JOHANN KARL WEYAND'IN SEYAHATNAMESİNDEN: 1818-1821 Yılları Arasında Türkiye ve İstanbul...
-
Upload
independent -
Category
Documents
-
view
2 -
download
0
Transcript of JOHANN KARL WEYAND'IN SEYAHATNAMESİNDEN: 1818-1821 Yılları Arasında Türkiye ve İstanbul...
I ULUSLARARASI DÜNYA EDEBİYATINDA İSTANBUL SEMPOZYUMU
(6-8 MAYIS 2010, İSTANBUL)
BEYKENT ÜNİVERSİTESİ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ
TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI BÖLÜMÜ
SUNUM KATILIMCISI: Filiz MEHMETOĞLU
İstanbul Üniversitesi
KONU: JOHANN KARL WEYAND’IN SEYAHATNAMESİNDEN: 1818-1821
Yılları Arasında Türkiye ve İstanbul Algısı
ÖZET: 1818-1821 yılları arasında Alman bir seyyahın Osmanlı
topraklarının Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarına, özellikle de
bu seyahatinin en uzun zamanını geçirdiği İstanbul şehrinin
notlarının çevirisidir.
1818 yılında Almanya’dan İstanbul’a gelerek, nezaketli
biçimde, sıradan insanın gündelik hayatını, Osmanlı yönetiminin
usulünü, sultanların iktidarlarının sınırsızlığını, milli
karakteri ve Müslüman giyim, kuşamını, kahvehaneleri, erkek ve
kadınların eğlencelerini, harem hayatını, Müslüman kadınının
durumunu, evlilik ilişkisini ve Osmanlı’nın askeri gücünün
geçmişini ve bulunduğu yıllardaki durumunu istatistikî
bilgilerle birlikte yazmış.
19 y.y.'da yaşamış Avrupalı bir Hıristiyan Alman
seyyahın Türkler, Türk kültürü, Osmanlı Sultanları ve İstanbul
şehrinin algısının, Makedon dilinden çevirisidir.
Anahtar Kelimeler: Seyyahlar, Türkiye Hatıratı, İstanbul Hatıratı, Tarihte
Avrupalıların Türkiye Algısı, 19 y.y.’da İstanbul’da Rejim ve Hükümet, Türklerin Milli
Karakter ve Giyim, Kuşamı ve Türk Ordusu.
SUMMARY: This is the translation of the notes from the journey
of a German traveller between the years 1818-1821 to
the European, Asian and African continents of the Ottoman land,
and mainly his notes on the city of Istanbul, where he spent
most of his time during his journey.
He came from Germany to Istanbul in 1818 and wrote on the daily
lives of ordinary people, the Ottoman way of government, the
unlimited power of sultans, the national character and Muslim
way of dressing, coffee houses, ways of entertainment for men
and women, life in the harem, the position of Muslim women,
marriage and the state of Ottoman military power during those
years and in the past, in a very kind manner and drawing upon
statistics.
This is the translation of a Christian German traveller's
perception of Turks, the Turkish culture, Ottoman sultans and
the city of Istanbul from the Macedonian language.
Keywords: Travellers, Turkey memoirs, Istanbul memoirs, Perception of Turkey by
Europeans throughout History, Regime and Governance in Istanbul in the 19th
Century, National Character and Way of Dressing of Turks and the Turkish Arm
GİRİŞ
Ankara-Milli Kütüphane’de 1993 A 5280 numarada kayıtlı,
“Makedonija vo delata na stranskite patopisci 1778-1826”
(1778-1826 yılları arasındaki yabancı seyyahların bölümlerinde
Makedonya) isimli kitabı özellikle Makedonya’nın Osmanlı’nın
tebaası altındaki dönemi kapsadığından (1371-1912;
Hacısalihoğlu, 2003.) dolayı, dikkatle yapılan inceleme
sonucunda, 36 seyyahtan, o zamanki Osmanlı’yı, İstanbul’u ve
birçok kültür öğesine değinen Johann Karl Weyand; ayrıntılı
bir şekilde hemen her konudan bahsetmesi, askeri açıdan
istatistikî bilgiler vermesi ve sadece Osmanlı toprakları
üzerine yoğunlaşması gibi sebeplerle ön plana çıkmaktadır.
Makedonya – Kültür Tarihi, konu başlığı ile tanımlanan
kitabın önsözünde, bu dönemin, sipahi sisteminin çöktüğü,
dağıldığı dönemi kapsadığı belirtiliyor. Ayrıca, henüz köleler,
köle pazarları, yeniçeriler, sipahiler, haremler ve feodal
sistemin sırasıyla diğer benzer yapıları duruyorken, Makedon
köylüsünün köyden kente göçünün ortaya çıktığını, kentlerin
ortasında Makedon popülâsyonunun arttığı ve zenginleştiği ki
daha sonra toplumsal uyanışın başlangıcını oluşturacaktı bu
durum.
Bu ciltte seyyahların çoğu yeniçerilerden bahsediyorlar,
onların Haziran 1826 yılındaki kanlı tasfiyelerinden ve Sultan
II Mahmud ile Türkiye’nin bu zorba askeri birliğinden kurtulmuş
ve reformlarını gerçekleştirme yoluna girdiği belirtilmiş.
Metin çevirisine başlamadan önceki çalışmayı hazırlayan
tarafından kısa önsözünün ardından da söz tamamen seyyah Johann
Karl Weyand’ın.
1
Metni, Alman dili Gotik yazı tarzından, Makedon diline çeviren
Görgi Stojçevski.
DERLEYENİN ÖNSÖZÜ
Johann Karl Weyand isimli seyyah hakkında bildiğimiz Alman
olduğu ve tam üç yıl boyunca o zamanki Türkiye’nin Avrupa, Asya
ve Afrika kıtalarındaki topraklarında seyahat ettiğidir.
Seyahatine 1818 yılında Almanya’dan başlayarak, Romanya
üzerinden, Bükreş’i yazdığı yerden, Tuna boyunca, bir süre
kalacağı yere Konstantinopol’e varmış. Bir çeşit askeri nâzır
gibi görünüyor. Konstantinopol’den Kudüs’e gitmiş ve tekrar
Konstantinopol’e dönmüş. Nezaketli biçimde, sıradan insanın
gündelik hayatını, Osmanlı yönetiminin usulünü, sultanların
iktidarlarının sınırsızlığını, milli karakteri ve Müslüman
giyim, kuşamını, kahvehaneleri, erkek ve kadınların
eğlencelerini, harem hayatını, Müslüman kadınının durumunu,
evlilik ilişkisini ve Osmanlı’nın askeri gücünün geçmişini ve
bulunduğu yıllardaki durumunu istatistikî bilgilerle birlikte
yazmış.
