MODERNIZMIN CEVRE ve KENT UZERINE ETKILERI

18
MODERNİZM’İN ÇEVRE ve KENT ÜZERİNE ETKİLERİ İçindekiler 1- Kent ve Çevre üzerine modernizm’in tarihsel serüveni 2- Modernizm’in yaşamımıza kattıkları 3- Modernizm ve Doğa, Modernizm ve Kent, Modernizm ve İletişim, Modernizm ve Mimari, Modernizm ve Toplum 4- Çevre sorunları ve Çevrecilik 5- Kentleşme ve sorunları

Transcript of MODERNIZMIN CEVRE ve KENT UZERINE ETKILERI

MODERNİZM’İN ÇEVRE ve KENT ÜZERİNE ETKİLERİİçindekiler1- Kent ve Çevre üzerine modernizm’in tarihsel serüveni2- Modernizm’in yaşamımıza kattıkları 3- Modernizm ve Doğa, Modernizm ve Kent, Modernizm ve İletişim, Modernizm ve Mimari, Modernizm ve Toplum4- Çevre sorunları ve Çevrecilik 5- Kentleşme ve sorunları

1- Kent ve Çevre üzerine modernizm’in tarihsel serüveni

Çarpık kentleşme, kentlerin nüfus patlaması sonucunda, plansız ve denetimsiz olarak, gelişigüzel, altyapısız, her türlü estetik kaygıdan uzak bir şekilde merkezden dışa doğru adeta bir ur gibi büyümesidir. Çarpık kentleşmenin oluşmasının asıl nedeni, kent planlamasının gereğince hazırlanıp uygulanmamasından ve bu konularda kamunun ortak bilinçten yoksun olmasından kaynaklanmaktadır. Şehirlerin herhangi bir denetim gücü olmadan ve plansız olarak rastgele ve her türlü planlamadan uzak bir biçimde büyümesidir. Herhangi bir estetik kaygı gözetilmeden insanların doğal ihtiyaçları dikkate alınmadan ve mevcut tarihi dokunun korunması düşünülmeden gerçekleşen bu kentleşme türü mevcut yerleşim birimlerinin tarihsel kültürel ve doğal kaynaklarının tahrip olmasına veya yol açmasına sebebiyet vermektedir. Gecekondu Gecekondulaşma çarpık kentleşmeye örnektir. Çarpık Kentleşme Niçin Oluşur ?Kırsal alandan çoğunlukla ekonomik sebeplerle gelen insanların göç ettikleri şehirlerde ev alacak ve kiralayacak paraları olmadığı için kendilerine şehrin dışında devlet arazisine veya satın aldıkları ucuz arsalarda ev yapmaları gecekondulaşmayı doğurmuştur. İmarsız arazilerde kurulan ve şehir planlarının dışında olan bu yerleşme yerlerinin sayısının artması çarpık kentleşmenin oluşmasına neden olmuştur. Çarpık Kentleşmenin Oluşturduğu Sorunlar 1-Plansız kurulan bölgelere eğitim ve sağlık hizmetlerinin yeteri kadar götürülememesi,

2-Alt yapı hizmetlerinde (yol, su, elektrik, kanalizasyon vb.) yetersizlikler görülmesi,

3-Doğal çevrenin tahribatı, 4-Göç edenlerin kent yaşamına uyum sağlayamaması, 5-Bu alanların suç yuvaları haline gelmesi (Asayişsizliğe ve

güvensizliğe neden olması ), 6-Gürültü, trafik yoğunluğu, çevre kirliliği gibi başlıca

sorunlara yol açmaktadır.

Türkiye’de Çarpık KentleşmeÇevre kirlenmesi ile ilgili problemlerden bir çoğu insanların köy ve kasabaları terk ederek şehirlere yerleşmesi ve şehir nüfuslarının ani olarak artması sonunda meydana çıkmıştır. Şehirlere doğru olan bu akıma, gelişen sanayi ile kazanç imkanlarının artması, civarındaki banliyölerden gidiş gelişin çok kolaylaşmasına sebep olmuştur. 1920 de dünya nüfusunun sadece %14'ü şehirlerde yaşıyordu. Bu oran 1940 ta %19'a, 1960 ta %25' yükselmiştir. Ülkemizde ise yaklaşık yarısı şehirlerde yaşamaktadır. Hızlı nüfus artışı, ülkemiz şartları için de özel bir önem taşımaktadır. Zira Türkiye'de hızlı bir nüfus artışı vardır. Bu oran genel nüfusa göre yıllık %2.1 ve şehirleşme bakımından %4.5 civarında olup oldukça yüksektir. Bu duruma kültürel eksiklikler eklendiğinde çevre sorunları çeşitli boyutlar kazanmaktadır. Şehir nüfusunun bu şekilde artması sonucu meydana gelen sosyal değişmeler büyük şehirlerimizde suyun ve havanın kirlenmesi problemlerini çıkarmıştır. Ayrıca; kalabalık yaşamın verdiği fiziksel rahatsızlık ve gürültü de yine toplum sağlığı problemlerini ortaya çıkarmıştır. Diğer taraftan, gecekondu bölgeleri ile çok kalabalık mahallelerdeki insan hayatı için gerekli olan tabii değerler genellikle bozulmuş, zemin ve yeraltı suları kirlenmiştir. Şehirlere kırsal kesimden göç ile gelen hızlı nüfus artışından doğan konut ihtiyacı ise, alt yapısız ve plansız yapılaşmayı doğurmakta, çevre sorunu yaratmaktadır. Hızlı ve yanlış kentleşme beraberinde kanalizasyon ve içme suyu sisteminin sorununu da birlikte getirmektedir. Kentleşmeye bağlı olarak çıkan çeşitli sorunlardan biri de, doğal ortamlar üzerinde baskının artmasıdır.

