Gündelik Hayat İncelemelerinde Kadınlık Halleri
Transcript of Gündelik Hayat İncelemelerinde Kadınlık Halleri
Tasouji D C (2013). Gündelik Hayat İncelemelerinde Kadınlık Halleri.
Mülkiye Dergisi. 37(4),62-78.
Gündelik Hayat İncelemelerinde Kadınlık
Halleri*Canan Dural Tasouji, Ankara Üniversitesi İLEF, e-posta:
Özet
Sosyo-ekonomik açıklamaları ile olaylara yaklaşan makro tarihin
eleştirilmesi ile tarih yazımında siyasi olaylara ve aktörlere
verilen önem azalmış tarih sahnesinden dışlananlar ve
sessizleştirilenler tarihin konusu edilmeye başlanmıştır.
Postmodernitenin çoğullukları yadsıyan özelliği gündelik hayat
incelemelerine de yansımış, gündelik hayat tarihçiliğinin yazılış
şekli, yadsınan makro tarihsel yaklaşımın yerine benimsenen mikro
tarihsel yöntemle farklılaşmıştır. İtalyan merkezli mikro tarih
çalışmaları, sessizleştirilen sıradan insanların faaliyetleri ve
ilişkilerinin bütününü oluşturan kültürleri ile ilgilenmiş ve
bunların gündelik hayat incelemelerine konu edilmesini sağlamıştır.
Kadınların tarihi ise, tarihsel özne konumuna getirmeye çalıştığı
kadınların yaşam deneyimleri ile tarihte görünür kılınma süreçlerine
değinmektedir. Kadınların tarihte görünür hale geldikleri 1960’lar,
siyaset ve akademik çalışmalar arasında doğrudan ilişki
kurulabilecek bir dönemdir. Bu dönemde geleneksel tarih yazımına
yönelik feminist bir eleştiri geliştirilmiş ve kadınların dışlandığı
tarih yerine, kadınların bakış açısını dikkate alınarak yazılacak
tarih anlayışı benimsenmiştir. 1970’lerin sonlarında ise, kadınların
1
tarihi siyasetten uzaklaşmış ve kadınların tarihi çalışmalarına
geçmişte yaşamış kadınların hayatlarının bütün yönleriyle
belgelendirilme eğilimleri hâkim olmuştur. Toplumal cinsiyet
teriminin ağır bastığı 1980’lerde kadınların tarihinin siyasetten
uzaklaşması söz konusudur. Kadınlarının tarihinin geleneksel tarih
anlayışı karşısındaki alternatif duruşu tarih sahnesinde erkeklerin
hikâyesinin kadınların hikayesi karşısında öncelikli konuma
yerleştirilmesine yönelik sorgulamadıdır. Kadınların, evrensel
öznesi erkekler olan tarihe eklenme çabaları kadınların tarihinin
kadın hareketinden önce var olduğunun yadsınması anlamına
gelmektedir. Bu sorunlu dahil edilme meselesini aşmanın tek yolu
kadınların tarih yazarları ve tarihsel özne konumlarını kazanmaları
ile mümkün olabilir. Kadınlar, doğal, gündelik ve sıradan olarak
tanımlanan gündelik hayat içinde sıradan halleriyle var olan
insanlardır. Bu çalışmada, kadınların bu doğal halleriyle gündelik
hayatta kapladıkları yerlere ilişkin izler sürülmekte ve kadınların
gündelik hayat teorisyenlerinin çalışmalarındaki sunumları
kadınların tarihi ile birlikte tartışmaya açılmaktadır.
Anahtar Sözcükler: Postmodernite, makrotarih, mikrotarih,
kadınların tarihi, gündelik hayat incelemeleri, kadın.
Abstract
After critiques against macro-history which approaches events with a
socio-economic explanations importance began to be given to
political events and actors, marginalized and silenced were made
visible on the stage of the history. Postmodernity denies the
pluralities, that caused big changes in the written form of everyday
life historiography and instead of macrohistoriographic
explanations, microhistoriographic approach was adopted Italian
based microhistoriography studies dealt with the culture, daily
2
activities and relationships of silenced and ordinary people and
that made up the whole issue in the everyday life analysis. Women
history on the other hand tries to make women as historical subjects
and makes their life experiences visible in history. Women become
visible in 1960s. In sixties, there is a direct corelation between
politics and academy. In these years, feminist history writing
objects to conventional history writing and women are no more
marginalized on the stage of history as women perspective in history
writing is adopted. In late 1970s, women history is apart from
politic events and the tendency as documantation the women lived in
the past with all sides of their life is domineer. Gender has strong
influence in 1980s. In these years women history become distant to
politics. Women history as it criticises the secondary position of
women story in the stage of the history is an alternative to
conventional history writing. Women are tried to add to the history
as the universal subjects are still men. This a problematic adding
and its solution can only be the women gain their historical
subjects and history writers position. Elements of everyday life are
natural and ordinary and also women are the ones being ordinary in
this life cycle. The study focuses on how the women take place in
everyday life and how everyday life theorists proposes women in
their analysis connecting the issue with women history.
Keywords: Postmodernity, macrohistoriography, microhistoriography,
women history, everyday life analysis, women.
3
Giriş
Devleti ve siyasi yaşantıyı merkezine alan klasik tarih anlayışı
kaynağını resmi belgelerde bulmaktadır. 20. yüzyılın tarih anlayışı
bu türden bir tarih anlayışına karşı çıkışlar açısından dikkat
çekicidir. 20.yüzyılın başlarında tarihin odağının siyasal yaşamdan
toplumsal yaşama kaydırma çabaları ile siyasal yaşamın aktörlerinin
tarihin özneleri olması durumuna son vermek amacıyla siyasal
olayları ortaya çıkaran toplumsal koşullara ağırlık verilmiştir.
Tarihi neden-sonuç ilişki üzerinden açıklamaya çalışan sosyal bilim
yönelimli bu yaklaşım tarihi bir bilim olarak ele almıştır (Iggers,
1984: 27). Yüksek ve güçlü olana odaklanan ve devlet adamlarını
tarihin öznesi olarak sunan anlayışa karşı geliştirilen sosyal bilim
yönelimli tarih anlayışında yine siyasi tarih yaklaşımında yapılana
benzer bir şekilde “küçük insanlar” göz ardı edilmiştir. 1960’larda
ve 70’lerde Fernand Braudel’ın The Structures of Everyday Life çalışması aynı
yönelim sebebiyle eleştirilmiş, anlattığı gündelik hayat meselesini
maddi koşullarla sınırlı tuttuğu ve bu koşulların nasıl yaşandığına
değinmediği gerekçesiyle eksik bulunmuştur (Iggers, 2011:104).
Tarihin sıradan insanların yaşadığı şekilde gündelik yaşam
koşullarına dönmesi gereğini vurgulandığı 20. yüzyılın ikinci
yarısında, gündelik hayat vurgusuyla öne çıkan postmodern tarih
anlayışı tarafından eleştirilmiş, mikro tarihçilik olarak da bilinen
bu yönelim gündelik hayatın sıradan insanlarını tarihsel
incelemelerin öznesi konumuna getirmiştir (Igger, 2011: 3). Tarihi
karanlıkta gizlendiği yerden çıkarma çabası güden, tarih yazımında
geçmişin araştırmacısı rolünü üstlenen Fernand Braudel, insanların
4
üretilenleri kullanma şekillerini de tarihin içine dâhil ederek
toplumsal tarih denen şeyi oluşturmuş ve bu sayede resmi tarih
yazımına alternatif olarak gündelik hayatın rutinleri de tarih
incelemesine konu edilmiştir (Wallerstein, 2004: 11). Gündelik
hayatın rutinleri içinde yaşayan sıradan insanlar da bu sayede sesi
duyulmayan, görülmeyen, marjinalize edilmiş tüm yönleriyle tarihin
odağına yerleştirilmeye başlanmıştır.