Bu seyyahın eserini, Washington’daki Kongre
Kütüphane’sinde, G 463. W 54 I-II numarada kayıtlı ve
“Johann Karl Weyand’s Reisen durch Europa, Aisen und Afrika von
dem Jahre 1818 bis 1821, Amberg 1855” (Johann Karl Weyand’ın
1818 ile 1821 yılları arasındaki Avrupa, Asya ve Afrika
seyahati, Amberg 1822) ismi ile iki cilt halinde bulduk. Burada
verdiğimiz metin iki bölümden oluşmaktadır:
2
JOHANN KARL WEYAND’IN SEYAHATNAMESİNDEN
TÜRKLER’DE DİN VE İKTİDAR
Günümüzde Türkler hakkında çok yazılar yazılıyor.
Yazarların bir bölümü onları iyi huylu, aziz ve en iyi millet
olarak belirtiyor. Eş zamanlı olarak bir diğer bölümü de lanet
ederek, onları kana susamış hırsızlar, yabani ve tümünü hiçbir
esirgeme olmaksızın yeryüzünden kaldırmayı istiyor.
Budalaca gelenek ve düşünceleri, güzel ahlâklı
söylemlerinden daha fazla olan garip bir din onlarınkisi.
Birçok ilkeleri Hıristiyanlığın gözle görülür izlerini taşıyor.
Bir diğer kısmı Musevilikten, üçüncü bir grup ta Brahmanlar’ın
bilgeliğinden (Brahmanların otoritesine dayanan eski Hint
dinidir. Zamanımızda Hinduizm ile birbirlerinin yerine
kullanılmaktadırlar, Kahtaman, A. 1993); fakat kendilerine ait
birçok düşüncesizlikleri de var.
Sultan ilk bakışta sınırsız ve mutlak kuvvet sahibi olarak
görülse de dünyevi ruhaniler tarafından sınırlandırılmış.
Dünyevi ruhanilerse yine dünyevi bir organizasyon olan Divan
veya Devlet konseyi tarafından daha fazla
sınırlandırılmışlardır. Buranın üyeleri yüksek ordu
komutanları, ulemanın ileri gelenleri ve imparatorluğun
bakanlarıdır. Herhangi önemli bir devlet kararı, bu devlet
omurgasını meydana getiren kişilerin önerisi sorulmadan
alınamaz. Gerçekten de Sultan veya baş vezir başbakan olsalar
da her zaman çok seslilik meydana geliyor.
Divanın üyeleri ya sultanın ya da ulemanın adamları ve
böylece bu divan bu iki kuvvetin sınırlandırılması için hizmet
3
ediyor. Bu durumda, seyyahın çizdiği tablo, sarayın kapısının1,
bakanlarından ne kadar beklenti içinde olunabileceğini, onların
yüksek mevkilere nasıl geldiklerini gösteriyor. Onlar en düşük
basamaktan en yüksek onurlu mevkilere yükseliyorlar, fakat
büyük yetenekler veya bilgi ile değil, küçük hesaplar ve kendi
âmirlerine aşağılık biçimde yağcılık yaparak yükseliyorlar.
Pera’da2, Galata Saray3 diye adlandırdıkları bir eğitim
müessesesi var. Burada, genç delikanlıları sultana hizmet
etmeleri için eğitiyorlar. Öğrencilerin bilgi düzeyine göre
yerleştirildikleri değişik sınıflar var. Bu kurumun çok kötü
yanı yalnızca saraya yakın kişilerin oğullarının alınması ve
biraz da başka çocukların alınabilmesidir.
Demek ki onların ardından gelen nesillerin en küçük bir
şansı yok, sadece tesadüf sonucu sultanla tanışmaları hâlinde
veya kendi velileri tarafından saraya getirildikleri takdirde
herhangi bir şansları olabilir.
Taşralar, paşalar tarafından yönetiliyor. Paşalık askeri
bir onur olup, paşalar sultan gibi güce sahipler. Bazen onların
saraya olan bağlılıkları sınırsız olabiliyordu.
Konstantinopol’den sultanın parlamentosundan bir kapıcı başı
gelip paşaya ipekli kurdele ile birlikte sultanın onun başını
istediğine dair buyruğunu iletirdi. O zaman paşa, fermanı ve
kurdeleyi öpüp, kendi işlerini düzene koyduktan sonra da şahsi
hizmetinde bulunan hizmetkârı tarafından boğdurulmaya izin
veriyordu. Kapıcı başı ise kafatasını sultana götürüyordu.1 Porta- O günkü sarayın kapısına göre, İmparatorluk Türkiye’sinin yüksek adaleti olarak adlandırılmış.2 Pera, İstanbul’un Avrupa yakasında bir semt.3 Galata Saray, İstanbul’da büyük bir semt. Boğazdaki Altın Boynuz’un sağ girişinde yer alır. Temelde Cenevizlilere dayanır. Orada Sultan’a ait bir de saray bulunmaktadır.
4
Günümüzün paşaları sultanın öcünden daha az korkuyorlar.
Çoğunluğu, itaatkârlık yerine, gücüyle alay ediyorlar ve pek de
seyrek sayılmayacak kadar ayaklanıyorlardı. Bu günlerde bir
kurdelenin gönderilmemesi sadece paşaların bu etkilerinden
değil; sultanın ve elçinin bu olayın acı neticelerini
hissetmeleri sebebi ile de şimdilerde öyle bir ferman Bağdat’a,
Halep’e, Akra’ya veya başka bir yerdeki paşaya gönderilmesi
nedeni ile sarayı kanlı bir savaşa karıştırmıştır. Elçi ise en
az hasarlı, sadece kulaksız olarak sultanın yanına dönmüş.
Sultan, kendi tebaalarının hayatları üzerinde en sınırsız güce
sahiptir.
Araştırma yapmaksızın, keyfi olarak ceza mahkemesinde,
formalitesiz olarak ceza kesiyor veya davaların sonuçlanmasını
vezirlerine veriyor.
Sultanın tüm memurlarının, mal, mülkleri üzerinde sınırsız
hakkı var. Tebaalarının mal, mülkleri konusunda ise, sultanın
hakları kanunlarla sınırlandırılmış. Fakat hiçbir gayret
göstermeksizin, yine de onlara el koyabilir.
