‘İNSAN’IN (BİYOKÜLTÜREL BİR VARLIK OLARAK) YAŞAMDA MERKEZİLEŞME SÜRECİNİN YANSIMALARI...
-
Upload
independent -
Category
Documents
-
view
0 -
download
0
Transcript of ‘İNSAN’IN (BİYOKÜLTÜREL BİR VARLIK OLARAK) YAŞAMDA MERKEZİLEŞME SÜRECİNİN YANSIMALARI...
‘İNSAN’IN (BİYOKÜLTÜREL BİR VARLIK OLARAK) YAŞAMDA MERKEZİLEŞME SÜRECİNİN YANSIMALARI THE REFLECTIONS OF HUMAN’S (AS A BIOCUTURAL BEING) CENTRALISATIONPROCESS IN LIFE
ABSTRACT
‘Humanities’ is an historical and cultural study of the origin, the
behaviour, the social and the cultural development of human being’s.
This presented study’s main idea is to understand and reveal what us
us ‘human’ in an unremittingly developing world. In this context,
the logic of the Humanities will be discussed, and Martha C.
Nussbaum’s ideas will be centralized.
Key Words: Culture, Holistic Perspective, Cultural Relativism,
Ethnocentrism
ÖZET
İnsani Bilimler, insanlığın kökenini, davranışını, sosyal ve
kültürel gelişimini inceleyen bir çalışma alanıdır. Bu çalışmanın
asli amacı, bizleri, sürekli olarak gelişen bir dünyada neyin
‘insan’ kıldığını anlama ve ortaya koymaya çalışmaktır. Bu bağlamda
İnsani Bilimler’in mantığı sorgulanacak ve Martha C. Nussbaum’ın
fikirleri odak alınacaktır.
Anahtar Kelimeler: Kültür, Bütüncül Perspektif, Kültürel Görecelik,
Etnosentrizm
“We are what we repeatedly do. Excellence, then, is not an act, but a habit.”
- Aristotle
Özgürlük Problemi
Özgürlük, tüm teorik düşünme etkinliği ya da çabasının üzerinde
yükselen ve belki de herhangi bir felsefi sistem içerisinde en fazla
önem arz eden problem olarak karşımıza çıkmaktadır. Mevcut insan
yaşamında (actual stream of human life) bundan daha yüksek ya da
daha önemli bir problemle, daha doğrusu özgürlük kavramının
yarattığı etkilerden beslenmeyen bir problemle karşılaştığımızı
söylemek çok daha doğru olmayacaktır; zira özgürlük problemi,
yaşamın her görünümüne için bir problemdir. Bu nedenle özgürlük
problemi ya da özgürlük kavramı, tarihi anlamı (meaning of history)
veya yapıp etmelerimizi kuşatan ve sosyal ilerlemenin (social
progress) karşısında gerçek bir kriter olara yükselen, yeşeren bir
kavram olarak kendisine yaşamın içerisinde yer bulur. Yüzyıllardan
bu yana yalnızca ezilenin değil, ezilenin yanında duranların da
dudaklarında yankılanan kutsal kelime ‘özgürlük’, aslında bir
bakıma, günlük yaşamın kendisinde/beraberinde getirdiği problemlerin
yanı sıra politik, etik ya da sanatsal yaşamın da merkezinde yer
alan bir ‘yol gösterici’ (guiding star) olmuştur.
Toplum yaşamındaki özgürlük zaferi ya da bireyin kendisini
toplum içerisinde var etmesi, geliştirmesi, açığa vurması, toplumla
‘birlikte’ yeşermesi ya da en önemlisi kendini ifade edebilmesi
adına, tarihin her döneminde devrimselciler (revolutionaries) veya
ilerlemeciler (progressivists) diğer insanların aksine sürgünle,
işkenceyle, darağacıyla, giyotinle ya da benzeri cezalarla
yüzleşmeye hazır halde bulunmuşlardır. Derin (profund) bir sosyal
farkındalık (awareness) ile hareket etme bilinci, -bu bağlamda-
yalnızca ezilenin/zavallının yanında değil, aksine, insanlığın
yeşerebilmesi adına tüm insanlığın bir bütün olarak gelişebilmesi
umudu ile kazanılmaya çalışıldığında bazı durumlar (event) değişim
ya da gelişim/iyileşim gösterebilecektir.
Aristoteles’e Dair…
Her toplumsal ya da siyasi örgütlenme biçimi, belirli bir
‘insan’ ya da ‘değer’ görüşü temelinde yükselir. Aristoteles,
Nikomakhos’a Etik adlı eserinde, aslında bu insani değer üzerine
yapılan etik araştırmaların aynı zamanda siyasi araştırmalar da
olduklarını söyler. Ve bu eserde, insani olan değer veya değerlerin
neler olabileceklerini tartışır. Aristoteles’in genel felsefi
paradigması incelendiğinde 3 temel görünüm ya da ön-kabul ile
karşılaşılır, bunlar;
*İnsan, toplumsal bir varlıktır.