Doğal ortamlar üzerindeki baskı, gerek doğal alanların yapılarla örtülmesi, gerekse ortam kirlenmesinin zararlı etkilerine bağlı olarak ortaya çıkmakta ve dolayısı ile giderek yoğunluk kazanan yapay bir yaşama ortamının oluşmasına yol açmaktadır. Oysa insan, soluduğu hava, içtiği su, aldığı hayvansal ve bitkisel besinlerle doğaya bağlı bir varlıktır. Bu bakımdan, diğer canlılar gibi doğa ile dengeli bir etkileşim içerisinde olması gerekmektedir. İnsan yaşama ortamını kendi istekleri yönünde değiştirirken, doğadan kopmamaya ve doğa ile karşılıklı ilişkilerinin sınırını korumaya özen göstermek zorundadır.Doğal ortamlar içinde ormanlar, çeşitli işlevleri yanında insanların beden ve ruh sağlığı üzerinde olumlu etkiler yapmaları sebebiyle büyük öneme sahiptir.Ekolojik sistemlerin korunması ve işlevlerini sürdürebilmesi de büyük ölçüde ormanlara bağımlı olarak gerçekleşmektedir.

Çarpık kentleşme denilince insanların aklına hemen yağmur sularının sokaklarda çamurla birleşip insanın üst başının berbat olması, ya da fosseptik kokuların yayıldığı evlerin yamuk yumuk olduğu sıvaların dökük virane yerler akla gelir. İnsanlar bu düşüncelerinde pek haksızda sayılmazlar.

Dünyada ki diğer gelişmemiş-gelişmekteki ülkelerdeki kentlerde de durum pek farklı değildir. Çünkü buralardaki kent rastlantı kurulmuştur. İlk önce Pazar yeridir. Sonra insanlar oralarda kümeleşip derme çatma evler yapmışlar, zanaatkârlar sanat erbapları açtıkları dükkânlarda köylerdeki insanların onarım ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmış, köylerdeki insanlarda ürettikleri sebze ve meyveyi getirip buralarda satmış bu hareketlilik içerisinde yavaş yavaş kent meydana gelmiştir. Ancak bu durum batı medeniyeti dediğimiz Avrupa-Amerika da kısmen bazı gelişmiş uzak Asya ülkelerinde geçerli değildir. Zira o yerlerde bu tür kent oluşumu ortaçağda oldu ve bitti. Şimdi ise mesela Londra da insan kalabalığı ve dışarıdan gelen insanlar için yeni kentler henüz oraya insan gelmeden inşa edilmektedir. Yolları, kaldırımları inşa edilmeden alt yapı hazırlanmakta bu alt yapı yapılırken hızlı internet için fiber optik kablolar ve yeni teknoloji telekomünikasyon ihtiyaçları gözetilerek hazırlanmakta, enerji nakil hatları yerin altından geçirilerek insan ölümlerinin önüne geçildiği gibi fırtına ve başka hava muhalefetinin yaratacağı aksaklıklar böylece önlenebilmektedir. Bizde olduğu gibi her şimşek çaktığında elektriklerin kesilmesine gerek kalmamaktadır. Kentlerin nizami ve altyapısının daha önceden hazırlanarak oluşturulması, o ülkenin bilinç düzeyinin yüksek ve maddi imkânlara sahip olmasına bağlıdır. Bunu doçente sorduğum soru ve aldığım cevap çok iyi özetlemektedir. “Banliyö nedir hocam” diye sorduğumda “Bu hangi ülkenin banliyösünü sorduğuna bağlıdır. Meksika’nın banliyölerini sorarsan şehrin kenarında derme çatma evlerin oluşturduğu alt yapısının olmadığı fakir insanların oturduğu mıntıkalardır. Ancak Amerika’nın banliyölerinde yüksek tabakalar oturur. Altyapısının önceden yapıldığı evlerin bir düzen içinde yapıldığı yine şehrin kenar veya yüksek yerlerinde oluşmuş yerlere denir.” Diye cevap verdi. Böylece sözlükte pek rastlamadığım cevabı aldım. Peki, bizde çarpık kentleşmenin önüne nasıl geçilmeli? Yerel yönetim yasası 5393 şehrin tüm ihtiyaçlarını karşılıyor mu? Diye sorduğumuzda bazı yönleriyle Belediye başkanına geniş yetkiler vermekle beraber, merkezi idare halen şehir yapılanması ve yönetiminde çok güçlüdür.

