birbirlerini kırbaçlamışlardı. H er şey boşunaydı. Her yıl yağm ur mucizesi gösteren ve her bahar bostan larda dolaştırılan büyük Pao lo’lu Aziz Francis’in kendisi bile yardım edemiyor ya da etmiyordu. Ayinler, akşam duaları, konserler, ayd ın la tm alar, havai fişekler - hiçbir şey harekete geçiremiyordu onu. Sonunda köylülerin sabırları taşm aya başladı. Birçok aziz kovu lmuştu. Palerm o’da Aziz Joseph’i, olanları kendisi görsün diye, bir bahçeye attılar, yağm ur yağıncaya kadar öylece güneşte bırakacaklarına yemin ettiler. Ö teki azizlerin yüzleri haylaz çocuklar gibi, duvarlara çevrildi. Bazılarının güzel giysileri ç ıkarıldı üzerlerinden, cem aatlerinden uzaklara sürüldüler, tehdit edildiler, kaba aşağılamalara uğratıldılar, su yalaklarına atıldılar. C altan ise tta’da, Başmelek Aziz M ichael’in altın kanatları om uzlarından söküldü, yerine m ukavvadan kanatla r takıldı; üzerinden m or m antosu alındı ve çevresine seyrek dokunm uş ucuz bir kum aş sarıldı. L icata’da, koruyucu aziz Aziz Angelo daha da kötü şeylere uğradı, üzerinde soyulmadık hiçbir şey kalmadı, küfürler edildi, zincire vuruldu, suda boğm akla ya da asılmakla tehdit edildi. Yüzüne yum ruklarm ı sallayarak, “ Ya yağm ur ya ip!” diye bağırıyordu öfkeli halk.
Bazen tanrıları m erham ete getirmek için ricada bulunulur. Ürünlerini güneş yaktığında, Z ulu lar bir “cennet k u şu ” a ra r lar, ö ldürüp bir havuza atarlar. O zam an gökler kuşun ö lü m ü ne duyduğu üzüntüden erir; “yağm ur yağdırarak feryat eder, feryat ederek yas tu ta r .” Z u lu lan d ’de kadınlar bazen çocuklarım boğazlarına kadar toprağa gömer, sonra biraz uzağa çekilerek uzun süre ağlarlar, feryat ederler. G ökyüzünün bu acıyı
75
l-ırtııuı tanrısı , \d a d . ş im şe k te n hır m ızra ğ ı tu tm a k ü zere k o lu n u ka ld ırm ış . B ro n zd an ve a l t ında n k üçükh e y k e l M O 1 4 0 0 - 1 2 0 0 . Suriye 'de , R a s 'Ş a m ra 'n ınU g a r ı tbölgesindeb u l u n m u i ; .
görünce dayanam ayıp eriyeceği varsayılır. D aha sonra kadınlar çocukları gömdükleri yerden çıkarırlar; çok geçmeden yağm urun yağacağından emindirler artık. “ Y ukarıdaki efendi” ye seslenmişler ve yağm ur göndermesini istemişlerdir ondan. Y ağm ur yağarsa, “ U sondo yağm urları” derler buna. Kuraklık zam anlarında, Tenerife G uanche’leri koyunlarını kutsal toprağa salar, onların sızlanarak melemeleri tanrının yüreğine d o k u n sun diye kuzulan analarından ayırırlar. K um aon’da yağmuru durdurm an ın bir yolu, bir köpeğin sol kulağına kızgın yağ d ö k mektir. H ayvan acıyla ulur, uluması Indra tarafından işitilir ve hayvanın çektiği acıya duyduğu m erham etten tanrı yağm uru durduru r. Bazen Toraca lar şöyle bir yağm ur yağdırm a girişiminde bulunurlar: Bazı bitkilerin saplarını, “ Git ve yağm ur iste, yağm ur yağmadığı sürece seni bir daha dikmeyeceğim, sen de o rada öleceksin,” diyerek suya koyarlar. Yine, tatlı su salyangozlarını bir ipe dizip ipi bir ağaca asarlarken salyangozlara şöyle derler: “ Git ve yağm ur iste, yağm ur gelmedikçe seni tekrar suya b ırakm ayacağım .” O zam an salyangozlar gider ve ağlarlar, tanrılar da acıyıp yağm ur gönderirler. Fakat buraya kadar anlatılan törenler yüce güçlerin duygularına bir çağrı içerdiği için büyüsel o lm aktan çok dinseldir.
Çoğu kez taşların, suya batırılmaları ya da suyla ıslatılmaları koşuluyla ya da daha uygun başka biçimlerde davranıldı- ğmda, yağm ur getirme özelliğine sahip olduğu varsayılır. Bir Samoa köyünde, özel bir taş yağm ur yağdıran tanrının temsili o larak dikkatle saklanır, kuraklık zam anında rahipler taşı özel bir törenle taşır ve bir su akıntısına daldırırdı. N ew South Wa- les’deki Ta-ta-thi kabilesinde yağmurcu, kuvars kristalinden bir parça koparır gökyüzüne doğru fırlatır; kristalin kalan parçasını devekuşu tüylerine sarar ve hem kristali hem de tüyü suya daldırır, sonra da dikkatle saklar. N ew South W ales’deki Kera- min kabilesinde büyücü bir dere yatağına çekilir, düz, yuvarlak
77
“V iv ie n 'm b ü y ü c ü M e r lin 'i k a n d ıra ra k ye r a ltın d a k i ö lü m ü n e nasıl
g ö tü r d ü ğ ü " n ü n resm i. A n d r e w l . a n g ’ın l io o k o f R o m a n c e 'mLİAn Ford
i l lü s t ra syonu , 1902.
bir taş üzerine su serper, sonra da ta şı bir şeye sararak sakkır. Kuzeybatı AvustralyalI bazı kabilelerde yağm urcu, yağm ur yağdırm ak amacıyla ayrılmış bir top rak parçasını sık sık ziyaret eder. O rada taştan ya da to p rak tan bir yığın yapar ve sihirli taşmı bu yığının tepesine yerleştirir; sihirli sözlerini söyleyerek, sırf yorgunluktan durm ak zorunda kalıp da yardımcısı onun yerini alıncaya kadar taş yığının çevresinde saatlerce do laşır ya da dans eder. Taşm üzerine su serpilir ve büyük ateşler yakılır. Bu gizemli tören yapılırken sıradan k im seler kutsal yere yanaşam az. Yeni
Britanyah Sulkalar yağm ur istediklerinde, bazı meyvelerin külleriyle taşları siyahlaştırır, onları bazı bitkiler ve sürgünlerle birlikte güneşe bırakırlar. D aha sonra büyülü sözler söylenirken birkaç parça dal suya daldırılarak üzerine taşlar konur. Bundan sonra yağm ur m utlaka yağacaktır. M an ip u r’da, başkentin doğusundaki yüksek bir tepenin üzerinde, halkın hayalinde bir şemsiyeye benzettiği bir taş vardır. Yağm ur istendiğinde, raca aşağıdaki bir p ınardan su getirip taşm üzerine serper. Jap o n y a’da Sagami’de, üzerine su döküldüğünde yağm uru çeken bir taş vardır. O rta Afrika kabilelerinden W akondyolar yağm ur istediklerinde, karlı dağların eteğinde o tu ran ve bir “yağm ur taşı” nm mutlu sahipleri olan W aw am balari çağırırlar. W aw am balar , uygun bir para karşılığında değerli taşı yıkarlar, yağlarlar ve su dolu bir kabın içine koyarlar. Bundan sonra yağm ur yağmazlık edemez. A rizona’nm ve N ew M exico ’nun kıraç toprak larında Apaçiler belli bir p ınardan su getirip bir k a
78
K u ze y G a lle r 'd c k ı S n o u 'd o tı D a ğ ı g e le n ek se l o la ra k g iz e m li b ir b ö lg e k a b u l edilir. B u d a ğ d a k i K ara G ö l'im iç inde , ü zer in e su d ö k ü lü n c e h ava k a ra rm a d a n y a ğ m u r g e tireb ilen K ız ıl S u n a k 'a g ö tü r e n taş b a sa m a k la r u zan ır.
yanın tepesindeki belli bir n o k ta y a dökerek yağm ur yağdırm aya çalışırdı; b u n d an sonra bulutların derhal top la nacağına ve yağm urun yağmaya başlayacağına inanırlardı.
F ak a t bu tijrden âdetle r yalnızca A frik a ’nın ve A sya’nın yabanıl bölgelerine ya da A vustralya’nın ve Yeni D ünya’nın kızgın çöllerine özgü değildir. A vrupa’nm serin ikliminde ve gri göğü altında da uygulanır. “ Broceliande’ın vahşi orm anla- r ı” nda, Barenton adlı rom antik bir üne sahip bir p ınar vardır. Söylenceye inanılırsa, büyücü M erlin büyülü uykusunu hâlâ orada, alıç ağacının gölgesinde uyum aktadır . Breton köylüleri yağm ura gereksinim duyduklarında oraya başvururdu. Bir m aşrapaya su do ldurup kaynağın yakınındaki bir ağaç kabuğu üzerine dökerlerdi. Snovvdon’da, Dulyn ya da Kara Göl denilen tek başına bir dağ gölü vardır, “ iki yakası yüksek ve tehlikeli kayalarla çevrili kasvetli bir derecik” dökülür ona. Bir sıra taş basam akla göle inilir, eğer herhangi biri bu basam aklarda durup da Kızıl Sunak denilen en uzaktaki ıslak basam ağa su atarsa , “ en sıcak mevsimde bile gece basm adan önce yağm urun yağm aması çok az bir olasılıktır.” Bu gibi durum larda , Sa- m o a ’daki gibi, taşa bir tü r kutsal şey gibi bakılıyor olması o lasıdır. Barenton p ınarına haç daldırılması gibi bazen gözlenen bir görenekten de anlaşılm aktadır bu; çünkü bu açıkça, taşın üzerine su a tm ak gibi eski bir pagan geleneğinin yerine konan bir Hıristiyan âdetidir. F ransa’nın çeşitli yerlerinde, yağm ur yağdırm anın bir yolu o larak bir azizin tasvirinin suya daldırıl
79
Bir a ltın c ı y i i;y ıl V ikiıifi m iğ fe r i ka lıb ı: İsk a n d in a v yara tılış m itin d e n bir
sa h n ed e , tanrı B a ld er 'in ö lü m ü n d e n so n ra m ü th iş o la y la r ın o ld ıığ ıın u ve
d ü n y a n ın y en id en d o ğ d u ğ n n u g ö s ter iy o r . Srntens H is td r isk a M u s e u m ,
S tockho lm .
ması geleneği vardır, ya da son zam anlara kadar vardı. Örneğin, eski C om m agny m anastır ın ın yan ında, o rada yaşayanların ürünün gereksinimine göre yağm ur ya da iyi hava sağlam ak için gittikleri hir Aziz Ger- vais kaynağı vardır. Büyük kuraklık zam anlarında pınarın dibine azizin eski bir taştan tasvirini a tarlar, içinden kaynağın aktığı bir yuva gibi d u rur bu taş. Collobrieres ve C^arpent- ras’ta Aziz Pons’un ve Aziz G ens’in tasvirleri ile buna benzer bir uygula
ma yapılırdı. N a v a rra ’nın birçok köyünde Aziz Peter’a yağmur duaları sunulurdu, köylüler azizin tasvirini alay eşliğinde nehre taşımaya zorlanır, o rada aziz üç kez kararını gözden geçirmeye ve duaların karşılığını vermeye çağrılırdı; eğer hâlâ inat ediyorsa, basit bir uyarının ya da tembihin de iyi bir etki yap acağını defalarca söyleyen rahiplerin itirazlarına karşın onu suya daldırırlardı. Bundan sonra yirmi d()rt saat içinde yağm ur m utlaka yağacaktı. Katolik ülkeler kutsal tasvirleri suya dald ırarak yağm ur yağdırm a tekelinden hoşlanmaz. M ingrelia’da, ürün yağm ursuzluktan kıvranırken, belirli bir kutsal tasviri alıp, yağm ur yağm caya k ad a r her gün suya daldırırlar; U zakdoğu 'da Şanlar pirinç ürünü kuraklık tan yok olurken Bu- d a ’nın tasvirini suyla ıslatırlar. Buna benzer bütün durum larda uygulama aslında bir duygusal büyüdür, am a bir cezalandırma ya da tehdit gö rünüm ü altında gizlenmiş olabilir.
Ö teki halklar gibi Y unanlılar ve Rom alılar da, dualar ve ayin törenleri etkisiz kaldığında büyüyle yağm ur elde etmeye çalışırlardı. Örneğin A rkad ia ’da, ürün ve ağaçlar kuraklık tan kavru lduğunda, Zeus rahibi bir meşe dalını Lycaeus Dağı üze
80
rindeki belli bir kaynağa daldırırdı. Bu şekilde rahatsız edilen su bir bu lut gönderirdi havaya, çok geçmeden bu bulu ttan to p rağa yağm ur düşerdi. Buna benzer bir yağm ur yağdırm a tarzı Yeni Gine yakınındaki H a lm ah era ’da halen uygulanm aktadır. Teselya’daki C rannon halkının bir tapm ak ta tu ttuk ları bronz bir arabaları vardı. Y ağm ur istediklerinde arabayı sarsarlar ve yağm ur yağardı. A rabanın çıkardığı takırtılar gök gürültüsünü taklit anlam ına geliyordu belki de; sahte gök gürültüsü ve şimşeğin, Rusya ve Jap o n y a ’da yağm ur büyüsünün bir bölüm ünü o luştu rduğunu daha önce görm üştük . EHs Kralı, efsanevi Sal- m oneus bronz kovaları arabasının arkasında sürükleyerek, ya da arabasını bronz bir köprüde sürerek sahte gök gürültüsü çıkarırdı; bu sırada şimşeği taklit etmek için de yanar meşaleler fırlatırdı havaya. Z eu s’un büyük arabasın ın gökyüzü to n o z u n dan geçerken çıkardığı sesi taklit etmek gibi imansızca bir a r zuydu onunki. Aslında kendisinin gerçekten Zeus o lduğunu ilan ediyor ve bu şekilde kendisine ku rban la r sunulm asına neden olmuş oluyordu. R o m a’nın surları dışındaki bir M ars tap ınağının yakm m da, lapis m analis diye bilinen bir taş saklanırdı. Bu taş kuraklık zam anında R o m a ’ya sürüklenerek getirilirdi ve bunun hemen yağm ur getireceği varsaydırdı.
81
A lice P ınarlarıyö re s in d eya şa ya nA v u s tra lyaa h o r iıin le r in inA ra n d aka b ile s in d e nb ir adan ı. O rtaA v u s tra ly a 'd aka b ilereislerin inbaşlıca işlevlerig e n e llik lek u tsa l ya dab ü v iise ld ı.
Dördüncü Bölüm
E g e m e n B ü y ü c ü l e r
A i'u s tra l- y j ' ı / j O b ir i
hjlıkjn o lîflc r ın ig ö s terendifo rıjinsanatı: lWh ü y iis iiy leilişk ilio lab ilir.
( , 1’lcn ekse l şa rk ı ve dans şenliğ i.P apua Yeni(ü n e .M anga i,H isnıarckT a k ım a d a s ı.N e w Ire land .
Şimdiye kadar söylediklerimizin, büyünün, birçok ülkede ve birçok ırkta büyük doğa güçlerini insanın iyiliği adına denetlediği konusunda bize doyurucu kanıtlar getirdiği söylenebilir. Eğer böyle ise, bu sanatın uygulayıcılarının, abartılı savlarına iman derecesinde güvenen herhangi bir top lum da önemli ve etkili kişiler olması gerekirdi; taşıdıkları bu ünden ve y a ra ttıkları ko rkudan dolayı içlerinden bazılarının her şeye inanan hemcinsleri üzerinde en yüksek yetke konum una u laşm alarında da şaşılacak bir şey olamazdı. Gerçekten de, büyücülerin çoğu kez kabile reislerine ve krallara dönüştüğü görülür.
Önce Avustralya aborijinlerine bakalım. Bunlar ne reisler ne de krallar ta rafından yönetilir. Kabilelerinin siyasal bir yapıya sahip olduğu söylenebilir; yaşlı ve nüfuzlu insanların bir demokrasisi ya da oligarşisidir bu; bunlar konsey olarak to p la nır ve daha gençleri uygulama dışı tu ta rak , bü tün önemli k a rarları alırlar. Bunların kara r meclisleri daha sonraki senatoya eşdeğerdedir: Böyle bir yaşlılar yönetimine bir ad vermemiz ge- rekseydi gerontokrasi diyebilirdik. Aborijin A vustralyasmda böylece top lanan ve kabilelerin işlerini yöneten yaşlıların, b ü yük ölçüde, kendi to tem klanlarının başkanları olduğu görü lü yor. Ülkenin çöl doğasının ve yabancı etkilerden hemen hemen bütünüyle yalıtılmışlığm, ilerlemeyi geciktirdiği ve yerlileri ta m am en en ilkel du rum da koruduğu O rta A vustralya’da bugün, çeşitli to tem klanlarının başkanları totemleri çoğaltm ak için büyü törenleri yapm ak gibi önemli bir görevle yüküm lüdür; to temlerin büyük çoğunluğu yenilebilir hayvanlar ve bitkiler ol-
85
Y u k a r ı N i l 'd e k i k iib ile le r kaya k r is ta lle r in in y a ğ m u r ya p ıc ı ö ze ll ik le r i
o ld u ğ u n a in an ırd ı. B aşlang ıç ta b e lk i de b ü y ü te ç o la ra k ku lla n ıla n b u k ü re
dah a so n ra g ü m ü şle k a p la n m ış ve Is k o çy a 'd a sığ ırla rın s iğ ille rin i tedav i
e tm e d e b ir b ü y ü aracı o la ra k k u lla n ılır o lm u ş tu .
duğu için de, genellikle bu insanların büyü yoluyla halka yiyecek sağlam alarının beklendiği sonucu ortaya çıkar. Ötekiler, yağm ur yağdırm ak ve topluluğa başka hizmetlerde bu lunm akla yüküm lüdür. Kısacası, O rta Avustralya kabileleri içinde başkanlar kam u büyücüleridir. Ayrıca, on ların en önemli işlevleri, hem yaşayanların hem ölülerin ruhların ın bir şekilde bağlantılı o lduğu görülen k u tsal taşların ve sopaların {churinga) saklandığı, genellikle kayalarda bir
yarık ya da yerde bir çukur biçimindeki kutsal depoların sorum luluğunu yüklenmektir. Başkanlar elbette kabile törelerine karşı işlenmiş suçları cezalandırm ak gibi sivil hizmetleri yerine getirmekle görevli olm alarına karşın, temel işlevleri kutsal ya da büyüseldir.
A vustralya’dan Yeni G ine’ye geçtiğimizde, yerliler A vustralya aborijinlerinden çok daha yüksek bir kültürel konum da olm alarına karşın, top lum un yapısı bunlarda hâlâ temelde dem okra tik ya da oligarşiktir; başkanlık ancak başlangıç aşam asındadır. Örneğin Sir W illiam M acG regor’un bize anlattığına göre, Britanya Yeni Ginesi’nde, bir tek bölgenin bile despotu olacak kadar akıllı, cesaretli ve güçlü hiç kimse çıkmamıştır o r taya. “ Buna en yakm durum , bir kişinin ünlü bir büyücü o lm ası gibi uzak bir örnektir; fakat bu da şantaj yoluyla para top la m akla sonuçlanm ıştır .”
Bir yerel öyküye göre, M elanezya reislerinin gücünün k ö keninde, güçlü hayaletlerle haberleştikleri ve bu doğaüstü gücü, hayaletlerin etkisini dayanılabilir hale getirmekte ku llanabildikleri inancı yatm aktadır . Eğer bir reis bir para cezası ver
86
mişse bu ödeniyordu, çünkü insanlar her zam an onun bu hay alet gücünden korkuyor, kendisine karşı gelen kişiye felaket ve hastalık getireceğine kesinlikle inanıyordu. H alk ından önemli sayıda kişi onun hayaletle ilgili etkisine inanm am aya başladığında, para cezası top lam a gücü de azalıyordu. Yine, Dr. George B row n’ın bize anlattığına göre. Yeni Britanya’da “yönetici bir reisin her zam an rahiplik işlevlerini yürüttüğü, yani teba- ra?z’larla (ruhlarla) devamlı haberleşmekte olduğu, onların etkileri yoluyla yağm ur ya da gün ışığı sağlayabildiği, iyi ya da kötü hava, hastalık ya da sağlık, savaşta zafer ya da yenilgi yaratabildiği, ve genellikle kullananın elde etmek için yeterli bir ücret ödemeye hazır olduğu herhangi bir ku tsam a ya da lanete neden olabileceği varsayılıyordu.”
K ültür basamağını biraz daha yükselterek, hem reisliğin hem de krallığın tam am en gelişmiş olduğu A frika’ya geliyoruz; bu rada büyücülükten, özellikle de yagm urculuktan reisliğe ev- rilmenin kanıtları nispeten daha boldur. Örneğin, Doğu Afrikalı bir Bantu halkı olan W am bugw eler arasında, asıl yönetim biçimi bir aile cumhuriyeti idi, fakat büyücülerin kalıtım yoluyla geçen çok büyük gücü onları çok geçmeden küçük efendilik ya da reislik katına yükseltti. 1894’te ülkede yaşayan üç reisten ikisinden büyücü olarak çok korku lurdu , sahip oldukları hay van varlıklarının neredeyse tam am ı bu yetenekleri nedeniyle kendilerine bağışlanan hediyelerdi. Başlıca sanatları yağm urcu- luktu. D oğu Afrikalı başka bir halk o lan W ata tu ru la r ın reislerinin herhangi bir doğrudan politik etkiye sahip o lm ayan b ü yücüler oldukları söyleniyor. Yine, D oğu Afrikalı W agogolar arasında reislerin esas gücü, söylendiğine göre, onların yağ- m urculuk sanatından gelmektedir. Eğer başkanın kendisi yağm ur yağdıramazsa, bunu yapabilecek bir başkası aracılığıyla yağm ur yağdırm ak zorundadır.
Yine, Yukarı Nil kabileleri arasında, büyücü hekimler ge-
87
B ih 'ü lü el h a r e k e tle n . T a h td y j o y m a İm h üy iilii el h a rek e tle r in in kö tiiliik le rd e iı ko ru y a ca ğ ı varsay tlırd ı.
nellikle reistir. Yetkeleri her şeyden önce yağm ur yagdırabilme güçlerine dayanır, çünkü “yağm ur bu bölgelerde yaşayanlar için önemli olan tek şeydir, çünkü yağm urun gerektiği zam anda yağmaması, topluluk için sayısız güçlük anlam ına gelir. Bu yüzden arkadaşlarından daha kurnaz insanların bu gücün kendilerinde o lduğunu haksız yere ileri sürerek ya da böyle bir ün kazanarak çevrelerindeki daha basit insanların safdilliklerinden yararlanm alarına pek şaşm am ak gerekir .” Dolayısıyla, “ bu kabilelerin reislerinden çoğu yağm urcudur ve halklarına gerekli zam anda yağm ur getirebilme güçleriyle orantılı bir p o pülerlik kazanırlar... Y ağm urcu reisler, tepelerin bulutları çektiğinden emin o lduklarından her zam an köylerini oldukça yüksek bir tepenin yam açlarında kurarlar, bu yüzden de hava ta h minlerinde o ldukça güvenilir kişilerdir.” Bu yağm urcuların her birinin, bir çömleğin içinde sakladıkları, neceftaşı, yıldıztaşı, am etist gibi birtakım yağm ur taşları vardır. Y ağm ur yağdırm ak istediklerinde bu taşları suya daldırıp eline soyulmuş ve ucu yarılmış bir kamış alarak bununla bulutları aşağı çağırır ya da gitmeleri gereken yere yönlendirir, bir yandan da sihirli sözler mırıldanır. Ya da bir taşm içinde açılmış bir çukura su ve koyun ya da keçi bağırsağı koyar, sonra da bu suyu gökyüzüne doğru serper. Reis, varsayılan bu büyü güçlerini ku llanarak servet elde edebilirse de, çoğu kez, belki de genellikle, sonları çok kötü olur, çünkü kuraklık zam anında öfkeli halk, yağm u
88
run yağmasını onun önlediğine inanarak bir araya gelir ve ö ldü rü r onu. Fakat görev genellikle kalıtsaldır, babadan oğula geçer. Bu inançları kutsal sayan ve bu görenekleri uygulayan kabileler arasında Latukalai", Bariler, Lalubalar ve Lokoiyalar sayılabilir.
Yine O rta A frika’da Albert G ö lü ’nün batısındaki Lendu kabilesi, belli kimselerin yağm ur yağdırm a gücüne sahip o ldu ğuna inanır. Bunlarda yağm urcu ya bir reistir ya da ilerde m u tlaka reis olacaktır. Banyorolar da yağm ur denetçilerine büyük saygı duyar, onları hediyeye boğarlar. Y ağm ur üzerinde m u tlak ve denetlenemez gücü olan büyük yönetici, kraldır; fakat fayda bölüştürülsün ve krallığın çeşitli bölgeleri kutsal yağm ur alabilsin diye, gücünü vekâleten başkalarına verebilir.
D oğu ve O rta A frika’da olduğu kadar batıda da, sihirli güçlerin ve reisliğin bir arada olduğunu görürüz. Örneğin, Fan kabilesinde reisle büyücü hekim arasında kesin bir ayrım b u lunm am aktad ır . Reis aynı zam anda büyücü hekimdir, buna ek o larak da demircidir; çünkü Fanlar demircilik zanaatını kutsal sayarlar; reislerden başka kimse bu rnunu sokam az bu zanaata .
Güney A frika’da reislik ve yağm urculuk görevleri a rasm daki ilişkilere gelince, bu konuda bilgili bir yazar şunları söylüyor: “ Ç ok eski zam anlarda reis kabilenin en büyük yagmur- cusuydu. Bazı reisler başarılı bir yağm urcunun reis seçileceği korkusuyla hiç kimsenin kendileriyle yarışmasına izin vermezdi. Bir başka neden daha vardı: yağm urcu, eğer büyük bir ün kazanırsa, hiç kuşkusuz zenginleşecekti, reisinse, hiç kimsenin fazla zengin olmasına izin vermek açıkçası işine gelmezdi. Y ağm urcunun halk üzerinde çok büyük gücü vardır, bunun için de bu işlevin krallıkla ilişkili o larak tutulm ası çok önemliydi. G elenek, yağm ur yağdırm a gücünü daim a eski reislerin ve k a h ra m anların asıl görkemi olarak tanır; bunun reisliğin kökeni o lması çok olası görünüyor bize. Y ağm ur yağdırabilen kimse d o
89
A z te k le r m so n im p a r a to ru II. M o n te z ım u i. H a lk : o na h ır ta n r ı o la rak
ta p a rd ı, ı ^ ı o ' d e ö ld ü . M e k s ik a kra lla rın ın g ö k y ü z ü n ü ve y e r y ü zü n ü
d e n e tled iğ in e in a n ılırd ı. A d ı b i l inm eyen b ir İ spa nyo l re s sa m ın ın yap t ığ ı bir
o n a l tm c ı yüzyıl p o r t r e s in d e n de tay . Pıtti Pa lace , F lo ransa .
ğal o larak reis olur. Aynı şekilde, lünlü Z ulu despotu] Chaka ülkedeki tek bilicinin kendisi o lduğunu söylerdi, çünkü rakiplerine izin verirse kendi yaşamı tehlikeye girerdi.” Güney Afrika kabileleri hakk ında benzer şeyler söyleyen Dr. M offat diyor ki: “yağm urcu, halkın düşüncesine göre, halkın üzerinde k ra lm kinden de üstün etki gücüne sahip çok ulu bir k işidir, kral bile bu yüce görevlinin buyruklarına boyun eğmek zo ru n d ad ır .”
Şu ana kadar verdiğimiz kanıtlar A frika’da kralın çoğu kez kam u b ü yücüsünden, özellikle de yağm urcudan evrilmiş olabileceğini gösteriyor.
Büyücünün hem esinlediği sınırsız ko rkunun hem de mesleğini yerine getirirken edindiği servetin onun bu yükselişinde katkısı olmalıdır. Fakat bir büyücünün, özellikle de bir yağm urcunun meslek yaşamı bu sanatın başarılı uygulayıcısına büyük ödüller sunuyorsa, bu yolda, başarısız ya da şanssız sanatçının içine düşebileceği birçok çukurun olması da doğaldır. K am u büyücüsünün konum u gerçekten de çok güvenilmez bir konum dur; çünkü halk, yağm ur yağdırm anın, güneşi doğdurm anın , d ü n yadaki yemişleri o ldurm anın onun gücü içersinde olduğuna kesinlikle inanıyorsa, kuraklığı ve kıtlığı da doğal o larak onun kusurlu ihmaline ya da kötü niyetine verir, dolayısıyla da onu cezalandırır. Bu yüzden A frika’da yağm ur yağdıram ayan reis sürgüne gönderilir ya da öldürülür. Örneğin, Batı A frika’nın bazı bölgelerinde, krala yapılan dualar ve sunular yağm ur getiremediğinde, kulları onu iplerle bağlar ve gerekli yağm uru elde
90
B irleşik D e v le tle r 'd e Io w a ka b ile s in d e n b ü y ü c ü S e e -n o n - ty -a 'n m ya şa rk en y a p ılm ış b ir p o r tre s i. G eo rg e G atl in , y ak la ş ık 1845 .
edebilsin diye zorla ataların ın m ezarına g ö tü rü r . Batı A f r ik a ’da Banjarlar yağm ur ve iyi hava yara tm a gücünü krallarına atfederler. H avala r iyi o lduğu sürece ona hediye o larak ürünler ve hayvanlar sunarlar. Fakat uzun süren k u rak lık ya da yağm ur ürünü tehlikeye a tacak olursa, havalar düzelinceye kad ar onu aşağılar ve döverler.H asa t iyi olmazsa ya da kıyıdaki dalgalar balık tu tm aya izin vermeyecek kadar kötüyse, Loango halkı krallarını “ kötü kalp li” likle suçlarve azlederler. G rain Sahili’nde, Bodio sanını taşıyan yüce rahip ya da fetiş kral top luluğun sağlığından, toprağın verimliliğinden ve deniz ve nehirlerde bahk bolluğundan sorum ludur; ülke, bun la rdan herhangi birinden sıkıntıya düşerse, Bodio görevinden azledilir. Victoria N y an za’nm güney kıyısında, büyük bir bölge olan U ssukum a’da, “yağm ur ve çekirge sorunu Sul- ta n ’m hüküm etin in baş sorum luluğudur. Sultan ise nasıl yağm ur yağdırılacağım, çekirgeleri bölgeden nasıl süreceğini bilmek zorundadır. Eğer o ve büyücü hekimleri bu görevi yerine getiremiyorlarsa, felaket zam anlarında Sultan’ın varlığı tehlikededir. Bir keresinde, halkın çok istediği yağm ur yağm adığında Sultan dışarı sürülm üştü (Nassa yakınındaki Ututvva’da). Aslında halk yöneticilerin Doğa ve doğa olayları üzerinde güce sahip olması gerektiğine inan ır .” Yine, N yanza bölgesi yerhle- ri hakk ında anlatılanlara göre “N yanzah lar yağm urun yalnızca büyü sonucu yağdığına inandırılmışlardır, onu yağdırm a gibi önemli bir görev de kabilenin reisine düşer. Z am an ında yağm ur yağmazsa herkes şikâyetçi olur bundan. Kuraklık yüzün
91
K u ze y A tn c r ik a d iiz iü k lc n n d e u A m e r ik a n Y erli ('.ree ka h ile s iiu ’ a it bir
k a lk a n . O r ta d a k i s ih irli fig iir leriıt ¡’iiueşi ve ay ı te m sil e ttiğ i sa n ılıyo r. Bu
tü r savaş desen leri d ü ş le rd e ve vec it h a lle r in d e b ild ir ilird i yap ıc ılarına .
Brit ish M u s e u m , L ondra .
den ülkesinden kovulmuş birden fazla küçük yönetici vardn '.” Yukarı N il’in Latukaları arasm da, ürün k u rum aktaysa ve başkanm bürün yağm ur yağdırm a çabaları sonuç vermiyorsa, genellikle halk geceleyin krala saldırır, elinde ne varsa alır ve onu kovalar. Ama çoğu kez de öldürür.
D ü n y an ın birçok bölgesinde kralların halklarının yararm a doğanın akışmı düzenlemesi beklenir; b u nu yapam adıklarındaysa cezalandırılırlar. İskirler’de, yiyecek azaldığında kra lların ı bağladık ları anlaşılıyor.
Eski M ısır’da, ürün kötü o lduğunda kutsal krallar suçlanırdı, fakat doğanın akışından kutsal hayvanlar da sorumlu tu tu lu rdu. Uzun ve ciddi kuraklık sonucu ülkede salgın hastalık ve başka felaketler baş gösterdiğinde rahipler geceleyin hayvanları gö tü rü r tehdit ederdi, ama kötülük yine de azalmazsa, hayvanları keserlerdi. Güney Pasifik’te, N iue m ercan adası ya da Vahşi A da’da eskiden bir kral soyu vardı. Fakat krallar aynı zam anda yüce rahipler oldukları ve bitkileri büyütm ek zo ru n da oldukları için kıtlık zam anlarında halk onlara kızıyor ve öldürüyordu; en sonunda, krallar birbiri ard ından ö ldürü ldük leri için kral olacak kimse kalmadı, krallık da sona erdi. Eski Çin yazarlarının bildirdiğine göre, K ore’de yağm ur az ya da çok olup da ürünler büyümeyince kral suçlanırdı. Kimileri onların azledilmeleri, kimileri de öldürülmeleri gerektiğini söylerdi.
Amerikan Kızılderilileri arasında, uygarlığa doğru en büyük ilerleme M eksika ve Peru’nun monarşik ve teokratik hüküm etleri yönetiminde oldu; fakat tanrılaştırılmış krallarının atalarının büyücü hekimler olup olmadığını söyleyebilmek için bu ülkele-
92
W isir 'd a iir im ye te r s i; o ld u ğ u n d a k u tsa l k ra lla r su ç la ıu rd ı. Y u su f, H ra v u u 'u ıı d ü şü n ü yorutJilayıf). iyi ve k ö tü h a sa t y ılla r ın ı dah a ö n c ed en sö y le y e re k M ıs ır 'ı k ı t l ık y ılla r ın d a n k o r u m u ş tu . N u r e m h e r g l iK İ l i 'n den . 1483. V ic to r ia a n d Ail-ıcrt .Mııscunı, L ondra .
rin erken tarihi hakkında fazla bilgimiz yok. Böyle bir ardıllığın izleri Meksika krallarının tahta çıktıklarında ettiği yeminde bulunabilir: güneşin parlamasını, bulutların yağmur vermesini, nehirlerin akmasını ve toprağın bol ürün vermesini sağlayacaklarına dair yemin ederlerdi. Kuşkusuz, Amerikan yerlilerinde bir giz aylası ve bir korku atmosferi ile çevrili olan büyücü ya da büyücü hekim çok etkin ve önemli bir kişilikti, pekâlâ birçok kabilede bir reise ya da krala evrilmiş olabilirler, ama böyle bir evrimin kanıtları elimizde bulunm am aktadır. Örneğin Catlin bize Kuzey Amerika’da büyücü hekimlerin “kabilede saygın kişiler arasında değerlendirildiklerini ve tüm topluluğun onlara büyük saygı beslediğini” söylüyor; “yalnızca materia m edica'daki ustalıklarından dolayı değil, hepsinin büyük ölçüde uğraştığı büyü ve gizem işlerindeki becerilerinden dolayı... Bütün kabilelerde,
93
hekimler sihirbazdır -b ü y ü c ü d ü r- bilicidir; hatta yüce rahiplerdir demek isterdim, çünkü kabilenin bütün törenlerine onlar bakarlar, onlar yönetirler; herkes onlara ulusun kâhinleri gözüyle bakar. Bütün savaş ve barış konseylerinde reislerle birlikte on ların da yeri vardır, herhangi bir kamusal işe girişilmeden önce hep onlara danışılır, fikirlerine itaat edilir ve büyük saygı duyulur.” Aynı şekilde Kaliforniya’da da “ şaman, M aidular arasında en önemli kişiydi; belki hâlâ öyledir. Herhangi bir belli yönetim sisteminin yokluğunda şamanın sözünün büyük ağırlığı vardır: bir sınıf olarak onlara korkuyla bakıhr, bir yönetici olarak reisten çok daha fazla itaat edilir o n a .”
Güney A m erika’da da büyücülerin ve büyücü hekimlerin reisliğe ya da krallığa en yakın kişi oldukları görülmektedir. Brezilya kıyısına çıkan ilk yerleşmecilerden biri olan Fransız Thevet’nin bildirdiğine göre, Kızılderililer “ bu bilge kişilere (ya da büyücü hekimlere) tapacak ya da tanrılaştıracak kadar o n u rlandırır, o kadar büyük saygı duyarlar. H alktan kimselerin o n lara gidip ayaklarına kapandıklarını, ‘sağlığımı bağışla bana, ölmeyeyim, ne ben ne çocuklarım ’ diyerek ya da buna benzer dileklerde bulunarak ona yalvardıklarını görebilirsiniz. O da ‘Ö lmeyeceksin, hastalanm ayacaksın’ benzeri yanıtlar verir. Fakat olur da bu bilge insanlar hakikati söylemez ve olaylar söylediklerinin tersine dönerse, onları bilge unvanına ve saygınlığına layık görmeyen halk onları öldürm ekte hiç tereddüt etm ez.” Gran C haco’lu Lengua Kızılderilileri arasında her klanın kendi cazi-
luiveptrmç qne'i ya da başkanı vardır; fakat bu şef az bir yetkiye sahiptir. nıhiarma hır ^ a k a m ı dolavısıvla birçok hediye vermek zorundadır, bu yüz-ş u k r j f i , . ^ j
tören,,¡Un clcu zengiııleşemez, genellikle uyruklarından daha kılıksız do la şır. “Aslında, büyücü elinde büyük güçler bulunduran kişidir, hediye vermek yerine hediye almaya alışkındır.” Kabilesinin düşm anlarına dertler ve belalar getirmek, kötü büyüye karşı kendi halkını korum ak, büyücünün görevidir. Bu hizmetlerin-
l.a m b a y r itüe line hdzırLînLin h ılıp ın lcr 'ın Pdldti'ün A lIûsi Yerlileri.
95
den dolayı iyi karşılık alır, etkin ve yetkin bir konum kazanır.Bütün M alay bölgesinde raca ya da krala, genellikle, üstün
güçleri elinde tu tan kişi o larak gizemli bir saygı duyulur; onun da birçok Afrikalı reis gibi, basit bir büyücüyken bu konum a geldiğini düşünebiliriz. Bugün de M alaylar, kralın ürünleri yetiştirmek, meyve ağaçlarını büyütm ek gibi doğa işleri üzerinde kişisel bir etkiye sahip olduğuna inanırlar. Aynı doğurgan erdemlerin, daha küçük derecelerde de olsa, onun temsilcilerinde de, hatta tesadüfen bölgelerden sorumlu olan A vrupahlarda da bulunduğu varsayılır. Örneğin, M alay Y arım adası’nın yerli devletlerinden biri olan Selangor’da, pirinç ü rününün bolluğu ya da kıtlığı çoğunlukla bölge görevlilerindeki bir değişikliğe verilir. Güney C'elebes’li Toorateyalar pirincin bolluğunun prenslerinin davranışlarına bağlı olduğuna, kötü yönetimin -b u n u n la eski göreneklere uym ayan hükümeti kastederler- üründe başarısızlık getireceğine inanırlar.
Saravak’lı D yaklar ünlü İngiliz yöneticileri Raca Brooke’a, yerinde uygulanırsa pirinç ü rününü bollaştırabilecek bir büyüsel erdem bağışlanmış o lduğuna inanırlardı. Bundan dolayı, bir kabileyi ziyaret ettiğinde, gelecek yıl ekecekleri tohum u ona getirirler, o da, daha önce özel bir karışıma batırılmış kadın gerdanlıklarını tohum un üzerinde sallayarak tohum u verimli k ılardı. Bir köye girdiğinde, kadınlar, önce suyla, daha sonra ta ze hindistancevizi sütüyle, son o larak yine suyla ayaklarını yıkardı; onun bedenine değmiş olan bu suyu çiftliklerinde kullanm ak üzere saklarlar, bunun ürüne bolluk getireceğine inanırlardı. O n u n ulaşamayacağı kadar uzaktaki kabileler küçük, beyaz bir bez parçası ve küçük bir parça altın ya da güm üş yollarlardı ona, bu şeyler onun doğurgan erdemiyle döllendiğinde tarlalarına gömer, güvenle iyi bir ürün beklerlerdi. Bir keresinde, bir A vrupah, Samban kabilesinin pirinç ü rününün zayıf olduğunu söylediğinde, reis başka türlü olamayacağı yanıtını ver-
96
• ‘
i
T anrı M ith r a s ’ı. s im g ese l o la ra k ¡¡ütün canlı y a ra tık la r ın ilk i o la n b o ğ a y ı b o ğ a z la rk e n g ö s tere n d u v a r ka b a rtm a s ı. T a h ıl ve b ü tü n ö te k i ya şa m b iç im le r i b o ğ a n ın k a n ın d a n iirem işti. M u s e o N 'az iona le R o m a n o , R o m a .
mişti, çünkü Raca Brooke hiç ziyaret etmemişti onları; M r. Brooke kabilesini ziyaret etmeye ikna edilirse toprağ ındak i bereketsizlik o r tadan kalkabilirdi.
Kralların büyüsel ya da doğaüstü güçlere sahip oldukları, bununla toprağı bereketlendirecekleri ve uyruklarına başka yararlar getirecekleri inancı, öyle görünüyor ki, H ind is tan ’dan İrlanda’ya kadar bü tün Ari ırkların ataları ta rafından da pay laşılmaktaydı; bunun m odern zam anlara kadar bizim ülkemizde de açık izleri bu lunm aktadır . Örneğin, M anu Yasaları denilen eski H indu yasa kitabı, iyi bir kralın yönetiminin etkilerini şöyle betimliyor; “ Kralın, ö lüm lü günahkârların malını m ülkünü a lm aktan sakındığı bir ülkede, insanlar gününde doğar ve uzun öm ürlü olurlar. Çiftçilerin ürünleri biçildikçe fışkırır, çocuklar ölmez, sakat çocuk doğm az.” H o m ero s ’un Y unan is tan ’ında
97
In g iltere kra lı I II. C e o rg e 'a a it hır d o k u n m a taşı. S ıraca ille tim g e ç irm ek
iç in d o k u n d u ğ u k işilere verilird i. Brit ish M u s e u m , L o n d ra .
krallardan ve başkan lardan kutsal ya da tanrısal diye söz edilirdi; evleri de tanrısaldı, arabaları da kutsaldı; iyi bir kralın yönetim inin kara top rak tan beyaz buğday
ve arpa çıkaracağı, ağaçlara meyve yükleyeceği, kümes hayvanlarını çoğaltacağı, denizleri balıkla do lduracağı düşünülürdü . O rtaçağda, D anim arka Kralı I. W aldem ar, Alm anya’da seyahat ederken, analar çocuklarını, çiftçilerse tohum ların ı elleriyle dokunm ası için ona getir
mişlerdi; kralın dokunm asıyla çocukların sağhkh büyüyeceğini düşünüyorlardı, aynı nedenle çiftçiler de tohum u tarlaya onun atmasını istemişlerdi. Eski Irlandalılarm inancına göre, krallar ataların ın göreneklerini sürdürdüğünde, mevsimler ılıman geçer, ü rün bol olur, sığırlar çoğalır, sular balıkla dolar, meyve ağaçlarıysa o kadar bol meyve verirdi ki dallarım desteklemek gerekirdi. Aziz Patrick’e atfedilen bir yasa, adil bir kralın yönetiminin getireceği nimetler arasında şunları sayıyor: “ iyi hava, sakin deniz, bol ürün, meyve yüklü ağaç lar.” Ö te yandan, k ıtlığa, ineklerin zayıflığına, meyvelerin kavrukluğuna ve ü rünün azlığına baştaki kralın kötü lüğünün şaşmaz kanıtları o larak bakılırdı.
Bizim İngiliz k ra l la r ın a k a d a r sü rm üş o lan bu tü r boşinançlarm en son kalıntısı, bunların , sıraca hastalığını d o kunuşlarıyla iyileştirebilecekleri düşüncesiydi. H astalık , bu yüzden Kral Derdi diye bilinirdi. Kraliçe Elizabeth bu mucizevi iyileştirme yeteneğini sık sık kullanmıştı. 1633 yılının yaz gündönüm ünde I. Charles, H o ly rood’daki kraliyet şapelinde yüz hastayı bir çırpıda iyileştirmişti. Eakat bu uygulam anın an-
In g ıltere k ra lı II. C harles
sıraca ille tin in hır b a şka ad ı
(dan “K ral D e rd i" n d e n
k u r tu lm a k için y ü z h in k işiye d o k u n m a s ıy la
ü n lü d ü r . ( ieo rgc
V e r tu e 'n u n lıiı
cak oğlu II. Charles zam anında doruğa ulaşmış olduğu görü lü yor. Söylendiğine göre, II. Charles im paratorluğu süresince sıraca hastalığı taşıyan yüz bin hastaya dokunm uştu . O nun yanına varm ak isteyen kalabalık korkunç oluyordu. Bir keresinde iyileşmek üzere gelenlerden altı yedi kişi ayaklar altında çiğnenerek ölm üştü. Soğukkanlı biri olan III. W illiam bu hokus- pokusa alet olmayı gururla reddetmişti; her zam anki çirkin k a labalık sarayın çevresini aldığında sadaka verilerek uzaklaştırılmalarını buyurm uştu . Yalnız bir kerecik, bir hastaya d o k u n maya mecbur bırakıldığında, “Tanrı sana sağlık ve bol akıl versin ,” demişti. Ama beklenilebileceği gibi bu uygulama, Wil- liam ’dan sonra gelen kalın kafalı bağnaz II. James ile onun a h m ak kızı Kraliçe Anne ta ra fından devam ettirildi.
Fransa kralları da Clovis’ten ve Aziz Louis’den almış oldukları söylenen dokunm ayla iyileştirme yeteneğine sahip olduklarını ileri sürerlerdi; bizim İngiliz krallarımızsa İtirafçı Fd- w a rd ’dan miras almışlardı. Aynı şekilde, T o n g a ’nm vahşi reislerinin de, ayaklarını dokundurm ak la sıraca hastalığım ve ka raciğer sertliği vakalarını iyileştirdiğine inanılırdı; iyileştirme kesinlikle büyüseldi, çünkü iyileştirme gibi hastalığa da krala ya da ona ait bir şeye dokunm anın neden olduğu düşünülürdü .
O zam an, dünyanın birçok bölgesinde genellikle kralın eski büyücünün ya da büyücü hekimin soyundan geldiği ç ıkarsamamız doğrulanıyor gibi görünüyor. Bir zam anların özel büyücüler sınıfı, top lu luk tan ayrı tu tu lup da kam u güvenliğinin ve refahının bağlı olduğuna inanılan görevlerden sorum lu tu tu lunca, bu insanlar, liderleri kutsal kral oluncaya kadar, yavaş yavaş zenginliğe ve güce kavuşur. Fakat demokrasiyle başlayıp despotizmle son bulan bu büyük toplum sal devrime hem k ra llık kavram ını hem de işlevlerini etkileyen bir entelektüel devrim eşlik etmektedir. Ç ünkü zam an ilerledikçe, büyünün yan lışlığı daha keskin zekâhlarca giderek daha iyi anlaşılır ve ya
1 0 0
vaş yavaş din onun yerini alır; bir başka deyişle, büyücü, insanın iyiliği adına doğa süreçlerini doğrudan denetleme çabasını terk edip, artık kendi başına yapabileceğini düşünmediği şeyleri tanrılara yaptırm ak için onlara dua ederek aynı sonuca d o laylı yoldan ulaşm aya çalışan rahiplere yolu açmış olur. D o la yısıyla, bir büyücü olarak yola çıkan kral, yavaş yavaş büyü uygulamasını rahibin dua ve ku rban işlevleriyle değiştirmeye yönelir. İnsanla tanrı arasındaki ayrımın hâlâ tam olarak çizil- memesine karşın, insanların da, yalnızca ölümlerinden sonra değil, büyük ve güçlü bir ruh aracılığıyla tanrıların tüm doğasını geçici ya da devamlı o larak sahiplenmek yoluyla, daha yaşarlarken tanrılığa ulaşabilecekleri hayal edilmeye başlanır. T op lum da hiçbir sınıf, bu, tanrın ın insan biçiminde bedenleşe- bileceği fikrinden krallar kadar yararlanm am ıştır. Bu bedenleş- me öğretisi ve onunla birlikte, sözcüğün tam anlamıyla, k ra lla rın tanrılığı kuram ı, bundan sonraki bö lüm ün konusunu oluşturuyor.
101
Beşinci Bölüm
Ö l ü m l ü T a n r i l a r
N ije rya , î fe 'd e n b ir Y o ru b a k ra l başı (o n d ö rd ü n c ü ya da o n b eşin c i y ü zy ıl) .Bri ti sh M u s e u m , L o n d ra .
t n r ^fi. ■* #J»*¿
‘V- ■ " f ü S L '■^ -i "y! / ; v . . ^ ^ _
L # ^ , ? ^ ‘ i i -
: W - Ö T r % ^ V ' - " ¿ ‘ | ' V |
' ; . - ■ ’ ’- ' V ■'
;■ k í - í í ■|¿ - j K g i ¿ 0 - ' i&« > '► » :*■ 'X - - K ¿ .*L¿g-v
rf"-. ■' ' • -tMBiatiMwS• -a^t.-Kjf 'íf-"#. Ï.4
■ r-'‘'. ^ i i i ^ E E k ^l'-iJ
£i£¿fc.V ' ’
Ï
R . .;. 7 > C -:■ t : - ^ v í ■-Ï . - - l *
>- ■ ■ s- '
i»-^' :’
Ç o cu k d o ğ u r u rk e n ölen bir k a d ın ın ta n r ıla ş tır ılm ış başın ı g ö s teren b ir A z tc k h eyke li. Ulusal A n tro p o lo j i M üzes i , M e x ic o Citv .
Bundan önceki bölümlerde, yeryüzündeki bütün uygarlaşmamış halkların inanç ve uygulam alarm dan çıkardığım bu ö r nekler, yabanılların, bize bugün çok açık gelen, doğa üzerindeki gücünün sınırlarını bilmediğini kanıtlam aya yeterli. H er insana, bizim bugün doğaüstü diye adlandıracağımız güçlerin az ya da çok bağışlanmış olduğu varsayılan bir top lum da, ta n r ılarla insanlar a rasm da bir ayrımın biraz bulanık olduğu ya da henüz ortaya çıkmadığı açıktır. Kendilerine, insanın sahip o lduğu güçlerle ne büyüklük ne de tü r bakım ından karşılaştırılamaz güçler bağışlanmış insanüstü varlıklar o larak tanrı kav ra mı, tarihin akışı içinde çok yavaş gelişmiştir. İlkel halklar bu doğaüstü etmenlere insandan o kadar da üstün o larak bakm ıyorlardı, çünkü onları ko rk u ta rak ya da zorlayarak kendi isteklerini yaptırabiliyorlardı. Düşüncenin bu aşam asında dünya büyük bir dem okrasi gibi görülm ektedir; dünyadaki doğal ya da doğaüstü bü tün varlıkların, kabul edilebilir bir eşitlik k o n u m unda bulunduğu varsayılmaktadır. Fakat insan, bilgisinin artmasıyla birlikte doğanın uçsuz bucaksız o lduğunu, onun yanında kendisinin ne denli küçük ve zayıf o lduğunu daha açık bir biçimde görmeyi öğrenir. Bununla birlikte, kendi çaresizliğini tanıması, hayalinde bü tün evreni do lduran bu doğaüstü varlıkların da güçsüz oldukları gibi bir inancı beraberinde getirmez. Tersine, onların güçlülüğü düşüncesini daha da artırır. Ç ünkü dünyanın sabit ve değişmez yasalara uygun hareket eden bir doğa güçleri sistemi olduğu fikri henüz tam olarak sezinlenmemiş ya da belirmemiştir kafasında. Bu fikir tohum ola-
105
M S ve 4 1 y ılları a ra sın d a R o m a İm p a r a to ru C a lig u la ’n m bir
p o r tre s in i ta ş ıya n b ir s ik k e . B u z o rb a y ö n e t ic i k e n d is in e tanrı
olarak ta p ım im a s m ı is tiy o rd u . Özel ko leks iyon .
rak kafasındadır ve yalnızca büyü sanatında değil, fakat günlük yaşamdaki işlerin çoğunda da buna göre davranm aktad ır . Fakat fikir gelişmemiş o la rak d u rm ak tad ır ;
içinde yaşadığı dünyayı açıklama girişiminde bulunduğu zam anlarda,
onu bilinçli iradenin ve kişisel etmenin bir belirtisi o larak hayal etmektedir. Eğer kendisinin bu denli zayıf ve küçük o lduğunu hissediyorsa, o dev doğa m akinesini denetleyen varlıkları kim bilir nasıl büyük ve güçlü hayal ediyordur!
Böylece tanrılarla o eski eşitlik duygusu yavaş yavaş yok o lu rken, doğanın işleyişini başka bir şeyin yardımı o lm adan kendi kaynaklarıyla, yani büyüyle yönlendirme u m udunu da yitirir ve giderek tanrılara bir zam anlar kendileriyle paylaştığını ileri sürdüğü o doğaüstü güçlerin tek kaynağı o larak bakm aya başlar. Bu nedenle, bilginin ilerlemesiyle birlikte, dua ve kurban , dinsel törenlerde önde gelen yerlerini alır; bir zam anlar yasal bir eşit o la rak onlar arasında bulunan büyü ise yavaş yavaş a r ka sıraya itilir ve kara büyü derekesine iner. Şimdi ona, tan rıların alanına hem boş hem de saygısızca bir saldırı gözüyle ba kılm aktadır; böylece, ünleri ve etkileri tanrılarınınkiyle birlikte ar tan ya da eksilen rahiplerin devamlı direnişiyle karşılaşm aktadır. Bundan dolayı, daha geç bir dönem de dinle boşinanç arasında bir ayrım ortaya çıktığında, kurban ın ve duanın , to p luluğun d indar ve aydınlanmış kesiminin kaynağı o lduğunu, büyününse boşinançlılarm ve cahillerin bir sığınağı o lduğunu görüyoruz. Ama daha da sonraları, kendi başlarına etmenler o larak temel güçler kavram ı, doğa yasasının tan ınm asına yol açtığında; üstü örtük olarak, kişisel iradeden bağımsız, zo ru n
106
lu ve değişmez bir neden ve sonuç sürecine bağlı o lan büyü, içine düşm üş olduğu karan lık tan ve saygınsız du ru m d an tekrar ortaya çıkar ve doğadaki nedensel ardışıklıkları araştırarak doğrudan bilime giden yolu hazırlar. Simya, kim ya bilimine gö türür.
Bir insan-tanrı, ya da tanrısal veya doğaüstü güçler bağışlanmış bir insan kavram ı, temelde dinler tarihinin daha erken bir dönem ine, tanrılara ve insanlara hâlâ aynı tü rden varlıklar o larak bakıldığı ve henüz aşılmaz bir uçurum la birbirlerinden ayrılmadıkları bir dönem e aittir. Bu yüzden, insan şeklinde be- denleşmiş bir tanrı fikri bize garip görünebilirse de, ilk insan için çok irkiltici bir şey değildir: o, insan-tanrıda ya da tanrı-in- sanda, tam bir inançla kendisinde de olduğunu ileri sürdüğü doğaüstü güçlerin daha yüksek bir derecesini görm ektedir sadece. Bir tanrı ile güçlü bir büyücü arasında da çok kesin bir ayrım yok tu r onun için. O n u n tanrıları, genellikle, insan büyücülerin hemcinsleri a rasm da görülebilir ve bedensel bir biçimde yaptığı büyülerin ve sihirlerin aynılarını doğa perdesi a rk a sında yapan görünm ez büyücülerden başka şeyler değildir. Ve tanrılar kullarına kendilerini genellikle insana benzer şekilde gösterdiği için, büyücünün de varsayılan tansıksal güçleriyle, insan bedenine bürünm üş bir tanrı olduğu ününü elde etmesi kolaydır. Böylece basit bir sihirbazdan biraz daha fazlası o la rak başlayan bir büyücü hekim ya da büyücü, tam olarak gelişmiş bir tanrı ve kral olm aya doğru gider. N e var ki, ondan bir tanrı o larak söz ederken, yabanılın tanrı kavram ına bizim bu terime verdiğimiz soyut ve karm aşık fikirleri sokm am aya d ikkat etmemiz gerekir. Bu derin konu üzerine fikirlerimiz uzun bir entelektüel ve törel evrimin meyveleridir; yabanılın bunları paylaşması şöyle dursun, kendisine açıklandığında bunları anlayam az bile. Aşağı ırkların dinleri konusunda şiddetle süren tartışm aların çoğu karşılıklı yanlış an lam alardan
107
ortaya çıkm aktadır. Yabanıl, uygar bir insanın düşüncelerini an lam az, yabanılın düşüncelerini ise ancak az sayıda uygar insan anlar. Yabanıl tanrı sözcüğünü kullandığında, zihninde belli tü rden bir varlık vardır: uygar insan-tanrı sözcüğünü kullandığındaysa, zihninde çok farklı tü rden bir varlık vardır; ve çoğu kez olduğu gibi, iki insan, kendilerini ötekinin bakış açısına yerleştirmede aynı derecede başarısız ise, ta rtışm alarından karışıklıktan ve yanlışlıktan başka bir sonuç çıkmaz. Eğer biz uygar insanlar. Tanrı adım kendi o luşturduğum uz o özel k u tsal doğa kavramıyla sın ırlandırm akta ısrar edersek, o zam an yabanılın tanrısının olmadığını itiraf etmemiz gerekir. Eakat yüksek yabanılların çoğunun en azından, gelişmemiş bir biçimde de olsa, bizim bugün sözcüğe verdiğimiz an lam da olmasa bile, rahatlıkla tanrı diye adlandırılabilecek belli bir doğaüstü varlıklar kavram ına sahip olduğunu kabul edersek, tarihsel o lgulara daha bir yakınlaşmış oluruz. Bu gelişmemiş kavram , nerden bakılırsa bakılsın, uygarlaşmış insanların tanrı k o n u sunda geliştirmiş oldukları yüce kavram ların içinden çıktığı çekirdeği temsil eder; dinsel gelişim sürecinin bü tününü izleyebil- seydik, bizim Tanrı fikrimizi yabanılınkine bağlayan zincirin, tek ve kopm am ış o lduğunu görürüz.
Şimdi, bu açık lam alar ve uyarılarla ilgili olarak, tapınanla- rı tarafından , erkek ya da kadm olsun, insani varlıklarda be- denleştiğine inanılan tanrılara bazı örnekler vereceğim. Bir ta n rının bedeninde kendini gösterdiği kişiler her zam an krallar ya da onların torunları değildir; varsayılan bedenleşme en aşağı k a tm andan insanlarda da olabilir. Örneğin, H ind is tan ’da bir insan-tanrı yaşama bir pam uk ağartıcı, bir başkası da bir m a rangozun oğlu olarak başlamıştı. Bu yüzden, yaşayan insanların tanrılaştırılması, bir başka deyişle bir tanrının insan şeklinde bedenleşmesi genel ilkesini açıklam ak için, örneklerimi yalnızca kraliyet kişilerinden almayacağım. Bu tür bedenleşmiş
108
V ec it h íjlin d e N ijeryuıh g e le n e k se l b ir b ü y ü cü h e k im .
tanrılar yabanıl top lum da yaygındır. Bedenleşme geçici ya da kalıcı olabilir. Geçiciyse, bedenleşme -g e nellikle esinlenme ya da cin tu tm a o larak b ilin ir- kendini doğaüstü bir güç şeklinde o lm aktan çok doğaüstü bir bilgi şeklinde gösterir. Diğer bir deyişle, genel belirtileri mucizelerden çok bilicilik ve yalvaçlıktır.Öte yandan, bedenleşme geçici değilse, kutsal ruh bir insan bedenine devamlı o larak yerleşmişse, tanrı-in- sanm mucizeler göstererek bu özelliğini kanıtlam ası beklenir. Ancak, düşüncenin bu dönem inde, insanların mucizelere doğa yasasını bozm a olarak bakmadığını anım sam am ız gerekir. Doğa yasasının varlığını kavrayam ayan ilkel insan, onun bozulmasını da kavrayam az. O na göre bir mucize, o rtak bir gücün alışılmamış, çarpıcı bir belirtisidir.
Geçici bedenleşmeye ya da esinlenmeye dünyanın her ta ra fında inanılır. Bazı kişilerin zam an zam an bir ruh ya da bir ta n rı tarafından ele geçirildiği varsayılır; bu ele geçirilme durum u devam ettiği sürece onların kendi kişilikleri askıdadır, ruhun varlığı insanın bütün bedeninin çırpınarak titremesi ve sarsılmasıyla, çılgınca hareketler ve delice bakışlarla gösterir kendini; bü tün bunlar o insanın kendine değil, onun içine girmiş olan ru ha bağlanır; bu anorm al durum larda ağzından çıkan her şey, onun içine yerleşmiş, onun ağzından konuşan tanrının ya da ru hun sesi olarak kabul edilir. Örneğin, Sandwich A daları’nda, tanrıyı canlandıran kral, bilicinin yanıtlarını, sepetten yapılma bir kafes içindeki gizlenme yerinden bildirirdi. Fakat Pasifik’in güney adalarında, tanrı “ sık sık rahibin bedenine girerdi. T a n rıyla şişmiş gibi görünen rahip gönüllü bir temsilci olarak ey-
109
H in d u tanrıçası Kali; sa rk ık d iliy le bir insanka fa ta s ın d a n k a n içiyor. V ic to r ia a n d A lbert M u s e u m , l .o n d ra .
lemde bulunmayı ya da konuşmayı bırakır, bütünüyle doğaüstü bir gücün etkisi altında gibi hareket eder ve konuşurdu. Bu yönden, Polinezyalıların ilkel bilicileri ile Eski Y unan’daki ünlü ulusların bilicileri arasında dikkati çeken bir benzerlik vardı. Tanrının rahibin bedenine girer girmez, rahip şiddetle tahrik olur, apaçık bir çılgınlık nöbetinin en yüksek noktasına t ırm anır, el ve ayak kasları kasılmaya başlar, bedeni şişer, çehresi korkunç bir hal alır, yüz hatları çarpılır, gözler vahşileşir ve anorm al bir görünüm alırdı. Bu durum da, onu ele geçiren ta n rının etkisi altında çırpınıyormuş gibi, ağzından köpükler saçarak yerlerde yuvarlanır, acı çığlıklarla, şiddetli ve çoğu kez a n laşılmaz seslerle tanrının istencini açıklardı. O rada bulunan ve gizemler konusunda bilgili rahipler, bu şekilde alınan bilgileri halka iletirdi. Bilicinin yanıtı rahip tarafından dile getirilince şiddedi nöbet yavaş yavaş diner, nispi bir dinginlik gelirdi bedene. Fakat tanrının, bu iletişim kuru lduktan sonra hemen terk e tmediği de olurdu rahibi. Bazen aynı taura, yani rahip iki ya da üç gün yakalandığı ruhun ya da tanrının etkisinde kalmayı sürdürürdü; bir kolunun üzerine sarılmış, doğal ve tuhaf bir kumaş parçası esinlenmenin ya da bu kumaşı taşıyan kişinin içinde ta n rının bulunduğunun bir işaretiydi. Bu dönem içinde adam m davranışları tanrının hareketleri o larak kabul edilir, dolayısıyla söylediklerine ve davranışlarına büyük dikkat sarf edilirdi... JJruhia’da (ruhun esininde) iken, rahibin tanrı kadar kutsal olduğu kabul edilir, bu süre içinde atua, tanrı denirdi ona, fakat başka zam anlarda yalnızca taitra ya da rahip denirdi.”
Fakat bu tü r geçici esinlenme örnekleri dünyanın her yerinde öyle yaygm, etnoloji kitapları yoluyla öyle bilinen şeylerdir ki, bu genel ilkenin örneklerini çoğaltm anın hiç gereği yok. Ama diğerlerinden daha az bilinen şeyler oldukları için iki özel esin yara tm a tarz ına bakm ak yararlı olabilir. Bu esin yaratm a yollarından biri, kesilen kurban ın kanını içmektir. A rgos’taki
111
E sk il y u n a n D e lfi b ilic is ine d a n ışm a . K eh a n e tte b u lu n a n bilic i k a d m üç a y a k lı seh p a s ın ın ü zer in e o tu r m u ş e lin d e b ir d e fn e da lı tu tu y o r . j . H . V a id a 'n ın tab lo s u , 1914 . U lusların
T a r ıh i'n d c n .
Apollon Diradiotes ta pınağında, ayda bir kez geceleyin bir koyun kurban edilirdi; iffet sın a v ın d an geçirilmiş olan bir kadm koyun un kanını ta d a rd ı , böylece tanrı ta ra f ın dan esinlendikten sonra kehane tte bu lunur ya da gaipten haber ve
rirdi. Achaia, Aegira’da Yeryüzü rahibesi kehanette bulunm ak için m ağaraya inmeden önce bir boğanın taze kanım içerdi. Aynı şekilde, güney H ind is tan ’da bir kuş yakalayıcılar ve dilenciler sınıfı olan K uruvikkaranlar arasm da, tanrıça Kali’nin rah ibi ziyaret ettiğine, rahibinse, bir keçinin kesik gırtlağından akan kanı içtikten sonra kâhince yanıtlar verdiğine inanılır. Kuzey Celebes’te M inahassalı Alfoorlar şenliğinde, dom uz ö ldürü ldük ten sonra, rahip öfkeyle ona doğru koşar, başını ö ldü rülmüş hayvanın vücuduna göm er ve kanını içer. D aha sonra sürüklenerek zorla hayvanın üzerinden alınır ve bir iskemleye o turtu lu r, bunun üzerine o yıl pirinç ü rününün nasıl olacağına değgin kehanetlerine başlar. H ayvanın bedenine ikinci kez k o şar ve yine kan içer; ikinci kez zorla iskemlesine o tu r tu lu r ve kehanetini sürdürür. Rahibin içinde, kehanet gücü olan bir ru hun bulunduğu düşünülür.
Geçici esinlenme yaratm anın burada sayacağım bir başkası, kutsal bir ağacın ya da bitkinin kullanılmasıdır. H indu- kuş’ta kutsal sedir ağacının ufak dallarıyla bir ateş yakılır; Da- inyal ya da kadm bilici, başına bir ö rtü örterek bedeni titrem elere tu tu lup da bilinçsiz bir biçimde yere düşünceye kadar ağır, keskin kokuyu ciğerlerine çeker. Az sonra ayağa ka lkar ve tiz
112
bir sesle şarkı söylemeye başlar, dinleyicileri de ona katılır ve yüksek sesle şarkıyı tekrarlar. A pollon’un bilici kadını da k eh anete başlam adan önce kutsal defne dalından yer, kokusunu içine çekerdi. Bacchanallar sarmaşık yerdi, bazıları onların esinli taşkınlığının, bitkinin tahrik edici, sarhoş edici özelliklerinden geldiğine inanırdı. U ganda’da rahip, tanrısı ta ra fından esinlendirilmek için, bir p ipoyu delice, cinnet getiresiye kadar içer; k o nuşurken çıkardığı yüksek, heyecanlı seslerin, onun aracılığıyla konuşan tanrın ın sesi o lduğuna inanılır. J av a ’nm kuzey sahili açıklarında bir ada olan M a d u ra ’da her ruhun belli bir m edyum u vardır ve bu çoğunlukla bir erkek değil, kadındır. Kadın, kendini ruhu almaya hazırlam ak için, başını bir buhurdanlığın üzerine tu ta rak tü tsü dum anların ı içine çeker. Yavaş yavaş, çığlıklar, yüz buruşturm aları ve şiddetli kasılmalarla birlikte bir tü r transa girer. R uhun onun vücuduna girdiği varsayılır o zam an, sakinleşince söylediği şeyler kehanet sayılır, içine girmiş olan ruhun sözleridir bunlar, o sırada kendi ruhu geçici o larak kaybolm uştur.
