Max Scheler, İnsan ve Kâinattaki Yeri, Çev. Takiyettin ...
-
Upload
khangminh22 -
Category
Documents
-
view
5 -
download
0
Transcript of Max Scheler, İnsan ve Kâinattaki Yeri, Çev. Takiyettin ...
Ruken Asya Çiftçi
Ankara Özel Tevfik Fikret Lisesi
ANKARA
Derecesi 1
“İnsan hudutsuz bir ölçüde dünyaya “açılmış” olarak davranan bir X’tir.”
Max Scheler, İnsan ve Kâinattaki Yeri,
Çev. Takiyettin Mengüşoğlu,
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi,
1947, s. 33.
İKİ BİLİNEMEZİN ARASINDA BİR YOL ARKADAŞI OLARAK FELSEFE
1. Giriş: İnsanın Evrenle Bir İlişki Biçimi Olarak Felsefe
“Felsefe öldü.” 20. yüzyılın modern bilimin havai fiĢek gösterileriyle aydınlatıldığı
dünyasında bu söz bir fizikçi tarafından söylendi. Stephan Hawking “Felsefe öldü” derken artık
felsefenin sorularını devralmıĢ yeni modern fiziği övüyor ama aynı zamanda kendi metinlerine
gömülmüĢ, cevaplanmamıĢ sorularla dolu 2500 yıllık ihtiyar felsefenin sonunu duyuruyordu.
Felsefe ölmüĢtür çünkü felsefe ne kendi Gordion düğümlerini çözebilmektedir ne de fiziğin
tartıĢmalarını anlayabilmektedir.
Felsefe, “bilimlerin bilimi” bir fizikçi tarafından öldürülebilir mi? Ġnsan aklı evreni
kavramaya çalıĢırken kendi kavrayıĢ ve algı sınırlarından kaynaklanan bilinemezlik duvarlarına
çarpar ve baĢlı baĢına felsefe de bu duvarların mimarı gibi davranır. Ġnsanın; dünya, bilinemez ve
aynı zamanda bir “x”, bir bilinemez olarak yine kendisiyle iliĢkisi tartıĢmalıdır. Bu yazıda insanın
bilgi nesnesi olarak evrenle (yazıda “dünya” kavramı yerine “evren” kullanılacak) iliĢkisi, evrene
gerçekte sınırsız bir biçimde “açılmıĢ” olup olmadığı tartıĢılacaktır. Öncelikle Kant‟ın felsefesinde
evren ve bilinemezlik kavramları incelenecek ardından “felsefeyi öldürme” iddiasında olan modern
fiziğin evreni açıklarken karĢılaĢtığı “bilinemezlik duvarları” ele alınacaktır. Ġnsan bilinçli bir
varlık olarak evrenle olduğu kadar kendine de dönmekle yükümlüdür ve kendini de bir “x” olarak
ele almak zorundadır. Bu nedenle bilgi alanı olarak insan bilgisi ve bir “x” olarak insan
tartıĢılacaktır. Son olarak iki bilinemez duvar arasında (insanın bilinemezliği ve evrenin
bilinemezliği) insanın kendini gerçekleĢtirme, ahlak değerleri ve yaĢamın anlamı konularında
ihtiyaç duyduğu yol gösterici; Hegel, Marx ve Nietzsche‟nin felsefelerinin ıĢığında
betimlenecektir. Bu yazının alt tartıĢması ise modern dünyada, felsefenin yerinin ne olduğuyla
ilgilidir. Felsefe bir mezarlıkta mı yoksa sahip olduğumuz en değerli Ģeyler arasında mı? Evrenle
ve bir x olarak kendimizle iliĢkimizde ihtiyar felsefenin görevi ne olacaktır?
2. Kant: Yıldızlı Gökyüzü ve Bilinemez
Kant‟ın Salt aklın EleĢtirisinde yaptığı, kendisinden önce gelen Descartes, Spinoza, Leibniz ve
Wolffçu metafiziği ve rasyonel evren modelini sorgulamak, sonrasında ise bilinemezi, metafiziğin
spekülasyonlarından uzak sağlam sınırları olan bir çember içine yerleĢtirmektir. Kant, metafiziğin
en sağlam tartıĢmacısı ve bilinemezin en güçlü koruyucusu olur. Salt Aklın EleĢtirisi‟nin önsözünde
“Bilgiyi yok etmem gerekiyordu ki inanca yer açabileyim” diyerek baĢlar. Ancak Kant‟taki “inanç”
dini bir inanç değildir. Temelsiz metafizik yöntemin bilgisinin eleĢtirilmesi ve bilgilin yok
edilmesinden sonra bilinemeze rağmen sağlam “inanç” temelleri üzerinde yükselen bir ahlak
sisteminin taslağını çıkarmaktır Kant‟ın amacı. Ġnsanın dünya algısının formları zaman ve
mekândır. Ġnsan dünyayı bu formlar çerçevesinde algılar ve bu bakımdan insandaki “dünya”
kavramı gerçekliğin kendisi değil insanın algısına, algı formları içerisinde yansıyan dünyadır. Bu
nedenle, algıyla beraber insanın dünya ile iliĢkisinde ilk bilinemeze çarpmıĢ bulunuruz.
Kant‟ın ünlü “Kavramsız algılar kör, algısız kavramlar boĢtur.” sözü bu noktada devreye girer.
Kavramlar algıdan önce gelir, aprioridirler ancak “boĢ” kalmamak için insan algısına mahkûmdurlar.
Kant, felsefesi empirisizme yaklaĢmadan algılarla en sağlam iliĢkiyi kurmuĢtur. Peki, algıları
tarafından sınırlanmıĢ insanın evrenle iliĢkisi nasıl olacaktır? Kant kategorik bilginin, anlığın
bilgisinin incelenmesinden sonra daha yüksekten uçmakta olan Salt Aklın bilgisine geçer. Salt
Akıl; Tanrı, evren, ruh gibi kavramları tartıĢır ancak bu kavramların hiçbiri bütün olarak insanın
algısına yansıyabilecek kavramlar değildirler. Bunlar Salt Aklın Ġdeleri olarak boĢ kalmak
zorundadırlar çünkü akıl, Kant‟ın Transendental Diyalektik bölümünde tartıĢtığı bu gibi kavramlar
hakkında bir sonuca varmak istediğinde, Kant felsefesinde sonuca varamadan dönüp durmayı
ifade eden “diyalektiğin” içine düĢer. ĠĢte insan aklı için bilinemezin nihai sınırları çizilmiĢtir ve
insan da bu sınırlar içerisinde olan evreni asla “sınırsız” bir biçimde bilemez. Bu durumda
tartıĢmamızın birinci problemlerinden biri olarak belirlediğimiz insanın evren bilgisinin ve insanın
evrene dair bilinemez sınırının Kant felsefesinde sınırlarını çizdik. Felsefenin görevi peki bu
durumda ne olacak? Kant‟ın yok ettiği bilginin ardından inancı inĢa etmek mi? Peki Kantçı felsefe
modern bilimin felsefeyi öldürme iddiasıyla baĢa çıkabilir mi?
3. Modern Fizik ve Bilginin Sınırları
Kant‟ın doğa bilimlerine güveni tamdı. Hatta gençlik yapıtlarında Newtoncu fiziği felsefenin
karakter olarak örnek alması gerektiğini de savunuyordu. Kendi felsefesinin inĢasında matematik
ve doğa bilimlerine verdiği yer çok büyüktür. Ancak Kant‟tan sonra özellikle Einstein ve kuantum
teorisiyle beraber fizik köklü değiĢiklikler geçirdi. Büründüğü yeni karakter ise Hawking‟in
savunduğu gibi felsefenin celladı olabilecek bir karakter değildi. Modern fizik Newton fiziğinin
tahttan iniĢinden sonra arka arkaya bilinemezlik duvarlarına çarpmaya baĢladı. Heisenberg‟in
belirsizlik ilkesine göre insan asla bir atom altı parçacığın dönüĢ yönüyle, hızını ve konumunu aynı
anda bilme Ģansına sahip değildir. IĢığın karakteri hem parçacıklardan oluĢur hem de dalgalardan
ancak herhangi bir “t” anında ıĢığın o anki karakteristiğinin hangisi olduğu bilinemez. Kaos
teorisine göre fizik, evren yasalarını bilebilir ancak karmaĢık bir sistem ve etkileĢimler bütünü
olarak evreni açıklamaya kalkıĢtığında cevapsız kalır. Fizik iki büyük sınır arasında mikroskobik
dünyanın (atom altı parçacıklar) ve makroskobik dünyanın (Astronomik uzay birimleriyle ifade
edilebilen evrenin büyük boyutları ve sınırları) bilinemezlerinin ortasında kalmıĢtır. Fizik dönüĢüm
geçirdikten sonra artık Kant‟ın felsefesinin büyük bir destekçisi konumuna gelmiĢtir. Evren
sadece Salt Akıl için değil algı ve doğa bilimi için de bilinemez bir kavrama dönüĢmüĢtür. Hawking
felsefenin öldüğünü söyler çünkü fiziğin artık felsefenin görevini yerine getirdiğini
düĢünmektedir. Gerçekte olan ise fiziğin felsefeye dönüĢmesi, fiziğin felsefi tartıĢmaların
sınırlarına ortak olmasıdır. Artık Gordion düğümleri sadece felsefenin değil fiziğindir de.
4. Farklı Bir Bakış Açısı Olarak Wittgenstein: Dil, Dünya ve Susmak
Wittgenstein‟ın baĢyapıtı olan Tractatus‟un temel kavramları dil, dünya ve mantıktır.
Wittgenstein hocası Russell gibi felsefenin mantığın karakterine bürünmesi gerektiğini savunur.
Dünya Wittgenstein‟ın resim kuramında ifade ettiği gibi dil tarafından resmedilir. Dünya benim
dilimde resmedilen dünyadır ve bu nedenle sınırları da dilin sınırları içerisinde belirlenmiĢtir.
Tümceler ifade etmek istediklerini en yalın haliyle söylediğinde önermelere dönüĢürler.
Önermeler ise doğru olan bir ilk önermenin doğruluk fonksiyonları olarak eklemlenirler. Ġnsanın
dünyaya dair bilgisi dil tarafından ifade edilir. Bu nedenle Wittgenstein insan bilgisinin sınırlarını
dilin sınırlarında bitirir. Dilde ifade edilebilen her sorunun bir cevabı vardır. Bu nedenle
cevaplanamayan soru diye bir Ģey yoktur. Kant‟ın Salt Aklının diyalektik içine düĢtüğü yer
“gerçek” soruların bittiği, incelenip parçalara ayrılınca anlamsız ve mantık çerçevesinde çeliĢkili
soruların baĢladığı yerdir. Wittgenstein felsefede çokça bulunan bu soruları cevaplamayı
reddeder. Çünkü mantık ve dilin emniyet kemeri olmadan metafizikte savrulup durmak kabul
edilemezdir. Wittgenstein dilin sustuğu yerde büyük bir sessizliğe gömülür. Ġnsanın dünya ile
iliĢkisine Kant‟ın ifade ettiği aklın sınırlarına, dilin sınırları da eklenmiĢtir. Ġnsan felsefe yaparken
dile mahkûmdur ve bu durumda evren, alıntıda ifade edilenin aksine hiçbir zaman insanın “sınırsız”
bir ölçüde açıldığı bir evren değildir.
Bu noktada insanın evren ile iliĢkisinde bilinemezin yerini incelemiĢ bulunuyoruz. Ancak
alıntıda ifade edildiği gibi insan için ikinci bir “x”, bir bilinemeyen olarak kendisi de söz
konusudur. Bu problematik çerçevesinde Kant ve Wittgenstein‟ın bilinemezlerle çevrili
evrenlerinde ikinci bilinemeyen olan insanın araĢtırılması gerekir.
5. Bir “X” Olarak İnsanı Okumak
Descartes, tüm felsefe sistemini kendisine dair bilgisine, “cogito ergo sum”a dayandırmıĢtır.
Ancak bunu yaparken yöntem olarak benimsediği metodik Ģüphenin insanın kendisine dair bilgisini
de alaĢağı edeceği bir zaman gelecekti. “Bilinç-Beden” problemi insana dair en büyük “X”lerden
biri olarak biçimlenirken modern bilim, nörolojinin beyne dair bilgisini felsefenin hizmetine sunar.
Ancak nörolojiyle felsefenin evliliği soruları cevaplamaya yetmez. Bilinç ve evrendeki en karmaĢık
Ģey olan nöral ağ, en büyük bilinemezlerden birine dönüĢür. Kant‟ın soğukkanlılıkla emin bir Ģekilde
parçalarına ayırdığı insan aklının kendisi de belki de Salt Aklın Ġdelerinden biri olmalıydı. Çünkü
ne kadar bilince ve zihne dayalı algımız var olsa da insanın düĢünürken bunun dıĢına çıkamıyor
olması, José Ortega y Gasset‟in deyimiyle bir “perspektif” olarak kendi zihnine ve kendi bilincine
sabitlenmiĢ, bunların dıĢında konumlanmasının mümkün olmaması, aklın kendisinin de aklın bir
bilinemezi olmasına neden olabilir.
Zihnimize dair bilgimizin bir “X” olmasına ek olarak “insan” kavramı da kendi içinde bir
problemdir.
Tarih boyunca “insan” kavramı idealize edilmiĢ, sürekli yeniden tanımlanmıĢ ve evrendeki
konumu tartıĢılmıĢtır. Atina‟da Delhi tapınağının giriĢinde “Kendini Tanı” diye yazar. Ancak
“insan”ı tanımaya dair tapınak kâhinlerinin buyurduğu Ģey belki de bir imkânsızı ifade etmektedir.
Ġnsan zihninin bilinemez olmasının nedeni onun dıĢına çıkamıyor ve karmaĢıklığını bilimsel olarak
çözemiyor olmamızdı. “Ġnsan”a dair bilinemezlerimiz ise “insan” kavramının içinin boĢ olmasından
kaynaklanır ancak Kant‟ın ifade ettiği gibi algının olmamasından kaynaklanan bir boĢluk değildir
bu. Ġnsan kavramının insanın dendi yaratımı olmasından ve bu nedenle de içinin sürekli farklı
tanımlamalar, dogmalar ve ideolojilerle doldurulmasından kaynaklanır. Evrimin bize açıkladığı
“Homo Sapiens” “insan” kavramını tam karĢılamaz. “Ġnsan” aynı zamanda “gerçekleĢtirmemiz”
gereken “baĢarmamız” gereken bir Ģeydir ve bu bakımdan bulutsu ve kararsız bir yapıya sahiptir.
“Ġnsan” bilmemiz gereken bir Ģey olmasının yanında bir eylemi, bir gerçekleĢtirmeyi, var olmayı
ifade eder ve bu durumda zihnimize dair X‟lerimizin yanına epistemolojik bir bilinemeyenden çok,
bir “var oluĢ” ve bir “etik” bilinemezi olarak insan “X”i çıkmıĢtır. Felsefenin “öldürülemeyeceği”
yer, Kant‟ın inancı devreye soktuğu yer, iĢte tam bu insan “X”inin sonrasında, bir adım ötesinde
baĢlamaktadır. Kant‟a göre insan aklı dünyayı elbette bilmek ister. Ancak bir üst görev olarak
baĢarması gereken “insan” olmanın gereğini yerine getirmektir. Ve bu “insan” olmanın sınırları
felsefe tarafından inĢa edilmelidir. Felsefenin görevi evrene dair bilinemezliklere fazla
takılmadan gökyüzündeki yıldızlar kadar emin olacağı bir ahlak yasası inĢa etmek, bir yaĢam
rehberine dönüĢmektir. Bu Gordion düğümlerine rağmen bir sistem kurmayı ve bir “yaĢama”
biçimi oluĢturmayı ifade eder. Bir “X” olarak evren ve insanın incelenmesinden sonra bir yaĢam
“insan” olmayı gerçekleĢtirme, alıntıda “davranma” kelimesinde gizli olan eyleme geçme bilgisini
oluĢturmaktır.