Merkezi idare, Ankara dan Bakanlıklar vasıtasıyla şehirdeki çoğu belediye yönetim ve idaresine bağlı sandığımız kurumları yönetmektedir. Mesela bir sağlık ocağı başhekimi üzerinde o şehrin belediye başkanının hiçbir idari yetkisi ve alakası yoktur. Sağlık ocağında halka karşı işlenecek insan hakları suçları ve diğer muamele o il ya da ilçenin sağlık müdürlüğünü ilgilendirecektir. Onun için doktor denetimsiz ve keyfi, saat 9 da hastaları kabul etmekte ya da firma mümessilleriyle hasta kabul saatlerinde görüşebilmektedir. Çünkü ona ceza verecek kurum onun mesai arkadaşı ya da bağlı bulunduğu kurum verecektir. Halkta, ceza yemeyeceğini düşündüğü için, ya da daha sonra tekrar o doktorun eline düşebileceği için, uğradığı ya da uğrayacağı haksızlıkları taşıyamamakta belediye yetkisiz kalmaktadır. Okullarda da durum aynıdır sadece bağlı olduğu kurum değişmektedir. İl yada ilçe milli eğitim müdürlüğü yetkilidir. Belediye başkanının müdür üzerinde hiçbir salahiyeti yoktur. Yalnız bu tür kurumların musluk alt yapı başka giderleri söz konusu olduğunda o birim müdürü belediye başkanı ülke idaresinin bütünlüğü ilkesi olarak gidip Belediye başkanından yardım ister ve genelde başkan kendi görevi gereği halkında faydalandığı bu yerlere yardım eder. Boya sıva ya da binaların bakım onarımın da katkıda bulunur. Ancak her başkan duyarlı ve halkçı değildir. Eğitim hakkının bedava olması gereken yerde su parası ödemeyen okulların sularının kesildiği bile olur.İşte bu tür yönetim ilişkileri aksaklığı da aslında çarpık kentleşme unsurlarıdır. Sadece fiziksel yapıların yamuk yumuk olduğu akla gelmemelidir. Bütçesinde ve çoğu yönetim ilişkilerinde bağımsız görünen belediye, merkezi idareye idari vesayet ile bağlıdır. Buda halkın müşterek ihtiyaçlarını karşılamakla görevli halkı temsil eden birimin çoğu konuda elini kolunu bağlamaktadır. Çarpık kentleşmenin önüne geçilmesi için merkezi idarenin bu yerlerdeki kuruluşların bağını belediye ile ilişkilendirmek gerekir. İller bankasından buralara aktarılan payın arttırılması, gelir kaynaklarının da çeşitlendirilmesi gerekmektedir.

Modern Terimi“Modern terimi” Huns Robert’e göre Latince “Modernus” biçimiyle ilk defa 5. yüzyılda resmen Hıristiyan olan o dönemi, Romalı ve Pagan geçmişinden ayırmak için kullanıldı. İçerikleri sürekli değişse de “modern” terimi daima kendini eskiden yeniye geçişin bir sonucu olarak görmek için,antik çağla arasında bir ilişki kuran dönemlerin bilincini de ifade etmiştir.Bazı yazarlar ve düşünürler modernliği, Rönesans’la sınırlasalar bile bu aslında tam bir doğru sınırlama olmamaktadır. Çünkü modernlik terimi Avrupa’da hep yeni bir dönemi ve yenileşmeye vurgu yaptığından, her ne kadar 17. yy. Avrupa’sı modernliği kendi içinde yaşıyor idi ise de daha erken 12. yy. da Büyük Charles döneminin de kendine özgü yenileşme hareketleri vardı. Onlar da kendilerini bir önceki toplumlardan ve dönemlerden ayırmak için “modern” terimini kendileri için kullanmaktaydı.18.yy. da aydınlanmacılar tarafından yeniden formüle edilen modernlik, artık içerisinde daha geniş alanları barındırmaktaydı. Öyle ki modernlik neredeyse gündelik hayatın tüm evrelerine uygulanabilir bir hale gelmekteydi. Bu yeni formülasyonun içeriğinde; nesnel bilimi, evrensel ahlakı, yaşayışı ve kendi iç mantığı çerçevesinde sanatın özelliklerini geliştirme çabaları yer almaktaydı. Fakat bu formülasyonun en önemli özelliği bütün bu çalışmaların sadece esoterik (belli bir guruba ait olma) olmasıydı. Aydınlanma düşünürleri, sanat ve bilimin sadece doğal güçler üzerindeki denetimi artırmakla kalmayıp, dünyanın ve benliğin anlaşılmasını, kurumların haklılığını ve insanlığın mutluluğunu da sağlayabileceği yönündeki beklentiler içindeydiler. Fakat yirminci yüzyılla birlikte bilim, ahlak, sanat farklılaşması, iletişimin de hermeneutikten (yorumsama) ayrışması iyimser düşünceleri dağıtmaya başladı.

