mevlana'ya göre felsefe ve filozoflar

11
1 MEVLANA’YA GÖRE FELSEFE VE FİLOZOFLAR Ali TİRİL Giriş Eski Yunancada bilgi ve bilgelik sevgisi anlamına gelen felsefe, sisitematik olarak milattan önce altıncı yüzyılda oluşmaya başlamış, çağlar boyunca düşünce tarihinde değişerek ve gelişerek mevcudiyetini devam ettirmiştir. Varlığa, bilgiye, estetik ve ahlaka dair sorular sorarak bu kavramları akıl yoluyla anlama gayreti ortaya koyan felsefe ortaya çıktığı ilk dönemlerden bu yana her dinden ve toplumdan düşünürlerin, bilginlerin ilgisini çekmiş; farklı dinlere ve kültürlere ait her türden ilim ve din adamı doğrudan veya dolaylı olarak felsefeyle ilgilenmiştir. İlkçağ’da felsefenin temelini oluşturan Antik Yunan felsefesinden sonra Hıristiyanlığın ortaya çıkıp yayılmasıyla Roma’da Augstinius özellikle Yeni Plâtonculukla Hıristiyan dogmalarını uzlaştıran Patristik felsefeyi ortaya koymuş, böylece felsefe Batı dünyasında duraklama dönemine girmiştir. Bu sırada yeni oluşmaya başlayan İslam medeniyeti antikite eserlerin Arapçaya çevrilmesiyle Yunan felsefesiyle tanışmıştır. Kındi (ö. 873), Farabi (ö. 950), İbni Sina (ö. 1037), İbni Rüşd (ö. 1198), İbnu’r-Ravendi (ö. 910), Zekeriyya Razi (ö. 930), Gazali (ö. 1111), İbn Teymiyye (ö. 1328) gibi isimler, İslam dünyasında felsefe ve felsefi düşüncelerle uğraşmış, bu konularda lehte veya aleyhte eserler yazmış âlimlerdir. İslam coğrafyasında felsefi çalışmaların ve bununla ilintili kelam ilminin en yaygın olduğu bir dönemde ve bu şehirlerden birinde, 13. asrın başında Belh’te dünyaya gelen Mevlana Celaleddin Rumi, doğal olarak felsefe ve felsefi akımlarla ilgilenmiş, başta Mesnevi olmak üzere eserlerinde felsefe ve filozofları konu edinmiştir. Mevlana’da Felsefe ve Felsefi Yaklaşım 1207’de Belh şehrinde dünyaya gelen Mevlana, dönemin mühim alim ve mutasavvıflarından Sultanu’l-Ulema lakaplı Bahaeddin Veled’in evinde, ilim ve tasavvuf yuvası bir hanede büyümüştür. O dönemlerde dünyanın en önemli ilim şehirlerinden biri olan Belh, İslam, Hıristiyan, Zerdüşt, Budist ve Yunan düşüncelerinin kaynaştığı önemli bir ilim ve kültür merkeziydi. Hanefi - Maturidi anlayışın hakim olduğu Belh şehrinde o yıllarda Mutezile inancının ve Yunan felsefesinin problemleri tartışılıyordu. (Kılıç: 176) Nitekim bu tartışmaların taraflarından biri de Mevlana’nın babası Sultanu’l Ulema Bahaeddin Veled’di. İslam akidesine ait hususları mantık ve felsefeyle açıklamaya ve örtüştürmeye çalışan büyük müfessir ve kelamcı Fahreddin Razi (ö. 1209) ile Yunan filozoflarını ve felsefi düşünceyi eleştiren Bahaeddin Veled bir birleriyle ters düşmüş, -rivayete göre- bu tartışmalara Sultan

Transcript of mevlana'ya göre felsefe ve filozoflar

1

MEVLANA’YA GÖRE FELSEFE VE FİLOZOFLAR

Ali TİRİL

Giriş

Eski Yunancada bilgi ve bilgelik sevgisi anlamına gelen felsefe, sisitematik olarak

milattan önce altıncı yüzyılda oluşmaya başlamış, çağlar boyunca düşünce tarihinde değişerek

ve gelişerek mevcudiyetini devam ettirmiştir. Varlığa, bilgiye, estetik ve ahlaka dair sorular

sorarak bu kavramları akıl yoluyla anlama gayreti ortaya koyan felsefe ortaya çıktığı ilk

dönemlerden bu yana her dinden ve toplumdan düşünürlerin, bilginlerin ilgisini çekmiş; farklı

dinlere ve kültürlere ait her türden ilim ve din adamı doğrudan veya dolaylı olarak felsefeyle

ilgilenmiştir.

İlkçağ’da felsefenin temelini oluşturan Antik Yunan felsefesinden sonra

Hıristiyanlığın ortaya çıkıp yayılmasıyla Roma’da Augstinius özellikle Yeni Plâtonculukla

Hıristiyan dogmalarını uzlaştıran Patristik felsefeyi ortaya koymuş, böylece felsefe Batı

dünyasında duraklama dönemine girmiştir. Bu sırada yeni oluşmaya başlayan İslam

medeniyeti antikite eserlerin Arapçaya çevrilmesiyle Yunan felsefesiyle tanışmıştır. Kındi (ö.