**Her toplumsal yaşam biçimi/formu, belirli bir insani değer üzerine
kurulur.
***Toplumsal yaşam ile siyasal toplum arasında kesin ayrılıklar
vardır.
biçiminde özetlenebilir.
Nikomakhos’a Etik’te karşımıza çıkan insan görüşü özetle, haz
yaşamı; siyasi yaşam (ya da siyaset yaşamı) ve theoria yaşamının
‘insani iyi’yi sağlamakta yeterli olmayacağı şeklindedir. Ve bu
noktada, insan türünün (human race) kendine özgü bir işi/işlevinin
olup olmadığı sorusu karşımıza çıkar. İnsanın işi ya da işlevi
sorgulanmaya başlandığında, aslında bunun, insanın ‘evrendeki
yeri’ne denk geldiği görülür. Bu aşamada elbette ikinci bir soru
karşımıza çıkacaktır: ‘insanı insan yapan şey nedir?’ Aristoteles
buna kısaca ‘ruhun akla uygun etkinliği/eylemesi’ biçiminde bir
yanıt verir ve bu soruşturmayı derinleştirip tartışır…
Ruhun her daim akla uygun eylemeyip, arzu ya da tutkulara göre
eylemesi, bu noktada belli başlı çıkmazlara yol açmaktadır
denilebilir. İnsanın ‘iş’i de, -basit bir çıkarım yapmak gerekirse-
arzu ve tutkulara göre değil, akla göre eylemektir sonucuna varılır.
Aristoteles’e göre aklın ya da akılsal eyleme yetisinin bir güç
(power) olduğu göz önünde bulundurulursa, bu gücün iyi ya da kötü
yönde kullanılabilme olasılığı, Aristoteles’i bir başka noktaya
taşır; ‘insanın işlevi hem akla hem de erdeme göre eylemektir’.
Aristoteles’e göre bir insan, akla ve erdeme göre bir yaşam
sürdüğünde, daha doğrusu akıl ve erdem ona kıstas olduğunda insani
bir yaşam sürmüş; ‘insanlaşmış’ olur. Fakat bu ‘akla ve erdeme göre
yaşam sürmek’, insanın doğası gereği kendinde bulundurduğu doğal bir
yeti değildir; daha açık bir ifadeyle, her insan akla ve erdeme
uygun eyler demek doğru olmayacaktır. Bunun için belli başlı
koşulların oluşturulması/yaratılması gerekir. Ve kişinin kendisinin
de belirli bir çaba içerisine girmiş olması gerekir. Bu bağlamda,
insanın insanlaşması bir bakıma insanın doğasını
gerçekleştirebilmesine tekabül eder. Burada insanın doğası, sahip
olunan bedensel ve ruhsal tüm olanakların farkındalığı ve bu
potansiyelin kullanılması şeklinde tarif edilebilir.
Kısaca, bedensel, ruhsal ya da benzeri tüm güçlerin toplamı,
insan doğasını meydana getirir denilebilir. Aristoteles’in yaptığı
pratik akıl ve teorik akıl ayrımı göz önünde bulundurulduğunda, bu
ikil akıl türü kendi alanlarındaki işleri iyi biçimde yerinde
getirdiklerinde erdeme ulaşılır.
Erdem veya Aklıbaşındalık
Aristoteles’e göre insan ruhunda akıl ile ilgili iki yan/katman
(sphere) vardır, bunlar: Teorik Akıl ve Pratik Akıl. Her iki aklın
ya da gücün kendi alanlarında işlerini iyi yapmaları gerekir. Bu da
kişiyi erdeme götürür. Teorik akıl kendi işini iyi yaptığında kişi
‘teorik bilgelik’e gider; pratik akıl da işini iyi yaptığında
karşımıza ‘phronesis’ (practical wisdom) erdem çıkar. Erdemlerle,
yapıp-etmelerle ve politikayla ilişkili olan bilgelik pratik
bilgeliktir; teorik bilgelik değildir. Dolayısıyla bir insanın akla
ve erdeme uygun eyleyebilmesi için ‘phronesis’ anlamında bilgeliğe
de ulaşmış olması gerekmektedir. Phronesis entelektüel bir düşünme
biçimidir; eğitimle kazanılır. Ancak, bireyin ‘aklıbaşındalık’
erdemine sahip olabilmesi için karakter erdemlerine de sahip olması
gerekmektedir. Bundan kasıt, adil olma; cömert olma ya da ölçülülük
vb. eyleme biçimleridir. İşte bu erdemler bir eğitimin ürünü
olmaktan ziyade bir sürekli/tekrarlı (repeatedly) yapıp etmenin ya
da alışkanlıkların (habit) ürünüdür. Bu bakımdan bir insanın,
erdemli bir insan olabilmesi için yalnızca teorik bilgeliğe sahip
olması yetmiyor, aynı zamanda, pratik bilgeliğe de sahip olması
gerekiyor denilebilir. Yani adil olmayı, dürüst ve ölçülü olmayı ya
da vicdan sahibi olmayı bilmek yetmiyor; bunun yanı sıra bireyin tüm
bunları hayatının amacı haline getirmesi ya da alışkanlıklarına
dönüştürmesi de gerekiyor. Dolayısıyla, bir insan ancak düşünce ve
karakter erdemlerine ‘birlikte’ sahip olursa erdemli bir insan olur;
insanlaşmış olur. Aristoteles bizlere aktardığı kadarıyla, karakter
erdemleri, bir insanın yaşam ereğinin ne olması gerektiğini gösteren
erdemlerdir (örneğin amacımız dürüst bir insan olmak ya da adil
eylemek olabilir). Karakter erdemleri aynı zamanda tikel durumlarda
kişiye neyin erdeme uygun olduğunu bulmasını da sağlayan bir dizi
ölçütleri de sunan erdemlerdir işte bu noktada bu ölçütleri bir
takım süzgeçlerden geçirip eyleyebilmemiz ya da eylemelerimizi
bununla ilişkilendirebilmemiz de ‘aklıbaşındalık’ımız ile ilgilidir.