Özel mülke bakış; ilkin evler, sonra da toprak v.s.
bazılarına veraset yoluyla intikal etmiş, bazen de sultan için
bile kanunları ihlâl etmek tehlikeli olabiliyor. Sultan kısa
yoldan seçerek sahibin öldürülmesini emrediyor, böyle bir durum
karşısında ise hiç kimse sesini çıkartamıyor. Genel olarak
zengin olmak çok tehlikelidir. Onun içindir ki insan ne kadar
zengin ise, o kadar tehlikededir. Tebaalarının hayatlarını, mal
varlıklarını almak veya en azından zarar görmeleri için her
zaman iftira atılacak sözde suçlu bulunabilir. Taşrada görevli
5
paşaların mal varlıkları, Konstantinopol’deki vezirlerin mal
varlıklarına göre daha güvencededir.
Vatandaşlık hakları ve ceza kanununun temeli Kur’andır4 ve
bunlar dine göre de aynı şekilde ve başta bulunuyorlar.
Kur’anda vatandaşlık haklarının geçtiği yerden alıntı yapılmış
olup, buna “Multeka”5 (İbrahim Halebî’nin İslam hukuku ile
ilgili kitabının adı; ç.n.) diyorlar. II Mehmed6 hükümdarlığı
zamanında Molla Hüsref7, ilgili kanunları yürürlüğe koymuştur.
Dini hizmet ve genel hukuk yönetimi tek bir kanunda
bulunuyorlar. Baş İmam8’ın ilmine göre dini hizmetler
yeterince açıklanamadığı için Şeyh İbrahim Halebî9, I
Süleyman10’ın hükümdarlığı döneminde, metindekinin aynısını
ihtiva eden ve dinin ilk üç kuşak imamın tasdik ettiği başka
bir kanun hazırlamış. Bundan başka, daha çok, en tanınmış
müftülerden11 derlenmiş fetvalar var12. Bunların ekserisi
4 Kur’an, Müslümanların, Allah’ın hediye ettiği varsaydıkları kutsal kitabı. Kur’an 114 sure (bölüm), alt başlıklara bölünmüştür. Kur’an, Muhammed henüz sağ iken oluşmuş ama Ebu Bekir ve Ömer gibi azizler zamanında yeniden gözden geçirilmiş ve yazıya geçirilmiştir. Kur’an dogmalar ve kaynaklar külliyatıdır. Müslümanlar için ahlak, yönetim ve edebi gayretleridir.5 Multeka, dinin Araplardaki dini gayretin bir kolun ismi ve vatandaşlık haklarını içeren Kur’an’dan bir bölüm.6 II Mehmed, lakabı galip gelen anlamında, “Fatih” olan ve 18.II.1451 den 3.V.1481 tarihine kadar hüküm sürmüş Türk Sultan.7 Molla veya Mula Hüsref XV y.y.’in ortasında tanınmış Türk hukukçularından biri.8 İmam, inanç, din, burada ilk eski dine göre.İmam okumuş teolog demek.9 Şeyh İbrahim Halebî, XVI y.y.’ın ortalarındaki Türk hukukçusu.10 I Süleyman, lakabı kanun koyucu anlamına gelen “Kanuni”, 28.IX.1520’den 6.IX.1566 tarihine kadarki Türk Sultanı.11 Müftü, İslam kanunlarının uygulamalarını takip eden ve dini karakterli, çelişkili soruların açıklamalarını yapmakla görevli Müslüman memur. Bu türdeki açıklamalara fetva denir. 12 Fetva, bazı çelişkili sorular üzerine müftünün Müslüman dininin kanunlarının temelinin üstüne yaptığı açıklamalar.
6
kadılara öğretici olmaya yeterli olacak şekilde kanuni
çözümlemelerden derlenmiş.
Ama kadılar ne önceki beyanatlara bağlı, ne de çözümleme
usullerine bağlı, onlar sadece kendi arzularına göre
davranıyorlar ve onun için de onların verdikleri hükümleri
başına buyruk oluyor. Kanun hükümleri, farklı ayrıntılı
açıklamalarla karışmış durumdadır.
Türkiye’deki kadıların adil olmayan çözümleri, söylem
haline gelmiş durumda. Kadılar, rüşvet aldıkları kişilerin
mahkemedeki davalarını lehlerine çevirme konusunda sıklıkla
olağanüstü beceriler gösteriyorlar. Az biraz kostüm ve
dekorasyonla kahvehanelerde veya evlerde komedi oyunları
sergileyen komedyenlere çok malzeme oluşturmakla birlikte bolca
da komik fıkra çıkıyor bu durumdan. Sultana başvurmanın yolu
konusunda belirlenmiş bir usulün olması gerekmektedir. Memurlar
tarafından görülen kötü muamele veya haksızlık gibi durumlarda,
şikâyeti olan herkesin –Hıristiyan, Müslüman veya Musevi olsun-
sultana başvurma hakkı var.
Böyle durumlarda, dilekçeyi getiren kişi, kafasında yaktığı bir
parça saman ile caminin yakınına, sultanın gittiği yerde, kendi
dilekçesini yukarıya kaldırıyor ve bu konuda görevlendirilmiş
bir memur, dilekçeyi alıp, sadece bu iş için tahsis edilmiş bir
torbaya koyuyor.
TÜRKLER’İN ULUSAL KARAKTERİ VE GİYİMLERİ
Hükümet her yerde kendine düşman olabilecekleri
araştırıyor. İyi niyetli olmayan tavırla ailelerle samimiyet
kurarak içlerine giriyor. İçlerinden kurban seçtiklerini kendi
7
çevrelerinden kopartıyorlar. Onların utanmaz maşaları casusluk
yaparak, her yerde çalıyorlar ve tüm ailelerinin şansı, anlık
ve geçici üstünlükler elde ediyorlar. Zira ayak takımından
oluşan bir topluluk, gizlice kendi vampirliklerini
yürüttüklerinden; zorunlu olarak özgüvenler kayboluyor ve
bundan dolayı kardeş kardeşten şüpheye düşüyor. Komşu komşuya
mesafeli duruyor. Bu, Türk dostluğunun fotoğrafıdır ve bundan
dolayı kendi varlıkları dışa kapalıdır. Kahvehanelerde bu
durumun varlığı devamlı olarak kendini gösteriyor. Bir Türk
kahvehaneye geldiği zaman, orada bulunan toplulukla
ilgilenmeden oturup, şerbet veya kahvesini yudumluyor.