873), Farabi (ö. 950), İbni Sina (ö. 1037), İbni Rüşd (ö. 1198), İbnu’r-Ravendi (ö. 910),

Zekeriyya Razi (ö. 930), Gazali (ö. 1111), İbn Teymiyye (ö. 1328) gibi isimler, İslam

dünyasında felsefe ve felsefi düşüncelerle uğraşmış, bu konularda lehte veya aleyhte eserler

yazmış âlimlerdir. İslam coğrafyasında felsefi çalışmaların ve bununla ilintili kelam ilminin

en yaygın olduğu bir dönemde ve bu şehirlerden birinde, 13. asrın başında Belh’te dünyaya

gelen Mevlana Celaleddin Rumi, doğal olarak felsefe ve felsefi akımlarla ilgilenmiş, başta

Mesnevi olmak üzere eserlerinde felsefe ve filozofları konu edinmiştir.

Mevlana’da Felsefe ve Felsefi Yaklaşım

1207’de Belh şehrinde dünyaya gelen Mevlana, dönemin mühim alim ve

mutasavvıflarından Sultanu’l-Ulema lakaplı Bahaeddin Veled’in evinde, ilim ve tasavvuf

yuvası bir hanede büyümüştür. O dönemlerde dünyanın en önemli ilim şehirlerinden biri olan

Belh, İslam, Hıristiyan, Zerdüşt, Budist ve Yunan düşüncelerinin kaynaştığı önemli bir ilim

ve kültür merkeziydi. Hanefi - Maturidi anlayışın hakim olduğu Belh şehrinde o yıllarda

Mutezile inancının ve Yunan felsefesinin problemleri tartışılıyordu. (Kılıç: 176) Nitekim bu

tartışmaların taraflarından biri de Mevlana’nın babası Sultanu’l Ulema Bahaeddin Veled’di.

İslam akidesine ait hususları mantık ve felsefeyle açıklamaya ve örtüştürmeye çalışan büyük

müfessir ve kelamcı Fahreddin Razi (ö. 1209) ile Yunan filozoflarını ve felsefi düşünceyi

eleştiren Bahaeddin Veled bir birleriyle ters düşmüş, -rivayete göre- bu tartışmalara Sultan

2

Alaeddin Muhammed Harzemşah’ın dahil olması ve Razi’nin tarafını tutmasıyla Bahaeddin

Veled, ailesi ve talebeleriyle birlikte Belh’i terk etmek zorunda kalmıştı. Böyle bir ortamda

çocukluk yıllarını geçiren Mevlana’nın döneminin fikir ve felsefi cereyanlarından habersiz

olması ve bunlara vakıf olmaması muhaldir. Nitekim Fihi Ma Fih’te ve Mesnevi’sinde yer yer

felsefi konulara değinmesi, Platon ve Galinos gibi antik Yunan filozoflarından, İbni Sina gibi

İslam filozoflarından bahsetmesi, dokuz felek, on akıl, akl-ı kül gibi Yunan ve İslam

felsefelerinde yer alan kavramlardan söz etmesi -bir filozof olmasa dahi- Mevlana’nın felsefi

literatüre hakim olduğunun göstergesidir. (Çubukçu: s. 99,100) Ayrıca özellikle Sühreverdi

(ö. 1191) ve İbni Arabi’de (ö. 1240) görüldüğü üzere 12. ve 13. yüzyıl tasavvuf düşüncesinde

de Platon’un ve Plotinos’un ortaya çıkardığı Yeni Platonculuğun etkili olduğu da göz önünde

bulundurulursa 13. Asır mutasavvıfı Mevlana’nın felsefi birikimden habersiz olduğunu

düşünmek hayli müşkül olacaktır.

Her ne kadar felsefeye ve felsefi düşüncelere vakıf olsa da eserlerinden anladığımız

üzere Mevlana’nın felsefeye yaklaşımı birçok İslam âliminde olduğu gibi genel olarak

olumsuzdur. Ancak buna rağmen felsefeyi tamamen dışlayıp kötülemez. Felsefenin hikmet

olarak gördüğü kısmına sıcak bakan Mevlana, yer yer hikemi felsefeden olumlu bahseder. Bu

bağlamda Mevlana’nın felsefeye ve filozoflara bakış açısı olumlu ve olumsuz olarak iki

başlıkta incelenebilir:

Mevlana’nın Felsefeye Olumlu Yaklaşımı:

Yunan felsefesi İslam medeniyetine girerken hikmet kavramıyla birlikte girmiştir.

Yunancada bilgi ve bilgelik sevgisi anlamına gelen felsefe İslam felsefecileri tarafından

hikmet sevgisi olarak tercüme edilmiş ve “tabii hikmetin” adı olarak kalmıştır. (Yakıt: s. 1, 2)

Bu bağlamda, tabiatla ve fiziki bilgilerle meşgul olanlara filozof, ilahi hikmetlerle meşgul

olarak Allah’a ulaşmak için sevgi ve ilham yolunu kullananlara ise hakîm denmiştir. (Kılıç:

183) “Bilgelik, Tanrı'nın insanlarca anlaşılamayan amacı, gizli sebep” (TDK) olarak

tanımlanan hikmet, İslam düşüncesinde daha çok felsefenin metafizik alanını karşılamıştır.