Dolayısıyla, phronesis bize, bizi erdeme doğru bir biçimde götürecek
bir takım araçları da göstermektedir. Karakter erdemleri de buna
karşılık bireyin yaşam içerisindeki amaçlarını açığa vurmada
etkindir.
İnsanlığın yeşermesi (human flourishing) ve iyi yaşam (good
life) kavramları üzerine inşa ettiği ve insanın kapasitelerini
analiz eden çalışmalarını1 Nussbaum, etik teoriye de yaklaştırmaya
çalışır gibi görünür. Zira onun [Nussbaum] çalışmalarının ve genel
olarak düşünce sisteminin merkezinde insan kapasitelerinin (ya da
insani kapasitelerin) girift bir yapı içerisinde kıyaslamalı olarak
detaylandırılmış olduğu görülür. Bu detaylandırma ya da
anlamlandırma/açıklama girişimi, Nussbaum’da eğitimden politikaya,
antropolojiden coğrafi bilimlere kadar uzanan ve bu çalışmanın
başında da açıklanmaya çalışılan ‘insanlaşma’ kavramının sistematize
bir biçimde tarihle ilişkilendirilmesi şeklinde karşımıza çıkar.
Özellikle, ‘politik kavrayışın özgür bir biçimde ayakta duran ahlaki
özü’ne2 yönelik çalışması incelendiğinde, Nussbaum’ın, Aristotelesçi
bir kavrayış hattına bir insani değer(ler) sorgulamasını nasıl
sağlam ve tutarlı bir biçimde oturttuğu rahatlıkla görülebilecektir.
Martha Craven Nussbaum’ın ‘insani kapasiteler’ kavrayışı, her ne
kadar evrensel bir özü kendinde barındırsa da, bu kavrayışın belki
de en önemli özelliği ‘bağlama özel’ (context-specific) olması ve
düşünce mekanizmasını idealize etmek ya da ‘iyileştirip-
mükemmelleştirmek’ adına gerçeklikten kopmamış olmamasıdır. Çünkü,
“iyileştirici (terapatik) felsefenin daima yapacak bir işi
olacaktır: kendini-aldatıcı çeşitli planları açığa vurmak, kendi
garip sonuçlarını ve temel yakınlığını göstermek, hayatın üstünü
örten ya da reddeden kısımlarına işaret etmek gibi…” (Nussbaum 1990:
283).
Herhangi bir toplumda ya da insan topluluğunda yaşam süren bir
insanın, içerisinde yetiştiği paradigmanın eleştirisine gelmesi ne
çok çabuk ne de çok kolaydır. Bu bakımdan, içerisinde yaşadığı
toplumsal paradigmanın eleştirisini de insana kabul ettirmek, onu
ikna etmek oldukça güç bir iştir. Dolayısıyla, herhangi bir
açıdan/perspektiften, kavrayıştan ya da ideolojiden geliştirilen bir
‘insan’ analizi, ‘eleştirel bakış’tan yoksun olduğu sürece işlevsiz
(useless) kalmaya mahkum olacaktır. Bu nedenle insani bilimler gibi
inter-disipliner bir alanın kedisini dışarıdan görüp
iyileştirebilmesi, Nussbaum’ın da altını çizdiği gibi büyük bir
sorumluluk ve önem arz etmektedir.
Tüm bu söz konusu nedenlerden dolayı, ne tek başına biyolojik
bir varlık, ne de kültürel bir olgu olan insanı az da olsa analiz
edip anlayabilmek adına, geçirdiği biyolojik ve kültürel evrimsel
süreçleri incelemek sanırım yapılabilecek tek anlamlı iş olarak
karşımıza çıkmaktadır.3
1Nussbaum, (1988), (1990), (1993)
2Nussbaum, Martha C., 2000, p.76
3Bir ileri okuma önerisi olarak: Lucien Goldmann’ın Sciences Humaines
et Philosoophie, 1977.