6. Bilinemeze Rağmen Yaşamayı Öğrenmek
Kant‟ın evrensel ahlak yasasını betimlerken göreve koĢtuğu Pratik Akıl, Hegel‟in Praxis
felsefesinde bir adım öteye taĢınmayı bekler. Pratik Akıl, Nazilere masum komĢularını ihbar
etmemek mi yoksa yalan söylememek mi sorusuyla karĢılaĢınca cevapsız kalır. Kant‟ın
temellendirdiği ahlak sağlam bir sistemin ifadesidir ancak usa vurum için aklın düĢeceği
eylemsizlik kabul edilemez. Bu nedenle Hegel, “tarihi” insanın baĢardığı, insanın “efendi köle
diyalektiği” içerisinde inĢa edeceği bir kavram olarak tanımlar. Ġnsan tarih içerisinde Kant‟tan
farklı olarak özgürdür ve tarihe maruz kalmaz tarihin yaratıcısıdır. Sonrasında Hegel‟in felsefesi
Marx tarafından baĢ aĢağı döndürüldüğünde de yine aynı kaygıyla felsefe yapılır. Marx‟a göre
felsefe dünyayı dönüĢtürmelidir. Filozof salt bir aklı yürütmeyle değil bir eylem adamı olarak
vardır. VaroluĢçulukta ve Nietzsche‟nin “üst insan”ında da yaĢama rehberi olarak felsefe ortayı
çıkar. Felsefenin görevi, hangi düĢünce ve ahlak sistemi içerisinde olursa olsun, bilinemez olarak
”X”lerin ötesine geçmek, bilinemeze rağmen bir “değer” yaratıcısı, bir “anlam” inĢaatçısı olmaktır.
Modernizmden sonra, postmodernizm bilinemezin ve anlamsızlığın sisler arasına gömülürken
felsefe bir sofistin ya da bir nihilistin görevinden fazlasını üstlenmelidir. Bu nedenle bilimin
baĢarılarına ve kendisinin cevaplanamayan sorularına rağmen felsefe Wittgenstein‟ın susmamızı
söylediği yerde susamaz. Çünkü felsefenin nihai sessizliği ya da Hawking‟in söylediği gibi
“ölümünün” bedeli postmodern dünya için çok ağır olacaktır.
7. Sonuç: Dünya, İnsan ve Bilinemezlik: Neden Felsefeye İhtiyacımız Var?
Yazıda ilk olarak Kant‟ın betimlediği Salt Aklın bilinemezleri incelendi ve Kant‟ın felsefesi
bilinemezle iliĢkimizde bir yol gösterici olarak düĢünüldü, ardından felsefenin celladı olma
iddiasında olan bilimin Evreni açıklarken karĢılaĢtığı X‟lere örnekler verildi. Dünyaya dair
bilinemezlerin yanında insan zihninin ve tek baĢına insan kavramının neden bir bilinemez olduğu
açıklandı. Felsefenin, günümüz dünyasındaki görevinin insanın kendisi ve dünya karĢısında gömülü
olduğu X‟lere ve felsefenin cevaplanamayan sorularına rağmen neden bir yaĢama felsefesini ifade
etmesi gerektiği ve neden X‟lere rağmen susmayıp konuĢması gerektiği vurgulandı. Felsefe kesin
olarak hiçbir zaman sessizliğe bürünmemeli, “ölmemelidir”; çünkü bilinemeze dair tüm
argümanlarımız kurmamız gereken yaĢam felsefesi için Wittgenstein‟ın deyiĢiyle sonradan
kaldırıp atmamız gereken merdivenler olarak yorumlanabilir. Yanılgılara boğulmak ya da
kesinsizlik içinde yaĢamak belki de felsefenin kaderidir. Ancak bir X olarak “insan hudutsuz bir
ölçüde dünyaya açılmıĢ olarak davranırken” felsefe tüm kargaĢası ve boĢluklarına rağmen en iyi
yol arkadaĢı olabilir.
Niyazi Alp Arslan
Çanakkale Özel Fen Lisesi
ÇANAKKALE
Derecesi 2
“ Gece inerken ilk kararan yerler çukurlardır, en son aydınlanan da oralardır.”
Bilge Karasu, Gece, İstanbul,
Metis Yayınları, 1991, s. 154.
BĠLĠNÇLĠ OLMADA ZAMANIN VE MEKANIN ÖNEMSĠZLĠĞĠ
Gece ve gecenin dolayısıyla aydınlık ve karanlığın anlamı ve insan üzerindeki etkileri
yüzyıllardır bilime, sanata, felsefeye ve inanıĢa konu olmuĢtur. Zamansal bir düzlemde gece
ilerler; karanlık, gerçekliği örter, göz “göremez” olur ve insan karanlıkta korku içine sürüklenir.
Adeta var olmakla olmamak (yok olmak) arasında gidip gelen bir ruh haliyle insan için karanlığa
gömülen görüntü, aslında Alain Badiou‟nun dediği gibi “hakikatsizleĢme”dir. Çöken karanlıkta
görünenler belirsizleĢir, görünmez olur ve mekanlar silinir, zaman durur. Ġnsan karanlığa bakar
ama hiçbir Ģey göremez. Bir süre sonra gözleri karanlığa alıĢırsa da içini bir karamsarlık ve
kabullenmiĢlik haline zaman ve mekan belirsizliği de eklenince insan kaderci ve Ģükürcü
anlayıĢlarla umut arayıĢına girebilir.
Oysa insan ne bildiğini bilebilir, bunu bilmek istediğinde kendisi, kendi dıĢındakiler ve
objelerle iliĢkisini isterse bilinçli bir biçimde sorgulayabilir. DüĢünebilen, bilmek-öğrenmek
isteyen insan, kendi yaĢam kaynağını ve yaĢamın anlamını burada bulur.
S. Freud, insana “itkilerini bastıran bir varlık” der. Ġnsan ancak böyle bir varlık olduğu için
algı ve haz dünyasından bir düĢünce dünyası kurabiliyor. Yalnızca insan, görünenin ötesini de
görebilme yetisine sahiptir.Bu yetiyle hudutlarının dıĢına çıkabilir. Böylelikle insan, hayvandan
farklı olarak görünene, kendisine dayatılanı kabullenme ve ona bağlanma yerine, ‟hayır‟ diyebilerek
doğru,gerçek ve Ģeffaf olana ulaĢılabiliyor. Ġnsan, görüntülerin büyüsü, keyif verme, kolay gelme,
uyumlu olma gibi nedenlerle pasifleĢebilir. Ama isterse insan, uyuĢmuĢ olan bu enerjisini bilinçli
düĢünsel baĢarılara yükseltebilir. Ġnsanlık tarihinde iz bırakmıĢ nice bilim insanları, filozoflar
sanatçılar gibi. Bu bağlamda geceyi metamorfik olarak bilgisizlik- bilinçsizlik, aydınlanmayı da
bilgilenme-bilinçlenme olarak niteleyebiliriz. Öyleyse karanlıktan korkan, sinen ya da duruma
alıĢan insanlar, tepkisiz cahillerdir. Bunlar nerede olduğunu bilmeyen, kendini tanımayan, üstü
örtülünün koyu karanlığını ( ) bilinci ile yok edemeyen Nietzsche‟nin sürü insanıdır.
Jung‟a göre karanlık, bilinçdıĢının ifadesidir ve aydınlığa dönüĢecek olan yine karanlığın
kendisidir. Fotoğraf sanatcısı Nicolas Buer, “Blackout City” adlı kısa filminde ıĢık kirliğinin
olmadığı bir Londra hayal eder. Amacı Ģehir ıĢıklarından uzaklaĢarak göremediklerimizi
görebilmek, insanları yeniden baĢlarını kaldırıp gökyüzüne bakmaları için teĢvik etmektir.
Buer Londra çekimlerini gündüz yapar. Astronomi bilgilerini kullanır. Çektiği kareleri birbirine
uydurmak ve izleri yakalamak için buzlu camlar oluĢturmak gibi tekniklerden yararlanır ama
zorlanır. Birçok denemeden sonra en iyi sonucu her yansımayı, ön plandaki dikkat dağıtan her
nesneyi elle maskeleyerek alır. Buer bu iĢlem için çok zaman harcar.
19.yy‟dan itibaren modernite ve pozitivizm, insan aklını yüceltir. Aklın ürünü olan bilim ve
teknoloji, bundan itibaren ilerlemenin ve geliĢmenin tek yolu olarak görülür. Metafiziksel olana ve
duygusal olan sanata karĢın kanıtlayıcı yönüyle bilim, kolaylaĢtırıcı ve keyif verici yanıyla teknoloji
sayesinde insanoğlu umut dolu yarınlara inanmıĢ, ütopyaların gerçekleĢebileceğini ummuĢtur.
Ancak 20.yüzyılın ilk yarısında insanlık için dramlar yaĢanmıĢtır. Hitler gibi, Mussolini gibi,
Saddam gibi liderler, imparatorlar ve iktidarları kendi amaçlarını normalmiĢ gibi göstermek adına
baskı ve Ģiddete baĢvurmuĢlardır. YaĢanan iki dünya savaĢı ve diktatörlerce yaĢatılan baskı ve
Ģiddetin yarattığı buhran, insan aklına ve teknolojiye olan güveni sarsmıĢ, ütopyalar yerlerini
distopyaya bırakmıĢlardır. Hobbes‟un Leviathan‟ı gibi vatandaĢının mutluluğunu, refahını sağlaması
gereken devlet bir baskı aracına dönüĢür. Ġktidar sahipleri, insan hak ve özgürlüklerini, kendi
otorite ve çıkarlarına bir tehdit olarak görerek bunları doğrudan ya da dolaylı yollardan kısıtlama,
kontrol etme ya da yok etme yoluna gitmiĢlerdir ve bunlar en derinlerde gizlenecek biçimde
doğru ya da gerçek olmayanlarla meĢrulaĢtırılarak yapılmıĢtır.
Ġmparatorlukların hakimiyetine son verip ulus-devletin egemenliğini ilan etse de insanlık yine de
„mutlu‟ olmadı. Ġmparatorlar gitti ancak onun yerine teknoloji gibi görünür yönüyle gülümseten,
küreselleĢme gibi yoksulu daha da yoksullaĢtıran, terör gibi korkutan baĢka iktidar biçimleri
ortaya çıktı. Teknolojinin önlenemeyen ilerleyiĢi, kapitalist bir üretimin „küreselleĢme‟
yapılanması, din savaĢlarının hortlayıĢı, terör, demokrasinin olanaklarının çağın iktidar
sahiplerince gerçek dıĢı kullanılıĢı durumu daha da vahim hale getirdi. Emperyalizm Ģekil
değiĢtirdi, yabancılaĢma ve ayrımcılık, göç ve yersiz yurtsuzlaĢma üst boyutlara ulaĢtı, değerler
değersizleĢti, doğrunun- güzelin–iyinin üstü örtülüp öznenin yerini „ben‟ler aldı. Egoizm yayıldı.
TepkisizleĢme, olağan dıĢını olağan gibi görme normalleĢti. Ortada olan dramın değiĢik görsellerini
televizyonlarda dizi izliyormuĢ gibi “yerimizi bozmadan” izlememiz söz konusu olan normalleĢmiĢ
bilinçsiz tutumlardır.
Toplumdaki bilinçsiz bireylerin durumu geçmiĢte ve Ģimdi var olan hatta gelecekte var olacak
etik, ontolojik ve epistemolojik bu ortak payda da kendisine, topluma, dünyaya ve evrene „bilgece
yönelmeme biçiminde ki insanlık durumu tam da Nietzsche‟nin “çağa uygun düĢünme durumu”dur.
Ancak saçmadır. Ortaçağ dogmatikliğinin, yeni ve yakınçağ modernizminin vaatlerini boĢa çıkaran
gecenin karanlığında yalnızdır insan. Teknoloji sayesinde bilginin her yerde olduğu ancak gerçeğin
karanlıklarla örtüldüğü bir kaosun içindedir insan. Bilim ve teknoloji üretilen etik dıĢı kullanımı
insanı nesneleĢtirdiği gibi insan hayatını da tehdit etmektedir. En baĢta kendimize yabancılaĢtık.
Kim olduğumuzu bile bilmiyoruz. Açlığın, iĢsizliğin, çevre kirliliğinin, darbelerin, patlamaların,
savaĢların, göçlerin politik ve dini baskıların ortasında bilinçsizce savruluyoruz. Eğer insanlık
tarih 19. yy da gururla ileri sürüldüğü gibi insanın özgürleĢmesinin bir tarihi ise ve eğer özgürlük
insan olma durumunu yüceltme yerine insan yok ediyorsa tarihin de bir anlam kalmıyor. Bu gün
gecenin içinde insanın baĢ baĢa kaldığı yalnızlığın korkusu gerçek yok oluĢ korkusuna dönüĢtü.
Peki yok oluĢ kapıda mı?
Bu gün pek çok entelektüel, aydınlanma düĢüncesinin, tarihsel ilerleme kavramının, liberal
ve bilimsel teorilerin yaĢanmıĢ ve yaĢanan kaosu ve bunalımı anlama konusunda yetersiz kaldığını
düĢünüyorlar. Bu günün insanı artık yeni olanaklar yaratmak, felsefi bir zorlamanın içine girmek
zorundadır. Ġnsan için gecenin karanlığında kayboluĢuna bir çözüm aramak, yol bulmak ve gecenin
dıĢına çıkmak yani güneĢin doğması ile her yerin aydınlanmasını beklemek çözüm değildir. Gecenin
dıĢına çıkıp aydınlıkta var olmak yerine gece de kalıp, geceye iliĢkin bir „özne „ olabilmek için
çabalamak, gecenin karanlığı içinde aydınlanmaktır. Gün içinde hepimiz bir takım rolleri oynamak
zorundayız. ĠĢ yerinde, okulda, alıĢveriĢte, mahkemede vb çevrede insanların olduğu herhangi bir
anda durumun ve ortamın gerektirdiği gibi davranıyoruz. Gece saatlerinde yalnız kaldığımızda
gerçek ortaya benliğimizi çıkarabiliyor ve kendimizi en yalın halimizle değerlendirebiliyoruz.
Gecenin karanlığında aydınlanmak, zaman ve mekana takılmadan “değiĢim” in temellerini ve
oluĢumunu kavramayı zorunlu koĢar. Çünkü gece dolayısıyla karanlık üzerimizdeki baskının, içine
düĢtüğümüz kaosun, karamsarlığın, pasifliğin simgesi gibi görünse de Herakleitos‟un karĢıtların
birliği ilkesinden yola çıkarak içinde gündüzü de barındırmakta dolayısıyla aydınlanmaya direniĢe
ve ümide açılmaktaydı. (Herakleitos‟un deyimi ile savaĢa.)
Bu günün dünyasında artık zaman ve anlam bütünlüğü bozulmuĢtur. Son ve baĢlangıç
belirsizleĢmiĢ, yapılar bütünüyle bozulmuĢtur. Son ve baĢlangıç belirsizleĢmiĢ, yapılar bütünüyle
bozulmuĢtur. Son ve baĢlangıç belirsizleĢmiĢ, yapılar bütünü ile bozulmuĢ, üslup değerler, haklar
adalet, özgürlük anlam kaymasına uğramıĢtır. Görünenden, söylenenden, sunulan değer ve
kurallardan doğrudan anlam çıkarmak mümkün değildir artık. Her Ģey çukurda aydınlanmayı
beklercesine sinsice durmakta ve bizi tehdit etmektedir. Platonun dediği gibi “.aydınlatılmayan
bir karanlık gözün bulanık görmesine neden olur. Öyleyse yapılması gereken ilk Ģey her bir bireyin
harekete geçip kendini var etme, adına yeni bir dünya kurmak ve korkuyu yenmek için cesaretini
toplaması.” Ġçinde yaĢanılan dünyanın çirkinliği, gizemi ve Ģiddeti insanlığı tüketmeden, boyun
eğme yerine itiraz etme cesaretini göstermesidir.
Özellikle bizim toplumumuzda hemen herkes teknolojinin sunduğu olanakları ve sosyal
iletiĢim ağının yollarını kullanarak-okumasa da – izliyor, gözlüyor. Herkesin popüler ya da
bestseller misali her konuda söyleyebilecek bir Ģeyleri var. ArkadaĢlarla yenen bir yemekte, eve
dönüĢ yolunda metrobüste vb. popüler kültürün ve ideolojik söylemin diliyle sanal eleĢtiriler
yapılıp ülke kurtarılıyor. Ancak bu söylenenlerin kaçının öznesiyiz acaba? Biz üretmedik, biz
yaratmadık… Daha da önemlisi söylediklerimizin doğruluğundan emin miyiz? Bu durumda özne de
yok olmadı mı? Öznenin yok oluĢuyla suje-obje iliĢkisiyle ortaya çıkan bilginin de yok yok olduğunu
söyleyebilirim. Özne olmak zorundayız. Zira öznenin yok olduğu yerde onun belirleniminde ki her
Ģey de yok olma sürecine giriyor. ĠĢte bu gün içinde bulunduğumuz durum ,içine düĢtüğümüz
boĢluk ya da çukur belirsizliğin yarattığı boĢluktur.