Postmodernitenin tarih yazımına katkısı ve gündelik hayat
tarihçiliği
Siyasal olayları tarihin odağına yerleştiren klasik tarih anlayışı,
sosyal bilim yönelimli tarih anlayışı tarafından eleştirilmiş
ardından da mikro tarihçilik gündelik hayat vurgusu yaparak tarihin
odağını toplumsal olaylardan gündeliğin sıradan rutinine
kaydırmıştır. 19. yüzyılın sonlarına denk düşen tarih yazımındaki bu
dönüşüm postmodern kültürden beslenmiş, başta klasik pozitivist
bilim mantığının meşrulaştırma araçları olarak görülen nesnellik,
belge fetişizmi, olay aktarmacılık gibi yaklaşımları sorgulama
yoluna giden postmodern düşünce beraberinde getirdiği ciddi bir
sorgulama sürecine tarih yazımını da dâhil etmiştir (Gökdemir,
2006). 1980’lerde tarih disiplinine kuşkuculuk anlayışı ile yaklaşan
postmodernite belge tarihçiliğinden gündelik hayat tarihçiliğine
doğru kayan bir yönelimi getirmiştir. Modernitenin eleştirisi olarak
ortaya çıkan postmodernitenin tarih yazımına getirdiği yeniliklerden
ilki, gündelik hayatın tarih çalışmalarına konu edilmesi, ikincisi
ise Gündelik hayat tarihçiliğindeki yaklaşımların niteliğinin
değiştirilmesi olmuştur. Gündelik hayat tarihçiliğindeki
yaklaşımlardaki değişimlerden ilki öznenin silikleşmesi, ikinci
değişim ise büyük anlatıların yadsınması ile sosyoekonomik
açıklamaları ön plana çıkaran makro tarih çalışmalarına olan ilginin
5
azalmasıdır. Makro tarih yazımının yerini alan mikro tarih
anlayışında ise tarih sahnesinden dışlanmış (kadınlar, azınlıklar,
göçmenler vb. gruplar) “küçük insanlar”ın hayatı önem kazanmıştır.
Bu ilgi ile de gündelik hayat tarihlerinin yazımında ele alışlar
farklılaşmıştır. Bu bağlamda gündelik hayatın toplumdaki sıradan
insanların yaşadığı gibi anlatılması ve sıradan insanın öznelliğinin
empatik olarak anlaşılmasına yönelik çabalar geliştirilmiştir
(Tekeli, 2000: 54-55).
Gündelik hayat tarihçiliğindeki bu değişimin tarih yazımındaki
önemli yöntem değişimlerinin yansıması olduğunu söyleyen Iggers
(2011:104), tarih yazımında iki yeni yaklaşımdan bahseder. Bunlar
İtalya merkezli mikro tarih çalışmaları ve 1980 sonrası Almanya’da
Clifford Geertz’in kültürel tarih çalışmalarıdır. Mikro tarih
çalışmaları makro tarih yönteminde dışlananların yaşamıyla
ilgilenirken, Almanya merkezli kültürel tarih çalışmalarında
derinlemesine yapılan betimlemeler ön plandadır. Yeni yaklaşımlarla
değişen tarih anlayışında insan-birey kişisel boyutlara açık hale
getirilmiştir (Tekeli, 2000: 55). İtalyan merkezli mikro tarihin
temsilcileri Carlo Ginzburg ve Carlo Poni’ye göre, makro tarihsel
kavramların asıl nedeni teknolojik ilerlemenin yararlı toplumsal ve
siyasal meyvelerine ilişkin bu iyimser görüşe olan inançtır (Iggers,
2011:104).
Eleştirilen makro tarihsel yaklaşımlar arasında Marksizm de
bulunmaktadır. Yapılan mikro tarihsel yönelimli eleştiriler
metodolojik değil siyasal ve etik zemine dayandırılmıştır (Iggers,
2011:104). Temelde vurgulanan, modernizasyon sürecinde “küçük
insanlar”ın farkına varılmadığıdır, bu nedenle tarih yazımının
sıradan insanların yaşadığı şekilde gündelik hayat koşullarını
6
görünür kılacak şekilde dönüşmesi dönmesi gerekmektedir. Marksist
olarak kariyerlerine başlayan İtalyan tarihçiler, Marksizmin temel
makro tarihsel kavramlarına karşı çıkmışlardır ve gündelik hayat
tarihinde tarihsel araştırmaların konusunun iktidarın merkezinden
marjinlere-çoğunluklara doğru kaymıştır. Mikro tarihçilere göre
çoğunluklar, tarihsel süreçler ve anonim kalabalıklar içinde
yitirilmemesi gereken bireylerdir (Iggers, 2011:104-105).
Bilinmeyeni unutulmuşluktan kurtarmak için tarihe büyük bir anlatı
olarak değil birçok bireysel merkeze sahip çok çehreli bir akış
olarak bakan yeni bir kavramsal yöntemsel tarih yaklaşımı mikro
tarihçilerin makro tarihsel ögeler karşısında sunduğu yenilik olarak
özetlenebilir (Iggers, 2011:105). Mikro tarihçilerin bu çabaları,
tarihe insani bir çehre kazandırmak amacını beslemektedir.
Gündelikliğin incelenmesi
Toplumun her alanı için geçerli olan önkabullerin 1970’lerin sonları
itibariyle sarsılması ile beslenen postmodernist kültürün tarih
yazımına yansıması yaptığı gündelik hayat vurgusu ile öne
çıkmaktadır. Postmodernitenin etkisi ile tarihin konusunu toplumsal
yapı ve süreçlerden gündelik yaşam kültürüne kaymıştır (Iggers,
2011: 14-15). 20. yüzyılın ikinci yarısında sosyal bilim yönelimli
tarih anlayışına bir eleştiri olan mikro tarihçilik gündelik yaşamın
varoluşsal sorunlarıyla ilgilenmiş ve sıradan insanları tarihsel
analizlerin öznesi haline getirmeyi amaçlamıştır (Ertan, 2012: 14).
Sosyal bilimsel tarih anlayışının büyük anlatılara yaslanmasından
doğan krizini gündelik hayatı tarihin konusu yaparak aşmaya çalışan
mikro tarihçilik anlayışı için önemli bir kaynak da İngiliz Marksist
Tarihçiler Okulu üyelerinden Edward. P. Thompson’dır. İngiliz İşçi Sınıfının
Oluşumu adlı eseriyle sosyal bilim yönelimli tarih anlayışının
yapılara yaslanmasına karşı gelen Thompson, daha önce tarih
7
yazımında dışarda bırakılmış alt sınıfları tarihin öznesi haline
getirmiş ve mikro tarih anlayışının gündelik yaşamın sıradan
insanlarını tarih yazımının odağına çekmeye çalışmasına öncülük
etmiştir (Ertan, 2012: 14).