“To be a good human being is to have a
kind of openness to the world, an ability
to trust uncertain things beyond your own
control, that can lead you to be shattered
in very extreme circumstances for which you
were not to blame. That says something very
important about the condition of the
ethical life: that it is based on a trust
in the uncertain and on a willingness to be
exposed; it’s based on being more like a
plant than like a jewel, something rather
fragile, but whose very particular beauty
is inseparable from that fragility.”
-Martha C. Nussbaum
Nussbaum ve İnsani Değerler
Mutluluğa; ‘ruhun, kendi mükemmelliği doğrultusunda içinde
bulunduğu bir aktivite/etkinlik/etkililik’ demek, aslında bir açıdan
insanlar için ‘iyi olan nedir’ sorusuna da bir yanıt verme
biçimiymiş gibi gözükmekte. Çünkü, insanların belli başlı işlevleri
iyi bir biçimde yerine getirmeye çalışmaları aslında yaşamı değerli
ve yaşanmaya değer kılan bir niteliktir denebilir. Mutluluk eğer,
amaçlanan yegane şey; ya da eksiksiz amaç ise, zaten kendi içinde ve
kendine yeten tek iyi de budur. Örneğin, bir eylemin ahlaki olup
olmadığı tartışmasında, eyleme biçimlerimizin mükemmel olup
olmadığı, onu alışkanlık haline getirip getirmediğimizle
ilişkilidir. Zira, ahlaki mükemmelliği alanında yaparak öğreniriz:
“insanlar, ev yapa yapa mimar, lir çala çala lirist olurlar; aynı
şekilde adil şeyleri yapa yapa adil, ölçülü davrana davrana ölçülü,
yiğitçe davrana davrana yiğit insanlar oluyoruz” (1103a: 30).
Nussbaum’ın da bir bakıma vurguladığı ve bir kriter olarak altını
çizdiği iyi bir insanın aslında dünyaya karşı bir açıklığının
(openness) olması ve bunun yanında belirsiz durumlara karşı da bir
güven mekanizmasına sahip olması gerekliliği fikri, bu noktada
insanlığın kırılganlığının, yapıp-etmelerimizdeki
yanlışların/eksikliklerin ve tüm bunların bizleri ‘insani olan’a
daha çok yaklaştırdığı düşüncesine itmekte.
Phaidon’da Simmias’ınn ortaya koyduğu ruhun armoni (uyum)
sistemi/teorisi; insan bedeni ve ruhunun tıpkı tel ve tahtaların
uygun bir biçimde kombine edilmesi/birleştirilmesi ile ortaya çıkan
bir lir gibi denge ve uyum içerisinde birlikte var olduğunu söyler.
Bu işlevselci yaklaşım Aristoteles tarafından ciddi anlamda
eleştirilere maruz kalmıştır. Bu eleştirilerin nedeni, hem armoni
teorisini destekleyenlerin maddi olanı tam olarak anlayıp
kavramsallaştırmaktan yoksun olmaları, hem de
sadece maddi olana akli olandan daha çok itibar etmeleri bakımından
eleştirilmiştir Aristoteles tarafından: “duyumsama yetisi bedene
bağımlıdır; fakat düşünce bedenden ayrılır” (429b: 1). Aristoteles,
bu noktada bir düalizm yaratmaktan çok ötede olmasına karşın
kategorileri tam ve açık bir biçimde ifade edebilmek adına
birbirlerine yaklaştırıp uzaklaştırmayı da dener bir bakıma… Bu
durum da, aslında, insan zihninin kendisiyle ilişkilidir; zira insan
zihni karmaşık olandan ziyade basit ve düzenli olana ilgi duyar.
Dolayısıyla, ‘insan nelerden yapılmıştır/meydana gelmiştir’
sorusundan ziyade, ‘insan neler yapabilir’ sorusu, Aristoteles’te
kendisine çok daha fazla yer bulurken bu durum Nussbaum’da,
‘kültürel relativizm’ bağlamına, bağlamından kopartılmadan alınmaya
çalışılarak tarihi ve sosyal durumlar altında insani yansımaları
analiz etmede kullanılan bir araç olarak yüklenmeye çalışılmıştır.
Bu noktada da Nussbaum, naif relatizimin karşısına evrensel
değerlerden beslenen ve sistematik bir yön barındıran bir etik
katmanı çekerek, insani olanı ya da insani duygulanımları yeniden
sorgulamaya yeltenmiştir.