Okuduğum bir yüksek lisans tezinde 1999 „da Seattle‟da baĢlayan kısa bir sürede dünyanın bir
çok yerinde yayılan, Türkiye‟nin de Gezi Parkı olayları ile dahil olduğu sürecin dünya politikasının
yeni bir döneme girdiğini ileri sürüyordu. Her ne kadar bu süreci 19 .ve 20 yy modernizmin ve
kapitalizmin sözünü ettiğimiz krizlerden bütünüyle koparmak doğru olmasa da karĢı duruĢ ya da
“politika yapma biçimi” dönüĢmüĢtür. Bu politika biçimi aslında özgürleĢme cesaretini içinde
barındırmaktadır. Birey, özgürlüğün sınırları içinde önce kendini bulur, otoritenin ve resmi
ideolojinin tezine dolaylı bir biçimde baĢkaldırır. Burada bireyin ortaya koyabileceği antitez, biat
ve bilinçsizliğin etkisi altında ve olanları ilk etkilemesidir ve muhtemelen saklanacak, üstü
örtülecek dayatmaları olanları da panikletir.
Umut biter mi? Bitmez. Gündüz Vassaf‟ın Cehenneme Övgü‟sünde de dile getirdiği gibi “Gece
özgürlüktür, istediğini yapabilmektir. Seni engelleyecek kimse yoktur. Mesai bitmiĢtir. ĠĢyerleri,
devlet daireleri okullar kapanmıĢtır. Yasaklara rağmen özgürlüktür. Aslında yaĢam gece baĢlar.”
“ Platon‟un Mağarası” na geri dönmenin zamanı geldi de geçiyor bile….”Putların Alacakaranlığı”nda
bizimle oyun oynayan “gölgeler” den sıyrılmalıyız artık. Hemen aydınlığa koĢma yerine bir filozof
gibi mağaraya geri dönmeli, açık yüreklilikle insanı gerçekten severek etik, estetik, ontolojik,
epistemolojik alanı her dem önümüzde tutarak gölgelerin oyununu bozacak her eylem için
cesaretimizi toplamalıyız.
Salih Eren Kurç
Özel ġiĢli Terakki Lisesi
ĠSTANBUL
Derecesi 3
“Adalet, herkese borçlu olunanı ödemektir.”
Platon, Devlet, 331 e
Adalet Üzerine bir Deneme
I
Ne Anlayabiliriz?
Platon‟un sözünde „adalet‟ kavramı için bir tanım yapılmıĢtır. Bu tanımı yapma ihtiyacı da
büyük olasılıkla, Devlet kitabında doğru bir yönetimin nasıl olması gerektiğini anlamak için yaptığı
doğru insan incelemesinde, doğru insanın özelliklerini sıralarken doğmuĢtur. Platon bu arayıĢın
sonunda, doğru bir yönetimin ancak bir „filozof kral‟ın yönetimde bulunması ile mümkün olacağı
sonucuna varır.
Sözü alımlamayı etkileyen „borç‟ kavramı önemlidir. Burada borçtan anlaĢılan Ģeye göre,
sözden çıkarılan anlam değiĢebilir. Peki borçtan ne anlaĢılabilir? Ben borçtan ya bir alınan
karĢılığında kiĢiye verilmesi gerekeni ya da kiĢinin hakkı doğrultusunda alması gerekeni anlıyorum.
Öyleyse ilk durumda davranıĢsal bir boyuttan bahsedilebileceğini düĢüyorum. Yani, bir davranıĢa
karĢılık olarak davranıĢtan. Platon Devlet kitabında bunu tartıĢır. Iyi bir insanın kötülüğe karĢı
kötülükle mi yoksa iyilikle mi karĢılık vermesi gerektiğini sorar. Öte yandan haklar açısından
adalet, siyasetin alanına daha yakındır. Burada siyaset kelimesi ile kaba, gündelik siyaseti değil,
siyaset felsefesi alanını kastediyorum. Yani bu sözden, adaletin, kiĢinin bir insan olarak sahip
olduğu hakkı iĢletmesi için ihtiyacı olanın ona verilmesi /sağlanması anlaĢılabilir. Bu durumda
adalet ve eĢitlik kavramları birbirine yaklaĢır. Çünkü eĢitlik de, eĢ haklara sahip kiĢilerin, bireysel
olarak bu hakları iĢletmeleri için gereken koĢulların sağlanmasıdır. Günümüzde eĢitlikten aynılık
anlaĢılabiliyor olsa da, eĢitlik aslında aynı hak için farklı koĢulların sağlanmasıdır.
Görüyoruz ki Platon‟un adalet tanımından bakıĢ açılarına göre birden fazla anlam
çıkarılabilir. Ancak baĢka bir adalet tanımı yapmak mümkün mü?
II
Başka bir adalet
Adaletin bir reçetesini yazmak kolay değildir, ancak bir adaletsizlik anını hissedip
adlandırabiliriz. Örneğin diyebiliriz ki, devlet özü gereği adalet kavramına duyarsızdır. Çünkü
devlet, yönetilebilir ve homojen bir toplumu arzular ve yaratma çabası içindedir, ancak bu
durumda kendi çıkarına uygun hareket edebilir. Diğer yandan adalet, insanın fizyolojik yanının
ötesinde kendini yaratabilmesinin, Badiou‟nun deyiĢiyle insan-hayvanın ötesinde ölümsüze ulaĢma
kapasitesini iĢletebilmesinin mümkün olduğu bir alana iĢaret etme, bu alanı ortak zemine çağırma
eylemiyse, devletin aleyhinedir.
Badiou‟nun adalet üzerine düĢüncelerini açmak gerekirse, ona göre adalet, özgürlükçü
siyasetin merkezindedir. Özgürlükçü siyaset, Sonsuz DüĢünce adlı kitabında Etik kitabını
hatırlatarak açıkladığı üzere, siyaset alanında bir hakikat etiğine sadık kalmak, bir hakikat öznesi
oluĢumuna giriĢmektir. Yani olağan durum içinde imkânsız olarak gösterilen, adlandırılamayan
boĢluğun her seferinde imkânlılığının gösterilerek parça parça adlandırılmasının çabasıdır.
Özgürlükçü siyasetin yaptığı adaleti çağırma eylemi, adaletsizliği yaratan ve sürdüren devlet ve
toplumsal örgütlenmeye isyan etmektir. Hiç uygulamayacağı halde, adalet, özgürlük, iyilik gibi
değerleri kendini meĢru kılmak adına kullanan devlete, yönetime, iktidara adaletsizliğini
hatırlatmak, yüzüne vurmaktır. Bu eylem, sürekliliği kesintiye uğratır, düzensizliğe iter, devlet
ütopyası ya da kâbusunu bozar. Cioran bir ütopyayı, homojen bir toplum ve istikrarlı bir ilerleyiĢ
hayal etmesi sebebiyle saflık olarak adlandırır.
Bu durumda söyleyebiliriz ki; adalet, kiĢinin kendi kendini inĢa etme, ölümsüzlüğe ulaĢma
hakkının teslim edilmesidir ve özgürlükçü siyasetin merkezinde olan adil eylem, bu hakkın teslim
edildiği ortamın, her seferinde adaletsizliğe iĢaret edilerek ve imkânsız olarak adlandırılanın
imkanı göz önüne serilerek, çağrılmasıdır.
III
Sonuç Görüyoruz ki farklı adalet tanımları yapılmıĢ ve yapılmakta. Ne kadar farklı tanım olursa
olsun, bu öznel adaletlerin tartıĢılması, yaratılması, iĢletilmesi ancak insana, ölümsüze ulaĢma
hakkının teslim edildiği toplumsal ortamda mümkündür. Bu ortam haricinde insan, toplumsal
örgütlenmenin ona sunduğu sınırlı kalıplarda yaĢamaya mahkûm olur. Bu durumda insan, kendini var
edemez, kendi olarak var olamaz. Foucault‟nun dediği gibi “Bir yerde herkes birbirine benziyorsa,
orada kimse yok demektir”. Öyleyse insan olarak hayvanlığımıza indirgenmediğimiz bir toplumsal
ortamı inĢa etmek adına, adaletsizlik ne kadar büyürse o kadar yüksek sesle adaleti çağırmak, bu
hakkın teslim edildiği ortamın imkanını o kadar göz önüne sermek, o kadar ısrarcı olmak gerekir.
Onur Öztemir
BeĢiktaĢ KabataĢ Anadolu Lisesi
ĠSTANBUL
Derecesi 4
“İnsan hudutsuz bir ölçüde dünyaya “açılmış” olarak davranan bir X’tir.”
Max Scheler, İnsan ve Kâinattaki Yeri,
Çev. Takiyettin Mengüşoğlu,
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi,
1947, s. 33.
İnsan ve Dünya İlişkisinde Açılmışlık
Ġnsanın yetilerinin kâinat karĢısında sınırlı olduğu söylenmiĢtir. Bu sınırların tespiti veya
hangi sınırlara kadar insanın gidebileceği; felsefe tarihi boyunca çözülmeye çalıĢılan bir sorun
olmuĢtur. Yazımda Max Scheler‟in sözünü oldukça belirli bir bağlamda; insanın algısal, kavrayıĢsal
ve bunlara bağlı olarak etik açıklığı, bu açıklığın sınırları veya sınırsızlığı bağlamında ele alacağım.
Ama öncelikle “açılmıĢlığı” nasıl anlamlandırdığımı, yazının bağlamının anlaĢılması için
aydınlatıyorum.
Dünyaya açılmıĢ olmak kuĢkusuz tüm dünyanın bilgisine sahip olmak demek değildir. Ama
tüm bu bilgiyi ya da “dünya neyse onu” anlamaya muktedir olmak demektir. Bu açıklığa sahip olanın
bir ”x” (bilinmeyen) olması da insanın yalnızca bu muktedirliğe sahip değil, aynı zamanda ona
özdeĢ olması; insanın dünyaya açıklık dıĢında bir Ģey olmaması anlamında ele alınacaktır bu
metinde.
Ġnsanı dünyaya açık davranmaktan ne alıkoyabilir? Ġki tür sınırlandırma vardır. Herhangi
bir eylemeyi: 1. gerçekleĢtirme yetim yoktur. 2. eylemem fiziksel koĢullar tarafından
engelleniyordur. Ġkinci durumda aslında eylemi yapma yetisine sahibim ama durumlar bu yetinin
kendini edimselleĢtirmesine (aktüelleĢme) izin vermiyordur. Biz, insanın sınırlarını zorunlu
olmayan koĢulların etkisi haricinde ele alalım. Ġlk zorluğa vardık bile: hangi etkileri arızî,
hangilerini zorunlu ele alacağız? KuĢkusuz, “insan” tanımının içerdiği özellikleri zorunlu ele
almalıyız, örneğin tüm duyuları sağlıklı iĢleyen bir insan tanımında, tüm insanlar doğduğunda
küresel bir efendi tarafından gözlerine asla çıkarılmayacak bir bant bile takılsa, bant
çıkarıldığında duyular iĢleyebilirse (ki fiziksel olarak bu olanaksız) bu insanların görmeye
muktedir olduğunu varsayacağız.
O halde sınırı Ģimdilik kabaca bir potentia (gücüllük), energeia (edimsellik) ayrımıyla
inceleyeceğimizi kabul etmiĢ olduk. Duyu organları sağlıklı çalıĢan her insan o halde dünyaya
duyusallık bakımından açıktır diyebiliriz. Bu cümle eğer sadece totolojik olmakla kalmıyor ve
duyuların dünya hakkında doğru ve tam bir algıya ulaĢabileceği iddiasına sahipse, iki eleĢtiriyle
yüzleĢmek zorunda. Ġlki Descartes‟ın yöntemsel Ģüphesi. Evet, bu duyulara sahibim ama bunlar
olgusal bir gerçekliğe tekabül etmiyor olabilir. Rüyamda dokunduğumu gördüğüm, hissettiğim bir
kaya parçasının uyandığımda bedenselliğinin (cismaniyet) olmadığını görürüm. O halde Ģu an
algıladığım Ģeylerin de hayali olmamasının bir nedeni yoktur. O halde algısal olarak dünyaya
açıklığım Ģüphelidir. Bu eleĢtiri algısal açıklığın 1- özneden bağımsız sürmesi, 2- psiĢik değil fiziki
bir etkiyle yalnızca ortadan kalkabilmesinin öncül olarak kabulüne bağlıdır. Bu öncülleri çeliĢik
buluyorum çünkü ilk öncül özneden bağımsız “algılayan bireylerin” var olduğunun kesin kabulüne
bağlı –aksi takdirde özneden bağımsız var olanın varlığı teste tabi tutulamazdı- ama duyu
verilerinin gerçekliğinden emin olamazsak, bize yalnızca duyusal yolla görünen “öteki”nin de
varlığından emin olamayız. Ġkinci öncül fiziki gerçekliğin (biz onu algılamasak, onunla asla
karĢılaĢmasak, doğduğumuzdan beri düĢte bile olsak) “orada”, ötede varlığını sürdürdüğünün
kesinliğine dayanıyor.
Algısal gerçekliğin ikinci eleĢtirisi Bergson‟un göz örneğiyle açıklanabilir. Bergson der ki:
“Göz görmemi sağlayan Ģeydir ama „yalnızca görebildiğim kadar‟ görebilmeme de sebep olan
Ģeydir.” Bu eleĢtiri sınırsızlığın –tam da sınırsız olduğu için- bizi kendine mahkûm ettiğini ve bu
yüzden de sınırsal olduğunu söyler. Açık bir sınırlılık, sınırın ötesini var sayardı ama örneğin
algının sınırsızlığı algılanamayanın zaten olmadığını söyleyerek “algılayabilirliği” olmanın sınırı
haline getirir. Neyse ki bu paradoks, sınırsızlığın karĢısına sınırı koyamadığı için sınırsızlığı
reddetmek için bir kesinlik sunmuyor.
ġimdi kavrayıĢsal açıklığa geçiyoruz, öncekine göre daha radikal bir öncülle baĢlıyoruz ve
diyoruz ki: kâinata ancak sentetik a priori varsa açığızdır, aksi takdirde kâinatı ancak kendi
öznelliğimizde deneyimleriz. Peki bu ne demek, algıyı hepimize tanıdık olan, beĢ duyumuzla
ölçerken kavrayıĢsal açıklığı neden felsefi bir kavramla test ediyoruz? Çünkü kavramanın
kendisini düĢünmenin dolaylılığı; öğrenmek, anlamak, idrak, bilmek gibi algılananlara yönelik bir
iĢlem olarak görüyoruz. Algının doğrudanlığına karĢın kavramaya oldukça dolaylı ve etkin Ģu iki
iĢlemi uygulayabiliriz. : 1) Analiz: kavramda (düĢünüĢ nesnesi) zaten her türlü iĢlemden bağımsız
olarak içerilen önermeyi bulma. Buna karenin dört kenarının eĢit olması örnek gösterilebilir, bizde
dört kenarın eĢitliği fikri yoksa kare fikri de yoktur, karenin adını duymuĢ olabiliriz ama kareyi
dört kenarı eĢit ve dört açısı eĢit geometrik Ģekil olarak bilmiyorsak onu bilmiyoruz, kare
fikrinden (kavramından) yoksunuz demektir. 2) Sentez: kısaca kavramda çoktan içerilmeyen bir
önermenin bulunmasıdır bu. Bir bilginin öğrenilmesi her zaman bu iki iĢlemden biridir diyebiliriz;
kavramda çoktan içerilen ve kavramda içerilmemiĢ bir baĢka kavramla, kavramı bağlamak. ġimdi
araĢtırmamız geri dönelim. Dedik ki, dünyaya kavrayıĢsal sınırsız bir açıklık ancak sentetik a
priori bir önermenin varlığı ile mümkün olur. Bana kalırsa Menon diyaloğunda bilginin
öğrenilebilirliğine iliĢkin Menon‟un sorduğu meĢhur soru da bundan ibaret. Dünyaya analitik yoldan
varamayız çünkü o zaten bizde var olan kavramsallığın tasdikinden baĢka bir Ģey değil, düĢünme
yok, edim yok. Tekrar ediyorum, kavramda içerilen bir önerme, o önermeyi içeren olarak kavramla
özdeĢ ve Leibniz‟in de gösterdiği gibi A=A önermesini düĢünürken aslında bir Ģey düĢünmeyiz.
Peki, neden a priori, çünkü zorunlulukla doğru olmayan tüm bilgiler zaten daha önce incelediğimiz
algısal açıklığın alanındadır. Yukarıda sorulan soruyu cevaplamak, evet sentetik a priori vardır,
demek için ne yapmalı, benim elimden gelmeyen bir Ģey tecessümün, tecessüm nesnelerinden
bağımız koĢullarını araĢtırmak. Bunu Kant kategorilerle, daha ilerde fenomenologlar algısal tasvir
yoluyla yapmaya çalıĢtı; bu soruya cevap vermek yerine neden düĢünmenin koĢulunu bu spesifik
soruya indirdiğimi gerekçelendirmiĢ oldum ben de.
