JOHANN KARL WEYAND'IN SEYAHATNAMESİNDEN: 1818-1821 Yılları Arasında Türkiye ve İstanbul...

31
I ULUSLARARASI DÜNYA EDEBİYATINDA İSTANBUL SEMPOZYUMU (6-8 MAYIS 2010, İSTANBUL) BEYKENT ÜNİVERSİTESİ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI BÖLÜMÜ SUNUM KATILIMCISI: Filiz MEHMETOĞLU İstanbul Üniversitesi KONU: JOHANN KARL WEYAND’IN SEYAHATNAMESİNDEN: 1818-1821 Yılları Arasında Türkiye ve İstanbul Algısı ÖZET: 1818-1821 yılları arasında Alman bir seyyahın Osmanlı topraklarının Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarına, özellikle de bu seyahatinin en uzun zamanını geçirdiği İstanbul şehrinin notlarının çevirisidir. 1818 yılında Almanya’dan İstanbul’a gelerek, nezaketli biçimde, sıradan insanın gündelik hayatını, Osmanlı yönetiminin usulünü, sultanların iktidarlarının sınırsızlığını, milli karakteri ve Müslüman giyim, kuşamını, kahvehaneleri, erkek ve kadınların eğlencelerini, harem hayatını, Müslüman kadınının durumunu, evlilik ilişkisini ve Osmanlı’nın askeri gücünün geçmişini ve bulunduğu yıllardaki durumunu istatistikî bilgilerle birlikte yazmış. 19 y.y.'da yaşamış Avrupalı bir Hıristiyan Alman seyyahın Türkler, Türk kültürü, Osmanlı Sultanları ve İstanbul şehrinin algısının, Makedon dilinden çevirisidir.

Transcript of JOHANN KARL WEYAND'IN SEYAHATNAMESİNDEN: 1818-1821 Yılları Arasında Türkiye ve İstanbul...

I ULUSLARARASI DÜNYA EDEBİYATINDA İSTANBUL SEMPOZYUMU

(6-8 MAYIS 2010, İSTANBUL)

BEYKENT ÜNİVERSİTESİ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ

TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI BÖLÜMÜ

SUNUM KATILIMCISI: Filiz MEHMETOĞLU

İstanbul Üniversitesi

KONU: JOHANN KARL WEYAND’IN SEYAHATNAMESİNDEN: 1818-1821

Yılları Arasında Türkiye ve İstanbul Algısı

ÖZET: 1818-1821 yılları arasında Alman bir seyyahın Osmanlı

topraklarının Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarına, özellikle de

bu seyahatinin en uzun zamanını geçirdiği İstanbul şehrinin

notlarının çevirisidir.

1818 yılında Almanya’dan İstanbul’a gelerek, nezaketli

biçimde, sıradan insanın gündelik hayatını, Osmanlı yönetiminin

usulünü, sultanların iktidarlarının sınırsızlığını, milli

karakteri ve Müslüman giyim, kuşamını, kahvehaneleri, erkek ve

kadınların eğlencelerini, harem hayatını, Müslüman kadınının

durumunu, evlilik ilişkisini ve Osmanlı’nın askeri gücünün

geçmişini ve bulunduğu yıllardaki durumunu istatistikî

bilgilerle birlikte yazmış.

19 y.y.'da yaşamış Avrupalı  bir Hıristiyan Alman

seyyahın Türkler, Türk kültürü, Osmanlı Sultanları ve İstanbul

şehrinin algısının, Makedon dilinden çevirisidir.

Anahtar Kelimeler: Seyyahlar, Türkiye Hatıratı, İstanbul Hatıratı, Tarihte

Avrupalıların Türkiye Algısı, 19 y.y.’da İstanbul’da Rejim ve Hükümet, Türklerin Milli

Karakter ve Giyim, Kuşamı ve Türk Ordusu.

SUMMARY: This is the translation of the notes from the journey

of a German traveller between the years 1818-1821 to

the European, Asian and African continents of the Ottoman land,

and mainly his notes on the city of Istanbul, where he spent

most of his time during his journey.

He came from Germany to Istanbul in 1818 and wrote on the daily

lives of ordinary people, the Ottoman way of government, the

unlimited power of sultans, the national character and Muslim

way of dressing, coffee houses, ways of entertainment for men

and women, life in the harem, the position of Muslim women,

marriage and the state of Ottoman military power during those

years and in the past, in a very kind manner and drawing upon

statistics.

This is the translation of a Christian German traveller's

perception of Turks, the Turkish culture, Ottoman sultans and

the city of Istanbul from the Macedonian language.

Keywords: Travellers, Turkey memoirs, Istanbul memoirs, Perception of Turkey by

Europeans throughout History, Regime and Governance in Istanbul in the 19th

Century, National Character and Way of Dressing of Turks and the Turkish Arm

GİRİŞ

Ankara-Milli Kütüphane’de 1993 A 5280 numarada kayıtlı,

“Makedonija vo delata na stranskite patopisci 1778-1826”

(1778-1826 yılları arasındaki yabancı seyyahların bölümlerinde

Makedonya) isimli kitabı özellikle Makedonya’nın Osmanlı’nın

tebaası altındaki dönemi kapsadığından (1371-1912;

Hacısalihoğlu, 2003.) dolayı, dikkatle yapılan inceleme

sonucunda, 36 seyyahtan, o zamanki Osmanlı’yı, İstanbul’u ve

birçok kültür öğesine değinen Johann Karl Weyand; ayrıntılı

bir şekilde hemen her konudan bahsetmesi, askeri açıdan

istatistikî bilgiler vermesi ve sadece Osmanlı toprakları

üzerine yoğunlaşması gibi sebeplerle ön plana çıkmaktadır.

Makedonya – Kültür Tarihi, konu başlığı ile tanımlanan

kitabın önsözünde, bu dönemin, sipahi sisteminin çöktüğü,

dağıldığı dönemi kapsadığı belirtiliyor. Ayrıca, henüz köleler,

köle pazarları, yeniçeriler, sipahiler, haremler ve feodal

sistemin sırasıyla diğer benzer yapıları duruyorken, Makedon

köylüsünün köyden kente göçünün ortaya çıktığını, kentlerin

ortasında Makedon popülâsyonunun arttığı ve zenginleştiği ki

daha sonra toplumsal uyanışın başlangıcını oluşturacaktı bu

durum.

Bu ciltte seyyahların çoğu yeniçerilerden bahsediyorlar,

onların Haziran 1826 yılındaki kanlı tasfiyelerinden ve Sultan

II Mahmud ile Türkiye’nin bu zorba askeri birliğinden kurtulmuş

ve reformlarını gerçekleştirme yoluna girdiği belirtilmiş.

Metin çevirisine başlamadan önceki çalışmayı hazırlayan

tarafından kısa önsözünün ardından da söz tamamen seyyah Johann

Karl Weyand’ın.