Biyokültürel bir varlık olan insanın kendini tanıma serüveni ve
geçmişinin üstündeki sır perdelerini kaldırma çabası, kuşkusuz
beraberinde birçok soruyu da getirmiştir tarih boyunca. ‘İnsan
nedir?’ türünde bir soru, yanıtlanması çok da mümkün
gözükmediğinden, ya da milyarlarca farklı şekilde
yanıtlanabileceğinden ötürü her ne kadar anlam ifade etmeyen bir
soruymuş gibi gözükse de, insanlık tarihi bu soruyu birçok kez ve
birçok farklı biçimde soragelmiştir. Platon insanı ‘ iki ayaklı ve
tüysüz bir yaratık olarak tanımlarken, Tchaikovsky insanı ‘acı
çeken, öfke duyan, melankolik bir varlık’ olarak tanımlamıştır.4
Nussbaum’da kapasitelerin/potansiyellerin bşr toplamı olarak
incelenmeye yer bulan insanı, hangi açıdan incelersek inceleyelim
aslında önemli olan, sanırım, inceleme ya da analiz etme
biçimlerimizin kendisi; zira az önce sözü geçtiği gibi insanı bir
öfkelenim varlığı olarak ele almanın nasıl olacağı güzel bir biçimde
Aristoteles’te karşımıza çıkmaktadır: “Öfke, verilen türdeki bir
bedenin veya bu bedenin bir parçası veya yetisinin bir tür
hareketidir; bir şeyden dolayı ve başka bir şey içindir.’ Oldukça
genel bir halde veya belirli bir tür ruh için, ruha dair bir teorisi
olmak, hâlihazırda doğa filozofunun uzmanlık alanına dâhildir. Fakat
doğa filozofu ve diyalektikçi her bir etkimenin, mesela ‘Öfke
nedir?’ sorusuna cevap olarak, başka tanımını vereceklerdir.
Diyalektikçi bunun intikam alma veya benzeri bir şeyin arzusu
olduğunu söylerken, doğa filozofu bunun kanın kaynaması ve kalple
ilgili sıcak şeyler olduğunu söyleyecektir. Bunlardan biri maddeyi
yorumlarken diğeri form ve gerekçeleri yorumlayacaktır. Çünkü bir
şeyin gerekçeleri verilenlerdir; fakat bu gerekçelerin ortaya
çıkabilmeleri için uygun türdeki maddede olmaları zorunludur.
4Tchaikovsky’nin “…to regret the past, to hope in the future, and never to besatisfied with the present: that is what I spend my whole life doing” sözünü tekrar
hatırlamakta fayda varmış gibi gözükmekte.
Bu durum bir evi ele aldığımızda da geçerlidir; evin gerekçesi
‘rüzgâr, yağmur ve güneşin yıkımından koruyan bir örtü’ benzeri bir
şey olacaktır. Bir yanda evin taşlar, tuğlalar ve kolonlardan
oluştuğunu söyleyecek bir filozof dururken, diğer yandaki evin
verilen amaçlar için olan bu şeylerin içindeki form olduğunu
söyleyecektir. Bu durumda bunlardan hangisi doğa filozofudur? Evi
maddesi bağlamında tanımlayıp gerekçeleriyle ilgili hiçbir şey
bilmeyen mi; evi yalnızca gerekçeleri üzerinden tanımlayan mı? Yoksa
hem madde hem gerekçeyi dikkate alarak tanım yapan mı? Bu durumda
her ikisinden biri için ne diyeceğiz? Ya da maddenin veya diğer
şeylerin ayrılamaz olan eğilimlerinin her ikisinden biriyle bütün
olarak uğraşmanın hiçbir felsefecinin sahası olduğunu mu söylemek
doğrudur? Ama doğa filozofu uygun beden ve maddenin bütün işlev ve
eğilimleriyle uğraşırken, bir başkası bu çeşit olmayan şeylerle
uğraşabilir; bazı durumlarda bu, marangoz veya doktor gibi zanaatkâr
olabilir. Bazı durumlarda da, ayrılamaz şeyleri, özel bir bedenin
değil de soyut olarak bir şeyin eğilimleri olarak değerlendiren kişi
de matematikçi ama gerçekten ayrıştırılmış olarak değerlendiren de
ilk felsefeci (metafizikçi) değil midir? Mesela öfke ve korku gibi
ruhun eğilimleri, çizgi ve yüzeyin ayrıştırılamamalarından farklı
olarak, yaşayan şeylerin doğal maddelerinden bu halde
ayrıştırılamazlardır” (403a35-403b32).
İnsani Bilimlerin Mantığı Üzerine
İnsan nedir, ya da ne değildir ve benzeri sorular insanlık
tarihinin her döneminde insanoğlunun zihnini meşgul ve rahatsız eden
belki de en önemli ve değerli sorulardandır. Hangi ölçüt ya da
ölçütleri kullanarak ya da hangi kıstastan hareketle insanı
öncelikle anlayıp, daha sonra da kavramsallaştırmaya/analiz etmeye
kalkışmak gerektiği büyük bir problemmiş gibi gözükmektedir bu
bağlamda. Çalışmanın bu bölümünde, Nussbaum’dan hareketle insani
bilimlerin mantığı, işleyiş biçimi ve metodolojisi kısaca
sorgulanmaya çalışılacaktır.