ġimdi dünyaya açıklığın davranıĢsal yönüne yani “etik”e yönelelim. Oldukça zor bir soruyla
karĢı karĢıyayız: “Etik bir açılmıĢlık nedir?” Bu sorunun cevabını algısal ve kavrayıĢsal
açılmıĢlıklarda, tam bir algısal, kavrayıĢsal bilgiye ulaĢma olanağı olarak cevaplayabilmiĢtik. O
halde Ģimdi etik bir bilgiden mi söz etmek durumundayız? Algının ta kendisi olan algısal bilgi gibi
değildir. Çünkü etkilenimin (passion) değil etkilemenin (aksiyon) nedeni olarak belirir, kavramsal
düĢünüĢle hayati bir iliĢkisi olsa da bir kavrama değil bir kipe atıf Ģeklindedir. Etik bilgi –evet-
belirli bir kipsel özelliğe, buyruk kipine yani “”-meli, -malı”ya gönderme yapar. “neden yapmalı?”
ĠĢte etiğin temel sorusu ama para kazanmak, kare çizmek, iç huzur, ölüm sonrası huzur ve saire
için değil de tüm koĢullardan bağımsız olarak “neden etik olmalı?” sorusudur. (Bu, tabii ki az önce
saydıklarımın etik bir davranıĢın sonucunda elde edilemeyeceği anlamına gelmez.) Denilecektir ki,
etik sorusunun da basbayağı bir koĢulu var: iyi, adil, erdemli davranmak için etik olmalı. Ama
dikkat edilirse bu özellikler zaten etik davranıĢta içerildiği için, doğru davranmak için, etik
davranmanın totolojik olduğu görülür.
Dikkati çekmek isterim ki etik açılmıĢlık etik davranıĢın ne olduğu sorusu değildir, çünkü
bu etiğin ta kendisi olurdu, o daha çok bu davranıĢın gerekçelendirilmesine iliĢkindir. Ancak her
türlü gerekçe etiğin nedenini etiğin ta kendisi olmayan bir Ģey olarak belirleyeceği için, etiğin bu
gerekçenin sağlanmaması halinde gözden çıkarılmasını meĢru kılar.
Etiğin bu yönü Wittgenstein‟ı, etik olma koĢulunun dünyada bulunamayacağını ve bu yüzden
etiğin mistik olduğunu söylemeye kadar vardırır. Belki bu kapalılık ve bulunmazlık, açılmıĢlığımızın
anlamıdır; baĢkasına ve dünyaya açılmıĢlığımızdaki kendi öznemize bu ihmalkârlık Ģansımız kapalı
olmayıĢtır.
Sözümü tuttuğuma, insanın algısal, kavrayıĢsal, ve etik açılmıĢlığını incelediğime
inanıyorum. Bu incelemenin olağan dıĢı sonucu insanın yalnızca bu açılmıĢlıkta değil, bu açılmıĢlıkla
özdeĢ olduğunu bulmak oldu. Çünkü bir açılmıĢlık olarak ele alınmadığında ne etiğin, ne algının, ne
de özdeĢlik haricinde bir önermenin düĢünülebilir olduğunu gördük. Tıpkı penceresiz, zifiri
karanlık bir odaya, sabahı sızdıran duvardaki delikler gibi…
Ömer Yağcı
Üsküdar Özel Amerikan Lisesi
ĠSTSNBUL
Derecesi 5
“İnsan hudutsuz bir ölçüde dünyaya “açılmış” olarak davranan bir X’tir.”
Max Scheler, İnsan ve Kâinattaki Yeri,
Çev. Takiyettin Mengüşoğlu,
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi,
1947, s. 33.
Sonsuzluk ve Zıttı
Felsefe; sanat, müzik, dil gibi birçok dalı inceleyip, bilginin bilimi olma görevini üstlenirken,
tüm faaliyetlerinde insan çevresinde hareket etmesi ve bu çevreden kopma özgürlüğüne
kavuĢmak isteği yerine, bu çevreyi benimseyerek “insan geleceğini” analiz etmesiyle önem
kazanır. Ġnsan tüm faaliyetlerine devam ederken yaptığı her Ģeyin soyut bir insan kavramının
yansıması olduğundan haberdar olmalıdır. Bu perspektif insanın doğayla iliĢkisine, yani varoluĢ
biçimini ortaya koymayı kendine amaç edinen ontolojiye borçludur. Bu durum ise felsefeyi
spekülatif bir alana sürüklemekten ziyade, bilimsel temellere dayanan bir sistem kurmasına
olanak sağlamakta, felsefe ve insan iliĢkisini renklendirmektedir. Yani insanın “sonsuzluk”
karĢısındaki iliĢkisini ancak insan ve sonsuzluğu veya Scheler‟in deyimiyle “hudutsuz bir ölçüyü”
tanımlayarak ortaya koyabileceğimizi düĢünürsek, bu analizin sonucunun insana bilim gibi soğuk ve
ırak gelmeyeceği, aksine sanat yapıtları gibi kendisini düĢünsel olarak yükselten ve filozofların
yıllarca dile getirdiği, insanın alt edilmesi gereken bir varlık olduğu amacına yaklaĢtıran bir
kuvvet bahĢettiği görülecektir. Bu konuda bizim burada açıklamak istediğimiz gerçek ise insanın
özgürlüğünün altının çizilmeden yapılan aktivitelerin yararsız olduğu ve insanın habersiz olduğu
yeteneklerinden mahrum kalması vesilesiyle, tam anlamıyla uğursuz bir hayat yaĢanmasını
sağlayan durumdur. Bu durumu felsefi analize tutmakla ulaĢılacak gerçek, felsefenin tüm
alanlarına ıĢık tutmakla kalmayacak, düĢünsel temellerimize sağlam bir dayanak noktası oluĢturup,
günlük hayatın felsefeyle iliĢkisine bakıĢımızı değiĢtirecektir. Bu değiĢim, yeniliklerle tanıĢıp
farkında olma seviyemizi arttırmaktadır ve de sahip olduklarımızın değerlendirilmesine neden
olması bakımından değerlidir. Sahip olduğumuz yegâne Ģey ise özgürlüğümüz, onun zıttı olan
durum ölüm/yokluk, bu ikisinin iliĢkisinin sonucu ise dünyadaki konumumuzdur.
Ġnsanın her karĢı karĢıya geldiğinde ĢaĢırmasına ve kaybettiklerini hatırlamasına neden olan
özgürlüğün onu diğer varlıklardan ayıran gerçek olduğunu iddia etmek için, bu kavramın Ģu andaki
negatif tanımından, pozitif olanına doğru bir ilerleme yapılmalıdır. Bu sebeple ilk sorumuz “
insanın özgürlüğü nedir?” olmalıdır. Bu soruya çeĢitli cevaplar verilmiĢse bile, bunları elden
geçirmekte ve bize ileriki aĢamalarda yarar sağlayacak olanı seçmek gerekmektedir.
1) Ġnsan özgürlüğünü zihinsel aktivitelerinin, gerek araç yapma- gerek baĢ parmak kullanma,
gerekse de et yeme- hızlı bir geliĢmeyle diğer canlıların üstüne çıkmasını sağlayan bir zekâ olarak
ele alan görüĢün yetersiz olduğu aĢikârdır. Canlılar skalasında zekâlarına göre sıralanan
hayvanların herhangi birinin diğerinden özgür olduğu iddia edilemezken (özgürlüğü insanın
mülkiyeti yaptığımız gözden kaçmamalıdır) , heyhat bir maymunun bir kediden zeki olduğu bilimsel
olarak savunulabilir. Böylece bu görüĢ, ya tamamen yok sayılmalıdır, ya da içsel dinamiklerini
değiĢtirmek yoluyla kendisine yeni bir anlam alanı üretilmelidir.
2) Bu görüĢ ise insanın ahlaki eylem yapabilme dürtüsünün ontolojik olarak, diğer herhangi bir
koĢula bağlı olmadan iĢlevsellik gösterebildiği gerçeğinden yola çıkarak, bu eğilimin insanı özgür,
doğal içgüdülerinden bağımsız bir konuma ulaĢtırdığını iddia eder. Bu yazıda bu etik argümanı
doğrudan ele alacak yerimiz olmadığını hatırlarsak, bizim bu ahlaki eğilimi yalnızca zihinsel
geliĢmenin bir sonucu olarak göz önüne aldığımız anlaĢılabilir. Zihinsel geliĢmenin bir sonucu
olarak düĢünüldüğünde, ahlaksal geliĢmenin deterministik bağlamından koptuğunu ve almak
istemediğimiz dini argümanlarla beraber 1 numaralı argümanın bir ara yüzü haline geldiği
görülecektir.
3) Ele aldığımız sonuncu argüman diğer ikisinin aksine bir tarihsellikten ve neden sonuç
iliĢkisinden yoksun olması bakımıyla dikkat çekicidir. Britanyalı deneyciler tarafından savunulan
bu görüĢ, tercihin biçiminin dikkate alınmaksızın, ( 2.ci görüĢün aksine) insanın bir tercihte
bulunabilmesi bakımından özgür olması gerektiğini savunur. Bu görüĢ pesimistlerin „”Ġnsan
istediğini yapar, ama istediğini isteyemez” görüĢüyle ayrılık gösterse de, biz analizimizin baĢında
spekülatif alanlardan uzaklaĢacağımızın altını çizmiĢ, bilimsel bir sistem inĢa edeceğimizin
sinyalini vermiĢtik. Bu görüĢü kabul etmemiz de ancak bu sayede açıklanabilir: insan tecrübeleri
neticesinde tercih yaptığı gerçeğine bu kadar yakın hissederken- ve bunun karĢıtına inanmasının
buna inanmasından çok daha zor bir ihtimal iken (Hume‟un mitoloji analiz tekniği)- determinizmin
kanıtlanmamıĢ tezlerinden uzak durmakta fayda vardır. Öyleyse, 3.cü görüĢü kabul etmemizin
nedenlerini yeterince açıkladığımızı düĢünerek, bu fikrin bizi nereye götüreceğini bakalım. Bu
kısımdaki sonucumuz “ Ġnsan tercih yapar, bu nedenle özgürdür ve diğer canlılardan ayrılır”
olmuĢtur.
Bu sonuçtan sonra sonsuzluğa geçmek, yani idealistlerin „non-ego‟ deyip, varolma nedenini
açıklamakta bunca zorlandıkları noktaya, doğaya geçmek, tüm analizi boĢa çıkaracak bir hatayı
içinde barındırmaktadır. Çünkü biz bazı varoluĢçuların aksine, “ Ġnsan özgürlüktür “ tezini savunup
düĢünsel bir tembelliğe vesile olmaktan ziyade, “Ġnsan özgür olabilir ve bu seçimde de özgürdür.”
diyerek, ters bir mantıkla insanın özgürlüğünü hem arttırıp hem azaltmaktayız. Böylece, insanın
tanımının ve özgürlükle iliĢkisinin aĢamalı bir biçimde ele alınması gerekirken, bu amaç için
kılavuzluk görevini üstlenen birçok kaynak önümüze çıkmaktadır. “Homo economicus”, “homo
homini lupus “ gibi mottolar, aynı fiziğin yerçekimini ele alıĢ biçimi gibi, objesini değil, bu objenin
dıĢsal düzleme yaptığı etkiyi ele almak bakımından yararsızdırlar. Scheler‟in bizimle benzer bir
konuma ulaĢıp, insanı „X‟ diye tanımlaması zengin bir düĢünsel kaynak olarak kullanılabilse de,
bunun sınırları olduğunu göstereceğiz. „X‟ kavramını Frege‟nin mantıksal düzleminden koparıp,
sade bir Ģekilde gözleme tabi tuttuğumuzda, bir fonksiyonun bilinmeyenlerini temsil ettiğini ve
bu bakımdan kimi durumlarda sınırsız değer alabilirken (f(X)= X), kimi durumlarda ancak önceden
belirlenen (pre-determined ) değerleri alabildiğine (f(X)=0/X) Ģahit olmaktayız. Böylece
karĢımıza bu yazıda ele alınacak en çetin sorun çıkmaktadır. Bir tercihin özgür olmasını ne
belirler, insan hangi durumlarda özgürdür? Kant‟ın ve diğer optimistlerin a priori bir Ģekilde bu
konumu sağlayan tek durumun, dogmatik ve Hegel‟in deyimiyle „içi boĢ bir maksime bağlamalarına
karĢı (yukarıda 2.ci görüĢ olarak verdiğimiz akımın önemli bir uzantısı), biz burada alternatif
yollar denemek cüretini göstereceğiz. Bu aĢamada, giriĢte verdiğimiz söze, ontolojik analize
atıfta bulunacak çözümlemeler yapılacaktır. Bunun en kritik nedeni birazdan belirlenecek Ģartları
göz önüne alınarak yapılmıĢ bir hareketin, tercihin, kararın ahlaksal boyutundan bağımsız olarak
ele alınabileceğidir. Aksi halde kötülük yapan bir insanın daima özgür olmadığı sonucunda ulaĢılır
ve bu sonuç ise ne pesimistlerin ne de formalistlerin değirmenine su götürür. Kötülüğün de özgür
olabileceğini a posteriori kabul etmiĢ bulunmaktayız. Japon felsefesinden de esinlenerek, varlık
olarak nitelediğimiz konum olan (x)‟in, diyalektik bir olumsuzlama neticesinde yokluk (x‟)
konumuna zorunlu olarak dönüĢeceğini anlayabiliriz. Peki, her Ģeyimizi bütünleyen küme olan
varlığın, tam karĢısında, tam anlamıyla bilinmez ve bu bilinmezlik neticesinde sınırsız bir ırmak
gibi, sesini her gün duyduğumuz, ancak bize bir anlam vermekten ziyade, gittikçe muğlaklığa
boğulmamıza neden olan yokluk da nedir? Bir baĢka ifadeyle, varlıktan bunca anlam çıkarırken ve
bu aĢamada oldukça haklı olduğumuz kabul edilebilirken, yokluğun kendisini ele almamızın zorluğu
kabul edilse bile, onu varlıkla iliĢkilendirip bir sonuca ulaĢmak mümkün değil midir? Bu aĢamada
soruyu sorma biçiminin bunca önem arz edildiği felsefenin, bize yeni bir çıkıĢ yolu sunduğu açık ve
nettir. Yani, ölümü bir olay olarak değil, sonuçları ve “retroactively “ değiĢtirdiği gerçeklikler
düzlemi doğrultusunda, felsefi bir nesne gibi incelemek gerekmektedir. Yaptığımız her hamlenin
bizi zaman düzleminde yaklaĢtırdığı bu gerçek, varlık süremize bir kısıtlama getirerek bizi
hayattan koparmasının aksine, hayatımıza ve varlığımıza anlam katması bakımından elzemdir. Yani,
varlık felsefesinin, yokluğun zenginliğinden yararlanmadan, 20. yüzyıla kadar bir ilerleme
kaydetmesi mümkün olmamıĢtır ve olamayacaktır. ġimdi ele alınacak nokta yokluk, ölüm, tercih ve
özgürlük kavramlarının iliĢkisi olacaktır.
Özgürlüğü tercihe bağımlı hale sokmuĢ olsak bile, tercihin pozitif tanımını yapmamak,
Scheler‟in durumunda olduğu gibi, bizim Ģu an geldiğimiz basamağın önünü tıkamaktadır. Tercih
ise göz önüne aldığı ve göz ardı ettiği kavramlar bakımından değer kazanır. Sıradan ve günlük
Ģeylerin özgürlük için zorunlu nesneler olmadıklarını kabul ederek, bu kavramın yoklukla iliĢkili
olduğunu ve zamanın/ hareketlerimizin bizi ölüme götürdüğünü bir kez daha hatırlarsak, bu
sonucun tercihlere (zamanı iĢleme biçimimiz) de genelleĢtirilebileceği ortaya çıkmaktadır.
