KIBRISLI TÜRKLER

36

Transcript of KIBRISLI TÜRKLER

Sayı: 5 Yıl : 2www.ded.org.tr

[email protected]

Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği Çorum Şubesi Adına Sahibi

Turhan CANDAN

Genel Yayın YönetmeniHatice ATMACA

Sorumlu Yazı İşleri MüdürüSümeyra ÇAĞDAŞ

EditörSalih KARSLIOĞLU

Yayın KuruluYasir AHISKALI

Nergihan YEŞİLYURTCumhur BULUT

Kemal BAŞYasin KEÇECİ

TasarımNokta Ajans

Yavruturna Mahallesi Kulaksız SokakNo:10/17 ÇORUM

Tel: 0.364 225 47 [email protected]

TÜRKİYE DİL ve EDEBİYAT DERNEĞİÇORUM ŞUBESİ

Azap Ahmet Sokak Numara:37/[email protected]

Yazılarınız için bizimle irtibata geçebilirsiniz.

4689

10121415

“O”İbrahim EYİBİLİR

İki Kadın Tek KederSümeyra ÇAĞDAŞ

AforizmalarYasir AHISKALIYalnızlığımHalit YILDIRIM

Türkiyelilik RuhuMevlüt UYANIK

DaşdibiCemile KIPÇAK

Bu da BöyledirAlparslan ONBAŞI

Küllerimi YokladımSultan DİKMEN

171820 22

242526272829303233

Geçmiş ZamanMustafa Uğur BAŞER

Kıbrıslı TürklerOsman ERCİYAS

Uzaktan SevmekHatice ATMACA Rüzgarını Kaybeden Çocuk

Fatma Çağdaş BÖREKÇİ

Aile Okul ve Medyanın Gençlik Üzerindeki EtkileriKemal BAŞ

Birleşmiş Milletler - İstanbulİsmail ADANIR

TesbihMuhammet KİRAZ

Bir Meleğe ŞiirNurbanu Atmaca

Susmak, Sabır ve KaybedişTaner SARITAŞ

GüneşSeda MESCİ

Astra-Ultra Seyahatler ve EfkarMustafa SAKA

Nisan ve İnsanEsma Nur SEÇKİN

Türkiye Dil ve Edebiyat DerneğiÇorum Şube Faaliyetleri

içindekiler

ön söz

Turhan CandanTürkiye Dil ve Edebiyat Derneği

Çorum Şube Başkanı

İlkbaharın yoğun yağmurlu geçen günlerinin ardından aniden sıcak yaz günleri geliverdi. Bir

anlamda hayatın gidişatını özetleyen mevsim hâlleri birbirini kovalarken; bir yandan çok kıymetli kalem

sahiplerimizi son yolculuğuna uğurluyoruz, bir yandan da yeni yetişen kalemlerin umuduyla yolumuza

devam ediyoruz.

Haziran ayı içerisinde Türk Edebiyatımızın çok önemli isimlerinden Şair-Yazar Abdurrahim KARAKOÇ

Hakk’ın rahmetine kavuştu. Rahmetli KARAKOÇ’un Beşinci Mevsim şiirindeki “Savurdum, eledim, seçtim

zamanı /Yaprak, yaprak tel tel açtım zamanı / Haftada üç asır geçtim zamanı / Nerye gittimse zamansız

vardım.” dörtlüğüyle birlikte biz de Edebiyat Bültenimizin beşinci sayısını sizlerle buluşturmanın anlamlı

olacağını düşündük.

Yine Merhum Şairimizin “Anadolu Sevgisi” başlıklı şiirinden bir dörtlüğü burada söylemek güzel olacak.

“Sen bizim dağları bilmezsin gülüm / Hele boz dumanlar çekilsin de gör / Her haftası bayram, her

günü düğün / Hele yaylalara çıkılsın da gör.” Bu mısraların söylenmesine vesile olan Anadolumuz, Türk

Edebiyatımıza her daim ilham olmuştur ve olacaktır da. Bunun yanı sıra Anadolumuz, edebiyatımız için

ev sahipliği görevi de üstlenmiştir ve üstlenmeye devam etmektedir.

Bizler, Anadolu’da yayın hayatına devam eden bir Edebiyat Bülteni olarak yeniden okurumuzla

buluşmaktan mutluluk duyuyoruz. Şair ve Yazarımız Abdurrahim KARAKOÇ’a Allah’tan rahmet,

yakınlarına güzel bir sabır dilerken; sıcak yaz günlerinde Edebiyat Bültenimizin okurlarımızın gönüllerine

bir ferahlık olmasını umuyoruz.

Aynada kendine yeniden baktı. Saçlarında başörtüsünden kalan gereksiz dalgalanma izini fırçayla düzeltmeye çalıştı. Beğenmedi. Bir kuaföre gitmeli diye düşündü. Herhangi bir zamanda iki görevlimiz sizi evinizde ziyaret edebilir demişlerdi. Komşusu Fatma Teyze’nin torunu da oraya girmişti. Pek bi övünerek anlatmıştı Kâmil’i. Yıllarca kurslara göndermişlerdi. Oğlunun tek maaşıyla taksitleri ne zorluklarla ödemişlerdi. Kurs deyince de sıkı sıkı tembihlemişti, oğlunun onların hoşlanmadığı kursa gitmesi değil oradan görüştüğü konuştuğu birilerinin olmasının bile sakıncası varmış. Akşam kocasına kimlik kartına başı açık resminin yapıştırılarak yenilenmesini söylerken Salih’i de karşısına alıp Fatma Teyze’nin dediklerini söylemeliydi. Saçlarını eliyle arkaya toplayıp doğallığını denedi. Bu seferde şakaklarının üstündeki beyazlık gözüne battı. Evet, bir kuaföre gitmeliydi. Abartılı olmayan, beyazları kapatacak kadar bir boya fena olmazdı. Aynadaki yansımasında saçlarını süzmekten vazgeçtiğinde gözlerine yakalandı. Bu mahcubiyet, bu suçlama, bu yüzleşme toplanıp saklanmalı idi. Evde Arapça yazılı levha, kitap ne varsa kaldırılıp itina ile saklanmış ya da dostlara geçici bir süre için emanet edilmişti. Başörtüsü uzun etek ortalıktan kaldırılmıştı. Babasının Hicaz’dan getirdiği Kur’an’ı elbise dolabının en dibine koyarken, bir de bu bakışları içinin en tenhasına atarken zorlanmıştı.

Analığını koydu tüm mahcupluğunun önüne. Oğlunun istikbali için yapıyordu her şeyi. Yan komşusu Hatice Abla’ya oğlanın işi olana kadar bir daha ev okumalarına gelemeyeceğini söylerken de söylemişti. Tek maaşlı bir adamla çocuğumuza ne bırakabiliriz miras demişti. Çocuk buraya girerse iyi bir hayatı olur, kurtulur, bizim çektiğimiz sıkıntıları çekmez diye sözlerini tamamlamıştı. Hatice Abla’sı her şeye ağlardı. Oğlunu da kendi çocuğu gibi severdi. Bu sefer de oğlu adına sevinçten olsa gerek yine yaşlar süzülüvermişti yanaklarından. Allah zihin açıklığı versin diye başlayan gözyaşıyla ıslanmış bir dua da eklemişti.

Gözlerinden kurtulup yanaklarına doğru kaydı bakışları. Her kadın kadar da olsa makyaj yapılmaz mıydı? Güzel kadındı. En son allı kırmızılı makyajı gelinliği üstündeyken yapılmıştı. Beş

vakit namaz arasına ne kadar sığarsa o sadelikte dikkat ederdi kendine. Abartısız bir allık, hafif bir ruj, yapılmış saçların altında iyi olur diye düşündü. Farkında olmadan eli yine fırçaya gitti. Bu sefer amaçsız taramaya başladı. Oğluna dair daldığı düşlerin peşinden tarıyordu saçlarını. Yıllardır başından indirmediği başörtüsünün izine aldırmadan farkında olmadan. Evin içinde çın çın öten kapı zili uzaktan gelen bir ses gibi düşlerinin ortasındaki yansımayı uyandırdı. Alelacele başına bir yazma aldı. Hatice Abla’nın oğlu Serkan’dı. Elinde hüve yazan tabloyla duruyordu.

İyidir benim arkadaşım. O çelik zırhın arkasında öyle durduğuna bakmayın. Aynı apartmanda büyüdük. Aynı okula aynı sınıfa gittik. O hep en iyisiydi. Ve ben onun sınıftaki en yakın arkadaşıydım. Dedim ya iyidir benim arkadaşım. Beni ne oyunda ne derste yalnız bırakmazdı. Ortaokulda sınavlara girdi, en iyi okulu kazandı. Hem benim hem mahallenin gururu oldu. Onu ziyarete giderdik hep beraber. Ziyaret günleri Sema Abla bir başka mahzun olurdu. Ben onun bu mahzunluğunu oğlunu görmenin heyecanına yorardım. Başını mahallede olduğu gibi bağlamaz çenesinin altından hafifçe iliştirirdi. Annem evde tembihlemese gözlerimi alamazdım bu yeni şekilden. Oranın kapısına varana dek hiç konuşmaz başını yasladığı araba camından dışarıyı izlerdi. Gözyaşlarını gördüğümden beri o sahnede başımı çevirir oldum. Ziyaretçiler için ayrılan o bölmeye girer başının altında zaten iğreti duran düğümü çözerdi, başından sıyrılan örtünün altında gözleri düğümlenirdi yeniden gözyaşlarıyla.

Salih geldiğinde hepsi biterdi. Gözler silinmiş, özenle taranmış saçların altında, hafif makyaj, dudaklarda kırılgan bir tebessüm, Salih beklenirdi.

Pırıl pırıl parlayan zırhıyla Salih göründü mü bambaşka olurdu Sema Abla. Kanatlanır uçar oğlunun yanağına konardı. Kucaklaşmalar koklaşmalar okul bitene kadar devam etmiştir. Ben sonraları gidemedim. Üniversiteye gidemeyeceğim anlaşılınca babam askere gönderdi beni. Gelince bi iş kurduk.

“O”İbrahim EYİBİLİR

Pırıl pırıl parlayan zırhıyla Salih göründü mü bambaşka olurdu Sema Abla. Kanatlanır uçar oğlunun yanağına konardı. Kucaklaşmalar koklaşmalar okul bitene kadar devam etmiştir. Ben sonraları gidemedim. Ben sonraları gidemedim.

edebiyat

TÜRKİYE DİL ve EDEBİYAT DERNEĞİ ÇORUM ŞUBESİ4 öykü

Önce marangozluk diye başladık sonra plastik doğramaya yöneldik. Piyasa ne gerektiriyorsa yapıyoruz. Annem babam görmüşler, mahallemizden Gülay. Evlendik. Düğünüme gelemedi. Kırılmadım. İzin vermemişler. Sonradan mevlitli Kur’an’lı düğüne gelemeyeceği usulünce anlatılınca da kırılmadım. Sema Abla düğünden sonra evimize gelip gönlümüzü almak için neler yapmadı ki.

Okulu bitirdi. O okulu bitirene kadar biz çoluk çocuğa karışmıştık. Benimkiler neredeyse okula başlayacaktı, düğün davetiyesi elimize ulaştı. Davetiyenin altındaki küçük bir not hepimizin canını sıkmaya yetti. Düğüne katılacaklar için hazırlanan giyim şartları annemin ve hanımın düğüne katılmasını engelliyordu. Bizim Salih’le arkadaşlığımız çocukluktan. Böyle şeylere pek takılmıyorum. Bu annemin çok gücüne gitti. Sanki oğlunun düğününe alınmamıştı. Düğününe, okul günlerinde ziyaretine nasıl gittiysek öyle gittik. Sema Abla yine cam kenarında ama bu sefer gözleri ışıl ışıl başörtüsü yapılmış saçların şeklini gösterecek kadar iğreti duruyor. Dudaklarında sevinç karışmış mağrur bir kıvrım. Aslında düğün hediyesi olarak yıllar önce Sema Abla’nın babadan yadigâr kalan, bize emanet bıraktığı tabloyu götürecektim. Emanet yükü de sırtımdan zarifçe gidecekti. Olmadı. Annemle bizimkini birleştirip bir paket yaptık verdik. Sırtımdakini vermeyi yine ertelemek zorunda kaldım.

Gümüşi bir parlaklık aynı tondaki son model arabaya doğru ilerledi. Zırhını yeni parlatmıştı. Önceki zırhı da güzeldi ancak bu yenisi daha bir güzel duruyordu üstünde. Göstergeleri kontrol etti. Zırhı yenileyince arabayı da yenilemişti. Her şeyi bambaşka idi bu yeni modellerin, keyifle bir kez daha süzdü. Saklama gözüne

gelince biraz canı sıkıldı. Şimdi bu en pahalı içkiyi Serkan’a nasıl anlatmalı? O benim kadim dostum o anlamasa kim anlar? Saatine baktı, neredeyse gelirdi. Ne zaman canı sıkılsa Serkan’la burada buluşurlardı. Ne kendisinin mahalleye gitmeye vakti vardı ne de Serkan’ın onun yanına gelmeye durumu.

Düğünden sonra hanımlar da görüşemeyince bu deniz kenarını keşfetmişlerdi. Saatine baktı. Birazdan burada olurdu. Arkadaşı karşıdan görünmüştü, tebessüm ve selamdan sonra elindeki paket dikkatini çekti. Parlak bir kâğıtla paket yapılmış,

hediyeye benziyordu. Serkan elinde her zaman ikramlıklarla gelirdi de böyle cici paketler ondan uzak şeylerdi. Serkan uzun uzun hikâyesini anlatacaktı ama görünce hatırlar diye arkadaşına verdi. Hediye almaya kendini şartlandırmışken arkadaşının bu senin emanetin bendeydi sana getirdim demesiyle merakı biraz daha artmıştı. Hediyenin parlak kâğıdını alelacele açmaya çalışırken arkadaşının gıptayla hediyelik kâğıttan daha ışıltılı duran zırhını süzdüğünü fark etti. Tebrik ve hayırlı olsun arasında hediyesini açtı. Çerçevelenmiş bir geçmiş zaman hüznü kendine bakmakta idi. Unutmuştu. Annesi dedesinden miras bu hüve tablosunu zırhın haberi gelmeden az önce komşularına emanet bırakmıştı. Emaneti yeni arabasının gözüne koyarken pahalı içki görünmüştü. Arkadaşı bir şey sormadı ama yine de kendince kısa bir açıklama yaptı. Bu zırhın daha kalıcı ve kavi olması için gerekliydi. Yoksa fırsat

buldukça cumaya gittiğini evde kaza kıldığını arkadaşına diye kendine mırıldandı. Bunları anlatırken açık kalan eşya gözünde, pahalı içkinin üzerine konan tablonun camında bir yansıma belirdi. Bembeyaz saçarlını fildişi tarakla tarıyor, yıllar önce yitirdiği izi saçlarında arıyordu.

edebiyat

EDEBİYAT BÜLTENİ 5öykü

TÜRKİYE DİL ve EDEBİYAT DERNEĞİ ÇORUM ŞUBESİ6

edebiyat

deneme

Bir gün bir kadın çıkar karşınıza ve sizi yeniden doğurur. Bu cümleyi ilk kez duymak veya okumak insanın aklına bir erkek tarafından bir kadın için, özellikle âşık olunan bir kadın için söylenmiş veya yazılmış fikrini getirmesi muhtemeldir, fakat iş böyle değil. Bu cümle bir kadın tarafından yazıldı. Benim tarafımdan ve bir kadına yazıldı. Dünyanın en iyi yürekli insanına, en hayırlı kadınına… Ki o benim için bir aşktır.