Sosyal bilim yönelimli tarih yazımına karşı geliştirilen mikro
tarihçilik ve yapılan gündelik hayat vurgusunda önde gelen
teorisyenlerden Henri Lefebvre, toplumsal yaşamın yeniden üretilme
sürecinde gündelik pratiklere önem atfeder ve kültürel ve toplumsal
olanın açıklanmasında gündelik olana başvurur (Lefebvre, 1958: 193
akt. Köse, 2009: 8).
Henri Lefevbre’ye göre bir toplumun gündelik hayat içinde günlük
zaman bütçesinde giyinme-barınma-beslenme-uyuma faaliyetlerini
gerçekleştirirken kullandığı giyecek, yiyecek, ev eşyası, özel eşya
nesneler bu toplumun maddi kültürünü oluşturur. Toplumdaki bireyler
gündelik hayat rutinlerini bu maddi kültür öğeleri aracılığıyla
gerçekleştirirler. Michel Certau ise Gündelik hayatı toplumdaki
bireylerin faaliyetleri üzerinden değil konuşma okuma alışveriş
yapma gibi yaşam pratikleri üzerinden tanımlar (Tekeli, 2000: 42).
Gündelik hayat da çözümleme birimi bireydir. Yaşam pratikleri içinde
belirleyici olan özneler değil bireylerin ilişkileridir.
Yemek yemek, alışverişe çıkmak, oturup kalkmak gibi gündelik hayat
ögelerinin pek çoğunun siyasetle ilgisiz olduğu düşünülse de,
gündelikliğin kendisi mekân, nesne ve anlamları itibari ile
toplumsal değerlerle özdeşleşmekte ve var olan düzenin, iktidar
ilişkilerinin anlaşılması için incelenmesi gereken siyasal ve
kültürel bir alanı ifade etmektedir (Brown, 1989:7-9). Toplumsal
sistemin devamlılığı Gündelik hayat ın sürekli tekrarına bağlıdır.
Bir toplumun sürdürülebilirliği Gündelik hayat için önemlidir.
8
Siyasal hareketin geliştirilmesi açısından Gündelik hayat bir
eleştiri çerçevesi oluşturur (Tekeli, 2000: 43-44).
Gündelik hayat kendi içinde barındırdığı küçük ayrıntılar ve
tekdüzelikle birlikte gündelikliğin düşünce kaynağı olan gizemi
saklamasındaki çelişkide var olur (Pessoa, 1991 akt. Harootunian,
2006: 1). Lefebvre’ye göre “gündeliklik yaşanmış deneyimin sonsuz
eşitsizliğinden dolayı yabancılaşmaların ürediği bir yerdir” (akt.
Harootunian, 2006: 7). Devlet adamalarının, askeri ve siyasi
olayların yanı sıra yaşamaya devam eden sıradanlıklar, tarihin
konusu olalı coğrafya, mekânmekân, zaman, iklim ve sıradan insan
tarih anlatılarında yerlerini bulmuşlardır. Her gün yaşanan hayat,
hiç farkında olmadan akıp giderken içinde barındırdığı tüm olgular
onu beslemektedir. Gündelik hayat içindekibu olguların her an
çevrede olması sayesinde, görülmeseler de sıradanlıklarını
korumaları bu akışı beslemektedir. Gündelik hayat ın akademik
araştırmaların dışında bırakılması ile günlük pratikler geri planda
kalmıştır. Gündelik hayatın sıradanlaştırılması, adeta farkında
olmadan yaşanması toplumlarda var olan eşitsizliklerin
sürdürülmesinin yollarından biridir. Gündelik hayatın
sıradanlaştırılması, toplumsal yaşamın güven esasına dayalı bir
şekilde sürdürülmesi açısından gerekli görülebilir. Gündelik hayatı
oluşturan içinde bulundurduğu gizemidir ve bu gizemin açık hale
gelmesi ortaya çıkaracağı tedirginlik ile güven ortamını sarsar bir
nitelikte olabilir. Gündelik hayatın sıra dışı özelliklerinin
farkına varmak sıradanlığın var olduğunun da farkına varılmasını
sağlar (Tekeli, 2000: 45). Bu doğallık ve sıradanlığın tarihte yer
alması ilk kez tarih yazımında dönüşümleri getiren Annales Ekolü’nde
görülür1 (Burke, 2006). Annales’e kadınların tarihe dahil edilmesi
açısından baktığımızda ekolün üçüncü kuşak temsilcilerinin
9
çalışmalarında kadınlara yer verilmiştir. Kadınların tarihi üstüne
kapsamlı bir çalışma Georges Duby ve Michele Perrot tarafından
başlatılmıştır. Üçüncü kuşak Annales’cilerde Amerikalıların siyasi
tarihe önem vermesi ve Braudel ve diğer belirlenimcilik türlerine
karşı bir reaksiyon oluşturma eğilimlerinin sonucu olarak siyasete
geri dönüş söz konusudur. Üçüncü kuşakta, Braudel ve
belirlenimciliğe karşı geliştirilen tepki antropoloji çalışmalarına
da ilham vermiş ve Annales’te mikro tarih çalışmaları ve tarihsel
biyografinin canlanması söz konusu olmuştur. Siyasi tarih
incelemelerine geri dönüşü olayların tarihine ilgi ve tarihsel
anlatı konusundaki tartışmaların sonucu olarak görülmüştür.
Fransa’da tarihçilerin siyasetin geri dönüşü ile anlatının
canlanması arasında kurdukları paralellik bununla ilgilidir (Burke,
2006: 26; 137-159).
Gündelik hayat literatüründe kadınlık halleri
Gündelik hayatın rutini içinde sıradan yaşantıların sahibi insanlar
arasında bu rutine dâhil olan kadınlar özel ve kamusal alanda, ev
içinde, çalışma hayatında, her halleriyle yaşamın en içinde
olanlardır. Bu kadar gündelik hayatın içinde olmalarına rağmen
emekleri bir o kadar görünmez olan kadınların gündelikliğin sıradan
akışına nasıl dâhil oldukları ve bu rutinin içinde nasıl var olup
yok sayıldıkları dikkat çekicidir.
Tseelon, kadının toplum içindeki serüvenini açıklarken bunda
kültürel tanımların etkisini göz önünde bulundurmaktadır. Toplumdaki
kadının tanımlanmasında Tseelon, saf-temizlik, sahelik, görünürlük,
güzellik ve ölüm çelişkilerini kullanmıştır (Tseelon, 2002: 14).
10
Tseelon, kadının baştan çıkarıcı ve cezayı hak eden, sahte ve
yapaylığı ile özgünlükten yoksun, görünmez oluşu ile nesne konumuna
yerleştirilen, aynı zamanda hem güzelliği hem de çirkinliği temsil
eden, ölümlü olup aynı zamanda ölüme karşı koyabilen bir varlık
olduğuna dair belirlenimlerin kaynağını araştırmıştır. Kadınla
ilgili geleneksel algıların kadınları toplum içinde biçimledirdiğine
dikkat çeken Tseelon’e göre, ruhsal değil de dış görünüş olarak
tanımlanan kadının dış görünüşünü biçimlendirmesinde buna dair
beklentiler etkili olmaktadır (Tseelon, 2002: 15). Kadın dış
görünüşü ile özdeşleştirilirken erkeğinse dış görünüşünden
soyutlandığına dikkat çeken Tseelon bu biçimlendirmenin kaynağını
Lacan’a bağlamakta ve “öznenin bilinçli deneyimlerinin önceden
varolan bir simgesel dizge tarafından belirlendiği” görüşüne
katılmaktadır (Tseelon, 2002: 16-17). Kadına hem tüm güzelliklerin
verilmesi hem de onun kötülüklerin kaynağı olarak günahkâr ilan
edilmesinde yatan çelişkiyi Tseelon, Pandora ve Havva’nın hikayeleri2
ile örneklendirmektedir. Bu hikaye ve benzerlerinden yola çıkan
Tseelon, Batı’da kadınların sinsi, güvenilmez ve kötü bir varlık
olarak tanımlandığına dikkat çekmiştir (Tseelon, 2002: 22). Kadına
atfedilen bu suçlu imajının telafi edilmesi için bulunan yol kadın1* Bu çalışma, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Radyo-Televizyon ve Sinema Anabilim Dalı Doktora Programı kapsamında Doç.Dr. Sevilay Çelenk Özen tarafından yürütülen Günlük Hayat İncelemeribaşlıklı ders kapsamında üretilmiştir.
