Command and Prohibition in Abû Ishâq Al-Shîrâzî’s Legal Thought/ Ebu İshak eş-Şirazinin...
Transcript of Command and Prohibition in Abû Ishâq Al-Shîrâzî’s Legal Thought/ Ebu İshak eş-Şirazinin...
T.C.
İSTANABUL ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TEMEL İSLÂM BİLİMLERİ ANABİLİM DALI
YÜKSEK LİSANS TEZİ
EBÛ İSHÂK EŞ-ŞÎRÂZÎ’NİN EMİR VE NEHİY
HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ
TUBA ERKOÇ
2501090948
İSTANBUL 2011
T.C.
İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TEMEL İSLÂM BİLİMLERİ ANABİLİM DALI
YÜKSEK LİSANS TEZİ
EBÛ İSHÂK EŞ-ŞÎRÂZÎ’NİN EMİR VE NEHİY
HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ
TUBA ERKOÇ
2501090948
DANIŞMAN
DOÇ. DR. ABDUSSELAM ARI
İSTANBUL 2011
i
ÖZ
Ebû İshâk eş-Şîrâzî’nin Emir ve Nehiy Hakkındaki Görüşleri
Bu tez, Ebû İshâk eş-Şîrâzî’nin fıkıh usûlünde emir ve nehye dair görüşlerini
konu edinmektedir. Şer’i hükümlerin bel kemiğini oluşturan emir ve nehiy, fıkıh
usûlünun en önemli konularından biridir. Şari‘nin emir ve nehiylerine göre sınırların
çizilmesi, bu konunun iyice bilinmesini gerektirmektedir.
Üç bölümden oluşan bu tezin birinci bölümü, Şîrâzî’nin hayatı, ilmi gelişimi,
hocaları, öğrencileri ve eserlerini konu edinmektedir. İki kısma ayrılan ikinci
bölümün birinci kısmında genel olarak emir, ikinci kısımda ise Şirazi’nin emir
hakkında düşünceleri incelenmektedir. Üç kısma ayrılan üçüncü bölümde ise birinci
kısım genel olarak nehyi, ikinci kısım Şiraz’inin nehye dair görüşlerini, üçüncü kısım
ise emir ve nehiy arasındaki ortak meseleyi konu edinmektedir.
Anahtar Sözcük: Emir, Nehiy, Şîrâzî.
ABSTRACT
Command and Prohibition in Abû Ishâq Al-Shîrâzî’s Legal Thought
This thesis mentions Abû Ishâq Al-Shîrâzî’s opinions about command (al-
amr) and prohibition (al-nahy) in usûl al-fiqh. The topic of command and prohibition
which underlies religious rulings (al-ahkâm al-shar’riyya) is one of the most
important topics of usûl al-fiqh. It is necessary to know this issue in order to
determine borders according to commands and prohibitions of Shâri’.
In the first chapter of this thesis which consists of three chapters, we
mentioned about Shîrâzî’s life, his developing in education, his teachers, his pupils
and his works. While the first part of the second chapter which is divided into two
parts includes general information about command, the second part includes Al-
Shîrâzî’s views on command. The last chapter which includes three parts focuses on
prohibition in general in the first part, Al-Shîrâzî’s views on prohibition in the
second part and shared issue between command and prohibition in the third part.
Key Words: al-Amr, al-Nahy, al-Shîrâzî.
iii
ÖNSÖZ
Bir müslümanın hayatı incelendiğinde, bu hayatın Şar‘inin emir ve nehiyleriyle
çevrelendiği görülmektedir. İstikametin belli olduğu bu hayatta sınırların çizilmesi ancak
emir ve nehyin iyi anlaşılmasıyla mümkün olmaktadır. Bu nedenle Şar‘i’nin hitabını
anlamaya çalışan bir Müslüman için en önemli husus, neyi yapması veya yapmaması
gerektiğini bilmesidir.
Dini hükümlerin bel kemiğini oluşturan emir ve nehiy, İslam hukukunun en önemli
konularından biridir. Bu konunun anlaşılması usûl ilminin, yansımaları ise furu‘ ilminin
temel çatısını oluşturmaktadır. Şîrâzî ve Serahsî gibi Fıkıh ekollerinde köşe taşlarını
oluşturan fukahanın, usûl eserlerine bu konuyla başlaması konunun önemini gösterir
mahiyettedir. Bu nedenle bu çalışmada da emir ve nehiy konusunun anlaşılması
hedeflenmektedir.
Emir ve nehiy konusunun Şîrâzî perspektifinden sunulmasının nedeni ise,
Şîrâzî’nin İslam hukuk ekollerinden özellikle Şâfiî geleneğinde hem usûl hem de furu‘
alanında önemli eserler bırakmış bir isim olmasından kaynaklanmaktadır. Şâfiî
mezhebinin anlaşılmasında önemli bir mukaddime olan Şîrâzî, hem kendi mezhebinde
hem de diğer mezheblerde furu‘a dair meselelerin kavranmasında önemli bir noktadır.
Eserlerinin medreselerde ezberletildiği Şîrâzî’nin furu‘a dair eserlerinin anlaşılabilinmesi
için usûle dair görüşlerinin de bilinmesi gerekmektedir. Usûl ilminin en temel
meselelerinden biri olan emir ve nehiy konusunun anlaşılmasıyla birlikte Şâfiî
geleneğinin temellerinin ortaya konulmasına yardımcı olmak adına yapılmış bu
çalışmada meselemiz, vaz‘ı cedid değil keşfi kadimdir.
Bu tezi bitirmeyi nasip eden Allah Teâlâ’ya sonsuz hamd ü senalar olsun. Ayrıca
tez hazırlığı esnasında benden maddî ve manevî desteklerini esirgemeyen aileme,
arkadaşlarıma, hocalarıma özellikle de tez danışmanım Doç. Dr. Abdusselam Arı’ya,
görüşlerinden istifade ettiğim Prof. Dr. Murteza Bedir’e, Prof. Dr. Recep Şentürk’e ve
İsm ile İsam kuruluşlarına teşekkür etmeyi borç bilirim.
Tuba ERKOÇ
Üsküdar/ 2011
iv
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ .......................................................................................................................................... İİİ
İÇİNDEKİLER ................................................................................................................................. İV
KISALTMALAR ............................................................................................................................ Vİİİ
GİRİŞ ............................................................................................................................................. 1
I. ARAŞTIRMANIN MAHIYETİ VE ÖNEMİ ............................................................................................. 2
II. ARAŞTIRMANIN KAYNAKLARI......................................................................................................... 4
III. ARAŞTIRMANIN METODU ............................................................................................................. 5
IV. ARAŞTIRMANIN AMACI ................................................................................................................ 6
V. KONUYLA ALAKALI YAPILMIŞ ÇALIŞMALAR .................................................................................... 6
BİRİNCİ BÖLÜM ............................................................................................................................. 9
EBÛ İSHÂK EŞ‐ŞÎRÂZÎ’NİN YAŞADIĞI ÇAĞ, YETİŞMESİ, HOCALARI VE ESERLERİ ................................. 9
I. YAŞADIĞI ÇAĞ (HİCRÎ BEŞİNCİ ASIR) .............................................................................................. 10
A. Siyasî Durum ........................................................................................................................... 10
B. Sosyo‐Ekonomik Durum .......................................................................................................... 11
C. İlmî Durum .............................................................................................................................. 11
1. Şâfiî Mezhebi ...................................................................................................................................... 13
2. Hanefî Mezhebi .................................................................................................................................. 13
3. Malikî Mezhebi................................................................................................................................... 14
4. Hanbelî Mezhebi ................................................................................................................................ 14
5. Zahirî Mezhebi ................................................................................................................................... 15
6. Mutezile Mezhebi .............................................................................................................................. 15
II. ŞÎRÂZÎ’NİN HAYATI ....................................................................................................................... 16
A. İsmi ve Nisbeleri ...................................................................................................................... 16
B. Hayatı ve Yetişmesi ................................................................................................................. 18
C. Vefatı ...................................................................................................................................... 23
III. İLMÎ GELİŞİMİ .............................................................................................................................. 24
A. Hocaları .................................................................................................................................. 24
B. Öğrencileri .............................................................................................................................. 27
C. Eserleri .................................................................................................................................... 29
1. Fıkıh Usûlüyle İlgili Eserleri ................................................................................................................. 29
a. Luma‘ fî Usûli’l-Fıkh .................................................................................................................... 29
b. Şerhu’l-Luma‘ .............................................................................................................................. 30
v
2. Furu‘ ile ilgili Eserleri .......................................................................................................................... 31
a. et-Tenbîh fî Furu‘i’ş-Şâfiî ............................................................................................................ 31
b. el-Mühezzeb fî’l Mezheb .............................................................................................................. 33
3. Hilaf İlmiyle ilgili Eserleri .................................................................................................................... 36
a. et-Tebsıra fî Usûli’l-Fıkh .............................................................................................................. 36
b. en-Nüket fî Mesâili’l-Muhtelife fîhâ beyneş-Şâfiî ve Ebî Hanife ................................................. 37
c. en-Nüketü’l-Mesâil ....................................................................................................................... 37
d. Tezkiretü’l Meseleyn fî Hilâfi beyne Mezhebeyn el-Hanefî ve’ş-Şâfiî ........................................ 37
4. Cedel .................................................................................................................................................. 38
a. el-Mulahhas fî’l-Cedel fî Usûli’l-Fıkh .......................................................................................... 38
b. el-Maûne fî’l-Cedel ...................................................................................................................... 38
c. Munazarat ..................................................................................................................................... 39
5. Diğer Eserleri ...................................................................................................................................... 40
a. Tabakâtu’l-Fukahâ ........................................................................................................................ 40
b. el-Hudûd ....................................................................................................................................... 41
c. Akîdetu’s-Selef ............................................................................................................................. 41
d. Mulahhas fî’l-Hadîs ...................................................................................................................... 41
e. el-Fetâvâ ....................................................................................................................................... 42
f. Nushu Ehli’l-İlm ........................................................................................................................... 42
İKİNCİ BÖLÜM ............................................................................................................................. 43
EMİR ........................................................................................................................................... 43
I. GENEL OLARAK EMİR .................................................................................................................... 44
A. Emrin Tanımı ........................................................................................................................... 44
1. Etimolojik Olarak Emir ....................................................................................................................... 44
2. Terim Olarak Emir .............................................................................................................................. 44
B. Emre Dair Temel Meseleler ..................................................................................................... 48
1. Emrin Mucebi ..................................................................................................................................... 48
2. Emrin Tekrara Delaleti ....................................................................................................................... 49
3. Emrin Fevre Delaleti ........................................................................................................................... 51
II. ŞİRAZİ’DE EMİR ............................................................................................................................ 53
A. Emrin Tanımı ve Tahlili ........................................................................................................... 53
1. Terim Olarak Emir .............................................................................................................................. 53
2. Emrin Tanımında İrade Problemi ....................................................................................................... 55
3. Emrin Sîgası ........................................................................................................................................ 59
B. Emrin Mucebi .......................................................................................................................... 63
1. Mutlak Emrin Mucebi ........................................................................................................................ 63
2. Yasaklamadan Sonra Gelen Emrin Mucebi ........................................................................................ 66
vi
3. Vücubiyetin Kastedilmediği Şer‘î Emirler ........................................................................................... 70
4. Mendubun Hakiki Olarak Emir Sayılıp Sayılmayacağı ......................................................................... 70
C. Emrin Tekrara Delaleti ............................................................................................................ 72
1. Mutlak Emrin Tekrara Delaleti ........................................................................................................... 72
2. Mukayyet Emrin Tekrara Delaleti ...................................................................................................... 79
3. Şart ile Mukayyet Emrin Tekrara Delaleti........................................................................................... 79
4. Emrin Tekrarında İkinci Emrin İktizası Meselesi ................................................................................. 81
D. Emrin Fevre Delaleti ............................................................................................................... 82
E. Emrin İczâya Delaleti ............................................................................................................... 89
1. Emredilen Şeyi Emredildiği Kadarından Daha Fazla Yapmak.............................................................. 91
2. Emredilen Şeyi Emredildiği Kadarından Daha Az Yapmak .................................................................. 92
F. Emrin Yerine Getirilmesi .......................................................................................................... 93
1. Edâ, İâde, Kazâ ................................................................................................................................... 93
a. Edâ ................................................................................................................................................ 93
b. İâde ............................................................................................................................................... 94
c. Kazâ .............................................................................................................................................. 94
d. Kazâyı Gerektiren Emir ................................................................................................................ 95
2. Emredilen Fiilin Hemen Yapılması veya Son Vakte Ertelemenin Cevazı ............................................. 96
G. Teklifi Hükmün Çeşitleri .......................................................................................................... 99
1. Vacibin Tanımı .................................................................................................................................... 99
2. Farz‐Vacip Ayrımı ............................................................................................................................. 100
3. Sünnet .............................................................................................................................................. 102
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ....................................................................................................................... 103
NEHİY ........................................................................................................................................ 103
I. GENEL OLARAK NEHİY ................................................................................................................. 104
A. Nehyin Tanımı ....................................................................................................................... 104
1. Etimolojik Olarak Nehiy ........................................................................................................ 104
2. Terim Olarak Nehiy ............................................................................................................... 104
B. Nehye Dair Temel Meseleler ................................................................................................. 104
II. ŞİRAZİ’DE NEHYİN TANIMI VE TAHLİLİ ........................................................................................ 105
A. Nehyin Tanımı ....................................................................................................................... 105
B. Nehyin Kapsamına Mekruhun Girip Girmeyeceği ................................................................. 105
C. Nehyin Sîgaları ...................................................................................................................... 106
D. Nehyin Mucebi ...................................................................................................................... 107
E. Nehyin Tekrara ve Devama Delaleti ...................................................................................... 108
F. Nehyin Fevre Delaleti ............................................................................................................ 109
vii
G. Nehyin Zıddının Mucebi ........................................................................................................ 110
J. Nehiy‐Fesad İlişkisi ................................................................................................................. 110
III. EMİR VE NEHYİN MUHATAPLARI ............................................................................................... 112
A. Hz. Peygamber’in Durumu .................................................................................................... 113
B. Unutanlar ve Gafillerin Durumu ........................................................................................... 115
C. Çocuk ve Delinin Durumu ...................................................................................................... 116
D. Sarhoşun Durumu ................................................................................................................. 116
E. Mükrehin Durumu ................................................................................................................. 117
F. Kölelerin Durumu .................................................................................................................. 117
G. Kadınların Durumu ............................................................................................................... 118
J. Kâfirlerin Durumu .................................................................................................................. 122
SONUÇ ...................................................................................................................................... 128
BİBLİYOGRAFYA ......................................................................................................................... 133
viii
KISALTMALAR
A.e. Aynı eser
b. Baskı
b. İbn
bkz. Bakınız
C. Cilt
çev. Çeviren
h. Hicrî
s. Sayfa
S. Sayı
DİA. Diyanet İslam Ansiklopedisi
thk. Tahkik eden
t.y. Tarih yok
ö. ölüm
y. y. Yayın yeri yok
yay. haz. Yayına hazırlayan
yay. y. Yayımcı yok
2
I. ARAŞTIRMANIN MAHIYETİ VE ÖNEMİ
Şerhu’l-Luma‘, Luma‘ ve et-Tebsıra adlı eserlerine emir konusuyla başlayan
Şîrâzî, teklif kabilinden Allah ve Resûlu’nün hitabının, emir ya da nehiyden oluşması
hasebiyle bu konuyu diğer konulara öncelediğini söylemektedir. Aynı şekilde Serahsî
de usûl kitabına emir konusuyla başlamakta ve bu konunun Allah’ın insanları
imtihan etmesinde, helal ve haramın bilinmesinde temel olduğunu söylemektedir.
Fukahânın bu konuya vurgu yapmasının nedeni, İslam hukukuna bakıldığında
anlaşılmaktadır. Zira İslam hukukunun muamelât, ukubât, ibadâta dair konuları
incelendiğinde bu konuların emir ve nehiyle bizatihi bağlantıda olduğu görülür.
Kılınan namazlarda, tutulan oruçlarda, alış-verişlerde, nikahta, cezada vs. bilinmesi
gereken temel nokta bir Müslümanın neyle emredilip neyden alıkonulduğudur. Bu
nedenle de ilk dönemlerden itibaren Müslümanların çabası bu hususları öğrenmeye
odaklanmıştır.
Emir ve nehyin usûl ilminde esaslı mevzulardan biri olmasının nedeni ise
Müslümanın hayatını kuşatan furu‘ hükümlerin temelini oluşturması hasebiyledir.
Usûl ilminde Kur’an ve sünnette geçen emir ve nehiylerin, neyi ifade ettiği, fevre ve
tekrara delalet edip etmediği meselesi, emir bahislerinin temel konusunu
oluşturmaktadır. Emir bahsi ulema arasında birçok ihtilafın da merkezindedir.
Özellikle emirde iradenin olup olmadığı meselesi Mutezile ile Ehl-i Sünnet arasında
tartışılmış kadim meselelerden biridir. Aynı şekilde emredilen şeyin emredildiği
şekliyle yerine getirilmesi (emrin iczâya delaleti), ya da emredildiğinden daha fazla
veya eksik yerine getirilmesi tartışılmış mevzular arasındadır. Bununla birlikte emir
ve nehyin muhatablarının kimler olduğu incelenmesi gereken önemli meselelerden
bir diğeridir. Bir Müslümanın, şer‘i hükümleri yerine getirmesi, Kur’an ve sünneti
daha iyi anlaması açısından oldukça önemli gördüğümüz bu konu, tezin ana konusu
olarak seçilmiştir.
Emir ve nehiy meselesinin Şîrâzî’nin zaviyesinden sunulmasının nedeni ise
Şîrâzî’nin özellikle Şâfiî mezhebindeki önemine dayanmaktadır. Şîrâzî’nin usûle dair
görüşleri furu‘ kadar iltifata mazhar olmasa da furu‘a dair görüşlerinin
anlamlandırılması açısından oldukça önemlidir. Bu tezde usûl görüşleri arasında emir
3
ve nehiy konusunun seçilmesi hem İslam hukuku açısından oldukça önemli bir konu
olması hem de Şîrâzî’nin en çok önemsediği konulardan biri olması hasebiyledir.
Hem usûl hem de furu‘da birçok eser bırakan Şîrâzî’nin özellikle el-Mühezzeb
adlı eseri Şâfiî fıkhının temel metinlerinden biri olarak görülür. Gazzâlî’nin el-Vasît
adlı eseri ile birlikte mezhepte en çok iltifat edilen el-Mühezzeb, medreselerde ders
kitabı olarak okutulmuş, şerhedilmiş ve inceleme konusu olmuştur. el-Mühezzeb’i
yazdıktan sonra Şîrâzî’nin “Eğer bu kitap Hz Peygamber’e arz edilseydi ümmetime
emrettiğim şeraitim işte budur derdi” değerlendirmesinde bulunması kanaatimizce
önemli bir husustur. Aynı şekilde et-Tenbih adlı eseriyle de Şîrâzî, mezhebte oldukça
iltifat görmüş biridir. İmam Nevevî’den naklen bu kitabın Şâfiîler arasında tedvin
edilmiş en meşhur beş kitaptan biri olduğunu ifade edilmektedir. Bu nedenle
Şîrâzî’nin anlaşılması Şâfiî mezhebinin anlaşılması için önemli bir mukaddimedir.
Çünkü özellikle et-Tenbîh ve el-Mühezzeb adlı eserleriyle Şîrâzî, Şâfiî mezhebinin
köşe taşlarından biridir.
Şîrâzî’nin fukaha arasında iltifata mazhar oluşu sadece eserleriyle değil aynı
zamanda takvası, verası, cömertliği ve ilme olan iştiyakıdır. Her kıyası bin defa
tekrar eden, bir meseleye dair şâhid, delil olacak bir beyit olursa, o beytin bulunduğu
kasîdenin tamâmını ezberlediği söylenilen Şîrâzî, hayatı boyunca ilimle uğraşmıştır.
Öğrencilerinden aktarıldığı üzere öğrendiklerini uygulayan Şîrâzî, sahibine fayda
vermeyen ilmin kişiyi âlim yapsa da amil yapamayacağını söylemiştir. Hilaf ilminde
de döneminin en iyisi olarak görülen Şîrâzî’nin, hilafa dair meseleleri fatihayı ezbere
bildiği gibi bildiği söylenmektedir.
Eserlerinin çokluğu ve çeşitliliğinin yanı sıra Şîrâzî öğrencilerinin çokluğuyla
da temayüz etmektedir. Yaklaşık olarak 30 yıl boyunca ders veren Şîrâzî, uslubunun
ve ahlakının güzelliği nedeniyle etrafında birçok öğrenci toplanmıştır. Şîrâzî’yi
birçok öğrencinin hocası kılan önemli hususlardan biri de Fatimîler’in açmış olduğu
Ezher Medresesi’nde yetişen Şiî-Batinî dâilerin çalışmalarına karşılık Selçukluların
kurduğu Nizâmiye Medresesi’nin ilk hocası olmasıdır. Horasan taraflarına gittiğinde
uğradığı her beldenin ve köyün kadısının veya müftüsünün yahut da hatibinin
4
talebelerinden veya ilim arkadaşlarından olduğunu söyleyen Şîrâzî’nin bu sözleri,
öğrencilerinin çokluğunu kanıtlar mahiyettedir.
Bu tez üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm Şîrâzî’nin yaşadığı çağ,
hayatı, ilmî gelişimi, hocaları, öğrencileri ve eserlerini konu edinmektedir. İkinci
bölümde genel olarak emir konusu anlatıldıktan sonra Şîrâzi’nin emre dair görüşleri
yer almaktadır. Üçüncü bölümde de aynı şekilde genel olarak nehiy konusu
anlatıldıktan sonra Şîrâzi’nin nehye dair görüşleri yer almaktadır.
II. ARAŞTIRMANIN KAYNAKLARI
Birinci bölümünde Şîrâzî’nin hayatına geçmeden önce Şîrâzî’yi daha iyi
anlamaya vesile olacağını düşündüğümüz, dönemin siyasî, sosyal ve kültürel
durumuna ait genel bilgiler verilmiştir. Bu bölümün hazırlanmasında İbnü’l-Esîr’in
(ö. 630/1232) el-Kâmil fi’t-Târîh adlı eseri, İbn Kesîr’in el-Bidâye ve’n-Nihâye adlı
eseri ile İbnü’l-Cevzî’nin (ö. 597/1200), el-Muntazam fî Târîhi Mulûk ve’l-Ümem
adlı eseri temel alınmıştır. Bu kitaplarla birlikte konuyla ilgili DİA maddeleri ve o
dönemi anlamaya katkı sağlayacağını düşündüğümüz bazı eserler kullanılmıştır.
Birinci bölümün devamında daha önce herhangi bir Türkçe tez çalışmasına
konu edinilmediği için Şîrâzî’nin hayatına ayrıntılı bir şekilde değinilmeye
çalışılmıştır. Şîrâzî’nin hayatının hazırlanmasında ise temel kaynak olarak İbnü’s-
Subkî’nin Tabakâtu’ş-Şâfiîyyeti’l-Kübrâ’sı kullanılmıştır. Bu kaynağa ek olarak
Zehebî’nin (ö. 748/1347), Târîhü’l-İslâm ve Vefeyâtü’l-Meşâhîr ve’l-A‘lâm’ı,
Hayreddin Zirikli’nin el-A‘lâm: Kamûsu Terâcimi li-Eşheri’r-Ricâl ve’n-Nisâ’sı,
Safedî’nin (ö. 764/1362) el-Vâfî bi’l-Vefeyât’ı, Nevevî’nin (ö. 676/1277) Tehzîbü’l-
Esmâ ve’l-Lugât’ı, İbn Hallikân’ın (ö. 681/1282) Vefeyâtü’l-A’yân ve Enbâu
Ebnâi’z-Zamân’ı, İbn Asâkir’in (ö. 571/1175) Tebyînu Kezibi’l-Müfterîsi, Ömer Rıza
Kehhâle’nin Mu‘cemu’l-Muellifîn: Terâcimu Musannifi’l Kutubi’l-Arabiyye’si,
İbnü’l-İmâd’ın (ö. 1089/1678) Şezerâtü’z-Zeheb fî Ahbâri men Zeheb’i, el-
Hamevî’nin (ö. 626/1228) Mu‘cemü’l-Büldân’ı, Semânî’nin (ö. 562/1166) el-
Ensâb’ı, Cemalüddîn Esnevî’nin (ö. 772/1370) Tabakâtü’ş-Şâfiîyye’si, İbn Kadi
Şühbe’nin (ö. 851/1448) Tabakâtü’ş-Şâfiîyye’si, Abdulmecid et-Türkî’nin, Şerhu’l-
5
Luma‘ya yaptığı mukaddimesi, Muahmmed Hasan Heyto’nun el-İmam eş-Şîrâzî:
Hayâtuhu ve Ârâuhu’l-Usûliyye’si, ve bazı DİA maddelerinden yararlanılmıştır.
İkinci ve üçüncü bölümü hazırlanmasında ise, Şîrâzî’nin Şerhu’l-Luma‘sı temel
alınmak üzere Luma‘, et-Tebsıra adlı usûl eserleriyle yer yer diğer kitapları
kullanılmıştır. Konunun anlaşılması için bir takım modern veya klasik usûl eserleri
okunmuştur. Bu bağlamda Ali İhsan Pala’nın İslam Hukuk Metodolojisinde Emir ve
Yasakların Yorumu, İbnu’l-Emîn’nin Telhis’i, Haydar Efendi’nin Fıkıh Usûlü
Dersleri adlı kitabı ve Usûlu’s-Serahsî, et-Tavzîh, el-Fusûl, Takvîmu’l-Edille, el-
Burhân, el-İhkâm, el-Mahsûl, gibi bazı usûl kitaplarının emir bahisleri incelenmiştir
Ayrıca daha önce emir ve nehiy üzerine yapılan basılmamış tezlerde bu çalışma
hazırlanılırken istifade edilen kaynaklar arasındadır.
III. ARAŞTIRMANIN METODU
Öncelikle konuyla alakalı yapılmış kitap, makale, tez gibi çalışmalar genel
olarak okunmuştur. Daha sonra çalışmada takip edilecek plan yapılmış, bu plan
ışığında konular sistematik ve programlı bir şekilde ele alınmıştır. Parçadan bütüne
giden tümevarım yöntemiyle hazırlanan bu tezde her konu ayrı ayrı olarak
hazırlanmıştır. Konular hazırlanırken öncelikle Şîrâzî’nin Şerhu’l-Luma‘sı tercüme
edilmiş daha sonra aynı konular Luma‘ ve et-Tebsıra adlı eserleriyle
karşılaştırılmıştır. Usûle dair en geniş eser olması hasebiyle Şerhu’l-Luma‘ esas
alınmıştır. Şerhu’l-Luma’da yer almayan isimler ve açıklamalar gerekli olan yerlere
eklenmiştir. Luma‘, Şerhu’l-Luma‘ ve et-Tebsıra’daki yaklaşık olarak iki yüz elli
sayfalık emir bahisleri tercüme edildikten sonra konunun sunulmasına başlanmıştır.
Konu sunulurken ilk olarak konuyu oluşturan mevzu bazı temel usûl kitapları ve
konuyla alakalı çalışmalardan ayrıntılı bir şekilde incelenmiş daha sonra konunun
yazılmasına gidilmiştir.
Aynı metod Şîrâzî’nin hayatının anlatılmasında da takip edilmiştir. Tabakat
kitaplarından Şîrâzî’nin hayatını kapsamlı şekilde ele alan İbn Subki’nin Tabakat’ı
esas alınarak tercüme edilmiş daha sonra diğer tabakat kitaplarında yer alan gerekli
6
bilgiler uygun yerlere yerleştirilmiştir. Ayrıca Şîrâzî’nin hayatını konu edinen
Arapça eserlerden de yararlanılmıştır.
IV. ARAŞTIRMANIN AMACI
Bu çalışma, Ebû İshâk eş-Şîrâzî’nin emir ve nehye dair görüşlerini objektif bir
şekilde sunmayı amaçlamaktadır. Emir ve nehiy konusunun seçilmesinin nedeni
usûle dair en temel meselelerden biri olmasından ileri gelmektedir. Ebû İshâk eş-
Şîrâzî’nin seçilmesinin amacı ise Şâfiî ekolünde oldukça önemli olan bu ismin usûl
görüşlerinin ortaya konulmasının gerekliliğidir. Şîrâzî’nin emir ve nehiy görüşlerinin
sunulmasıyla hem Şîrâzî’nin usûl konularına yaklaşımının belirlenmesi, hem de Şâfiî
mezhebinin anlaşılmasına katkı sağlanılması hedeflenmiştir. İslam dünyası açısından
oldukça önemli olan bu asırların anlaşılması da tezin hedefleri arasındadır. Bu açıdan
bu tezin ana hedefi geçmişi keşfe yöneliktir. Bununla birlikte temel olarak emir ve
nehiy meselelerini ortaya koymaya çalışan bu tez, modern problemlere nokta atışı
cevaplar vermemesine rağmen genel olarak şer‘i hükümlerin anlamlandırılması
hususunda modern dönemdeki insana da hitap etmektedir.
V. KONUYLA ALAKALI YAPILMIŞ ÇALIŞMALAR
Şîrâzî’nin hayatıyla alakalı tespit edebildiğimiz kadarıyla İslam âlimleri
Ansiklopedisindeki “Şîrâzî” maddesi ve Bilal Aybakan’ın Diyanet İslam
Ansiklopedisinde yazdığı “Şîrâzî” maddesi dışında kaynak bulunmamaktadır.
Arap dünyasında ise Şîrâzî hakkında birçok çalışma yapılmıştır. Bu
çalışmalardan ulaşabildiğimiz kadarıyla Muhammed Hasan Heyto’nun, el-İmam eş-
Şîrâzî: Hayâtuhu ve Ârâuhu’l-Usûliyye, adlı eseri en önemli eserlerden biridir.
Ayrıca Abdulmecîd et-Türkî’nin Şerhu’l-Luma adlı esere yaptığı mukaddime, İhsan
Abbasın Tabakatu’l-Fukaha adlı esere yaptığı mukaddime ve Zekeriya Abdurrezzak
Mısrî’ni en-Nüket adlı eserine yaptığı mukaddime konuyla alakalı yapılmış önemli
çalışmalardandır.
Emir ve nehiy konusu ise önemine binaen birçok teze konu olmuştur. Bu
tezlerde İslam hukuku ile alakalı olanlardan bazılları şunlardır:
7
DOKTORA TEZLERİ
1- Ali İhsan Pala, İslam Hukuk Metodolojisinde Emir Ve Nehyin Yorumu,
Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, 1995.
2- Orazsahet Orazov, İslam Hukuk Metodolojisinde İmam Serahsi`ye göre
Emir ve Nehiy, Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi,
Bursa, 1995.
3- Mübariz Camalov, Abdülaziz Buhari’ye göre “Emir” Kavramı, Marmara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, İstanbul, 2006.
4- Abdurrahman Büyükkörükçü, Kur`an-ı Kerim'de Resulullah'a Yöneltilen
Emir Ve Nehiyler, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora
Tezi, Konya, 1999.
YÜKSEK LİSANS TEZLERİ
1- Recep Cici, Serahsi, Gazzali ve İbnü’l-Humam’a Göre Emir-Nehiy
Tahlili, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi,
İstanbul, 1985.
2- Ali Serenli, İslam Hukuku Usûlünde Emir, Ondokuz Mayıs Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, 2000.
3- Hüseyin Koç, Serahsi ve Amidi’ye Göre Emir, Cumhuriyet Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, 1995.
4- Muharrem Midilli, Hicri V. asır fıkıh usûlü eserlerinde emrin delaleti
tartışmaları, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans
Tezi, İstanbul, 2007.
5- Yusuf İbrahim Yücel, İslam Hukuk Usûlünde Nehiy, Ondokuz Mayıs
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, 2007.
KİTAPLAR
1- Yasin Casim Muheymed, el-Emr ve’n-Nehy inde Ulemai’l-Arabiyye
ve’l-Usûliyyin,Beyrut, Dâru İhyai’t-Türasi’l-Arabi, 2001.
8
2- Ebû Saîd Salâhuddin Halil b. Keykeldi b. Abdullah Alai, Tahkikü'l-
Murad fî enne'n-Nehye Yaktadi'l-Fesad, thk. İbrâhim Muhammed
Selkayni, Dımaşk : Dârü'l-Fukar, 1982.
3- Yaşar Nuri Öztürk, Kur'an'ın Temel Buyrukları (Emirler ve
Yasaklar), İstanbul, Yeni Boyut Yayınları, 1997.
4- H. Mustafa Bildik, İslamiyetteki Beş Emir, İzmir, İstiklal Matbaası,
1967.
5- Ali İhsan Pala, İslam Hukuk Metodolojisinde Emir ve Yasakların
Yorumu, Ankara, Fecr Yayınları, 2009.
MAKALELER
1- Hasan Ali Görgülü, İslâm Hukukçularının Şer‘Î Emirlerin Delaleti
Konusundaki İhtilafları ve Bunun Hüküm İstinbatına Etkisi,
Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2005/2, sayı:
15.
2- Lütfi Şentürk, Hutbe: İslam'da Önemli Emirler ve Yasaklar, Diyanet
İlmi Dergi [Diyanet İşleri Başkanlığı Dergisi], 1968, cilt: VII, sayı: 77.
3- Ali İhsan Pala, İhtiyârâtü’l-İmâm Seyfiddîn El-Âmidî Fî Delâleti’l-
Emr, Editör: Ahmet Erkol, Abdurrahman Adak, İbrahim Bor,
Uluslararası Seyfuddîn Âmidî Sempozyumu Bildirileri = International
Conference on Sayf al-Din al-Amidi Papers, 2009.
4- Mübariz Camalov, Abdülaziz Buhari’ye Göre Emr Mefhumu, Bakı
Devlet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nin Elmi Mecmuasi = Bakü Devlet
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nin İlmi Mecmuası, 2008, sayı: 10.
5- Nuri Kahveci, Fıkıh Usûlü Açısından Emrin Delaleti ve Emre Delalet
Eden Lafızlar Üzerine Bir Değerlendirme, Kahramanmaraş Sütçü
İmam Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2009, cilt: VII, sayı: 14.
10
I. YAŞADIĞI ÇAĞ (HİCRÎ BEŞİNCİ ASIR)
Şîrâzî’nin ilmî kimliğinin daha iyi analiz edilebilinmesi için içinde yaşamış
olduğu hicrî beşinci asrın siyasî, sosyo-ekonomik ve kültürel yapısının incelenmesine
ihtiyaç duyulmaktadır. Bu nedenle Şîrâzî’nin hayatına geçmeden önce hicrî beşinci
asrın siyasî, sosyo-ekonomik ve ilmî durumu incelenecektir.
A. Siyasî Durum
Şîrâzî’nin yaşadığı yer ve zaman düşünüldüğünde Abbâsîler, Büveyhîler ve
Selçuklu Devletlerini incelemek gerekecektir. Şîrâzî, Abbâsî halifelerinden el-Kadîr,
el-Kaim, el-Muktedî döneminde; Büveyhî devletinden, Behâuddevle, Sultanuddevle,
Müşerrefuddevle ve Melikurrahim döneminde; Selçuklulardan ise Tuğrul Bey,
Alparslan ve Melikşah’ın yönetimde olduğu dönemlerde bulunmuştur.1
Şîrâzî’nin yaşadığı V/XI asır Abbâsîler’in hilafette olduğu yıllara
rastlamaktadır. Ancak bu dönemde Abbâsî devletinin merkezî gücü yarı bağımsız
devletlerin ortaya çıkması, isyanların baş göstermesi nedeniyle zayıflamıştır.
Büveyhîlerde ise Bahaüddevle uzun süren çabalardan sonra bir ölçüde devletin
birliğini sağlamaya muvaffak olmuşsa da Irak’taki Büveyhî nüfuzu gittikçe azalmaya
başlamıştır. Bahâüddevle’nin 403/1012 yılında ölümünden sonra2 oğulları arasında
uzun süren bir hâkimiyet mücadelesi nedeniyle Büveyhîler parçalanmaya
başlamıştır.3
1 İbnü’l-Esîr, İzzüddin Ebû’l-Hasan Ali b. Muhammed b. Abdilkerîm el-Cezerî (ö. 630/1232), el-
Kâmil fi’t-Târîh, thk. Ebû Fidâ Abdullah el-Kadî, I-XI, Beyrût, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1987, C. IX, s. 20-80; İbn Kesîr, Ebû’l-Fidâ İsmail b. Ömer İbn Kesîr, (ö. 774/1372), el-Bidâye ve’n-Nihâye, thk. Abdullah et-Türkî, I-XXI, Dâru’l-Hicr, C. XII, s. 212; Muhammed Hasan Heyto, el-İmam eş-Şîrâzî: Hayâtuhu ve Ârâuhu’l-Usûliyye, Şam, Dâru’l-Fikr, 1980, s. 25-37; Türkî, Mukaddime Şerhu’l-Luma‘, I-II, Tunus, Dâru’l-Ğarbi’l-İslamî, 2008, C. I, s. 9-10; Hakkı Dursun Yıldız, “Abbâsîler”, DİA, C. I, s. 35, Erdoğan Merçil “Büveyhiler”, DİA, C. VI, s. 476, Faruk Sümer, “Selçuklular”, DİA, C. XXVI, s. 365.
2 A.e., s. 241; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, C. XI, s. 352. 3 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târih, C. IX, s. 241.
11
Büveyhîler bu dönemde hakim oldukları bölgelerden Kirman’ın hakimiyetini
Selçuklulara kaptırmışlar, ellerinde sadece Irak ve Fars bölgeleri kalmıştır. Ancak
Melikurrahîm bu iki bölgeye hakim olmak için hem kardeşleriyle hem de
Selçuklularla mücadele etmek zorunda kalmıştır. Halife Kâim-Biemrillâh bu sırada
Büveyhîler’in ve Türk askerlerinin komutanı olan Ebü’l-Haris Arslan Besâsîrî’nin
baskısı altında kalmaktadır.4 Bundan dolayı Abbâsî halifesi Selçuklu Sultanı Tuğrul
Bey’i Bağdat’a davet etmiş ve kendisini bu güç durumdan kurtarmasını istemişti. Bu
ısrarlı davetler sonucu harekete geçen Tuğrul Bey, 447/1055’te İslâm dünyasının o
zamanki merkezi olan Bağdat’a girmiştir.5
B. Sosyo-Ekonomik Durum
Bir yerin siyasi durumu oranın sosyo-ekonomik yapısını da etkilemektedir. Bu
dönemde otorite zayıflığı nedeniyle görülen hâkimiyet mücadeleleri toplumun sosyo-
ekonomik yapısını etkilemiştir. Ayrıca bu dönemde yaşanan deprem, sel gibi doğal
felaketlerin de etkisiyle hicrî beşinci asır ekonomik sıkıntıların yaşandığı bir dönem
olmuştur. Bu zorluklarla birlikte toplum içinde görülen mezheb veya sosyo-
ekonomik kaynaklı çatışmalar da toplumu olumsuz yönde etkileyen faktörlerden bir
diğeridir. İlmi hayatı anlatırken ayrıntılı olarak duracağımız Hanbelîler ile Şâfiîler
arasındaki çatışma bu duruma birer örnektir.6
C. İlmî Durum
Hicrî 5. asır siyasî, sosyal ve iktisâdî problemlerin aksine ilmî hayat açısından
oldukça verimli bir dönem olmuştur. Siyasî yönetimin bu dönemde ilim adamlarına
göstermiş olduğu teveccüh, aklî ve naklî ilimlerde pek çok büyük âlimin yetişmesini
ve birçok eserin ortaya konmasını sağlamıştır. Nizâmülmülk’ü büyük övgüyle anan
4 A.e., s. 601. 5 A.e., s. 609. 6 A.e., s. 428; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, C. XII, s. 240.
12
Subkî Tabakât’ında onun ulemaya olan saygısından bahsetmektedir.7 Yine bu
dönemde âlimlerin Hicaz, Mısır, Basra, Halep, Şîrâz, Bağdat’a yaptıkları ilmî
seyahatlerin çokluğu ve farklı alanlardaki çeşitli hocalardan ders almaları ilmî
durumu zenginleştiren en önemli faktörlerden biridir.