Özlem’le aynı evde yaşamaya başladığımızda ben on yedi yaşımın başındaydım, o ise on sekiz yaşının sonundaydı. Ağabeyimin eşi olarak katıldı hayatımıza ve yüreklerimizin biriciği oldu ilerleyen günlerde. Benim değil sadece, tüm ailemizin çok sevdiği birisi oldu ve hep çok sevdiğimiz birisi olacak. Özlem, şimdi kanser tedavisi görüyor. Canımdan can gidiyor, canımızdan can gidiyor. Onu hep çok sevmiştim, sevmiştik zaten ve hep seveceğim, seveceğiz. Fakat bir şeyi daha iyi anladım ve anladık ki Özlem, ailemizin içine öyle sinmiş, en derinlerimizi öyle kuşatmış ki onsuz bir yaşamı

düşünmek dahi çok korkunç. Bu gerçekle karşı karşıya gelmek beni yerle bir etti, bizi yerle yeksan eyledi. Özlem, ailemizin direği olmuş âdeta. Bu yüzden aksi bir şeyler düşünmek bile istemiyorum.

B ü y ü k bir ailemiz var, şükür ki. Anneannemin altı çocuğundan on sekiz torunu olmuş ve bu on sekiz torunun da

altı tane ç o c u ğ u var. Aile o l a r a k acı tatlı b i r sürü olaya şahit olduk. Kalabalık aile olmanın iyi yönlerini yaşarken, kederlerin çoğalması bakımından olumsuz taraflarını da yaşadık. İyi kötü, elimizden geldiğince bugüne kadar birbirimize destek olmaya çalıştık, fakat Özlem’imin hastalığı başka oldu, hiçbir kederime benzemedi. Vücudundaki kötü hücreler tarafından kuşatılmış bölge alınıp doktoru tarafından hayati tehlikesinin kalmadığı açıklanınca da yaşadığım sevinç, bugüne kadar yaşadığım hiçbir sevincime benzemedi.

Aklına kötü bir düşüncenin, kalbine çirkin bir hissin gelmesi; elinden kötü bir işin çıkması, dilinden çirkin bir sözün dökülmesi mümkün olmayan Özlem’imin bedenindeki kötü hücreler de neyin nesiydi? Bu süreçte anladım ki ben bir “hiç”im. İnsan gerçekten hiç’liğini kabul etmek durumunda olmalı. Gözümün önünde her gün gördüğüm, canımın içi dostumun vücuduna kötü hücreler girmişti, buna engel olamamıştım, gücüm yetmemişti. Ayağa dahi kalkacak hâlim kalmamıştı ilk günler. Ama zorla ayakta duruyordum, Özlem’imin ve çocuklarımızın bana ihtiyacı vardı. Yavaş yavaş kendi hiç’liğime teslim oldum, fakat iyi oluşumun asıl sebebi yine Özlem, her zamanki gibi inancıyla bana ve bize güç veriyor.

Ablamın ifadesiyle Özlem bir melek… Yeryüzüne, bize gönderilmiş bir melek… Annesi Döne Yenge ve babası Yılmaz Amca’nın aracılığıyla bize ve insanlığa gönderilmiş bir melek… Onun için herkesten dua istiyorum. Şu ana kadar yazdıklarımı da garipsemeyin. Öyle onunla doluyum ki, Özlem aylardır öyle içimde ki… Bu yüzden, bu yazıyı kaleme almak istedim.

Sözlerimin başında da belirttiğim gibi Özlem, beni annemden sonra doğuran ikinci kadındır. Yollarımızın buluştuğu günden beri bana hep hayat vermiştir, neşe

İki Kadın Tek KederSümeyra ÇAĞDAŞ

Bu nasıl bir güzel yaratılış bilmiyorum. Gerçekten onda Rabbimizin nuru dolu… On üç yıllık beraber yaşamımızda nasıl hep hanımefendi kaldıysa, tüm fiziksel acılarına rağmen hanımefendiliğini hiç bozmuyor. Onun güzel tabiatı karşısında hep ezildiğimi hissetmişimdir ve şimdi kendimi tamamen sıfırlamak istiyorum bu güzellik karşısında. Yok olmak ve Özlem olmak, hayata Özlem olarak devam etmek istiyorum.

Genç Kalemler

EDEBİYAT BÜLTENİ 7

edebiyat

kaynağı olmuştur, pes ettiğimde beni yüreklendirmiştir. İlk kanser teşhisini duyduğumda yeryüzünde yapayalnız kaldığımı hissettim. Özlem benim için yengeden, kardeşten bile öte bir kan oldu. Beni bana bağladı. Teşhisi duyduğum an kendimi yitirmişim gibi hissettim. Kur’an-ı Kerim’de tasvir edilen kıyamet sahneleri geldi gözümün önüne. Yeryüzü sanki düz bir arazi olmuş gibiydi. Hani annelerin çocuklarını terk edeceği bir kıyamet, işte öyle bir hâldeydim, Özlem’im beni terk mi ediyordu? Böyle bir şey olamazdı ki, bu dünya üzerinde beni son bile değil, asla terk etmeyecek biriydi Özlem. Düşünceler beynimin çeperlerini kemiriyordu sanki. Hayatım boyunca unutamayacağım anlardan birisidir. O aralar elimde Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanı var. Romanın başkahramanı olan ve anne-babasını küçük yaşta kaybeden Mümtaz, onu büyüten yengesi için “ben bir bahar dalının gölgesinde büyüdüm.”diyordu. Yürek dilimde bu cümle bir zikre dönüşmüştü.

Rabbimin bugünkü gününe şükür… Şu an tedavisi devam ediyor. Kemoterapi sürecinde… Bu yazıyı yazmadan birkaç gün önce Özlem’im Ankara’da kemoterapi aldı. Şu an hâlsiz bir vaziyette… İlacı aldıktan sonraki ilk günlerde böyle oluyor. Bazen kusuyor da. Ben Özlem’i bilirim, o birisinin kusmasına hiç dayanamaz, hatta çocuklarının bile, ender sabredemediği meselelerdendir. Bu yüzden kendisi kustuğunda da kimsenin başına gelmesini istemezdi, ben zorla gider tutardım onu. Şimdi bu konuyu hiç konuşmadık, ama benim aklıma geldikçe zihnim darmadağın oluyor.

Canım yanıyor.

Bu nasıl bir güzel yaratılış bilmiyorum. Gerçekten onda Rabbimizin nuru dolu… On üç yıllık beraber

yaşamımızda nasıl hep hanımefendi kaldıysa, tüm fiziksel acılarına rağmen hanımefendiliğini hiç bozmuyor. Onun

güzel tabiatı karşısında hep ezildiğimi hissetmişimdir ve şimdi kendimi tamamen sıfırlamak istiyorum bu güzellik karşısında. Yok olmak ve Özlem olmak, hayata Özlem

olarak devam etmek istiyorum.

Ona hep derim ki:

“Özlem, o kadar iyisin ki, tertemiz bir ayna gibi aydınlık ve parlaksın. Ben sana bu yüzden baktıkça bir garip oluyorum. Çünkü senin iyilik dolu aydınlık ve parlaklığında kendi kötülüğümü görüyorum.”

Sözüme güler, Rabbimin ben yine ona aynı sözleri söyleyeceğim ve o yine gülecek.

Onunla biz, sevinç ve hüzün adına çok şey paylaştık. Çok güldük de… Esprilerimi çok sever. Hastalık sürecinde birlikte üç kez ameliyat geçirdi. Uzunca süre dikişleri canını acıttı. Gülmelerimizi yavaşlatmak zorunda kaldık. Esprilerim bile canını acıtıyordu, gülemiyordu. Şimdi dikişleri iyileşti büyük oranda. İnşallah daha da iyi olacak. Buna yürekten inanıyorum. Her şey çok daha güzel olacak. Onunla yine şen kahkahalar atacağız.

Yeğenlerim Bilge ve Çağrı… Şu sürede benim en büyük tesellim onlar. Onların yanında hep iyi olmaya çalışıyorum. Bana öyle güç veriyorlar ki, anlatabileceğim bir şey değil bu durum. Onlar Özlem’in bana ve bize emanetleri… İyi ki varlar, Rabbim iyi ki bu çocukları bize nasip etmiş.

Ona dair ne söylesem yetmeyecek, biliyorum. Hep dua ediyorum ve dua ediyoruz. O, benim ondan ayrılacağım günün hüznünü yaşar. “Sen gidince…” diye başlar söze. Onu hiç anlayamamışım. Şimdi anlıyorum, bu yoldaşlığı yitirmek ne büyük bir eziyet verirmiş bize. Özlem’im şimdi ben sana söylüyorum. Ne olur beni bırakıp gitme. Ne olur hayata sımsıkı tutun. Ne olur bizi bırakma, çocuklarını bırakma, anneni babanı bırakma, eşini bırakma ve her şeyden önemlisi kendini bırakma, kendine sımsıkı tutun. Sen bir şifasın, kendine de bizlere de hayata da. Senin hayata daha katacağın onca güzellik varken…

Rabbim Özlem’imi bana bağışla, çocuklarına, anne babasına, aileme ve ailesine. Ve yine her şeyden çok daha önemlisi onu kendine, gençliğine bağışla.

deneme

kar ve kan sen dediğim anların müdavimleri

bu yol senindir gidecekken sen bu telaş neden, bu ağrı

yok olanlar sebeplerini kendileri üretirben bu yüreği aldığımda yoktu lekesi içinde bir bengisu bir bahar bir yunus

kan dedin sen ellerin cinayetiyle övünen bir katilkar dedim ben zıpkın yemiş gövdem maktul

kim kimi öldürdübu düşen ben değilsem güneş miydi neydişarkı mıydım neydim turna mıydım neydimacının kendisi miydim neydim

şimdilerde içim eğreti bir kahrın mahallidir kana buladım bir kaç turna sürüsünü, bir kaç yaşamı onlar ki her gecesine sarınarak kentin bir yoksunluğu türetirler

bunca kırık dökük kan lekesi varken içimde deme bana bu kar ve kan kimin eseri

ben asiliğimi gri bir şehrin ankâsına havale ettim topuklarında çetindir esaretimgayrı kar yoktur lügatimde sözlerimi astığımdan beri içimindiğer yarısı dediğimin sükunetine sessizliği duymayı da öğrendim içi dolu dizgin kan rengi

yorgun kalbim sen yitirilmiş bir savaşın esaret müptelası bu saatler yelkovanları taşıyamayalı çok oldu süvarilerin çoktan gittiler kulelerin düşeli epey oldu kalelerin nicedir darmadağın şimdilerde birer müstemleke kahırların

AforizmalarYasir AHISKALI

DİL ve EDEBİYAT DERNEĞİ ÇORUM ŞUBESİ8 şiir

edebiyat

kar ve kan sen dediğim anların müdavimleri

bu yol senindir gidecekken sen bu telaş neden, bu ağrı

yok olanlar sebeplerini kendileri üretirben bu yüreği aldığımda yoktu lekesi içinde bir bengisu bir bahar bir yunus

kan dedin sen ellerin cinayetiyle övünen bir katilkar dedim ben zıpkın yemiş gövdem maktul

kim kimi öldürdübu düşen ben değilsem güneş miydi neydişarkı mıydım neydim turna mıydım neydimacının kendisi miydim neydim

şimdilerde içim eğreti bir kahrın mahallidir kana buladım bir kaç turna sürüsünü, bir kaç yaşamı onlar ki her gecesine sarınarak kentin bir yoksunluğu türetirler

bunca kırık dökük kan lekesi varken içimde deme bana bu kar ve kan kimin eseri

ben asiliğimi gri bir şehrin ankâsına havale ettim topuklarında çetindir esaretimgayrı kar yoktur lügatimde sözlerimi astığımdan beri içimindiğer yarısı dediğimin sükunetine sessizliği duymayı da öğrendim içi dolu dizgin kan rengi

yorgun kalbim sen yitirilmiş bir savaşın esaret müptelası bu saatler yelkovanları taşıyamayalı çok oldu süvarilerin çoktan gittiler kulelerin düşeli epey oldu kalelerin nicedir darmadağın şimdilerde birer müstemleke kahırların

Ruhumun kıyılarını dövüyorAkşam renkli simsiyah dalgalar

Yalnızlığımın hüznüne beste yapıyorBenim gibi bağrı yanık rüzgârlar

Çığlık çığlığa gülüyor halimeGülüyor arsız arsız martılar

Ruhumun kıyılarında Martılar

RüzgârlarDalgalar

Yalnızlığım tıpkı deniz gibi enginDalgalar gibi köpük köpük, hazin

Rüzgârlar gibi uğultuluMartılar gibi arsız

Ve dahası Geceler gibi umarsız

Yalnızlığım engin deniz gibiDeli dalgalar gibiAsi rüzgârlar gibiArsız martılar gibi

Bitmeyen geceler gibi

Denizin bağrında kıpkızıl doğan güneşTıpkı ağlayan gözlerim gibi matemli

Sular çekilmiş gibi kıyılarımdanDeniz kabukları dolmuş sağa sola

Hangisinin içinde sırlı bir mektup varHangisinin içinde bir haber saklı kim bilir?

Koşsam kumlara batıyor ayaklarım

Dursam beni çekmiyor dizlerimMartıların seslerinde

Rüzgârların uğultusundaBir ismi sayıklarım

Sıtma tutmuş bir hasta misali kabarır yüreğimTıpkı kabaran deniz gibi

Dalga dalgaKöpük köpük

Çığlık çığlık kabarır

Yalnızlığım büyür gitgideUçsuz bucaksız deniz gibi

Coşan deli dolu dalgalar gibiBencileyin feryat eden rüzgârlar gibi

Çığlık çığlık martılar gibi BüyürBüyür

Büyür…

Sonunda beni de alır içineAtar dalgalara

Katar rüzgârlaraÇatar martılara

Yürür mazideki anılaraYürürYürür Yürür

YalnızlığımHalit YILDIRIM

edebiyat

EDEBİYAT BÜLTENİ 9şiir

Türkiyelilik RuhuMevlüt Uyanık

edebiyat

TÜRKİYE DİL ve EDEBİYAT DERNEĞİ ÇORUM ŞUBESİ10 makale

Başbakan Erdoğan, Çanakkale’nin Cumhuriyete giden yolun adeta başlangıç noktası olduğunu söyledi. Erdoğan, “Çanakkale, etnik kökenlerine, dillerine, inançlarına bakılmaksızın, bu topraklar üzerinde yaşayan herkesi bir yaptı, beraber yaptı, birbirine kardeş eyledi. Çanakkale işte bunun için son derece önemli. Çanakkale’yi anlamak, Türkiye’yi anlamaktır. Çanakkale’deki ruhu anlamak, Türkiyelilik ruhunu anlamaktır. Çanakkale’deki birliği, beraberliği, kardeşliği anlamak, Türkiye’nin yoğrulduğu o kardeşlik hamurunu anlamaktır” dedi. (Bugün: 08.06.2012)

Bu kavramı resmi olarak ilk önce eski Başbakanlardan Sayın Tansu Çiller kullandı. (02.01.1995) Onun ardından Sayın Erdoğan birkaç kez kullandı. Üzerinde çok sert tartışmalar yapılan kavram, Başbakan tarafından Çanakkale ruhuyla özdeş kılındı. Dünyada beş bin etnik grup, altı yüz konuşulan dil ama yaklaşık iki yüz devlet olduğu göz önüne alınırsa, Osmanlı siyasal ve kültürel birikimi üzerine kurulu Türkiye Cumhuriyeti’ndeki etnik yapılar ve kültür gruplarını düşündüğümüz zaman Yeni Anayasa yazımında en çok tartışılacak hususlardan birisi de kimlik sorunu olacak gibi gözüküyor. Bu nedenle son açıklama vesilesiyle bu kavramsallaştırmayı hatırlatmak istiyoruz.