? Fransa’da 1929’da bir dergi olarak kurulan Annales, bu dönemde izbırakan tarih çalışmaları yapan gruba isim olmuştur. Grubun başlıcatemsilcileri Lucien Febvre, March Bloch, Fernand Braudel, GeorgesDuby, Jacques Le Goff ve Emanuel Le Roy Ladurie’dir. Yeni bir tarihçeşidi geliştirme amacını güden grubun öncü fikirleri şunlardır:Olaylardan oluşan geleneksel tarih anlayışı yerine sorun odaklıanalitik tarih anlayışının alması, tarihin siyaset yerine insanfaaliyetlerine odaklanması ve bu odaklanmalar için tarih diğersosyal bilimlerle işbirliği yapmasıdır (Burke, 2006: 24).
11
cinselliğini kontrol etmek olmuş ve kadın kıyafetleri ahlaka
uygunluğu açısından değerlendirilmiştir. Giyinip süslenen kadın
Hıristiyan Avrupa tarihinde iyi karşılanmamış, kadının özü dış
görünüşe önem vermekle bağdaşlaştırılmıştır. Kadının sade ve ahlaka
uygun giysiler giymesi Havva’dan bu yana taşıdıkları günahların
affedilmesi için bir gereklilik olarak görülmüş bu anlayış eski
çağlardan bu yana kilisedeki rahibelerin giysilerinin belirlenmesine
yansımıştır (Tseelon, 2002: 22-23). Kadın giysisinin vücudu örtme
özelliğinin göz ardı edildiği, bunun yanında örtülen bedenin
çıplaklığını akıllara getirdiği tartışmalarının ardından kadın
giysisi farklı dönemlerde ahlak olgusu ile özdeşleştirilmiş,
ticaretin gelişmesi ile birlikte cinsiyet göstergesi halini almış,
toplumsal ayrımın göstergesi olan moda da cinsellik
ilişkilendirilerek kadınlar, giysilerine göre ahlaki değerleri
açısından sorgulanmışlardır. Bu da sil ya da ahlaksız kadın ayrımı
ile sonuçlanmıştır (Tseelon, 2002: 25). 19. Yüzyıla gelindiğinde
giyimle ilgili kurallarına değil, toplumsal kurallara uymamakla
özdeşleştirilmiş ve bu davranış kabalık ve nezaketten uzaklık
ithamlarına neden olmuştur (Tseelon, 2002: 29). Uygarlaşma sürecinde
kadınların toplumdaki konumuna değinen ve Batı tarihinde kadınlar
üzerindeki baskılara değinen Elias ise kadından iffetli ve itaatkâr
olmasının beklendiğine, erkeklerin kadınların davranışlarına yön
verdiğine, erkeklerin fiziksel ihtiyaçlarını yerine getirmenin
kadınların varlık sebebi olarak görüldüğüne dikkat çekmektedir.
(akt. Tseelon, 2002: 33). Kadınlık görüntüsünün kadın kimliğinin
dışında bir şey olarak kabul gördüğü ve kadınların yerleştirildiği
bu kadınlık rollerine ne kadar yabancı ya da yakın olduğunun
sorgulandığı dönemlerin ardından erkek ve kadın giysileri
birbirinden ayrıştırılmıştır. 18. Yüzyılda sade ve gösterişsiz olan
erkek giysileri, süslü ve göz alıcı kadın giysilerinden farklı
12
olarak kamusal ve özel alanda cinsiyet ayrımını da belirlemiştir.
Buna göre akım elbise ile erkeğin boy gösterdiği kamusal alan
erkeklerin dünyası, özel alan kadınların dünyası olarak görülmüş,
kamusal alana önem atfedilirken, özel alan önemsiz kabul edilmiştir
(Tseelon, 2002: 54-57).
Gündelik hayat teorisyenlerinin kadına bakışı
Lefebvre, gündelik hayatın felsefe ile ilişkisini kurar ve
gündelikliğin sıradanlığına vurgu yapar. Gündelik insan felsefenin
önünde kaybolmaktadır. Günlük hayat içinde gündelik insan çok fazla
işle uğraşmakta, bir o kadar sorunla da karşı karşıya kalmaktadır.
Gündelik insan duruma göre kazanabilir ya da kaybedebilir bu onun
risk alabildiğini göstermektedir. Gündelik insanın risk alabilme
yönü felsefenin kesinlik arayışına ters düşmektedir. Gündelik
öznenin ilgi alanları felsefeci ile uyuşmamaktadır. Felsefecinin
ilgisi kendi kurguladıklarından ibarettir, felsefeci düşünce ile
ilgilenmektedir. Bunun tersine, gündelik insan eşya, mal-mülk ile
uğraşmakta doğa ile yakın ilişki kurmaktadır. Lefebvre’ye göre
gündelik insanın bu özellikleri kadınlarda daha net
gözlemlenebilmektedir. Lefebvre’ye göre kadınlar kızgınlık, tutku,
neşe gibi duygulara yatkındır. Kadınların özelliği, fırtınalara,
cinsel hazlara, hayat ve ölüm arasındaki bağlara, temel ve
2 Pandora, Yunan mitolojisinde tanrıların tüm güzellikleri bahşederekyarattığı kadındır. Merakı en büyük günahı olan Pandora, bu günahınayenik düşmüş ve bir gün açmaması gereken bir kutuyu açtığı için tüminsanlığa çile ve kötülük getirmiştir. Havva ise ilk insan Adem’inkaburga kemiğinden yaratılmıştır. Havva’nın yasak meyveyi Adem ileyedikleri için insanoğlunun cennetten kovulup ölümle tanışmasınasebep olduğuna inanılmaktadır. Bu iki hikâyede kadını çağrıştırangünah ve güzellik kavramları arasındaki bağlantıya yer verilmiştir(Tseelon, 2002: 17-18).
13
kendiliğinden gelen zenginliklere daha yakın olmalarıdır (Lefebvre,
2007: 27-28).
Gündelikliğin ve sıradanlığın felsefenin nesnesi olması gibi
gündelik hayatın nesnesini kadın olarak gören Lefebvre, günlük
eylemlerin yükünü çeken kadınların bu durumlarından ve erkeklerden
şikâyetçi olduklarına değinir. Kadınların gündelik hayatta nesne
olmaktan kurtulamamakta ve bu konumları özne seviyesine yükselemeden
sürekli yeniden üretilmektedir. Moda, güzellik ve dişilik gibi
kavramlarda kadınların bu konumlarına kaynaklık etmektedir
(Lefebvre, 2002: 87). Lefebvre’ye göre, kadınlar, gündelik hayatın
gizli yanını oluştururlar, eziktirler, tarihin ve toplumsal hayatın
nesnesi olan kadınlar aslında toplumsal hayatta bir binanın gövdesi
olarak gizli özne konumunu üstlenmişlerdir (Lefebvre, 2007: 47).