Özellikle fıkıh, cedel, hilâf, hadis, tefsir, tasavvuf, sarf, nahiv, belağat, felsefe
gibi ilimlerin yanı sıra tarih, coğrafya gibi ilimlerde de büyük ilerlemeler
kaydedilmiş ve bu alanlarda ciddi eserler ortaya konmuştur.8
Bu dönemin dinî hayatına bakıldığında ise; dört Sünnî mezhepten biri olan
Hanefî mezhebinin yayılma sahası Belh, Rey, Buhara, Semarkant ve Irak gibi
şehirler iken, ikinci büyük Sünnî mezhep olan Şâfiîliğin önceleri Mısır, daha
sonraları ise Suriye ve Irak bölgeleri olmuştur. Fatimîler’in açmış olduğu Ezher
Medresesi’nde yetişen Şiî-Batinî dâilerin çalışmalarına karşılık Selçuklular Nizâmiye
Medresesi’ni kurmuşlardır. Bu medresede, Arap toplumu tarafından daha çok
benimsenen Şâfiî merkezli eğitim sistemi uygulanarak Şiî propagandası etkisiz hale
getirilmek istenmiştir. Bu dönemde yönetim tarafından desteklenmeyen Hanbelî
mezhebi ise çok fazla yayılma imkânı bulamamıştır. Malikî mezhebi de aynı şekilde
varlığını sürdürmekle birlikte çok etkin bir konumda olmamıştır. Bu dönemde
yaşayan dört Sünnî mezhebin yanında Zahirî ve Evzaî mezhepleri de kısmen
varlıklarını sürdürmüşlerdir.9
Hicrî beşinci asırda yaşayıp Şîrâzî ile aynı coğrafyayı paylaşmış olan dört
Sünnî mezhep ile Zahirî ve Mutezile mezheplerinden öne cıkmış fukahâdan bir kaçı
şöyledir;
7 İbnü’s-Subkî, Abdulvehhab b. Ali b. Abdilkâfî Subkî (ö. 771/1370), Tabakâtu’ş-Şâfiîyyeti’l-
Kübrâ, thk. Mahmûd Muhammed Tanahî, Abdülfettah Muhammed el-Hulv, I-X, Kahire, Matbaatu İsâ el-Babî el-Halebî, 1964, C. IV, s. 209.
8 Bu ilimler ve bu alanlarda yetişen âlimler için bkz. Heyto, el-İmam eş-Şîrâzî: Hayâtuhu ve Ârâuhu’l-Usûliyye, s. 37-55.
9 Ahmet Yaşar Ocak, “Selçuklular”, DİA, C. XXVI, s. 375; Türkî Abdu’l-Mecîd, Mukaddime Şerhu’l-Luma‘, I-II, Tunus, Dâru’l-Ğarbi’l-İslamî, 2008, C. I, s. 20; Heyto, el-İmam eş-Şîrâzî: Hayâtuhu ve Ârâuhu’l-Usûliyye, s. 45-55.
13
1. Şâfiî Mezhebi
Nişabur merkezli Selçuklu yönetimi Tuğrul Bey zamanında Hanefî mezhebini
desteklediyse de daha sonra bu siyasetten vazgeçmiştir. Alparslan ve Melikşâh
dönemlerinde Nizamülmülk’ün de etkisiyle Şâfiî mezhebine daha çok özen
gösterilmiştir.10
Ebû’l-Feth Süleyman er-Râzî (ö. 448/1055), Ebû’t-Tayyib et-Taberî (ö. 450/
1055), Ebû Nasr b. Sabbâğ (ö. 477/1084), Maverdi (ö. 450/1058), Cüveynî (ö.
478/1083), Şîrâzî döneminde yaşamış önemli Şâfiî âlimlerindendir. Özellikle Ebû’t-
Tayyib et-Taberî’nin öğrenciliğinde bulunan Şîrâzî en çok istifade ettiği hocalardan
biri olarak onun ismini anmaktadır. Şîrâzî’nin vefatından yaklaşık olarak otuz yıl
sonra vefat eden Gazzâlî (ö. 505/1111), yine Şîrâzî döneminde yaşamış bir diğer
önemli Şâfiî fukahâsındır.11 Ayrıca bu dönemde Şîrâzî’nin ders meclisinde
bulunduğu isimleri zikredilmeyen birçok Şâfiî fukahâsı da bulunmaktadır.
2. Hanefî Mezhebi
Bu dönemde Hanefî mezhebinden Şîrâzî’yle aynı toprakları paylaşan en önemli
isimler; Ebû’l Hüseyin (Hasan) Ahmed b. Muhammed el-Kudûrî (ö. 428/1037), Ebû
Abdullah es-Saymerî (ö. 436/ 1045), Ebû Abdullah ed-Dâmeğanî (ö. 478/1085)’dir.12
447/1055 yılında Selçukluların Bağdat’a girmesi ve Selçuklu Türklerinin Hanefî
olması nedeniyle devlet desteğini alan Hanefî mezhebi bu dönemde daha da
güçlenmiştir. Selçuklu hükümdarlarından Tuğrul Bey ve veziri Amidülmülk el-
Kundurî, Hanefi mezhebini devletin resmi mezhebi yapmak istemişlerdir.13
10 Faruk Sümer, “Selçuklular”, DİA, C. XXVI, s. 375. 11 Türkî, Mukaddime Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 21; Heyto, el-İmam eş-Şîrâzî: Hayâtuhu ve
Ârâuhu’l-Usûliyye, s. 45. 12 Türkî, Mukaddime Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 19. 13 A.e., s. 20.
14
3. Malikî Mezhebi
Bu dönemde Malikî ulemanın sayısı Irakta oldukça azdır. Çünkü bu dönemde
ya Fas ya da Ebû Velid el-Bacî (ö. 474/1081) gibi Endülüs’te bulunmaktadırlar.
Bununla birlikte Ebû Muhammed Abdulvehhâb b. Ali b. Nasr el-Malikî gibi önemli
isimler Irak bölgesinde yaşamıştır.14
4. Hanbelî Mezhebi
Hicrî beşinci asırda yaşayıp Şîrâzî ile aynı coğrafyayı paylaşan, Hanbelî
mezhebine mensup en önemli isimlerden biri Kâdî Ebû Ya‘lâ (ö. 458/1066)’dır.
Bunun dışında Hanbelî mezhebi bu dönemde varlığını sürdürmekle birlikte çok etkin
olamamıştır. Ancak bu dönemde Şîrâzî’nin de müdahele ettiği Hanbelîler ile Eşarîler
arasında gerçekleşen çatışma dönemin önemli olayları arsında yer almaktadır.
Bağdat’ta Hanbelîlerle Eşarîler arasında bir çatışmanın yaşandığı ve Şîrâzî’nin
bu çatışmaya müdahalesini zikretmekte fayda vardır.
Hicrî 465 veya İbn Cevzî’ye göre hicrî 46915 senesinin Şevval ayında
Hanbelîlerle Eşarîler arasında meydana gelen olay şu şekilde cereyan etmiştir: İbn
Kuşeyrî Bağdat’a gelmiş, Nizâmiye Medresesi’nde oturarak Hanbelîleri eleştirmeye,
aleyhlerinde konuşmaya başlamış, onları Mücessime mezhebine mensup olmakla
itham etmiştir. Ebû Sa‘d es-Sufî de bu hususta ona destek vermiş ve Şeyh Ebû İshâk
eş-Şîrâzî de onunla aynı görüşleri paylaşmıştır. Bu duruma kızan Hanbelîler şiddete
başvurmuşlardır. Nizâmülmülk’e bir mektup yazarak Hanbelîlerden şikâyetçi olan
Şîrâzî, onlara karşı kendilerine yardımcı olmalarını istemiştir. Bir cemaatle
Hanbelîlerin şeyhi Şerif Ebû Cafer b. Ebû Musa’nın mescidine giderek onunla
görüşmüş, başkaları da onu müdafaa etmişlerdir. Bu sebeple iki taraf çatışmış ve bu
çatışma esnasında Suku’t-Tıbn (saman çarşısı)’daki bir terzi öldürülmüş, başkaları da
14 A.e., s. 20-21. 15 İbnü’l-Cevzî, Ebû’l-Ferec Abdurrahman b. Alî b. Muhammed b. Cevzî (ö. 597/1200), el-
Muntazam fî Târîhi Mulûk ve’l Ümem, thk. Muhammed Abdulkadir Ata, Mustafa Abdulkadir Ata, I-XIX, Beyrût, Dâru’l-Kutubu’l İlmiye, 1992, C. XVI, s. 181.
15
yaralanmıştır. Şeyh Ebû İshâk ve Ebû Bekir eş-Şaşî, Nizâmülmülk’e bir mektup
yazarak olanları protesto etmişlerdir.16Nizamülmülk’den, Şeyh Ebû İshâk eş-
Şîrâzî’ye daha önce kendisine Hanbelîlerle ilgili olarak yazılan mektubun cevabının
geldiğini anlatan İbn Cevzî mektubun özetini nakletmiş ve Şevval ayında
Hanbelîlerle Nizâmiye fakihleri arasında kavga çıktığını, iki taraf için halkın
birbirine düştüğünü ve kimi Hanbelîleri, kimi Nizâmiye fakihlerini tuttuğunu, bu
yüzden de yirmiye yakın adamın öldürüldüğünü ve birçok kimsenin de yaralandığını
bildirmiştir.17Ebû İshâk bu fitnelerden ötürü kızarak Bağdat’tan göç etmeye karar
verse de Halife haber salarak onu yatıştırmış ve Bağdat’ta kalmaya ikna etmiştir.18
5. Zahirî Mezhebi
Bu dönemde Zahirîlerin en önemlileri Endülüs’te yaşayan İbn Hazm (ö.
456/1063)’dır. Bağdat’ta yaşayanlar arasından ise Şîrâzî’nin de övdüğü el-Kadî Ebû
Bekr b. el-Ahdar (ö. 429/1038), Ebû Abdullah b. el-Ahdar (ö. 473/1080) ve son
olarak Ebû Fadl el-Makdisî (ö. 507/1113) yer alır.19
6. Mutezile Mezhebi
Bu dönemde Mutezile’nin önemli alimlerden biri Kadı Abdulcebbar (ö.
415/1026)’dır. Amelde Şâfiî mezhebindedir. Ebû Hüseyin el-Basrî (ö. 436/1045) ve
Kadı Abdulcebbar’ın öğrencilerinden İbn Velid (ö. 478/1086) bu dönemin en önemli
Mutezilî âlimlerindendir.
Diğer alanlara bakıldığında da önemli sayılan birçok ulemanın bu dönemde
yaşadığı görülmektedir. Cedel ilminde Ebû Hâtim el-Kazvînî,20 Tasavvuf ilminde
Ebû Kâsım el-Kuşeyrî (ö. 465/1072)21 bu asırda yaşamış önemli âlimlerdendir.
16 A.e., s. 190. 17 İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, C. XVI, s. 35; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, C. XVI, s. 190. 18 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, C. VIII, s. 428; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, C. XVI, s. 35;
İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, C. XVI, s. 181. 19 Türkî, Mukaddime Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 26. 20 Heyto, el-İmam eş-Şîrâzî: Hayatuhu ve Ârâuhu’l-Usûliyye, s. 49. 21 A.e., s. 51.
16
II. ŞÎRÂZÎ’NİN HAYATI
A. İsmi ve Nisbeleri
Tam adı Ebû İshâk Cemâlüddîn İbrâhîm b. Alî b. Yusuf eş-Şîrâzî, el-
Fîrûzâbâdî’dir. Künyesi Ebû İshâk, lakabı Cemâlüddîn’dir. Ayrıca eş-Şîrâzî, el-
Fîrûzâbâdî ve eş-Şeyh künyelerini de almıştır.22 En çok sevdiği ve insanların
kedisine hitap etmesini istediği künyesi ise eş-Şeyh’tir.
el-Fîrûzâbâdî23 bazı rivayetlere göre el-Feyrûzabâdî24 şeklinde
künyelenmesinin nedeni Fars köylerinden biri olan Fîrûzâbâd’da yada Feyrûzabâd’da
doğmuş olmasından kaynaklanır. Burası, Abdullah b. Âmir tarafından fethedilmiştir.
Önceki ismi Cûr olan bu şehir, daha sonraları ‘Adududdevle b. Büveyh tarafından
22 Şîrâzî’nin hayatı hakkında ayrıntılı bilgili için bkz. İbnü’s-Subkî, Tabakâtu’ş-Şâfiîyyeti’l-Kübrâ,
C. IV, s. 215; Zehebî, Ebû Abdullah Şemseddin Muhammed b. Ahmed b. Osman Zehebî (ö. 748/1347), Târîhü’l-İslâm ve Vefeyâtü’l-Meşâhîr ve’l-A’lâm: h. 381-400/m. 991-1009, thk. Ömer Abdüsselam Tedmuri, Beyrût, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, 1988, s. 29; Hayreddin Zirikli, el-A’lâm: Kamûsu Terâcimi li-Eşheri’r-Ricâl ve’n-Nisâ, I-VIII, Beyrût, Dâru’l-İlmi li’l-Melâyîn, 15. bs., 2002, C. I, s. 51; Safedî, Ebû’s-Safa Selahaddin Halil b. Aybek b. Abdullah Safedî (ö. 764/1362), el-Vâfî bi’l-Vefeyât, thk. Ahmed Arnaut, Türkî Mustafâ, I-XXIX, Beyrût, Dâru’l İhyai’t-Türasi’l-Arabiyye, 2000, C. VI, s. 42; Nevevî, Zekeriyya Muhyiddin Yahya b. Şeref b. Muri Nevevî (ö. 676/1277), Tehzîbü’l-Esmâ ve’l-Lugât, I-IV, Beyrût, Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, C. II, s. 172; İbn Hallikân, Ebü’l-Abbas Şemseddin Ahmed b. Muhammed (ö. 681/1282), Vefeyâtü’l-A’yân ve Enbâu Ebnâi’z-Zamân, thk. İhsan Abbas, I-VIII, Beyrût, Dâru Sadır, 1968, C. I, s. 29; İbn Asâkir, Ebü’l-Kâsım Sikatüddin Ali b. Hasan b. Hibetullah İbn Asâkir (ö. 571/1175), Tebyînu Kezibi’l-Müfterî, 2. bs., Dımaşk, Dârü’l-Fikr, 1979, s. 276; Ömer Rıza Kehhâle, Mu’cemu’l-Muellifîn:Terâcimu Musannifi’l Kutubi’l-Arabiyye, I-IV, Beyrût, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, C. I, s. 48; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, C. XVI, s. 86; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, C. XVI, s. 228; İbnü’l-İmâd, Ebü’l-Felâh Abdilhay b. Ahmed b. Muhammed el-Akarî (ö. 1089/1678), Şezerâtü’z-Zeheb fî Ahbâri men Zeheb, thk. Abdülkâdir Arnâût – Mahmûd Arnâût, I-X, Beyrût, Dâru İbn Kesîr, 1986, C. V, s. 324-325; el-Hamevî, Ebû Abdullah Şihabüddin Yakut b. Abdullah Yakut el-Hamevî (ö. 626/1228), Mu’cemü’l-Büldân, I-V, Beyrût, Dâru’s-Sâdır, 1977, C. IV, s. 283 (bu kitapta önce el-Fîrûzabâzî daha sonra eş-Şîrâzî şeklinde geçmektedir.); Semânî, Ebû Sa’d Abdülkerim b. Muhammed b. Mansur el-Mervezî (ö. 562/1166), el-Ensâb, thk. Abdurrahman b. Yahyâ, I-XII, Kahire, 1980, C. IX, s. 361; Cemalüddîn Esnevî (ö. 772/1370), Tabakâtü’ş-Şâfiîyye, Beyrût, Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1987, C. II, s. 7; İbn Kadi Şühbe, Ebü’s-Sıdk Takıyyüddin Ebû Bekr b. Ahmed (ö. 851/1448), Tabakâtü’ş-Şâfiîyye, thk. Hafız Abdülhalim Han, I-IV, Beyrût, Âlemü’l-Kütüb, 1978, C. I, s. 251.
23 İbnü’s-Subkî, Tabakâtu’ş-Şâfiîyyeti’l-Kübrâ, C. IV, s. 215; Hamevî, Mu’cemü’l-Büldân, C. IV, s. 283; Semânî, el-Ensâb, C. IX, s. 361; Cemalüddîn Esnevî, Tabakâtü’ş-Şâfiîyye, C. II, s. 7; İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-A’yân, C. I, s. 30.
24 Nevevî, Tehzîb, C. II, s. 172; Hayreddin Zirikli, el-A’lâm, C. I, s. 51.
17
ismi değiştirilerek Fîrûzâbâd yapılmıştır.25 Beşşar, Fîrûzabad’ın “devletin
tamamlanması” anlamına geldiğini söylemektedir.26 Acemler tarafından burası Kûr
ismiyle bilinir. Fîrûzâbâd ile Merv arasında 3 fersah/18 km. vardır. Şîrâz ile
arasındaki mesafe ise 20 fersah/115 kilometredir.
eş-Şîrâzî diye künyelenmesinin nedeni ise ilim öğrenmek adına yaptığı
rıhlelerin ilkini Şîrâz’a gerçekleştirmesi ve burada tanınmaya başlanmasından
kaynaklanmaktadır. Şîrâzî erken yaşta geldiği Şîrâz’da ilmî çalışmalarını yoğun bir
şekilde sürdürmüş, çok kısa bir zamanda buradaki hocaların iltifatına mazhar
olmuştur. Fars topraklarının tam ortasında yer alan Şîrâz büyük ve önemli
şehirlerden biridir. Kimilerine göre burası aslında Harzem şehridir.27 Bazı nahivcilere
göre Şîrâz kelimesinin aslı Şerrâzdır. Şîrâzla, Nisabur arasında 220 fersah/1300 km
vardır.28 Haccac’ın amca oğlu olan Muhammed b. Kâsım b. Ebî ‘Akîl’nin ilk olarak
Şîrâz şehrini imar etmek üzere görevlendirildiği söylenmektedir. Tabiînden bazıları
burada medfundur. Beşşar ilim ehline az saygı gösterildiğinden Şîrâz kentini
eleştirmiştir. Büveyhîler döneminde on bir kapısı olan büyük bir sur inşa edilmiştir.
Her alandan birçok ulemanın buraya nisbet edildiği bilinmektedir. Ebû Musa el-
Eş‘arî ve Osman b. Ebî’l-As, Hz. Ömer’in hilafetinin son yıllarında burayı
fethetmişlerdir.29
eş-Şeyh diye künyelenmesinin nedeni ise İbnü’s-Subkî’nin Tabakât’ında ve
diğer kaynaklarda anlatıldığı üzere şöyledir: Ebû Sa‘d b. Semânî hocalarından birinin
şöyle dediğini rivayet eder: Şîrâzî bir gün Bağdat’ta uyurken rüyasında Hz.
Peygamber’i (s.a.v) yanında Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer varken görür ve der ki -Ey
Allah’ın Resûlu! Bağdât’ta senden bana birçok hadis ulaştı. İsterim ki senden şimdi
bir hadis işiteyim de o hadisle hem dünyada hem de ahirette şerefleneyim ve o hadis
25 İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, C. XVI, s. 86; Heyto, el-İmam eş-Şîrâzî: Hayatuhu ve
Ârâuhu’l-Usûliyye, s. 13. 26 el-Hamevî, Mu’cemü’l-Büldan, C. IV, s. 283. 27 İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, C. XVI, s. 87. 28 el-Hamevî, Mu’cemü’l-Büldân, C. III, s. 370. 29 A.e., s. 380-381.
18
benim azığım olsun. Bunun üzerine Efendimiz de Şîrâzî’ye Ey Şeyh! diye hitap
ederek şöyle der; “Kim kendisi için selamet isterse o selameti başkasının selametini
dilemekte bulur.” Bu olayı öğrencilerine anlatan Şîrâzî, rüyasında Efendimiz’in ona
“Şeyh” diye hitap etmesinden dolayı çok sevindiği ve kendisine “Şeyh” diye hitap
edilmesini istediği söylenmektedir.30
B. Hayatı ve Yetişmesi
Şîrâzî 393/1003 yılında Şîrâz’ın 115 km güneyinde bulunan Fîrûzâbâz
beldesinde doğmuştur.31 İbn Kesîr, bazılarına göre Şîrâzî’nin doğum tarihinin
396/1006 yılında olduğunu bildirmektedir.32 396/1006 yılında doğduğunun
söylenmesinin nedeni ise; Şîrâzî’nin öğrencilerinden biri olan Ebû Abdullah el-
Hamidî’den gelen rivayettir. Bu rivayette Ebû Abdullah hocası Şîrâzî’ye ne zaman
doğduğunu sorar ve Şîrâzî de bu soruya cevap verirken 396 senesine delalet eden
cümleler kullanır.33 İbn Hallikân ise Şîrâzî’nin doğumunun 395/1005 olduğunu
söylemiştir.34
İlk eğitimini Fîrûzâbâd’da, Ebû Hâmid el-İsferayânî’nin öğrencilerinden olan
Ebû Abdullah Muhammed b. Ömer eş-Şîrâzî’den almıştır. 17 yaşına kadar
Fîrûzâbâz’da kalan Ebû İshâk eş-Şîrâzî, ilk olarak ilim tahsiline burada Ebû
Abdullah Muhammed b. Ömer eş-Şîrâzî’den aldığını bizzat kendisi Tabakât adlı
kitabında belirtir.35 Ancak Şîrâzînin ilim halkasına ne zaman başladığı ve
30 İbnü’s-Subkî, Tabakâtu’ş-Şâfiîyyeti’l-Kübrâ, C. IV, s. 225-226; İbnü’l-İmâd, Şezerâtü’z-
Zeheb, C. V, s. 324-325; Safedî, el-Vâfî bi’l-Vefeyât, C. VI, s. 42. 31 İbnü’s-Subkî, Tabakâtu’ş-Şâfiîyyeti’l-Kübrâ, C. IV, s. 217; İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-A’yân, C.
I, s. 30; Semânî, el-Ensâb, C. IX, s. 361; Safedî, el-Vâfî bi’l-Vefeyât, C. VI, s. 42; Nevevî, Tehzîb, C. II, s. 172; Nevevî, Zekeriyya Muhyiddin Yahya b. Şeref b. Murî, Kitâbu’l-Mecmu‘, thk Muhammed Necip, I-XXIII, Cidde, Mektebetü’l-İrşâd, C. I, s. 32; Cemalüddîn Esnevî, Tabakâtü’ş-Şafiîyye, C. II, s. 8; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, C. XVI, s. 228; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, C. XVI, s. 86.
32 İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, C. XVI, s. 86. 33 İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-A’yân, C. I, s. 30. 34 A.e., s. 30. 35 Şîrâzî, Ebû İshâk İbrâhîm b. Ali b. Yusuf, Tabakâtu’l-Fukahâ, thk. İhsân Abbâs, Beyrût, Dâru’l-
Râidi’l-Arabî, 1970, s. 112.
19
Fîrûzâbâd’da Muhammed b. Ömer dışında hangi hocalardan da ders aldığı tam
olarak bilinmemektedir. Bilinen şey, Şîrâz’a geldikten sonra dönemim önemli
hocalarından ders aldığıdır.36
Şîrâzî, Fîrûzâbâd’dan sonra ilim elde etmek için 410/1019 yılında Şîrâz’a gider
ve burada yaklaşık olarak on beş yıl kalır.37 Birçok ulemayla görüştüğü, ders aldığı
Şîrâz şehrinde tanınmaya başlanır. Şîrâz’da ilk olarak Şîrâz şehrinin hatîb ve müftî
vekîllerinden olan Ebû Abdullah el-Celâb’tan fıkıh okuyan Şîrâzî38 daha sonraları bir
çok ulemanın ders halkasında bulunmuştur. Ebû Abdullah el-Beydâvî ve Ebû Ahmed
Abdülvehhâb b. Muhammed b. Râmin el-Bağdâdî ilim aldığı âlimlerdendir.39 O, bu
ikisinden iki merhalede ilim öğrenmiştir.
Şîrâz’da ders aldığı bir diğer hocası Ebû Abdurrahman b. Hüseyin el-
Gendecânî’dir. Şîrâzî ondan hem Şîrâz’da hem de Gendecan’da bulunduğu sıralarda
ders almıştır.40
Şîrâzî ders halkalarının yanında girdiği munazaralarla da tanınmaya
başlanmıştır. Bu munazaralardan biri amelde Zâhirî olup Şîrâz’da Mu’tezile
mezhebinin temsilcisi konumunda bulunan Kadı Ebû’l-Ferec el-Fâmî eş-Şîrâzî ile
yaşamıştır. Şîrâzî kendisinin daha çocukken el-Fâmî ile Şîrâz’da munazaraya
giriştiğinden bahsetmektedir.41
36 İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-A’yân, C. I, s. 30. 37 İbnü’s-Subkî, Tabakâtu’ş-Şâfiîyyeti’l-Kübrâ, C. IV, s. 217; İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-A’yân, C.
I, s. 29; Semânî, el-Ensâb, C. IX, s. 362; Safedî, el-Vâfî bi’l-Vefeyât, C. VI, s. 42; Nevevî, Tehzîb, C. II, s. 172.
38 Şîrâzî, Tabakâtu’l-Fukahâ, thk. İhsan Abbas, Beyrut, Dâru’l-Rai’dil-Arabi, 1970, s. 133. 39 İbnü’s-Subkî, Tabakâtu’ş-Şâfiîyyeti’l-Kübrâ, C. IV, s. 217; İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-A’yân, C.
I, s. 29; Semânî, el-Ensâb, C. IX, s. 362; Safedî, el-Vâfî bi’l-Vefeyât, C. VI, s. 42; Nevevî, Tehzîb, C. II, s. 172.
40 Şîrâzî, Tabakâtu’l-Fukahâ, s. 134. 41 A.e., s. 179.
20
Şîrâzî, Şîrâz’daki eğitiminden sonra ilim öğrenmek için Basra’ya gitmiştir.
Bağdat’a gitmek üzere yola cıkan Şîrâzî, yol üzerinde olan Basra’ya da uğramış bir
süre kalıp buradaki fakîhlerden ders okumuştur. el-Hûrzî bu hocalardan biridir.42
Gittiği şehirlerde ve köylerde ilmî çevre ile karşılaşan Şîrâzî, Ebû Hâtim
Mahmud b. Hasan et-Taberî el-Kazvînî, eş-Şîrci’l Faradî el-Hâsib, İbn Râmin, Ebû
Abdullah Muhammed b. Abdullah el-Beydâvî, Mensûr b. Ömer el-Kerhî gibi Şâfiî
mezhebini öğretip yayan büyük fakîhlerle buluştuğu gibi43 başka mezheplere mensup
fukahânın ders halkalarında da bulunmuştur. Hanbelî âlimlerinden Kadı Ebû Ali el-
Hâşimî hakkında; “Ben, onun ders halkasında bulundum ve ondan istifade ettim.”
demiştir.44
Ebû İshâk eş-Şîrâzî, fıkıh ilmini, ez-Zeccâcî'den, Ebû Abdullah Muhammed bin
Ömer eş-Şîrâzî’den ve başka âlimlerden öğrendiği gibi, usûl ilmini de Ebû
Hâtim’den okumuştur. Hadîs ilmini ise, Ebû Bekr el-Berkânî ile Ebû Ali b.
Şâzân’dan öğrenmiştir.45
Şîrâzî Basra’daki eğitiminden sonra şevval 415/1024 yılında 22 yaşında iken
Bağdat’a gelip ilim öğrenmeye devam etmiştir.46 Bağdat’a gelmesiyle hayatında yeni
bir merhale başlayan Şîrâzî bu devirdeki fukahânın en büyüklerinden biri olan Ebû
Tayyib et-Taberî ile görüşmüş ve ders halkasına katılmıştır.47 Kendisi bu hocası
42 İbnü’s-Subkî, Tabakâtu’ş-Şâfiîyyeti’l-Kübrâ, C. IV, s. 217; Nevevî, Tehzîb, C. II, s. 172.
(Tehzîbte cim ile “Cuz” şeklinde geçmektedir). 43 İbn Asâkir, Tebyînu Kezibi’l-Müfterî, s. 277. 44 Şîrâzî, Tabakâtu’l-Fukahâ, s. 174. 45 İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-A’yân, C. I, s. 29; Semânî, el-Ensâb, C. IX, s. 362; Safedî, el-Vâfî bi’l-
Vefeyât, C. VI, s. 42; Nevevî, Tehzîb, C. II, s. 172; İbn Asâkir, Tebyînu Kezibi’l-Müfterî, s. 276.
46 Zirikli, el-A’lâm, C. I, s. 51; Safedî, el-Vâfî bi’l-Vefeyât, C. VI, s. 42; Esnevî, Tabakâtü’ş-Şâfiîyye, C. II, s. 8.
47 Safedî, el-Vâfî bi’l-Vefeyât, C. VI, s. 42; Nevevî, Tehzîb, C. II, s. 172.
21
hakkında “Gördüğüm kimseler içinde, ondan daha çok çalışan birini, daha çok tahkîk
yapanı ve görüşü daha iyi olanı görmedim.” demiştir.48
Hocalarının arasındaki yeri hususunda Taberî’yi, Kazvînî adı ile meşhur olan
Ebû Hâtim Mahmûd b. Hasan et-Taberî tâkib eder. Bu hocası hakkında da; “İlim için
yaptığım seyahatlerde, Kazvînî ve Kadı Ebû Tayyîb et-Taberî’den faydalandığım
gibi, başka kimseden faydalanamadım.” demektedir.49
Ebû İshâk, kısa zamanda hocası Ebû Tayyîb et-Taberî’nin takdîrine ve
îtimâdına mazhâr olmuş kendisinin bulunmadığı zamanlarda onu, talebelerine ders
vermekle görevlendirmiştir. Ebû İshâk, hocası Ebû Tayyîb et-Taberî’nin kendisinin
mescitlerden birinde ders vermesini istemesinden sonra on beş seneye yakın
Bağdat’ta kalmıştır. Bağdat’ta hocası Ebû Tayyîb et-Taberî’nin 450/1058 senesinde
vefâtından sonra Ebû İshâk, Şâfiî mezhebinin fakîhleri arasında parlamış ve Bâb-ı
Merâtıb’daki mescidinde ders vermeye başlamıştır. Zilhicce 459/Ekim 1067’de
Nizâmiye Medresesi’nin açılmasıyla Nizâmiye’de ders vermeye devam etmiştir.50
Hayatının sonuna kadar Bağdat’ta kalan Şîrâzî, burada da birçok ulemadan ders
alarak ilmini artırmış, hem halkın hemde yöneticilerin iltifatına mazhar olmuştur.
Büyük Şâfiî âlimi ve Kadı’l-kudât olan Ebû Abdullah Hüseyin b. Câfer b. Mâkûlâ,
447/1055’te vefât edince, halîfenin görevlileri, Şîrâzî'ye gidip, halîfenin kendisini
Kadı’l-kudât yani temyiz reisi tâyin etmek istediğini bildirdiklerinde Şîrâzî buna râzı
olmamıştır. Her ne kadar görevliler onun bu vazifeyi kabul etmesi hususunda
halîfeden katî tâlimât aldıklarını bildirseler de o yine de bu, mesûliyeti ağır işten
kaçınmıştır. Sonunda Ebû İshâk, halîfeye bir mektup yazarak; “Kendini helâk etmen,
sana kâfî gelmedi mi? Kendinle berâber beni de mi helâk etmek istiyorsun?”
demiştir. Halife buna çok üzülmesine rağmen “İşte âlimler böyle olmalıdır! Çok
48 Şîrâzî, Tabakâtu’l-Fukahâ, s. 127. 49 Türkî, Mukaddime Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 6. 50 Zirikli, el-A’lâm, C. I, s. 51; İbnü’s-Subkî, Tabakâtu’ş-Şâfiîyyeti’l-Kübrâ, C. IV, s. 218.
22
şükür, zamanımızda kendisine kadılık vazifesi verilebilecek ve bundan yüz çeviren
birisi var. O, bunu istemedi ve biz de affettik” demiştir.51
Şîrâzî’nin Nizâmiye Medresesi’nde ders verme süreci ise şu şekilde
gercekleşmiştir: İlmi ve âlimleri çok seven ve Ebû İshâk’a ayrı bir sevgisi olan
Nizâmülmülk, Fatimîler’in açmış olduğu Ezher Medresesi’nde yetişen Şiî-Batinî
dâilerin çalışmalarına karşılık Nizâmiye Medresesi’ni kurup Şiî etkisini azaltmak
istemiş bunun için de Bağdat’ta bir medrese inşâ ettirmiştir. Medresenin inşaatına
457/1065 senesinde başlanmış ve Medrese 459/1067 senesinde tedrisâta açılmıştır.
Vezir Nizâmülmülk, medreseyi inşa edip müderrisliğini Şîrâzî’ye teklif edince ilk
başta ders vermeyi kabul etmemesine rağmen yirmi gün geçtikten sonra artan
baskılar üzerine bu görevi kabul etmiştir.52 Şîrâzî’nin başlangıçta bu teklifi kabul
etmemesinin nedenini İbnü´l-Cevzî el-Muntazam adlı eserinde şu şeklide
açıklamaktadır:
10 Zilhicce 459/22 Ekim 1067 tarihinde Amid Ebû Sa‘d, Bağdat’taki
Nizâmiye Medresesi’nde verilecek dersi dinlemeleri için insanlar toplanır. Bu dersi
vermek ve medresenin şeyhliğine (hocalığına) bakmak için Ebû İshâk eş-Şîrâzî’yi
tayin edilir. İnsanlar toplanmış Şîrâzî’nin gelmesini beklerken Şîrâzî’nin ders
vermeye gelmeyeceği öğrenilir. Şîrâz’inin ders vermekten vazgeçmesinin nedeni ise
yoldayken genç bir fakihle yaptığı konuşmadır. Genç fakih, Şîrâzî’yi görünce: Ey
Efendim! Gasbedilmiş bir yerde ders vermeye mi geliyorsun! der. Bunu üzerine Ebû
İshâk da oraya gitmekten vazgeçer ve evine döner. Ebû İshâkın gelmemesi üzerine
Şeyh Ebû Nasr es-Sabbağ bu göreve atanır. Nizamülmülk bu durumdan haberdar
olunca Amid Ebû Sa‘d’a öfkelenir ve Şeyh Ebû İshâk’a haber göndererek onu
Nizâmiye’deki müderrisliğe tayin eder. Şîrâzî baskılara dayanamayıp bu medresede
ders vermeyi kabul etmesine rağmen farz namazlarını bu medresede kılmaz. Aksine
vakti geldiğinde oradan çıkıp başka bir mescide gidip namazını kılar.”53
51 İbnü’s-Subkî, Tabakâtu’ş-Şâfiîyyeti’l-Kübrâ, C. IV, s. 236. 52 İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-A’yân, C. I, s. 29; Safedî, el-Vâfî bi’l-Vefeyât, C. VI, s. 42. 53 İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, C. XVI, s. 102; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, C. XVI, s. 87.
23
Şîrâzî, Nizâmiye’de ders vermeye başladıktan sonra ünü birçok şehre yayılmış
ve dört bir taraftan gelen ilim talebeleri, onun huzurunda olgunlaşıp ilim sahibi
olmuşlardır. Talebelerini çok seven Şîrâzî “Benden bir mesele okuyan kimse, benim
evlâdım sayılır” demektedir.54 Yine bir başka seferinde “Avam çocuklarına nisbet
edilir, zenginler mallarına ulema ise ilmine nisbet edilir”55 diyerek ilim öğretmenin
önemine değinmiştir. Şîrâzî, kısa zamanda dönemin en önemli isimleri arasında yer
almış ve birçok fukahâya hocalık yapmıştır. Haydar b. Mahmut b. Haydar’ın eş-
Şîrâzî’den naklettiğine göre Şeyh Ebû İshâk şöyle demiştir: “Horasan taraflarına
gitmiştim. Uğradığım her beldenin ve her köyün ya kadısının veya müftüsünün yahut
da hatibinin talebelerimden veya ilim arkadaşlarımdan biri olduğunu gördüm.”56
Şîrâzî verdiği derslerle birlikte çeşitli vesilelerle katıldığı münazaralardaki
başarısıyla da dikkatleri çekmiştir. Sellar el-Ukaylî gibi dönemin şairleri, şiirlerinde
Şîrâzî’ye yaptıkları telmihlerle onun münazaradaki maharetine dikkat çekmişlerdir.57
Hanefî Kadıl-kudatı Ebû Abdullah ed-Demagânî ile giriştiği münazaraya şahit olan
Endülüslü Malikî fakihi Ebû’l-Velid el-Bacî, onun gösterdiği başarıyı övmektedir.58
Hilaf meselelerini çok iyi bildiğine dair anlatılan “O hilaf meselelerini bir
müslümanın fatihayı ezbere bildiği gibi bilirdi” sözü bunun bir göstergesidir.59
Hanbelî âlimi Ebû’l-Vefâ İbn Akîl de Şîrâzî’yi döneminin en yetkin münazara ustası
olarak nitelendirmiş ve özellikle eserlerinden çok yararlandığını bildirmiştir.
C. Vefatı
Hayatı boyunca ilimle meşgul olan Şîrâzî hayatının son anına kadar yine ilimle
uğraşmış öğrencilerine ders vermiştir. Vefatına kadar Bağdatta kalan Şîrâzî, burada
Nizâmiye Medresesi’nde ders vermeye son ana kadar devam etmiştir. Şîrâzî’nin 54 İbnü’s-Subkî, Tabakâtu’ş-Şâfiîyyeti’l-Kübrâ, C. IV, s. 226. 55 A.e., s. 226. 56 İbnü’l-İmâd, Şezerâtü’z-zeheb, C. V, s. 324; Esnevî, Tabakâtü’ş-Şâfiîyye, C. II, s. 7; İbnü’s-
Subkî, Tabakâtu’ş-Şâfiîyyeti’l-Kübrâ, C. IV, s. 216. 57 İbnü’s-Subkî, Tabakâtu’ş-Şâfiîyyeti’l-Kübrâ, C. IV, s. 216. 58 A.e., s. 245. 59 A.e., s. 222.
24
vefat tarihi hususunda bazı ihtilafların varlığıyla birlikte kaynakların çoğunda geçtiği
üzere Şîrâzî, 476/1083 yılının Cemaziyelahir/Kasım ayının 21/5. gününde Pazar
gecesi Bağdat’ta vefat etmiştir.60 Bazı rivayetlere göre 472/1080’de vefat etmiştir.61
İbn Sübkî’de geçen rivayete göre ise Pazar gecesi değil Çarşamba günü vefat
etmiştir.62 Ebû Vefa b. Ukayl el-Hanbelî onu yıkamıştır.
İbn Subkî’de gecen rivayete göre Bâbu’l-Harb’de,63 diğer kitapların çoğuna
göre ise Bâbu’l-Ebraz’da defnedilmiştir.64
III. İLMÎ GELİŞİMİ
A. Hocaları
İlmî kişiliğinin oluşmasında kendisini en çok etkileyen Ebû Tayyîb et-Taberî
başta olmak üzere hocalarının çoğunluğu mezhebin Irak kolu diyebileceğimiz kolun
reisi Ebû Hâmid el-İsfereyânî’nin talebesidir.65 Hocalarından bazıları şunlardır:
eş-Şîrâzî: Ebû Abdullah Muhammed b. Ömer’dir. Fîrûzâbâd’da hayatını
sürdürmüştür. Ebû İshâk eş-Şîrâzî ilk eğitimini Fîrûzâbâd’da Ebû Hâmid el-
İsferayânî’nin öğrencilerinden olan Muhammed b. Ömer’den aldığı bilinmektedir.66
el-Cellâb: Künyesi Ebû Abdullah’tır. Şîrâz’da yaşamıştır. Kendisi hakkında çok
fazla bilgiye sahip olunmamaktadır. Şîrâz’ın hatip ve fakihlerinden olduğu,
60 Hayreddin Zirikli, el-A’lâm, C. I, s. 51; Safedî, el-Vâfî bi’l-Vefeyât, C. VI, s. 42; Nevevî, Tehzîb,
C. II, s. 174; İbn Asâkir, Tebyînu Kezibi’l-Müfterî, s. 278; Esnevî, Tabakâtü’ş-Şafiîyye, C. II, s. 8; İbnü’s-Subkî, Tabakâtu’ş-Şâfiîyyeti’l-Kübrâ, C. IV, s. 229.
61 Nevevî, Tehzîb, C. II, s. 174. 62 İbnü’s-Subkî, Tabakâtu’ş-Şâfiîyyeti’l-Kübrâ, C. IV, s. 229. 63 A.e., s. 229. 64 İbn Hallikân, Vefeyâtü’al-A’yân, C. I, s. 29; Semânî, el-Ensâb, C. IX, s. 361; Safedî, el-Vâfî bi’l-
Vefeyât, C. VI, s. 42; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, C. XVI, s. 86; Nevevî, Tehzîb, C. II, s. 174.