2- Modernizm’in yaşamımıza kattıkları

Modernizimin TemelleriMichelet’e göre modernizm rönesans ile birlikte başlayan “dinden bağımsızlaşan” bir süreç olarak ortaya çıkar. Bu bağımsızlaşma özellikle Antik Yunan çağından başlayan ve insanın kendini, evreni, dinden, mitolojiden bağımsız biçimde algılaması ve olgulara eleştirel, şüpheci bir yaklaşımla yaklaşılmasını gerektiriyordu. Bu sürecin hızlanmasına atkı koyan en etkili olgulardan birisi de bilginin topluma yayılmasına aracı eden kişilerin, kilisenin otoritesini sarsıcı davranışları geliyordu. 1517 yılında Wittenburg kilisesinin kapısına Martin Luther tarafından asılan ünlü 95 teziyle, kiliseye ve din adamlarına gerek olmadığı, insanların incili kendilerinin anlayabileceğini izah ediliyordu. Bu çıkışın ardından modernizmin başlangıcıyla birlikte Avrupa’da yeni bir dinsel akım başladı. Bu akım, insanın Tanrı’dan gelen vahiyle değil, insanın içinde yer alan ve akıl ile ulaşılan bir dini içermesiydi. Bu olgu da doğal din akımı olarak nitelenmekteydi.Modernizmin temellerinden birisi de yine bu dönemde –16 yy.- ortaya çıkan “Hümanizm” akımıdır. Hümanizm bir bakıma insanın aklı ile birlikte yeni hayat anlayışına erişmesinin simgesidir:  İnsan toplumsal olanın bir parçası olmaktan “birey” olma olgusuna geçen laik bir yapıyı temsil etmekteydi.Bunların yanında bir de “evrenin birliği” ilkesi gelmektedir. Bu da Kopernik’le birlikte Aristo mantığında yer alan, yer merkezli evren anlayışının güneş merkezli bir evren anlayışına geçilmesini içermektedir. Decartes’in de vurguladığı gibi evren iki ayrı olgudan oluşmakta idi. Birincisi; evreni dine ve kiliseye bırakan metafizik, ikincisi de sadece aklın egemenliğinde yer alan fizik idi.

Modernizm bir aydınlanma projesi olarak ortaya çıkmış ve zaman içinde bazı değişmeler göste- rerek günümüze kadar gelmiştir. Aydınlanmacılık akılcı bilim anlayışıyla 18. yüzyılda insan düşünce- sini dinin baskısından kurtararak özgürleştirme işlevini görmüştür. Ama akılcılık zaman içinde nitelik değiştirerek bu özgürleştirici işlevini kaybetmesi yüzünden günümüzde eleştiri konusu olmaya başlamıştır.Aydınlanma felsefesi; bilim, ahlak ve estetik alanlarını birbirinden yalıtlanmış ayrı ayrı alanlar olarak ele almıştır.Aydınlanma projesi temelde ister doğa bilimi olsun, ister toplum bilimler olsun bilimlerin nesnel olarak kurulabileceğini kabul etmektedir. Bu kabul dış gerçekliğin tek bir doğru temsilbiçimi olacağıİnancına dayanmaktadır. Bu kabuller yapılınca her soruya tek bir doğru yanıt bulunacağı,da kabul edilmiş olmaktadır. Gerçek, başlangıçta, yeterli biçimde, yani tam bir nesnellikle temsil edilmese bile zaman içinde bilimin gelişmesiyle buna adım adım yaklaşılacak, mutlak gerçeğe tam olarak ulaşılmasa bile çok yakınına gelinecektir.Ahlak ve hukuk alanında ise Aydınlanma projesi bu alanların evrensel geçerliliği olacak biçimde kurulabileceğini kabul etmektedir. Bunun kurulabilmesi ise insanların, evrensel, değişmez, ebedi özellikleri olduğuna ve bunların ortaya çıkarılabileceğine inanılmasını gerektirmektedir.Aydınlanma, sanata kendi iç mantığına göre kurulabilecek otonom bir alan olarak yaklaşmak- tadır. Bu sanat alanında hem yakın çevresinden, hem yakın geçmişinden farklı olma bilinci bulunmaktadır. Baudelaire'in tanımlamasıyla hem geçici , hem de kalıcı olmanın gerilimini taşımaktadır.