Öncelikle, nomotetik olmaktan çok idiografik bir tutum
sergileyen insani bilimler, genel olarak hangi
özellikleri/nitelikleri kendinde barındırır sorusuna şu şekilde
yanıt verilebilir:
*Tekil, yalın (assertorik) yargılarla çalışırlar.
*Özgül olanın bilgisine yönelirler.
*Gerçekliğin bir defalık, tekrar etmeyen, anlık içeriğini tarihsel
bir perspektifle ele alırlar.
*Olay bilimidirler.
*Görüye, sezgiye, empatiye, duygulanıma ve anlamaya dayalı bir
tutumla çalışırlar.
*İdiografik çalışırlar; tekil olanı anlamak isterler.
*Konuları insan, tarih ve kültürdür.
Bunun yanı sıra nomotetik bilimlerin çalışma mekanizması şu
şekilde özetlenebilir:
*Genel, zorunlu (apodiktik) yargılarla çalışırlar.
*Genelin bilgisine yönelirler.
*Gerçekliğin aynı kalan ve tekrar eden formunu dikkate alırlar.
*Soyutlamacı bir tutumla çalışırlar.
*İde peşindedirler; bilgisel amaçları yasalara ulaşmaktır.
*Nomotetik çalışırlar; yasalar ortaya koymak isterler.
*Konuları insandan çok evren ve doğadır.
Bu iki ayrımı daha iyi anlayıp, insani bilimlerin insanı nasıl
analiz etmeye kalkıştığını kavrayabilmek adına, Nussbaum’da örtük
bir biçimde karşımıza çıkan arkaizmin5 ya da arkaik olanın bilgisine
verilen değer sert bir biçimde de karşımıza çıkmaktadır aslında.
Arkaizm kelimesinin tam karşılığı ‘eskileri taklit’tir. Dilde
arkaizm terimi, kullanıldığı çağdan daha eski bir çağa ait bir
biçim, yapı, kavrayış, konsept ya da sentaksın özelliğini vurgular.
Genel olarak, -örneğin- güzel sanatlardan bahsedildiğinde arkaizm
eski sanatçıların tarzlarını taklit etmek anlamına da gelir. Fakat
arkaizmi bu biçimde, - özellikle de Nussbaum’dan hareketle- yanlış
olarak anlamak biraz da kolay kaçmak olacaktır. Zira arkaizmi,
karşıtı olan neolojizmden bağımsız ele almak ya da tartışmak bir
değerlendirme hatası olacaktır. Örneğin Nussbaum’ın The Fragility of
Goodness6 adlı eserinde Protogoras’ın mitine karşılık Sokratik
sonuçların incelendiği kısım, bir bakıma söz konusu karşıtlığı da
gözler önüne sermektedir.
5Arkaizm (yun. Arkhaios): Kullanıldığı çağdan daha eski bir çağa ait bir
biçim, yapı, kelime ya da konseptin ayırt edici özelliği.
6Nussbaum’s The Fragility of Goodness, Part II, Ch. 4: I-V
Her toplum, kendi yarattığı belli bir kültürün etkisi altında;
dil, sosyal yaşantı, gelenek ve görenekler, dini inanç ve otorite
sistemleri, siyasi paradigma, yönetim şekli ve işleyişi, coğrafi
yapı, estetik kavrayış, insan yapısı ve benzeri bakımlardan kendine
has tutumlar sergiler. Sözgelimi, “her kültürde, insan yapısı bir
fiziki çevrede bulunmaktadır. Arkeologların çalışmaları ile
tanıdığımız ilk yerleşim yapıları ile bugünkü endüstriyel kentlerde
gördüğümüz binalar, yerleşim kompleksleri, hepsi insan yapısı
çevrenin parçalarıdır. Evler, mabetler, tapınaklar, mezarlar,
kaleler, köy yerleşimleri, barajlar, yollar, duvarlar gibi tüm inşa
edilmiş yapılar kültürün insan yapısı çevresini oluşturmaktadır
(Güvenç, 1974: 107). Dolayısıyla bir toplumu ya da özelde ‘insan’ı
en ince ayrıntılarıyla inceleyip analiz etmeye kalkışmak, günlük
yaşamı ya da insan doğasını ve hatta doğanın kendisini incelemekten
ziyade ‘insan’ın içinde bulunduğu her türden doğal çevre koşullarını
ve bunun diğer tüm görünümlerle olan ilişkisini de analiz etmeyi
gerektirir.