65 Bilal Aybakan, “Şîrâzî”, DİA, C. XXXIX, s. 185. 66 Şîrâzî, Tabakâtu’l-Fukahâ, s. 112; İbn Asâkir, Tebyînu Kezibi'l-Müfterî, s. 277.
25
Şîrâzî’nin Şîrâz’a gittikten sonra ilk olarak Ebû Abdullah el-Cellab’dan fıkıh
okuduğu bilinmektedir.67
ez-Zeccâcî: Ebû Alî, Hasan b. Muhamed b. Abbâs et-Taberî’dir. ez-Zeccâcî
diye tanınmıştır. Şîrâzî’nin fıkıh ilmini aldığı hocalarından biridir. Vefat tarihi tam
olarak bilinmemekle birlikte dördüncü asrın başlarında olduğu tahmin edilmektedir.68
el-Beydâvî: Muhammed b. Abdullah b. Ahmed b. Muhammed’dir. Bağdat’ta
ikamet etmiştir. 424/1032 yılının Cuma gecesinde bilinmeyen bir şekilde aniden
vefat etmiştir. Şîrâzî onun ders halkasına Şîrâz’da bulunduğu sırada katılmıştır.69
el-Berkânî: Ahmed b. Muhammed b. Ahmed Gâlip Ebû Bekir’dir. Bağdat’ta
ikamet etmiştir. Buradaki önemli hocalardan ders almış ve birçok öğrenciye ders
vermiştir. Şîrâzî hadis ilmini el-Berkânî’den öğrenmiştir.70
Ebû Ali b. Şâzân: Hasan b. İbrahim. Ahmed b. Hasan b. Muhammed b. Şâzan
b. Harb b. Mihran’dır. Hadis ilminde dönemin en sika hadisçilerinden biri olarak
görülür. Şîrâzî hadis ilmini aldığı hocalarından biridir. 420/1029’da vefat etmiştir.71
İbn Râmîn: Ebû Ahmed Abdülvehhâb b. Muhammed b. Râmîn el-Bağdâdî’dir.
Hayatının çoğunu Basra’da geçirmiştir. Usûl ve fıkıh ilminde önemli bir isimdir.
Birçok eseri bulunmaktadır. 430/1038’de vefat etmiştir. Şîrâzî İbn Râmîn’nin ders
halkasına Şîrâz’da iken katılmıştır.72
67 Şîrâzî, Tabakâtu’l-Fukahâ, s. 133. 68 İbnü’s-Subkî, Tabakâtu’ş-Şâfiîyyeti’l-Kübrâ, C. IV, s. 218; Semânî, el-Ensâb, C. IX, s. 361. 69 Şîrâzî, Tabakâtu’l-Fukahâ, s. 105; İbnü’s-Subkî, Tabakâtu’ş-Şâfiîyyeti’l-Kübrâ, C. IV, s. 217;
İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-A’yân, C. I, s. 29; Semânî, el-Ensâb, C. IX, s. 362. 70 İbnü’s-Subkî, Tabakâtu’ş-Şâfiîyyeti’l-Kübrâ, C. IV, s. 47; İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-A’yân, C. I,
s. 29; Semânî, el-Ensâb, C. IX, s. 362. 71 İbnü’l-İmâd, Şezerâtü’z-Zeheb fî Ahbâri Men Zeheb, C. III, s. 228; İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-
A’yân, C. I, s. 29; Semânî, el-Ensâb, C. IX, s. 362. 72 Şîrâzî, Tabakâtu’l-Fukahâ, s. 105; İbn Asâkir, Tebyînu Kezibi'l-Müfterî, s. 245; İbnü’s-Subkî,
Tabakâtu’ş-Şâfiîyyeti’l-Kübrâ, C. IV, s. 217; İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-A’yân, C. I, s. 29; Semânî, el-Ensâb, C. IX, s. 362.
26
el-Hurzî: Şîrâzî, Şîrâz’daki eğitimden sonra ilim öğrenmek için gittiği Basra’da
ders aldığı hocalarından biridir.73
el-Gendecanî: Tam adı Abdurrahman b. Hüseyin’dir. Şîrâzî ondan hem
Şîrâz’da hem de Gendecan’da bfulunduğu sırada ders almıştır.74
el-Kazvînî: Tam adı Ebû Hatim Mahmud b. Hasan et-Taberî’dir. el-Kazvînî
olarak tanınmıştır. Hilaf, usûl, cedel ilmine dair önemli eserler yazmıştır. Bağdat’ta
ders görmüştür. 440/1048 yılında vefat etmiştir. Şîrâzî’nin hocalarının arasındaki yeri
hususunda Ebû Tayip et-Taberî’yi, Kazvînî tâkib etmektedir. Bu nedenle Şîrâzî onun
hakkında “İlim için yaptığım seyahatlerde, ondan ve Kadı Ebû Tayyîb et-Taberî’den
faydalandığım gibi başka kimseden faydalanamadım” demiştir.75 Şîrâzî Kazvinî’den
usûl eğitimini almıştır.76
et-Taberî: Ebû Tayyib Tahir b. Abdullah b. Tahir et-Taberî’dir. 348/959 yılında
Taberistan’da doğmuştur. 450/1058 yılında da vefat etmiştir. Yüz iki yaşına kadar
ömür sürdüğünden bahseden Şîrâzî bu yaşına rağmen hocasının aklî melekelerinin
son derece iyi olduğunu söylemiştir. Fıkıh, usûl, hilaf ve cedel ilmine dair kitaplar
yazmıştır. Şîrâzî bu kitapların benzerini kimsenin yazmadığını söylemektedir. Onun
bu devirdeki hocalarının en büyüğüdür. Kendisi bu hocası hakkında “Gördüğüm
kimseler içinde, ondan daha çok çalışan birini, daha çok tahkîk yapanı ve görüşü
ondan daha iyi olanı görmedim” demiştir.77
73 İbnü’s-Subkî, Tabakâtu’ş-Şâfiîyyeti’l-Kübrâ, C. IV, s. 217. 74 Şîrâzî, Tabakâtu’l-Fukahâ, s. 134. 75 A.e., s. 130. 76 İbnü’s-Subkî, Tabakâtu’ş-Şâfiîyyeti’l-Kübrâ, C. IV, s. 217, İbnü’s-Subkî, Tabakâtu’ş-
Şâfiîyyeti’l-Kübrâ, C. V, s. 312. 77 Şîrâzî, Tabakâtu’l-Fukahâ, s. 127; İbnü’s-Subkî, Tabakâtu’ş-Şâfiîyyeti’l-Kübrâ, C. V, s. 12;
İbnü’l-İmâd, Şezerâtü’z-Zeheb, C. III, s. 284.
27
el-Kerhî: Tam adı Mansur b. Ömer b. Alî el-Bağdadî’dir. El-Isferâyanî’den
fıkıh öğrenmiştir. 447/1055 yılında Bağdat’ta vefat etmiştir. Şîrâzî Bağdat bulunduğu
sırada ders aldığı hocalarından biridir.78
B. Öğrencileri
Yaklaşık olarak 30 yıl boyunca ders veren Şîrâzî uslubunun ve ahlakının
güzelliği nedeniyle etrafında birçok öğrenci toplanmıştır. Özellikle Nizâmiye
Mederesesi’nde ders vermeye başladıktan sonra öğrencilerinin sayısı oldukça
artmıştır. Haydar b. Mahmûd b. Haydar’ın, eş-Şîrâzî’den naklettiğine göre Şeyh Ebû
İshâk şöyle demiştir: “Horasan taraflarına gitmiştim. Uğradığım her beldenin ve her
köyün ya kadısının veya müftüsünün yahut da hatîbinin talebelerimden veya ilim
arkadaşlarımdan olduğunu gördüm.”79 Öğrencilerinden bazıları ise şunlardır:
Ebû Bekr eş-Şâşî: Tam adı Fahru’l-İslâm Muhammed b. Ahmed b. Hüseyn b.
Ömer’dir. Bağdat’ta dönemin önemli ulemasından ders almıştır. Şîrâzî’nin ders
halkasına da Bağdat’ta iken katılmıştır. Birçok alanda eser yazmıştır. Şâfiî
mezhebinde önemli sayılan fukahâdan biridir. 507/1113 yılında vefat etmiştir.80
Ebû Alî el-Fârukî: Tam adı Hasan b. İbrâhîm b. Alî b. Berhûn’dur. Dönemin
önemli ulemasından ders almıştır. Şîrâzî de ders aldığı hocalarının arasında yer alır.
Daha sonra Şâfiî mezhebinde önemli isimler ararında zikredilmiştir. 528/1133
yılında vefat etmiştir.81
el-Cürcânî: Ebû Abbâs Ahmed B. Muhammed b. Ahmed’dir. Basra’da kadılık
yapmış ve burada birçok öğrenci yetiştirmiştir. Şîrâzî’den fıkıh ilmini öğrenmiştir.
482/1089 yılında vefat etmiştir.82
Ebû Mansûr eş-Şîrâzî: Ahmed b. Abdulvehhab b. Musa’dır. Vaazlarıyla meşhur
olmuştur. Fıkıh ilmini Şîrâzî’den almıştır. 493/1099 yılında vefat etmiştir.83
78 Şîrâzî, Tabakâtu’l-Fukahâ, s. 129. 79 İbnü'l-İmâd, Şezerâtü’z-zeheb, C. V, s. 324; Esnevî, Tabakâtü’ş-Şafiîyye, C. II, s. 7; İbnü’s-
Subkî, Tabakâtu’ş-Şâfiîyyeti’l-Kübrâ, C. IV, s. 216. 80 A.e., C. VI, s. 70. 81 A.e., C. VII, s. 57. 82 A.e., C. IV, s. 74. 83 A.e., C. IV, s. 27.
28
el-Abderî: Alî b. Saîd b. Abdurrahmân b. Mahrez b. Ebî Osman’dır. Fıkhı
Şîrâzî’den öğrenmiştir. Dönemin önemli fukahâsından biri olmuştur. Subki onun
önce İbn Hazm’ı takip ettiğini ondan fıkıh öğrendiğini anlatmaktadır. Daha sonra hac
için Mekke ve Medine’ye gelmiş buradan Bağdat’a geçmiştir. Bağdat’ta Şîrâzî ile
tanışıp ondan ders almaya başlayınca Şafi mezhebine geçmiştir. 493/1099 yılında
Bağdatta vefat etmiştir.84
et-Taberî: Ebû Abdullah Hüseyin b. Alî’dir. Şâfiî mezhebinin büyük
fukahâsından biri olarak görülür. Küçük yaştayken Bağdat’a gelmiş burada önce Ebû
Tayip et-Taberî’den daha sonra da Şîrâzî’den ders almıştır. Gazalî’den önce
Nizâmiye Medresesi’nde ders vermiştir. 495/1101te vefat etmiştir. Ancak Mekke’de
mi yoksa Isfahan’da mı vefat ettiği tam olarak bilinmemektedir.85
el-Harakî: Abdurrahmân b. Muhammed b. Sâbit Ebû Kâsım’dır. Haremeyn
müftüsü olarak bilinir. Bağdat’ta Şîrâzî’den ders almıştır. 495/1101 yılında vefat
etmiştir.86
et-Türkî: Muhammed b. Tarhân b. Yeltekin’dir. Zâhid ve fakîhdir. Şîrâzî’den
fıkıh ilmini almıştır. 515/1121 yılında vefat etmiştir.87
eş-Şâmî: İdrîs b. Hamza b. Ali eş-Şâmî’dir. Künyesi Ebû Hüseyin’dir. Ramle
sehrindendir. Sermarkant’ta kalmıştır. Önce Filistin’e gidip burada fıkıh eğitimi
almış daha sonra Bağdat’a gelip Ebû İshâk eş-Şîrâzî’nin ders halkasına katılmıştır.
504/1110 yılında Semarkant’ta vefat etmiştir.88
eş-Şarkî: Ahmed b. Muhammed b. Abdurrahman’dır. Künyesi Ebû Abbas’tır.
Irak, Fas gibi yerlere gitmiştir. Şîrâzî’den fıkıh öğrenmiştir. Yaklaşık olarak
500/1106 yılında Endülüs’te vefat etmiştir.89
84 A.e., C. V, s. 257. 85 A.e., C. IV, s. 349. 86 A.e., C. V, s. 115. 87 A.e., C. VI, s. 106. 88 A.e., C. VII, s. 40. 89 A.e., C. VI, s. 57.
29
en-Nîsâbûrî: İsmâil b. Ahmed b. Abdulmelik b. Alî b. Abdussamed’dir.
Künyesi Ebû Sa’d’dır. İmamu’l Haremeyn el-Cüveynî ve Ebû İshâk eş-Şîrâzî’den
fıkıh eğitimini almıştır. Fıkıhta İmam sayılır. 532/1137 yılında vefat etmiştir.90
et-Tiflîsî: Mahmud b. Yusuf b. Hüseyin et-Tiflîsî’dir. Künyesi Ebû Kâsım’dır.
Tiflîs halkındandır. Bağdat’ta Şîrâzî’den fıkıh dersi almıştır. 550/1155 yılından sonra
vefat etmiştir.91
C. Eserleri
1. Fıkıh Usûlüyle İlgili Eserleri
a. Luma‘ fî Usûli’l-Fıkh
Şîrâzî’nin fıkıh usûlüne dair yazdığı muhtasar bir eserdir.92 Usûle dair konuları
içermekle birlikte ihtilaflı meseleler üzerinde durduğu için hilaf eseri sayılan et-
Tebsıra adlı eserden sonra kalema alınan Luma‘, usûle dair birçok konuyu içermekle
birlikte bu konularda özet bilgiler vermektedir. Şîrâzî bu eserinin telif amacını
Luma‘nın girişinde “Ashabının ondan fıkıh uslüne dair Tebsıra’daki hilaf
meselelerine ek olarak muhatasar bir eser yazmalarını istemeleri93 olarak ifade
etmiştir. Şîrâzî’nin uslubunun güzelliği ve anlaşılır olmasıyla birlikte bu ktabın fıkıh
usûlune dair özet bilgileri sunması bu kitaba olan ilgiyi artırmıştır.
Luma‘ ilk olarak 1357/1938 yılında Cemaluddin Kasım’ın talikiyle birlikte
Hancı yayınlarından basılmıştır.94
Luma‘ üzerine yazılan şerhler; 95
90 A.e., C. VII, s. 44. 91 A.e., C. VII, s. 294. 92 İbn Hallikân, Vefeyâtü'l-A’yân, C. I, s. 29; İbnü’s-Subkî, Tabakâtu’ş-Şâfiîyyeti’l-Kübrâ, C. IV,
s. 215; Zirikli, el-A’lâm, C. I, s. 51; Safedî, el-Vâfî bi’l-Vefeyât, C. VI, s. 42. 93 Türkî, Mukaddime Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 27. 94 A.e., s. 15. 95 Kâtip Çelebi, Keşfü’z-Zünûn, C. II, s. 1562.
30
1. Luma‘nın ilk şerhi Şîrâz”î’nin yazdığı Şerhu’l-Luma’dır.
2. Ziyauddin el-Kerdî el-Hezbânî’ye ait bir şerh bulunmaktadır.
3. Ebû Muhammed el Bağdâdî: Bağdadî bu şerhini tamamlayamıştır.
4. Mesud el-Yemânî’ye ait bir şerh bulunmaktadır.96
b. Şerhu’l-Luma‘
Şîrâzî’nin usûle dair yazdığı en geniş eseridir.97 Bu kitabında konuları mesele
mesele ayırmıştır. Şîrâzî meselede önce meşhur görüşlere daha sonra kendi görüşüne
yer veririr. Daha sonrasında ise bu görüşlerden farklı olan görüşlere yer vermektedir.
Bu görüşleri zikrettikten sonra muhalif görüşlerin Kur’ân, sünnet, sahabe ve tabiîn
kavli gibi nakli deliller ile birlikte akli delillerle de çatıştığından bahseder. Muhalif
olan görüşler genellikle Mutezile bazen ise Eşarî, Malikî, Hanefî ve Zahirî
mezhebine ait görüşleridir. Teyit ettiği görüşler ise Şâfiîlerin özellikle de hocası Ebû
Tayyib et-Taberî’nin görüşleridir. Şîrâzî bu eserinde ayet ve hadislere çokça
başvurduğu gözlenmektedir.
Şerhi;
Ebû Muhammed Abdullah b. Ahmet el-Bağdâdî’ye ait bir şerhi bulunmaktadır.
Bunun dışında tespit edebildiğimiz kadarıyla Şerhu’l-Luma‘ üzerine yazılmış
herhangi bir şerh bulunmamaktadır. Daha çok Luma‘ üzerine şerhler yapılmıştır.
96 Türkî, Mukaddime Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 15. 97 İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-A’yân, C. I, s. 29; İbnü’s-Subkî, Tabakâtu’ş-Şâfiîyyeti’l-Kübrâ, C. IV,
s. 215; Zirikli, el-A’lâm, C. I, s. 51; Safedî, el-Vâfî bi’l-Vefeyât, C. VI, s. 42.
31
2. Furu‘ ile ilgili Eserleri
a. et-Tenbîh fî Furu‘i’ş-Şâfiî98
Şîrâzî’nin furu‘ fıkha dair yazdığı muhtasar bir kitap olan Tenbîh99 furu‘ fıkıhla
alakalı diğer kitabı el-Mühezzeb’den önce yazılmıştır. Bu kitabı yazmaya 452/1060
yılının ramazan ayında başlamıştır.100 Şâfiî fıkhına dair yazılmış muhtasar kitaplar
içinde en önemlilerinden biri olan Tenbîh, İmam Nevevî el-Minhâc adlı eserini
tedvin etmeden önce Şâfiî medreselerinde ezberletilmektedir. Keşfü’z-Zünûn’da
İmam Nevevî’den naklen bu kitabın Şâfiîler arasında tedvin edilmiş en meşhur beş
kitaptan biri olduğunu ifade edilmektedir.101 Şîrâzî için furu‘ fıkhın hükümlerini
delillerle irtibatlandırmada (tesîl ve tefrî’) İbn Süreyc’in üslubuyla aynı üsluba sahip
olduğu102 bu eserde açıkça görülmektedir.
et-Tenbîh kitabının iki baskısı vardır. Birincisi Latince tercümesi ve
mukaddime ile birlikte basılmıştır. İkincisi ise Mısır’da 1370/1951 yılında
basılmıştır. Kitabın çeşitli taliklerle birlikte Fransızca tercümesi de vardır.103
Şâfiî fukahâsı arasında muteber görüldüğünden kimileri onun üzerine şerh
yazmış, kimileri ihtisar etmiş, kimileri de üzerine yorum yapmıştır. Keşfü’z-
Zünûn’da üzerine 41 şerh, 10 muhtasar ve beş nükte yazıldığından bahsetmektedir.104
Muhammed Hasan Heyto ise bu kitap üzerine yazılmış şerh, talik, haşiyelerden 75
tanesini sıralamaktadır.105
98 Keşfü’z-Zünûn’da da et-Tenbîh fi Furu‘ şeklinde geçmektedir. Kâtip Çelebi, Keşfü’z-Zünûn, C. II,
s. 489. 99 İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-A’yân, C. I, s. 29; Kâtip Çelebi, Keşfü’z-Zünûn, C. II, s. 489; İbnü’s-
Subkî, Tabakâtu’ş-Şâfiîyyeti’l-Kübrâ, C. IV, s. 215; Zirikli, el-A’lâm, C. I, s. 51; Safedî, el-Vâfî bi’l-Vefeyât, C. VI, s. 42.
100 Kâtip Çelebi, Keşfü’z-Zünûn, C. II, s. 489. 101 A.e., s. 489. 102 İbnü’s-Subkî, Tabakâtu’ş-Şâfiîyyeti’l-Kübrâ, C. IV, s. 216. 103 Türkî, Mukaddime Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 51. 104 Kâtip Çelebi, Keşfü’z-Zünûn, C. I, s. 489-493. 105 Heyto, el-İmam eş-Şîrâzî: Hayâtuhu ve Ârâuhu’l-Usûliyye, s. 169-177.
32
En meşhur olanlarını şu şekilde sıralayabiliriz.106
1. Celâlüddîn Abdurrahman es-Suyûtî (ö. 911/1505); Şerhu’t-Tenbîh. et-
Tenbîh’in en meşhur şerhi budur. Şâfiî medreselerinde genellikle et-Tenbîh kitabı
Suyûtî’nin bu şerhiyle birlikte okutulmaktadır.
2. Celâlüddîn Abdurrahmân es-Suyûtî; el-Vâfî Şerhu’t-Tenbîh.107
3. Ebû Hasan Muhammed b. Mubarek (ö. 552/1157); Tevcîhu’t-Tenbîh.
4. Tacuddîn Abdurrahman b. İbrahim İbn Ferkah (ö. 690/1291); el-İklîdî
lider’i’t-Taklîdi.
5. Şemsuddîn Muhammed b. Abdurrahman el-Hadmerî (ö. 613/1216); el-İkmâl
lemmâ Vekaa fi’t-Tenbîh mine’l-İşkâl.
6. Alauddîn Alî b. Abdulkâfî es-Subkî (ö. 747/1346); Şerhu’t-Tenbîh.
7. Muhyiddîn Yahya b. Şerif en-Nevevî (ö. 676/1277); et-Tahrîr fî Ğarîbi’t-
Tenbîh.
8. İzzeddin Hamza b. Ahmed el-Hüseynî (ö. 863/1458); Nuketu’ş-Şerîf.
9. Bedreddîn ez-Zerkeşî (ö. 794/1391); Şerhu’t-Tenbîh.
10. Ahmed b. İsa el-Askalânî; el-İşrâk fî Şerhi’t-Tenbîh.
106 Daha ayrıntılı bilgi için bkz. Kâtip Çelebi, Keşfü’z-Zünûn, C. I, s. 489-493; Heyto, el-İmam eş-
Şîrâzî: Hayatuhu ve Ârâuhu’l-Usûliyye, s. 168. 107 Bu şerhi bitirememiştir.
33
b. el-Mühezzeb fî’l Mezheb108
Şîrâzî’nin furu‘ fıkha dair yazdığı eserlerden ikincisidir.109 455/1063 yılında
yazımına başlamış 469/1076 da ise tamamlamıştır.110 Bir başka deyişle müellifin on
dört yıl süren çalışmasının ürünüdür. Şâfiî fıkhının temel metinlerinden biri olarak
görülür. Gazzâlî’nin el-Vasît adlı eseri ile birlikte mezhepte en çok iltifat edilen
kitaptır.111 Şâfiî mezhebinde Irak ekolü tarafından yazılmış en önemli kitaplardan
biridir. Medreselerde ders kitabı olarak okutulmuş, şerhedilmiş ve inceleme konusu
olmuştur.
Bu eserin telif amacını eserin girişinde Şîrâzî şu şekilde ifade etmektedir: “Şâfiî
mezhebindeki temel hükümleri delilleriyle ortaya koymak ve bunlara bağlı olarak
ortaya çıkan ihtilaflı meseleleri gerekçeleriyle açıklamak için bu eseri telif ettim.”112
İbnü’s-Sabbâğ, Şîrâzî’nin el-Mühezzeb adlı kitabı yazmaya “Şâfiî ve Ebû Hanîfe’nin
anlaştıkları yerde Şîrâzî’nin ilmi biter” sözüne kızmasının yol açtığını ifade
etmektedir.113
el-Mühezzeb’de bazı tasarruflar dışında Müzenî’nin el-Muhtasar’ındaki konu
sıralaması esas alınmıştır. Mezhep içi rivayet ve içtihad farklılıklarıyla sınırlıdır.
108 Bu eserde el-Mühezzeb fi’l-Furu‘ adıyla gecmektedir. bkz. Kâtip Çelebi, Keşfü’z-Zünûn, C. II, s.
1912. 109 İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-A’yân, C. I, s. 29; İbnü’s-Subkî, Tabakâtu’ş-Şâfiîyyeti’l-Kübrâ, C. IV,
s. 215; Zirikli, el-A’lâm, C. I, s. 51; Safedî, El-Vâfî bil Vefeyât, C. VI, s. 42; Kâtip Çelebi, Keşfü’z-Zünûn, C. II s. 1912; Nevevî, Kitâbu’l-Mecmu‘, C. I, s. 15.
110 Kâtip Çelebi, Keşfü’z-Zünûn, C. II s. 1912. 111 Nevevî, Kitâbu’l-Mecmu‘, C. I, s. 15. 112 Şîrâzî, Ebû İshâk İbrâhîm b. Alî b. Yûsuf, el-Mühezzeb fî Fıkhi’l-İmâm eş-Şafi‘î, I-III, Beyrût,
Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, 1990, C. I, s. 14. 113 İbnü’s-Subkî, Tabakâtu’ş-Şâfiîyyeti’l-Kübrâ, C. IV, s. 222. Bu konuda Bilal Aybakan DİA’nın
“el-Mühezzeb” adlı maddesinde bu yöndeki bilgiyi ihtiyatla karşılamak gerektiğini söylemektedir. Zira bu açıklama, Nizâmiye gibi dönemin en ünlü medresesinde uzun yıllar fıkıh okutan bir kişi için pek inandırıcı gelmemektedir. Bkz. Bilal Aybakan, “el-Mühezzeb”, DİA, C. XXXI, s. 518.
34
Furu‘ hükümlerini delillerle irtibatlandırmada İbn Süreyc’in uslubuyla aynı üsluba
sahiptir.114
Her kıyası bin defâ tekrâr eden, onu bitirince diğer bir kıyâsa geçen, bir
meseleye dâir şâhid, delil olacak bir beyit olursa, o beytin bulunduğu kasîdenin
tamâmını ezberleyen Şîrâzî115 Subkî’nin, İbn Semûre’nin Tabakâtu’t-Temyîz’inden
naklettiği üzere Mühezzeb’i defalarca yazdığını ancak muradını ifade etmediğini
düşündüğü vakit yazdıklarını Dicle’ye attığını bildirmektedir.116
Muhammed b. Ahmed el-Hadibe’nin rivayetine göre el-Mühezzeb’i yazdıktan
sonra Şîrâzî “Eğer bu kitap Hz Peygamber’e arz edilseydi ümmetime emrettiğim
şeraitim işte budur derdi” değerlendirmesinde bulunmuştur. 117
Hakkında birden fazla görüş bulunan bir meselede başka görüş yokmuş izleni-
mi verecek şekilde tek bir görüşten söz edilmesi, farklı görüşlerin aktarıldığı kimi
durumlarda ise herhangi bir değerlendirme yapılmadan tercihsiz bırakılması, kimi
tercihlerde de mezhebin mutemet görüşüne ters düşülmesi, mezhep görüşünü tesbit
noktasında eserin değerini düşüren kusurlar olarak ileri sürülmüştür. Şîrâzî, mezhep
içi ihtilâf hallerinde tercihini farklı biçimlerde yansıtır. Çoğunlukla kesin bir ifade
kullanarak esas aldığı ve tercih ettiği görüşü gösterir. Bazen herhangi bir tercih
ifadesi kullanarak duruma açıklık getirir, bazen de bunu mezheb-i cedîde atıf yaparak
yansıtır; bu son durumda kavl-i kadîmden ya hiç söz etmez ya da kavl-i kadîmi
yorumsuz olarak aktarır. Daha önce yapılmış ve kendisinin de katıldığı bir tercihi
kesin ifadelerle aktarıp karşı görüşü de “kîle” lafzıyla veya “ve minhüm men kale”
şöyle söyleyen de vardır gibi bir ifadeyle aktarır.118
Dünyanın çeşitli kütüphanelerinde pek çok nüshası bulunan el-Mühezzeb'in bir-
114 İbnü’s-Subkî, Tabakâtu’ş-Şâfiîyyeti’l-Kübrâ, C. IV, s. 216; Bilal Aybakan, “el-Mühezzeb”, DİA,
C. XXXI, s. 518. 115 İbnü’s-Subkî, Tabakâtu’ş-Şâfiîyyeti’l-Kübrâ, C. IV, s. 218. 116 A.e., s. 222. 117 A.e., s. 229. 118 Bilal Aybakan, “el-Mühezzeb”, DİA, C. XXXI, s. 518.
35
kaç neşri yapılmıştır. Eser ayrıca Nevevî’ye ait el-Mecmu‘ adlı şerhi içinde de yer
almaktadır.
Üzerine yazılan şerhlerden bazısı şöyledir.119
1. Yapılan şerhlerden ilki Ebû İshâk İbrahîm b. Mansûr el-Irakî’nin Şerhû’l-
Mühezzeb’idir.120
2. Ziyaeddîn Osman b. İsa el-Mârânî; el-İstiksa’li Mezahibi’l-Fukâhâ.121
3. İsmail b. Muhammed el-Hadremî; Şerhu’l-Mühezzeb.122
4. Ebû Zekeriya Yahyâ b. Şeref en-Nevevî; el-Mecmu‘.123
5. İbnu’d-Durrî; Tefsîru Müşkilât mine’l-Mühezzeb.124
6. Yahyâ b. Ebû’l-Hayr el-İmrânî; Kitabu’l-Beyân bimâ Eşkele fi’l-
Mühezzeb.125
7.Yahyâ b. Ebû’l-Hayr el-İmrânî; Kitabu’s-Su’âl ‘ammâ fi’l-Mühezzeb mine’l-
İşkâl.126
119 Daha ayrıntılı bilgi icin bkz. Kâtip Çelebi, Keşfü’z-Zünûn, C. II s. 1912-1913; İbnü’s-Subkî,
Kitâbu’l-Mecmu‘, C. I0, s. 5; Heyto, el-İmam eş-Şîrâzî: Hayatuhu ve Ârâuhu’l-Usûliyye, s. 164; Bilal Aybakan, “el-Mühezzeb”, DİA, C. XXXI, s. 518.
120 İbnü’s-Subkî, Tabakâtu’ş-Şâfiîyyeti’l-Kübrâ, C. VII, s. 37; Kâtip Çelebi, Keşfü’z-Zünûn, C. II, s. 1912.
121 Kâtip Çelebi, Keşfü’z-Zünûn, C. II, s. 1912; İbnü’s-Subkî, Tabakâtu’ş-Şâfiîyyeti’l-Kübrâ, C. VIII, s. 337.
122 İbnü’s-Subkî, Tabakâtu’ş-Şâfiîyyeti’l-Kübrâ, C. VIII, s. 130; Kâtip Çelebi, Keşfü’z-Zünûn, C. II, s. 1912.
123 Kâtip Çelebi, Keşfü’z-Zünûn, C. II s. 1912-1913, Nevevî bu kitabı “Babu’r-riba’ya kadar şerhetmiş, onun kaldığı yerden “Babu Bey’il-Mürabaha ya kadar Takıyuddîn es Subki, sonraki kısmı ise Muhammed Necip el-Mutii tamamlamıştır.
124 Nevevî, Kitâbu’l-Mecmu‘, C. X, s. 5. 125 A.e., s. 5. 126 A.e., s. 5.
36
8. Ebû’l-Kasım İbnü’l-Bezrî el-Cezerî; el-Esâmi ve’l-‘ilel min Kitabi’l-
Mühezzeb.127
9. Ebû’l-Futûh Müntehabüddîn Es’ad b. Mahmud el-İclî el-İsfahanî; Şerhu
Müşkilati’l-Mühezzeb.128
10. Ziyaeddîn Abdulazîz b. Abdulkerîm el-Hümami el-Cîlî; Şerhu müşkilâti’l-
Mühezzeb.129
3. Hilaf İlmiyle ilgili Eserleri
a. et-Tebsıra fî Usûli’l-Fıkh
Şîrâzî’nin usûl ilmine dair yazdığı ilk eser olan et-Tebsıra bünyesinde daha çok
ihtilaflı meseleleri barındırır.130 Bu nedenle bazı kitaplar onu usûl eserleri arasında
sayarken131 bazıları hilaf eserleri arasında saymaktadır.132 Bu kitabın barındırdığı
meseleler ve telif amacı dikkate alındığında bu eserin hilaf türü bir eser olduğu
anlaşılmaktadır.
Telif amacını ashâbının kendisinden fıkıh usûlunde ihtilaflı meseleleri anlatan
bir kitab yazmasını istemeleri olarak belirten Şîrâzî, meseleleri delilleriyle birlikte
verdiğini ve yeni başlayanlar için bir giriş, bu konuyu iyi bilenler için ise bir
hatırlatma olduğundan ne uzun ne de kısa olacak şekilde yazdığını belirtir. 133
127 İbnü’s-Subkî, Tabakâtu’ş-Şâfiîyyeti’l-Kübrâ, C. VII, s. 252; Kâtip Çelebi, Keşfü’z-Zünûn, C. II,
s. 1913. 128 Kâtip Çelebi, Keşfü’z-Zünûn, C. II, s. 1913. 129 A.e., s. 1913. 130 İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-A’yân, C. I, s. 29; İbnü’s-Subkî, Tabakâtu’ş-Şâfiîyyeti’l-Kübrâ, C. IV,
s. 215; Zirikli, el-A’lâm, C. I, s. 51; Safedî, el-Vâfî bi’l-Vefeyât, C. VI, s. 42. 131 İbnü’s-Subkî, Tabakâtu’ş-Şâfiîyyeti’l-Kübrâ, C. IV, s. 215; Safedî, el-Vâfî bi’l-Vefeyât, C. VI,
s. 42. 132 İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-A’yân, C. I, s. 29. 133 Şîrâzî, Ebû İshâk İbrâhîm b. Alî b. Yûsuf, et-Tebsıra fî Usûli’l-Fıkh, thk. Muhammed Hasan
İsmaîl, Beyrut, Dârü’l-Kutubi’l-İlmiyye, 2003, s. 16.
37
Keşfü’z-Zünûn’da bu kitabın İbn Cinnî’ye ait bir şerhinin bulunduğunu belirtse
de134 İbn Cinnî’nin vefatının 392/1001 olduğu -İbn Cinnî’nin Şîrâzî doğmadan bir
sene önce vefat ettiği- düşünüldüğünde bunun mümkün olmadığı anlaşılmaktadır.
b. en-Nüket fî Mesâili’l-Muhtelife fîhâ beyneş-Şâfiî ve Ebî Hanife
Şîrâzî’nin hilaf ilmine dair yazdığı eseridir.135 Kitabın adından da anlaşılacağı
üzere İmam Şâfiî ile İmam Ebû Hanife arasındaki muhalif meseleler üzerinde
durmaktadır. Şîrâzî’nin hilaf ilminde dönemin mahir kimseleri arasında olduğu
bilinmektedir. Bu hususta “Şîrâzî, hilaf meselelerini bir müslümanın fatihayı ezbere
bildiği gibi bilirdi” sözü bunun bir göstergesidir.136 Bu kitap üzerine Ummu’l-Kurâ
Üniversitesi’nde Zekeriya Abdurrezzak el-Mısrî tarafından doktora tezi yapılmıştır.
c. en-Nüketü’l-Mesâil
Biraz önce söylediğimiz en-Nüket fî Mesâili’l-Muhtelife fîhâ beyne’ş-Şâfiî ve
Ebî Hanife adlı eserin muhtasarıdır. Hilaf meselelerini özet şekilde sunmaktadır.
d. Tezkiretü’l Meseleyn fî Hilâfi beyne Mezhebeyn el-Hanefî ve’ş-Şâfiî
Şîrâzî’nin hilafa dair yazdığı eserlerden biridir. Keşfü’z-Zunûn’da bu eserin
birkaç ciltten oluşan hacimli bir kitap olduğundan bahsetmektedir.137 Nüket kitabı
üzerine doktora tezi yapan Zekeriya Abdurrezzak’a göre ise bu eser aslında Nüket
adıyla meşhur olan kitaptır. Ancak bu kitabın Keşfu’z-Zunûn’da Nüket’ten ayrı
134 Kâtip Çelebi, Keşfü’z-Zünûn, C. II, s. 339. 135 İbn Hallikân, Vefeyâtü'l-A’yân, C. I, s. 29; İbn Asâkir, Tebyînu Kezibi'l-Müfterî, s. 277; Şîrâzî,
Ebû İshâk İbrahim b. Alî b. Yûsuf, en-Nüket fî Mesâili’l-Muhtelife fîhâ beyne Şafiî ve beyne Ebî Hanife, thk. Zekeriya Abdurrezzâk el-Mısrî, yayınlanmamış doktora tezi, C. I, s. 30.
136 İbnü’s-Subkî, Tabakâtu’ş-Şâfiîyyeti’l-Kübrâ, C. IV, s. 222. 137 Kâtip Çelebi, Keşfü’z-Zünûn, C. I, s. 391.
38
zikredilmesi bir yanılgıdır.138 Şîrâzî’nin hayatını çalışan Muhammed Hasan Heyto’ya
göre ise bu kitap Nüket kitabından ayrı bir kitaptır.139
4. Cedel
a. el-Mulahhas fî’l-Cedel fî Usûli’l-Fıkh140
Şîrâzî’nin cedel ilmine dair yazdığı eserlerden ilkidir.141 es-Safedî, Vâfî bi’l-
Vefayât adlı eserinde bu eseri Şîrâzî’nin fıkıh usûlune dair yazdığı kitaplar arasında
zikreder.142
Eserin telif amacı Mulahhas’ın başlagıcında zikrettiği üzere Maûne’yi yazma
hedefi ile aynı doğrultudadır. Delillere nasıl itiraz edilmesi gerektiğini veya yapılan
itirazlara nasıl en doğru cevap verilmesi gerektiğini bilmenin fakih için mutlak bir
ihtiyaç olduğundan bu eseri telif etmiştir.143 Ancak bu eser Maûne’ye nazaran daha
hacimlidir. Bu nedenle daha özet bilgileri sunmak için Şîrâzî daha sonra
bahsedeceğimiz gibi Maûne’yi yazacaktır.
Bu kitabın iki güvenilir yazma nüshası vardır. Bunlardan biri San’a’daki
Câmiu’l-Kebîr kütüphanesinde diğeri ise İstanbul’da Atıf Efendi
kütüphanesinde’dir.144
b. el-Maûne fî’l-Cedel
Şîrâzî’nin cedel ilmine dair yazdığı eserlerden biridir.145 Bu kitabı, cedel
üzerine yazdığı el-Mulahhas fi’l-Cedel adlı kitabından sonra telif etmiştir. Maûne’nin
mukaddimesinde de belirttiği üzere bu kitab Mulahhas’ın bir özeti şeklindedir.
138 Zekerriya Abdurrezzâk el-Mısrî, Mukaddime en-Nüket fî Mesâili’l-Muhtelife fîhâ beyne Şafiî
ve beyne Ebî Hanife, yayınlanmamış doktora tezi, C. I, s. 137-138. 139 Heyto, el-İmam eş-Şîrâzî: Hayâtuhu ve Ârâuhu’l-Usûliyye, s. 179. 140 Keşfü’z-Zunun’da sadece “mulahhas” olarak geçer. Kâtip Çelebi, Keşfü’z-Zünûn, C. II, s. 1818. 141 İbnü’s-Subkî, Tabakâtu’ş-Şâfiîyyeti’l-Kübrâ, C. IV, s. 215; Zirikli, el-A’lâm, C. I, s. 51. 142 Safedî, el-Vâfî bi’l-Vefeyât, C. VI, s. 42. 143 Şîrâzî, el-Maune fi'l-Cedel, s. 26. 144 Türkî, Mukaddime Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 53.