Serbestçe kendi tütününü içiyor ve tek söz etmeksizin
kahvehaneden çok çabuk ayrılıyor. Şakacılar ve komedyenler
kahvehanelere gelerek, kendi izleyicilerini arıyorlar. Fakat
evlerdeki gösterilerini kostüm ve dekor olmadan sergiliyorlar,
fıkralar anlatıyorlar. Kahvehanelerdeki gizli suskunluğu sıkça
kesen sadece onlardır. Kur’an bunu en büyük günahlardan biri
olarak ilan ettiğinden dolayı Türkler, sarhoşluktan
tiksiniyorlar. Sahiden de sarhoşluktan tiksinme durumu ilaç
gibi olmuş. Çünkü sarhoş bir Türk, kendine hâkim olamayıp en
büyük iğrençlikleri yapabilir. Seçilmiş ve dünyadaki ilk millet
için Allah’a ibadeti engelleyen bir durumdur bu. Bundan dolayı
onların gurur duymaları sınır tanımıyor ve bu durum alay
edilmeleri için bir sürü elverişli ortam sağlıyor. Aynı
şekilde, onların batıl itikatları da çok büyüktür ve Türk
olmayanlara, her zaman, unvanı olan batıl bir adamın
söylencelerini sıklıkla anlatıyorlar.
8
1817 yılında, iki tane Fransız rahibi İslam dinini kabul
etti. Bir tanesi kısa sürede pişman oldu ve kaçmayı denediğinde
başını kaybetti. Diğeri ise bu durumla çok iyi başa çıktı.
Türkler’in içinde ermişin sesi oldu ve kutsal peygamber
(herhangi bir peygamber anlamında kullanılmış ç.n.) gibi büyük
nam ve itibar sahibi oldu. Türk varlığının ana karakteri
öfkedir. Sinirli olduklarında zalim ve uyumsuz oluyorlar.
Onların tembelliklerinin ve tiksinç işlerinin başlıca
sebeplerinden bir tanesi de varlıklı olmanın tehlikeli
olmasıdır. Zengin olarak tanınmak tehlikeli iken insan neden
çabalasın ki. Onlar çok eşli yaşıyorlar ve hanımlarını
haremlerde kilitli tutuyorlar.
Avrupalıların, incelikli iletişimleri için kadın cinsine
teşekkür etmeleri gerekir. Çok eşlilik, tüm o iyi ve asil
duyguları boğuyor. Daha fazla kadına sahip olabilen Türk erkeği
ise onlara sadece kendi keyfini hoş edeceği bir nesne olarak
bakıyor. Onun aşkı dalgın, arzusu değişken; dostluk olmadan,
saygısızca ve sadece o iş için kendi eşlerini ziyaret
ediyorlar. Çünkü hanımlar her zaman kilit altında, bayan
köleler, tanımadıkları kadınlarla çevrili olarak ve harem
ağaları tarafından korunarak kendi haremlerinde yaşıyorlar.
Şimdi çok kolay anlaşılabilir ki onlar çok az dini eğitim
görüyorlar. Bundan dolayı da bilgisiz ve ruhsuz, yapayalnız bir
hayat yaşıyorlar. Moral pratikleri ve eğitimleri yok. Eşlerine
sadakatsiz olmaları imkân dâhilinde değil. Olanak buldukları
takdirde, erkekleri kullanmadan bırakmıyorlar. Dendiği gibi,
her zaman teklif kadından gelir. Kadınlar çok fazla tehlikelere
açıklar, çünkü en cahil ve en hissiz Müslüman kadını bir
9
Hıristiyan ile yakalandığı zaman, çuvala konulup, boğduruluyor.
Hıristiyan erkek İslâmiyet’i kabul etmezse öldürülüyor ama
maalesef bu durum her zaman hayatını kurtaramayabilir. Müslüman
kadını büyük zorluklarla kendi arzusunu gerçekleştirme fırsatı
kolluyor. Yabancı erkekleri kandırıp kendi haremlerinde
sakladıkları, ardından da bu erkekler sinirlerini tamamen
kaybetmeden ve telef olmadan onları bırakmadıklarına dair
örnekler var.
Böyleleri, ondan sonra kendi dindaşları tarafından öldürülmeye
veya hediye almış harem ağaları tarafından suya atılmaya izin
veriyorlar…
Türklerde nikâh tamamen bir vatandaşlık antlaşmasıdır.
Kocanın, kadı karşısında yapılan anlaşma uyarınca, eşine
düzenli olarak belli bir miktar ödediği sürece kadınların miras
hakkı yok. İki çeşit evlilik anlaşması biliniyor: nikâh ve
müstefreşe (odalık; ç.n.). Nikâh, aslında bir hukuki evliliktir
ve her Türk, Kur’ana göre dört kadına sahip olabilir. Bu
anlaşmada bir miktar ödeme tayin edilir ki boşanma veya kocanın
ölümü halinde, kadın almaya hak kazanır. Müstefreşe (odalık),
belirli bir süre beraber yaşamak için kişiler arasında yapılan
tam anlamıyla bir anlaşmadır. Kadın belirli bir miktar ödemeye
hak kazanıyor. Ayrılma isteği her iki taraftan da gelebilir ve
ayrılmanın hiçbir zorluğu yoktur. Kadın boşanmak isterse, bir
kadıya giderek şu kalıp cümleyi söylüyor (Hilda-hum halal,
bashum uzad) – Mademki nikâh için olan miktardan vazgeçtim, o
zaman hürüm--. Koca ayrılmak isterse benzer bir kalıp cümleyi
kadının önünde üç defa tekrar ettiği zaman, nikâh akdi bozulmuş
10
sayılıyor. Ayrılmış kadını yine eski kocası alabilir ama
sadece, özel, kaba ve ahlaksız bir törenin sonunda.
Türk erkekleri bir kadınla nikâhlı değilse kendi ilkel
içgüdülerini tatmin etmek için iğrenç ve ahlak dışı yollara
başvuruyorlar. Belki de çok eşlilik onlara tiksinti ve
bıkkınlık veriyor olabilir. Ne gizli ne de saklı, fakat
Konstantinopol’un sokaklarında 12-19 yaş arasındaki genç
delikanlılar yere kadar uzun kadın elbiseleri ile dolaşarak
açıkça kendi bedenlerini köpekçe ihtiraslar için teklif
ediyorlar.
Türkler en yüksek derecede meraklılar. Fakat bu merakları
iyi bir şey öğrenebilmek için değil, kendi karanlık işleri için
kullanıyorlar. İçgüdüleri zalim, sert, kaba ve tecrübesiz
olduğu halde kendilerini en mükemmel millet olarak sayıyorlar.
Sadece dini teşkilata veya sultana hizmet edenler kötü
kurumlarda bazı eğitimler almaya hak kazanıyorlar ve zorlukla
unvanlar elde edebiliyorlar…
Türker’in evlerindeki odalarında, bizdeki gibi lüksün
önemli göstergesi olan mobilya yoktur. Kaba bir malzeme ile
kaplanmış veya yastıklardan yapılmış olan ve tüm odanın
duvarlarını çevreleyen tek bir minder var. Burası uyumak için
ve oturmak için kullanılıyor. Türkler daha çok diz çöküp
ayaklarını altlarına alarak oturuyorlar. Lakin hesapsız
zenginliğin olduğu kibar evler başka türlü döşeli. Onlar gerçek
oryantalist anlamda döşenmiş evlerdir.