Kimlik Sorunu

Evet, bir kriz içinde bulunuyoruz ve bunu bir kültür krizi, bir kimlik sorunu olarak yaşıyoruz. Evrensel tarih içindeki yerimizi ve hangi uygarlığa mensup olduğumuzu, kendi kendimizi ikna edecek ölçüde ortaya koymuş değiliz. Gözlerimizi geçmişe çeviriyoruz ve tarihimizle hesaplaşmaya çalışıyoruz. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana Anadolu’da bireylerin kimlik ve kişilik krizlerini halletmekte zorluk çektiği bilinen bir husustur. Bu bağlamda Batı düşüncesinde Aydınlanma felsefesi ile başlayan ve Fransız İhtilali ile zirvesine ulaşan “Kimlik-Tarih” tartışmaları ve Batı medeniyetinin küresel olma iddiası karşısında Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde başlayan arayışlarda Yusuf Akçura’nın Üç Tarz-ı Siyaset’i önemli bir yere sahiptir.

Devlete Üç Farklı Bağlılık: “Üç Tarz-ı Siyaset”

Bu eser, Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal kültür ve yeni bir ırk yaratma projesinin özeti sayılabilir. Çünkü kimlik sorununun ortaya çıkışı, 18. yy. sonlarından itibaren ortaya çıkan sistem sorunlarıyla yakından ilgili olduğu için Akçura, Türklüğün bir tür fenomenolojisini yapmaya çalışmıştır. Seksen yıla yakındır niçin hâlâ bu sorunu tartıştığımızı anlamanın yolu bu projenin ayrıntılarından geçiyor.

Akçura’nın Türklük projesinde bir saf Türk, bir de Türkleştirilmiş kavimlerin uyumu hedeflenmektedir. Belki bu bağlamda Osmanlılık, yani Türk olmadıkları hâlde İslam bağı ile devlete bağlı olanların Türkleştirilmesi (Müslüman=Türk) söz konusudur. Bir de Türklüğü hiç benimsememiş, yani ulusal vicdandan yoksun olanların Türkleştirilmesi/bilinçlendirilmesi düşünülmektedir. “Türk Birliği” projesinin gerçekleştirilmesi üç aşamalıdır. Bunlar:

İlk önce, Osmanlı bünyesindeki Türkler birleşecektir. Önemli olan ırki bağdır, çünkü Müslüman olmayan az sayıda da olsa, Türk olmayanlar vardır. İkinci olarak, Türk olmadıkları hâlde bir dereceye kadar Türkleşmiş diğer Müslüman unsurların Türklüğü benimsemesi sağlanacaktır. Son olarak, Türklüğü benimsememiş unsurların Türkleşmesiyle bu proje sonuçlanacaktır.

Ana hatlarıyla Üç Meslek-i Siyaset, Osmanlı hükümetine tabi çeşitli halkları temsil eden bir birlik (Osmanlı milleti) oluşturmak, Hilafeti kullanarak bütün Müslümanları bu hükümetin yönetiminde politik olarak birleştirmek (Panislamizm), ırk temeline dayalı Politik Türkçülük gibi “Devlete üç farklı şekilde bağlılık” öneren siyasi modelleridir.

İslam(cı)lık, belirli bir süre işlevsel oldu ve etkisini yitirdi. Yusuf Akçura’nın önerdiği devlete üç farklı bağlılık tezinden biri olan Osmanlılık, siyasi kimliği için merkeziyetçilik, vatandaşlık siyasetinin modern manada bir milletin meydana getirilmesi için hukuki, siyasi ve idari çerçeve hazırlanmasına rağmen niçin başarılı olamadı?

Yeni Bir İdealizm ve Kimlik Tasarımı Olarak Türkiyelilik

Bunu tespit edebilirsek, Türkiyelilik teriminin

kavramsallaştırma imkânını hazırlamış oluruz. Çünkü

Türkiyelilik, 19. yüzyılda Anadolu’da İslam gelenekleri,

Osmanlı tarihi ve Türk dili üzerine inşa edilmiş ve Osmanlı

Devleti’nde yaşamış tüm Müslüman soylarından oluşan,

yani (Türk, Arnavut, Kürt, Arap, Abaza, Tatar, Gürcü, Çeçen,

Çerkez gibi) ister Türk soyundan olsun isterse Türk boyundan

olmasın “Anadolu’ya aidiyeti” kendi istekleri ile benimsemeyi

sağlayabilir.

Aslında bu öneri, 1906 yılında Abdullah Cevdet ve bir grup

aydın tarafından “Osmanlı” üst kimliği yerine alternatif olarak

“Türk” ve “Türkiyeli” kavramları teklif edilmiş, daha da mühimi,

bunların birbirinden farklı olmadıkları vurgulanmıştı. Çünkü

önemli olan millet–devlet bütünleşmesi, bir arada yaşama

kültürünü oluşturmak ise, gerek Müslüman gerekse başka

dinlere mensup vatandaşların bağlılığını tam bir ideolojik

söylem olarak Türkçü ve İslamcı bir kalıpla ifade edilmesinin

mümkün olmadığını Tanzimat’tan bu yana yapılan

uygulamalar göstermiştir. Zira Türklüğe radikal bir şekilde

vurgunun diğer etnik unsurların milliyetçilik hareketlerini

hızlandırma riskinin bedelini maddi ve manevi olarak çok

ağır ödedik. İslam’a, daha doğrusu bunun tek bir yorumuna

vurgunun ideolojik ve dinsel ayırımları hızlandırdığını,

insanların nasıl maniple edildiğini özellikle 28 Şubat süreciyle

birlikte yakından gördük.

Yaşayış, duygu ve amaç birliği içinde birbirine kaynaşarak

yeni bir millet için Anadolu’da yaşayan dil, din, ırk farklılıklarını,

Allah’ın bilişip tanışmasının bir hikmeti olarak gören bir

idea/hedef belirlemek gerekir. Burada Türk ve Müslüman

(veya Müslüman olmayan Türk), irken Türk değil ama dinen

Müslüman, ne ırk olarak Türk, ne de dinen Müslüman

olmayanların bu ülkeyi ve devleti kendilerinden hissetmeleri,

dolayısıyla benimsemeleri sağlanabilir. Böylece bir dönem

baskın şekilde uygulanan nüfusu homojenleştirme

politikasındaki çıkmazlarından kurtulabiliriz. Çünkü

Türkiyelilik, Osmanlı millet sisteminin Müslim ve gayrimüslim

unsurlar, yani heterojenlik üzerine kurulmuş olmasından

hareketle geliştirilmiştir ve bu anlamda Anadolu’da yaşayan

bütün insanları içeren bir üst kimlik olarak kabul görebilir.

Bu bağlamda, Atatürk’ün “Ne Mutlu Türküm Diyene” sözü

ile “Türkiye Cumhuriyeti’ni Kuran Türkiye Halkıdır” sözünü

bir arada düşündüğümüzde, etnik anlamda bir Türklükten

ziyade Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan ve kendini buraya

ait hisseden, herkesin yurttaşlık bağıyla vatandaşlık hakkını

kazandığını ve bunun da en güzel ifadesinin “Türkiyelilik”

olacağını söylemek mümkündür. Çünkü Ahmet Turan Alkan’ın

ifadeleriyle söyleyecek olursak, “Türk halkı tabirinden kast

olunan Türkiye Devleti sınırlarında yaşayan Türkiyelilerdir.

Türk tabiri, milletlerarası camiada bizim halkımızın “kod

adı”dır. Bu sıfatın etnik tahlili gerekirse, Afyonlu Arnavut’tan

Cizreli Kürt’e, Kayserili Türk’ten Mardinli Arap’a, Bursa’da

yaşayan Boşnak’tan Uzunyaylalı Çerkez’e, Borçkalı Gürcü’den

Balatlı Yahudi’ye, Trakyalı Çingene’den Fenerli Rum’a kadar

bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları aynı kod içinde

mütalaa edilmelidir. Bu teknik zaruret, tek tek içimizdeki

Kürtlerin, Boşnakların, Çeçenlerin, Arnavutların etnik orijinini

ve kültürel farklılıklarını yok saymak anlamına gelmiyor.”

(M.Uyanık, Bir Üst Kimlik Tasarımı olarak Türkiyelilik, Zaman.

04.09.2003)

Bu kavramsallaştırmanın teorik temelleri, Anadolu

coğrafyasını ve kültürünü merkeze alarak insanlığın evrensel

felsefi birikimi ışığında okumalar yapmaya çalışan Ali Fuad

Başgil, Hilmi Ziya Ülken, Erol Güngör, Mümtaz Turhan, Peyami

Safa, Remzi Oğuz Arık ve Nureddin Topçu’nun çalışmalarında

bulunabilir. (M.Uyanık, Kimlik Tartışmaları Işığında Son Kale

ve Avrupa Birliği, Radikal.21.10.2010)

Sonuç: Bu kavramsallaştırma, herkesin insan ve vatandaş

olması hasebiyle adil ve eşit uygulanan yasalara göre, dinî,

felsefi ve kültürel çeşitliliğe saygı duyan liberal, özgürlükçü

ve demokratik bir cumhuriyet açısından önemli bir aşamaya

geçilmesinin simgesi olabilir.

edebiyat

EDEBİYAT BÜLTENİ 11makale

Unutulan bir şehrin hikâyesi…

İki dağın orta yerine kurulu, kendi halinde küçük, ama yüreği kocaman ve sevgi dolu bir şehir, Daşdibi…

Köyden küçük bir yerleşim yeri burası. Eski bir ev, bu evin altında elma ağaçları bulunan bir bahçe, onun hemen yanında çeşitli meyve ağaçlarının bulunduğu farklı bir bahçe daha… Evin hemen ön kısmında bir fındık ağacı ve onun altında bulunan tahtalardan yapılma kocaman bir sedir… Bu evden biraz aşağı yürüyünce çeşmesi oluk oluk akan pınar çıkar karşınıza. Suyu buz gibi soğuk, tadı da bir o kadar leziz.

Hikâyesi ne kadar eskiye dayanır bilmem ama ben küçük yaşta tanıştım burayla. Annem çalıştığı için kardeşimle bana anneannem bakıyordu o yıllarda. Anneannemler kışın köyde, yazınsa Daşdibi’nde kalıyorlardı. Biz de bir köye bir Daşdibi’ne taşınıp duruyorduk. Annemin kışın iş yeri kapalı olurdu da en azından kış aylarında köydeki evimizde anacığımla geçirirdik vaktimizi. Bir çocuğun annesinin yanında olmaktan başka isteyebileceği en büyük şey ne olabilirdi ki?

Bana kimi zaman hüzün, kimi zaman mutluluk verdi burası. En büyük hüznüm annemin İzmir’e dönüş günleriydi. Küçücük pencereden dışarı başımı uzatır dakikalarca ağlardım. Ortalık karardıkça hüznüm ikiyle

çarpılırdı. Kararan hava çok ümitsiz bir ortam gibi görünürdü gözümde. Hiç bitmeyecek gibi görünen gece, bana annemi bir sonraki görüşüme ne kadar uzak olduğumu fısıldardı. Tüm bu düşüncelerin içinde bir de anneannem ve dedem ağladığımı fark etmesin diye çabalamaktan da yorulurdum.

Okula gitmek de burada biraz yorucu olurdu, ama ben hiç üşenmezdim. Aksine daha da eğlenceli hâle getirirdik kuzenlerimle beraber. Teyzemler de bir dağ arkasındaydılar Daşdibi’nin. Ben sabah evden hazırlanıp çıkardım. Bazı dönemlerde bir başka kuzenlerimle de beraber yürürdük o yolu. Onların olmadığı zamanlarda ve tek başıma olduğum zamanlarda anneannem bırakırdı teyzemlerin evine kadar. “Yolda başına iş gelir kızım ben seni kızların yanına katayım da içim rahat etsin.” derdi. Onlarla da buluşup yürümeye, güle oynaya devam ederdik. Bazense teyzem traktörle bırakırdı bizi okul aracına kadar. Yürüyerek gittiğimizde ise yol bitmek bilmezdi. Uzun ve yokuşlu yol, son yürünecek yoldu artık. Orayı da çıktıktan sonra

anayola gelinirdi ve okul aracı beklemeye başlanırdı. Belki beş dakika erken gelirdik belki on dakika. İşte o vakitler hepimizin en sevdiği vakitler olurdu. O araya ya bir oyun sıkıştırırdık, ya konuşulacak güzel konular. Hatta hiç unutmam, bir keresinde oyun oynarken asfaltta düşüp ayağımı incitmiştim. Ne günlerdi o günler.

Eve çıkardık, önce eller yüzler yıkanırdı, ardından anneannemin hazırladığı o muhteşem sofraya oturulurdu. Anneannem çok leziz yemekler yapardı ve o yemeklerin hepsi de yenirdi. Herkes yemeğini yedikten sonra sofra toplanırdı ve yavaş yavaş yatma vakti gelirdi.

DaşdibiCemile KIPÇAK

TÜRKİYE DİL ve EDEBİYAT DERNEĞİ ÇORUM ŞUBESİ12 öykü

edebiyat

Genç Kalemler

Okul sonrası vakit kaybetmeden hemen aracımıza biner köyün yolunu tutardık. Biz gene o tepede iner, bazen yürüyerek, bazense teyzemlerin traktörüyle eve giderdik. Traktör olduğu zamanları çok seviyorum. Yürümek her zaman çekilmez nihayetinde. Kuzenlerimle ayrılırdık yolun yarısında. Onlar kendi evlerine giderdi, bizse Daşdibi’ne.. Hep beraber kocaman bir aile oluşturmuştuk oracıkta.