Lefebvre kadınlığın farklı hallerini de tanımlamaktadır.
Lefebvre’nin feda edilmiş kadınlığı köy yaşantısını, yüceltilmiş
kadınlığı ise kent yaşamını yansıtmaktadır (Lefebvre, 2007: 49). Bu
kadınlık türleri Lefebvre için gündelik hayatın örgütlenmesinde umut
vaat etmektedir. Gündelik hayatta hak talep edenler, başkaldıranlar
kadınlardır, bu tür bir örgütlenme de kadınlığın koşullandırılması
ile gerçekleşir (Lefebvre, 2002: 80). Gündelik hayatın bu durumunu,
yükün altında olan kadınlar tersine çevirebilirler. Taşıdıkları yük
devam ederken kadınlar hem nesne hem de özne konumlarını korurlar.
Modern dünyada kadınlar hem meta hem de metanın simgesi olmuşlardır
(Lefebvre, 2002: 87). Kadınların bu belirsiz durumları gündelik
hayatın düzenlemesindeki işlevlerine de yansımıştır... Kadınlar gündelik
hayatın dışına çıkmak için bilincin gereklerinden yan çizerler. Kadınların protestoları
sonuçsuzdur, taleplerinin amaçsız olduğu gibi... şeklindeki ifadesiyle Lefebvre,
kadınları sıradanlıklar içinde kurdukları kale içinde konumlandırır
(Lefebvre, 2002: 106).
14
Betty Friedan (2002), 20. yüzyılın ortalarında Amerika’daki
kadınların mücadele etmek zorunda oldukları hayal kırıklığına
değinmektedir. Gün içinde ev işleri, çocuk bakımı ve yemekle
geceleri ise kocaları ile ilgilenen kadınlar, kendi kendilerine
“Hepsi bu kadar mı?” sorusunu bile sormaya çekinmektedirler.
Kadınlarla ilgili yazılan kitap, makale ya da pek çok kelimede yeni
bir şeyin söylenmemekte, kadınlara nasıl koca bulunacağını, nasıl ev
geçindirileceğini, nasıl çocuk bakılacağını, kocasını nasıl elinde
tutacağını, nasıl ürün satın alınacağını, ev işlerinin nasıl
yapılacağını, nasıl giyinileceğini, evliliğe nasıl heyecan
katılacağı anlatılmakta ve bu reçeteler hep tekrar edilmektedir.
Sonunda öğretilen ise gerçek bir kadının kariyer, eğitim ya da
siyasi hakların peşine düşmemesi gerektiğidir. 1950 ve 60’lara
gelindiğinde bir önceki yüzyılda eğitim arzusunda olan kadınların
aksine, erken evlilikler sıkça görülmekte ve kadınlar çocuklarını
büyütmek için kariyerlerini yarıda bırakmaktadırlar. Adı konulmamış
bu sorunun Amerika’da yaşayan ev kadınlarında var olduğuna değinen
Friedan, kadınlığın tüm gereklerini yerine getirme çabasında olan
kadınların bu sorunu dile getirmeyerek sıradan sayıp görmezden
geldiklerine de vurgu yapmaktadır (Friedan, 2002: 58-61).
Friedan’ın aktardığı şekliyle ev içinde sürekli pek çok iş
yaptıkları halde, her an kadın olmanın gerekliliklerini en iyi
biçimde yerine getirmekle kendilerini yükümlü sayan ve bu çabayı
dillendirmeyerek sıradanlaştıran kadınlar, yaşam biçimlerini tüketim
teması üzerinden kuran Chaney’in çalışmasında üretimden tüketime bu
sürece dahil olan bireyler olarak karşımıza çıkmaktadır. Chaney
yaşam biçimlerinin oluşumunda tüketimle ilgili toplumsal
düzenlemelerin etkisini önemsemiş ve yaşam tarzlarımızın tüketim
15
aracılığı ile belirlendiğine vurgu yapmıştır. Chaney’in bu
tanımlamasında tüketici kavramı dikkat çekicidir çünkü burada
cinsiyetler arası bir farklılaşma göze çarpmaktadır. Modern
toplumlarda tüketim ağlarının sosyal ağlardan daha geniş olduğunu
söyleyen Chaney’ e göre, bu ağı genç, yaşlı, işsiz gibi farklı
kategoriden bireyler genişletmekte kadınlar ise üretmeden tüketici
konumuna yerleşmektedir (Chaney,1999: 32).
Modern ekonomilerde kitlesel tüketim eylemi içindeki tüketiciler
alışverişçiler olarak adlandırılmakta ve “ütopik vitrinlerin soğuk
kişiliksizliği içinde, canlarının çektiği gibi gezinmek, bireysel
zevklerini arayıp bulmak ve bireysel çizgilerini oluşturmakta
tamamen özgür” olmaktadırlar. Tüketimin gelişmesine bir diğer
katkıda alışveriş merkezlerinden gelmektedir. Alışveriş
merkezlerinin gösterişli geniş mağazalarının özellikle kadınlara
yönelik olduğu söylenmektedir. Bu anlayışın temeli alışveriş
merkezlerinin şehir dışına kayması ve etrafında sitelerin kurulması,
her yeni gün moda kavramının içinin yeni malzemelerle doldurulması
ve sonuç olarak eve dair ihtiyaçların artmasından kaynaklanır. Şehir
dışında ev sahibi olanlar gittikçe artan ihtiyaçlarını gidermek için
bu alışveriş mekânlarını seçmektedirler. Bu yeni tüketici profili
kadınlarla özdeşleştirilmiş, yeni çıkan ürünleri ki bu merkezin
kayması anlamına gelmekte, bu yeni pazarlar kadınlara hitap
etmektedir (Chaney,1999: 31). Şehir dışındaki evlerin dekorasyonunda
ucuz ve modaya uygun eşyaların tercih edilmesi ile alışveriş
mekânlarının önemi daha belirgin biçimde görülmüştür. Geleneksel
üretim süreçlerinde görece dışlanmış görünen kadınlar, merkezi ev
olan bir yaşam biçimi içerisinde daha fazla söz sahibi olarak, daha
aktif biçimde alışveriş süreçlerine dahil olma imkanı elde
etmişlerdir. Kadınların tüketim kültürü içinde bu kadar var
16
olmalarının yanında tüketim ile biçimlenen yeni yaşam biçimlerinde
dönüştürücü etkileri olamamıştır (Chaney,1999: 32).
Chaney’in yaşam biçimlerinde kadınları yerleştirdiği etkisiz konumun
aksine Reich, günümüz modernleşmesinde yaşanan bilimsel ve teknik
gelişmeler, devrimci hareketin geliştirildiğini ve bu gelişmelerin
sonucu olarak toplumda teknik ve ekonomik temel, zihinsel üst
yapılar, sosyal yapılar, iletişim araçları ve algılama tarzlarının
yenilendiğini söylemektedir. Bu yenilenmede günlük hayatta da
dönüşüm yaşanmıştır. Günlük hayat içinde ataerkillik çözülmekte,
kadınlık kurtulurken, cinsellik özgürleşmektedir. Özgürleşen
bireyler için boş zaman, tüketim ve eğitim için fırsatların
yaratılmaktadır. Chaney gibi Reich de kadınların özgürleştiği alanı
tüketim ile bağdaştırmıştır (Brown, 1989: 107).