39
Eserin telif amacını Şîrâzî bu kitabın girişinde, delillere nasıl itiraz edilmesi
gerektiğini veya yapılan itirazlara nasıl en doğru cevap verilmesi gerektiğini
bilmenin fakih için mutlak bir ihtiyaç olduğunu fark ettiğini söylemiştir. Ancak
bunun için yazdığı Mulahhas fî’l-Cedel kitabının biraz uzun olması nedeniyle yeni
başlayanlara yardımcı; bu konuyu bilenlere ise hatırlatma olması kabilinden bu kitabı
yazdığını belirtmektedir.146
Şîrâzî bu kitabında cedel konularından bahsetmenin yanı sıra fıkıh usûlunün de
en önemli konularına değinmektedir. Kitapta şer‘î delillerin çeşitleri, sünnetle
istidlâl, delilu’l-hitap ile istidlâl, İstishâbu’l-hâl, zahirî tercih sebepleri, mana açıdan
tercih sebepleri başlıklı bablara ayrılmaktadır.147
c. Munazarat
Şîrâzî’nin cedel ve munazarada mahir bir kişi olduğu bilinmektedir. Şîrâzî
kendisinin daha çocukken el-Fâmî ile Şîrâz’da münazaraya giriştiğinden
bahsetmektedir.148 Sellar el-Ukaylî gibi dönemin şairleri şiirlerinde Şîrâzî’ye
yaptıkları telmihlerle onun münazaradaki maharetine dikkat çekmişlerdir.149 Hanefî
Kadu’l-Kudâtı Ebû Abdullah ed-Demağânî ile giriştiği münazaraya şahit olan
Endülüslü Malikî fakihi Ebû’l-Velid el-Bacî onun gösterdiği başarıyı övmektedir.150
Aynı şekilde İbnü’s-Subkî Tabakâtı’nda Şîrâzî’nin munazaradaki başarısından
bahsettikten sonra Demağânî, Cüveynî ile aralarındaki münazaralara genişçe yer
verir.151 Bu kitap da Muhammed Hasan Heyto’nun bildirdiği üzere Şîrâzî’nin yapmış
145 Kâtip Çelebi, Keşfü’z-Zünûn, C. II, s. 1743; İbnü’s-Subkî, Tabakâtu’ş-Şâfiîyyeti’l-Kübrâ, C.
IV, s. 215; Zirikli, el-A’lâm, C. I, s. 51; Safedî, el-Vâfî bi’l-Vefeyât, C. VI, s. 42. 146 Şîrâzî, Ebû İshâk İbrâhîm b. Alî b. Yûsuf, el-Maune fi'l-Cedel, thk. Abdülmecid Türkî, Beyrut,
Dârü’l-Garbi’l-İslâmî, 1988, s. 26. 147 Şîrâzî, el-Maune fi'l-Cedel, s. 14. 148 Şîrâzî, Tabakâtu’l-Fukahâ, s. 179. 149 İbnü’s-Subkî, Tabakâtu’ş-Şâfiîyyeti’l-Kübrâ, C. IV, s. 216. 150 A.e., s. 245. 151 A.e., s. 237-256.
40
olduğu münazaraları içermektedir. Ancak bu eserden Muhammed Hasan Heyto
dışında kimse bahsetmemiştir.152
5. Diğer Eserleri
a. Tabakâtu’l-Fukahâ
Şîrâzî’nin yaşadığı dönemi de içine kapsayacak şekilde ilk üç asırdaki dört
mezhep ve Zahirî fukahâdan meşhur olanlarınnın hayatını anlatmaktadır. Tabakât’ul-
Fukahâ, kendisinden sonraki tabakât kitaplarıyla kıyaslandığında muhtasar bir eser
olarak görülmektedir. Kendisinden önce Heysem b. Adiy (207)’e ait Tabakâtu’l-
Fukahâ ve’l-Muhaddisîn, Ebû Hafs Ömer b. Ali’ye ait el-Muhezzeb fî Zikr-i
Şuyûhi’l-Mezheb153 adında birkaç tabakât kitabı bulunmakla birlikte Şîrâzî’nin bu
tabakât kitabı kendisinden sonraki çalışmalar için önemli bir kaynak olmuştur. İbn
Kesîr, Nevevî, Subkî, İbn Hallikân’ın gibi birçok ulema kitablarını yazarken bu
kitaptan faydalanmışlardır. İbn Hallikân, Abdulmelik b. İbrahim el-Hemedanî’ye ait
olan Tabakâtu’l-Fukahâ adlı kitabı Şîrâzî’nin eserine bir ek olarak görür.154
Şîrâzî’nin Tabakâtu’l-Fukahâ’sını tahkik eden İhsan Abbas’a göre Şîrâzî, hocası Ebû
Tayyib et-Taberî’nin kitabına ulaşmış ve bu eseri tamamlamak ve daha güzel hale
getirmek için Tabakâtu’l-Fukahâ’yı yazmıştır. Çünkü İhsan Abbas’a göre yer yer bu
kitapta fukahâ isimleri uzunca ifade edilmiştir. Bilindiği üzere kısa ve öz bilgiler
vermek Şîrâzî’nin temel prensibidir. Şîrâzî fukahânın hayatını anlatmaktan çok
onların fıkıh konusunda yaptıklarını vermeyi öncelemektedir. Bu nedenle bu kitap
aslında Şîrâzî’nin hocasının kitabının bir uzantısıdır.155
Bu kitap Hidayetullah el Hüseynî’nin Tabakâtu’ş-Şâfiîyye adlı ktabıyla birlikte
1014/1605 yılında basılmıştır. Bu eser 1356/1937 yılında Bağdat’ta da basılmıştır.
Aynı kitap herhangi bir tarih belirtilmeden Beyrut’ta Dâru’l-kalem yayın evinde
152 Heyto, el-İmam eş-Şîrâzî: Hayatuhu ve Ârâuhu’l-Usûliyye, s. 179. 153 Kâtip Çelebi, Keşfü’z-Zünûn, C. II, s. 1105; Abbas, Mukaddime Tabakâtu’l-Fukahâ, s. 23. 154 İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-A’yân, C. II, s. 315. 155 Abbas, Mukaddime Tabakâtu’l-Fukahâ, s. 23.
41
ayrıca basıldığı görülmektedir. Kısa bir mukaddime ile birlikte İhsan Abbas bu kitabı
tahkik ederek Beyrût’ta 1401/1981 yılında basmıştır. Bu basım iki nüshaya dayanır.
Birincisi Mektebetü’ş-Şehîd’de diğeri ise İstanbul’da Topkapı sarayında bulunur.156
b. el-Hudûd
Kitabın isminden de anlaşılacağı gibi tanımlardan bahseder. Ancak bu kitaptan
Muhamed Hasan Heyto ve Zerkeşî’nin Bahru’l-Muhît adlı eseri dışında herhangi bir
yerde bahsedilmemektedir. Muhammed Hasan Heyto’da bu eserin varlığına dair
bilgiyi Zerkeşi’nin eserinden aldığından bu eserin varlığına dair bilgi sadece
Zerkeşi’nin eserinde bulunmaktadır.157
c. Akîdetu’s-Selef
Şîrâzî bu kitabı Hanbelîlerin özellikle de o dönemde Hanbelîlerin temsilcisi
olan Ebû Cafer’in, Eşarîlere yönelttiği eleştirilere cevap vermek amacıyla yazmıştır.
Büyük bir ihtimalle Şîrâzî bu kitabını 469/1077 yılından sonra yazmıştır.158 Keşfü’z-
Zunûn bu kitap hakkında bilgi vermeden sadece ismini zikrederek Şîrâzî’ye olan
aidiyetini bildirir.159
İstanbul’daki Hacı Mahmud Efendi Ktüphanesi’nde ve Paris’teki Vataniye
Kütüphanesi’nde yazma eser olarak bulunmaktadır.160
d. Mulahhas fî’l-Hadîs
Kaynaklarda bu kitap hakkında çok fazla bilgi yer almaktadır.. Bu kitaptan
Abdulmecid et-Türkî dışında kimse bahsetmemiştir. Abdulmecid et-Türkî bu kitabın
156 A.e., s. 23. 157 Zerkeşî, Bahru’l-Muhît fî Usûli’l-Fıkh, Dâru’l-Sûfe, 1992, C. VII, s. 7; Heyto, el-İmam eş-
Şîrâzî: Hayâtuhu ve Ârâuhu’l-Usûliyye, s. 180. 158 Türkî, Mukaddime Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 55. 159 Kâtip Çelebi, Keşfü’z-Zünûn, C. II, s. 1157. 160 Türkî, Mukaddime Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 55.
42
Paris’teki Vataniye Kütüphanesi’nde el yazması olarak bulunduğunu
bildirmektedir.161
e. el-Fetâvâ
Bu kitap hakkında Şîrâzî’nin fetvalarını içerdiği dışında bir bilgiye
ulaşılamamaktadır. Bu fetvaları kendisinin mi yoksa başkasının mı bir araya getirdiği
bilinmemekle birlikte Şîrâzî’nin birçok fetvasının olduğu bir gerçektir. Bu kitaptan
Muhammed Hasan Heyto dışında kimse bahsetmemektedir. Heyto da bu kitap
hakkında bilgiyi nerden aldığını bildirmemektedir.162
f. Nushu Ehli’l-İlm
Şîrâzî’nin ahlaka dair yazdığı eserdir.163 Güzel ahlak ile birlikte kötü ahlakla
alakalı birtakım konuları içine alan bir kitap olduğu söylenmektedir.164 İlim talep
edenlere nasihatlerde bulunur. Nelerden kaçınılması gerektiğini veya nelerin
yapılması gerektiğinden bahseder.
161 A.e., s. 56. 162 Heyto, el-İmam eş-Şîrâzî: Hayâtuhu ve Ârâuhu’l-Usûliyye, s. 180. 163 İbnü’s-Subkî, Tabakâtu’ş-Şâfiîyyeti’l-Kübrâ, C. IV, s. 215. 164 Türkî, Mukaddime Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 63.
44
I. GENEL OLARAK EMİR
A. Emrin Tanımı
1. Etimolojik Olarak Emir
“Emir” kelimesi kök itibariyle Arapça “ ر- م-ا ” harflerinden türetilen bir
kelimedir. Çoğulu “أمور” ve “أوامر” olmak üzere iki şekilde karşımıza çıkmaktadır.
”أوامر“ ,şeklinde kullanıldığında iş, oluş, durum gibi anlamlar ifade ederken ”أمور“
şeklinde kullanıldığında ise fiili emretmek, buyurmak anlamına gelmektedir.1 Bu iki
anlamın dışında “َأِمَر” şeklinde mimin kesresi ile kullanıldığında çoğalmak, artmak,2
şeklinde elifin kesresi, mimin sükûnu ile kullanıldığı zaman çirkin, hayret ”ِأْمٌر“
verilecek şey,3 “َأَمٌر” şeklinde kullanıldığında işaret, alâmet,4 “َأَمُر” şeklinde
kullanıldığında ise dizilmiş taşlar anlamlarına gelmektedir.5
Kur’ân’da ise emir kelimesi bütün türevleriyle birlikte toplam altmış iki ayette
248 kere geçmekte6 ve bu kelimeler on dört farklı anlamda kullanılmaktadır.7
2. Terim Olarak Emir
Emrin, söz, fiil, sıfat, durum (şe’n) ya da bunların tümünü ifade eden bir kelime
olup olmadığına yönelik usûlcülerin düşüncesi onların emri tanımlamaların da etkili
olmuştur. Emrin tanımına, hacmi genişletmemek ve tezin sınırları dâhilinden
1 Cevherî, Ebû Nasr İsmâîl b. Hammad el-Cevherî, es-Sıhâh Tâcü’l-Lüğa ve Sıhâhu’l-Arabiyye,
thk. Ahmed Abdulğafûr, I-VII, Beyrut, Dâru’l-İlmi li’l-Melâyin, 1984, C. II, s. 580-581; İsfehânî, Hüseyn bin Muhammed bin Mufaddal er-Rağıb, Müfredâtü Elfâzi’l-Kur’ân, thk. Safvân Adnan Dâvûdî, Şâm, Dâru’l-Kalem, 1992, s. 88; İbn Manzûr, Ebü’l-Fazl Muhammed b. Mükerrem b. Ali el-Ensârî, Lisânü’l-Arab, Dâru Sâdır, Beyrut (t.y.), I-XV, C. IV, s. 127.
2 Cevherî, es-Sıhâh, C. II, s. 581. 3 el-Kehf, 18/71. 4 İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, C. IV, s. 127. 5 İbn Fâris, Ebü’l-Hüseyn Ahmed b. Faris b. Zekeriyâ, Mu’cemü Mekâyîsi’l-Luga, thk.
Abdüsselâm Muhammed Harun, I-VI, Şam, Dâru’l Fikr, 1979, C. I, s. 103. 6 el-Mu’cemü’l-Müfehres li Ayâti’l-Kur’âni’l-Hakîm, yay. haz. Muhammed Fuad Abdulbakî,
Kâhire, Daru’l-Hadîs, 1964, s. 76. 7 Bu anlamlar için bkz. Serahsî, Ebû Bekr Şemsüleimme Muhammed b. Ahmed b. Sehl, Usûlü’s-
Serahsî, thk. Ebü’l-Vefâ Efgânî, I-II, Beyrût, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1993, C. I, s. 11.
45
çıkmamak için sadece temel aldığımız bazı usûl kitapları çerçevesinde yer vereceğiz.
Kronolojik olarak vermeye çalışacağımız bu tanımlar bizi emrin nasıl bir süreçten
geçtiği konusunda da fikir sahibi kılacaktır.
Günümüze ulaşmış ilk usûl eseri olarak kabul edilen er-Risâle’de İmâm Şâfiî
(ö. 204/820) emirle alakalı bazı konulara değinmekle birlikte İmam Şâfiî’nin emrin
tanımını yapmadığı görülmektedir.
İlk dönem usûlcülerden bir diğeri olan Cessâs (ö. 370/980) emri “Kendinden
daha alt konumdaki birinden bir şeyi yapması kesin olarak irade edildiğinde o kişiye
‘yap!’ demektir”8 şeklinde tanımlamaktadır. Cessâs’ın yaptığı bu tanımda irade,
kesin bir surette isteme (îcâb) ve emredilen kimsenin alt rütbede olması kayıtları
önemlidir. Zira bu kayıtlardan hareketle onun îcâb gerektirmeyen durumları, üst
rütbedekine yapılan emirleri, iltimas adı verilen muhâtab ile aynı seviyede olunduğu
durumları, emir kapsamında görmediğini çıkarsamak mümkündür.
Bâkıllânî’ye (ö. 403/1012) göre, “Emir, emredilen kimsenin bir işi itaat
gerektirecek şekilde yapmasını sağlayan sözdür.”9 Yaptığı bu tanımdan anlaşılacağı
üzere Bâkıllânî’nin itaati gerektirmeyen sözleri emrin kapsamında görmediği
anlaşılmaktadır. Ancak Râzî (ö. 606/1209) bu tanımı “me’mûr/emredilen kimse”
ifadesi nedeniyle eleştirir. Çünkü Râzî’ye göre memurun ne olduğunu bilmek için
önce emri bilmek gerekir. Emrin bilinmesinin de memurun bilenmesine bağlı
olduğundan böyle bir tanım devre sebep olmaktadır.10 Mantık ilminde yer aldığı
üzere tanımlarda devr caiz değildir.11
8 Cessâs, Ebû Bekr Ahmed b. Ali er-Râzî, el-Fusûl fi’l-Usûl, thk. Uceyl Câsim en-Neşmî, I-IV,
Kuveyt, Vizâratü’l-Evkâf ve’ş-Şuûni’l-İslâmiyye, 1994, C. II, s. 79. 9 Bâkıllânî, Ebû Bekr Muhammed b. Tayyib b. Muhammed Basrî, et-Takrîb ve’l-İrşâd es-Sagîr,
thk. Abdülhamid b. Ali Ebû Zenid, I-III, Beyrut, Müessesetü’r-Risâle, 1994, C. II, s. 5. 10 Râzî, Ebû Abdullah Fahreddin Muhammed b. Ömer, el-Mahsûl fî İlmi Usûli’l-Fıkh, thk. Taha
Cabir Feyyaz Alvanî, I-VI, Beyrut, Müessesetü’r-Risâle, 1992, C. II, s. 16. 11 Mantıkta devr/kısırdöngü, “bir şeyin bilinmesi kendisine bağlı başka bir şeyle tanımlamak”
şeklinde tarif edilmiştir. Bkz. Taha Alp, İsagoci Tercümesi ve Mantık Terimler Sözlüğü, İstanbul, Yasin yay., 2010, s. 9, 20.
46
Mutezile’nin çoğunluğuna göre ise emir; “Kendinden daha alt konumda olan
birine ‘yap!’ veya onun yerine geçen bir sözü söylemektir.”12 Genel olarak
Mutezile’ye atfedilen bu tanımda da dikkati çeken, emredilen kimsenin daha alt
konumda olması ve “yap” gibi emir sîgasıyla birlikte bunun yerine geçen bir ifadenin
de emir kapsamında görülmesidir.
İbn Hazm (ö. 456/1064) ise emrin tanımını yaparken öncelikle Mu‘tezile’nin
tanımına yer verir ve bu tanımı uzun uzadıya eleştirdikten sonra emri şu şekilde
tanımlar: “Bir kimseden isti‘lâ yoluyla bir şeyi yapmasını istemektir.” 13 Aynı şekilde
bu tanımda da yer alan isti‘lâ kaydı, dua ve iltiması emrin kapsamından
çıkarmaktadır.
Serahsî (ö. 490/1097) ise emri iki açıdan incelemektedir. İlk olarak dilciler
açısından ele alıp “Başkasına bir şeyi ‘yap!’ demek ” şeklinde tanımlarken, daha
sonra fukahâ açısından ele alarak “Kendisiyle eşit veya daha alt seviyedeki birine
yapılan hitap ” şeklinde tanımlamaktadır. Bu tanımdan Serahsî’nin her ne kadar aynı
seviyedeki bir kimseye yapılan hitabı emir kapsamında görse de kendisinden daha
üst konumdaki birine yapılan hitabı emir kapsamında görmediği anlaşılmaktadır.
Gazzâlî’ye (ö. 505/1111) göre “Emir; emre muhatap olan kişinin, emredileni
yapmak suretiyle itaat etmesini gerektiren sözdür.” Gazzâlî, emirde talebin derece
bakımından emredenden alttakilere yönelik olması gerektiğine dair itirazı kabul
etmez. Gazzâlî’ye göre, ‘derece bakımından emredenden daha alt seviyede bulunma’
kaydını getirme isteğinin ardında, “Allah’ım beni mağfiret et’ sözü ile kölenin
efendiden ve çocuğun babasından bir şey istemesini emrin dışında bırakma kaygısı
yatmaktadır. Gazzâlî söz konusu kaygıyı gereksiz bularak bu kayda gerek olmadığını
ifade etmektedir. Gazzâlî’ye göre köle ve çocuğun, efendi ve babaya, itaati iktiza
etmeyecek biçimde emretmesi tasavvur olunabilir ve itaat etmenin gerekliliği, her
emrin zorunlu bir özelliği değildir. Zira itaat yalnızca Allah'adır. Bununla birlikte
Gazzâlî Arapların bazen ‘Falanca kişi babasına emretti’, ‘Köle efendisine emretti’
12 Râzî, el-Mahsûl, C. II, s. 16. 13 İbn Hazm, Ebû Muhammed Ali b. Ahmed, el-İhkâm fî Usûli’l-Ahkâm, thk. Ahmed Muhammed
Şâkir, I-VIII, Beyrût, Dâru’l-Âfakî’l-Cedîde, 2. bs., 1983, C. II, s. 172.
47
şeklinde ifadeler kullandıklarını ifade ederek itaat talebinin bunlar açısından doğru
olmadığının nerden çıkarıldığını sormaktadır. Çünkü Gazzâlî’ye göre Araplar, her ne
kadar güzel bulmasalar da bunları emir olarak değerlendirmişlerdir.14
Âmidî (ö. 631/1234) emri “İsti‘lâ cihetiyle bir eylemin yapılmasını istemek”15
şeklinde tanımlamaktadır. İstila kaydının koyulması iltimas ve duanın emir
kapsamında görülmediğini göstermek içindir.
Sadru’ş-Şerî‘a (ö. 747/1347) emri “Birinin başka birine isti’lâen ‘yap!’ demesi”
şeklinde tanımlamaktadır.16 Sadru’ş-Şerî‘a’nın burada “isti‘lâ” kaydını koyması onun
alt rütbedeki birinin üst rütbedeki birine söylediği sözü emir kapsamına almadığını
göstermektedir.
Yapılan tanımlamalarda dikkat çeken husus emrin ‘söz’ oluşuna yapılan
vurgudur. Emrin sözlü ifade olduğu konusunda ittifak eden usûlcüler, emrin eyleme
dalaletinin hakikat mi mecaz mı olduğu noktasında ihtilaf etmişlerdir. Hanefîler ile
Hanbelîler ve Râzî gibi bazı Şâfiîler’in de aralarında bulunduğu usûlcülerin büyük
çoğunluğuna göre emrin fiile delaleti hakiki değil mecazîdir.17 Âmidî emir
kelimesinin fiile mecazen delalet ettiğini savunanların öne sürdüğü bazı argümanları
maddeler halinde sıralamış ve bunları tek tek kritik etmiştir.18 Emrin, fiili de hakiki
anlamda kapsadığını ileri sürenler ise, genellikle iki temel delilden hareket
etmişlerdir. Birincisi, dilsel kullanımlardır ki bunlar da Kur’an nassları, şiirler ve örfî
kullanımlardan ibarettir. İkincisi ise emr kelimesinin emir anlamında kullanıldığında
evâmir şeklinde, fiil anlamında kullanıldığında ise umûr şeklinde çoğulunun
gelmesidir. İştikak, kelimelerin hakiki anlamda kullanıldıklarının bir alametidir.19
14 Gazzâlî, Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed (ö. 505/1111), el-Mustasfâ min İlmi’l-Usûl, thk.
Hamza b. Zahîr, I-IV, Medîne, y.y., t.y., C. III, s. 119. 15 Âmidî, Seyfuddîn Ali b. Ebî Alî (ö. 631/1233), el-İhkâm fî Usûli’l-Ahkâm, thk. Abduzzerka Afîf,
I-IV, Riyâd, Dâru’s-Semiî, 2003, C. II, s. 168. 16 Sadru’ş-Şerî’a, Ubeydullah b. Mes’ûd el-Mahbûbî (ö. 884/1480), et-Tavzîh Şerhu’t-Tenkîh, thk.
Muhammed Adnan Derviş, I-II, Beyrut, Dâru’l-Erkam, t.y., C. I, s. 281. 17 Serahsî, Usûl, C. I, s. 11; Râzî, el-Mahsûl, C. II, s. 9; Âmidî, el-İhkâm, C. II, s. 160; Sadru’ş-
Şerî’a, et-Tavzîh, C. I, s. 282. 18 Âmidî, el-İhkâm, C. II, s. 160. 19 Râzî, el-Mahsûl, C. II, s. 13.
48
B. Emre Dair Temel Meseleler
Emirin tanımını, temel aldığımız usûl kitaplarının çerçevesinde sunduktan
sonra bu konudaki bazı meselelere göz atmak gerekir. Ancak ana hedefin Şîrâzî’nin
emir ve nehiy konusundaki görüşlerini ortaya koymak olması sebebiyle bu
meselelere tezin ana bölümüne ön hazırlık olacak mahiyette ayrıntılara girmeden yer
vereceğiz.
1. Emrin Mucebi
Emir söz konusu olduğunda usûl kitaplarında ilk olarak tartışılan konu emrin
mûcebi konusudur. Usûl kitaplarında emrin mûcebi tartışılırken, konu mutlak emrin
mûcebi etrafında dönmektedir. Herhangi bir karinenin varlığı durumda ise o karineye
göre hareket edileceği hususunda ittifak vardır. Mutlak emrin mûcebine gelince, yani
bir emir sîgası mutlak ifade edildiğinde bundan ilk anlaşılan mana ve ondan
çıkarılacak ilk sonuç, onun vücûb ifade edip etmediği ve emirle istenen şeyi
yapmanın bir zorunluluk olup olmadığı meselesidir. Âlimlerin büyük çoğunluğuna
göre mutlak emrin mûcebi vücûbtur.20 Emrin mûcebinin vücûb olduğunu
benimseyen fukahâ bu görüşlerini kanıtlamak üzere genel olarak nakli deliller,
Kur’an ve hadislerdeki ifadeler ve icmâı delil olarak getirmektedirler. Debûsî ise
emrin mûcebinin vucub olduğunu bildirdikten sonra bunu daha çok dilsel bir
yaklaşımla temellendirmeye çalışmaktadır.21 Bu hususta sunulan nakli delillerin
başında el-Ahzâb sûresinin 33. ayeti gelmektedir. Bu ayette “Allah ve Resûlü bir işe
hüküm verdiği zaman, inanmış erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme
hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlü’ne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş
olur” denilmekte böylece Allah ve Resûlü’nün verdiği emirlerin îcâbı gerektirdiğini
bildirmektedir. Bu nedenle bu ayet emrin vücûba delâlet ettiğine delil olarak
20 Serahsî, Usûl, C. I, s. 15; Sadru’ş-Şeri’a, et-Tavzîh, C. I, s. 290; Cessâs, el-Fusûl, C. II, s. 87;
Debûsî, Ebû Zeyd Abdulah b. Ömer (ö. 430/1038), Takvîmu’l-Edilleti fî Usûli’l-Fıkh, thk. Halil Muhiddîn el-Mîs, Beyrût, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, 2001, s.36; Cüveynî, İmamu’l-Haremeyn Abdulmelik b. Abdillah (ö. 478/1085), el-Burhân fî Usûl’l-Fıkh, thk. Abdulazim ed-Dîb, Kahire, Dâru’l-Ensar, 1980, C. I, 223; Âmidî, el-İhkâm, C. II, s. 180.
21 Debusî, Takvîmu’l-Edille, s. 37–38.
49
getirilmiştir.22 Hadisten getirilen deliller arasında ise genelde “Eğer ümmetime
güçlük vermeyeceğini bilseydim, her namaz için abdest almalarını ve her abdestte
misvak kullanmalarını emrederdim”23 hadisi yer almaktadır. Bu hadiste “Ümmetime
güçlük vermeyeceğini bilseydim …. emrederdim” ifadesi emrin Müslümanlar için
vücûb ifade ettiğini göstermektedir.
Emir sîgasının nedbe delalet ettiğinin söyleyenler genelde Mutezile fukahası
olmakla birlikte24 Gazzâlî,25 Âmidî 26gibi âlimlerden nakledildiği üzere İmâm Şâfiî
de bu şekilde düşünmektedir. Bununla birlikte Gazzâlî, İmâm Şâfiî’nin Ahkamu’l-
Kur’an adlı eserinde nehyin mûcebinin tahrim olduğunu, emrin mûcebinin ise nedb
ve vâciblik arasında gidip geldiğini bildirmektedir.27
Emir sîgasının delaleti hususundaki diğer bir görüş ise bu konuda tevakkuf
edilmesi yönündedir. Gazzâlî, İbn Süreyc gibi âlimlerin savunduğu bu görüşe göre
emrin neye delalet ettiğinin anlaşılması için beklemek ve karine aramak
gerekmektedir.28 Âmidî de bütün görüşleri sıraladıktan sonra tevakkuf etmenin en
doğru görüş olduğunu ifade ederek tevakkufu tercih ettiğini bildirmektedir.29
2. Emrin Tekrara Delaleti
Emir konusunda tartışılan konulardan bir diğeri de emrin tekrara delaletidir.
Emrin tekrara delalet edip etmediği meselesi dikkatlice incelendiğinde aslında bu
konunun emrin mûcebiyle bağlantılı olduğu görülmektedir. Zira incelediğimiz usûl
kitaplarından fark edebildiğimiz kadarıyla fukahânın emrin delaleti konusundaki
tutumu, mûcebi hususundaki tutumuyla aynı doğrultudadır.
22 Cessâs, el-Fusûl, C. II, s. 89. 23 Buhârî, Salât, 8; Müslim, Tahâre, 252. 24 Bakıllânî, et-Takrîb, C. II, s. 26; Gazzâlî, el-Mustasfâ, C. II, s. 140. 25 Gazzâlî, el-Mustasfâ, C. II, s. 140. 26 Âmidî, el-İhkâm, C. II, s.178. 27 Gazzâlî, el-Mustasfâ, C. II, s. 140. 28 Serahsî, Usûl, C. I, s. 15. 29 Âmidî, el-İhkâm, C. II, s. 179.
50
Bu konudaki tartışma ise muhataba yöneltilmiş bulunan bir emrin sadece bir
kere yapmasına mı yoksa tekrarı gerektirecek şekilde yapmasına mı delalet edip
etmediği noktasındadır. Emrin mûcebinde ifade ettiğimiz gibi herhangi bir karinenin
bulunduğu durumda emrin o karine doğrultusunda anlaşılması gerektiği üzerine
ittifak edilmiştir. Tartışma herhangi bir karinenin bulunmadığı mutlak emirde
cereyan etmektedir.
Bu konuda ulemanın bir kısmı mutlak emrin özel yapısı itibariyle eylemin bir
veya daha fazla yapılmasını dikkate almaksızın mutlak talebe delalet ettiğini ifade
etmektedir. Bu görüşü Hanefîler ile Şâfiîlerden Cüveynî,30 Râzî,31 Âmidî,32 gibi
fukahâ benimsemektedir. Yani sîga aslında bir kere bile yapmaya dalalet
etmemektedir. Bir kere yapmak sîganın dalaletinden değil emredilen şeyin vücut
bulması için gereken asgari zorunluluktan elde edilmektedir. Sonuç olarak emir
sîgası, emredilen şeyin bir kere yapılmasına yönelik talep olmasıdır. Yoksa emir
sîgası bizzat bir kereye delalet ediyor değildir. Diğer bir görüşe göre bir kereye
delalet etmekle birlikte birden fazlaya delalet etme ihtimali de vardır. Cessâs bu
görüşü Hanefî mezhebine nispet etmiştir.33 Bâkillânî’ye göre ise bu konuda tevakkuf
etmek gerekmektedir.34
Mukayyet emre gelince, fukahâ emrin kaç kez yapıldığını gösteren bir kayıt
bulunması hâlinde emrin tekrara delalet ettiği hususunda görüş birliği içindedirler.35
Ancak mukayyet emirler kendilerini çerçeveleyen kayıtların niteliğine göre birkaç
şekilde bulunmaktadır. Bunlar genelde emrin bir zamana, bir şarta veya vasfa bağlı
olması şeklinde tezahür edebilir. Böylesi durumlarda emrin tekrara delalet edip
etmeyeceği ise tartışmalıdır. Mutlak emrin tekrara delalet ettiğini söyleyenler,
mukayyet emrin tekrara delaletinin evleviyetle sabit olacağını söylemektedirler.36 30 Cüveynî, el-Burhân, C. I, s. 229. 31 Râzî, el-Mahsûl, C. II, s. 98. 32 Âmidî, el-İhkâm, C. II, s. 191. 33 Cessâs, el-Fusûl, C. II, s. 135. 34 Bakıllanî, et-Takrîb, C. II, s. 388. 35 Râzî, el-Mahsûl, C. II, s. 129. 36 Bakıllanî, et-Takrîb, C. II, s. 130; Râzî, el-Mahsûl, C. II, s. 98; Âmidî, el-İhkâm, C. II, s. 198.
51
3. Emrin Fevre Delaleti
Emir konusunda tartışılan hususlardan bir diğeri de emrin fevre delalet edip
etmediği meselesidir. Emrin fevre delalet etmesi emrin gereğinin anında yerine
getirilmesini, emredilen eylemin vaktin mümkün olan ilk anında hemen yapılması
gerektiğini ifade etmektedir. Bunun aksine emrin fevr üzere değil de terâhî üzere
olduğunu söylemek ise emrin gereğini yapma işinin ertelenmesi veya sonraya
bırakılmasının mecburi olmamakla birlikte caiz olması anlamına gelmektedir. Bu
konu emrin tekrara delaleti konusuyla yakından ilişkilidir. Bu nedenledir ki mutlak
emrin tekrara delaletini savunanlar burada emrin fevre delalet ettiğini
savunmuşlardır.37 Bazılarına göre ise mutlak emir ne fevre ne de terâhîye delalet
etmektedir. Emrin delalet ettiği tek şey eylemin yapılmasının istenmesidir. Emrin
fevre delalet edip etmemesi ise ancak karinelerle anlaşılıp tespit edilebilir.38
Bazılarına göre mutlak emir fevre delalet eder. Buradaki fevriyyetin manası eylemin
mümkün olan ilk fırsatta yerine getirilmesidir. Tehir edilmesi halinde günahkâr
olunur. Bu görüş bazı Şâfiîler, Hanefîler’den Cessâs, bazı Malikîler ve Hanbelîler’e
aittir.39 Bir diğer görüş ise mutlak emirlerin fevriyyet ile terâhî arasında ortak bir
delalete sahip olmasıdır. Bu nedenle karine bulunmadıkça bunlardan hangisine
delalet ettiği kesin olarak bilinmediğinden belirleyici delil buluncaya kadar tevakkuf
etmek gerekir.40
Muvakkat emre gelince; bu emirden kastedilen, emrin konusu olan şeyin
muayyen bir zaman içerisinde yerine getirilmesidir. Muvakkat emirleri teknik olarak
ayıranlar eda edilecekleri zamanı geniş, dar ve her ikisine de benzeyen zaman
bakımından üç kısma ayırmaktadırlar. Geniş vakitli emirlere vâcib-i muvassa‘ adı
verilir ve vaktin emirle sabit olan vacip için bir zarf teşkil etmesi olarak
nitelendirilir.41 Namazın misal verildiği bu tür emirlerde vücûbiyyet vaktin ilk
37 Cüveynî, el-Burhân, C. I, s. 231; Âmidî, el-İhkâm, C. II, s. 198. 38 Serahsî, Usûl, C. I, s. 26; Cüveynî, el-Burhân, C. I, s. 232. 39 Cessâs, el-Fusûl, C. II, s. 123; Serahsî, Usûl, C. I, s. 30. 40 Cüveynî, el-Burhân, C. I, s. 232; Âmidî, el-İhkâm, C. II, s. 203. 41 Râzî, el-Mahsûl, C. II, s. 107; Serahsî, Usûl, C. I, s. 30; Debusî, Takvîmu’l-Edille, s. 67.
52
cüzüne taalluk eder, ancak bu taalluk muvassa‘dır. Yani eda, vaktin diğer cüzlerine
de ertelenebilinir. Şâfiîlerin çoğu, Debûsî, Pezdevî, Serahsî, Malikîler ve
Hanbelîler’den bazıları bu görüşü savunmaktadır.42 Bazı Malikîler, Kerhî ve
Şâfiîler’den Râzî gibi ulemâya göre ise vücûbiyyet vaktin tamamına taalluk eder.
Vaktin başında, ortasında veya sonunda yer alan cüzlerin birbirlerine herhangi bir
üstünlüğü yoktur.43 Hanefî mezhebinden Iraklı hukukçularda ise hakim görüş bu tür
emirlerde vücûbiyyetin vaktin son cüzüne taalluk ettiği yönündedir.44 Dar vakitli
emirlere geldiğimizde ise buna vaktin miyar olması denilmektedirler.45 Örnek olarak
oruç emrinin verildiği bu tür emirlerde, emrin yerine getirilmesi için belirlenen
zamanda ne bir artma ne de bir eksilme bulunmaktadır. Son olarak hem dar vakitli,
hem de muvassa‘ emirlere benzeyen müşkil emirler ise hac örneğiyle
açıklanmaktadır. Hac ibadetinin müşkil emirlerden sayılmasının nedeni eda edileceği
vakit, vaktin tamamını kapsamakla birlikte -yani bir yılda sadece bir haccın
yapılmasının mümkünlüğüyle birlikte- ömrün tamamına yayılmasından
kaynaklanmaktadır.46
42 Râzî, el-Mahsûl, C. II, s. 113; Debusî, Takvîmu’l-Edille, s. 68; Serahsî, Usûl, C. I, s. 31. 43 Cessâs, el-Fusûl, C. II, s. 125. 44 Cessâs, el-Fusûl, C. II, s. 124; Serahsî, Usûl, C. I, s. 31. 45 Serahsî, Usûl, C. I, s. 30; Debusî, Takvîmu’l-Edille, s. 67. 46 Debusî, Takvîmu’l-Edille, s. 67.
53
II. ŞİRAZİ’DE EMİR
A. Emrin Tanımı ve Tahlili
1. Terim Olarak Emir
Emrin etimolojik tahlilini yapmadan terim anlamına geçen Şîrâzî, emrin
tanımını verdikten sonra bu tanımda yer alan kayıtları tek tek incelemektedir.
Şîrâzî’ye göre emir, “Alt konumdaki birinden bir şey yapmasını sözlü olarak
istemektir.”47 Tanımda yer alan “alt konumdaki biri”, “bir şey yapmasını istemek” ve
“emrin sözlü oluşuna” yapılan vurguya dikkat edilmelidir. Zira aşağıdaki
açıklamalardan da anlaşılacağı üzere bu kayıtlar tanımın tard ve akse sahip olması
açısından önemlidir.48
“Alt konumdaki biri” kaydının koyulmasının nedeni, üst konumdaki birine emir
vermenin hakiki olarak emir diye isimlendirilmeyecek olmasıdır. Şîrâzî’nin emrin
tanımına bu kaydı getirmesi, onun üst rütbedekine yapılan emirleri ve iltimas adı
verilen muhâtab ile aynı seviyede olunan durumları hakiki anlamda emir kapsamında
görmediğini göstermektedir. Şîrâzî’ye göre üst konumdaki birine emir vermek sîga
açısından emri ifade etse de mana açısından aslında emri değil talebi ifade
etmektedir. Ayrıca üst makama emir sîgasıyla konuşmak mecazî bir kullanımdır.49
Şîrâzî’nin memurun daha alt konumda olması gerektiğine dair görüşü genel olarak
Şâfiî fukahâsına ters düşen bir görüştür. Gazzâlî’nin de aralarında bulunduğu Şâfiî
ulemasının çoğunluğuna göre üst makama yapılan emirler de hakiki olarak emir
kapsamındadır. Bu nedenle genel olarak Şâfiî ulemâsına göre emrin tanımına isti‘lâ
ve uluvv (emredenin daha üst konumda olması) kaydını koymaya gerek yoktur.50
47 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 191; Şîrâzî, Luma‘, s. 45; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 17. 48 Tanımlarda tard ve aks şartı koşulmaktadır. Tard ve aks, bir tanımın kapsamı dâhilindeki bütün
fertleri içine alacak, kapsamı dışındaki şeyleri de dışarıda bırakacak şekilde tanımlanmasıdır. 49 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 192. 50 Gazzâlî, el-Mustasfâ, C. III, s. 119.
54
“Bir şey yapmasını isteme” kaydının koyulmasının nedeni, muhataptan bir şeyi
yapması istenmediği durumlarda emrin söz konusu olmadığını ifade etmek içindir.
Örneğin Hûd suresinin 13. ayetinde geçen “Onun benzeri bir sûre getirin” ifadesi
insanların acizliğini, Fussilet suresinin 40. ayetinde geçen “Dilediğinizi yapın”
ifadesi tehdidi, Maide suresinin 2. ayetinde geçen “İhramdan çıktığınızda avlanın”
ifadesi de mübahlığı ifade etmek içindir. Emir sîgasında olan bu ifadelerinin hiç
birisinde talep söz konusu olmadığından bu ifadeler emir kapsamında değillerdir.51
Şîrâzî, Mutezile’nin son dönem âlimlerinden el-Belhî ya da el-Ka’bî olarak
bilinen Ebû Kâsım’ın, Maide suresinin 2. ayetinde geçtiği gibi ibaha ifade eden
durumları emir kapsamında gördüğünü bildirmektedir. Şîrâzî’ye göre el-Belhî’nin bu
düşüncesinin yanlış olduğu açıktır. Zira bir kölenin efendisinden dinlenmek için izin
istemesi üzerine efendisinin de ona izin vermesi, emir değildir. Zaten Arap örfü ve
dilciler bu gibi lafızları emir kabul etmemektedirler.52
“Sözlü olarak isteme” kaydının konulmasının nedeni ise, işaret ve fiile verilen
emirlerin hakikatte emir olarak isimlendirilmemesidir. Fiillerin emir olup olmadığına
dair tartışmanın altında yatan ana sebep Hz. Peygamber (s.a.v)’in fiillerinin emir
olarak görülüp görülmeyeceği hususudur. Şîrâzî’ye göre bu konuda Şâfiî ulemâsı
ikiye ayrılır. Bazılarına göre fiiller de emir olarak isimlendirilirken diğer gruba göre
ise fiil emir olarak isimlendirilmemektedir. Şîrâzî’nin doğru kabul ettiği görüş
ikincisidir. Zaten Şîrâzî’nin tanımda yer verdiği “sözlü oluşu” kaydı onun Allah
Resûlü’nün fiilerini emir kapsamında görmediğini ifade etmektedir. Zira Şîrâzî’ye
göre Allah Resûlü’nün fiilleri emir kapsamında düşünüldüğünde, bu fiillere söz ile
emrettikleri gibi uyulması gerekecektir.53 Oysa durum bunun tam tersidir. Bu
nedenle de emrin sözlü olması şart koşulmalıdır.
Şîrâzî, tanıma getirdiği kayıtların sebebini açıkladıktan sonra tanıma
getirmediği kayıtların sebebini açıklamaktadır. Şîrâzî, mendubun, memurun bih olup
olmadığına yönelik tartışmalarına binaen bazı Şâfiî fukahâsının bu tanıma “îcâbı
51 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 191; Şîrâzî, Luma‘, s. 46. 52 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 192; Şîrâzî, Luma‘, s. 46. 53 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 192.
55
gerektirecek şekilde bir şey yapılmasını istemek,” kaydını getirdiklerinden bahseder.