Dağ evine gelir gelmez telaş başlardı bizim için. Anneannem koyunları avludan çıkarmış olurdu; otlamaya gideceklerdi ve bizi bekliyordu ona yardım etmemiz için. Ya kuzenim giderdi hemen ya da ben.. Evde birimiz kalır, yiyecek bir şeyler hazırlardık ve hazırladığımız yiyecekleri diğerinin yanına götürürdük. O kuru soğanın, o domatesin ve diğer yiyeceklerin o leziz tadını hiç unutmam. Dağda yiyince üstelik daha bir tatlı geliyor insana. Neyse sonra koyunları otlatırdık beraber. Akşam karanlığını severdim, çünkü eve gitme vakti gelmiş olurdu bizim için. Koyunlar süre süre götürülürdü kendi ağıllarına. Önce pınardan dolma küçük havuzdan sularını içmeleri için onları pınara götürürdük daha sonra avlularına. Koyunlarla kuzular birbirlerinden ayrıştırılmak için ‘’kasak… kasak… kasak…” diye seslenilirdi. Bu bir koyun’ca diliydi ve bu sayede koyunlarla kuzular kendi yerlerini alırlardı ve bizim de bugünkü işimiz şimdilik tamamlanmış olurdu.

Eve çıkardık, önce eller yüzler yıkanırdı, ardından anneannemin hazırladığı o muhteşem sofraya oturulurdu. Anneannem çok leziz yemekler yapardı ve o yemeklerin hepsi de yenirdi. Herkes yemeğini yedikten sonra sofra toplanırdı ve yavaş yavaş yatma vakti gelirdi. Yataklar serilirdi ve herkes uyumaya giderdi artık. Geç vakit olmamasına karşın orda uyku çabuk gelirdi nedense. Belki havasından, belki yorgunluktan, belki de sabahları erken uyanıldığından… Bilemiyorum.

O dönemde bizimle kalan kuzenlerim üç kardeştiler ve onlar diğer odada üçü yatarlardı. Ben ve kardeşim de anneannemle dedemin yattığı odada yatardık. Hep aynı düzendi, dedem duvarın dibinde, anneannem onun

yanında, kardeşim anneannemin yanında ve onun

yanında ben… Hepimiz yerde yan yana öylece yatardık.

Dedemle anneannemin altında müthiş bir döşek olurdu.

Benim altımda ince uzun bir sünger yatak, kardeşimin

altında ise yine ince kısa sünger yatak. Herkes kendi

yattığı yatağına sığıyordu yani. Fakat benim içime

sığmayan komik bir kıskançlık vardı, anneannemleri

kıskanırdım o müthiş döşekte uyudukları için! O an bana

her şeyin kıymetini bilmeyi öğretti. Şimdilerde yatağın

modeli oluyor, şekli oluyor, konforlusu, incesi, kalını

oluyor fakat insanoğlu doymak nedir bilmiyor. İlla en

lüksü olmalı, en konforlusu olmalı!..

Yatmadan önce yapmam gerekenler vardı. Herkes

yatağına çekildiği zaman ben ders çalışırdım. Elektrik

olmadığı için de ışık olarak gaz lambasını kullanırdım.

Fakat ışığını fazla arttırmadan. Böyle yapmamızı

anneannem tembihlemişti. Daha çok ışık daha çok gazın

tükenmesi anlamına geliyordu çünkü. Teyzemlerin de

evlerinde elektrik yoktu, ama onlar gaz lambası yerine

tüp kullanırlardı. Bu tüp etrafına daha çok ışık verirdi.

Teyzemlerde olduğumuz akşamları severdim. Çünkü

daha çok ışıkta oturabilirdik.

Derslerime çalışır, ödevlerimi bitirirdim o gaz lambası

sayesinde. Hani olur ya, şimdiki çocukların ortak

bahaneleridir “elektrik yoktu ödevimi yapamadım”

demeler… Fakat ödev yapmayı gerçekten arzulayana

hiçbir engel yoktur ki! Yeter ki istesin insan…

Daşdibi’nin az ilersindeki köyden ezan sesi duyulurdu.

Derslerim bittikten sonra yatsı namazımı kılardım.

Bazen ders yapmam gerekmezdi oturur sadece namaz

vaktinin gelmesini bekler, kılar, sonra da uyurdum.

Ne günlerdi o günler. Şimdi düşünüyorum da, insanın

en mutlu olduğu, en doğal olduğu yermiş. Büyük

şehir farklı, oralar çok çok farklı... Soruyorum şimdileri

kendime, oraların sessiz yaşamı mı, buraların hummalı

çekişmeleri mi?..

Her ne kadar şehir desem de Daşdibi, Kütahya ilinin

Simav ilçesinin Samat köyüne bağlı küçük bir mezradır.

EDEBİYAT BÜLTENİ 13öykü

edebiyat

Foto

ğraf

: İh

san

Şahi

n - Y

enic

e /

KARA

BÜK

TÜRKİYE DİL ve EDEBİYAT DERNEĞİ ÇORUM ŞUBESİ14

edebiyat

Küçücük bir çocuğun okumak için ya da ailesinin geçimine katkıda bulunmak için çalışması hatta eziyet çekmesi takdir edilir hep ama kimse o çocuğun hayalleri, hevesleri özlemleri olduğunu hesaba katmaz. Acaba hayat o çocuktan nasıl yansıyor, lunapark o çocukta ne ifade ediyor sormayız. Usta birliğindeki bir başçavuşumuz şöyle demişti bir keresinde:

“Esas duruş askerin ruhen askerliğe hazır olduğunun ifadesidir. Esas duruşu bir emir bozar bir de ölüm bozar. Esas duruş ise gözlerde başlar.”

Jestler, mimikler insanı yanıltır ama gözlerin yalan söyleme kabiliyeti yoktur.

Bu çocuğun gözlerinden dünya nasıl görünür, nasıl algılanır kimse düşünmez ama hemen hemen herkesin bu çocukla ilgili bir düşüncesi vardır. Annesine göre okulunu bitirip rahat etmeli, dayısına göre kızıyla evlenip dükkanının başına geçmeli, ustasına göre hafızlığı tamamlayıp iyi bir insan olmalı… Bu böyledir.

Hikâyemizde bir de lunapark var. Şehri baştan başa değiştirdiği gibi hayalleri ve yaşantıları da değiştiren bir lunapark… Şehrin eski görüntüsünü tamamen yıkmıştı bu park ve yeni yapılan caddenin saldırdığı her yer ona mağlup olmuştu. Asırlık ağaçlar, çeşmeler, yeşillikler bir bir düşmüştü. Ama minareden bakılınca bu kudretli parkın önünde diz çöktüğü, sağını solunu yıkarak giden caddenin yamulup kaldığı tek yer yorgancı dükkânının olduğu yerdir. Kimine göre burası da yola dahil edilmeliydi kimine göre bu arsa değerlendirilmeliydi. Bu böyledir.

Ama parkın alamadığı tek yer de burasıdır. Bu da böyledir.

Bizim burada ne işimiz var Süleyman? Hiç çıkmayacaktık yorgancıdan. Bu kalabalık, bu ışıklar, bu park bizi yer. Âleme

karşı acziyetimiz bir köşede dipdiri durmalıydı. Yoksa hayatın yükü gibi sırtladığın fırınla bir sabinin sorumluluğu omuzlarda bizi yutan bu kalabalıktan bu renkli dünyadan gerçek dünyaya kaçmanın yolunu arar dururuz.

Bu temaşa niye sadece senin canını sıkıyor? Farkında olduğun için, çıkışın olmadığını farkeden sadece sen olduğun için… Artık bundan dönüş yok. Ya kalabalığa katılıp ordan oraya anlamsızca sürükleneceksin ya da finaldeki sarhoş gibi bunu düşünmemenin yollarını a r a y a c a k s ı n . Bizim burda ne işimiz var Süleyman? Bu insanların burdan çıkmak gibi bir dertleri yok. Tek amaçları bir sonraki eğlence… Ama bizim çıkmamız lazım burdan. Bizim düşüncelerimiz var, bizim kaygılarımız var, bizim korkularımız var, rızkını kazanmak zorunda olduğumuz bir Fatma’mız var.

G e ç e n zaman mı yoksa biz miyiz? Hiç çıkmayacaktık yorgancıdan.

( M u s t a f a KUTLU’nun Bu Böyledir isimli kitabı üzerine bir yazı...)

Bu da BöyledirAlparslan ONBAŞI

Genç Kalemler

Küllerimi yokladım ve ne var ne yok baktım elimde bugün. Senden kalanlara baktım ve nereye gittiğime. Sesine uzak memleketlerde hiç vazgeçmedim seni sevmekten. Sana uzak cümlelerle yüzüne hasret hayaller kurdum. Sonra kızdım kendime, tekerrürden ibaret olan talihime, yanılsamalarıma, kimseye diyemediğim yanlışlarıma… Bir hayale aldanıp giden ruhumun seni bulmak için daha kaç kapı çalacağını merak ederek, senden uzakta yaşadım yıllarımı.

Bir çift göz sadece, başka bir şey yok! Külkedisinin ayakkabısı misali tanrısallaştı onlar da benim gözümde. Her renge, her tene denedim, ama bulamadım. Benim masalım o kadar da şanslı değilmiş, işte bugün anladım. Gülümseyen umutlar kalmadı kapımda, serin ve kimsesiz bir kış var önümde şimdi. Artık ne çakıl taşlarının sesine ne de derin çığlıklarla bana bakan sessiz gözlere aldanmayacağım. Sana diyemeyip büyüttüklerimi bırakıyorum bir kenara, içimdeki cesur fırtınaları, kalbimin derinindeki sarayları, hiç dokunulmamış mabetleri, derilmemiş, dağıtılmamış hayalleri…

Ruhumdaki derin kesikler her rüzgârda başka tınılarda şarkılar söylüyor bana. Yeni yeni ağıtlar öğrendiler hicaz makamında. Ben bugün küllerimi yokladım, yine seni buldum, senden kalan korkuları. Uyuma bugün ne olur, bir his çöreklensin kalbinin üzerine, gözlerin uzaklara dalsın. Anlamadığın bir sızıyla bana ağlasın bugün için, senin bilmeden benden çaldıklarına. Bugün ben seni düşünüyorum uzun günlerin ardından ilk defa. Sende bir ilk yap, anlamsız bir hüzünle beni kat hayatına.

Küllerim adını söyledi bugün, seni çektim hafızamdan geriye ve şimdi yeniden yerine bırakıyorum. Git! Beni bırak! Başlamalıyım yeniden kaldığım yerde, belki de sana kandığım yerde…

Küllerimi YokladımSultan DİKMEN

deneme

edebiyat

Genç Kalemler

TÜRKİYE DİL ve EDEBİYAT DERNEĞİ ÇORUM ŞUBESİ16

edebiyat

Gecenin en karanlık yerindeyimNasıl diye sorma cevap verememSeni sana bırakmak değilse, başka ne olabilirYok başka ihtimal, yok başka çıkar!.. SustumSeni dinlemek için sustumBinlerce cümle kurdum içimden, unuttumSen geldin sonra aklıma duruldumNeden çıkmazsın neden ordasınBelirsiz bir figan sebepsiz bir voltasınGidip gelip beynimden kalbimeHer hücremde biraz daha kanarsın Sormadım, soramam herhâldeBu böyle ne kadar devam edecek senceYasaksınKim bilir belki de duymayacaksınSeninle başlayan her şeye sitemkârımVe artık çok oluyor bu sessizlikBir görünüp bir kaybolmak gibi yarım yamalakRüyalar gibi ivedi gölgeler gibi silikVazgeçmeli artıkBırakmalı başlayıp da bitiremediğin her tümceyiTamam, sensin o, tamam seviyorum seniTamam, unutamadım işte, sus şimdi! Hatırıma gelen her sözüne anlar dizdimBaştan sona yanlış olsa da yine getirdimKırılma bana ermiş değilimZamana sözüm yok; seni silmişse de bu iklimNe yokluğundan şikâyetçi ne varlığından yetimimÖyle bir yer ki, gitgeller demindeyim.

Sarı Kaplı Defterin ArasındanHüseyin Vehbi İMAMOĞLU

şiir

bıraktık ardımızda tüm sevdalarımızı,

ince bir sızıdır yüreğimizde kalan.

akademik rüyaydı gördüğümüz,

karakolluktu hayallerimiz.

bu sevdadan artakalan:

eprimiş birkaç urba,

dualarla tespihimiz,

çektirdiğimiz fotoğraflar ranzada

ve çıldırtan kahkahalar arkamızda.

tüm sevdiklerim bırakın, göreyim:

gökyüzü yine mâvi mi,

görünüyor mu geceleri yıldızlar?

ve haramiler kol geziyor mu güpegündüz!

Geçmiş ZamanMustafa Uğur BAŞER

EDEBİYAT BÜLTENİ 17şiir

edebiyat

TÜRKİYE DİL ve EDEBİYAT DERNEĞİ ÇORUM ŞUBESİ18

edebiyat

makale

Kıbrıs, günümüze gelinceye kadar Mısır, Hitit, Fenike-Aka-Dor Kavimleri, Asur, Pers, Ptoleme, Roma, Bizans, Lüzinyan, Ceneviz ve Venediklerin idaresi altında bulunmuş önemli

Akdeniz adalarından biridir. Kıbrıs’taki Türk kimliğinin izleri, Lüzinyan döneminde özellikle Anadolu Selçuklu Devleti ile olan ilişkilere kadar götürülebilir. Kıbrıs tarihinin en eski kaynaklarından biri olan Mahera Tarihi incelendiğinde, 11.-12. yy.larda Anadolu’dan Kıbrıs’a gelip, özellikle asker olarak görev yapan ve Türkopol olarak adlandırılan Türk kökenli insanların varlığı dikkati çeker. Ancak, Kıbrıs’taki Türk varlığının gerçek başlangıcı, Osmanlı Devleti’nin 1571’de adaya sefer düzenlemesiyle olur.

Osmanlı Devleti, 360 gemi ile sefer düzenlediği bu yeni Türk ve Müslüman yurdunu, yaklaşık 50 bin şehit vererek yüce sınırlarına dâhil etmiştir. Osmanlılar, her dönemde uyguladıkları siyasetleri gereği, adadaki gayrimüslimlerin yaşamlarına karışmamış ve onların belli vergiler karşılığında eski yaşamlarını sürdürmelerini temin etmiştir. Sonrasında Anadolu’nun özellikle Konya, Karaman, Tarsus, Beyşehir, Seydişehir, Niğde, Aksaray gibi yerlerinden seçilen yaklaşık 2500 aile, değişik yıllar içerisinde her türlü vergiden muaf tutularak adaya gönderilmiş ve Kıbrıs’ın Türk yurdu yapılması yolunda her türlü yardıma nail olmuşlardır.

Adaya yerleştirilen yeni Müslüman sakinler, buradaki gayrimüslimlerle gayet iyi geçinmiş ve yaşamlarını devam ettirmişlerdir. Her iki halk da kendi dinî ve kültürel yaşamlarına göre hareket etmiş ve 307 yıl süren Osmanlı Türk idaresi boyunca din veya milliyet temeline dayalı en küçük bir çatışma dahi vuku bulmamıştır. Bu güzel manzara, Osmanlı Türk idaresinin hoşgörü anlayışından ileri gelen adil ve iyi niyetli yönetim anlayışının Akdeniz’deki örneklerinden birisi olarak tarihi kayıtlardakti yerini almıştır.