Gündelik hayat meselesini irdelerken tüketimi temel alan Willis,
ürünlerin ambalajlarından ne çıkacağına dair beklentiyi kadınların
pembe dizilerlerin gelecek bölümünde ne olacağına dair meraklarıyla
özdeşleştiren Tania Modleski’nin çalışmasına gönderme yapar.
Modleski’ye göre bekleyiş ancak toplumsal olarak yalıtılmış ve
güçsüzleştirilmiş kişiler için zevke dönüşebilmektedir. Ev kadınları
beklemeyi bir zevk olarak değerlendirmekte çünkü günü geçirmenin
daha aktif ve daha olumlu bir halini bulamamaktadır. Pembe diziler
gündelik hayatı beklemekten ibaret olan; tüm gün evde telefon
çalmasını, bebeğinin uyumasını, eşlerinin akşam eve dönecekleri
bekleyen ev kadınları için zevki bir yenilik olarak sunmaktadır
(Modleski, 1982 aktaran Willis, 1993: 14-15 ).
Tüketim kültüründe metalaşan diğer bir olgu da cinsiyettir. Üretilen
ürünler satışa sunuldukça cinsiyet rollerinin farklılıklarını
17
pekiştirmektedir. Kadınlık ve erkekliğin farklı olduğu üretilen
oyuncaklar aracılığı ile sunulmaktadır. Barbie ve He-man kadın ve
erkeğin farklılığını göz önüne sermektedir. Barbie şımarık burnu,
donuk gülümseyişi, sivri göğüsleri, sert bedeni, kalem gibi uzun
ince bacakları ile küçük kızların ileride olamk istediği kadın
imajını çizer, erkeklik ise He-man’de güçlü ve kaslı bir bedene
indirgenmektedir. Kız çocuğunun annesinde gördüğü kadınlığın yumuşak
hali, Barbie ile çelişmektedir (Willis, 1993: 38-41 ). Willis’ e
göre bu halleri ile oyuncaklar cinsler arasında katı bir ayrım
tanımlar ve daraltılmış bir cinsiyet kavramı geliştirirler
(Willis,1993: 38).
Willis, ataerkil sitemle mücadelelerine temel örnek sayılabilecek ve
1971 yılında Boston’da Kadın Sağlığı Kolektifi tarafından yayınlanan
Our Bodies Ourselves adlı kitabına yer vermektedir. Bu kitaba göre
kadınlar bedenlerine sahip çıkarak, benliklerini ortaya
çıkarabilecek ve altında ezildikleri erkek egemenliğe ile mücadele
edebileceklerdir. (Willis, 1993: 77-78). Willis, kadınların
birleşmesini ve toplum içinde diğer kadınlarla birlikte kendini
geliştirme şansı sunduğu varsayılan toplu egzersiz seanslarının
farklı bir özelliğine de vurgu yapmaktadır (Willis, 1993: 85).
Kadınların egzersiz yaptığı salonlar büyük aynalarla kaplıdır ve bu
da kadınları güç ve fiziksel özgüvenden uzak tutup hem cinsleri ile
rekabet içine sokmaktadır. Barbie’deki uzun bacaklara kadınlar
egzersiz yaparken giydikleri pembe taytlarla ulaşmaya çalışan
kadınlar, saç bantları, mayolar ve birbirleri ile uyumlu diğer
aksesuarlarla egzersizlerini yaparlar. Bu sırada kadınların
saçlarının yapılı, makyajlarının bozulmayan ürünlerle yapıldığını
söyleyen çeken Willis, eksiksiz bir sporcu görünümü için tüketilen
18
ürünlere egzersizinde satılan alınan bir giysi olduğuna dikkat
çekmektedir (Willis, 1993: 87-88).
Kadınları bu egzersiz giysisinden sıyıran gelişmeyi ağır makine
işlerinde çalışması olarak tanımlayan Willis’e göre, bu süreç de
kapitalist sistem tarafından üretilmekte ve sonucunda kendini iş
dünyasında olduğu hissine kaptıran kadının bedensel gücü ağırlık
kaldırmak için kullandığı makineler tarafından üretilen bir nesneye
dönüşmektedir (Willis, 1993: 91). Kadın üretici konumda olduğu
makine başında tekrar üretilmekte yarım gün çalıştığı ücretli
emekleri de ev içi emekleri gibi değerli görülmemektedir (Willis,
1993: 94).
İnsanların genelde göründükleri gibi olduğu düşünülse de bu
görünümlerin yapay olabileceğine dikkat çeken Goffman (2009) ise
yaşamın bir tiyatro sahnesi olarak algılanmasını önermektedir.
Toplumdaki bireylerin günlük yaşamlarındaki faaliyetlerini tıpkı
tiyatro sahnesindeki oyuncuların kendilerine biçilen rolleri
giymeleri gibi sürdürdüğüne dikkat çeken Goffman’a göre kişiler
rollerine ya tamamen kapılır ya da bu rollere hiç inanmış
gözükebilirler (Goffman, 2009: 31). Goffman sahne ve gerçek
arasındaki ayrımı kamusal ve özel alanla ilişkilendirmiştir.
Sahnedeki kişi yapay rolünü icra etmekte gerçekte ise canlandırdığı
kendisi olmaktadır. Kadının kültürel olarak belirlenen rolleri icra
ettiği bir toplum Goffman’ın sahnesine benzetilebilmektedir. Yapay
rolleri icra eden kadın kamusal alandaki rolünü ya tamamen inanarak
oynar ya da o role inanmayarak rolle arasındaki mesafeyi korur.
Kadının özel alandaki rolleri de yapaydır, ev işleri ve çocuk bakımı
ile ilgili görevlerini yerine getirmektedir. Bir de günümüz modern
toplumunda hem kamusal alanda hem de ev içinde yani özel alanda
19
farklı görevleri olan kadınlar iş yaşamı ve evde ayrı sorumlulukları
yüklenmişlerdir. Goffman’ın sahnedeki oyuncunun rolünü ya inanarak
ya da inanmayarak canlandırmasına paralel olarak kadınlar da kamusal
ve özel alana yetişebilmek için çırpınırken kendilerini üstlerine
düşen görevi ne kadar layıkıyla başarabildikleri konusunda ikna
etmektedirler.
Kadınların kendi doğasını aşması ve sonradan edindiği dişiliğini
redderek hem özel hem kamusal alanda boy göstermesini Tseelon’da
maskeleme kavramı ile ilişkilendirmektedir (Tseelon, 2002: 59).
Maskeleme kavramını kadınların aslında olmadıkları gibi görünmeye
çalışmaları üzerinden anlatmaktadırlar (akt. Tseelon, 2002: 60).
Özünde kadınsı olmayan kadının, dişiliği üstüne giymesi ve gerçek
kadınlığı benimsemesi feminist bakış açısında kadının ataerkil düzen
içinde zayıflığını kabul etmesi anlamına gelir (Tseelon, 2002: 62).