Geçici o larak esinlenmiş o lan kişinin, yalnızca kutsal bilgiyi değil, aynı zam anda, en azından bazen, kutsal gücü de ed indiğine inanılır. K am boçya’da bir salgın hastalık ortaya çıktığında, çeşitli köylerde o tu ran lar bir araya toplanır, başlarında bir bando takımı, yerel tanrın ın geçici bedenleşmesi için seçtiğine inandıkları adam ı aram aya çıkarlar. Bulunca, adam , bedenleşme ayininin yapılacağı, tanrın ın sunağına getirilir. Bundan sonra o kişi arkadaşları için köyü bu belaya karşı ko rusun diye yalvardıkları bir tap ınm a nesnesi olur. M agnesia yakın ındaki H ylae’de kutsal bir m ağarada du ran bir Apollo tasvirinin insanüstü bir güç verdiğine inanılırdı. O n u n esinlediği kutsal insanlar uçurum lardan atlar, koskoca ağaçları kökünden söker, s ırtlarında en dar geçitlerden geçirirlerdi. Esinlenmiş dervişlerin gösterdiği yiğitlikler de aynı sınıfa girmektedir.
113
Tanrıla r ı y a tış tırm a k iç in insan lar k u rb a n ed ilird i. P işm iş tu ğ la d a n
y a p ıla n , N ije ry a , I f e ’d e n b u h e yk e lin a ğ zın a tık a ç s o k u la r a k k u rb a n ed ilm iş
b ır m i b e tim le d iğ i sa n ılıyo r. Y ak laş ık o n ü ç ü n c ü yüzyı l. M u s e u m vör
V ö lk e rk u n d e , Ber lin.
Buraya kadar, doğayı denerieme yeteneğinin sınırlarını sezemeyen yabanılın, kendisinde ve bü tün insanlarda, bizim bugün doğaüstü dem emiz gereken bazı güçler hayal ettiğini gördük. Ayrıca, bazı kimselerin bu genel doğaüstücülükten başka, kutsal bir güç ta ra fından geçici o larak esinlendiğinin ve içine girmiş olan tanrın ın bilgi ve gücünü geçici o larak kullandığının varsayıldığmı gördük. Buna benzer inançlardan, bazı kimselerin bir kutsal ruh ta ra fından devamlı o larak tu tu lduğu, ya
da tarif edilemez bir başka yoldan, tanrılar arasında sayılacak ve dua, k u rban gibi saygı belirtilerini kabul edecek derecede yüksek doğaüstü güçlerle donatıldığı kanısına kolayca varılabilir. Bu insan-tanrılar bazen yalnızca doğaüstü ya da ruhsal işlevlere bakar. Bazen de buna ek o larak çok büyük bir politik güç de kullanırlar. Bu durum da, tanrı olm anın yanında k ra ld ırlar da; yönetimse teokrasidir. M arkiz ya da W ashington Ada- ları’nda, yaşarken tanrılaştırılmış bir sınıf insan vardı. Elem en tle r’'' üzerinde doğaüstü bir güçleri o lduğuna inanılırdı bunların; bol ürün sağlayabilirler, ya da toprağı kıraçlaştırabi- lirlerdi; hastalık ya da ölüm verebilirlerdi. Bunların öfkelerini yatıştırm ak için insanlar k u rban edilirdi. Sayıları çok değildi, her adada en çok bir iki tane olurdu. Gizemli bir inziva içinde yaşarlardı. Güçleri her zam an olm asa da bazen kalıtsaldı. Bir misyoner, kişisel gözlemlerine dayanarak bu insan-tanrılardan birini anlatmıştı. Bu tanrı, büyük bir evde bir hücrede yaşayan
Toprak, su, hava ve ateş, (ç.n.)
114
yaşlı bir erkekti. Evde bir tü r sunak vardı, evin tavan kirişlerinde ve çevredeki ağaçlar üzerinde baş aşağı asılmış insan iskeletleri vardı. Elücreye, tanrın ın hizmetine adanm ış kişilerden başkası giremezdi; ancak insan kurban la rın sunulduğu günlerde sıradan kimseler de girebilirdi bu bölgeye. Bu insan-tanrı bü tün öteki tanrı la rdan daha çok k u rban alıyordu; genellikle evinin önünde kuru lm uş bir iskelede o tu rur , her defasında iki ya da üç insan k u rban isterdi. Bu kurban la r her zam an getirilirdi, çünkü saldığı ko rku çok büyüktü. A danın her ta ra fından ona başvurulur, her yerden sunular gönderilirdi. Yine, Güney D enizi A daları’nda, her adada tanrıyı temsil eden ya da kişileşti- ren bir adam bulunduğu söyleniyor. Bu adam lara tanrı denirdi, özleri tanrm m kiyle karışmıştı. İnsan-tanrı bazen kralın ken- disiydi; çoğu kez de bir rahip ya da ikinci dereceden bir kabile reisi olurdu.
Eski Mısırlılar, tapınm aların ı kediler, köpekler ve bunlara benzer küçük hayvanlarla sınırlı tu tm ak şöyle dursun, bunu özgürce insanlara kadar yaygm laştınrlardı. Bu insan-tanrılar- dan biri Anabis köyünde o tu ru r ve sunak larda yanmış k u rb a n lar sunu lurdu kendisine; bundan sonra Porphyrios’un an la ttığına göre, bu tanrı, sanki sıradan bir ölüm lüym üş gibi yemeğini yerdi. Klasik eski zam anlarda Sicilyah filozof Empedokles, kendisinin yalnızca bir büyücü değil aynı zam anda tanrı o ldu ğunu ilan etmişti. Y urttaşlarına şiirle şöyle seslenirdi:
D ostlar, A grigentum kalesinin yeşil bayırlarına tırm anan
Bu büyük kentte, siz k i iyi şeyler yapan.Yabancılara sığınacak sakin ve güzel bir lim an sunan, Selam herkese! G ururla dolaşıyorum aranızda.Soylu alnım a ko yd u ğ u n u z çelenklerle,Çiçeklerle taçlandırılm ış, onurlu ben,
115
Bir ö lüm lü değilim artık, ö lüm süz bir ta m ıy ım şim di. N ereye gitsem , insanlar çeviriyor d ört yanım ı,
saygılarını sunuyorlar,Binlercesi peşim den gelip daha iyinin yo lunu öğrenm ek
istiyor.Kim ileri yalvaç sözleri bekliyor benden, k im i
ku rtu lm a k için dertlerinden Rahatlatıcı sözler işitm ek istiyor, k ıvranm am ak artık
acılar içinde.
Çömezlerine rüzgâr estirmeyi ve durdurm ayı, yağm ur yağdırmayı, gökyüzünde güneşi parla tm ayı, hastalıkları ve yaşlılığı kovmayı, ölüleri ayağa kaldırmayı öğretebileceğini ileri sü rü yordu. Demetrios Poliorketes M Ö 3 0 7 ’de Atina demokrasisini yeniden kurduğunda , Atinalılar, ona ve babası A ntigonos’a -k i o sırada ikisi de haya ttayd ıla r- Kurtarıcı T anrılar adı altında, kutsal unvanlar vermişti. K urtarıcılara sunaklar kurulm uş, o n lara tapınm ayı yönetecek bir rahip atanmıştı. H alk , kurtarıc ılarını ilahilerle ve danslarla, çelenklerle, buhurlarla ve sunu lacak içkilerle karşılam aya çıkardı; caddelerin iki yanına dizilir, onun tek gerçek tanrı olduğunu, çünkü öteki tanrıların uyuduğunu ya da on lardan uzaklaştığım ya da düpedüz olmadığını dile getiren şarkılar söylerlerdi. Çağdaş bir şairin, halk önünde okunan , özel yerlerde şarkısı söylenen şiirinde söylendiği gibi:
N ijerya ,B erlin 'dem erca nk o ly e ta k m ah a k k ıya ln ızcab ü y ü kreislereta n ın ırd ı.
B ütün tanrıların en büyüğü ve en azizi G eldi kentim ize.D em eter’i ve D em etr io s’u b irlikte G etirdi felek.D em eter geldi B akire’nin saygın törenlerini yapm aya D em etrios ise neşeli, güzel ve güleç Bir tanrıya nasıl yaraşırsa.
117
B e n in o b a s ın ın ya da k ra lın ın sa ra y ın ın girişi, N ije rya . O r ta d a k i ku le , y ıla n la r ın kra lı, ve d en izler in
yö n e tic is i tanrı O lu k u ’n u n haberc isi o la n h ır p ito n u g ö s ter iy o r . M u s e u m vö r V ö lk e r k u n d e , Berlin.
A fr ik a 'd a n , b ü y ü c ü h e k im le rc e u y u tu lm u ş ve g ü v e n l ik için eve ta ş ın a n S o p o n o tap ın ıc ıları.
N e görkem li bir görünüm , bü tün dostları çevresini almış. O rtalarında o.Yıldızlara benziyorlar, o ise güneş.G üçlü P oseidon’un oğlu, A p h ro d ite ’in oğlu.H oş geldiniz!Ö tek i tanrılar uzak ta eğleniyor.Ya da kulakları tıkalı.B elki de um urlarında değiliz.A m a sen bizleri görüyorsunN e ağaçtan ne de taştan tanrılara, yalnızcaSana yakarıyoruz biz de.
Eski Almanlar kadm larm kutsal bir yanı olduğuna inanır, bunun için de biliciler gibi danışırlardı onlara. Söylendiğine göre, onların kutsal kadınları anaforlanan nehirlere bakarlar, suların şırıltısını ya da kükreyişini dinlerler, gördüklerinden ve işittiklerinden gelecekte ne olacağını söylerlerdi. Eakat erkeklerin duyduğu saygı çoklukla daha da ileri giderdi ve kadınlara gerçek ve yaşayan tanrılar olarak tapınırlardı. Örneğin, Vespasian zamanında, Bructeri kabilesinden Veleda diye bir kadın tanrılığa
118
getirilir, bu sıfatla halkını yönetirdi ve buyruklarına her yerde saygı duyulurdu. Ren’in bir kolu olan Lippe Nehri üzerinde bir kulede otururdu. Köln halkı onunla bir anlaşma yapm ak istediğinde, elçiler onun huzuruna kabul edilmezdi; konuşmalar, onun kutsal katının sözcüsü olarak hareket eden, onun kehanet sözlerini halka bildiren bir rahip aracılığıyla yürütülürdü. Bu örnek yabanıl atalarımız için kutsallık ve krallık kavramlarının nasıl kolayca kaynaştığını gösteriyor. İçinde bulunduğum uz döneme kadar, Getaeler arasında hep, bir tanrıyı temsil eden ve halkın Tanrı dediği bir adam ın olduğundan söz ediliyor. Bu adam ku tsal bir dağda o turur ve krala danışmanlık ederdi.
Erken dönem Portekizli tarihçi Dos Santos’a göre, bir gü neydoğu Afrika halkı olan Z im balar ya da M uzim balar, “ pu tlara tapm az, herhangi bir tanrı tanımazlar, bir tanrı o larak bak tıkları, dünyanın en büyüğü ve en iyisi dedikleri krallarını u lular, ona saygı gösterirler. Kral denen kişi, yalnızca kendisinin yeryüzünün tanrısı olduğunu söyler, bu nedenle de, onun istemediği zam an yağm ur yağarsa, ya da hava çok ısınırsa, kendisine itaat edilmediği için gökyüzüne oklar fırlatır.” Güney Afrikalı ıVlashonalar piskoposlarına, bir zam anlar bir tanrıları o ldu ğunu, fakat Matabelelerin onu kovduğunu söylemişlerdi. “ Bu sonuncusu, bazı köylerdeki, tanrı dedikleri bir adam ı tu tm ak gibi garip bir âdete bir göndermeydi. Anlaşıldığına göre, kendisine danışılan ve hediyeler verilen bir kişiydi bu. Eski zam anlarda M agondi adlı bir reisin köyünde böyle biri vardı. O nu k o rk u tup kaçırm am ak için, köyün yakınında ateş etmememiz istenirdi bizden.” Önceleri bu M ashona tanrısı, M atabele Kralına her yıl dört siyah öküz ve bir dans şeklinde bir haraç vermekle yükümlüydü. Bir misyoner, bu tanrının görevinin son bölüm ünü krallık kulübesi önünde nasıl yerine getirdiğini görmüştü. G üneş yanığı, kapkara tanrı, upuzun üç saat boyunca hiç ara vermeksizin, tefin gürültüsü, kastanyetlerin şakırtısı ve tekdüze bir
119
R e n -B a k ire le r i o la ra k p eriler ya da sn perileri. A r th u r R ac k h a m '; / ! T h e R h in e
a n d V a lky r ie için yapt ığ ı i l lüs trasyon ,19 1 0 .
şarkının vızıltısı a ras ında çılgınca dans etmişti; bir terzi gibi bacakları üzerinde çömeliyor, bir dom uz gibi terliyor, kutsal bacaklarmın gücünü ve esnekliğini açıkça gösteren bir çeviklikle sıçrayıp duruyordu.
O rta Afrikalı Bagandalar, kimi zam an bir erkeğin ya da kadının bedenine yerleşen bir Nyanza Gölü ta n rısına inanırlardı. Kral ve kabile reisleri de dahil olm ak üzere herkes bu bedenleşmiş tanrıdan çok korkardı. Bu gizemli bedenleşme olduktan sonra, adam , daha doğrusu tanrı gölün
kıyısından iki kilometre kadar uzağa gider ve kutsal görevlerine başlam adan önce yeni ayın çıkışına kadar o rada beklerdi. Hilal şeklindeki ay gökyüzünden belli belirsiz görülür görülmez, kral ve uyrukları bu kutsal adam ın buyruğuna girmiş olurdu; Luba- re (tanrı) dedikleri bu kişi yalnızca inanç ve tören konularında değil, savaş ve devlet politikası sorunlarında da en yüce güç d u rum undaydı. Kâhin olarak kendisine danışılırdı; bir sözüyle hastahk yaratabilir ya da hastalıkları iyileştirebilir, yağm uru durdurabilir , kıtlık yaratabilirdi. Kendisine danışıldığında b ü yük hediyeler verilirdi. Tanganika G ölü’nün batısında geniş bir bölge olan U rua’nın reisi, “ kendisinde kutsal onurlar ve güç vehmeder, günlerce yiyeceksiz yaşayabileceğini ileri sürer; aslında, tanrı o larak kendisinin yiyecek gereksiniminin üzerinde olduğunu, yalnızca kendisine zevk verdiği için yediğini, içtiğini, sigara kullandığım söyler.” Gallalarda, bir kadın ev işlerinden bıktığında, anlaşılmaz bir şekilde konuşm aya, kendini aşırı bir biçimde küçültmeye başlar. Kutsal ruh Callo’nun ona geldiğinin bir belirtisidir bu. Kocası hemen onun ayaklarına kapanır ve
1 2 0
§İ3
■iv-' ■
m m m
m
* i
O r ta d o ğ u 'n u n d ö n e n d erv iş leri. B u İs la m m is tik le r i vec it h a lin d e d a n s ederd i. P ıca r t’m R elig io u s C ere n ıo n ie s 'in d e n .
ona tapm aya başlar; o zavallı eş unvanını terk eder, “T a n r ı” adını alır; ev işleri artık ona düşmez, istekleri kutsal yasadır.
Loango kralı, halkınca “ bir tanrıymış gibi onurlandırılır, tanrı anlam ına gelen Sambee ve Pango adı verilir kendisine. İstediğinde kendilerine yağm ur getirebileceğine inanılır onun; yılda bir kez, yağm ur istedikleri ay olan Aralık ayında, halk yağm ur göndermesini rica için gelir o n a .” O zam an, tah tında ayakta du rm ak ta olan tanrı gökyüzüne bir ok atar, bunun yağm ur getireceği varsayılır. M om basa kralı için de aynı şeyler söylenir. D aha birkaç yıl öncesine, İngiliz denizcilerinin ve b ah riyelilerinin kösnü silahları onun yeryüzündeki ruhani egem en
l i !
H iu ilii tanrısı K r is h n a ’ya a it b ir H in t resm i
ligine son verinceye kadar, Benin kralı kendi bölgesinde baş tapınm a nesnesiydi. “ O nun tu ttuğu yer, K atolik A vrupa’da P apa’nm yerinden d a ha yüksektir; çünkü o yeryüzünde T a n n ’mn vekili değil, aynı zam anda kendisidir, uyrukları ona bu sıfatla boyun eğer ve tapar, ama bana kalırsa ona tapm aları sevgiden değil, daha çok korkudan kaynak lan ır .” Iddah kralı, Nijer Seferinde İngiliz subaylarına, “Tanrı beni kendi suretine göre yaptı; ben tıpkı T a n r ı’yım; ve beni kral o larak a ta d ı” demişti.
Çehresine doğuştan gelen zalim doğası yansımış, krallığı süresince cellatların düşm andan daha çok insan kurban ettiği, Ba- donsachen adlı kana susamış Burma im paratoru, kendisinin ölümlüden öre bir şey olduğuna, bu yüce farkın ona sayısız iyiliklerinin bir ödülü olarak verildiğine inanırdı. Bunun için de kral unvanını terk etmiş, kendini tanrılaştırmayı amaçlamıştı. Bu amaçla, tanrı rütbesine ulaşmadan önce krallık sarayını ve haremini terk edip dünyadan elini eteğini çekmiş olan Buda’yı taklit ederek Badonsachen de kendi sarayından ayrılmış ve koskoca bir pagodaya, yıllardır yaptırmakta olduğu, im paratorluğun en büyük pagodasına yerleşmişti. Burada en bilgili keşişlerle toplantılar yapıyor, bu toplantılarda onları Buda yasasının geçerliliği için ayrılmış beş bin yılın artık geçtiğine, bu dönemden sonra a tan mış olan tanrının kendisi olduğuna, kendi yasasını koyarak eski yasanın ortadan kaldırılması gerektiğine inandırmaya çalışıyordu. Fakat keşişlerin çoğu, onun bu büyük alçalışı karşısında, karşı çıkma cesaretini gösterdi; bu hayal kırıklığına, iktidar sevdası ve yaşadığı zahit yaşamının kısıtlamalarının getirdiği sabır-
Tociaslı hir rahip .
T o d a s ,
g itn cy H in d is ta n 'd a
\ i l g i r i D a ğ la rı'n d a
ya şa ya n k ü ç ü k hir kab iled ir;
k e n d i tanrıları re
H in d u ön cesi H in t
k ü ltü r ü n d e n gelen h ir
k ü ltü r ü vardır.
R a h ip k u tsa l h ir y a b a n
c ıkü zü n ü n y a n ın d a
d u r u y o r ve d esen li hir
g iy s i g iy iyo r.
122
K raliçe V icto ria , bazı H in t m e zh e p le r in c e t jp ın ı ld ığ ı sö y le n e n k işiler a ra sın d a yd ı. O n d o k u z u n c u
\ 'üzyıi re ssam ı H e n rv C ^am porosto 'n un yapt ığ ı b ir jübile por tres i .
Sizlik da eklenince, gözü çabucak açılarak hayali tanrılıktan vazgeçmiş, sarayına ve haremine çekilmişti yeniden. Siyam kralı “aynı şekilde kutsal bir kişi olarak ululanır. Uyruklarının onun yüzüne doğrudan bakm aması gerekir;o geçerken kendilerini yere atarlar, onun önünde yere diz çökerek ve dirseklerini yere dayayarak dururlar .” O nun kutsal kişiliğine ve sıfatlarına ayrılmış özel bir dil vardır, onunla konuşurken ya da ondan bahsederken herkesin bu dili kullanması gerekir. Siyamın yerlileri bile bu garip sözcükleri öğrenmekte güçlük çeker. Kralın başındaki saçların, ayak tabanlarının,
bedeninden çıkan solukların, kişiliğinin, hem iç hem dış, bütün ayrıntılarının özel adları vardır. Yerken, içerken, uyurken ya da yürürken, hüküm darın bu eylemleri yerine getirdiğini gösteren özel bir sözcük vardır ve bu sözcükler başka hiç kimsenin eylemleri için kullanılamaz. Siyam dilinde, kraldan daha yüksek ya da daha büyük bir saygınlıkta bir yaratığı betimleyebilecek bir sözcük yoktur; misyonerler de T anrı’dan söz ederken kral için kullanılmakta olan yerli sözcüğü kullanmak zorundadırlar.
Fakat dünyada insan-tanrılarm H indistan kadar bol o ldu ğu bir başka ülke yoktur belki de; kutsal rahm et hiçbir yerde, k ra llardan sütçülere kad ar top lum un bü tün sınıfları üzerine bundan daha özgür bir biçimde yağmamıştır. Örneğin, Güney H ind is tan ’ın N ilghury Tepelerinde yaşayan çoban halk Toda- 1ar arasında sütçü dükkânı bir tap ınaktır , orayı işleten sütçü ise bir tanrı o larak tarif edilir. Bu kutsal sütçülerden biri, Todala- n n güneşi selamlayıp selamlamadıkları sorulunca şu yanıtı ver-
124
A z iz C ü lu ffilh i'm jı (M S 4 2 1 - ^ 9 - ) ç ö m ez le r i on a Isa 'n ın h ed en leşm ış ı o la ra k taparlard ı. S tephen RcidV;/ T h e M ig h ty / \n ;7 v 's in d e n i l lüs tra syon , L o n d r a , 1912 .
mişti: “ O zavallı insanlar yapar bunu, am a ben ,” eliyle göğsüne vurarak , “ ben tanrıyım! N e diye selamlayacakmışım güneşi?” H erkes, ha tta kendi babası bile, sütçünün önünde yere a tar kendini, hiç kimse hiçbir isteğini reddetme cesaretini gösteremez. Başka bir sütçünün dışında hiç kimse dokunam az ona; kendisine bir şey danışanlara bir tanrı sesiyle konuşarak kehanetlerde bulunur.
Dahası, H ind is tan ’da “ her krala, var olan bir tanrın ın kü-
125
Ç in 'd e L a h r u n g M a n a s t ır in d a T ib e tli B u d is t keşişler, l.hasa D a la y L a m a 's ın a , ya şa ya n ve ö ld ü ğ ü n d e b ir ç o c u k ta y e n id en d o ğ a n b ir tanrı g ö z ü y le bak ılır .
çük bir modeli o larak bakılır .” H indu Yasa kitabı M a n u daha da ileri giderek, “ bir bebek kral bile bir ö lüm lü olduğu düşün cesiyle küçümsenmemelidir; çünkü o insan şekline girmiş b ü yük bir kutsal kişidir.” Yıllar önce O rissa’da, yaşadığı sürece. Kraliçe V ik torya’ya tanrıları diye tap ınan bir mezhebin olduğu söyleniyor. Bugüne kadar H ind is tan ’da, kuvvetleriyle ya da yiğitlikleriyle veya sözde mucizevi güçleriyle d ikkati çeken bütün yaşayan kimseler tanrı o larak tapınılm a tehlikesi altındadır. Ö rneğin, Pencap’ta bir mezhep N ikkal Sen adını verdikleri bir tanrıya tapıyordu. Bu N ikkal Sen korkunç General Nichol- so n ’dan başkası değildi, ve general ne söylerse söylesin, ne ya parsa yapsın, ona tapm anla rın şevkini söndüremezdi. Onları ne k adar cezalandırırsa, tapınırken duydukları dinsel ko rku o kadar artıyordu. Benares’te, yakın zam anla rda ünlü bir tanrı,
126
Swamie Bhaskaranandaji Saraswati gibi çok ahenkli bir ad ta şıyan ve m erhum K ardinal M an n in g ’e inanılmaz derecede benzeyen, ondan da saf biri olan bir H indu beyefendisinin bedenine girmişti. Gözleri sevecen insani duygularla parlıyor, kendisine inanan tapınıcılarm m verdiği kutsal onurdan m asum bir zevk alıyordu.
Batı H ind is tan ’da P oona’dan yaklaşık on beş kilometre uzaklıktaki küçük Chinchvad kasabasında bir aile yaşar; M ah- ra tta la rm çok büyük bir bölüm ü bu aileden her kuşakta bir k işinin fil başlı tanrı G u npu tty ’nin bedenleşmiş hali o lduğuna inanır. Bu ünlü tanrı ilk kez 1640 yılında M o o rab a Gosseyn adında bir Poona B rahm an’ının şahsında beden kazanmıştı; bu rahip, perhizle, çileyle ve duayla ruhunu kurtarm aya çalışıyordu. Bu dindarlığı ödüllendirildi. Tanrı bir gece rahibin rüyasına girmiş, kendisinin, yani G u n p u tty ’nin kutsal ruhunun bir bö lüm ünün hem onun hem de yedi kuşak öteye çocuklarının bedeninde yaşayacağını söylemişti. Bu kutsal vaat gerçekleşti. Babadan oğula devreden peş peşe yedi bedenleşmeyle, G u n pu tty ’nin ışığı karanlık dünyayı aydınlattı. Bu çizginin son tem silcisi, gözleri çok zayıf, hantal görünüşlü tanrı 1810 yılında ö ldü. Fakat hak ika t davası öyle kutsal, kilisenin mal varlığının değeri öyle yüksekti ki, Brahm anlar, G un p u tty ’yi hiç tan ım amış bir dünyanın başa çıkabileceği bu tarifsiz kaybı soğukkanlılıkla karşılayamadılar. Bu yüzden de, efendinin kutsal ru h u nun yeniden ortaya çıktığı bir kutsal kap aradılar ve buldular, böylece vahiy, o zam andan bu zam ana kadar, kesintisiz bir ar- dılhk içinde m utlu bir biçimde devam etti. Fakat dinler tarihi içinde işleyişini beğenmeyebileceğimiz am a değiştiremediğimiz, ruhani ekonom inin gizemli bir yasası, bu soysuzlaşmış günlerde tanrı-insanın gösterebileceği mucizelerin, geçmiş zam an la rda onların ataların ın gösterdiği mucizelerle karşılaştırılam ayacağını buyuruyordu: ayrıca bildiriliyordu ki, tanrı-insanın bu-
127
B irço k H ır is tiya n m e zh e b i İ s a ’n ın her H ır is tiya n d a c isim leş tığ ın e inan ır . İsa Ç içek ten B ir H a çÜ zerinde ,H a r r yCla rke .
günkü inanan lara lütfettiği tek işaret, onun her yıl Chinch- vad ’daki yemekte ağırladığı kalabalık ların beslenmesi mucizesidir.
B om bay’da ve orta H ind is tan ’da birçok temsilcisi olan bir H indu mezhebi, ruhan i liderlerinin, ya da kendilerinin deyişiyle M a h a ra ja ’larm, tanrı K rişna’nm yeryüzündeki temsilcileri ya da gerçek bedenleşmiş biçimleri o lduğunu ileri sürer. Krişna ise yeryüzündeki ardıllarının ve rahiplerinin gereksinimlerini sağlam ak için cennetten yeryüzüne öyle sevecenlikle baktıkça, kendin i-adam a adı verilen özel bir ritüel kuru lm uştur. Bu yolla onun inançlı tap ınanları bedenlerini, ruhlarını, belki bundan da önemli olarak, dünyevi varlıklarını onun tapılası bedenleş- melerine feda ederler; kadınlara , kendileri ve aileleri için en y ü ce mutluluğa, kendilerini kutsal doğanın gizemli bir biçimde gerçek insan şekliyle, hatta insani arzularla birlikte yaşadığı varlıkların kollarına teslim etmekle ulaşacakları öğretilir.
Hıristiyanlık, bu talihsiz yanılgıların lekesinden her zam an kurtaram am ıştır kendini; gerçekten de, onun büyük Kurucu- su’nunkine eşit ha tta onu aşan bir ilahilik savında bulunan kendini bilmezlerin saçmalıklarıyla çoğu kez kirletilmiştir. İkinci yüzyılda, Frigyalı M ontanus , Baba Tanrı, Oğul Tanrı ve Kutsal Ruh Tanrıyı kişiliğinde birleştiren Teslis’in kendisinde bedenleş- tiğini ileri sürüyordu. Akli dengesi bozuk bir kişinin bu aş ın savı, tek olay da değildir. Ta eski zam anlardan bugüne kadar birçok mezhep İsa’nın, hatta Tanrının, erginlenen her Hıristiyanın bedeninde olduğuna inanm akta ve bu inancı birbirlerine ta p a rak mantıksal sonucuna taşımaktadır. Tertullianus, bunun ikinci yüzyılda K artaca’da Hıristiyan arkadaşları tarafından yapıldığını kaydediyor; Aziz C o lum ba’nm müritleri İsa’nın bedenleş- mesi o larak ona tapınırdı; sekizinci yüzyılda T oledo’lu Elipan- do, İsa’dan “ tanrılar içinde bir ta n r ı” o larak söz ediyordu, yani inananların hepsi İsa’nın kendisi kadar gerçek birer tanrıydı.
129
M ısır kra lla rıyaşarL irkcfîtanrılaştırılır:o n la r ı ra şa ifison ra sın ah a z ır la m a kıçın g ö r k e m lig ö m m etö ren ler iyap ılırd ı.H ırarun I.P sıısennes 'inh u (>iin)it ik e n im a sk ın ın ıçı lac iver t taş ile si\al? ve b eya z cam la sü slü d ü r . M ıs ı r Ulusal M üzes i , Kahire .
Birbirine tapm a, Albigense- 1er arasm da sık rastlanan bir şeydi; bunun ondördi.in- cü yüzyıl baş la rm da T oulo- Suse’daki Engizisyon kayıtlarında yüzlerce örneği vardır.
O nüçüncü yüzyılda. Özgür Ruhun Kardeşleri adlı bir mezhep çıktı ortaya; herhangi bir kişinin uzun ve sabırlı bir tefekkür yoluyla kaçınılmaz bir biçimde tanrıyla birleşebileceğini ve her şeyin kaynağı ve temeliyle bir araya gelebileceğini, böylece Tanrı katına yükselmiş ve onun kutsayıcı özü içine alınmış, gerçekten de Tanrının parçası olmuş olan kişinin İsa ile aynı an lam da ve aynı biçimde Tanrının Oğlu olduğunu; bu yolla insani ve kutsal bü tün yasaların engellerine karşı bir bağışıklık kazandıklarını ileri sürüyordu. İçlerinde, bu sevinç verici inançla kendilerinden geçmiş, ama dış görünüşleri ve davranışlarıyla iğrenç bir çılgın ya da deli havası veren bu mezhebin üyeleri, en garip giysilere bürünüp, vahşi çığlıklar ve naralar atıp sadaka dilenerek, her türlü namuslu çalışmayı veişi kutsal tefekküre ve ruhun ruhların Babasına yükselmesine bir engel o larak görüp nefretle reddederek oradan oraya başıboş dolaşır dururlardı. Bütün bu gezintilerde en yakın teklifsizlik içinde birlikte yaşadıkları kadınlar da peşlerinden gelirdi. Bunlardan, daha yüksek ruhani yaşamda en büyük ilerlemeyi yaptıklarını kavramış olanlar, iffet ve nam usa, tenin boyunduruğu altında ezilmiş, kutsal ruhla birlikteliğe, onun merkezine ve kay
ac.c>
Ç alılığa y a ka la n m ış k o ç . B e lk i de b ir l?ereket s im g es i o lan , a ltın d a n ve d eğerli ta ş la rdan y a p ılm ış hır su n u a ya klığ ı. I rak , U r 'd a yak laş ık MC) 2 6 0 0 y ıl ından Kra l iyer M ez a r l ığ ın d a b u lunm ui j ru r , Bricish M u s e u m , L o n d r a .
131
nağına henüz yükselememiş bir ruhun özelhkleri olan içten çürüm enin belirtileri gözüyle bakarak toplantılarm da hiçbir giysi giymezlerdi. Engizisyon mahkemesi bazen onlarm bu mistik birlikteliğe doğru ilerlemelerini hızlandırır, yalnızca apaçık bir h u zurla değil, aynı zam anda büyük bir sevinç ve neşe duygusuyla alevler içinde yanmalarını sağlardı.
1830 yılında, Amerikan Birligi’nin Kentucky’ye komşu eyaletlerinden birinde. Tanrının Oğlu, insanlığın Kurtarıcısı o lduğunu, kâfirlere, inanm ayanlara ve günahkârlara görevlerini an ım satm ak için yeryüzüne döndüğünü ileri süren bir do landırıcı çıktı ortaya. Belli bir süre içinde hal ve gidişlerini düzeltmezlerse, bir işaret vereceğini ve dünyanın bir anda harabeye döneceğini söylüyordu. Bu abartılı iddialar, top lum da varlıklı ve yüksek konum daki kişilerce bile saygıyla karşılandı. Sonunda, bir Alman bu yeni M esih’e bu korkunç felaketi kendi memleketlilerine Alman dilinde bildirmesini rica etti ezile büzüle; onlar İngilizce bilmiyorlardı, sırf bu yüzden lanete uğramaları yazık olurdu. Sözde kurtarıcı buna yanıt olarak büyük bir dürüstlükle Almanca bilmediğini itiraf etti. “N e !” diye sertçe cevap verdi Alman, “ sen. Tanrının Oğlu olacaksın da bü tün dilleri konuşmayacaksın, Almanca bile bilmeyeceksin? H adi, hadi, düzenbazsın sen, ikiyüzlü, delinin tekisin. Senin yerin t ım arhane .” Et- raftakiler gülmeye başladılar, safdilliklerinden utanıp uzaklaştılar oradan.
Bazen, tanrının bedenleştiği insanın ölüm ünde, kutsal ruh bir başka adam a geçer. Budist T atarla r çok sayıda yaşayan Buda olduğuna inanırlar, bunlar en önemli m anastırların başında bulunan Büyük Lam a’lardır. Bu büyük L am a’lardan biri ö ldüğünde müritleri üzüntü duymaz, çünkü onun bir bebek şeklinde doğarak yeniden görüneceğini bilirler. Tek endişeleri onun nerede doğduğunun bulunmasıdır. O sırada bir gökkuşağı görürlerse bunu ölmüş olan Lam a’nın kendilerine beşiğinin bu lun
132
P eru A n d la n n d a E sk i İn k a K e n ti M a c h u p ıc c h u . İn ka la r k en d ile r in in , ta p ım la r ım n o d a ğ ı o la n g ü n eşin to ru n la r ı o ld u k la r ın a inan ırla rd ı.
duğu yeri göstermek için gönderd iğ i bir işaret o la rak kabul ederler. Bazen kutsal çocuğun kendisi açıklar kimliğini. “Büyük L am a’yım ben ,” der,“ filan tapınağın yaşayan Buda’sı. Beni eski m anastırım a götürün.Ben oranın ölümsüz başıyım.” Buda’nm doğum yeri nasıl o r ta ya çıkarsa çıksın, ister Buda’nm kendi beyanıyla ister gökteki işaretle, çadırlar sökülür, genellikle kralın ya da kral ailesinden ünlü birinin önderliğindeki hacılar, çocuk tanrıyı bulm ak ve yurduna getirmek için sevinç içinde yola çıkarlar. Büyük Lama, genellikle kutsal top rak olan T ibet’te doğar ve kervan, tanrıya ulaşm ak için en korkunç çölleri aşm ak zorunda kalır. Sonunda çocuğu bulduklarında kendilerini yere atıp ona tapınırlar. Ama aranan Büyük Lam a olarak tan ınm adan önce kimliğini kanıtlaması istenir ondan. Başı olduğunu söylediği manastırın adı, ne kadar uzaklıkta olduğu, içinde kaç keşiş yaşadığı sorulur; aynı zam anda, ölmüş olan Büyük L am a’nın ahşkanlıklarını, nasıl ö ldüğünü anlatması istenir. Dua kitapları, çaydanhklar, fincanlar gibi çeşitli şeyler konur önüne, daha önceki yaşamında kullandığı eşyaları işaret etmesi gerekir. Bunları hiç yanlışsız yaparsa iddiaları kabul edilir ve zafer alayıyla m anastıra götürülür. Bütün L am a’larm başında, T ibet’in R o m a’sı olan Lhasa’nm Dalay L am a’sı bulunur. Yaşayan tanrı gözüyle bakılır ona; ölümü h a linde kutsal ve ölümsüz ruhu bir çocukta yeniden dünyaya gelir. Bazı anlatılara göre Dalay L am a’nm bulunuşu da biraz ö n ce anlatılan sıradan bir Büyük L am a’nm bulunuşuna benzer. Başka öykülerde, altın bir kavanozdan kura çekmekten söz edi-
133
liyor. Nerede doğmuşsa, ağaçlar ve bitkiler yeşil yapraklar verir; bir sözüyle çiçekler açar, pm arlarm sulan yükselir; varlığı, kutsal nimetler yağdırır dünyaya.
Fakat bu bölgelerde, tanrı diye ortaya çıkan tek adam o değildir. Pekin’deki Li fan yu a n ’da ya da Sömürgeler Idare- si’nde Çin im paratorluğundaki bedenleşmiş bütün tanrıların bir kaydı vardır. Bu şekilde izin almış tanrıların sayısı 160’tır.Bunlardan o tuzunu çıkarmış olan Tibet kutsanm ış bir yerdir, kuzey M oğolistan on dokuzla sevinçlidir, güney M oğolis tan’sa en az elli yedi tanrının güneş ışığının tadını çıkarır. Çin h ü k ü meti, uyruklarının refahı için endişelenen bir baba tavrıyla, listedeki tanrıların T ibet’ten başka yerde yeniden doğmasını yasaklar. Bir tanrının M oğolis tan’da doğmasını M oğolların uyuyan vatanseverliklerini ve savaşçı ruhlarını uyandırarak ciddi politik sonuçlara yol açacağından, kral soyundan gelen hırslı bir tanrının etrafında toplanıp, kendilerine kılıç hakkıyla yalnızca ruhani değil aynı zam anda cismani bir krallık k u rm alarından korkarlar. Fakat bu kamusal ya da izinli tanrıların yanında çok sayıda küçük özel tanrı ya da izinsiz tanrılık yapan lar vardır. Bunlar köşelerde bucaklarda mucizeler gösterir, halklarını kutsarlar; son yıllarda Çin hüküm eti T ibet dışında ufak tefek işlere bakan bu tanrıların doğmasına göz yum m aktadır. Bununla birlikte, doğuşlarından itibaren gözünü bu ta n rıların ve onların usule uygun uygulayıcılarının üzerinden ayırm am akta ve herhangi birinin yanlış davranışını görürse hemen azletmekte, uzak m anastırlara gönderm ekte ve yeniden ete kemiğe bürünüp dogm alarını yasaklam aktadır.
Yabanıl toplum larda kralın işgal ettiği dinsel konum üzeri- ^ne araştırm am ızdan, Mısır, M eksika ve Peru gibi büyük tarihsel AmUanmla,, im paratorlukların hüküm darların ın ileri sürdüğü kutsal ve do- KnıUrniit-n ğaüstü bir güce sahip olma savının, şişirilmiş kibirliliğin bir so-
K îzıldcrililcri- nın Gi'ınc^
nucu ya da boş bir yaltaklanıcı övgü ifadesi olmadığını çıkara- LuianUr.
34
B ir o n y c d in c i y i iz y d h iiy iicüsii; s ih irli h ir Liynayhı F a u s t'u n p o r tre s in i ç iz iyo r
b e lk i de. R e m b r a n d r ' r a n b ir m ade n i l evhaya o y m a , yak laş ık 1650, British
M u s e u m , L ondra .
biliriz; eski yabanıl toplum ların kra llarını tanrılaştırmalarının bir devamı ve uzantısından başka bir şey değildi bu. Örneğin, Güneşin çocukları o larak Perulu İnkalara tanrı gibi saygı duyulurdu; yanlış bir şey yapam azdı onlar, hiç kimse hüküm darın ya da kral soyundan herhangi birinin şahsına, onuruna ya da malına karşı suç işlemeyi hayal edemezdi. Dolayısıyla da, İnkalar, çoğu kimse gibi, hastalığa bir kötülük gözüyle bakmazdı. Bunu kendilerini yanına, cennete çağıran Güneş babalarından gönderilmiş bir haberci olarak kabul ederlerdi. Bu yüzden de, bir Inka’nın yaklaşan sonunu bildirdiği sözler şunlar olurdu:
“ Babam gidip kendisiyle o turm aya çağırıyor beni.” İyileşmek için kurban sunarak babalarının isteğine karşı çıkmazlar, kendilerini dinlenmeye çağırdığını söylerlerdi açık açık. Bunaltıcı vadilerden Kolombiya A ndlannın yüksek yaylalarına çıkan İspanyol fatihleri, aşağıda boğucu cangıllarda bıraktıkları yabanıl gö çebe aşiretlerin aksine, tarımla uğraşan, H u m b o ld t’un Tibet ve Japon teokrasilerine benzettiği bir idare altında, oldukça yüksek bir uygarlık içinde yaşayan bir halk bulunca şaşırdılar. Bunlar, başkentleri Bogota ve Tunja olan, fakat görünüşte Sogapozo ya da Iraca yüksek piskoposluğuna dinsel bağlılıkla birleşmiş iki krallığa bölünm üş olan Çibçalarla M uiscalar ya da M ozkalar- dı. Bu manevi yönetici uzun ve çileli bir çıraklık dönem inden sonra suların ve yağm urun kendisine baş eğdiği, hava koşullarının isteklerine bağlı olduğu bir kutsallığı elde etmişti. Meksika kralları tah ta çıkarken, güneşi parlak tu tacaklarına, bulutlar
136
“K a rn a k K o n a ğ t'n d a k u tsa l b a ltk ç ılla rm b e s le n m e s i" , E.J. P o y n r e r ’in b ir r e s m in d e n J o u b e r t t a r a f m d a n yap ı lm ış b ir o y m a , I 874.
dan yağm ur yağdıracaklarma, nehirleri akıtacaklarm a ve toprağa bol ürün verdirteceklerine yemin ederdi.Söylendiğine göre, halkı M ek s ik a ’nın son kralı M on tezum a’ya bir tanrı o larak tapardı.
I. Sargon’dan dördüncü Ur h a nedanına ya da sonrasına kadar eski Babil kralları yaşamları süresince tan rı o ldukların ı ileri sürerlerdi.Özellikle dördüncü Ur hanedanının hüküm darların ın kendi adlarına yapılmış tapınakları vardı; çeşitH tapınaklara heykellerini koymuşlar ve halka bu heykellere ku rban vermelerini emretmişlerdi; sekizinci ay özellikle krallara adanmıştı, yeni ayda veher ayın on beşinde onlara kurbanlar sunulurdu. Arsak hanedanından gelen Parth hüküm darları da kendilerine güneşin ve ayın kardeşleri adını vermişlerdi; tanrı olarak tapıhrdı bunlara. Bir tartışm ada Arsak hanedanının sıradan bir üyesine vurm ak bile büyük bir saygısızlık kabul edilirdi.
Mısır kralları yaşamları boyunca tanrılaştırılır, kendilerine kurban la r adanır, özel tapm aklarda , özel rahipler yönetiminde tapımlırdı bunlara . Aslında, krallara tap ınm a bazen tanrılara tapınm ayı gölgelemiştir. Ö rneğin M erenra saltanatında, y ük sek rütbeli bir görevli, kralın, yani ölümsüz M eren ra ’nm ru h larına “ bütün tanrı la rdan ç o k ” dua edilebilmesi için birçok kutsal yer yaptırmış o lduğunu açıklamıştır. “ Kralın gerçek k u tsallık savından hiçbir zam an kuşkulanılm am ıştır; ‘Büyük tan- r ı’ydı o, ‘altın H o ru s ’tu ve R a ’nm oğluydu. Yalnızca Mısır üzerinde değil, ‘bü tün top rak la r ve u luslar’ üzerinde, ‘enine ve b o
137
yuna, doğuya ve batıya bütün dün y a’da, ‘büyük güneş çevresinin bü tün s ın ırlarında’, ‘gökte ve içindeki her şeyde, yerde ve üzerindeki her şeyde’ yetke istiyordu; ‘iki ya da dört ayak üzerinde yürüyen her yaratık, uçan ya da suda yüzen her şey, b ü tün dünya ürünlerini ona sunsun’ istiyordu. Aslında Güneş- krala atfedilen her şey kesinlikle M ısır Kralına da aitti. U nvanları doğrudan Güneş-tanrınınkilerden gelmekteydi.” Söylendiğine göre “ Mısır kralı, varolduğu sürece. Mısırlıların kendileri için tasarladıkları olası kutsallık kavram ların ın hepsini tüke tmişti. D oğum u ve krallık görevi dolayısıyla insanüstü bir tanrı olan kral, ö lüm ünden sonra da tannlaştırılırdı. Böylece, kutsal diye bilinen ne varsa onda toplanm ıştı.”
En yüksek biçimine, en mutlak ifadesine Peru ve Mısır hü kümdarlıklarında ulaşmış olan kutsal kralların evrimi taslağımızı -çünkü bir taslaktan başka bir şey değil b u - tamamlamış bulunuyoruz. Tarihsel olarak, bu kurum kam u büyücüleri ya da büyücü hekimler düzeninden kaynaklanmış gibi görünüyor; mantıksal olarak da, fikirlerin çağrışımından yanlış bir tüm dengelime dayanıyor, insanlar kendi fikirlerinin düzenini doğanın düzeni sanmış, böylece fikirleri üzerinde sahip oldukları ya da sahipmiş gibi göründükleri denetimin kendilerine şeyler üzerinde buna eş bir denetim kullanma gücü sağladığını hayal etmişlerdi. Şu ya da bu nedenle, doğal yanlarının güçlülüğü ya da zayıflığı yüzünden bu büyü gücüne yüksek derecede sahip oldukları varsayılan insanlar giderek kendi yoldaşlarından aynln-ıışlar ve insanoğlunun siyasal, dinsel ve düşünsel evriminde çok uzak erimli bir etki kullanmaya yazgılı ayrı bir sınıf olmuşlardır. Bildiğimiz gibi, toplumsal ilerleme, temelde, işlevlerin devamlı farklılaşmasını, ya da daha basit bir dille söylersek, bir işbölümünü taşım aktadır içinde, ilkel toplumda herkes tarafından aynı şekilde ve herkes tarafından eşit derecede kötü ya da yaklaşık olarak öyle yapılan iş, giderek farklı işçi sınıfları arasında bölüştürülür ve git
138
tikçe daha kusursuz biçimde yerine getirilir; bu uzmanlaşmış emeğin maddi olan ya da olmayan ürünleri herkes ta rahndan bö- lüşüldüğü sürece, bütün topluluk bu artan uzmanlaşmadan yararlanır. Şimdi büyücülerin ya da büyücü hekimlerin toplumun evriminde en eski yapay ya da mesleki sınıfı oluşturduğu görülüyor. Çünkü büyücüler bilebildiğimiz her yabanıl kabilede bulunmaktadır; Avustralya aborijinleri gibi en basit halklar arasında, var olan tek profesyonel sınıftır onlar. Zam an ilerledikçe ve farklılaşma süreci devam ettikçe, büyücü hekim düzeni, hastahk İyileştirenler, yağmur yağdıranlar, vb. sınıflara bölünür; düzenin en güçlü üyesi başkanlık konum unu kazanır ve giderek kutsal bir krala dönüşürken, onun eski büyüsel işlevleri giderek daha gerilere düşerek rahiplik görevleriyle ya da kutsal görevlerle değiştirilir; büyü de din tarafından nispeten bir kenara itilir. D aha da sonra, krallığın sivil ve dinsel yanı arasında bir ayrılma olur, d ün yevi iktidar bir insana, ruhani iktidar da bir başkasına teslim edilir. Bu arada, dinin üstün gelmesiyle bastırılabilen fakat kökü ka- zınamayan büyücüler, kendilerini yeni kurban ve dua törenlerin- dense, eski gizli sanatlarına verirler; zamanla, içlerinden daha zeki olanlar büyünün yanlışlığını kavrar ve doğa güçlerini insanın iyiliği için kullanmanın daha etkin yollarını keşfeder; kısaca, bilim adına büyücülüğü terk ederler. Gelişme sürecinin her yerde kesinlikle bu çizgiyi izlediğini söylüyor değilim; farklı toplum larda hiç kuşkusuz büyük ölçüde değişiktir bu. Ben, genel eğilimin görebildiğim kadarını en dış çizgileriyle göstermek istiyorum sadece. Sınai bakış açısıyla, evrim, işlevlerin benzerliğinden çeşitliliğine; siyasal bakış açısıyla da demokrasiden despotizme doğru olmuştur. Bu araştırmada biz, monarşinin daha sonraki tarihiyle, özellikle de despotizmin çöküşü ve yerini insanlığın daha yüksek gereksinimlerine daha iyi uyum gösteren hüküm et şekillerinin almasıyla ilgilenmiyoruz: bizim temamız, büyük ve kendi d ö neminde faydalı bir kurum un çöküşü değil, gelişmesidir.
139
D a p h n e ve A p o llo n ,N y m p h a ’y i b u n d a n sonra k e n d i a d ım ta ş ıya ca k o lan b ir ağaca d ö n ü ş m e a n ın d a g ö s tere n A n to n io P o l l a iu o lo 'n u n ta b lo s u , 147 0 -8 0 . Ulusal Gale r i, L o n d r a .
Altıncı Bölüm
A ğ a c a T a p i n m a
T ö to nn ı t l o l o j i s i n i n k u ts a l iigacı In ııcn sttl, bu rada b ir in sa n o larak te m s d ed iliyor, fa k a t çoğu k e z hir ağaç gö i'd e s i şek lin i alır.P. L a c ro ix 'n m O t a v c i ğ d a
 d c t l f r . Ö r f le r ve ( j i \ i m adlı \ a p ın n d a n . 1 8 7 6 ,
A vrupa’daki Ari ırkın dinsel tarihinde ağaçlara tap ınm a önemli hir rol oynamıştır. Bundan daha doğal bir şey de o lamazdı. Ç ünkü tarihin başlangıcında Avrupa uçsuz bucaksız doğal orm anlarla kaplıydı; bunların içinde araya dağılmış olan açıklıklar bir yeşil okyanus içindeki adacıklar gibi görünüyor olmalıydı o zam anlar. Çağımızdan önceki birinci yüzyıla kadar Hercynia orm anı Ren N ehri’nden doğuya doğru uçsuz bucaksız, adı bilinmeyen bir alanda uzanırdı. Sezar’m sorguladığı Alm anlar bu o rm anın içinde iki yıl yol almışlardı da hâlâ sonuna varam amışlardı. Bundan dört yüzyıl sonra İm para to r Julian ziyaret etmişti buraları, orm anın ıssızlığı, karanlığı, sessizliği onun duyarlı yaradılışı üzerinde derin bir etki bırakmış gibi gö rünüyor. Rom a im parato rluğunda buna benzer bir şey görm ediğini söylemişti. Bizim ülkemizdeyse Kent, Surrey ve Sussex orm anları bir zam anlar adanın güneydoğu bö lüm ünün tü m ü nü kaplayan büyük Anderida orm anının kalıntılarıdır. G ö rü nüşe göre, ITampshire’dan D evon’a kadar uzanan bir başka o r manla birleşmek üzere batıya doğru devam ediyordu. li. H enry ’nin saltanatı sırasında Londra halkı, şimdi L o n d ra ’nın bir parçası olan H am pshire o rm anında hâlâ yabanöküzü ve dom uz avlıyordu. H atta daha sonraki P lantagenet’ler yönetiminde krallık orm anların ın sayısı altmış sekizi buluyordu. A rden orm anlarında ta m odern çağlara kadar, bir sincabın nerdeyse bü tün W arw ickshire boyunca ağaçtan ağaca sıçrayarak gidebileceği söylenirdi. Po Vadisi’nde tarihöncesi köylerin k a zıyla ortaya çıkarılması Kuzey İtalya’nın, Rom anın yükselişin
143
K u tsa l ö k se o îu y la b ir D ru id rahibesi. H a rp er 's M o n th ly M a g a z in e 'â cn a lm m a bir o y m a , 1885.
den belki de k u ru lu şun dan önce karaağaç, kestane, özellikle de meşe orm anlarıyla kaplı o ldu ğunu göstermiştir. Tarih bu k o n u d a arkeolo jiy i doğruluyor; çünkü k lasik yazarlar birçok yerde bugün o r tad an kaybolmuş olan İtalya o rm an la
rından söz ediyor. Çağımızdan dört yüzyıl öncesine kadar R o m a, orta E tru ria ’dan, Livy’nm Almanya orm anlarına benzettiği görkemli Cimini orm anıyla ikiye ayrılmıştı. Romalı tarihçiye güvenebilirsek, onun geçit vermeyen ıssızlığına hiçbir tüccar girememişti; ve bir Romalı generalin, onun bilinmezliğini açm- sam ak üzere iki keşif kolu gönderdikten sonra o rdusunu o rm a nın içine sürmesi çok büyük bir cesaret olayı sayılmıştı o zamanlar: o rm anla kaplı dağların sırtlarına çıkınca aşağıda ayaklar altına serilen zengin Etruria O vası’m tepeden seyretmişti. Y unan is tan ’da o güzelim çam, meşe ve başka ağaçların o luş tu rduğu orm anlar yüksek Arkadia dağlarının bayırlarında hâlâ d u rm ak ta , L ad o n ’un kutsal A lpheus’a katılm ak üzere aceleyle içinden geçtiği derin vadiyi yeşiliyle hâlâ süslemekte, daha birkaç yıl öncesine kadar, yapayalnız Pheneus G ö lü ’nün koyu m avi sularında hâlâ yansım aktaydı; fakat bunlar eskil çağlarda geniş alanları kaplayan, belki daha da uzak bir dönem de Yunan yarım adasında bir denizden ötekine uzanan orm anların parçalarıdır sadece.
G rimm , Germen dilinde ‘ta p ın ak ’ anlam ına gelen sözcüklerinin çözümlemesini yaparak . A lm anlar arasında en eski ta p ınm a yerlerinin doğal o rm anlar olması olasılığını gösterm iştir. Bu doğru olabilirse de, ağaca tap ınm anın Ari kökünden ge
144
V tk ın g m ito lo jis in d e n D ü n y a A ğ a c ım y iy en b ir g e y ik . N o rv e ç , U rn e s ’de bir k il is eden o y m a .
len bü tün büyük Avrupa aileleri a ra sında geçerli o lduğu iyi bilinmektedir. Kekler arasında, Druidlerin m eşe ağacına taptığı herkesçe bilinen bir şeydir; onların tap ınak karşılığı eski sözcükleri, Latince nem us sözcüğüyle köken ve anlam bak ım ından aynı gibi görünm ektedir; bir k o ru ya da o rm an alanındaki bir açıklık an lam ına gelen bu sözcük İtaly a ’da N em i’nin adında hâlâ yaşıyor.Kutsal koru lar A lm anlar arasında yaygındı, ağaca tap ınm a ise onlarmgünüm üzdeki ardılları arasında o r tadan kalkmış değildir. Eski günlerde ağaca tap ınm anın ne kadar ciddi bir şey olduğu, eski Alman yasalarının dim dik duran bir ağacın kabuğunu soym aya cüret edenlere verdiği cezanın şiddetinden de anlaşılabilir. Suçlunun göbeği kesilerek çıkartılır ve ağacın soyduğu kısmına çivilenirdi; daha sonra suçlu bağırsakları ağacın gövdesine d o lanana kad ar ağaç çevresinde dolaştırıhrdı. Cezanın amacının, ölmüş ağaç kabuğunun yerine suçludan alınmış yaşayan bir şeyin konm ası o lduğu apaçık; yaşam a karşı yaşam, bir ağacın yaşamına karşılık bir insanın yaşamı. İsveç’in eski dini başkenti U ppsa la’da, içindeki her ağacın kutsal sayıldığı bir ko ru vardı. Putperest Slavlar ağaçlara ve koru lara tapardı. Litvanyahlar ondö rdüncü yüzyılın sonlarına kadar Hıristiyanlığa geçmemişlerdi, bu tarihlerdeyse ağaçlara tap ınm a yaygm bir şeydi on la rda. Bazıları olağanüstü meşe ağaçlarına ve kehanetler aldıkları başka büyük gölge veren ağaçlara saygı duyarlardı. Bazıları köylerinin ya da evlerinin çevresinde bir sürgünün bile koparılmasının günah olduğu kutsal ko ru lar yetiştirirlerdi. Böyle bir ko ruda bir dal kesen kişinin ya aniden öleceğini ya da bir k o
145
(¡û } iû 'd û k i bu LİZİZ m cZiirı R ın t i kcihiicsi>ıdc>7 A n o m a b id u O m a u b c 'y e ve
d d c sin c d ittir . K rdîift <")lii>7iiinde, ıske n d e si, k ö k e n i ve tin se l g ü c ü n ü n kjy)iLiğı oL ın ağaç k ö k ü n e b ırakılır.
lunun veya bacağının sakat kalacağını düşünürlerdi. Eski Y unan ’da ve İtalya’da ağaca tap ınm anın yaygınlığıyla ilgili bir hayli kanıt vardır. Ö r neğin, Kos (Istanköy) Adası’ndaki Asklepios tapınağında, servi ağacının kesilmesi yasaktı, cezası bin drahmi idi. Fakat bu eskil din biçimi eski dünyada hiçbir yerde, büyük m etro polün kendisinde olduğu kadar iyi korunm am ıştır . Rom a yaşamının işlek merkezi olan F o rum ’da Romu- lus’un kutsal incir ağacına ta im paratorluk günlerine kadar tapmılırdı,
onun gövdesinin kurum ası bü tün kente korku salmaya yeterdi. Yine, Palatium Tepesi’nin yam açlarında, R o m a’da en kutsal şeylerden biri sayılan bir kızılcık ağacı yetişirdi. Ağaç ne zam an o radan geçen birine solmaya, kurum aya yüz tu tm uş görünse, adam çığlıklar a tm aya, ağlamaya başlar, sokaklardaki insanlar da ağlamaya başlayınca çok geçmeden her yandan ellerinde k o va kova suyla koşturan bir kalabalık görü lürdü , (Plutark- h os’un deyişiyle) sanki bir yangını söndürm eye koşarlardı.
A vrupa’da Fin-Ugor ırkından kabileler arasında putperest tapımı çoğunlukla her zam an bir çitle ko runan kutsal ko ru la rda yapılırdı. Böyle bir koruda genellikle, etrafa serpiştirilmiş birkaç ağacın bulunduğu bir açıklık ya da alan bu lunurdu , eski zam anlarda bu ağaçlara adak olarak kesilen kurban la rın derileri asılırdı. K orunun ortasında, en azından Volgah kabilelerde, kutsal ağaç bulunurdu; onun yanında başka hiçbir şeyin önemi yoktu. Bütün tapm an la r bu ağacın önünde toplanır ve rahip dualarını ederdi, ku rban bu ağacın kökünde kurban edilirdi, dallan bazen m inber görevini görürdü. K oruda hiçbir
146
ağaç baltayla yaralanm az, hiçbir dal kırılmazdı, ve kadm larm koruya girmesi genellikle yasaktı.
Fakat ağaca ve bitkilere tap ınm anın dayandığı kavram ları biraz ayrıntılı biçimde incelemek gerekir. Yabanıllara göre dünya genel o larak canlıdır, ağaçlar ve bitkiler de bu kuralın dışında değildir. Yabanıl, on larm da kendisininki gibi ruhları olduğuna inanır, buna göre davranır onlara . Eski vejetaryen yazar Porphyrios şöyle yazıyor: “İlkel insanların mutsuz bir yaşam sürdüğünü söylüyorlar, çünkü boşinançlan hayvanlarla sınırlı kalmamış, bitkilere k adar genişletilmişti. Ç ünkü bir öküz ya da koyun kesen kimse, neden bir k ö knar ya da meşe ağacını devirenden daha suçlu olsun ki, bu ağaçların da birer ruhu olduğu düşünülüyorsa?” Aynı şekilde. Kuzey Amerikalı H idat- sa Kızılderilileri her doğal nesnenin bir ruhu , daha doğrusu bir gölgesi o lduğuna inanır. Bu gölgelere belli bir önem ya da saygı atfedilir, am a hepsine eşit o larak değil. Örneğin, Yukarı M issouri Vadisi’nde en büyük ağaç olan bir tü r kavak ağacının gölgesinin, uygun şekilde yaklaşılırsa, bazı işlerde Kızılderililere yardımı olabilecek bir zekâya sahip o lduğu varsayılır; fakat fundalıkların ve otların gölgesinin pek adı geçmez. M issouri b aharda sellerle şişip de setleriyle birlikte bazı yüksek ağaçları önüne katıp sürüklediğinde, kökler toprağa sımsıkı baghyken ve sonunda gövde suları s ıçratarak suya devrilirken ağacın ru hunun ağladığı söylenir. Önceleri, Kızılderililer bu dev ağaçlardan birini devirmenin yanlış o lduğunu düşünür, büyük k ü tü k ler gerektiğinde sadece kendiliğinden devrilmiş ağaçları ku llanırdı. Son zam anlara kadar, daha safdil olan yaşlı insanların bazıları halklarının başına gelen felaketlerin birçoğuna çağımızda yaşayan kavak ağacının haklarına saygı duyulm am asının neden olduğunu söylemektedir. İroquoiler her tür ağacın, fundanın, bitki ve o tun kendi ruhu olduğuna inanırdı; bu ru h lara teşekkür etmek geleneklerindendi. D oğu Afrikalı W anika-
147
1ar her ağacın, özellikle de her hindistancevizi ağacının bir ru hu o lduğunu düşünür; “ bir hindistancevizi ağacının yok edilmesine ana katilliği gözüyle bakılır, çünkü ana nasıl çocuğuna hayat ve besin veriyorsa o ağaç da insanlar için aynı şeyi yapıy o rd u r .” Siyamh keşişler her yerde ruhlar o lduğuna, herhangi bir şeyi yok etmenin onu zorla ruhundan etmek demek o lduğuna inanarak , “ suçsuz bir kimsenin kolunu nasıl k ırm azla rsa” bir ağacın dalını da kesmezler. Bu keşişler hiç kuşkusuz Bu- disttirler. Fakat Budist animizmi felsefi bir ku ram değildir. Yalnızca, tarihsel bir din sistemine katılmış sıradan bir yabanıl dogm adır. Benfey ve diğerleri gibi, Asya’nın uygarlaşmamış halkları a rasm da geçerli animizm ve ruh göçü kavram ların ın Budizm’den çıktığını varsaym ak, gerçekleri tersine döndürm ek olur.
Bazen de ruhların yalnızca belli cins ağaçların içlerinde o tu rduğu varsayılır. D alm açya’da G rbalj’de, büyük kayınların, meşelerin ve diğer ağaçların arasında bazılarına gölge ve ruh bağışlanmış olduğu, bunlardan birini kesenin hemen oracıkta öleceği ya da en azından öm rünün sonuna kadar sakat kalacağı söylenir. Bir ormancı devirdiği ağaçlardan birinin bu cinsten bir ağaç o lduğundan korkuyorsa, kestiği ağacın kütüğü üzerinde canlı bir tavuğun başını ağacı kestiği baltayla kesmelidir.Ağaç canlı türlerden biri bile olsa, bu her türlü zarardan k o ru yacaktır onu. Koca gövdeleri o lağanüstü yüksekliklere, o rm anın bütün öteki ağaçlarını aşan bir yüksekliğe ulaşan ender ağaçlardan biri olan kavak ağaçlarına, Senegal’den N ijerya’ya Brezilya bü tün Batı A frika’da saygı duyulur, bir tanrının ya da bir ruhun onu mesken tu ttuğuna inanılır. Köle Sahili’nde Ew e’ce konuşan
A m a z o m ı 'n d a n K a yo p o
k a b ile s in d e n
halklar arasm da orm anın bu dev ağacında o tu ran tanrı, H un- A d a n ı, ağaçruh ların ı
y a tış tırm a k için o rm a n a
rm dan bir kuşakla çevrilir; kümes hayvanlarından, bazen de in- y ü z ü n ü bo ya r.
tin adıyla geçer. O nun özellikle içinde o turduğu ağacın çevresi -ç ü n k ü o her kavak ağacını onu rland ırm az- palmiye yaprakla-
148
A s u r K ralı / / . A su rn a sirp a l, Y aşam A ğ a c ı’n m ö n ü n d e . A ğ a c ın ü zer in d e tanrı A s u r 'ım s im g es i g ö r ü lü y o r . I r a k ’ta N i m r u d ’d a n b ir k a b a r t m a , M Ö 8 8 3 -8 5 9 . Bri tish M u s e u m , L o n d r a .
sandan kurban la r ağacın gövdesine bağlanır ya da ağacın dibine yatırılır. Palmiye yapraklarıyla belirlenmiş bir ağaç kesilemez ya da herhangi bir şekilde yaralanam az; H u n tin ’in içinde o turduğu düşünülmeyen kavak ağaçları bile, önce ormancı, kendini varsayılan kutsallığa saygısızlıktan temizlemek için k ü mes hayvanlarından ya da palmiye yağından kurban sunm adık ça kesilemez. K urban sunm am ak ölümle cezalandırılabilecek
150
Ç in ’de ö lü le r in r ııh la r ın m g ü ç le n d ir ilm e s i için m e za r lık la ra ağaç d ik ilir . Y u n n a n E y a le tin d e g e le n ek se l b ir m eza r lık .
bir suçtur. Pencap’ın K angra dağlarında, yaşlı bir sedir ağacına her yıl bir kız ku rban edilir, köydeki aileler sırayla sağlardı bu kurbanı. Bu ağaç birkaç yıl önce kesildi.
Eğer ağaçlar canlıysa, m utlaka duyarlıd ır ve b u n la r ın kesilerek devrilmesi, acı çekenlerin duygularına olabildiğince şefkatle davran ılarak yapılacak hassas bir cerrahi işlem haline gelir, yoksa ters teperek beceriksiz ve dikkatsiz cerrahın ca nının yanm asına sebep olur. Bir m eşe ağacı kesilirken “ sanki meşeninruhu ağhyorm uş gibi bir mil öteden duyulan bir tü r feryat ya da inleme sesi çıkarır. E. Wyld, Esq. birçok kez işitmiştir bu sesi.”
Ojebwayler “yeşil ya da canh ağaçları pek ender keserler, çünkü bunun onlara acı vereceğine inanırlar; büyücü hekimlerinden bazıları, ağaçların baltayla kesilirken ağladığını işittiklerini söylüyor. D arbe aldığında ya da yakılırken kanayan ve acı ya da öfke çığlıkları a tan ağaçlar, Çin kitap larında ha tta genel tarih k itap larında sıkça görülür. A vusturya’nın bazı bölgelerinde yaşlı köylüler o rm an ağaçlarının canh olduğuna inanır, özel bir neden olm adıkça gövdelerinde bir kesik yapılmasına izin vermezler; babalarından , ağacın bir kesiğin acısını yaralı bir adam ın yarasını hissettiğinden daha az hissetmeyeceğini duymuşlardır. Bir ağacı keserken, kendilerini bağışlamasını isterler. A lm anya’nın Y ukarı Palatinate bölgesinde de yaşlı o r mancıların, güzel, sağlam bir ağacı kesmeden önce gizlice o n dan kendilerini bağışlamasını istedikleri söyleniyor. J a rk in o ’da da orm ancı kestiği ağaçtan özür diler. Luzonlu İlokanlar bakir
151
S u la ıves ' in in T oraca h a lk ı y e n i b ir ev y a p ıld ığ ın d a b ir y a b a n o k ü z ii , b ir
d o m u z y a da b ir k eç i keser. Bıı evin o rta d ireğ i y a b a n ö k ü z ü b o y n u z la r ıy la
süslen ir .
bir o rm anda ya da dağlarda ağaç kesmeden önce şuna benzer dizeler söylerler: “ Rahatsız olma, dostum , biz bize emredileni yap ıyoruz .” Bunu, ağaçlarda yaşayan ve kendilerini nedensiz yere incitenleri acı verici hastalıklarla ziyaret ederek in tikam alabilecek ruhların nefretlerini üzerlerine çekm emek için yaparlar. O rta Afrikalı Basogalar, bir ağaç kesildiğinde, onun içinde o tu ran öfkeli ru hun kabile reisinin ve ailesinin ö lüm üne neden olacağını düşünürler. Bu felaketi önlemek için bir ağacı kesmeden önce büyücü hekime danışırlar.Eğer bu işin ustası devam etmelerine
izin verirse, orm ancı ağaca önce bir kümes hayvanı ve bir keçi sunar, sonra da ilk baltayı vurur vurmaz, ağzını kesik yere yapıştırır ve ağacın özünü emer. Bu yolla, ağaçla arasında bir k a r deşlik o luşturm uş olur, tıpkı birbirinin kanını emerek kan k a r deşi olan iki insan gibi. Bundan sonra ceza a lm adan ağaç k a r deşini kesebihr.