Kur’an, Türklere şarap ve rakı içmelerini yasaklıyor. Bu
yasağa çok fazla uydukları söylenemez. Yalnız oldukları ve
kimse tarafından görülmedikleri zaman bir bardak iyi cins
11
Kıbrıs şarabı ile keyifleniyorlar. Şerbet onların en sevdikleri
içecekleridir. Şarap veya şuruptan kaynatılarak yapılır.
Türkler kahve ve tütünü, Rusların ve Polonyalıların rakıyı
sevdiklerinden daha çok seviyorlar. Etrafta, sürekli
tüttürdükleri lülelerle dolaşıyorlar ve tütüne olan aşklarından
dolayı ateş konusunda çok dikkatsizler. Berrak gecelerde
sıklıkla kahvehanelerin önlerinde yakılan bir ateşin karşısında
oturuyorlar. Ateşi, lülelerini yakmak için kullanıyorlar. Onun
için de evleri tahtadan inşa edilmiş Konstantinopol’deki
yangınların sıklığı şaşılacak bir şey değildir. Tütün, içenler
için biricik keyiftir. Kesinlikle Türkiye’den başka hiçbir
yerde daha güzel kahve içilemez. En iyi Arap kahvesi ilkin
onlara geliyor ve tüm Türkiye’de satılıyor. Bana göre
Türkler’in kahve pişirme usulleri çok uygun. En ince toz haline
gelinceye kadar kahveyi demir dibekte dövüyorlar. Ardından kuru
halde bir cezveye koyuyorlar, tâ ki etrafa çok hoş bir koku
yayılıncaya kadar kısık ateşte veya külde ısıtıyorlar.
Türker’in en sevdiği yemek pilavdır. Pirinçten yapılan
pilav, tavuk veya et suyunda iyice kaynatılarak yapılır. Onlar
daha çok koyun veya kuzu etini seviyorlar ama sıklıkla pilavı
tavukla yiyorlar. Ekmeklerini çavdar ve buğday unundan, poğaça
(yuvarlak ve büyük formdaki ekmeklere verilen isim ç.n.)
formunda, iyice harlanmış ateşte pişiriyorlar. Poğaçanın tabak
formunda olması gerekiyor. Türkler çorba içmedikleri zaman,
sürekli olarak parmaklarını kaşık, bıçak veya çatal olarak
kullanıyorlar.
Yeniçeri ağası her gün Konstantinopol’ün içinde ata
biniyor. Daha ziyade yeniçerilerle ahbaplık ediyor.
12
Fırınlardaki ekmeği, manavların ölçü aletlerini, farklı bıçak
hâneleri soruşturuyor yani kısacası zâbitlik görevi yapıyor.
Kuralları bir defa ihlâl edenlere sopa ile tabanlara vurma
cezası uygulanıyor. Zerzevatçılar tartıda hile yapmışlarsa o
zaman tek kulaklarından dükkânlarında çivilenmelerini ve yarım
gün, çoğunlukla da tüm gün boyunca kalmalarını emrediyor. Bu
cezalı insanların sıkıntısı böceciklerin ve sivrisineklerin
sürekli olarak rahatsızlık vermesi ile daha da büyüyor.
Tesadüfen ikinci defa hile yaparken yakalanırlarsa,
hilekârların başlarını kaybettiklerine dair örnekler var. Genel
olarak, Türkiye’de iyi bir kötek yemek için insanın çok fazla
uğraşmasına gerek yoktur, her yerde, çok kolayca bulabilir.
Sultan sokağa çıktığı vakit, herkes kendini yere atarak
yeri öpmek mecburiyetindedir. Yanı sıra, sultan her zaman
sokaklarda gezmiyor. Seyrek olarak sokağa çıkıyor. Genelde Cuma
günleri, ibadet etmek için bir camiye törenle giderken sokağa
çıkıyor. Her yıl birer tane bakirenin kendisine vergi gibi
götürülmesi gerekiyor. Fakat hareminde 800’den fazla kadın var.
Açıkça, yaradılıştan gelen iyi yüreklilik Türkleri
karakterize ediyor ve her Avrupalı bundan duygusal olarak
etkileniyor. Önyargıdan ötürü, boyundurukluk altına aldıkları
halkaları Avrupalı olarak saymıyorlar fakat onlardan nefret
ediyorlar, onlara karşı sahipleri imiş gibi davranıyorlar.
Kendi ruhani kişilerin fanatiklerine ne kadar öfkeli olsalar da
onlar en barışçıl ve en iyi insanlardır. Onların
misafirperverliğini en yüksek derecede övmem için benim
yeterince sebebim var. Her Avrupalı bu deneyimi hatırlar, çünkü
onlar ricasız olarak her yolcuya hizmet ediyorlar ve uygun bir
13
yere yerleştiriyorlar. Ne var ki büyük kapıda Hıristiyan
tebaalarına karşı böyle davranmıyorlar, onlara korkak köleler
veya köpekler diyorlar. Herhangi bir hasta yolcu bulunca, hemen
kendi evlerine götürüp şefkat gösteriyorlar (veba hastalığı
olanlar hariç), öyle ki kendi hayatlarından böyle merhametli
durumların çok geçmesine teşekkür ediyorlar…
Acaba, bu iyi yüreklilik, bu misafirperverlik ve hastalara
gösterilen bu merhamet daha iyi bir yapının görünmez izleri
midir? Bu görüntüden anlaşılamıyor, acaba, sadece barbar,
herhangi bir ilerleme göstermeye muktedir olmayan Türk iktidarı
ve ruhanileri, tebaaların günahlarının suçlusu mudur? Açıklık
ve dürüstlük ile düşünüldüğü zaman Türklerin yüksek
haysiyetlerinden, paylarına düşen açıklılık, doğruluk ve
sağlıklı anlayışlılık konularında, o zaman bizim kentlerimiz
hakkında nefret ve küçümsemeden ziyade daha çok acıma
hissedilebilir.
Türklerin giyimi oryantalist tarzda ve renkli çizmelerden
oluşuyor. Bir rahleye oturacakları vakit, her zaman giydikleri
pabuçlarının altına, daha çok sahtiyandan (terbiye edilmiş, çok
yumuşak keçi derisi, mest; ç.n.) yapılmış çorap giyiyorlar.