Aydınlanma projesi, bilime, ahlaka ve sanata ilişkin bu kabullerinin ve temelde insan aklına güvenmenin , o zaman kadar görülenden daha özgür, daha eşitlikçi, insanların daha mutlu olacağı toplumların gelişmesine neden olacağını savunuyordu. Bu kabullerin ortaya çıkardığı , üzerinde durulması gereken bazı önemli sonuçlar vardır. Eğer insanların değişmez evrensel niteliklerine göre bir ahlak kurulabiliyorsa ve bilgi nesnel olarak ve akla dayanarak doğanın ve toplumun yasalarını ya da sırlarını açıklayabiliyorsa öncü elitlerin , plancıların, uzmanların topluma yol göstermeleri için gerekçeler var demektir. Bu yol gösterme evrensel olan değerleri gerçekleştirmek için bilgiye dayanarak, bilen kişilerce yapılacaktır. Bilgi ise sürekli gelişen temsil içinde birikerek gelişecekti. Bir kez bilginin birikerek gelişmesi kabul edilince ilerleme ve gelişme fikri modernizmin ana çizgilerinden biri olarak kendini kabul ettirecekti. Toplumda ilerlemenin, çoğunlukla da doğrusal bir gelişme çizgisinin benimsenmesi, toplumların evrimsel kuramlarının belirlenmesini getiriyordu . Böylece üst anlatıların oluşması, tarihin öykü çizgilerine düzen getiren çerçeveler oluşturuyordu Böyle çizgilerin varlığı, nesne olduğu kabul edilen bilime dayandırılınca, bu çizgide toplumların ilerlemeleri evrensel bir toplumsal amaç haline geliyor ve uzmanların bunu geliştirmek için "araçsal aklı" kullanmaları meşruiyet kazanıyordu. Bu ise bireylerin özgürlüğünün sınırlanmasını getiriyordu.Aydınlanmanın başlangıcında. da insanları özgürleştiren akılcılık; bu şekilde zaman içinde araçsal akıt ya da teknik akıl haline gelerek onların özgürlüğünü sınırlayan bir nitelik kazanıyordu. Modernizmi sadece bilgiye yaklaşımıyla kavramaya çalışmak, bu yaklaşımın toplumsal işlevlerini kavramamız açısından yeterli olmaz. Aynı zamanda da ne tür bir toplum içinde yer aldığına, bu toplum içinde ne tür işlevler gördüğüne de bakmakta yarar vardır. Modernizm belli özellikleri olan bir toplum içinde yer alıyor ve ondan etkileniyordu.

Modern toplumu gelenekselden ayıran özellikler;hızlı değişme, bu değişmenin tüm yeryüzünü kapsaması ve kendine özgü kurumsal yapılar geliştirmesiydi. Bu toplumda üretimde organik olmayan enerji kaynakları kullanılıyor, ürün metalaşıyor, ücretli emek ortaya çıkıyor ve nihayet ulus devlet doğuyordu. Bu toplumsal sistemin işlerliği için bu ulus devletin sınırları içinde bir dayanışma duygusu olan, hareketliliği yüksek, sürekliliğe sahip, kültürel homojenliği olan, birbirleriyle anonim ilişkiler içinde olan bireylerin oluşması gerekmektedir. Geleneksel tarım toplumundan, modern topluma geçebilmek için toplumsal ilişkilerin kısa aralıklı bir zaman ve mekândan, başka bir deyişle yerel bağlamından, koparılıp çıkartılması daha belirsiz daha aralıklı bir zaman ve mekân bağlamına yeniden oturtulması gerekir. Toplumsal ilişkilerin yerel bağlamdan kurtarılıp yeni ve yerele bağımlı olmayan bir zaman ve mekân bağlamına oturtulması demek, toplumdaki kişilerin eskiden bilmedikleri tehdit ve risklerle karşılaşması demektir.

Toplum bu yeni risklere karşı da yeni güvence mekanizmaları ya da yolları geliştirme durumundadır. Bunun gerçekleştirilmesi için; güçlü bir geleceğe ya da ilerlemeye yöneliş, bu yönelmede yol gösterecek uzmanlıkların oluşumu ve bunlara yüklenene güven ile yeni bir insan ilişkileri kalıbı ve semboller sisteminin kurulması gerekecektir. İşte modernizmin bilime ve ahlak alanına yaklaşımının ulus-devlet aşamasını gerçekleştiren toplumun bu gereksinmelerini karşılamakta işlevsel olduğu söylenebilir.