1

Metni, Alman dili Gotik yazı tarzından, Makedon diline çeviren

Görgi Stojçevski.

DERLEYENİN ÖNSÖZÜ

Johann Karl Weyand isimli seyyah hakkında bildiğimiz Alman

olduğu ve tam üç yıl boyunca o zamanki Türkiye’nin Avrupa, Asya

ve Afrika kıtalarındaki topraklarında seyahat ettiğidir.

Seyahatine 1818 yılında Almanya’dan başlayarak, Romanya

üzerinden, Bükreş’i yazdığı yerden, Tuna boyunca, bir süre

kalacağı yere Konstantinopol’e varmış. Bir çeşit askeri nâzır

gibi görünüyor. Konstantinopol’den Kudüs’e gitmiş ve tekrar

Konstantinopol’e dönmüş. Nezaketli biçimde, sıradan insanın

gündelik hayatını, Osmanlı yönetiminin usulünü, sultanların

iktidarlarının sınırsızlığını, milli karakteri ve Müslüman

giyim, kuşamını, kahvehaneleri, erkek ve kadınların

eğlencelerini, harem hayatını, Müslüman kadınının durumunu,

evlilik ilişkisini ve Osmanlı’nın askeri gücünün geçmişini ve

bulunduğu yıllardaki durumunu istatistikî bilgilerle birlikte

yazmış.

Bu seyyahın eserini, Washington’daki Kongre

Kütüphane’sinde, G 463. W 54 I-II numarada kayıtlı ve

“Johann Karl Weyand’s Reisen durch Europa, Aisen und Afrika von

dem Jahre 1818 bis 1821, Amberg 1855” (Johann Karl Weyand’ın

1818 ile 1821 yılları arasındaki Avrupa, Asya ve Afrika

seyahati, Amberg 1822) ismi ile iki cilt halinde bulduk. Burada

verdiğimiz metin iki bölümden oluşmaktadır:

2

JOHANN KARL WEYAND’IN SEYAHATNAMESİNDEN

TÜRKLER’DE DİN VE İKTİDAR

Günümüzde Türkler hakkında çok yazılar yazılıyor.

Yazarların bir bölümü onları iyi huylu, aziz ve en iyi millet

olarak belirtiyor. Eş zamanlı olarak bir diğer bölümü de lanet

ederek, onları kana susamış hırsızlar, yabani ve tümünü hiçbir

esirgeme olmaksızın yeryüzünden kaldırmayı istiyor.

Budalaca gelenek ve düşünceleri, güzel ahlâklı

söylemlerinden daha fazla olan garip bir din onlarınkisi.

Birçok ilkeleri Hıristiyanlığın gözle görülür izlerini taşıyor.

Bir diğer kısmı Musevilikten, üçüncü bir grup ta Brahmanlar’ın

bilgeliğinden (Brahmanların otoritesine dayanan eski Hint

dinidir. Zamanımızda Hinduizm ile birbirlerinin yerine

kullanılmaktadırlar, Kahtaman, A. 1993); fakat kendilerine ait

birçok düşüncesizlikleri de var.

Sultan ilk bakışta sınırsız ve mutlak kuvvet sahibi olarak

görülse de dünyevi ruhaniler tarafından sınırlandırılmış.

Dünyevi ruhanilerse yine dünyevi bir organizasyon olan Divan

veya Devlet konseyi tarafından daha fazla

sınırlandırılmışlardır. Buranın üyeleri yüksek ordu

komutanları, ulemanın ileri gelenleri ve imparatorluğun

bakanlarıdır. Herhangi önemli bir devlet kararı, bu devlet

omurgasını meydana getiren kişilerin önerisi sorulmadan

alınamaz. Gerçekten de Sultan veya baş vezir başbakan olsalar

da her zaman çok seslilik meydana geliyor.

Divanın üyeleri ya sultanın ya da ulemanın adamları ve

böylece bu divan bu iki kuvvetin sınırlandırılması için hizmet

3

ediyor. Bu durumda, seyyahın çizdiği tablo, sarayın kapısının1,

bakanlarından ne kadar beklenti içinde olunabileceğini, onların

yüksek mevkilere nasıl geldiklerini gösteriyor. Onlar en düşük

basamaktan en yüksek onurlu mevkilere yükseliyorlar, fakat

büyük yetenekler veya bilgi ile değil, küçük hesaplar ve kendi

âmirlerine aşağılık biçimde yağcılık yaparak yükseliyorlar.

Pera’da2, Galata Saray3 diye adlandırdıkları bir eğitim

müessesesi var. Burada, genç delikanlıları sultana hizmet

etmeleri için eğitiyorlar. Öğrencilerin bilgi düzeyine göre

yerleştirildikleri değişik sınıflar var. Bu kurumun çok kötü

yanı yalnızca saraya yakın kişilerin oğullarının alınması ve

biraz da başka çocukların alınabilmesidir.

Demek ki onların ardından gelen nesillerin en küçük bir

şansı yok, sadece tesadüf sonucu sultanla tanışmaları hâlinde

veya kendi velileri tarafından saraya getirildikleri takdirde

herhangi bir şansları olabilir.

Taşralar, paşalar tarafından yönetiliyor. Paşalık askeri

bir onur olup, paşalar sultan gibi güce sahipler. Bazen onların

saraya olan bağlılıkları sınırsız olabiliyordu.

Konstantinopol’den sultanın parlamentosundan bir kapıcı başı

gelip paşaya ipekli kurdele ile birlikte sultanın onun başını

istediğine dair buyruğunu iletirdi. O zaman paşa, fermanı ve

kurdeleyi öpüp, kendi işlerini düzene koyduktan sonra da şahsi

hizmetinde bulunan hizmetkârı tarafından boğdurulmaya izin

veriyordu. Kapıcı başı ise kafatasını sultana götürüyordu.1 Porta- O günkü sarayın kapısına göre, İmparatorluk Türkiye’sinin yüksek adaleti olarak adlandırılmış.2 Pera, İstanbul’un Avrupa yakasında bir semt.3 Galata Saray, İstanbul’da büyük bir semt. Boğazdaki Altın Boynuz’un sağ girişinde yer alır. Temelde Cenevizlilere dayanır. Orada Sultan’a ait bir de saray bulunmaktadır.

4

Günümüzün paşaları sultanın öcünden daha az korkuyorlar.

Çoğunluğu, itaatkârlık yerine, gücüyle alay ediyorlar ve pek de

seyrek sayılmayacak kadar ayaklanıyorlardı. Bu günlerde bir

kurdelenin gönderilmemesi sadece paşaların bu etkilerinden

değil; sultanın ve elçinin bu olayın acı neticelerini

hissetmeleri sebebi ile de şimdilerde öyle bir ferman Bağdat’a,

Halep’e, Akra’ya veya başka bir yerdeki paşaya gönderilmesi

nedeni ile sarayı kanlı bir savaşa karıştırmıştır. Elçi ise en

az hasarlı, sadece kulaksız olarak sultanın yanına dönmüş.