Fakat bitki ruhlarına her zam an böyle saygı duyulmaz. İyi sözler ve nazik davranış onları harekete geçirmiyorsa, bazen daha güçlü önlemlere başvurulur. Doğu H in t Adalarındaki, düzgün gövdesi çoğu kez hiç dal vermeden yirmi beş otuz m etreye k ada r yükselen durian ağacı çok lezzetli ve çok iğrenç k o kulu bir meyve verir. M alayalılar bu ağacı meyvesi için yetiştirirler, onun verimini a r tırm ak amacıyla özel bir tören yaparlar. Selangor’da Jugra yakınında köylülerin özel o larak seçilmiş bir günde toplandığı küçük bir durian ağacı korusu vardır. Yerel büyücülerden biri eline küçük bir balta alır ve “Meyve verecek
152
misin, vermeyecek misin? Vermezsen indiririm seni aşağı” d iyerek ağaçlardan en kısırının gövdesine ustalıkla birkaç darbe indirirdi. Bunun üzerine ağaç, bir m angostin ağacına t ı rm an mış {durian ağacına tırm anılam az çünkü) bir başka adam ın ağzından, “ Evet, meyve vereceğim artık; yalvarırım kesme ben i,” diye yanıt verirdi. Buna benzer biçimde, J ap o n y a ’da ağaçlara meyve verdirmek için iki adam meyve bahçesine girer. Biri bir ağaca tırmanır, öteki, elinde baltayla ağacın dibinde durur. Bakalı adam ağaca gelecek yıl iyi ü rün verip vermeyeceğini sorarak eğer vermezse kesmekle tehdit eder onu. Dalların arasına gizlenmiş olan adam , ağaç adına yanıt vererek bol meyve vereceğini söyler. Bu tarz bir bahçecilik bize garip gelebilirse de Avru p a ’da buna tam am en benzeyen çok şey vardır. Noel arifesinde, Güney Slavonya ve Bulgar köylüleri, kısır bir meyve ağacının karşısında tehdit eder gibi baltalarını sallarlar, ağacın yanında duran bir başka adam tehdit edilen ağaç lehine araya girerek, “ Kesme, yakında meyve verecek” der. Balta üç kez sallanır, araya giren adam ın ricasıyla üç kez önlenir baltanın d a r besi. Korkan ağaç bundan sonraki sene meyve verecektir artık.
Ağaçların ve bitkilerin canlı varlıklar o larak düşünülmesi, onlara , yalnızca figüratif ya da şiirsel an lam da değil, sözcüğün gerçek an lam ında da birbirleriyle evlenebilecek erkek ve dişi gibi davranılması sonucunu verir. Bu düşünce tam am en hayal ürünü değildir, çünkü bitkilerin de hayvanlar gibi cinsiyetleri vardır, erkek ve dişi öğelerin birleşmesiyle kendi türlerini ü retirler. Ama bü tün yüksek hayvanlarda iki cinsin organları fa rk lı bireylerde bulunduğu halde, çoğu bitkide bunlar tü rün her bireyinde birlikte bulunur. Fakat bu kural hiçbir zam an evrensel değildir, birçok türde erkek bitki, dişiden farklıdır. Bu farkı bazı yabanıllar görmüş gibi, çünkü anlatıldığına göre, M a- oriler “ ağaçların cinslerinden, vs. haberlidirler, bazı ağaçların erkeği için ayrı, dişisi için ayrı adlar ku llan ır la r .” Eski insanlar
153
erkek ve dişi hurm a ağacı arasm daki farkı biHr, erkek ağacın polenlerini dişinin çiçekleri ijzerinde serperek yapay yoldan döllerdi onları. Dölleme baharda olurdu. H a rran putperestleri arasında, hurm a ağaçlarının döllenme ayma H u rm a Ayı denirdi, bütün tanrıların ve tanrıçaların evlenme şenliğini bu zam an da yaparlardı. Bitkilerin, H indu boş inancında bir rolü olan, sahte ve kısır evlilikleri, bu gerçek ve verimli bitki evliliğinden farklıdır. Örneğin, eğer bir H indu bir m ango korusu yetiştirmişse, ne kendisi ne karısı bu korunun meyvesini tadabilir, ta ki adam , bu ağaçlardan birini bir güvey olarak farklı türden bir ağaçla resmen evlendirene kadar; bu ağaç genellikle koruda onun yanında yetişen bir demirhindi ağacı olur. Eğer gelin ro lünü oynayacak demirhindi yoksa, yasemin de bu işi görür. Böyle bir evlenmenin masrafları o ldukça fazladır, çünkü şenliğe ne kadar çok sayıda Brahm an katılırsa, ko runun sahibinin şanı da o kadar artar. Bir ailenin, bir mango ağacını bir yaseminle anlı şanlı evlendirebilmek için bütün altın ve gümüş tak ılarını sattığı ve alabildiğine borçlandığı bilinmektedir. Noel arifesinde Alman kc)ylüleri, ağaçların da böyle evlendiğini söyleyerek, meyve ağaçlarını meyve vermeleri için saptan iplerle birbirine bağlarlar.
M olük A d a la n ’nda (Baharat Adaları) karanfil ağaçları çiçekteyken onlara gebeymişler gibi davranılır. Yakınlarında gü rültü yapılmaz; geceleyin yakınlarından ışıkla ya da ateşle geçilmez; hiç kimse başında şapkayla yaklaşamaz onlara , başında ne varsa çıkarm ak zorundadır. Bu önlemler, ağaçlar korkup da meyve tu tm azhk etmesin diye alınır, yoksa gebeyken k o rk muş bir kadın gibi çok geçmeden meyvesini döker. D oğuda, pi-
hırl-ok ^ rinç ürünü çiçekteyken ona da aynı şekilde, gebe bir kadınmış saygıyla davranılır. Yine A m boina’da, pirinçler çiçektey-
Ondokuzuncu j<en, insaular onların gebe o lduğunu söyler, tarlanın yakınında iıaiı deseni. atcş ediluıcz, gü tü ltü yapıliTiaz, eğer pirinç rahatsız edilirse ço-
155
B ir jğ ü ç r u h u n u tem sil e ttiğ i SiiınLuı.ağaç, lif, çan lar ve m e rm i
k o v a n la n n d a n y a p ılm a h ir y irm in c i r iiz v ıl m a sh ı. B atı A fr ik a sah ili. D an-
Ng ere k a b ile yer le ş im yerinden . Sc lı indlc r K o leks iyonu , N e w Y ork .
CLik düşecek ve ürün sapa sam ana dönüşecektir.
Bazen de ağaçları can land ıran şeyin ölülerin ruhları o lduğuna inanılır. O rta A vustralya’da Dieri kabilesi, kendilerinin biçim
değiştirmiş babaları sayılan bazı ağaçlara çok kutsal gözüyle bakar;
dolayısıyla bu ağaçlardan saygı ile söz eder, kesilmemelerine ya da ya-
kılm am alarına d ikkat ederler. G öçmenler bu ağaçları kesmelerini isterlerse, bunu yapacak olurlarsa hiçbir şansları kalm ayacağını ve atalarını korum adık ları için cezalandırılacaklarını söyleyerek hemen karşı çıkarlar.
Filipin A daları’nda yaşayanlardan bazıları, atalarının ruhlarının belirli ağaçlarda bulunduğuna inanır, bu ağaçları korurlar. Bunlardan birini kesmek zorunda kaldıklarında, bunu yapm alarını rahibin istediğini söyleyerek bağışlanmalarını rica ederler. Ruhlar, tercihen çok dallı, gösterişli ve uzun ağaçlara k u rarlar evlerini. Rüzgâr yaprakları hışırdattığında, yerliler b u nun ruhun sesi o lduğunu hayal ederler; bu ağaçlardan birinin yakınından saygıyla eğilmeksizin, rahatını bozdukları için ru h tan özür dilemeksizin asla geçmezler. Igorrotlarda, her köyün, içinde ölmüş atalarının ruhlarının o tu rduğu kendi kutsal ağacı vardır. Ağaca sunular yapılır, ona yapılacak herhangi bir za ra rın köye kötü lük getireceğine inanılır. Ağaç kesilecek olursa, köy ve o rada yaşayan herkes m utlaka yok olacaktır.
Kore’de salgın hastalık lardan ya da yol kenarında ölen in sanların, çocuk doğururken ölen kadınların ruhları her zam an evlerini ağaçlarda kurarlar. Ağaçların altına taşlar yığılarak
156
Y en i Z e la n d a , S h a ka re W asreva B o îo ru a 'd a ev k o ru y u c u o la rak k u llu n d a n b ir M a o r i T e k o tc k o o ym a sı.
bunların üzerinde çörek, şarap ve dom uz eti sunuları yapılır ruhlara.Ç in ’de, ölenin ruhunu güçlendirmek, böylece bedenini çürüm ekten k orum ak için n-ıezarlar üzerine ağaç dikmek çok eskiden gelen bir gelenektir; her zam an yeşil kalan servi ve çam, öbür ağaçlardan daha hayat dolu ağaçlar sayıldığı için bu am açla yeğlenen ağaçlar o lm aktadır. Bu yüzden de, m ezarlar üzerinde yetişen ağaçlar bazen ölmüş olanların ruhlarıyla özdeşleştirilir. Güney vebatı Ç in’in asıl yerli ırklarından biri olan M iao-K ia’lar arasın da, her köyün girişinde kutsal bir ağaç bulunur, köyde yaşayanlar bu ağacın içinde ilk ataların ın ruhunun o tu rduğuna ve yazgılarını yönettiğine inanır. Bazı du rum larda köyün yakın ında bir koru luk vardır, bu koru luk tak i ağaçlar çürümeye ve ölmeye bırakılır. Düşen dallar toprağın üzerinde yığılır kalır, hiç kimse ağacın ruhundan izin a lm adan ve ona bir kurban verm eden bunları o radan kaldıramaz. Güney Afrikalı M araveler a ra sında mezarlığa hep kutsal bir yer o larak bakılır, o rada ne bir ağaç kesilebilir ne de bir hayvan öldürülebilir, çünkü o rada her yerde ölülerin ruhlarının o turduğu varsayılır.
Bu durum ların hepsinde değilse bile çoğunda, ruha ağaçla birleşmiş gözüyle bakılır; ruh ağacı canlandırır, onunla acı çekmesi ve ölmesi gerekir. Fakat bir başka, olasılıkla daha geç bir kanıya göre ağaç, beden değil, ağaç-ruhun o tu rduğu yerdir yalnızca; ruh canı istediğinde ondan ayrılabilir, yeniden dönebilir. Bir D oğu H in t adası olan S iaoo’da yaşayanlar, o rm an larda ya da büyük, tek ağaçlarda o tu ran bazı o rm an ruhlarına inanır. D olunayda, ruh pusuya yattığı yerden çıkar ve etrafta dolaşır.
157
Y a ş jmA ğacın ıg ö s terena ltın ren k lib ir a la şım laya p ılm ışresim : ağacına ltın d a k ifig ü rle rY aşlıy ı veU stayı te m siled iyor.S p len d o rSolıs ' ten.A u g s b u r g ,
ona l tm c ıyüzy ı ldano lduğusanıl ıyor.
Büyük bir başı, çok uzun kolları ve bacakları, çok hantal bir bedeni vardır. İnsanlar, ağaç ruhlarını yatıştırm ak için onların dolaştığı varsayılan yerlere yiyecek, kümes hayvanı, keçi vb. sunuları getirirler. Nias halkı, bir ağaç öldüğünde onun serbest kalan ruhunun , büyük bir hindistancevizi ağacım dallarına şimşekler yağdırarak, bir evdeki bütün çocukları evi ayakta tu tan direklerden birinin üzerine tüneyerek öldürebilecek bir şeytana dönüştüğünü düşünürler. Ayrıca, bazı ağaçların üzerinde her zam an dolaşan ruhların bulunduğu, ağaç zarar görürse bu ruhların kötülük yapm ak üzere serbest kalacakları inancındadırlar. Bu yüzden insanlar bu ağaçlara saygı duyar, onları kesmemeye d ikkat ederler.
Perili ağaçların kesilişinde yapılan çok sayıda tören, ruh la rın istedikleri zam an ya da gereksinim halinde ağaçları terk e tme gücünde oldukları inancına dayanır. Örneğin, Pelew Adalıları bir ağacı keserken ağacın ruhuna o ağacı terk etmesi ve başka bir tanesine yerleşmesi için yalvarır. Bir ashorine ağacını kesmek isteyen, fakat ruh ağaçta oldukça bunu yapam ayacağını bilen Köle Sahili’nin kurnaz zencileri, yere yem olarak biraz palmiye yağı koyar, daha sonra da, hiçbir şeyden kuşku lanm ayan ruh bu lezzetli şeyden payını a lm ak için ağaçtan ayrılınca aceleyle ağacı keserler. Celebes’li T oboongkoo la r pirinç ekmek üzere bir parça o rm an alanını açm ak istediklerinde, ufacık bir ev yaparlar, orayı küçük elbiselerle, yiyecek ve altm parça larıyla donatırlar. Sonra bütün o rm an ruhlarını çağırıp içindekilerle birlikte evi sunarlar ve o radan ayrılmalarını rica ederler o n lardan. Bundan sonra ağaçları yara lanm aktan korkm aksızm , güvenle keserler. Celebes’li bir kabile olan Tom oriler bir ağacı kesmeden önce ağacın dibine bir kalıp çiğneme tü tünü koyar, ağaçta o tu ran ruhu yerini değiştirmeye davet ederler; ayrıca, onun güvenli ve raha t bir şekilde inebilmesi için ağaca bir m erdiven dayarlar. Sum atrah M endelingler bu tür yanlış işlerin su
159
çunu H ollandalI yetkililere atm aya çalışırlar. Örneğin, bir adam orm anın içinde yol açarken, yolunu engelleyen bir ağacı kesmek zorunda kalınca, baltasını ku llanm adan önce şöyle der: “ Bu ağacın içinde o tu ran ruh, senin evini kesmemi kötüye a lma, çünkü bunu keyfimden değil. Denetçinin emriyle yapıyoru m .” Bir orm anlık alanı ekip biçmek için temizlerken de, yap rak tan evlerini aşağı indirmeden önce o rada yaşayan orm an ruhlarıyla iyi bir anlaşm aya varm ak zorundadır. Bu amaçla, top rak parçasının ortasına gider, yere eğilir, yerden bir mektup alır gibi yapar. Kâğıt parçasını açar ve H ollanda H ü k ü m etin den gelen bir hayali m ektubu yüksek sesle okur; m ektup ta hiç g e c i k m e d e n orayı temizlemesi kesinlikle emrediliyordur. Bundan sonra, “ D uydunuz, ruhlar. H em en işe girişmeliyim, yoksa asarlar beni,” der.
Bir ağaç kesilip, kalas haline getirilip ev yapım ında kullanılırken hile, o rm an ruhunun ağaç kü tüğünde gizleniyor o lm ası m üm kündür , bunun için de bazı kişiler, yeni eve girmeden ya da girdikten sonra onu yatıştırma yollarını arar. Bu yüzden, yeni bir ev hazır o lduğunda, Celebes’li T oracalar bir keçi, dom uz ya da m anda keser, evin bütün tah ta kısımlarına kurbanın k a nını sürer. Eğer bina bir loho ya da ruh evi ise, çatının birleştiği yerde bir kümes hayvanı ya da bir köpek kesilir ve kanı iki yandan akıtılır. D aha yabanıl olan T unapoo la r böyle bir d u rum da çatının üzerinde bir insan ku rban eder. Bir lobo 'nun ya da tapınağın çatısında kesilen bu kurban , sıradan bir evin ta h ta kısımlarına kan sürmekle aynı am aca hizmet etmektedir. Amaç, hâlâ kü tüğün içinde olabilecek o rm an-ruh larm ı yatıştırmaktır; ruh lar böylece yatıştırılmış olur, evde o tu ran lara bir zararları dokunm az. Buna benzer bir nedenle, Celebes’te ve M olük A d a la n ’nda insanlar bir ev yaparlarken bir direği ters dikm ekten çok korkarla r; çünkü hâlâ kütüğün içinde olabilecek olan o rm an-ruhu bu hakarete doğal o larak çok kızacak ve
160
B ir o n ü ç ü n cü y ü z y ı l A r a p g e zg in in in e ly a zm a sm d a , b ir ağacın da lla r ına t ırm a n a n e g zo tik h a y va n la r ve b itk ile r . A r a p k i t a p re sm i, B ağda t , 1237 , Ulusal K itap l ık , Paris .
evde o tu ran lara hastalık getirecektir. Borneo’lu Kayanlar, ağaç ru h larının onur konusunda çok titiz o lduklarına ve kendilerine verilen za ra rdan duydukları hoşnutsuzluğu in sa n la rd a n ç ık a racak la r ın a inanırlar. Bundan dolayı, bir ev yaparken pek çok ağaca kötü davranm ak zorunda kald ık tan sonra bir yıllık bir kefaret dönem i geçirirler, bu süre içinde, ayı, yaban kedisi ve yılan ö ldürm ek gibi birçok şeyden sakınırlar.
Bir ağaç, artık bir ağaç ru h u nun gövdesi o larak değil de, yalnızca onun istediği zam an terk edeceği bir ev o larak görülmeye başlayınca, dinsel düşüncede önemli bir adım atılmış olur. A nimizm, çoktanrıcıhğa dönüşüyor demektir. Başka bir deyişle, her ağaca canlı ve bilinçli bir varlık o la rak bakm a yerine, insan onda sadece, doğaüstü bir varlığın kısa ya da uzun bir süre o tu rduğu cansız, hareketsiz bir kitle görüyordur. Bu doğaüstü varlık istediği zam an ağaçtan ağaca özgürce geçebildiğine ve ağaçlar üzerinde belli bir iyelik ya da üstünlük hakk ından ya- rarlanabildiğine göre, bir ağaç ruhu değil bir o rm an tanrısıdır artık. Ağaç ruh böylece tek tek ağaçlarla bağlantısını bir ölçüde keser kesmez, şekil değiştirmeye başlar ve bü tün soyut ru h a ni varlıkları som ut insani biçime sokm ak gibi ilkel düşünceye özgü genel bir eğilim yüzünden bir insan bedeni kazanır. Bundan dolayı klasik sanatta o rm an tanrıları insan şeklinde betim lenir, o rm an özellikleri de bir dalla ya da buna benzer açık bir simgeyle belirtilir. Fakat bu şekil değişimi ağaç ru h u n u n temel karakterin i etkilemez. İçinde o tu rduğu ağaçla birleşmiş bir
161
ağaç ruhu o larak sahip olduğu güçleri, bir ağaç tanrısı olarak kullanmayı sürdürür. Bunu ayrıntılı o larak kanıtlam aya çalışacağım şimdi. Örneğin, canlı varlıklar olarak düşünülen ağaçların yağm ur yağdırm a, güneşi doğurtm a, hayvanları çoğaltma ve kadınlara kolayca doğum yaptırm a gücünde olduğuna inanılır; aynı şekilde, aynı güçlerin insan şekline girmiş ya da yaşayan insanlarda bedenleşmiş gerçek varlıklar o larak algılanan ağaç-tanrılarda da olduğu varsayılır.
O zam an, önce ağaçlar ya da ağaç ruhlarının yağm ur ve güneş ışığı verdiğine inanılıyor. M isyoner Pragh Jerom e, pu tp e rest Litvanyahları kutsal korularını kesmeleri için ikna etmeye çalışırken, birçok kadın onu önlemesi için Litvanya Prensine başvurdu; bu adam yok ettiği o rm anla birlikte onlara yağm ur ve güneş veren tanrıların evini de o rtadan kaldırıyordu. As- sam ’da M undariler, kutsal o rm anda bir ağaç kesilirse, o rm an tanrılarının bundan duyduğu hoşnutsuzluğu yağm uru kesm ekle gösterdiğine inanırlar. Y ukarı B urm a’nın Sagaing bölgesinde bir köy olan M o n y o ’da yaşayanlar, yağm ur elde etmek için k ö yün yakınındaki en geniş dem irhindi ağacını seçer ve ona yağm urları denetleyen ruhun adını (nat) verirlerdi. D aha sonra k ö yün koruyucu ruhuna ve yağm ur veren ruha ekmek, h indistancevizi, muz ve kümes hayvanı sunar, şu duayı ederlerdi; “ Ey Tanrı nat, biz ölümlülere acı, yağm ursuz bırakm a. Biz sana severek sunuyoruz bunları, gece gündüz yağm ur ver bize.” D aha sonra, dem irhindinin ruhuna içkiler sunulur ve en güzel elbiselerini giyinmiş, gerdanlıklarını ve küpelerini takmış üç yaşlı k a dın yağm ur şarkısı söylerdi.
Ağaç ruh lar ürünleri olgunlaştırır. M undarilerde, her k ö yün kendi kutsal korusu vardır, “ koru tanrıları ürünlerden sorum lu tu tulur, bü tün büyük tarım şenliklerinde özellikle o n u rlandırılır .” Altm Sahili zencilerinin, belli büyük ağaçların d ibinde k u rban kesme görenekleri vardır, bu ağaçlardan biri ke
162
silirse yeryüzündeki bütün meyve agaçlarm m kuruyacagm ı d ü şünürler. Gallalar kutsal ağacm çevresinde çiftler halinde dans ederek iyi bir ürün için dua ederler. H er çift bir kadm ve erkekten oluşur, bunlar uçlarm dan tu ttukları bir sopa ile birbirlerine bağlanır. Kollarının altında yeşil mısır ve o t taşırlar. İsveç köylüleri, mısır ü rünü karık ların ın her birine yapraklı bir dal batırırlar, bunun bol ürün getireceğine inanırlar. Aynı düşün ce, A lman ve Fransız H asa t Dalı göreneğinde de kendini gösterir. Üzeri mısır püskülleriyle süslenmiş büyükçe bir dal ya da ağaçtır bu; ürün alınan ta rladan son arabayla eve getirilir, çiftlik evinin ya da ahırın çatısına bağlanır ve bir yıl süreyle o rada kalır. M a n n h a rd t bu dalın ya da ağacm genel o larak bitkilerin gelişme ruhu kabul edilen ağaç ruhu cisimleştirdiğini kan ıtla mıştır; onun canlandırıcı ve verimi artırıcı etkisi böylece özellikle mısır üzerinde toplanm ış oluyordu. Bundan dolayı Swa- b ia’da H asa t Dalı tarlada bırakılmış son mısır sapları arasına bağlanır; başka yerlerde, mısır tarlasına dikilir ve kesilen son dem et onun gövdesine bağlanır.
Yine ağaç ruhu sığırların çoğalmasını sağlar, kadınları bir çocukla kutsar. Kuzey H ind is tan ’da bektaşiüzüm ü, kutsal bir ağaçtır. Phalgun (Şubat) ayının on birinde bu ağacm dibine içki sunuları dökülür, ağacm gövdesine kırmızı ya da sarı bir ip bağlanır, kadınların , hayvanların ve ü rünün bereketi için d u alar edilir. Yine, Kuzey H ind is tan ’da hindistancevizi en kutsal meyvelerden biri sayılır ve ona Sriphala ya da refah tanrıçası Sri’nin meyvesi denir. Bereket simgesidir ve Yukarı H ind ista n ’ın tam am ında tap ınak la rda saklanır, rahipler ta rafından anne o lm ak isteyen kadınlara sunulur. Fski C alabar yak ın ındaki Q ua kasabasında, dallarından bir meyve yiyen kısır bir k a dının gebe kalacağı kesin olan bir hu rm a ağacı yetişirdi. A vrup a ’da, M ayıs ağacı ya da Mayıs direğinin hem kadın lar hem de sığırlar üzerinde benzer güçlere sahip olduğu varsayılır. Alman-
163
nî,'»tî
M a y ıs D treğ i'n in d ik iliş i. H er y ıl k u tla n a n hu İn g iliz fe s t iva lin d e , k a d ın la ra ve sığırlara d o ğ u rg a n lık verd iğ i d iiş iin iilen h ir M a y ıs d ireğ i ya da M a y ıs ağacı d ik ilird i. B aşlang ıç ta hu tü r d irek le r in M egaU tık za m a n la rd a (M Ö lo o o öncesi) g ü n e şin g ö lg e le r in i ö lç m ek için g ü n eş sa a ti iş levi g ö r d ü ğ ü sa n ılıyo r. H. ( io n d a l l ' ı n oym as ı . A r t J o u r n a l , 1 854.
ya’nın bazı bölgelerinde 1 M ayıs günü köylüler ahırların ve inek dam ların ın kapılarm a, her at ve inek için birer Mayıs ağacı ya da M ayıs çalısı dikerler; bunun ineklere daha fazla süt verdireceği düşünülür. İr landahlarm , “ 1 M ayıs günü evin üzerine tu ttu ru lan yeşil bir ağaç dalının o yaz çok süt sağlayacağın ı” düşündükleri söyleniyor.
W endlerden bazıları, 2 Tem m uzda köyün ortasına, tepesine dem irden bir horoz tu ttu ru lm uş bir meşe ağacı dikerlerdi; daha sonra çevresinde dans eder, daha sağhkh olmaları için sığırları bu ağacın etrafında koştururlardı. Çerkezler a rm u t ağacına sığırların koruyucusu gözüyle bakar. Bunun için de o r m andan genç bir a rm u t ağacı kesip dallarını ayırırlar ve eve ta
164
şırlar; evde kutsal bir şey o larak tapınılır ona. H em en her evin böyle bir a rm u t ağacı vardır. Sonbaharda, şenlik gününde b ü yük bir törenle, müzik sesleriyle ve onun m utlu gelişini ku tla yan tüm ev halkının sevinç çığlıkları arasında eve taşınır. Üzerine m um lar dikilir, tepesine de bir parça peynir yerleştirilir. Ağacın çevresinde yenilir, içilir ve şarkı söylenir. Sonra ona veda ederler ve tekrar avluya çıkarırlar, yılın geri kalan b ö lüm ünde duvara dayalı olarak, herhangi bir saygı belirtisi görm eksizin o rada kalır.
M aorilerin T uhoe kabilesinde “ kadınları doğurgan kılma gücü ağaçlara atfedilir. Bu ağaçlarla belli mitsel a taların göbek kordonları arasında bir ilişki kurulur, gerçekten de bütün çocukların göbek kordonları yakın zam ana kadar bu ağaçlara asılırdı. Kısır bir kadının kollarıyla bu ağaca sarılması gerekirdi; ağacın doğuya ya da batıya bakan yanına sarılmasına bağlı o larak bir erkek ya da kız çocuğuna sahip o lu rd u .” A vrupa’da,1 iVlayıs günü sevilen bir genç kızın evinin önüne ya da üzerine yeşil bir çalı yerleştirme göreneği, belki de ağaç ruhunun bu bereketlendirici gücünden ortaya çıkmıştı. Bavyera’nın bazı bölgelerinde de yeni evli çiftlerin evlerine böyle çalılar konur, ancak bu görenek loğusalık dönem ine yakın uygulanmaz; çün kü bu durum da “ kocanın kendisi için bir M ayıs çalısı dikmiş o lduğu” söylenir. Güney Slavonyalılarda, çocuk sahibi olm ak isteyen kısır bir kadın Aziz George günü arifesinde bir meyve ağacının üzerine yeni bir iç gömleği yerleştirir. Ertesi sabah güneş doğm adan önce gömleği kontrol eder, canlı bir yaratığın ona sü ründüğünü anlarsa, bir yıl içinde arzusunun yerine geleceğini üm it eder. Bunun üzerine, gömleği, üzerinde gecelediği ağaç kadar verimli olacağına güvenerek giyer. Kara-Kırgızlar arasında, kısır kadın lar çocuk sahibi olm ak için, tek başına bir elma ağacının altında yerde yuvarlanırlar. Son olarak, hem İsveç’te hem de A frika’da, çocuk doğururken kadın lara kolay bir
165
doğum sağlama gücünün ağaçlara bağlı o lduğuna inanılır. İsveç’in bazı bölgelerinde bir zam anlar her çiftliğin civarında bir bekçi-ağaç (ıhlamur, d işbudak ya da karaağaç) olurdu. Hiç kimse bu kutsal ağacın bir tek yaprağını koparam azdı; bu ağaca yapılacak herhangi bir hasar şanssızlık ya da hastalık getirirdi. Gebe kadınlar, kolay doğum yapabilsinler diye bu ağaca sımsıkı sarılırlardı. Kongolu zenci kabileler arasında gebe k a dınlar, çocuk doğururken kendilerini tehlikelerden koruyacağına inandıkları için belli bir kutsal ağacın kabuklarından giysi yaparlardı kendilerine. Leto’nun, kutsal ikizler Apollon ve Ar- temis’i doğurm ak üzereyken bir hurm a ve zeytin ağacına ya da iki defne ağacına sıkıca sarıldığı öyküsü, belki de bazı ağaçların doğum u kolaylaştırm ada etkili o lduğuna dair benzeri bir Y unan inancını gösteriyor bize.
166
B o y a n m ış ta h ta d a n b ir B a k u şu h eyke li. M ıs ır , M Ö 3 3 2 - 3 3 0P to lem a io sd ö n em i .FreudM u s e u m ,L o n d ra .
İlk insan ölüm den neyi anlar? H angi nedenlere bağlar onu? O na karşı nasıl korunulabileceğini düşünür?
Yabanıl, genellikle cansız doğa süreçlerinin nasıl olguların içinde ya da gerisinde çalışan canlı varlıklarca m eydana getirildiklerini varsayarak açıklıyorsa, yaşam olgusunu da öyle açıklar. Eğer bir hayvan yaşıyor ve hareket ediyorsa, bu ancak içinde onu hareket ettiren küçük bir hayvan vardır; eğer bir insan yaşıyor ve hareket ediyorsa bu da ancak içinde onu hareket ettiren küçük bir insan ya da hayvan olduğu içindir diye düşünür. H ayvanın içindeki hayvan, insanın içindeki insan, ruh tur. Bir hayvanın ya da bir insanın eylemi, nasıl bir ruhun varlığı ile açıklanıyorsa, uyku ve ölüm deki dinlenme de yokluğu ile açıklanır; uyku ya da kendinden geçme ruhun geçici, ölümse devamlı yokluğudur. Dolayısıyla, ölüm ruhun devamlı yokluğuysa, buna karşı ko runm an ın yolu, ya ruhun bedenden ayrılm asını önlemek ya da ayrılmışsa onun geriye dönmesini sağlam aktır. Yabanılın bu am açlardan birini ya da ö b ü rünü sağlama a lm ak için kabul ettiği önlemler, yasaklar ya da tabu lar şeklini alır; bunlar ruhun devamlı varlığını ya da geriye d ö n ü şünü sağlamaya yönelik kura lla rdan başka şeyler değildir. Kısacası, yaşam koruyucuları ya da kurtarıcılardır. Şimdi bu genel ifadeleri örneklerle göstereceğim.
Bazı Avustralyah aborijinlerle konuşan Avrupah bir misyoner şöyle söyledi: “ Ben sizin sandığınız gibi bir değil, iki kişiy im .” Bunun üzerine güldüler. “İstediğiniz kadar gülebilirsiniz,” diye devam etti misyoner. “Bir bedenin içinde iki kişi o lduğunu
169
* 0 ^ - ir - s -
Vaşaf7i ru h u n u ya da s o lu ğ u n u te m sil eden insan başlı Ba h u şu , m u m y a n ın ü zer in d e u çu yo r , \ \ i s i r
g ö m m e tö ren ler in d e Ba, ö len k iş in in ö lü m d e n so n ra k i y a şa m d a ya şa m a y a d e va m e tm es in i sa ğ la m a k
iç in m u m y a n ın a ğ z ın a g e n so lu n u rd u . A n i Papirüsü'n^Scn^ M Ö 1250. Bri tish M u s e u m , L o n d r a .
söylüyorum size; bu sizin gördüğünüz, büyük beden; onun içinde, görülmeyen k ü çük bir beden daha var. Büyük beden ölür, gömülür, ama küçük beden büyüğü ölünce uçar gider.” Aborijin- lerden bazıları buna şöyle karşılık verdi: “Evet, evet. Biz de ikiyiz, bizim de göğsümüzde küçük bir beden var .” Öldükten sonra bu küçük
bedenin nereye gittiği sorulduğunda, bazıları çalılığın arkasına, bazıları denize gittiğini, bazılarıysa bilmediklerini söyledi.
H oron la r ruhun bir başı ve bedeni, kolları ve bacakları o lduğuna inanırdı; kısacası, insanın tam bir küçük modeliydi ruh. Eskimolar, “ ruhun, ait o lduğu bedenin şeklini gösterdiğine, fakat daha nazik ve daha uçucu bir yapısı o ld u ğ u n a” inanır. N oo tka la ra göre ruhun küçük bir insan şekli vardır; o tu r duğu yer başın tepesidir. Dik durduğu sürece, sahibi dinç ve sağlamdır; am a herhangi bir nedenden dolayı dik durum unu kaybederse, sahibi de duyularını kaybeder. Aşağı Fraser Nehri Kızılderili kabileleri arasında, insanın dört ruhu olduğu söylenir, bun la rdan esas olanın şekli bir cüceye benzer, ötekilerse onun gölgeleridir. M alaylar insan ruhunu küçük bir adam o larak düşünür, çoğunlukla görünmezdir, başparm ak büyüklü- ğündedir; şekil, oran, hatta genel görünüş o larak içinde o tu rduğu insana benzer. Cüce hafif, maddesizdir, am a öyle elle hissedilmez bir şey olmasına karşın maddi bir şeyin içine girdiğinde yer değiştirmeye neden olabilir, bir yerden bir yere kolayca gidebilir; uykuda, kendinden geçme halinde ve hastalıkta geçici olarak, ö lüm den sonra ise devamlı o larak yok olur.
170
i J-A
Sih irli b ıçağ ı ve b ııy iilii h a r fle r ta ş ıyan b a sk ı k a lıb ıy la b ir Ş a m a n ruh tu za ğ ı. Y irin inci y ü zy ılın b a şla rında hâ lâ k u lla n d m a k ta o lan ve ta r ih i b ilin m e y en e sk i b ir n e sn e d ir bu . l.aos- 'ia y la n d s ın ır b ö lg esin d en . Reece Ki) lcksiyonu, K n a re s b o ro u g h , Y o rk sh i re , İngil tere .
Cücenin insana, başka bir deyişle ruhun bedene benzerliği öylesine tam dır ki, şişman bedenler, zayıf bedenler olduğu gibi şişman ruhlar, zayıf ruhlar; ağır, hafif, uzun, kısa bedenler o lduğu gibi ağır, hafif, uzun, kısa ruhlar da vardır. N ias halkı, her insana, doğm adan önce ne boyda ve ne ağırlıkta bir ruh istediğinin sorulduğunu ve ona istediği ağırlık ve boyda bir ruh verildiğini düşünürler. Bugüne kadar verilen en ağır ruh on gram kadard ır . İnsanın öm rünün uzunluğu ruhunun boyu ile orantılıdır; erken ölen çocukların ruhu kısadır. Fijililerin, ruhu küçük bir insan olarak düşünmeleri, N akelo kabilesinde bir kabile reisinin ö lüm ünde uygulanan görenekten açıkça ortaya çıkıyor. Bir reis öldüğünde, güzel hasırlar üzerinde yağlanmış
171
ve süslenmiş o larak yatarken, a tad an ölü kaldırıcı olan bazı adam lar ona şöyle seslenir, “Kalkın, efendim, reis, gidelim a r tık. Gün üzerimize geldi.” D aha sonra onu nehir kenarına götürürler, hayalet kayıkçılar, N akelo hayaletlerini ırmağın ötesine götürm ek için gelir oraya. Böylece reise bu son yolculuğunda eşlik ederken, ona gölge etsin diye büyük yelpazelerini yere yakın tu tarlar, çünkü ara larından birinin bir misyonere açıkladığına göre, “ O nun ruhu henüz küçücük bir çocuk” tur.
Bedenlerine dövme yaptıran Pencap halkı, ö lüm halinde ruhun ölüm lü çerçeve içindeki “ küçük bütün adam ya da ka- d m ” ın cennete, yaşarken bedeni süsleyen aynı dövme örnekleriyle süslü o larak gideceğine inanır. Fakat bazen, ilerde göreceğimiz gibi, insan ruhu insan değil de hayvan şeklinde algılanır.
Ruhun genellikle bedenin doğal açıklıklarından, özellikle de ağızdan ve burun deliklerinden kaçtığı varsayılır. Bundan d o layı, Celebes’te hasta bir insanın burnuna, göbeğine ve ayaklarına, ruhu kaçmaya çalışırsa takılsın ve gidemesin diye balık o ltaları takılır. Borneo’da Baram N ehri üzerinde bir Turik, oltaya benzer taşları yanından ayırmazdı, çünkü bunlar ruhunu bedenine çengelliyor ve böylece tinsel kısmının maddesel kısmından ayrılıp gitmesini önlüyordu sanki. Bir Deniz D yak’ı büyücüsü ya da büyücü hekimi erginlenirken, parm akları balık oltalarıyla donatılmalıdır; bunlarla daha sonra kaçıp gitmeye çalışan insan ruhlarını yakalayacak ve yeniden hastanın bedenine sokacaktır. Fakat oltaların, dostların olduğu kadar düşm anların da ruhlarını yakalam akta kullanılabileceği açıktır. Bu ilkeye dayanarak, Borneo’da kafatası avcıları, öldürdükleri düşmanlarının kafataslarının yanına, yağmalarını sürdürürken yeni kafalara takılmasına yardımı olacağı inancıyla, oltalar takarlardı. H aida büyücü hekiminin kullandığı araçlardan biri de içi boş bir kemiktir; kaçan ruhları bunun içine koyar, sahiplerine böylece geri getirir. H indular, karşılarında biri esnerse, başparm aklarını
172
şaklatırlar, bunun açık ağızdan k a çan ruhu engelleyeceğine inanırlar.M arkiz A daları’nda oturanlar, ölmekte olan bir adam ın ağzını ve burnunu kapatarak , ruhunun kaçmasını önlemek yoluyla hayatta kalmasını sağlamaya çalışırlardı; Yeni Kaledonyalılar’da da aynı göreneğin o lduğu söyleniyor; F ilipinler’deki Bagobolar da aynı amaçla hastalarının el ya da ayak bileklerine pirinçten yapılma tel halkalar geçirirlerdi.Ö te yandan. Güney Amerikalı İto- nam alar ölmekte olan birinin hayaleti dışarı çıkıp da ötekileri gö türm esin diye, gözlerini, burnunu ve ağzını m um vb. şeylerle mühürlerler; benzeri bir nedenle, daha yeni ölmüşkimselerin ruhlarından korkan ve onları nefesle özdeşleştiren Niaslılar, cesedin burnunu tıkayarak ya da çenesini bağlayarak serseri ruhu dünyevi meskeninde kapalı tu tm aya çalışırlar. AvustralyalI W akelburalar, bir cesedi terk etmeden önce, hayaletin arkalarından yetişip kendilerini yakalayamayacağı bir uzaklığa gidene kadar onu bedende tu tm ak için kulaklarına sıcak kömürler yerleştirirdi. Güney Celebes’te bir kadının çocuk doğururken ruhunun kaçmasını önlemek için ebe, hamile a n a nın bedenine olabildiğince sıkı bir bant sarar. Sumatrah Mi- nangkabauerler buna benzer bir görenek uygular; doğurm akta olan bir kadının bileğine ya da kalçalarına, doğum sırasında kaçmaya çalışırsa ruhunun çıkış yolunu kapatm ak için bazen bir çile ip ya da sicim sarılır. Celebesli Alfoorlar, doğum sırasında bebeğin ruhu doğar doğmaz kaçıp kaybolmasın diye anah tar
B ir L a o s şa m a n ın a a it. ruh tu za ğ ı d esen leri içeren s ih irli k u m a ş . L a o s 'u n H u a P han E ya le ti. N a m M a N eh r i. Tat D a en g ka b ile s in d e n . Reece K o lek s iy o n u , K n a re s b o ro u g h , Y o rk sh i re , Ingil tere.
173
deliğine kadar evdeki bütün delikleri dikkatle kapatırlar; duvardaki her yarık ve çatlağı sıvarlar. İçlerinden birinin çocuğun ru hunu yutmasından korktukları için evin dışındaki ve içindeki bütün hayvanların ağızlarını da bağlarlar. Aynı nedenle, evdeki herkes, hatta anne bile bütün doğum süresince ağzını kapalı tu tmaya zorlanır. Çocuğun ruhu bunlardan birinin içine de kaçabileceğine göre burunlarını neden kapatm adıkları sorusuna verilen yanıt, soluk, burun deliklerinden alınmanın yanında verildiği için, ruh daha yerleşme hrsatı bu lam adan dışarı atılabileceği oldu. Uygar halkların dillerindeki, “yüreğim ağzıma geldi” ya da “canı b u rn u n d a ” gibi deyimler yaşamın ya da ruhun ağızdan ya da burun deliklerinden kaçabileceği fikrinin ne kadar doğal olduğunu gösteriyor.
R uh genellikle uçup kaçm aya hazır bir kuş o larak kabul edilir. Bu düşünce birçok dilde iz bırakmış gibidir; şiirdeyse bir eğretileme o larak sürmektedir. M alayalılar bu kuş-ruh kavra mını birçok garip şekilde sürdürür. Eğer ruh kanatlı bir kuş ise, pirinçle cezbedilebilir, böylece kaçması önlenebilir ya da tehlikeli kaçışından yem aracılığıyla geriye döndürülebilir. Örneğin Ja v a ’da, bir çocuk ilk kez yere bırakıldığında (uygar olm ayan insanların özellikle tehlikeli bulduğu bir andır bu), bir tavuk kafesine konu r ve annesi tavukları çağırıyormuş gibi bir g ıdaklama sesi çıkarır. Borneo’nun bir bölgesi olan Sintang’daysa, erkek, kadın ya da bir çocuk dam dan ya da ağaçtan düşüp de eve getirildiğinde, karısı ya da ak rabadan bir kadm hemen k a zanın olduğu yere seğirtir, oraya sarı renge boyanmış pirinç serper, bir yandan da şu sözleri söyler: “ Git git gıdak! Ruh! Ea- lanca evine döndü. Git, git gıdak! R u h !” Bundan sonra pirinçleri bir sepete toplar, kazazedeye getirir, yine “ Git git gıdak! R u h !” diyerek başından aşağı döker. Burada amaç, besbelli, aylak aylak dolaşan kuş-ruhu tuzağa düşürüp sahibinin başına yeniden sokmaktır.
174
G ü n e y S u d a n 'd a k i A z a n d e k a b ile s in in d o ğ u m a r ın m a sı r ıtü e lin in b ir b ö lü m ü o la ra k ço cu ğ u n d u m a n a tu tu lu ş u .
Uyuyan bir insanın ruhunun bedenden dışarı çıkıp, gerçekten de düşünde gördüğü yerleri ziyaret ettiği, insanları gördüğü ve birtakım işleri yaptığı varsayılır. Örneğin, bir Brezilya ya da G uiana Kızılderilisi derin bir uykudan uyandığında, ruhunun , kendisi ham ağında hareketsiz uzanır durum dayken gerçekte av lanm akta, balık tu tm akta , ağaç kesmekte ya da düşünde gö rdüğü herhangi bir işi yapm akta olduğuna kesin inanır. Bütün bir Bororo köyünün içlerinden birisi düşünde düşm anların gizlice köye yaklaşm akta o lduğunu gördüğü için paniğe kapıldığı, nerdeyse köyü terk edecek olduğu görülm üştür. D üşünde, p a t ronunun kendisini bir kanoyu bir dizi şelaleden yukarı çekm eye zorladığını gören güçsüz bir Macusi Kızılderilisi, ertesi gün, bir zavallı hastayı dışarı çıkarıp bütün gece ağır işe sürdüğü için bu düşüncesizliğinden dolayı efendisine sitemde bulunm uştur.
175
A la s k a ’d an b tr ¡ n u it (E sk im o ) “ru h -k a y ığ t" .
G ran Chaco Kızılderililerinin çoğu kez, en ina
nılmaz öyküleri gerçekten görmüş ve işitmiş gibi
anlattıklarım duyarsınız; b u nun için de o n ları yak ın d an ta n ım ay a n y a
bancılar hemen bu Kızılderililerin yalancı o lduğunu söyler. Aslında Kızılderililer anlattıkları şeylerin gerçek olduğuna kesinlikle inanırlar; çünkü bu olağanüstü serüvenler, uyanıkken gördükleri gerçekliklerden ayıramadıkları düşlerinden başka bir şey değildir.
U ykuda ru h u n yokluğunun neden olduğu tehlikeler de vardır, çünkü herhangi bir nedenle ruh devamlı o larak bedenden uzak tu tu lacak olursa, böylece yaşamsal özünden yoksun olan kişi ölür. R uhun uyuyan bir kimsenin ağzından beyaz bir fare ya da küçük bir kuş şeklinde kaçtığına dair bir A lm an inancı vardır; kuşun ya da hayvanın bedene dönüşünün önlenmesi uyuyan için ö lüm demektir. Bundan dolayı, T ransilvanya’da, bir çocuğun ağzı açık uyum asına izin vermemek gerektiği, y ok sa ru hunun ağzından bir fare biçiminde çıkacağı ve çocuğun bir daha uyanm ayacağı söylenir. Uyuyanın ruhunu birçok şey alıkoyabilir. Örneğin, uyuyan bir başka kişinin ruhuyla karşılaşıp onunla kavgaya tutuşabilir; Gineli bir zenci sabahleyin kemikleri sızlayarak uyanmışsa, ruhunun uykuda bir başka ruh ta ra fm dan dövüldüğünü düşünür. Ya da henüz ölmüş bir k im senin ruhuyla karşılaşıp onun ta ra fm dan kaçırılabUir; bundan dolayı, Aru A dalarında, ev halkı bir ölüm den sonraki gece o evde yatm az - ölen kimsenin ru h u n u n hâlâ evde olduğu varsa- yıldığmdan, düşte onunla karşılaşm aktan korkarla r. Uyuyan kim senin ru h u n u n bedene dönüşü bir kazayla ya da fiziksel
176
güçle de önlenebilir. D üşünde suya düştüğünü gören bir Dyak, bu kazanın ruhunun gerçekten başına geldiğini varsayar, çağırdığı büyücü ruhu bir su birikintisi içinde bir ağ ku llanarak ya kalam aya çalışır, sonunda yakalar ve eski yerine koyar. Santal- 1ar, bir insanın uyuyakaldığını, susadığı için ru hunun bir kertenkele şeklinde bedenini terk ettiğini ve su içmek için bir testiye girdiğini anlatıyor. T am o sırada testinin sahibi testinin ağzını kapatır ve ruh bedene dönemediği için adam ölür. A dam ın arkadaşları cesedi yakm aya hazırlanırlarken, birisi su a lm ak için testinin tıkacını kaldırır. Böylece kertenkele kaçar ve bedene döner, adam da hem en canlanır, ayağa ka lkar ve a rkadaşla rına neden ağladıklarını sorar. A rkadaşları kendisini öldü san dıklarını ve cesedini yakm ak üzere o lduklarını söyler. A dam sa su a lm ak için bir kuyuya indiğini, fakat ç ıkm akta güçlük çektiğini, henüz döndüğünü söyler onlara. Böylece hepsi gö rm üşlerdir bunu.
Uyuyan bir kimseyi uyandırm am ak ilkellerde genel bir k u raldır, çünkü ruhu dışarıdadır ve geri dönm ek için yeterli zam an bulamayabilir; bu yüzden insan ruhu o lm adan uyandırı- lırsa hastalanır. Uyuyanı m utlaka uyandırm ak gerekiyorsa, ru hun dönmesine zam an vermek için yavaş yavaş yapılmalıdır bu. M a tu k u ’da, ayağına basılarak aniden uykudan uyandırılan bir Fijilinin, ruhuna haykırdığı, dönmesi için yalvardığı işitil- miştır. T am o sırada uzakta, T o n g a ’da olduğunu görmekteydi düşünde, aniden uyanıp da bedeninin M a tu k u ’da o lduğunu görünce çok korkm uştu . R uh denizaşırı koşup terk ettiği bedene can vermeye ikna edilemeseydi, adam ölümle burun burunay- dı. Bir misyoner, ko rkusunu yatıştırmasaydı adam k o rkudan ölecekti.
İlkel insanın düşüncesine göre, uyuyan bir kişiyi yerinden k ım ılda tm ak ya da gö rü n ü şü n ü değiştirm ek dah a da teh likelidir, çünkü eğer böyle bir şey yapılırsa, ruh d ö n d üğünde be
177
denini bu lm az ya da tan ıyam az, böylece o kişi de ölür. Mi- nangkabauerle r , uyum ak ta o lan bir kim senin yüzünü b o y amayı ya da kirletmeyi son derece uygunsuz bir şey o la rak g ö rür, çünkü o s ırada d ışarıda o lan ruh bu şekilde değiştirilmiş bir bedene girm ekten ko rkacak tır . Patani M a lay lan , bir k im se uyurken yüzü boyanırsa , o sırada dışarı çıkmış olan ruhun onu tan ıyam ayacağm ı, adam ınsa yüzü y ıkanm caya k ad a r uykuyu sürdüreceğini hayal ederler. B om bay’da, uyuyan bir kim senin yüzünü acayip renklerle boyayarak ya da bir k ad ına bıyık ta k a rak g ö rü n ü m ü n ü değiştirmek onu öldürm ekle bir tu tu lu r . Ç ünkü ruh d ö n d üğünde bedenini tan ıyam ayacak v e kişi ölecektir.
Fakat bir insanın ruhunun bedenini terk etmesi için uykuda olması gerekmez. Uyanık olduğu saatlerde de terk edebilir onu, am a sonunda insan hastalanır, cinnet getirir ya da ölür. Örneğin, A vustralya’da W urun-jeri kabilesinden bir adam , ru hu bedeninden ayrıldığı için son nefesini vermek üzereydi. Bir büyücü-hekim ruhun peşinden gitti, ve onu tam günbatım ı alevine -ö lü lerin ruhları güneşin dinlenmeye gittiği yeraltı dün y asına girip çıkarlarken dışarıya vuran ışığa- dalm ak üzereyken yakaladı. Başıboş dolaşan ruhu yakalayan hekim opossum kesesi altında geri getirdi ve ölmekte olan adam ın üzerine uzandı, ruhu yeniden içine soktu; bir süre sonra adam canlandı. Burmalı Karenler, ruhları bedenlerinden çekip gitmesin ve kendilerini ölüme terk etmesin diye devamlı endişe içindedirler. Bir insanın, ru hunun bu öldürücü adımı a tm ak üzere o lduğundan korkm ak için bir nedeni varsa, ruhu d u rdu rm ak ya da geri çağırm ak için, bü tün ailenin katılması gereken bir tören yapılır. Bir horoz ve tavuktan , özel bir tü r pirinçten ve bir hevenk m uzdan oluşan bir yemek hazırlanır. Ailenin reisi pirincin y ıkandığı kâseyi eline alır ve bununla evin merdiveninin tepesine üç kez vurur: “ Prrroo! Geri dön, ruh, dışarıda oyalanma! Y ağmur
178
B irleşik D e v le tle r ve K iitu ıd a 'n tn k u ze y b a tı sa h ilin d en T lin g it ka b ile s in e a it b ir A m e r ik a n Y erlisi ş a m a n ın ruh y a k a la m a aracı. B ir d e n izh a y v a n ı k a b u ğ u y la s iis len m ış k e m ik te n Yapılm a . R u h , h a s ta lık n e d en iy le b ed en i te rk e ttiğ in d e b ir şa m a n çağrılır, şa m a n d ışarı ç ıka ra k bu n e sn e y le ru h u y a ka la r ve h a s ta n ın iy ile şm esi için y en id en b ed en in e so k a r d ı o n u . Hvalet M ü ze s i , V ic to r ia , Brit ish C o lu m h ia , K a n a d a .
yağarsa ıslanırsın. Güneş çıkarsa yanarsın. Sivrisinekler sokar seni, sülükler ısırır, kaplanlar yer seni, gök gürültüsü ezer. Prrroo! Geri dön, ruh! Burası senin için daha iyi. H içbir şeye m uhtaç olmayacaksın. Gel ve rüzgârdan, fırtınadan uzak yemeğini ye.” Bundan sonra aile yemeği paylaşır ve herkesin sağ bileğine bir büyücünün büyülediği bir ipi sarmasıyla tören b iter. Buna benzer bir biçimde, güneybatı Ç in’deki Lololar k ro nik hastalık larda ruhun bedeni terk ettiğine inanırlar. Böyle durum larda , uzun bir dua okurlar, ruhu adıyla çağırarak, tepelerden, vadilerden, ırm aklardan , o rm an la rdan , ta rla la rdan ya da nerelerde başıboş dolaşıyorsa o ra lardan geriye dönmesi için yalvarırlar ona. Bir yandan da, başıboş dolaşm akta olan ruhu kendine getirmek için kapıya bardak lar içinde su, şarap ve pirinç bırakırlar. Tören bittiğinde, hastanın koluna ruhu bağlaması için kırmızı bir ip bağlarlar, adam ip çürüyüp düşünceye kadar onu ko lunda tu tm ak zorundadır.
Kongolu bazı kabileler bir adam hastayken ruhunun bedenini terk edip serbestçe dolaştığına inanırlar. O zam an serseri ruhu yakalayıp hastanın bedenine döndürm ek için büyücüden yardım istenir. Genellikle, hekim, ruhu bir ağaç dalına kadar başarıyla kovaladığını söyler. Bunun üzerine bü tün kasaba to p lanır, ağaca kadar hekime eşlik eder, o rada hasta adam m ru h u nun o tu rduğu varsayılan dah koparm ak üzere içlerinden en
179
K a n a d a K ız ıld er ilile r in in g e le n ek se l '^d ü ş-ya k a la y ıc ı’'sı; şa m a n b u n u g ecen in
kaçıcı g ö r ü n ü m le r in i y a k a la m a k ta k u lla n ırd ı. H u l l U y g a r l ık M üzes i ,
Q u e b e c , K a n ad a .
güçlüleri seçilir. Dalı k ırarlar ve el kol hareketleriyle yükün taş ınam ayacak kad ar ağır o lduğunu ima ederek dalı kasabaya getirirler. Dal hasta adam ın kulübesinin yanm a getirilince adam dalın yanında ayakta tu tu lur, büyücü büyüler yapar, böylece ruhun sahibine döndüğüne inanılır.
Sum atralı Bataklar, üzüntüyü, hastalığı, büyük korkuyu ve ölümü ruhun bedende olmayışına bağlarlar. Önce, başıboş dolaşan ruhu çağırarak geriye getirmeye, yere pirinç serperek bir kümes hayvanıymış gibi avlamaya çalışırlar. D aha sonra da şöyle sözler söylenir: “ Geri dön, ey ruh,
o rm anda ya da tepelerde, vadilerde dolaşıyorsan da geri dön. Bak, on bir şifalı yaprakla çağırıyorum seni. Alıkoyma onu, doğrudan buraya gelsin, o rm anda, tepede, vadide eğleme onu. H em en eve gel!” Bir keresinde, tanınmış bir gezgin bir Kayan köyünden ayrılırken, çocuklarının ruhlarının gezginin peşinden gideceğinden korkan analar, ona üzerinde çocuklarım taşıdıkları tahtaları getirdiler ve ondan küçüklerin ruhlarının onunla birlikte uzak ülkelere gitmeyip tanıdık tah talara dönmesi için dua etmesini rica ettiler. H er tahtaya, serseri ruhları bağlam ak am acıyla halka şekHnde ipler tu tturulm uş, küçük ruh kaçıp gitmesin diye her bir bebeğin tom bul parmağı halkaya geçirilmişti.
Bir H in t öyküsünde bir kral kendi ruh u n u ölmüş bir Brahm a n ’ın cesedine geçirir, bir kam bur da ruh u n u kralın terkedilmiş bedenine geçirir. A rtık k am bur kral, kralsa B rahm an olm uştur. Am a kam bur, ruh u n u bir papağan ın ölü bedenine a k ta ra rak hünerini göstermeye çağrılır, böylece kral da kendi be
180
denini yemden ele geçirme fırsatmı elde eder. A yrm tılan değişik, aynı türden bir öykü M alaylar arasında da anlatılır. Bir kral dikkatsizlik sonucu ruhunu bir m aym una aktarm ıştır , b u nun üzerine kendi veziri, el çabukluğuyla ruh u n u kralın bedenine sokar ve böylece kraliçeye ve krallığa sahip olur; gerçek kralsa bir m aym un şeklinde avluda sürünm ektedir. Fakat bir gün, büyük para lar karşılığı kum ar oynayan sahte kral bir koç dövüşünü seyrederken, üzerine para yatırdığı hayvan ölür. H ayvanı can land ırm ak için harcanan bü tün çabalar boşa çıkınca, sahte kral, gerçek bir sportm en içgüdüsüyle kendi ruhunu ölmüş hayvanın bedenine geçirir, böylece kavgayı yeni baştan başlatmış olur. M aym un bedenindeki gerçek kral, önünde açılmış olan bu fırsatı kaçırmayıp büyük bir soğukkanlılıkla, vezirinin boşalttığı kendi bedenine atlar. Böylece kendine gelmiş olur, koçun bedenindeki sahteci ise fazlasıyla hak etmiş olduğu kaderiyle karşılaşmış olur. Aym şekilde. Yunanlılar Klazome- na i’li (Urla) H erm o tim os’un bedenini terk edip o rada burada dolaştığını, dolaşırken gördüklerini anımsayıp yurdundak i a r kadaşlarına anlattığını söylerlerdi; ta ki, bir gün, ruhu dışarıdayken düşm anları onun terkedilmiş bedenini yakalayıp ateşe a tm caya kadar.
R uhun gidişi her zam an kendi isteğiyle olmaz. Hayaletler, cinler ya da büyücüler ta rafından kendi isteği dışında bedenden ayrılabilir. Bunun için de, Burmalı Karenler, evin önünden bir cenaze alayı geçerken, çocuklarını özel bir iple evin belli bir yerine bağlarlar ki çocukların ruhları bedenlerini terk edip geçmekte olan cenazenin bedenine girmesin. Cenaze gözden kay- boluncaya k adar çocuklar bağlı tu tu lur. Ceset mezara k o n d u k tan sonra, henüz üzerine top rak atılm adan, ağıtçılar ve ö lünün dostları çukurun çevresine sıralanır, her birinin bir elinde b o yuna yarılmış bir bam bu, öteki ehndeyse küçük bir sopa va rdır; her biri elindeki bam buyu mezara batırır ve sopayı bam bu-
181
A r a k j ı ı E ya le tin d e h ir B u rm a ka sa b a ruh - tiirhesi.
nun yarığı boyunca sürterek ruhuna m ezardan kolayca nasıl dışarı tırmanabileceğin! gösterir. Ç ukura top rak atılırken, bam bular, içinde ruhlar olmasın ve çukura atılan toprak la b irlikte gömülmesin diye uzakta tutulur; insanlar o radan ayrılırken ruhlarına kendileriyle birlikte gelmelerini rica ederek b am buları yanlarında götürürler. M ezardan dönüşte her Karen kendine ağaç dallarından yapılmış üç küçük çatal bulur, ru h u na kendisini izlemesini söyleyerek kısa aralarla arkasına döner ve ruhunu çatala takıyorm uş gibi bir hareket yapar, sonra da çatalı toprağa saplar. Canlıların ruhunun ölülerin ruhuyla b irlikte geride kalmasını önlemek için yapılır bu. K aro-Bataklar birisini gömerken mezarın dolduru luşu sırasında, bir kadın b ü yücü elindeki bir sopayla havayı döverek etrafta koşar durur. Bunu, yaşayanların ruhlarını o radan uzaklaştırm ak için yapar, çünkü ruh lardan biri kayıp da mezarın içine düşer ve üzeri to p rakla örtülecek olursa, sahibi ölür.
Loyauté A daları’ndan biri olan Lfvéa’da, ölenlerin ruhlarının yaşayanların ruhlarını çalma gücüne sahip olduğuna inanılır. Bu yüzden, bir adam hastayken, ruh-hekimi kalabalık bir erkek ve kadın topluluğuyla mezarlığa gider. Burada ruhu k a n dırıp eve döndürm ek için erkekler flüt çalar, kadınlarsa hafifçe ıslık ö ttürür. Bir süre bunu yaptık tan sonra sıraya dizilip eve doğru yola çıkarlar, yol boyunca erkekler flüt kadın lar ıslık çalar, böylece dolaşm akta olan ruhu yeder ve avuçlarıyla hafifçe eve sürerler. H astan ın evine girince, ruha yüksek sesle hastanın bedenine girmesini emrederlerdi.
Bir insanın ruhunun kaçırılması çoğu kez ifritlere yorulur. Çinliler bu nöbetleri ve çırpınmaları, insanların ruhlarını bedenlerinden çıkarmayı seven bazı kötü ruhların işi o larak yorumlarlar. A m oy’da bebeklere ve çocuklara bu şekilde d av ra nan ruhlar, “dörtna la giden atlara binen göksel varlık lar” ya da “göklerin orta yerinde o tu ran edebi m ezun lar” gibi yüksek
183
Ş am an lar! m ü z ik a le tle riy le g ö s te re n b ir ruh çağ ırm a sa h n es in i te m s il ed en m o d e rn
b ir basnu ı k u m a ş . T h e s sa lo n iu s L o y o l a ’nın T h e S in g in g T a d p o le , ya d a T h e P ig in the
P o n d adlı y a p ı t ın d a n , 1987.
anlam lı u n v an la rd an hoşlan ır la r . Bir bebek titremeler içinde k ıvranıp dururken , korkm uş olan anne evin çatısına
çıkar, ucuna çocuğun giysilerinden biri bağlanmış olan
bam buyu sallarken defalarca şöyle bağırır: “ Çocuğum falan-filan, geri gel, evine d ö n !” Bu arada , evdeki bir başka kişi evden kaçmış olan çocuğun dikkatini çeker de kendi
giysisini tanıyıp onun içine girer um uduyla bir gonga vurarak gürü ltü çıkarır. O zam an ruhun içine girdiği giysi çocuğun üzerine ya da yanına konur, çocuk ölmezse, er ya da geç iyileşecektir. Aynı şekilde, Hintliler bir erkeğin ruhunu çizmeleri içine sokarak yakalar, adam m ayaklarına çizmeleri giydirerek ru hu bedene döndürürler.
M olük A daları’nda bir insanın sağlığı iyi değilse, ruhunun bir iblis ta ra fm dan ağaca, dağa ya da iblisin o tu rduğu bir tepeye kaçırıldığı düşünülür. Bir büyücü, iblisin o tu rduğu yeri gösterir, hastanın arkadaşları oraya haşlanmış pirinç, meyve, bahk, çiğ yum urta , bir tavuk, bir piliç, ipekli bir giysi, altın ve p a zıbentler, vb. götürür. Yiyecekleri yere serdikten sonra dua ederler: “ Ey iblis, biz buraya sana bu yiyecek, giyecek, altın, vb. sunuları sunm aya geldik; al ve adına dua ettiğimiz kişinin ru h u nu serbest bırak. Ruh bedenine dönsün de, şimdi hasta olan kişi bütünlensin .” Sonra az bir şey yerler ve hastanın ruhunun fidyesi o larak tavuğu serbest bırakırlar; çiğ yum urtaları da yere bırakırlar; fakat ipekli elbiseyi, altını ve pazıbentleri kendileriyle birlikte eve getirirler. Eve varır varmaz, hastanın başına, içinde geriye getirdikleri sunuların bulunduğu düz bir leğen ko-
184
yarlar ve şöyle söylerler ona: “ Ruhun artık serbest, saçların ağarana kadar sağ salim yaşayacaksın bu yeryüzünde.”
Yeni bir eve henüz girmiş kimseler ifritlerden korkar. Bundan dolayı Celebes’teki M inahassalı Alfoorlar arasında, yeni eve girildiği için verilen yemekte rahip, ev halkının ruhlarını yerine koym ak amacıyla bir tören yapar. Sunuların yapıldığı yere bir to rba asar ve bir tanrılar listesi okur. O kadar çok tanrı vardır ki, hiç durm aksızın bü tün bir gece sürer bu okum a. Sabahleyin tanrılara yum urta ve pirinç sunar. Bu sırada ev halk ının ruhların ın to rbada olduğu varsayılır. Rahip torbayı alır ve aile reisinin başının üzerinde tu ta rak şunları söyler; “ İşte ru hun; (ruha) yarın yine uzak laş .” Sonra aynı şeyleri söyleyerek evin hanım ına ve ailenin öteki üyelerine de aynı şeyi yapar. Bu Alfoorlar arasında, hasta bir adam ın ruhunu yerine getirmenin bir yolu da bir kâseyi bir kuşakla pencereden aşağı sark ıtm ak ve ruh kâseye yakalanıp da yukarı çekilinceye kadar o rada b a lık avlar gibi beklemektir. Aynı halk arasm da, bir rahip bir k u
maş parçasıyla yakaladığı hasta bir adam ın ruhunu geri geti
rirken bir kız öncülük eder ona; kız, rahibin ve ruhun y ağm ur yağarsa
K ara b ü y ü g e len eğ in d e G aap o la ra k b ilin en ve B a tın ın E fen d is i o ld u ğ u s ö y le n e n bir “baş i f r i t” ta sv ir i ya da m ü h r ü (im zası). C o l l in de P la n c y ’nin D ic tio n a ire In fe r n a le ’m m (1864) b ir e ly a zm a s ın d an .
rViA.OLT
185
R en g ey iğ i b a şla rın d a n
o ym a la rı o lan , A la sk a
in u it 'le r in e a it h ır o k
d ü z e ltm e aracı. B u n u n R e n g e y ik le r in in b ed en ler in i o v u ş tu r u p h a yva n la rı
dah a k o la y ya ka la n ır ya p tığ ın a
inan ılırd ı. in san l ık M üzes i , L o n d r a .
ıs lanm am aları için büyük bir palmiye ağacı yaprağını rahibin başı üzerinde şemsiye gibi tu tm a k tadır; rahibin arkasından da başka ruhların yak alanmış ruhu k u rta rm a girişimlerini önlemek için elindeki kılıcı savurarak yürüyen bir adam gelmektedir.
Bazen de ruh gözle gö rünür şekilde geriye ge- ' tirilir. O regon ’lu Salish ya da Flathead Kızılderilile
ri, bir insanın ruhunun ölüme neden olmaksızın ve sahibi farkına varm adan bir süre için bedeninden
ayrılabileceğine inanırlar. Bununla birlikte, kayıp ru hun vakit geçmeden bulunm ası ve eski yerine k o n m ası gerekir, yoksa adam ölür. R uhunu kaybetmiş olan adam m adı, büyücü-hekime bir düşte açıklanır; hekim bu kaybı haber vermek için adam a koşar. Genellikle çok sayıda kişi aynı zam anda böyle bir ruh kaybına uğramıştır; bü tün adlar büyücü-hekime açıklanm ış
tır, hepsi de ruhlarını geri a lm ak için onu kullanır. Bu ruhsuz insanlar bü tün gece dans ederek ve şarkı söyle
yerek evden eve dolaşır. G ün ışımasına yakm , bir eve girerler, içeriye ışık sızmaması için ev sımsıkı kapatılır. Bundan sonra çatıda bir delik açılır, büyücü-hekim bir demet tüyle ufak kemik parçaları şeklindeki ruhları bu delikten içeri süpürü r ve bir hasır parçası üzerine to p lar. D aha sonra bir ateş yakılır, büyücü-hekim bu a teşin ışığında ruhları türlerine göre ayırır. Önce ölmüş kimselerin ruhlarını bir kenara kor, genellikle bunlar çok sayıdadır; çünkü ölmüş bir kimsenin ruhunu yaşayan birine verecek olursa adam anında ölür. Sonra, o ra da bulunan herkesin ruhunu seçer ayırır ve herkesi k a r şısına o tu r ta rak her birinin ruhunu alır: bir kemik, ağaç ya da k abuk parçası şeklindedir bunlar. H er birini sahi
186
binin başı üzerine koyar, kalbe ininceye, asıl yerine yerleşince- ye kadar bir sürü dualar ve eğilip bükülmelerle ruhların üzerine hafif hafif vurur.