Modernizm projesi de toplumsal gelişmeden etkilenerek bazı değişiklikler geçirmiştir. Tek bir tem- sil biçiminin (mode of representation) olduğu kabulü, dünyada sosyalist hareketin gelişimi ile birlikte gevşemeye başladı, onun yerini evrensellik savlarını da koruyan, bir relativizm almaya başladı. Bir başka gelişme ise bilimin, eylemin tek yol göstericisi kabul edilmesinin sonucu olarak ortaya çıktı. Bu inanç bilginin uygulamada başarılı olmasını gerektiriyordu. Oysa başarısızlık şu ya da bu şekilde ortaya çıkıyordu. Bu da geriye dönerek bilgiyi etkiliyordu. Uygulamada kullanılan bilgi başarısına ya da başarısızlığına göre geriye dönerek bilgiyi etkilemeye başlaması sonucu geriye dönüşlü reflexıve düşünce biçimi gelişmeye başladı. bu aslında ı gının uygu amayı denetlemesini sürdürebilmesi için gerekliydi. ama bu bir anlamda da aklın öneminin azalması demektir ve modernizm bakımından önemli bir dönüm noktasını gösteriyordu. Böylece insan eylemlerinin, toplumsal gelişmenin sistematik bir bilgisinin, kurulabileceği konusunda bir "şüphe, belirmeye başlıyordu."Modernizmin bilgiye yaklaşımında değişmeler olurken insana yaklaşımı da eleştirilmeye başlıyordu. İnsanın değışmez özelliklerınin ve öıünün bulunacağı savı metafizik olduğundan sorg ulanıyordu Nıetzsche böyle bir töz varsa, bu tözün ancak Dionysos mitinde bulunabileceğini,bunun da"yıkıcı yaratıcılık" ve "yaratıcı yıkıcılık" olduğunu söylüyordu böyle olunca insanın kendisinı olumlamasının tek yolu, eylem yapması isteğini açık hale getirmesiydi. Tabi ki böyle bir öz kabul edilince modernizmin teknik aklının yol göstericiliğine olanak kalmıyordu. Nietzsche, aydınlanmanın insanları özgürleştirme çabasına daha çok estetiği öne alan bir stratejiyle katılmaya çalışıyordu. Ona göre sanat ve estetiğin iyi ve kötünün ötesine geçebilme gücü vardı.Bu ve başka örnekler modernizmin zaman içinde gelişerek yeni gelişmelerin tohumlarını taşır hale geldiğini gösteriyor. Postmodernizm de bu gelişmeler içinde doğuyor.

Modernizm ve Kent

Modernitenin ve kapitalizmin insan yaşamında yarattığı temel dönüşümler; kırsal ilişkilere ve toprağa bağlı bir yaşam tarzına son vermesi, yaşamın kentlerde yoğunlaşması, kent ile kır arasındaki ilişkinin ters yüz edilmesi ve kentin toplumsal yaşamda merkez konuma gelmesi şeklindedir. Kapitalizm, üretimin kırsal bölgelerden koparak kentlerde yoğunlaşmasını kolaylaştıran bir ortamın oluşmasını sağlamıştır. Böylece kent, daha önceki yüzyıllardan farklı bir yapılanma içinde öne çıkmış ve insan yaşamlarının mekansal olarak ana eksenini oluşturmaya başlamıştır. Modernleşme sürecinde kentlere bakıldığı zaman, kentsel mekanın kapitalizmin ilkeleri çerçevesinde yeniden şekillendirildiği görülmektedir. Sermayenin akışkanlığını kolaylaştırmak ve birikimini arttırmak yönündeki eğilim beraberinde yeni mekansal düzenlemeler getirmekte, eski çevreler sürekli olarak bir değişim döngüsü içine girmektedir. Mekanın, kapitalist ekonominin gereklilikleri doğrultusunda bir değişim geçirerek niceliksel değerlerinin ön plana çıkması, bulunduğu yer ve coğrafyayla arasındaki bağların gevşemesi modern zamanlara özgü bir mekan olgusu olarak kendisini göstermektedir. Mekansal süreksizliklerin yapısı sermaye tarafından belirlenmekte; sermaye, mekanın bu özelliğini kullanarak, kendi karlılığını arttıracak yeni düzenlemeler ve tanımlamalar yapmaktadır. Modern kent bu düzenlemelerin nesnesidir. Modernizm, büyük ölçüde kentsel bir olgudur; kentlerin sanatıdır ve doğal meskenini kentlerde bulmaktadır. Kent uygarlığın beşiği, insan aklının en yetkin ürünü olarak kabul edilmektedir. Kent, aydınlanma felsefesinin bir uzantısı olarak insanın doğa üzerindeki zaferinin simgesidir.