Tanımında bu kayda yer vermeyen Şîrâzî, bu hususta mendub, memurun bih
kapsamında görülüyorsa bu kayda gerek olmadığının ancak mendup, memurun bih
kapsamında görülmüyorsa bu kaydın konulması gerektiğini söylemektedir.54
Şîrâzî’nin mendubu emrin kapsamında görmemesine rağmen tanıma bu kaydı
koymamıştır.
Yapılan tanımlamalar bir müellifin konuya nasıl yaklaştığı hakkında birçok
ipucu verdiğinden dikkatle incelenmesi gerekmektedir. Şîrâzî’nin de yaptığı bu tanım
onun emre nasıl yaklaştığı hususunda bir takım bilgileri sunmaktadır. Şîrâzî’nin
yaptığı emir tanımında dikkatleri en çok çeken husus birçok Şâfiî ulemasının aksine
Şîrâzî’nin emre isti‘lâ kaydını koymasıdır. Zira bu dönemde emirdeki isti‘lâ vurgusu
daha çok Şâfiî dışındaki mezheblerin söylemidir. Diğer birçok mevzuda ilk olarak
Mutezile’yi eleştiren Şîrâzî’nin, bu hususta Mutezile’nin de bu şartı koştuğunu
söylememesi dikkati çekmektedir.
2. Emrin Tanımında İrade Problemi
Emrin tanımı bağlamında tartışılan en önemli meselelerden biri ‘irade’
problemidir. Emrin, emir sayılması için iradenin şart olup olmadığı hususunda ortaya
çıkan tartışma asırlarca Ehl-i Sünnet ve Mutezile arasında çözülemez bir mesele
haline gelmiştir. Bu nedenle emrin tanımını verdikten sonra ilk olarak bu mesele
üzerinde duran Şîrâzî, Mutezile’nin yapmış olduğu tanım çerçevesinde durumu kritik
etmektedir.
Şîrâzî, Mutezile’nin emri, “Kendinden daha alt konumdaki birinden, bir şey
yapmasını irade etmek” şeklinde tanımladığını bildirmektedir.55 Tanımdan da
anlaşılacağı üzere Mutezile, iradeyi emrin şartı olarak görmektedir. İradenin şart
olmadığını düşünen Şîrâzî, Mutezile’nin bu anlayıştan hareketle Allah Teâla’nın
54 A.e., s. 193; Şîrâzî, Luma‘, s. 45. 55 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 193; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 18.
56
ancak murad ettiği (istediği) şeyi emrettiği, murad etmediğini (istemediği şeyi) de
nehyettiği şeklinde yanlış temeller oluşturduklarını bildirmektedir.56
Mutezile’nin delillerini kritik etmeden önce iradenin şart olmadığına yönelik
delilleri sıralayan Şîrâzî’nin bu hususta ayet ve hadislere öncelik verdiği
görülmektedir. Şîrâzî’nin iradenin şart olmadığına yönelik sunmuş olduğu delillerden
kanaatimizce de en kuvvetli olanı Kur’an’da geçen, Hz. İbrahim’e oğlunu kurban
etme emrinin verilmesi meselesidir. Saffat süresinin 102. ayetinde geçtiği üzere Hz.
İbrahim, oğlu Hz. İsmail’i kurban ettiğini rüyasında görmüştür. Nebilerin rüyası ise
vahiydir. Çünkü ayetin devamında Hz. İsmail “Ey babacığım emredildiğin şeyi
yap”57 demektedir. Allah (c.c) Hz. İbrahim’e oğlu Hz. İsmail’i kurban etmesini
emretmiş ancak kurban etme eyleminin gerçekleşmesini murad etmemiştir. Bunun
yerine bir koç göndererek onu kurban etmesini istemiştir. Allah (c.c) Hz. İsmail’i
kesmesini irade etmesi halinde bunun gerçekleşeceğinden kuşku duyulamayacaktır.
Ancak Hz. İsmail, kurban edilmediğine göre Allah’ın kesme emrini verdiğini ancak
kesmesini irade etmediğini çıkarsamak gerekmektedir.58
Emredilen şeyin, kesme fiilinin bizzat kendisi değil, yatırmak, bıçağı
hazırlamak gibi kesmeye ön hazırlık niteliğinde olduğu ve Hz. İbrahim’in de bunu
yerine getirdiği, bu nedenle de bu ayetin hüccet olamayacağı itirazına karşı Şîrâzî, bu
iddianın ayetin zahirine aykırı olduğunu söylemektedir. Zira ayette açıkça kesme
emri verilmekte ve “büyük bir imtihan (bela) olarak”59 nitelendirilmektedir. Oysa
kesmeye hazırlanmak ne kesmek olarak isimlendirilmekte ne de bir imtihan olarak
görülmektedir. Ayrıca Allah Teâlâ’nın fidye olarak bir koç göndermesi60 verilen
emrin yerine getirilmemesi nedeniyledir.61
Şîrâzî, ayetten delil getirdikten sonra meseleye dilsel açıdan yaklaşmaktadır.
Bu açıdan getirdiği delil, emrettiği şeyde niyetinin ne olduğu bilinmeyen bir kimse 56 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 193; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 18. 57 Saffat, 37/102. 58 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 193; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 18. 59 Saffat, 37/106. 60 Saffat, 37/107. 61 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s.194; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 18.
57
için ‘âmir’ kelimesinin kullanılmaması gerektiğidir. Arapçada emreden kimseye,
niyeti bilinsin veya bilinmesin ‘âmir’ denilmesi niyetin şart olmadığını
göstermektedir. Aynı şekilde emirde niyet şart koşulduğunda “istemiyorum ama bana
su getir” şeklindeki kullanımın da yanlış olması gerekmektedir. Oysa böyle bir
kullanımın doğru olduğu üzerinde dilciler tarafından ittifak edilmiştir. Ayrıca emirde
iradenin şart olması durumunda “mükrehin emri” diye bir tabirin de yanlış olması
gerekmektedir. Bütün bunlardan hareketle Şîrâzî emirde iradenin şart olmadığını
söylemektedir.62
Emirde iradeyi şart olarak gören Mutezile fukahâsının dayandığı deliller
Şîrâzî’nin naklettiği üzere şunlardır:
Birincisi; Kur’an’da görüldüğü gibi birçok yerde emir sîgası geçmekte ancak
bu sîgalar kimi zaman acziyet63 kimi zaman tehdid64 kimi zaman da ibâha65
bildirmektedir. Aynı sîgada olmalarına rağmen bu ifadeleri birbirinden ayıran husus
iradedir. Bu nedenle emrin, hakikatte emir sayılması niyet şartına dayanmaktadır.66
Mutezile’nin bu deliline karşı Şîrâzî, bu gibi yerlerde sîganın hakikat üzerine
olmadığı ve buradaki ifadelerin emir sayılmamasının, iradenin yokluğundan değil
fiilin yapılmasına yönelik bir talebin olmamasından kaynaklandığını bildirmektedir.
Yani Şîrâzî’ye göre buradaki ayırıcı vasıf irade değil fiilin talep edilmemesidir.67
Kanaatimizce Mutezile’nin iradenin şart olduğuna dair getirdiği delillerin en
kuvvetlisi olan bu görüşe karşı Şîrâzî’nin söyledikleri tam olarak zihinleri tatmin
etmemektedir. Çünkü emirde iradenin şart olmadığı varsayıldığında bu gibi
ifadelerin de emir kabul edilmesi gerekmektedir. Ancak bu gibi ifadeler sîga
açısından emir olarak görülse de hakiki olarak emir sayılmamaktadırlar.
62 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 194; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 19. 63 Yûnus, 10/37. 64 Hûd, 11/13. 65 Mâide, 5/6. 66 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 195; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 19. 67 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 196; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 20.
58
İkinci delil ise; Arapların “Şunu yap!” ile “Şunu yapmanı istiyorum” arasında
bir fark görmemeleridir. Birine yap denildiğinde, yapmanı istiyorum anlamı da
anlaşılabilmektedir. Bu nedenle ikisinin de aynı anlamı ifade ettiğini söylen Mutezile
fukahâsına göre “yap!” emrinde aslında bir iradenin olduğu açıktır. İradenin şart
olmasına yönelik çok güçlü olmayan bu delile karşı Şîrâzî, ikisinin de aynı anlamı
ifade ettiğini söylemenin doğru olmadığını söylemektedir. Zira emir hususunda
“Gitmeni istemiyorum ama git” demek mümkün olmasına rağmen irade hususunda
“Gitmeni istemiyorum ama gitmeni istiyorum” demek mümkün değildir. Bu, iki
kullanım arasında fark olduğunun açık bir göstergesidir. Bununla birlikte “Gitmeni
istiyorum” haberi cümledir ve sıdk ya da kizbe (haber verilen şeyin doğrulanma veya
yanlışlanmasına) ihtimali vardır oysa “git!” demek inşai cümledir ve sıdk ya da kizbe
ihtimali yoktur.68
Üçüncü delil ise, emirde iradenin şart koşulmadığı durumda herhangi bir
iradeye sahip olmayan hayvanların da emir verdiğini söylemenin doğru olması
gerektiğidir. Oysa böyle bir durum mümkün değildir. Bu nedenle de emirde iradenin
şart olması gerekmektedir.69 Hayvanların emir verdiğini söylemenin yanlış olduğu
yönünde Mutezile ile aynı görüşü paylaşan Şîrâzî, bunun nedeninin ne olduğu
hususunda mutezileden ayrılmaktadır. Şîrâzî’ye göre emir olarak
isimlendirilmemesinin nedeni, Mutezile’nin iddia ettiği gibi iradenin olmaması değil
böyle bir durumda fiilin yapılmasına dair talebin olmamasından kaynaklanmaktadır.
Emrin tanımında belirttiği üzere Şîrâzî’ye göre fiilin talep edilmesi şart olarak
düşünüldüğünde bunun hayvanlar için söz konusu olamayacağı anlaşılmaktadır.70
Dördüncüsü; nehyin, nehiy olarak isimlendirilmesinin nedeni onun yasakladığı
şeyi istememesinden kaynaklanmaktadır. Aynı şekilde emredilen şeyin memurun bih
olarak isimlendirilmesi onun yapılmasının istendiğini anlamına gelmektedir. Bu
itirazı ciddi olarak görmeyen Şîrâzî, nehyin ‘istemeyen şey’ şeklinde değil de ‘daha
68 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 196; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 21. 69 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 196. 70 A.e., s. 197; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 20.
59
alt konumda olan birinden sözle bir fiilin yapılmamasını istemek’ şeklinde
tanımlandığını bildirir.71
Kanaatimize göre emir ve irade birbiriyle sıkı bir ilişki içindedir. Genel olarak
bakıldığında her emirde bir iradenin varlığı görülmekle birlikte iradenin şart
olduğunu söylemek bazı mahzurlara sebep olmaktadır. Zira bu durumda emir
olmalarına rağmen istisnaî de olsa iradenin olmadığı durumlar emrin kapsamından
çıkmaktadır. Şîrâzî’nin zikrettiği deliller tetkik edildiğinde bu hususta Ehl-i
Sünnet’in delillerinin Mutezile’nin delillerinden daha kuvvetli olduğu görülmektedir.
Özellikle Hz. İsmail’in kurban edilmesi meselesi, iradenin olmadığı durumda da
emrin olabileceğini açıkça göstermektedir. Bununla birlikte günlük kullanımdan
hareketle yaygın olan, emirde bir iradenin bulunmasını gerektirdiğidir. Bu nedenle
iradenin şart olmasından öte genelde emirle iradenin bir arada olduğu söylenebilir.
3. Emrin Sîgası
Emir hususunda değinilmesi gereken en önemli konulardan biri emrin sîgası
meselesidir. Her dilde olduğu gibi Arapçada da bir şey talep edilirken bazı sîgalar
kullanılmaktadır. Bu mevzuda tartışmalara konu olan kısım, emir sîgalarının ne
olduğu veya hangi anlamlara geldiğinden ziyade, emir için vaz edilmiş hususi bir
sîganın olup olmadığı meselesidir. Fukahâ arasında ihtilaflı meselelerden biri olan bu
husus, fıkıh usûlü kitaplarında bazen ayrı bir başlık altında incelenmekte bazen de bu
meseleye emrin mucebi konusunda değinilmektedir. Gazzâlî emre mahsus bir sîganın
olup olmadığını tartışmanın gereksiz olduğunu ileri sürerek Şar‘i “şunu emrettim”
veya “siz şunlarla emrolundunuz” dediğinde bu ifadelerin hepsinin emre delalet eden
bir sîga olduğunu bildirmektedir. Aslında Gazzâlî’ye göre tartışmanın asıl noktası
emre ait bir sîganın olup olmadığı değil ( افعل ) sîgasının tam olarak neyi ifade
ettiğidir.72
71 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 197; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 21. 72 Gazzâli, el-Mustasfâ, C. III, s. 128.
60
Konuyu tetkik etmek üzere ayrı bir başlık açan Şîrâzî, diğer usûl kitaplarında
gördüğümüz gibi ( افعل ) sîgasının hangi anlamlara gelebileceği, neyi ifade ettiği gibi
konuya dair genel bilgilere yer vermeden bu husustaki tartışmalara geçmektedir.
Şîrâzî, emir için vaz edilmiş bir sîganın varlığını kabul eder ve bu sîganın da alt
konumdaki birine “yap!” ( افعل ) demek olduğunu söyler. Bazı Eşarîlere göre ise
lafızların hem yapmaya hem de yapmamaya, hem emre hem de başka anlamlara
ihtimali olması nedeniyle emrin bir sîgası mevcut değildir.73
Şîrâzî’ye göre Adem (a.s) kıssasında geçen olay, emrin bir sîgasının olduğuna
delil olmaktadır. Ayet-i kerime’de “Âdem’e secde edin.’ dedik; hepsi secde ettiler,
ancak İblis, secde edenlerden olmadı. Sana emrettiğim halde, seni secdeden alıkoyan
nedir?”74 ifadeleri geçmektedir. Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere Allah, mutlak
bir sîga ile secde emri vermiş ve bu emre uymayan Şeytanı kınayarak cezaya
müstahak kılmıştır. Emir için filin îcâbını gerektiren bir sîga olmadığı
düşünüldüğünde bu emre uymayan Şeytanın cezaya müstahak olmasının mantığı
açıklanamamaktadır.75
Şîrâzî’nin bu deliline karşı çıkanlar, ayette geçen emir lafzıyla birlikte, o fiilin
emir olduğuna dair karinenin var olabileceğini, bu nedenle de Şeytanın cezaya
müstahak olduğunu iddia etmektedirler. Muhalifin bu itirazını yerinde bulmayan
Şîrâzî, ayette herhangi bir karineden bahsedilmediğini ve emir sîgasının da mutlak
olarak zikredildiğini ifade etmektedir. “Sana emrettiğimde,” ifadesindeki emrin
mücerred olarak zikredildiğini, ayette emrin fiili gerektiren bir sîgaya sahip
olduğunu, Eş’arîler’in iddia ettiği gibi yapmaya veya yapmamaya ihtimalli bir lafız
olmadığını söylemektedir.76
Şîrâzî’nin emre ait bir sîganın olduğunu ispatlamak üzere sunduğu ikinci delil
“Artık onun emrine muhalefet edenler, başlarına bir belânın gelmesinden veya elem
73 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 199; Şîrâzî, Luma‘, s. 47; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 23. 74 Araf, 7/11-12. 75 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 199; Şîrâzî, Luma‘, 47; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 27. 76 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 200.
61
dolu bir azaba uğramaktan sakınsınlar”77 ayetidir. Şîrâzî’ye göre ayet-i kerime’de
geçen “onun emri” ifadesi Allah Resûlü’nü ifade ediyor olabileceği gibi Allah
Teâlâ’nın kendisini de ifade ediyor olabilir. Ancak konumuz açısından önemli olan
husus ayette mutlak şekilde zikredilen emre muhalefetten dolayı Allah Teâlâ’nın
insanları uyarmasıdır. Fiile delalet eden emir sîgasının varlığını kabul etmediğimiz
takdirde Allah Teâlâ’nın mücerred olarak zikrettiği emre muhalefet edenleri
uyarması açıklanamamaktadır.78
Üçüncü delil olarak dilcilerin tutumunu gösteren Şîrâzî, dilcilerin kelamı; emir,
nehiy, haber, istihbar olmak üzere dört kısma ayırdıklarını, emri de herhangi bir
karineyi dikkate almadan “افعل” sîgası olarak tanımladıklarını ifade etmiştir.79
Şîrâzî’nin delil olarak getirdiği dilcilerin tanımlamalarına itiraz etmeyen muhalif
bunun yerine onların emirde rütbe şartı da koşmadıklarını ancak kendisinin emirde
“daha alt konumdaki biri” şeklinde kayıt koyduğunu hatırlatmaktadır. Onların
rütbeyi şart koşmadıklarına dair itirazı kabul etmeyen Şîrâzî, kelamı dörde ayıran
olduğu gibi sekiz kısma ayıran dilcilerin de olduğunu ve bazı dilcilerin emre “daha
alt konumda olma” kaydını getirdiklerini söylemektedir.80
Şîrâzî’nin getirdiği dördüncü delil ise günlük kullanımdan yola çıkarak emrin
bir sîgasının olduğunu kanıtlamaktır. Bu açıdan Şîrâzî’ye göre, efendinin kölesine
“Bana su getir” veya talep içeren başka bir söz söylediğinde bu sözle efendinin
köleden bir işi yapmasını talep ettiği anlaşılmaktadır. Şîrâzî, eğer köle bu isteği
yerine getirmezse Efendinin buna karşı köleye ceza vereceğini, bunun da emrin fiile
delalet etmesinden kaynaklandığını söylemektedir. Burada emri yerine getirmenin
nedeninin sîganın delaletinin ötesinde hal karinesi olduğunu ifade eden muhalife
karşı Şîrâzî, herhangi bir karinenin olmadığı durumda da emrin yerine getirilmesi
77 Nûr, 24/63. 78 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 200. 79 A.e., s. 200; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 23. 80 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 201; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 23.
62
gerektiğini, bunun sadece sîgaya bakılarak anlaşılabileceğini ve bu hususta dilcilerin
ittifak içinde olduğunu söylemektedir.81
Şîrâzî, görüşünü kanıtlayacak delillere yer verdikten sonra karşı görüşte
olanların delillerine yer vermektedir. Bu konuda ilk olarak Ebu Bekr el-Bakillanî’nin
söylediklerine yer veren Şîrâzî, Bakillanî’nin emir sîgasının isbatı ya akıl ya da
nakille olduğunu ancak ikisiyle de bunu ispatlamanın mümkün olamayacağını
söylediğini aktarır. Çünkü Bakillani’ye göre isimlerin ispatı hususunda aklın söz
sahibi olamayacağı ittifak edilmiş bir husustur. Nakil ele aldığında ise bu durumda ya
haber-i vahid ya da mütevatir haberin kullanılması gerekmektedir. Emrin bir
sigasının olup olmadığı gibi temel bir konunun ispatlanması ahad haberle
olmayacağından haber-i vahidin, herkesin bunu kabul etmemesinden dolayı da
mütevatir haberin delil olarak kabul edilmesi mümkün değildir. Bu nedenle de emre
delalet eden hususi bir sîganın varlığı ispat edilememektedir. Bu delile karşı,
Bakıllanî’nin söylediklerinin aynısının sîgada müşterekliğin olamayacağına (emrin
yapma ile yapmama arasında müşterek olması) delil olarak getirilebileceğini ifade
eden Şîrâzî, bu husustaki delilinin efendisinin emrine uymayan kölenin ceza
göreceğine dair akıl sahiplerinin ve dilcilerin ittifakı, dilcilerin kelamı
kısımlandırırken emir, nehiy diye tasnif etmeleri olduğunu söylemektedir. Şîrâzî’ye
göre Araplar ile Arap olmayanlar arasında dili öğreterek aracı görevini gören
dilcilere güvenmek gerekir.82
Aslında Bakillani’in söyledikleri emrin sîgasının olamayacağını hem aklen hem
de naklen ispatlamaktadır. Bu delile verdiği cevaptan anlaşıldığı üzere Şîrâzî, bu
itirazı güçlü görmektedir. Zira Şîrâzî’nin diğer itirazlara veya delillere verdiği
cevaplar tahlil edildiğinde onun ilk olarak karşıdaki iddianın neden doğru
olmayacağına dair yaptığı açıklamalar görülmektedir. Buna karşın bu itirazda Şîrâzî,
cevap vermek yerine aynı delilin sîgada müşterekliğin olamayacağına da mesned
olduğunu bildirmektedir. Oysa okuyucu zihni Şîrâzî’nin cevabında Bakillani’nin
söylediklerini nakzedecek bir argümanı beklemektedir.
81 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 201-202; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 22. 82 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 205-206; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 24-25.
63
B. Emrin Mucebi
1. Mutlak Emrin Mucebi
Tezin girişinde de kısmen bahsettiğimiz gibi mutlak emrin mucebi, emir
konusunda ihtilaflı olan meselelerden biridir. Bu meselede tartışılan nokta, mutlak
emrin vacibi ifade etmesinin yanında ibahayı da içine alacak şekilde geniş bir
iktizaya sahip olup olmadığıdır. Fark edebildiğimiz kadarıyla usûlcülerin emrin
mucebi hususundaki duruşları, emrin tekrara delaleti, fevr ifade edip etmediği
hususundaki duruşlarını da etkilemektedir. Bu nedenle oldukça önemli olan bu konu
usûl kitaplarında genişçe yer almakta, ayrıntılı bir şekilde incelenmektedir.
Şîrâzî’nin de oldukça geniş yer verdiği bu konuda temel husus, mutlak emrin
neyi ifade ettiği meselesidir. Şîrâzî’ye göre Şâfiîlerin çoğunluğu mücerret emrin
gereğinin vücubiyet olduğunu söylemektedirler. Ancak burada ihtilaf edilen husus
emrin vücup ifade etmesinin, dil açısından mı yoksa şer’î vaz açısından mı
olduğudur. Şîrâzî’ye göre fukahâ bu konuda iki kısma ayrılmaktadır. Bazısına göre
sîga, lügavî bir vaz‘ ile îcâbı gerektirirken, diğer gruba göre ise şer‘î vaz‘ ile îcâbı
gerektirmektedir. Şîrâzî’nin görüşü de bu sîganın şer‘i vaz‘ ile îcâbı gerektirdiğidir.
Mutezile’nin ise bu iki grubun dışında sîganın iktizasının ibaha olduğunu
savunmaktadır. Şîrâzî’ye göre aslında Mutezile’nin tam olarak söylediği emir
sîgasının doğrudan ibahayı iktiza ettiği değildir. Onlara göre bu iktiza da vasıtayladır.
İradeyi gerekli kılan emir, hakim olan Allah tarafından verilmiş ise bu durumda
emrettiği şeyin hasen olması gerekmektedir. Vacip ve mendup olmak üzere ikiye
ayrılan hasen, isminin iktizası olan en alt seviyedeki nedbe delalet etmelidir. Nedb
dışındaki şeylere ise delaleti, bir delil ışığında olmalıdır. Ebu’l-Hasen el-Basrî de bu
görüştedir. Ebu Bekir Bakıllanî ise delil olmadan sîganın delaleti
bilinemeyeceğinden tevakkuf etmek gerektiğini söylemektedir.83
Şîrâzî, emrin sîgası meselesinde zikrettiği delillere emrin iktizasının vacip
olduğu hususunda da yer vermektedir. İlk olarak ayeti kerimelerden delil getiren
83 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 206; Şîrâzî, Luma‘, s. 47.
64
Şîrâzî’ye göre, “Sana emrettiğim halde, seni secdeden alıkoyan nedir”84 ayetinde
Allah Teâlâ’nın Şeytanı emrine uymadığından dolayı kınaması, emrinin iktizasının
vücubiyet olmasından kaynaklanmaktadır.85
İkinci olarak “Artık onun emrine muhalefet edenler, başlarına bir belânın
gelmesinden veya elem dolu bir azaba uğramaktan sakınsınlar”86 ayetini delil olarak
getiren Şîrâzî, bu konuda Allah Teâlâ’nın, emrine muhalefet edenleri uyarması emrin
vücuba delalet ettiğinin gösterdiğini söylemektedir. Eğer emir vücuba delalet
etmeseydi uymamaları nedeniyle Allah’ın onları uyarmaması ve tehdit etmemesi
gerekirdi.87
Üçüncü olarak “Allah ve Resûlü bir iş hakkında hüküm verdikleri zaman, hiçbir
mü’min erkek ve kadın için kendi işleri konusunda tercih kullanma hakları yoktur.
Kim Allah’a ve Resûlü’ne karşı gelirse, şüphesiz ki o apaçık bir şekilde sapmıştır88
ayetini delil olarak getirmektedir. Bu ayette Allah Teâlâ, Allah ve Resûlü’nün
hükmettiği bir konuda müminler için seçme hakkının olmadığını bildirmektedir.
Müslümanların itaatten başka bir seçeneklerinin olmaması emrin vücuba delalet
ettiğinin göstergesidir. Bu delile karşı, bu ayetin şer‘î emirler hususunda olduğunu,
kendilerine göre de şer‘î konularda Allah ve Resûlü’nün hitabının vücubu
gerektirdiğini ancak dilde lafzın îcâbı gerektirmediği söyleyen muhalif, bu açıdan
ayetlerin Şîrâzî’nin iddiasını kanıtlayıcı olmadığını bildirmektedir.89
Şer‘î konularda Allah ve Resûlü’nün hitabının vücubu gerektirdiğini ancak
dilde lafzın îcâbı gerektirmediğini iddia eden muhalife karşı Şîrâzî, getirmiş olduğu
delillerin hepsinin karinelerden uzak mücerret emirler olduğunu, mücerret emirlerin
de vücubiyeti sîga gereği iktiza ettiğini söylemektedir.90 Yani Şîrâzî’ye göre ayetteki
ifadeler aslında bir karineden dolayı değil lafzın sîgasından dolayı vücubu 84 Araf, 7/12. 85 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 207; Şîrâzî, Luma‘, C. I, s. 27. 86 Nûr, 24/63. 87 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 207; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 28. 88 Ahzap, 33/36. 89 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 207; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 28. 90 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 207.
65
gerektirmektedirler. Bu nedenle Şîrâzî’ye göre dildeki durum şer‘î emirdekilerle
aynıdır.
Bu cevaptan anlaşıldığına göre Şîrâzî’nin ayetlere ilk olarak yer vermesinin
nedeni sadece şer‘i emirlerin îcâbı gerektirdiğini kanıtlamaya yönelik değil, dilde de
mutlak emrin îcâbı gerektirdiğini göstermeye güçlü bir delil sunmak içindir. Çünkü
Arap dili üzerine nazil olmuş Kur’an-ı Kerim, dilsel konularda da güçlü bir referans
kaynağıdır. Ayrıca zihinlerde bu hususta şüphe kalmasını istemeyen Şîrâzî, dilsel
açıdan da delil sunmaktadır. Şîrâzî’nin bu konuda sunduğu temel delil, akıl
sahiplerinin ve dilcilerin, efendisinin emrine uymayan kölenin ceza göreceğine dair
ittifakıdır.91
Şîrâzî, Mutezilî âlimlerden nehyin haramlığı gerektirdiğini ancak emrin vücubu
gerektirmediğini iddia edenlerin olduğunu aktarmaktadır. Şîrâzî, bu şekilde düşünen
Mutezilî alimleri tutarsızlıkla suçlamaktadır. Çünkü Şîrâzî’ye göre nehyin vücubu
ifade ettiğini kabul edenin aynı şekilde emrin de vücubu ifade ettiğini kabul etmesi
gerekmektedir. Şîrâzî’ye göre nehiy, aslında bir şeyi yapmamayı emretmektir. Bu
açıdan her ikisi de aynı şeyi ifade ettiğinden aralarında fark gözetilmemelidir.
Şîrâzî’nin bu açıklamasına karşı Mutezilî alim, kendilerinin de ikisi arasında fark
gözetmediklerini yani ikisinin de aslında vücubu ifade etmediğini söylemektedir.
Mutezilî alime göre nehiydeki kesinliğin sebebi aklîdir. Yani nehiyde, onu
yasaklayan kimsenin, yasakladığı şeyi hoş görmediği anlaşılmaktadır. Hakim olan
Allah’ın bir şeyi hoş görmemesi ise o şeyin kabih olduğu anlamına gelmektedir.
Kabih olan şeyin de terk edilmesi gerektiği akıl tarafından zorunlu olarak
bilindiğinden nehiy tahrimi gerektirmektedir. Bunun aksine hakim olan Allah bir şeyi
emrettiğinde bu, o şeyin hüsnünü göstermekte, hasen de vacip ve mendup olmak
üzere iki kısma ayrılmakta, vacip ve mendupluk arasında asgari olanı yani nedbi
tercih etmek gerekmektedir. Emrin nedb dışında bir şeyi ifade ettiğini söylemek için
ise bir delil gerekmektedir.92
Mutezili alimin yaptığı bu itiraz, mutezilenin emre yaklaşımının bir ürünüdür. 91 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 212. 92 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 211; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 30.
66
Emri tanımlarken bile iradeyi şart koşan Mutezilenin bu itirazda bulunması aslında
meseleyi hüsün-kubuh zemininde görmelerine dayanmaktadır.93
Şîrâzî bu itirazın cevabında meselenin hüsun ve kubuh boyutunu ele almak
yerine mutezilenin iddiası varsayıldığında bile haklı çıkartılamayacaklarına
değinmiştir. Şîrâzî’ye göre eğer emredilen şeydeki güzellik onun vacip ve mendup
olması şeklinde ikiye ayrılmasına neden oluyorsa aynı şekilde nehiydeki kabihlik de
nehyin ikiye ayrılmasını gerektirmelidir. Bu açıdan mesele ele alındığında nehyi de
yapmamanın yapmaya üstün olduğu durumlar ve terk edildiğinde sevap, yapıldığında
ceza verilmeyen durumlar olmak üzere ikiye ayrılmak gerekmektedir. Nehyin bu iki
durumdan en alt seviyesinde olan tenzihe hamledilmesi gerekmektedir. Şîrâzî’ye
göre aynı argümanın nehiyde kullanılmayıp emirde kullanılmasının nedeni lafzın
muktezasının vacip olduğunu düşünmelerinden ileri gelmektedir. Ayrıca Şîrâzî’ye
göre nehyin icâbı iktiza etmesi aslında kendi görüşünü kanıtlayan bir argümandır.
Çünkü Şîrâzî’ye göre bir şeyi emretmek aslında onu yapmamayı neyhetmek
anlamındadır. Bu nedenle nehiy îcâbı iktiza ediyorsa emir de aynı şekilde vücubiyeti
iktiza etmesi gerekmektedir.94
2. Yasaklamadan Sonra Gelen Emrin Mucebi
Mutlak emrin iktizasıyla bağlantılı olarak gündeme gelen meselelerden bir
diğeri yasaklamadan sonra gelen emrin neyi ifade ettiği meselesidir. Bu başlıkta
herhangi bir yasaklamadan sonra bu yasağın kaldırıldığını bildiren emir geldiğinde
bu emrin nasıl anlaşılması gerektiğine yönelik görüşler Şîrâzî’nin çizmiş olduğu
perspektif ışığında incelenecektir. Aslında bu konudaki tartışmanın temeli,
yasaklamadan sonra gelen emrin mucebine etkisi bakımından, söz konusu yasağın bir
karine olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceği meselesidir.
93 Çok eskilere dayanan hüsün-kubuh meselesi kelam ve fıkıh usûlünde uzun uzadıya tartışılmış bir
konudur. Hüsün-kubuh, eşyanın güzelliğini-çirkinliği, iyiliği-kötülüğü ve dolayısıyla eşyanın bu niteliklerinin hangi yolla bilineceğini konu edinir. Bu konunun emre bakan yönü ise emredilen şeyin hasen, nehyedilen şeyin ise kabîh olup olmadığıdır. Bu konu özellikle daha sonraki usûl kitaplarında ayrıntılı bir şekilde incelemektedir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Bkz. Sadru’ş-Şerî‘a, et-Tavzîh, C. I, s. 324.
94 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 211.
67
Gazzâlî bu hususta bazı ulemânın önceki tahrimin hiçbir etkisinin olmayacağını
söylerken, bazılarının ise önceki tahrimin “yap” sözünü ibahaya çeviren bir karine
olduğunu söylediklerini aktarmaktadır. Gazzâlî’ye göre tercihe şayan görüş, tevakkuf
edilmesidir. Yani Gazzâlî’ye göre öncelikle konu araştırmaya tabi tutulmalı, tahrimi
bildiren emrirden sonra gelen emrin neye yönelik olduğu iyi tahlil edilmeli daha
sonra kararın verilemesi gerekmektedir. 95
Şâfiî mezhebinde çoğunlukla kabul görülen görüş, yasaklamadan sonra gelen
ikinci emrin mübahlığı ifade etmesidir.96 Şâfiî fukahâsının bu tür bir emrin
mucebinin ibaha olduğuna yönelik argümanları incelendiğinde tümevarım yöntemi
esas alıdıkları görülmektedir. Zira onlara göre bu tür emirlerin çoğunluğu ibahayı
ifade etmektedir. Bu nedenle de bu tür emirlerin muktezası ibahadır.
Hanefîlerin büyük çoğunluğuna göre ise aksini gösteren bir delil bulunmadığı
müddetçe yasaktan sonra gelen emir, vücubu ifade etmektedir.97 Bu kanaatte olanlar,
karinesiz emrin mucebi hususunda hangi delilleri sunmuşlarsa burada da hemen
hemen aynı delilleri sunmuşlardır. Ayrıca Hanefiler yasaktan sonraki emrin
mucebinin vücup oluşunun, tıpkı hakkında bir yasaklama olmayan emirde olduğu
gibi sîga gereği olduğunu iddia etmişlerdir.
Hanefîlerin çoğunluğu ile aynı görüşü paylaşan Şîrâzî, yasaklamadan sonra
gelen emrin, aksine bir delil olmadıkça vücubiyeti gerektirdiğini ifade etmektedir.
Şîrâzî’nin görüşünün aksine Şâfiîlerin çoğunluğuna göre bir şeyi yasakladıktan sonra
emretmekten maksat o şeyi yapmadaki günahın kaldırıldığını bildirilmektir. Bu
nedenle de yasaklamadan sonra gelen emir mübahlığı ifade etmektedir. Örneğin
kölesinden bir şeyi yapmamasını istedikten sonra bu şeyi yapabileceğini bildiren
efendi, aslında kölesine o şeyi yaptığı taktirde herhangi bir cezaya uğramayacağını
bildirmektedir. Yani bir bakıma bu emir, mahzuru ortadan kaldırmak üzere
gönderilmiştir.98
95 Gazâlî, el-Mustasfâ, C. III, s. 156. 96 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 217. 97 Serahsî, Usûl, C. I, s. 236. 98 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 216; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 39.
68
Yasaklamadan sonra gelen emrin mahzuru ortadan kaldırmak için geldiğini
kabul etmeyen Şîrâzî, bu durumdaki emrin îcâbı gerektirdiğini delillerle
göstermektedir. Zira sonra gelen lafız mahzuru ortadan kaldırdığını değil o işi
yapması gerektiği yönünde kurulmuştur. Eğer murad bu işi yapmalarında artık bir
mahzurun olmadığını bildirmek olsaydı o zaman şunu yapın demek yerine artık şunu
yapmanızda bir mahzur yoktur denilmesi gerekirdi. Oysa burada böyle bir ifadenin
kurulması yerine emir sîgasının gelmesi, bu tür emirlerin iktizasının vücup
olduğunun göstergesidir.99
Yasaklamadan sonra gelen şer‘î emirler incelendiğinde bu emirlerin çoğunun
ibahayı bildirmek üzere kullanıldığını delil olarak getiren bazı Şâfiî uleması,
“İhramdan çıktığınızda avlanın”100 “Namazı kıldınız mı da artık yeryüzüne
dağılın”101 ve “Temizlendikleri vakit, Allah'ın size emrettiği yerden onlara
yaklaşın”102 ayetlerini örnek olarak göstermektedirler. Bu ulemaya göre
yasaklamadan sonra gelen emirler vücubiyet ifade etseydi Kur’an-ı Kerim’in birçok
yerinde ibahayı ifade etmek üzere gelmemesi gerekirdi. Bu delile karşı Şîrâzî, bu tür
emirlerin Kur’an-ı Kerim’de çoğunlukla olsa da her yerde ibahayı gerektirecek
şekilde kullanılmadığını aksine bazı yerlerde vücubu iktiza edecek şekilde de
kullanıldığını söylemektedir. Bu görüşünü desteklemek üzere “Haram aylar çıkınca
Allah’a ortak koşanları artık bulduğunuz yerde öldürün, onları yakalayıp hapsedin
ve her gözetleme yerine oturup onları gözetleyin”103 ayetini delil olarak getiren Şîrâzî
ayrıca bahsedilen yerlerde emrin mübahlığı ifade etmesinin nedenini bir karinenin
varlığıyla açıklamaktadır. Bununla birlikte Şîrâzî, birçok yerde ibahayı gerektirecek
şekilde kullanmasının onun muktezasının ibaha olduğu anlamına gelemeyeceğini de
ifade etmektedir. Çünkü âmm lafız örneğinde görüldüğü gibi Kur’an’da geçen birçok
amm ayetin muktezası hass olmasına rağmen bu ayetler umum üzere kurulmuşlardır.
99 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 216; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 39. 100 Mâide, 5/2. 101 Cuma, 62/10. 102 Bakara, 2/222. 103 Tevbe, 9/5.
69
Hatta “Allah her şeyi bilir”104 ayeti dışında “Her şeyi yaratandır”105 ayeti bile umum
üzere kalmamış tahsise uğramıştır. Buradan hareketle çoğunlukla tahsis edilen âmm
lafzının umumu ifade etmediğini söylemek caiz olmadığı gibi çoğunlukla ibahayı
iktiza etmek üzere sevkedilen emirlerin de vücubiyeti iktiza etmediğini söylemek
yanlıştır.106
Son olarak eşyada asıl olanın ibaha olduğunu delil olarak getiren muhalif bu
ibaha üzerine gelen yasaklama kaldırıldıktan sonra eşyanın tekrar aslına döneceğini
söylemektedir. Bu itirazı da kabul etmeyen Şîrâzî, Şâfiîlerden bazısına göre eşyada
asıl olanın yasaklama, bazısına göre ise vakıf olduğunu bildirmektedir. Ayrıca
eşyada asıl olanın ibaha olduğu durumda “farz kıldım”, “vacip tuttum” gibi ifadelerin
de makuliyeti ortadan kalkmaktadır.107
Yasaklamadan sonra gelen emrin durumu inceldiğinde bütün durumlara şamil
kılınacak bir hükmün olmadığı görülmektedir. Bu nedenle de bu hususta emrin îcâba
veya ibahaya delalet ettiği şeklinde genel bir hüküm vermekten ziyade meselenin
incelenmeye tabi tutulması ve ona göre karar verilmesi daha isabetli görülmektedir.
Zira Şîrâzî’nin iddia ettiği gibi böyle bir lafzın muktezasının vücup olduğu
söylendiğinde, “İhramdan çıktığınızda avlanın”,108 “Namazı kıldınız mı da artık
yeryüzüne dağılın”109 ve “Temizlendikleri vakit, Allah'ın size emrettiği yerden onlara
yaklaşın”110 ayetlerinin de îcâbı ifade etmesi gerekmektedir. Aynı şekilde diğer Şâfiî
ulemasının iddia ettiği gibi bu tür bir emrin ibaha ifade ettiği söylendiğinde de
“Haram aylar çıkınca Allah’a ortak koşanları artık bulduğunuz yerde öldürün,
onları yakalayıp hapsedin ve her gözetleme yerine oturup onları gözetleyin”111
ayetinin de ibahayı ifade etmesi gerekmektedir.
104 Şura, 42/12. 105 Enâm, 6/102; Rad, 13/6; Zümer, 39/62. 106 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 217-218; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 40. 107 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 218; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 40. 108 Mâide, 5/2. 109 Cuma, 62/10. 110 Bakara, 2/222. 111 Tevbe, 9/5.