Ruhlar yalnızca hayaletler ve ifritler tarafından değil, insanlar, özellikle de büyücüler ta rafından da bedenlerinden çı- kartılabilir ve ahkonulabilir . Fiji’de, suçlu suçunu itiraf e tm ezse, kabile reisi “ sefil adam ın ruhunu uzaklaştırm ak için” bir başörtüsü getirtir. Sanık bunu görür görmez, ha tta daha b aşö rtüsü lafı geçer geçmez itirafa başlar. Ç ünkü itiraf etmezse, b a şörtüsü, ruhu onun içine girene kadar başının üzerinde sallanacak, ruhu yakalar yakalam az dikkatle katlanıp başkanın kayığının ucuna çivilenecektir; ruhsuz kalan suçlu da zayıflayacak ve ölecektir. Tehlike Adası büyücüleri ruhlar için tuzaklar k u rardı. T uzaklar beş on metre uzunluğunda sağlam dallardan yapılır, her iki yanında, farklı büyüklükte ruhlara uyacak fark lı büyüklükte halkalar olurdu: şişman ruhlar için geniş h a lkalar, zayıf ruhlar için küçük halkalar. Büyücülerin kin bağladıkları bir adam hastalandığında, evinin yakınında bu ruh tuzak larını kurarlar, ruhunun kaçmasını beklerlerdi. Fğer ruh bir kuş ya da böcek şeklinde tuzağa yakalanırsa, hasta m utlaka ölecek demekti bu. Gerçekten de. Batı A frika’nın bazı bölgelerinde, büyücüler, uyurken bedenlerinden kaçmış orta lık ta d o laşan ruhları yakalam ak için devamlı tuzaklar kurarlar; birini yakaladıklarında, bağlayıp ateş üzerinde tu tarlar, ruh sıcaktan kurudukça ruhun sahihi hastalanır. Bunu acı içindeki adam a kinlerinden değil, sırf iş olsun diye yaparlar. Büyücü, yakalad ığı ruhun kimin olduğuna aldırmaz, karşılığı ödenirse raha tlık la sahibine geri verir. Bazı büyücülerin aylak ruhlar için düzenli barınakları vardır, ruhunu yitirmiş ya da ruhu yanlış yere yerleştirilmiş bir kimse, biçilen fiyatı öderse bu barınaktan başka bir ruh alabilir. Bu sürekli barınakları kuran ya da gelip geçen ruhları yakalam ak için tuzaklar kuran kimse suçlanmaz;
187
E n d o n e z y a , S u la w esi, T oraca b ö lg e s in d ek i u ç u ru m la r ın ta b a n ın a yer le ş tir ilm iş m in y a tü r ruh evleri.
bu, onların uğraşıdır, bunu yaparlarken onları harekete geçiren şey insafsızlık ya da acımasızlık duyguları değildir. Ama bile isteye belli bir insanın ruhunu yakalam ak amacıyla, sırf kin yü zünden ya da para kazanm ak için tuzak kuran ya da yemleyen kötü insanlar da vardır; yemle gizlenmiş o lan çukurun dibinde bıçaklar ve sivri kancalar bulunur, bunlar zavallı ruhları ya anında öldürerek ya da yakalandığında veya sahibine d ö n d ü ğünde onun sağlığını bozacak şekilde sakatlayarak yırtar, p a r çalar. Miss Kingsley, gecelerce düşünde kırmızı biberle tü tsü lenmiş kerevit kokusu duyduğu için ruhundan çok endişelenen bir K rum an tanımıştı. Besbelli, kö tü niyetli biri onun düş-ruhu
188
için bu lezzetli şeyle yemlenmiş bir tuzak kurm uştu , bedence ya da ruhen ona acı vermek istiyordu; ondan sonraki birkaç gece, kendisi uyurken ruhunun kaçıp gitmesini önlemek için büyük acılar çekmişti adam . Tropik gecesinin o terletici sıcağında, değerli ruhunun kaçışını önlemek için ağzı ve burnu bir mendille sımsıkı bağlı, bir battaniye altında terleyerek ve hırıltılarla ya tmıştı. Havvaiı’de, canlı insanların ruhlarını yakalayıp su k a b a k ları içine hapseden, sonra da bunları yemeleri için insanlara veren büyücüler vardı. Yakalanmış bir ruhu ellerinde sıkarak, insanların gizlice göm ülm üş olduğu yerleri bulurlardı.
İnsan ruhlarını kaçırma sanatının M alay Y an m ad ası’nda- ki kadar dikkatle öğretildiği ya da o radak inden daha kusursuz yapıldığı bir başka yer yok tur belki de. Burada büyücünün ça hşma yöntemi çeşitlidir, güdüleri de öyle. Bazen bir düşm anı yok etmek ister, bazen soğuk ve utangaç bir güzel kızın sevgisini kazanm ak. Örneğin, ikinci tü r am aç için yapılan bir büyüde, aklı başından alınmak istenen kişinin ruhunu bağlam ak için aşağıdaki şeylerin yapılması emredilir. Yeni doğduğunda, ay doğu ufkunda kırmızı göründüğünde, dışarı çık ve ay ışığında sağ ayağının başparm ağı sol ayağının başparm ağı üzerinde dinel, sağ elini boru yap ve o radan şunları oku:
OM. Yayım ı gevşetiyorum , gevşetiyorum ve ay üzerim i örtüyor, G evşetiyorum om ı, ve güneş sönüyor.G evşetiyorum ve yıldızlar donuklaşıyor.A m a h e d e f aldığım şey, güneş ay ve yıldızlar değil benim . C em aatten o filan kızın yüreğinin başı.G ıdak! G ıdak! Filanın ruhu, gel de benim le yürü.G el de o tur yanım da.G el de uyu, yastığım ı paylaş benimle.G ıdak! G ıdak! ruh.
189
Bunu üç kez tekrarla, her tekrardan sonra boru yaptığın eline üfle. Veya bu şekilde, başlığınla yakalayabilirsin ruhu. D olunayda ve bunu izleyen iki gece dışarı çık; yüzün aya d ö nük, bir karınca yuvası tepeciğinin üzerinde otur, tü tsü yak ve aşağıdaki büyüyü oku:
O n se k iz in c iyü zy ıld aL a p o n y aşam an ları,h ir k eh a n e tsırasındavec it ha linde .P icart'ınR elig iousC eren ıo-ii/t'5'inden,Paris , 1730.
Çiğnem en için bir tem bu l yaprağı getirdim sana.L im on sık üstüne onun, K udurgun Prens,Birisi, Çılgın Prensin kızı, çiğnesin diye G ün doğarken benim aşkım dan aklı başından gitsin diye G ün batarken benim aşkım dan aklı başından gitsin diye. A nanı babanı nasıl hatırlıyorsan beni de öyle hatırla;Evini, evinin m erdivenini nasıl hatırlıyorsan, beni de öyle hatırla; G ök gürlediğinde, beni hatırla;R üzgâr estiğinde, beni hatırla;G ökler ağladığında, beni hatırla;H orozlar ö ttüğünde, beni hatırla;M asal kuşu m asallarım anlatırken, beni hatırla;G üneşe baktığında, beni hatırla;A ya baktığında, beni hatırla;Ç ünkü o baktığ ın aydayım ben.G ıdak! G ıdak! Birinin ruhu bana doğru gelsin.R u h u m u alm anı söylem iyorum .R uhun bana doğru gelsin.
Şimdi de, her gece başlığının ucunu yedi kez aya doğru salla. Evine dön ve başlığını yastığının altına koy, gündüz giymek istersen onu, tü tsü yak ve şunları söyle: “ Kemerimde taşıdığım başlık değil bu. Birinin ru h u .”
İngiliz Kolumbiyası’nda, Nass Nehri Kızılderilileri, bir hekimin yanlışlıkla hastasının ruhunu yutabileceğinden korkar. Bunu yaptığına inanılan hekim başka hekimler tarafından has-
191
tanın üzerine dikilir, içlerinden biri p a rm ak larını hekimin boğazına sokarken bir başkası parm akların ın eklem yerleriyle midesine bastırır, üçüncüsüyse sırtına vurur. Eğer ruh hekimin içinde değilse ve aynı işlem diğer
hekimler üzerinde yinelendiğinde de başarısız olunursa, ruhun başhekimin kutusunda
olması gerektiği sonucuna varılır. Bunun üzerine bir grup hekim başhekimin evini ziyaret eder
ve kutusunu çıkarmasını ister. ITekim kutuyu çıkarıp içindekileri yeni bir hasır üzerine dizince, onu topuklarından tu tup başı döşemede bir deliğin üzerine gelecek şekilde havaya kaldırıp bu durum da başını yıkarlar, “y ıkanm adan a r ta k a lan su alınır ve hasta adam ın başından aşağı d ö k ü lü r .” Kayıp ruh m utlaka bu suyun içindedir.
Eakat bu rada sıraladığım ruhsal tehlikeler, yabanılı tehdit edenlerin hepsi değildir. Y abanıl, çoğunlukla kendi gölgesine ya da yansısına
ruhu diye, ya da her du rum da kendisinin bir parçası o larak ba kar, böyle olunca da m utlaka kendisi için bir tehlike kaynağıdır. Ç ünkü ayaklar altına alınır, dövülür ya da bıçaklanırsa, bu hareket kendisine yapılmış gibi acı hisseder; kendisinden b ü tü nüyle ayrıldığındaysa (bunun olabileceğine inandığı için) ölür. W eta r A dası’nda gölgesini mızrakla yara lam ak ya da bir kılıçla kesmek yoluyla bir insanı hasta edebilen büyücüler vardır. S ankara’nm, H ind is tan ’daki Budistleri o r tad an kaldırdıktan sonra N ep a l’e gittiği, o rada da Büyük L am a’yla düşünce ayrılığına düştüğü söylenir. D oğaüstü güçlerini kan ıtlam ak üzere gökyüzüne uçm uştur. Fakat Büyük Lam a, o yükselirken gölgesinin yerde sahndığm ı görünce bıçağını gölgeye batırır, o zam an Sankara yere düşer ve boynu kırılır.
B a tı A f r ik a 'd a k i D a n - N g ere sa h il ka b ile le r in in
T a n k a g le d en ilen ta h ta d a n b ir ruh
m a skesi. M a s k e y a k ış ık lı b ir g en c i te m s il e d iy o r ve n o rm a ld e k ö y ü n d ış ın d a
ça lılık la rd a ya da tep e lerd e ya şa ya n D u
a d lı b ir ru h u b e d en leş tır ıyo r . E n tw is t le
Ga l le ry , L o n d r a .
192
Banks A d a la n ’nda, son derece uzun şekilli, içinde güçlü ve tehlikeli bazı ruh lar bu lunduğuna inanıldığı için “ insan yiyen hayaletler” adıyla bilinen taşlar vardır. Eğer bir insanın gölgesi bu taşlardan birinin üzerine düşerse, hayalet, ruhunu ondan çeker, sonuçta da adam ölür. Bu yüzden bu taşlar evi k o rum ak amacıyla evlere konur; gaip sahibin gönderdiği bir haberci, ta şın içinde tetikteki ruh, kö tü niyetle oraya geldiğini ve kendisine bir kö tü lük yapacağını sanmasın diye gönderenin adını yük sek sesle söyler. Ç in ’de bir göm m e töreninde, tabu tun kapağı tabu tun üzerine yerleştirilirken, ö lünün en yakınları dışında, çevrede duranların çoğu birkaç adım geriye çekilir, hatta başka bir odaya gider, çünkü gölgesi bir tabu tun içine girerse bir insanın sağlığının tehlikeye düşeceğine inanılır. Bir de, tab u t mezara indirilmek üzereyken, gölgeleri mezarın içine düşer de kendilerine bir şey olur korkusuyla çevredekiler biraz geriye çekilir. Ealcı ve yardımcıları, güneşten korunm uş mezarın yan ında ayakta dururlar; m ezar kazıcılar ve tabu tu taşıyanlar gölgelerini bir kum aş parçasıyla bellerine sımsıkı bağlarlar. Gölgelerinden tehlikeye uğrayabilecek o lan lar yalnızca insanlar da değildir. H ayvan lar da bir dereceye k ada r aynı tehlike içindedir. Perak ’taki kireçtaşı tepelerinde sık görülen bir küçük salyangoz tü rünün sığırların gölgelerinden kanlarını içtiğine inanılır; b u nun sonucu hayvanlar zayıflar, bazen de kan kaybından ölür. Eskiler, A rab is tan’da, bir sırtlan bir insanın gölgesine basarsa, onun konuşm a ve hareket gücünü elinden aldığına; ay ışığında dam üzerinde du ran bir köpeğin gölgesi yere düşer de bir sırtlan ona basarsa, köpeğin sanki bir iple çekilmiş gibi aşağı d ü şeceğine inanırlardı. Bu olgularda da açıkça görü lüyor ki, gölgeye, ruhun tam bir eşdeğeri olmasa bile, insanın ya da hayvanın bir parçası gözüyle bakıhyordur, dolayısıyla gölgeye verilen bir zarar, sanki bedenine yapılmış gibi, insan ya da hayvan ta rafından hissedilmektedir.
193
t K uzey A nıcrikd to tem direği kahde \a da ruf) m u!)dtızhırm ı l)etim li\or.
British ('.olumhiü, Vd/ıcoın'cr'in m erkezinde dikili.
Bunun tersine, eğer bir gölge bir insanın ya da hayvanın yaşamsal bir parçası ise, bazı koşullar altında ona değmek, o kişiye ya da hayvana doku nulmuş gibi tehlikeli olabilir. Bundan dolayı, yabanıl, çeşitli nedenlerden dolayı tehlikeli etkiler kaynağı olarak gördüğü kimselerin gölgesinden sakınmayı bir kural sayar. Yasta bulunan kişileri, genellikle kadınları, ama özellikle de kaynanasını bu tehlikeli kişiler arasında görür. Shuswap Kızılderilileri yas tutan kişinin gölgesinin bir insanın üzerine düşerse onu hasta edeceğini düşünürler. Victorialı Kur-
nailer arasında, erginlemedeki papaz adayları bir kadının gölgesinin üzerlerine düşmesinden sakınırlar; bunun kendilerini zayıflatacağına, tembel ve aptal yapacağına inanırlar. Bir Avustralya yerlisinin, bir keresinde bir ağacın altında uyurken kaynanasının gölgesi ayaklarına düştüğü için nerdeyse korkudan öleceği söyleniyor. Eğitimsiz yabanılın kaynanasından duyduğu korku ve dehşet, insanbilimin en bilinen olgularından biridir. N ew South W ales’in Yuin kabilelerinde bir erkeğin karısının annesiyle herhangi bir ilişkisini yasaklayan çok sıkı bir kural vardı. O na, ha tta onun yönüne bakamazdı. Eğer gölgesi kaynanasının üzerine düşerse bir boşanma nedeni olurdu bu: bu durum da, karısından ayrılması ve kadının ana babasına dönmesi gerekirdi. N ew Bri- ta in’de, kazara karısının annesiyle konuşursa başına gelecek felaketlerin derecesi ve türünü yerlinin hayal gücü kavrayamaz; yapacakları tek şey, birinin ya da her ikisinin kendilerini öldürmesidir. Bir N ew Britainlının yapacağı en kutsal yemin, “Efendim, eğer yalan söylüyorsam, kaynanamla el sıkışayım”dır.
( ı i i n e y
Sliddfl'da Azande
kdbdesi)iden ö lm ü ş b ir
a d a m ın hoş e n , b ü tü n
eşyaları dışarıda
serg ilenm iş. 11 i (b ir
A :a n d e b irey in in
di >ğal n e d en lerd en
ö lm ed iğ in e inanılır:
h ep si hir ılenç so n u cu
ölür. B o şa ltıla ra k
içi ılenç ten te m iz len e n
ev. daha sonra
y a k ıla ca k tır .
194
ö le n in ka lb i, k ö p e k b aşh ta n n A n u b ts ta ra fın d a n te ra z in in k e fe s in d e h a k ik a t tü y ü ile ta r tılıyo r , k u ts a l y a zm a n b a lık ç ıl başh
T h o th so n u c u k a y d e d e rk e n , şa h in başlı tanrı H o ru s o n u seyred iyo r .A n h a i ’n in B o o k o f th e D e a d P a p yru s ad l ı M ıs ı r k i t a b ın d a n (yak laş ık M Ö 110 0 ) i l lü s tra syon . Bri tish M u s e u m , L o n d r a .
% / -Gölgenin, kay
bedildiğinde sakatlık ya da ölüm getirecek kadar insanın yaşamıyla sıkı ilişkili o la rak görü ldüğü yerlerde, onun küçülmesinin de, sahibinin y a şam gücünde buna eşit b ir azalm ayı
göstereceği için, endişeyle ve korkuyla karşılanacağını beklemek doğaldır. Ekvator yakınında iki ada olan A m boina ve Uli- ase’de öğleyin yere çok az gölge düşer, ya da hiç düşmez, b u nun için de gün ortasında evden dışarı ç ıkm am ak bir kuraldır, çünkü çıkılırsa insanın ruhunun gölgesini kaybedeceği varsayılır. M angaian lar güçlü savaşçı T u k a i ta w a ’nm öyküsünü an latırlar: gücü, gölgesinin uzunluğuyla a rta r ve azalırmış. Sabahleyin, gölgesi en uzun durum dayken gücü doruğunda olurmuş; am a tam öğleyin en aşağı dereceye gelinceye kadar, gölgesi k ısaldıkça gücü de onunla birlikte çekilirmiş; öğleden sonra gölge uzadıkça gücü yerine gelirmiş. T u k a i taw a’nın gücünün bu sırrını öğrenen bir kah ram an tam öğle vakti ö ldürm üş onu. M alay Y an m ad a s ı’ndaki yabanıl Besisiler ölüleri öğle vakti göm m ekten korkarla r , çünkü o saatte gölgelerinin kısalığının benzer şekilde öm ürlerini de kısaltacağını düşünürler.
Gölgenin yaşam a ya da ruha eşdeğer olduğu, belki de hiçbir yerde güneydoğu A vrupa’da bugüne k adar uygulanan bazı törelerdekinden daha açık bir şekilde görülmez. Çağdaş Y unan is tan ’da, yeni bir binanın temeli atılırken bir horoz, koç ya da koyun kesmek ve kanını temele ak ıtm ak, daha sonra da kesilen hayvanı temel taşının altına göm m ek bir töredir. K urbanın
E s k i Y u n a n 'd a
in sa n ın su d a a k s in i
g ö r m e s i bir ö lü m
işa re tiyd i. B u res im d e
N a rk is so s o rm a n d a bir g ö le b a k ıy o r
ve k en d in e â şık o lu yo r .
J a nM o re e i s e ’den b ir onyed inc i
yüzyı l tab lo su .
196
amacı binaya sağlamlık ve kalıcılık vermektir. Fakat bazen, binayı yapan kimse bir hayvan kesmek yerine bir adam ı k an d ıra rak temel taşına çağırır, bedenini ya da bedeninin bir parçasını gizlice ölçer ve ölçüyü temel taşının altına gömer; ya da temel taşmı adam m gölgesi üzerine yatırır. A dam m bir yıl içinde öleceğine inanılır. Transilvanyalı Romenler, gölgesi bu şekilde hapsedilen kişinin kırk gün içinde öleceğine inanır; bunun için de, yapılm akta olan bir binanın yanından geçerken insanlar bir uyarı sesi duyabilirler: “ D ikkat et, gölgeni çalm asın lar!” Yakm zam anlara kadar, işleri m im arlara duvarlarını sağlam laştırmak için gölge sağlam ak olan gölge tüccarları vardı. Bu örneklerde gölgenin ölçümüne gölgenin kendisinin bir eşdeğeri gözüyle b a kılıyor; gömülmesiyse, ondan yoksun kaldığı için ölecek olan ad am m yaşamının ya da ruhunun gömülmesidir. Yani bu görenek, yapıya sağlamlık ve kalıcılık vermek üzere, ya da daha belirgin o larak öfkeli hayalet o radan ayrılmayıp binaya dü şm an ların girmesini önlesin diye canlı bir insanın binanın duvarları içine hapsedilmesi ya da temel taşının altında ezilmesi gibi eski bir uygulam anın yerine geçmiştir.
Bazıları bir insanın ruhunun gölgesinde olduğuna inanırken, bazıları da (ya da aynı kişiler) onun suda ya da aynadaki yansısında olduğuna inanır. Örneğin, “A ndam anlıla r gölgelerine değil (aynadaki) yansılarına ruhları gözüyle b ak a r la r .” Yeni Gineli M o tum otu la r , aynada suretlerini ilk kez gördüklerin de, yansım alarının ruhları o lduğunu sanmışlardı. Yeni Kaled o n y a ’da yaşlılar bir insanın sudaki ya da aynadaki yansısının kendi ruhu olduğu kanısındadır; fakat K atohk papazlar ta ra fm dan eğitilmiş gençler, palmiye ağaçlarının sudaki yansıması gibi bunların da bir yansım adan başka bir şey olmadığını ileri sürer. Yansım a-ruh, insanın dışında olduğu için, gölge-ruhla aynı tehlikelere açıktır. Zulu lar, içinde yansımalarını kaçıracak bir hayvan olduğuna, o zam an da öleceklerine inandıkları için
198
o
H o m e r o s F en e lo p c 'n in k ılıç ta n g eç irilm iş ta lip le r in in ru h la rın ın H ern ıes ta ra fın d a n y era ltı d ü n y a s ın a g ö tü r ü lü rk e n "yarasa lar g ib i h ış ırd a d ık la r ın ı” a n la tıyo r . P h e n ıio s 'ıın Şarkıs ı ve P en e lo p e 'n in H ü zn ü . T h o m a s R a lp h S pence ' in T h e O i /v s s i / i / ’s ıı ıdan b ir sah n e , 1897 .
karanlık bir su birikintisine bakm azlar. Basutolar, timsahların, yansımasını su altına çekerek bir insanı öldürm e gücüne sahip olduğunu söylerler. İçlerinden biri aniden ve belirli bir neden olmaksızın öldüğünde, akrabaları, bir süre önce bir suyu geçerken gölgesini bir timsahın almış olması gerektiğini ileri sürerler. M elanezya, Semer A dası’nda bir gölcük vardır, “ içine b a kan ölür; kötü ruh, sudaki yansımasını yakalayarak yaşamını elinden alır insan ın .”
Eski H ind is tan ’da ve Eski Y unan is tan ’da bir insanın sudaki yansımasına bakm am asın ın neden bir özdeyiş olduğunu; Yunanlıların, bir insanın düşte kendisini bu şekilde suda yansımış görmesini neden bir ölüm işareti saydığını anlayabiliriz a r tık. Su-cinlerinin kişinin yansısını (ruhunu) suyun altına çekmesinden, kişininse ruhsuz kalıp ölmesinden korkuyorlardı. Sudaki yansısını gördükten sonra zayıflayıp ölen güzel Narkis- sos’un klasik öyküsünün kökeni budur belki de.
199
Dahası, bir ö lüm den sonra evdeki aynaların yüzünü örtm e ya da d u vara döndürm e gibi yaygın bir töreyi de açıklayabiliriz artık. İnsanın içinden aynadaki görüntüsü şeklinde dışarı yansıyan ruhun, gömülene kadar evin içinde dolaştığı varsayılan ölenin hayaleti ta rafından kaçırılm asından korkulur. Bu töre, bir düşte bedenden dışarı çıkan ruhun hayalete rastlayıp kaçırılacağı korkusuyla, ölü çıkmış bir evde uyum am a gibi bir Aru töresiyle tam bir koşutluk halindedir. H asta ların aynaya b ak m am asının, bir hasta odasındaki aynanın örtülmesinin nedeni de açık; ruhun kolaylıkla uçabildiği hastalık zam anında, aynadaki yansıma yoluyla ru
hun bedenden dışarı fırlayıp kaçması özellikle tehlikelidir. Bu nedenle bu kural, bazı insanların yaptığı gibi, hastaları u yu tm am a kuralıyla kesinlikle koşuttur; çünkü uykuda ruh bedenden dışarı kaçar ve bir daha dönmemesi tehlikesi her zam an vardır.
Gölgeler ve yansım alar için olan şeyler portreler için de geçerlidir; portrelerin genellikle kişinin ruhunu taşıdığına inanılır. Bu inançta olan kişiler, doğallıkla, suretlerinin alınm asından nefret ederler; çünkü eğer portre ruh ise, ya da en azından, portresi yapılan kişinin canlı bir parçasıysa, portreye sahip olan kimse, onun aslı üzerinde öldürücü bir etki yapabilecektir. Örneğin, Bering Boğazı Eskimoları büyücülükle uğraşan kimselerin bir insanın gölgesini çalma gücüne sahip olduğuna, böylece insanın ruhu olm adan zayıflayıp sonunda öleceğine inanırlar. Vaktiyle, aşağı Y ukon N ehri üzerindeki bir köyde.
D ü n y a n ın h a zı b ö lg e le r in d e fo to ğ r a f m a fzin esin in rukıiarı fiaç ırm a g ü c ü n e
sa h ip o ld u ğ u san ılır , fo to ğ ra fç ıla ra ¡zuşfzuyla bafzılırdu B u fo to ğ ra fta ,
M e k s ik a , G u a n a ju a to ka sa b a s ın d a bir k a d ın ın y ü z ü n ü fo to ğ r a f m a k in e s in d e n
g iz led iğ i g ö rü lü yo r .
Ö n ü n d e ku rb a n la r kesilen b ir
to p ra k ta m d a n
tü rb es i. Ç ın , G ıiizh o u
E ya le ti, A n s h a n
B ö lg esin d e B o u y a
A z ın lık kab ilesi.
200
*1
' ■ ■' * w ' ' II - ' . • : •’ A : " ■ . '< i2
.. *,. - ' ' - M VA ■
• ’- . t i ' ■
f ' v
- -3k*
M 1
■? '■' .-:
■W ^ 3 ' ■-0 ^
.'•r>;,, '
's'- n
f:' ! . •>■.
.-; :
3İK-'
/ _
bir kâşif, evler arasında dolaşan insanların resmini çekmek üzere kamerasını kurm uştu . M akineyi ayarlam aktayken, köyün başkanı yanm a geldi ve ısrarla perdenin altına bakm ak istedi. Bakm asına izin verilince, buzlu cam üzerindeki hareket eden resimlere bir dakika dikkatle baktı, sonra birden başını geri çekti ve gırtlağının bü tün gücüyle insanlara bağırdı, “ Bu adam hepinizin gölgesini bu kutuya sokm uş.” İnsanlar a rasm da bir pan ik doğdu, bir anda telaşla evlerinin içinde kayboldular. MeksikalI Tepehuaneler kam eradan ölüm üne korkuyorlardı; onları poz vermeye ikna etmek için beş gün gerekti. Sonunda razı o lduklarında, idam a götürülen suçlulara benziyorlardı. Fotoğrafçının, insanların fotoğrafını çekerek ruhlarını alıp gö türeceğine ve boş vaktinde yiyeceğine inanıyorlardı. Resimler fotoğrafçının ülkesine ulaştığında kendilerinin öleceğini ya da başkalarına başka kötülükler geleceğini söylüyorlardı. Dr. Ca- ta t ve bir grup insan M ad ag ask a r’ın batı kıyısındaki Bara ülkesini keşifteyken, insanlar birden kendilerine düşm an oldu. Gezginler, bir gün önce ve hiçbir zorlukla karşılaşm adan kraliyet ailesinin fotoğrafını çekmişti, şimdiyse F ransa’ya döndük le rin de satm ak üzere yerlilerin ruhlarını alm akla suçlanıyorlardı. İnkâr boşunaydı; ülkenin yasaları uyarınca, ruhları yakalam ak zorundaydılar , yakalanan ruh lar bir sepete kondu ve Dr. Ca- t a t ’a her ruhu sahibine geri vermesi emredildi.
Sıkkım’da bazı köylüler fotoğraf makinesinin merceği, ya da onların verdiği adla “ku tunun kö tü gözü” ne zam an üzerlerine çevrilse, dehşetli korkuyor ve saklanıyorlardı. M akinenin, resimleriyle birlikte ruhlarını da alıp götüreceğini, böylece resimleri elinde bulunduran kişinin kendilerine büyü yapabileceğini düşünüyorlar, bir m anzaranın fotoğrafını çekmenin orayı kurutacağını ileri sürüyorlardı. M erhum Siyam Kralının saltanatına kadar Siyam m adeni paralarının üzerine kralın imgesi basılmazdı, “çünkü o zam anlar herhangi bir yerde portre kulla
202
nılmasına karşı güçlü bir peşin hüküm vard ı.” Cangıllarda seyahat eden A vrupahlarm , fotoğraf makinelerini bir kalabalığa çevirmeleri bugün bile kalabalığın anında dağılmasına yetmektedir. Bir kimsenin yüzünün kopyası yapılıp uzağa götürü ldüğünde, yaşamının bir bölümü onunla birlikte gider. H üküm dar, M etuşelah’ın öm rü ile kutsanm adıkça, yaşamının, küçük parçalar halinde krallığın parasıyla dağıtılmasına izin vermezdi.”
Aynı inanç A vrupa’nın çeşitli yerlerinde hâlâ yaşam ak tadır. Y unan is tan ’ın Kerpe A dası’nda bazı yaşlı kadınlar, birkaç yıl öncesine kadar, güçten düşüp ölecekleri düşüncesiyle suretlerinin yapılmasına çok kızarlardı. Iskoçya’nın batısında hâlâ “ uğursuzluk getirir diyerek suretlerinin alınmasına karşı çıkan; fotoğrafları çekildikten sonra bir gün bile sağlıklı yaşamamış olan arkadaşların ı örnek gösteren” kimseler vardır.
203
J
' i l *
- .,..,s*ítt-*«i " - ' . w . * , ^ ^ " ' ‘■í- w \ . V
' 4 .......■ ' ? n " : ^ ^ . . . ^ %r í ? .*®i-‘<-'• ' - N; ■ \.r " ~ ^ *«?«»....
a : : , ' N! ■M P
i I
E k v a to rAfrikasuG a b o n 'd a n b ir K o ta m u h a fız figürü .M b u lu -n g u lud en ilen bufigürler,iç in d e k la n ıny a da k ö y ü na ta la r ın ınk e m ik le r in inve diğerk a lın tıla r ın ınbulunduğuağaçk a b u ğ u n d a n y a p ılm a k u tu la ra ya da p a ke tle re iliştirilir; onları k o ru r y a da d u a la r ve ku rb a n la r iç in b ir o d a k h iz m e ti gö rü r. Bakır, p i r inç ve a h ş a p karış ımı. E n tw h is t le Gallery , L o n d r a .
Sekizinci BölümT ^ • • • • • • w • •
K o t u l u g u n AKTARILMASI
B iiîiin tö ren s iislerh ıı ee ta k ıla r ın ı ta k m ış bir A m e r ik a n Yerlisi b üyiic ii- b e k im ya da şam an .1904,A l a s k a .
Suçlarımızı ve acılarımızı, bizim yerimize taşıyacak bir başka varlığa aktarabileceğimiz düşüncesi yaban aklın bildiği bir şeydir. Fiziksel olanla zihinsel olan, maddi olanla maddesiz olan şeyler arasındaki açık karış tırm adan ortaya çıkar bu. Bir odun, taş ya da buna benzer şeylerden oluşan yükü kendi sırrımızdan bir başkasının sırtına yüklemek olanaklı olduğuna göre, yabanıl, acılarının ve üzüntülerinin yükünü kendisi yerine taşıyacak bir başkasına ak tarm anın da aynı şekilde olanaklı o lduğunu hayal eder. Buna dayanarak hareket eder, bunun sonucu olarak da, insanın taşım aktan ü rk tüğü sıkıntıyı bir başkasının sırtına a tm ak için çoğu kez hoş olm ayan sayısız yol, hile, düzen ortaya çıkar. Kısacası, vekaleten acı çekme ilkesi, düşük bir toplumsal ve entelektüel düzeydeki ırkların genel o larak a n ladığı ve uyguladığı bir şeydir.
Kurnaz ve bencil yabanılın, kom şusunun acı çekmesi p a hasına kendini rahatla tm ak için başvurduğu düzenler çoktur; bir insanın kurtu lm ak istediği kötü lüğün m utlaka bir kişiye a k tarılması zorunlu değildir; bir hayvana ya da bir şeye de a k ta rılabilir, am a ikinci du rum da bu şey, derdi ona dok u n an ilk kişiye iletecek bir araçtan başka bir şey değildir. Doğu Flint A dalarının bazılarında, epilepsinin hastanın yüzüne belli ağaçların yapraklarıyla vurm ak, daha sonra da bu yaprakları a tm ak yoluyla tedavi edileceği düşünülür. Hastalığın yapraklara geçtiğine ve yapraklarla birlikte atıldığına inanılır.
Bazı Avustralya aborijinleri, diş ağrısını geçirmek için ısıtılmış bir mızrağı yanağa bastırırlar. Daha sonra mızrak atılır, diş
207
G ü n e y Z a m b iy a ’da b ir b ü y ü c ü h e k im in , iç in d e h a lk a la n m tş b ir y ıla n m
ta sv ir le r in m ve k o p y a s m m b u lu n d u ğ u k u lü b e s m in içi.
ağrısı da tamitch denilen bir kara taş şeklinde gitmiş olur. Bu tür taşlar eski toprak yığınlarında ve kum tepelerinde bulunur. Bunlar dikkatle toplanır ve diş ağrısı vermek için düşmanlar yönüne atılır. Uganda kırsal kesiminden bir halk olan Bahimaların dişlerinde genellikle derin apseler oluşur: “ bunların tedavisi, büyücü-hekimden bazı o tlar alıp bunları şişliğin olduğu yere sürmek ve insanların devamlı geçtiği bir yola gömmek yoluyla hastalığı bir başkasına geçirmektir; bu gömülmüş otların üzerine ilk basan kişi hastalığı kapar, asıl hastaysa iyileşmiş o lur.”
Bazen hastalık önce bir surete, daha sonra onun aracılığı ile bir insana aktarılır. Örneğin, Ba- gandalar arasında büyücü-hekim bazen hastasının kilden bir modelini yapar; daha sonra hastanın bir yakını bu sureti acı çeken kişinin bedenine sürttükten sonra ya yola gömer ya da yol kenarındaki o tlar arasına gizler. Suretin üzerine ilk basan ya da yanından geçen ilk kişi hastalığı kapar. Bazen bu tasvir, bir insana benzeyecek şekilde bağlanmış muz çiçeğinden yapılır; kilden tasvirle aynı şekilde kullanılır. Fakat tasvirleri böyle kötü amaçla kullanm anın cezası ölüm dü; bunlardan birini kamusal yollar üzerinde gömmeye çalışırken yakalanan kişi m utlaka ölüme m ahkûm edilirdi.
T im or A dası’nm batı bölüm ünde, erkekler ya da kadınlar uzun ve yorucu yolculuklar yaparken, yapraklı dallarla yellenirler, daha sonra da bunları kendilerinden önce ataların ın da atmış olduğu belli yerlere atarlar. Hissettikleri yorgunluğun böylece yaprak lara geçtiği ve geride bırakıldığı varsayılır. Baş-
208
'V
cflVIl.... . tu inth\ m
' 11- cft ciir^ tiCi'CÊ.VÎçi r ï «‘Viiit^i nu-
Ji\co ,r Îauf. C^< )U’^
finie lîrtj "^Tc a u \O u ptw/îiHi <:^iianff(i fivC"'i'iitcf Rf- U>
luff T(l Ui^ ^ lu fciii fait
V tv-Jt-aııon I 'k /k fai)ii\/
^ ÎV**- . .
ka lan , yaprak yerine taş kullanır.Aynı şekilde Babar tak ım adaların da, yorulm uş kişiler, bedenlerinde hissettikleri yorgunluğu taşlara ak ta rdıklarına inanarak taşlarla d ö verler kendilerini. D aha sonra bu taşları özellikle bu amaçla ayrılmış yerlere atarlar.
Buna benzer bir inanç ve uygulama, dünyanın birçok yerinde, gezginlerin yol kenarında gördüğü ve o radan geçen yerlilerin taş, sopa ya da yaprak şeklinde eklemelerde b u lunduğu taş yığınlarının, sopa ve yaprak kümelerinin oluşmasına yol açmıştır. Örneğin Solomon ve Bank A daları’nda yerliler dik bir inişin ya da aşılması güç bir yolun başladığıyerdeki bir yığının üzerine, “ Şimdi yorgunluğum gcçecek” diyerek sopa, taş ve yaprak atmayı alışkanlık edinmişlerdir. D in sel bir tören değildir bu iş, çünkü yığının üzerine atılan şey t in sel güçlere bir sunu, buna eşlik eden sözler de dua değildir. Basit yabanılın bir sopa, taş ya da yaprak ta cisimlendirebileceği- ni, böylece de kendi üzerinden atabileceğini hayal ettiği yo rgunluktan kurtu lm ak için yapılan bir büyü törenidir.
Kötülüğü uzaklaştırm ak ya da ak ta rm ak için bir araç o larak çoğunlukla hayvanlar kullanılır. Bir Faslının başı ağrıdığında, bir kuzu ya da keçi alır, hayvan yere yıkılıncaya kadar d ö ver onu, baş ağrısının böylece hayvana geçeceğine inanır. Fas’ta çoğu zengin Faslı, cinler ve kötü ruhlar a tlarından uzak dursun ve dom uzun bedenine girsin diye ahırlarında erkek bir yabandom uzu bulundurur. Güney Afrikalı Caffreler arasında,
Sü p ü rg e so p a îd ru n ı l>innıiş. B ü y ü cü le r b a y ra m ın a g id e n ık ı b ü y ü c ü k a d ın . B ü y ü c ü le r in b a n o lıı vc d iğer o tları içeren sa n rıla tıc ı g ü ç lü b ir m e rh e m sü rü n d ü k le r in d e bu tü r u çm a serü ven ler i ya şa d ık la r ı sö y len ir . O n al tınc ı yüzyıl Frans ız c iyazm as ın i lan i l lü s tra syon . Ulusal K itap l ık , Paris .
209
WnA'4Wt<w¿vfî-ii!»aW*-Aİ»ıNua>«I«
4 .tmVKO. \ m? * nAa fn«^„Î^kTiTe tm işe r»«ra lı n.e»«ij r'
»Wtı,sÎKAh
S a p m a bağ lı k(')pekler ta ra fın d a n to p r a k ta n s ö k ü ld ü ğ ü n d e a c ıd a n çığlık
a ttığ ı s ö y le n e n s ih irli a d a m o tu . K ö k ler i k ü ç ü k b ir in san ş ek lin i and ırır.
O n d ö r d ü n c ü yüzy ı ldan b ir T r e n t o o t k i t a b n ıd a n . C'astcllo B uoncons ig l io ,
T r e n t o , İta lva.
diğer çareler boşa çıktığında, “ yerliler hastanın yanına bir keçi getirmek ve köyün günahlarını hayvana çıkarm ak töresini uygular. Bazen hasta adam ın birkaç dam la kanı keçinin başına damlatılır, daha sonra keçi bozkırda meskûn o lam ayan bir yere bırakılır. Hastalığın hayvana geçtiği ve çölde kaybo lduğu varsay ıl ır .” A rab is tan’da, salgın hastalık tehdit eder du rum a geldiğinde, insanlar ba zen, hayvan, salgını kendi üzerine alabilsin diye bir deveyi kasabanın bü tün mahallelerinde dolaştırır. D a ha sonra kutsal bir yerde hayvanı b o ğazlar ve bir darbede deveden ve sal
gın hastalıktan kurtu ldukların ı düşünürler. Formoza aborijin- lerinin, çiçek hastalığı şiddetlendiğinde, hastalık şeytanını bir dişi dom uzun içine sürdükleri, daha sonra da hayvanın ku laklarını kesip yakarak , bu şekilde salgın hastalıktan kurtu lduk la rını sandıkları söyleniyor.
Sumatralı B ataklar’m “ felaketi kaç ırm ak” dedikleri bir tö renleri vardır. Bir kadm çocuksuzsa, üç çekirge tanrısına, bir sığır, bir yabanöküzü ve bir atın başını temsilen bir ku rban sunulur. D aha sonra da, felaketin kuşun üzerine geçmesi ve onunla birlikte uçup gitmesi için dua ederek bir kırlangıç özgür bırakılır. K arpath H uzullar çillerini, akarsuda yüzlerini yıkayıp “ Kırlangıç, kırlangıç, çillerimi al ve kırmızı yanaklar ver b a n a ” diyerek baharda ilk gördükleri kırlangıca aktarabileceklerini düşünürler.
Gerçekte bazen insanların, başkalarını tehdit eden k ö tü lükleri kendilerine çekerek günah keçisi rolü oynadıkları olur.
210
Bir Seylanlı son derece lıastaysa ve hek im ler bir şey yapam ıyorsa, bir kötüliik-dans- çısı çağrılır, dansçı, iblislere sunular vere- İ B l rek ve onlara uygun maskelerle dans ederek büyü yoluyla bu hastalık cinlerini birer birer hasta adam ın bedeninden dışarı ç ıkarır, kendi bedenine alır. Usta dansçı böyle- ce hastalık nedenini başarıyla çıkardıktan sonra bir hasta teskeresi üzerine uzanır, sahte ölü köyün dışında açıklık bir yere taşınır. Burada, kendi başına bırakılınca tekrar yaşama döner ve ödülünü a lm ak için geriye seğirtir. 1590 tarihinde, Agnes Sampson adlı İskoçyalı bir kadın büyücü, R obert Kers adında birini, “ D um fries’deyken batılı bir büyücüden kap tığ ı” bir hastalıktan kurta rm ak la suçlanıyordu: “ Büyücü hastalığı kendi üzerine almış ve sabaha kadar inildeyerek, büyük acılar içinde kıvranmıştı; tam o sırada evde büyük gürültüler işitilmişti.” G ürültüyü, giysileri aracılığıyla kendisinden bir kediye ya da köpeğe geçirmeye çalışırken büyücü kadın çıkarmıştı. N e yazık ki, girişim kısmen başarılı olmuştu. H astalık hayvanı ıskalayıp D alkeith’li A lexander D ouglas’a yapışmış, adam ölm üştü; ilk hasta Robert Kers ise kurtu lm uştu .
“ Yeni Z e lan d a’nın bir bölgesinde bir suçtan do- layı bir kefaret gerektiğinde, kabilenin bütün
günahların ın tek bir kişiye aktarılacağı bir tö ren yapılır, adam ın üzerine daha önceden bir
eğreltiotu sapı iliştirilir, bu otla birlikte neh
Y ırm m c ı y ü zy ıl, g ü n e y d o ğ u N ije ry a 'd a Ih ıh io ka b ile s in e a it ağaç m a sk la r ı, çeşitli h a s ta lık la rd a n acı ç ek e n in san ları te m s il ed iyo r. B u m a sk la r ın , h a s ta lık la r ın ru h la rın ı c isim leş tirerek ted a v ile r in e y a rd ım c ı o ld u ğ u d ü ş ü n ü lü rd ü . A n sp a c h K o le k s iy o n u , N e w Y ork .
211
re arlar, nehirde otu bedeninden ayırarak günahlarla birlikte denize gitmek üzere akm tıya b ırak ır .”
Acil durum larda , M an ipu r Racasının günahları bir başkasına, genellikle bir suçluya aktarılırdı, suçlu çektiği kefaret acılarıyla R acanın affını kazanırdı. Suç ak ta rm a işini gerçekleştirmek üzere, güzel giysiler giyinmiş Raca ve karısı pazar yerinde kuru lm uş bir iskele üzerinde yıkanırdı, suçlu ise iskelenin altın da çömelmiş du rum da o tu rurdu . O nlardan suçlunun üzerine dam layan suyla birlikte günahları da üzerlerinden akar ve insan günah keçisine geçmiş olurdu. A ktarm a işini tam am lam ak için Raca vc karısı güzel giysilerini devreder, yeni giysiler giyerek akşam a kadar halkla birlikte olurdu. T ravancore’da, bir Raca tehlikeli biçimde hastalanıp da yaşam ından um ut kesildiğinde, on bin rupi karşılığında, adam m günahlarını üzerine a lmaya razı olacak kutsal bir Brahm an aranır. Görev sunağında kendini feda etmeye hazır olan kutsal adam ölüm odasına sokulur; ölmekte olan Racaya sımsıkı sarılan adam şunları söyler: “ Ey Kralım, senin bütün günahlarını ve hastalıklarını üzerime alıyorum. Ekselansları çok yaşasın ve mutlu hüküm sürsü n .” A dam , acı çeken insanın günahlarım üzerine aldıktan sonra ülke dışına gönderilir ve bir daha dönmesine asla izin verilmez. T ü rk is tan ’da Utch K urgan’da, Mr. Schuyler, yaşamım ölülerin günahlarını üzerine alarak ve bundan böyle hayatını on la rm ruhları için dua etmeye adayarak kazandığı söylenen yaşlı bir adam görm üştü.
U ganda’da, ordu savaştan dönüp de tanrılar kâhinleri yo luyla krala askerlerine bir kötülük yapışmış olabileceğini bildirdiğinde, esirler arasından bir kadm köle, ganimetten bir inek, bir keçi, bir kümes hayvanı ve bir köpek seçerek, bunları güçlü muhafızlar eşliğinde henüz gelmiş oldukları ülkenin sınırlarına geri gönderm ek gibi bir töre vardı. Sınırda, gö tü rü len lerin bacakları kırılır ve ölmeye bırakılırdı; çünkü tekrar U gan
212
d a ’ya dönemeyecek derecede sakatlanmış olurlardı. Kötülüğün bunlara aktarılm asını gerçekleştirmek için insanların ve hayvanların bedenine dem et dem et o t sürtülür, sonra bunlar k u r banların üzerine bağlanırdı. Bundan sonra o rdunun temiz olduğu duyurulur, başkente dönmesine izin verilirdi. U ganda’da yeni bir kral tah ta çıkışında bir adam ı yaralar ve günah keçisi olarak, kral ya da kraliçeye yapışmış olabilecek kirliliği uzaklaştırm ak için B unyoro’ya gönderirdi.
Şimdiye kadar verilmiş olan kötülüğün aktarılm ası ö rnek leri, büyük çoğunluğuyla, yabanıl ve barbar halkların törelerinden alınmıştır. Am a hastalık, talihsizlik ve günah yükünü bir insandan diğerine ya da bir hayvan veya şeye ak ta rm ak gibi benzeri çabalar, hem eski hem de m odern zam anlarda , A vrup a ’nın uygar halkları a rasm da da yaygın bir şeydi. Romalılar hum m a hastalığını geçirmek için hastanın tırnaklarını keser, kesik tırnakları gün doğm adan önce, balm um u ile bir k om şunun kapısına yapıştırırdı: hum m a, hastadan kom şusuna geçmiş olurdu. Yunanlılar da benzeri yollara başvurm uş olmalılar, çünkü Platon ideal devleti için yasalar koyarken, insanlardan kapılarına ya da ana babalarının m ezar taşlarına yapıştırılmış ya da yol kavşaklarında yatar d u rum da balm um u figürler gö rünce korkm am aların ı beklemenin fazla o lduğunu düşünür. D ördüncü yüzyılda, B ordeaux’lu M arcellus siğiller için bir re çete tarif etmişti, bu reçete A vrupa’nın çeşitli bölgelerindeki boşinançlar arasında hâlâ geçerlidir. Siğillerine, aynı sayıda taşla dokunacaksın; sonra taşları sarmaşık yaprağına sarıp bir anayola atacaksın. Siğiller bunları alanlara geçecek, sen de o n lardan kurtulacaksın.
O rkney Adalılar hasta bir adam ı yıkayıp suyunu bir giriş yerine dökerler, bununla hastalığın hastayı terk edeceğine ve o radan giren ilk insana geçeceğine inanırlar. Bavyerahlara gö re hum m a tedavisinin bir yolu, bir kâğıt parçası üzerine “Ateş,
213
C a llc r 'd e L la n d e g la k ö y ü n d e e p d ep s i h a s ta lığ ım n h ır k ıtşa ya da k ü m es
h a y va n ın a g eçirile rek te d a v i ed ild iğ i k u ts a l p ınar.
uzak dur. Evde değilim” diye yazıp kâğıdı birinin cebine koym aktır. Bu ikinci kişi hum m aya yakalanır, hasta da hum m adan kurtulur. Aynı has tahk için bir Bohemya reçetesi şöyledir: Boş bir kap al, bir yol kavşağına git, kabı yere at ve kaç oradan . Kaba tekme vuracak ilk kişi hastahk ateşini kapacak , sense kurtu lm uş olacaksın.
Çoğu kez, yabanıllarda olduğu gibi A vrupa’da bir acı ya da hastahk bir insandan bir hayvana ak ta r ılm aya çalışılır. Eskil çağlarda ciddi ya
zarlar, bir insanı akrep soktuğunda, yüzi.i kuyruğuna dönük o la rak bir eşeğin üzerine o turm ası, ya da hayvanın kulağına “ Bir akrep soktu beni,” diye fısıldamasını salık verirdi, böylece acı insandan eşeğe aktarılmış olurdu. Marcellus bu türden birçok tedavi kaydetmiştir. Örneğin, diş ağrısını geçirmek için şunları söylüyor: Açık havada yere otur, bir kurbağayı başından yakala, ağzına tükür, ağrıyı alıp götürmesini iste, sonra da bırak gitsin. Fakat bu tören şanslı bir günde, şanslı bir saatte yapılmalıdır.
Cheshire’da, çocukların ağızlarında ya da boğazlarında olan ve aft ya da pam ukçuk diye bilinen rahatsızlık genellikle buna çok benzer bir biçimde tedavi edilir. Bir yavru kurbağa başı hasta kişinin ağzının içinde bir süre tu tulur, kurbağanın böylece hastalığı kendi üzerine alarak sıkmtıyı azalttığı varsayılır. Bu tedaviyi çok kez yapmış olan yaşlı bir kadın, “ İnanın, zavallı kurbağan ın bundan sonra ölümcül bir boğmacaya yakalandığını, günlerce öksürdüğünü duyardık; zavallı yaratığın bahçede bir yerde öksürdüğünü duym ak insanın içini sızlatır- d ı” diyordu.
214
S ö ğ ü t ağa ç la rın ın çeşitli h a s ta lık la rı te d a v i e ttiğ in e in a n ılırd ı. CJıarles Ernest B u tlc r ’in h ir re s m in d e n de tay .
N ortham ptonsh ire , Devonshire ve Galler’de öksürüğün tedavisi için hastanm saçm dan hir tel ahnıp tere- yağh iki dihm ekmek araşm a k o n u larak yapılan sandviç bir köpeğe ye- dirilir. Köpek hastalığa yakalanacak, hastaysa iyileşecektir. Bazen de rahatsızlık bir hayvana onunla yiyeceğini bölüşmek yoluyla aktarılır.Ö rneğin O ld en b u rg ’da, ateşli bir hastalığa yakalanmışsanız, bir kâse tatlı sütü bir köpeğin önüne koyun ve “ İyi şanslar köpekçik, sen has ta lan da ben iyileşeyim!” deyin. Bundan sonra köpek sütün bir kısmınıiçince, siz de bir yudum alın sütten; sonra köpek yeniden içsin sütü, sonra siz bir yudum daha alın; siz ve köpek aynı şeyi üçüncü kez yapınca, ateşiniz ona geçecek, siz kurtulacaksınız.
Bohem ya’da hum m anın tedavisi, gün dogm adan o rm ana gitmek ve bir çulluk yuvası aram aktır . Yuvayı bulunca yavru lardan birini alın ve üç gün yanınızda tu tun. Sonra tekrar o r m ana gidin ve kuşu bırakın. Ateş hemen terk edecektir sizi. Çulluk ateşi alacaktır. V edalar zam anında eski H indu la r veremi mavi kargayla uzaklaştırırlardı kendilerinden. “ Ey verem, uç, mavi kargayla uç. Fırtınanın vahşetiyle, kasırgayla uç ve yok o l!” derlerdi.
G aller’de Llandegla köyünde, bakire şehit Azize Tecla’ya adanm ış bir kilise vardır; o rada sara hastalığı bir kümes hayvanına geçirilerek tedavi edilir, ya da edilirdi. H asta önce yak ındaki bir p ınarda ayaklarını yıkar, sunu olarak p ınara dö rt peni atar, pınarın çevresini üç kez dolanır ve Tanrı duasını üç kez tekrarlardı. Bundan sonra, hastanm erkek ya da kadın oluşuna
215
göre bir horoz ya da tavuk bir sepete konur, önce pınarın çevresinde, sonra da kiHsenin çevresinde dolaştırıhrdı. D aha sonra hasta kiliseye girer ve gün ağarıncaya kadar kom ünyon m asasının altında yere uzanırdı. Bundan sonra altı peni bağış yap a r ve kümes hayvanını kilisede b ırakarak o radan uzaklaşırdı. Eğer hayvan ölürse, hastalığın artık kurtu lm uş olan adam dan ya da kad ından hayvana aktarıldığı varsaydırdı. Köyün yaşlı papaz yardımcısı, 1855 ’e kadar, kümes hayvanlarının kendilerine geçmiş olan nöbetlerin etkisiyle sersem sersem ortalıkta dolaştığını çok iyi anımsıyor.
Acı çeken kişi çoğu zam an sıkıntısını, hastalığını ya da şanssızlığım cansız bir nesneye geçirmek ister. A tina’da, eskil bir sütuna bitişik inşa edilmiş küçük bir Vaftizci Yahya şapeli vardır. H um m alı hastalar oraya başvurur, sü tunun iç kısmına m um lanm ış bir ip bağlayarak ateşin kendilerinden sütuna geçeceğine inanır. B randenburg M arklığ ında, baş dönmesinden şikâyetçiyseniz, çırılçıplak soyunup günbatım m dan sonra bir keten tohum u tarlasının etrafında üç kez koşm anız gerektiği söylenir; böyle yapınca keten, hastalığı sizden alır ve k u r tu lu rsunuz.
Eakat A vrupa’da her türlü hastalığın ve derdin alıcısı o larak en yaygm biçimde kullanılan şey, bir ağaç ya da çalılıktır. Bulgarlarda hum m a hastalığının bir tedavisi, gün doğarken bir söğüt ağacının çevresinde, “ H u m m a seni sarsacak, güneş beni ıs ıtacak” diye bağırarak üç kez koşmaktır. Bir Y unan adası olan K erpe’de rahip, hasta bir insanın boynuna kırmızı bir ip bağlar. Ertesi sabah, hastanın arkadaşları ipi çıkarır ve bir dağ eteğine giderler, o rada ipi bir ağaca bağlarlar, böylece hastalığı ağaca ak tard ık larına inanırlar. İtalyanlar aynı hastalığı, bir ağaca ip bağlayarak tedavi ederler. H asta , geceleyin sol el bileğine bir ip bağlar, ertesi sabah da ipi bir ağaca asar. H u m m a nın böylece ağaca bağlandığına ve hastanın kurtu lduğuna ina-
216
i lk e l in sa n la r h a ya le tler i ve c in le n a v la ya ra k y en id e n h ir a ltın çağ ya ra ta c a k la r ın a inan ır la rd ı. B u resim Y u n a n şairi H e sio d o s ile R o m a şa iri O v id iu s 'u n a n la ttık la r ın a d a ya n a ra k a ltm çağın k la s ik d ö n e m d e n asıl h a y a l e d ild iğ in i g ö s te r iyo r . A ğa ç üzer ine yağ l ıboya , y a k la ş ık 1 5 3 0 , L ucas C r a n a c h . T h e O ld P ic tu re Galle ry , M ü n ih .
nılır; fakat hasta bir daha o ağacın yan ından geçmemeye d ik kat etmehdir, yoksa hum m a bağından boşanıp yeniden ona saldırır.
F lam anların sıtmayı tedavi etme yolu, sabahleyin erkenden bir söğüt ağacına gidip, dallarından birine üç düğüm a ttık tan sonra “ Sabahlar hayrolsun, İhtiyar, soğuk algınlığım sana veriyorum ; hayırlı sabahlar, İh tiyar” dem ek ve etrafa bakm adan o radan kaçm aktır. Sonnenberg’te, dam la hastalığından k u r tu lm ak istiyorsanız, genç bir köknar ağacına gidip “ G ünaydın ağaç, asil köknar. D am lam ı getirdim sana. Şimdi bir düğüm
217
B ih ’iini'in a m a c ı, g ö r ü n m e y e n ruh lar to p lu lu ğ u n u u z a k ta tu tm a k tı . A R a h h it a m o n g th e Fairies, J o h n A ns ter
F i tzgc ra ld ' in resmi.
atıp dam lam ı ona bağlayacağım. ... a d ın a ” diyerek d a l la r ın d a n birine bir düğüm atm anız gerekir.
D am la hastalığ ını bir ağaca geçirmenin bir başka yolu da şudur: H a s ta n m tırn ak la r ın ı kesin ve bacaklarından
birkaç kıl koparın . Meşe ağacında bir delik açın ve tırnak kesiklerini ve kılları içine sokun, deliği yeniden kapatın , inek pisliğiyle sıvayın üzerini. Üç ay sonra hasta dam la hastalığından kurtu lm uşsa , bilin ki, meşe ağacı onun yerine hastalığı kendisi kapmıştır. Cheshire’de, siğillerinizden kurtu lm ak istiyorsanız, onları dom uz pastırması ile ovmanız, kül ağacının kabuğundan bir parça kesip pastırm a dilimini onun altına yerleştirmeniz yeter. Ellerinizden siğiller hemen kaybolur, am a ağacm kabu ğ u n da kaba çıkıntılar ya da düğüm ler şeklinde belirir. H er tfo rd shire, Berkham pstead’de, bazı meşe ağaçlarına, sıtmayı tedavi ettikleri için törenler yapılırdı. Hastalığın ağaca aktarılm ası k o lay fakat acı vericiydi. H as tanm saçı bir meşe ağacına çivilenir- di, daha sonra hasta ani bir çekişle saçlarını ve sıtmasını o ra da, ağaçta bırakırdı.
Fakat bü tün bir topluluğu kendilerini etkileyen kö tü lüklerden kurta rm ak için de benzeri yollar benimsenmiştir. Bir halkın birikmiş dertlerini topluca defetmek için başvurulan bu tür çabalar hiç de ender ya da ayrıksı değildir; tersine, bü tün ülkelerde görülm ekte, ara sıra başvurulan şeyler o lm aktan çıkıp d ö nemsel ve yıllık olm aya doğru gitmektedir.
Bu türlü çabaları harekete getiren kafa yapısını anlayabilmek için biraz çaba göstermemiz gerekiyor. Doğayı kişiselliğin
218
den soyup duyularımız üzerindeki düzenli bir dizi izlenimin bilinmeyen nedenine indirgeyen bir düşünce sistemi içinde yetişmiş insanlar o larak, kendimizi yabanılın yerine koymayı güç buluruz; ona göre, aynı izlenimler ruhlar, ya da ruhların işi gö rünüm ü altında belirir. Yüzyıllar boyunca, bir zam anlar bize o kadar yakm olan ruhlar o rdusu giderek bizden uzaklaşm akta, ocaktan ve evden, yıkılmış hücreden ve sarm aşıklarla kaplı k u leden, tekinsiz o rm an boşluğundan ve ıssız ba takhk tan , şimşekler püsküren yarılmış karanlık buluttan , gümüşsü aya yas- tıkhk eden, akşam ın kızıl kırmızı ve altın sarısı pullarıyla süslenmiş güzel bu lu tlardan bilimin sihirli sopasıyla yok o lm ak ta dır artık. Ruhlar, mavi kemerini artık çocuklar dışında kimsenin göksel dünyanın görkemini ölümlü gözlerden gizleyen perde saymadığı göklerdeki son güçlü kalelerini bile terk etmiştir artık. Geri çekilmekte olan o rdunun sancaklarının son g ö rü n tülerini bir an fark etmek; görünm ez kanatların ın vuruşlarmı, alaycı gülüşlerinin sesini, ya da meleklerin uzakta ölmekte olan müziğinin kabarışını duym ak ancak şairlerin düşlerinde ya da söylevcilerin ateşli sözlerinde m üm kün. Oysa yabanıl için hiç de böyle değil. O nun imgelemine göre dünya, daha ciddi bir düşünce sisteminin kovduğu rengârenk varlıklarla hâlâ d o p d o lu. İster uykuda ister uyanık olsun, cinler ve periler, hayaletler ve ifritler hâlâ uçuşup duruyor çevresinde. Adım adım onu izliyor, duyularm ı kam aştırıyor, ta içine giriyor, binlerce acayip ve zararlı yoldan taciz ediyor, aldatıyor ve azap çektiriyor ona. Başına gelen aksilikleri, uğradığı kayıpları, ka tlanm ak zorunda olduğu acıları, düşm anlarının yaptığı büyüye değilse, ruhların garezine, öfkesine ya da kaprisine veriyor. O nlarla devamlı b irlikteliği bıktırıyor, dur durak bilmeyen ezaları cefaları çileden çıkarıyor onu; on lardan kurtulm ayı bilemezsiniz nasıl istiyor, zam an zam an da sabrı tükenip köşeye sıkıştırıldığında, kendisine zulmedenlere şiddetle saldırıyor, bir süre için de olsa daha
219
B ü tü n in sa n lık ta r ih i b o y u n ca !)üyücü lere b ir te h lik e g ö z ü y le bak ılırd ı. R e s im d e sa n rıla tıc ı l)ir ilac ın h azırlan ışı
g()Steriliyor. W itc h e s ' S a b b a th , H a n s b a l d u n g ’u n t a h t a k a h p baskıs ı, 1510.
raha t nefes alabilsin, erinç içinde yo lunda gidebilsin diye, onlarm topunu birden top rağm dan sürüp çıkarm ak, o kıvıl kıvıl kalabalığı kovm ak için umutsuz bir çaba gösteriyor. İşte, ilkel topluluğun bü tün sorun larm dan bir anda kurtu lm a çabası büyük bir hayalet ve iblis avına dönüşüyor böylece. Bu lanetli işkencecilerini silkip atabilirlerse, ancak o zam an hayata yepyeni, mutlu ve suçsuz bir başlangıç yapabileceklerini düşünüyorlar; Cennet masalları ve eski şiirsel altm çağ ancak o zam an yeniden gerçekleşecektir.
Dolayısıyla, yabanılın zam an zaman başvurduğu o genel kö tü lük te
mizliğinin neden çoğunlukla iblislerin zorla kovulması biçimini aldığını anlayabiliyoruz. İlkel insan dertlerinin çoğunun değilse de önemli bir kısmının nedenini bu kötü ruh larda g ö rü yor, ancak bunla rdan kurtulabilirse her şeyin biraz daha iyiye gidebileceğini hayal ediyor. Birikmiş kötülükleri top lu luk tan kovup atm a o rtak çaba lan , sürülen kötülüklerin maddesiz ve görülmez olm alarına ya da m addi bir araç ya da günah keçisinde bedenleştirilmiş olm alarına göre iki gruba ayrılabilir. İlki, kötülüklerin doğrudan ya da dolaysız atılması; İkincisiyse, d o laylı ya da bir aracıyla, veya günah keçisi yoluyla kovulm ası d iye adlandırılabilir. İlkinden örnekler vererek başlayalım.
Yeni Gine ile N ew Britain arasındaki Rook Adası’nda, herhangi bir felaket meydana geldiğinde bütün halk bir araya to p lanır, bağırıp çağırarak, lanetler yağdırarak, uluyarak bu kö tü lüğün yaratıcısı iblisi kovm ak için sopalarla havayı döverler. İb-
C ink o v a la m a k
iç in to p la n a n b ü yü cü ler .
C o n jn ro , G o v a ’nm
1 7 9 8 ’de A l a m e d a ’da
k ra l iye t yazlık
m a l ik â n e s in dek i çal ışma
o das ı için yap ı lm ış bir
resim. M u s e o Laza ro
G a ld ia n o , M a d r id .
220
B a li’de g e n e llik le c in k o v m a k iç in y a p d a n B a ro n g d a n s ın d a , k o r k u n ç h ü y ü c ii R a n g d a , in san lığ ı k ö tü
p la n la r ın d a n k o r u m a r o lü n d e k i e jd erh a b en ze r i b ir k u ts a l ya ra tık o la n B a r o n g ’la savaşıyor.
lisi felaketin olduğu yerden denize doğru adım adım sürerler, kıyıya ulaşınca da denize a tm ak için öncekinin iki katı bağırır, çağırır, havayı döverler. İbHs genellikle denize ya da Lottin Adası’na sığınır. N ew Britain yerlileri hastalıkları, kuraklığı, ürün azlığını, kısacası bütün fe
laketleri kö tü ruhların etkisine yorarlar. Bunun için de, yağmur mevsiminin başlangıcında olduğu gibi birçok kimse hastalanıp öldüğünde, bir bölgede oturanların tüm ü dallar ve sopalarla silahlanmış o larak ay ışığında tarlalara çıkar, orada sabaha kadar vahşi çığlıklar a tarak tepinir, havayı döver ve bunun kötülükleri uzaklaştıracağına inanır, aynı amaçla, ellerinde yanan meşalelerle koşarak köyün sokaklarında dolaşırlar.
Yeni Kaledonya yerlilerinin de, bü tün kötülüklere güçlü ve k ö tü bir ruhun neden olduğuna inandıkları söyleniyor; bundan dolayı ondan kurtu lm ak için zam an zam an büyük bir çukur k a zarlar, bü tün kabile çukurun çevresinde toplanır. Şeytanı lanetledikten sonra çukuru toprakla doldurur, bağırıp çağırarak üzerinde tepinirler. Buna kö tü ruhu gömm e adını verirler. O rta Avustralya Dieri kabilesinde, Cootchie’yi ya da şeytanı bölgenin içindeki ve dışındaki alanda, içi do ldurulm uş bir kanguru kuyruğuyla yeri döverek kovalarlar; bu hareket şeytanı yerleşim yerinden belli bir uzaklığa kovalaymcaya kadar devam eder.
Celebes’li M inahassahlar, bir dizi felaket ya da ciddi bir hastalık bir köye uğradığında, suçu, köyü rahatsız eden, o ra dan kovulm ası gereken şeytanların üzerine atarlar. Bunun için
222
de, erkek, kadın, çoluk çocuk bütün halk bir sabah erkenden evlerinden ayrılır, ev eşyalarını da yanlarına alarak köyün dışında bir yere kurulm uş olan geçici kulübelerine yerleşir. B urada kurban la r sunarak ve son törene hazırlanarak günlerce k a lırlar. Sonunda, bazıları maske takmış, kimisi yüzünü karaya boyamış, am a hepsi de kılıçlar, tüfekler, m ızraklar ya da süpü rgelerle silahlanmış erkekler, dikkatle ve sessizce terk edilmiş köye girerler. Sonra rahibin verdiği bir işaretle sokak larda delicesine koşarlar, ( topraktan yukarda, direkler üzerine yapılmış) evlerin içine, altına girerler, kötülükleri kovm ak için bağırırlar, evlerin duvarlarına, kapılara, pencerelere vururlar. Bundan sonra, rahipler ve halkın geriye kalanı kutsal ateşle gelir, ellerinden ateşleri bırakmaksızın her evin çevresinde dokuz kez, eve çıkan merdivenin çevresinde üç kez dolanırlar. Bundan sonra ateşi mutfağa götürürler; ateşin üç gün devamlı olarak yanması gerekir orada. Şeytanlar, kö tülükler uzaklaşmıştır a r tık, sevinçse büyük ve ortaktır .
Bazen de, yabanıllar, hastalık cinini evlerinden kovm ak yerine, onu o rada keyfine bırakıp kendileri kaçarlar, am a kaça rken şeytanın arkalarından gelmesini önlemeye çalışırlar. Ö rn e ğin, Patagonyahlar, kö tü bir ruhun hilelerine yordukları çiçek hastalığı salgınına uğradığında, hastalarını geride bırakıp, a r kadan gelecek korkunç şeytanı uzak tu tm ak için silahlarıyla havayı döverek, etrafa sular saçarak kaçarlardı; günlerce y ü rü dükten sonra, şeytanın ulaşamayacağını um dukları bir yere vardıklarında, bir önlem olarak, bü tün kesici silahlarını, sanki bir süvari hücum unu defediyormuş gibi, kesici yüzleri geldikleri bölgeye dönük şekilde yere gömerlerdi. Aynı şekilde, Gran C haco ’lu Lules veya Tonocotes Kızılderilileri bir salgın h as ta lık saldırısına uğradıklarında, genellikle kaçm ak yoluyla savuşturm aya çalışırlardı onu, am a bunu yaparken düm düz değil de, dolambaçlı bir yol izlerlerdi; çünkü dediklerine göre, hastalık
223
B a li 'd e k i h ir H in d u ö lü y a k m a tö re n in d e ceset y a k d ır re g ü n a h la r ın d a n a n n s m d iye k ü lle n h ır Tiehre ya da d e n ize savru lur .
arka larından gelirken yolun dönüşlerinden, k ıvrım larından öyle yorgun düşerdi ki, hiçbir zam an onlara yetişemezdi. N ew M exico Kızılderilileri çiçek ya da başka salgın hastalık lardan kırıldığında, dağların en tenha bölgelerine çekilerek, bulabildikleri en sık, en dikenli çalılıkları seçerek oturdukları yeri her gün değiştirirlerdi, böylece çiçek hastahğm m dikenlerden k o r kup peşlerinden gelmeyeceğini umarlardı. R an g o o n ’u ziyaretlerinde bazı Çinler koleraya yakalanınca, kılıçlarını çekerek onu savuşturm aya çalışmış, hastahk kendilerine bulaşmasın diye günü çalılıklar altında gizlenerek geçirmişti.