Osmanlı Devleti, 1878 yılına gelindiğinde, Osmanlı-Rus savaşındaki denge siyasetine binaen hiç istemeden de olsa Kıbrıs’ı İngilizlere kiralamıştır. Ancak İngilizler, I. Dünya Savaşı sırasında, Osmanlı’nın zayıflamasından da yararlanarak 1914 yılında adayı tek taraflı olarak ilhak ettiklerini dünyaya duyurmuşlardır. İşte bu tarihten itibaren, Osmanlı’nın adada özenle koruduğu barış ortamı zehirlenmeye başlamış ve entrikalar şeklinde sinsice yayılan divide and rule (böl ve

yönet) politikasına dayalı Müslüman-Hıristiyan veya Türk-Rum çatışmaları gündeme gelmiştir.

Dış güçlerin ortaya koydukları bu siyaset, basiretsiz birtakım kişi ve grupları bölüp kimliğinden uzaklaştırdıysa da, özünü korumayı başaran Kıbrıslı Türklerin nezdinde milli ve dini hassasiyetleri gözetme konusunda kamçılayıcı hâle gelmiştir. Bu gelişme, adadaki direniş ve mücadelenin başlangıcı olarak değerlendirilmektedir. Adanın Türkleştirilmesi konusunda gerçekleştirilen ikinci hamle, 20 Temmuz 1974 Mutlu Barış Harekâtı sonrasında yapılmıştır. Kıbrıs’taki soydaşları için hiçbir özveriden kaçınmayan kahraman Türkiye devleti ve halkı, ataları Osmanlılardan kalma bu yadigârı gerçek sahipleri olan Kıbrıslı Türklere iade etmek ve barış ortamını tesis etmek amacıyla adaya bir çıkarma yapmış ve binlerce şehit vererek Kıbrıs’ı Yunanistan’a ilhak edilmekten kurtarmışlardır.

Kıbrıslı Türkler, Müslüman cemaati olarak Osmanlı Kıraathanesi etrafında başlattıkları var oluş kavgalarını, Otonom Kıbrıs Türk Yönetimi, Kıbrıs Türk Federe Devleti ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti isimleriyle perçinlemiş ve bugünlere taşımışlardır. Birçok zorluğa karşı durularak alınan bu mesafenin korunması, günümüz Türk dünyası ve özellikle Türkiye için önem arz etmektedir.

Günümüz dünya siyaseti arenasında emin adımlarla ilerleyen büyük Türkiye’nin Kıbrıs davası, sanıldığı gibi kolayca kazanılmış bir kavga değildir. Bu davanın Türkiye açısından birinci gündem maddesi yapılması, Kıbrıslı Türklerin verdiği kavganın anlaşılması ve Türkiye halkına anlatılması yoluyla gerçekleşmiştir. Nitekim I. Dünya Savaşı sonrası Türkiye’nin içerisinde bulunduğu koşullar, Kıbrıs davasının unutulmasına yol açmıştır. Hatta 1950’lerde TBMM çatısı altında yapılan konuşmalar, Türkiye’nin Kıbrıs sorunu diye bir meselesinin olmadığı, adanın bir İngiliz müstemlekesi olduğu noktasını vurgulamaktan öte geçmemekteydi.

Ancak, Türkiye’deki büyük şehirlerde yapılan ve binlerce insanının katıldığı Kıbrıs mitingleri sonrasında, hükümetlerin dikkati Kıbrıs’a çekilmiş ve önemli bir davanın ele alınma süreci başlamıştır. Yani Türkiye’nin davaya sahip çıkarak Kıbrıs’ı önemsemesi, yine Türk halkının davasına sahip çıkmasıyla gerçekleşen ve bugüne de ışık tutan önemli bir husustur. Bu

Kıbrıslı TürklerOsman ERCİYAS

EDEBİYAT BÜLTENİ 19

edebiyat

gerçeği göz ardı etmeden ilerlemek ve değerlendirmelerde bulunmak zorundayız. Bizler, çeşitli kışkırtma ve propaganda faaliyetleri ile yıpratılmaya çalışılan bu köklü bağları güçlendirmeli ve üzerimize dönük yapılan bu saldırıların farkında olmalıyız. Unutulmamalıdır ki, geçmişten bugüne Kıbrıs adasında işgalci ve çözüm istemeyen taraf olarak gösterilen Türk tarafı, 2004 referandumundaki Birleşmiş Milletler çözüm planına evet demesine karşın halen cezalı ve istenmeyen taraf olmaktan kurtulamamıştır.

Birçok yabancı yönetimin idaresi altında yaşamasına rağmen, kimliğinden ödün vermeyerek kendisini Kıbrıslı Türk olarak tanıtan bu halkı anlamak gerekir. Küçücük bir toprak parçasında, Osmanlı Türk idaresinden devraldığı mirasını devam ettirmek için mücadele eden kahraman bir halk… Karşısında bütün emperyalist güçler… Eritilmeye ve Avrupalı adı altında Elen dünyasına kurban edilmeye çalışılan bir halk… Türkiye’nin Akdeniz’deki stratejik üssünü koruyan ve gözeten bir kavganın neferleri… Her türlü ambargoya karşın sadece Türkiye’nin yardımlarıyla var olmaya çalışan bir toplum… İşte bu noktada dikkat edilmesi gereken önemli hususlar vardır. Kıbrıs’taki birtakım işbirlikçi ve ajan denilen kişi veya gruplar vasıtasıyla ortaya atılan Türkiye karşıtı söylemler, biraz önce bahsi geçen Türkiye ve Kıbrıs Türkleri arasındaki sarsılmaz bağları zayıflatmaya yöneliktir. Nitekim bu güçlü bağların yıpranarak kopma noktasına gelmesini isteyen mihraklar, kırılma noktasının halklar aras ındak i ayrışmadan sonra geleceğini çok iyi bilmekte ve hesaplarını ona göre yapmaktadırlar. Yani, Türkiye halkı bir gün “Kıbrıs davası yoktur” dediği zaman, bu söylemin devlet politikası hâline de gelebileceği çok aşikârdır.

Kıbrıs, Türkiye’nin zayıf noktasıdır. Antalya bölgesi, cennet kıyılarıyla turizmin başkentidir. Düşünsenize… Kıbrıs’taki ordusunu çekmek zorunda kalabilecek bir Türkiye, aynı orduyu tıpkı Ege Ordu Komutanlığı gibi Akdeniz’e yerleştirmek zorunda kalacaktır. Dünyanın hazırladığı plana EVET demesine karşın, yine bütün ambargo ve kısıtlamalarla yine dünya tarafından cezalandırılmaya devam eden bir halkı, temel insanlık haklarından mahrum etmekten çekinmeyen bu dünya (sözde

uluslararası hukuk), Kıbrıs’tan sonra Ermenilerin toprak talebine

hayır diyebilir mi?

AB yasalarında geçen “sorunlu ülkeler birliğe dâhil edilemez”

mevzuatına rağmen, ihtiraslarından ötürü kendi yasalarını

dahi çiğneyerek Kıbrıs Rumlarını tek taraflı olarak birliğe dâhil

edip Türkiye’ye karşı silah olarak kullanan bu çift standartlı

uluslararası hukuk(!), geleceğin Türkiye’si hakkında adil kararlar

verebilir mi? Veremez tabi ki…

Ama içimizden birileri çıkarak, “Türkiye Kıbrıs’ta

şunları, bunları yapamaz. Çünkü uluslararası

hukuka aykırı!” demeye devam ederler. Bu

kişilere seslenelim. Uluslararası hukuka ve

dünyaya gönülden inanmış arkadaş! Haklı

olmak yetmez, güçlü de olacaksın…

Niye mi? Senden başlayalım. Çözüme

evet deyin, bütün ambargolar (sosyal,

kültürel, sportif) kalkacak dediler. 8 yıl

geçti arkadaşım. En küçük bir gelişme

yok. Çözüme evet deyin, Avrupa’dan

Kuzey Kıbrıs’a direkt uçuşlar

başlayacak dediler. 8 yıl oldu.

Ercan Havaalanında Türkiye’mizin

uçaklarından başka uçak

göremedim. Mağusa limanı da

aynı arkadaş… Üniversitelerim

hâlen Bologna sürecine dâhil

olamıyor. Milli takımım da

yok… Vay be! Yaşasın uluslararası hukuk…

Kıbrıs Türkleri ile Türkiye halkı arasında var olan ilişkilere

dönük kötü niyetli planlar ortadadır. Bizlere düşen görev,

1950’deki TBMM konuşmasını hatırlamak ve hatırlatmaktır.

‘Türkiye’nin Kıbrıs sorunu yoktur, orası bir İngiliz ülkesidir’

deme noktasından bugüne gelen süreci iyi analiz etmek

gerekir. İngiltere’nin çok büyük iki üsle yer aldığı, İsrail’in petrol

vasıtasıyla elde etmeye çalıştığı, Rusya’nın yerleşmekte can

attığı, Fransa’nın Rum bölgesinde tatbikat yaptığı ve birçok

ülke ajanının cirit attığı böylesine stratejik bir adayı kaybetme

psikolojisini kabullendiysek eğer, Türkiye’deki rahatlığımız biraz

gaflet noktasındadır, bunu bilmeliyiz.

makale

TÜRKİYE DİL ve EDEBİYAT DERNEĞİ ÇORUM ŞUBESİ20 öykü

Ayşe, yaşına göre uzun boylu, kumral dalgalı saçlı yedi yaşında küçük bir kızdı. Babası Almanya’da çalışıyordu. Ayşe, annesi ve kardeşi Mustafa, babaannesinin evinde kalıyorlardı. Ayşe’nin babası yaz tatilinde yanlarına gelebiliyordu. Senede bir ay görebiliyordu babasını.

Yazın gelmesini dört gözle bekliyordu Ayşe. Babası gelecekti. İçi içine sığmıyordu. Geceleri yatağına yattığında hep babasının gelişini hayal ediyordu. Babasının arabasının korna sesini duyuyordu. Son mektubunda Temmuzun onuna geleceğini yazmıştı.

— Bugün yarın gelir, diyordu annesi.

Mustafa’nın sesiyle irkildi. Ayşe koşarak dışarı çıktı.

— Doğru mu? Gerçekten geldi mi?

Mustafa doğru anlamında başını salladı. Ayşe’nin kalbi küt küt atıyordu. Heyecandan, sevinçten ne yapacağını bilemedi.

— Babam gelmiş, babam gelmiş!

Birden kendine geldi etrafına baktı kimsecikler yoktu. Derin bir “oh..!”çekti. Evden koşarak çıktı. Sonra ne yapacağını kestiremedi. Duvarın kenarından yola baktı. Evet, babası gerçekten gelmişti. Koşup boynuna sarılmak istiyordu. Nedenini bilmiyordu ama bunu yapamazdı. Çünkü babaannesi, dedesi oradaydı.Onların yanında sarılmak ayıptı!..

Duvarın kenarından başını uzatıp uzatıp çekiyordu. Birinin onu görüp yanlarına çağırmasını bekliyordu. Kimse onu görmedi. Herkes gelen yolcuyla ilgileniyordu. Kucaklaşıp hasret gideriyorlardı. Ayşe’nin küçük yüreği öyle sızlıyordu ki... Sağa sola baktı. Herkes kendi âlemindeydi. Kalabalığın arasından sessizce sıyrılıp babasının yanına kadar geldi, bir suçlu gibi babasının elini tuttu ve öptü. Başını kaldırdığında babasıyla göz göze geldi. O da sevgi dolu gözlerle baktı, elini çekti. Ne kucaklama ne bir öpücük, sadece bir bakış…

Ayşe boynu bükük orada öylece kaldı. Sesler kulağında

edebiyat

EDEBİYAT BÜLTENİ 21

uğuldamaya başladı. Herkesin keyfi yerindeydi. Neşeli neşeli konuşuyorlardı ama Ayşe’nin yüreği daralmıştı. Yutkundu, gözleri doldu. Fakat ağlamadı. Sadece babasının onu neden kucaklayamadığını anlamaya çalışıyordu. Hiçbir geçerli sebep bulamadı. O sırada annesiyle göz göze geldi. Onun da gözleri dolmuştu. Köşede öylece duruyor, hiçbir şey söylemiyordu. Aynı kaderi paylaştıklarını o zaman anladı. İkisi de çok sevdikleri insanı uzaktan seyrediyorlardı.

— Hadi eve gidelim, dedi babaannesi.

Herkes eve yöneldi. Arabadan bavullar alındı. Ayşe de kalabalığı takip etti. Bavullar babaannesinin odasına bırakıldı. Orada açılacaktı, adet öyleydi. Ayşe’nin gözüne büyükçe bir çantada duran gelin bebek ilişti. Heyecanlandı, kendisinin olabilir miydi? Hiç beklemediği bir anda, babası:

— Ayşe, bu bebek senin, dedi.

Ayşe sevinçle koştu. Çantayı açtı. Kocaman bir gelin bebek!

Boyu nerdeyse Ayşe’ninki kadardı. Çok güzeldi. Minnet ve sevgiyle babasına baktı. O sırada amcasının kızı bebeği göstererek:

— Ben de istiyorum, diyerek ağlamaya başladı.

Babası başka bebek olmadığını söyledi. Babaannesi kızgın bir şekilde:

— Adam bir tane de şuna alır, dedi.

Herkes sustu.

Annesi bebeği alarak odalarına götürmesini söyledi. Ayşe sevinçle bebeği alarak odalarına gitti. Orada rahat rahat oynayabilirdi. Fakat bu da olmadı. Annesi gözleri yaşlı bir vaziyette bebeği bir beze sardı ve tavana astı. Anlaşılan Ayşe bebeğini de babasını sevdiği gibi uzaktan sevecekti.

edebiyat

Uzaktan SevmekHatice ATMACA

öykü

“Hasta olacak galiba” dedi anne bol vitaminli omlet için kabak

rendelerken.

Ne buzdolabı ne rende ne de mutfak dolabı cevap vermedi anneye.

Anne ekledi:

“Ne zaman iştahı kesilse hasta olur. Akşama kalmaz ateşi çıkar.”

Bu işlerden pek anlamayan çaydanlık, ekmek sepeti ve bulaşık

makinesi de susmaya devam ettiler.

Kabaklı omletin üzerinde ki dumanlar mutfak tavanına doğru yarışa

tutuşmuşken, Anne:

“Tuna, kahvaltı hazır hem de çok güzel” diye seslendi. Tuna

yatağından hiç kalkmadan cevap verdi:

“Aç değilim anne.”

Anne ne söylediyse ne kadar ısrar etiyse de Tuna’ya gün boyu hiçbir

şey yediremedi. Tuna, tek lokma yemediği gibi tek bir kelime de

etmedi. Dalları budanmış bir kiraz ağacına benziyordu. Ne bir

yaprak ne de bir serçe, öylesine ıssızdı.