Kadınların tarihi
Scott’ın sorgulamaya açtığı haliyle, kadın çalışmalarının tarihi ile
birlikte tanımlanan kadın hareketinin tarihi, 1970’lerin sonu
itibariyle ve sonrasında takip eden yirmi yıl içinde akademik bir
araştırma alanı haline gelmiştir (Scott, 2013: 105). Biraz daha
gerilere gidildiğinde karşılan nokta feminist politikalarla eşleşir.
1960’larda feminist aktivistlerin eylem planları kadınların
ezilmelerine dikkat çekme ve kadınları özne konumunda görünür kılma
çabasını güdecek ve kadın kahramanlar ihtiyacını karşılamaya yönelik
bir tarih yönelimi şeklinde gelişmektedir. Geleneksel tarih yazımına
yönelik feminist bir eleştirinin geliştirildiği bu dönemde history
kavramına karşı üretilen her-story terimi tarihin kadınların bakış
açısını dikkate alarak yazılması gerektiği vurgusu yapılmıştır.
Siyaset ve akademik çalışmalar arasında doğrudan ilişki
20
kurulabilecek bu dönem sonrasında -70’lerin ortaları ve sonlarına
gelindiğinde, kadınların tarihi siyasetten uzaklaşmış ve kadınların
tarihi çalışmalarına geçmişte yaşamış kadınların hayatlarının bütün
yönleriyle belgelendirilme eğilimleri hâkim olmuştur. 1980’ler ise
toplumal cinsiyet terimine doğru oluşan yönelim kadınların tarihinin
siyasetten uzaklaşması biçiminde yorumlanmıştır (Scott, 2013: 106).
Oysa Scott’a göre bu doğru değildir, mesele siyasetle ve tarih
disipliniyle kurulan yanlış ilişkiden kaynaklanmaktadır. Scott’a
göre, kadınların tarihindeki gelişmeleri “siyasi bir hareket olarak
feminizmin artan gücü ve meşruiyeti” ile ilişkilendirmek, bu tarihi
akademi dışındaki feminist siyasetin gelişmesinin bir yansıması
olarak görmek gibi bir yanılsamaya itebilir. Bu yüzden kadınların
tarihinin hikâyesi her zaman siyaset hakkındadır. (Scott, 2013: 107-
109).
Kadınların tarihi, hali hazırda yerleşik olan tarih yazımını
değiştirdiğini iddia etmektedir. Bu iddia, tarihsel anlatılarda
örtülü bir şekilde kurulduğu kabul edilen hiyerarşinin görünür
kılınması için “kadının-hikâyesi” karşısında “erkeğin-hikâyesi”ne
öncelik atfedilmesini sorgulamaktadır (Scott, 2013: 118). Bu süreçte
sorulan sorular, tarihin öznesi olan erkeğin tanımlanması, erkek
davranışlarının nasıl toplumsal norm haline geldiği, kadınların
eylemlerinin görmezlikten gelindiği ve özelleştirilmiş bir alana
hapsedildiği gibi sorunsallar etrafında şekillenmektedir (Scott,
2013: 119).
Toplumsal tarih anlayışı ile tarihsel araştırmanın nesnelerini
çoğaltması ile çiftçiler, işçiler, öğretmenler ve köleler gibi
toplumsal grupların tarihsel özne statüsü kazanmasının ardından
kadın tarihçiler, kadınların yaşanmış deneyimlerinin gerçekliğine
21
vurgu yapmışlardır. Kadınların tarihine dair incelemeler,
kadınların ve erkeklerin fail olarak benzerliklerine ve
farklılıklarına dikkat çeken yaklaşımlarla çeşitlenmiştir. Süreç
içinde bir kategori olarak kurulan “kadınlar”, “erkekler”
kategorisinden bağımsız toplumsal özne olarak var olmaktadırlar
(Scott, 2013: 122-123).
Sonuç: Gündeliğin sıradan özneleri, tarihten dışlananlar ve
kadınların tarihi üzerine
Resmi tarih anlayışına getirilen her alternatif tarih yazımında
yapılan gündelik yaşam vurgusu da birbirinden farklılaşmaktadır.
Postmodernitenin sıradan insanları tarihe dâhil etme çabasıyla
gündelik hayatın farklı öyküleri, o zamana kadar ertelendiği ve
yadsındığı yönleriyle yeniden görünür kılınmaya başlanmıştır.
1960’larda Braudel’in sosyo-ekonomik incelemeleri ile materyal
yönünü aktardığı gündelik hayatın geride bırakılan insanlarının
yaşadığı biçimiyle anlatılmaya başlanması tarihin insani ve kişisel
boyutlara açık hale getirilme çabaları olarak da yorumlanmıştır
(Tekeli, 2000: 54-55).
Kişisel boyutların dâhil edilmeye çalışıldığı tarih alanı bu yeni
yönelimlerle cinsiyet farklılaşmasının da görünür kılındığı bir
mekân olarak görülebilmektedir. Tarihe bu türden bir bakış,
farklılığı toplumsal hayatın bir gerçekliği olarak değil, belirli
amaçlara hizmet eden belirli bir tarihsel temsil olarak dikkat
çekmek ve bu bağlamda eleştirel bir tarih yaklaşımını benimsemek
anlamına gelmektedir (Scott, 2013: 15 ).Siyasi tarih yaklaşımı
savaşlar ve “büyük adamlar“ın hayat hikâyeleriyle bezenmiştir.
Siyasi tarihin bu özelliğini sorgulayan feminist tarih yaklaşımı
aynı zamanda tarih alanını ve tarihçinin kim olduğunu tanımlamakla
ilgili bir yönelim olmaktadır. Feminist yönelimli tarih yaklaşımında
22
tarih sahnesinin dışında bırakılan kadınların tarihin içine dâhil
edilme çağrısı bir eklenme olarak görülmüş ve sorgulanmıştır.
Toplumsal tarihe kadınların dâhil edilmesi fikrine bu karşı çıkışın
temeli kadınların ya “erkek” nosyonuna dâhil ediliyor olması ya da
özel, ev içi ve cinsel alanla ilşkilendirilerek kamusal olay
anlatıları açısından önemsiz sayılmalarıyla yakından ilişkilidir
(Scott, 2013: 37-40). Scott’ın bu bağlamdaki vurgusu tarih ile
sınırlı kalmamaktadır, O’na göre “kadın” ın bir kategori olarak
sadece çoğullaştırılmaya değil tarihselleştirilmeye de ihtiyacı
vardır. Amaçlanan, “kadın”ın geçmişte ve günümüzde ve tarih
disiplininde tarihsel özneler olarak görünür kılınmalarıdır.
Benzer şekilde yaşanan hayat tarzları yaratan kapitalist düzende,
sıradan rutinlerin birbirini takip ettiği gündelik hayatlar da
birbirlerinden farklılaşmaktadır. Gündelikliği birbirinden farklı
kılan, eşitsizliklerdir (Harootunian, 2006: 67). Lefebvre’ye göre,
gece ve gündüzden, mevsimden ve zamandan, çalışmaktan ve etkinlikten
oluşan gündelik hayat üretim ve tekrarı içinde barındırır
(Harootunian, 2006: 67). Gündelik hayat incelemelerine bakıldığında
konunun bir şekilde kapitalizm ve üretim ilişkilerine bağlandığı
görülmektedir. Kadınların gündelik hayat incelemelerindeki
sunumlarında ise tüketim olgusu öne plana çıkarılmıştır. Herbiri
birbirinden ayrı yaşanan ve yaşanması öznel bir durumu anlatan
gündelik rutinlerin ve bu rutinleri yaşayan kadınların farklı
hallerinin bu çalışma kapsamında taranan gündelik hayat
incelemelerine dair literatürde rastlanmadığımış, kadınların
sunumunda genellemelerin kullanıldığı görülmüştür. Tüketici, anne,
sporcu, çalışan, evde ya da ev dışında olan, nesne ya da simgeye
dönüşen kadınların anlatımında özele inilmemiştir. Bu tüm annelerin
ya da tüm çalışan kadınların her birinin farklı kadınlıklar
taşıdıkları anlamına gelmektedir. Gündelik hayatta kadının sunumunda
23
bu farklı kadınlık hallerine rastlanmamıştır. Tseelon’un da
belirttiği gibi kadın deneyimi özgüldür (Tseelon, 2002: 13), farklı
kadınlıkların yansıtılmasında kadın gözünden bakmak kadının
sunumundaki mevcut duruma katkı sağlayacaktır.