Kötülüklerin kovulması, ara sıra yapılan bir iş o lm aktan çı
224
Mcilczyci, P cn a n g 'd a A ç t i iiy a le tle r tö ren i, y ıld a h ir k ez , A r a fla rm d a n serb est b ıra kd a n ö lü le n y a tış tırm a k ıçın yap ılır .
kıp dönem sel olma eğilimini gösterir. İnsanlar, uzun süredir çevrelerinde to p la n mış bütün kötü etkilerden k u rtu lm uş o la rak hayata yeni bir başlangıç yapabilmek için belli zam anlarda, genellikle yıldabir kez kötü ruhlardan toptan bir kurtuluş arzu ederler. Bazı Avustralya aborijinleri yılda bir kez ölülerinin hayaletlerini to p raklarından kovarlardı. Rahip W. Ridley, Barvvan N eh ri’nin her iki kıyısında yapılan bu törenlere tanıklık etmiştir: “ Gençlerden, yaşlılardan oluşan yirmi kişilik bir koro şarkı söylüyor, bu meranglarla da tem po tutuyorlardı... Birden, bir ağaç kabuğunun altından, bedeni kille beyaza boyanmış bir adam fırladı, ba şına ve yüzüne kırmızı, san çizgiler çizilmişti, başının üzerinden altmış yetmiş santimetre yukarda bir sopaya bir demet tüy tu t turulmuştu. Tam yirmi dakika, gözünü yukarı dikmiş öylece sessiz kaldı. Kenarda duran bir aborijin, onun ölmüş insanların hayaletlerini aradığını söyledi bana. Sonunda yavaşça hareket etmeye başladı, az sonra bütün hızıyla ileri geri koşuyor, bize görünmeyen kimi düşmanları kovuyormuş gibi elindeki dalı sallıyordu. Bu pandom im in tam bittiğini sandığım sıra, aynı şekilde süslenmiş on adam daha ağaçların arkasından belirdi birden, ve bütün grup gizemli saldırganlarla hızlı bir çatışmaya girdi. Sonunda, bütün güçlerini ortaya koydukları bazı hızlı m anevralardan sonra, bü tün gece ve gün doğum undan sonra da birkaç saat sürdürdükleri bu heyecanlı çabadan vazgeçtiler: hayaletlerin on iki aylığına uzaklaştırılmış o lduğundan emin görünüyorlardı. Aynı töreni nehir boyunca her durak ta yinelediler, bunun
225
A z iz Zeı-ıo h ir k a d ın d a n cin k o v a r k e n .İta lya , V e r o n a ’d a k i San Z e n o
k il ises inde b r o n z d a n y a p ı lm a bir on ik inc i yüzyıl k a p ı girişi.
yılda bir tekrarlanan bir tören olduğu söylendi b an a .”
Yılın belli mevsimleri, iblislerin genel bir kovuluşuna uygun anlar olduklarını doğal bir şekilde gösterirler. Böyle bir an. Kuzey kışının bitimine doğru, güneş haftalarca, aylarca yokluktan sonra yeniden ufukta belirdiğinde ortaya çıkar. Buna göre, A laska’nın, hatta bü tün A m erika’nın en kuzeydeki ucu Point B arrow ’daki
Eskimolar güneşin tekrar belirdiği anı, zararh ruh T u n a ’nm evlerden kovulm a zamanı o larak seçerler. Bu törene, kışı Point Barrovv’da geçirmiş olan Birleşik Devletler K utup Keşfi üyeleri birkaç yıl önce tanık olmuşlardı. Meclis binası önünde bir ateş yakıldı, her evin girişine yaşlı bir kadın nöbetçi kondu. Genç kadınlar ve kızlar ellerindeki bıçakları yatak altlarına ve geyik derilerine öfkeyle sokup çıkararak, T u n a ’ya evi terk etmesini söyleyerek ruhu teker teker evlerden dışarı sürerken, erkekler de dışarıda meclis binasının çevresinde toplandı. T u n a ’nm her köşe bucaktan dışarı sürülmüş olduğunu anlayınca, onu döşemedeki deliğe doğru ittiler, bağırışlar ve çılgınca hareketlerle açık havaya kovaladılar. Bu arada evin girişindeki yaşlı kadın, T u n a ’nın dönmesini önlemek için elindeki uzun bıçakla havayı dövüp duruyordu . H er grup, ruhu ateşe doğru sürüyor, T u n a ’yı ateşin içine girmeye çağırıyordu. Bu sırada herkes ateşin çevresinde bir yarım çember o luşturm uştu, önde gelen erkeklerden birçoğu ruha karşı beUi suçlam alarda bulunuyordu; her biri k o nuştuktan sonra giysilerini şiddetle çırparak ruhu kendisini terk etmeye ve ateşe girmeye çağırıyordu. Şimdi iki adam kuru sıkı do ldurulm uş tüfekleri ellerinde ileri doğru çıkmıştı, bir üçüncü- süyse bir kap dolusu sidiği getirip ateşin üzerine döktü . Aynı za-
B h u ta n . B u n h a n 'd a .
k ö tü ruhları ko v m a
tö r e n i y a p a n h ir h üyücii.
226
K arşı b ü y ü r itü e lle rm d c N g o tıg ta n g c cm a a tin ce ku llan ıla ): b ir m iğ fe r
m a sk . Fa n g kabi lesi , Cıahon, E k v a to r Afr ikası.
m anda, adam lardan biri ateşe doğru bir atış yaptı, bir buhar bulutu yükselirken ikinci atış yapıldı ateşe, şimdilik T u n a ’nın işi bitmişti.
Bazen, iblislerin kovuluş tarihi tarım dönem lerine göre saptanır. Örneğin, Batı Afrika’da T ogo land’h H oşlar arasında, kovm a işi her yıl halkın taze yerelmasını paylaşımından önce yapılır. Reisler, papazları ve büyücüleri çağırır, onlara halkın şimdi taze yerelmasını yiyeceğini ve eğleneceğini, bu yüzden köyü temizlemelerini ve kötülükleri kovm alarını söyler. Kötü ruhlar, cadılar ve ha lka zara r veren bü tün kötü lükler
ağaç yapraklarından, asma yapraklarından demetler içine sokulur, direklere bağlanır, daha sonra bu direkler oradan uzaklaştırılıp kentin dışındaki çeşitli yollara dikilir. Ertesi gece hiç ateş yakılmaz, bir şey yenmez. Ertesi sabah kadınlar ocaklarını ve evlerini süpürür, çıkanları kırık tahta tabak lar üzerine koyar. Halk, “ Bedenimize girmiş, bizi rahatsız eden sız bürün hastalıklar, bugün dışarı atıyoruz sizi” diyerek dua eder. Bunun üzerine, elleriyle ağızlarına vurarak ve haykırarak Adaklu Dağı yönünde bütün güçleriyle koşarlar: “ Dışarı! Dışarı! Ö nüne geleni öldüren, dışarı! Siz kötü ruhlar, dışarı! Başımızı ağrıtan ne varsa, dışarı! H er türlü kötülüğün gideceği yer, Anlo ve Adak- lu’d u r!” Adaklu Dağı üzerinde belli bir ağacın yanına gelince, ellerindeki her şeyi a tar ve eve dönerler.
Yeni G ine’nin güneydoğusunda Kirivvina’da, taze yerelma- ları toplandığında, halk günlerce şenlik yapar, dans eder, pazıbentler, yerli para ve buna benzer birçok eşya, bu amaçla hazır-
228
K u ze y A fr ik a D ın k a la n a rasında , h e r a ilen in k u ts a l h ır ineğ i vard ır . F e la ke t za m a n la rın d a b u n la rd a n k ö y ü n g ü n a h keç is i g ö rev i g ö rm e s i is teneb ilir.
lanmış bir tezgâhta göze çarpar biçimde sergilenirdi. Eğlenceler sona erince, bü tün halk toplanır ve bağırarak, ev direklerini d ö verek, altında kö tü bir ruhun saklanmış olabileceği her şeyi ters çevirerek ruhları köyden kovardı. H alk ın bir misyonere açıkladığına göre, ruhları eğlendirmiş, karınlarını doyurm uş ve on la ra para pul vermişlerdi, şimdi de ruhların gitme zamanı gelmişti. Dansları görmemiş, şarkıları işitmemiş, midelerini yerelması ruhları ile do ldurm am ış ve tezgâhtaki bü tün o paraların ve ö teki güzel şeylerin ruhlarını almamışlar mıydı? Ruhlar daha başka ne isteyebilirlerdi? İşte bunun için gitmeliydiler.
H o lar ve M undarile r a rasm da olduğu gibi, bazı H indukuş kabileleri arasında kötülüklerin kovulması hasa ttan sonra olur.
229
E sk ilY unan 'daE rinyelcrd iye dead la n d ır ıla nE u n ıen ıd le raileler¡(in d ek ic in a ye tsuçla rın ın' icünii a lantanrıça lard ı.Ç oğu k e z h ira k ra b a y ıö ld ü rm ü şo lan k işilersu ç lu lu kd u y g u su y laçıldırır, oza m a nF. riny e lerinka n ın ö c ü n üaldığısöylen ird i.\ a ta l i sC om itie s.M y th o lo -g / t i f ’denta h t a ka l ıpbaskısı.
Sonbaharın son ürünü de am bara almmca, bü tün kötü ruhla- rm am barla rdan dışarı sürülmesi gerekir artık. Su ve sütle pişirilmiş bir tü r lapa yemeği yenir, ailenin reisi ağızdan dolm a tü feğini alır ve döşemeye ateş eder. Sonra dışarı çıkarak baru tlu ğundaki baru t bitinceye kadar tüfeğini do lduru r ve ateş eder, bu sırada kom şular da aynı şeyi yapm aktadır . Ertesi gün eğlenceyle geçer. C hitra l’de bu şenliğe “ şeytan k o v m a” denir.
Java’nın doğusunda bir ada olan Bali’de, şeytanları yılın belli zam anlarında toptan kovma törenleri yapılır. K ovmak için seçilen zaman, genellikle dokuzuncu ayda “karanlık ay ” günüdür. Şeytanlar uzun süre rahatsız edilmemişse, ülkenin “sıcak” olduğu söylenir; o zam an rahip, Bali tüm den oturulmaz durum a gelmesin diye, onları zorla kovma emirleri çıkarır. Saptanan günde köy ya da yöre halkı ana tapınakta toplanır. Burada şeytanlar için bir yol çatağında sunular hazırlanır. Rahipler duaları o ku duktan sonra, şeytanlar bir boru sesiyle kendileri için hazırlanmış olan yemeği paylaşmaya çağrılır. Aynı zam anda birtakım adam lar ileri çıkar ve başrahibin yanan kutsal lambasından m eşalelerini tutuştururlar. Elemen ardından, arkalarından gelen seyircilerle birlikte her yöne dağılıp “Yürü! Defol!” diye bağırarak yollardan, daracık sokaklardan ilerlerler. Geçtikleri yerlerde, evlerinde kalmış olan halk, şeytanların kovulmasında üzerlerine düşeni yapm ak için kapıları, kirişleri, pirinç yığınlarını...vb. k u lakları sağır edici seslerle döver. Bu şekilde evlerden kovulan şeytanlar, kendileri için hazırlanmış olan şölene koşar; fakat orada papaz kendilerini lanetlerle, sövgülerle karşılar, sonunda bölgeden sürülürler. Son şeytan da yola düzüldüğünde, çıkarılan gürültünün yerini bir ölüm sessizliği alır, ertesi gün de sürer bu sessizlik. Şeytanların eski yuvalarına dönmek isteyecekleri düşünülür, onları Bali’nin Bali değil de terkedilmiş bir ada olduğuna inandırm ak için yirmi dört saat süreyle hiç kimse evinden dışarı çıkmaz. Yemek pişirme de dahil olmak üzere bütün sıradan ev
231
f ’ W'
h ır y a b ü tıd ya şa m rtıh tı o lan S ılenus, ya n a r b ir s n n a k tü liu rb a n su n n yo r . Bir R o m a m e rm e r
k a b ar rm as ın c ian p a rç a , Scavi di O s t i a . İta lya.
İşlerine ara verilir. Sokaklarda an cak nöbetçiler görülebilir. Ya-
bancılarm girmesini önlemek için bütün giriş yerlerine dikenlerden ve yapraklardan çelenkler asılır. Bu kuşatma durum u üçüncü günün sonuna k ad a r kaldırılm az, hatta o zaman bile pirinç tarlalarında çalışmak, pazarda mal satmak, mal almak yasaklanır. Çoğu kim
se evinde kâğıt oynayarak, zar a tarak geçirmeye çalışır zamanı.Hıristiyan A vrupa’da, yılın belli zam anlarında kötü güçle
rin kovulması gibi eski bir pu ta tapa r töresi m odern çağlara k a dar gelmiştir. C alab ria ’nın bazı köylerinde M ar t Ayı, büyücü karıların kovulmasıyla açılır. Geceleyin kilise çanlarının sesiyle yapılır bu iş. insanlar sokaklarda koşuşup “ M ar t geldi!” diye bağırır. Büyücü karıların M art ayında ortalık ta dolaştığı söylenir, bu tören ay boyunca her Cum a akşamı tekrarlanır. T a h min edilebileceği gibi, çoğu kez bu eski pagan töreni kilise şenliklerine bağlanmıştır. A rnavu tluk ’ta Paskalya Arifesinde delikanlılar reçineli ağaçtan meşalelerini yakıp havada sallayarak alay halinde köyün içinde dolaşır. Sonunda, “ O h, Kore, bir d a ha hiç dönmeyesin diye, bu meşaleler gibi, seni nehre a t ıyoruz” diyerek meşalelerini nehre atarlar. Silezyah köylüler. Paskalya yortusundan önceki Cum a günü, cadıların dolaşm aya çıktığına, büyük kö tü lük gücüne sahip o lduklarına inanır. Dolayısıyla Strehlitz yakınındaki Oels’de, halk o gün eski süpürgelerle silahlanıp bağırarak , gürültüler kopararak , b inalardan ve evlerden, çiftliklerden ve ahırlardan cadı kovalar.
Buraya kadar, kötülüklerin kovulm asının benim doğrudan
232
ya da dolaysız adını verdiğim sınıfını anlattım. Bu sınıftaki k ö tülükler, en azından sıradan gözlerce görülmez şeylerdi, on la r dan kurtu lm a tarzıysa, büyük ölçüde, boş havayı dövmek, k ö tücül ruhları korkutabilecek ve kaçırabilecek büyük gürültüler ç ıkarm aktan ibarettir. Geriye, kötü etkilerin ya göze görü leb ilir bir biçimde bedenleştiği, ya da en azından maddi bir arac ıya, onları bir köyün ya da kasabanın halk ından uzaklaştıracak bir araca yüklenmiş olduğu varsayılan ikinci sınıf kovmaları örneklemek kalıyor.
Bütün bir topluluğun, birikmiş şeytanlarını ya da k ö tü lü k lerini uzaklaştıran araç, çoğu kez bir hayvan ya da günah keçisidir. H ind is tan ’ın O rta Eyaletlerinde, bir köyde kolera baş gösterdiğinde, günbatım m dan sonra herkes evine çekilir. D aha sonra rahipler, her evin çatısından bir sap alarak sokaklarda dolaşır, daha sonra bunlar köyün doğusunda bir türbede pirinç, m anda yağı ve zerdeçal sunusu ile yakılır. Üzerlerine zincifre sürülmüş piliçler dum an yönünde kovalanır, bunların hastalığı beraberlerinde götüreceklerine inanılır. Piliçler bunu yapam azsa, keçiler denenir, en sonunda da dom uzlar. Hintli Bharlar, M allan lar ve Kurmiler, kolera yaygınlaştığında, bir keçi ya da yabanöküzü alırlar -h e r iki du rum da da hayvanın dişi ve olabildiğince siyah olması gerek ir- hayvanın sırtına sarı bir bez parçası içinde biraz tahıl, karanfil ve sülüğen tozu bağlarlar ve köyün dışına sürerler. H ayvan köy sınırlan dışına çıkarılır ve bir daha geri dönmesine izin verilmez. Bazen y a banöküzü kırmızı boya ile işaretlenir ve bitişik köye sürülür, salgın hastalığı beraberinde oraya götürür.
Beyaz Nil’in kırsal bölgelerinde yaşayan bir halk olan Din- kalar’da, her ailenin kutsal bir ineği vardır. Ülke savaş, kıtlık ya da başka herhangi bir kamusal felaket tehdidi altına girdiğinde, köyün başkanlar! belli bir aileden kutsal ineğini günah keçisi görevi görmek üzere teslim etmesini ister. Hayvan, kadınlar tara-
233
O n d o k u z ıın c ii y ü z v ıl o r ta la rına a it h ir lU n d is ta n B u d is t re sm u u ie cif2-şeyta>ı fıg itr le rın d ejı de tay .
fından nehir kıyısına, o radan da karşı yakaya sürülür, orada yaban o rm anda dolaşmaya ve açlıktan çılgına dönm üş hayvanlara yem olmaya bırakılır. D aha sonra kadınlar sessizce, arkalarına bakm adan geri dönerler; geriye dönüp bakarlarsa, törenin boşa gideceğini düşünürler. 1857’de, Bolivyalı ve Perulu Aymara Kızılderilileri bir veba salgınına uğradığında, veba kurbanı kişilerin giysilerini kara bir lamaya yüklediler, giysilerin üzerine kon yak döktüler ve hayvanı dağlara sürüp serbest bıraktılar, hayvanın veba hastalığını beraberinde götüreceğini umuyorlardı.
G ünah keçisi bazen de bir insan olur. Örneğin, tanrılar zam an zam an Uganda Kralını uyarırdı: düşm anları Banyorolar,
234
B en ia obası ya da kra lı e n ir in d e çalışan ka sa p la r en sa yg ın h a y va n o lan hır ineğ i k u rb a n ed iyor. N ije rya , Benin K r . ı l l c i n n u ı ' . a r a y m d a n b i r p i r i n ç p l a k a ,
o n \ ' c d i n c i \ i ı zvı l h a s l a n . B r i t i s h
. M u s e u m , L o n d r a .
kral ve halkı hastalıktan ()lsünler d iye hü\ ü yapıyorlardı. Kral böyle bir felaketi savuşturm ak için düşm an toprağı olan Bunyoro sınırına bir günah keçisi gönderirdi. G ünah keçisi, bir erkek ve bir oğlan çocuğu ya da bir kadın ve çocuğu olurdu; bun lar bedenlerindeki bir işaret ya da kusurdan dolayı seçilirdi; bu işaretleri tanrılar belirler, kurban la r bun larla tanınırdı. İnsan kurbanlarla birlikte bir inek, bir keçi, bir kümeshayvanı ve bir köpek de gönderilirdi; güçlü bir muhafız b un la rı tanrının işaret etmiş olduğu toprağa gö türürdü . O rad a k u rbanların elleri ve ayaklan kırılır, sürüne sürüne U ganda’ya geri dönemeyecek kadar sakatlanmış bir halde, düşm an top rağ ın da uzun ve acı bir ölüme terk edilirdi. IHastalık ya da salgının böylece kurban la ra aktarıldığı ve onların kişiliğinde geldikleri toprak lara geriye gönderildiği düşünülürdü.
Ç in’deki yerli kabilelerden bazıları, salgın hastalıklara k a r şı bir korunm a olarak, günah keçisi rolünü oynayacak, kasları güçlü bir adam seçerler. Adam yüzünü boyayla boyadık tan sonra, bütün hastahk yapan zararlı etkileri kendi üzerine çekmek amacıyla bir sürü maskaralık yapar. Bu işte kendisine bir rahip yardım eder. Sonunda gonk ve tam tam çalan kadınlar ve erkekler tarafından sıkı bir şekilde kovalanan günah keçisi k a sabadan ya da köyden dışarı sürülür. Pencap’ta sığır hastalığının tedavisi için C ham ar kastından bir adam tu tulur, yüzü köyden öteye dchıdürülür, sırtı kızıl kor halinde bir orakla dağlanır ve hastalığı da yanında alıp götüreceği cangıla sürülür. Adam arkasına bakm ayacaktır.
Ciünah keçisi kutsal biri de olabilir. Örneğin, Irlindistan’da
235
A m e r ik a n d ü z lü k le r in d e n K argıi K a rta l ka b ile s in d e n b ir h e k im asası. Bir
ş a m a n ın h a y a lin d e h ır k u ş ya da h a yva n be lird iğ in d e , d e ris in in y ü z ii lm e s i re
g ü c ü n d e n ya ra r la n m a k iç in b ir aracı o la ra k ku lla n ılm a s ı gerek ird i.
Gondlar Kasım aymda ürünlerin ko ruyucusu Ghansyam D eo’ya taparlar; şenlikte
tanrm m kendisinin tapm anla rdan birinin başına konduğu söylenir: adam birden bir nöbete yakalanır, bir süre sendeledikten sonra cangı-
a doğru koşar, orada kendi başına bırakılırsa çıldırıp öleceğine inanılır. Ama geri geti-
rirler, bir iki gün kendine gelemez. Halk, bir adam ın böylece köyün geriye kalanın günahları için günah keçi
si olarak seçilmiş o lduğunu düşünür.Doğu KafkasyalI Arnavutlar, Ay
tapınağında birtakım kutsal köleler barındırırdı, bunların birçoğu esinliy- di ve kehanet gösterirdi. Bu adam lardan biri alışılan esin ya da delilik be
lirtilerinden daha fazlasını gösterip, cangıldaki Ciond gibi, o rm anda tek başına bir aşağı hır yukarı dolaşmaya başladığmda, başrahip onu kutsal bir zincirle bağlatıp bir yıl süreyle lüks içinde beslerdi. Yıhn sonunda vücudu merhemle yağlanır ve kurban edilmek üzere götürülürdü. İşi bu insanı öldürmek olan ve bu işte bir hayli ustalık kazanmış olan bir adam, kalabalıktan ileri çıkar ve kurbanın yan tarafına kutsal bir mızrak atarak kalbini parçalardı. Öldürülen adamın yere düşüş şeklinden, ülke halkının refahı konusunda işaretler çıkarılırdı. Daha sonra vücudu belli bir yere götürülür, bütün halk bir arınma töreninde orada bulunurdu. Bu son durum açıkça gösteriyor ki, halkın günahları kurbana ak tarılmaktadır, tıpkı Yahudi rahibin, elini hayvanın başına koyarak halkın günahlarını günah keçisine aktarışı gibi; adam m kutsal ruh tarafından ele geçirilmiş olduğuna inanıldığı için de, halkın günahlarını ve şanssızlıklarını alıp götürmesi için öldürülen bir in- san-tanrınm kuşkusuz bir örneğini görüyoruz burada.
236
B ir to p îiil ıığ u n b ir ik m iş o lan ıığ ıtr s ıtd u k la r ın i , g ü n a h la r ım u z a k la ş tır m a k iç in taşıy ıc ı o la rak b ir h a y va n ku lla n ılırd ı. G ü n a h K eçisi, W il l iam H o lm a n H u n t ' ı n ( 1 8 2 7 - 1 9 10) bir resmi, Lady Lcvcr A r t ( ia l le ry . P o r t Sunlight.
Bir günah keçisi olarak kutsal birinin ya da bir hayva- nm kullanılması özellikle d ik kat çekicidir; aslında burada, kötülüklerin daha sonra ö ldürülen bir tanrıya aktarılm asına inanıldığı ölçüde, kö tü lük lerin kovulması töresiyle doğrudan ilgiliyiz. H alkın gün ah larını üzüntülerini üzerine alıp uzaklaştırm ak üzere neden ölmekte olan bir tanrının seçildiğini soracak olursak, günah keçisi o larak kutsal birinin kullanılması uygulamasında, bir zam anlar birbirinden ayrı ve bağımsız olan iki t()renin birleştirilmiş olduğu ileri sürülebilir. Bir yandan, insan ya da hayvan tanrıyı, kutsal yaşamını yaşın getireceği zayıflıklardan k u r ta r mak için öldürm e töresi olduğunu, öte yandansa, kötülüklerin ve günahların yılda bir kez top tan kovulduğunu görm üştük. Eğer insanların aklına bunların ikisini birleştirmek gibi bir fikir gelmişse, sonuç, ölen bir tanrının günah keçisi o larak kullanılması olacaktır. İlk başta, günahları alıp g()türsün diye değil, kutsal yaşam, yaşlanmanın getireceği çöküntü lerden k u r tulsun diye ö ldürülüyordu; am a her ne olursa olsun ö ldürü lecekse, insanlar acılarının ve günahlarının ağırlığını, alıp mezar ötesindeki bilinmeyen dünyaya götürebilir diye, onun üzerine yükleme fırsatının doğduğunu düşünm üş olabilirler.
Eski Yunanlılar da insanın bir günah keçisi olarak kullanılmasını bilirdi. P lu tarkhos’un doğum yeri olan Khaironeia kasabasında, üst yöneticinin Belediye Binasında, her aile reisininse kendi evinde yaptığı bu tür bir tören vardı. “ Açlığın kovulm ası” denirdi buna. Bir köle agm ıs castus çubuklarıyla dövülür vc “ Açlığı al git, varlık ve sağlığı getir” sözleriyle kapıdan kovu
237
lurdu. Plutarkhos, kendi doğum yerinin yöneticisi görevine geldiğinde Belediye Binasmda bu töreni kendisi yönetirdi, daha sonraları bu tö ren in yol açtığı tartışmaları da kaydetmişti.
Ama uygarlaşmış Yunanistan’da günah keçisi töresi, sevim- H ve saygıdeğer P lutarkhos’un başkanlık etmiş olduğu masum dini törenlerden daha karanlık şekiller aldı. Yunan kolonilerinin en kalabalık ve en parlaklarından biri olan M arsilya’da ne zaman bir veba salgını olsa, yoksul sınıflardan bir adam kendini günah keçisi olarak sunardı. Bütün bir yıl kam u hesabına kendisine bakılır, katkısız seçme yiyeceklerle beslenirdi. Yılın bitiminde, kutsal giysiler giydirilir, kutsal dallarla süslenir ve kentin içinde dolaştınlırdı, bu sırada halka gelecek bütün kötülüklerin onun başına gelmesi için dualar edilirdi. Bundan sonra adam kentten atılır ya da duvarların dışında halk tarafından öldüresiye taşlanırdı. Atinahlar düzenli olarak, kam u hesabına, aşağı sınıftan yararsız birtakım kişiler beslerdi: kentte veba, kuraklık ya da kıtlık gibi herhangi bir felaket belirdiğinde, bu toplumdışı insanlardan ikisi günah keçisi olarak kurban edilirdi. K urbanlardan biri erkekler, ötekiyse kadınlar içindi. İlkinin boynuna bir dizi siyah, ikincisininse bir dizi beyaz incir takılırdı. Anlaşıldığına göre, kadınlar için kurban edilen, bazen bir kadın olurdu. Bunlar kentin içinde dolaştırılır, daha sonra herhalde kentin dışında ölünceye kadar taşlanarak kurban edilirdi. Fakat bu tür kurbanlar, kamusal felaket gibi olağanüstü durumlarla sınırlı değildi; öyle anlaşıhyor ki, her yıl Mayıs ayındaki Thargelia şenU- ğinde biri erkekler, öbürü kadınlar için iki kurban Atina dışına çıkarılır ve taşlanarak öldürülürdü. T rakya’daki Abdera kenti yılda bir kez halkça temizlenirdi; kentlilerden bu amaçla seçilmiş biri, bütün ötekilerin yaşamı için bir günah keçisi ya da vekil, kurban olarak ölesiye taşlanırdı; “ bütün halkın günahlarını yalnız başına taşıyabilmesi için,” ölüm ünden altı gün önce top lum la ilişkisi kesilirdi.
238
A v ru p a a teş 'e stiva lleri O rta ça ğ lardag ö rü lü rd ü :bun la rıntarihçesie sk il çağlaraka d a r dagidebilir.İspanya .B arse lo n a 'd aA teş E i d eritöreni.
Bürün A vrupa’da köylüler çok eski zam anlardan beri yılm belli günlerinde şenlik ateşleri yakm ak ve onun çevresinde dans etmek ya da üzerinden a tlam ak alışkanhğm dadır. Bu tü r tö re ler tarihsel kanıtlara dayanarak geriye, O rtaçağa kadar izlenebilir; onların eskil çağlarda yerine getirilen bu gibi törelerle olan benzerliği, kökenlerinin Hıristiyanlığın yayılmasından çok önceki bir dönem de araştırılması gerektiğini kanıtlayacak k a dar güçlü iç kanıtlarla uyum içindedir. Gerçekten de, onların Kuzey A vrupa’da yerine getirildiğine değgin en erken kanıt, H ıristiyan kilise meclislerinin sekizinci yüzyılda bunları pu tperest törenleri o larak yasaklam a girişimlerinden elde edilmiştir.
Ren Prusyası Eifel D ağları’nda Büyük Perhiz’in ilk Pazar günü gençler ev ev dolaşarak tahıl sapı, çalı çırpı toplardı. Bunları yüksekçe bir yere tepeye götürür, uzun ince bir kayın ağacının çevresine yığarlardı, bir odun parçası bir haç oluşturacak biçimde dik açıyla ağaca bağlanırdı. Bu yapı “ ku lübe” ya da “ kale” diye bilinirdi. Bu yığın tu tuştu ru lur, gençler baş açık, her biri elinde yanan bir dal taşıyarak ve yüksek sesle dua ederek “ ka le” nin çevresinde dolanırdı. Bazen de “ ku lübe” nin içinde sam andan bir adam yakılırdı. İnsanlar dum anın ateşten estiği yönü gözlerdi. Eğer ekin tarlalarına doğru esiyorsa, hasadın bol olacağının bir işaretiydi bu. Aynı gün Eifel’in bazı yerlerinde sam an saplarından büyük bir teker yapılır ve bir tepenin doruğuna üç at tarafından çekilirdi. Köydeki oğlan çocuklar akşam karanlığında oraya yürür, tekeri ateşe verir ve bayır aşağı yuvarlarlardı. O bers ta ttfe ld ’de bu tekeri, en son evlenmiş
241
B o k b ö c e ğ i k ııtsd i s im g es iy le b ir lik te y ed i tanrıy ı ta ş ıya n G ü n eş T e k n es i. B o k b ö c e ğ i y u m u rta s ın ı
ça m u rd a n y a p ılm a to p şe k lin d e yu va r la d ığ ı ıçın. I-.skil M ısırlılara g ö re g ü n e ş in ve k en d i-d o ğ ıın ııın s im g es iy d i. A n h n i ’nin B o o k o f th e D e a d P apyrus
k irah ındnn .
olan delikanlınm sağlaması gerekirdi. L üksem burg ’da Flchternach yciresinde aym törene “cadıyı y ak m a” adı verilir. T i ro l ’de V oral- berg’de Büyük Perhiz’in ilk Pazar günü ince uzun, genç bir köknar ağacı sam an yığını ve odunlarla çevrilir. Ağacın tepesine “cad ı” adı verilen bir insan figürü bağlanır; eski kum aşlardan yapılan bu figürün içine b a
ru t doldurulur. Geceleyin, bu şeyin tüm ü ateşe verilir, oğlan ve kız çocuklar ellerinde meşaleler, içinde “ ürün kalburda , saban to p ra k ta ” sözlerinin geçtiği uyaklı şiirler söyleyerek ateşin çevresinde dans ederler. Sw abia’da Büyük Perhiz’in ilk Pazar gü nü kum aşlardan “cad ı” ya da “yaşlı k a r ı” veya “ kışın ninesi” adı verilen bir figür yapılır ve bir direğe bağlanır. Bu direk bir odun yığınının ortasına dikilir, sonra da odunlar ateşe verilir. “ C ad ı” yanarken gençler yanar diskler fırlatır havaya. Bu d iskler birkaç santim çapında, yuvarlak, ince tah ta parça land ır , kenarları güneşe ya da yıldızlara benzeyecek biçimde çentilmiştir. O rta la rında bir delik vardır, bu radan bir sopanın ucuna tu t tu rulurlar. Disk atılm adan önce tu tuşturu lur, sopa ileri geri sallanır, böylece diske iletilmiş olan hız, çubuğun meyilli bir ta h taya şiddetle çarpılmasıyla artırılır. Yanan disk böylece fırlatılır ve yükseldikçe, yere düşmeden önce uzun bir eğri çizer h a vada. Yakılan “cadT’nın ve disklerin kömürleşmiş közleri eve getirilir ve zararlı böcekleri tarlaya yaklaştırmayacağı inancıyla aynı gece keten tarlalarına gömülür.
İsviçre’de de. Büyük Perhiz’in ilk Pazar akşam ında yüksek
242
İsk o çy a a ç ık la r ın d a k i O r k n e y A d a s t'n d a g ü n b a ta rke n S ten n e s Taş M e y d a n ı. M Ö y a k la ş ık j o o o y ılın d a n k a lm a o ld u ğ u san ılıyor.
yerlerde şenlik ateşleri yakm a geleneği vardır, ya da vardı; bu yüzden bugün halk arasında Kıvılcım Pazarı diye bilinir. Bu töre, örneğin b ü tün Luzern k an tonunda yaygındı.O ğlan çocuklar ev ev dolaşır, sap sam an ve çalı çırpı toplar, daha sonra bunları her yerden görülen bir dağ ya da tepe üzerinde bir direğin çevresine yığarlardı, direğin üzerinde de, sam andan yapılmış “cad ı” figürü bulunurdu . Geceleyin bu yığın ateşe verilir, gençler çılgınca dans ederdi çevresinde, kimileri kamçı şaklatır, kimileri zil çalardı; ateş yeteri kadar alçalınca da üzerinden atlarlardı. Buna “cad ıyı y ak m a” denirdi. K antonun bazı bölgelerindeyse eski tekerlekleri saplar ve dikenlerle sarar, sonra da ateşe verirler, yanan tekerleri yokuş aşağı yuvarlarlardı. K aranlık ta ne k adar şenlik ateşi kıvılcımı ve alevi görülürse, yılın o kadar bereketli o lacağı um ulurdu; dans edenler ateşin yanında ya da üzerinde ne k a dar yükseğe sıçrarlarsa, ketenin de o kadar boy atacağı düşünülürdü. Bazı bölgelerde, şenlik ateşini tu tuşturm ası gereken kişi son evlenmiş erkek ya da kadm olurdu.
İskoçya’nm orta larındaki Yaylalarda Beltane ateşleri diye bilinen şenlik ateşleri, önceleri 1 Mayıs günü büyük törenle yakılırdı, bunlarda insan kurban ların izleri çok açık ve ta r t ışm asızdı. Şenlik ateşleri yakm a geleneği birçok yerde ta onsekizin- ci yüzyıla kadar sürmüştü. Bu törenin o dönem in yazarlarınca anlatılışı, ülkemizde halen yaşam akta olan putperestliğin öyle ilginç ve tuha f bir tab losunu çizmektedir ki, on lardan bazılarını burada vermeden geçmeyeceğim. Bu anlatıların en ayrıntılısı, bize. Sir W alter Scott’m dostu, Burns’ün hamisi, Crieff yakı-
243
Ingiltere ,W iltsh ire ,S to n h e n g e 'd eyazg ü n d ö n ü -m ü n d egüneş,m e yd a n ınd ış ındab u g ü n “H ee lStone'*d en d en n işantaşın ınü zer in d enka ya ra kg e çerkençağdaşD u rid 'le r bird in i tö renya p ıyo r.
nındaki O chtertyre m ülkünün sahibi John R am say’den ulaştırılmış olanıdır. Şöyle söylüyor: “ Fakat bu D ruid şenHklerinin en önemlisi Beltane şenliğidir, ya da son zam anlarda İskoçya Y aylalarında olağanüstü törenlerle kutlanan Bahar Bayramı (Bir Mayıs) şenliğidir... Druidlerin öteki toplu tap ınm aları gibi Beltane şenliği de tepelerde ya da yüksek yerlerde yapılırmış. Tapınağı evren olanın, insan eliyle yapılmış bir evde yaşayacağını varsaym anın onu aşağılamak olduğunu düşünürlerdi. Bu yüzden ona adadıkları kurbanları açık havada, çoğunlukla da tepelerin doruk larında, en harika doğa görünüm leri o rtasında, sıcaklığa ve düzene en yakın oldukları yerlerde sunarlardı. Geleneğe göre, bu şenlik son yüzyıl içinde Y aylalarda böyle k u tlanıyordu. Fakat boşinancm değer yitirmesiyle birlikte, bazı ufak yerleşim yerlerinin halkı tarafından , hayvanlarının o tlad ığı tepelerde ve yüksek yerlerde ku tlanm aktad ır . Buralarda, gençler sabahleyin top lan ır bir çukur kazar, onun üst kısmında insanların oturacağı yer hazırlarlardı. O rtaya, eski zam anlarda tein-eigin, yani zorunlu ateş ya da ihtiyaç ateşi dedikleri şeyle tu tuştu rdukları bir yığın odun ya da yakacak şey yerleştirilirdi. Geçmişte yıllarca bildiğimiz ateşle yetinmiş o lm alarına karşın, o lağanüstü acil du rum larda yine tein-eigin'e başvurulduğu için bugün bu tu tuştu rm a işlemini anlatacağız.
“ Bir gece önce köydeki bütün ateşler dikkatle söndürülür, ertesi sabah bu kutsal ateşi tu tuştu racak gerekli malzeme hazır- lanırdı. En ilkel yöntem in Skye, M ull ve Tiree adalarında uygulanan yöntem olduğu görülüyor. İyice kurum uş meşe ağacından bir kü tük bulunur, ortasına bir delik delinirdi. D aha sonra aynı ağaçtan bir lobut yapılır ucu deliğe alıştırılırdı. Fakat anakaran ın bazı bölgelerinde bu düzenek farklıydı. Kare şeklinde, yeşil ağaçtan yapılma bir çerçeve kullanılırdı, bunun o r tasına bir dingil yerleştirilirdi. Bazı yerlerde üç kere üç sayıda insan, diğerlerindeyse üç kere dokuz insan gerekirdi bu dingili
245
S o r i ’eç'ifi B ergen k e n t in d e C in îd ö n iin ıü ateşi.
Şen lik teşleri
(¡ecesi 1 K asını). R o fiıa 'd a k i P apan ın h ir tasviri h ıtg ü n hâlâIn ^ ıfle re ,S ıısse x 'te .¡x 'w cs 'd e\a k d tr .
ya da lohuru sırayla döndürm ek için. İçlerinden biri, adam ö ldü rme, zina, hırsızlık ya da başka bir yüz kızartıcı suçtan suçlu olacak olursa, ya ateşin yanmayacağı ya da her zam ank i erdem lerinden yoksun olacağı düşünülürdü . Şiddetli sürtünm e yoluyla kıvılcımlar ç ıkm aya başlar başlam az, yaşlıhuş ağaçlarından çıkarılan ve parlayıcı olan bir tü r kav atılırdı üzerine. Ateş sanki göklerden geliyormuş gibi gö rünürdü , çok çeşitli özellikler atfedilirdi bu ateşe.”
Beltaııe ateşleri İr landa 'da da yakılıyor gibi görünüyor, çünkü Corm ac, “ ya da bu adda biri, helitame 'm. Bahar Bayra- m ı’nın, ‘şanslı a teş’ ya da ‘iki ateş’ten dolayı bu adla ad land ırıldığını söylüyor: Krin’li druidlerin sığırlarını o gün hastalık lara karşı bir önlem olarak bu ateşlere getirildiklerini ya da a ra larından geçirdiklerini ekliyor.” Sığırların Bahar Bayramı’nda ya da arifesinde, ateşlerin içinden ya da arasından sürülme tö resi İ r landa’da uygulandığı hâlâ belleklerdedir.
Bir Mayıs, İsveç’in daha iç ve güney bölgelerinde büyük bir halk şenliğidir. Şenliğin arifesinde iki çakm ak taşının b irbirine sürtülmesiyle tu tuşturu lm ası gereken büyük şenlik ateşleri bü tün tepelerde ve tepeciklerde yanar. H er büyük köyün kendi ateşi vardır. Çevresinde gençler halka olup dans eder. Yaşlılar ateşin kuzeye mi yoksa güneye mi yöneldiğini d ik k a tle izler. Kuzeye d()nerse ilkbahar soğuk ve sert olacaktır, g ü neye dönerse ılık ve hoş geçecektir. Bohem ya’da, Bahar Bayra- m ı’nın arifesinde delikanlılar tepelerde ve yüksek yerlerde, yol kavşaklarında, o tlak larda ateş yakar, çevresinde dans eder. Kızgın közlerin üzerinden hatta alevlerin içinden atlarlar. Bu törene “ cadı y a k m a ” adı verilir. Bazı yerlerde, şenlik ateşinde
247
B ey in e p ifiz in ı u y a ra ra k ru h sa l içgörü sağ lad ığ ı sö y len e ft g e le n ek se l k u tsa l
p e lin o tu ('A rtem isia v u lg a ris). A lm a n y a 'd a h a lk A z iz J o h n A r ife s in d e
p e lin ve m in e ç ıçeğ in d e n çe len k le r ta ka rla rd ı başlarına .
cadıyı temsil eden bir figür yakılırdı. Bahar Bayramı arifesinin, her yerde cadıların görünm eden çılgınca koştu rduk ları kö tü ünlü W alpurgis G ecesi olduğu unu tu lm am ahd ır . Bu ca dı gecesinde V oig tland’de çocuklar da yüksek yerlerde ateşler yakar ve üzerinden atlar. Ayrıca, ellerinde ya nar süpürgeler sallar ya da bunlarla havayı döverler. Şenlik ateşleri ne kad a r yükseğe çıkarsa, ta rla la r o k a dar kutsanm ış olacaktır. W alpurgis
Gecesinde ateş yakılm asına “cadıları k o v m a ” adı verilir. Bir M ayıs arifesinde, cadıları yakm a amacıyla ateş yakm a töresi, Tirol, M oravya , Saksonya ve Silezya’da da yaygındır ya da yaygındı.
Fakat bu ateş şenliklerinin bütün A vrupa’da genellikle yaygın olduğu mevsim yaz gündönüm üdür, yani Y azdönüm ü Arifesi (yirmi üç haziran) ya da Y azdönüm ü G ünü (yirmi dört h a ziran). Vaftizci Aziz John onuruna Y azdönüm ü G ünü diye ad landırılarak bunlara zayıf bir Flıristiyanlık havası verilmektedir, am a bu kutlam aların çağımızın başlangıcından çok eski zam anlardan geldiği kuşkusuzdur. Yaz dönencesi ya da Y azdönüm ü G ünü, güneşin yörüngesindeki büyük dönüm noktasıdır, gökyüzünden her gün biraz daha yükseğe tırm anan güneş bu nok tada durur ve bundan sonra göksel yolunda aşağı düşmeye başlar. İlkel insanın, gök kubbede büyük ışıkların seyrini gözlemeye ve üzerinde düşünmeye başlar başlamaz böyle bir ana endişeyle bakm am ası beklenemezdi; doğanın büyük çevrimsel değişiklikleri karşısında kendi güçsüzlüğü hakkında öğrenecek daha çok şeyi olduğu için, düşer gibi göründüğü bu anda güneşe yardım edebileceğini - elindeki o zavallı ateşle güneşin sarsılan
248
T ö ren lerd e k u lla n d a n g e le n ek se l ku tS id D ru id m in eç içeğ i tem sili. F ransızla rın " m in eç içeğ i" ded iğ i, b itk i çayı y a p m a n d a ku lla n ıla n fa rk lı l im o n o tu b itk is iy le k a r ış tır ılm a m a lıd ır . A. C irandv iilc ’in Les r ieu rs A n im é e s ad lı y a p ıtın d a n .
adımlarını destekleyebileceğini, sönmekte olan alevi yeniden tutuşturabileceğini h a yal etmiş olabilir.
Bizim Avrupa köylüm üzün yazdö- nüm ü şenlikleri buna benzer düşüncelerle ortaya çıkmış olabilir. Kökenleri ne olursa olsun, batıda İr landa’dan d o ğ u d a R u sy a ’ya k ad a r , kuzeyde N orveç ve İsveç’ten güneyde İspanya ve Y unan is tan ’a kadar yerkürenin bu çeyreğinde yaygındır. Bir ortaçağ yazarına göre, yazdönüm ü ku tlam alarının üç büyük özelliği, şenlik ateşleri, elde meşaleler tarlaların çevresinde yürüyüş ve tekerlek yuvarlamadır. Erkek çocukların iğrenç bir dum an çıkarm ak için kemik ve çeşitli pislikler yaktığını; bu d u m anın, bu sırada yaz sıcağının etkisiyle havada çiftleşen ve to hum larım dam lata rak kuyuları ve nehirleri zehirleyen bazı zararlı hayvan lan kaçırdığını söylüyor; tekerlek yuvarlam a tö re sinin, tu tu lum da en yüksek noktasına ulaşmış olan güneşin a r tık aşağıya inmeye başladığı an lam ına geldiğini açıklıyor.
Onaltmcı yüzyılın ilk yarısından bir yazar A lm anya’nın hemen her köy ve kasabasında halkın Aziz John Arifesinde şenlik ateşleri yaktığını, kadın, erkek, yaşlı, genç herkesin bu ateşlerin çevresinde toplandığını ve zam anlarını dans ederek, şarkı söyleyerek geçirdiklerini bildiriyor, insanlar bu vesileyle başlarına pelinden ve mineçiçeğinden taçlar takar, ateşe ellerinde tu t tu k ları hezaren çiçeği demetleri içinden bakarlardı - bunun bütün yıl gözlerini sağlıklı durum da tutacağına inanırlardı. H er biri, o radan ayrılırken pelin ve mineçiçeğini ateşe fırlatır ve “ başıma gelecek bütün şanssızlıklar bununla gitsin ve bununla yansın ,” derlerdi. M oselle’e yukardan bakan bir tepe yam acında kuru l
249
Bir G u y F üii'kcs şen lik a teşi. Bu tö ren ler h ü ti/n In i^ iltere 'de h er
K a sım d a , l'.lizahctl? d ö n e m in d e İng iltere Parlanıenli>sıı'?ju l?ara \a
u çu rm a g ir iş im i o lan K a to lik "B a ru t S u ik a s tı "n ın b a şa rıs ız lık la so n la n m ış
o lm a s ın ı k u tla m a k ü zere yakılır.
muş olan Aşağı K onz’da, yazdönüm ü şenliği şöyle kudanırdı: Bir mikrar sam an dik Stromberg Tepesinde toplanırdı. K()yde herkes, ya da en azından her aile reisi bu yığına katkıda bulunmak zorundaydı. Akşama doğru, e rkekler ve oğlan çocuklar tepede top lanır, kadınlar ve kızların kendilerine katılmasına izin vermezlerdi; onlar yokuşun ortasında belli bir yerdeki kaynakta yerlerini alırlardı. Tepenin üzerinde büyük bir tekerlek, toplanmış sapların bir kısmıyla adamakıllı sarılır, kalanından meşale yapılırdı. Tekerin iki yanından, yaklaşık bir metre uzunluğunda dışarı çıkmış bir dingil, onu aşağı indirecek olan delikanlılara tu ta
m ak sağlardı. Hizmeti karşılığında daima bir sepet kiraz alan komşu Sierck kasabası belediye başkanı işareti verir, tekerleğe yanar bir meşale tutulurdu; tekerlek alevlerle yanmaya başlayınca, güçlü bacakları ve hızlı ayakları olan iki delikanlı tu ta m aklara yapışır ve tekerlekle birlikte yokuştan aşağı koşmaya başlardı. Herkes bağırmaya başlardı. Her erkek ve oğlan çocuğu elindeki yanar meşaleyi havada sallar, tekerlek tepeden aşağı ininceye kadar meşaleyi yanar durum da tu tm aya d ikkat ederdi. Tekeri yeden delikanlıların en büyük amacı, onu yanar d u rum da Moselle’in suyuna daldırmaktı; fakat hu çabalarında pek ender başarılı olurlardı, çünkü bayırın büyük kısmını kaplayan üzüm bağları ilerlemelerini önlerdi, ve tekerlek çoğu kez nehre ulaşmadan çoktan yanmış olurdu. Yuvarlanışta, kaynakta bekleyen kadınlar ve kızlar tekerlek yanlarından geçerken sevinç çığlıkları atar, tepenin üzerindeki erkekler de buna yanıt verir
250
di. M anzarayı M oselle’in öteki yakasındaki tepelerinden izleyen komşu köylerin sakinlerinin bağırışları yankılanırdı. Yanar tekerlek nehir kenarına başarıyla indirilmiş ve nehir suyunda söndürülmüşse, halk o yıl bol bir üzüm ürünü beklerdi; Konz sakinleriyse, çevre bağlardan bir araba dolusu beyaz üzüm alma hakkına sahip olurdu. Ö te yandan, bu töreni yapmayı savsaklarlarsa, hayvanlarının baş dönmesi ve sarsılmaya tutulacağına, ahırlarında dans edeceğine inanırlardı.
Y azdönüm ü ateşleri bütün Yukarı Bavyera’da o n d o k u zu n cu yüzyılın en azından ortalarına kadar parlardı. Özellikle dağ larda, am a alçak yerlerde de yaygm olarak yakılırdı; söylendiğine göre, gecenin karanlığında ve sessizliğinde, alevlerin titrek ışıklarıyla birlikte hareket eden gruplar etkileyici bir görünüm sunardı gözlere. H asta hayvanları sağaltmak ve sağlıklı o lan ları bü tün yıl boyunca hastalığa ve her türden belaya karşı k o ru mak için sürü ateşin içinden geçirilirdi. O gün birçok aile reisi evinin ocağındaki ateşi söndürür, yazdönüm ü ateşinden alınmış bir korla yeniden yakardı. Halk, keten fidanının yıl içinde çıkacağı yüksekliği, şenlik ateşlerinde alevlerin ulaştığı yükseklikle ölçerdi. Yanan ot yığınının üzerinden kim atlarsa, o yıl h a satta tahılı biçerken bel ağrısı çekmeyeceğine güvenirdi. Bavye- ra ’nm birçok bölgesinde, ketenin, genç insanların ateş üzerinden a tlam a yüksekliği kadar büyüyeceğine inanılırdı. Başka \erlerde yaşlılar, şenlik ateşlerinden aldıkları kömürleşmiş üç çubuğu tarlaya getirir diker, bunun ketenin boyunu yükselteceğine inanırdı. D aha başka yerlerdeyse, söndürülm üş bir odun parçası, evi yangına karşı korum ak amacıyla çatıya konurdu. W urzburg çevresindeki kasabalarda şenlik ateşleri pazar yerinde yakılırdı, ateşin üzerinden atlayan gençler çiçeklerden, özellikle pelin ve mineçiçeğinden gerdanlıklar takar, ellerinde hezaren çiçeği filizleri taşırdı. H ezaren çiçeklerinden bir parçayı gözlerine tu tup ateşe baktık larında bütün yıl boyunca göz has-
251
i .
R ir İsv iç re b ahar şen liğ i. A v ru p a ço b a n la rı y a z y a k la ş ır k e n s ığ ırların ı ta ze o t y e m e k üzere a ç ık a lana ç ıkarır . M a y ıs şen lik le r i, ç o b a n y ılın d a b u ö n e m li za m a n la çakışır.
talığına yakalanm ayacaklarına inanırlardı. Ayrıca, onaltmcı yüzyılda, W urzb u rg ’da piskopos çömezlerinin kasabaya yu k ardan bakan bir dağdan yanar tah ta diskler a tm aları töresi vardı. Diskler esnek çubuklar aracılığıyla fırlatılır, karanlık ta uçarlarken ateşten bir ejderha gö rünüm ü sunarlardı.
Aynı şekilde Svvabia’da genç erkekler ve kızlar el ele yazdönüm ü şenlik ateşlerinin üzerinde atlar, kenevir fidanının üç arşın büyümesi için dua ederler ve sam andan yapılma tekerleri ateşe verip tepeden aşağı yuvarlarlardı. Bazen, halk yazdönüm ü şenlik ateşi üzerinden atlarken “ Keten, keten! Keten bu yıl yedi arşın büyüsün!” diye bağırırlardı. R o ttenbu rg ’da Angel- m an adı verilen insan şeklindeki kaba saba bir tasvir çiçeklerle sarılır, daha sonra oğlan çocukları ta rafından yazdönüm ü a te şinde yakılırdı; tasvir yanarken üzerinden atlarlardı.
252
A vusturya’da yazdönüm ü töreleri ve boşinançlan Alman- ya’dakilere benzer. Örneğin, T iro l’ün bazı bölgelerinde Tirol şenlik ateşleri yakılır, havaya yanar diskler fırlatılırdı. Aşağı Inn V adisi’nde pejmürde kıyafetli bir tasvir Y azdönüm ü G ünü köyün çevresinde a rabada dolaştırılır, sonra da yakılırdı. Lot- ter denirdi buna; bu sözcük daha sonra Luther’e bozulmuştur. M artin Luther’in tasvirinin bu şekilde yakıldığı köylerden biri olan A m bras’da, Aziz John Gecesi saat on bir ile on iki aras ın da köyün içinden geçerseniz ve üç çeşmede yıkanırsanız, gelecek yıl içinde ölecek herkesi göreceğinizi söylerler. Aziz John Arifesinde (yirmi üç Haziran) G ra tz ’da halk T aterm an adı verilen bir kukla yapar, temizleme yerine kadar sürükler ve tutu- şuncaya kadar yanar süpürgelerle döverlerdi. T iro l’de Reut- te ’de halk keten fidanının yazdönüm ü ateşinde atladıkları y ük sekliğe kadar büyüyeceğine inanırdı; ateşten kömürleşmiş p a r çalar alır ve aynı gece keten tarla larına dikerlerdi, keten ürünü içeri alınıncaya kadar tarlada bırakırlardı onu. Aşağı A vusturya’da, şenlik ateşleri yükseklerde yakılır, oğlan çocuklar zifte bulanmış yanar meşaleleri ellerinde sallayarak çevresinde zıplar bu ateşlerin. Ateşin üzerinden kim üç kez sıçrarsa yıl içinde sıtmaya yakalanm ayacaktır. Çoğu kez araba tekerlerine zift sürülür, ateşlenir ve tepeden aşağı yanar halde bırakılır.
Prusya ve Litvanya’nm birçok bölgesinde Y azdönüm ü Arifesinde büyük ateşler yakılır. G ökyüzü gözün görebildiğince kıpkırmızıdır bu ateşlerden. Bu ateşlerin büyücülüğe, gök gürültüsüne, doluya ve hayvan hastalığına karşı bir korum a o ldu ğu varsayılır, özellikle de ertesi sabah sürü, ateşlerin yakıldığı yerlere götürülürse. Dahası, şenlik ateşleri çiftçiyi, sihirlerle ve büyülerle ineklerinden süt çalmaya çalışan büyücülere karşı korum a altına alır. Ertesi sabah, şenlik ateşini yakmış olan delikanlıların ev ev dolaşıp testiler dolusu süt topladıkların ın görülmesinin nedeni budur. Aynı nedenle, sürünün otlağa gider-
253
ken geçtiği kapının ya da çitin üzerine kozalaklar ve pelin asarlar, çünkü bunların büyücülüğe karşı koruyucu ()zellik taşıdığı varsayılır.
Doğu Prusya’da, Polonya ailesinden bir kolun oturduğu bir bölge olan M asu ren ’de Yazdchıümü G ünü akşamı köydeki bü tün ateşleri söndürm ek bir töredir. D aha sonra yere meşe ağacından bir direk çakılır, üzerine, bir dingile geçirilir gibi bir tekerlek geçirilir. Köylüler, sürtünm eden dolayı ateş çıkıncaya kadar nöbetleşe bu tekeri hızla çevirir. H erkes yeni ateşten bir odun parçası alarak evine gö türür ve evin ocağındaki ateşi b u nunla yeniler. Sırbistan’da Y azdönüm ü Arifesinde çobanlar h u ş ağacı kabuğundan meşaleler tu tuştu rup ağılların ve ah ırla rın çevresinde dolaşırlar; daha sonra da tepelere tırm anır ve meşalelerini o rada sönmeye bırakırlar.
M acaris tan’da M agyarlar arasında yazdönüm ü ateş şenliği, A vrupa’nm birçok yerinde karşımızda çıkan özellikleri taşır. Y azdönüm ü Arifesinde, birçok yerde tepelerde şenlik ateşleri yakm ak ve üzerinden atlam ak bir töredir, kenarda duranlar, gençlerin ateşten atlama şeklinden onların yakında evlenip evlenmeyeceklerini söylerler. Yine aynı gün birçok M acar dom uz \ushch çobanı, kenevire sarılmış odundan bir dingil çevresinde hir te- ' ker çevirerek ateş yakar, domuzlarını hastalıktan korum ak için şenliğindebu ateşin içinden sürer. g(h'iiİ!İr.
M agyarlar gibi insanlığın bi.iyük Turan ailesinden gelen Rusya Estonvahlan da vazdönüm ünü herkes gibi kutlar. Aziz donatıl,mş
. İni adamlar.)ohn ateşinin büyücüleri sürülerinden uzak tutacağına inanır- çeneli,kie
bereke tle ilgili pagan
d in se l î(>renlerine
nüm ü ateşini yakacakla beslerlerken, “ O tlar ateşe, keten tarla- kadar geriye y a ” diye bağırır ya da “Ketenler uzasın!” diyerek alevlere üç itidal fırlatırlar. Eve dönerken sığırları sağlıklı büyüsün dive, be- i'r„ash'ta raberlerinde kömürleşmiş dallar getirirler ve onları saklarlar. şenUği.
254
lar; ateş şenliğine gelmeyenin arpasını devedikeni, yulafmıysa yabani ot saracağını söylerler. Estonya Adası Oesel’de, yazdö-
A danın bazı kısımlarında şenlik ateşi, çalılık ve başka yanıcı şeyleri bir ağacın çevresine yığarak oluşturulur, yığının tepesinde bir bayrak dikilir. Y anm aya başlam adan önce bayrağı bir sopayla kim aşağı indirirse şansı iyi gidecektir. D aha önceleri şenlikler gün ağarıncaya kadar sürer, yaz sabahının aydınlığında iki misli çirkin görünen sefahat sahneleriyle son bulurdu.
A vrupa’nın doğusundan batısına geçtiğimizde, yazdönü- m ünün yine aynı genel karakterde törenlerle kutlandığım g ö rü rüz. O ndokuzuncu yüzyılın ortasına kadar, yazdönüm ünde ateş yakm a töresi F ransa’da öylesine yaygındı ki, söylendiğine göre, ateş şenliklerinin yapılmadığı bir iki kasaba zor bu lunu rdu. H alk bu ateşlerin çevresinde dans eder, üzerinden atlar, evleri yıldırımdan, yangından ve büyülerden korum ak için k ö mürleşmiş sopalar götürürlerdi evlerine.
Britanya’da yazdönüm ü şenlik ateşleri töresi günümüze kadar gelmiştir. Alevler söndüğünde, çevresinde toplananların tam am ı diz çöker ve yaşlı bir adam yüksek sesle dua eder. Sonra hep birlikte kalkarlar ve ateşin çevresini üç kez dolanırlar; üçüncüsünde duru rla r ve herkes bir çakıl taşı alır ve yanan yığına fırlatır. Bundan sonra dağılırlar. Britanya’da ve Berry’de dokuz yazdönüm ü şenliğinde dans eden kızın o yıl içinde evleneceğine inanılır. O rne Vadisi’nde şenlik ateşi, töreye göre güneş tam ufuktan aşağı düşerken yakılırdı; köylüler sürülerini büyücülerden, özellikle de süt ve tereyağı çalan büyücü ve sihirbazların büyülerinden korum ak için ateşin içinden geçirirlerdi. N orm and iya , Jumieges’de, ondokuzuncu yüzyılın ilk yarısına kadar yazdönüm ü şenliği, çok eski zam anların dam gasını taşıyan bazı garip özellikler gösterirdi. H er yıl. Aziz John Arifesi olan H aziran ın yirmi üçünde. Yeşil K urt Kardeşliği yeni bir başkan ya da lider seçerdi, bunun daim a C onihou t k ö yünden olması gerekirdi. Kardeşliğin yeni başı, seçildikten sonra Yeşil K urt unvanını alır, uzun yeşil bir m an to ile koni şek-
256
Ç in 'd e h a lk b ir m eşa le şen liğ i ku tla m a s ın d a .
linde, kenarlığı o lm ayan çok yüksek yeşil bir şapkadan oluşan garip bir kıyafete bü rünürdü . Bu kıyafetle kardeşlerin başında, Aziz John ilahisi söyleyerek, önlerinde İsa tasvirli haç ve kutsal bayrak, vakar içinde, C houquet denilen bir yere yürürdü ağır ağır. Burada yürüyüş alayını papaz, kilise müzikçisi ve koro karşılar, kardeşleri kiliseye götürürdü . Ayinin dinlenmesinden sonra grup Yeşil K urt evine giderdi, burada hafif bir yemek sunu lu rdu onlara . Geceleyin, her ikisi de çiçeklerle donatılm ış bir genç adam la genç kadının çaldığı çıngırağın sesiyle birlikte bir şenlik ateşi yakılırdı. D aha sonra Yeşil K urt ve kardeşleri, om uzlarına inen kukuletalarıyla, el ele tu tuşm uş olarak, gelecek yılın Yeşil K urdu o larak seçilmiş adam m peşinden ateşin
257
çevresinde koşarlardı. Z incirin yalnızca ilk ve son üyesinin bir eli boşta kalırdı, bunların gcirevi, geleceğin Yeşil K urdunu çevirmek ve yakalam aktı, o ise kaçm aya çalışırken elindeki uzun değnekle kardeşleri am ansız döverdi. Sonunda onu yaka lam ayı başarırlar ve yanm ak ta olan yığına götürerek ateşe a tacakmış gibi yaparlardı. Bu tören bitince Yeşil Kurt evine döner, öğlen olduğu gibi yine zayıf bir akşam yemeği yerlerdi. Gece yarısına k ada r bir tü r dinsel bir hava sürerdi. Fakat saatin on ikiyi vurmasıyla birlikte bütün bunlar değişirdi. Sınırlamalar izne döner, dinsel ilahilerin yerini Baküs şarkıları alırdı, köy kemancısının tiz, titrek notaları, neşeli Yeşil K urt kardeşlerden yükselen kükrem e sesleri altında kalırdı. Ertesi gün, yirmi dört H aziran ya da Y azdönüm ü G ünü aynı oyuncularca ve aynı neşeli gürültülerle kutlanırdı. Törenlerden biri, tüfek atış sesleriyle, kutsanm ış koskoca bir som un ekmeğin dolaştırılmasıydı. Bundan sonra sunağın basam aklarına bırakılmış kutsal çıngıraklar, görevin simgesi olarak gelecek yılın Yeşil K urtu ’na em anet edilirdi.
Po itou ’nun hemen her köyünde Aziz John Arifesinde şenlik ateşleri yakılırdı. İnsanlar, ellerinde ceviz dalı taşıyarak a teşin çevresinde üç kez dolanırdı. Ç oban kızlar ve çocuklar sığırkuyruğu {uerhascum) ve fındık dalları geçirirdi alevlerin içinden; fındık dalları diş ağrısını sağaltmak, ceviz ise sığırları hasta lık lardan ve büyülerden korum ak içindi. Ateş söndüğünde insanlar, ya gök gürültüsüne karşı koruyucu o larak evlerinde saklam ak ya da zararlı otları ve delice o tunu öldürm ek için ta r lalara serpmek üzere bir m iktar kül alırlardı ateşten. Yine Po- ito u ’da. Aziz John Arifesinde bereket getirsin diye saplarla sarılmış yanar bir tekerleği tarla la rda yuvarlam a töresi vardı.
Provence’da yazdönüm ü ateşleri hâlâ popülerdir. Ç ocuklar kapı kapı dolaşıp yakacak isterler, bunlar eli boş dön d ü rü lmez. Önceleri, papaz, belediye başkanı ve belediye meclisi üye-
258
fcipoN ta p ın a k şen liğ i. B u şen liğe k a tıla n la r h a y va n m a sk e le r i ta ka r, yo lla r ın ı a y d ın la tm a k iç in m eşa le le r y a ka r a k ta p ın a ğ ın çevres in i do lan ırla r.
leri hep birhkte şenhk ateşine yürür, hatta ateşi onlar tutuştu- rurdu; bundan sonra top luluk yanan yığının çevresinde üç kez dolaşırdı. Aix’te, yazdönüm ü şenliğini papağan hedefine ok a t m adaki ustalığından dolayı gençler arasından seçilen bir sözde kral yönetirdi. Kendi memurlarını seçer, parlak bir geçit resmiyle şenlik ateşine yürür, onu yakardı, ateşin çevresinde dans eden ilk kişi o olurdu. Ertesi gün, kendisini izleyenlere hediyeler dağıtırdı. Krallığı bir yıl sürerdi, bu sürede belli ayrıcalıklardan yararlanırdı. Aziz John G ününde Aziz John Şövalyelerinin kom utanm ca yapılan ayine katılm asına izin verilirdi; avlanma hakkı verilirdi kendisine, askerler onun evinde konaklayam az- dı. M ars ilya’da da aynı gün loncalardan biri badache ya da çift-balta kralı seçer; fakat bunun şenlik ateşini yaktığı sanılmı
259
yor; şenlik ateşi büyük bir törenle başkan ve öteki yetkililer t a rafından yakılır.
Y azdönüm ünde şenlik ateşleri yakm a töresi ülkemizin b irçok kısmında uygulanm akta , genellikle halk ateşler çevresinde dans edip üzerinden a tlam aktad ır. G aller’de, şenlik ateşi yak mak için bir önceki yazdönüm ünden üç ya da dokuz cins odun ve odun köm ürü çubuğu özenle saklanır, ateş genellikle yüksek bir yerde yakılırdı. G lam organ Vadisi’nde, saplarla sarılmış bir araba tekerleği tu tuştu ru lu r ve tepeden aşağı yuvarlanırdı. Aşağıya kadar yanar du rum da inerse ve uzun süre alevli kalırsa, o yıl bol bir hasat beklenirdi.
M an A dası’nda Y azdönüm ü Arifesinde halk, ü rünün üzerinden dum an geçsin diye her tarlanın rüzgârüstü yönünde ateşler yakardı; koyun sürüsünü ağıla kapatır, çevrelerinde b irkaç kez yanar karaçalı desteleri dolaştırırdı. İ r landa’da sığırlar, özellikle de kısır olanlar yazdönüm ü ateşlerinin içinden geçirilir, tarla lara bereketlensin diye küller serpilir ya da küf ve m anta rdan korum ak için yanar köm ürler bırakılırdı. Iskoçya’da, yazdönüm ü ateşlerine pek rastlanmaz; fakat o mevsimde Pert- shire yaylalarında sığır çobanları, ellerinde yanar meşalelerle ağıllarının çevresinde güneş yönünde üç kez dolanırlardı. Böylece kümes hayvanlarını ve sürülerini arıtmış ve has ta lanm alarını önlemiş olurlardı.
Yapılan araştırm alardan , Avrupa halklarının puta tapan ataları arasında yılın en popüler ve en yaygm ateş şenliğinin Y azdönüm ü Arifesi ya da Y azdönüm ü G ünü olduğunu çıkar- sayabiliriz. Şenliğin yaz dönencesine denk düşüyor olması pek rastlantı sayılamaz. Tersine, pagan atalarımızın yeryüzündeki ateş törenini, güneşin gökteki seyrinin en yüksek noktasında o lduğu zam ana belli am açla denk düşürdüklerini varsaymamız gerekir. Eğer böyle idiyse, yazdönüm ü törenlerinin eski k u ru cularının dönenceleri ya da güneşin gökyüzünde dönüş nokta-
260
H iillo u 'c 'c tt , b ü y ü k K elt a te ş şe n lik le r iy le a y n ı g ü n e rastlar. J am es H . E d g a r’ın ta b lo s u , 1864.
larının çizdiği apaçık yolu izlemiş oldukları ve buna göre bayram takvimlerini de bir ölçijde as tronom ik düşüncelerle ayarlamış oldukları sonucu çıkar.