Güneş, yaprakların ve çakıl taşarlarının arasından ışıklarını birer birer

çantasına topladığında Tuna hâlâ çok sessizdi. Neyse ki annesinin

söylediği gibi ateşi çıkmamıştı. Yinede annesi Tuna’yı hastane

götürdü. Doktor amca anneyi dinledikten sonra Tuna’yı uzun uzun

muayene etti. Fakat doktor amca Tuna’nın reçetesine yazacak bir

hastalık bulamayınca:

“Neyin var oğlum senin, neden hiç konuşmuyorsun ve yemek

yemiyorsun?” diye sordu. Tuna gözlerini hastanenin mermer

zemininden hiç kaldırmadan:

“Rüzgârımı kaybettim.”dedi. Doktor amca, o an, takla

atan bir zebra görmüş gibi tuhaf tuhaf baktı.

“Nasıl kaybettin peki!”

Tuna biraz düşündükten sonra anlatmaya başladı:

“Henüz kirpiler uyumamıştı. Rüzgârım ılık ılık eserken kâğıt

uçaklarım şarkı söylüyordu. Tam da uçurtmam bulutlarla

saklambaç oynarken bir ses duyduk. Afrikalı bir çocuk

dünyadaki bütün çocuklara ve uçurtmalara sesleniyordu.

Çilek kokulu, ekmek gibi sıcak ve dondurma gibi neşeli dualar

istiyordu. Uyumadan önce kâğıt uçağım, rüzgârım, uçurtmam ve

ben kocaman bir fil büyüklüğünde dualar ettik, Afrikalı çocuklar

için. Sabah uyandığımda ise karnımın ortası bomboştu. Rüzgârım

gitmişti.”

Ne anne ne de doktor amca Tuna’nın anlattıklarından tek bir kelime

bile anlayamadı.

Doktor amca, anneye, Tuna’yı rüzgârlı tepelere pikniğe götürmesini

önerdi. Ve o gece sabaha kadar bütün tıp kitaplarında Tuna’nın kayıp

rüzgârını aradı durdu. Güneş, çantasını açıp çiçeklere böceklere ve

erkenden kalkıp dua eden ninelere ışıklarını hediye ederken, doktor

amca kayıp rüzgârı hâlâ bulamamıştı.

Tuna, bütün gece odasının tavanına resim çizdi. Rüzgârıyla çıktıkları

güzel yolcukları, söyledikleri şarkıları ve savurup kızdırdıkları

yaprakları hatırladı. Hatırlamak ne kadar da güzeldi. İşte tam da ne

olduysa o an da oldu. Tuna karnının tam ortasından bir ses duydu.

Açlıktan karnı guruldamıyordu tabii ki. Bu rüzgârın sesiydi. Evet,

evet ta kendisiydi. Tuna yatağından hızla fırladı. Evin içerisinde

neşeyle tam on sekiz tur attı. Koltukların üstünde ise yirmi beş kez

zıpladı.

“Neredeydin sen heyyyy!!!” dedi. Rüzgâr:

“Çok uzaklara estim Tuna hem de çookkk... Çilek kokulu, ekmek gibi

sıcak ve dondurma gibi neşeli dualarını sahiplerine uçurdum. Sana

çikolata renginde selamlarını

getirdim, kokla bak…”

Tuna, gözlerini kapatıp

Afrika’dan esen selamı

içine çekti.

Rüzgârını Kaybeden ÇocukFatma Çağdaş BÖREKÇİ

edebiyat

TÜRKİYE DİL ve EDEBİYAT DERNEĞİ22

EDEBİYAT BÜLTENİ 23

edebiyat

edebiyat

Foto

ğraf

: İhs

an Ş

ahin

TÜRKİYE DİL ve EDEBİYAT DERNEĞİ ÇORUM ŞUBESİ24

edebiyat

deneme

İetişim çağında gençlerin yaşamış olduğu sıkıntıları, son dönem araştırmalarının bize göstermiş olduğu veriler ışığında değerlendirmek gerekir. Bu bağlamda aile, okul ve medyanın gençlik üzerindeki etkisi, üzerinde durulmayı hak edecek bir

husustur.Herkes takdir eder ki aile, gencin hayatında çok önemli

bir unsurdur. Ailenin genç üzerindeki bu etkinliği ergenlik çağında zaman zaman değişkenlik gösterdiği gibi, etkileri ve sonuçları düşünüldüğünde bir hayat boyu sürmektedir. Ailenin varlığı da yokluğu da bu bağlamda özellikle gençlik çağındaki bireylerin yaşamında tartışılmazdır. Gerek ülkemizde gerekse diğer toplumlarda bilgisayar çağıyla başlayan yalnızlaşma, yalnızlaştırılma durumu gençliğin teknoloji bağımlılığıyla en üst noktaya çıkabilmektedir. Yaşadığımız dönem gençliğinin hem kendi kritik döneminin önemliliğinden hem de yaşadığı dünyadaki gelişmelerden habersiz oluşu, aslında hayatında onu etkileyecek, ona yaşama sebebi verecek bir hedefin olmamasından kaynaklandığını söyleyebiliriz.

Ailelerin gençler üzerindeki tesirleri bu noktada önem kazanmaktadır. Aileler genel itibari ile çocuklarının yaşadığı bu kritik dönemden habersiz olarak çeşitli tavırlar içerisine girebilmektedir.

Bunlardan ilki çocuklarının kendileri gibi olmaya, kendi istediklerini yapmaya zorlamaları gibi yanlış bir tutum örnek gösterilebilir. Bambaşka dünyalarda yaşayan genç ve aile bu kritik dönemde ya birbirinden uzaklaşmakta ya da tam anlamıyla bir bağlanma duygusu gerçekleştirmektedir. Çocuklarını kendi gibi olmaya zorlayan ailelerin bu tutumuna çocukları da aynı oranda olumsuz bir reaksiyon göstermekte ve bu tutum belli bir dönemin sonunda birbirinden bıkmış huzursuz bir tabloyu ortaya çıkarmaktadır.

İkinci anne baba tutumu ise çocuklarının elinden kaybolmasını istememeleri sebebi ile çocuklarının her istediğini yerine getirmeleridir. Böyle bir tutumun sonucunda da her istediğini istediği biçimde, istediği zamanda elde etmiş bir bireyde, zorlanmadan iradesiz ve çevresinde çeşitli probleme dönüşen sağlıksız bir ruh hâline bürünebilmektedirler. Bu durumun sonucunda da olaya müdahale etmeye çalışan, oluşan bu durumu düzeltmek isteyen aileler için artık çok geç kalınmış olabilmektedir.

Ailelerin gösterdiği bir diğer tavır ise kendi hayatını yaşasın, biz hiçbir şekilde karışmayalım tavrıdır. Çalışan anne baba tutumu olarak kendini gösteren bu durum daha çok, çocuklarına zaman ayıramayan ailelerin tutumu olarak karşımıza çıkmaktadır. Gün boyu çalışan ve hayatlarını yüzde doksanın dolu olduğu aileler için çocuklar bir mahrumiyet yaşamaktadırlar. Çocukları ile uğraşacak vakitleri olmadıkları için gençleri uzaktan uzağa takip etmekte ve böylece herhangi bir sorunun olmadığını düşünmektedirler. Akabinde ortaya çıkan küçük sorunlar ise zaman içinde büyüyerek ailelerin hiç de hayal edemeyeceği bir sıkıntı hâline dönüşebilmektedir.

Özetle ifade edilecek olunursa okul aile ve toplumun gençler üzerindeki etkisi, gençlerin kendi hayatlarını konumlandırmaları açısından çok büyük önem arz etmektedir. Aileleriyle sağlam bir iletişim kuramamış, okulda veya okul dışında herhangi bir başarıyla kendini ifade edememiş bir genç, kendini yetersiz addetmekte ve farklı çareler aramaktadır. Bu çareler içerisinde, doğru bildiği yanlışlar olarak interneti, bilgisayarı ve medya dünyasında örnek alacağı tipleri seçmektedir.

Gençlerin okulda ve ailede bulamadıkları ilgi ve başarı duygusunun internette televizyonda veya yakın arkadaşlarında aramaları, eğitimcilerin ve özellikle anne babaların üzerinde düşünmesi gereken bir sorundur. Çevresel faktörlere bağlı olarak arkadaş gruplarının aynı kaynaklardan beslenmeleri, internet ve televizyonun verdiği mesajları hayatlarında uygulamaları ve kendilerini bu şekilde tatmin etmeleri, gençleri olumsuz etkilemekte ve sağlam zeminlere oturtmamaktadır. Günümüzde medya internet televizyonun vermiş olduğu mesajlarda

malumdur. Gençleri bu noktaya sürükleyen medya ve

teknolojik hayat algısının değişmesinde elbette sorumluluk, öncelikli olarak aileye ve sonra okula düşmektedir. Ailelerin gençler üzerindeki etkileri

ta küçüklükten başlamaktadır. Anne babanın bu etkilerden haberdar olacak

okumaları ev içerisinde gerçekleştirmeleri de gençlerle kuracakları diyaloglarda öne çıkmaktadır. Medyanın alenin gençler üzerindeki etkisinin yadsınamaz olduğu bu son kertede toplumsal sorumluluğumuzu

bu yazıyı okuyan herkesin alması son dileğimizdir.

Aile, Okul ve MedyanınGençlik Üzerindeki Etkileri Kemal BAŞ

EDEBİYAT BÜLTENİ 25

edebiyat

Bilindiği gibi Birleşmiş Milletler Genel Merkezi Amerika Birleşik Devletleri’nin New York şehrindedir.

Peki, ama neden?

Daha kuruluşu üzerinden henüz 236 yıl geçmiş olan bu ülke hangi özelliği ile böylesi bir kuruma ev sahipliği yapma hakkını elinde bulundurmaktadır?

ABD tarihinin her devrinde bir kutup olmuştur ve tarihi bir derinliği yoktur. Soğuk savaş döneminde komünist ve kapitalist kutuplardan biri, günümüzde de Avrupa Birliği’ne karşı bir kutuptur.

Oysa Birleşmiş Milletler gibi tüm dünyayı ilgilendiren bir kuruluşun, hem tarihi derinlik, hem jeopolitik konum, hem coğrafi konum olarak nerede olması gerektiği irdelenecek olursa sanırım en son ABD’ye karar verilebilir.

İşte Birleşmiş Milletler Genel Merkezi için en uygun konum: İSTANBUL!...

İstanbul tarihe silinmez iz bırakmış tüm medeniyetlerin göz bebeğidir. İstanbul sadece bir şehir değil, aynı zamanda bir ruhtur. Antik Yunan’dan, Roma’dan, Osmanlı’dan esintiler barındıran bir ruh.

Tarihte dünyanın en büyük kütüphaneleri Endülüs, İskenderiye, Vatikan ve Beyazıt kütüphaneleridir. Endülüs ve İskenderiye yok edilmiştir. Şu anda Vatikan ve Beyazıt vardır. Vatikan bir din merkezi olduğu için bir kenara kategorize edilirse, Beyazıt Kütüphanesi’nin İstanbul’da bulunması bile BM Genel Merkezi için çok önemli bir nedendir.

ABD gerçekten hoyrat bir güçtür ve dünya ona güvenmemektedir. Avrupa Birliği daha kurulamadan dağılma sürecine girmiştir. Sovyetler dağıldığı için, Rusya kendi problemleri ile meşguldür. Çin tarihin hiçbir döneminde dünyaya liderlik edecek bir konumda olmamıştır.

Gelelim İstanbul’a:

• ABDileilişkilerinedüşmancaneramolmuşdüzeydedir.

• AB ile giriş müzakereleri sürecindedir, AB’ye girmesebile bu müzakere ortamı iki tarafın birbirini anlaması bakımından önemlidir.

• Dağılan Sovyet Cumhuriyetleri’nin önemli bir kısmısoydaş devletlerdir. Türkiye’nin hem bunlar ile hem de Rusya ile ilişkileri önemlidir.

• İstanbul İslam dünyasının gözünde önemli birmerkezdir.

• ÇinveHindistan ilegerekmevcut ticari vediplomatikilişkiler gerekse tarihsel komşuluk ve hısımlıklardan dolayı sıcak ilişkiler içerisindedir.

• UzakDoğu,özellikleJaponyaveKoreileçokiyiticarivedostluk ilişkileri içerisindedir.

• Afrika’da bugün adını dahi bilmediğimiz diyarlardaOsmanlı’dan kalma eserler ve sıcak hatıralar vardır.

Tüm bunlar bir araya geldiğinde Birleşmiş Milletler Genel Merkezi’nin İstanbul’a taşınması kadar objektif, mantıklı ve bu kuruluşun mana ve ruhunu daha iyi yansıtmasını sağlayacak diğer bir alternatif gösterilemez.

İstanbul’da neresi olacak BM merkezi diye soracak olursanız, benim önerim Büyük Ada’dır. Büyük Ada da nereden çıktı demeyin. Manhattan’dan çok daha uygundur Birleşmiş Milletler Genel Merkezi için.

Haydi, gençler iş başına. İnternette açacağınız siteler, forumlar, sosyal medya vs. ile kamuoyu oluşturmak sizin elinizde. Gerisini istese de istemese de diplomatlar gerçekleştirecektir. Tarih bize bu sorumluluğu yüklemiş bulunmakta olup, zaman gelmiştir.

Birleşmiş Milletler - İstanbul İsmail ADANIR

deneme

TÜRKİYE DİL ve EDEBİYAT DERNEĞİ ÇORUM ŞUBESİ26

edebiyat

öykü

TespihMuhammet Kiraz

İkindi namazını eda etmek için girdi camiye. Ağır adımlarla yürüyüp en ön safa geçti. Yanında oturan yaşlılarla beraber ezanı beklemeye başladı.

Ezan okundu ve namazı cemaatle birlikte huşu içinde kıldı. Adeti gereği herkesten önce çıkardı camiden. Sevmezdi, kapı önündeki kalabalığı. Bir çok yaşlı bakışlar arasında ayağa kalkıp kapıya doğru yürüdü. Tam ayakkabısını alıp çıkacaktı ki, az önce askıdan aldığı ceketin cebinde bir şey olduğunu hissetti. Elini attı, çıkardı. Tespihti bu. Hem de göz alıcı, güzel bir şey.

- Allah Allah... Nerden geldi ki bu?

Ayakkabılarını giyip, çıktı dışarı. Garip bir mutluluk vardı sanki içinde. Hiç tespihi olmamıştı o güne kadar. Zikri sürekli diliyle yapardı ama artık…

Oturduğu banktan, işini bitirmiş, tam ayağa kalkacakken omzuna bir elin dokunduğunu hissetti.

Sen kimsin, demeye fırsat bırakmadan. Yaşlı bir adam:

- Otur evlat. Sana anlatacaklarım var.

Şaşırmıştı. Ne anlatabilirdi ki bu yaşlı adam. Gözü tespihteydi adamın.

- Nerden aldın o tespihi?

- Ceketimin cebindeydi efendim. Bende anlamadım nerden geldiğini.

Yaşlı adam gülümsedi.

- Onu oraya ben bıraktım.

Nasıl yani? Dermişçesine yaşlı adamın yüzüne baktı.

- Evlat! Biz rahmetli dedenle çok iyi arkadaştık. Yediğimiz, içtiğimiz ayrı gitmezdi. Fakat takdiriilahi yataklara düştü deden. Son nefesinde yanında ben vardım. Bana bir avuç boncuk verdi. Ve bir ipe dizmemi istedi. Dediğini yaptım, verdim.