Nitekim felsefecileri dehriler, tabiatçılar ve ilahiyatçılar olarak üçe ayıran Gazali, ilk iki grubu

zındıklıkla itham etmiş, son grup olan ilahiyatçı filozofları -Sokrat, Platon ve Aristo’yu bu

gruba dâhil ederek- küfrü gerektiren, bidatçiliği gerektiren ve asla inkar edilmemesi

gerekenler olmak üzere üç kısma ayırmıştır. (Yaylı: s. 10) İşte Mevlana’nın hikmet ve hakîm

olarak gördüğü ve karşı çıkmadığı felsefe bu çeşit bir felsefedir. Yani, Allah’ı inkâr etmeyen

ve insanı fazilete, saadete erdiren felsefeye Mevlana sıcak bakmış, tıpkı Gazali’de olduğu gibi

bu tür felsefenin temsilcisi kabul ettiği Platon’dan da övgüyle söz etmiştir. Mevlana, Platon’la

3

birlikte Yunan filozofu ve tıp bilimcisi Galenos’u (ö. 216) Mesnevi’nin ilk beyitlerinde şöyle

anar:

“Ey oğul! Bağı çöz, azat ol. Ne zamana kadar gümüs, altın esiri olacaksın?

Denizi bir testiye döksen, ne kadar alır? Bir günlük kısmet…

İhtiraslıların göz testisi dolmaz. Sedef, kanaatkâr olmadıkça inciyle dolmaz.

Bir aşkla elbisesi yırtılan kişi, hırs ve ayıptan bütünüyle temizlenir.

Ey sevdası güzel aşkımız! Mutlu ol. Ey bütün hastalıklarımızın tabibi!

Ey gurur ve kibrimizin ilacı! Ey Eflatun’umuz, Calinus’umuz!

Toprak beden, aşkla feleklere yükseldi. Dağ oynadı, hareketlendi.” (Mesnevi, I, 19 - 25)

Yine başka bir beyitte şöyle der Mevlana:

“Kendini Çin ülkesinde rüsva etme; bir akıllı ara, kendini ondan ayırma.

Dikkat et! Zamanın o Eflatun’u ne derse, hevesini bırak ve ona uygun davran.” (Mesnevi, VI,

4141-4142)

Bu beyitlerde de görüldüğü gibi Mevlana Platon’un ortaya attığı idealist felsefeye

karşı olumsuz bir tavır takınmamaktadır. Buna göre Mevlana’nın ‘hikmet dairesi içinde yer

alan moralist (ahlakçı), idealist ve sipiritualist(ruhçu) filozoflar’a (Kılıç: s. 201) karşı

çıkmadığı onları hikmet alanıyla ilişkilendirip ‘hakim’ olarak nitelendirdiği sonucuna

ulaşılabilir.

Yine Eflatun’un ortaya koyduğu idealist felsefe ve ‘ideler alemi’ tezi sadece Mevlana

üzerinde değil, özellikle ilk sufiler ve İbni-i Arabi olmak üzere birçok mutasavvıfı

etkilemiştir. Eflatun’un mağara metaforu, gördüğümüz bütün varlıkların birer taklit olup

bunların asıl formlarının en ideal şekliyle ideler âleminde bulunduğu tezi, İslam

mutasavvıflarını ve Vahdet-i Vücutçuları etkilemiştir. O kadar ki bazı İslam mütefekkirleri

Platon’u Kur’an-ı Kerim’de adı zikredilmeyen peygamberlerden biri kabul etmişlerdir. (Can:

s. 11) Mevlana’nın Eflatun’u okuyup okumadığı hakkında kesin bir bilgi bulunmasa da

oldukça iyi bir eğitim görmüş olması ve yaşadığı dönemde felsefi tartışmaların yoğun olması

Mevlana’nın Platon’u okuduğu ihtimalini güçlendiriyor. Özellikle Divan-ı Kebir’deki

gazelleri ve rubaileri vahdet-i vücut düşüncesini işaret etmekte, bu durum Mevlana’yı

Eflatun’a biraz daha yaklaştırmaktadır. Bilhassa şu rubaisi Mevlana ile Eflatun arasındaki

ilişkiyi daha bariz anlatır:

“Bu dünyada gördüğün her maddenin, her nakşın aslı ruh âlemindedir. Nakış gitti

diye gam yeme. Gördüğün her güzel yüz, işittiğin her nükteli söz yok oldu ise üzülme, zira

hakikat sadece bu dünyada gördüklerinden, bildiklerinden ibaret değildir.” (Can: s. 15)

4

Rubainin özellikle birinci mısraı, Platon’un ideler alemi düşüncesiyle nereyse birebir

örtüşmektedir. Dolayısıyla, Mevlana’nın Mesnevi’sinde de övgüyle bahsettiği Eflatun’dan

etkilendiği, idealist felsefeye olumuz yaklaşmadığı anlaşılıyor.

Mevlana’nın Felsefeye Olumsuz Yaklaşımı:

Bir İslam âlimi ve mutasavvıf olan Mevlana, dini hassasiyetlerinden ve kaygılarından

dolayı birçok İslam alimi gibi felsefeye soğuk bakmış, farklı yönlerden felsefeyi ve filozofları

eleştirmiştir. Bir filozof olmayan ve kendisini bu şekilde nitelemeyen Mevlana’nın bu tavrını

doğrudan felsefeye karşı bir duruş olarak değil de İslami ve imani hassasiyetinin bir sonucu

olarak görmek daha doğrudur. (Kılıç: s. 175) Yani Mevlana’nın felsefeye ve filozoflara

getirdiği eleştiriler, sistematik ve doğrudan hedef gözeten eleştiriler değildir. O, çevresindeki

insanların inançlarını ve Allah’a teslimiyetlerini muhafaza adına bu tenkitlerde bulunmuş ve

felsefenin rehberleştirdiği aklın yerine tasavvufun ön plana çıkardığı kalp ve aşkı nazara

vermiştir. Nitekim her ne kadar hakikat bilgisini, erdem ve mutlak saadeti hedef edinmeleri

bakımından felsefe ve din örtüşse de bu amaçlara ulaşmadaki yöntemlerin farklılığı çağlar

boyunca dindarların felsefeye mesafeli durmasına neden olmuştur. Bilgiye ulaşmada

felsefenin akıl, şüphe, istidlal, mantık yürütme gibi yöntemleri kullanması; dinin temel

prensip kabul ettiği nasslara yani vahye bağlı kalması; tasavvuf ehlininse daha çok, kalp,