Buna, anakaran ın büyük bir bölüm ündeki yerliler diyebileceğimiz kimseler için oldukça kesin gözüyle bakılabilirse de, Avru p a ’nın Kara Ucu’nda, adalarda ve kuzeybatıda Atlantik Ok- yanusu’na uzanan dağlık burunlarda o tu ran Kelt halkları için pek geçerli görülm emektedir hu. Keklerin, sınırlı bir bölgede ve daha az bir görkemle de olsa, m odern zam anlara hatta günümüze kadar gelmiş olan ateş şenliklerinden başlıcalan, gö rünü şe göre, güneşin gökyüzündeki konum uyla herhangi bir ilgi ku ru lm adan saptanm aktaydı. Sayıca iki taneydiler bunlar, ara la rında altı aylık boşluk vardı: biri Bahar Bayramı arifesinde, öte- kiyse Allhallow Even ya da bugün bilindiği adıyla Hallow e ’en" de, yani Azizler ya da Allhallows G ü n ü ’nden önceki gün olan otuz bir ekimde kutlanırdı. Bu tarihler, güneş yılının üze
261
Y a z d ö n ü m ü A r ife s i, y d m en b ü y ü k şen liğ i o la n y a z g ü n d ö n ü m ü n e rastlar.
E d w a rd R o b e r t E lu g h es’ın ta b lo su .
rinde döndüğü, dört büyük dayanak noktasından, yani dönence {solstice) ve ılımlardan [equinox] hiçbirine denk düşmemektedir. Tarımsal yılın başlıca mevsimleriyle de -b a h a rd a ekme, sonb a h a rd a b iç m e- u y u şm am ak tad ır . Ç ünkü Mayıs geldiğinde, tohum to p rağa bırakılalı çok olmuştur; Kasım başladığındaysa, hasat çoktan biçilmiş ve top lanm ıştır ; ta r la la r çıp lak tır , ağaçlar yaprak dökm üştür, san yapraklar bile yerde çırpınmaktadır. Fakat Mayısın biri ve Kasımın biri A vrup a ’da yılın dönüm noktalarını belirler;
biri, yazın hayat verici sıcağının ve zengin bitkilerinin öncüsüdür, öbürüyse kışın soğuğunu ve çıplaklığını haber verir. Yılın bu belli noktaları, bilgili ve usta bir yazarın çok iyi işaret ettiği gibi, Avrupa çiftçisi için nispeten az önem taşısa da, Avrupa çobanını derinden ilgilendirir; çünkü bir tanesi, onun sürüsünü ta ze yiyecek alması için açık havaya çıkarm a zam anının başlangıcıdır, öteki ise sürüyü güvenÜ bir yere ahırın korum asına geri getirdiği kışın başlangıcıdır. Buna göre. Keklerin yılı Mayısın başlangıcında ve Kasımın başlangıcında olm ak üzere iki yarıya ayırmalarının, Keklerin temelde geçimlerini sürülerinden sağlayan kırsal bir halk o lduğu bir zam andan kalm a bir şey olması hiç de olasılık dışı görünmem ektedir: yani onlara göre yılın b ü yük dönemleri, sığırların yazın başında çiftlikten dışarı çıktığı, kışın başındaysa tekrar çiftliğe döndüğü zamanlardı. Şimdi Keklerin o tu rduğu bölgeden uzak olan O rta A vrupa’da bile, b ü yük çoğunluk için, yılın aynı şekilde ikiye bölündüğü izlenebilir: Bahar Bayramı ve Arifesi (Walpurgis Gecesi) ile Kasımın başlangıcındaki, ince bir Hıristiyan kılığı altında eski pagan ölüler
P ro m e th eu s c en n e tten
a teşi ça lm ış ve L ib y a
sa h ili b itk is i olan D e v
R e z en e sap ı iç inde
g iz le ye rek insan lara
ge tirm iştir .Jan
C o ss te rs ’in A te ş T a ş ıya n
P ro m e th eu s ta b lo su ,
on yed inc i vüzvıl.
262
K İ J 0 -
’ 'Ki
V. •* . .
h--'i ' -
>■■:? iv : a f ' - ^ ’: ■, • -.^ ■
Ktr h A. c iÿ i* i
, - , *' '* * İ l_ -. ■-' ‘ - r -
'■ ■.%' ■ '»=’,. T' '•
■: k
bayram ını gizleyen T üm R uhlar Şenliği. Dolayısıyla, A vrup a ’nm her yerinde, gündönüm lerine göre yılın göksel bö lünm esinden önce, yazın ve kışın başlangıcına göre yersel diyebileceğimiz bir bölünm e olduğunu varsayabiliriz.
Buna karşın, iki büyük Kelt şenliği: Bahar Bayramı ve Bir Kasım şenlikleri, daha doğrusu bu iki günün Arifeleri, kudan- m a biçimleri ve onlarla ilgili boşinançlar bak ım ından birbirine çok benzemekte ve aynı şekilde her ikisine de damgasını vu rm uş olan eskil özellik, uzak ve katıksız pagan kökenini açığa vurm aktad ır . Eski A vrupa’nm p u ta tap a r halkı, Y azdönüm ü mevsimini büyük bir ateş şenliği ile ku tluyor idiyse -k i elimizde buna inanm ak için iyi nedenler v a rd ır - bunun izleri zam anımıza kadar gelmiştir; o zam an, buna eş düşen K ışdönüm ü mevsimini de benzeri törenlerle kutladıklarını doğallıkla varsayabiliriz; çünkü Y azdönüm ü ve K ışdönüm ü, ya da daha teknik bir dille, yaz dönencesi ve kış dönencesi güneşin gökyüzündeki görünen seyrinin iki büyük dönüm noktasıdır, ilkel insanın görüşüyle, göklerdeki büyük ışık kaynağının ateşinin ve sıcağının zayıflamaya ya da artm aya başladığı iki nok tada yeryüzünde ateşler y akm ak tan daha uygun bir şey olamazdı.
M odern Hıristiyanlıkta kış dönencesi eski ateş şenliği, İngiltere’de çeşith şekillerde adlandırıldığı gibi N oel {Yule) k ü tü ğü, takunyası ya da ağacı gibi eski bir törede yaşamını sü rdürüyor ya da son zam anlara kadar sürdürm üş gibi görünüyor. Bu töre A vrupa’da yaygındı, am a öyle görünüyor ki özellikle İngiltere’de, Eransa’da ve güney Slavları a rasm da gelişti; en azından törenin en ayrıntılı öyküsü bu bölgelerden gelmekte. N oel kü tüğünün yazdönüm ü ateş şenliğinin kış karşılığından başka bir şey olmadığı, mevsimin soğuk ve sert hava koşulları yüzünden açık hava yerine ev içinde yakıldığı uzun süre önce İngiliz eski çağlar uzm anı John Brand ta ra fından ileri sürüldü, ve bu görüş N oel kütüğüyle ilintili eski, Hıristiyanlıkla dogru-
264
B irle ş ik D ev le tle r , Neu> H a m p sh ire , K u ze y S a lem , M y s te r y H iU ’d e k i “k ış g ü n d ö n ü m ii a m t ı " d e n d e n taş iize r in d en g ö rü len g ü n d ö n ü m ii g ü n eş batış ı. “A m e r ik a n S to n e h e n g e ”i d iye b ilin en b u a n ıt b ü y ü k b ir taş ya p ı to p lu lu ğ u n d a n o lu şur.
dan bağlantısı o lm ayan, fakat üzerlerinde açık pu tp e re s t l ik köken i damgasını taşıyan boşinançlar ta ra f ından des tek lenm ek ted ir . F ak a t g ündönüm ü kutlam aların ın ikisi de ateş şenliği olm asına karşın, kış k u tlamasının ev içinde yapılması zorunluluğu ya da arzu edilirliği, ona özel ya da yerli bir şenlik karakteri vermektedir, bu da insanların açık bir yerde ya da belirgin yüksekliklerde top lan ıp ortak laşa büyük bir ateş yaktığı, dans ettiği ve eğlendiği yaz kutlam asının kamusallığıyla derin bir zıtlık göstermektedir.
O ndokuzuncu yüzyılın ta o r ta larına kadar, eski Noel kütüğü töreni O rta A lm anya’nın bazı bölgelerinde vardı. Ö rneğin Sieg ve Lahn vadilerinde ağır bir meşe kütüğü olan Noel kütüğü ocağın tabanına yerleştirilirdi, kü tük o rada kor haline geUrse de bir yıl içinde küle dönüşm ezdi. Ertesi yıl yeni kü tük konduğunda , eskisinin kalıntıları toz haline getirihr ve O n İkinci Gece’de tarlalara serpilirdi, ürünlerin büyümesini artıracağı varsaydırdı bunun. W estfalen’in bazı köylerinde, Noel kütüğü (Christbrand) hafifçe kömürleşmeye başlar başlamaz ateşten alınır; şimşekli, yıldırımh bir havada yeniden ateşe konm ak üzere dikkatle saklanırdı, çünkü insanlar, Noel kü tüğünün ocakta için için yandığı bir eve yıldırım düşm eyeceğine inanırdı. W estfalen’in öbür köylerinde Noel kütüğünü hasatta biçilen son demetin içine bağlama töresi vardı.
F ransa’nın çeşitli eyaletlerinde, özellikle de Provence’da N oel kütüğü ya da birçok yerde ona verilen adla, trefoir töresi uzun zam andan beri uygulanm aktaydı. Onyedinci yüzyıldan
265
N o e l k ü tü ğ ü N o e l şen lik le r i için eve s ü rü k le n iy o r . N o e l k ü tü ğ ü N o e l 'd e tu tu ş tu r u lu r ve b ü tü n y ıl b o y u n ca ağır ağ ır ya n a r, e v i y a n g ın d a n ve y ıld ır ım d a n k o ru r d u . C h a m h e r 'in G ü n le r in K /ia/?/’n d a n o v m a , L o n d ra , 1862.
266
bir Fransız yazarı, “ ilk kez Noel Arifesinde ateşe konan ve O n İkinci Gece’ye k ada r her gün biraz ateşte tu tu lan , trefoir ya da Noel odunu denen bir kü tüğün, eğer yatak altında saklanırsa, bir yıl süreyle evi yangından ve yıldırımdan koruyacağı; evde- kilerin kışın taban larında mayasıl oluşmasını önleyeceği; sığırların birçok hastalığına iyi geleceği; bir parçası ineklerin içtiği suya konursa buzağılam alarına yardım edeceği; son olarak , k ü tüğün külleri tarla lara serpilirse tahılı küften kurtaracağı inancını” boşinanç o larak ilan ediyor.
F landre’nin ve F ransa’nın bazı bölgelerinde, N oel k ü tü ğ ü nün kalıntıları, gök gürültüsüne ve yıldırıma karşı bir ko rum a o larak evde bir yatağın altında saklanır; Berry’de, bir gök gü rlemesi işitildiğinde, aileden biri kü tük ten bir parça alır ve ateşe atardı, bunun yıldırımı uzaklaştıracağına inanılırdı. Yine, Peri- g o rd ’da, odun köm ürü ve külleri özenle biriktirilir ve şişen bezlerin sağaltım ında kullanılmak üzere saklanır; köylüler, k ü tü ğün ateşte henüz yanm am ış parçasını sabanlarında kam a o larak kullanır, çünkü bunun tohum ları daha güçlü büyüteceğine inanırlar; kadınlar da kü tü k parçaların ı tavukları için O n İkinci Gece’ye kadar saklarlar. Bazı kimseler yanan kü tüğü sarstıklarında ne kad a r kıvılcım çıkarsa o kadar tavukları olacağını düşünürler; kimileri de haşaratı kovm ak için kü tüğün yanmış parçalarını yatakların ın altında saklarlar. F ransa’nın çeşitli yerlerinde kömürleşmiş kü tüğün evi yıldırıma karşı olduğu k a dar büyülere karşı da koruyacağını düşünürler.
İngiltere’de, N oel kütüğüyle ilgili töre ve inançlar buna benzerdi. John B rand’m söylediğine göre, N oel Arifesinde “atalarımızın N oel M um ları adını verdikleri çok büyük m u m lar yakm a âdetleri vardı, evi aydınlatm ak, geceyi gündüze çevirmek için ateşe N oel-kü tüğü adını verdikleri bir kü tük a ta r la rd ı .” Eski töreye göre kü tük , bu am açla bir yıl saklanmış olan bir öncekinin parçalarıyla tu tuştu ru lurdu ; bunun sak lan
26
dığı yere şeytanlar hiçbir kö tü lük yapam azlardı. K ütüğün k a lıntılarının evi yangına ve yıldırma karşı koruduğu varsaydırdı.
N oel kü tüğünün eve getirilmesi töreni güney Slavları, özellikle de Sırplar ta ra fm dan bugüne kadar hâlâ büyük bir ciddiyetle yerine getirilir. K ütük genellikle bir meşe kü tüğüdür, faka t bazen zeytin ya da kayın da olabilir. Öyle görünüyor ki, y a nan kü tük ten ne kadar kıvılcım çıkarsa o kadar çok buzağıları, koyunları, dom uzları ve çocukları olacağını düşünüyorlar. Bazıları bir kü tük parçasını, doluya karşı bir ko rum a olarak tarlaya çıkartır. A rnavu tluk ’ta son yıllara k adar N o e l’de bir Noel kü tüğü yakm a töresi vardı, ateşten çıkan küller toprağı bereketlendirm ek için tarla lara serpilirdi. K arpath bir Slav ha lkı olan B uzullar , Noel Arifesinde (Eski Takvim e göre O cak ’m on beşi) odunları birbirine sürterek ateş yakar, ateşi O n İkinci Gece’ye kadar yanar du rum da tu tarlar.
Noel kü tüğünün kalıntılarının, bü tün yıl saklanırsa, evi yangına, özellikle de yıldırıma karşı ko rum a gücüne sahip olduğu inancının bu k ada r yaygm olması d ikkati çekiyor. Noel kü tüğü çoğu kez meşe olduğu için, bu inanç, meşe ağacını gök gürültüsü tanrısıyla ilişkilendiren eski Ari dinsel inancının bir kalıntısı olabilir. İnsanlar kadar sığırları da sağalttığı, toprağın verimini artırdığı varsayılan Noel kü tüğünün küllerine bağlanan sağaltıcı ve bereketlendirici özelliklerin aynı eskil k aynak tan gelip gelmediği, üzerinde düşünülmesi gereken bir sorudur.
A vrupa’nın popüler ateş şenlikleri üzerine yapılan a raş tırm alar bazı genel düşünceler getiriyor akla. Öncelikle, tö ren lerin birbiriyle olan benzerlikleri -y ıl ın hangi zam anında , A vrup a ’nın hangi yerlerinde ku tlan d ık la r ı- çok önemli. Büyük şenlik ateşleri yakm ak, üzerlerinden atlam ak, sürüyü ateşin içinden geçirmek ya da çevresinde dolaştırm ak töresi, öyle g ö rü nüyor ki, bü tün A vrupa’da o r tak bir şey; bu yanar meşalelerle tarla ların , meyve bahçelerinin, o tlakların ya da sığır ah ırlar ı
268
nın çevresinde toplu halde dolaşm alar ya da yarışlar için de söylenebilir. Bundan daha az yaygm olarak , havaya yanar diskler fırlatma, yanar bir tekeri tepeden aşağı b ırakm a töreleri de vardır. Noel kütüğü töreni, özel ve eve ait olmasıyla öbür ateş şenliklerinden farklıdır; fakat bu farklılık, k ışdönüm ünün açık havada toplanm ayı önlemekle kalm ayıp aynı zam anda birden bastıran bir sağanakla ya da karla çok önemli bir ateşi söndürerek topluluğun amacını boşa çıkaracak sert hava k o şullarına bağlanabilir yalnızca. Bu yerel ya da mevsimsel fa rk lılıkların dışında, yılın her zam anında , her yerde yapılan ateş şenlikleri a rasm daki genel benzerlikler oldukça büyüktür. T ö renler birbirine benzediği için, halkın bun la rdan beklediği çıkarlar da birbirine benzer. İster belli nok ta la rda şenlik ateşleri yakm ak, o radan oraya meşaleler do laştırm ak isterse y an m ak ta olan odun yığınından közler ve küller almak şeklinde uygulansın, ateşin, ürünlerin büyümesini, insanların ve hayvanların refahını, ya onları uyararak olum lu bir biçimde ya da gök gürültüsü ve yıldırım, büyük yangınlar, samyeli, küf hastalığı, haşara t, kısırlık, hastalık, özellikle de büyü gibi onları tehdit eden tehlike ve afetleri önleyerek olumsuz biçimde, artırdığına inanılıyor.
Fakat doğal olarak, nasıl oldu da, bu kadar basit yollardan o kadar büyük ve çeşitli yararlara ulaşılacağına inanıldığım sorarız kendi kendimize. İnsanlar nasıl oldu da, ateş ve dum anın, köz ve külün bu kadar çok iyilik getireceğini, bu kadar çok k ö tülüğü savuşturacağını hayal edebiliyordu? Şenliklerin tarihleri konusuna gelince, şenliklerin en önemli ve en yaygm olan ikisinin, aşağı yukarı tam yaz ve kış dönüm lerine, yani güneşin gökyüzünde görünen -öğleyin en yüksek ve en alçak noktasına ulaştığı- iki dönüm noktasına denk gelmesi yalnızca rastlantıyla açıklanamaz. Gerçekten de, k ışdönüm ü Noel kutlam ası k o nusunda, varsayıma bağlı değiliz; eskillerin açık tanıklığından
269
V .•
'ÄV->' a*'
i ' i f
'SiîŞifl
* -
( » :
f ^ T \ iè-'t-V. f : I
..'■> '^ - r f - -, -,
“f !
« '‘i ^ -
»
- . a
. *? '■ ./i * •■' -. i
m Æ
If-%■ “
fs, '1 »
• r. ^ r ' '^' > « . - ■ ■ '. ' • . % , ■ . / - > , ■ , . ' j
.Í ' J L? ï -
M
t ■ ■ / • # ' •p -VÍ '* -î*
-v- Í•î ‘ 1
' - v ^ ' ■ ' i■ V - á f e - í ' - í -'*'■■ :
1 ^ ' * ' ” ->^î-v- \V ' I r - g } , ' , ■;
r
K' fWfi ri I>■/»►<#
«*'i>*
t ■î r '
î ; - ■- K ’-'*- •' */ ' , *
r , ^ - : i # ' ‘: - ; ' - : ' - " ' : ^ ^ S * « v V ' '■ «* Â * - • ■• , . ^ . ' . ; « g ¿ ^
sgw;-8jag^sg*tafcy s^ ^^ sa !g ;^ sas iri^^ e» ^ a^ äg ^ fi^^ B e W 'aa w im asg sfe B ^ a i^ ^^
i  ^ - ; " ¿ t ¿ L
A p o l lo n 'unG üneşA rabası.O d ilo nR e d o n ’unta b lo su ,1 9 0 7 - 1 0 .M u sée desB eaux-A rts ,B o rd eau x ,F ran sa .
biliyoruz ki, kilise, giineşin doğuşuna ilişkin eski pu tperest şenliği yerine koyarak kurum laştırm ıştı bunu: gijneşin, yılın en kısa gününde yeniden doğduğu, bundan sonra ışığının ve sıcaklığının yazdönüm ünde en güçlü du rum a ulaşıncaya kad ar a r tt ığı apaçık kavranıyordu. Dolayısıyla popüler N oel ku tlam alarında o kadar belirgin o larak ortaya çıkan N oel kü tüğünün , ilk başlarda, görünüşte sönm ekte olan ışığını yeniden yakm aya çalışan k ışdönüm ü güneşine yardım etmek için tasarlandığını varsaym ak fazla zorlam a olmaz.
Bazı şenliklerin yalnızca tarihleri değil, aynı zam anda k u tlanm a tarzları da güneşe bilinçli bir öykünmeyi akla getiriyor. Bu törenlerde sıkça gözlenen, yanar bir tekerleği tepeden aşağı yuvarlam a töresi, pekâlâ, güneşin gökyüzündeki seyrinin bir taklidi yerine geçebilir; taklit, güneşin bir yıllık alçalışının başladığı Y azdönüm ü G ü n ü ’ne özellikle uygun düşmektedir. As- hnda, bu töre onu kaydedenlerce de böyle yorum lanm aktad ır . İçi zift dolu yanar bir varili bir direk çevresinde döndürerek gü neşin dönüşünün taklit edilmesinin de buna uygun olduğu söylenebilir. Yine, şenliklerde güneş şeklinde olduğu bazen açıkça söylenen yanar disklerin havaya fırlatılması gibi o rtak uygulama da pekâlâ bir taklit büyüsünün parçası olabilir. Birçok d u rum da olduğu gibi, bun la rda da büyü gücünün taklit ya da duygu yoluyla etkilediği varsayılıyor olabilir: arzu edilen sonucu taklit ederek onu gerçekten elde edersiniz; güneşin gökyüzünde ilerleyişini taklit ederek, ışık veren cismin gökteki seyrini tam vaktinde ve hızla izlemesine gerçekten de yardım edersiniz. Y azdönüm ü ateşinin bazen adlandırıldığı gibi “ gökyüzü ateşi,” dünyasal ve göksel alev arasm da bilinçli bir ilintiyi açıkça gösterir.
Yine, bu durum larda ilk başta ateşin olasılıkla yakılma şeklinin, yapay bir güneş yapm a isteğini desteklediği ileri sürü lmektedir. Bazı araştırm acıların da anladığı gibi, eski zam anlar-
271
B ir A m e r ik a n Y erli k a b ile s in in G ü n eş D ansı. F red e rick R e m in g to n 'u n ta b lo su , 1909. R em in g to n A rt M u se u m , O g d e n sb u rg , N e w Y o rk .
da dönemsel şenliklerde ateşin her yerde iki odun parçasının birbirine sürtülmesiyle elde ediliyor olması büyük bir olasılıktır. Bazı yerlerde, hem Paskalya hem de yazdönüm ü şenliklerinde hâlâ böyle elde edilmektedir; İskoçya ve G aller’deki Beltane törenlerinde böyle o lduğu açıkça dile getirilmektedir. Fakat b u nun bir zam anlar bu dönemsel şenliklerde değişmez bir ateş yakm a tarzı o lduğunu nerdeyse kesin hale getiren şey, daima o dunun sürtülmesiyle, bazen de tekerleğin döndürülm esiyle elde edilen ihtiyaç ateşiyle benzerliğidir. Bu amaçla kullanılan tekerin güneşi temsil etmesi akla yakm bir varsayımdır; düzenli tekra rlanan ku tlam alarda ateş daha önce aynı şekilde elde ediliyor idiyse, bunların başlangıçta güneş büyüleri olduğu g ö rü şünün bir olum lam ası o larak bakılabilir. K u h n ’un da gösterdi-
272
gi gibi, gerçekten de yazdönüm ü ateşinin başlangıçta böyle elde edildiğini gösterecek kanıt vardır. Birçok M acar dom uz çobanının Y azdönüm ü Arifesinde, kenevire sarılmış odun d an bir dingil çevresinde bir teker çevirerek ateş yaktığını ve dom uzlarını bu ateşten geçirdiğini görm üştük . Sw abia’da Ober-medlin- gen’de, “gökyüzü ateşi” denilen şey. Aziz Vitus G ü n ü ’nde (H aziranın on beşi) ka tran la sıvanmış ve saplarla örülm üş bir a ra ba tekerleği tu tu ştu ru la rak elde edilir, dö rt m etre yüksekliğinde bir direğin tepesine bağlanırdı, direğin tepesi tekerleğin d in gil poyrasına yerleştirilmiş olurdu. Bu ateş bir dağın tepesinde yakılırdı, alevler göğe yükselirken, halk, gözleri ve kolları g ök yüzüne doğru çevrilmiş b irtakım sözler söylerdi. Burada tekerleğin bir direğin üzerine tu tturu lm ası ve yakılması, ateşin, ihtiyaç ateşinde olduğu gibi, başlangıçta bir tekerin döndürülm e- siyle elde edildiğini düşündürüyor. Törenin yapılacağı gün (H aziranın on beşi) yazdönüm üne yakındır; M azu ry a ’da ateş gerçekten de Y azdönüm ü G ünü, bir meşe direği çevresinde bir tekerin hızla döndürülm esi yoluyla elde edilir ya da ediHrdi, faka t böylece elde edilen yeni ateşin, bir şenlik ateşini tu tu ş tu r m ada kullanıldığı söylenmiyor.
Bundan başka, bu dönemsel ya da ara sıra yakılan ateşlerin hava koşulları ve bitkiler üzerinde yaptığı varsayılan etki, bunların güneş büyüleri o lduğu görüşünü destekliyor, çünkü onlara bağlanan etkiler güneş ışığmınkilere benziyor. Örneğin, yağm urlu geçen bir H aziran ayında yazdönüm ü ateşleri yak m anın yağm uru durduracağ ına dair Fransız inancı, bunların kara bulutları dağıtıp güneşi pasparlak ortaya çıkaracağını, ıslak toprağı ve yaprak larından sular dam layan ağaç lan k u ru ta cağını varsayar gibidir. Aynı şekilde, İsviçreli çocukların sisli günlerde sisi o r tadan ka ld ırm ak amacıyla ihtiyaç ateşi ku llanmaları, doğallıkla bir güneş büyüsü o larak yorumlanabilir . Vosges D ağlarında halk yazdönüm ü ateşlerinin dünya yemişle
273
rinin saklanmasını ve iyi ü rün alm m asm ı kolaylaştırdığına inanır. İsveç’te gelecek mevsimin soğuk m u sıcak mı olacağı Bahar Bayramı şenlik ateşinin alevlerinin esiş yönüne göre çıkartılır; güneye eserse sıcak, kuzeye eserse soğuk olacaktır. Hiç kuşkusuz, bugün alevlerin yönüne sadece hava koşulu tahm ini o larak bakılıyor, onu bir etkileme yolu o larak değil. Fakat bunun, b ü yünün kehanete dönüştüğü durum lardan biri o lduğunu da söyleyebiliriz. Örneğin, Eifel D ağlarında, dum an buğday tarla la rına doğru esiyorsa, hasadın bol olacağının bir işaretidir bu. Faka t eski görüş, dum anın ve alevlerin yalnızca bir belirti o lm akla kalmayıp, alevlerin sıcaklığının ürün üzerinde güneş etkisi yaparak onun bolluğunu da etkilediği yönündeydi. Belki de Adam A dası’nda halk bu yüzden, dum an tarlaları üzerine essin diye, rüzgâr yönünde yakıyorlardı ateşlerini. Güney A frika’da da. N isan aym da, M atabeleler bahçelerinin rüzgâr yönünde çok büyük ateşler yakarlar, “ buradaki düşünce, dum anın ürünler üzerinden geçerken on la rm olgunlaşmasına yardım edeceğidir.” Z ulu lar arasında da, “ bahçenin rüzgâr yönünde yerleştirilmiş bir ateş üzerinde ilaç yakılır, bitkilerin böylece b u hardan geçirilmesi ü rünün iyileşmesine yardım eder.” Yine, bizim Avrupa köylülerinin, şenlik ateşinin alevleri göründüğü sürece ü rünün iyi olacağı düşüncesi, şenlik ateşlerinin hızlandırıcı ve bereketlendirici gücüne olan inancın bir kalıntısı o larak yorum lanabilir . Aynı inancın şenlik ateşlerinden alınıp ta rla la rda top rağa sokulan közlerin ürünlerin büyümesini etkileyeceği düşüncesinde yeniden ortaya çıktığı ileri sürülebilir; keten to humlarının alevlerin estiği yönde ekilmesi, ekimde tohum un şenlik ateşi külleriyle karıştırılması, küllerin kendisinin tarlayı bereketlendirmek için üzerine serpilmesi ve tohum ları güçlendirmek için, Noel kü tüğünden alınma bir parçanın sabana ta kılması törelerinin altında da aynı şeyin yattığı düşünülebilir. Keten ya da kenevir fidanının, alevler ne kadar yükseğe çıkar
274
sa ya da insanlar onların üzerinden ne kad a r yükseğe atlarsa o k ad ar yüksek olacağı düşüncesi de aynı düşünce sınıfına girer. Yine, K onz’da M oselle’in her iki kıyısında, tepeden aşağı yu varlanan yanan tekerlek hiç sönm eden nehre ulaşırsa, üzüm ü rün ü n ü n bol olacağı an lam ında yorum lanırd ı bu. Bu inanca öyle bel bağlanırdı ki, tö ren in başarıyla yapılması, köylülere yöredeki bağların sahiplerinden belli m ik tarda vergi top lam a yetkisi verirdi. Burada sönmemiş tekerlek, bol üzüm ü rününün habercisi olan bulutsuz bir güneş o larak alınabilir. Köylülerin çevredeki bağcılardan aldığı araba dolusu beyaz üzüm de, üzümleri için sağladıkları güneş ışığının karşılığı bir ödem e yerine geçebilir. Aynı şekilde, G lam organ Vadisi’nde, Y azdönümü G ünü yanar bir tekerlek tepeden aşağı yuvarlanır, tekerlek tepenin eteğine varm adan sönerse, halk kö tü bir hasat beklerdi; tersine, teker aşağıya kad a r yanar du rum da iner ve uzun bir süre daha yanm ayı sürdürürse, halk o yaz dolgun ü rün beklerdi. Burada da, köylü aklının, tekerleğin ateşi ile güneşin ateşi arasm da, ürünlerin tabi o lduğu doğrudan bir bağ kurduğunu varsaym ak çok doğaldır.
Fakat halk inancında şenlik ateşlerinin hızlandırıcı ve be- reketlendirici etkisi yalnızca bitki dünyasıyla sınırlı değildir; hayvanlara k adar uzanır. İrlandahların kısır hayvanları yazdönüm ü ateşi içinden sürmeleri töresinden, Fransızların suya bastırılmış N oel kü tüğünün ineklerin buzağılam asına yardımcı olacağı inancından ve N oel kü tüğünden ne kad a r çok kıvılcım çıkarsa tavukların , danaların , koyunla rm ve çocukların o k a dar çok olacağı Fransız ve Sırp düşüncesinden, şenlik ateşi kü llerinin tavukları yum urtla tm ak için kümeslere konm ası Fransız töresinden ve şenlik ateşi küllerinin hayvanları güçlendirmek amacıyla sularına karıştırılması A lman uygulam asından açıkça görülebilir bu. Dahası, insanın doğurganlığının bile ateşin h a yat verici sıcaklığı ile arttığının varsayıldığma dair açık belirti-
275
Ing iltere , D e v o n s h ir e 'd a H a th erle ıg h A te ş K arnava lı her y ıl 5- K a sım a en
y a k ın Ç a rşa m b a g ü n ü yap ılır .
1er var. Fas’ta halk çocuksuz çiftlerin yazdönüm ü ateşlerinin üstünden a t larlarsa çocuk sahibi olacağmı düşü nür. Y azdönüm ü şenlik ateşinin üzerinden üç kez atlayan bir kızm yakm zam anda evleneceğini ve birçok çocuğun anası olacağı, bir İrlanda inancıdır; F landre’de, kadın lar kolay bir doğum yapabilm ek için yazdönüm ü ateşleri üzerinden a t la r la r ; F ra n sa’nın birçok yerinde, dokuz ateşin
çevresinde dans eden bir kızın o yıl içinde m utlaka evleneceği düşünülür, Bohem ya’daysa şenlik ateşlerinden dokuzunu gören bir kızın o yıl evleneceği hayal edilir. Ö te yandan, Lechra- in halkı, bir delikanlı ile bir kadm alevlere değmeden yazdönüm ü ateşleri üzerinden atlarlarsa, genç kadının on iki ay içersinde anne olamayacağını söyler; alevler ona dokunup dölleme- miştir onu. İsviçre’nin ve F ransa’nın bazı bölgelerinde Noel k ü tüğünün ışığında, kadm larm çocuk sahibi olmasını, dişi keçilerin oğlak doğurmasını, koyunlarm kuzulamasını dileyen bir dua okunur. Bazı yerlerde uygulanan şenlik ateşlerinin son evlenen kişiler ta ra fm dan yakılması kuralı, böyle bir kişinin do- ğurtucu ve döllendirici etkiyi ister ateşten aldığı, ister ateşe verdiği varsayılsın, aynı tü r düşüncelerden kaynak lan ıyor g ö rü n ü yor. Âşıkların ateşin üzerinden el ele a tlam a uygulaması, evliliklerinin bu yolla kutsanacağı ve çocuklara kavuşacakları d ü şüncesinden doğm uş olabilir; buna benzer bir neden, bir yıl içinde evlenmiş olan çiftleri meşalelerin ışığında dans etme zorunluluğu getiren töreyi açıklayabilir. Bizde bir zam anlar Bahar Bayramı kutlam aların ın işareti o lduğu gibi, Estonyahlar arasında da yazdönüm ü kutlam aların ın belirgin işareti olan hovardalık sahneleri, tatilde o lanlara tan ınan bir izin o lm aktan
276
■ i
.'r-.
C iittü iş ti’H (¡ ı ın ılc s tn ıp h ir p a n o . K elt k ö ke n lid ir , td k .ıt V ık ııtg ler ta ra fın d a nyağ m a la ııın ış tır . G ö k g iir iiltiisii tanrısı T a ra n ış h ir a te ş çem b e r i fır la tıyo r . Kcizanın iç k ısm ınd ım dctııy . U lusal M iızc , K o p en h ag .
277
çok, bu tü r âlemlerin, gerekli o lm asa bile, insanm yaşamm ı, yı- Im bu dönüm nok tasm da göklerdeki seyre bağlayan bazı gizemli bağlar ta ra fm dan haklı görülebileceği gibi kaba bir d ü şünceden geliyor olabilir.
Şenliklerde şenlik ateşi yakm a töresi genellikle tarlalar, meyve bahçeleri, otlaklar, kümes hayvanları ve sürüler a ras ın da meşalelerle dolaşm a töresiyle birliktedir; bu iki törenin, aynı am aca, yani ister sabit ister taşınabilen ateşten aktığına ina nılan yararlara ulaşm anın iki farklı yolu o lduğundan kuşku duyulamaz. Buna göre, şenlik ateşleri hakkm dak i güneş k u ra mını kabul edersek, bunu meşalelere de uygulam ak zorunda- yızdır; elde yanar meşaleler k ırlarda yürüm e ya da koşm a uygulaması, bu titrek alevlerin zayıf bir taklidi olduğu güneş ışığının hayat verici etkisini bü tün çevreye yaym anın bir yo lundan başka bir şey değildir.
Yine de, bu şenliklerde ateşte tasvir yakm anın anlamı nedir, diye sorm ak zorundayız. Sorunun yanıtı, deminki a raş tırm alardan apaçık o rtada gibi görünüyor. Bu ateşlerin, genellikle cadıları yakm ak amacıyla tu tuştu ru lduğu varsayıldığına, ateşlerde yakılan tasvire kimi zam an “ C a d ı” dendiğine göre, bu gibi durum larda alevlerde yakılan bü tün tasvirlerin cadıları ve büyücüleri temsil ettiği, onları yakm a töresinin kö tü , g ünah kâr kimseleri yakm a yerine geçtiği sonucunu doğallıkla ç ıkarabiliriz, çünkü taklit büyüsü ilkesine göre tasvirini yakm akla ca dının kendisini yakmış olursunuz. Fakat bu açıklama her d u ru ma uygulanam ayabilir, bazıları bir başka yorum a daha uygundur, ha tta başka bir yorum gerektirebilir.
A vrupa’daki ateş şenlikleriyle ilgili yaygm törelerde, daha eski bir insan k u rban etme uygulamasına işaret ettiği görülen bazı özellikler vardır. A vrupa’da canlı kişilerin ağaç ruhunun ve tahıl ruhunun temsilcileri o larak iş gördüklerine, böylece ölüme gittiklerine inanm ak için elimizde nedenler vardır. Bu
278
B u A z te k y a r ım k a b a r tm a s ın d a M e k s ik a tanrıları T e zca tl ip o ca ile H u itz i lo p o c h tl i g ö r ü n ü yo r . T e zca tl ip o ca h a sa t iç in g e re k li o la n a m a ayn ı za m a n d a k u r a k lık te h lik e s i de g e tiren y a z g ü n e ş in i te m sil eder. U lusal A n tro p o lo j i M ü zes i, M ex ico C itv .
durum larda insan k u rb an la ra dair en belirgin izler, daha önce gördüğüm üz gibi, yüz yıl öncesine kadar, İskoçya Yaylalarında, Beltane ateşlerinde hâlâ yaşıyordu: A vrup a ’nm yabancı etkilerden neredeyse tam am en yalıtılmış uzak bir köşesinde yaşayan Kelt halkı eski putperestlik izlerini, o güne kadar Batı A v ru p a’daki diğer h a lk la rdan daha iyi korum uştu . Bu yüzden, ateşe insan ku rban etm enin Kekler ta rafından sistemli bir biçimde uygulandığının ta r tışmasız kanıtlara dayanılarak bilinmesi önemHdir. Bu kurban törenlerinin en erken tanım ım Julius Sezar veriyor. Sezar, o zam ana kadar bağımsız yaşamış olan Galyah Keklerin fatihi o larak, ulusal K ek dini ve yaşam tarzını gözlemleme fırsatım elde etmişti: bunlar, hâlâ ulusun tazeliğini ve canlılığını taşıyordu o zam an. R om a uygarlığının eritici potasında kaybolmamıştı. Öyle gö rünüyor ki, Sezar kendi notlarına R om a ordularını M anş Denizi’ne taşım adan yaklaşık elli yıl önce G alya’yı dolaşmış olan Poseidonios adlı bir Y unan kâşifinin gözlemlerini de katmıştı. Yunanlı coğrafyacı S trabon ile tarihçi D iodoros da. Kek kurbanları hakk ında anlattıklarını Poseıdonios’un yapıtından, am a birbirinden ve Sezar’dan bağımsız o larak almış gö rünüyorlar, çünkü her üç öykü de ötekilerin hiçbirinde bu lun m ayan ayrıntılar içeriyor. Dolayısıyla, bunları birleştirerek Po- seidonios’un özgün öyküsünü bir dereceye kadar kesin biçimde kurabiliyor ve böylece M Ö ikinci yüzyılın bitiminde Galya Keklerinden bize kalan bir k u rban tablosu elde edebiliyoruz. Aşağıda bu törenin ana hatlarını bulabiliriz. Kekler yargılan-
279
mış suçluları, her beş yılda bir yapılan büyük bir şenlikte ta n rılara kurban etmek üzere bir kenarda tu tarlardı. Bu ku rb an la rın sayısı ne kadar yüksek olursa, toprağın veriminin de o derece yüksek olacağına inanırlardı. K urban edilecek yeteri kadar suçlu olmadığı zam anlarda , bu eksiği kapatm ak için savaşlarda alm an esirler boğazlanırdı.
Zam anı geldiğinde ku rban etme işi Druidler ya da rahipler ta rafından yerine getirilirdi. Kimileri oklarla vurulur, kimileri kazığa kakılır, kimileriyse aşağıdaki şekilde canh canlı yakılırdı: Sepetlik sazlardan ya da odun ve otlardan dev tasvirler k u rulur, bunların içi canh insanlar, sığırlar ve başka türden hayvanlarla dolduru lurdu ; daha sonra tasvirler tu tuştu ru lur , içlerindeki canlılarla birlikte yakılırdı.
Böylece, eski Galyah Keklerin kurban etme törenlerine değgin izlerin M odern A vrupa’nm yaygın şenliklerinde bu lunabildiği görülüyor. Doğal olarak, F ransa’da ya da eski Gal- ya’nm sınırları içinde kalan daha geniş bir a landa, bu dinsel tö renler, dev sepetleri ve bunların içine kapatılmış hayvanları yakm a törelerinde apaçık izler bırakmıştır. Bu töreler, d ikkat edilirse görülecektir, genellikle yazdönüm ünde ya da ona yakın günlerde gerçekleştirilirdi. Çıkardığımız bu sonuç, A vrupa halk törelerinin genel araştırm asından elde edilen bulguyla uyuşm aktadır: yazdönüm ü şenliği, A vrupa’daki ilkel Arilerin ku tla dığı yıllık şenliklerin en yaygın ve en büyük olanıydı.
R o m arjr ıh ç ile r in c ? ' >re,B rıtanya lı K elîler, içine *^uhk iim lürın k o n d u ğ u ve tu r b a n o la ra k sanlı çatılı '.a k ıld ığ ı d ev ¿az a d a m la r '.apardı.
281
ö lü le r i ko rıtyu ıı d ö r t t mrıçcidün biri o lun Serke t. getıç F iravun T u îiin kh d - mon'un iç o rgau larifun k o n d u ğ u çek n u ’ccyi bekliyo r .A ltın k ap la m a ra h ta . K ah ire M üzesi,M ısır.
Onuncu Bölüm
Ba ş i b o ş D o l a ş a n R u h
R a m a y a n ad e s ta n ın d a nbir sahne:k a h ra m a nH in t p ren s iR a m asevgilisiS ita ’y ıa rıyor.1 7 8 0 ’d en b irH in t resm i.H in d is ta nU lusal■Müzesi, Y eni D elh i.
Bu kitabın daha önceki bir bö lüm ünde (bkz. Ruhun k o rku lan), ilkel insanların düşüncesine göre ruhun ölüme neden olmaksızın geçici o larak bedenin dışına çıkabileceğini gö rm üştük. R uhun bu tü r yokluklarının, o rtalık ta başıboş dolaşan ruh, düşm anların eline geçerek çeşitH kazalara uğrayabileceği için, oldukça tehlikeli o lduğuna inanılırdı çoğu kez. Fakat ru hun bu dışarı çıkma yeteneğinin bir başka yönü daha vardır. Ruh, bedende olmadığı süre içinde güvenlik altına alınabiliyorsa, yokluğunu belirsiz bir süre devam ettirmemesi için he rhan gi bir neden olamaz; gerçekten de bir insan sırf kişisel güvenliğini hesap ederek ruhunun bir daha bedenine asla dönm em esini arzu edebilir. Yabanıl, yaşamı soyut o larak “ sürekli bir d u yum o lanağ ı” ya da “ iç düzenlemelerin dış ilişkilere devamlı ayarlanm ası” şeklinde kavrayam adığı için, onu gözle görülür, elle tu tu lur, bir ku tuda ya da kavanozda saklanabilir, ya ra lan maya, kırılmaya ya da parça lanm aya açık, belli oylum da somut, m addi bir şey o larak düşünür. Böyle kavranınca, yaşamın insanm içinde bulunm ası o kadar da gerekli değildir; bedenin içinde olmayabilir, am a yine bir tü r duygu yakınlığı ya da uzaktan etkiyle insanı canlandırm aya devam edebilir. Fiayatım ya da ruhum dediği bu şey zarar görm eden kaldığı sürece insan sağlıklıdır; eğer bir hasara uğrarsa, insan acı duyar bundan; yok edilirse, ölür. Ya da bir başka şekilde düşünülürse, bir insan hastaysa ya da ölmüşse, d u rum şöyle açıklanır: yaşamı ya da ruhu denilen şey, bedenin ister içinde ister dışında olsun, ya hasara uğramıştır ya da yok edilmiştir. Ama yaşam ya da ruh
285
insanın içinde kalıyorsa, güvenli ve gizli bir yerde saklanmış olduğu zam ankinden daha büyük bir hasara uğram a olasılığının o lduğu durum lar da vardır. Bunun için de, bu gibi durum larda ilkel insan ruhunu bedeninin dışına çıkarır ve onun güvenliği için, tehlike geçtikten sonra yeniden bedenine koym ak üzere güvenli bir yere koyar. Ya da tam am en güvenli bir yer bulabilirse, ruhunu devamlı o larak o rada tu tm aya razı olabilir. Bunun yararı, ruh onu koyduğu yerde zarara uğram adan kaldığı sürece, insanın kendisinin ölümsüz olmasıdır; yaşamı bedeninin içinde olmadığı için hiçbir şey bedenini öldüremez.
Bu ilkel inancın kanıtlarım belirli bir tü r halk m asallarından elde ediyoruz; bunlarm belki de bilinen ilk örneği, “ Kalbi bedeninde olm ayan dev” adlı İskandinav masalıdır. Bu tür öyküler bü tün dünyada çok yaygındır, bunların sayılarından ya da görülm e sıklığından, ana fikrin anlatıldığı ayrıntılarından, dış ruh kavram ının tarih in erken bir aşam asında insanların zihinleri üzerinde güçlü bir etkisi o lduğunu çıkarsayabiliriz. Ç ünkü halk masalları, dünyanın ilkelin zihnine görüldüğü şekliyle sadık bir yansısıdır; bize ne k adar saçma görünürse g ö rü n sün, bu m asallarda genellikle ortaya çıkan bir fikrin bir zam anlar sıradan bir inanç konusu o lduğundan emin olabiliriz. Bu güven, ruhu daha uzun ya da daha kısa bir süre dışarı çıkarma varsayımsal gücüyle ilgili o lduğu kadarıyla, söz konusu halk masalları yabanılların gerçek inançları ve uygulamalarıyla k a r şılaştırıldığında fazlasıyla doğru lanm aktad ır . Bu m asallardan bazı örnekler verdikten sonra bu konuya yeniden döneceğiz. Bu örnekler bu tü r masalların hem karakteristik özelliklerini hem de yaygın dağılımını gösterecek bir biçimde seçilecektir.
Öncelikle, bu dış ruh öyküsü H ind is tan ’dan H ebrid le r’e kadar bütün Ari halkları ta rafından çeşitli biçimlerde anlatılm aktadır . Ç ok bilinen bir şekli şöyledir: bir büyücü, bir dev ya da başka herhangi bir periler diyarı yaratığı, ruhunu uzakta giz
286
li bir yerde tu ttuğu için yaralanam az, ölüm süzdür; fakat büyülü şatosunda esir tu ttuğu güzel bir prenses, gizini hile ile öğrenir ondan ve bunu, büyücünün ruhunu , kalbini, hayatm ı ya da ö lüm ünü (çeşitli adlar verilir buna) a ram ak ta olan kahram ana açıklar, kah ram an da bu ruhu yok etmekle büyücüyü öldürm üş olur. Örneğin bir H indu masalında, Punchkin adlı bir büyücünün bir kraliçeyi on iki yıl nasıl esir tu ttuğu, onunla evlenmek istediği, am a kraliçenin onu nasıl reddettiği anlatılıyor. Sonunda, kraliçenin oğlu onu kurtarm aya gelir, ana oğul Punchkin’i ö ldürm ek için bir p lan yaparlar. Kraliçe, büyücüyle konuşur, sonunda kendisiyle evlenmeye karar verdiğini söyler. “ Sen de söyle b a n a ,” der, “gerçekten ölümsüz müsün? Ö lüm senin yanm a yanaşm az mı? İnsanların duyduğu acıları duym ayacak k a dar büyük bir sihirbaz mısın sen?” “D o ğ ru ,” der büyücü, “ başkaları gibi değilim ben. Uzaklarda, çok uzaklarda - bu radan yüz binlerce mil uzakta, balta girmemiş orm anlarla kaph insansız bir ülke vardır. O rm an ın ortasında, çevresi hurm a ağaçlarıyla çevrih bir yer, bu yerin ortasında içleri suyla dolu, birbiri üzerine kuru lu altı tane chattee var; altıncı chattee 'nm altında küçük bir kafes, kafesin içinde küçük, yeşil bir papağan vardır; benim yaşamım o papağan ın yaşamına bağlıdır - eğer papağan öldürülürse ben de ölürüm . Am a yine d e ,” diye ekler, “pap ağ ana herhangi bir zarar vermek olanaksızdır, hem o ülkeye girilemeyeceği için, hem de h u rm a ağaçlarının çevresinde benim em rimde binlerce cin vardır; oraya kim yaklaşırsa öldürürler o n u .” Ancak kraliçenin genç oğlu bü tün güçlüklerin üstesinden gelir ve papağanı yakalar. Büyücünün sarayının kapısına getirir ve onunla oynam aya başlar. Büyücü Punchkin bunu görür ve dışarı ç ıkarak papağanı kendisine vermesi için kandırm aya çalışır onu. “Papağanımı geri ver!” diye bağırır. Çocuk papağanı tu ta r ve kanatla r ından birini koparır; o bunu yapınca büyücünün sağ kolu kopup yere düşer. O zam an Punchkin sol kolunu
287
ileri uzatır ve bağırır: “ Papağanımı geri ver!” Prens papağanm ikinci kanadm ı koparır ve büyücünün sol kolu da düşer. “ Papağanımı ver!” diye bağırır ve dizlerinin üzerine çöker. Prens papağanm sağ bacağını koparır, büyücünün sağ bacağı kopar; prens papağanm sol bacağını koparır, büyücünün sol bacağı da kopar. Gövdesinden ve başından başka hiçbir şeyi kalmamıştır büyücünün, am a o hâlâ gözlerini döndürüyor ve bağırıyordur: “ Papağanımı ver!” “Al papağanını öyleyse,” diye bağırır çocuk ve kuşun boynunu burarak büyücüye atar; o bunu yapınca Punchkin’in başı da burulm uş olur ve korkunç bir inlemeyle ölür! Bir başka H indu masalında, kızı, insan yiyen bir deve sorar: “ Baba, ruhunu nerede saklıyorsun sen?” “ Buradan yirmi beş kilometre ötede bir ağaç v a r” der dev. “ Ağacm çevresinde kaplanlar, ayılar, akrepler ve yılanlar var; ağacm tepesinde çok iri, çok büyük bir yılan var; onun kafasının üzerinde küçük bir kafes var; kafeste bir kuş var; işte benim ruhum o kuşun içinde .” Devin sonu bundan önceki öyküdeki büyücünün aynıdır. Kuşun kanatları ve bacakları k o panhnca devin kolları ve ba cakları da düşer; boynu burulunca, dev de cansız yere yığılır. Bir Bengal masalında bü tün devlerin Seylan’da o turduğu, hepsinin yaşamlarının bir tek limon içinde olduğu anlatılır. Bir oğlan çocuk limonu parça parça keser ve bütün devler ölür.
Belki de H ind is tan ’dan alınmış bir Siyam ya da Kamboçya m asalında, Seylan Kralı T hossakan ya da R avana’nm, savaşa giderken ruhunu büyüyle bedeninden dışarı çıkarıp evde bir k u tuda bırakabildiği anlatılır. Böylece savaşta yaralanm az h a le geliyordur. R a m a ’ya karşı savaş vermek üzereyken, ruhunu göz kulak olması için Ateşgöz adlı bir münzeviye em anet eder. R am a, dövüşte oklarının krala çarptığını am a onu yara lam adığını görerek şaşırır. Am a kralın dokunulm azlığının gizini bilen R am a bağlaşıklarından biri büyüyle kendini krala benzetir ve münzeviye giderek ruhunu geri ister. R uhu alır almaz göklere
288
B ir h o ğ a n m s ırtın d a a k r o b a tik p o z d a d e n g ed e d u rm a y a ça lışan b ir in san ı g ö s teren , G ir it 'te K n o sso s S a ra y ı'n d a n b ir M in o s fresk i. “ B oğa G üreşç is i F re s k i” , M Ö 1500 c ıv a n . U lusal A rk e o lo ji M ü ze s i, A tin a .
çıkar ve R a m a ’ya doğru uçar; ku tuyu havada sallam akta ve öyle sıkı tu tm ak tad ır ki, Seylan Kralının soluğu bedeninden ayrılır ve kral ölür.
Bir Bengal m asalında, uzak bir ülkeye gitmekte olan bir prens, babasının sarayının avlusuna kendi elleriyle bir ağaç diker ve ana babasına “ Bu ağaç benim yaşam ım ” der. “Ağacı yeşil ve canlı görürseniz, bilin ki her şey yolunda; ağacın bazı da llarının solduğunu görürseniz bilin ki hastayım; bü tün ağacın ku ruduğunu görürseniz bilin ki öldüm , bu dünyada değilim a r t ık .” Bir başka H in t masalında bir prens geziye çıkarken, d ikkatle bakılması ve korunm ası emrini vererek bir arpa bitkisi bırakır geriye, çünkü bitki yeşerirse kendisi yaşıyor ve sağlıklıdır, am a başını düşürmüşse kendisine bir kö tü lük yapılm ak üzeredir. Bir gün arpanın solup düştüğü görülür. Ç ünkü prensin b a şı kesilmiştir, kesik baş yere yuvarlanınca arpa da ikiye ayrılır ve yere düşer.
Eski ya da yeni olsun, Y unan m asallarında dış ruh fikri seyrek ras tlanan bir şey değildir. M eleagros yedi günlük o lun ca, Kader tanrıçaları anasına gö rünür ve M eleagros’un ocakta
289
yanan odun kül olunca öleceğini söyler. Bunun üzerine annesi odunu ateşten kapar ve sandık içinde saklar. Fakat yıllar geçer, dayılarını ö ldürdüğü için oğluna kızan annesi odunu ateşte yakar, M eleagros da alevler yaşamsal organlarına saldırıyormuş gibi, acılar içinde can verir.
Yine M egara Kralı N isus’un başının ortasında m or ya da altın rengi bir tu tam saç vardır, yazgısına göre, bu saç ne zaman koparılırsa, kral ölecektir. M egara, Giritliler ta ra fm dan kuşatıldığında kralın kızı Skylla Giritlilerin kralı M in o s’a âşık olur ve babasının başından o yaşamsal saçı koparır. O da ölür. Bir m odern Y unan halk m asalında bir insanın gücü başındaki altın rengi saçlarmdadır. Annesi bu saçları kopard ığ ında adam zayıflar ve korkaklaşır, düşm anları ta ra fm dan kılıçtan geçirilir. Bir başka m odern Y unan masalında bir büyücünün yaşamı bir yabandom uzunun karn ındaki üç kum ruya bağlıdır. K um ru lardan biri ö ldürülünce büyücü hastalanır, ikinci kum ru ö ld ü rü lünce hastalığı daha da artar, üçüncüsü öldürülünce de ölür. Aynı türden bir başka Y unan masalında, bir devin gücü bir yabandom uzunun karn ındaki üç ötücü kuşa bağlıdır. K ahram an, kuşlardan ikisini ö ldürür, sonra düşm an lan devin evine geldiğinde onu büyük bir acı içinde yerde yatar bulur. K ahram an üçüncü kuşu deve gösterir, dev, kuşu serbest bırakm ası ya da yemesi için kendisine vermesini söyler. Fakat kah ram an kuşun boynunu burar, dev de hem en oracıkta ölür.
“Alaeddin ile Sihirli L am bası” masalının m odern bir R o ma versiyonunda, büyücü, okyanusun ortasında yüzen bir k a ya üzerinde esir tu ttuğu prensese, kendisinin asla ölmeyeceğini söyler. Prenses bunu kendisini ku rta rm aya gelmiş olan kocası prense iletir. Prens, “ O lam az bu, am a onun için ö ldürücü bir şey olması gerekir, bunun ne o lduğunu sor o n a ,” der. Bunun üzerine prenses büyücüye sorar, o da o rm anda yedi başlı bir yılan yaşadığını söyler; yılanın o rtadak i başının içinde bir tavşan
290
A la ed d in ve S ih irli L a m b a s ı W a n h ir illü s tra syo n .
yavrusu vardır, tavşan yavrusunun başının içinde bir kuş vardır, kuşun başının içinde de değerli bir taş vardır, eğer bu taş yastığının altına konursa , ölecektir. Prens o taşı ele geçirir, prenses de büyücünün yastığının altına koyar. Büyücü başını yastığa koyar koym az, üç kez korkunç bir çığlık atar, üç kez döner ve ölür.
291
Aynı türden öyküler Slav halkları arasında vardır. Örneğin bir Rus m asahnda , Ö lüm süz Koshchei adlı bir büyücünün bir prensesi kaçırdığı ve altından kalesinde tu ttuğu anlatılır. Fakat prenses bir gün kalenin bahçesinde yalnız başına ve üzgün d o laşırken, onun gözüne girmeye çalışan bir prensle birlikte kaçma um uduyla birden neşelenir ve büyücüye koşar, sahte, övücü sözlerle dil döker ona, “ Sevgili d o s tu m ,” der, “yalvarırım söyle bana, sen hiç ölmez m isin?” “Tabii ö lm em ,” der o da. “ Pekâlâ ,” der, “ Nerede ölüm ün senin? O tu rduğun evde m i?” “ Elbette öyle ,” der o, “ eşiğin altındaki süpürgenin iç inde.” Bunun üzerine süpürgeyi bulur ve ateşe atar, fakat süpürge yandığı halde ölümsüz Koshchei hayatta kalır; kıl kadar bir şey yanmıştır bedeninde. Birinci girişiminde başarısız olmuş olan cilveli kurnaz kız surat asar ve şöyle der ona: “ Gerçekten sevmiyorsun beni sen, sevseydin ö lüm ünün nerede o lduğunu söylerdin, am a ben sana kızmıyor, bü tün kalbimle seviyorum sen i.” Bu yaltaklanıcı sözlerle, ö lüm ünün gerçekten nerede o ldu ğunu sorar büyücüye. Bunun üzerine büyücü güler ve sorar ona, “ N eden öğrenm ek istiyorsun? Neyse, sana olan aşkım dan dolayı söyleyeceğim. Bir ta rlada üç yeşil meşe ağacı du rm ak ta , en büyük meşenin köklerinin a tında bir solucan var, eğer bu solucan bu lunur da ezilirse, anında ölürüm ben .” Prenses bu sözleri işitince âşığına koşar ve her şeyi anlatır; prens ise meşe ağaçlarım buluncaya kadar her yeri araştırır, kazarak çıkarır solucanı ve ezer. Sonra büyücünün sarayına koşar, am a büyücünün hâlâ yaşam akta o lduğunu öğrenir prensesten. O zam an prenses Koshchei’ye bir kez daha yaltaklanır ve yalvarır; bu kez onun oyunlarına yenilen büyücü kalbini ona açar ve hak ikati söyler ona. “ Ö lü m ü m ,” der, “ buradan çok uzakta, bu lunması zor bir yerde, uçsuz bucaksız okyanusta . O kyanusta bir ada var, adanın üzerinde yeşil bir meşe ağacı yaşar, meşenin altında demir bir kasa, kasanın içinde küçük bir sepet, sepetin
292
içinde bir tavşan, tavşanın karn ında bir ördek, ördeğin karn ın daysa bir yum urta var; yumurtayı bulup kıran kişi hemen o a n da beni de ö ldürm üş o lu r .” Prens yaşamsal yum urtayı ele geçirir tabii, ve yum urta elindeyken ölümsüz büyücüyle karşılaşır. Prens yum urtayı sıkmaya başlam asa canavar prensi ö ldürecektir. Bunun üzerine büyücü acıyla çığlık atar, sırıtarak, gülerek o rada duran yalancı prensese döner ve “ Sana olan aşkım dan söylemedim mi ö lüm üm ün nerede o lduğunu?” der. “ Senin vereceğin karşılık da bu dem ek?” Böyle diyerek duvarda bir çivide asılı du ran kılıcına atılır, fakat o kılıca ulaşam adan prens elindeki yum urtayı kırar, büyücü de tabii o anda ölmüş olur. “ Koshchei’nin ölüm ü anlatılırken, bir yerde, gizemli y u m u rta nın alnına atılmasıyla ö ldürüldüğü söyleniyor - yaşamının bağlı o lduğu o büyü zincirindeki son halka. Aynı masalın, am a bu kez bir yılan üzerine anlatılan bir başka versiyonunda, ö ldü rü cü darbe, bir adada , bir taşm içindeki tavşanın içindeki ö rdeğin karn ındaki bir yum urtan ın sarısında bulunan küçük bir taşla indirilir.
Tö ton kökenli halklar arasında dış ruh öykülerine çok rastlanır. Transilvanya Saksonlarm m anlattığı bir masalda, bir delikanlı bir büyücü karıya defalarca ateş eder. M ermiler kad ının bedeninden geçer am a ona hiç zarar vermez, büyücü karı gülüp alay eder onunla. “ Budala so lucan ,” diye bağırır, “ istediğin kadar ateş et. Bana dokunm az. Ç ünkü bilesin ki, benim yaşamım bedenimde değil, uzakta, çok uzaktadır. Bir dağda küçük bir göl var, gölün üzerinde bir ördek yüzer, ördeğin k a r nında bir yum urta var, yum urtan ın içinde bir ışık yanar, işte o ışık benim yaşamımdır. Eğer o ışığı söndürebilirsen, benim yaşamım da sona erer. Am a kimse yapam az b u n u .” Ama genç adam yum urtayı ele geçirir, k ırar ve içindeki ışığı söndürür, bü yücünün yaşamı da böylece sona erer.
Bir A lm an masalında Ruhsuz Beden adlı bir yam yam ru-
293
ÇZ?ie fCtı\S Jle.pp<!tb o u i CN r r r / / r / .fie /v m p scy3p<iĞ out ^ £< ^2nan
T H E S O U L L E S S K IN G
“K ra l d ışarı a d ım ın ı a ttı ve k a vg a b a ş la d ı." A l t ın D a l 'd a n R u h u O lm a y a n K ra l iü ü s tra sy o n u , 1 9 2 5 , L o n d ra .
294
hunu Kızıldeniz’in ortasındaki bir kayanın üzerinde duran biı ku tunun içinde saklam aktadır . Bir asker bu ku tuyu ele geçirir ve onunla birlikte R uhsuz’a gider, yam yam ruhunu geri vermesi için yalvarır ona. Ama asker kutuyu açar, ruhu dışarı çıkarır ve başının üzerinden geriye fırlatır. Aynı anda yam yam cansız yere serilir.
Bir başka Alm an m asalında, bir büyücü karanlık ve sıkıc. bir o rm an ın o rtas ında bir genç kızla birlikte yaşam aktadır . Kız büyücünün bir gün yaşlanıp öldüğünde kendisini o rm a n da tek başına b ırakacağ ından k o rkm ak tad ır . A m a o, kıza g ü ven verir. “ Sevgili çocuğum ,” der, “ ben ölm em , göğsüm ün içinde kalp yok ben im .” Kız inatla sorar ona kalbinin nerede olduğunu. O da şöyle der; “ B uradan çok uzak ta bilinmeyen, yapayalnız bir to p rak ta büyük bir kilise var. Kilise dem ir k a pılarla k o ru n m ak ta , çevresinde geniş, derin bir hendek var. Kilisenin içinde bir kuş uçar, benim kalbim işte o kuşun içindedir. O kuş yaşadığı sürece ben de yaşarım . O kuş kendiliğinden ölmez, hiç kimse de yakalayam az onu; işte bunun için ben ölm em, senin k o rk m an a gerek y o k .” Fakat büyücü, kızı kaç ırm adan önce kızın nişanlısı o lan delikanlı kiliseye ulaşmayı ve kuşu yakalam ayı başarır. O n u genç kıza getirir, kız onu ve k u şu büyücünün yatağı altına gizlemiştir. Çok geçmeden büyücü eve gelir. Dediğine göre içinde bir sıkıntı vardır. Kız ağlar ve der ki, “ H eyhat, baba ölüyor; demek bir kalp varmış göğsünd e .” “ Ç o cu k ,” diye yanıt verir büyücü, “ ağzından yel alsın. Ben ölmem. Birazdan geçer.” Bunun üzerine yatağın altındaki delikanlı kuşu hafifçe sıkar; o bunu yapınca büyücü çok kötü hisseder kendini ve o tu rur . Sonra delikanlı kuşu biraz daha kuvvetle sıkar, büyücüyse kendini kaybedip o tu rduğu iskemleden düşer. “ Sık artık, ö ldür o n u ,” diye bağırır genç kız. Sevgilisi dediğini yapar, kuş ölünce yaşlı büyücü de cansız düşer döşem enin üzerine.
295
İskandinavların , “ bedeninde ruh o lm ayan dev” m asahnda dev, esir prensese şöyle der: “Buradan çok uzaklarda bir gölde bir ada var, o adanm üzerinde bir kilise var, o kilisede bir k u yu var, o kuyunun içinde bir ördek yüzer, o ördeğin karnm da bir yum urta var, işte benim kalbim o yum urtanm içindedir.” M asah n kahram anı, iyi davrandığı bazı hayvanların yardım ıyla yum urtayı ele geçirir ve sıkar, bunun üzerine dev acı acı b a ğırır, yaşamını bağışlaması için yalvarır. Fakat kah ram an yum urtay ı kırar, dev de an ında patlar. Bir başka İskandinav m a sahnda dağlarda yaşayan bir dev, esir prensese bir ejderhanın dokuzuncu başındaki dokuzuncu dilin altında bulunan kum ta nesini bulm adıkça yurduna asla dönemeyeceğini söyler; am a o kum tanesi, içinde devlerin yaşadığı kayanın üstüne getirilecek olsaydı, bü tün devler patlayacak, “kayanın kendisi altın yaldızlı bir saraya, gölse yeşil bir çayırlığa dönüşecekti.” K ahram an k u m tanesini bu lur ve devlerin yaşadığı kayanm üzerine getirir. Bunun üzerine bü tün devler patlar, gerisi de devlerden birinin daha önce söylediği gibi olur.
İskoçya’nın Batı Y aylalarında kaydedilmiş bir K ek m asahnda, esir bir kraliçe, ru h u n u nerede sakladığını sorar bir deve. Dev, kadım birçok kez a ldattık tan sonra, nihayet yaşamsal sırrım ona açar: “ Eşiğin altında büyük bir kaldırım taşı var. T a şm altında iğdiş bir koç var. Koçun karn ında bir ördek var, ö r değin k a rnm da bir yum urta var, işte benim ruhum o y u m u rta nm içindedir.” Ertesi gün, dev çayıra çıktığında, kraliçe yum urtayı ele geçirmeyi başarır, avcunda ezer, tam o sırada a k şamüzeri eve dönm ekte olan dev cansız yere serilir.
Bir başka K ek masalında, bir deniz yaratığı bir kralın kızını kaçırmıştır, yaşlı bir demirci, yaratığı ö ldürm enin sadece bir yolu o lduğunu söyler. “Körfezin ortasındaki adada incecik b a cakları olan, ayağına çabuk, beyaz ayaklı geyik, Eillid Chais- fhion yaşar; o yakalansa bile içinden bir karga fırlar, karga ya
296
. . .
1 '
O r p h e u s 'u n karıs ı E u r y d ık e b ir y ıla n ın ıs ırm a sıy la ö lü n ce . O rp h e ııs o n u Y era ltın a k a d a r iz led i ve sö y le d iğ i şa rk ıy la y era ltın d a k ıle r ı b ü y ü le d i. E d m o n d A m a n -J e a n ’ın O rp h e u s ve E şi ta b lo su .
kalansa bile bir alabalık fırlar içinden, fakat alabalığın ağzında bir yum urta vardır, yaratığın ruhu da o yum urtan ın içindedir, yum urta kırılırsa yaratık ö lü r .” H er zam an olduğu gibi y u m u rta kırılır ve yaratık ölür.