- Ne yapacaksın bunu, diye sorduğumda.

- Camiye girdiğin zaman askılara bak. En sonlarda küçük bir ceket görürsün. Bunu onun cebine bırak. Sonra onu bul, şunları anlat.

- Hatırlar mısın, de ona. Dedenle camiye gittiğinizde sana her gün bir boncuk alırdı. Bir ayı az bir zaman geçe de sana bir sürprizden bahsederdi. Sen sıkılmıştın bu işten ve zaman dolmadan boncukları dedene geri vermiştin.

Çocuk şaşkınlığını üstünden atamamış şekilde sordu.

- Neymiş o sürpriz amca?

Yaşlı adam:

- İşte evlat, işte sana dedenin emaneti, bu tespih...

Genç Kalemler

EDEBİYAT BÜLTENİ 27

edebiyat

Bir Meleğe ŞiirNurbanu ATMACA

Sevgiliye mektup yazmak kolaydı.Aşkla konuşmak…Hepsini yazdım satır satır.Bir sana yazamadım bugüne kadar,Toparlanamadı sözcükler,Nerden başlayacaklarını bilemediler.El ele tutuşup, Fikrimin kıyılarından karşıya geçemediler,Her niyetlenişlerinde kaldılar öylece.

Sen, dediler bana,Özür mü dileyeceksin?Sevdiğini mi söyleyeceksin?Bilemedim ilk kez ne diyeceğimi.Suskunluklar bana göre değildi, Ama söylenecekler de kolay değildi.

Ben, diyecektim…Kırdım seni çok kez,İncittim defalarca.Her sözümde yaraladım belki bin kezOysa bir sana geçiyordu nazım,Bir sen dinliyordun beni, kulaklarını kapatırken herkes.O yüzden yüksekti sesim seninle konuşurken,O yüzden hep sana koştum içim yanıp tutuşurken.Öyle güçlü durdum ki onların yanında,O masum, çaresiz, güçsüz yanımı bilemediler hiç.Öyle huzurluydum ki senin yanındaKendimi gizlemeye ihtiyaç duymadım hiç.Ben çok kez düştüm.Çok kanadı dizlerim.Ama her seferinde daha hızlı yürüdüm.Biliyordum yanımdaydı ellerin.Öyle çıkmazların içine girdim ki kimi zaman,Yönümü bulmak bir yana, kendimi kaybettim.İşte o zamanlarda bir ses, bir ışık oldun hep,Senin dualarını takip ettim.

Biliyorum hâlâ büyüyemedim meleğim.Biliyorum hâlâ öğrenecek çok şey var.Peşinen özür diliyorum,Şuursuz sözlerim belki yine seni kıracaklar.

Sen olmasan ben “böyle” olamazdım,Böyle güçlü duramazdım,Ayaklarımı böylesine sağlam basamazdım yere.Savaşmayı öğrettin bana sen,Dostluğu öğrendim en çok da senden.İyi ki diye başlayan tüm cümleleri yazmak isterdim şimdi.Ama özetleyeceğim hepsini.

Hâlâ masallara inanıyorsam,Hâlâ büyümediysem,Maviyse hâlâ dünyam, Kanatlanıp uçabileceğime inanıyorsam hâlâ zorda kaldığımda,Her yaranın ilacı var gibiyse,Kolaysa hâlâ ağlamak, Düz gitmeyen yollarda doğruca yürüyebiliyorsam,Bildiğim tek bir şey sayesinde hepsi,Çünkü aklımda hep o meleğin sesi…

(Anneler Günü’nde annem için…)

şiir

Genç Kalemler

edebiyat

Yıldızsız bir göğün altında vücuduma saplanan bıçakların

sahiplerini arıyorum. Susmanın anlamını, sabrı ve kaybetmeyi

düşünüyorum. İçimde karşı konulmaz bir geceye sığınma

isteği. Ki eğer zihnim sere serpeyse şimdi gecenin önünde, o

isteğe boyun eğdiğim içindir.

Nedendir geceyi dost bilmek ve dökülüp saçılmak ona

karşı? Sorgulanacak en son şey belki. Susuyor ve duymazlıktan

geliyorum diyorum, olmuyor. İnsan susmanın anlamını

en çok susan ve hiç ama hiç konuşmadan çok şey anlatan

geceden sual etmeli elbet. Ve sabrı ki hiç bıkıp usanmadan

sabahın ve gündüzün günün içinde eriyip kaybolmasını

bekliyor. Ve kaybedişler muhakkak gecenin uzmanlık alanı,

her gün yiten, ve tam var olduğuna inanırken hem de, yiten

geceden daha iyi kim bilebilir kaybetmenin anlamını?

Sonra ben. Yani susmanın anlamını milyon kere ezber

etmiş ama yine de tam olarak içselleştirememiş bir aciz.

Susmanın bir şeyler anlattığına ve yeri geldiğinde sözden kat

be kat daha çok şey anlattığına inanıyorum. Ama hala susan

insanların yüreklerinin derinindeki solan çiçeklerin ilhamına

ermeyi beceremedim. Belki yakındır. Ki yeni yeni bana

susmayı öğretenlerin en çok sustuklarını fark eder oldum.

Susmakla ilişiği olan mısralar aklıma geliyor, susuyorum.

Susmak en çok da susmakla perçinlenince anlamını buluyor.

Öyleyse susmak büyük bir sabır işi mi?

Sahi sabır ne peki? Acıya, haksızlığa ve aşka dayanmanın

diğer adı mı? Beklemek mi büyük bir özveriyle? Sabrın sonu

hep mi selamet? Bilmiyorum. İnandığım şeylerin büyük

sarsıntılarla yıkılışına şahit olan ben, şimdi tüm bu sorular

karşısında hayata dair tüm bildiklerinden kuşkulanan birisi

olarak duruyorum. Yanıldığım ve yanıldığımı anladığım

öyle çok an oldu ki… Ama yine de sabra ve sabrın iyi bir şey

olduğuna inanmak istiyorum. Ve sadece bir kuşun kulağıma

umudun ezgisini fısıldamasını bekliyorum. Bunca yenilgiden,

bunca kaybedişten sonra… Çok şey mi istiyorum?

Sıralama yanlış oldu. En önce düşünmem gereken en sona

kaldı. Ama hayat da hep bunu yapmıyor mu bize? Susup

sabrettirdikten sonra kaybettirmiyor mu? Tam inanmışken

susmanın ve sabrın bir şeyleri değiştireceğine, kaç kez

önümüze sunuldu kaybediş? Kaç acının damıtılmasından

sonra yine elde avuçta sadece acı kaldı hatırlıyor musunuz?

Sürekli eskiyerek ömrün sonuna yürümek... Ve sana biçilen

sona bu düşüncelerle varmak.

Saplanan bıçakların çekilip yeniden vücuduma

saplandıklarını hissediyorum. Ruhum acıyor.

Karamsar bir tablonun son dokunuşları da tamamlandı.

Oysa yıldızlar olsa ben yine sadece umuttan bahsederdim.

Ve inanmanın mutlaka ama mutlaka bir şeyleri

değiştireceğinden… İyiden ve güzelden çok fazla söz

açamadımsa, bu biraz da yıldızların suçu… Ne yapayım yani,

keşke onlar da göğü karanlığa emanet etmeselerdi böyle…

Susmak, Sabır ve KaybedişTaner SARITAŞ

TÜRKİYE DİL ve EDEBİYAT DERNEĞİ ÇORUM ŞUBESİ28 deneme

Genç Kalemler

Peki olur… Giderim.

Bu söz çıkmıştı ağzımdan bir kere. Ötesini

bilmeden, düşünmeden demiştim. Sadece

ufak bir yüz belirdi ve kayboldu gözlerimin

önünden… Yol vardı götüren, bir de yürüyen

ayaklar vardı. Hatırlıyorum mermer zeminde

bıraktığım ayak seslerini ve sağa sola dönen

başımı. Her koridor birbirinin aynı ve her yüz aynı

hüzünde… Garip gelmiyor o an nedense. Aşina

olduğum yüzü bulmanın heyecanındayım.

Buruk bir kasvet yayılıyor yürüdükçe… Hiç kimse

yüzüme bakmıyor. Sorgulamıyor kimse varlığımı…

Nereye ve niye? Hiç kimse konuşmuyor. Başka bir

koridor çıkıyor karşıma. Başım hep sağa ve sola dönerken

en son yerde kenetleniyor. Diğerlerinin aksine… Neden

bakıyorlar bana? Niye geldin der gibiler… Geldim.

Bilmiyorum adını, kapı numaranı dahi bilmiyorum.

Gizli, kaçak geliyorum misafirhanene… Bir yüz var sadece

gözlerimin önünde… Onu bulmaya geliyorum. Sen ise

beklemiyorsun bulunmayı… Sağa çeviriyorum başımı;

anlamıyorum önce, anlamıyorsun. Tanımıyorum önce, sen

tanıyorsun. Aşina olduğum yüzü bulamamanın kederini son

raddede yaşatıyorsun.

Sana doğru yürüdükçe bakışlarına kilitleniyorum.

Bakamazdım ben hâlbuki öne eğilirdi başım… Sen

beni hangi sonsuza çekiyorsun? Otur diyorsun.

Bihaberim halimden, ayaklarımın varlığından

bihaberim. Burada nasıl nefes alıyorsun? Buz gibi

mermerleri, perdesiz pencereleri, ruhsuz duvarları

var. Ve ölüm notalarıyla bezenmiş sessizliği… Bu

camdan mı izliyorsun yemyeşil ağaçlarını dağların…

Kimi düşünüyorsun?

Anlatıyorsun, anlatıyorsun… Seyrediyorum

yalnızca… Elem dolu yüzünü, ıstırap damlayan gözlerini,

saklamaya çalıştığın titreyen ellerini… Dinliyorum boğazına

düğümlenen yaslı sözlerini… Yalnızsın biliyorum.

Git der gibi bakmıyorsun sen. Ama git der gibi bakıyorlar

bana… Son iç çekişimde anlıyorsun kalkmaya yeltendiğimi…

Sıkıca tutuyorsun ellerimi, kilitliyorsun yine gözlerimi…

İç sessizliğinle haykırıyorsun; “hamdım, yandım.” Titreyen

sesinle kurduğun son cümle ise;

Sen kapıdan girince, yüzünü gördüğümde…

... güneş doğdu sandım.

GüneşSeda MESCİ

öykü

edebiyat

EDEBİYAT BÜLTENİ 29

Genç Kalemler

Foto

ğraf

: İhs

an Ş

ahin

TÜRKİYE DİL ve EDEBİYAT DERNEĞİ ÇORUM ŞUBESİ30

edebiyat

deneme

Günüm gözlerimin algısıyla başlıyor. Hangi güne başlamışsam o dar zamanlarıma sığdırmaya çalıştığım, ardına sere serpe düşlerle düştüğüm, yolunda kan ter içinde kaldığım o kadar çok şey var ki. Beni yoran ise hepsinin de soyut gerçeklikten somut gerçekliğe, düşünceden yaşama dönüşmesini istiyor olmam. Ama hangisinin peşinden zamanımı sürsem, düşünce merkezimin de, düşüncelerimin de bitap düştüğüne şahit olmaktan hiç bıkmıyorum. Kendimi kıramıyorum, kınamıyorum da.

Sorguluyorum.

Uzun uğraşlarıma, sarf ettiğim çabalarıma minik saadetlerimi kurban ediyor muyum acaba? Minik dediysem zaman açısından minik, yaşam açısındansa oldukça büyük saadetler.

Harcadığım zamana yedi gök, dünya ve ikisi arasında insancıl ölçülerle değer biçilebiliyor mu?

Hani olur da değerlenirse, ömür serüvenimde yeni bir çağ başlatabilecek, “işte benim miladım da bu” diye zihnimi hoplatacak biçilen o çakma değere bir bedel ne konulabiliyor? Cevabım “hiç”ten başka bir şey olmuyor. Olmadı, bunların ötesine bakışımı döndürdüğümde, fırtınalı beynimin vaveylâsından düşüncelerimi kamaştırarak şimşek gibi “sonsuz yaşam” çıkıveriyor. Beynim sırıtıyor, “ben buldum” edasıyla ağzı kulaklarına varıyor, kendine pay çıkarıyor. “Aferin” diyesim geliyor.

Harcadığım bir zamanı yeniden kazanmak için neyi feda edebiliyorum? Ve o anlarımın geri dönüşümünü sağlayabiliyor muyum? Yorumlayabildiğim kadarıyla “imkânsız”a örnek oluyor işte.

Zamanın son demlerinde “astra seyahat” düşüncenin modası olmuş. Ömrünün toy zamanlarında nabızları atanlar ikide bir sorup duruyor; “astra seyahat” gerçek mi? Boş ver, yaşa gitsin işte diyemiyorum.

“Evet” diyorum, “ama sandığınız, sosyal medyada kakalanmaya çalışılan gibi değil.” Beş duyu organıyla algılanabilen reel alemden, duyu organları duymadan da yargılanabilen sanal gerçekliğe doğru kimlik ve kişilik taşınmasına diyorum ben astra seyahat diye. Yani anlık devinimlere alışkınsan eğer, her saniye astra seyahate çıkabiliyorsun demektir. Bedensiz, kendinle. Dönüşü oluyor mu? Ben her saniyeyi yeni bir doğuş kabul ediyorum ve son yaşadığım saniyeyi öncekiyle aynı kabul edemiyorum. O zaman, saniyelerin birimlerine bile sığan ve her saniye yenilenen ömürlük bu seyahatlerin toplamına “yaşam” diyorum.

Ama size astra seyahatten daha çarpıcı olanını söylemek istiyorum: “Can alıcı gerçeklik.” “Ultra seyahat.” Ya da ruh olarak yaşamı sürdürürken, ceset olarak toprak olmak. “Sonsuz yaşama son yolculuk”. İki hecelik o kelimeyi hatırladınız, tahmin ediyorum.

“Düşünüyorum öyleyse varım”ı karizmasıyla baş başa bırakarak, “Rüya görüyorsam yaşıyorum demektir”, ısrarla vurguluyorum. Bu arada, çaktırmadan beynimi ultra seyahate çıkarıp “son yolculuğ”a çıkmadan önceki “son rüyam”ı da merak ediyorum. Yaşadığım sürece gördüğüm bir rüyayı yeniden görebilirim. Fakat az önce nefes alıp verdiğim hangi zamanı yeniden yaşayabiliyorum ki?

Ultra seyahate çıkmadan önce astra seyahatte olduğu gibi düşüncelerini rahat bırakmana, yalnız ve sessiz bir ortamda kendini paketlemene gerek yok. Ansızın, apar topar, nasılsan öyle başlıyorsun bu yolculuğa; ama sadece sen, tek tabanca, sevdiklerin olmadan. Gözlerin arkada kalmıyor, efkarlanmıyorsun. Ya gözlerinde sonsuz bir sevinç, ya kasıp kavuran acı bir pişmanlıkla…

Kimi zaman “Mükemmel Varlık”ın ya da Üstad’ımın deyişiyle “En Büyük Usta”nın eserinin bana özel ayrılmış bir kesitinden, zor hatırlanır ama kolay yaşanır yerlerine doğru, bir uçtan bir uca, görünen varlığımla görünmeyen

Astra-UltraSeyahatler ve EfkârMustafa SAKA

EDEBİYAT BÜLTENİ 31

edebiyat

ve görülmeyen varlığıma, derinliklerime dalıp gidiveriyorum. Literatür buna “efkâr” diyor. Eşref saatinin başkahramanı yani. Bazen bir hüznün içine çekiliyormuşum gibi geliyor durup dururken. “Ya, şimdi n’oldu da neşen birden sönüverdi”, “durgunlaştın”, “hayrola dostum noldu?” “hocam daldınız” diye çok duymuşumdur yakın bildiklerimden.