Alışılmadık şekilde, aşağıda iple toplanan uzun pantolonlar;
vücutlarına ise boyanmış, ipekli veya pamuklu gömlekler
giyiyorlar. Gömleklerini pantolonun içine koyarak
kullanıyorlar. Boyun ve göğüslerini çıplak bırakıyorlar.
Malzemesi ipek veya kaşmir olan, çift piştov taktıkları ve
bellerinin etrafına doladıkları kırmızı kuşakları var.
Türklerin kaftan diye adlandırdıkları dış giyimlerini, elleri
ve omuzları ile entari gibi sürüklüyorlar. Bu geniş ve uzun bir
14
entaridir. Daha çok iyi cins, siyah renk çuhadan yapılır.
Biçimi bizim önlüğe uyuyor. En büyük bedende, önü açık olarak
giyiyorlar. Havanın daha serin olduğu zamanlarda ise bir bağ
ile kalçalarından bağlıyorlar. Uzun kollu ve kürklü manto
biçimindeki kaftanın altına, sade, uzun bir fistan daha
giyiyorlar. Bunun üstüne sıklıkla buna benzer uzun bir giysi
giyiyorlar. Onların şapkası kavuktur. Kırmızı bir şapka veya
uzun, lacivert bir şapkadan oluşuyor. Yukarısındaki geniş
temeli ile Fransız şako13 ya benzerlik gösteriyor. Takke veya
şapkanın alt kısmının etrafında, ipekli, pamuk veya yünden,
renkli veya beyaz renkten bir havlu, başın etrafına sarılıyor.
Saçlarının tümünü traş ediyorlar. Eminim ki sadece tepelerinde
bir perçem bırakıyorlardır. Yaşlı insanlar, uzun, hiç
kısaltılmamış sakal bırakıyorlar. Genç Türklerse traşlı ve
Fransızların yaptığı tarzda favori ve bıyık bırakıyorlar.
Türkler iri, kuvvetli, sağlam yapılı olup; yüzleri
sağlıklı renkte, yanakları kırmızı ve ciltleri çok yumuşaktır.
Genç kızlar da temelde böyle karakterize ediliyorlar ve
birbirinden farksız şekilde çok güzeller. Hemen hemen tümünün
saçları siyah olmakla birlikte oldukça fazla sarı saçlı
olanları da var ki çok ender saçları görülebilir. Yanakları
koyu, (yapının esas karakteristiği) oval ve dolgun elmacık
kemikleri var. Gözleri canlı ve ateşlidir.
Kadınlar uzun, siyah veya lacivert fistanlar giyiyorlar.
Erkeklerin renginde çizmeler ve sahtiyandan yapılan çorap
kullanıyorlar. Başlarından bedenlerinin yarısına kadar büyük
beyaz bir duvak sarkıyor ve onların hatlarını meraklıların
bakışlarından saklıyor. Endamları göz alıcı güzellikte olan13 Şako: bir çeşit Fransız askeri şapkası.
15
Türk hanımları, yanlarında hadım ağası olmadan pek sokağa
seyrek çıkıyorlar.
Türklerde yeşil rengin kutsal sayıldığının kaydedilmesi
gerekir. Sadece Muhammed’in neslinden gelenler veya onun
akrabaları giyebilirler.
TÜRKLERİN ASKERİ GÜCÜ
Askeri güç Osmanlı İmparatorluğu’nun temelini
oluşturmaktadır. Yapılan tüm tasdikler (mühürler) askeridir.
Her Müslüman silâhlıdır. Türk ordusunun korkunç kuvvetli
olduğuna dair inanç gelişiyor insanda. Hâlbuki bir zamanlar tüm
Hıristiyanlık ve üç kıtadaki bilindik tüm milletler için korku
ve titreme yaratıyor iken bugün tümü mağlup olmuş ve makul bir
şekilde disipline edilmiş bir Avrupa ordusu tarafından yok
edilmiştir.
Sultan I Murad zamanında sürekli ordu tesis
edilmiştir/kurulmuştur.
Sultan, fetihlerini Helespont’tan14 Tuna’ya kadar genişlettiği
zaman, kendi imparatorluğunu koruması ve sürekli elinde
tutabilmesi için sürekli bir orduya ihtiyaç olduğunu kavramış.
Bu yüzden de imparatorlukta bulunan 15 yaşın üzerindeki her beş
çocuktan birisini alarak, bunların ağır işlere alışmaları ve
İslam dinini öğrenmeleri amacıyla 2-3 yıllığına köylülerin
yanına vermiş.
Bu genç insanlar, silah kullanmayı öğrendiklerinde, kan
dökmeye alışmaları için, kendi kılıçlarıyla kölelerin veya
suçlu canilerin kafalarını kesmeye mecburlarmış. Her türlü
insani duyguları söndüğü zaman yeniçeri ortasına teslim14 Helespont, Dardaneller’in eski ismi.
16
oluyorlarmış (yeni-askeri, novi trupi). Yeniçeriler, vaktiyle
Türk ordusunun nüvesini oluşturuyorlarmış. Böylece yeniçeriler
Türk gücüne kesin üstünlük sağlamışlar. Çünkü bu şekildeki
asker yetiştirme tarzı Avrupa’da bilindik olmadığı gibi Türk
ordusu sürekli olan tek ordu imiş. Uzun süre korku ve titreme
yaratmışlar. Yanı sıra, 17. y.y.’in ortalarında Türk gücü durdu
ve daha o zaman tüm yok oluşunu getiren düşüşünün semptomlarını
göstermeye başladı.
Bu düşüşün sebepleri açıktır. Böyle vahşi orduları
tutabilmek ancak aynı vahşilikteki liderlerle mümkündür.
Yeniçeriler, liderlerinin buyruklarını yerine getirmeyi
bıraktıklarından beri onlar halk ve iktidar için tehlike olmaya
başladılar. Sıklıkla ayaklanıyorlardı. Sultanı tahttan indirip,
onura yakışık olmayan hareketlerde bulunuyorlardı. Yaptıkları
yetmediği zaman, masum, sivil halkın evlerini basıyor, cinayet,
yağma, yangın ve her türlü korkunç olayı gerçekleştiriyorlardı.
Rahat durmayan bu askeri ocaktan korkan Sultan Mahmud15,
bu kolorduyu küçültmek istiyordu. Yeniçeriler arasındaki en
bozuk ve en nefret edilenlerin kazandırılmasını emretti…
Kazandırılanların çoğunluğu, toplumda korkulan, hırsızlık
yapan ve kuralları hiçe saymakla nam salmış olanlardı. Muhakkak
ki bunlar devlet hizmetinden kovulmuşlardı. Yeniçerilerin kalan
kısmı ise sivil hayatta başka işlerle uğraşıyorlardı.