70
3. Vücubiyetin Kastedilmediği Şer‘î Emirler
Bu mesele, vücubu ifade etmek üzere sevk edilmediği herhangi bir karineyle
anlaşılan emirlerin, cevazı ifade edip etmediğini içermektedir. Fukahâ arasında
ihtilaflı mevzulardan bir diğeri olan bu meselede bazıları cevazı ifade ettiğini kabul
ederken bazıları ise bunu kabul etmemektedir. Vücubiyetin kastedilmediği
durumlarda emrin cevazı ifade etmediğini savunan Şîrâzî, bu konuda emrin dilde
vücubu ifade etmek üzere vaz edildiğini, burada ise cevazın zımnen bilindiğini ve
muktezası olan vücuba karine nedeniyle delalet etmeyen lafzın zımni muktezasına da
delalet etmemesi gerektiğini delil olarak getirmektedir. 112
Şîrâzî’nin bu görüşünün aksine bu tür bir lafzın cevaza delalet edebileceği iddia
edilmektedir. Bu iddia sahipleri emir lafzının cevaz ve vaciplik olmak üzere iki şeyi
iktiza ettiğini, bu iki şeyden birini iktiza ettiğine dair bir delil geldiğinde diğer
muktezasının geçersiz olduğunu söylemektedirler.113
Bu görüşe karşı çıkan Şîrâzî, emrin hem vücuba hem de cevaza delalet ettiğini
kabul etmemektedir. Zira Şîrâzî’ye göre muktezası sadece îcâb olan emrin, cevaza
delaleti vaz’en değil zımnendir. Terk edildiğinde cezaya müstahak kılan vacib ile
yapıldığında sevap yapılmadığında ise herhangi bir cezayı içermeyen caizin iki zıt
iradeyi bildirdikleri, iki zıt iradeyi ifade eden durumların da aynı lafzın muktezası
olamayacağını söylemektedir.114
4. Mendubun Hakiki Olarak Emir Sayılıp Sayılmayacağı
Mendup, fıkıh usûlünde bazı farklılıklarla birlikte genel olarak yapılmasında
sevap, yapılmamasında ceza bulunmayan şey şeklinde tanımlanmaktadır.115
Mendubun, emir bahsine konu olmasının nedeni emrin kapsamında görülüp
görülmeyeceği noktasındadır. Genelde Hanefîler dışındaki usûlcülerin büyük
112 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 218. 113 A.e., s. 218. 114 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 218-219. 115 Serahsî, Usûl, C. I, s. 15.
71
çoğunluğuna göre emir kapsamında görülen mendup, hakiki anlamda emir olarak
isimlendirilmektedir.116
Meseleyi emrin tanımı bağlamında da gündeme getiren Şîrâzî, bu konuda
fukahânın ekseriyetinden farklı olarak mendubu emir kapsamında görmediğini ifade
etmektedir. Kendi dönemindeki ulemanın bu konuda ihtilaf ettiğini ifade eden Şîrâzî,
bazılarının mendubu hakiki bir şekilde emir diye isimlendirirken bazılarının ise
isimlendirmediğinden bahsetmektedir.117
Şîrâzî’ye göre mendubun emir kapsamında olmamasının nedenlerinden biri Hz.
Peygamber’den (s.a.v) rivayet edilen şu hadistir: Ebu Hüreyre’nin rivayet ettiğine
göre Resülullah (s.a.v) ‘Eğer ümmetime zor gelmeyeceğini bilseydim, her namazda
misvak kullanmalarını emrederdim’ buyurmuştur.118 Hz. Peygamber’in (s.a.v) her
namazdan sonra misvakı emretmekten kaçınmasına rağmen bunu mendub olarak
gördüğü bilinmektedir. Şîrâzî’ye göre eğer mendup hakiki olarak emrin kapsamında
olsaydı bu durumda zaten mendup olan misvak için Hz. Peygamber’in (s.a.v) böyle
bir ifade kullanması manasız olurdu.119
Aynı şekilde Berire hadisi de Şîrâzî’nin bu hususta getirmiş olduğu delillerden
bir diğeridir. Azad edildikten sonra köle kocasıyla evliliğini sürdürüp sürdürmeme
konusunda muhayyer bırakılan Berire, ayrılmayı tercih etmiştir. Bu duruma çok
üzülen kocası Muis Hz. Peygamber’den (s.a.v) yardım istemiş, Hz. Peygamber
(s.a.v) de Berire’ye: “Ona dönsen daha iyi olmaz mı o senin evladının babası!”
demiştir. Bunun üzerine Berire: “Bunu bana emrediyor musun Ey Allahın Resulu!”
diye sorunca Hz. Peygamber (s.a.v) bunun emir olmadığını sadece bunu daha hoş
gördüğünü ve aracı olduğunu söylemiştir.120 Hz. Peygamber’in (s.a.v) aracı olduğu
bir konuya îcâbet etmek ise menduptur. Ancak burada görüldüğü üzere mendup ile
116 Âmidî, el-İhkâm fî Usûli’l-Ahkâm, C. I, s. 170-171; Cüveynî, el-Burhân fî Usûli’l-Fıkh, C. I, s.
249-250. 117 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 197; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 36. 118 Buhârî, Cum’a, 8; Temenni, 9; Müslim, Tahâret, 42; Muvatta, Tahâret, 115; Ebû Dâvud, Tahâret,
25; Tirmizi, Tahâret, 18; Nesâi, Tahâret, 7. 119 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 197; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 36. 120 Buhârî, Talak, 16; Ebû Dâvud, Talak, 19; Nesai, Adabu’l-kudât, 28.
72
emir arasında fark gözeten Berire bu hususta Hz. Peygamber (s.a.v)’in tavsiyesine
uymamıştır.121
C. Emrin Tekrara Delaleti
1. Mutlak Emrin Tekrara Delaleti
Emrin mucebi ile bağlantılı olarak gündeme gelen emrin tekrara delaleti,
muhataba yöneltilen tek bir emir sîgasının, emre konu olan şeyi birden fazla veya
sürekli yapmayı gerektirip gerektirmediği meselesini ifade etmektedir. Daha önce
özet bir şekilde sunduğumuz gibi bu mesele emir konusunun tartışmalı
mevzularından biridir. Özellikle mutlak emrin tekrara delalet edip etmeyeceği
hususunda ortaya çıkan ihtilafta, fukahâdan bazısı emrin tekrara delalet ettiğini,122
bazısı sadece bir kereye delalet ettiğini,123 bazısı ne bir kereye ne de tekrara sadece
emrin yapılmasına delalet ettiğini,124 bazısı ise bütün bu görüşlerden farklı olarak bu
konuda tevakkuf etmek gerektiğini savunmaktadır.125
Gazzâlî’ye göre kimi alimler emrin, tek bir defa için olduğunu ancak bununla
birlikte tekrara muhtemel bulunduğunu, kimileri de tekrar için olduğunu ileri
sürmüşlerdir. Gazzâlî’nin bu konuda tercih ettiği görüş ise dildeki konumu itibariyle
lafızın ne tekrar edilmesine ne de edilmemesi gerektiğine dair bir delilin
olmamasıdır. Yani Gazâlî’ye göre lafız dilsel açıdan ne tekrara ne de bir kereliğe
delalet etmektedir.126
Şîrâzî ise mutlak olarak zikredilmiş emrin tekrara delalet edip etmeyeceği
meselesinde iki görüşü ele alıp incelemektedir. Bunlardan ilki olan Ebu Tayyib et-
Taberî ve Ebû Hamid el-İsfereyanî’nin de aralarında bulunduğu ashabının
çoğunluğuna göre, emir bir kere yapmayı ifade etmekte ve tekrara delaleti ancak bir
121 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 198. 122 A.e., s. 221. 123 Cessâs, el-Fusûl, C. II, s. 135. 124 Cüveynî, el-Burhân, C. I, s. 229; Râzî, el-Mahsûl, C. II, s. 98. 125 Bakıllanî, et-Takrîb, C. II, s. 118. 126 Gazzâlî, el-Mustasfâ, C. III, s. 159.
73
karine ile mümkün olmaktadır. Şîrâzî, Ebu Hanife ve fukahânın çoğunluğunun bu
görüşü savunduğunu bildirmektedir. Diğer kısım fukahâya göre ise mutlak emir
tekrarı gerektirir ve mükellefin, takat getireceği her vakitte emri yerine getirmesi
gerekmektedir. Şîrâzî bu görüşü, Ebu Bekr Bakillanî gibi bazı fukahânın
savunduğunu bildirmektedir.127
Bu iki görüş arasından mutlak emrin tekrarı ifade etmediğini savunan Şîrâzî, bu
konuda ilk olarak emir sîgasını haberi sîgaya kıyas ederek, “namaz kıl” emri ile bu
olayı haber veren “namaz kıldım” ifadesinin aynı müktezaya sahip olduğunu delil
getirmektedir. Aynı muktezaya sahip olmalarının nedeni emrin maziden müştak
olması ve müştak bir lafzın da müştak edildiği lafız ile aynı şeyi iktiza etmesidir.
Burdan hareketle aynı iktizaya sahip olan bu iki ifadeden “namaz kıldım” cümlesi bir
kere yapmayı ifade ettiğine göre “namaz kıl” cümlesinin de bir kereliği ifade etmesi
gerekmektedir. Ayrıca “namaz kıl” ifadesi namaz isminin vaki olması için en asgari
seviye olan bir defa eda etmeyi ifade etmektedir. Bir başka deyişle bir kere
kılındığında bile ‘namaz kıldım’ ifadesini kullanmak yanlış bir ifade olmaz. Ancak
bunun aksine emrin bir değil de birden fazlayı ifade ettiği düşünüldüğünde bir kere
namaz kılanın namaz kıldım demesi doğru olmayacaktır. Çünkü vakti sabahtan
akşama kadar olan orucu, sabah tutup daha sonra bozan bir kimsenin ‘oruç tuttum’
demesi caiz olmadığı gibi bir kere yapıldığında da “namaz kıldım” demesi caiz
olmaması gerekir.128
İkinci olarak emri, yemine kıyas eden Şîrâzî, bu konuda emrin yemini tutma
veya bozmaya benzediğini ifade etmektedir. Yeminin neye hamledileceği yeminde
geçen karineye bağlıdır. Örneğin bir kere yapacağım diye yemin eden bir kimsenin o
işi bir kere yapması, sürekli yapacağım diye yemin edenin ise bu işi sürekli yapması
gerekmektedir. ‘Vallahi namaz kılacağım’ şeklinde mutlak bir ifade kullanıldığı
durumda ise bu işi bir kere yapmakla yeminini yerine getirmiş olacağı, ittifak edilmiş
bir husustur. Aynı şekilde emir de böyledir. Herhangi bir kayıtla kayıtlandığı
127 Şîrâzî bu bilgiye nerden ulaştığını bildirmemektedir. Zira Bakilllanî, et-Takrib adlı eserinde emrin
tekrara delalet etiğini savunmamaktadır. Ayrıntılı bilgi için bkz. Bakıllanî, et-Takrîb, C. II, s. 118. 128 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 220; Şîrâzî, Luma‘, s. 49; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 42.
74
durumda bu kayda göre hareket edilmesi, mutlak olarak ifade edildiği durumda ise
bir kere yapmanın yeterli olacağı kabul edilmesi gerekmektedir.129
Şîrâzî’nin bu deliline karşı yemin ve vekaletin şeriat ile belirlenmiş iki hüküm
olduğu, şer‘î emirlerde de delaletin bir kere olduğu ancak dil açısından emrin
delaletinin tekrarı ifade ettiği itirazı getirilmektedir. Ayrıca şer‘î iktizadan hareketle
dilde de emrin bir kereliğe delalet ettiğini söylemek itiraz eden kimse göre yanlıştır.
Zira “baş kısımları yemeyeceğim” diye yemin eden bir kimsenin şer‘i açıdan bu
yemini, yenilen ve çarşıda satılan hayvanların başlarına delalet etmesine rağmen
dilde böyle bir sınırlama yoktur. Yani şer‘î hüküm açısından husus ifade eden bu
durumun dilde de aynı hususiyeti ifade ettiğini söylemek doğru değildir. Dilde ‘baş
kısımları yemeyeceğim’ denildiğinde bütün başlar anlaşılmaktadır. Aynı şekilde şer‘î
emirlerden hareketle dilde de emrin tekrara delalet etmediğini söylemek doğru
değildir. Şîrâzî bu itiraza karşı, yemin ve vekaletin bahsettiği gibi şer‘ ile sabit olan
bir hüküm olmakla birlikte Şari‘nin bu iki lafzı dilcilerin yükledikleri anlam
çerçevesinde hükme bağladığını ifade etmektedir.
Şîrâzî’nin emrin tekrara delalet etmediğine dair zikrettiği deliller
incelendiğinde bu delillerin şer‘i hükümleri içermekle birlikte daha çok dilsel
çıkarımla elde edildiği görülmektedir. Bu nedenle yemin ve vekalet örneğine
getirilen itiraz çok tutarlı değildir.
Üçüncü olarak, başka birine “karımı boşa” ( طلق امرأتي) denildiğinde bir kere
yerine getirmenin bu ifadeden anlaşılacağını, aksine bu kişinin birden fazla
boşamasının caiz olmadığını delil getiren Şîrâzî, buradan hareketle emir sîgasının bir
kereye delalet ettiğini söylemektedir.130
Şîrâzî, emrin tekrara delalet ettiğine dair delilleri, bu delillere yöneltilen
itirazları ve cevapları sunduktan sonra emrin tekrara delalet etmediğini savunanların
delillerini sıralamakta ve bu delilleri tek tek kritik etmektedir.
129 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 221; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 42. 130 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 221.
75
İlk olarak, Hz. Peygamber (s.a.v)’in içki içen biri için “onu dövün” demesi
üzerine, sahabîlerin bu emirden sadece bir kere dövmeyi değil birkaç defa dövmeyi
anlamaları delil olarak getirilmektedir. Emrin ıtlakından bu anlamı çıkaran sahabîleri
bu şekilde anlamaya iten neden muhalife göre emrin tekrarı ifade etmesidir.131
Şîrâzîye göre bu delil iki açıdan problemledir. Birincisi sahabîlerin emrin
tekrara delalet ettiğini anlamış oldukları takdirde neden bir süre dövdükten sonra
durdukları açıklanamamaktadır. Yani Şîrâzî’ye göre emrin tekrara delalet ettiğini
algılayan sahabilerin güçleri yettiği ölçüde bu kimseyi sürekli dövmeleri
gerekmektedir. Oysa onların bir süre sonra durmalarını gerektiren argüman, emrin
delaletinin bir kere olduğuyla aynı argümandır. İkinci olarak Şîrâzî’ye göre
sahabîlerin o emirden bir süreliğine dövmeyi anlamaları bir karineden
kaynaklanmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.v)’in “zina işleyeni dövün” deyişinden
maksadın bu işi yapmaktan caydırmak olduğunu söylemektedir. Caydırma da bir
kere vurmakla olamayacağından bunun tekrar için bir karine olduğunu açıktır. Bu
nedenle Şîrâzî’ye göre bu delil, mutlak emrin tekrara delalet ettiğini
ispatlamamaktadır. Çünkü mutlak emirden kasıt herhangi bir karinenin olmadığı
durumdur.132
Bu delilden ve Şîrâzî’nin delile verdiği cevaptan anlaşıldığı üzere sahabenin
algısı şer‘i hükümleri anlama hususunda oldukça önemlidir. Zira sahabenin Hz.
Peygamber (s.a.v)’in emrinden ne anladığı bu mevzuda delil olarak getirilmesi bunu
kanıtlar mahiyettedir. Yani sahabenin “onu dövün” emrinden tekrarı algılaması
mutlak emrin tekrara delalet ettiğinin bir göstergesidir. Şîrâzî’nin bu konuda
karşıdaki ile aynı görüşte olduğu anlaşılmaktadır. Zira Şîrâzî de bu delile karşı itiraz
ederken muhalifin sahabe algısını delil olarak alması noktasına değinmemiştir.
Şîrâzî’nin itiraz ettiği nokta sahabenin karineden uzak mutlak emirden tekrarı
algıladıklarına yöneliktir. Şîrâzî’ye göre sahabilerin “onu dövün” emrinden tekrarı
anlamalarının nedeni bir karinenin varlığıdır.
131 A.e., s. 222. 132 A.e., s. 223; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 43.
76
İkinci delil olarak "Sizi bir şeyden men ettiğim zaman ondan kesinlikle kaçının.
Bir şey emrettiğimde ise, onu gücünüz yettiğince yerine getirin"133 hadisi şerifini
delil olarak getirilerek, Müslümanların gücü yettiği ölçüde emredilenleri sürekli
yapması gerektiğini ifade etmektedir. Bu hadisle yapılan istidlalin doğru olmadığını
söyleyen Şîrâzî’ye göre, “Bir şey emrettiğimde ise, onu gücünüz yettiğince yerine
getirin” hadisi, ayakta namaz kılmaya gücü yetmeyenin oturarak, buna da gücü
yetmeyenin uzanarak kılması gerektiğini ifade etmek üzere söylenmiştir.134
Şîrâzî getirilen bu delilin hususi bir durum için vaz edildiğini söylemektedir.
Kanaatimize göre bu delil umum manası ile alındığında bile emrin tekrara delalet
ettiğini kanıtlamamaktadır. Zira Hz. Peygamber bu emri ile ümmeti teşvike
çalışmıştır. Sadece namazda değil diğer bütün emirlerde de Allah ve Resûl’unun
emrettiği şeyleri Müslümanların, ellerinden geldiğince yapmaya çalışmaları
gerekmektedir.
Üçüncü delil olarak, İbn-i Abbas’ın rivayet ettiği, Hz. Peygamber’in (s.a.v)
Müslümanlara haccın farz kılındığını bildirmesi üzerine Akra b. Habisin bu emrin
her yıl mı yoksa ömürde bir kere mi olduğunu sormasını delil olarak
getirilmektedir.135 Emir, dilde bir kereyi gerektiriyor olsaydı dilcilerden biri olan
Akra’nın böyle bir soruyu sormaması gerekirdi.136
Şîrâzî’ye göre, Akra b. Habis’in bunu sorması emrin tekrara delaletini
gösterdiği gibi tek bir kereye delaletini de gösterebilmektedir. Çünkü eğer dil
konusunda bilgili olan Akra, emrin delaletinin bir kere olduğunu düşünmeseydi
böyle bir soru sorma gereği duymadan direk zihninden tekrara delalet ettiğini
düşünürdü. Bu hususta emrin tekrara delaletine dair getirilen her argüman aynı
zamanda emrin bir kereliğe delaletine de argüman olmaktadır. Ayrıca Akra’nın bunu
sormasının nedeni, tekrara delalet ihtimalini ortadan kaldırmaktır. Yani Akra bu
lafızdan emredilen şeyin muktezasının bir kere olduğunu anlamış olsa bile diğer şer‘i
133 Buhârî, İ’tisam, 2. 134 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 223. 135 Müslim; Hac, 412; Tirmizî, Hac, 5, Tefsir-i Sûre (5); Nesâî, Menâsik, 1; İbn-i Mâce, Menâsik, 2. 136 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 223; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 43.
77
emirlerin çoğunun tekrarı ifade etmesi nedeniyle bu emirde de böyle bir durumun söz
konusu olup olmadığını öğrenmek için sormuştur. Bu nedenle de bu olay emrin
tekrara delalet ettiğine bir delil teşkil etmemektedir. 137
Dördüncü delil olarak emri nehye benzetilerek, şer‘î hitaptan bir diğeri olan
nehyin devam ve tekrarı ifade ettiğini, buradan hareketle de emrinde tekrara delalet
etmesi gerektiğini söylemektedir. Buna cevaben emirle nehyin benzetilmesinin yanlış
olduğunu bildiren Şîrâzî, nehiydeki olumsuzluğun umumiyeti ifade ettiğini ancak
emirdeki olumluluğun ise bunu ifade etmediğini söylemektedir. Daha önce yaptığı
gibi bu ikisi arasındaki farkı göstermek amacıyla yeminden hareket eden Şîrâzî
“vallahi namaz kılacağım” diyen bir kimsenin bir kere namaz kılmasıyla yeminini
yerine getirmiş olmasına rağmen “vallahi namaz kılmayacağım” diyen bir kimsenin
ise bir kere namaz kılmamasıyla yeminini yerine getirmiş olamayacağını
söylemektedir.138
Şîrâzî’nin söylediklerine ek olarak emri nehye benzetmenin yanlış olduğu dil
açısından da kanıtlanabilinir. Zira burada emir nehye kıyas edilmektedir. Oysa dil
konusunda kıyas yapmanın batıl olduğu bilinmektedir. Çünkü dil, kıyas yoluyla değil
tevkif yoluyla sabit olur. Bu nedenle de emrin nehye kıyas edilemeyeceği
söylenebilinir.
Beşinci delil olarak, emrin bir kere yapmayı iktiza ettiği düşünüldüğünde şer’î
emirlerin de bu iktizaya uygun gelmiş olması gerektiğini oysa şer‘î emirler
incelendiğinde namaz, oruç, zekat gibi emirlerin çoğunun tekrar üzere olduğunu, bu
nedenle de emrin iktizasının tekrar olması gerektiğini söylemektedir. Şîrâzî bu
iddiaya karşı, tekrarı iktiza eden emirlerin yanında hac gibi bir kere yapmayı iktiza
eden emirlerin de olduğunu ifade etmektedir. Bununla birlikte getirdikleri delilin
aslında onların aleyhinde bir delil olduğunu ifade eden Şîrâzî, onlara göre emrin
tekrara delaletinden kastın, gücü yettiği ölçüde emredileni sürekli yerine getirmek
olduğunu, oysa bilindiği gibi namazın bu şekilde değil de bilinen beş vakit için farz
137 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 224; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 43. 138 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 224.
78
kılındığını, bunun da emrin tekrara delalet etmediğini gösterdiğini söylemektedir.139
Şîrâzî, bir başka cevap olarak burada şer‘î emirlerin tekrarı ifade etmelerinin, bunu
gösteren bir şer‘î karinenin varlığı sebebiyle olduğunu söylemektedir. Ayrıca şer’î
emirlerin çoğunlukla tekrar üzere gelmesi emrin iktizasının tekrar olduğunu da
göstermemektedir. Çünkü çoğunlukla hassı ifade etmek üzere gelen amm lafzının
iktizasının hass olduğu söylenmediği gibi emrin de delaletinin tekrar olduğunu
söylemek doğru değildir.140
Altıncı delil olarak, ‘bu hayvanıma bak’ denildiğinde buradan sürekli bakmanın
anlaşıldığını, aksine bir saat baktıktan sonra hayvana bakmayı bırakan kimsenin
kınanacağını bu nedenle de emrin muktezasının tekrar olduğunu söylenmektedir.
Şîrâzî’ye göre ise bu kullanımda tekrarın anlaşılmasının nedeni başka bir karineden
kaynaklanmaktadır. Bu karine de bu emirden kastın onu koruyup kaybetmemesidir.
Hayvanın korunup kaybedilmemesi ancak sürekli gözetilerek sağlanabilinir. Söz
konusu mesele ise bu olaydan farklıdır. Çünkü bir kere bile namaz kılmış olan bir
kimsenin namaz kıldım demesi caiz iken, bir saat gözetip sonra terk eden kimsenin
onu korudum demesi doğru değildir.141
Yedinci delil olarak, bir şeyi emretmek onun tersini nehy etmek anlamına
geldiğini, nehyin tekrar ve devamı iktiza ettiği gibi emrin de iktiza etmesi gerektiğini
söylemektedir. Şîrâzî bu delile karşı bir şeyi emretmenin o şeyin zıddını nehyetme
anlamına gelmesinin mana cihetiyle olduğunu, bu nedenle nehyin tekrar ve devamı
ifade etmesinin emrin de tekrar ve devamı ifade etmesi anlamına gelmediğini
söylemektedir.142
Mutlak emrin tekrara delalet edip etmediğine dair deliller incelendiğinde emrin
tekrara delalet etmediğini söylemek daha isabetli görülmektedir. Zira mutlak emirin
tekrara delalet ettiğine dair getirilen delillerde bir karine yardımıyla tekrarın
anlaşıldığı görülmektedir.
139 A.e., s. 225. 140 A.e., s. 226; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 44. 141 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 227; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 45. 142 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 228.
79
2. Mukayyet Emrin Tekrara Delaleti
Mukayyet emir herhangi bir kayıtla kayıtlanmış emre denilmekedir. Şîrâzî’nin
de belirttiği gibi herhangi bir kayıtla kayıtlanmış emrin muktezasının bu kayda göre
olacağı ittifak edilmiş bir husustur. Örneğin ‘ebede kadar namaz kıl’ şeklinde emir
verildiğinde bu emrin sonsuza kadar devam edeceği veya ‘bir kere oruç tut’
denildiğinde oruç tutmanın bir kere olması gerektiği anlaşılmaktadır.143
3. Şart ile Mukayyet Emrin Tekrara Delaleti
Mutlak emrin tekrara delaleti meselesinden sonra gündeme gelen bir diğer
mesele şart ile mukayyet emrin delaletinin ne olacağıdır. Şart ile mukayyet olan bir
emrin tekrarı mı gerektirdiği yoksa mutlak emre mi kıyas edileceği tartışmanın asıl
noktasını oluşturur. Mutlak emrin tekrarı gerektirdiğini savunanlar mukayyet
emirlerin de tekrarı gerektirdiğini söylemektedirler. Mutlak emrin tekrarı ifade
etmediği söyleyenler ise mukayyet emir iki kısma ayırmaktadırlar. Şîrâzî’ye göre
doğru olan mukayyet emrin de tekrarı ifade etmediğini söyleyenlerin görüşüdür.144
Şîrâzî’ye göre birinin “bir kere namaz kıl” demesi ile “güneş battığında bir kere
namaz kıl” demesi arasında herhangi bir fark yoktur. Zaten fiili yapma açısından bir
şarta bağlanmış emir ile mutlak emir arasında herhangi bir fark olmadığı
bilinmektedir. Şarta bağlamak sadece o işin belirli bir zaman veya mekânda
yapılması gerektiği anlamına gelmektedir. Ayrıca Arapların “her güneş doğduğunda
namaz kıl” ile “güneş doğduğunda namaz kıl” ifadelerini ayırmaları da onların ikisi
arasında vaz’en ve şer’an fark gözettiklerini göstermektedir. Vaz’en gözetilen farka
göre, bu cümlelerden ilkinde “her” lafzı ile namaz kılma eylemi tekrara delalet
etmektedir. Ancak ikinci cümlede bu kelimenin olmaması onun tekrarı ifade
etmediğini göstermektedir. Şer’an ise, bir kimse karısına eve her girdiğinde sen
boşsun dediğinde, eşi eve her girdiğinde ayrı bir talak cari olmaktadır. Eve girersen
boşsun dediği taktirde ise eşinin eve ilk girmesiyle talakın cari olduğu ancak ikinci
143 A.e., s. 220. 144 A.e. s. 220; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 47; Şîrâzî, Luma‘, s. 52.
80
ve daha sonraki girişlerinde ise talakın cari olmayacağı şeklinde hüküm
verilmiştir.145
Şîrâzî’nin bu deliline karşı, şarta bağlı mukayyet emirlerin çoğunun Şeriatta
tekrarı ifade ettiği itirazı gelmektedir. “Güneşin batıya yönelmesinden gecenin
kararmasına kadar namaz kıl”146 ayetinden hareketle güneşin batıya meylettiği her
vakitte namaz kılmak gerekmektedir. Aynı şekilde “Namaz kılmaya kalktığınız
zaman yüzlerinizi yıkayın”147 emri namaz kılmaya kalkılan her vakitte abdest almayı,
ayetin devamında geçen “Eğer cünüp iseniz temizlenin”148 ifadesi de her cünüp
olunduğu zaman temizlenmek gerektiğini ifade etmektedir. Bu ayetlerde görüldüğü
gibi şartla mukayyet emirlerin muktezasının çoğunlukla tekrarı ifade etmesi bu tür
emirlerin muktezasının tekrar olduğunu göstermektedir. Mutlak emrin muktezası
hususunda da yer verilen bu itiraza Şîrâzî, aynı şekilde cevap vermektedir. Bu tür
emirlerin genelde tekrara delalet etmesine karşın, güç ve imkan şartıyla mukayyet
olan hac emrinin tekrarı gerektirmemesi söylenilen iddiayı çürütmektedir. Ayrıca bu
ayetlerde iktizanın tekrara hamledilmesinin nedeni başka bir şer‘î delidir. Hz.
Peygamber (s.a.v)’in her güneş battığında namaz kılması, ramazana ulaştığı her
senede oruç tutması, cünüp olduğu her zaman gusûl abdesti alması bu emirlerin
tekrarı ifade etmesinin nedenidir.149
İkinci olarak emri şarta bağlamanın hükmü illete bağlamaya benzediğine
dayanılarak Şîrâzî eleştirilmiştir. Zira illete bağlanan hükümde illetin tekrarlanması
ile hükmün de tekrarlanması gerektiği gibi şarta bağlanan hükümde şartın
tekrarlanmasıyla hükmün de tekrarlanması gerekmektedir. Buna cevap olarak Şîrâzî,
emri şarta bağlamanın, hükmü illete bağlamak gibi olmadığını söylemektedir. Çünkü
illet hükmün emâresi, ona delalet eden şeydir. Delilin varlığı medlulün varlığını
gerektirir. Şart ise illeti değil, hükmü doğrulayandır. Mesela taharet, namazın sıhhati
145 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 228; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 48; Şîrâzî, Luma‘, s. 52. 146 İsrâ, 17/78. 147 Mâide, 5/6. 148 Mâide, 5/6. 149 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 230.
81
için şarttır ancak sıhhati için bir illet değildir. Bu nedenle de emri şarta bağlamak,
hükmü illete bağlamak gibi değildir.150
Son olarak mukayyet nehyin tekrarı iktiza ettiği gibi mukayyet emrin de tekrarı
iktiza etmesi gerektiği iddia edilmiştir. Şîrâzî’ye göre ise mukayyet nehiy tekrarı
iktiza etmemektedir. Örneğin ‘güneş battığında namaz kılma’ denildiği vakit bu
nehiy tekrarı gerektirmemektedir. Ayrıca Şîrâzî’ye göre mutlak nehyin tekrarı iktiza
ettiği gibi mukayyet nehyin de tekrarı iktiza ettiği kabul edilse bile bu, konunun
dışında kalmaktadır. Çünkü emir nehiy gibi değildir. Mutlak emir tekrarı iktiza
etmediği gibi mukayyet emir de tekrarı iktiza etmez.151
4. Emrin Tekrarında İkinci Emrin İktizası Meselesi
Bu husus ‘Namaz kıl’ emrinde olduğu gibi emir tekrar ettiği durumda memurun
bihin de tekrarı gerektirip gerektirmediği yani ikinci emrin yeni bir fiili iktiza edip
etmediği meselesini içermektedir. Şîrâzî’ye göre emrin tekrar edilmesi memurun
bihin de tekrar edilmesi anlamına gelmektedir. Çünkü Şîrâzî’ye göre birinci emir gibi
ikinci emir de aynı ifade tarzına sahiptir. Bu nedenle birinci emirde olduğu gibi
ikinci emirde de îcâb olması gerekir. Ebû Bekir es-Sayrafî152 ise emrin tekrarı iktiza
etmediğini söylemektedir.153
İkinci olarak muhalif, ikinci emrin isti’naf veya tekid için gelmiş olma
ihtimalinin varlığını, şek durumda ise bu fiilin vacip kılınamayacağını delil olarak
getirmektedir. Şîrâzî bu delile karşı bunun şek olduğunu kabul etmediğini
bildirmektedir. Çünkü görünürden anlaşıldığı kadarıyla o emir ancak istinaf için
tekrar edilmiştir. Bu nedenle de emrin tekrara hamledilmesi vaciptir.154
150 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 230; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 48. 151 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 231; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 49. 152 Ebû Bekir Muhammed b. Abdullah es-Sayrafî, 330/1028 yılında vefat etmiştir. Fukuh usûlüne dair
birçok eseri bulunmaktadır. Bkz. Şîrâzî, Tabakâtu’l-Fukahâ, s. 111.
153 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 231. 154 A.e., s. 232-33; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 51.
82
D. Emrin Fevre Delaleti
Emir konusunda tartışılan hususlardan bir diğeri de emrin fevre delalet edip
etmediği meselesidir. Emrin fevre delalet etmesi emrin gereğinin derhal, anında
yerine getirilmesini, bir başka ifadeyle emredilen eylemin vaktin mümkün olan ilk
anında hemen yapılması gerektiğini ifade etmektedir. Bunun aksine emrin fevr üzere
değil de terâhî üzere olduğunu söylemek ise emrin gereğini yapma işinin ertelenmesi
veya sonraya bırakılmasının mecburi olmamakla birlikte caiz olması anlamına
gelmektedir.
Bu konu emrin tekrara delaleti konusuyla yakından ilişkilidir. Bu nedenledir ki
mutlak emrin tekrara delaletini savunanlar burada emrin fevre delalet ettiğini
söylemişlerdir.155 Bazılarına göre ise mutlak emir ne fevre ne de terâhîye delalet
etmektedir. Emrin delalet ettiği tek şey eylemin yapılmasının istenmesidir. Emrin
fevre delalet edip etmemesi ise ancak karinelerle anlaşılıp tespit edilebilir.156
Bazılarına göre mutlak emir fevre delalet eder. Buradaki fevriyyetin manası eylemin
mümkün olan ilk fırsatta yerine getirilmesidir. Tehir edilmesi halinde günahkâr
olunur. Bu görüş bazı Şâfiîler, Hanefîler’den Cessâs, bazı Malikîler ve Hanbelîler’e
aittir.157 Bir diğer görüş ise mutlak emirlerin fevriyyet ile terâhî arasında ortak bir
delalete sahip olmasıdır. Bu nedenle karine bulunmadıkça bunlardan hangisine
delalet ettiği kesin olarak bilinmediğinden belirleyici delil buluncaya kadar tevakkuf
etmek gerekir.158
Şîrâzî, konuyla ilgili delillere geçmeden önce bazı kimselerin ‘emrin terahiye
veya fevre delaleti’ şeklinde bir ibare kullandıklarını bunun ise yanlış olduğunu
belirtmektedir. Çünkü Şîrâzî’ye göre emrin terahiye delalet ettiğini savunan hiç
kimse olmamıştır. Bu nedenle de doğru olan ibare emrin fevre delalet edip
etmeyeceği şeklinde olmalıdır. 159
155 Cüveynî, el-Burhân, C. I, s. 231; Âmidî, el-İhkâm, C. II, s. 198. 156 Serahsî, Usûl, C. I, s. 26; Cüveynî, el-Burhân, C. I, s. 232. 157 Cessâs, el-Fusûl, C. II, s. 123; Serahsî, Usûl, C. I, s. 30. 158 Cüveynî, el-Burhân, C. I, s. 232; Âmidî, el-İhkâm, C. II, s. 203. 159 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 234.
83
Emrin mucebi konusuyla bağlantılı olduğunu ifade eden Şîrâzî de, emrin
tekrara delalet ettiğini söyleyenlerin emrin fevre delalet ettiğini de savunmalarını
gerektiğini bildirmektedir. Emrin tek bir kereye delalet ettiğini söyleyenler ise emrin
fevre delalet edip etmediği hususunda iki kısma ayrılmaktadır. Ebu Bekir es-Sayrafî,
Kâdî Ebû Hâmid el-Mervezî gibi Şâfiîlerle Hanefîlerin çoğunluğuna göre mutlak
emir fevri gerektirir. Ebu Hamid el-İsferayanî ve Ebu Tayyib et-Taberî’nin de
aralarında bulunduğu fukahâya göre ise mutlak emir fevri gerektirmemektedir. Ebu
Bekir el-Bakillanî’nin de aralarında bulunduğu mütekellimînden bazı fukahâya göre
ise emrin muktezasının fevriyet olup olmadığını bildiren bir delil gelinceye kadar
tevakkuf edilmelidir.160
Şîrâzî’nin Hanefilerin çoğunluğunun emrin mucebinin fevri gerektirdiğine dair
naklettiği bilgi ihtiyatla karşılanmalıdır. Çünkü Serahsî’nin usûl adlı eserinde
naklettiği üzere Kerhî’nin mutlak emrin fevre delalet ettiğine dair bir görüşü vardır.
Serahsî’ye göre Hanefi alimlerinden nakledilen görüşün doğru olanı emrin
mucebinin fevri gerektirmediğidir.161
Gazzâlî ise, kimi âlimlerin mutlak emri, emrin derhal yerine getirilmesini (fevr)
iktiza ettiği, kimilerine göre de bunu gerektirmediği, kimilerinin ise bu konuda
kararsız kaldıklarını bildirmektedir. Gazzâlî’ye göre tercihe şayan olan görüş, emrin
yalnızca imtisal etmeyi (emri yerine getirmeyi) iktiza ettiği ve derhal yapma ile
gecikmeli olarak yapmanın imtisal açısından eşit olduğudur.162
Şîrâzî’ye göre emrin fevre delalet etmediğinin delili namaz örneğiyle
açıklanabilir. Hangi zamanda kılınırsa kılınsın vaktinde kılınan namaz, namaz olarak
isimlendirilmektedir. Aynı şekilde ister seferi, ister hasta olarak kılınsın yine namaz
isminin kapsamındadır. Yani namaz vakti içinde son anlarda bile kılana, ‘namaz
kıldı’ denilmesi ve bu kişinin emre itaat etmiş olması emrin fevre delalet etmediğini
göstermektedir.163
160 A.e., s. 234; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 52-53. 161 Serahsî, Usûl, C. I, s. 26-27. 162 Gazzâlî, el-Mustasfâ, C. III, s. 172. 163 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 235.
84
Şîrâzî’ye göre emrin fevre delalet etmediğinin ikinci delili, Hudeybiye
anlaşmasında görülmektedir. Bu anlaşmadan önce Müslümanlar Hz. Peygamber’in
(s.a.v) gördüğü rüya üzerine Mekke’ye gelmişlerdir. Ancak müşriklerin Mekke’ye
girmelerini engellemeleri üzerine Hz. Peygamber (s.a.v) ihramdan çıkmış ve
kurbanını kesmiştir. Müslümanlar da bu durumu kabullenmek istememelerine
rağmen Hz. Peygamber’in (s.a.v) ihramdan çıkmasıyla ihramdan çıkmışlardır. Ebu
Bekr’in yanına gelen Hz. Ömer ‘Allah, bize mescidi harama gireceğimizi vaad
etmedi mi?’ deyip Fetih suresinde geçen “Allahın izniyle mescidi harama
gireceksiniz” ayetini okumuştur. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekr ayette mescidi harama
girileceğinin söylendiğini ancak bunun ne zaman olacağının söylemediğini ifade
etmiştir. Yani bu olayda Mescidi Harama girme emrinin fevr üzere olmadığını
anlaşılmaktadır.164
Şîrâzî’nin getirmiş olduğu Hudeybiye örneğine karşı aslında bu olayın emrin
muktezasının fevr olduğunu ispatladı ifade edilmektedir. Zira emrin muktezasının
fevr olmadığı durumda fesahat ehli olan Hz. Ömer’in Mekke’ye hemen gireceklerini
anlaması düşünülemez. Bu itiraza karşı Şîrâzî, Hz. Ömer’in bu emrin fevr üzere
olduğunu düşünmesi, emrin sîgasından değil, Hz. Peygamber’in (s.a.v) görmüş
olduğu rüyada Kabe’nin anahtarlarının kendisine verilmesi, kendisinin ve ashabının
ihrama girmesi gibi karinelerledir. Bu olayda Hz. Ebu Bekr ise salt ayetin lafzına
baktığı için bu emrin fevriyet içermediğini düşünmüştür. Zaten tartışılan mevzu,
herhangi bir karinenin olduğu durum değil kariden uzak mutlak emrin delaletinin ne
olduğudur. Bu durumda da Hz. Ebu Bekir’in tavrı delil olmalıdır.165
Şîrâzî’nin bu konudaki üçüncü delili ise emrin herhangi bir zaman ve mekanı
ifade etmeden fiilin yapılmasını ifade etmesidir. Fiilin yapılması için herhangi bir
zamana ve mekana ihtiyaç vardır. Çünkü her fiil bir zaman diliminde ve mekânda
meydana gelmektedir. Bununla birlikte fiil hangi zaman diliminde yapılırsa yapılsın
164 A.e., s. 236; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 54. 165 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 236.