Yokluğa da aynı iĢlemi uygulayınca, içeriğin “ thing-in-itself “ boyutunun da bizim için bir yokluğu
ifade ettiğini görürüz. Böylece yokluk yalnızca ölümle ulaĢılacak durum değil, varlık halindeyken
bile nesnelerin kendisine değil etkilerine ulaĢabilmemiz gerçeğiyle daha zenginleĢen bir hale
gelmektedir. Yani, yapacağımız tercihleri ancak yokluğu/ölümü ve Zizek‟in deyimiyle “forever
lost“ sıfatına layık olan pozisyonları göz önüne alıp, zaman/hareket ekseninin anlaĢtığı sonuçla
benzerlik göstermesi çerçevesinde özgür olarak nitelendirebileceğimiz ortaya çıkar. Bu sonuç,
Alman fenomenologların ve hermeneutik görüĢü savunanların “ eigentlich “ dediği konuma, baĢka
bir deyiĢle insanın kendisini yaratıp, köle ahlakını yenmesini sağlayan sonuca oldukça yakındır.
VaroluĢçuluktan ziyade, varoluĢ felsefesi çerçevesinde ilerlerken, bu çerçevede dünyanın
ve doğanın iĢgal ettikleri konum önemlidir. Fichte‟cilerin aksine, tüm doğayı insanın ahlaki
güdülerini tatmin edecek bir araç olarak görmenin yanlıĢ olduğunu iddia etmekteyiz. Ġnsanın
ancak doğadaki olanaklar sayesinde özgür olduğunu ve tek boyutlu bir düzlemde özgür olma
ihtimalinin olmadığını reddetmek için ancak katı bir Ortaçağ rasyonalisti olmak gerekir. Peki,
insanın özgürlüğüne sınır çizilmemiĢken (bu özgürlüğü savunan taraflarca), bu özgürlüğe aracı olan
ve zihinsel faaliyetlerine kattığı geliĢmelerle onu scala entium‟da yükseklere çıkaran doğa ve
dünyaya ve olanaklarına pozitif bir sınır çizmek ne derece mantığa uygundur? Bizce bu görüĢ
yararsız ve içi boĢaltılmıĢ bir hümanizmden öteye gidemeyen ve Hannah Arendt‟in deyimiyle
“koltuk filozofları”nın sıfatına layık olan bir çözümlemedir. Burada tabii ki doğanın ve üyelerinin
„sonsuzluğunun‟ bağımsız ve niteliksel olarak insanınkiyle eĢdeğer olduğunu iddia etmiyoruz. Doğa
ancak insana sağladıkları bakımından sonsuzdur. (Bu önermedeki insan ekseninin Berkeley‟in
sorunsalı çerçevesinde iĢlevsellik gösterdiğini belirtmekteyiz.) Ġnsandan bağımsız doğanın
felsefenin konusu olduğu kabul edilebilirse de, ontolojik açılımlarda, bizim ele aldığımız negatif
yanı dıĢında herhangi bir kullanıĢlılığı olabileceği düĢünülemez. Böylece doğayı ele alıĢ Ģeklimizin
ne Romantiklerinki gibi anlamsız bir coĢkunlukla çözülebileceğine, ne de sistematik düĢünür
Fichte‟ninki gibi insanın belirlenmiĢ bir fonksiyonuna alet olabileceğine inanmayarak, daha bilimsel
ve sahici bir temele oturtmaktayız. Yani, Scheler‟in insanın hudutsuz bir biçimde yaptığı bu
„açılımı‟, doğaya da hudutsuzluk sıfatı verdiğinde anlam kazanmakta ve insanın bir özne olarak
iĢleyeceği nesne apaçık görünmektedir. Ġnsan durumlarla (doğanın değiĢik durumları) olan
savaĢımını ve “ Deus Occasitianus” , (durumsal tanrı) haline gelmesini her zaman doğaya
borçludur. Y. Gasset‟in analojisini devam ettirecek olursak, insan kendi romanını yazarken
kullandığı mürekkep özgürlüğü, yazdığı kağıt ise doğayı veya bir baĢka bir Ģekilde ifade edecek
olursak genel olarak durumlardır. Bu ikisinin birleĢimi „X‟‟e, Scheler‟in sınırlama yapmaksızın
yaptığı açılıma, bizim ise belirli modifikasyonlarla pekiĢtirdiğimiz sonuca götürmektedir.
VaroluĢçu felsefe de insanın kainattaki yerini analiz edip, bu tür verilere ulaĢması bakımından
değer kazanmaktadır.
Öncel önermelerimizi değiĢtirmeksizin, Scheler‟in sözünde altının çizilmesi gereken bir
nokta daha bulunmaktadır. Bu durum, önceki analizimiz neticesinde tanımladığımız zaman,
hareket, özgürlük ekseninin sıfatı konumundadır: „açılmıĢ‟ sözcüğü. Bu sözcük Scheler‟in
literatürdeki katkısını gösterir ve sadece bu bakımdan bile dikkate değerdir. “AçılmıĢlık“ bir
çıplaklığı ve gizli olmama durumunu niteler. Yani insan gerek varlığıyla gerekse var olma biçimiyle,
tüm her Ģeyini doğaya açık etmek durumundadır. Nietzsche‟ci bir söylemle ve teorimizin temel
taĢı konumuna yükselen ölüm/yokluk çizgisini de ele alarak, ölümümüzün ve geçiciliğimizin içsel
olarak farkında olan tek varlık olan doğayla, borcumuzu ödemek niyetiyle girdiğimiz iliĢki, insanın
tüm katmanlarından da soyutlanmasıyla sonuçlanır. Romantik Ģairlerin doğayla iliĢkisi, her ne
kadar yukarıda sıkıca eleĢtirmiĢ olsak da, bu gerçeği ele almaları ve insanı tüm saflığıyla, özellikle
yokluğuyla var olduğu sahnenin doğa olduğunu keĢfetmeleri bakımından değerlidir. Biz bu gerçeği
de bir aĢama ileri sürükleyelim ve insanın saçılımını ve tüm gerçekliğini keĢfederek „eigentlich‟ bir
varoluĢa ulaĢmasını bu açılıma bağlayalım. Böylece hem bu özgürlüğe bir kısıtlama daha getirerek
onu daha gerçekçi yapmaktayız, hem de hümanizmin a priori kabul ettiği çözümlemeleri tek bir
denklem içine hapsettiğinin farkında olarak bu düĢünceyi reddetme olanağı verdiği gerçeğine
tanık olmaktayız. Vurgu yaptığımız bu sözcük aynı zamanda, „yolculuk etmiĢ‟ gibi anlamlarına da
sahiptir, ancak sözcüğü yalnız bu anlama oturtmak, oldukça Ģairane bir üslupla yazılan yazılarda,
okuyucuyu kısıtlamalara zorlaması bakımından zararlıdır.
Yaptığımız kavramsal analizleri bir bütün etrafında toplayacak olursak görürüz ki özgür
bir varlık olan insan bu özgürlüğü ahlakından ziyade tercih yapma yetisine borçludur. Aynı
zamanda bu sonuca ulaĢırken felsefeyi baĢlatan nokta olan „ben‟ ve „benlik‟ bilincinden yola
çıkarak, doğayı bu bilincin tamlayanı olarak ele aldık. Böylece doğa bilimsel ve estetik doğrultuda
incelenmesi zorunlu olan bir gerçeklik olarak kalmadı, üstüne üstlük sanatı insanın özgür
tercihlerinin bir ürünü olarak ele alarak, bu üretimin bilgisini bize aktarmasıyla beraber, insanın
insanı tanıma yolunda bir yardımcıya dönüĢtü. Ben-olmayanı ise dıĢlamak yerine, “ben”i oluĢturma
sürecindeki etkilerini teorimize katıp ilerleyerek dualizme giden yolu tıkamak gerekmiĢtir.
Ġnsanın ve insanın varoluĢunun ortaya çıkmasıyla, geri dönüĢü olmayacak bir Ģekilde değiĢen
evren, bu değiĢimi insan varoluĢunun geçiciliğine borçludur. Ġnsan „X‟ olup kendini yukarıda
belirlediğimiz Ģekilde ve özgürce belirlerken, yalnız kendisini değil, tüm doğayı yeniden
yaratmaktadır. Böylece insanın kendisini yüce bir konuma yükselten hümanizmin, ve onu bir
göreve zincirleye n formalizmin aksine, bu ikisinin ortasında duran ve doğalcılık olarak
nitelenen konumda bulabilir. Aristoteles‟ci bir söylemle, erdem konusunda olduğu gibi, tercih,
ahlak ve hayat gibi genel ve felsefecilere zor anlar yaĢatan kavramları ele almak biçiminde de
orta yolu dikkatle analiz etme zorunluluğu vardır: “ in medio stat virtus “.
Bu durumda ulaĢtığımız sonuçlar diyalektik bir biçimde insana olanaklar sağlarken aynı
zamanda ona ağır sorumluluklar yüklemektedir. VaroluĢun ağırlığı ve özgürlüğün gücüne direnme
gibi haller dolayısıyla, yokluğu da içinde bulundurduğumuz varlık denklemi, teorik ve pratik bir
nüfuza sahiptir. Bu temaların somut halini varoluĢçuluğun edebiyatla iliĢkisinden doğan yapıtlarda,
özellikle de Sartre ve Camus‟de görmek mümkündür. “ The Plague” ve “ Nausea “ gibi örneklerde
insan özgürlüğü/sorumluluğu teması açık ve netken; “ Yabancı “romanında da üstü örtülü bir
biçimde sorumluluk vurgusu bulunmaktadır. Mersault, özgür olması dolayısıyla, günlük hayatta
toplumca anlam bahĢedilmiĢ olgulara karĢı yabancıdır, ancak her fırsatta aslında herkes gibi
olduğunun altını çizer ve hayatının normal bir insanınkinden farksız olduğunu belirtir. Bu, bilgi
(özgürlük) arttıkça, kederin de (sorumluluk) arttığını savunmaktır ve Mersault bunu tüm
çıplaklığıyla (açılım) ortaya koymaktadır. Bu sonuca karĢı çıkan en güçlü argüman Mersault‟nun
ölümle açık bir iliĢki içinde olmadığı ve tercihlerini hayatı göz önünde bulundurarak yaptığı
görüĢüdür. Ancak üzerinde birçok kez vurgu yaptığımız üzere, ölüm/yokluk kendi baĢına değil,
varlıkla iliĢkileri bakımından anlam kazanmaktadır, böylece Mersault‟nun özgür olduğu görüĢüyle
çeliĢmemektedir.
Genel olarak Kıta felsefesiyle uyum sağlayan bu sonuçlara gelebilecek eleĢtiri ise, bilimlerin
ve özellikle özgür seçim yapacağı iddia edilen robotların, insanın özgürlüğüne rakip olup
olmadığıdır. Bilimlerin deterministik görüĢü kanıtlama olanakları dolayısıyla bir tehdit olarak
görünse de, sözü edilen robotlar insanın özgür üretimi olmaları nedeniyle, insanın üstüne
çıkamazlar. Ancak ve ancak, kendinden üstün bir varlık üretebilen bir varlık (bu üretim özgür ve
hard/software‟den bağımsız olmalı) üretebilme olanakları olduğu ölçüde robotların bir tehdit
olduğu düĢünülebilir. Bilimlere gelince, nerdeyse tamamının fiziğe indirgenebilir oldukları ve
neden sonuç iliĢkileri kurarak sonsuzluğu yani özgürlüğü yerle bir etme ihtimalini barındırdıkları
savunulmaktadır. Bu ise bizi önceden çürüttüğümüz bir zemine geri götürmektedir. Bilimler tüm
neden-sonuç iliĢkilerini açıklayacak bir düzeye gelebilir ancak robot örneğinde olduğu gibi bu,
özgürlüğe yani insanın „X‟ olma durumuna bir tehdit yaratmaz. Özgür insan da elbet neden-sonuç
iliĢkilerinin içinde yaĢar ve onlara bağımlıdır (doğayla iliĢkisi neticesinde). Bağımlı olunan bu
iliĢkileri açıklayan bilim de insanın özgürlüğüne engel olmaktan ziyade, insanı daima ait olduğu
dıĢsal döngülerden haberdar ederek, ölüme/yokluğa giden yolda, sahip olduğu değerleri ve
normları, doğal gerçekliklerle yoğurarak, hayatta hakiki bir amacı olmasına ve bu amaç
doğrultusunda evrendeki yeri konusunda yerinde saptamalar yapma fırsatını sunmaktadır.
Emin Aslan Özbek
Çorlu Mehmet Akif Ersoy Anadolu Lisesi
TEKĠRDAĞ
Derecesi 6
“Adalet, herkese borçlu olunanı ödemektir.”
Platon, Devlet, 331 e
Hukuk Kuramından Sonra Hayat Var Mı?
Devlet ve mevcut statükoda, yaĢamımızı düzenleyen sistemler, bulundukları düzlemde
ciddi kuramlar üzerine inĢa edildiler. Devletin, kendisini dayandırdığı ve meĢruluğunu ispat
etmekte kullandığı noktalardan bir tanesi de, tarih için farklı formlarda varlık çabası gösteren
adalet ve hukuk sistemleriydi. Devletin, hareket alanı ve yaptırım gücünü de maksimize etmek için
kurumsallaĢtırdığı bu yapılar, devletin temel taĢlarından birisi olarak var olageldiler. Bu noktadan
sonra ise “adaletin tesis ve dağıtımı” için ne türde bir metot, asli olarak, hangi ilkesel duruĢun
temel alınacağı tartıĢması baĢladı; “herkese ödenmesi gereken borç” nasıl ödenecekti? Fakat
Ġbn-i Haldun‟un “kendisinin yaptıklarının dıĢındaki hırsızlıkları” engelleyen” bir “assabiye kitlesi”
olarak nitelediği devlet bir soru sordu: “Neden herkese borçlu olayım?” Bu tartıĢmanın evrimini
değiĢtirici nitelikte bir atılım oldu. Devlet, içerisinde bileĢen olarak barındırdığı ve çarkının
dönmesine yardım edenlere karĢı mı borçluydu? Yoksa her halükârda ona müdahil olmaya
“zorlanan” herkese mi? Devletler var olan sorgulamalar ve “teorinin kendini yenilememesinin” bir
neticesi olarak aldığı darbelerin sonucunda, süreçsel problemlere karĢın, hukukun getirmiĢ olduğu
yaptırım alanında, vergi ve askerlik gibi hizmetleri de kapsayan, “karĢılıklı iliĢkileri” inĢa etti. St.
Augustinus‟un belirttiği üzere “yasalar adil değilse, yönetim zorbalıktır” gibi bir çeliĢkiye
düĢmemek adına, hukuk sistemi, güç sahibi kitleler, burjuvalar ve diğer odakların
hareket/movement enerjisinden doğan baskısıyla, süreç içinde sürekli kendini değiĢtirdi. Hukuk
ve adaletin kuramsal pozisyonuna dair bu betimlemenin merkezinde, sürekli olarak tarafların
birbirlerini “sen bana borçlusun” bağlamında ikaz etmeleri var. Böylelikle, her iki tarafta
beklentileri sonucunda “sistemin” gerekliliği (iliĢkilerin düzenlenmesi ihtiyacı), devamlılığı
(taleplerin aslında her zaman hukuk arayıĢı ekseninde kalması) ve müdahiliyeti (etki alanı
çeperinde) sürmüĢ oluyor.
Hukuksal kuramın ardından “adalet” geleceği beklentisinin, “teoriden sonra hayat”
geleceğine dair beklentiye benzer olduğunu ifade edebiliriz. Teorinin, “gereksinimden” sonra
“aksiyon” yarattığımız takdirde ortaya çıkaracak olduğu “durum, değiĢim yada ilerleme” iddiası,
hukuksal kuramın karĢılıklı iliĢkinin gereklerinin yerine getirilmesi durumunda, “borcun
ödeneceğinin söylenmesine” benzetmek makuldür.
Devletin, kurmuĢ olduğu iliĢkiler sisteminde, birey herhangi bir edim üretmese, değer
yaratmasa bile mevcut olarak müdahil olma durumunun zorunlu kılındığı Dünya‟da, gün sonunda en
azından bazı özgürlüklerinden feragat etmiĢ oluyor. ġöyle ki birey, özel mülkiyete saygı gibi bir
sorumluluğu yerinde getirmiĢ olduğunda de facto da kendinin kısıtlamıĢ oluyor ve sisteme angaje
oluyor. Kaldı ki, ekonomik sisteme girmemiĢ olsa dahi –bunun imkansızlığını tartıĢmayı bir kenara
bırakırsak- birey tüketim mekanizmasının içinde bir alan ve bu bile sistem bileĢenlerine fayda
sağlıyor. Bahsi yükselttiğimizde, birey, sistem ve hukuk karĢıtı olarak var olsa bile, sistemin
karĢıtı olarak yaptığı hareketlerle, sistemin kendi parçalarını kendi elinde tutmasına yardım
ediyor. Yani birey, hukuki sistemin neresinde bulunursa bulunsun sistemin varlığı için önem teĢkil
ediyor. Yaptığı pozitif-negatif hareketlerle sisteme dinamoluk etmiĢ oluyor. Adeta doğal bir
habitat gibi iĢler hale gelmiĢ olan, herkesin bir yerde bir iĢlevinin olduğu sistemimizde, devletin
herkese borçlu olmadığını iddia etmek gülünçtür. “Ġnsan için, insandan” var olan devlet; varlığına
ve hareketine dair olan enerjiyi insana borçludur. Bunun neticesinde köhnemesi ve bir teori
olarak, yıkılıĢını beklemesi engellenir. Toplumsal hareketler bu kurama darbe indirdikçe, yara alan
yerleri onarmaya çalıĢan kuram, kendini yeniler ve bekleyerek yok olmaktan kurtulur. Yani
adaletin arzcısı olan devlet, yandaĢı ve karĢıtı herkese, evriminde rol aldığı için sorumluluk
sahibidir.