Sultan, kendi tebaalarının hayatları üzerinde en sınırsız güce

sahiptir.

Araştırma yapmaksızın, keyfi olarak ceza mahkemesinde,

formalitesiz olarak ceza kesiyor veya davaların sonuçlanmasını

vezirlerine veriyor.

Sultanın tüm memurlarının, mal, mülkleri üzerinde sınırsız

hakkı var. Tebaalarının mal, mülkleri konusunda ise, sultanın

hakları kanunlarla sınırlandırılmış. Fakat hiçbir gayret

göstermeksizin, yine de onlara el koyabilir.

Özel mülke bakış; ilkin evler, sonra da toprak v.s.

bazılarına veraset yoluyla intikal etmiş, bazen de sultan için

bile kanunları ihlâl etmek tehlikeli olabiliyor. Sultan kısa

yoldan seçerek sahibin öldürülmesini emrediyor, böyle bir durum

karşısında ise hiç kimse sesini çıkartamıyor. Genel olarak

zengin olmak çok tehlikelidir. Onun içindir ki insan ne kadar

zengin ise, o kadar tehlikededir. Tebaalarının hayatlarını, mal

varlıklarını almak veya en azından zarar görmeleri için her

zaman iftira atılacak sözde suçlu bulunabilir. Taşrada görevli

5

paşaların mal varlıkları, Konstantinopol’deki vezirlerin mal

varlıklarına göre daha güvencededir.

Vatandaşlık hakları ve ceza kanununun temeli Kur’andır4 ve

bunlar dine göre de aynı şekilde ve başta bulunuyorlar.

Kur’anda vatandaşlık haklarının geçtiği yerden alıntı yapılmış

olup, buna “Multeka”5 (İbrahim Halebî’nin İslam hukuku ile

ilgili kitabının adı; ç.n.) diyorlar. II Mehmed6 hükümdarlığı

zamanında Molla Hüsref7, ilgili kanunları yürürlüğe koymuştur.

Dini hizmet ve genel hukuk yönetimi tek bir kanunda

bulunuyorlar. Baş İmam8’ın ilmine göre dini hizmetler

yeterince açıklanamadığı için Şeyh İbrahim Halebî9, I

Süleyman10’ın hükümdarlığı döneminde, metindekinin aynısını

ihtiva eden ve dinin ilk üç kuşak imamın tasdik ettiği başka

bir kanun hazırlamış. Bundan başka, daha çok, en tanınmış

müftülerden11 derlenmiş fetvalar var12. Bunların ekserisi

4 Kur’an, Müslümanların, Allah’ın hediye ettiği varsaydıkları kutsal kitabı. Kur’an 114 sure (bölüm), alt başlıklara bölünmüştür. Kur’an, Muhammed henüz sağ iken oluşmuş ama Ebu Bekir ve Ömer gibi azizler zamanında yeniden gözden geçirilmiş ve yazıya geçirilmiştir. Kur’an dogmalar ve kaynaklar külliyatıdır. Müslümanlar için ahlak, yönetim ve edebi gayretleridir.5 Multeka, dinin Araplardaki dini gayretin bir kolun ismi ve vatandaşlık haklarını içeren Kur’an’dan bir bölüm.6 II Mehmed, lakabı galip gelen anlamında, “Fatih” olan ve 18.II.1451 den 3.V.1481 tarihine kadar hüküm sürmüş Türk Sultan.7 Molla veya Mula Hüsref XV y.y.’in ortasında tanınmış Türk hukukçularından biri.8 İmam, inanç, din, burada ilk eski dine göre.İmam okumuş teolog demek.9 Şeyh İbrahim Halebî, XVI y.y.’ın ortalarındaki Türk hukukçusu.10 I Süleyman, lakabı kanun koyucu anlamına gelen “Kanuni”, 28.IX.1520’den 6.IX.1566 tarihine kadarki Türk Sultanı.11 Müftü, İslam kanunlarının uygulamalarını takip eden ve dini karakterli, çelişkili soruların açıklamalarını yapmakla görevli Müslüman memur. Bu türdeki açıklamalara fetva denir. 12 Fetva, bazı çelişkili sorular üzerine müftünün Müslüman dininin kanunlarının temelinin üstüne yaptığı açıklamalar.

6

kadılara öğretici olmaya yeterli olacak şekilde kanuni

çözümlemelerden derlenmiş.

Ama kadılar ne önceki beyanatlara bağlı, ne de çözümleme

usullerine bağlı, onlar sadece kendi arzularına göre

davranıyorlar ve onun için de onların verdikleri hükümleri

başına buyruk oluyor. Kanun hükümleri, farklı ayrıntılı

açıklamalarla karışmış durumdadır.

Türkiye’deki kadıların adil olmayan çözümleri, söylem

haline gelmiş durumda. Kadılar, rüşvet aldıkları kişilerin

mahkemedeki davalarını lehlerine çevirme konusunda sıklıkla

olağanüstü beceriler gösteriyorlar. Az biraz kostüm ve

dekorasyonla kahvehanelerde veya evlerde komedi oyunları

sergileyen komedyenlere çok malzeme oluşturmakla birlikte bolca

da komik fıkra çıkıyor bu durumdan. Sultana başvurmanın yolu

konusunda belirlenmiş bir usulün olması gerekmektedir. Memurlar

tarafından görülen kötü muamele veya haksızlık gibi durumlarda,

şikâyeti olan herkesin –Hıristiyan, Müslüman veya Musevi olsun-

sultana başvurma hakkı var.

Böyle durumlarda, dilekçeyi getiren kişi, kafasında yaktığı bir

parça saman ile caminin yakınına, sultanın gittiği yerde, kendi

dilekçesini yukarıya kaldırıyor ve bu konuda görevlendirilmiş

bir memur, dilekçeyi alıp, sadece bu iş için tahsis edilmiş bir

torbaya koyuyor.

TÜRKLER’İN ULUSAL KARAKTERİ VE GİYİMLERİ

Hükümet her yerde kendine düşman olabilecekleri

araştırıyor. İyi niyetli olmayan tavırla ailelerle samimiyet

kurarak içlerine giriyor. İçlerinden kurban seçtiklerini kendi

7

çevrelerinden kopartıyorlar. Onların utanmaz maşaları casusluk

yaparak, her yerde çalıyorlar ve tüm ailelerinin şansı, anlık

ve geçici üstünlükler elde ediyorlar. Zira ayak takımından

oluşan bir topluluk, gizlice kendi vampirliklerini

yürüttüklerinden; zorunlu olarak özgüvenler kayboluyor ve

bundan dolayı kardeş kardeşten şüpheye düşüyor. Komşu komşuya

mesafeli duruyor. Bu, Türk dostluğunun fotoğrafıdır ve bundan

dolayı kendi varlıkları dışa kapalıdır. Kahvehanelerde bu

durumun varlığı devamlı olarak kendini gösteriyor. Bir Türk

kahvehaneye geldiği zaman, orada bulunan toplulukla

ilgilenmeden oturup, şerbet veya kahvesini yudumluyor.