Zorbalarla, legal işlerde çalışanlar arasındaki ortak tek
noktaları kalan yeniçeri ismi idi. Bunların pek azı yeniden
seçilmek için teşebbüste bulundular. Bu durum, Avrupa’da yeni
15 II Mahmud, 28 Temmuz 1808’den 3 Temmuz 1839 tarihine kadar tahtta kalmışTürk Sultan. Yeniçeri ortasını lav etmiştir.
17
bir tür ordunun oluşmasına sebep oldu. Yeniçeriler, aralarına
daha fazla Müslüman kabul edilmemesi, zengin ve şöhretlilerin
muaf tutulmaları için anlaştılar. Bu amaç için de yeniçeriler
okulu adı altında bir okul kurdular. Her yeni katılan erin
talim ve eğitim ile yıllarını geçirmesi gerekiyordu. Onlar, bu
okulda, askeri talimlerden başka hiç bir şeyle meşgul
olmuyorlardı.
Onlar sağ ve sol kollara, albaylar, bölükler ve seğmen
olarak ayrılmışlardır. Kumandanları ve ilk subay yeniçerilerin
ağasıdır. Ondan sonra seğmen başı, kul kâhyası ve diğerleri
geliyorlar. Taktiğe baktığımızda bu isimler ve anlamları hiçbir
şey ifade etmiyor. Çünkü Türk yönetiminin karakteristik
çizgisi, kullanışsız formlarla fazlasıyla dolu.
Türkiye’de bulunduğum zaman içinde, Türk ordusu hakkında
doğru bilgi toplamak amacıyla çok çaba harcadım. Ancak, sadece
düzensiz veriler elde edebildim. Araştırmalarımın sonuçlarını
aşağıya yazıyorum.
Topçu sınıfı (Kumbaracı veya Humbaracı, Yeniçeri teşkilatında
“topçu” yerine kullanılan bir deyim; Sevim M. 2002).
Topçular---doğrusu, daimi olarak 18.000 kişi olmaları
gerekiyorken sayıları hiçbir zaman 16.000 geçmiyor.
Kumbaracılar veya bombacılar
2.000 kişi.
Topçular
18.000 kişi.
Konstantinopol’de sıkça onların askeri talimlerinde hazır
bulunuyordum ve kanaate vardım ki İngilizlerin ve Fransızların
18
rehberliğindeki talimleri fena değildi, lâkin orta dereceli
sonuçlara varıyorlardı. Sürekli talim çalışmalarında
bulunuyorlar ve silahları kullanmayı öğreniyorlardı.
Karacılar (O zamanki askeri terminolojide piyadeye yaya adı
verilirdi; Sevim M. 2002).
Yeniçeriler (Osmanlı devletinde 1826 yılına kadar, muvazzaf
askere verilen ad; Sevim M. 2002 ).
150.000
Bunlar imparatorluğun her yerine dağılmış olup silah kullanma
çalışmaları dışında başka her şeyle uğraşıyorlar.
Bostancılar veya şehir bekçileri sarayı koruyorlar
12.000
Mehter takımından olanlarsa çadırları kurup, kampı
hazırlıyorlar 6.000
Avrupa tarzında organize edilmiş ve çalıştırılmış askerler
8.000
Moldova’dan ve Romanya’dan olan askerler
6.000
Levendiler (denizciler) savaş olmadığı zamanlar onların sayısı
pek az olmakla birlikte savaş zamanında en fazla
50.000
----------------------------
----------------
Karacılar
232.000 kişi
Atlılar.
19
Sipahiler, düzenli olarak memur edilen en yüksek sayı
10.000
Serhatlar, karacılara hizmet etmek ve onların yükünü, bagajını
taşımak için memur edilmekle birlikte, gerektiğinde, sıklıkla
taşralardaki paşalar tarafından kiralanıyorlar, sayıları
6.000
Zaimler ve tımarlılar gibi feodal gruplar
130.000
Cebeciler-(silahlarla ilgilenenler, silah demircileri, barutu
korumakla görevli bekçiler), silah ve mühimmat bazen da atların
yedeği gibi hizmet ediyorlar, yönetmeliğe göre olmaları gereken
sayı 30.000
onların sayısı ancak
10.000 i
buluyor.
Mancınıkçılar, sipahilere refakat edenler
6.000
Sekbanlar, atların yüklerini koruyanlar
4.000
Atları ile birlikte gönüllü olanların sayısı, hiçbir zaman
10.000 i aşmaz
----------------------------
--------
Atlılar
176.000
Topçular
18.000
20
Karacılar
232.000
----------------------------
--------
Toplam kuvvet
426.000
Yanı sıra, bu rakamdan levendlerin çıkarılması zorunludur.
Onları sadece sahillerde kullanmak mümkündür.
Filonun bulunduğu yerde 50.000
İstanbul’daki mürettebatın sayısı kesin bilinmemekle birlikte
100.000
Levazımcılar, sadece sultan savaş alanına gitmediği zaman
12.000
----------------------------
--------
Toplam
182.000
Savaş alanına giden kısmın sayısı
244.000
Savaş alanında, sultana, baş vezire ve paşalara hizmet etmekle
görevli olanlar. Hiçbir zaman savaşmıyorlar.
Onların miktarı 20.000
----------------------------
--------
Kalanlar
224.000
21
Tahmin edilebilir ki savaşan askerlerin sayıları nadir
olarak 200.000 kişinin altına düşüyor. Daha önceleri
100.000’den oluşan bir ordu zoraki güçlü ve korkunç
sayılabiliyordu. Günümüzde insanlar, ordunun yüz binlerle
sayılmasına alışınca, sayısal korkutuculuğu yok oluyor. Onun
için de zorlanarak ancak orta derecede güçlü sayılabiliyorlar.
Türk askerlerinin biraz talimli olanları kendi itibarlarını
kendi askerlerinin çokluğu üzerine inşa ediyorlar ve de
sayılarını basitlikle abartıyorlar. İnsan, onların askeri bir
harekâtını izlediği zaman, dağınık ve büyük mühimmatları
sebebiyle kolayca korkabilir.
İyi organize olmuş Alman veya Fransız askerleri bir Türk
kolordusu kadar geniş mesafe almıyorlar. Yanya’da Ali Paşa’ya
(kastedilen Tepedelenli Ali Paşa ç.n.) karşı gelen çok tugaylar
gördüm; en küçük ve gereksiz ıvır zıvırlarla tepelerine kadar
eşya dolu olmalarına da çok şaşırdım. Araba, at veya develer
daha çok eşya yüklü olduğundan az miktarda da olsa bazı
askerlere binek yetmiyordu.