Günümüzde bu sorumluluğun bir nebzede, temel insan hakları olarak değerlendirildiğini
biliyoruz. Ancak tartıĢmanın bu noktasından sonra, herkese karĢı borçlu olduğu belirgin devlet,
herkese olan borcunu eĢit mi tanzim etmelidir, yoksa herkese üretimine paralel olarak mı
yaklaĢmalıdır? Bu sorunun cevabını bireylerin statükoda nasıl edimler ürettiğini mütalaa ederek
değerlendirelim: bugün bireyler direkt olarak, sistemin yararına, diĢlilerin hayrına davranıĢlar
sergileyebilir, bu direkt olarak sistemin bundan kar etmesini sağlar. Ancak bugün birey, devletin,
aleyhine de cephe alarak aleyhine de faaliyet göstererek devletin yarar sağlamasına olanak
sağlar. ġöyle ki devlet aleyhtarı bir hareket, herhangi bir Ģekilde devletin yanında duranları
aidiyet ve motivasyon açısından kamçılayabilir yada ya da hukuk gibi “kurumsal ve kuramsal
meĢruluğu” –pratikte olmasa da- kabul gören bir enstrüman yardımıyla hareketlerini daha da
temellendirebilir. Bu da aynı zamanda, sistem karĢıtı hareketlerin bir enerji kaynağı olarak
sistemin devamlılığını sağladığının delilidir. Yararın, sisteme karĢı herkes tarafından
sağlanabileceğini hatırladıktan sonra, bu faydalar sonucu olan borçlanmanın nasıl ödeneceğine
gelirsek eğer, birinci durumda herhangi bir problem yoktur, devlet lehte davranıĢlara “mutlak
eĢit” bir tavır sergilerse eğer, daha çok fayda sağlayan karĢısında hakkaniyetsizliğe düĢecektir.
Çünkü hakkaniyetin en azından devlet perspektifinde ölçütü, üretilen pozitif faydaya bağlıdır.
Devlet borcuna karĢın ödediğiyle, iliĢkiler sisteminin devamlılığını sağlar. Bu yüzden devlet fayda
üreteni tatmin etmekle mükelleftir. Birinci durumda analiz ettiğimiz adil davranıĢı üretime
endeksleme hamlesini ikinci durumda incelediğimizde ise bazı problemlerle karĢılaĢıyoruz.
Sistemin, yandaĢ ve karĢıt güçlerden enerji alarak varlığını gerekli olarak empoze ettiğini
hatırlarsak eğer, devlet kendi ekosistemi içerisinde ihlalcilere, ihtilalcilere ve hatta anarĢistlere
de muhtaçtır. Ġnsanı kendisiyle tutmasının nedeni budur. Yani sistem karĢıtı hareket bir bakıma
faydalıdır.
Ancak devletin, kendisi karĢıtı hareketin teorisini meĢrulaĢtırması veya “ben bunu yapana
arka çıkayım diye değerlendirmesi” mümkünat dahilinde değildir. Çünkü devlet eğer bunu yaparsa
kendi varlık sac ayaklarını dinamitlemiĢ olur; çeliĢkiye ve cinaslı safsataya düĢer. Bunun için
devlet kendi meĢruluğunun, gücünün ve gerekliliğinin ispatı adına, kendine dolaylı yönde fayda
sağlayan bu kitleleri cezalandırmayı tercih eder. Devletin yapısal ve iĢlevsel görevi de budur ve
kendi içinde rasyoneldir. ĠĢte ikinci durumda değil bir fayda analiziyle netice belirlemek, bunun
faydalı olduğunu kabullenmenin dahi devlet için olanaksız olduğunu gördük. Yani devlet habitatın
için var olan herkesi “rolünün büyüklüğüne” göre değerlendirebilecek bir mercii değildir. Yapısalcı
yazarlarında dediği gibi “Devlet ve Tanrı yapısalcı olmamalarının yanında, yapısal açıdan
çözümleme de yapamıyorlar.” ġu ana kadar yaptığımız yapı-çözümde, devletin bir çok noktada
çözümlediği ve kurama oturttuğu hukuk sisteminin “pratikle uyuĢmazlığını”, devletin kendi
fonksiyonundan kaynaklı olarak gördük. ġimdi “kuramın” devamında metot olarak benimsenen
“herkese aynı yaklaĢım” ve “edime” dayalı yaklaĢımın her iki grup için tahlilini yapalım. Eğer devlet
tüm bireylere, eĢit Ģekilde yaklaĢırsa sistem dıĢı bireyler yine rollerinin karĢılığını
göremeyeceklerdir. Özellikle bireylere eĢit yaklaĢımın bireyin yaĢayabilmesine dair haklara kadar
indirgendiği bir dünyada, sistem karĢıtları “borcunu tahsil edemeyecektir”. Burada ki “mutlak
eĢitlik” ilkesinin, zaten sisteme dahil tüm bireylere hak ettiğinden az veya fazla verebilme
potansiyeli açıktır. Yani bireyin borcunun dahi hesaplanmadığı birincil sistem bozuk ve sorunludur.
Ġkinci sistemin ise sisteme giriĢli bireylerin hakkaniyeti açısından makul olduğunu belirtmiĢtik
fakat yine sistem dıĢı bireyler bu düzlemde hayat bulamıyor, çünkü üstlenmiĢ oldukları role
rağmen, bir kazanç dahi sağlayamıyorlar. Total olarak baktığımızda, devlet ve sistem arzcıları,
yaĢamakta olduğumuz sistem içerisinde borçlarını hiçbir zaman ödeyemiyorlar. Sistem dıĢında
kalanlara sağladıkları faydaya rağmen hakkaniyetli yaklaĢmak olası değil.
Sonuç olarak baktığımızda kuramsal olarak dayandığı ve kurumsal olarak inĢa ettiği adalet
olgusunun, “borcunu ödemek” konusunda dahi, pratikte var olamadığını görüyoruz. Yasaların,
devletin fonksiyonlarından adaletten uzaklaĢmasının zorunlu olduğu bir sistemde, referans
noktalarından uzak kalmıĢ olan sistemimiz mutlak adaletsizliğe yazgılıdır. Buradan
yapabileceğimiz temel çıkarımda “teoriye” sıkıĢ olan hukuk kuramının pratikler üzerinden
tartıĢıldığında, “adalet” getirmediğini görebiliyoruz. Bu noktada her tartıĢmada olduğu gibi
kuramdan sonraki hayatın tesisinde ana ölçütün, kuramın kendini korumaya programlı mekanizması
olmamalı, yapımın ve durumun pratik Ģartlarına göre hayat bulmalı evrimsel süreci temel
alınmalıdır.
Aksi takdirde tarihselliğe yazgılı insanın tarihsel mekanizmaları bize ne “adalet” nede
hayat sağlayacaktır.
Mustafa Emir Akdere
Ġstanbul Amerikan Robert Lisesi
ĠSTANBUL
Derecesi 7
“Adalet, herkese borçlu olunanı ödemektir.”
Platon, Devlet, 331 e
Adalet, etik değerleri olan bir toplum düzeni için mecburi bir kavram olarak ortaya çıkar.
Kullanımına dikkat edilmesi gerekir. Zira çok kez adalet eĢitlik aynıymıĢçasına kullanılır. Burada ki
kavramların içinin doldurulması, hem Platon‟un tam bir savunmasının yapılabilmesi hem de sözün
anlaĢılabilmesi için zaruridir. Bu nedenle ben bu denemede Platon‟un bu sözde vurguladığı etik
anlayıĢını, bu anlayıĢın uygulanabilirliği çerçevesinde inceleyeceğim. Ġlk karıĢıklık, adalet
kavramının tanımında ortaya çıkar. Hepimizin doğuĢtan gelen farklılıkları olduğu yadsınamaz bir
gerçektir ve bunun ile ilgili bir eĢitsizlik sorunu vardır. Bunun yanında, maddi ve statü olarak da
insanların eĢit doğmadığı bir gerçektir. Bu iki eĢitsizlik, insanın dünyada ki kapitalist sistemde
nereye geleceğini belirler. Ġkinci eĢitsizliğin Amerika „da Wall Street‟e karĢı olan protestolarda
da görüldüğü üzere toplumdan tepki gördüğü söylenebilir. Bu maddi eĢitsizliğin refah vergileri ile
daha dengeli bir hale gelmesi mümkündür. Fakat o halde insanların çalıĢarak kazandığı paraya el
konulması, yani bireyin toplum için zorunlu olarak çalıĢması gibi bir durum söz konusudur. Nozick,
bu durumu kölelikle eĢdeğer tutar. Burada Nozick çok da yanlıĢ değildir zira özgürlüğünü bir hiç
için feda etmiĢ bireylerden bahsedilebilir. Bireyin özgürlüğü, bu gün temel özgürlükler arasında
sayıldığına göre köleleĢtirme, olmaması gereken bir olgudur. Rawls‟un cehalet perdesi fikri burada
bir antitez sunacaktır bu duruma. Bu fikre göre Nozick‟in fikri bireyin tarafsız bir bakıĢ açısı
olmadığından ileri gelir. Yapılması gereken, insanın kendi durumunu göz ardı ederek, kendi
statüsünden ayrılarak öyle bir toplum fikri inĢa etmektir ki insan bu toplumda ki hangi birey
olarak tekrar doğarsa mutlu olmalıdır. Rawls burada komünizm mi savunuyor peki? Hayır, fakat
birbirinden izole bireyler yerine sosyal bir toplum oluĢturmaya çalıĢıyor. Peki o halde bizde içsel
olarak bulunan avantajlar da adalet uğruna feda mı edilmeli veya pozitif/negatif ayrımcılık mı
yapılmalıdır? Tam tersine, bu farklılıklar desteklenmelidir. Bu farklılıkların desteklenmemesi,
kapitalizmin teĢvik özelliğini yok eder ve herkesi çalıĢsa da çalıĢmasa da maaĢı ödenen memurlara
dönüĢtürür. Öte yandan Bill Gates, Elon Musk gibi kiĢilerin desteklenmesi, hem teknolojik
geliĢmeler hem de filantropi ((philantrophy) sayesinde dünyaya sayısız iyileĢmeler sağlamıĢtır.
Rawls da bu yeteneklerin hepimiz için kullanılabileceğine inanması sebebiyle adalete böyle bir
bakıĢ açısı getirmiĢtir.
Peki borç ne anlama gelir? Öncelikle anladığım, Aristo‟nun bakıĢ açısına benzer bir düĢüncedir.
Aristo‟ya göre en iyi flütler en iyi flütçülere verilmelidir, zira onlar, bunları en iyi kullanacak
insanlardır. En iyi üniversiteler, en çok devlet desteğini almalıdır. Burada yine adalet ile eĢitlik
arasındaki kargaĢa ortaya çıkar. Pragmatik bir bakıĢ açısı ortaya sürüldüğünde evet,
Aristoteles‟in mantığı yerindedir. Çünkü en iyi üniversiteler, bu parayı en iyi Ģekilde değerlendirip
en verimli sonuçları doğuracaktır. Bu durum hem teĢvik yaratacak, hem de toplumun bütünü için
yararlı olacaktır. Buradaki asıl sorun ise, borcun belirlenmesi problemidir. Borcun günümüzde
sadece maddi bir anlam taĢıması, bu belirlemede sorun yaratır. Zira her edimi sadece dolara veya
Türk Lirasına dökmek imkânsızdır. Ekonomi, mantığın duygusuz ıĢığında iĢleyen bir sistemdir ve
insan hayatına paha biçmektedir. Bunun bir örneği, fabrikalardaki ölüm riski arttıkça maaĢın da
artmasıdır. Platon‟a göre ise adalet, insan hayatı karĢılığında gerekli paranın ödenmesi gibi
gözükse de sözün daha incelenmesi gerekir.
Etikte iki temel teori vardır ve bunlar birbirlerine karıĢmamak için ellerinden geleni
yaparlar. Bentham‟ın faydacılığı ve Kant‟ın ödev ahlakı. Kant‟a göre her insan rasyonel bir varlık
olmasından ileri gelen bir saygınlığı vardır ve edimler bu bağlamda belirlenmelidir. Faydacılığa
göre ise mutluluk maksimize, acı ise minimize edilmelidir. Tam teĢekküllü ve daha doğru bir
ahlakın belirlenebilmesi için, benim iddiam odur ki bu iki ahlak anlayıĢını birleĢtirilmesi
zorunludur. Kant‟ın intihar ile ilgili görüĢü, kendimize karĢı sahip olmamız gereken rasyonaliteden
ileri gelen saygıdan dolayı olumsuzdur. Bu takdirde ben Kant‟ın ahlâkında insanlara tanınması
gereken bir hak olan yaĢama hakkını bir zorunluluğu dönüĢmüĢ olarak görüyorum. Bana göre
rasyonel bir birey olarak kendi verdiğim bir kararın sorgulanması Kant‟ın rasyo‟ya verdiği önemle
çeliĢir. Yani ben yaĢama veya ölmeye hak olarak sahip olmalıyımdır. Ötenazinin bir hak olmasını
beklemek gayet mantık çerçevesi içindedir. J.S. Mill de intihara karĢı onaylamaz bir tutum
sergilemiĢ olsa da faydacılığın temel prensibindeki acıyı minimize etmeyi onaylama nedeniyle
faydacılığın intihar savını desteklemesi gerektiği hükmünde bulunmayı uygun buluyorum. Bunun
anlamı, insanın kendi hayatının ve bedeninin sahibi olmasıdır ve bu, isterse kendi hayatına ve
bedenine bir fiyat biçebileceği anlamına gelir. Bana kalırsa toplum normlarından ileri gelen bir
intiharı onaylamama, Kant‟ı ve faydacıları çok da doğru olmayan hükümetlerde bulunmaya itmiĢtir.
Hollanda da ötenazi yasa tarafından korunan bir haktır, bu nedenle bu gün mantık ıĢığı altında
tarafsız bir Ģekilde incelendiğinde insanın kendi yaĢama hakkına sahip olmasında elle tutulur bir
etik problemin mevcut olduğu söylenemez.
Etik anlayıĢların birleĢmesine dönülecek olursa böyle bir hibridizasyonu Ģu Ģekilde formüle
etmek isterim. ”Ġnsan, kendinin ve kendine ait olanların sahibidir ve bunlar üzerinde tekeli
bulunmaktadır. Bir diğer insanın temel hakkına RIZASI DIġINDA tecavüz etmesi halinde kendi
temel haklarının korunmasını yitirir. Zira bu sosyal kontratın bozulmasıdır. Temel hakların riske
girmesi halinde faydacı bir bakıĢ açısı benimsenebilir, bir kaç insanın ve bir insanın ölümü söz
konusunda , diğer bütün faktörler aynı olması halinde acının minimize edilmesi söz konusudur.”
Tabii ki diğer bütün faktörler asla aynı olamayacağı için etik sorunlar asla matematiksel veya
analitik yargılar gibi çözülemez.
Bir de uygulamadaki etik anlayıĢın değerlendirilmesinin yapılması gerekir. Bu noktada
pragmatik bir bakıĢ açısının belirlenmesinden yanayım. Çünkü etik sadece felsefi bir konsept
değildir. Gerçek hayatta sonuçları olan edimleri belirleyen disiplindir.
Determinizm ile etik arasında bir iliĢki olduğu savı mantıklı değildir. Harry Frankfurt‟un
sunduğu düĢünce deneylerinin ulaĢtığı sonuç budur. Bana kalırsa böyle bir bağda ısrar etmek
fuzulidir. Ġnsan, bir durumu ancak o durumun yokluğu ile anlayabilir. Sıcağı soğuk, iyiyi kötü
,doluyu boĢ sayesinde biliriz. Dünya da hem deterministik hem de özgür bir Ģekilde iĢleyemez. Biz
ya özgür iradeyi ya da determinizmi tadarız. Bunun anlamı (aynı sarıĢın olmayı
hissedemeyeceğiniz gibi) deterministik bir evrende yaĢayıp yaĢamadığımızı
hissedemeyeceğimizdir. Bu nedenle evrenin fiziksel yapısını bir öncül olarak kullanarak
“deterministik bir evrende yaĢadığımız için cezalandırılamayız” savını öne sürmek mantıksızdır.