şuhud, sezgi, keşif gibi yöntem ve latifeleri esas alması felsefe ile din ve tasavvufun arasının

açılmasına sebep olmuştur.

Mevlana her şeyden önce, Allah’ın varlığını inkâr eden bütün felsefi akımlara karşı

çıkar. Aklı tek ve mutlak rehber kabul eden dogmatik rasyonalistleri, kendi varlıkları dâhil

her türlü bilgiye şüpheyle yaklaşan ve kesin bilgiye asla ulaşılamayacağının savunan

septikleri, madde dışında hiçbir şeyin varlığına inanmaya materyalistleri ve her şeyi tabiata

indirgeyen ve dayandıran natüralistleri tenkit eden (Kılıç: s. 184) Mevlana, bunların dışında,

sebeplere gereğinden fazla önem vermeleri, âlemin kıdemini savunmaları, gayba

inanmamaları, sürekli bir birlerini tekzip etmeleri, yanlış kıyas ve istidlalde bulunmaları

nedeniyle de filozofları net bir şekilde eleştirir. Mevlana’nın felsefeye yönelttiği bu eleştiriler

şu başlıklarda toplanabilir:

a) Akla Verdiği Önem Bakımından Felsefeyi Eleştirmesi:

İlk filozoflardan bu yana akıl, aklın mahiyeti ve sınırları felsefenin başat konularından

olmuştur. Filozoflar, felsefe yapmanın biricik aracı gördükleri akla çok büyük önem

vermişler, kâinatın oluşumunu, temadisini hatta tanrının varlığını akılla izah etmişlerdir.

Nitekim Sokrat öncesi filozoflardan Herakleitos’a göre her şey bir değişimin neticesidir ve bu

değişimi kontrol eden şey ise logos, yani akıldır. (Hilav: s. 45) Anaksagoras’a ise göre var

5

olanların temelini oluşturan ögeleri harekete geçiren ve böylece evrende gördüğümüz

çokluğu, değişmeyi ve oluşu doğuran şey ‘varlığı doğuran, varlığa biçim kazandıran akıl yani

‘nous’tu. (Hilav: s. 57) Anaksagoras’ın nous kavramını benimseyen Platon akıllı bir varlık

olan nous’un ideaları örnek alarak doğayı ve bütün var olanları düzenlediğini söyler.

Platon’un fikirlerini geliştiren ve devam ettiren Plotinos’a göre ise gerçek varlık öncesiz ve

sonrasız olan ‘Bir’dir. Bu ‘Bir’den nous, yani akıl çıkar. Akıldan da evrenin ruhu türer.

Madde ise bu evrenin ruhundan çıkmıştır. (Hilav: s. 98) Filozofların sadece bilginin kaynağı

değil, varlığın da kaynağı gördükleri aklı Mevlana akl-ı cüz’i ve akl-ı külli olarak ikiye ayırır.

Tabiatı, tabii bilimleri ve hayatı algılayıp yaşamamızı sağlayan akla cüzi akıl, insanı marifete

ve hakikate ulaştıran akla ise külli akıl der. Ancak külli akıl da insana bir yere kadar rehberlik

eder. Aklı miraçtaki Cebrail’e benzeten Mevlana,

“Akıl önce ona muallimdi, ondan sonra akıl ona şakirt kesilir. Akıl Cibril gibidir, “Ahmed,

der; bir adım daha atarsam yakar, yandırır bu adım beni.” (Mesnevi, I, 1069, 1070)

diyerek aklın sınırını çizer.

Aşkı aklın çok ötesinde gören Mevlana, aşkın akıldan üstünlüğünü ve aklın acizliğini

şöyle anlatır:

“Akıl, aşkı anlatmada eşek gibi balçığa saplandı da yattı kaldı; aşkı da âşıklığı da yine aşk

anlattı.” (Mesnevi, I, 115)

‘Filozof ile Bedevi’ hikâyesinde Mevlana, aklıyla övünen ancak aşk ve hikmetten

nasibini almamış filozofları şu şekilde hicveder:

“Bir bedevi, devesine iki dolu çuval yüklemiş, birisi onu lafa tuttu. Vatanından sorup

konuşturdu ve o suallerle bir hayli inciler deldi. Sonra dedi ki: “O iki çuvalda ne dolu?

Doğruca söyle!” Bedevi, “Bir tanesinde buğday var. Öbürü kum, yiyecek bir şey değil” dedi.