Serbestçe kendi tütününü içiyor ve tek söz etmeksizin

kahvehaneden çok çabuk ayrılıyor. Şakacılar ve komedyenler

kahvehanelere gelerek, kendi izleyicilerini arıyorlar. Fakat

evlerdeki gösterilerini kostüm ve dekor olmadan sergiliyorlar,

fıkralar anlatıyorlar. Kahvehanelerdeki gizli suskunluğu sıkça

kesen sadece onlardır. Kur’an bunu en büyük günahlardan biri

olarak ilan ettiğinden dolayı Türkler, sarhoşluktan

tiksiniyorlar. Sahiden de sarhoşluktan tiksinme durumu ilaç

gibi olmuş. Çünkü sarhoş bir Türk, kendine hâkim olamayıp en

büyük iğrençlikleri yapabilir. Seçilmiş ve dünyadaki ilk millet

için Allah’a ibadeti engelleyen bir durumdur bu. Bundan dolayı

onların gurur duymaları sınır tanımıyor ve bu durum alay

edilmeleri için bir sürü elverişli ortam sağlıyor. Aynı

şekilde, onların batıl itikatları da çok büyüktür ve Türk

olmayanlara, her zaman, unvanı olan batıl bir adamın

söylencelerini sıklıkla anlatıyorlar.

8

1817 yılında, iki tane Fransız rahibi İslam dinini kabul

etti. Bir tanesi kısa sürede pişman oldu ve kaçmayı denediğinde

başını kaybetti. Diğeri ise bu durumla çok iyi başa çıktı.

Türkler’in içinde ermişin sesi oldu ve kutsal peygamber

(herhangi bir peygamber anlamında kullanılmış ç.n.) gibi büyük

nam ve itibar sahibi oldu. Türk varlığının ana karakteri

öfkedir. Sinirli olduklarında zalim ve uyumsuz oluyorlar.

Onların tembelliklerinin ve tiksinç işlerinin başlıca

sebeplerinden bir tanesi de varlıklı olmanın tehlikeli

olmasıdır. Zengin olarak tanınmak tehlikeli iken insan neden

çabalasın ki. Onlar çok eşli yaşıyorlar ve hanımlarını

haremlerde kilitli tutuyorlar.

Avrupalıların, incelikli iletişimleri için kadın cinsine

teşekkür etmeleri gerekir. Çok eşlilik, tüm o iyi ve asil

duyguları boğuyor. Daha fazla kadına sahip olabilen Türk erkeği

ise onlara sadece kendi keyfini hoş edeceği bir nesne olarak

bakıyor. Onun aşkı dalgın, arzusu değişken; dostluk olmadan,

saygısızca ve sadece o iş için kendi eşlerini ziyaret

ediyorlar. Çünkü hanımlar her zaman kilit altında, bayan

köleler, tanımadıkları kadınlarla çevrili olarak ve harem

ağaları tarafından korunarak kendi haremlerinde yaşıyorlar.

Şimdi çok kolay anlaşılabilir ki onlar çok az dini eğitim

görüyorlar. Bundan dolayı da bilgisiz ve ruhsuz, yapayalnız bir

hayat yaşıyorlar. Moral pratikleri ve eğitimleri yok. Eşlerine

sadakatsiz olmaları imkân dâhilinde değil. Olanak buldukları

takdirde, erkekleri kullanmadan bırakmıyorlar. Dendiği gibi,

her zaman teklif kadından gelir. Kadınlar çok fazla tehlikelere

açıklar, çünkü en cahil ve en hissiz Müslüman kadını bir

9

Hıristiyan ile yakalandığı zaman, çuvala konulup, boğduruluyor.

Hıristiyan erkek İslâmiyet’i kabul etmezse öldürülüyor ama

maalesef bu durum her zaman hayatını kurtaramayabilir. Müslüman

kadını büyük zorluklarla kendi arzusunu gerçekleştirme fırsatı

kolluyor. Yabancı erkekleri kandırıp kendi haremlerinde

sakladıkları, ardından da bu erkekler sinirlerini tamamen

kaybetmeden ve telef olmadan onları bırakmadıklarına dair

örnekler var.

Böyleleri, ondan sonra kendi dindaşları tarafından öldürülmeye

veya hediye almış harem ağaları tarafından suya atılmaya izin

veriyorlar…

Türklerde nikâh tamamen bir vatandaşlık antlaşmasıdır.

Kocanın, kadı karşısında yapılan anlaşma uyarınca, eşine

düzenli olarak belli bir miktar ödediği sürece kadınların miras

hakkı yok. İki çeşit evlilik anlaşması biliniyor: nikâh ve

müstefreşe (odalık; ç.n.). Nikâh, aslında bir hukuki evliliktir

ve her Türk, Kur’ana göre dört kadına sahip olabilir. Bu

anlaşmada bir miktar ödeme tayin edilir ki boşanma veya kocanın

ölümü halinde, kadın almaya hak kazanır. Müstefreşe (odalık),

belirli bir süre beraber yaşamak için kişiler arasında yapılan

tam anlamıyla bir anlaşmadır. Kadın belirli bir miktar ödemeye

hak kazanıyor. Ayrılma isteği her iki taraftan da gelebilir ve

ayrılmanın hiçbir zorluğu yoktur. Kadın boşanmak isterse, bir

kadıya giderek şu kalıp cümleyi söylüyor (Hilda-hum halal,

bashum uzad) – Mademki nikâh için olan miktardan vazgeçtim, o

zaman hürüm--. Koca ayrılmak isterse benzer bir kalıp cümleyi

kadının önünde üç defa tekrar ettiği zaman, nikâh akdi bozulmuş

10

sayılıyor. Ayrılmış kadını yine eski kocası alabilir ama

sadece, özel, kaba ve ahlaksız bir törenin sonunda.

Türk erkekleri bir kadınla nikâhlı değilse kendi ilkel

içgüdülerini tatmin etmek için iğrenç ve ahlak dışı yollara

başvuruyorlar. Belki de çok eşlilik onlara tiksinti ve

bıkkınlık veriyor olabilir. Ne gizli ne de saklı, fakat

Konstantinopol’un sokaklarında 12-19 yaş arasındaki genç

delikanlılar yere kadar uzun kadın elbiseleri ile dolaşarak

açıkça kendi bedenlerini köpekçe ihtiraslar için teklif

ediyorlar.