Hem insanlar özgür iradeyi de (deterministik bir evrende yaĢadığımızı varsayarsak) bu evrende
tanımladığı için en azından özgür hissettiğimiz söylenebilir. Ayrıca bu durumda ortaya çıkan bir
diğer sonuç, hayatı (Willfrid Sellers‟ın terminolojisini kullanacak olursam),yani “manifest image”
(algılananı) “scientific image” (bilimsel yargılardan oluĢan ve hayatın fenomonalliğinden kendini
soyutlamıĢ bakıĢ biçimi) ile birleĢtirmekte temelde bir hata olduğudur. Normativite bu
birleĢmede sorun yaratır.
Pragmatik bir bakıĢ açısında ele alındığında, etik kuralların üretilmesi ve uygulanması,
sadece içi boĢ bir “etik kuralları onurlandırma” değildir, aynı zamanda sosyal bir kontratın sürekli
onaylanması ile toplum yapısının korunabilmesidir. Eğer ki determinizim ve cezalandırılmazlık
ilkesi kabul edilseydi (zira determinizmden ileri geldiği iddia edilen yargı, her edimin kader
yazgısı olduğudur.), herkes sürekli bir suç iĢleyebilme ehliyeti olduğu fikrine kapılırdı toplum
yıkılır ve yerine monarĢi hüküm sürerdi. Bütün bunların söz ile bağlantısı ise Ģudur; Adalet
herkese borçlu olanı ödemekse, bu borç insanın kendi belirlediği davranıĢlarının sonucunda hak
ettiği ödül ya da cezadır. Dünya deterministik iĢlese de iĢlemese de insan “manifest image”
düzleminde veya fenomenal düzlemde özgürdür. Bu nedenle adaletin tecelli etmesi için özgür
irade temel bir kabul, bir öncül olarak varsayılıp insan davranıĢları sonucunda hak ettiği ödül ya
da cezayı almalıdır.
Sözün analizi bir kenarda dursun, bir de bu fikrin uygulanabilirliğini ele almak gerekir.
Burada ise insanın özünde etik değerler taĢıyıp taĢımadığı sorusu sorulabilir. Arendt‟in kötülüğün
sıradanlığı konusundaki incelemesinden çıkarılabilecek bir sonuç, bu özün Ģartlar ile bağlantılı
olduğudur. Normdan soyutlama yapılması halinde insan objektif bir değerlendirme yapamaz,
nitekim Ortega Y Gasset‟in dediği gibi: “Ben kendim ve koĢullarım” objektivizm felsefesinin
acımazsızlığı çerçevesinde bu adalet konseptinin nasıl uygulanabileceğini incelemek isterim: Ayn
Rand‟ın katıldığım bir fikridir ki, insanları harekete geçirecek asal kuvvet kendisidir; kendisinin
mutluluğu statüsü bencilliğidir. Toplum öyle bir sosyal paradigma değiĢimi yaĢamalıdır ki
insanların yaĢayıĢ Ģekillerinden mesleğine dek her kararlarını etkileyen paraya verilen değer,
yerini adalete verilen değere bırakmalıdır. Çok bağıĢ yapmak ve insan-sevicilik (philantrophy) ve
dahi gönüllülük, değer olarak paranın yerini almalıdır. Ġnsanların statü ve aidiyet tatmininin
insanlığa olan katkıları ile doğru orantılı olması gerekir. Bunun, mevcut sosyal düzende imkansıza
yakın olduğu söylenebilir. Fakat öyle bir dünya hayal edin ki (hipotetik –hypothetical- bir dünya)
insanların gördüğü saygı ve toplum tarafından sunulan kabullenme, tamamen insanlığa olan
katkıları ile doğru orantılı. Böyle bir dünyada siz de normların belirlediği değerlerin peĢinde
koĢmaz mıydınız? Belki de bu değiĢimi sağlayacak olan insan Nietzsche‟nin tanrı putlarına
saldırdığı gibi maddiyat putlarına saldıracak ve para üzerine dogmalaĢmıĢ olan değer yargılarını
değiĢtirecek olan “übermensch”tir. Belki de bu üstinsan, Hume‟un “Mantık, duyguların kölesidir ve
kölesi olmalıdır” sözünü evrenselleĢtirecek insan olacaktır. Değerleri yeniden belirleyerek ve bu
sefer miktarı ve maddiyatı temel alan değerler oluĢturmak yerine hepimizdeki en primitif haz ve
acıyı temel alan dayanıĢmacı ve empati kuran bir toplum oluĢturacaktır. Böyle bir
değerlendirmenin ayaklarının yere basmadığı fakat güzel bir hayal olduğu söylenebilir. Yine de bu
inceleme, insanların değer yargılarında insanı kendi-içinde-bir-son olarak değerlendirebileceği bir
toplum yapısının mümkün olduğu gösterebilir.
Bu Ģekilde, yeni normlara sahip bir toplum yapısında hiçbir insan özgürlüğüne tecavüz
ediliyor olunmaz ve Nozick‟in” köleleĢtirme” argümanı çürür. Rawls‟un hayalindeki yakın bir
ütopya bu Ģekilde, insanlara vergi dayatması olmaksızın sağlanabilir. Her ne kadar bazı psikoloji
deneyleri insanın özünde kötülük yattığına dair çıkarımlarda bulunsa da ( örneğin Stanford
Hapishane deneyi) normlar, insan davranıĢlarını belirlemede sarsıcı etkilere sahiptirler ve
topluma kabul edilmenin psikolojik ihtiyaç hiyerarĢisindeki önemi de değerlendirildiğinde
insanların edimlerini belirlemede insanların ”özlerinden” çok daha etkilidirler.
Bu Ģekilde bir norm değiĢimi gerçekçi midir? Sorusu da okullarda cevaplanmayı
beklemektedir. Tarih okuyan herhangi bir insanın bu soruya vereceği cevap “Neden olmasın?”
olacaktır. 21. Yüzyıl ve sanayi devrimi sonrasında insanlar ihtiyacın ötesinde üretim yapabiliyorlar.
Günümüzde bir çok bireyin derdi hayatta kalmaktan çok mutluluğu olmuĢ durumda. Peter Singer
gibi filozoflar da mevcut dünya düzenine antitez sunuyorlar. (Peter Singer nitekim “Effective
Altruism” adında bir ders oluĢturmuĢtur. Anlamı “etkili ıslah”tır.) Bu antitez ve tez arasında
yeterince bir etkileĢim olması halinde de sentez olarak daha “iyilik”, ”adalet”, “etik gibi
kavramlara önem veren bir toplumun ortaya çıkmasını beklemek makuldür.
Böylece Platon‟un adalet anlayıĢı, köklü toplumsal değiĢimler sonrasında uygulanabilecek
Ģekilde temellendirilmiĢtir. Toplum, bireylerin katkıları ve birlikteliği ile durur. Bu katkı ve
birlikteliğin sağlanması için etiğin determinizm gibi fiziksel kurallar veya çıkarımlardan bağımsız
ele alınması gerekir. Bu Ģekilde hem sosyal antlaĢma onaylanmıĢ olur, hem de toplum etik kurallar
mevcudiyetinde (bireyler toplumun bütünlüğünden yararlandığı için) daha mutlu olur. Ġdeal veya
“Platonik” bir toplumda ise,etik değerler ve adalet, diğer bütün değerlerden üstte tutulur. Ancak
bu ideal forma yaklaĢan bir toplumda “herkese borçlu olunanı “ devlet giriĢimi olmaksızın
ödenebilir.
Can Okan
Özel KarĢıyaka Final Temel Lisesi
ĠZMĠR
Derecesi 8
“İnsan hudutsuz bir ölçüde dünyaya “açılmış” olarak davranan bir X’tir.”
Max Scheler, İnsan ve Kâinattaki Yeri,
Çev. Takiyettin Mengüşoğlu,
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi,
1947, s. 33.
Scheler‟e göre insan; dünyaya karĢı açık, geliĢtirilebilir, kendini doldurabilir. Yani
değiĢkendir. Matematikte değiĢkenlik anlamı taĢıyan x‟in cümlede bulunma sebebinin de bu
olduğunu düĢünmekteyim.
Temel sorulardan biri olan “Ġnsan nedir?” sorusunu çözümleme sürecine girmeyeceğim. Bu
sorunun insanlık tarihi kadar eski olduğunu söylersek yanılmıĢ olmayız. Elbette ki bu soruya cevap
niteliğinde ne kadar çok kavram; duygu; eser ve düĢünce çokluğunu da göz ardı etmemeliyiz. Bu
sebeplerden ötürü Scheler‟in tanımını esas alarak sorgulayarak baĢlayalım.
Dünyaya açılmıĢ olmaktan kastedilen nedir? Merak duygusuna bir atıf mı yoksa insan
doğasının getirdiği bir “etken” olma özelliği mi? Ġnsanın kendini geliĢtirme, yaratma potansiyelinin
küçümsenmeyecek bir ölçüde olmasına rağmen her insanın dünyaya karĢı açık olduğu genellemesini
ne ölçüde kabul edebiliriz? Somut olarak yeniliklere kapalı bir tutum sergileme veya dünyayla yok
denecek kadar bağlantısı az olan insandan bahsetmek Scheler‟in insan tanımına karĢıt görüĢ
yaratacak kadar sağlam bir fikir değildir. Çünkü tercihen olsun ya da olmasın insan; dıĢ etkenlerin
ürünüdür. Bulunulan mekân, kültür, deneyimlenen olaylar, yaĢanılan duygular vb. Milyonlarca
değiĢken ile kuĢatılmıĢ bir gerçekliğin içinde oluĢumuzdandır insandaki çeĢitliliğin sebebi. Peki ya
içsel bir durumun buradaki etkisi nedir?
Ġç dünyasının kepenklerini kapatmıĢ bireyin dıĢ etkenler olsun, olmasın X olmaktan
çıkabilir mi? YaĢadığımız deneyimleri süzgeçten geçiririz, aklımızda yer edip etmeyeceğine karar
veririz, hatta beynimiz biz bunun farkında olmasak da sürekli bunu gerçekleĢtirir. Ama tamamen
kepenkleri kapalı olan birinin var olduğunu varsayarsak sonuç ne ölçüde değiĢir? Sağlam tuğlalarla
örülmüĢ bir duvar.
Saf bir içsel soyutlanma veya algılayamayacağımız bir yabancılaĢma hissine ne demeli? X
gibi davranmak için bunlar yeterli midir? Camus‟nün Yabancı‟sı örneğinden veya gölgede kalmıĢ bir
“Ģey” olamamıĢ insan profilinden daha yüksekteki bir bireyden bahsediyor oluruz. Nietzsche‟nin
anti üst insanı veya evrimsel psikoloji bazında ele alırsak ters-Darwinizm sürecine sahip bir
bireydir bu. Bu bireyin gerçeklik ile hiçbir ilgisi olmayacağından doğanın iĢleyiĢinde bir yeri
olamayacağından emin olabiliriz. Bu bireyi daha fazla konu edinmeye gerek yok.
Ġnsan ve kâinattaki yeri içinde yer almıĢ bu tanımın çağrıĢtırdığı çok kavram mevcut. Bu
dünyada bir yer alıyor olmanın getirileridir burada esas olan. Scheler‟in tanımı Sartre‟ın
fikirleriyle örtüĢmektedir. Varlığın özden önce gelmesi bizi x yapan Ģeyin ta kendisidir. X yerine
herhangi bir sayı, küme, kavram koyabiliyorsak insan da kendini istediği Ģekilde var edebilir
anlamı ile paralellik gösterir. Sartre‟ın Bulantı‟sından yola çıkalım. Antoine Roquentin‟in varoluĢsal
krizi ile dünyaya açık olmanın bağlantısı ne ölçüdedir? Beynimizin odaklanmayı seçtiğimiz Ģeye
odaklanması iĢlerimizi büyük ölçüde kolaylaĢtırır. Örnek olarak dikkat eksikliğine sahip birini
düĢünelim. Sürecin tam zamanlı değerlendirmesi zihninin içinde var olmaz bunun sebebi dikkat
fazlalığıdır. Okunulan kitabın sayfa dokusu, yazı fonu, kokusu, mürekkep lekeleri, vb… detaylar
kitabı anlaĢılmasına engeldir. Odaklanılması gereken yere odaklanılmamıĢtır. Antoine Roquentin‟in
hayata, dünyaya açılmıĢlığının, dikkat fazlalılığının bir yansıması, örneğini düĢünürsek yaĢadığı
“Bulantı”nın kaynağı bu olabilir mi? X gibi davranmak yerine 4x gibi davrananın Bulantı‟vari bir Ģey
yaĢaması mümkün mü?
Belki de Scheler‟e göre davranmanın fazlalığı ya da azlığı önemli değildir. Hudutsuz
ölçüden bahsederken bunları düĢünmüĢ olabilir mi?
Egzistasiyalizme göre insan bu saçma, rastgele evrende kendi yazgısıyla yüzleĢmenin
dramını yaĢamaktadır. Seçimde bulunmanın ağırlığı, “benliğin” dıĢına çıkılamaması varoluĢçuluğu
oluĢturan noktalardandır. X olmanın bedeli olduğu sonucuna varıyorum. Olumsuzluk kümesi
yaratırsak ve bu kümenin içine fizyolojik yaralardan çocukluk travmalarına kadar her Ģey bu
kümenin içinde var olduğunu sayarsak “x olarak davranmanın sonuçları” kümesinden ne ölçüde
ayrılır? Ġnsanın ve onun kainattaki yerinin pesimist bakıĢ açılarıyla tamamen iliĢkilendirmemiz
kendimizi kısıtlamıĢ oluruz.
Kainatın bundaki etkisi büyük. Dünyanın, doğanın kendi içindeki devinimleri de öyle. Bu
devinimler acımasızlığı korkuyu, vahĢeti akla çağrıĢtırabilir ve bu doğaldır. Küçük bir çocuğun
tamamen masumane tavrıyla alıp, koklamak istediği çiçeğin dikeninin sivriliğine maruz kalıp, acı
çekmesi ile dünyanın manyetik çekim kuvveti, doğal afetler, parçalanan meteorlar, leoparın
vahĢice zebrayı avlaması ve insanın edindiği izlenimler birbirinden ayrı değildir. Orta noktada
doğanın insan üzerindeki yoğun etkisi ön plandadır. Masum çocuk doğaya karĢı açık olmasaydı, acı
çekmemiĢ olurdu. Edebiyatta bu durumun örneği ile karĢılaĢılmıĢtır. Görülmemesi gerek Ģeyi
gören kiĢi rahat uyuyamaz. Artık kendi olmaktan çıkmıĢtır. BaĢkahraman seçtiği yolda ilerlerken
kendine zarar verebilir. Tanrıdan veya bir lamba cininden dilekte bulunan kiĢi istediği Ģeyin
düĢündüğü gibi olmadığını anlar. Yatağın altında canavar olmadığından emin olmak için yapılması
gereken ve ayrıca yapılmaması gereken tek Ģey yatağın altına bakmaktır. Çünkü canavarın orda
olma olasılığı bizim için yeterlidir. Genel çizgi de seçim ve onun sonucu iĢlenir. Sonucun ne kadar
kötü olduğu bir muammadır. Bunun için Sartre sorumluluk almanın önemini bu kadar vurgulamıĢ
olmalı.
X olmak tıpkı insan olmak gibi çok Ģeyi beraberinde getiriyor. X gibi davranmak korkuyla
baĢ etmeyi gerektiriyor böylece. Ġnsanın kâinattaki yeri ile korkunun bağdaĢtığını görüyoruz.
Modern korku edebiyatının babası H. P. Lovecraft eserlerinde tam olarak bu durumu güçlü
bir biçimde iĢlemiĢtir. Lovecraft “Kozmik Korku”yu silah olarak kullanır. Devasa dünyadaki
küçücük insan, devasa mitolojik canlılar ve onların etkisinde kalan küçücük insan. Yazarın en
önemli sözü Ģudur: “Korku insanlıktaki en eski ve güçlü duygudur.” Tıpkı insanın açılmıĢ olmasının
ve insan hakkındaki soruların eski oluĢu kadar…
Korku tabii ki de sadece doğa ile sınırlı kalamaz. Ġki insanın birbirleriyle oluĢan
etkileĢimleri muazzam sonuçlara yol açmıĢtır. Bir yapı, toplum, sistem oluĢumları bunun üzerinden
gerçekleĢmiĢtir. Hassas bir dengeye bırakmıĢtır kendini insan. Hobbes‟un dediği gibi, insan
insanın kurdudur.