“Evet daldık biraz”, “hadi ya fark etmemişim” dediğim zamanlar oluyor. Bir neden aramak o an için aklıma bile gelmiyor. Nedensiz olduğu zamanlar çok olsa da; bu, genellikle küçük ustaların eserlerinde verilmek istenilen mesajın aksine yepyeni bir tasarımın gönül dergâhında bana özgü şekillenmesinden kaynaklanıyor. Bu insanoğluna has durum nedir? Efkâr mı? Astra seyahat mi? Tartışılır, yeter ki ultra seyahat olmasın.

Neden, ben bana gösterilen ve algılamam istenilen şekilde düşüneyim ki? “Ben, benim; o, o’dur.” “Efkârlıyım” denilen, yaşamın en reel, en popüler ve bir o kadar da candan kesiti olan bu zamanların hep eşref saatinde olması gerekmez ya…

“Efkar” benim anlayış sözlüğümde en hissedilebilir karşılığı ile “düşünceler”; daha dinamik duruşu ile de “fikirler” olarak ifadesini buluyor. İster pozitif olsun, neşelendirsin, dar zamanlara minik saadetler nakşetsin; ister negatif olsun,

hüzne müptela yapsın. Her ne kadar iki arkadaşın “hadi kafa dağıtalım” durumlarına uymasa; “hadi ordan” denilme ihtimalinden korkan yanık bir yüreğin, saç ağartan dakikalarını pek anlamlı kılmasa da. Veya bitkisel hayat yaşayan aşkını, yaşama döndürme savaşı veren platonik kahramanın “ex olmuş” düşünceleriyle başını avuçlarına almış, gözlerini noktalara odaklamış duruşuna ve “off” larına tezat olsa da.

Karanlık toprağın üstünü bürüdüğünde gök yüzünün güzelliği gözlerimi kamaştırıyor. Uykuya yenik düşmezsem eğer göz kapaklarımın ağırlaşmasına rağmen tan yerinin ağarmasına kadar geceyi yaşamak istiyorum.

Sonunda çoğu kez olduğu gibi bu istek de gözlerimin kapanışı ile tarihin zor hatırlanabilecek ama kolay yaşanabilecekleri arasında yerini alıyor.

Gözlerimin algısıyla başlayan ömrümün bir günü yine gözlerimin kapanışı ile miadını dolduruyor. Başlama ve bitiş saatlerinin ne önemi var sanki.

Hangi güne başlamışsam o dar zamanlarıma sığdırmaya çalıştığım, ardına sere serpe düşlerle düştüğüm, yolunda kan ter içinde kaldığım o kadar çok şey var ki... Hayal kuruyorsam bunları yaşatabildiğime inanıyorum. Bence önemli olan da bu.

deneme

TÜRKİYE DİL ve EDEBİYAT DERNEĞİ ÇORUM ŞUBESİ32

edebiyat

deneme

Nisan ve İnsanEsma Nur SEÇKİN

Bulutlu bir bahar havası. Yaza olan özlemimizi birkaç haftadır parlayan güneşin gülen yüzüyle gideriyorduk ki; şimdi yine kıştan kalma bir havayla soğuk günler canlanıyor hafızalarımızda. Yaza doğru akan zamanlar çoğumuzun ruhunda tomurcuklar misalidir. Yaza dair planlar yaparız baharın tatlı rüzgârı yanağımızı okşarken. Rüzgâr serin de esse yaza olan hasretimizden midir, rengârenk çiçeklerin içimizi ısıtmasından mıdır bilinmez üşümeyiz pek. Hasılı bahar karmaşıktır biraz. Dün sabah gökyüzünün mavisi gözlerimizi kamaştırırken bugün sabah gece yağan yağmurun serinliği içimizi üşütebilir. Nisan ayındayız ve kabul etmeliyiz ki nisan ayı yağmurla güneşin bir arada olduğu zaman çıkan gökkuşağının ayıdır.

Nisan yağmurlarına dair neler neler söylenmiştir. Hani bir hikâye vardır bilirsiniz; nisan yağmurundan bir damla istiridyenin içine düşerse inci, yılanın diline düşerse zehir olurmuş. Hiç düşündük mü acaba, nisan yağmurunda ıslanırken istiridyeye mi yoksa yılana mı yakınız diye? Nisan yağmurunun temiz damlaları omuzlarımıza düşerken ne geçiyor içimizden? Yine mi yağmur yağıyor, sırılsıklam olacağım mı diyoruz yoksa toprağın bağrına düşen hayat bahşedici damlaların kokusuna hayran olup yağan yağmura tebessüm mü ediyoruz?

Bahar ayları hep mutluluğu çağrıştırır. Ama nisan yağmurları ve yağmurların güneşi örten bulutları da her mutluluğun içinde bir hüznün saklı olduğunu hatırlatır. Bahar aylarında kupkuru dallarda açan çiçeklerde umudun resmini çizer ve şu dünyada olmayacak şey yok dedirtir bize.

Nisan ayı ateşle suyun, sıcakla soğuğun, yazla kışın çakıştığı

noktada durur. Bu yüzden nisana bakışımız belki de bizim hayata bakış açımızdır. Bahar aylarına dair ne düşünüyoruz? Havalar ısınıyor, ağaçlar çiçek açıyor diye mi? Of yine yağmur yağıyor, bu nasıl bir hava az önce güneş parlıyordu diye mi? Düşüncemizdeki bahar tasviri bizim hayata bakışımızı ortaya koyar aslında.

Şimdi açın pencereyi, hava güneşli ya da bulutlu olsun ne fark eder. Nisandayız ya bahar aylarındayız, hem yaza da az kaldı. Ya da belli olmaz havaların işi diye de düşünebilirsiniz. Olsun yine de açın pencereyi. Gözlerinizi kapayın ve derin bir nefes alın. Ciğerlerinizi bahar havasıyla doldurun. Ne hissediyorsunuz? Ne kokuyor havada? Kupkuru dallarda açan çiçeklerin umudu mu yoksa kıştan kalma bir is kokusu mu?

Kararı size bırakıyorum? Unutmayın! Nisana bakışınız hayata bakış açınızı yansıtır.

Genç Kalemler

EDEBİYAT BÜLTENİ 33

edebiyat

faaliyetler

Osmanlıca Kursu

Resim Sergisi

Naat Okuma Yarışması

Diksiyon Kursu

Mehmet Memiş ve Talebeleri Hat Sergisi

Osmanlı Türkçesiyle yazılmış eserlerin okunabilmesini ve anlaşılabilmesi amacıyla Osmanlı kursu açtık. Kursa ilgi hayli yoğun oldu.

Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği Çorum Şubesi tarafından ev hanımlarına yönelik açılan resim kursu sergiyle taçlandırıldı. Yaklaşık 6 ay süren resim kursu sonucunda, geldikleri noktanın ne kadar başarılı bir nokta olduğunu gözler önüne seren 25 kursiyer, 50 eserle açtıkları karma sergileri ile beğeni topladı.

Kutlu Doğum Haftası dolaysı ile Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği (TDED), İl Milli Eğitim Müdürlüğü ve İl Müftülüğü tarafından ortaklaşa düzenlenen ‘En Sevgiliye Liseler Arası Naat Okuma Yarışması’nda birinci Anadolu İmam Hatip Lisesi öğrencisi Ubey-dullah Abanuzoğlu oldu.

TRT İstanbul Radyosu spiker ve sunucularından Sırrı Er, tarafından dernek konferans salonunda diksiyon kursu verildi. Daha önce pek çok ünlü sunucu ve spikeri Çorumlularla buluşturan TDED Çorum Şubesi, bu kez söz üstadı Sırrı Er’i Çorumlularla buluşturdu.

nlü Hattat Mehmet Memiş’in 30. sanat yılı kapsamında TDED Ço-rum Şubesi sergi salonunda açılan sergide, ünlü hattatın ve tale-belerinin eserleri yer aldı. Halkın yoğun ilgi gösterdiği sergi üç gün boyunca Çorumlu sanatseverlerin beğenisine sunuldu

TÜRKİYE DİL ve EDEBİYAT DERNEĞİ ÇORUM ŞUBESİ34

edebiyat

edebiyat

Çorum Gazeteciler Cemiyeti Fotoğraf Yarışması

Çorum Belediyesi’nin katkılarıyla Çorum Gazeteciler Cemiyeti tarafından düzenlenen “V. Geleneksel Fotoğraf Yarışmaları” sonuçları açıklandı.

Yarışmada “En Güzel Haber Fotoğrafı” kategorisinde Ömer Faruk Karateke, “En Güzel Çorum Fotoğrafı” kategorisinde ise

Şükrü Ağbal birinci oldu.

ÇorumGaz, Metropol Alışveriş Merkezi, Özel Elitpark Hastanesi ve Bellona Hansel

Mobilya’nın da desteklediği yarışmanın sonucunu Çorum Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Şevket Erzen açıkladı.

İki ayrı kategoride düzenlenen yarışmalara 85 kişinin toplam 310 eserle katıldığını açıklayan Şevket Erzen, dereceye giren yarışmacıları kutladı.

Yarışmalara olan ilginin her geçen yıl daha da arttığını vurgulayan Erzen, katkılarından dolayı Çorum Belediyesi’ne

ve sponsor kuruluşlara teşekkür etti.

En güzel fotoğraflar belirlendi

Bülent Özkaleli, Mustafa Ercan, Hasan Kahraman, Sabri Çiçekci, Canay Umunç, Ercan Ayancı ve İhsan Şahin’den

oluşan jüri üyeleri “En Güzel Çorum Fotoğrafı” kategorisindeki eserleri inceleyerek dereceye girenleri belirledi.

45 kişinin 176 fotoğrafla katıldığı “En Güzel Çorum Fotoğrafı” kategorisinde “Meydan Kulesi” adlı fotoğrafıyla Şükrü Ağbal birinci, “Murad-ı Rabi Cami” adlı fotoğrafıyla Hakan Uslu ikinci, “Bahara Yolculuk” adlı fotoğrafıyla Kadir Tahtacı üçüncü oldu. Yarışmaya “Kazan” adlı fotoğrafıyla katılan Mehmet Serhat Gürsoy, “Hattuşili’nin Hatırına” adlı fotoğrafıyla Ömer Erdoğan ve “Hıdırlık Cami” adlı fotoğrafıyla Mahmut Altıaylık ise mansiyon ödülüne layık görüldü.

Yine Ali Alakoç, Mustafa Demirer, Bülent Özkaleli, Naci Aygün, Salih Karslıoğlu, Mehtap Ökmen ve İsmail Dölarslan’dan oluşan jüri üyeleri “En Güzel Haber Fotoğrafı” kategorisindeki eserleri inceleyerek dereceye girenleri belirledi.

40 kişinin 134 fotoğrafla katıldığı “En Güzel Haber Fotoğrafı” kategorisinde “Dostluk” adlı fotoğrafıyla Ömer Faruk Karateke birinci, “Milattan Önce-Milattan Sonra” adlı fotoğrafıyla M. Muttalip Yalçın ikinci, “Karla Mücadele” adlı fotoğrafıyla Kemal Ceylan üçüncü oldu. Yarışmaya “Göçebe Hayatlar” adlı fotoğrafıyla katılan İlkay Yorulmaz, “Tehlikeli Geçiş” adlı fotoğrafıyla Serkan Şansever, “Kar Kalınlığı 10 cm/İskilip” adlı fotoğrafıyla Ömer Erdoğan mansiyon ödülüne layık görüldü.

Yarışmaya “Demokrasi” adlı fotoğrafıyla katılan Recep Mebet ise Jüri Özel Ödülü’nü almaya hak kazandı.

Mahmut Tunaboylu 6. Öykü Yarışması

Çorum Belediyesi’nin desteğiyle Çorum Gazeteciler Cemiyeti tarafından düzenlenen 2012/Mahmut Tunaboylu 6. Öykü Yarışması sonuçlandı.

Müslüm Tunaboylu’nun gözlemci, Gülesin Ağbal Demirer’in koordinatör olduğu yarışmada Abdulkadir Ozulu, Orhan Kuyu, Turhan Candan, Şahin Ertürk, Metin Demirci, Aytekin Kırdıoğlu ve Kenan Yaşar jüri üyeliği yaptı.

Jüri üyelerinin yurt içi ve yurt dışından gönderilen 193 hikâye arasında yaptığı değerlendirme sonucunda Giresun’dan yarışmaya katılan Hakkı İnanç’ın “Allık” isimli hikâyesi birinci, Çorum’dan Halit Yıldırım’ın “Anahtar” isimli hikâyesi ikinci, Elazığ’dan Hande Baba’nın “Rüzgâr Almayan Liman” isimli hikâyesi üçüncü oldu.

Mansiyon ödülleri ise İstanbul’dan Sena Eniş’in “On Dakika”, Ağrı’dan Bülent Turan’ın “Rüyasını Kaybeden Ölü”, İzmir’den Ümit Aykut Aktaş’ın “Metastaz” isimli öykülerine verildi.

Çorum Belediyesi’nin katkılarıyla düzenlenenÇorum Gazeteciler Cemiyeti’nin yarışmaları sonuçlandı.

EDEBİYAT BÜLTENİ 35edebiyat

edebiyat

Terk edilmiş limanlarda kaldı ayrılık nakışlı oyalı mendillerimSeferler geldi geçti çok defa, yolcuları tükenmiş ne inen var ne binenKara bulutlar sardı gökyüzünü, fırtınanın habercisi çoktan oturdu başköşeyeHatıraların solgun yüzü geldi çattı kan çanağı gözlerimeDenizin mavi kokusu sinerken içime ince ince…

Dalgalar garip bir hüzünle çarpıyor sahileKüskün bir bakış vuruyor bağrında süzülen martılaraAyrılıkların acı hıçkırıkları boğulur her gün sinesindeVe sonra yakar ışıklarını kız kulesi kül olmuş limanlara.

Yorgunluğumun bilmem kaçıncı durağı tam bitti derken sancılar,Uzunca bir yol daha bakışlarını dikmişti titreyen ayaklarıma, Vapurunu kaçırmış tek yolcu olmak terk edilesi bu şehirdeAkşamların acımasız saati çalarken acılara her defasında…

Gurbet olur en hasret yerinden türküler, her gidişte,Mahkûm olur özlemler yudumlanan her lokmadaSarpa sarılır düşlerin bazen içinde sessizceVe tek özlemim olur hayat, sancıyan yaralar umut bağladığında.

Ve Ayrılık BeklerLimandaZeynep AYTEKİN

Genç Kalemler