Toplumsal standardizasyon olarak kent olgusu ise, kırdan kente göç edenlerin kırın geleneklerini arkalarında bırakarak kente özgü değerlere göre yaşamlarını sürdürecekleri kısacası kentlileşecekleri mekanlar olarak görülmektedir. Kent, modernizm kültürünün oluştuğu ve bunun kente yeni gelen insanlara aktarıldığı yerlerdir. “Kültür, kentlerde öğrenilecek ve yeni kuşaklara iletilecektir. Kente her gelen bireyin bu heterojen ve yoğun ortamda kentli olacağı düşüncesi vardır” Modernizm içinde hep ileri doğru bir gelişme seyredileceği fikri nedeniyle kentte yaşayan herkesin belirli bir zaman içinde kentlileşeceği düşüncesi söz konusudur. “Modernizm, kente ve kent yaşamına övgüdür; bir anlamda kutsanmasıdır kent yaşantısının. Modernizm için kent insanın, çevresini ve toplumsal ilişkilerini biçimleyebilme, örgütleyebilme gücünün ifadesidir. Bunun için kent, modernizm projesinin, aydınlanma rüyasının temel nesnesidir. Modernistlerin kente bakışları hep işlevsel olmuş ve modernist reformcular her zaman kenti kendi idealleri doğrultusunda, ihtiyaçlarına göre biçimleyebilecekleri bir mekan olarak görmüşlerdir.”MODERN DÖNEM KENT PLANLAMA ANLAYIŞI Modernistlerin kentleri düşünceleri doğrultusunda biçimlemelerine verilebilecek en iyi örnek belki de; 19. yüzyılın ikinci yarısında İkinci İmparatorluk Paris’inde çalışan Haussmann’ın eski kentsel dokunun tamamen yıkılıp bunun yerine kenti baştan düzenli bir biçimde inşa etme idealleridir. Haussmann’ın eski kent dokusunu yıkması ile modernizmin ideal kent yaratmak gayesi yani modernizmin temel koşulu olan ‘yaratıcı yıkım’ anlayışı arasında bir bağ vardır. Modernist düşüncede kentler ideal bir tip doğrultusunda tasarlanır, bu yönüyle “modernizm aslında bir kent ütopyasıdır” denilebilir. Kırdan kente yönelen yoğun göçlerle birlikte tam bir kaos ortamına dönüşen kent mekanını yeniden düzenleme, kötü yönlerinin sökülüp atılması, kentlerin yeniden şekillenmesi anlayışı 19. yüzyılın ikinci yarısı ile 20. yüzyılın ilk yarısında temel bir öneme sahiptir. Bu dönem “evlerin ve kentlerin açık açık ‘içinde yaşanacak makineler’ olarak düşünülebildiği bir dönemdi”

Bu dönemde modern kent planlama anlayışının temel ilkelerini açıkça ortaya koyan “(CIAM) Uluslararası Modern Mimarlar Kongresi toplanarak 1933 tarihli Atina Bildirgesi’ni kabul ediyordu. Bu bildirge, bunu izleyen yaklaşık otuz yıl boyunca modernist mimarlığın ana çizgilerini tanımlayan belge olacaktır”Kongre’de benimsenen ilkelerden en önemlileri şunlardır; evrensel çözümlerin aranması, böylece yöreselliğin ortadan kalkması, sonsuz, farklılaşmamış mekanın elde edilmesi, mevcut teknolojinin mükemmelleştirilmesi, özellikle toplu üretimin desteklenmesi, toplumsal sorunlara ilgi, kentin konut rekreasyon iş ve ulaşımdan oluşan dört işleve ayrılması.Modern kent planlama anlayışında; kentlerin düzenlenmesinde bir tek düzelik, homojenlik, ilkelere bağlılık egemendir. Kent kendi içinde; çalışma bölgeleri, oturma bölgeleri, kamusal alanlar şeklinde ayrılmıştır. Modern mimari anlayışının öncülerinden biri olarak kabul edilen Amerikalı mimar Frank Lyord Wright’in sözleri modern planlama anlayışını özetleyici bir niteliktedir; “... modern yapının ‘eskiden olduğu gibi parçaların cansız bir varlık ... birbirleriyle çekişen bir sürü küçük şeyin bir koleksiyonu olmak yerine, tek büyük bir şey’ olduğunu yazar”. Wright ayrıca, yapıları insana ve topluma en iyi hizmet verecek bir form içinde tasarlamanın gereğinden söz etmektedir. Wright’ın altını çizdiği mimarlık ilkesi, amacı ve işlevi olmayan her şeyden kaçınmak olmuştur. Her yapının insana yararlı bir amacı gerçekleştirmesi söz konusudur ve yapı buna göre tasarlanmalı, amacı en etkin bir biçimde gerçekleştirecek yapı malzemeleri ve inşaat teknikleri kullanılmalıdır. Modern mimari felsefe, ideal kent kavramı ekseninde mükemmellik, netlik, kesinlik ve çelişkisizlik arayışındadır. Adalet ve eşitliği sağlayabilme ve toplumsal düzeni gerçekleştirmek adına belirli bir estetik zevkten uzak tamamen işlevsel ilkeler doğrultusunda tasarlanmış kentler ve yapılar inşa edilmiştir.