Türkler en yüksek derecede meraklılar. Fakat bu merakları

iyi bir şey öğrenebilmek için değil, kendi karanlık işleri için

kullanıyorlar. İçgüdüleri zalim, sert, kaba ve tecrübesiz

olduğu halde kendilerini en mükemmel millet olarak sayıyorlar.

Sadece dini teşkilata veya sultana hizmet edenler kötü

kurumlarda bazı eğitimler almaya hak kazanıyorlar ve zorlukla

unvanlar elde edebiliyorlar…

Türker’in evlerindeki odalarında, bizdeki gibi lüksün

önemli göstergesi olan mobilya yoktur. Kaba bir malzeme ile

kaplanmış veya yastıklardan yapılmış olan ve tüm odanın

duvarlarını çevreleyen tek bir minder var. Burası uyumak için

ve oturmak için kullanılıyor. Türkler daha çok diz çöküp

ayaklarını altlarına alarak oturuyorlar. Lakin hesapsız

zenginliğin olduğu kibar evler başka türlü döşeli. Onlar gerçek

oryantalist anlamda döşenmiş evlerdir.

Kur’an, Türklere şarap ve rakı içmelerini yasaklıyor. Bu

yasağa çok fazla uydukları söylenemez. Yalnız oldukları ve

kimse tarafından görülmedikleri zaman bir bardak iyi cins

11

Kıbrıs şarabı ile keyifleniyorlar. Şerbet onların en sevdikleri

içecekleridir. Şarap veya şuruptan kaynatılarak yapılır.

Türkler kahve ve tütünü, Rusların ve Polonyalıların rakıyı

sevdiklerinden daha çok seviyorlar. Etrafta, sürekli

tüttürdükleri lülelerle dolaşıyorlar ve tütüne olan aşklarından

dolayı ateş konusunda çok dikkatsizler. Berrak gecelerde

sıklıkla kahvehanelerin önlerinde yakılan bir ateşin karşısında

oturuyorlar. Ateşi, lülelerini yakmak için kullanıyorlar. Onun

için de evleri tahtadan inşa edilmiş Konstantinopol’deki

yangınların sıklığı şaşılacak bir şey değildir. Tütün, içenler

için biricik keyiftir. Kesinlikle Türkiye’den başka hiçbir

yerde daha güzel kahve içilemez. En iyi Arap kahvesi ilkin

onlara geliyor ve tüm Türkiye’de satılıyor. Bana göre

Türkler’in kahve pişirme usulleri çok uygun. En ince toz haline

gelinceye kadar kahveyi demir dibekte dövüyorlar. Ardından kuru

halde bir cezveye koyuyorlar, tâ ki etrafa çok hoş bir koku

yayılıncaya kadar kısık ateşte veya külde ısıtıyorlar.

Türker’in en sevdiği yemek pilavdır. Pirinçten yapılan

pilav, tavuk veya et suyunda iyice kaynatılarak yapılır. Onlar

daha çok koyun veya kuzu etini seviyorlar ama sıklıkla pilavı

tavukla yiyorlar. Ekmeklerini çavdar ve buğday unundan, poğaça

(yuvarlak ve büyük formdaki ekmeklere verilen isim ç.n.)

formunda, iyice harlanmış ateşte pişiriyorlar. Poğaçanın tabak

formunda olması gerekiyor. Türkler çorba içmedikleri zaman,

sürekli olarak parmaklarını kaşık, bıçak veya çatal olarak

kullanıyorlar.

Yeniçeri ağası her gün Konstantinopol’ün içinde ata

biniyor. Daha ziyade yeniçerilerle ahbaplık ediyor.

12

Fırınlardaki ekmeği, manavların ölçü aletlerini, farklı bıçak

hâneleri soruşturuyor yani kısacası zâbitlik görevi yapıyor.

Kuralları bir defa ihlâl edenlere sopa ile tabanlara vurma

cezası uygulanıyor. Zerzevatçılar tartıda hile yapmışlarsa o

zaman tek kulaklarından dükkânlarında çivilenmelerini ve yarım

gün, çoğunlukla da tüm gün boyunca kalmalarını emrediyor. Bu

cezalı insanların sıkıntısı böceciklerin ve sivrisineklerin

sürekli olarak rahatsızlık vermesi ile daha da büyüyor.

Tesadüfen ikinci defa hile yaparken yakalanırlarsa,

hilekârların başlarını kaybettiklerine dair örnekler var. Genel

olarak, Türkiye’de iyi bir kötek yemek için insanın çok fazla

uğraşmasına gerek yoktur, her yerde, çok kolayca bulabilir.

Sultan sokağa çıktığı vakit, herkes kendini yere atarak

yeri öpmek mecburiyetindedir. Yanı sıra, sultan her zaman

sokaklarda gezmiyor. Seyrek olarak sokağa çıkıyor. Genelde Cuma

günleri, ibadet etmek için bir camiye törenle giderken sokağa

çıkıyor. Her yıl birer tane bakirenin kendisine vergi gibi

götürülmesi gerekiyor. Fakat hareminde 800’den fazla kadın var.

Açıkça, yaradılıştan gelen iyi yüreklilik Türkleri

karakterize ediyor ve her Avrupalı bundan duygusal olarak

etkileniyor. Önyargıdan ötürü, boyundurukluk altına aldıkları

halkaları Avrupalı olarak saymıyorlar fakat onlardan nefret

ediyorlar, onlara karşı sahipleri imiş gibi davranıyorlar.

Kendi ruhani kişilerin fanatiklerine ne kadar öfkeli olsalar da

onlar en barışçıl ve en iyi insanlardır. Onların

misafirperverliğini en yüksek derecede övmem için benim

yeterince sebebim var. Her Avrupalı bu deneyimi hatırlar, çünkü

onlar ricasız olarak her yolcuya hizmet ediyorlar ve uygun bir

13

yere yerleştiriyorlar. Ne var ki büyük kapıda Hıristiyan

tebaalarına karşı böyle davranmıyorlar, onlara korkak köleler

veya köpekler diyorlar. Herhangi bir hasta yolcu bulunca, hemen

kendi evlerine götürüp şefkat gösteriyorlar (veba hastalığı

olanlar hariç), öyle ki kendi hayatlarından böyle merhametli

durumların çok geçmesine teşekkür ediyorlar…

Acaba, bu iyi yüreklilik, bu misafirperverlik ve hastalara

gösterilen bu merhamet daha iyi bir yapının görünmez izleri

midir? Bu görüntüden anlaşılamıyor, acaba, sadece barbar,

herhangi bir ilerleme göstermeye muktedir olmayan Türk iktidarı

ve ruhanileri, tebaaların günahlarının suçlusu mudur? Açıklık

ve dürüstlük ile düşünüldüğü zaman Türklerin yüksek

haysiyetlerinden, paylarına düşen açıklılık, doğruluk ve

sağlıklı anlayışlılık konularında, o zaman bizim kentlerimiz

hakkında nefret ve küçümsemeden ziyade daha çok acıma

hissedilebilir.