Adam “Neden bu kumu doldurdun?” diye sordu. Bedevi cevap verdi: “O çuval boş kalmasın

diye.” Adam; “Akıllılık edip buğdayın yarısını bu çuvala, yarısını da öbür çuvala koy. Bu

suretle hem çuvallar hafifler, hem devenin yükü” dedi. Bedevi bu fikri pek beğenip “Ey akıllı

ve hür filozof, böyle bir ince fikir, böyle bir güzel rey sahibi olduğun halde neden böyle

çırçıplaksın, yaya yürüyor, yoruluyorsun?” dedi. O iyi kalpli bedevi, filozofa acıdı, onu

deveye bindirmek istedi. Tekrar “Ey güzel sözlü filozof, birazcık halinden bahset. Böyle bir

akılla, böyle bir kifayetle sen ya vezirsin ya padişah. Doğru söyle!” dedi. “Filozof dedi ki:

“İkisi de değilim, halktan bir adamım. Halime elbiseme baksana!” Bedevi, “Kaç deven, kaç

öküzün var?” diye sordu. Filozof cevap verdi: “Uzun etme. Ne ona malikim, ne buna!”

Bedevi, “Peki, bari dükkânındaki mal ne, onu söyle!” dedi. Filozof dedi ki “Benim dükkânım

nerede, yerim yurdum nerede? Bedevi, öyleyse paranı sorayım: Sen yapayalnız gidiyorsun,

6

hoş nasihatler da bulunuyorsun, ne kadar paran var? Âlemdeki bakırları altın yapacak kimya

senin elinde, akıl ve bilgi incilerin tümen, tümen.” dedi. Filozof, “ Ey Arab’ın iftiharı, vallahi

para şöyle dursun, bir gecelik yiyecek alacak mangırım bile yok. Yalınayak başı kabak koşup

duruyorum. Kim, bir dilim ekmek verirse oraya gidiyorum. Bu kadar hikmet, fazilet ve hüner-

den ancak hayal ve baş ağrısı elde ettim” deyince; Arap dedi ki : “Yürü, yanımdan uzaklaş.

Senin nuhusetin benim başıma da çökmesin. O şom hikmetini benden uzaklaştır. Sözün

zamane halkına şom. Ya sen o yana git, ben bu yana gideyim. Yahut sen önden yürü, ben

arkadan yürüyeyim. Bir çuvalımda buğday, öbüründe kum olması, senin hikmetinden daha iyi

be hayırsız! Benim ahmaklığım, çok mübarek bir ahmaklık. Gönlümde azığım var, canım

pehrizkar!” Sen de şekavetin azalmasını istiyorsan çalış, sendeki hikmet azalsın. Tabiattan

doğan, hayalden meydana gelen hikmet, Allah nurunun feyzinden nasipsiz bir hikmettir.

Dünya hikmeti, zannı, şüpheyi attırır, din hikmetiyse insanı feleğin üstüne çıkarır. Ahir

zamanın adi ukalası, kendileri evvelce gelenlerden üstün görürler. Hileler öğrenip ciğerler

yakmışlar, hileler, düzenler bellemişlerdir. Asıl sermaye iksiri olan sabrı, ihsanı,

cömertliğiyle vermişlerdir. Fikir ona derler ki bir yol açsın. Yol ona derler ki önüne bir

padişah çıkagelsin. Padişah ona derler ki kendiliğinden padişah olsun; hazinelerle, askerlerle

değil. Zira kendiliğinden padişah olursa padişahlığı, Ahmet’in pak dininin yüceliği gibi

ebedidir.” (Mesnevi, II, 3186 vd.)

b) Kullandığı yöntem Bakımından Felsefeyi Eleştirmesi:

Bilgiye ulaşmada aklı yegâne vasıta kabul eden felsefe, akli yöntem ve metotları da

kullanmaktan çekinmez. Filozofların mantık, akıl yürütme, istidlal (tümdengelim, çıkarım)

gibi yöntemleri pervasızca kullanmalarını eleştiren Mevlana bu filozofların düştükleri durumu

sağır birinin hasta komşusuna yaptığı ziyaretle somutlaştırarak şöyle hicveder:

“Anlayışlı, hal hatır, yol yordam bilen birisi bir sağıra; "Komşun hastalanmış, haberin yok

mu?" dedi. Sağır, kendi kendine; "Bu sağır kulakla, o hasta gencin ne dediğini ben nasıl

anlarım?" dedi. İnsan hasta olunca, sesi de hafiflenir, zayıf çıkar. Bu durumda onun sözlerini

hiç anlayamam. Ama, komşum olduğu için mutlaka gitmeliyim, diye düşündü. Onun

dudaklarının kımıldadığını görünce, ne dediğini tahmin yolu ile, kıyasla anlarım. Evvela;

"Nasılsın ey benim dertli komşum?" derim, o da elbette karşılık olarak, iyiyim, hoşum

diyecektir. Ben; "Allah'a şükürler olsun." derim. Sonra; "Ne yemek yedin?" diye sorarım, o

da; "Şerbet içtim yahut mercimek çorbası yedim." der. Ben de; "Sıhhatler olsun, afiyetler

olsun." derim. "Peki, hekimlerden kim geliyor? Kim bakıyor?" diye sorarım. O da; "Filan

geliyor." diye cevap verir. Ben; "O hekim ayağı çok uğurludur. İyi ki onu çağırmışsınız, o

7

gelince işler yoluna girdi demektir." derim. "Bir de, o hekimin ayağının uğrunu deneyin, o

hangi hastaya gitmişse, muratlar hâsıl olmuş, hasta sağlığına kavuşmuştur."