85
o emir yerine getirilmiş olmaktadır. Çünkü salt emir lafzıyla her hangi bir zaman ve
mekân belirlenememektedir.166
Şîrâzî’ye göre emir sîgasının herhangi bir zaman veya mekânı belirlemediğinin
delili ise emirle mekanın birbirinden ayrılmasının mümkün olmasıdır. Bir yerde
namaza başlayıp başka yere yürüdüğünde, ya da gemide olduğunda kişi mekânı
değiştirmiş olmasına rağmen emrin ifasına devam etmektedir. Mekânın emirle
belirlendiği durumda ise fiilin başka bir mekânda tamamlanması caiz
olmamaktadır.167
Şîrâzî’ye göre ayeti kerimede “Müşrikleri öldürün”168 ifadesinin geçmesi de
emrin fevre delalet etmediğini göstermektedir. Zira bu ayetteki lafız herhangi bir
zamanı veya herhangi bir kişiyi kapsamaktadır. Yani müşriklerden herhangi biri
herhangi bir vakitte öldürüldüğünde bu emir yerine getirilmiş olmaktadır.169
Şîrâzî, emrin fevre delalet etmediğine dair delilleri sıraladıktan sonra emrin
fevre delalet ettiğini düşünenlerin delillerini ve bu delillere verdiği cevapları
zikretmektedir. Bu delillerden ilki, ayette geçen “Rabbinizin mağfiretine koşun”170
emridir. Bu emirde anlaşılan, emredilen şeyi hemen yapmak gerektiğidir. Çünkü
emredilen şeyi hemen yapmak bir yakınlaşma ve itaattir. Mağfirete koşmak ise ancak
bu şekilde gerçekleşmektedir.171
Şîrâzî’ye göre bu ayetten kasıt, Allah’a yönelmek, tövbe etmek ve günahlardan
vaz geçmektir. Bu şekilde günahlar bağışlanır ve kötülükler örtülür. Şîrâzî’ye göre de
zaten günahlardan tevbe etmek fevr üzere vaciptir, geciktirilmesi caiz değildir. Bu
nedenle bu ayetten kasıt şer‘i emirlerin fevre delalet ettiğini göstermek değil,
Müslümanları hayır yapmada acale etmelerini teşvik etmek içindir.
166 A.e. s. 236; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 53. 167 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 236. 168 Tevbe, 9/5. 169 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 237. 170 Al-i İmrân, 3/133. 171 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 237; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 53.
86
Bir önceki delille bağlantılı bir şekilde Allah Teâlâ’nın Kur’an’da “Hayırda
yarışın”172 emri de delil olarak getirilmektedir. Hayırda öne geçmesi için memurun
bu işi hemen yapması gerekmektedir. Bu delile karşı ise Şîrâzî, emredilen şeyin
hemen yapılmasının mübah olduğunu, bu ayetten de bunun çıkarılacağını
söylemektedir.173
Üçüncü delil olarak teklifî hitaptan bir diğeri olan nehyin fevri gerektirmesi
zikredilmektedir.174 Şîrâzî bu delile cevaben, bu hususta emrin nehiy gibi olmadığını
söylemektedir. Emrin nehiy gibi olduğu kabul edildiğinde tekrarı da iktiza etmesi
gerektiğini ancak emrin tekrar ifade etmediğini bu nedenle de emrin nehiy gibi
olmadığını söylemektedir.175 Ayrıca nehiyde fevr üzere gerçekleştirilmediği takdirde
“nehye uydum” denmesi caiz olmadığından fevri gerektirdiğini, ancak emirde
durumun aynı olmadığını söylemektedir. Daha sonra yaptığında bile “emri yerine
getirdim demesi” caizdir. Bu nedenle de emrin fevri gerektirmediği
anlaşılmaktadır.176 Ayrıca Şîrâzî’ye göre bir şeyi emretmenin o şeyin zıddını
yasaklama anlamına gelmesi mana cihetiyledir.177
Dördüncü delil olarak emredileni ilk vakitte yerine getirmenin, kurbet ve emri
yerine getirmek olduğunu böylece de farziyetin üzerinden düşmüş olduğunu bu
hususta icma‘ın olduğu iddia edilmekte, emrin ikinci zamanda da yapılmasının
manasının kurbet ve emri yerine getirmek olduğunu nasıl kanıtlanacağını
sorulmaktadır. 178
Bu soruya karşı Şîrâzî, birinci zamanda yapılan fiili kurbet kılan ve emre itaat
anlamını iktiza eden her şeyin ikinci zamanda da mevcut olduğunu söylemektedir.
172 Maide, 5/48. 173 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 238. 174 A.e., s. 238; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 53. 175 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 238. 176 A.e., s. 238. 177 A.e., s. 239. 178 A.e., s. 241; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 56.
87
Çünkü memurun bih açısından ikinci vakit de birinci vakit gibidir. Kurbet ve Allah’a
itaat anlamı sadece birinci zamana has değildir.179
Beşinci delil olarak emrin, vücubiyetine inanmak, fiili yapmaya azmetmek, fiili
tayin etmek şeklinde üç şeyi içerdiğini, vücubiyetine olan inanç ve fiili yapmaya
azmetmenin de fiili fevr üzere yapmak anlamına geldiği söylenmektedir.180
Şîrâzî bu delilin ‘ne zaman istersen yap’ sözüyle iptal edileceğini iddia
etmektedir. Çünkü Şîrâzî’ye göre burada da fiili yapmanın vücubiyeti ve fiili
yapmaya azim olmasına rağmen bu, emirdeki fiili fevr üzere yapmayı
gerektirmemektedir. Ayrıca Şîrâzî, fiili kesin olarak yapmaya azmetmenin aynı
şekilde fiilin tekrarını da gerektirdiğini ancak bilindiği üzere fiilin tekrara delalet
etmediğini söylemektedir.181
Altıncı delil olarak emrin fevriyeti ifade etmediği düşünüldüğünde “bunu acele
yap” sözünün mecazı ifade etmesi gerektiği ancak kimsenin bu sözü mecaz olarak
algılamadığı söylenmektedir. Bu lafız mecaz olmadığı için emrin fevre delalet ettiği
anlaşılmaktadır.
Şîrâzî bu delile cevap olarak verilen örneğin aslında kendi görüşünü
ispatladığını söylemektedir. Çünkü Şîrâzî’ye göre emir fevri bizatihi gerektirseydi o
zaman “bunu aceleyle yap” demenin bir mantığı olmazdı. Bu kullanımın güzel
olmamasından anlaşılmaktadır ki emir fevri ifade etmemektedir.182 Ayrıca “bir
müşriki öldür” sözüyle de delilleri iptal olmaktadır. Çünkü bu ifade âmmdır. Ancak
‘Zeyd’i öldür’ denildiğinde bu ifade hasstır ve Zeyd hakkında hakikati ifade
etmektedir. Umum üzere olan bir lafzın daha sonra hass olarak kullanmasıyla o lafız
mecaz olmaktadır. Burada da aynı durum söz konusudur.183
179 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 241; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 56. 180 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 241; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 55. 181 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 241. 182 A.e., s. 242; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 57. 183 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 242; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 57.
88
Yedinci delil olarak efendi kölesine ‘bana su getir’ dediğinde kölenin suyu
hemen getirmesi gerektiği, aksi taktirde kölenin azarlanmayı ve cezayı hak ettiği,
bütün akıl sahiplerinin bunu kabul ettiği söylenmektedir.184
Şîrâzî delile cevap olarak bu emirde fevrin gerekmesinin emrin muktezasından
değil emirle birlikte bulunan bir karinenin varlığıyla olduğunu söylemektedir. Adet
gereği su ihtiyacını gidermek amacıyla efendinin kölesinden su istediğini bu nedenle
burada fevriyetin gerektiğini söylemektedir. Allah’ın hitabında ise durum böyle
değildir. Çünkü Allah’ın hitabında amaç tekliftir. Allah’ın, kulların emri yapıp
yapmamasına ihtiyacı yoktur. Böylece ilahi emirlerde sadece emir özelliği kalmakta
ihtiyaç özelliği ortadan kalkmaktadır. Bu nedenle bu delil şer‘î emrin fevre delalet
ettiğini kanıtlamamaktadır.185
Sekizinci delil olarak emrin fevre delalet etmemesi emredilen şeyin nafile
olduğu anlamına geldiği söylenmektedir. Çünkü emri yerine getirmeyi erteleyen bir
kimsenin emri yerine getirmeden öldüğü durumda bu kişinin ya günahkâr olması ya
da olmaması gerekmektedir. Eğer günahkâr olmadığı söylenirse bu, emrin nafile
olduğu anlamına gelmektedir. Çünkü nafile dediğimiz şey, yapılmadığında cezanın
gerekmediği şeydir. Bu durumda farz olan bir şey, nafile konumuna gelmiş
olmaktadır. Oysa farz ve nafilenin ayrı olduğu oldukça açıktır. Eğer o kişinin
günahkâr olduğu iddia edilirse o zaman da bu günahı ya ölmesine ya da emri fevr
üzere yapmamasına bağlamak gerekir. Kişi ne zaman öleceğini bilmediğinden ve
ölüm Allah’tan gelen bir iş olduğundan ölmesiyle günaha gireceğini söylemek caiz
değildir. Bu nedenle de emri fevr üzere yapmadığından dolayı günaha girdiğini
söylemekten başka bir seçeneğiniz kalmamaktadır. Buradan hareketle emrin fevr
üzere olduğunu söylemek gerekmektedir.186
Şîrâzî bu delile cevap olarak Ebu Ali b. Ebu Hureyre’nin, o kimsenin öldüğü
zaman günahkâr olmayacağı yönündeki sözünü zikretmektedir. Şîrâzî’ye göre bu
durumda farzın nafileye dönüştüğünü de kabul etmek yanlıştır. Çünkü farz ile nafile
184 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 242; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 56. 185 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 243. 186 A.e., s. 243; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 58.
89
olan şeyler bazı hususlarda birbirinden ayrılmaktadır. Bu hususlardan biri vacipte
onun vücubiyetine inanmak ve fiili yapmaya azmetmek gerekmektedir. Nafilede ise
bu vacip değildir. Ölüm yaklaştığında vasiyette bulunması gerekir nafilede ise böyle
değildir. Bunun gibi bir çok durumda nafile ve farzın ayrımı açıktır.187 Şâfiîlerden
bazısı ölmesi sebebiyle o fiili yapamamış kişinin günahkâr sayılacağını iddia
etmektedirler. Kişi hastalanmış, zayıflamış, el ayaktan düşmüş ve eğer bu sene hacca
gidemezse seneye gidemeyeceğini zanni galip ile biliyorsa bu işi geciktirmekle
günahkâr olabilir. Eğer bir anda ölüm gelmişse günahkâr olmaz.188
Sunulan şer’i ve akli deliller incelendiğinde emrin fevre delalet etmediğine dair
delillerin emrin fevre delalet ettiğine dair delillerden daha güçlü olduğu
görülmektedir. Zira “Rabbinizin mağfiretine koşun”189, Hayırda yarışın”190 gibi delil
getirilen ayetler, emrin fevre delaletinden çok Müslümanları iyi işler yapmada acele
etmeye sevk etmektedir. Aynı şekilde dilsel açıdan getirilen efendinin kölesine ‘bana
su getir’ dediği durumda ise kölenin suyu hemen getirmesine delalet edecek bir
karinenin olduğu açıktır. Burada tartışılan mevzu ise herhangi bir karinenin olmadığı
mutlak emirde delaletin ne olduğudur. Zaten emrin delaletinin fevr olup olmadığına
dair bir delaletin olduğu durumda emrin muktezasının bu karine bağlı olarak
belirlendiği bilinen bir husustur. Aynı şekilde emrin fevriyet delalet etmediği
durumda nafile olacağını söylemek de pek tutarlı görünmemektedir. Zira vakıa da
muktezası fevr olmamasına rağmen vücup ifade eden emirler bulunmaktadır.
E. Emrin İczâya Delaleti
Emrin iczâya delalet edip etmediğiyle alakalı meselelere geçmeden önce “iczâ
kavramının” tam olarak neyi ifade ettiğini açıklamaya gerek vardır. Çünkü
tartışmaya konu olan mevzunun anlaşılması için kavramlara dair zihnin açık olması
gerekmektedir. ج- ز - ء kökünden türemiş olan iczâ (االجزاء) kelimesinin sözlük
187 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 244. 188 A.e., s. 244; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 58. 189 Al-i İmrân, 3/133. 190 Maide, 5/48.
90
anlamı, yetmek, yeterli olmak gibi anlamlara gelmektedir.191 Terim olarak iczâ ise
emredilen şeyin kaza edilmesi gerekmeyip, memurun zimmetinin borçtan
kurtulmasıdır. 192 Yani iczâ, emredilen şeyin emredildiği biçimde veya miktarınca
yerine getirilmesiyle emre itaat edilmesi anlamına gelmektedir.
Allah Teâlâ’nın emrettiğini, kişi ya fazlasıyla ya eksiğiyle ya da ne fazlası ne
de eksiğiyle yapmaktadır. Eğer kişi, emredilen şeyi emredildiği şekliyle yerine
getirirse bu durumda iczâ gerçekleşmiş olmakta ve mükellefin üzerindeki farz
kalkmış bulunmaktadır. Kadı Abdulcebbâr “Kitâbu’l-Umed” adlı eserinde, Mütezilî
bazı âlimlerin, emredilen şeyin iczâya delaletinin bir başka delile bağlı olduğunu,
mücerret emrin iczâyı gerektirmediğini söylediklerini zikretmektedir.193
Şîrâzî’ye göre ise mutlak emir iczâya delalet etmektedir. Emredilen şeyin
emredildiği şekliyle yapılması ve bunun yeterli olması sîganın gerekliliğidir.
Şîrâzî’nin bu görüşünün temel gerekçesi, emre muhatab olan kişinin zimmeti bu
emirle meşgul olduğu, kişinin emredildiği şeyi emredildiği şekliyle yerine
getirmesiyle zimmetinin eski haline yani sorumluluktan hali duruma geldiğidir.
Çünkü o kişi emrin gereğini yerine getirerek o emirle bir bağı kalmamıştır.194
Mutezile’nin bu husustaki en temel delillerden biri ise, fasid olarak yapılan
hac ibadeti ve abdestli olduğunu zannederek namaz kılıp, abdestsiz olduğunu
hatırlayan kimselerin bu ibadetleri iade etmesinin gerekli olmasıdır.195
Ayrıca Şeriatta bazı ibadetleri yapmakla memur insanın, emri gerektirdiği
şekilde yerine getirmediği de emrin iczâya delalet etmediğine delil olarak
getirilmektedir. Örneğin Şaban ayının otuzuncu gününde oruç tutmayan bir kimseye,
o günün Ramazan günü olduğuna dair bir beyine getirildiğinde, kişinin o günün
kalan kısmında oruç tutması gerekir. Bu durumda o kişi, emredilen şeyi emredildiği
biçimde yerine getirmiş olmamaktadır. Abdest almak için su veya teyemmüm için 191 Cevherî, es-Sıhâh, C. II, s. 40; İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, C. II, s. 268-269. 192 İbn’ül-Emîn Mahmud Esad, Telhîs-u Usûl-i Fıkh, Sadeleştiren, Taha Alp ve diğr. İstanbul, Yasin
yay., 2002, s. 54. 193 Şîrâzî, Şerhu Luma‘, C. I, s. 264; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 85. 194 Şîrâzî, Şerhu Luma‘, C. I, s. 264-65. 195 Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 86.
91
toprak bulamadığında kişi namazla mükelleftir fakat su veya toprak bulunca namazı
iade etmesi gerekir. Eğer ibadetleri emreden emri, emredildiği biçimde yapmakla
emrin gereği yerine getirilmiş olsaydı, bu durumlardaki ibadetlerin de kabul edilmiş
olması gerekirdi. Oysa bu ibadetlerin geçerli olmaması nedeniyle emrin iczâya
delalet etmediğini söylemek gerekmektedir.196
Şîrâzî’ye göre getirilen deliller, Şîrâzî’nin kastettiği iczâyı nakzedecek deliller
değildir. Çünkü zikredilen örneklerin tamamında emredilen şeyin şartları yerine
gelmemektedir. Bu nedenle bu emirler iczâyı ifade etmemektedir. Ancak Şîrâzî’ye
göre buradaki mevzu, emirde şart koşulan bütün durumların eksiksiz tam olarak
yerine getirildiğiş durumdur.197
1. Emredilen Şeyi Emredildiği Kadarından Daha Fazla Yapmak
Bu meselenin esasını, emredilen şeyden fazlası yapıldığı durumda emirle
sabit olan farziyetin, yapılan fiilin tamamına mı yoksa sadece emredilen kısmına mı
şamil olacağıdır. Örneğin; Emredilen ruku ve kıraatı emredildiği şeklinden daha uzun
yapan bir kimsenin yaptığı bu fazlalık nasıl tanımlanmalıdır?
Şîrâzî mükellefin emredildiği şeyden fazlasını yaptığı durumda farziyetin
sadece emredilen miktarla sınırlı olduğunu, geride kalan kısmın ise nafile olduğunu
söylemektedir. Kerhî gibi bazı âlimlere göre ise yapılan fiilin tamamı farz kapsamı
içindedir.198
Şîrâzî’ye göre ruku‘ emri ruku‘ isminin gerektirdiği miktarı mükellefe
emretmektedir. Kişi bu emrin gerektirdiği şeyi yerine getirdiğinde emre uymuş
sayılmaktadır. Mükellefin emredilen şeyi gereğinden fazla yaptığı durumda ise bu
fazlalıkların nafile olması gerekmektedir. Mükellefin sorumlu olduğu şey lafzın
iktiza ettiği miktardadır. Çünkü lafzın iktiza ettiği miktarı yerine getiren mükellefe
emre ittaat ettiği söylenmiş olmaktadır.199
196 Şîrâzî, Şerhu Luma‘, C. I, s. 265. 197 A.e., s. 265. 198 A.e., s. 266; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 87. 199 Şîrâzî, Şerhu Luma‘, C. I, s. 266; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 87.
92
Farziyetin sadece emredilen kısma değil, fiilin tamamına delalet ettiğini
düşünenler, görüşlerini kanıtlamak üzere vekil örneğini getirmektedirler. Buna göre
biri vekiline “Malımdan bir cüzünü tasadduk et” derse, vekili müvekkilinin malından
az veya çok miktarda tasadduk edebilir. Böylece emrin, malın tamamına taalluk ettiği
anlaşılmaktadır.200
Şîrâzî’ye göre vekil, müvekkilin malından istediği kadar tasadduk edemez.
Bu durumdaki vekilin mütevekkilinin malından ancak izin verildiği miktarda
tasaddukta bulunma hakkı vardır. Ayrıca insanlar, verdikleri emirlerden neyi
kastettiklerine dair bir örfe sahiptir. Kişi bu emirle malından bir kısmını kastettiyse,
bunu belli bir miktarla belirleyerek açıklar. Eğer belirli bir miktar ile belirlememişse,
vekilin tasadduk etmesi için kendisine mutlak izin verilmiştir. Fakat şeriatın sahibi
ile bizim aramızda hitabın ıtlakına hamledilecek bir örf yoktur. Böylece bu durumda
emrin lafzının gerektirdiği şeye itibar edilmelidir.201
2. Emredilen Şeyi Emredildiği Kadarından Daha Az Yapmak
Bu mesele mükellefin, emrolunduğu fiili, emredildiği miktardan daha az eda
ettiği durumda bu fiilinin emir kapsamında görülüp görülemeyeceğini içermektedir.
Şîrâzî’ye göre mükellef emredilen şeyi eksik bir şekilde yaptığında ilk olarak
neyi eksik bıraktığına bakılması gerekmektedir. Eksik kalan şey, emredilenin taharet
ve kıraat gibi sıhhat şartlarından biri ise kişinin üzerindeki farziyet kalkmaz ve
emredilenin emredildiği biçimde gerçekleşmiş olmaz. Emredilenin şartlarından
olmayıp mustehap olan bir şey eksik bırakıldığında ise kerih görülmekle birlikte emri
yerine getirmiş sayılmaktadır.202
Şîrâzî’ye göre eksik yapılan fiil emir kapsamında değildir. Hanefi âlimleri ise
“Eksiklik emre dâhildir,” görüşündedirler. “Beyt-i Atik’i tavaf etsinler203” ayetini
delil getiren Hanefîler, abdestsiz olarak yapılan tavafın geçerli olduğu söylemişlerdir.
200 Şîrâzî, Şerhu Luma‘, C. I, s. 267; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 88. 201 Şîrâzî, Şerhu Luma‘, C. I, s. 267. 202 Şîrâzî, Şerhu Luma‘, C. I, s. 267. 203 Hacc, 22/29.
93
Onların bu deliline itiraz eden Şîrâzî abdestsiz yapılan tavafın mekruh ve yasak
olduğunu söylemektedir.204
F. Emrin Yerine Getirilmesi
1. Edâ, İâde, Kazâ
Emrin, mucebi, fevre ve tekrara delalet edip etmediği meseleleriyle de alakalı
olan emrin yerine getirilmesi, genel olarak edâ, iâde ve kazâ kavramlarını karşımıza
çıkarmaktadır. Özellikle Hanefî ekolüne mensup usûlcüler arasında ayrıntılı bir
şekilde incelenen bu mesele, diğer mezhep ekollerinin de usûl kitaplarında işlendiği
bir konudur. Şîrâzî bu konu üzerinde ayrıntılı bir şekilde durmayıp bazı temel
bilgileri vermekle yetinmiştir.
a. Edâ
Kelime anlamı itibariyle bir şeyi yerine getirmek, bir borcu ödemek, bir haberi
ulaştırmak, bir kimsenin hakkını vermek anlamlarına gelmektedir.205 Fıkıh
literatüründe ise sözlük anlamıyla bağlantılı olarak, dinî veya hukukî bir görevin
gerektiği biçimde ve zamanda yerine getirilmesini ifade etmektedir.206
Bu kavramın tanımlanmasında Hanefî usûlcüler ile mütekellim usûlcüler
arasında bazı farklılıklar bulunmaktadır. Mütekellim usûlcüler genelde bu konuyu
hüküm bahsinde ele almalarına karşın Hanefî usûlcüler ise daha çok emir ve nehiy
bahsinde bu konuyu ele almışlardır. Diğer Şâfiî ulemâsının aksine Şîrâzî de bu
meseleyi emir ve nehiy bağlamında ele almaktadır. Edânın bu şekilde farklı
bağlamlarda ele alınmasının nedeni, edânın bir vacibin vaktinin, o vacibin sebebi
olması yönüyle vaz‘î hükmün kapsamına girmesi, vacibin yerine getirilmesi
yönünden teklifi hüküm kapsamına girmesi sebebiyledir.207
204 Şîrâzî, Şerhu Luma‘, C. I, s. 268. 205 İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, C. XIV, s. 26. 206 Ali Bardakoğlu, “Edâ”, DİA, C. X, s. 389. 207 Ali Bardakoğlu, “Edâ”, DİA, C. X, s. 389.
94
Hanefîler genel olarak edâyı oldukça geniş bir kapsamda düşünürken, Şâfiîler
edâyı belli bir zaman dilimi içerisinde yapılması gereken ibadetlere özgü bir kavram
olarak görmektedirler.
Şîrâzî’ye göre edâ herhangi bir vakitte yapılması emredilmiş bir ibadetin o
vakit içinde yapılmasıdır.208
b. İâde
Sözlükte tekrar yapmak, yeniden yapmak, geri döndürmek anlamlarına
gelmektedir.209 Terim olarak, “edâ edilen bir ibadetin taşıdığı bir eksiklik sebebiyle,
vakti içinde tam ve doğru olarak yeniden ifa edilmesi” seklinde tanımlanmaktadır.210
Şîrâzî’ye göre iâde, vaktinde başlanılan bir ibadetin bozulması ve tekrar yerine
getirilmesine denilmektedir.211
İâdenin, edâ kapsamında görülüp görülmeyeceği usûlcüler arasında tartışılan
konulardandır. Ancak Şîrâzî bu konulara değinmeden sadece iâdenin tanımını
yapmıştır.
c. Kazâ
Sözlükte “bir şeyi sona erdirmek, hüküm vermek, ihtiyacı gidermek, borcu
ödemek, bildirmek, tamamlamak, ilişiği kesmek, öldürmek” gibi anlamlara gelen
kazâ kelimesi, fıkıh terimi olarak yargılama hukukunda bütünüyle yargı erkini ve
yargı kararını, borçlar hukukunda bir borcun yerine getirilmesini, ibadetler alanında
vakit içinde ifâ edilmesi gereken ibadetlerin vakit çıktıktan sonra yerine getirilmesini
ifade eder.212
208 Şîrâzî, Şerhu Luma‘, C. I, s. 253. 209 İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, C. III, s. 318. 210 Ali Bardakoğlu, “İade”, DİA, C. XIX, s. 227. 211 Şîrâzî, Şerhu Luma‘, C. I, s. 253. 212 Kamil Yaşaroğlu, “Kazâ”, DİA, C. XXV, s. 111.
95
Şîrâzî’ye göre kazâ, vaktin çıkmasından sonra bir ibadetin yapılmasına
denilmektedir.213 Şîrâzî, kaza kelimesinin hakikatte, “Namazı bitirdiğinizde
yeryüzüne dağılın”214, “Hac ibadetlerinizi bitirince” 215 gibi ayetlerde görüldüğü gibi
insanın üzerine vacip olan şeyleri yerine getirmesi, yani edâ etmesi anlamına gelse de
ilim sahiplerinin literatüründe bu kelimenin zikrettiği anlamda kullanıldığını
söylemektedir.216
d. Kazâyı Gerektiren Emir
Şîrâzî’ye göre muayyen bir vakitte yapılmak üzere Allah ve Resûlü tarafından
emredilen bir ibadetin vakti geçtiğinde bu ibadetin kazasını yapmak bu emrin iktizası
değildir. Bu durumda bu ibadetin kazasının yapılması gerektiğin bildiren yeni bir
emrin bulunması gerekmektedir. Şâfiîlerden bazı ulemaya göre, kaza da ilk emirle
vacip olmakta bu nedenle de vaktin geçirilmesiyle emir sakıt olmamaktadır.217
Şîrâzî’ye göre ise emir, emredildiği zamanın öncesini kapsamadığı gibi
sonrasını da kapsamamaktadır. Bu nedenle de emri, emredildiği vakitten önce yerine
getirmek caiz olmadığı gibi sonrasında da yapmak caiz değildir.218
Ayrıca Şirazi’ye göre, bir şarta bağlı olarak emredilen şeyi bu şart olmadan
yerine getirmek caiz değildir. Aynı şekilde bir zamana bağlı olarak emredilen emrin,
bu vakitten önce veya sonra yerine getirilmesi caiz değildir.219
Şirazi’nin bu delillerine karşılık “Kim uyur veya unuturda namazını kılmazsa
hatırladığında namazı kılsın. Çünkü bu vakit emrin vaktidir”220 hadisi şerifi itiraz
213 Şîrâzî, Şerhu Luma‘, C. I, s. 253. 214 Cuma, 62/10. 215 Bakara, 2/200. 216 Şîrâzî, Şerhu Luma‘, C. I, s. 254. 217 A.e., s. 250. 218 A.e., s. 250. 219 A.e., s. 250. 220 Müslim, Mesâcid, 309; Ebu Dâvud, Salât, 11; Tirmizi, Tefsîru Sûre, 20; İbn Mâce, Salât, 10.
96
olarak getirilmiştir. Zira bu hadis, vakit geçtikten sonra yerine getirilen emrin
muktezasının ilk emir olduğunu göstermektedir.221
Şîrâzî’ye göre delil getirmiş oldukları bu hadis aslında kendi aleyhlerine bir
delildir. Çünkü unutulan veya uyuyup da kılınamayan namazın kazasının gerektiği
Hz. Peygamber’in (s.a.v) ikinci emriyle sabit olmaktadır. Eğer ilk emir zaten kazayı
iktiza etseydi Hz. Peygamber’in (s.a.v) böyle demesine gerek kalmazdı. Bu yüzden
ayeti kerime de “İçinizden hasta, yolcu olanlar başka günlerde tutmadıkları orucu
tutsunlar”222 buyurmaktadır. Orucun kazası için Allah Teâlâ yeni bir cümle
kurmasından anlaşılmaktadır ki ilk emir kazayı iktiza etmemektedir. Eğer ilk oruç
emri kazayı da içermiş olsaydı böyle bir emre gerek kalmazdı.223
2. Emredilen Fiilin Hemen Yapılması veya Son Vakte Ertelemenin Cevazı
Şîrâzîye göre, Allah herhangi bir vakitte bir ibadetin yapılmasını emrettiği
zaman bakılır:
• Eğer o ibadet ramazan orucu gibi yapılması gereken vakti tamamen
kapsıyor ve o vaktin dışına çıkmıyorsa vücup vaktin başına tealluk
eder. Bu nedenle de ibadetin vakti girdiği zaman hemen yapılması
gerekir. Çünkü kişi bu ilk vakti geçirdiği zaman ibadetin vaktini de
geçirmiş olur, bu ise caiz değildir.
• Eğer vakit ibadet için muvassa/geniş ise Şîrâzî’ye göre vücup vaktin
ilk anı ile alakalıdır, ancak son vaktine kadar ertelenmesi de caizdir.224
Hanefîlerin çoğunluğuna göre ise vücup vaktin sonuna tealluk etmektedir. Bu
şekilde düşünenler ise ilk vakitte namazı kılanın durumu hakkında ikiye
ayrılmaktadır. Bazıları bu ibadetin nafile yerine geçtiği ancak yine de namazı ilk
vakitte kılınması vaktin sonunda farz olarak kılmasını engellediğini
221 Şîrâzî, Şerhu Luma‘, C. I, s. 251. 222 Bakara, 2/ 252. 223 Şîrâzî, Şerhu Luma‘, C. I, s. 251. 224 Şîrâzî, Şerhu Luma‘, C. I, s. 245-46.
97
düşünmektedirler. Böylece bu görüşe göre, mükellef namazını ilk anında kıldığı
zaman namazın farziyyeti üzerinde kalkmış olmaktadır. Bazılarına göre ise bu
durum, mükellefin vaktin sonundaki haline bağlıdır. Eğer mükellef vaktin sonunda
vücup ehlindense kıldığı namaz vacip (farz) namazdır, ancak kişi vaktin sonunda
cünun veya hayız gibi şeylerden dolayı vücup ehli olmaktan çıkmışsa o zaman bu
namaz nafile yerine geçmektedir.225
Kerhî’ye göre vücup, muayyen olmayan bir vakte tealluk etmekte böylece
vacibi yerine getirmekle vücup teayyün etmektedir. Dolayısıyla Kerhî’ye göre kişi
vacibi hangi vakitte yaparsa fiil o anda vacip olmuş olur ve fiilden önce vücubiyet
söz konusu değildir.226
Şîrâzî’nin bu konuda getirdiği delil vücubu gerektiren şeyin emir olduğu, bu
emir de son vaktinde duyulduğu gibi bazen ilk vakitte de duyulabileceği, bu nedenle
de mükellefin, emrin hükmü sebebiyle, fiili iki vakitte de yapmasının caiz olduğunu
söylemektedir. Allah’ın “Güneşin batıya kaymasından, gecenin karanlığına kadar
(belirli vakitlerde) namazı kıl” sözü bunu açıkça göstermektedir. Şîrâzî’ye göre
emrin kapsaması bakımından vaktin başı, sonu gibidir. Bu nedenle de vücup vaktin
sonunda sabit olduğu gibi vaktin başında da sabit olması gerekir. Çünkü vücubu
gerektiren şey (muktezi) oluşmuştur, Müktezi var olup da muktezasının
bulunmaması ise caiz değildir.227
Şîrâzî’nin bu deliline karşı, emrin mutlak olarak vücubu gerektirdiği kabul
edilmeyerek, emir ancak mudayyak/dar bir zamana bağlı olursa vücubu gerektirdiği,
müvessa bir zamana bağlı olduğu zamanda ise vaktin başında gerektirmeyip sonunda
gerektirdiği itirazı yapılmaktadır.
Şîrâzî bu itiraz ile okuyucusunun zihninde aslında şunu belirginleştirmek
istemiştir. Şîrâzî’ye göre hakikatte vücubu gerektiren şey karineden
soyutlanmış/mücerret emir sîgasıdır. Zira emir vücup içindir, ve vücubu gerektiren
225 Şîrâzî, Şerhu Luma‘, C. I, s. 246. 226 A.e., s. 246. 227 A.e., s. 246.
98
şey emrin sîgası olduğuna göre emir ve emrin sîgası aynı şeydir. Bu nedenle de
vücup ifade etme hususunda da aynı olmaları gerekmektedir.228
Vücubun vaktin başına tealluk etmediğini delillendirmek üzere, vücubun vaktin
başına da tealluk ettiği durumda onu geciktiren kişinin günahkâr olması gerektiği,
ancak vücubu ilk vaktinde yapmayıp geciktirmekle günahkâr olunmadığı ve sonraya
bırakmanın da caiz olduğuna göre, ilk anda yapılmasının vacip değil nafile olması
gerektiği söylenmektedir.229
Şîrâzî’ye göre bu, vakitleri mudayyık olan vaciplerin sıfatıdır. Bu nedenle bu
emirlerde ilk vakti terk etmek caiz değildir ve geciktirenler günahkâr olmaktadır.
Müvessa vaciplerde ise bu vaciplerin tehiri caizdir. Çünkü vakit emredilen şeyden
daha geniştir. Bunu daha da belirginleştirmek üzere Şirazi, köle azadı örneğini
vermektedir. İkisi de vücup açısından aynı olmasına rağmen yemin kefaretinde köle
azadını terk etmek caizdir, ancak zıhâr kefaretinde caiz değildir. Aynı şekilde
ramazan orucunun edası ve kazası vücup bakımından eşit olmasına rağmen ramazan
orucunun edasının tehiri caiz değildir, kazasının tehiri ise caizdir.230
Bir fiili ilk vaktinde yapmaya azmetmek/niyet etmek o fiili ilk vaktinde
yapmanın bedeli olduğu bu nedenle de fiilin yapılmasına hiç gerek olmadığı iddia
edilmektedir. Bu iddia’ya karşı Şîrâzî, fiili yapmaya niyet etmenin vücubun aslının
bedeli olamayacağı bu nedenle de fiili ilk vaktinde yapmaya niyet etmenin, fiili ilk
vaktinde yapmanın bedeli olamayacağını söylemektedir.231 Ayrıca Şirazi’ye göre
teyemmüm taharet konusunda abdestin bedeli olup, namaz onunla mübah olmasına
rağmen hadesin giderilmesi konusunda bedeli olamadığı gibi fiile niyet etmek, fiili
ilk vaktinde yapmanın bedeli olduğu ancak vücubun aslının bedeli olmadığını
söylemektedir.232
228 A.e., s. 247. 229 A.e., s. 247. 230 A.e., s. 248. 231 A.e., s. 248. 232 A.e., s. 249.
99
G. Teklifi Hükmün Çeşitleri
Teklifi hüküm, Mükelleflerin fiillerine iktiza (gereklilik), tahyir (serbestlik)
veya vaz‘ (iki durum arasında sebep, şart, mani bağı kurma) yoluyla ilişen ilahi
hitabın eseridir.233 Fukahâ genel olarak teklifi hükümleri beş kısıma ayırmaktadır. Bu
ayrımda eğer bir şeyin yapılması kesin olarak talep ediliyorsa "vâcib", kesin olarak
talep edilmiyorsa "mendub", bir şeyin yapılmaması kesin olarak talep ediliyorsa
"haram", kesin olarak talep edilmiyorsa "mekruh", bir eylemi yapmakla yapmamak
arasında kişiyi serbest bırakıyorsa “mübah” olmak üzere beş kısım bulunmaktadır.
Bu taksim, fakihlerin çoğunluğuna göredir. Hanefiler ise, teklifi hükümleri Farz,
Vâcib, Mendub, Haram, Tahrimen Mekruh, Tenzihen Mekruh ve Mubah olmak
üzere yedi kısma ayırmaktadırlar. Emir başlığı altında teklifi hükümleri ele alan
Şîrâzî, daha çok Hanefiler ve diğer mezheb arasında ihtilaflı olan farz-vacip ayrımı
üzerinde durmaktadır.
1. Vacibin Tanımı
İlk olarak vacibin kelime anlamını veren Şîrâzî vâcibin sözlükteki hakiki
anlamının sukût/düşmek olduğunu bildirmektedir. Güneş batmaya doğru
yöneldiğinde “ وجبت الشمس / Güneş düştü,” denilmekte aynı şekilde duvar yıkıldığında
da “وجب /vecebe” fiili kullanılmaktadır. Vacib kelimesini sükût/düşmek anlamında
Allah Teâlâ da kullanmaktadır: “ فأذا وجبت جنوبها / yanları üzerine düştükleride…”234
Şîrâzî’ye göre şeriatta da vâcib, bazı eklemelerle birlikte sükût anlamını taşımaktadır.
Şeriatta vacip, “Terk edilmesiyle cezayı gerektiren şey” şeklinde tanımlanmaktadır.
Şeriattaki tanımına bakıldığında aslında sözlükteki manasının korunduğu
görülmektedir. Zira vacib lafzının anlamı bir şeyin yapılması gerektiğidir. Bu
gereklilikten ancak vacibi yerine getirmekle kurtulmak mümkündür. Bu nedenle de
ıstılahi anlamda da aslında sükut manası gözetilmiştir.235
233 İbn’ül-Emîn, Telhîs-u Usûl, s. 252. 234 Hac, 22/36. 235 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 285.
100
2. Farz-Vacip Ayrımı
Şîrâzî, el-Vâcib, el-Farz, el-Mektûb, el-Lâzim ve el-Hatm kelimelerinin
hepsinin “Terk edilmesiyle cezayı gerektiren” şeklinde aynı anlamda kullanıldığını
söylemektedir. Hanefî âlimleri ise vâcib, vitir ve kurban gibi ictihadî bir delil ile;
farzın ise beş vakit namaz gibi katî bir delil ile sabit olduğunu söylemektedirler.236
Şîrâzî’ye göre farz ve vâcib arasında farklılığın olup olmadığının delili sözlük,
şeriat, örf, adet ve kıyasta aranmalıdır. Vâcib ve farz arasında bir farklılığın olup
olmadığını araştırmak üzere sözlüğe bakıldığında Şîrâzî’ye göre Hanefî âlimlerinin
zikrettikleri şekilde dilin bu ayırımı gerektirdiğine dair bir delilin olmadığı
görülmektedir. Aynı şekilde Şeriata bakıldığında da ne Hz. Peygamber’den (s.a.v) ne
de sahabesinden nakledilenler, Hanefî âlimlerinin iddia ettikleri şekilde vâcib ve farz
arasında bir farkın bulunduğuna delalet etmektedir. Şîrâzî son olarak örf ve adette de
buna delalet eden bir delil bulunmadığını zikretmektedir. Şîrâzî bütün bu cihetler
incelendiğinde sonuç olarak vâcib-farz arasında bir ayrımın olduğunu ispat edecek
nitelikte delilin olmadığını söylemektedir.
Şîrâzî’ye göre vâcib-farz arasında bir ayırımın olmadığına delalet eden diğer
bir delil de farzın, sadece katî delil ile sabit olan şeyler şeklinde tanımlandığında
nafilelerin de farzlar olarak isimlendirmesi gerektiğidir. Çünkü Şîrâzî’ye göre
nafileler de farz gibi birer katî delil ile sabittir. Nafileler katî bir delil ile sabit
olmalarına rağmen onları farz olarak isimlendiremediğimize göre, vâcib-farz
arasındaki ayrımının bir itibarı olmadığı ortaya çıkmaktadır.237
Şîrâzî’ye göre bu ayrımın doğru olmadığının diğer bir delili, vâcibin farz
kelimesine göre vucubu ifade etmesinin daha çok ihtimalli olduğudur. Çünkü vâcib
kelimesi, sükût ve lüzum anlamında olmak üzere tek bir anlamda kullanılmaktadır.
Farz kelimesi ise içinde birçok anlam barındırmaktadır. Bu anlamlar şunlardır: Ayet-i
kerime “O, indirdiğimiz ve “فرضنا” farz kıldığımız/açıkladığımız bir süredir”238
ifadesi geçmektedir. Ayette geçen “فرضنا” kelimesi açıklamak anlamındadır. Aynı 236 A.e., s. 285; Şîrâzî, Luma‘, s. 63; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 94. 237 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 285. 238 Nur, 24/1.
101
şekilde bu kelime indirme anlamında da kullanılmaktadır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır: “Muhakkak ki Kur’ân’ı üzerine farz kılan, elbette seni dönülecek
yere döndürecek olandır”239 Aynı şekilde takdîr etmek, miktar biçmek anlamında da
kullanılmaktadır. Ayeti kerime de “Farz kıldığımız şeylerin yarısı”240 geçmektedir.
Bu ayette farz kıldığımızdan kasıt, miktar biçtiğimiz demektir. Aynı şekilde miras
hukukuna feraiz denilmesi içinde barındırdığı ensabâ takdirinden (miktar) dolayıdır.