Türklerin giyimi oryantalist tarzda ve renkli çizmelerden

oluşuyor. Bir rahleye oturacakları vakit, her zaman giydikleri

pabuçlarının altına, daha çok sahtiyandan (terbiye edilmiş, çok

yumuşak keçi derisi, mest; ç.n.) yapılmış çorap giyiyorlar.

Alışılmadık şekilde, aşağıda iple toplanan uzun pantolonlar;

vücutlarına ise boyanmış, ipekli veya pamuklu gömlekler

giyiyorlar. Gömleklerini pantolonun içine koyarak

kullanıyorlar. Boyun ve göğüslerini çıplak bırakıyorlar.

Malzemesi ipek veya kaşmir olan, çift piştov taktıkları ve

bellerinin etrafına doladıkları kırmızı kuşakları var.

Türklerin kaftan diye adlandırdıkları dış giyimlerini, elleri

ve omuzları ile entari gibi sürüklüyorlar. Bu geniş ve uzun bir

14

entaridir. Daha çok iyi cins, siyah renk çuhadan yapılır.

Biçimi bizim önlüğe uyuyor. En büyük bedende, önü açık olarak

giyiyorlar. Havanın daha serin olduğu zamanlarda ise bir bağ

ile kalçalarından bağlıyorlar. Uzun kollu ve kürklü manto

biçimindeki kaftanın altına, sade, uzun bir fistan daha

giyiyorlar. Bunun üstüne sıklıkla buna benzer uzun bir giysi

giyiyorlar. Onların şapkası kavuktur. Kırmızı bir şapka veya

uzun, lacivert bir şapkadan oluşuyor. Yukarısındaki geniş

temeli ile Fransız şako13 ya benzerlik gösteriyor. Takke veya

şapkanın alt kısmının etrafında, ipekli, pamuk veya yünden,

renkli veya beyaz renkten bir havlu, başın etrafına sarılıyor.

Saçlarının tümünü traş ediyorlar. Eminim ki sadece tepelerinde

bir perçem bırakıyorlardır. Yaşlı insanlar, uzun, hiç

kısaltılmamış sakal bırakıyorlar. Genç Türklerse traşlı ve

Fransızların yaptığı tarzda favori ve bıyık bırakıyorlar.

Türkler iri, kuvvetli, sağlam yapılı olup; yüzleri

sağlıklı renkte, yanakları kırmızı ve ciltleri çok yumuşaktır.

Genç kızlar da temelde böyle karakterize ediliyorlar ve

birbirinden farksız şekilde çok güzeller. Hemen hemen tümünün

saçları siyah olmakla birlikte oldukça fazla sarı saçlı

olanları da var ki çok ender saçları görülebilir. Yanakları

koyu, (yapının esas karakteristiği) oval ve dolgun elmacık

kemikleri var. Gözleri canlı ve ateşlidir.

Kadınlar uzun, siyah veya lacivert fistanlar giyiyorlar.

Erkeklerin renginde çizmeler ve sahtiyandan yapılan çorap

kullanıyorlar. Başlarından bedenlerinin yarısına kadar büyük

beyaz bir duvak sarkıyor ve onların hatlarını meraklıların

bakışlarından saklıyor. Endamları göz alıcı güzellikte olan13 Şako: bir çeşit Fransız askeri şapkası.

15

Türk hanımları, yanlarında hadım ağası olmadan pek sokağa

seyrek çıkıyorlar.

Türklerde yeşil rengin kutsal sayıldığının kaydedilmesi

gerekir. Sadece Muhammed’in neslinden gelenler veya onun

akrabaları giyebilirler.

TÜRKLERİN ASKERİ GÜCÜ

Askeri güç Osmanlı İmparatorluğu’nun temelini

oluşturmaktadır. Yapılan tüm tasdikler (mühürler) askeridir.

Her Müslüman silâhlıdır. Türk ordusunun korkunç kuvvetli

olduğuna dair inanç gelişiyor insanda. Hâlbuki bir zamanlar tüm

Hıristiyanlık ve üç kıtadaki bilindik tüm milletler için korku

ve titreme yaratıyor iken bugün tümü mağlup olmuş ve makul bir

şekilde disipline edilmiş bir Avrupa ordusu tarafından yok

edilmiştir.

Sultan I Murad zamanında sürekli ordu tesis

edilmiştir/kurulmuştur.

Sultan, fetihlerini Helespont’tan14 Tuna’ya kadar genişlettiği

zaman, kendi imparatorluğunu koruması ve sürekli elinde

tutabilmesi için sürekli bir orduya ihtiyaç olduğunu kavramış.

Bu yüzden de imparatorlukta bulunan 15 yaşın üzerindeki her beş

çocuktan birisini alarak, bunların ağır işlere alışmaları ve

İslam dinini öğrenmeleri amacıyla 2-3 yıllığına köylülerin

yanına vermiş.

Bu genç insanlar, silah kullanmayı öğrendiklerinde, kan

dökmeye alışmaları için, kendi kılıçlarıyla kölelerin veya

suçlu canilerin kafalarını kesmeye mecburlarmış. Her türlü

insani duyguları söndüğü zaman yeniçeri ortasına teslim14 Helespont, Dardaneller’in eski ismi.

16

oluyorlarmış (yeni-askeri, novi trupi). Yeniçeriler, vaktiyle

Türk ordusunun nüvesini oluşturuyorlarmış. Böylece yeniçeriler

Türk gücüne kesin üstünlük sağlamışlar. Çünkü bu şekildeki

asker yetiştirme tarzı Avrupa’da bilindik olmadığı gibi Türk

ordusu sürekli olan tek ordu imiş. Uzun süre korku ve titreme

yaratmışlar. Yanı sıra, 17. y.y.’in ortalarında Türk gücü durdu

ve daha o zaman tüm yok oluşunu getiren düşüşünün semptomlarını

göstermeye başladı.

Bu düşüşün sebepleri açıktır. Böyle vahşi orduları

tutabilmek ancak aynı vahşilikteki liderlerle mümkündür.

Yeniçeriler, liderlerinin buyruklarını yerine getirmeyi

bıraktıklarından beri onlar halk ve iktidar için tehlike olmaya

başladılar. Sıklıkla ayaklanıyorlardı. Sultanı tahttan indirip,

onura yakışık olmayan hareketlerde bulunuyorlardı. Yaptıkları

yetmediği zaman, masum, sivil halkın evlerini basıyor, cinayet,

yağma, yangın ve her türlü korkunç olayı gerçekleştiriyorlardı.

Rahat durmayan bu askeri ocaktan korkan Sultan Mahmud15,

bu kolorduyu küçültmek istiyordu. Yeniçeriler arasındaki en

bozuk ve en nefret edilenlerin kazandırılmasını emretti…

Kazandırılanların çoğunluğu, toplumda korkulan, hırsızlık

yapan ve kuralları hiçe saymakla nam salmış olanlardı. Muhakkak

ki bunlar devlet hizmetinden kovulmuşlardı. Yeniçerilerin kalan

kısmı ise sivil hayatta başka işlerle uğraşıyorlardı.