Bir İrlanda m asalında, bir devin güzel bir genç kızı, güzel esiri boş yere kurta rm aya çalışmış kahram an ların kem iklerinden bembeyaz olmuş bir tepenin üstündeki şa tosunda esir tu t tuğu anlatılır. En sonunda, kah ram an deve balta ve kamçıyla saldırıp da bü tün bun la rm işe yaram adığını görünce, onu öldürm enin tek yolunun, devin sağ memesi üzerindeki bir beni yum urtay la ovm ak o lduğunu keşfeder; ancak yum urta bir ö r değin karn ında , ördek bir ku tuda , ku tu ise denizin dibinde ki
297
V e rg ıliu s 'u n V I. K ita b ı A e ııe ıd ’rfe a n la tıld ığ ı ü zere A e n e a s 'ın ö lü ler in ru h larına geleceğ i d a n ış m a k ü zere
Y era ltına inişi. Y aşlı J a n B rueghel. G üzel S a n a tla r M ü zes i, B udapeşte .
litli ve bağlı o larak durm aktad ır . K ahram an kendisine m innettar bazı hayvanların yardımıyla değerli y u m urtan ın sahibi olur ve yum urtayı devin sağ göğsündeki bene vurarak devi ö ldürür. Aynı şekilde, bir Breton masalında, kendisine ne ateşin ne suyun ne de çeliğin zarar vereceği bir devden söz edilir. Dev, daha önceki bütün karılarını ö ldürdükten sonra henüz evlendiği yedinci karısına şöyle der: “ Ben ölüm süzüm , bir tavşanın karn ındaki güvercinin içindeki yum urtayı göğsümde ezm edikçe kimse zarar veremez bana; bu
tavşan bir ku rdun karn ında , bu ku rt benim erkek kardeşimin karnm dad ır , kardeşimse bin fersah uzaktadır buradan . Bu sebepten çok rah a t ım .” Bir asker yum urtayı ele geçirir ve devin göğsünde ezer, devse an ında ölür. Bir başka Breton m asalında, bir devin yaşamı, şa tosunun bahçesindeki yaşlı bir şimşir ağacında bu lunm aktadır; devi ö ldürm ek için, ağacın ana kökünü, öteki daha küçük köklere zarar vermeden bir tek balta v u ru şuyla kesmek gerekir. K ahram an , her zam an olduğu gibi, bu görevi başarıyla yerine getirir, aynı anda dev de cansız o larak yere devrilir.
Dış ruh kavram ını, H ind is tan ’dan İr landa’ya kadar Ari halklarının m asallarında izledik. Aynı düşüncenin Ari olm ayan halkların halk m asallarında da o r tak biçimde ortaya çıktığını göstermemiz gerekir. M Ö yaklaşık 1300’de il. Ramses zam anında yazılmış Eski Mısır masalı “ İki K ardeş” te anlatılanlar şöyle: Bir zam anlar iki erkek kardeş varmış; bun la rdan biri ka lbini sihir yoluyla bir akasya ağacının çiçekleri içine yerleştir
298
miş; çiçek, karısının kışkırtmasıyla kesilince kareleş hemen ölmüş, fakat ağabeyi kardeşinin kayıp kalbini akasya ağacının tohum u içinde bulup tatlı su dolu bir kaba koyunca kardeşi d irilmiş.
Binbir Gece Masalları k itabındaki Seyfü’l M ülûk m asahn da cin, H indistan K rahnm esir kızına şunları söyler: “ Ben doğduğum da yıldızbilimciler benim ruhum un ö lüm ünün , insan kralların oğullarından birinin elinden olacağını söyledi. Ben de bunun için ruhum u aldım, bir serçenin kursağına koydum , serçeyi de küçük bir kutuya hapsettim , bunu bir başka küçük k u tu içine koydum , onu da başka yedi ku tu içine koydum , b u n ları yedi çekmeceye sakladım, çekmeceleriyse bu çepeçevre o k yanusun sınırları içinde m erm erden bir sandığa koydum ; çün kü burası insanların ülkesinden uzak bir yerdir, hiçbir insanoğlu u laşam az o ray a .” Ama Seyfü’l M ülûk serçeyi ele geçirir ve boğar, cin ise bir yığın kara kül halinde yere yığılır.
Bir Kabil masalında bir dev kendi yazgısının çok uzakta, denizdeki bir devenin içindeki bir güvercinin yum urtası içinde o lduğunu açıklar. K ahram an yum urtayı ele geçirir, ehnde sıkarak ezer ve dev de ölür. Bir M acar halk m asahnda yaşlı bir cadı, Am brose adlı genç bir prensi yeryüzünün en derin yerinde hapseder. Sonunda ona gizini açarak, ipek gibi bir çayırlıkta bir yabandom uzu gizlediğini, dom uz öldürülürse içinde bir yaban tavşanı bulacağını, tavşanın içinde bir güvercin, güvercinin içinde bir kutu, ku tunun içinde de biri siyah biri de parlak iki bokböceği o lduğunu söyler; parlak böceğin içinde yaşamı, siyah böceğin içindeyse gücü bu lunm aktadır; bu iki böcek ö ldü rülürse kendi yaşamı da sona erecektir. Yaşlı cadı dışarı çıkınca, Ambrose yabandom uzunu öldürür, içinden tavşanı, onun içinden güvercini, güvercinin içinden kutuyu, ku tunun içinden de iki bokböceğini çıkarır, kara böceği ö ldürür fakat parlağını elinde tutar. Bunun yapar yapm az cadının gücü kaybolur, eve
299
döndüğünde yatak lara düşer. A m brose ondan bu hapisten yukarıdaki dünyaya nasıl çıkacağını öğrenince parlak böceği de ö ldürür ve yaşh cadının ruhu da hemen onu terk eder.
Bir Kalm uk m asahnda, bir han akıllı bir adam la bahse tu tuşur; han, yaşamının bağlı olduğu değerli bir taşı çalarak h ü nerini göstermesini ister adam dan . Bilge adam , han ve m u h a fızları uyurken tılsımı çalmayı bir şekilde başarır; fakat b u n u n la yetinmeyerek uykudaki hüküm darın başına bir to rba geçirerek hünerini daha da kan ıtlam ak ister. H anın sabrını taşırmıştır bu. Ertesi sabah bilge adam a her şeyi görmezlikten gelebileceğini, am a başına bir to rba geçirilerek aşağılanmasının, ta ham m ül edilemez bir şey olduğunu söyler; şakacı dostunun hemen öldürülmesini emreder. Kralın nankörlüğünün bu şekilde gösterilişine canı sıkılan bilge adam elinde tu ttuğu değerli taşı yere fırlatır; aynı anda hanın burun deliklerinden kan fışkırır ve ruhunu teslim eder.
Bir başka dış ruh masalı, S um atra’nm batısında bir ada olan N ia s ’tan. Bir zam anlar bir kabile reisi düşm anlarınca yakalanmış, onu öldürmeye çalışıyorlar am a bir türlü başaramı- yorlarmış bunu. Ne su boğabiliyor ne ateş yakabiliyor ne de çelik girebiliyormuş bedenine. En sonunda karısı sırrını açığa vurmuş. Başında bakır tel kadar sert bir saç varmış; hayatı bu tele bağlıymış. Bu saç koparılmış ve ruhu uçup gitmiş.
Güney N ijerya’dan bir Batı Afrika masalı, bir kralın ruhu nu sarayının giriş kapısının yanındaki yüksek bir ağaca tünemiş olan küçük kahverengi bir kuşun içinde gizlediğini anlatır. Kralın yaşamı kuşun yaşam ına öylesine bağlıymış ki, kim bu kuşu öldürürse aynı zam anda kralı da ö ldürü r ve tah ta geçermiş. Kraliçe bu sırrı âşığına açıklamış, o da bir okla kuşu vu rmuş, böylece kralı ö ldürm üş ve boşalan tah ta çıkmış.
Güney Afrika B a-Rongalannın bir m asahnda , bü tün bir ailenin yaşamlarının bir kedi içinde saklandığı anlatılır. Ailenin
B azı ha lk m a sa lla rında , h ir d e v ya da
canavar, r u h u n u gizli
hir yerde tu ta r , fa k a t b ir p renses
o n u n sırrın ı ö ğ ren in ce y o k
olur.
300
Titishan adlı kızı bir erkekle evlenince, ana babasından , bu değerli kediyi yeni evine götürm esine izin vermelerini diler. On- larsa, “ Biliyorsun, yaşamımız ona bağlı” diyerek reddederler, onun yerine bir antilop, ha tta bir fil vermeyi önerirler. Am a kız kediden başka bir şeye razı değildir. Sonunda kediyi beraberinde gö tü rü r ve kimsenin görmediği bir yere kapatır onu; kocasının bile haberi yok tu r bundan. Bir gün, ta rlada çalışmaya gittiğinde, kedi gizlendiği yerden kaçar, kulübeye girer, kocanın savaş süslerini takınır, dans etmeye, şarkı söylemeye başlar. Gürültüye gelen birkaç çocuk bu acayip kediyi görür, şaşkınlıklarını gizleyemezler, hayvansa daha çok hoplayıp zıplamaya başlar, ayrıca alay eder çocuklarla. Ç ocuklar evin sahibine gider ve “evinizde dans eden biri var, bizimle de alay e t t i ,” derler. A dam “ Kesin sesinizi,” der, “ b irazdan yalanınızı yüzünüze vuracağ ım .” Eve gider, bir yere gizlenir ve içerisini gözetlemeye başlar; sahiden de içerde hoplayıp zıplayarak şarkı söyleyen bir kedi vardır. Kediye ateş eder ve hayvan yere serilir. Aynı a n da karısı ta rlada çalışm akta o lduğu yere düşer ve şöyle söyler: “Evde biri ö ldürdü ben i .” Eakat kocasından hasıra sarılmış ölü kediyi de a larak kendisiyle birlikte ana babasının köyüne gitmesini isteyecek k adar gücü kalmıştır. Bütün yakınlar toplanır, kediyi kendisiyle birlikte kocasının köyüne götürm ekte ısrar ettiği için acı sitemlerde bu lunurlar ona. H asır açıhr açılmaz ölmüş kediyi görünce, hepsi birer birer cansız yere serilir. Böylece Kedi kabilesi yok edilmiş olur; yaslı koca köyün kapısını bir dalla kapar ve eve dönerek kediyi öldürm ekle, yaşamları kedinin yaşam ına bağlı olan bü tün kabileyi nasıl ö ldürm üş o lduğunu arkadaşlarına anlatır.
Aynı tü rden düşüncelere Kuzey Amerika Kızılderililerinin anlattığı m asallarda da rastlarız. Örneğin, N avajo lar, bir çayır ku rd u n d an kendi kendini bir ayıya döndürm e sanatını öğrenmiş o lan “Ayı olan Genç Kız” adlı söylencesel bir yara tık tan
302
söz ederler. Büyük bir savaşçıymış kız, hiç yaralanm azm ış; çün kü savaşa gittiğinde yaşamsal organlarını çıkarır bir yere gizlermiş, bunun için de kimse öldüremezmiş onu; savaş bitince o r ganlarını yeniden yerlerine takarm ış. İngiHz Kolum biyası’nm Kvvakiutle Kızılderilileri, yaşamı bir bald ıran o tunda olduğu için öldürülemeyen bir dev anasından söz ederler. Cesur bir delikanlı o rm anda ona rastlamış, başını ezmiş, kemiklerini kırmış ve dereye atmış. Dev anasından kurtu lduğunu düşünerek evine gitmiş. Eve vardığında kap ıda dikilen bir kadın görm üş, şöyle uyarmış kadın onu; “ Dikilip du rm a orda. Dev anasını ö ld ü rmeye çalıştığını biliyorum. O nu öldürmeye çalışan dördüncü kişisin sen. O asla ölmez; şimdi çok tan yaşam a dönm üştür . Şuradaki baldıran o tundad ır onun yaşamı. O raya git, onun içeri girdiğini görür görmez, onun yaşamını vur. O zam an ölmüş o lu r .” K adın sözlerini daha bitiremeden dev anası şarkı söyleyerek girmiş içeri. Am a oğlan onun yaşam ına ateş etmiş, dev anası da cansız döşemeye düşmüş. Yani ruhun , bedenin dışında güvenli bir yere, hiç olm azsa bir saç teli içine uzun ya da k ısa süre için bırakılabileceği fikrine, birçok ırkın halk m asallar ında ras tlanm aktadır . Geriye, bu fikrin bir masalı süslemek için uydurulm uş bir hayal olm ayıp buna uygun bir dizi töreyi ortaya çıkarmış o lan gerçek bir ilkel inanç konusu olduğunu gösterm ek kalıyor.
H alk m asallarında bir adam ın ru h u n u n ya da gücünün b a zen saçma bağlı o la rak temsil edildiğini, bu saç kesildiğinde adam ın ö ldüğünü ya da güçten düştüğünü görm üştük . Ambo- nia yerlileri, güçlerinin saçlarında olduğuna, eğer kesilecek olursa güçlerinin de kendilerini terk edeceğine inanırlardı. Bu adada bir suçlu, H o llanda m ahkem esinde işkence altında bile, saçları kesilinceye kadar suçunu inkâr etmiş, saçları kesilir kesilmez itiraf etmiştir. Cinayetten yargılanan bir adam , işkencecilerin bü tün ustalıklarına karşın işkenceye dayanm ış, am a cer-
303
Yıııidtı ın ilo lo jıs in d e K h a ro iı Y era ltı s a n d a lıis ıy d ı, ö lü le r in r ııh la n ııı S ty k s N e h r i 'u d e n ka rş ıya geçirird i. O n a ltın c ı yüzyıl, jc ıach im P a tin ir 'i ı ı ta b lo su . I’raclo, M a d r id .
rahın e linde m ak asla kendine doğru geld iğin i görü n ce ç ö z ü lm üştür. Bu m akasla ne yapacak larm ı sord u ğ u n d a saçlarm m
kesileceği yan ıtm ı ahnca bunu yap m am aları için ya lvarm ış ve
bütün bildiklerini anlatm ıştır. Bundan sonrak i davalarda, H o l
landalI yetkililer, işkenceyle bir sanıktan itiraf a l ınam adığ ında
sanığın saçlarını k esm e uygu lam asın a başvurur olm uşlardır .
A vrupa’da, büyücülerin ve sihirbazların kötü lük güçlerinin saçlarında bulunduğu, saçları başlarında oldukça hiçbir şeyin kötü kimseleri etkilemeyeceği düşünülürdü . Bu yüzden, F ransa’da işkenceciye teslim etmeden önce, büyücülükle suçlanan kimselerin bütün vücutlarını tıraş etme töresi vardı. Milla- eus, Tou louse’da bazı kişilerin işkencelerine tanık olmuştu; adam lar soyulup baştan aşağı tıraş edilinceye kadar kendilerinden hiçbir itiraf alınamamış, tıraştan sonraysa suçlam anın doğ-
304
B ir ö lü m “k u t la m a ”sı; h e rk e s dah a y em ö lm ü ş b ir in in e v in in ça tıs ına tır m a n m a y a ça lış ıyor. Batı A frika , M a l i ’n m D o g o n Kabilesi .
ru lugunu kolayca kabul etmişlerdi.Yine, görünüşte d indarca bir yaşam süren bir kadm büyücülük yaptığı kuşkusuyla işkenceye konduğunda bü tün acılara inanılmaz bir dayanma gücü göstermiş, iş tüylerini ve kıllarını kesmeye gelince bü tün suçlarını kabul etmişti. Ünlü engizis- yoncu Sprenger, kuşkulu büyücü ya da sihirbazların saçlarını kesmekten büyük zevk alırdı; fakat onun daha da usta meslektaşı C um anus, ateşe a tm adan önce kırk yedi kadının b ü tün bedenlerini tıraş etmişti. Bu sert a raş tırm a için tüm yetkisi vardı, çünkü Şeytan’m kendisi, emrindeki-lere. Kuzey Berwick kilisesi kürsüsünden verilen bir vaazda, “ saçları kesilmedikçe başlarına bir şey gelmeyeceği” güvencesini vererek rahatlatmıştı. Aynı şekilde H ind is tan ’ın bir eyaleti olan Bastar’da, “eğer bir insan yargılanıp da büyücülükten suçlu bulunursa, kalabalık ta ra fından dövülür, kö tü lük gücünü saçlarından aldığı varsayıldıgı için saçları tıraş edilir; dendiğine göre, büyülü sözler söyleyemesin diye ön dişleri sökülürdü. Büyücülük yapm akla suçlanan kadın lar aynı sınava çekilirdi; suçlu bulunursa, aynı cezaya uğratıhrdı, tıraş edildikten sonra saçları kam uya açık bir yerde bir ağaca bağ lanırd ı.”
H indistanlı Bhiller a rasm da da, bir kadın büyücülükten yargılanıp bir ağaca baş aşağı asılmak ve gözlerine biber k o n m ak gibi çeşitli biçimlerde yola getirme önlemlerine başvuru lduğunda, “ onunla kö tü lük güçleri arasm daki son bağı da k o p a rm a k ” için başından bir tu tam saç kesilir ve toprağa göm ülürdü. Aynı şekilde, M eksikah Aztekler’de, sihirbazlar ve büyü-
305
A %
t e
S a m s o n 'u n saçları k es ilin c e g ü c ü de k a yb o lu r . S a n ıso n re I')elilah, J o n n a r d ' ı n h ir g ra v ü rü .
cüler “ kötü eylemlerde bulunup da igrendirici yaşam larm a bir son verme zam anı geldiğinde, biri onlarm yakasına yapışır ve tepelerindeki saçı keserdi, böylelikle onlarm bütün büyücülük ve sihir güçleri ellerinden alınmış o larak iğrenç varlıklarına ölümle son verilirdi.”
Fakat halk masallarında olduğu gibi pratikte de, insanın yalnızca cansız nesneler ve bitkilerle değil, zam an zam an fiziksel bir duygu yakınlığı bağı ile de birleştiğine inanılırdı. Aynı bağın bir insanla bir hayvan arasında var olduğu varsaydırdı, öyle ki, birinin sağlığı öbürüne bağlı olur, hayvan öldüğünde insan da ölür. Töre ile masal arasındaki bu benzeşme, her ikisinde de bu şekilde ruhu bedenden ayırıp bir hayvanda saklama gücü çoğu kez sihirbazların ve büyücülerin özel bir ayrıcalığı olduğu için daha da çoktur.
SibiryalI Y akutlar her şam anın ya da sihirbazın ruhunu ya
306
da ruh larından birini, titizlikle herkesten gizlenen bir hayvanın içinde canlı tu t tuk la rına inanır. Ünlü bir sihirbaz, “ Benim dış ruhum u kimse bu lam az ,” derdi “ Edzhigansk kayalık dağ ların da gizlidir o .” Yılda yalnızca bir kez, son karla r da eriyip d ü n ya siyaha dönünce, o zam an sihirbazların dış ruhları, insanların evlerinde hayvan şeklinde belirir. H er yerde dolaşıp d u ru r lar, am a sih irbazlardan başka kimse göremez onları. Güçlü olanları kükreyerek ve gürültüyle geçer gider insanların yan ından, zayıflarsa sessizce ve gizli gizli dolaşır. Çoğu kez dövüşürler, o zam an dış ruhu yenilen sihirbaz hastalanır ya da ölür. En zayıf, en k o rkak sihirbazlar, köpek şeklinde bedenleşmiş o lanlardır, çünkü köpek kendi insan çiftine hiç rah a t vermez, ka lbini kemirir, bedenini yaralar onun. En güçlü sihirbazlar, dış ruhları aygır, geyik, siyah ayı, karta l ya da yabandom uzu şeklini almış olanlardır. Yine, T urukhinsk bölgesindeki Samoyed- 1er, her şam anın bir yabandom uzu şeklinde bildik bir ruhu olduğunu, şam anın sihirU bir kemerle onu yanında gezdirdiğini ileri sürerler. Y abandom uzu ölünce şam anın kendisi de ölür; sihirbazlar arasm daki savaşlarla ilgili, birbiriyle yüz yüze k a r şılaşm adan önce ruhların ı dövüşmeye gönderdikleri öyküler anlatılır. M alaylar “ bir kişinin ruhunun bir başka kişiye ya da bir hayvana geçebileceğine, daha çok da böyle gizemli bir ilişkinin, birinin yazgısının bütünüyle öbürüne bağlı olduğu iki kişi arasında o ld u ğ u n a” inanırlar.
H alk masallarında, bir kimsenin yaşamının bazen bir b itkinin yaşam ına bağlı o lduğunu, bitkinin kurum asıyla o kimsenin de hem en öldüğünü ya da o insanm ö lüm ünün bitkinin k u rum asına neden o lduğunu görm üştük . Batı A frika’da G abon yöresinde M ’Bengalar arasında aynı gün iki çocuk doğarsa, insanlar aynı tü rden iki ağaç diker ve çevresinde dans eder. Ç o cuklardan her birinin yaşamının bu ağaçlardan birinin yaşam ına bağlı o lduğuna inanılır; ağaçlardan biri ölür ya da kesilirse,
307
çok geçmeden çocuğun da öleceğine kesin gözle bakılır. K am erun lu lar da bir insanın yaşamının duygu yakınlığı yoluyla bir ağacm ruhuna bağlı o lduğuna inanır. K a laba r’da Eski Şehir’in reisi ruhunu bir su kaynağına yakın kutsal bir ko ruda gizlerdi. Bazı A vrupahlar, gülüp eğlenmek için ya da cahilliklerinden k o runun bir kısmını kesince, krala göre, ruh çok öfkelenmiş ve bu kötü suçu işleyenleri her türlü kötülükle cezalandıracağını söylemişti.
Papualılardan bazıları yeni doğan çocuğun yaşammı, bir ağacın kabuğuna bir çakıl taşı sokarak , duygu yakınlığı yoluyla ağacın yaşamına bağlarlar. Bunun çocuğun yaşamını ta m amen kendi denetimleri altına alma olanağı sağladığına inanılır; eğer ağaç kesilecek olursa çocuk da ölecektir. M aoriler bir d o ğum dan sonra göbek ko rd o n u n u kutsal bir yere gömerler, üzerine genç bir fidan dikerlerdi. Ağacın büyümesi, bir tohu oranğa ya da çocuğun yaşamının bir belirtisi idi; eğer yeşerirse, çocuk da gelişecek demekti bu; eğer ku ru r da ölürse, ana baba çocuklarının başına kötü şeyler geleceğini çıkarırlardı bundan. Fiji’nin bazı bölgelerinde erkek çocuğun göbek bağı, bir hindistancevizi ya da ekmek ağacı fidanıyla birlikte dikilir, çocuğun yaşamının ağacın yaşam ına yakından bağlı olduğu varsayılır.
H ollanda B orneosu’nda Landak ve Tajan bölgelerindeki D yaklarda , bebek doğduğunda bir meyve ağacı dikme töresi vardır, dolayısıyla halk inancına göre, çocuğun yazgısı ağacm yazgısıyla birleşmiş olur. Eğer ağaç birden boy atarsa , çocuk için iyi o lacaktır bu; am a ağaç bodur kalır ya da kurursa , insan ortağı için talihsizlikten başka bir şey beklenmemelidir.
Söylendiğine göre, R usya’da, A lm anya’da İngiltere’de, F ransa’da ve İtalya’da bir çocuğun doğum unda bir ağaç dikme töresini hâlâ sürdüren aileler vardır. Ağacm çocukla birlikte büyümesi um ulur, özenle bakılır ona. Bu töre İsviçre’nin Aar- gau k an tonunda hâlâ oldukça yaygındır; oğlan çocuk için bir
308
N o rv e ç , S a g n e fjo rd 'd a p ru va s ın a b ir ağaç da lı ta k ılm ış b ir k a y ık la k ü re k çekm e . V ık ın g le r z a m a n ın d a tanrı B a ld e r ’in b ü y ü k ta p ın a ğ ın ın b u lu n d u ğ u k o y la rd a n b ir iy d i bu . H a n s D a h l ’ın tab lo s u , M u tlu Y o lc u lu k .
elma, kız çocuk içinse bir a rm u t ağacı dikilir; halk çocuğun ağaçla birlikte gelişeceğine ya da kuruyup öleceğine inanır. M eckIenburg’da, doğan çocuğun sonu dışarıya, genç bir ağacın dibine atılır, o zam an çocuğun ağaçla birlikte büyüyeceğine inanılır. E d inburgh’dan fazla uzak olm ayan Dalhousie Şato- su’nun yakınında, Edgevvell Ağacı denilen bir meşe yetişir, bu ağacın aile ile gizemli bir bağı o lduğuna inanılırdı; aileden biri ölünce ya da ölmek üzereyken, Edgevvell ağacının bir dalının kırıldığı söylenir. 1874 T em m uzunda sakin bir gün, yaşlı o r
309
mancı ağacın büyük bir dalının kırılıp düştüğünü görünce, “ Efendi şu anda ö ldü !” diye bağırdı, az geçmeden D alho- usie’nin on birinci K ontu Eox M au le ’nin öldüğü haberi geldi.
İskandinav tanrısı Balder söylencesinin temelinde, ruhun bir bitkide o turm ası vardır. Balder’in, bir an lam da göklerde ya da yeryüzünde değil de ikisinin arasında yaşayan bir tanrı olduğu söylenebilir: iyi ve güzel tanrı, büyük Tanrı O d in ’in oğlu, kendisi de bü tün ölümsüzlerin en akıllısı, en kibarı, en sevileni. Küçük E dda’da anlatıldığına göre ölüm öyküsü şöyle gelişir. Bir zam anlar Balder, ö lüm ünü önceden haber verdiğini düşün düğü kö tü rüyalar görüyordu . Bunun üzerine ara larında to p landılar ve onu her türlü tehlikeye karşı güvenli kılmaya karar verdiler. Tanrıça Erigg, sudan ve ateşten, dem irden ve bütün metallerden, taşlardan ve top rak tan , ağaçlardan, hastalık lardan ve zehirlerden, dö rt ayakh bü tün hayvanlardan , kuşlardan ve sürünen şeylerden Balder’e zarar vermeyeceklerine dair yemin aldı. Bu yapılınca Balder’in dokunu lm az olduğu kanısm a varılmıştı; bunun için tanrılar onu ara larına alarak keyfini çıkard ılar bunun , kimileri ok attı üzerine, kimileri baltayla saldırdı, ötekiler taşladı. Fakat ne yaptılarsa ona bir zarar veremediler; bunun üzerine hepsi sevindi. Sadece, kavgacı, fitneci Eo- ki bundan hoşnutsuzdu; yaşlı bir kadın kılığında Frigg’e gitti; Erigg ona tanrıların silahlarının Balder’i yaralayamayacağını, çünkü onu yaralam am aları için her şeye yemin verdirdiğini söylemişti. Loki sordu ona: “H er şey Balder’i koruyacağına yemin etti m i?” Erigg yanıtladı, “V alhalla’nm D oğusunda ökseo tu denen bir bitki yetişir; yemin edemeyecek kadar küçük göründü bana o .” Bunun üzerine Eoki gitti ve ökseo tunu sökerek tanrıların meclisine getirdi.
O rada , kö r tanrı H o th e r ’in dairenin dışında ayakta d u rd u ğunu görerek ona sordu, “ Sen niye Balder’e bir şey a tm ıyorsun?” H o th e r yanıt verdi: “ Ç ünkü nerede o lduğunu görm üyo
310
S to n e h e n g e y a k ın ın d a h ir m eşe k o ru s u n d a e lin d e b ir o ra k ve ö k s e o tu ta ş ıya n b ir d ru id . F ranc is CIrose’d a n b ir k i t a p resmi, İn g il te r e ’n in ve (¡a lle r ’in E s k i Z a m a n la r ı. L o n d r a , 1 773-87 .
rum; ayrıca silahım da y o k .”Loki dedi ki, “ Sen de ötek iler gibi yap, onlar gibi Bal- de r’i onurlandır. N erde d u r duğunu gösteririm sana, sen de bu ince dalla vurursun o n a .”H o th e r ökseo tunu aldı ve Lo- k i ’nin yön lend irm esine uyarak Balder’e attı. Ö kseotu Balder’e çarptı ve onu ikiye biçti, cansızyere düştü Balder. T an n la rm ve insanoğlunun o güne kadar başına gelen en büyük felaketti bu. T anrılar bir süre sessiz d u r dular, sonra seslerini yükselterek acı acı gözyaşı döktüler. Bal- der’in vücudunu alıp deniz kenarına getirdiler. Balder’in gemisi du ruyordu orda, R inghorn ’du adı, bü tün gemilerden daha büyüktü . T anrılar gemiye çıkıp Balder’in cesedini onun üzerinde yakm ak istiyorlardı, am a gemi bir türlü kım ıldamıyordu. H yrrock in adlı dev tanrıçayı çağırdılar. Tanrıça, bir kurdun üzerine binmiş o larak geldi ve gemiyi öyle bir itti ki, çıkardığı dalgalardan ateş çıktı, yer gök sarsıldı. Sonra Balder’in cesedi alınıp gemisinin üzerindeki odun yığını üzerine yerleştirildi. Karısı N anna bunu görünce yüreği üzüntüye dayanam ayıp p a tladı ve öldü. O nu da kocasının yanm a odun yığını üzerine koydular ve odunları ateşe verdiler. Balder’in atı da bü tün k oşum larıyla birlikte odun la r üzerinde yakıldı.
İster gerçek isterse söylencesel bir kişi olsun, Balder’e N o r veç’te tapıhrdı. Güzel Sogne F iyordu’nun, loş çam orm anlarıy la ve onların , aşağılardaki fiyordun karanlık sularına u laşm adan önce püskürtü lere dönüşen yüksek çağlayanlarıyla heybetli N orveç dağlarının ta derinliklerine giren körfezlerinden birinde Balder’in ulu bir tapınağı vardı. Balder K orusu ’ydu adı. Kutsal toprağı bir çit çevreliyordu, çitin içindeyse, birçok tanrı
311
tasvirinin yer aldığı geniş bir tap ınak yükseliyordu, fakat bu tanrılardan hiçbirine Balder’e olduğu kadar bağlılıkla tapınılmıyordu. Pu ta taparla rm buraya bakarken duydukları ko rku öylesine büyüktü ki, hiç kimse o rada birbirine zarar veremez, hayvanını çalamaz, kadınlara sataşam azdı. Fakat tapm aktak i tasvirlere kadınlar bakardı; onları ateşte ısıtır, üzerlerine yağ sürer, bezlerle kum larlard ı.
Ö kseo tu çok eski zam anlardan beri A vrupa’da boş inancın bir saygı nesnesi olm uştur. Plinius’un ünlü bir pasajından öğrendiğimize göre, Dru- idler tapard ı ona. Plinius ökseotunun farklı türlerini saydıktan sonra şöyle devam ediyor: “ bu konuya değinir
ken, baştan aşağı bü tün G alya’da ökseotuna duyulan hayranlığın üzerinde d u rm adan geçmemeliyiz. D ruidler -büyücülerine bu adı veriyor o n la r - ökseo tundan ve ökseo tunun üzerinde b ü yüdüğü ağaçtan daha kutsal bir şey tanım azlar, o ağacın da m utlaka meşe olması gerekir. Fakat bunun dışında, kutsal k o ruları o larak meşe orm anların ı seçerler, meşe yaprağı o lm adan kutsal tören yapm azlar; öyle ki, Druidlerin adına, on la rm m eşe tap ım larm dan türemiş bir ad land ırm a o larak bakılabilir [drus, Y unancada meşedir). Ç ünkü bu ağacın üzerinde yetişen her şeyin cennetten gönderilmiş o lduğuna, bu ağacın tanrı ta rafm dan seçilmiş bir ağaç olduğuna inanırlar. Ö kseo tu çok seyrek rastlanan bir bitkidir; fakat bu lduklarında kutsal bir tö renle top larlar onu. Bunu özellikle ayın altıncı günü yaparlar, aylarını, yıllarını ve otuz yıllık çevrimlerini o gün başlatırlar.
Y a la m n ve d o la n ın tim sa li L o k i, B a ld e r ’in ö lü m ü n ü g e rç e k le ş tird ik te n
so n ra b a ğ la n m ış ve p ra n g a ya v u ru lm u ş d u r u m d a . İngil te re, C u m b r i a , K irk b y
S te p h e n ’d a V ik ing taşı.
312
çünkü altıncı güne kadar ay çok güçlüdür, seyrinin yarısına henüz varmamıştır. Ağacın altında bir ku rban töreninin ve şenliğin hazırlıkları yapıld ıktan sonra, onu evrensel bir iyileştirici o la rak selamlar ve m eydana, boynuzları henüz hiç bağ lanm amış iki beyaz boğa getirirler. Beyazlar giyinmiş bir rahip ağaca tırm anır, beyaz bir kum aşla yakalanan ökseo tunu altm bir orak la biçer. Sonra koruyuculuğunu bağışladığı şeyleri büyü tmesi için Tanrıya dua ederek kurban la rı keserler. Ö kseo tundan hazırlanan bir ilacın kısır hayvanı doğurtacağına, bu bitkinin her türlü zehre karşı bir ilaç o lduğuna inanırlar.
Phnius’un bildirdiğine göre, D ruidler meşe ağacı üzerinde yetişen her şeyin cennetten gönderilmiş o lduğuna, bu ağacın tanrı ta ra fından seçilmiş o lduğuna inanırlardı. Böyle bir inanç, Druidlerin ökseo tunu neden norm al bir bıçakla değil de altm bir o rak la kestiğini, kesildikten sonra da neden toprağa dokun- durulm adığını açıklar bize; olasılıkla, bu göksel bitkinin yere dokunursa kirleneceğini ve yere değmekle harika özelliğini yitireceğini düşünüyorlardı.
H em Fransa’da hem de İsveç’te Y azdönüm ünde toplanan ökseotuna birtakım özel erdemler atfedilir. İsveç’te “ ökseotu- nun, güneşin ve aym güçlerinin doruk noktasında olduğu Yazdönüm ü Arifesinde kesilmesi” kuralı vardır. Yine, Galler’de Aziz John Arifesinde (Yazdönümü Arifesi) ya da kirazlar ortaya çıkm adan herhangi bir zam anda toplanan ökseotu filizinin, yastık altına konursa, düşlere iyi ya da kötü kehanetler sağlayacağına inanılırdı. Ökseotu, gizemsel ya da iyileştirici özeUiklerinin yılın en uzun gününde güneşin en yüksek noktasında doruğa ulaştığına inanılan bitkilerden biridir. Bundan dolayı, bu bitkiye o kadar büyük saygı duyan Druidlerin gözünde, kutsal ökseotu- nun H aziranda gündönüm ünde gizemsel niteliklerinin iki katına ulaştığını ve bunun için de Y azdönüm ü Arifesinde düzenli tö renlerle kesilmiş o lduğunu varsaymak akla yakın görünüyor.
313
B a ğ ışık o lm a d ığ ı te k b i tk i o lan ö k se o tu y la ö ld ü rü le n B a ld er ca n sız y a tıyo r . D o r o th y H a r d y ’n in M y th s a n d N o r s m e n a d h y a p ı t ın d a n i l lüs trasyon .
Buna karşın, Balder’i öldüren araç olan ökseotunun, Balder’in yurdu olan İskandinavya’da kural o larak Y azdönüm ü Arifesinde gizemsel nitelikleri yüzünden toplandığı kesindir. Bu bitki genellikle a rm u t ağaçları, meşeler ve İsveç’in daha ılıman bölgelerindeki sık, nemli o rm an larında diğer ağaçlar üzerinde yetişir. Böylece, Balder söylencesinin iki ana olayından biri İskand inavya’nın büyük yazdönüm ü şenliğinde yeniden ortaya çıkar. Fakat söylencenin öteki ana olayı o lan Balder’in cesedinin ateş üzerinde yakılmasının, D an im arka , N orveç ve İsveç’te Y azdönüm ü Arifesinde hâlâ parlayan ya da son zam anlara k a dar parladığı görülen şenlik ateşlerinde bir ortağı da vardır. Aslında bu şenlik ateşlerinde bir tasvirin yakıldığı görülm üyor; faka t tasvir yakılması, anlamı unu tu lduk tan sonra kolayca
314
kaybolabilen bir özelliktir. Balder’in şenlik ateşi adıysa (Bal- de r’s Balar) -y azd ö n ü m ü ateşleri eskiden bu adla bilinirdi İsveç’te - Balder’le o lan ilişkilerini kuşkusuz hale getiriyor ve eski günlerde Balder’in canh bir temsilcisinin ya da tasvirinin yılda bir kez bu ateşlerde yakılıyor olması olasılığını ortaya ç ıkarıyor. Y azdönüm ü Balder için kutsal bir mevsimdi, İsveçli şair Tegner, Balder’in yakılışım yazdönüm üne koyarken, yaz gün- d ö nüm ünün iyi tanrın ın vakitsiz sonuna ulaştığı zam an olduğu gibi eski bir geleneği izlemiş olabilir.
Böylece, Balder söylencesinin başta gelen olaylarının, A vrupa köylüm üzün, kuşkusuz Hıristiyanlığın başlangıcından önceki çok eski bir zam ana tarihlenen ateş şenliklerinde karşılıkları o lduğunu göstermiş olduk. Kurayla seçilen kurbanın Beltane ateşine atılıyor gibi yapılması ve insanın, gelecek Yeşil K urt’un N orm an d iy a ’da yazdönüm ü şenlik ateşinde buna benzer sağaltımı, doğallıkla, bu gibi durum larda insanların gerçekten yakılması gibi eski bir törenin izleri o larak yorumlanabilir; Yeşil K urt’un yeşil giysisi, yazdönüm ü ateşini ayaklarıyla çiğneyen delikanlının yaprak tan örtüsüyle birleştirildiğinde, bu şenliklerde ölen kişilerin bunu ağaç ruhları ya da bitki tanrıları özelliğinde yaptıklarını ima ediyor gibi görünüyor.
Bütün bunlardan , akla yakın bir biçimde çıkarsayabiliriz ki, bir yandan Balder söylencesinde, öte yandan ateş şenliklerinde ve ökseotu top lam a töresinde, sanki özgün bir bü tünün kırılmış ve birbirinden ayrılmış iki yarısı vardır. Diğer bir deyişle, Balder’in ö lüm ü söylencesinin yalnızca bir mit, yani insan yaşam ından alınmış hayali bir fiziksel olayın betimlemesi olmadığını, fakat aynı zam anda insanların her yıl tanrın ın bir insan temsilcisini neden yaktıklarını, neden ökseo tunu büyük bir törenle kestiklerini açıklam ak için anlattıkları bir öykü o lduğunu bir olasılık payıyla varsayabiliriz. Eğer haklıysam, Balder’in trajik sonu, denebilirse, güneşin parlaması, ağaçların büyüme-
315
B j si, ü rünün toplanm ası için, insanlarıve hayvanları cinlerin ve devlerin, büyücülerin ve sihirbazların zararlı sanatlarından k o ru m ak için her yıl
■ bir büyü töreni o larak yaptıkları k u tsal oyunun metnini o luşturuyordu. Özetle, masal, ritüellerin eklediği d o ğa söylenceleri sınıfına ait; burada da
. çoğu kez olduğu gibi, uygulamayagöre k u ram ne ise, büyüye göre söy-
In g ıl ız le n n Y eşil A d a m ’ı, y ü z ü n d e n lence de Oydu.N o r w i c h K a ted ra l i , baharda İStet yazdö-
yak la ş ık o n d o r d u n c u yüzyıl son lar ı . ^
nüm ünde ateşte yakılan kurban la r - in san Balderler- ağaç ruhların ya da
bitki tanrılarının canlı şekilleri o larak öldürü lüyor idiyse, Balder’in kendisinin de bir ağaç ruhu ya da bitki tanrısı olması gerekirdi. Bu yüzden, ateş şenliklerinde kişisel bir sureti yakılan belirli bir ağaç ya da ağaçlar tü rü n ü saptayabilmemiz arzu edilir bir şey olur. Ç ünkü o zam an kurban ın genelde bir bitki sureti o larak ölüme gönderilmediğinden emin olabiliriz. Genelde bitki kavram ı ilkel o lam ayacak kadar soyuttur. Büyük olasılıkla başlangıçta ku rban , belli bir tü r kutsal ağacı temsil ediyordu. Bugün A vrupa’da hiçbir ağaç, Atilerin kutsal ağacı o lm ada meşeyle yanşam az. A vrupa’daki Ari ırkın kollarının ona tap ın mış o lduğunu daha önce görm üştük; dolayısıyla dünyaya d a ğılm adan önce Arilerin genel o larak bu ağaca büyük saygı duyduğu, on larm ilk yurtlarm m sa meşe orm anlarıy la kaplı bir to p rak parçası olması gerektiği sonucuna kesinlikle varabiliriz.
A vrupa’daki Ari ırkın bü tün kollarının kutladığı ateş şenliklerinin ilkel karakterin i ve dikkate değer benzerliğini düşünerek, bu şenliklerin, çeşitli halkların eski yurtlarından ayrılırken beraberlerinde götürdükleri dinsel törenlerinin bir parçası-
316
nı o luştu rduğunu çıkarsayabiliriz. Fakat, eğer doğruysam , bu ilkel ateş şenliklerinin temel bir özelliği, ağaç ruhu temsil eden bir insanm yakılmasıydı. O zam an, meşenin Arilerin dininde tu t tuğu yeri düşünerek, ateş şenliklerinde bu şekilde temsil edilen ağacm başlangıçta meşe olması gerektiğini varsayabiliriz. Keklerle ve Litvanyahlarla ilgili o larak , bu sonuca karşı çıkılamaz. Fakat hem onlar hem de Germenler için, dinsel tu tucu lu ğun dikkate değer bir parçası bunu doğruluyor. İnsanm bilebildiği ilk ateş yakm a yöntemi, iki ağaç parçasının tu tuşana kadar birbirine sürtülmesidir; bu yöntemse ihtiyaç-ateşi gibi kutsal ateşlerin yakılm asında A vrupa’da hâlâ kullanılıyor, daha önce de büyük olasılıkla tartıştığımız bü tün ateş şenliklerinde bu yönteme başvuruluyordu.
Şimdi, ihtiyaç-ateşi ya da başka kutsal ateşin bazen belli tü rden bir ağacm birbirine sürtülmesiyle yakılması gerekiyor; ağacm tü rü , ister Kekler, Germenler isterse Slavlar arasında belirtildiğinde, bunun genellikle meşe olduğu görülm ektedir. Fak a t eğer kutsal ateş düzenli o larak meşe-ağacmm sürtülmesiyle yakılıyor idiyse, başlangıçta ateşin aynı maddeyle beslenmesi gerektiğini de çıkarsayabiliriz. Gerçekten de, R o m a ’daki devamlı Vesta ateşinin meşe ağacıyla beslendiği, meşe ağacının Litvanya’daki büyük Rom ove tap ınağında kutsal meşenin altında yakılan devamlı ateşte yakacak o larak kullanıldığı o r ta ya çıkıyor. Dahası, bu meşe ağacının daha önce yazdönüm ü ateşlerinde yakılan ağaç olduğu, A lm anya’nın birçok dağlık bölgesinde hâlâ uygulandığı söylenen Y azdönüm ü G ünü evlerde büyük meşe kütüklerinden ateş yakm a geleneğinden anlaşılabilir. Bu kü tük , ağır ağır, içten içe yanacak ve bir yılın sonuna k adar köm üre dönüşmeyecek biçimde yerleştirilir ocağa. D aha sonraki Y azdönüm ü G ününde eski kü tüğün köm ürleşmiş közleri yeni ateşin yakılması için kaldırılır, tohum lara k a rıştırılır ya da bahçelere serpilir. Bunun ateşte pişen yiyeceği
317
M e k s ik a 'd a esk i T e o tih u a c a n k e n t in d e n d u v a r res im le r in d e n b ir k o p y a . Ö lü le r C en n e ti T la lo ca n 'd a h a y a l ed ilen ya şa m so n ra s ın ı g ö s ter iy o r . U lusal A n t ro p o lo j i M üzes i , M e x ic o City.
büyüye karşı koruduğuna , evin talihini sağlam tu ttuğuna, ürünlerin gelişimini artırd ığm a ve onları küften, haşara t tan k o ruduğuna inanılır. Böylece bu töre, A lm anya’nın, F ransa’nın, İngiltere’nin, S ırbistan’ın ve öteki Slav toprak ların ın bazı bö lgelerinde genellikle meşe ağacı olan N oel kü tüğü töresine neredeyse tam am en koşuttur. Bundan, bu dönemsel ya da a ra da bir yapılan törenlerde eski Arilerin ateşi kutsal meşe ağacıyla yaktığı ve beslediği gibi genel bir sonuç çıkarılabilir.
Fakat bu kutsal törenlerde ateş düzenli o larak meşe ağa
318
cıyla yakılıyor idiyse, o zam an bu ateşte ağaç ru h u n kişihgi o larak yakılan herhangi bir insanın da meşeden başka bir ağacı temsil etmemesi gerekir. Kutsal meşe böylece ikili bir am açla yakılıyordu; ağacın odunu ateşi besliyordu, bunun yanında me- şe-ruhun simgesi o larak canlı bir insan da yakılıyordu. Genellikle A vrupah Ariler için çıkarılan bu sonuç, ilişki yoluyla özel o larak îskandinavlara uygulanışında da doğrulanıyor: b un la rda ökseo tunun yazdönüm ü ateşinde kurban ın yakılmasının yerini tu ttuğu görülüyor. İskandinavlar arasında ökseo tunun yazdönüm ünde toplanm ası geleneği o lduğunu görm üştük . Fakat bu törede ortaya çıkması dışında, onu, insan kurban ların ya da onlarm tasvirlerinin yakıldığı yazdönüm ü ateşleriyle iliş- kilendirecek hiçbir şey yoktur. Ateş başlangıçta daim a meşe ağacı ile yakılıyor olsa bile, ki olası gö rünüyor bu, ökseotunu kop arm ak neden gerekh olsundu?
Ö kseo tu top lam a yazdönüm ü töreleri ile şenHk ateşleri yakm a arasındaki son bağı, söz konusu törelerden ayrılam ayacak olan Balder söylencesi sağlıyor bize. Söylence, ökse otu ile ateşte yakılan meşe ağacının insan temsilcisi arasında bir zam anlar inanılan yaşamsal bir bağ o lduğunu gösteriyor. Söylenceye göre, Balder gökyüzünde ve yeryüzünde ökseotu dışında hiçbir şekilde öldürülemezdi; ökse o tu meşe ağacının üzerinde kaldığı sürece, yalnızca ölüm süz değil, aynı zam anda d o k u n u lmazdı da. Eğer Balder’in meşe o lduğunu varsayarsak, söylencenin kökeni anlaşılabilir. Ö kseo tuna meşenin yaşam yeri o la rak bakılırdı, ona zarar verilmediği sürece meşe ağacı ö ld ü rü lemez ha t ta yaralanam azdı. M eşenin yaşam yeri o la rak ökseotu kavram ını ilkel insanlara, doğallıkla, meşe ağacı yaprak döktüğünde onun üzerindeki ökseo tunun devam h yeşil kaldığını gözlemlemeleri telkin etmiş olabilirdi. Kışın ağacın çıplak dalları arasında onun yeşil yaprakların ın görünüşü , ağaca ta- panlarca, dallara can vermeyi du rdurm uş olan kutsal yaşamın
319
K u ze y G a llc r 'in A b e r V a d ıs i 'n d e k ı e sk i m eşe o rm a n L ırı b u g ü n de D e m ir Ç jğ ı 'n d a k ı k a d a r s ık tır .
ökseo tunda yaşam akta devam ettiğinin bir belirtisi o larak - t ıp - kı uyuyan bir kimsenin bedeni hareket etm iyorken kalbinin çarpması g ib i- selamlanmış olmalı. Dolayısıyla, tanrın ın ö ldü rülmesi gerektiğinde -k u tsa l ağacm yakılması gerektiğ inde- ökseotunu koparm ak la başlam ak gerekiyordu. Ç ünkü ökseotu sağlam kaldığı sürece meşe (öyle düşünm üş olmalı insanlar) dokunulm az kalacaktı; bıçaklarının ve baltalarının bü tün vu-
320
ruşları onun yüzeyini sıyırıp geçecekti. Fakat meşeden onun kutsal kalbini -ö k s e o tu n u - koparır koparm az ağaç devrilmeye baş eğecekti. D aha sonralarıysa, meşenin ruhu canlı bir insanla temsil ediliyor o lduğunda , kişileştirdiği ağaç gibi, ökseotu sağlam kaldığı sürece onun da ne öldürülebileceğini ne de ya- ralanabileceğini varsaym ak mantıksal yönden zorunlu idi. Böylece ökseo tunun koparılm ası onun ö lüm ünün hem işareti hem de nedeni idi.
Buna göre, yara lanam az Balder, üzerinde ökseotu taşıyan meşenin bir kişileştirilmesinden başka bir şey değildir. Eski bir İtalyan inancı gibi görünen şey bu yorum u olumluyor: ökseotu ne ateşle ne de suyla yok edilebilir; çünkü asalak böylece yok edilemez sayıhyorsa, onun kendi yok edilemezliğini, ikisi bir a rada kaldığı sürece, üzerinde yaşadığı ağaca ilettiği kolayca varsayılabilirdi. Ya da aynı düşünceyi söylencesel biçimde dile getirecek olursak, meşenin sevecen tanrısının, yaşamını, dalları arasında büyüyen yok edilmez ökseotuna nasıl güvenle em anet ettiğini; ökseotu o radak i yerini ko rudukça tanrın ın da nasıl d o kunulam az kaldığını; ve sonunda kurnaz bir düşm anın nasıl tan rm m dokunulm azlığının gizini elde edip ökseotunu ağaçtan yolduğunu; böylece meşe-tanrıyı ö ldürdüğünü; daha sonra da vücudunu ateşte yaktığını; yanm az asalak, dalları arasm daki yerini koruduğu sürece bu ateşin onu hiç etkilemediğini söyleyebiliriz.
Yaşamı, bir an lam da, böyle kendi dışında olan bir varlık fikri, birçok okura garip gelecektir, fakat yukarda verdiğimiz öykü ve töreden alınan örneklerle apaçık gösterilmektedir. Bu fikri Balder’in ökseotuyla iHşkisinin açıklaması o larak kabul ederken, sonuçta, ilkel insanın zihnine derince kazılmış bir ilkeyi benimsediğimizi göstermiş o lduk umarım. Ö kseo tunun altın dal o larak daha ileri anlamı bununla bağmtısız değildir, son bölüm de yeniden anlatılacaktır bu.
321
Onbirinci Bölüm
A l t in D a l
D ru id ler , “a ltın d a l” ö k se o tu n a m eşe a ğ a ç la n üzer in d e ye tiş tik le r in d e daha da k u tsa l o la ra k bakarla rd ı.
B ir d ru id b a şka n ı yarg ı s ırasında . O n d o k u z u n c u yüzyıl, R. H a v e l l ’in bir b a k ı r işlemesi .
Dış ruh üzerine öğrendiklerimizden, Balder’in yaşam m m kutsal ağacm ökseo tunda olduğu görüşünün ilkel düşünce biçimleriyle tam bir uyum içinde o lduğunu görebiliriz. Gerçekten de, eğer yaşamı ökseo tunda idiyse, ökseo tunun çarpmasıyla ö ldürülebilir olması bir çelişki gibi görünebilir. Fakat bir insanın yaşamı belli bir nesnenin içinde toplandığında, onun varlığıyla kendi varlığı birbirinden ayrılmaz biçimde bağlı o lduğunda ve onun yok edilmesi kendi varlığının da yok edilmesini gerektirdiğinde, söz konusu nesneye, peri m asallarında olduğu gibi, o kimsenin yaşam ına ya da ölüm üne eşit bir şey olarak bakılabilir, öyle söz edilebilir ondan.
Dolayısıyla, bir insanın ölüm ü bir nesnedeyse, insanm o nesneden gelecek bir vuruşla öldürülebilmesi çok doğal bir şey olur. Peri m asalında Ö lüm süz Koshchei, yaşamının içinde b u lunduğu bir yum urta ya da taşla bir vuruşta ö ldürülür; devler belli bir kum taneciği (hiç kuşkusuz yaşamlarını ya da ö lüm lerini içinde taşıyan bir kum taneciği) başlarının üzerinden geçirildiğinde patlarlar; içinde yaşam m m ya da ö lüm ünün bu lun duğu taş, yastığının altına konunca büyücü ölür; T a ta r k a h ra manı, içinde ruhunun saklandığı altın okla ya da altın kılıçla öldürülebileceği konusunda uyarılır.
M eşenin yaşamının ökseotunda olduğu fikrini, belki de meşenin kendisi yapraksız olduğu halde meşe üzerinde yetişen ökseo tunun kışın yeşil kalması akla getiriyordu. Fakat bitkinin konum u - to p ra k ta n değil de ağacm gövdesinden ya da dallarından büyüm esi- bu fikri doğrulayabilir. İlkel insan, kendisi
325
gibi m eşe-ruhunun da kendi yaşammı güvenli bir yerde saklam a yolları aradığını, bu amaçla bir an lam da ne yerde ne de gökte olduğu için bulunabilecek en güvenli yer o larak ökse- o tunda kara r kıldığım düşünm üş olabilir. H em eski hem de m odern halk-hekimliğinde, ökseo tunun yere dokunm am asm ın neden bir kural o lduğunu böylece anlayabiliriz; yere d o k u n u rsa iyileştirme özelliğini yitirecektir. Bu, içinde kutsal ağacm yaşamının yoğun halde bulunduğu bitkinin yere dokunm akla girdiği tehlikeye m aruz bırakılm aması gerektiği eski boş inancın bir kalıntısı olabilir.
Balder söylencesine koşut bir H in t söylencesinde İndra, şeytan N am uci’ye onu ne gündüz ne gece, ne bir sopayla ne de bir okla, ne avuç içiyle ne de yumruğuyla, ne kuru ne de yaş bir şeyle öldürmeyeceğine yemin eder. Ama onu sabahleyin alacakaranlık ta , üzerine deniz köpüğü serperek öldürür. Denizin k ö püğü, tam da bir yabanılın yaşamını içine koym ak için seçeceği bir şeydir, çünkü yerle gök arasında ya da denizle gök a ra sında ilkel insanm güvenli gördüğü orta bir konum ya da ta nım lanm ası güç bir konum işgal eder. Bu yüzden nehir k ö p ü ğünün H ind is tan ’da bir klanın totemi olması şaşırtıcı bir şey değildir.
Yine ökseotunun gizemli özelliğini kısmen yerde büyüm emesine borçlu olduğu görüşü, dağ külü ya da başka bir adıyla üvez ağacı hakkm dak i buna koşut bir boşinançla doğrulan- m aktadır . Ju t la n d ’da bir başka ağacm tepesinde büyüdüğü görülen üvez ağacı, “ büyücülüğe karşı son derece etkili” sayılır; “yerde büyümediği için büyücülerin gücü yetmez ona; tam etkili olabilmesi için İsa’nın göğe yükseldiği gün kesilmelidir.” Bundan dolayı, büyücülerin eve girmesini önlemek için kapıların üzerine konur. İsveç ve N orveç’te de, “ uçan üvez”e [flog- ronn) büyüsel özellikler atfedilir: her zam an rastlandığı gibi yerde değil bir başka ağacm üzerinde, bir çatıda ya da kuşların
326
etrafa saçtığı tohum dan fiHz verdiği bir kaya yarığında yetişen bir üvez tü rü d ü r bu. K aranhkta , dışarıda olan bir insanın yanında çiğneyecek bir parça “ uçan-üvez” bulundurm ası gerektiği söylenir; yoksa büyüye uğrayıp o radan ayrılamaması tehlikesiyle karşı karşıya kalır.
İskandinavya’da asalak üvez büyüye karşı nasıl bir karşı- büyü sayılıyorsa, A lm anya’da da asalak ökseotuna hâlâ büyü cülüğe karşı bir önlem gözüyle bakılır; İsveç’teyse Yazdönüm ü Arifesinde top lanan ökseotu, T ro ll’u, insana ya da hayvana zararsız hale getireceği inancıyla, evin tavanına, atların ahırına ya da sığırların dam ına bağlanır.
Ö kseo tunun Balder’in öldürülm esinde kullanılan araç o lmakla kalmayıp aynı zam anda onun yaşamını içinde taşıyan bir şey olduğu görüşünü, bir İskoç boşinancıyla olan benzerliği de desteklemektedir. Geleneğin anlattığına göre, Firth of Tay yakınında l’erthshire’da büyük bir aile olan Errol’h H a y ’lerin kaderi, belli bir büyük meşe ağacının üzerinde yetişen ökseo tu na bağlıydı. H ay ailesinin bir üyesi eski inancı şöyle kaydetm iştir:
“ Aşağı ülke aileleri arasında nişanlar bugün hemen ta m a men unutu lm uştur; fakat eski bir e lyazm asm dan ve Perth- shire’daki birkaç yaşlının göreneğinden anlaşıldığına göre, H ay ’lerin nişanı ökseotuydu. Eskiden Errol yakınlarında, Fal- con taşından pek uzak olm ayan bir yerde yaşı bilinmeyen dev gibi bir meşe vardı, üzerinde bir bitki bol yetişirdi; birçok b ü yü ve söylencenin bu ağaçla ihntisi olduğu düşünülürdü . H ay ailesinin süresinin de onun varlığına sıkı sıkıya bağlı olduğu söylenirdi. İnanıldığına göre, Allhallo\vmass arifesinde bir H ay ’in ağacın çevresinde güneş yönünde, belli bir büyüyü tek rarlayarak üç kez do land ık tan sonra yeni bir bıçakla kestiği bir ökseotu filizi, bü tün sihirlere ve büyülere karşı kesin bir büyü, savaş günündeyse şaşmaz bir koruyucu yerine geçerdi. Aynı şe-
327
'lî~
D e n iz k ö p ü ğ ü d e n iz le g ö k a rasında b ir ara k o n u m d a d ır ve ilk e l in sa n ın y a şa m ın ı k o y m a k için seçeceğ i tü rd en b ir yerd ir , l^avid j a m e s ’in t a b lo s u , 1897.
kilde kesilen ufak bir dal, bebeklerin beşiğine yerleştirilir, b u nun onları perilerce peri çocuklarıyla değiştirilmeye karşı k o ru duğu düşünülürdü . Son olarak, söylendiğine göre, meşenin k ö kü yok o lduğunda, ‘Errol’m ocağında ot bitecek, şahinin yuvasına bir kuzgun konacak tır .’ Bir H ay adına yapılabilecek en ta lihsiz iki işten biri, bir beyaz şahini öldürm ek, ötekiyse Errol meşesinin bir dalını kesmektir. Yaşlı ağacm ne zam an yok edildiğini asla öğrenemedim. H ay ailesinin mah m ülkü satıldı; ta bii kader ağacı meşenin bundan kısa bir süre önce kesilmiş o lduğu söyleniyor.” Eski boşinanç, geleneksel o larak Kafiyeci T h o m as’a ait o lduğu söylenen dizelerde kaydedilmiştir:
Ö kseo tu vurdukça Errol meşesine.Ve meşe sağlam kaldıkça yerinde.H ay 1er zenginleşecek, ve güzelim B oz şahinleri korkm ayacak fırtınadan.
328
A m a ne zam an ki meşenin k ö k ü çürür. Ö kseo tu kurum uş göğsüne sarılırsa Ocağında o t bitecek Errol’un Ye kargalar tüneyecek şahin yuvasında.
Altın Dal’ın ökseotu olduğu yeni bir düşünce değildir. D oğru, Vergilius onu ökseotuyla eşleştirmiyor, yalnızca karşılaştırıyor. Ama bu, basit bir bitkiye gizemli bir çekicilik vermenin şairane bir yolundan başka bir şey olmayabilir. Ya da daha büyük bir olasılıkla, tanımı, belli zam anlarda ökseotunun doğaüstü bir altın parlaklığı kazandığı gibi bir boşinanca dayanıyordu. Şair, Aeneas’a derinliklerinde Altın D al’m yetiştiği karanlık vadiye giden yolu gösteren iki güvercinin, bir ağaca nasıl konduğunu, nasıl “ oradan titrek bir altın pırıltısının yanıp söndüğünü” anlatıyor. “Üzerinde bulunduğu ağacm yerlisi o lm ayan ökseotu, kışın soğuğunda o r m anda taze yapraklarıyla yemyeşildir; sarı meyvelerini ağaçların gövdelerine sarar; gölgeli pırnal meşesinin üzerindeki yaprak altın da öyle görünürdü , hafif bir esintide altın yaprak da öyle hışırdardı.” Burada Vergilius, Altın D al’ı kesinlikle bir pırnal meşesinin üzerinde büyüyen bir şey o larak anlatıyor ve ökseotuyla karşılaştırıyor. Altın D al’m, şiirin ya da boşinancm ince sisi arasından görülen ökseotundan başka bir şey olmadığı çıkarsamasını yapm ak nerdeyse kaçınılmaz oluyor.
G iz em li ve e n d er a y o tu (B o tryc h ium lunar ia ) d ü n y a n ın en k ü ç ü k eğ re ltio tu d u r . b ir ç im en y a p ra ğ ın d a n dah a y ü k s e k değ ild ir . E s k il za m a n la rd a , a y ın s im g es i o ld u ğ u iç in b ü y ü cü le r in ve ö lü le rd en h a b er g e tiren s ih irb a z la r ın en sevd iğ i şeyd i. S im ya cıla r iç in ö n e m liy d i, ç ü n k ü “a ltın ç a l ı" d e n en g iz em li k r is ta l ya p ıy a ço k ben zerd i.
329
L e r w ic k 'in G u izer JarV t (tö ren in yö n e tic is i) y a n m a k ta o lan h ir te k n e n in ka rş ıs ın d a . İsk o ç y a a ç ık la r ın d a k i .Shetland A d a la rı, L e r w ic k ’te y ıld a h ir y a p ıla n h u y en id en tem sillerd e , ateş şen liğ i ve k a b ile reisi g ö m m e tö ren ler i b irleştir ilir .
N em i’deki Aricia korusu rahibinin -O rm a n m K rahnm -, üzerinde Altm D al’m büyüdüğü ağacı kişileştirdiğine inanm ak için nedenler gösterilmiş bulunuyor artık. Dolayısıyla, eğer o ağaç meşe idiyse. O rm an ın K rahnm meşe ru hunun bir kişileştirilmesi olması gerekirdi. Bu yüzden de öldürülm eden önce Altın D al’m koparılm asının neden gerekli o lduğunu an lam ak k o laylaşır. Bir meşe ruhu olarak, yaşamı ve ölüm ü meşenin üzerindeki ökseotundaydı, ökseotu sağlam kaldığı sürece Balder gibi o da ölmezdi. Dolayısıyla onu öldürm ek için ökseotunu
330
koparm ak ve belki de Balder olaym da olduğu gibi onun üzerine a tm ak gerekiyordu. Yalnız koşutluğu tam am lam ak için, O r manın K ralm m eskiden, daha önce de gördüğüm üz gibi, Aricia ko rusunda her yıl kutlanan yazdönüm ü ateş şenliğinde, ölü ya da diri yakıldığını varsaym ak gerekiyor. R o m a ’da Vesta tap ınağında ve Litvanya’da R om ove’de meşe ağacının altında yakılan devamlı ateş gibi ko ruda da yanan devamlı ateş belki de meşe ağacıyla besleniyordu; yani O rm an ın Kralının yaşamı b ü yük bir meşe ateşinde son buluyordu eskiden.
D aha sonraları, ileri sürdüğüm gibi, yıllık hizmet süresi, kutsal hakkını gücüyle kanıtlayabildiği sürece, ona yaşam h a k kı tanıyan kuralla uzatılmış ya da kısaltılmış olabilir. Fakat ateşe a tılm aktan , ancak kılıcının hakkıyla kurtulabiliyordu.
Böylece uzak bir çağda, İtalya'nın göbeğinde. N em i tatlı su gölünün yanında, İtalyan tüccarlarının ve askerlerinin, daha sonra kaba soyları, Galli Keltler a rasm da tanıklık edecekleri; Roma kartalları N orveç’e çullanmamış olsaydı Kuzeyin barbar Arileri arasında da ufak farklılıklarla tekrarlandığını görebilecekleri aynı ateşli tragedya her yıl oynanıyordu. Bu ayin belki de ilkel Ari meşe tap ınm asında temel bir özellikti.
Geriye, ökseo tuna neden Altın Dal dendiğini so rm ak k a lıyor. Ö kseo tu meyvelerinin beyaza çalan sarı rengi bu adı açıklam aya yetmez, çünkü Vergilius yalnızca dalın değil, yap rak lar gibi sapın da altından o lduğunu söylüyor. Bu ad belki de bir ökseotu dalının kesildikten ve birkaç ay sak land ık tan sonra aldığı koyu altın sarısı renkten gelmektedir; parlak renk yaprak larla sınırlı değildir, dallara da yayılır, öyle kı bü tün dal bir Altın Dal gibi gö rünür. Breton köylü len , kulübelerinin önüne kucak dolusu ökseotu demetleri asarlardı. H aziran ayında bu dem etler yaprakların ın altın sarısı renginden dolayı çok güzel gö rünürdü . Bretagne’m bazı bölgelerinde, özellikle de M o rb ih a n ’da atları ve sığırları belki de büyüye karşı k o ru
331
m ak için atların ve ineklerin ahırların ın kap ılar ına ökseotu dalları asılır.
K urum uş dalın sarı rengi, ökseo tunun neden kimi zam an top rak tak i hâzineleri o rtaya ç ıkarm a özelliğine sahip o lduğun un varsayıldığım kısmen açıklayabilir; çünkü benzerlik büyüsünün ilkelerine göre, sarı bir dal ile sarı altın arasında doğal bir ilişki vardır. Bu öneri, halk arasında Y azdönüm ü Arifesinde altın gibi ya da ateş gibi çiçeklendiği varsayılan söylencesel eğreltiotu tohum una atfedilen olağanüstü özelliklerin benzerlikleriyle de doğrulanıyor. Ö rneğin Bohem ya’da “Aziz John gününde eğreltiotu to h u m u n u n ateş gibi parlayan altın çiçekler açtığı” söylenir. Bu mitsel eğreltiotu tohum unun , Y azdönüm ü Arifesinde ona sahip olanın ya da onu elinde tu ta rak bir dağa tırm anan kişinin bir altın dam arı keşfetmesi ya da yeryüzü h â zinelerini mavimsi bir alevle parlıyor görmesi gibi bir özelliği vardır. R usya’da Y azdönüm ü Arifesinde gece yarısı eğreltiotu- nun bu harika çiçeğini yakalayabilirseniz, havaya fırlatın, bir definenin gizlice yattığı yerin üzerine bir yıldız gibi düşeceğini görürsünüz denir. Bretagne’da define arayıcıları Y azdönüm ü Arifesinde gece yarısı eğreltiotu tohum u top lar ve ertesi yılın Paskalyadan önceki Pazar gününe kadar saklarlar; daha sonra da definenin saklandığını sandıkları yerin üzerine serperler. Ti- rollü köylüler gizli definelerin Y azdönüm ü Arifesinde alev gibi parladığının görülebileceğini ve bu gizemli mevsimde top lanan eğreltiotu tohum ların ın , norm al önlemlerle, göm ülü altını to p rak yüzüne ç ıkarm akta yardımı olacağını hayal ederler. İsviçre’de Freiburg kan to n u n d a halk. Aziz John gecesinde bazen şeytan ta ra fm dan getirilmiş olan bir defineyi bu lm ak u m uduyla bir eğreltio tunun yanında du rup etrafı gözlerdi. Bohem y a’da, bu mevsimde eğreltiotunun altın çiçeğini ele geçirenin bü tün defineleri açacak anah tarı elde edebileceğini; genç kızlar çabuk solan çiçeğin altına bir bez gererlerse kızıl altının bu be
332
zin üzerine düşeceğini söylerler.T iro l’de ve Bohem ya’da, paranm içine eğreltiotu tohum u koyarsanız, ne kadar harcarsanız harcayın para hiç bitmez. Bazen eğreltiotu tohum unun Noel gecesi çiçek açtığı varsayılır, o sırada onu kim ele geçirirse çok zengin olur. Suriye’de, Noel gecesi eğreltiotu to p la yarak şeytanı size bir to rba altm getirmeye zorlayacağınız söylenir.
Böylece, her şey benzerini çeker ilkesine göre, eğreltiotunun altını keşfedeceği varsayılır, çünkü kendisi de altındır; buna benzer bir nedenle ona sahip olanı tükenm ez bir altm kaynağıyla zengin eder.Ama eğreltiotu tohum u altın o larak tanımlandığı halde, aynı zam anda alevli ve ateşli o larak ta nımlandığı da olur. Dolayısıyla, söylencesel tohum ların to p lan dığı iki büyük günün Y azdönüm ü Arifesi ve Noel o lduğunu -yan i iki gündönüm ü (çünkü Noel, pu ta tapan ların eski kış g ündönüm ü ku tlam asından başka bir şey değildir)- düşü n ü rken, eğreltiotu tohum unun ateşli gö rünüm üne birincil, altm görünüm üneyse ikincil ve türev olarak bakm aya itiliriz. Aslında, eğreltiotu tohum u, güneş ateşinin, güneşin seyir yolunun iki dönüş noktasında -y az ve kış g ü n d ö n ü m ü n d e - çıkışı o larak görünebilirdi. Bu görüşü bir A lman öyküsü de doğruluyor: bir avcının Y azdönüm ü gününde öğleyin güneşe ateş ederek eğreltiotu tohum u elde ettiği anlatılır öyküde; yere üç dam la kan dam lar, avcı beyaz bir bezle yakalar onları, bu kan damlaları eğreltiotu tohum udur. Burada kan besbelli güneşin kanıdır, eğ-
A en ea s o r m a n d a A l tm D a l'ı b u lu r . Y era ltın d a n g e çe rk e n y o lu n a a yd ın la ts ın d iye y a n ın d a g ö tü rec e k tir . B ilici g ü verc in le r b a şın ın ü zer in d e u ç u şm a k ta d ır . A l t ın D a l'u ı 1925 tarihli resimli b a s ım ın d a n i l lüs trasyon.