Tseelon’un kadınlık deneyiminin farklılığına yaptığı bu vurgu ile
Scott’un kadınların tarihini kadınların siyasi bir kimlik olarak
ortaya çıkışları ile paralel ele alışı birlikte düşünülebilmektedir.
Scott’un dile getirdiği toplumsal tarihin tarihsel özneyi
çeşitlendirme çabalarıyla zenginleşen “kadınların tarihi”nde
kadınların farklılığı vurgulanmaktadır. Farklı bağlamlara girip
çıkan, farklı rolleri yerine getiren insanlar biyolojik olarak
kadınlardır. Özsel varlıkları açısından aynı olan kadınları
farklılaştıran onların emek ve deneyimleri olmaktadır.
Kadınların toplumsal ve tarihsel deneyimlerinin ve emeklerinin ürünü
olarak kadınların kültürünün çalışmalara dâhil edilmesi ile
kadınların tarihi, kadınların ezilişlerini ve mağduriyetlerini
belgelemenin ötesine geçmiş, kadınların kültürünün kendine özgü
halini vurgulamaya yönelmiştir. Bu yönelim ile kadınların tarih
yapabileceği ve tarihsel özne konumunda görünür kılınabilecekleri
bir tarih geleneği ortaya çıkmıştır. Kadınların tarihi ile “kadın
kategorisi”ne bir tarih verilerek, kadınların gerçekliği,
varlıklarının kadın hareketini öncelediği vurgulanmıştır. Bu
bağlamda, ayrı doğaları, ayrı deneyimleri vurgulanan kadınların
kollektif kimliğinin oluşumu yine kadınların tarihinin tarihsel bir
çaba olarak önemine dikkat çekmeyi de gerektirmektedir. (Scott,
2013: 123-124).
Gündelik hayatın akıp giden rutinleri içinde farklı kadınlık
deneyimleri sergileyen biyolojik olarak kadın olan öznelerin görünür
kılınması, ancak öznelerin deneyimlerini üreten tarihsel süreçlere
bakmak ile mümkün olabilir. Deneyimi bu türden bir düşünceyle ele
24
almak deneyimi tarihselleştirmek anlamına gelmektedir. Bu bir tür
deneyimin, eleştirel incelemesidir (Scott, 2013: 149). Kadın
öznelerin kadınlık hallerinin görünür kılınmaları çabası içinde
deneyimin tarihselleştirilmesi, tarihsel özne olarak kadınların var
olması için zihin açıcı bir rolü de üstlenmektedir. Tarihsel özne
ve tarihin yazıcıları olmak tarih yazımında kadın bakış açısını
dikkate almak anlamına gelmektedir. Kadının marjinelize edildikleri
tarih sahnesine öncelikli konuma sahip erkekler kategorisinin yanına
dâhil edilerek yerleştirilmeleri kadınlık deneyiminin görünür
kılınması için bir çözüm olmamakla birlikte sorunlu bir eklemeden
başka bir şey değildir. İşte tam da bu nedenle kadınların farklı
kadınlık deneyimleri tarih yazımında özne konumda oldukları sürece
görünür hale gelecektir. Siyasi tarihin devlet olaylarına ve
aktörlerine verdiği önemin eleştirilmesi ve bu anlayışın yerine
benimsenen gündelik hayat tarihlerinde sosyo-ekonomik tanımlamalar
yapılarak bu tanımlamaları esas yaşanların göz ardı edilmesi ancak
eleştirel bir tarih yönelimi ile tarihin dışında bırakılan gündelik
insanların kendi deneyimlerini aktaracakları tarihlerini
yazmalarıyla mümkün olacaktır, kadınların tarihsel özneler olması
burada anlam kazanmaktadır.
Kaynakça
Brown B (1989). Marks, Freud ve Günlük Hayatın Eleştirisi. Çev, Y Alogan,
İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Burke P (2006). Fransız Tarih Devrimi: Annales Okulu. Çev, M Küçük, Ankara:
Doğu Batı Yayınları.
Chaney D (1999). Yaşam Tarzları. Çev. İ Kutluk, Ankara: Dost Kitabevi
Yayınları.
Ertan M (2012). Gündelik Hayatın Tarihine Dokunma Çabası: Mikro
Tarihçilik ve Carlo Ginzburg. Kültür ve İletişim, 15(2), 9-36.
25
Friedan B (2002). The Problem That Has No Name. İçinde: B Highmore
(der), The Everyday Life Reader, London: Routhledge. 58-63.
Goffman E (2009). Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu. Çev, B Cezar, İstanbul:
Metis Yayınları.
Gökdemir O (2006). Post-Modern Dünyada Tarih Yazmak. Bilim ve
İktidar 3. Karaburun Bilim Kongresi 8-10 Eylül 2006 İzmir.
Harootunian H (2006). Tarihin Huzursuzluğu Çev, M E Dinçer, İstanbul:
Boğaziçi Üniversitesi Yayınları.
Iggers G G. (2011). Yirminci Yüzyılda Tarih Yazımı: Bilimsel Nesnellikten Post
Modernizme. Çev, G Çağalı Güven, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
Köse H (2009) Lefebvre ve Modern Gündelik Hayatın Toplumsal
Eleştirisi. Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi, 27:
7-25.
Lefebvre H (2007). Modern Dünyada Gündelik Hayat. Çev, I Gürbüz,
İstanbul: Metis Yayınları.
Modleski T (1982). Loving with a Vengeance. New York: Methuen.
Scott J W (2013). Feminist Tarihin Peşinde. Çev, A Günaydın ve A Sönmez,
İstanbul: bgst Yayınları.
Tekeli İ (2000). Tarih Yazımında Gündelik Hayat Tarihçiliğinin
Kavramsal Çerçevesi Nasıl Genişletilebilir? İçinde: Tarih Yazımında Yeni
Yaklaşımlar: Küreselleşme ve Yerelleşme III. Uluslararası Tarih Kongresi 9-11 Aralık 1999,
İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları. 42-60.
Thompson E P (2012). İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu. Çev, U Kocabaşoğlu,
İstanbul: Birikim Yayınları
Tseelon E (2002). Kadınlık Maskesi. Çev, R Kekeç, Ankara: Ekin
Yayınları.
Wallerstein, Immanuel (2004). Braudel’den Hareketle Güncellik Olarak
Tarih. İçinde: F Braudel Maddi Uygarlık: Gündelik Hayatın Yapıları, Çev, M A
Kılıçbay, Ankara: İmge Yayınevi. 11-16.
26