Zorbalarla, legal işlerde çalışanlar arasındaki ortak tek

noktaları kalan yeniçeri ismi idi. Bunların pek azı yeniden

seçilmek için teşebbüste bulundular. Bu durum, Avrupa’da yeni

15 II Mahmud, 28 Temmuz 1808’den 3 Temmuz 1839 tarihine kadar tahtta kalmışTürk Sultan. Yeniçeri ortasını lav etmiştir.

17

bir tür ordunun oluşmasına sebep oldu. Yeniçeriler, aralarına

daha fazla Müslüman kabul edilmemesi, zengin ve şöhretlilerin

muaf tutulmaları için anlaştılar. Bu amaç için de yeniçeriler

okulu adı altında bir okul kurdular. Her yeni katılan erin

talim ve eğitim ile yıllarını geçirmesi gerekiyordu. Onlar, bu

okulda, askeri talimlerden başka hiç bir şeyle meşgul

olmuyorlardı.

Onlar sağ ve sol kollara, albaylar, bölükler ve seğmen

olarak ayrılmışlardır. Kumandanları ve ilk subay yeniçerilerin

ağasıdır. Ondan sonra seğmen başı, kul kâhyası ve diğerleri

geliyorlar. Taktiğe baktığımızda bu isimler ve anlamları hiçbir

şey ifade etmiyor. Çünkü Türk yönetiminin karakteristik

çizgisi, kullanışsız formlarla fazlasıyla dolu.

Türkiye’de bulunduğum zaman içinde, Türk ordusu hakkında

doğru bilgi toplamak amacıyla çok çaba harcadım. Ancak, sadece

düzensiz veriler elde edebildim. Araştırmalarımın sonuçlarını

aşağıya yazıyorum.

Topçu sınıfı (Kumbaracı veya Humbaracı, Yeniçeri teşkilatında

“topçu” yerine kullanılan bir deyim; Sevim M. 2002).

Topçular---doğrusu, daimi olarak 18.000 kişi olmaları

gerekiyorken sayıları hiçbir zaman 16.000 geçmiyor.

Kumbaracılar veya bombacılar

2.000 kişi.

Topçular

18.000 kişi.

Konstantinopol’de sıkça onların askeri talimlerinde hazır

bulunuyordum ve kanaate vardım ki İngilizlerin ve Fransızların

18

rehberliğindeki talimleri fena değildi, lâkin orta dereceli

sonuçlara varıyorlardı. Sürekli talim çalışmalarında

bulunuyorlar ve silahları kullanmayı öğreniyorlardı.

Karacılar (O zamanki askeri terminolojide piyadeye yaya adı

verilirdi; Sevim M. 2002).

Yeniçeriler (Osmanlı devletinde 1826 yılına kadar, muvazzaf

askere verilen ad; Sevim M. 2002 ).

150.000

Bunlar imparatorluğun her yerine dağılmış olup silah kullanma

çalışmaları dışında başka her şeyle uğraşıyorlar.

Bostancılar veya şehir bekçileri sarayı koruyorlar

12.000

Mehter takımından olanlarsa çadırları kurup, kampı

hazırlıyorlar 6.000

Avrupa tarzında organize edilmiş ve çalıştırılmış askerler

8.000

Moldova’dan ve Romanya’dan olan askerler

6.000

Levendiler (denizciler) savaş olmadığı zamanlar onların sayısı

pek az olmakla birlikte savaş zamanında en fazla

50.000

----------------------------

----------------

Karacılar

232.000 kişi

Atlılar.

19

Sipahiler, düzenli olarak memur edilen en yüksek sayı

10.000

Serhatlar, karacılara hizmet etmek ve onların yükünü, bagajını

taşımak için memur edilmekle birlikte, gerektiğinde, sıklıkla

taşralardaki paşalar tarafından kiralanıyorlar, sayıları

6.000

Zaimler ve tımarlılar gibi feodal gruplar

130.000

Cebeciler-(silahlarla ilgilenenler, silah demircileri, barutu

korumakla görevli bekçiler), silah ve mühimmat bazen da atların

yedeği gibi hizmet ediyorlar, yönetmeliğe göre olmaları gereken

sayı 30.000

onların sayısı ancak

10.000 i

buluyor.

Mancınıkçılar, sipahilere refakat edenler

6.000

Sekbanlar, atların yüklerini koruyanlar

4.000

Atları ile birlikte gönüllü olanların sayısı, hiçbir zaman

10.000 i aşmaz

----------------------------

--------

Atlılar

176.000

Topçular

18.000

20

Karacılar

232.000

----------------------------

--------

Toplam kuvvet

426.000

Yanı sıra, bu rakamdan levendlerin çıkarılması zorunludur.

Onları sadece sahillerde kullanmak mümkündür.

Filonun bulunduğu yerde 50.000

İstanbul’daki mürettebatın sayısı kesin bilinmemekle birlikte

100.000

Levazımcılar, sadece sultan savaş alanına gitmediği zaman

12.000

----------------------------

--------

Toplam

182.000

Savaş alanına giden kısmın sayısı

244.000

Savaş alanında, sultana, baş vezire ve paşalara hizmet etmekle

görevli olanlar. Hiçbir zaman savaşmıyorlar.

Onların miktarı 20.000

----------------------------

--------

Kalanlar

224.000

21

Tahmin edilebilir ki savaşan askerlerin sayıları nadir

olarak 200.000 kişinin altına düşüyor. Daha önceleri

100.000’den oluşan bir ordu zoraki güçlü ve korkunç

sayılabiliyordu. Günümüzde insanlar, ordunun yüz binlerle

sayılmasına alışınca, sayısal korkutuculuğu yok oluyor. Onun

için de zorlanarak ancak orta derecede güçlü sayılabiliyorlar.

Türk askerlerinin biraz talimli olanları kendi itibarlarını

kendi askerlerinin çokluğu üzerine inşa ediyorlar ve de

sayılarını basitlikle abartıyorlar. İnsan, onların askeri bir

harekâtını izlediği zaman, dağınık ve büyük mühimmatları

sebebiyle kolayca korkabilir.

İyi organize olmuş Alman veya Fransız askerleri bir Türk

kolordusu kadar geniş mesafe almıyorlar. Yanya’da Ali Paşa’ya

(kastedilen Tepedelenli Ali Paşa ç.n.) karşı gelen çok tugaylar

gördüm; en küçük ve gereksiz ıvır zıvırlarla tepelerine kadar

eşya dolu olmalarına da çok şaşırdım. Araba, at veya develer

daha çok eşya yüklü olduğundan az miktarda da olsa bazı

askerlere binek yetmiyordu.