333
B u d e k o r a t i f K e lt b r o n z k o v a n ın s a p ın d a k i baş Y a şa m A ğ a c ı ile ilişk ili
K elt ta n rısın ı te m s il ed iyo r. B aşın ü z e r in d e k i k ıv r ım lı d e ta y ö k se o tu d u r .
M Ö Birinc i yüzyıl. İng i l te re ’de Kent , A y le s fo rd ’d a b u lu n m u ş tu r . Bri tish
M u s e u m , L o n d r a .
re lt io tunun tohum u da doğrudan ondan türemiştir. Böylece egreltiotu to h u m u n u n altın o lduğu doğrudan kesin o larak kabul edilir, çünkü güneşin altın ateşinin bir akışı o lduğuna inanılır.
Eğreltiotu tohum u gibi ökseotu da ya Y azdönüm ünde ya da N o e l’de -y an i yaz ve kış gündönüm ler inde- top lan ır ve yine eğreltiotu tohum u gibi onun da yeryüzündeki hâzineleri o rtaya ç ıkarm a gücüne sahip olduğu varsayılır. Y azdönüm ü Arifesinde İsveç’te halk ökseo tundan ya da bir tanesi m utlaka ökseotu o lm a
sı gereken dört ayrı tü r odundan keşif çubukları yapar. Define arayıcıları güneş ba ttık tan sonra çubuğu yere yatırır, alet definenin tam üzerindeyse çubuk canlıymış gibi hareket etmeye başlar. Eğer ökseotu altını keşfediyorsa, Altın Dal ka rak te r in de bir şey olması gerekir; gündönüm lerinde toplanıyorsa, altın eğreltiotu tohum u gibi Altın D al’ın da güneşin ateşinin bir çıkışı olması gerekmez miydi? Soru basit bir “evet” le yanıtlana- maz. Eski Arilerin gündönüm ü ve öteki tören ateşlerini kısmen güneş büyüsü olarak , yani güneşe taze ateş sağlam ak için yaktığını görm üştük; bu ateş çoğunlukla meşe odunların ın birbirine sürtülmesiyle o luşturu lduğuna göre, eskil A ri’ye güneş, zam an zam an kutsal meşe ağacının içinde o tu ran ateşten besleniyor gibi gelmiş olmalıdır. Diğer bir deyişle, meşe ağacı ona zam an zam an güneşi beslemek için çekilen ateşin ilk depolam a yeri ya da yedek deposu gibi görünüyor olmalıydı. Eakat meşenin yaşam m m ökseo tunun içinde olduğu düşünülüyor idiyse, ökseotunun, bu görüşe göre meşe ağacının birbirine sürtülme-
334
siyle o luşturulan ateşin tohum unu ya da çekirdeğini içinde ta- şmıası gerekirdi. Böylece, ökseotu güneşin ateşinin bir çıkışıydı demek yerine, güneşin ateşine ökseotunun bir çıkışı gözüyle b a kılıyordu demek daha doğru olurdu. O zam an, ökseo tunun altın görkemiyle parlam asına ve Altın Dal o larak ad landırılm asına şaşm am ak gerekir. Bununla birlikte, belki de tıpkı eğreltiotu gibi onun da o altın gö rünüm ünü , yalnızca belirli zam anlarda , özellikle de ateşin güneşi tu tuştu rm ak için meşe ağacından çıkarıldığı yazdönüm ünde aldığı sanılıyordu.
Shropshire, Pulverbatch’ta, belleklerde canlı kaldığı gibi, meşe ağacının Y azdönüm ü Arifesinde açtığına ve çiçeklerin gün doğm adan önce solduğuna inanılırdı. Evlilikte kısmetini bilmek isteyen bir genç kız, geceleyin ağacm altına beyaz bir bez germeliydi, sabahleyin bir m ik tar toz bulacaktı bezin üzerinde, çiçekten tek kalan şey buydu. O bir tu tam cık tozu yastığının altına koymalıydı, o zam an gelecekteki kocası düşte kendisine görünecekti. M eşenin bu dayanıksız çiçeği, eğer yanılmıyorsam, Altın Dal karakterindeki ökseo tundan başka şey o lamazdı. Bu sanı, G aller’de Y azdönüm ü Arifesinde top lanan gerçek bir ökseotu filizinin kâhince düşler görm ek için aynı şekilde yastık altına yerleştirildiği gözlemiyle doğrulanıyor; ayrıca beyaz bir bezin içinde hayali meşe çiçeğini yakalam a tarzı, t a m am en Druidlerin gerçek ökseotunu, altın bir o rak la kesilerek m eşenin d a l ın d an d ü ş tü ğ ü n d e y ak a lay ış la rm a benziyor. Shropshire, Galler sınırında olduğuna göre, meşenin Y azdönümü Arifesinde çiçeklendiği inancı ilk kökeninde Galler’den kaynaklanıyor olabilir, am a belki de ilkel Ari inanışından kalm a bir parçadır.
İtalya’nın bazı bölgelerinde, daha önce de gördüğüm üz gibi, köylüler Y azdönüm ü sabahında hâlâ “ Aziz John Y ağı” için meşe ağacı aram aya çıkarlar; bu yağ, tıpkı ökseotu gibi bü tün yaraları iyileştirir, m uhtem elen o anlı şanlı ökseotunun kendi
335
sidir bu. Böylece Altın Dal gibi, bitkinin ağaç üzerindeki gerçek görünüm üyle o kadar az betimleyici bir adın nasıl olup da, gö rünüşte o kadar önemsiz bir asalak bitkiye verildiğini an lam ak kolaydır. Dahası, belki de, eskil zam anlarda ökseotunun neden ateşi söndürm e gibi dikkate değer bir özelliğe sahip olduğunu; neden İsveç’te hâlâ evlerde büyük yangınlara karşı bir k o ru n m a olarak saklandığını görebiliriz. O nun ateşli yapısı, benzerlik büyüsü ilkesine göre, yaranın ateşle en iyi sağaltımı ya da önlenmesi o larak öne çıkarır onu.
Bu düşünceler, Vergilius’un A eneas’a karanlık yeraltı d ü n yasına inerken neden yanında şanlı bir ökseotu dalı taşıttığını kısmen açıklayabilir. Şair, daha cehennemin kapılarında, uçsuz bucaksız karanlık bir o rm an uzanışını, kah ram an ın , kendisini çekmeye çalışan iki güvercinin uçuşunun peşine takılarak, uzaklarda ağaçların gölgeleri arasından , Altm D al’ın, baş üzerinde birbirine geçmiş dalları aydınlatan titrek ışığını görünceye k adar yaşı bilinmez o rm anm derinliklerinde başıboş dolaşı- şını betimler. H üzünlü sonbahar o rm an la r ında kurum uş bir sarı dal o larak ökseo tunun içinde ateş to h u m u n u taşıdığı d ü şünülüyorsa, ağaç a ltlarındaki gölgeliklerde başıboş dolaşan üzgün bir kişi, ellerine bir değnek ya da sopa olduğu kadar, ayaklarına bir lamba da olabilecek bir daldan daha iyi bir yoldaş bulabilir miydi? Elinde böyle bir silahla, tehlikeli yolculuğunda karşısına çıkacak korkunç hortlak lara cesaretle karşı koyabilirdi. Bundan dolayı, Aeneas o rm andan çıkıp da cehennem bataklığının içinden tembel tembel akan Styks N ehri kıyılarına gelince ve aksi kayıkçı kayığıyla onu karşıya geçirmeyi reddedince, göğsündeki Altın D al’ı çekm ekten ve havaya ka ld ırm ak tan başka yapacak şey kalmamıştı ona, bunu gören k a badayı hemen yelkenleri suya indirir ve kuzu kuzu alır k a h ra manı, canlı insanın olağandışı ağırlığı altında suya ba tan ba rkasına. D aha önce de gördüğüm üz gibi, ökseotu son zam anlar-
336
G ö k se l a teşi h ir ağaca g e tirecek h ir ş im şe k çakışı; o rada ö k se o tu o la ra k be lirecektir.
da bile cadılara ve devlere karşı bir k o runm a sayılm aktadır; eskil insanlar da onda aynı büyülü yeteneğin var o lduğunu d ü şünüyorlardı. Bizim köylülerimizden bazılarının da inandığı gibi, bu asalak bitki bü tün kilitleri açabiliyorsa, neden Aeneas’m elinde ölüm ülkesinin kapılarını açan bir “Açıl Susam Açıl” görevi görmesindi?
Şimdi V irbius’un neden giderek güneşle karıştırıldığını da anlayabiliriz artık. Eğer Virbius, benim göstermeye çalıştığım gibi, bir ağaç ruhu idiyse, üzerinde Altın D al’ın yetiştiği meşe
337
Hir m eşe ağa c ın ın d a lla n a ra sın d a n s ıza n ^ ü n c ş ışığı. ( i( )k se l a te ş re g ü n e şin g iic ii k u tsa l m eşed e ve o n u n ü z e r in d e k i ö k s e o tu n d a h eden leşeh ilird i.
ağacının ruhu ohnası gerekirdi; çünkü söylence onu orm an krallarının ilki olarak gösteriyordu. Bir meşe-ruhu olarak, zamanı gelince güneşin ateşini yeniden yaktığı varsayılıyor o lm alıydı, hu yüzden de güneşin kendisiyle kolayca karıştınlahilir- di. Aynı şekilde, hir meşe-ruhu olan Balder’in neden “ o kadar güzel yüzlü ve o kadar parlaktı ki, içinden bir ışık ç ık ıyordu” şeklinde betimlendiğini ve neden çoğu kez güneş o larak kabul edildiğini açıklayabiliriz. Ve genel o larak diyebiliriz ki, ateşin
338
yalnızca odunları birbirine sijrrmekle yakılabildiği ilkel to p lum da yabanıl, ateşi tıpkı bitki özü ya da özsuyu gibi, ağaçlarda depolanmış, yorucu bir çalışmayla çıkarabileceği bir şey o larak anlayabilirdi ancak.
KaliforniyalI Senal Kızılderilileri “ bü tün dünyanın bir zam anlar bir ateş topu olduğuna, dolayısıyla bu elementin ağaçlara geçtiğine, şimdi ne zam an iki odun parçası birbirine sürtül- se ortaya çıktığına inand ık larım ” itiraf etmekteler. Aynı şekilde KaliforniyalI M aidu Kızılderilileri de “ dijnyanın öncelikle erimiş bir m adde topu o lduğunu, dolayısıyla ateşin özünün köklerden gövdeye ve ağaçların dallarına doğru çıktığını, bu yüzden de Kızılderililerin kendi usulleriyle onu ağaçlardan çıkard ık la r ım ” ileri sürmekteler.
Caroline A dalarından biri olan N am o lu k ’ta, ateş yakm a sanatının insanlara tanrılar tarafından öğretildiğini söylerler. Alevlerin kurnaz ustası O lofaet ateşi mtut kuşuna vermiş ve onu gagası içinde dünyaya taşımasını buyurm uştur. Kuş da ağaçtan ağaca uçmuş, ateşin uyuklayan gücünü orm anın içinde saklamıştı; böylece insanlar ateşi sürtme yoluyla onun içinden ç ıkarabilmektedir. H ind is tan ’ın eski Veda ilahilerinde ateş tanrısı Agni’nin “ bitkilerin embriyosu olarak odunun içinden doğduğu ya da bitkilere bölüştürüldüğünden söz edilir. Aynı zam anda, bü tün bitkilerin içine girdiği ya da onlara egemen olmaya çalıştığı da söyleniyor. O na, bitkilerin olduğu kadar ağaçların da embriyosu dendiğinde, o rm anlarda ağaç dallarının birbirine sürtülmesiyle elde edilen ateşe gönderm e yapılmış o lu r .”
Yabanıl, yıldırım çarpm ış ağaca, doğallıkla iki ya da üç misli ateşle yüklü o larak bakar; güçlü alevin gövdeye girdiğini kendi gözleriyle görm em iş midir? Bundan dolayı belki de yıldırım çarpm ış ağaçlarla ilgili birçok boşinancm bazılarını açıklayabiliriz. Ingiliz K olum biyası’nda yaşayan T hom pson Kızılderilileri düşm anların ın evlerini ateşe vermek istediklerin-
339
B azıları, g ö kg ü r ü ltü sütanrısıT h o r 'u n ,res im d e a tü zer in d e ,k u rtla rlab ir lik tegö s ter ilenkavgacıT ö to n tanrısıW o ta n 'dan(O d in )h e m en so n rag e ld iğ in ein a n ırd ı.M a xK o c h ’un b ir tab lo su ,190,5.
de, bu evlere ya yıldırım çarpm ış ağaç lardan yapılmış ya da uçlarında bu tü r ağaçların kıymıkları eklenmiş ok la r a tarlardı. Saksonyalı W end köylüleri, ocak larında yıldırım çarpm ış ağaçların odun la rım yakm azlar; dediklerine göre, böyle bir yakacak evi yakıp küle dö n d ü rü rd ü . Aynı şekilde. Güney Afrika Thongaları, yakacak o larak bu türlü odunu kullanm az, ya da onun la yakılmış ateşte ısınmazlar. Tersine, bir ağacı yıldırım yakm ışsa. Kuzey Rodezyalı W inam w anga la r köydeki bütün ateşleri söndürü r, ocakları yeniden sıvar, aile reisleri yıldırımın yaktığı ateşi onun üzerine dua etsin diye kabile re isine götürürler. Bunun üzerine reis bü tün köylere yeniden ateş gönderir, köylülerse o n u n habercilerini hediyelerle ödü llendirir. Bu da on la rm yıldırımın yaktığı ateşe saygıyla b ak t ık larını, bu saygının anlaşılabilir bir şey olduğunu gösteriyor, çünkü gök gürü ltüsünden ve yıldırım dan yeryüzüne inmiş T anrın ın kendisi o la rak söz ederler. Aynı şekilde, K aliforniyalI M aidu Kızılderilileri, bir Büyük İnsanm dünyayı ve onun üzerinde yaşayanları yarattığ ına, yıldırımınsa, göklerden hızla inen ve alevden kollarıyla ağaçları parça layan o Büyük İnsanm kendisi o lduğuna inanırlar.
A vrupa’nın eskil halklarının meşeye duydukları saygının ve ağaçla kendi gök-tanrıları arasında buldukları ilişkinin, m eşenin Avrupa o rm anlarım ızdaki öteki ağaçlardan çok daha b ü yük bir sıklıkla yıldırım çarpan bir ağaç o lm asından ortaya çıkması akla yakm bir kuram dır. Ağacm bu özelliği, görünüşe göre, ileri sürecek mitsel kuram ları olm ayan bilimsel araştırm acının son zam anlarda yaptığı gözlemlerle ortaya çıkmıştır. Ama bunu, ya yıldırımın m eşe-odununun içinden öteki ağaç k ü tü k lerinden çok daha kolaylıkla geçiyor olmasıyla, ya da bir başka şekilde, bu gerçeğin o zam anlar A vrupa’nın büyük bir bö lüm ünü kaplayan geniş o rm an la rda o tu ran bizim cahil a ta larım ızın da dikkatini çekmiş olabileceği ihtimaliyle açıklayabiHriz;
341
I iinı d ü n y a o la ra k te m sil ed ilen H in d tı ta n rısı V işn ıı V isva ru p a . j a i p i ı r ’d a n bir
H in t resmi, ondoku/. ıi îîc ıı yüzyıl başla rı . V ic to r ia a n d A lber t .Museum, L o n d ra .
doğal o larak, hunu kendi basit dinsel tarzlarıyla, tapm d ık lan ve korkunç sesini gök gürü ltüsünde işittikleri b ü yük gök-tanrısm m meşe agacmı b ü tün öteki ağaçlardan çok sevdiğini, sık sık karanlık bulu tlardan bir yıldırım çakışıyla onun içine inip yarılmış simsiyah gövdede, yanıp kül olmuş yeşillikte varlığının ya da o ra la rdan geçtiğinin bir izini bıraktığını varsayarak açıklayabilirler. Bundan dolayı bu ağaçlar, gürleyen g ö k -tan rm m gözle görü lür o tu rm a yeri o larak bir zafer halesiyle çevrilirdi. Bazı yabanıllar gibi hem Yunanlıların hem de Romalıların kendi büyük gök ve meşe tanrılarını yeryüzünü vuran yıldı
rımla özdeşleştirdikleri besbelli; genellikle yıldırım çarpmış böyle bir yerin çevresini kuşatır, orayı bundan böyle kutsal ka bul ederlerdi. O rta A vrupa’nm orm anlarında yaşayan Keklerin ve Germenlerin atalarının benzer nedenlerle yanmış bir meşe ağacına böyle bir saygı gösterdiklerini varsaym ak acele verilmiş bir yargı sayılmamalıdır.
Arilerin meşeye olan saygılarının ve ağaçla büyük gök gürültüsü ve gökyüzü tanrısı arasm daki birliğin bu açıklaması, Jacob Grim m tarafından çok önceleri önerilmiş ya da ima edilmiştir, son yıllarda M r. W. W arde Fowler ta rafından da kuvvetle desteklenmektedir. Bunun benim daha önce kabul ettiğim açıklam adan: yani, meşeye bizim cahil atalarımızın ağacm o d u nundan elde ettikleri birçok yarardan , özellikle de dallarını birbirine sürtmekle ateş elde etmelerinden dolayı tapınıldığı; m eşenin gökyüzüyle bağlantısının, yıldırımın çakm asının yüceler
342
deki gök-tanrın ın - t ıp k ı ona tap ınan yabanılın yeryüzünde o r m anda ateş yakarken yaptığı g ib i- iki meşe odun u n u birbirine sürterek çıkardığı kıvılcımdan başka bir şey olmadığı inancına dayalı daha sonraki bir düşünce olduğu açık lam asından daha basit ve daha olası olduğu görülüyor.
Bu ku ram a göre, gök gürü ltüsü ve gök tanrısı kuram ı ilk baştaki meşe tanrıs ından türemişti; benim şimdi yeğlediğim k u ram a göreyse, gök ve gök gürültüsü tanrısı bizim Ari a ta larım ızın ilk büyük tanrısıydı, onun meşeyle ilişkisiyse meşenin yıldırımla ne kadar sık çarpıldığının görülmesine dayalı bir ç ıkarsamaydı. Eğer Ariler, bazılarının düşündüğü gibi, A vrupa’nın k a ranlık o rm an larına yerleşmeden önce sürüleriyle R usya’nın ve O rta A sya’nın geniş steplerinde dolaşsalardı, mavi ya da bu lu tlu gökyüzü tanrıs ına ve yıldırıma, tanrıyı yeni yurtlarındaki yanmış meşe ağaçlarıyla birleştirmelerinden çok önceleri tap ıyor olabilirlerdi.
Belki de yeni kuram ın , meşe ağacının üzerinde yetişen ö k seotuna atfettikleri özel kutsallığı aydın latm a gibi bir yararı vardır. Bir meşe ağacı üzerinde böyle bir yetişmenin enderliği, boşinancm derecesini ve kalıcılığını açıklam aya yetmez. O nun gerçek kökenine değgin bir imaya belki de Plinius’un, D ruidlerin bu bitkiye, onun göklerden inmiş o lduğuna ve üzerinde yetiştiği ağacın tanrı ta ra fından seçilmiş o lduğunun bir belirtisi o lduğuna inandıkları için tapındıkları ifadesi yol açmıştır. Ö k seotunun, bir yıldırım ışığı içinde meşeye düşm üş olduğuna inanmış olabilirler mi? Bu varsayımı, İsviçre’nin A argau k a n to nunda ökseo tuna verilen gök gürültüsü süpürgesi adı doğru luyor, çünkü bu sıfat asalak bitki ile gök gürü ltüsü arasında yakın bir bağı açıkça ima ediyor; gerçekten de “ gök gürü ltüsü süpürgesi” , A lm anya’da bir dal üzerinde büyüyen yuvaya benzer çalımsı bir fazlalık uzantıya verilen addır, çünkü cahiller böyle bir asalağın yıldırımın bir sonucu olduğuna inanırlardı.
343
m m §
E v ren in h ir e sk il M ıs ır g ö r ü n itm ü n iin s im g ese l b e tim lem es i. G ö k se l to n o z u te m sil ed en u z u n k o l ve b a ca klı tanrıça N u t , y ıld ız la r ü zer in d e g ö z k ırp a r k e n u fu k ta b ir u ç ta n ö b ü r ü n e u z a n ıyo r . Yer tanrısı G e b 'in ik iz k ız k a rd e ş i o la n N u t , ts is ve O s ır ıs 'in an a sıyd ı.
Eğer bu varsayım da bir doğru luk payı varsa, Druidlerin orm andaki bütün ağaçlardan çok ökseotlu bir meşeye tapm a- larmın nedeni, bu türlü her meşeye yıldırım çarpm akla ka lm ayıp dallarının içinde göksel ateşin gözle görü lür bir çıkışını ta şıdığına olan inançtı; öyle ki, ökseotunu gizemli törenlerle kesmekle kendilerini bir yıldırımın bü tün büyüsel özelliklerine karşı güvenceye alıyorlardı. Eğer böyle idiyse, ökseotunun, b u raya k adar ileri sü rdüğüm gibi, yazdönüm ü güneşinden çok yıldırımın bir akışı o larak sayıldığı sonucuna varm am ız gerekir. Aslında, belki de, eski Ari inancında ökseo tunun Y azdönüm ü günü bir şimşek çakışıyla güneşten indiğini düşünerek görünüşte farklı bu iki görüşü birleştirebiliriz. Eakat böyle bir bir
344
leştirme yapaydır ve bildiğim kadarıyla herhangi bir gerçek k a n ıttan yoksundur. İki yorum , söylencesel ilkelere göre birbiriy- le gerçekten uyuşsa da, uyuşmasa da.
Söyleme cesaretini gösteremeyeceğim; fakat zıt oldukları kanıtlanacak olsa bile, tutarsızlığın, bizim cahil atalarımızın her ikisini de aynı zam anda eşit bir inançla kucaklamasını ö n lememesi gerekir; çünkü insanoğlunun büyük çoğunluğu gibi yabanıl da bilgiçlik taslayan bir m antığın engellerine takılıp k a lacak denli dar görüşlü değildir. K aba cehalet ve kör korku cangılı içinde onun dolambaçlı düşüncesini izlemeye çalışırken, büyülü bir zeminde yürüdüğüm üzü hiç unu tm am alı ve yolumuza çıkan ya da karanlık ta üzerimizde dolaşan ve bize an laşılmaz şeyler söyleyen bulutsu şekilleri gerçeklikler o larak alm am aya d ikkat etmeliyiz. Kendimizi hiçbir zam an ilkel insanın yerine koyamayız, şeyleri onun gözleriyle göremeyiz, yüreklerimizin onu allak bullak eden heyecanlarla attığını hissedemeyiz. O nun la ve onun davranışlarıyla ilgili bü tün kuram larım ız bu yüzden kesin o lm aktan çok uzaktır; bu gibi du rum larda ulaşmayı umacağımız en yüksek nokta , akla uygun bir olasılıktır.
Bu araştırm aları sonuçlandırm ak için, eğer Balder gerçekten de, benim varsaydığım gibi, ökseotu taşıyan bir meşe ağacının kişileştirilmesi idiyse, bir ökseotu vuruşuyla ölüm ü, bu yeni ku ram a göre bir yıldırım çakışıyla ö lüm olarak açıklana- bilirdi. İçinde yıldırım alevi bulunan ökseotu dallar arasm da tu tu lduğu sürece, yaşamını güvenliği için yer ile gök arasm da gizemli asalak bitki içinde saklayan iyi ve şefkatli meşe tanrısı herhangi bir zarara uğram ayacaktı; fakat yaşamının ya da ö lü m ünün bulunduğu yer daldan koparılıp gövdeye fırlatılır fırlatılmaz, yıldırımın çarptığı ağaç devrilecek, tanrı ölecekti.
İskandinavya’nın meşe orm anındaki Balder için söylediklerimiz, bu denli karanlık ve belirsiz bir sorudaki gerekli bü tün sakıncalara karşın, İtalya’nın meşe orm anı içinde Aricia’daki Or-
345
F ra zer’ın sö zle r iy le , “b ilg in in ile r lem esi b o y u n a u za k la şa n b ir a m a ca d o ğ ru s o n su z b ir i ler lem ed ir . ” D ü n y a , k e n d is i h e n ü z ta m o la ra k a n la y a m a d ığ ım ız b ü y ü k g ü ç lerin te h d id i a ltın d a o la n e vren in m in ic ik b ir p a rça s ın d a n b a şka b ir ş ey değ ild ir .
m anın Kralı, D iana rahibine de uygulanabilir belki de. N em i vadilerindeki kutsal meşe ağacı üzerinde yetişen ökseotu -g ö k gürültüsü süpürgesi, Altm D a l- içinde insanlar arasm da o turm ak üzere göklerden bir yıldırım alevi içinde yeryüzüne içtenlikle inmiş olan, İtalya’nm büyük gök tanrısı Jüpite r’i kanıyla canıyla kişileştiriyor olabilir. Eğer böyle idiyse, rahibin kılıcını çekerek hem tanrın ın hem de kendinin yaşamını içinde yaşatan gizemli dalı korum asına şaşırmamamız gerekir. H izm et ettiği ve evlendiği Tanrıça ise, eğer yanılmıyorsam, gök-tanrının gerçek karısı Cennet Kraliçesinden başkası değildi. Ç ünkü o da orm anların ıssızlığını ve kimsesiz tepeleri sever, bulutsuz gecelerde havada ay kılığında dolaşırken gölün parlak yüzeyine, D iana’nm Ayna- sı’na yansımış kendi güzel imgesini zevkle seyrederdi.
A raştırm am ızın sonuna yaklaştığımıza göre, atalarımızın düşünce biçimleri üzerinde du ru rken öğrendiğimiz dersleri ele alıp onları kendimizinkilerle karşılaştıralım. Bilgideki her bü-
346
yük ilerleme, düzen alanmı genişletmiş buna karşılık d ünyadaki gö rünür düzensizlik alanını sınırlandırmıştır; bugün artık rastlantının ve karm aşan ın hâlâ egemenlik sürer göründüğü a lanlarda bile daha doğru bilginin görünüşteki kaosu kozm osa indirgemesini bekler durum dayız. Böylece, evrenin gizlerinin daha derin bir çözüm üne doğru sınırları zorlayan parlak zekâlar, büyüdeki şeyin yalnızca örtük o larak var gibi kabul edildiğini, yani, eğer dikkatle gözlenirse doğal olayların düzeninde, seyirlerini kesinlikle önceden görmemizi ve buna göre d av ran mamızı sağlayan şaşmaz bir kararlılık o lduğunu açıkça ileri sürerek, dinsel doğa kuram ını yetersiz diye reddedip bir ölçüde eski büyü görüşüne geri dönm e d u rum una gelmiştir. Kısacası, doğanın bir açıklaması o larak din yerini bilime bırakır.
Fakat, her ikisi de her şeyin temelinde yatan ilke olarak düzene inanca dayanan bilim ve büyünün, bu kadar o rtak yana sahip olmasına karşın, bu kitabın okurlarına , büyünün varsaydığı düzenin bilimin temelini o luşturan düzenden çok farklı o lduğunu anım satm aya gerek yok. Farklılık, doğal olarak, her iki düzenin ulaşmış o lduğu farklı tarz lardan gelmektedir. Ç ünkü , büyünün dayandığı düzen, yanlış bir örneksemeyle, fikirlerin aklımıza sunulma düzeninin uzantısından başka bir şey değilken, bilimin ortaya koyduğu düzen görüngülerin sabırla ve tam o larak gözlenmesinden kaynaklanır. Bilimin bugün ulaştığı sonuçların bolluğu, sağlamlığı ve parlaklığı, yöntem inin doğruluğuna hoş bir güven esinlemeye çok uygundur. İnsan, yüzyıllarca karanlık ta el yordam ıyla yürüdükten sonra, n ihayet labirentin ipucunu yakalamış, doğa hâzinesinde birçok kilidi açan bir altm anah ta r bulm uştur. Gelecekte -m a d d i o ldu ğu k ada r ahlaki ve entelektüel- ilerleme um udunun bilimin zenginliklerine sıkı sıkıya bağlı olduğunu, bilimsel buluş yoluna konan her engelin insanlığa karşı işlenmiş bir suç olduğunu söylemek abartm ak olmayacaktır.
347
Fakat düşünce tarihinin, dünyanın biHmsel kuramı bugüne kadar formülleştirilmiş en iyisi olduğu için, m utlaka eksiksiz ve kesin olduğu sonucuna varm a konusunda bizi uyarması gerekir. Bilimin genellemelerinin, ya da amiyane deyimiyle, d o ğanın yasalarının, aslında dünyanın ve evrenin anlı şanlı isimleriyle onurlandırdığım ız durm adan değişen düşünceler geçidini açıklam ak için icat edilmiş varsayım lardan başka bir şey olmadığını unutmamalıyız. Son çözümlemede, büyü, din ve bilim düşünce kuram larından başka bir şey değildir; ve bilim kendisinden önce gelenlerin yerini aldığına göre, bundan sonra kendisi de daha eksiksiz bir varsayım tarafından , belki de gö rü n gülere bizim bu kuşakta üzerinde hiçbir fikir yürütemeyeceği- miz tam am en farklı bir bakış -perdedek i gölgeleri kayded iş- açısı ta rafından aşılabilir. Bilginin ilerlemesi du rm adan geriye çekilen bir am aca doğru sonsuz bir ilerlemedir. Bu bitmeyen kovalam acadan yakm m am ıza gerek yoktur. H oşum uza gitsin gitmesin, büyük şeyler bu kovalam acadan ortaya çıkacaktır. Geleceğin kâşifi -düşünce diyarlarının bir büyük Ulysses’i- üzerinde şimdi bize o lduğundan daha parlak yıldızlar doğacaktır. Büyünün düşleri bir gün bilimin uyanık durum dak i gerçeklikleri olabilir. Fakat bu güzel um udun tam karşısında k a ra n lık bir gölge uzanıyor. Çünkü, bilgideki ve geleceğin insan için sakladığı güçteki artış ne kadar büyük olursa olsun, dünyam ızın ufacık bir nok ta ya da zerre o larak içinde yüzdüğü bu yıldızlı evreni o r tadan kald ırm ak için sessizce fakat amansızca ça ba gösteren büyük güçlerin akışının durm ası için bir um ut besleyemez insan.
Gelecek çağlarda insan, rüzgârların ve bulutların ters seyirlerini önceden bilebilir, ha tta denetleyebilir de, am a güçsüz elleri yörüngesinde durgunlaşan gezegenimizi yeniden hızlandıracak ya da güneşin sönmekte olan ateşini yeniden yakacak gücü bulam ayacaktır. Fakat böylesi uzak bir felaket düşüncesiyle
348
h ra ze ı, in sa n lık ta r ih i h o r u n c a iç u e ge h irb ir in d en ayrı b ü y ü , d in ve b ilim ç izg ilerin i, b ir k a m ış d e m e ti ü ze r in d e ü: ç iyle ka p lı ö rü m c e k a ğ ın ın ip lik le r in e b e n ze tiy o r .
titreyen filozof, dünya ve güneş gibi bu kasvetli ku run tu la r ın , düşüncenin boşluktan zihninde uyand ırd ığ ı, as lında o lm ay an dünyanın yalnızca parçaları olduğunu; kurnaz büyücü kadının bugün uyandırdığı hayalleri yarın yasaklayabileceğini düşünerek kendini avutabilir. Sıradan gözlere katı görünen çok şey gibi, on lar da havaya, toza d ö n ü şebilir.
Geleceğe fazla dalmaksızm, düşüncenin bugüne kadar izlediği süreci, farklı üç iplikle ö rü lmüş bir ağa benzeterek açıklayabiliriz - siyah büyü ipliği, kızıldin ipliği ve beyaz bilim ipliği; bu rada , bilim adı altına, doğanın gözlemlenmesinden elde edilen, bütün çağlarda insanların biriktirdiği basit hakikatleri de sokabiliriz. O zam an düşünce ağını başlangıcından beri gözden geçirebilirsek, onun, başlangıçta siyah ve beyaz karelerden oluşan bir dam a tahtası, doğru ve yanlış kavram lardan oluşan, bugüne kadar dinin kızıl ipliğinden pek az renklenmiş bir yamalı bohça olduğunu görebile- ceğizdir belki de. Fakat kum aşın üzerinde gözlerinizi daha ileri gö tü rün , siyah ve beyaz hâlâ devam ederken, ağın orta bö lü m ünde, dinin kum aşın dokusuna derinden girdiği yerde, bilimin beyaz ipliği dokuya giderek daha fazla girdikçe belli belirsiz, daha hafif bir renge geçen koyu kırmızı bir lekenin d u rd u ğunu fark edeceksiniz. Birbirine karşıt bü tün amaçlarıyla ve çelişen eğilimleriyle m odern düşüncenin durum u, bu şekilde d o kunm uş ve renklendirilmiş, içine farklı renkten iplikler karıştı-
349
N e m i d ö lü ve ko ru su . T u n ı c r ' ı n A ltın D j / ’ınciaıı de tay . Tatc (ia l lc ry , L o n d ra .
nlm ış bir ağa benzetilebilir. Yüzyıllardır düşüncenin çehresini yavaş yavaş değiştirmekte olan büyük hareket yakın gelecekte de sürecek mi? Yoksa, ilerlemeyi du rduran , hatta bugüne k a dar yapılanları yok eden bir tepki mi başlayacak? Meselimize devam ederek söylersek. Kader Tanrıçalarının uğultulu zaman tezgâhında dokum ak ta olduğu ağın rengi ne olacak? Beyaz mı yoksa kırmızı mı? Bilemeyiz. Hafifçe parıldayan bir ışık ağın arka kısmını aydınlatıyor. Bulutlar ve koyu karanlık , öteki ucu gizliyor.
Uzun keşif yolculuğumuz bitti, yelkenlimiz yorgun yelkenlerini limanda indirdi sonunda. Tekra r N em i’ye giden yoldayız. Akşam olmuş, Alban Tepelerine çıkan uzun Appian Yolunu tırm anırken geriye bakınca gökyüzünün batan günle tu tu ş tu ğunu görüyoruz, onun altın parıltısı, ölen bir azizin başının üzerindeki ayla gibi Rom a üzerinde dinleniyor, ateşten bir so rguçla Aziz Peter’in kubbesine değiyor. Bir kez görülen şey asla unutulm az, fakat biz onu bırakıp N em i’ye gelinceye kadar dağ yönünde giderek karanlık laşan yolum uza devam edip aşağıya, derin çukurun içindeki göle bakıyoruz; akşam karanlığı içinde şimdi daha da hızlı gözden kayboluyor. D iana’nm, kutsal k o ruda ona tapınanların saygılarını kabul ettiği günlerden bu yana çok az değişikliğe uğramış burası. O rm an tanrıçasının tap ınağı, aslında yok şimdi. O rm anın Kralı Altın D al’ın nöbetini tu tm uyor artık. Ama N em i’nin ağaçları hâlâ yeşil, batm akta olan güneş üzerlerinde kaybolurken, rüzgârın dalga dalga bize kadar taşıdığı Aricia’nm Angelus’u çalan kilise çanlarının sesi geliyor kulaklarım ıza. A ve Maria! Tatlı ve ağırbaşlı çan sesleri ta uzaktaki kasabadan geliyor ve geniş C am pagnan ba tak lık larında ağır ağır kayboluyor. Le roi est mart, vive le roi! A ve Maria!
351
Dizin
Aargau, İsviçre’de kanton 308, 343 Adam Adası 274 Adamotu 210Aeneas 13, 17, 21 , 298, 329, 333, 336,
337Afrika 87, 89, 90
Kamerunlar 308 M ’Bengalar 307
Ağaç ruhu 144, 145 Ağaç söylencesi, Viking 145 Agni, Hindu ateş tanrısı 339 Alaeddin 290, 291 Alaska 41, 176, 186, 207
Point Barrow 226 Albert Gölü, Orta Afrika 89 Albigenseler 131 Alfoorlar 112, 173, 185 Ali Saints’ ya da Allhallows Günü 261 Almanya 317, 318
Şenlik ateşleri 249, 265, 275, 276 Alqamar 58Altın Dal 7, 8, 9, 10, 13, 17, 294, 323,
329, 330, 331, 333, 334, 335, 336, 337, 346, 351
Altın Sahili zencileri 162 Amboina 155, 196 Ambrose 299, 300 Amerikan Kızılderilileri 92 Amerikan Yerhleri 38, 42 , 43,
Cree kalkanı 92 Dans edenler 52 {ayrıca kabile adlarına bakınız)
Andamanlılar 198 Anderida ormanı 143 Animizm 148, 161 Anne, Ingiliz Kraliçesi 100 Antigonos 117 Apaçi Kızılderilileri 78 Apollon Diadiotes tapmağı 112 Apollon 14, 17, 113, 141, 166, 271 Arabistan 193, 210 Arden ormanları 143 Argos, Yunanistan 111 Ari halklar 286, 298 Aricia 13, 15, 17, 22, 23, 24 , 25, 330,
331, 345, 351 Aricia korusu, N em i’de 22, 330, 331 Aristophanes 70 Arkadia, Yunanistan 80, 144 Arnavutlar, Doğu Kafkasya 236 Arnavutluk 232, 268 Arsak (Parth) hükümdarları 137 Artemis (Diana) 14, 27, 28, 166
Efes’in Büyük Artemis’i 27 Aru Adaları 176 Asklepios 21, 146 Assam, Mundariler 162 Ateş şenlikleri 248, 256, 261 , 268, 269,
278, 3 1 5 ,3 1 6 ,3 1 7
353
Atinalılar 238Avrupa, Orta, putatapar kalıntıları 232 Avrupa köylüsü 241 Avustralya 56, 58, 59, 60, 62, 78, 79,
83, 85, 86, 156, 169, 173, 178, 194, 222
Avustralya aborijinleri 83, 85, 86, 139, 207, 225Dieri kabilesi, Orta Avustralya 156, 222Mara kabilesi 58 Wakelbura 173 Wurun-jeri kabilesi 178, 194
Avusturya 151, 253 Aymara Kızılderilileri, And Dağları 72,
234Azande kabilesi. Güney Sudan 175,
194Aziz Columba 125, 129 Aziz George günü 165 Aziz John Günü ve Arifesi 248, 253,
256, 258-9, 313, 332 Aziz John Şövalyeleri 259 Aziz Louis 100 Aziz Patrick 98Aziz Vitus Günü (15 haziran) 273 Azize Tecla 215 Aztekler 90, 305
BBa kuşu, Mısır 169, 170 Baal bilicileri 62 Babar takımadaları 37, 209 Babil kralları 137 Bacchanallar 113 Badonsachen, Burma Kralı 122 Bagandalar 120, 208 Bagobolar, Filipinler 173 Bahima halkı, Uganda 208 Balder, Norveç tanrısı 15, 310, 314,
315, 319, 326, 330, 331, 345Bali
Baronga dansı 222
Halkı 231, 232Kötülüklerin dışarı sürülmesi 231 Ölü yakma töreni 224
Banjarlar, Batı Afrika 91 Bank Adaları 193, 209 Bantu 63, 87 Banyoro kabilesi 89, 234 Baram Nehri 172 Barenton pınarı 79 Bariler 89 Barongalar 63Barwan Nehri, Avustralya 225 Basoga, Orta Afrika 152 Basutolar 199Bataklar, Sumatra 37, 180, 183, 210Batı Afrika, büyücüleri 187Batı Yaylaları 296Bavyera 165, 251Bechuanalar 45Beltane ateşleri 243, 247, 279Benares, Hindistan 126Bengal halk masalı 289Benin
Kralı 122Kralının sarayı 118 Reisi 117
Benzerlik Yasası 33, 41 Bergen 247Bering Boğazı Eskimoları 200 Berwick 305Besisiler, Malay Yarımadası 196 Bharlar 233 Bhiller, Hindistan 305 Binbir Gece Masalları 299 Bodio 91Bogota, Kolombiya 136Bohemya 214, 215, 247, 276, 332, 333Bombay 129, 178Borneo
Hollanda Borneosu Dyakları 308 Kayanlar 161 Turikler 172 Yukarı M onyo 162
354
Bosnalı Türkler 38 Brahmanlar, Hindistan 127 Brand, John 264, 267 Budist 126, 132, 148, 192, 234 Büyücü-hekim 31, 178, 186, 207, 208 Büyücüler 184, 209, 211
Büyücülerin kovulması 232, 304, 305
Büyük Lama 132, 133, 192 Büyük Perhiz (Lent) 241-242
Calabria köyleri, büyücülerin kovulması 232
Caligula 17, 106Callo, Gallaların kutsal ruhu 120 Canton, Çin’de 73 Caroline Adaları, Nam oluk 339 Carpentras 80 Catlin 91, 93 Celebes 172, 185 Celebes, Orta 69
Toracalar 39 Celebes, Kuzey Minhassa
eyaleti 69 Alfoorlar 112
Celebes, GüneyToboongkoolar 159 Tomoriler 159 Toorateyalar 96 Toracalar 160
Ceres 22Chaka, Zulu despotu 90 Chamar kastı, Pencap 235 Charles, I., Ingiltere Kralı 98 Charles, II., Ingiltere Kralı 98, 100 Cheshire, Ingiltere 214 , 218 Chouquet, Yeşil Kurt alayı 257 Christbrand, N oel kütüğü 265 Cimini ormanı 144 Clovis 100Collobrieres, Fransa 80 Commagny manastın 80
Cootchie (şeytan), Orta Avustralya D ieri Kabilesi 222
Cormac 247 Corroborée 62 Cumanus (engizisyoncu) 305
Çerkezler 164Çibçalar, Orta Amerika 136 Çin
Bedenleşmiş tanrılar 134Eski 157Edebiyatı 151Eski yazarlar 92Gömme inançları 71, 151, 157Gömme törenleri ve remil açma 193inançları 46Lololar 179Kabilesel azmhklar 235 Kasaba şekilleri 47 Kaynak Ruhu 68 Miao-Kia 157 Ruhlar 183 Yağmur yağdırma 73 Yerli kabileler 235
Çin hükümeti 134 Çinler, Burma 224
DDainyal (kadm bilici), Hindikuş 112 Dalay Lama, Tibet 126, 133 Dalhousie Şatosu, Edinburgh, iskoçya
309Dalmaçya, Grbalj 148 Danimarka 46 , 98, 314 Delfi 17, 112 Delfi bilicisi 112 Demetrios Poliorketes 117 Deniz festivali, Japonya 53 Dervişler 113, 121 Diana (Artemis), tannça
Diana’mn Aynası 13, 346 Diana rahipliği 7 , 13-29, 346, 351
355
Ormanın Diana’sı 13 Vesta olarak Diana 7
Dieri kabilesi, Orta Avustralya 156, 222
Dmkalar, Beyaz N il 30, 229, 233 Diodorus Siculus 15 Dogon kabilesi 36, 305 Dos Santos 119 Doğu Afrika 63, 119 Doğu Hint Adaları 152, 207 Doğu KafkasyalI Arnavutlar 236 Doğum arınması ritüeli 175 Dokunma ya da bulaşma yasası 33 Druidler 145, 245 , 247, 281, 312, 313,
323, 335, 343, 344 Dulyn, Kara Göl, Snowdon 79 Dünya Ağacı 145 Düş-yakalayıcı 180Dyaklar, Landak ve Tajan, Hollanda
Borneosu bölgeleri 308 Deniz Dyakları 172, 177 Saravaklı Dyaklar 96
Edgewell Ağacı, Iskoçya’da Dalhousie Şatosu 309
Edward, itirafçı 100 Edzhigansk, Sibirya’da dağlar 307 Efes 27Egeria, su perisi 19, 20, 21, 23, 29 Egghiou 61Eğreltiotu tohumu 329 Eifel Dağları, Ren Prusyası 241, 274 Ejderha Tekne yarışı 54 Elıot, T.S. 8Elipando, Toledolu 129 Elis Kralı, Kral Salmoneus 81 Elizabeth, İngiltere Kraliçesi 98, 250 Empedokles 115Engizisyon, Toulouse 131, 132, 305 Ermenilerin yağmur büyüsü 69 Eski Çin 92Eskimolar 41, 170, 226, 200
Estonyahlar 254, 276 Etruria 144Ewe’ce konuşan halklar 148 Eğreltiotu tohumu 332, 333, 334
Fan kabilesi 89 Fas 276
Fas Mağribileri 209 Fiji 171, 177, 187, 308 Filipin adalılar 156 Filipinler, Bagobolar 173 Fin-Ugor kabileleri 146 Flaman tedavisi 217 Flandre 267, 276Flathead (Salish) Kızılderilileri, Kuzey
Amerika, Oregon 186 Forum, Roma 19, 146 Fransa 256, 264, 281, 304, 308, 313
Fransa kralları 100 Fraser Nehri, Aşağı, Kızılderilileri 170 Freiburg, İsviçre’de kanton 332 Freud, Sigmund 8, 169 Frigg (Norveç tanrıçası) 310
Gabon, M ’Bengalar 307 Galler 260, 274, 335
Llandegla 214, 215 Gallalar 120, 163 Galya 279 George, 111. 98 Germen 144, 317, 342
Halkı 118, 342, 343 İnançları 176 Kabileler 143, 144 Köylüleri 155, 163 Masah 293, 295, 333, 334
Ghansyam, D eo, Gond tanrısı 236 Gilolo (Halmahera), Yeni Gine batısın
da ada 56 Gineli zenci 176 Giritliler 290
356
Glamorgan, Galler’de vadi 260 , 275 Gondlar, Hindistan 236 Gölgeler 193, 194 Grain Sahili, Afrika 91 Gran Chaco Kızılderilileri, Güney Ame
rika 176Lengua Kızılderilileri 95 Tonocote Kızılderilileri 223
Grbalj, Dalmaçya 148 Grimm, Jacob 144, 342 Guanche, Tenerife, Kanarya Adaları 77
M uhafız figürleri 205 Guiana Kızılderilileri 175 Günah keçisi 210, 212, 213, 220 , 229,
233, 234, 235 , 236 , 237 , 238 Gündönümü ateşi 247 Güneş Çocukları, Perulu İnkalar 136
Festival, Quechua Kızılderilileri 134 Güneş Dansı töreni 65 Güneş tanrısı, Mısır 137 Güney Celebes 96, 173 Güney Pasifik 92 Güney Sudan 31, 175, 194 Gunputty, Hindistan’ın fil kafalı tanrısı
127
HHabeşistan 61 Hadramut 58 Haida büyücü hekimi 172 Halmahera (Gilolo), Yeni Gine batısın
da ada 56, 81 Harran 155Hasat M ayısı, Fransa ve Almanya 163Hastalık cinleri 211Hawaiili büyücüler 189Hay ailesi, Iskoçya’da 327, 328Hera 38Hercules 38Hercynia Ormanı 143Hermotimos, Kilizmanh 181Hıristiyanlık 129, 248 , 264
Bireylerin Isa’ya eşit olması 129
Hidatsa Kızılderilileri, Kuzey Amerika 147
Hindistan 192, 326 Eski 199Bastar eyaleti 305 Bhiller 305 Gondlar 236 Kuzeyde kutsal ağaç 163 Orta Eyaletleri 233
Hindistanlı 305 Hindukuş 112, 229 Hindular 172, 215 Hint öyküsü 180Hippolytos 18, 21, 22 , 24, 25, 27, 28 Hollanda 160, 303, 304, 308 Homeros Yunanistanı 97 Horus 137, 196Hoşlar, Togoland, Batı Afrika 228 Humboldt 136 Humma tedavisi 213 Huntin (tanrı) 148 Huronlar, ABD Kızılderilileri 170 Huzullar, Karpat Dağları, Slav halkı
41, 210, 268 Hylae, M agnesia Yakınında, Yunanis
tan, Kutsal Apollon tapınağı 113 Hyrrockin, Norveç dev anası 311
IIddah kralı 122Iraca (Sogapozo), yüksek piskoposu
136
iİkizler 59, 63iki Kardeş, eski Mısır masalı 298 ilokanlar, Luzon 151 inkalar 133, 136 İnsan kurbanlar 235 In u it41 , 176, 186İrlanda 97, 164, 247, 249, 260 , 275,
276, 297, 298
357
İsa 75, 125, 129, 131, 257, 326 İskandinavya 314, 327, 345 İskandinavlar 319 Iskitler 92İskoç büyücü kadın 211 İskoçya Yaylaları 243, 245, 279
Batıdaki halk 203 Batı Yaylaları 296
İsveç 145, 165, 166, 247, 249 , 274, 313, 314, 315, 326, 327, 334, 336
İsveç köylüleri 163İsviçre 242, 252, 254, 273, 276, 308,
332, 343Aargau kantonu 308, 343 Freiburg kantonu 332
İsviçreli 273İtalya ormanları 21 , 144 Itonamalar, Güney Amerika 173
JJames, II., İngiltere Kralı 100 Japon 73, 78
Japon tapınak şenliği 259 Japon teokrasisi 136 Japonya 53, 78, 81, 153 Java 61, 62, 65, 174, 231
Java törenleri 62 Madura Adası 113
John 218, 267Julian, Roma İmparatoru 143 Jumieges, Normandiya’da 256 Jung, Cari 8 Jüpiter 15, 21, 346
KKabil masah 299 Kâhinler 95, 212 Kali, Hindu tanrıçası 111, 112 Kaliforniya şamanları 95
M aidu Kızılderilileri, Kaliforniya 339, 341Senal Kızılderilileri, Kaliforniya 339
Kalmuk masalı 300
Kamboçya 113, 288 Kamerunlar, Afrika’da 308 Kangra dağları, Pencap 151 Kapular (Reddiler), Madras kastı 76 Karabacaklar, Kuzey Amerika Kızılde
rilileri 42 Kara büyü 34, 106, 185 Kara Göl (Dulyn), Snowdon’da 79 Kara-Kırgızlar 165 Karadeniz 15Karenler, Burmalı 178, 181 Karo-Bataklar 183 Karpat Dağları, Huzullar 41 Kartaca, Hıristiyanlar 129 Kayanlar, Borneolu 161 Kehanet 36, 51, 112, 113, 119, 125,
145, 191, 236 , 274, 313 Kelt halkları 261Keramin kabilesi. N ew South Wales 77 Kerpe Adası, Yunanistan 203 , 216 Kharon 304 Kibele 29Kiriwina, Yeni Gine’de 228 Kongo bölgesi, Afrika 166
Kabileler 179 Köle Sahili, Afrika 148, 159 Köln 119Konz, Aşağı, Almanya’da M oselle yakı
nında köy 250 , 275 Kore 92, 156, 232Koshchei, Ölümsüz (Rus öyküsünde)
292, 293, 325 Kral Derdi 98 Kralının sarayı 118 Krishna, Hintli tanrı 122 Kruman 188 Kurmiler, Hindistan 233 Kurnai, Victoria 194 Kuruvikkaranlar, Güney Hindistan 112 Kursk, Güney Rusya 69 Kurtarıcı Tanrılar, eski Yunanda 117 Kutup Keşfi, Birleşik Devletler 226 Kutuplar 40
358
Kuzey Afrika Arapları 69 Kuzey Amerika Kızılderilileri (aynca
kabile adlarına bakınız) 35, 42, 43, 194, 302
Kwakiutle Kızılderilileri, British C olumbia 63, 303
Kızıl Sunak, Snowdon’da 79 Kızıldeniz 295Kızılderililer 35, 36, 39, 42 , 46 , 56, 63,
72, 92, 95, 134, 147, 176, 180, 186, 191, 194, 223 , 224, 302, 303, 339
1Lalubalar 89 Laponlar 33Latuka kabilesi. Yukarı N il 89, 92 Lawrence, D .H . 8 Lendu kabilesi, Orta Afrika 89 Lengua Kızılderilileri, Gran Chaco, Gü
ney Amerika 95 Leto, Yunan tanrıçası 166 Li fan yu. Pekin (Sömürgeler İdaresi)
134Lippe Nehri, Ren ayağı 119 Litvanya 145, 162, 253, 317, 331 Livy 144Llandegla, Galler’de 214 , 215 Loango halkı, Afrika 91 Loango krah 121Loki (Norveç tanrısı) 310, 311, 312 Lokoiya kabilesi 89 Lololar, Güneybatı Çin 179 Lottin, Pasifik’te ada 222 Loyauté Adaları 183 Luzonlu llokanlar 151 Lung-wong, Çin tanrısı 73 Luzern, İsviçre’de kanton 243 Lüksemburg, Echternach 242 Lycaeus, Yunanistan’da dağ 80
MM ’Bengalar 307 Macaristan 254, 273 Magyarlar 254, 273
Halk masalı 299 Madagaskar 42, 43 , 202 Magnesia, Yunanistan 113 M agondi 119Mağara resimleri, Ispanya, Altamira 35 Mağribiler, Fas 209 Maharaja, Tanrı Krishna’nm bedenleş-
mişi 129 Mahrattalar, Hindistan 127 Maidu Kızılderilileri, Kaliforniya 339,
341Makrizi (Arap tarihçi) 58 M alay Yarımadası 96, 189,
Besisilerl96 Malaylar 96, 170, 178, 181, 307 Mallanlar 233M endeling kabilesi, Sumatra 159 Mangaianlar 196Manipur, Raca, Hindistan 58, 78, 212 Mannhardt 163 M anu, Yasa Kitabı 97, 126 Maoriler, Yeni Zelanda 153, 308
Ev koruyucu 157 Tuhoe kabilesi 165
Mara kabilesi. Kuzey Avustralya 58 Maraveler. Güney Afrika 157 Marcellus, Bordoeaux’lu 213, 214 Markiz Adaları, Pasifik 173 Mars (tanrı) 81 Marsilya (eski) 238, 259 M ashona kabilesi. Güney Afrika 119 Matabele kabilesi. Güney Afrika 119,
274Mayıs ağacı ya da Mayıs direği 163 M ayıs günü (Bahar bayramı) 164-165,
247-248 , 261-262 , 274-278 Mecklenburg 309 Meksika (eski) 92, 1 34, 135
Tepehuaneler 202
359
Yağmur tanrısı Tlaloc 74 Menelik, Habeş İmparatoru 61 Merenra, Mısır Kralı 137 Merlin 78, 79 Mısır, eski 57, 137Mısurhlar, eski 93, 115, 131, 134, 137-
138Tanrılaştırılan krallar 137-138
Mısır Ölüler Kitabı {Book o f the D ead Papyrus) 196
Miao-Kia halkı, Çin 157 Millaeus 304M inahassa, Kuzey Celebes eyaleti 69,
112, 185, 222 Minangkabauerler, Sumatra 173, 178 Mingrelia 80M inos, Girit Kralı 289 , 290M issouri, Yukarı, ABD’de vadi 147Mithras 97M itoloji 22, 304M odern Yunan 290M oğolistan, bedenleşmiş tanrılar 134M oğollar 134Molük Adaları 155, 160, 184 M ombasa krah 121 M ontanus, Frigyah 129 Montezuma, son Aztek imparatoru 90,
137M onyo, Yukarı Borneo’da köy 162 M ooraba Gosseyn, Hindistan Brah
man’ı 127 Motumotular 198 Mozkalar, Kolombiya 136 M ull Adası 245 Mundariler, Assam 162, 229 Mura-muralar, Orta Avustralya Dieri
kabilesi 60 Muzimbalar (Zımbalar), Güney Afrika
119
NN akelo kabilesi 171 Nam oluk, bir Caroline adası 339
Nanna (Norveç tanrıçası) 311 Narkissos 196, 199Nass Nehri Kızılderilileri, British Co
lumbia 191 Natchez Kızılderilileri, Kuzey Amerika
57Navajo Kızılderilileri, Kuzey Amerika
302N em i, İtalya’da kutsal koru ve göl 7,
13, 15, 17, 18, 19, 20, 21, 22, 23, 25, 28, 56, 145, 330, 331, 346, 351
Nepal 192N ew Britain büyücüsü 56
Sulka kabilesi. N ew Britain 59, 78, 87, 194, 222
N ew M exico Kızılderilileri 224 N ew South W ales, Port Stevens
büyücü hekimleri 59 Keramin kabilesi 77 Ta-ta-thi kabilesi 77 Yuin kabileleri 194
Nias halkı 159, 171 N icholson, General, Pencap’ta tanrılaş
tırılmış 126 Nijer Seferi 122Nijerya 46 , 57, 59, 73, 109, 114, 117,
118, 1 4 8 ,2 1 1 ,2 3 5 , 300 Heykel 71
Nijerya masah 300 Nikkal Sen 126 N il, Yukarı N il kabileleri 87 N il, Beyaz N il Dinkaları 233 Nilgiri tepeleri, Güney Hindistan 122 N oel 264, 265, 266 , 267, 268 , 269,
271, 274, 275, 276, 318, 333, 334 N oel arifesi 153, 155, 267, 268
N oel kütüğü 265-269 , 276 N ootka Kızılderilileri, British Columbia
63Normandiya, Jumieges 256, 315 Norveç 145, 249 , 314, 326, 331
Gündönümü ateşi, Bergen 247 Sogne fiyordu (Sagnefjord) 309, 311
360
Nyanza, Orta Afrika’da göl 120 Nyanza bölgesi 91
OOber-medlingen, Swabia 273 Ochtertyre 245Odin (Votan), Norveç tanrısı 310, 341 Ojebway Kızılderilileri, Kuzey Amerika
36, 151Olofaet “Alevlerin efendisi”, Caroline
Adaları 339 Omaha Kızılderilileri, Kuzey Amerika
56On İkinci Gece 265 , 267, 268 Orestes 15, 17, 22, 24 , 25 Orinoco Kızılderilileri, Güney Amerika
72Orissa, Hindistan 126 Ormanm Diana’sı 28, 29 Orta Afrika 78, 89 Orta Asya 343 Orta Avustralya 56, 60 Orta Eyaletleri 72, 233 Ortaçağlar (Avrupa) 98, 241
Peru 3 6 ,4 4 , 9 2 ,1 3 3 ,1 3 4 ,1 3 6 ,1 3 8 ,2 3 4 Peru Kızılderilileri 46 Pheneus Gölü 144 Platon 213Plinius 28, 312, 313, 343 Plutarkhos 20, 146, 237, 238 Po Vadisi, İtalya 143 Pohnezyalı biliciler 111 Poona, “Yağmur kralı” 67 Poona bölgesi, Hindistan 127 Porphyrios (Yunan filozofu) 115, 147 Port Stevens, N ew South W ales’de, bü
yücü hekimler 59 Poseidonios 279 Prometheus 262Provence, Fransa’da 15, 258, 265 Prusya 253, 254
Eifel Dağları, 241, 274 Pulverbatch, Ingiltere 335 Punchkin (büyücü) 287, 288
Qua, Eski Calabar’da köy 163 Quechua Kızılderilileri 134
OÖkseotu 19, 325-335 Ölü yakma töreni 224
Palatium Tepesi, Roma 146 Papa 122, 247 Papualılar 308Parth (Arsak) hükümdarları 137Pasifik, Güney 92111Pasifik, Güney Pasifik adaları 109Patani Malayları 178Pekin 134Pelew Adalılar 159Pelin 248 , 249, 251 , 254Pencap 126, 151, 172, 235Penelope 199Periler 120, 219, 286 , 328
RRa (Mısırh tanrı) 137 Raca, Manipur ve Travancore Racaları,
Hindistan 212 Rama 285, 288, 289 Ramsay, John, Ochtertyre’nin sahibi
245Ramses, II., Mısır Kralı 298 Reddiler (Kapular), Madras kastı 76 Ren Nehri 143Rodezya, Kuzey, Winamwangalar 341 Roma 81Romalılar, eski 342
Humma tedavisi 213 Roma İmparatorluğu 143-144
Romenler, Transilvanya 198 Romove, büyük Litvanya tapmağı 317,
331
361
Romulus 146Rook, Pasifikte ada 220Ruh
Ruh evleri 188 Ruh maskesi 192 Ruh türbesi, Burma 183 Tuzak 171, 172, 1 7 3 ,1 7 9
Ruhun kaçışı 172 Ruslar 292Rusya 56, 70, 81, 249 , 254 , 308, 332,
343Güney ve batı Rusya’da yıkanmayla ilgili töreler 69
Saç kesmek 303-304 Sagami, Japonya 78 Saksonlar, Transilvanya 293 Saksonya 248
Wend köylüleri 341 Salish (Flathead) Kızılderilileri, Kuzey
Amerika, Oregon 186 Salmoneus, Yunanistan’da Ellis Krah
81Samban kabilesi, Sarawak 96 Sambee, Loango krallarının adı 121 Samoa 77, 79Samoyedler, Turukhinsk bölgesi 307 Sampson, Agnes, Iskoçyalı büyücü ka
dın 211 Samson 306 Sandwich Adaları 109 Sankara (Hindu düşünür) 192 Santallar 177 Sargon, I., Ur’lu 137 Savarak Dyakları 96
Samban kabilesi 96 Yerli kabileler 44
Saxo Grammaticus 46 Selangor 96, 152Señal Kızılderilileri, Kaliforniya 339 Senegal 148 Seyfü’l Mülûk 299
Seylan 288, 289 SeylanlI 211Shuswap Kızılderilileri 63, 194 Sibirya, Yakutlar 306 Sibylla 17 Sicilya 74, 115 Silenus 232 Silezya 232, 248 Simya 107, 329 Siyam Kralı 202 Siyamh 74, 148 Skye Adası 245 Skylla 290 Slav halkı 268 Slavlar 145, 264 , 268 , 317 Slavonya, güney 153, 165 Smith, William Robertson 8 Snowdon, Galler’de dag 79 Sogapozo (Iraca), yüksek piskopos
136Sogne Fiyordu 311 Solomon Adaları, Pasifik 209 Sri, refah tanrıçası 163 Strabon (coğrafyacı) 279 Styks, Yeraltı dünyasında nehir 304,
336Sulka kabilesi, N ew Britain 59, 78 Sumatra 37, 159, 173, 180, 210, 300 Sumatrah Bataklar 37, 180, 210 Sumatrah Mendelingler 159 Suriye 77, 333 Swabia 163, 242, 252 , 273 Swami Bhaskaranandaji Saraswati 127 Sırplar 67, 268, 275 , 318
Şamanlar, KaliforniyalI 95,Laponlar 184, 191
Şanlar, Burma 80 Şenlik Ateşleri 247
Bohemya 276 Fas 276 Flandre 276
362
Ta-ta-thi kabilesi 77 Tanganika Gölü 120 Tanrılar, bedenleşmiş 134 Tasvirler, yakılması 241-252 Tatarlar 132Tauris D iana’sı 15, 17, 25 Tegner 315Tenerife Guanche’leri 77 Tepehuaneler, Meksika 202 Tertullianus 129 Teselya gelenekleri 66, 81 Teslis 129Thargelia Şenliği, eski Atina 238 Thevet, Brezilya’da Fransız göçmeni 95 Thom pson Kızılderilileri, British C o
lumbia 63, 72, 339 Thonga, Güney Afrika 341 Tibet
Bedenleşen tanrılar 134 Budist rahipler 126 Büyük Lama’nm genellikle doğduğu yer olarak 132-133
Tibet teokrasisi 136 Tiree Adası 245 Tirol 248 , 253
Tirol köylüleri 332-333 Voralberg 242
Toboongkoolar, Celebes 159 Todas kabilesi, Hindistan’da Nilgiri T e
peleri 122 Togoland, Batı Afrika 228 Tomori kabilesi, Celebes 159 Tonga kabilesi, Pasifik 100 Tonocotes Kızılderilileri, Gran Chaco 223 Toorateyalar, Güney Celebes 96 Toracalar, Orta Celebes 39, 70, 7 7 ,1 5 2 ,
160Torres Boğazı adalıları 39 Toulouse, Engizisyon 131, 304 Toton öyküleri 293 Transilvanya 176, 198
Saksonlar 293
Travancore Racası, Hindistan 212 Trefoir (Noel kütüğü) 265 Tsimshian Kızılderilileri, British Colum
bia 62-63 Tsuen-cheu-fu 47Tuhoe kabilesi. Yeni Zelandah Maoriler
165Tukaitawa 196 Tuna, Inuit ruhu 226 , 228 Tunapoo kabilesi 160 Turan ailesi 254 Turik, Borneo 172 Turukhinsk Samoyedleri 307 Türkistan, Utch Kurgan 212 Tylor, E.B. 7
UUganda 113, 208, 212, 213, 234, 235 Uppsala, İsveç 145 Upulero, güneşin ruhu 37 Ur hanedam 137Urua, Tanganika G ölü’nün batısında
bölge 120
Vaftizci Yahya Günü, Rusya’da 69 Valhalla 310 Veda ilahileri 339 Vedalar, Hindistan 215 Veleda, Bructeri kabilesi, Almanya 118 Vergilius 298 , 329, 331, 336 Vespasian, Roma imparatoru 118 Vesta 19, 20, 317, 331 Viktorya, Ingiltere Kraliçesi 126 Victoria Nyanza, Afrika 91 Virbius 18, 21, 22, 25, 28 , 29 , 337 Volga kabileleri 146 Voralberg, Tirol’de 242 Vosges Dağları 273
WW agogolar, D oğu Afrika 87 Wakelbura 173
363
W akondyolar, Orta Afrika 78 Waldemar, I., Danimarka Kralı 98 Walpurgis Gecesi 248, 262 W ambugweler, Orta Afrikalı bir Bantu
halkı 87 Wanikalar, Doğu Afrika 148 W ashington Adaları 114 Wataturu halkı. Doğu Afrika 87 W awamba kabilesi, Orta Afrika 78 Wend köylüleri, Saksonya 164, 341 Westfalen, Almanya 265 William, III., Ingiltere Kralı 100 W inamwanga, Kuzey Rodezya 341 Wurun-jeri kabilesi 178 Wurzburg 251, 252
Yakutlar, Sibirya 306 Yazdönümü Günü, Arifesi, Şenliği 248,
253, 254, 258, 260, 271, 273, 275, 317
Yağmur yağdırma 56 , 58, 60, 61, 62, 64, 65, 72, 74, 77, 78, 79, 80, 81, 86, 87, 88, 89, 90 , 92, 117, 162
Yeşil Kurt 256, 257 , 258 , 315 Yeni Gine 81, 85, 86, 220, 228
Batısında ada 56
M otum otular 198 Yeni Kaledonya yağmurcuları 69, 70,
173, 198, 222 Yeni Zelanda 157, 211 Yeraltı dünyası 297, 298 Yoruba kabilesi, Afrika 59, 73
Kral 103Rahibin bedenine giren ruh 46
Yuin kabileleri, N ew South Wales 194 Yukarı 86, 87, 92, 151, 162, 163 Yukarı N il kabileleri 86, 87 Yunan adası 216 Yunan ormanları 144 Yunanistan 1 4 4 ,1 9 6 ,1 9 9 ,2 0 3 ,2 3 8 ,2 4 9
Biliciler 111Eski Yunan 199, 213, 237, 289-290,342Hom eros Yunanistanı 97 Kerpe Adası 216 M itoloji 141
Zeus 15, 38, 70, 80, 81 Zimbalar (Muzimbalar) 119 Zulu despotu 90 Zulu kabilesi 75, 90, 198, 274
364
Sir James Frazer'ın başyapıtı olarak kabul edilen Altın Da/’ın ilk baskısı 1890’da yapılmıştı. Frazer’ın sürekli yeni eklemelerle genişlettiği eser o günden beri antropolojiye, psikolojiye, sosyolojiye, mitlere, dinlere, bilime, sanata, coğrafyaya, tarihe, edebiyata, siyasete - sözün özü, insana ilgi duyanların başucu kitabı oldu.Frazer’ın son olarak 1925’te, kısaltarak tek cilde indirdiği eserin elinizdeki baskısı, Robert K. G. Temple tarafından, bu tek cilt temel alınarak hazırlanmış. Fotoğraflarla ve resimlerle zenginleştirilmiş bu eser, düşüncenin bugüne kadar izlediği üç ana süreci -büyü, din ve bilim- okumak ve görmek isteyen her yaştan okur için...