Osmanlı’nın kapısına tehlike geldiği zaman, hükümet yasa
dışı ölçülere başvuruyor ve sultan bir ferman (hatt-ı şerif)
ilan ederek veya Muhammed’in sancağını kaldırarak, Onun dininin
tehlikede olduğuna işaret ediyor. Bu, tüm Müslümanlara
silahlarını kapmaları için bir çağrıdır. Hükümet böyle usulsüz
işlere saptığı zaman, hemen hemen tüm Müslümanlar
silahlanıyorlar ve çok fazla savaş nutukları atanların yanında
kâfirleri yok etmeye yemin ediyorlar. Yine çekilmeleri
gerektiğinde, o zaman onlardan büyük çoğunluğu gizli
sığınaklara kaçıyorlar veya harekât halinde iken asker kaçağı
22
durumuna düşüyorlar. Sürekli olarak kendi yerlerinde
toplanıyorlar. O zaman paşalar kendi yerel askerlerine, yerel
birliklerine ve kendilerine bağlı olanlara onları öldürmelerini
emrediyor. Böyle toplama ile oluşturulan yardım, dağılmanın
sebebini oluşturur.
Köylüler ve profesyonellerden oluşan böylesine disiplinsiz
bir kitle tüm harekâtlarında engelli iken, bu askeri düzenden
nasıl başarı beklenebilir.
ÇALIŞMA HAKKINDA
Bu çalışmanın amacı daha önce gün ışığına çıkmamış bir
seyyahı tanıtmak, yeni çalışmalara yol açması ve henüz
aydınlanmamış bir döneme dikkat çekmektir.
19. y.y.’ın ilk çeyreğinde; 1826 yılında Yeniçeri Ocağının
kaldırılmasından hemen önceki dilime ışık tutacak değerde ve
tarih biliminin literatüründe ihtiyaç duyulan yeri bulacağı
umut edilir. Bir bölümü verilen bu eserin tamamının Türk dil ve
kültür hayatı ile tarih bilimine kazandırılması umulur.
Seyyahın tek kitabı olduğunu ve daha önce herhangi bir
dile çevrilmediği gibi Türk diline de çevrilmemiş ve hatta bu
seyyah hakkında, Türkiye’deki belli başlı Türk ve Alman
Kütüphanelerinde, hakkında yapılmış bir çalışma da mevcut
görünmüyor.
23
Seyahatnameler her ne kadar edebi bir tür olarak
sınıflandırılsa da, aynı ölçüde bu metinler, tanıklı, tarihi
bir belge niteliği de taşımaktadırlar.
Seyyah, yazısına başlarken, uyandırdığı son derece
tarafsız izlenimi, yazı derinleştikçe kaybolmaya başladığı
söylenebilir. Temel kurumları gözlemleyip, önemli rakamlar
vermesinin yanında günlük yaşama dair kültürel olgulara da
değinmiş olması, entelektüel düşünce gücüne sahip olduğu
hissini uyandırmıştır. Konu seçimindeki bilinç, gözlem gücünün
yanı sıra; sâde, ciddi ve esprili yazım tarzı da oldukça
etkileyici olmakla birlikte, adeta yüzyılların “titreten
Türkler” imajını değiştirmek için, kelime cambazı değil de bir
nevi zihin cambazı olarak metnini işlediği izlenimini
vermektedir.
Sonuç olarak, seyyah; Batı medeniyet dairesinin, Alman
kültürünün paradigmasından doğru, altyapısını bilemediği bir
diğer paradigma olan Doğu medeniyet dairesinin, Osmanlı-Türk
kültürüne ve bu kültürde üç yıl yaşayarak gözlemlerde bulunması
neticesinde, kendi algılamasının notlarını sunmuştur. Özetle,
bir paradigmadan bambaşka bir paradigmaya bakışın, tanıdık
olmayan, alışılmadık yapının yadırganışı doğallıkla söz konusu
olabileceği gibi; bir kültür yapısının içinde yaşayarak var
olan insanlara da bir dış gözün sağlayabileceği kendine
dışarıdan bakarak farkındalık kazanma –ayna tutarak gösterme-
şansının olduğu söylenebilir.
24
Not: Tarih bilimi konusundaki önemli tavsiyeleri ile çalışmama
güç veren, pek kıymetli hocamız Prof. Dr. Mehmet Ali BEYHAN’a
vefa gereği teşekkür ederim.
Seyyah Johann Karl Weyand’ın portresi
SEYYAH HAKKINDA
Johann Karl Weyand hakkında* bulunabilen tek bilgi
Herchenheim’li bir mimar olduğudur.
Eserinin ilk baskısının 1882-1825 yıllarında Viyana’da 3
cilt halinde ve içinde 9 gravürle birlikte özel bir yayın
olarak çıktığı, ikinci baskısının ise 1828 yılında 192 sayfalık
tek cilt halinde Viyana’da ve yine özel bir eser olarak
25
yayımlandığı belirtiliyor. Kitap, nadir eser statüsünde satışa
sunulmuş.
Seyahatnamesinin odak noktasını, seyyahlara tavsiyelerle
birlikte Osmanlı İmparatorluğu tarihi ve Filistin
betimlemelerinden oluşmasıdır.
*(www.rarebooksandautographs.com)
26
KAYNAKÇA
Basılı Kaynaklar:
Makedonija vo delata na stranskite patopisci 1778-1826 / yay.
haz. Aleksandar Matkovski, Skopje: Misla, 1991. s.770-782
Ahmet Kahraman / Mukayeseli dinler tarihi İstanbul: Marifet
Yayınları 1993. s.105
Gravürlerle Türkiye = Türkiye in gravures / yay. haz. Mustafa
Sevim, Ankara: Kültür Bakanlığı, Cilt 2: Giysiler/Portreler,
Cilt: 3: İstanbul, 2002.
Mehmet Hacısalihoğlu / “Makedonya”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi, c: 27, 2003. Ankara: Diyanet Vakfı, s. 439-440.
Sözlükler:
Makedonsko-Turski i Tursko-Makedonski xepen re~nik = Makedonca-
Türkçe ve Türkçe-Makedonca Cep Sözlüğü / yay. haz. Mücahit
Korça, İstanbul: Fono, t.y.
Makedonsko-Turski Re~nik = Makedonca-Türkçe Sözlük / yay. haz.
Mile Körveziroski, Kevser Seyfullah ; redaktör Fahri Kaya,
Skopje: Prosvetno Delo, 1967.
Osmanlı tarih deyimleri ve terimleri sözlüğü 3 cilt / yay. haz.
Mehmet Zeki Pakalın, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1971.
Elektronik Kaynaklar:
http://www.tdk.gov.tr (Çalışma süresince faydalanıldı).
28