O saf adam, aklınca bu tahminî konuşmaları, bu kıyaslamayı, bu soru ve cevapları

tasarladıktan sonra kalktı, hastayı ziyarete gitti. "Nasılsın?" diye sordu. Hasta; "Çok fenayım,

ölüyorum." deyince, sağır komşu; "Allah'a şükürler olsun." dedi. Hasta bu söze incindi, canı

pek sıkıldı. "Bu ne biçim şükür? Şükrün sırası mı? Demek ki bu komşu, bizim ölmemizi

istiyor." diye düşündü. Böylece sağır bir kıyasta bulundu ama kıyas ters çıktı, Sonra hastaya;

"Ne yedin?" diye sordu. Hasta; ''Zehir, zakkum." dedi. Sağır; "Afiyetler olsun." deyince,

hastanın kahrı büsbütün arttı. Bundan sonra da; "Derdine çare bulmak için, hekimlerden kim

geliyor? Seni kim tedavi ediyor?" diye sordu. Hasta; "Azrail geliyor, ama sen de buradan def

ol git." diye söylendi. Sağır, "Onun ayağı çok uğurludur, o geldiği için, sevin, neşelen."

cevabını verdi.

Sağır evden çıktı; sevinerek "Şükürler olsun” dedi. "Böyle rahatsız bir zamanında komşumun

halini hatırını sordum gönlünü aldım. "Sağırlıktan ötürü kıyasları, tahminleri tamamıyla aksi

oldu, ters düştü. Zavallı bu ziyaretinden çok zararlı çıktığı halde, kendisini, kârda sanıyordu.

Hasta ise; "Meğer bu adam bizim can düşmanımızmış, onun cefa madeni, cefa kaynağı

olduğunu bilmiyormuşuz." (Mesnevî, I, 3360 vd.)

Akıl yürütmede sınır tanımayan, aklına çok güvenen filozofların, peygamberle

kıyaslayarak kendilerini onların yerine koymalarını ise şu beyitlerle eleştirir:

“O gafiller şekle aldandılar da, peygamberlerle eşitlik davasına kalkıştılar. Velileri de

kendileri gibi sandılar. "İşte, biz de insanız, onlar da insan. Biz de yemeğe içmeğe ve

uyumaya mecburuz, onlar da." dediler. Körlükleri yüzünden, aralarında uçsuz bucaksız bir

fark olduğunu bilemediler. Her iki çeşit arı bir yerden gıdalandıkları halde, birinde yalnız

iğne bulunur, diğerinde bal vardır. İki tür kamış da bir dereden su içtikleri halde, birinin içi

bomboştur, diğeri şekerle doludur. Böylece yüz binlerce birbirine benzer şeyler bulunur ki,

aralarında yetmiş yıllık fark vardır. Bu yer, yediği posa olarak kendinden ayrılır. Öbürü yer,

yedikleri bütün ilâhî nûr olur. Başka birisi yer, yediği şeyler, cimrilik, çekememezlik huylarını

meydana getirir. Başka birisi yer, yediklerinden Hakk'ın, hakikatin nûru husûle gelir. İmanlı

kişi feyizli, ekime müsait, tertemiz bir tarlaya benzer. İmansız kişi ise çorak, hiç bir şey

bitirmeyen kötü bir arazidir. İmanlı, melek gibi masumdur. İmansız ise şeytan ve canavar

misalidir.” (Mesnevî, I, 246 vd.)

8

c) Çelişkiye Düşmeleri ve Birbirlerini Yalanlamaları Bakımından Filozofları ve Felsefeyi

Eleştirmesi:

Mevlana, o kadar uğraşmalarına rağmen hakikate ulaşamayan ve bir diğerini tenkit ve

tekzip eden filozofları şu meşhur hikâyecikle eleştirir:

“Bir fil karanlık bir ahırda bulunuyordu. Hintliler onu halka göstermek için getirmişlerdi.

Fili görmek için o karanlık yere birçok kişi toplanmıştı. Karanlıkta fili gözle görmeye imkân

olmadığı için, herkes ellerini sürüyor, o şekilde onu anlamaya çalışıyordu. Meraklılardan

birinin eline filin hortumu geçti. O adam; “Fil bir oluğa benziyor!” dedi. Başka birinin eli

filin kulağına dokundu. Fil ona yelpazeye benzer zannını verdi. Birisi elini filin ayağına

sürdü. O adam da; “Filin şeklini direk gibi gördüm.” dedi. Birisi de elini filin sırtına koyduğu

için; “Bu fil taht gibidir.” dedi. Böylece herkes filin bir yerine dokundu; neresine dokundu

ise, onu nasıl sandı ise, fili ona göre anlatmaya çalıştı. Onların sözleri; dokunuşları, sanışları

yüzünden birbirine aykırı düştü. Birisi ona “dal” dedi, öbürü “elif” adını taktı. Eğer onların

her birinin elinde bir mum, yâni hidayet nûru bulunsa idi, sözlerindeki ayrılık, aykırılık

olmazdı. Duygu gözü, elin avucuna benzer, insanın avucu, filin her tarafını birden

kavrayabilir mi?” (Mesnevî, III, 1259 vd.)

d) Sebeplere Takılmaları ve Aşırı Şüpheci Olmaları Bakımından Filozofları ve

Felsefeyi Eleştirmesi:

Tabiatçı felsefeye mensup filozoflar, her şeyi tabiattaki varlıklara yüklediklerinden

kainatta olan biten tüm olayları ve değişimleri determinist bir yaklaşımla ele alır ve sebeplere

bağlarlar. Bütün dikkatleri sebepler üzerine yoğunlaşmıştır; bu yüzden sebeplerin ardındaki

gerçek sebebi, müsebbibü’l-esbabı göremezler.