Modern mimarinin dayandığı ideoloji, insanlar için yaşanabilir kentler yerine, işlevlerine göre belirlenmiş bölgeler inşa etmeye yöneltmişti. Kentlerde, katı işlevsellikten ötesine önem vermeyen; konutu ‘iş dışında kalan zamanda barınmak için kullanılacak yer’, bir barınma makinesi olarak gören anlayış hakimdi. Modern mimarinin önemli teorisyenlerinden biri olarak kabul edilen Le Corbusier’e göre; konut bir barınma makinesidir; eğri sokak keçi yoludur, düz caddeler ise insanlar içindir. Le Corbusier, bu felsefenin uzantısı olarak bir mimarın yaratıcılık düzeyini ve yapının estetik değerini insana ve topluma sağladığı faydaya göre değerlendirmektedir. Modern mimarlık anlayışının uygulamaları; savaşın yıkıntısına uğramış yada eskimiş kentlerin yeniden yapılandırılması ve canlandırılması, kentsel bölgelerin yeniden düzenlenmesi fabrika, hastane, okul vb. kamu binalarının inşası ve özellikle bünyesinde bir huzursuzluk potansiyeli taşıyan işçi sınıflarının konutlarını inşa etmede görülmektedir. “Kentlerin köktenci bir şekilde yeniden yapılanması fikri salt kentsel bunalımı değil, bunun yanı sıra toplumsal bunalımları da çözeceği umudundan esinlenmektedir” (Fishmann,2002:108). Modern kent planlama anlayışında kentlerde, birbirleriyle uyumlu geniş çaplı düzenlemelerin gerçekleştirildiği görülmektedir. Bu yönüyle modern mimari anlayış kentsel mekanın düzenlenmesinde ideal bir düzeni temsil etmektedir. “Bu ideal kentler, fiziksel çevrenin düzeltimini sağlamanın bütün bir toplumsal yaşamı devrimci bir dönüşüme uğratacağı yönündeki inancın en tutkulu ve karmaşık anlatımlarıdır”. Sanayi devrimiyle hızla büyüyen kentlerde bir taraftan pazarın işlerliğine dönük ve toplumsal hiyerarşiyi yansıtacak fiziksel düzenlemeler yapılacak, diğer taraftan da kent içinde yollar, köprüler, operalar, okullar, kütüphaneler, iş merkezleri, fabrikalar, tren istasyonları vb. türden yeni, kamusal işlevi olan büyük yapılar inşa edilecektir.

Modern mimarinin felsefesi savaş sonrası Keynesyen ekonomi politikalarıyla da uyumludur. Savaş sonrası dönemde kötüleşen ekonomik koşullara ‘sosyal devlet’ perspektifi çerçevesinde çözüm arayan devletler, modern mimarinin sosyal konut anlayışını kolayca benimsedi. Ayrıca modern mimari, kent topraklarının kapitalist tarzda verimli bir şekilde kullanılmasına olanak sunmaktaydı. Bir yandan rantın gözetilmesi, diğer yandan da Avrupa’da savaş sonrasında konutsuz kalmış milyonlarca insanın sorunlarına asgari bir çözüm bulunması girişimi neticesinde modern mimari felsefesine uygun kentler belirdi. Betonarme mimarinin sağladığı teknik olanaklarla son derece basitleştirilmiş planlar üzerinde yapılan bu devasa ‘sosyal konutlar’ çok sınırlı arazi üzerinekurulabiliyor, değerli kent toprakları ‘sosyal konutlar’a gerektiğinden fazla ayrılmamış oluyordu. Bütün bu gereksinimler, geleneksel yapı teknolojilerinde ve kullanılan malzemelerde de büyük değişimlere yol açmıştır. Demir-çelik, betonarme, cam, asansör sözü edilen yeni malzemelere örnektir. Modern mimari anlayışın içindeki en önemli eksik ve eleştirilerin yoğunlaşmasının sebebi; modern kent planlama anlayışının “insanlığın bütün özlemlerini cisimleştirmeye yeterli bir efsane olarak etkin makineye tapınmanın yeniden su üstüne çıkması biçiminde, tekelci, bürokratik iktidar ve rasyonalitenin gizliden gizliye kutsanmasıdır.” Postmodernizmin modernizme yönelttiği eleştirilerin mimari alana yansımalarında anahtar kavramlar; ‘kimlik kaybı’ yada ‘kimliksiz çevreler’dir. Mimari alanda iki temel kaygı göze çarpmaktadır: Birincisi, yapılar ve kentlerin ayrımlanabilir bir ulusal kimlik yada karakter sergilemeyişine yönelik kültürel kaygı; ikincisi, ulusal olup olmaması bir yana, ortada hiçbir kimliğin, karakterin bulunmayışından duyulan rahatsızlık. İki bakış açısı da kimlik ve karakter terimlerinin ortaya koyduğu ‘ayırt edici nitelikler’ ve ‘fark edilebilir özellikler’ üzerinde durmaktadır.