Örneğin rüzgar olgusunu, genellikle kaotik ve az-çok
kestirilebilir bir güç, bir doğa olayı olarak tarif ederiz. Ancak bu
doğa dolayına daha büyük bir pencereden bakıldığında, zaman içinde
evrensel resmin aslında hem çok farklılaştığını hem de çok
derinleştiğini görürüz. Kısaca açıklamak gerekirse; rüzgar ve bunun
içinde bulunduğu genel hava sistemleri gezegenimizin etrafında bir
düzen oluşturacak rotaları izlerler. Bu düzen (pattern) ya da
kalıpların keşfi ve beraberinde getirdiği bazı bilinmeyenler
insanlık tarihinin en büyük maceralarından birinin de merkezinde
durmaktadır. Rüzgarın, insanların günlük yaşamlarını şekillendirmede
(ya da değiştirmede) ne kadar güçlü bir etki yarattığına dair önemli
bir örnek vermek için Sahara Çölü’nün kalbindeki Chinguetti** adlı
kasabanın tarihine kısaca göz atmak yeterli olacaktır. Günümüzde söz
konusu kasaba, uçuşan kumullar ve çöl kasırgalarının arasında
kaybolmuş, ama geçmiş çok önemli bir jeopolitik konuma sahip olan
bir kasaba. Chinguetti’nin kadim günleri sona ereli 5 asra
yaklaşıyor, fakat, ihtişamlı günlerinde bir kasaba olarak var olma
biçimi rüzgara dayalıydı… Yaklaşık 10 asır önce göçebeler Sahara
çölü boyunca belli rotalar oluşturdular, Chinguetti de bu rotaların
önemli bir noktasında kalan bir kasabaydı ve kuzeyindeki Avrupa
pazarlarına güneyinden gelen fildişi ve altına köprülük ediyordu.
Chinguetti’nin talihi ise, rüzgarın gücüyle ayrılmış olan iki farklı
dünyayı birleştiren bir konumda olmuş olmasıydı. Ancak şehrin
görkemli devri çok da uzun sürmedi; çöl gibi çok büyük bir bariyer
yaratan rüzgarın sağladığı zenginlik, gene rüzgar tarafından geri
alındı. Yaklaşık 5 asır önceki çok kısa bir dönemde dünya,
yerkürenin etrafındaki insanların geleceğini değiştirmek üzere
yeniden yapılandı…
**Chinguetti, Mauritania, Adrar Region: Ancient Ksour of Quadane
Ve bunun nedeni de o dönemde rüzgarların çalışma
mekanizmalarına yönelik çok önemli bir keşfin yapılmasıydı. Batıya
doğru sonsuz görünen okyanusa, Uzak Doğu’ya giden bir yol aramak
için yelken açan ve dünya atmosferinin ve dolayısıyla rüzgarların
nasıl işlediklerini çözen kişi Christopher Columbus*** idi. Her ne
kadar bu maceranın sonunda Uzak Doğu yerine Bahamalar’a ayak basmış
olsa da Columbus, insan zihninin dünyayı nasıl şekillendirdiği
tartışmalarına belki evrenin/doğanın insanlığı nasıl
şekillendirdiğine dikkat çekmeyi başararak yeni bir boyut
kazandırmıştır.
Kültür değerlerinin sorgulanışı da bir bakıma insani
dışavurumların, yani ‘insani olan’ın bir yansıması olması
bakımından, ‘insan’a ilişkin bazı bilgileri de bize sunmuş
olacaktır. Kültürel görecelik (cultural relativity) bize, dünyanın
tüm kültürleri için geçerli olacak, homojen değerlerin/kültür
birikimlerinin var olamayacağını söyler. Bu bakımdan, doğduğumuz
günden itibaren eğilip, hayatın her aşamasında gözlerimizi
diktiğimiz kültürel farklılıklarımız aslında bir anlamda insanı
insan yapan bir diğer değerden yalnızca bir tanesidir denilebilir.
Bir anlamda ‘yaşam deneyimi’ olan ‘insan’, özünde, deneyim
sözcüğünün ötesinde de birçok anlam taşıyan ve tüm bunlarla devinen,
sınırlarını genişleten; kimi zaman aşan, bir bütündür de. Daha çok
antropoloji biliminden hareketle ve de holistik (bütüncül) bir
perspektifler ele alınmaya çalışılan insanın potansiyellerinin (ya
da insana dair birkaç şeyin) çok daha çeşitli ve derin araştırmalara
tabi tutulmasının gerekliliği açıktır.
***Bkz. Jacques Heers, Christophe Colomb, Hachette, 1991
“Citizens cannot relate well to the
complex world around them by factual knowledge
and logic alone. The third ability of the
citizen, closely related to the first two, is
what we can call the narrative imagination.
This means the ability to think what it might
be like to be in the shoes of a person
different from oneself, to be an intelligent
reader of that person’s story, and to
understand the emotions and wishes and desires
that someone so placed might have.”
-M. C. Nussbaum | Not for Profit: Why
Democracy Needs the Humanities
‘İyi yaşam’ın (good life) kolay yaralanabilir, kırılgan
oluşunu, Antik Yunan etiğinden hareketle analiz etmeye çalışan
Nussbaum’ın genel düşünce dünyasına bakıldığında ‘insan’ın7,
üniversalist görünümlerin kültürler-arası standartlarla (adalet,
özgürlük, eşitlik ve benzeri) iç içe olduğu bir dünyada yaşıyor
olduğunu görürüz. Tüm vatandaşların, ‘insan’ olmaları bakımından
doğal olarak sahip olduğu hakların8 neler olduğunu sorgulayan
Nussbaum’a göre, bu haklar ya da sorumluluklar da bir bakıma, o
toplumda, toplumsal ya da sosyal gelişmeyi yeniden ateşlemek adına
insani kapasitelerin neler olduğuna dair iyi analizlerle
‘insanileştirebilir’. Bu bakımdan, insanı insan kılan eğitim sistemi
(ve dolayısıyla eğitim hakkı), ekonomi (özelde ekonom0ik özgürlük),
sağlık ve benzeri konuların siyasi prensiplere dayalı olarak ahlaki
bir temele oturtulmuş insani kapasitelere de bağlı olduğu
söylenebilir.