“Bu sebepler gözlere, görüşlere birer perdedir. Çünkü her göz, onun sanatını görmeye layık

değildir. Sebebi yaratan Allah, ne dilerse yapar, dilediğini meydana getirir. Mutlak olan

kudret, sebepleri de yırtar, ortadan kaldırır. Fakat arayan muradına erişsin diye, çok defa

yaptığı işleri sebeple yapar, sebeple yürütür. Sebep olmazsa, mürit nasıl yol arayabilir? Şu

halde yolda sebeplerin görünmesi lazımdır. Bu sebepler, gözlere, görüşlere birer perdedir.

Çünkü her göz, onun sanatını görmeye layık değildir. Sebep perdelerini yırtacak bir göz gerek

ki, bu perdeleri kökünden söküp atsın, ortadan kaldırsın. Sebebi yaratanı mekânsızlık

âleminde görsün, çalışmayı, kazanmayı, dükkânı, saçma ve beyhude saysın. Babacığım, her

hayır, her şer, sebebi yaratandan, Müsebbibü’l-esbab’tan meydana gelir; sebepler, vasıtalar

diye bir şey yoktur. Bunlar, gaflet devri kısa bir müddet yürüyüp gitsin diye Hakk’a giden ana

yolun üstüne düşürülmüş hayallerden başka bir şey değildir.” (Mesnevi, V, 1547 vd.)

9

Ayrıca filozoflar ve özellikle septikler de her şeye şüpheyle yaklaştıkları ve mutlak

bilgiye inanmadıkları için Mevlana tarafından eleştirilir:

“Gönlünde şüphe olup, kıvranıp duran kişi de, dünyada gizli felsefecidir.” (Mesnevi, I, 3285)

e) Âlemin Kıdemi Hakkındaki Görüşlerinden Dolayı Filozofları ve Felsefeyi

Eleştirmesi:

Mevlana’nın Mesnevi’sinde üzerinde durduğu konulardan biri de âlemin kıdemi

sorunudur. Ehl-i sünnet inancına göre kıdem ve beka Allah’ın zati sıfatlarındandır ve

Allah’tan başkasında bu sıfatlar bulunmaz. Yani kadim ve baki olan, diğer bir deyişle ezeli ve

ebedi olan tek varlık Allah’tır. Ancak maddeci filozoflar, âleme kıdem isnat ederek Allah’ın

varlığını inkâr yoluna gitmişlerdir. Onlara göre âlem de Allah’la beraber ezelidir. Âleme

ezelilik isnat eden filozoflar örtük olarak kâinatın yaratılmadığını iddia etmektedirler. Bu

konuyu ele alan Mevlana şöyle der:

“Dün biri dedi ki: “Kâinat sonradan yaratılmıştır. Şu gökyüzü de fanidir. Mirasçısı da

Allah’tır.” Bir filozof; “Kâinatın sonradan yaratıldığını ne biliyorsun?” dedi. Yağmur

bulutun sonradan yaratıldığını nasıl bilir? Şu değişip duran âlemde sen bir zerre bile

değilsin, böyle iki güneşin sonradan yaratıldığını ne bilirsin? Pislik içine gömülmüş

kurtcağız, yeryüzünün önünü sonunu nasıl bilecek? Bunu, yani âlemin sonradan yaratıldığını

babandan işitmişsin de, ahmaklığından ötürü bu düşünceye saplanıp kalmışsın. Âlemin

sonradan yaratıldığına dair delilin nedir? Onu söyle, sus; fazla söylemeye kalkışma.”

Nakleden dedi ki: “Bir gün iki kişinin de bu derin konuya daldıklarını, bahse giriştiklerini

gördüm. O iki kişinin çekişmeleri sırasında halk da başlarına toplanmıştı. Ben de onların

arasına katıldım. Hallerini görmek, sözlerini duymak için durdum, bekledim. Biri diyordu ki:

“Bu âlem fanidir. Hiç şüphe yok ki bu yapının bir yapıcısı var” Öbürü: “Bu âlem kadimdir,

yani evveline evvel yoktur. Bu yapının yapıcısı da yoktur. Varsa bile o kendisidir” Mümin

dedi ki:”Gece ile gündüzü getirip götüreni, bütün mahlûkatın rızkını veren Allah’ı inkâr

ediyorsun” Filozof dedi ki: “Delil göster, delilsiz bir söz dinlemem. Taklide ancak ahmak

olan kapılır. Haydi, bakalım, delil göster, dünyada delilsiz bir söz, bir vehim dinlemem, hem

kabul etmem.” Mümin dedi ki: “Reddedilmez delil, canımın içinde gizlidir. Senin gözün zayıf

olduğu için hilali göremiyorsun. Fakat ben görüyorum, bana kızma.” Dedikodu uzadıkça

uzadı. Halk da şu yıldızlarla süslenmiş gökyüzünün, şu kâinatın önüne sonuna hayran

kaldılar. Mümin dostum dedi: “içimde reddedilmez bir delil var. Gökyüzünün sonradan

yaratıldığına dair reddedilemez bir delil... Tam inancım var. Belirtisi de şu; tam inanç sahibi

ateşe bile girse âşıklardaki aşk sırrı gibi ona bir ziyan gelmez, yanmaz, yakılmaz, ben bu sırrı

söyleyemiyorum. Çünkü bu sır dile gelmez. Bendeki bu sır yüzümün sarılığından, vücudumun

10

zayıflığından başka bir şeyle anlatılamaz. Kanlı gözyaşlarının yanaklara doğru akması,

Allah’ın güzelliğine delildir.” Filozof; “Halka delil olan bu şeyleri ben delil saymam.” dedi.