Scheler‟in tanımı Sartre‟da olduğu gibi Hobbes‟un tanımıyla da bağdaĢıyor. Ġnsanın baĢka
bir insana açık oluĢu bu durumu doğurmuĢtur. Hobbes bu yüzden otoriter bir kavramın
gerekliliğini dile getirmiĢtir. Günümüz insanına bakalım. Ġnsan artık çok farklı yöntemlerle
baĢkasının bir kurdu olabilmektedir. Zamanın ilerleyiĢi ile yeni geliĢmeler bunun sebebidir. Burada
teknoloji önemli bir etken. Günümüz insanı için “açılmasını” karmaĢıklaĢtıran en önemli etken bile
olabilir.
Toplumbilimci Jean Baudrillard simülasyon kuramında buna değinmiĢtir. Simülasyon
kuramının özeti Ģudur: “Birey televizyonda izlediği Sudan‟daki iç çatıĢma haberini tuvalet kağıdı
reklamını izler gibi aynı duyarsızlıkla izler. Haber bittiğinde Sudan‟daki çatıĢma devam etse de
onun için bitmiĢtir. Bireyin yaĢadığı dünya sahte ve yapaydır. Dünyaya açılmak yerine sadece bir
haber kanalı izlemenin sonucu olarak kapanmıĢ oluyoruz. VahĢet bir içeriğin tüketim kültürü ile
birleĢmesi sonucudur yaĢanılan. Aynı platforma indirgenmiĢtir. Dünyaya açılmıĢ olarak davranan
X‟in eylemlerinin geri dönütü aynı zamanda açılamamayı, x olamama durumunu da beraberinde
getiriyor.
Hobbes insan insanın kurdu olduğu için, X baĢka bir X‟i kendi lehine var edebildiği için
devletin gerekliliğinden bahsetmiĢtir. Kaostan kaçınılması için. Devlet veya herhangi bir kurumsal
yapı toplumu düzen altında tutmak için uyguladığı kurallar, sınırlar hudutsuz ölçüye zarar
verebilir. Eğitim sisteminin tek düzeliğinin yaratıcılığa zarar vermesinden hukuksal sürecin
boĢluklarından dolayı insanın düĢtüğü zor durumlara kadar uzanan bir tablo karĢımıza çıkıyor.
Bürokrasinin fazlalığı, toplumsal bilincin yok olması, algı operasyonlar, vb.
Sonuçta insanın dogmatik uykusu da dünyaya karĢı, etken, alıcı durumunu da insan
sağlamakta. Bir taraftan Hobbes‟un egoizmi bir taraftan Locke‟un insanların doğuĢtan iyi oluĢu.
Bir taraftan Kant‟ın buyruksal davranıĢı bir taraftan J. Dewey‟in pragmatizmi… Tamamen zıt
görüĢler olmasa dahi hepsi X‟in yerini alan değer ve kavramlardan ibaret.
Scheler‟in insanına bir daha geri dönecek olursak açılmıĢlığın dünyaya karĢı oluĢundaki
nokta Ģu ki yetersizlik kavramı. X bir sanatçı, mimar, filozof, vb. Hepsinin bir amacı vardır.
AçılmıĢ olmanın getirdiği bir amaç. Ġnsan doğası gereği yanıt bulma ihtiyacındadır. ArayıĢta olma
durumu. Aranılan her Ģeyin X‟i X yapan Ģeylerden bir olma olasılığı. Montaigne‟in Arama
Sevgisi‟nde bahsedilen aĢağı yukarı budur. Amaç bir anlam bulmaktır. Ve anlam da tamamen
atıfsal bir düĢüncedir. Bu yüzden de göreceliğe sahiptir.
Bir bez parçasına anlam yükleyip onun için ölümü riske alan insan topluluğu öte yandan milliyetçi
duygulara uzak birinin bayrağı sadece bayrak olarak görmesi atıfsallığın etkilerinden baĢka bir
Ģey değil. Soru Ģu: Anlamın bir sınırı var mı? Daha doğrusu anlamsal açlığa karĢılık bir “doyum”
gerçekleĢebilir mi? Ġnsan eninde sonunda dünyaya karĢı olan açıklığı bitirebilir mi?
Doğu ve Batı kültürlerini birleĢtiren okulu yüksek bilinç olan son dönem filozoflarından
Alan Watts bir rüya deneyiminden bahseder. KiĢinin bütün bastırılmıĢ isteklerinin tatminleĢtiği
kontrol altında olmayan daha çok Zen Budizm ile bağdaĢtırılabilecek bir deneyimden sonra,
bilinçli bir rüya anlarından sonra eninde sonunda isteyeceğimiz Ģeyin tam Ģu anda bulunduğumuz
yerde olmak olduğunu söylüyor. Yani rüya deneyiminden önceki hali. Her Ģekilde anlamlandırma
kaygısı ve anı yaĢama isteği açığa çıkıyor.
AçılmıĢ olmanın belki de en önemli bileĢenlerinden biridir. Bu yüzdendir ki insan, insan
olduğu sürece buluĢlarda bulunmaya, evreni keĢfetmeye, sanatla iç içe olmaya, zarar vermeye,
yaĢamaya devam edecektir. Sonuçta X her Ģey olabilir. Her eylem de X‟in yerini tutacaktır. Her
Ģekilde.
Umutcan Karataş
Sırrı Yırcalı Anadolu Lisesi
BALĠKESĠR
Derecesi 9
“Adalet, herkese borçlu olunanı ödemektir.”
Platon, Devlet, 331 e
DEVLET, İNSAN VE ETİK
Platon‟un bu alıntısında dikkatimizi iki nokta çekmektedir. Birincisi, ”devlet” kavramının
“borçlu”, yani sorumlu olmasıdır. Ġkinci “nokta” ise “herkese” karĢı sorumlu olmasıdır. Adalet ise
devletin sorumlu olduğu konulardan sadece biridir.
Ġlk noktayı incelemek istersek önce “Devlet” kavramını tanımlamamız gerekir. Devlet ,
filozofların yanında siyaset bilimcilerin de hala tartıĢtığı bir kavram olarak; Aristo‟ya göre
erdemli bir toplumu yetiĢtirmekle yükümlü, sözün sahibi Platon‟a göre filozoflardan oluĢan bir
baĢ, cesur askerlerden oluĢan bir gövde ve iĢçilerden oluĢan ayaklara sahip bir organizma,
Farabi‟ye göre ancak Ģehirlerde amacına ulaĢabilecek, Thomas Hobbes‟a göre insanı doğal
vahĢiliğinden kurtaran adeta “Leviathan” gibi kuvvetli, Karl Marx „a göre iĢçilerin üretim
araçlarını ele geçirmesi ve otoriteyi ele alması sonucu gerçekleĢmesi gereken , Jean Jacque
Rousseau‟ya göre ise halk ve otoritenin bir “toplum sözleĢmesi” imzalaması ile mümkün olan ve
toplumun iyiliği için paternalist bir bakıĢ açısıyla kiĢileri “özgürlük” olan “genel irade” ye
zorlaması gereken, J. Stuart Mill‟e göreyse insanlara geliĢmeleri için adeta bir ağaca yer verir
gibi özgürlük sağlaması gereken yegane kurumdur, otoritedir.
Devletin tanımına yönelik bir felsefe tarihindeki ana görüĢleri uzun ve kısmen sıkıcı tek
bir cümlede açıkladığımıza göre, birinci odak noktasını geçebiliriz. Devletin sorumlu olmasın
sebebi T.Hobbes‟un “Leviathan” benzetmesi gibi bir sürü insandan oluĢan bir dev insan gibi
olması ,yani insanlardan oluĢan insan olmasıdır. Bu Ģekilde “devlet de bir insan gibi etiğe sahip
olmalıdır. Yere düĢmüĢ veya zor durumda ki bir insanı gören kiĢi nasıl sorumluysa zor durumdaki
bir devlete diğer devletlerin bakıĢ açısı da aynı olmalıdır.
“Sorumlu” olan yani etiğe sahip bir devlet ise benim görüĢüme göre iki ana sorumluluğa
sahip olmalıdır. Birincisi sınırlarındaki insanlara karĢı sorumluluktur. Devlet, sınırlarındaki
insanlara Maslow‟un hiyerarĢisindeki sırada fizyolojik, güvenlik, ait olma saygınlık, Kendini
gerçekleĢtirme ihtiyaçlarını karĢılamakla yükümlüdür. Devletin içindeki diğer sorunlar bu
ihtiyaçlarını karĢılayabilen adeta bir “ubermensh” haline gelmiĢ bilinçli vatandaĢlar tarafından
fark edilecek ve düzeltilecektir. Fakat sıraya uyulması çok önemlidir. Çünkü açlıktan ölmek üzere
olan bir insana eğitim vermeye odaklanmak aptallıktır.
Ġkinci nokta ise “herkese” sorumlu olmasıdır, bu da devletin ikinci ana sorumluluğuyla
ilgilidir. Kendi sınırlarındaki insanların temel ihtiyaçlarını karĢılayabildiği zaman devlet “herkese
borçlu olduğu “ Ģekilde sınırları içinde olsun olmasın, bütün insanların ihtiyaçlarını Maslow‟un
hiyerarĢisindeki sırada karĢılamaya çalıĢmalıdır. Ġslam‟da komĢusu açken tok yatan bizden
değildir” bakıĢ açısı bu sorumluluğa güzel bir örnektir.
Çünkü devlet insansa, devletler bir arada bir toplumu oluĢturur ve etik olmak da
toplulukta yardımlaĢmayı zorunlu kılar. Kendi çıkarları için baĢka devletleri küçük parçalara bölen,
petrol gibi kaynaklar uğruna diğer ülkelerin insanlarını katleden devletler toplum içindeki ahlaksız
bir bireyden farksızdır. Bu durumun değiĢimi ise ancak toplumun değiĢimi ile mümkündür. Çünkü
Leviathan onun oluĢturan insanlara benzeyen bir devdir. Eğer toplumun ihtiyaçları karĢılanırsa
kaliteli bireyler yetiĢecek, bu bireyler muhakkak yönetime katılacak ve değiĢimi sağlayacaktır.
Eğer devlet ahlaksızsa; kaliteli bireylerden korkacak, toplumun ihtiyaçlarını karĢılamayarak
değiĢimi durdurmaya çalıĢacaktır. Bu durumda insanları kaliteli bireylere dönüĢtürmek,
ihtiyaçlarını karĢılamak, ahlaklı insanların sorumluluğudur.
Adalet kavramının neden bir “borç” olduğu ve neden “herkese” borç olduğunun açıklamasından
sonra Dostoyevski‟nin bu sözü özet niteliğinde olacaktır.
“Ġnsan, herkese karĢı her Ģeyden sorumludur.”
Fahri Ozan Demirel
Gazi Anadolu Lisesi
ANKARA
Derece 10
“İnsan hudutsuz bir ölçüde dünyaya “açılmış” olarak davranan bir X’tir.”
Max Scheler, İnsan ve Kâinattaki Yeri,
Çev. Takiyettin Mengüşoğlu,
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi,
1947, s. 33.
Bir Bilinmeyen olarak X
Ġnsanın kendi varlığını tanıması ancak Hegel„in öznel ruh tanımının doruk noktası olan
kendilik bilinci ile mümkün olur. Bu noktada kendini tanımanın tümel varlıktan ayrı olarak
gerçekleĢemeyeceği vurgulanmalıdır. Aforizmanın anlaĢılmasında bu Hegelyen yürüyüĢ esas
olmalıdır. BaĢlangıç noktamız x‟in kendisi, yani bilinmeyendir. Öznenin varoluĢu bireysel manada
mümkün değildir. Çünkü özne, ancak baĢka bir özne ile karĢılaĢtığında kendisini dıĢ dünyadan
ayırabilir. Bu durumda x kendisinin farkında olmayan öznedir. Yani x kendisinin var olduğunu
ancak baĢka bir nesne ile karĢılaĢtığında bilebilir ki bu nesne x gibi bir bilinç olursa, bilincinin
bilincinde olma haline ulaĢılabilir. Buradan yapacağımız çıkarım Ģu olmalıdır. Öznenin x olması, yani
bilinmeyen olması bireysel olmasıyla tutarlıdır. Hareketle gideceğimiz nokta ise “Hudutsuzluk” ve
“açılmıĢlık” kavramlarıdır. Hudut burada dünyaya, yani varoluĢa gönderme yapmaz. Çünkü Ģüphesiz
varlık sınırlı ve sonludur. Bu durumda Hudutsuzluk özneye gönderme yapar çünkü ancak özne
tarafından sağlanabilir. Varlık ancak özne olduğu zaman ifade bulabilir. “AçılmıĢ” kavramını
incelemek gerekirse bu x‟in ifade edilmesi, dıĢsallaĢması, maddi varlıkta cisimleĢmesi ve sosyo –
kültürel yapı oluĢturacak Ģekilde toplumsallaĢmasıdır. Aforizma içerisinde Scheler bir kelime
oyununa giderek bilinmeyen (kendisini ve çevresini) özneyle (x), açılmıĢ kendilik bilincine varmıĢ
özne arasıntaki tezatı vurguluyor. Aforizmanın özü hakkında bir ipucu tam bu noktada yatıyor.
Eğer x bilinçli olduğunun bilincinde olsaydı x olmazdı, bilinen ve bilen olurdu. Ancak x‟in açılmıĢ
olması onun kendilik bilincine ulaĢtığını gösterir. Bunun için sunduğu kanıt ta varlığın hudutsuz bir
Ģekilde ifade bulan zihni bir malzemeye dönüĢmüĢ olmasıdır. Bu açık bir çeliĢkidir ve çıkmanın
yolu baĢta belirttiğim üzere bir tümel, bir üst bilinç icadıdır. Burada Hegel‟in görüĢlerine
dönerek üst bilinci “Mutlak” diye ifade edebiliriz. Bu noktada aforizmaya dayalı insan tanımına
bir açıklık getirmeliyiz. Ġnsan yani özne kendilik bilincine ulaĢmıĢ Ģekilde var olur. Bunun kanıtı
zihin bilgisinin dünya hudutlarından bağımsız, sınırsız bir tezahür içinde olmasıdır. Dünyaya
açılmıĢ yani kendisine benzeyen diğer nesne ve öznelerle bağlantı içine geçmiĢ olması kendilik
bilincine sahip olmasıyla tutarlıdır. Tanımdan hareketle karĢımıza çıkan soru Ģudur. “Neden hala x
var?” x kendilik bilincine ulaĢmıĢsa nasıl hala bilinmezlik içinde olabilir? Bu bize x‟in kaçınılmaz bir
Ģekilde hala en üst bilinç düzeyine sahip olmadığını gösterir. X‟in tam anlamıyla bir özne olması
ancak diyalektik yürüyüĢünün sonunda tek ve gerçek özne olan Mutlak‟ın zihinsel tezahürü ile
varolur ki bu üst bilincin varlığı Hegel‟in söylediği gibi değiĢimi ifade eder. Bu da varlığın
hudutsuz olmasıyla tutarlıdır. Çünkü değiĢen Ģeye hudut çizilemez. Anlatılanın netleĢtirilmesi ve
tezin iyice anlaĢılması gerekirse bir örnek bu açıdan etkili olacaktır. Doğada yalnız bulunan varlık
x‟tir. Bu varlık nesne ile karĢılaĢırsa kendini dıĢ dünyadan ayırır. Bunun ardından x kendisi gibi
baĢka bir özne ile karĢılaĢırsa bu sefer bilincinin bilincine varır ve kendisine isim koyar. Bu
noktaya kadar olan her Ģey x‟in “açılmıĢ” duruma gelmesi ile ilgilidir. X kendisini tanımlasa da hala
en üst bilinç düzeyine ulaĢamamıĢtır. Çünkü tanımları geçici ve özneldir. Zihnin sınırsızlığı içinde
yitip gidecektir. X‟in bilinmeyen olmayı bırakıp, gerçek bir özne olması ancak bir üst bilinç
düzeyine geçmesi ile mümkündür. X‟in kendi varlığını tam anlamıyla kavraması ancak üst bilinç
düzeyinin göstergesidir. Çünkü biz kendimizi olumsal ve tikel parçalar halinde kavrarız. Bu
kavrayıĢ bizi zihnin hudut çizilemez değiĢimler ürettiği ve kendini varlığın özü olarak anladığı
teolojik bir ifade ile tanrı koltuğuna oturtacaktır.