Filozofun ‘Sex and Social Justice’ adlı eserinde, [bu
çalışmanın] hemen bir önceki ifadesinin gönderimde bulunduğu bir
probleme, yani, ahlaki bir temelin oluşturulmasında rol oynayan bazı
insani duygulanımların (öfke, utanç, sevgi ve benzeri) yaşama nasıl
atfedilebileceği sorgulanmıştır. Bu bağlamda Nussbaum’ın önerisi ve
belki de önemli kaygılarından bir tanesi, evrensel insani
kaygılarımızın hem globalize olmuş ekonomik katmana tamamıyla
bağlantılı ve ilişkili bir şekilde değerlendirilmesi, hem de insani
itibar (human dignity) ve benzeri değerlerin bu bağlamdan
kopartılmadan ele alınması gerektiğidir.
7The Fragility of Goodness, Cambridge, Cambridge University Press, 1986,
Chapter 8, “Saving Aristotle’s Appearances”, p. 240-263
8Ibid., p.33
Örneğin, genellikle “insani itibar fikri genellikle eşit değer
(equal worth) fikri kapsamına alınmıştır” (Nussbaum, 1999:5).
Aslında bu fikir, sosyal statü, cinsiyet, ırk, dil, inanç ve benzeri
farklılıkların üzerine kara bulut gibi çökmüş ‘baskınlık’
(domination) olgusuna ve dolayısıyla insana dair önemli bir probleme
de işaret etmektedir. Zira, insani kapasitelerimizi, düşünce ve
duygularımızı bu ‘itibar’ fikrinin merkezine ‘özgürlük’ü
yerleştirerek inşa ettiğimizde, hem bireysel farklılıklara duyulması
gereken saygıyı realize etmiş, hem de sağlam temellere oturtulmuş
bir sempati duygusu geliştirmiş olmaktayız.
Fikir evrenini, ekonomi tabanına oturtan Nussbaum’a göre,
bireylerin yaşamlarının kalitesi (quality of life) onlara sunulan
fırsatların içine bireylerin kendi var-oluş biçimlerini ortaya
koymasıyla iyileşip gelişebilir. Dolayısıyla, bireyi birey yapan
fonksiyonların birer ‘ortaya koyma’ durumu ya da faaliyeti olduğu
düşünülürse, bu ‘ortaya koyma’ etkinliklerinin de aslında bir bakıma
‘nasıl eyleyeceğimize dair özgürlüklere sahip olma durumu’ olduğu
söylenebilir9.
İnsani kapasitelerin birer özgürlük formları oldukları göz
önünde bulundurulursa, ‘insani işlev’in de bu bakımdan, yaşamın
merkezinde bulunan belli başlı ‘mevcudiyet’ ve ‘absans’ durumlarına
işaret ettiği söylenebilir. Nussbaum’a göre bunlar: ‘yaşam’
(kendisi), ‘bedensel sağlık’, ‘bedensel bütünlük’,
‘duyular/algılar’, ‘ hayalgücü ve düşünce’, ‘duygular’, ‘pratik
akıl’, ‘duygusal yakınlık’, ‘diğer türlerle ilişki’ (hayvanlar,
bitkiler ve doğa), ‘faaliyet’ ve ‘kontrol’dür; bu bağlamda sorun da
‘bireylerin bu fırsatları elde etmeye karar vermemelerinde yatar’10.
Zaten “bu sebeple bu on kapasite, insanların prepolitik
salahiyetlerine tekabül eden ya da onları meydana getiren
amaçlardır”11.
9 Nussbaum’s Creating Capabilities, p. 1.
10 Ibid., p. 18.
11 Ibid., p. 169-170.
KAYNAKÇA / REFERENCES
Sen, Amartya, Inequality Reexamined, Oxford/New York, Oxford
University Press, 1992
Nussbaum, Martha C., Frontiers of Justice, Cambridge/London, Harvard
University Press, 2006
Nussbaum, Martha C., Sex and Social Justice, New York, Oxford
University Press, 1999
Nussbaum, Martha C., Creating Capabilities: The Human Development
Approach, Cambridge, Harvard University Press, 2011
Nussbaum, Martha C., The Fragility of Goodness, Cambridge, Cambridge
University Press, 1986
Nussbaum, Martha C., Women and Human Development: The Capabilities
Approach, Cambridge, Cambridge University Press, 2000