Mümin dedi ki: “Kalp akçe, geçer akçe ile bahse girişse de, geçer akçe sen kalpsın, ben geçer

akçeyim. Bu yüzden benim değerim senden üstündür dese; Son imtihan ateştir. Bu ikisi ateşe

düştüler mi, onların halis mi, kalp mı olduklarını, Halkın ileri gelenleri de, basit olanları da

anlar. Herkes şüpheden kurtulur. Ey benim canım! Gizli olan geçer akçe ile kalp akçenin

imtihanı, ateş ve su iledir. Sen ve ben her ikimiz de ateşe girelim. Bu işe şaşırıp kalanlara

ölümsüz bir delil, bir belge olalım. Yahut sen ve ben, ikimiz de denize atlayalım ve bu tereddüt

içinde bulunan insanlara hak ve hakikat delili olalım.” Böyle yaptılar. Ateşe atladılar. Her

biri kızgın ateşin alevleri içine kendini attı. “Allah vardır.‟ diyen ve bu davaya girişen

kurtuldu. Öbür haramzade ise ateş içinde yandı, gitti. Anladım ki; “Kâinatın evveli vardır. Bu

gök kubbe sonradan yaratılmıştır.” diyen haklıdır. İnkâr edenlerin getirdikleri delillerin

daima yüzleri sararmıştır. Yani zayıf ve illetlidir. O inkârın doğruluğuna nerede belirti

vardır? “… Haydi sen şu yukarıda anlatılanı mûcize sayma. Yeni, bir de güneş gibi apaydın

olan, adına “Ümmü‟l-Kitab” denilen yüz dilli Kur’ân’a bak. Onun bir harfini eksiltmeğe

yahut fazlalaştırmaya kimsenin cesareti yoktur. Üstün kişiye dost ol ki, üst olasın, değer

kazanasın. Ey azgın, aklını başına al da, alt olmuşlarla, sapık fikirli kişilerle dost olma!

O inkârcı hiç düşünmez ki, nerede görünen bir şey varsa, o gizli hikmetlerden büyük

yaratıcının yaratma gücünden, sanatından haber vermektedir. İlaçlarda faydanın gizli olduğu

gibi, her görünen şeyin de faydası gizlidir.” (Mesnevî, IV, 2833 vd.)

Sonuç

Yaşadığı zamanın mühim ve büyük âlimleri arasında yer alan, döneminin ilim ve

kültür müktesebatına son derece hâkim olan Mevlana Celaleddin, Şems-i Tebrizi ile

tanıştıktan sonra aşk ve cezbe merkezli kendine has bir tasavvuf anlayışı ortaya koymuştur.

Farabi, İbni Sina İbni-i Rüşd, Gazali ve İbni Arabi gibi büyük İslam düşünürlerinden hemen

sonra yaşayan Mevlana, çocukluk ve gençlik yıllarında aldığı Sünni – Maturidi – Hanefi

eksenli eğitimin etkisiyle döneminin felsefi akımlarına karşı durmuş, felsefeye karşı genel

olarak olumsuz bir tavır takınmıştır. Bunun temeline insan aklının yetersizliğini ve aşkın

akıldan üstün olduğu iddiasını yerleştiren Mevlana Allah’a ve marifete akılla değil aşkla

ulaşılabileceğini iddia etmiştir. Bunun yanında Mevlana, Allah’ın varlığını kabul eden ve ilk

dönem sufilerini de etkileyen Eflatun’a ve idealist felsefeye karşı çıkmamış, bilakis onlardan

övgüyle bahsetmiştir. Felsefenin, Allah’ın varlığını kabul eden kısmına ve metafiziğe karşı

11

çıkmaz, ancak insanı şüpheye düşüren, Allah’ı inkar eden septik, materyalist ve natüralist

felsefeye cephe almış ve felsefenin bu kısmını reddetmiştir.

Kaynakça:

Can, Şefik, Mevlana, Eflatun ve Divan-ı Kebir’den Seçilmiş Şiirler, İleri Basımevi,

Konya, 1965

Çubukçu, İbrahim Agah, “Mevlana ve Felsefesi”, Ankara Üniversitesi İlahiyat

Fakültesi Dergisi, c. XXVI, Ankara, 1983, ss. 97 – 118

Kılıç, Cevdet, “Mevlânâ’nın Düşünce Dünyasında Felsefe Ve Filozoflar”, Tasavvuf,

sayı: 20, 2007, ss. 175 – 202

Mevlana, Mesnevi, çev. Şefik Can, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2000

Yakıt, İsmail, “Mevlana ve Goethe’de Hikmet ve Felsefe”, SDÜ İlahiyat Fakültesi

Dergisi, sayı: 2, Isparta, 1995, ss. 1 – 14

Yaylı, Gülşen, “Mevlana’da Felsefe ve Felsefi Yaklaşım”, Basılmamış Yüksek Lisans

Tezi, Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Felsefe ABD, 2010