Osmanlı’nın kapısına tehlike geldiği zaman, hükümet yasa

dışı ölçülere başvuruyor ve sultan bir ferman (hatt-ı şerif)

ilan ederek veya Muhammed’in sancağını kaldırarak, Onun dininin

tehlikede olduğuna işaret ediyor. Bu, tüm Müslümanlara

silahlarını kapmaları için bir çağrıdır. Hükümet böyle usulsüz

işlere saptığı zaman, hemen hemen tüm Müslümanlar

silahlanıyorlar ve çok fazla savaş nutukları atanların yanında

kâfirleri yok etmeye yemin ediyorlar. Yine çekilmeleri

gerektiğinde, o zaman onlardan büyük çoğunluğu gizli

sığınaklara kaçıyorlar veya harekât halinde iken asker kaçağı

22

durumuna düşüyorlar. Sürekli olarak kendi yerlerinde

toplanıyorlar. O zaman paşalar kendi yerel askerlerine, yerel

birliklerine ve kendilerine bağlı olanlara onları öldürmelerini

emrediyor. Böyle toplama ile oluşturulan yardım, dağılmanın

sebebini oluşturur.

Köylüler ve profesyonellerden oluşan böylesine disiplinsiz

bir kitle tüm harekâtlarında engelli iken, bu askeri düzenden

nasıl başarı beklenebilir.

ÇALIŞMA HAKKINDA

Bu çalışmanın amacı daha önce gün ışığına çıkmamış bir

seyyahı tanıtmak, yeni çalışmalara yol açması ve henüz

aydınlanmamış bir döneme dikkat çekmektir.

19. y.y.’ın ilk çeyreğinde; 1826 yılında Yeniçeri Ocağının

kaldırılmasından hemen önceki dilime ışık tutacak değerde ve

tarih biliminin literatüründe ihtiyaç duyulan yeri bulacağı

umut edilir. Bir bölümü verilen bu eserin tamamının Türk dil ve

kültür hayatı ile tarih bilimine kazandırılması umulur.

Seyyahın tek kitabı olduğunu ve daha önce herhangi bir

dile çevrilmediği gibi Türk diline de çevrilmemiş ve hatta bu

seyyah hakkında, Türkiye’deki belli başlı Türk ve Alman

Kütüphanelerinde, hakkında yapılmış bir çalışma da mevcut

görünmüyor.

23

Seyahatnameler her ne kadar edebi bir tür olarak

sınıflandırılsa da, aynı ölçüde bu metinler, tanıklı, tarihi

bir belge niteliği de taşımaktadırlar.

Seyyah, yazısına başlarken, uyandırdığı son derece

tarafsız izlenimi, yazı derinleştikçe kaybolmaya başladığı

söylenebilir. Temel kurumları gözlemleyip, önemli rakamlar

vermesinin yanında günlük yaşama dair kültürel olgulara da

değinmiş olması, entelektüel düşünce gücüne sahip olduğu

hissini uyandırmıştır. Konu seçimindeki bilinç, gözlem gücünün

yanı sıra; sâde, ciddi ve esprili yazım tarzı da oldukça

etkileyici olmakla birlikte, adeta yüzyılların “titreten

Türkler” imajını değiştirmek için, kelime cambazı değil de bir

nevi zihin cambazı olarak metnini işlediği izlenimini

vermektedir.

Sonuç olarak, seyyah; Batı medeniyet dairesinin, Alman

kültürünün paradigmasından doğru, altyapısını bilemediği bir

diğer paradigma olan Doğu medeniyet dairesinin, Osmanlı-Türk

kültürüne ve bu kültürde üç yıl yaşayarak gözlemlerde bulunması

neticesinde, kendi algılamasının notlarını sunmuştur. Özetle,

bir paradigmadan bambaşka bir paradigmaya bakışın, tanıdık

olmayan, alışılmadık yapının yadırganışı doğallıkla söz konusu

olabileceği gibi; bir kültür yapısının içinde yaşayarak var

olan insanlara da bir dış gözün sağlayabileceği kendine

dışarıdan bakarak farkındalık kazanma –ayna tutarak gösterme-

şansının olduğu söylenebilir.

24

Not: Tarih bilimi konusundaki önemli tavsiyeleri ile çalışmama

güç veren, pek kıymetli hocamız Prof. Dr. Mehmet Ali BEYHAN’a

vefa gereği teşekkür ederim.

Seyyah Johann Karl Weyand’ın portresi

SEYYAH HAKKINDA

Johann Karl Weyand hakkında* bulunabilen tek bilgi

Herchenheim’li bir mimar olduğudur.

Eserinin ilk baskısının 1882-1825 yıllarında Viyana’da 3

cilt halinde ve içinde 9 gravürle birlikte özel bir yayın

olarak çıktığı, ikinci baskısının ise 1828 yılında 192 sayfalık

tek cilt halinde Viyana’da ve yine özel bir eser olarak

25

yayımlandığı belirtiliyor. Kitap, nadir eser statüsünde satışa

sunulmuş.

Seyahatnamesinin odak noktasını, seyyahlara tavsiyelerle

birlikte Osmanlı İmparatorluğu tarihi ve Filistin

betimlemelerinden oluşmasıdır.

*(www.rarebooksandautographs.com)

26

Seyyah Johann Karl Weyand’ın portresi

27

KAYNAKÇA

Basılı Kaynaklar:

Makedonija vo delata na stranskite patopisci 1778-1826 / yay.

haz. Aleksandar Matkovski, Skopje: Misla, 1991. s.770-782

Ahmet Kahraman / Mukayeseli dinler tarihi İstanbul: Marifet

Yayınları 1993. s.105

Gravürlerle Türkiye = Türkiye in gravures / yay. haz. Mustafa

Sevim, Ankara: Kültür Bakanlığı, Cilt 2: Giysiler/Portreler,

Cilt: 3: İstanbul, 2002.

Mehmet Hacısalihoğlu / “Makedonya”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm

Ansiklopedisi, c: 27, 2003. Ankara: Diyanet Vakfı, s. 439-440.

Sözlükler:

Makedonsko-Turski i Tursko-Makedonski xepen re~nik = Makedonca-

Türkçe ve Türkçe-Makedonca Cep Sözlüğü / yay. haz. Mücahit

Korça, İstanbul: Fono, t.y.

Makedonsko-Turski Re~nik = Makedonca-Türkçe Sözlük / yay. haz.

Mile Körveziroski, Kevser Seyfullah ; redaktör Fahri Kaya,

Skopje: Prosvetno Delo, 1967.

Osmanlı tarih deyimleri ve terimleri sözlüğü 3 cilt / yay. haz.

Mehmet Zeki Pakalın, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1971.

Elektronik Kaynaklar:

http://www.tdk.gov.tr (Çalışma süresince faydalanıldı).

28

www.rarebooksandautographs.com

29