Yine dildeki kullanımda da oka tek bir yer takdir edildiğinde “Oku farz kıldım”
ifadesi kullanılmaktadır. Son olarak farz kelimesi vâcib anlamında da
kullanılmaktadır. Allah Teâlâ ayeti kerime de şöyle buyurur: “Kim bu aylarda haccı
kendine farz kıldıysa”241 bu ayette farz kelmesi gereklilik anlamında
kullanılmıştır.242
Farzın çeşitli anlamlarına karşılık vâcibin sadece sukût anlamı vardır. Bu
nedenle de Şîrâzî’ye göre vâcibin katî delil ile sabit olan şeyler hakkında
kullanılması, farza göre daha evladır veya en azından vâcibin farz ile aynı anlamında
kullanılması gerekmektedir. Şîrâzî’ye göre bu iki kavramdan birin iki hükümden
biriyle, diğerinin ise bir ötekisiyle özleştirilmesinin bir anlamı/mantığı yoktur.243
Şîrâzî getirmiş olduğu delillerin sonucunda Hanefî âlimlerinin zikrettikleri
şekilde vâcib-farz ayrımının doğru olmadığını ortaya koyduğunu bildirmektedir.
Çünkü Şîrâzîye göre vâcibin ‘terk edilmesiyle cezayı gerektirmesi’ anlamı ele
alındığında katî delil ile sabit olan farz durumunda olduğu görülmektedir. Şîrâzî,
Hanefî âlimlerinin kendilerinin terimleştirmeleri ve amaçları doğrultusunda
kullanmaları dışında şeriatta ve dilde olmayan vâcib-farz arasında yaptıkları
ayırımına dair bir delillerinin olmadığını iddia etmektedir.244
239 Kasas, 28/ 85. 240 Bakara, 2/237. 241 Bakara, 2/197. 242 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 286. 243 A.e., s. 286. 244 A.e., s. 286.
102
3. Sünnet
Şîrâzî, sünnetin sözlükteki anlamının “yol” olduğunu bildirmektedir. Sünnetin
hakikat anlamı ise bir kimsenin, örnek alınsın diye istishâb ve sünnet olarak çizdiği
yoldur. Musteshab, nedb, nafile ve tetavvu kavramları aynı anlamı taşımaktadırlar.
Şîrâzî, Şâfiî âlimlerinden bazılarının sünneti şu şekilde tanımladıklarını
nakletmektedir.
“Sünnet, belirli vakitlerde uygulanan nafileler gibi bir vakitte terettüp eden
şeyler, Tetavvu ise bunun dışındaki şeylere denilmektedir.”245
Şîrâzîye göre böyle bir ayırım yapmak doğru değildir. Zira sünnetin hakikat
anlamı yukarıda belirttiği şekilde bir kimsenin, örnek alınsın diye istishâb ve sünnet
olarak çizdiği yol ise, tetavvu, menduh ve istıshâb da bu durumda aynı anlamı
taşımaktadır. Çünkü bunların hepsi, ister belirli bir vakitte terettüp etmiş olsun ister
olmasın, kendilerine uyulsun diye şer‘ tarafından belirlenmektedir. Şeriat bu
kavramları, “Kim zerre kadar iyilik yaparsa, onun karşılığını bulacaktır ve kim zerre
kadar kötülük yaparsa, onun da karşılığını bulacaktır” ve “İyilik yapın” gibi amm
veya hass bir lafızla belirtmişse, mutlak isimde hepsinin eşit olması gerekir.246
245 A.e., s. 287. 246 A.e., s. 288; Şîrâzî, Luma‘, s. 64.
104
I. GENEL OLARAK NEHİY
A. Nehyin Tanımı
1. Etimolojik Olarak Nehiy
Nehiy kelimesi Arapça نهى fiilinin mastarı olup sözlükte عن harfi cerri ile
kullanıldığında engellemek, mani olmak, alıkoymak, الى harfi cerri ile kullanıldığında
ulaşmak, sona ermek bir noktaya gelip durmak, ب harfi cerri ile kullanıldığında kâfî
gelmek, yeterli olmak, من harfi cerri ile kullanıldığında yetinmek, doymak
anlamlarına gelmektedir.1
2. Terim Olarak Nehiy
Birçok usûl kitabında kısaca emrin zıddı olarak tanımlanan nehiy,2 emir
bahsinde geçtiği gibi birtakım ihtilafları içermektedir. Bu ihtilaflar göz ardı
edildiğinde görülen ortak zemin nehyin bir eylemin yapılmamasına yönelik bir talep
olduğudur.
Usûlcülerin yaptıkları nehiy tanımlamaları emir ile aynı doğrultudadır. Ayrıca
tanıma bazı kayıtların konulup konulmayacağı emir bahsinde ifade ettiğimiz mantık
örgüsü içinde tartışıldığından tekrara düşmemek için burada yer vermeyeceğiz.
B. Nehye Dair Temel Meseleler
Nehiy hususunda söylenecekler emir hakkında söyleneceklerin hemen hemen
aynısıdır. Sadece bazı yerlerde nehiy, emirden farklı olarak hükümlendirilmiştir. Bu
benzerliğin nedeni, nehyin teklifi hükümleri tamamlayacı parçası olması ve emrin
negatif şekli olmasından kaynaklanmaktadır. Bu açıdan incelendiğinde aslında nehiy
de bir emirdir. Çünkü emir, bir şeyin yapılmasını emrettiği gibi nehiy de o şeyin terk
edilmesini emretmek anlamına gelmektedir.
1 İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, C. XV, s. 345–346. 2 Serahsî, Usûl, C. I, s. 78; Râzî, el-Mahsûl, C. II, s. 279; Sadru’ş-Şerî’a, et-Tavzîh, C. I, s. 281;
Gazzâlî, el-Mustasfâ, C. III, s. 119.
105
II. ŞİRAZİ’DE NEHYİN TANIMI VE TAHLİLİ
A. Nehyin Tanımı
Şîrâzî’ye göre nehiy, “Alt konumdaki birinden bir şey yapmamasını sözlü
olarak istemektir” Şîrâzî, bu tanımdan bahsederken bazı Şâfiî âlimlerinin yukarıdaki
tarife “icabı gerektirecek şekilde bir şeyin yapılmamasını istemek,” kaydını
getirdiklerinden bahsetmektedir.3 Bu kaide de ileride görüleceği üzere farklı
hükümler doğurmaktadır.
Mutezile ise nehyi, “Kendinden daha alt konumdaki birinden bir şey
yapmamasını irade etmek” şeklinde tanımlamaktadır.4 Tanımdan da anlaşılacağı
üzere Mutezile iradeyi emirde olduğu gibi nehiyde de şart olarak görmektedir.5
B. Nehyin Kapsamına Mekruhun Girip Girmeyeceği
Kelime anlamı itibariyle kerih görülen, hoş karşılanmayan şey manasına gelen
mekruh şer’î hükümlerden bir tanesidir. Mekruh farklı biçimlerde tanımlanmış
olmasına rağmen bu tanımlardaki ortak paydanın “bir şeyin terk edilmesine dair
talep” olduğu görülmektedir. Bu açıdan ele alındığında mekruhun nehiy kapsamına
alınıp alınmayacağı tartışılmıştır.
Şîrâzî, Şâfiî ulemâsının bu hususta iki görüşe ayrıldıklarını bildirmektedir.
Bazılarına göre mekruh, hakiki anlamda ya emredilen şeyin ya da nehyedilen şeyin
kapsamındadır. Böyle düşünen fukahânın tanıma “icabı gerektirecek şekilde bir şeyin
yapılmamasını istemek” kaydını eklemelerine gerek yoktur. Diğer Şâfiî ulemâsına
göre ise mekruh, hakiki anlamda emredilen veya nehyedilen şeyin kapsamına
girmemektedir. Şîrâzî’ye göre bu şekilde düşünen Şâfiî ulemâsının mekruhu nehyin
3 Şîrâzî, Şerhu Luma‘, C. I, s. 291; Şîrâzî, Luma‘, s. 65. 4 Şîrâzî, Şerhu Luma‘, C. I, s. 193. 5 A.e., s. 291.
106
kapsamından çıkarmaları için tanıma “icabı gerektirecek şekilde” kaydını koyması
gerekmektedir.6
Şîrâzî’nin ise kendi mekruh tanımında bu kayda yer vermediği görülmektedir.
Bu Şîrâzî’nin de mekruhu, hakiki anlamda emredilen veya nehyedilen şey
kapsamında gördüğünü göstermektedir.
C. Nehyin Sîgaları
Nehiy konusunda değinilmesi gereken konulardan biri de emir bahsinde
gündeme geldiği gibi, nehiy için vaz’ edilmiş hususi bir sîganın olup olmadığıdır.
Konuyu tetkik etmek üzere ayrı bir başlık açan Şîrâzî, nehiy için vaz’ edilmiş bir
sîganın varlığını kabul etmekte ve bu sîganın da alt konumdaki birine yapma! (ال تفعل)
demek olduğunu ifade etmektedir. Şîrâzî bu hususta Eşarîlerin görüşlerinden
bahsederken onlardan bazılarının bahsedilen sîgaların başka anlamlara da gelmesi ve
bu anlamlardan hangisinin irade edildiğinin ancak delille bilinebilmesinden dolayı
emre özel konulmuş bir sîgasının olmadığını savunduklarını söylemektedir.7
Ancak Şîrâzî bu hususta dil âlimlerinin yapmış oldukları tasnifi delil olarak
sunmakta ve onların kelamı/sözlüğü emir, nehiy, haber ve istihbâr (soru, bir
kimsenin haber vermesini istemek) olmak üzere dört kısma ayırmalarına dikkat
çekmektedir. Emir “yap”, nehiy “yapma”, haber “Zeyd evdedir” ve istihbâr “Zeyd
evde midir?” şeklindedir. Böylece dil âlimlerinin “yapma” sîgasını nehiy sîgası
olarak kabul ettikleri anlaşılmaktadır. Şîrâzî’ye göre Araplar ile acemler arasında
vasıta olan dilcilere eşyanın isimlerinde itimad edildiği gibi bu hususta da itimad
edilmesi gerektiğinden “yapma” sîgası nehy sîgası olarak kabul edilmelidir.8
Aynı şekilde Araplarda, efendi kölesine “bunu yapma” demesine rağmen
kölesinin, efendisinin yasakladığı şeyi yapması durumunda köle cezalandırılır,
azarlanır, kötülenir ve aşağılanır. Nehiy sîgasının bir şeyin yapılmamasını ve o
6 A.e., s. 291. 7 A.e., s. 291; Şîrâzî, Luma‘, s. 65. 8 Şîrâzî, Şerhu Luma‘, C. I, s. 292.
107
şeyden uzaklaşılmasını gerektirmediği düşünüldüğünde efendinin köleye kızması
akıl sahipleri tarafından kabul edilecek bir durum değildir.9
Şîrâzînin bu görüşüne sîganın bir şeyi hem menetmek hem de terk etmek
anlamında kullanıldığı bazen de bu sîganın muktezasının mubalağa ve tehdit yoluyla
bir şeyin yapılması anlamına geldiği ve bunun ancak delille anlaşılabileceği
söylenerek itiraz edilmiştir. Onlara göre bu durum “levn, ayn, cevn” gibi müşterek
isimlerde olduğu gibidir. Mesela renk lafzı beyaz, siyah veya bir başka rengi ifade
etmekte ayn kelimesi de insanın gözü, pınar, casus ve boyun anlamlarında
kullanılmaktadır Bu anlamlardan hangisinin kastedildiği ancak bir delil ile mümkün
olmaktadır.. Aynı şekilde nehiy sîgası da başka anlamlara gelebilmekte ve iktizanın
ne olduğu ancak bir delille anlaşılmaktadır.10
Şîrâzî, yapılan bu itiraza birden fazla anlama sahip bir lafzın bütün
anlamlarının hakiki manada lafzın mucebi olmamasıyla cevap vermektedir.
Görüşünün daha da açıklığa kavuşması için deniz kelimesini örnek olarak veren
Şîrâzî, bu kelimenin hem çok su hem iyi at hem de âlim kişi için kullanıldığını ancak
bu manalardan hakiki anlamda lafzın mucebinin çok su olduğunu. diğer anlamların
ise istiâre yoluyla mecaz olarak manaya delalet ettiğini ifade etmektedir..11
Dil üzerinden delil getirdikten sonra uygulama üzerinden de delil getiren Şîrâzî
Araplarda efendinin kölesinden bir fiili yapmaktan vazgeçmesini istediğinde nehiy
sîgasını mücerred olarak zikretmekle yetinmesi ve kölesinin de ona itaat etmesini
nehyin muktezasının bir şeyi engellemek olduğunun işareti olarak kabul
etmektedir.12
D. Nehyin Mucebi
Nehye ait özel bir sîganın varlığı, bu sîganın mucebinin ne olduğu sorusunu da
beraberinde getirmektedir. Emir bahsinde olduğu gibi nehiy bahsinde de tartışmalı
9 A.e., s. 292. 10 A.e., s. 292. 11 A.e., s. 292-293. 12 A.e.,, s. 293.
108
meselelerden biri olan bu hususda Şîrâzî, nehyin mucebinin tahrîm olduğunu
düşünmektedir. Buna karşılık Eşarî ulemâsı ise nehyin sadece tahrîmi
gerektirmediğini aynı zamanda uzaklaşma ve kerâheti de içerdiğini iddia
etmektedirler. Bundan dolayı Eşarîlere göre birden fazla anlamı iktiza eden nehyin
neye hamledilmesi gerektiği ancak bir delil yardımıyla bilinebilmektedir.13
Şîrâzî Eşârîlere cevap olarak nehyin tahrîmi iktiza ettiğini kanıtlamak üzere
sahabenin de nehyi bu şekilde anlamasını delil olarak getirmektedir. Örneğin
Abdullah b. Ömer “Müşrik kadınlar iman etmedikçe onlarla evlenmeyiniz”14 ayetini
delil getirerek mümin erkeklerin müşrik kadınlarla evlenmelerinin haram olduğunu
söylemiştir. Rivayetin devamında “Biz kırk senedir mümin erkeklerin müşrik
kadınlarla evlenmelerinde bir sakınca görmüyorduk. Râfi‘ b. Hudeyc Hz.
Peygamber’in (s.a.v) böyle bir uygulamayı yasakladığını haber verince bu
uygulamadan vaz geçtik” diyen Abdullah b. Ömer’in bu ifadesinden onun mutlak
nehyin tahrîmi ifade ettiğini düşündüğü anlaşılmaktadır.15
Aynı şekilde Araplarda efendinin kölesine “bunu yapma” dediğinde ve köle bu
nehye rağmen o fiili yaptığında kendisinin azarlanma ve dövülmeyi hak etmesi,
nehyin muktezasının fiilden vazgeçmeyi gerektirdiğini kanıtlamaktadır.16
E. Nehyin Tekrara ve Devama Delaleti
Nehyin mucebi ile bağlantılı olarak gündeme gelen nehyin tekrara delaleti,
muhataba yöneltilen nehyin, nehye konu olan şeyi birden fazla veya sürekli
yapmamasını gerektirip gerektirmediği meselesini ifade etmektedir. Mutlak olarak
zikredilmiş emrin tekrara delalet edip etmeyeceği meselesini iki açıdan ele almak
gerektiğini savunan Şîrâzî, nehiy hususunda ise meselenin tek bir açısının olduğunu
söylemektedir. Çünkü Şîrâzî’ye göre emir ve nehiy birbirinden şu yönüyle ayrılır:
13 A.e., s. 293; Şîrâzî, Luma‘, s. 66; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 99. 14 Bakara, 2/221. 15 Şîrâzî, Şerhu Luma‘, C. I, s. 293. 16 A.e., s. 294.
109
Bir şeyi ispat etmek anlamına gelen emir, umum ifade etmezken bir şeyi nefyetmek
anlamına gelen nehiy ise umum ifade etmektedir.17
Şîrâzî bu görüşünü ispatlamak üzere birinin “bir müşrik öldür” emrine binaen
herhangi bir müşriki öldürdüğünde emre uymuş olacağını ancak “hiçbir müşrik
öldürme” nehyinde bütün müşrikleri öldürmekten sakınmadıkça nehyi yerine
getirmiş olmayacağını delil olarak getirmektedir.18
Nehiyde olduğu gibi Şîrâzî’ye göre haber vermede de durum aynıdır. Yani
olumlu bir durum haber verildiğinde sadece bir kereliği ifade ederken olumsuz bir
durum haber verildiğinde ise umûmu ifade ettiği bilinmektedir. Örneğin; bir kimse
hiçbir kimseyi görmedim” dediğinde sadece birini değil hiçbir kimseyi /ما رايت رجال“
görmediği şeklinde umumu kastettiği, “ رايت رجال /birini gördüm” şeklinde haber
vermesinden ise sadece bir kişiyi gördüğü anlaşılmaktadır. Bu, lafzın zahirinden
anlaşılıp selim akla sahip herkesin bu sözü işittiğinde anlayabileceği açık bir
durumdur. Ayrıca bu husus anlama yönelik olduğundan sadece bir dile mahsus
olmayıp bütün diller arasında müşterektir.19
F. Nehyin Fevre Delaleti
Nehyin tekrara delaleti meselesiyle bağlantılı olarak Şîrâzî, emrin aksine bu
konuda da tek bir hususun olduğunu söylemektedir. Şîrâzî’ye göre nehiy, fevren bir
şeyden vaz geçmeyi gerektirmektedir. Çünkü daha önce belirtildiği gibi nehiy tekrarı
ve devamı ifade ettiğinden bütün zamanları kapsamaktadır. Nehyin gereğini yerine
getirmek için hitabın yapıldığı ilk andan itibaren nehyin iktizasına uymak
gerekmektedir.20
17 A.e., s. 294. 18 A.e., s. 294. 19 A.e., s. 295. 20 A.e., s. 295.
110
G. Nehyin Zıddının Mucebi
Usûlcüler arasında ciddi ihtilaflara konu olan bu mevzu daha önce
değindiğimiz emrin zıddının mucebi ile aynı doğrultudadır. Her iki konu
incelendiğinde görüş ayrılığına neden olan hususun aynı yaklaşımdan kaynaklandığı
görülmektedir.
Şîrâzî’ye göre bir şeyin emredilmesi onun zıddını nehyetmek anlamına
gelmektedir. Bir şey nehyedildiğinde o şeyin zıddının emredilmiş olup olmadığı
hususunda ise Şîrâzî’ye göre söz konusu duruma bakmak gerekmektedir. Nehyedilen
şey, Kurban Bayramı’nda oruç tutma olduğu gibi sadece bir tane zıddı- oruç
tutmama- varsa bu durumda nehyedilen şeyin zıddı emredilmiş demektir. Yani
Kurban bayramında oruç tutmanın yasaklanması aslında oruç tutmamanın
emredilmesidir. Ancak nehiy zinanın yasaklanmasında olduğu gibi birden fazla zıdda
sahipse bu durumda bu nehyin zıddlarından birinin emredilmiş olduğu anlamına
gelir. Yani zinanın yasaklanması, zinadan alıkoyan namaz, oruç, uyuma vs. gibi
fiillerden birinin yapılmasını emretmek anlamındadır.21
J. Nehiy-Fesad İlişkisi
Nehyin fesada delaleti, hukuki işlemlerin hükümsüzlüğüyle ilişkin doktrinin
temellendirildiği alan olduğundan oldukça önemli bir husustur. Nehyin hukuki
işlemlere etkisi bağlamında önce çıkan kavramlardan biri olan fesad, yapılan bir işin
geçersizliğini ifade etmektedir. Nehiy başlığı altında konuyu ele alan Şîrâzî bir şeyi
nehyetmenin, nehyedilen şeyin fesadı gerektirmesinden kaynaklandığını iddia
etmektedir. Hanefî âlimlerinin çoğunluğuna göre ise nehiy, nehyedilen şeyin fesadını
gerektirmemektedir. Şâfiî’nin de buna delalet eden bir sözü vardır. Hanefî âlimlerden
Ebü’l-Hasan el-Kerhî’nin de böyle düşündüğü rivayet edilmektedir. Şâfiî âlimlerden
bazılarına göre namazın necis örtü üzerinde kılınması gibi nehiy, nehyedilen şeye has
ise fasidliğe delalet ederken, ipek elbise ile namaz kılmak ve Cuma ezanı okunurken
21 A.e., s. 296.
111
alış verişte bulunmak gibi nehyedilen şeye has olmayan şeylerde ise fasitliğe delalet
etmemektedir.22
Nehyin fesada delalet ettiğini savunan Şîrâzî bu görüşünü ispatlamak üzere Hz.
Peygamber’den (s.a.v) nakledilen “Kim ki bizim dinimizde olmayan bir şeyi dine
eklerse, o reddedilmiştir”23 ve “Kim ki bizim amel etmediğimiz bir iş yapmaya
kalkışırsa, o reddedilmiştir”24 hadislerini delil olarak getirmektedir.25
Şîrâzî’nin getirmiş olduğu bu delile söz konusu hadisin ahad haber olduğu ve
usûlde ihtilafa düşünülen meselelerde ahad haber ile isbatın caiz olmadığı
savunularak karşı çıkılmıştır. Bu itiraza karşı Şîrâzî, bu haberin ahad olsa da ümmet
tarafından kabul edilip, sahih olduğuna icma edildiğini, kimilerinin onunla amel
ettiği, kimilerinin ise te’vil ettiğini, bu nedenle de bu haberi terk etmenin caiz
olmadığını söylemiştir. Çünkü bu haber ümmet arasındaki yaygınlığı nedeniyle
tevatür seviyesine ulaşmıştır. Ayrıca Şîrâzî’ye göre bu mesele usûl meselelerinden
olsa da kendisinde ictihad yapılacak bir mesele olduğundan furu meselelerine ilhak
olmuş bu nedenle de haberi vahid ile isbat caiz hale gelmiştir.26
Şîrâzî’nin delil getirdiği bu hadise karşı çıkanlar hadiste geçen redd etmeden
kasdedilen şeyin onu yapmakla sevap kazanılmayacağını bu nedenle de hadisin
nehyedilen şeyin fesadı gerektirdiğine delil olamayacağını söylemişlerdir. Şîrâzî ise
bu itiraza karşı çıkarak redd kelimesinin denilen manada kullanılmakla birlikte
mutlak olarak kullanıldığında butlan manasını ifade ettiğini de dile getirmektedir.27
Şîrâzî’nin nehyin fesada delaletine dair getirmiş olduğu ikinci delil ise
sahabenin nehyin ıtlakından butlanı anlamış olmalarıdır. Abdullah b. Ömer “İman
22 A.e., s. 297; Şîrâzî, Luma‘, s. 67; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 100. 23 Buhârî, Sulh, 5. 24 Müslim, Akdiyye, 18. 25 Şîrâzî, Şerhu Luma‘, C. I, s. 297-298; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 101. 26 Şîrâzî, Şerhu Luma‘, C. I, s. 298; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 101. 27 Şîrâzî, Şerhu Luma‘, C. I, s. 298; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 101.
112
edinceye dek müşriklerle evlenmeyin”28 ayetinin ıtlakından dolayı müşrik kadınlarla
evlenmenin batıl olduğunu söylemektedir.29
Nehyin fesadı gerektirmediğini savunanların delili ise, gasp edilen yerlerde
namaz kılınmasında, kadının hayızlı iken boşanmasında ve Cuma ezanı okunurken
yapılan alış verişlerin menedilmesinde olduğu gibi birçok yerde nehyin fesadı
gerektirmemesidir. Bunlara göre nehyin fesadı gerektirdiği düşünüldüğünde bu
yerlerde de fesadı gerektirmesi gerekirdi. Ancak bu yerlerde görüldüğü gibi nehyin
fesadı gerektirmemesi onun böyle bir delaletinin olmadığını göstermektedir.30
Bu delile karşı Şîrâzî, nehyin bu konularda butlana hamledilmemesine delalet
eden bir başka delil ile olduğunu savunmaktadır. Butlanın yanında nehiy tahrîmi de
iktiza etmektedir ancak bazı yerlerde nehiy tahrîm değil de tebrie/kaçınma ifade
etmektedir. Bu gibi yerlerde nehyin tahrîmi iktiza etmemesi onun tahrîmi
gerektirmediği anlamına gelmemektedir.31
Nehiy bölümündeki birçok mesele emir ile aynı olduğundan Şîrâzî nehiyle
alakalı meseleler üzerinde ayrıntılı durmamıştır. Zira emirde genişçe yer verilen
hususlar nehiyde de geçerlidir.
III. EMİR VE NEHYİN MUHATAPLARI
Emir ve nehiy başlığı altında incelenmesi gereken konulardan bir diğeri de bu
emir ve nehiylerin muhatapları meselesidir. Hastalar, çocuklar, unutanlar, hata
edenler, sarhoşlar…vb kimselerin emre muhatap olup olmadıklarına dair meseleler
Hanefî usûl kitaplarında çoğunlukla ehliyet başlığı altında ele alınırken, mütekellim
kitaplarında ise genellikle teklif bağlamında incelenmektedir. Ancak Şîrâzî, bu
meseleleri emir başlığı altında incelemektedir. Şîrâzî’nin hasta, çocuk, unutanlara
dair meselelerden çok Hz. Peygamber’in (s.a.v), kadınların ve kâfirlerin durumuyla
alakalı meselelere değindiği görülmektedir.
28 Bakara, 2/221. 29 Şîrâzî, Şerhu Luma‘, C. I, s. 299. 30 A.e., s. 300; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 102. 31 Şîrâzî, Şerhu Luma‘, C. I, s. 300.
113
A. Hz. Peygamber’in Durumu
Hz. Peygamber (s.a.v)’in dini emir karşındaki durumunu iki başlık altında
inceleyebilinir.
a) Hz. Peygamber’in (s.a.v) Allah’ın emirleri karşındaki durumu: Muhatapları
açısından Kur’ân-ı Kerim’deki emirler incelendiğinde bu emirlerin genel olarak iki
kısma ayrıldığı görülmektedir. Birinci kısmı “Ey iman edenler!”, “Ey akıl sahipleri!”,
gibi genel ifadelerle kurulan mutlak emirler oluşturmaktadır. Bu tür ifadelerin
kapsamına Hz. Peygamber’in (s.a.v) girdiği açıktır. İkinci kısmı ise Ahzab Sûresi’nin
50. ayetinde geçtiği gibi dilsel bakımdan hususi nitelikte olan emirler
oluşturmaktadır.32 Sadece Hz. Peygamber’i (s.a.v) kapsayacak şekilde yapılan
hitaplara herhangi bir delil olmaksızın Hz. Peygamber (s.a.v) dışında kimsenin
girmesi mümkün değildir.33 Şîrâzî, bu tür hitaplara ümmetin de girdiğini iddia eden
bazı ulemanın olduğunu bildirmektedir.34 Şîrâzî’ye göre bu görüşün yanlış olduğu
açıktır. Çünkü hitap sadece Hz. Peygamber’e (s.a.v) yapıldığından sadece onu
kapsamaktadır. Hanefîlerin kurbanın vacip olduğunu ispatlamak üzere getirdikleri
“Rabbin için namaz kıl ve kurban kes”35 ayeti hususunda Şâfiîlere göre bu ayette
muhatap Hz. Peygamber (s.a.v)’dir. Bu nedenle de ümmet bu hitabın kapsamına
girmemektedir.36
b) Hz. Peygamber’in (s.a.v) kendi hitabı karşısındaki durumu: Bu başlığı da
kendi içerisinde Hz. Peygamber’in (s.a.v) belli bir sahabeye hass olarak verdiği
emirler ve genel olarak bütün ümmeti muhatap alarak verdiği emirler olmak üzere iki
kısma ayırabiliriz. İlk kısımda emrin muhatabının kim olduğu hususu açıktır.
32 Ey Peygamber! Mehirlerini verdiğin hanımlarını, Allah’ın sana ganimet olarak verdiği ve elinin
altında bulunan cariyeleri, amcanın, halanın, dayının ve teyzenin seninle beraber göç eden kızlarını sana helal kıldık. Bir de Peygamber kendisiyle evlenmek istediği takdirde, kendisini peygambere hibe eden mümin kadını, diğer müminlere değil, sırf sana mahsus olmak üzere (helal kıldık). Kuşkusuz biz, hanımları ve ellerinin altında bulunan cariyeleri hakkında müminlere neyi farz kıldığımızı biliriz. (Bu hususta ne yapmaları lazım geldiğini onlara açıkladık) ki, sana bir zorluk olmasın. Allah bağışlayandır, merhamet edendir. Ahzab, 33/50.
33 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 282; Şîrâzî, Luma‘, s. 61. 34 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 282. 35 Kevser, 108/2. 36 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 283.
114
Şîrâzî’ye göre Hz. Peygamber (s.a.v) bir kimseye bir şey yapmasını
emrettiğinde veya bir hükme karar verdiğinde bu hüküm veya emir, o kimseye hass
olmaktadır. Sahabelerden diğerleri bu hitabın kapsamına girmemektedirler. Örneğin
Mâiz’in zina etmesinden dolayı Allah Resûlü onu recmetmiştir. Aslında bu hüküm
Mâiz için verildiğinden başkalarının girmemesi gerekmektedir. Şîrâzî’ye göre
başkasının bu tür emirlerin kapsamına girmesi ise ancak iki şekilde olur. Birincisi,
Hz. Peygamber’in (s.a.v) bir kişi hakkında verdiği hükmü aslında ümmet hakkında
verilmiş bir hüküm olarak görmektir. İkincisi ise Mâiz dışında zina işleyen kimselere
recm cezasının uygulanması, Mâiz’e kıyaslayarak genişletmektir.37
İkinci olarak Hz. Peygamber’in (s.a.v) genel olarak bütün ümmete yönelik
verdiği emirler konu edilmektedir. Tartışmalara konu olan asıl mevzu budur. Çünkü
Hz. Peygamber’in (s.a.v) bütün ümmeti içerecek şekildeki hitabında kendisin
durumunun ne olacağı açık değildir. Şîrâzî de emre muhatap olanlar ve olmayanlar
başlığı altında ilk olarak, Allah Resulü’nün ümmetine yönelik emirlerine kendisinin
de muhatap olup olmadığı meselesini incelemektedir.
Şîrâzî, Mutezilî âlimlerden bazılarının Allah Resûlü’nün de bu emirlerin
muhatabı olduğunu iddia etmelerinin aksine onun bu emirlerin muhatabı olmadığını
söylemektedir.38
Şîrâzî, ilk olarak hitabın Hz. Peygamber’e (s.a.v) yönelik olmadığını
kanıtlamaya çalışmaktadır. Yani Şîrâzî’ye göre “namaz kıl” veya “namaz kılın” gibi
ifadeler “sen namaz kıl” veya “siz namaz kılın” anlamına gelmekte ve kendisi
dışındakileri muhatap almaktadır. Bu ifadeler “Ey Zeyd sen namaz kıl!” ifadesinde
olduğu gibi sadece muhatabı Zeyd’i kapsamakta, başka birini, mesela Amr’ı içine
almamaktadır. Aynı şekilde Hz. Peygamber’in (s.a.v) ümmetine yönelik emirlerinde
de muhatap ümmet olmakta ve ümmetin dışında yer alması sebebiyle kendisinin bu
hitaba dâhil olmaması gerekmektedir. Üstelik emrin tanımında vurgulandığı gibi
emir daha üst konumdaki birinin daha alt konumdaki birinden bir şey yapmasını
istemektir. İnsanın kendisine hakiki anlamda emretmesi mümkün değildir. Çünkü
37 A.e., s. 283-84. 38 A.e., s. 269.
115
insan kendisinden daha üst konumda değildir. Bu açıdan bakıldığında da Şîrâzî’ye
göre Hz. Peygamber’in (s.a.v) bu tür emirlerin kapsamına girmemesi gerekmektedir.
Şîrâzî’ye göre, mesele dilsel açıdan incelendiğinde de Hz. Peygamber’in (s.a.v)
bu tür emirlerin kapsamında olmadığı oldukça net bir şekilde anlaşılmaktadır. Çünkü
bir kimsenin bu lafızla kendisini kastetmesi caiz değildir.39
Bu emirlerin kapsamına Hz. Peygamber’in (s.a.v) de girdiğini savunanlar ise;
bir şeyin emredilmiş olmasının o şeyin vacip olduğu anlamına geldiği ve vacibin de
Hz. Peygamber (s.a.v) dâhil herkesi kapsadığını delil olarak sunmuşlardır. Zira Hz.
Peygamber (s.a.v) açık bir ifadeyle “bu vaciptir veya farzdır” dediği vakit bizzat
kendisi de bu emirlerin muhatabı olmaktadır. Karşı tarafın öne sürdüğü bu delile
katılmayan Şîrâzî, bir şeyin emredilmiş olması, o şeyin vacip olduğu anlamına
gelmediğini söylemektedir. Şîrâzî’ye göre vücup hitaba tabidir. Yani hitap kime
yönelik yapıldıysa vücubiyet de o kimseye yönelik olmalıdır. Buradan hareketle Hz.
Peygamber (s.a.v) vacibin muhatabı olmamakta ve emri de yerine getirmesi
gerekmemektedir. Ayrıca Şîrâzî, emir sîgasının ümmete de vücubiyet bildirmesi için
emirden kastın vacip olduğunu gösteren bir karinenin olması gerektiğini
savunmaktadır.40
Şîrâzî, emrin vücubu ifade ettiğini kabul ettiği durumda bile bunun, karşı
tarafın iddialarını haklı çıkartacak bir delil olmadığını savunmaktadır. Çünkü emirde
üst konumdakinin alt konumdakine emretmesi gibi bir mertebe söz konusudur. Bu
açıdan kişinin kendisine emretmesi mümkün değildir. Ancak haber vermede bu tür
bir mertebe şart koşulmadığından kişi kendisine haber verebilir.41
B. Unutanlar ve Gafillerin Durumu
Şîrâzî’ye göre Allah Teâlâ bir şeyin yapılmasını veya bir şeyden uzak
durulmasını istediğinde bu teklif unutmuş olanları ve gafilleri içine almamaktadır.
Çünkü nisyan ve gaflet anında teklife muhatap olduklarını söylemek onların bu halde
39 A.e., s. 269. 40 A.e., s. 269; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 74. 41 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 270.
116
bile olsa emri yerine getirmeleri ve yasaklanan şeyden sakınmaları gerektiğini
söylemek anlamına gelmektedir. Ancak insanlar gaflet anında veya unuttuklarında
emrin farkında değillerdir ve bu emri yerine getirmeleri bu hal ile zıt bir durumdur.
Unutkanlık ve gaflet kalktıktan sonra hitabın muhatabı oldukları ise delille sabittir.42
Unutanın veya gaflet anındaki kimsenin hitaba muhatap olduğu söylendiğinde
aynı şekilde uykudaki bir kimsenin, hayvanın, çocuğun da hitaba muhatap olduğunu
söylemek gerekecektir. Oysa uyuyana, hayvana… vb teklifin caiz olmadığı acıktır.
Çünkü teklifin geçerli olabilmesi için o fiili yapmaya kudretin veya kastın olması
gerekmektedir.43
C. Çocuk ve Delinin Durumu
Şîrâzî’ye göre çocuk ve delinin mükellefiyeti yoktur. Çünkü deli aklı giden
kimseye denilmektir. Aklın olmadığı bir durumda da teklifin varlığından söz etmek
muhal bir durum olduğundan mecnuna teklif caiz değildir. Akıllı olup buluğa
erişilmediği durumda ise teklif caiz olmamakla birlikte zekât, telef ettiğini ödeme
gibi bazı haklar üzerine sabit olmaktadır. Çünkü bu tür hitaplara çocuğun kendisi
değil velisi muhataptır.44
D. Sarhoşun Durumu
Şîrâzî’ye göre mecnun ve uyuyanın durumunda olduğu gibi sarhoş da hitabın
kapsamına girmemektedir. Bununla birlikte sarhoş ayıldıktan sonra ibadetlerin
kazasını yapma ve sarhoşken yaptığı tasarrufları düzeltmekle sorumludur.45 Allah
Teâlâ’nın ayet-i kerimede “Sarhoşken namaza yaklaşmayın”46 buyurması sarhoşun
hitaba muhatap olmadığını göstermektedir.
42 A.e., s. 270; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 77. 43 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 271; Şîrâzî, Luma‘, s. 59. 44 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 271; Şîrâzî, Luma‘, s. 59. 45 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 271. 46 Nisa, 4/43.
117
E. Mükrehin Durumu
Şîrâzî’ye göre mükreh hitaba muhatap olmaktadır. Mutezile ise ikrah anında
teklife muhatap olunmadığını savunmaktadır.47 Mutezile’nin bu konuda yanlış
düşündüğünü ifade eden Şîrâzî, mükrehin de ihtiyar sahibi bir kimse gibi âkil ve
baliğ olduğunu söylemektedir. Ayrıca birini öldürmeye zorlanan bir kimsenin bu işi
yapmaması gerektiği ve kendisini bu işten koruması gerektiğine dair Müslümanların
icmâ‘ ettiklerini ifade etmektedir.48
F. Kölelerin Durumu
Şîrâzî’ye göre köleler şer‘î hususlarda mutlak hitabın kapsamına dâhil
olmaktadırlar. Şâfiîlerden bazılarına göre ise köleler, emrin köleleri de kapsadığını
gösteren bir delil bulunmadıkça hitabın kapsamına dâhil olmamaktadır. Şîrâzî’ye
göre mutlak emrin köleleri de kapsamasının delili, hitabın mutlak bir şekilde hürleri
ifade ettiği gibi köleleri de ifade etmesidir. Allah Teâlâ’nın “Ey iman edenler!” “Ey
insanlar” gibi hitaplarında hürler şeklinde bir ayrıma gitmemesi kölelerinde de bu
emirlerin kapsamına girdiği göstermektedir. Ayrıca bu lafızla kölelerin kastedilmiş
olması dilsel açıdan da mümkün bir durumdur.49
Kölelerin şer‘î hususlarda mutlak hitabın kapsamına dâhil olmadıklarını
savunan muhalif cuma namazı, cihâd, zekât gibi bazı şer‘î emirlerde gördüğü gibi
kölelerin bir çok emrin muhatabı olmadıklarını dile getirmektedir. Muhalife göre
mutlak hitap köleleri de kapsıyorsa bu gibi yerlerde de kölelerin muhatap olması
gerekmektedir. Hâlbuki köleler bu tür emirlerin muhatabı değillerdir, öyleyse
buradan, köleler mutlak hitabın kapsamına girmedikleri anlaşılmaktadır.50
47 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 271. 48 A.e., s. 272; Şîrâzî, Luma‘, s. 60. 49 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 272; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 75; Şîrâzî, Luma‘, s. 60. 50 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 272; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 75.
118
Muhalifin bu delilini güçlü bulmayan Şîrâzî, zikredilen yerlerde kölelerin,
ayetin muhatabı olmamalarının nedenini şer‘î bir delilin delâletiyle açıklamaktadır.
Ancak burada tartışılan mevzu şer‘î bir delil olmadığı bir durumda kölelerin muhatap
olup olmadıklarıdır.51
Şîrâzî’ye göre, köleler beş vakit namaz, oruç, emri bil maruf, günahlardan
kaçınma gibi şer‘î hükümlerin birçoğuna muhatap olmaktadırlar. Kölelerin şer‘î
hükme muhatap oldukları yerler, muhatap olmadıkları yerlerden daha fazla olduğu
için çoğunlukla emirlere dâhil olduklarını göstererek delil getirmek bazı emirlere
dâhil olmadıkları göstererek delil getirmekten daha güçlü bir delil olmaktadır.52
Muhalifin ikinci delili ise kölenin efendisine hizmet etmek için var olduğu,
teklife muhatap olması efendisinin hizmetinde bulunmasına engel olduğu, bu nedenle
de teklife muhatap olmalarının caiz olmadığı şeklindedir.53
Şîrâzî’ye göre ise kölenin ibadet vakitleri efendisinin hakkının dışındadır.
Efendisinin onu ibadetten alıkoyma gücü yoktur. Zaten Allah Teâlâ onu efendisine
köle kıldığı için efendisi ondan yararlanmaktadır. Bu nedenle de emri yerine
getirmesi efendisinin hakkına geçmek anlamına gelmemektedir. Zira ücret
karşılığında çalışan bir kimsenin de kölelerde olduğu gibi namaz vakitlerinde
çalışmaması gerekmektedir.54
G. Kadınların Durumu
Arapça gibi bazı dillerde müenneslik ve müzekkerlik ayrımı vardır. Bu
ayrımdan hareketle muhatabın kadın mı yoksa erkek mi olduğu yapılan hitaptan
anlaşılmaktadır. Kur’ân’ı Kerîm’e veya Allah Resûlü’nün emirlerine bakıldığı zaman
hitap biçimlerinin büyük ölçüde müzekker sîgasıyla olduğu görülmektedir. Şer‘î
hükümlere bakıldığında ise, bu hükümlerin çoğunlukla erkekler gibi kadınları da
kapsadığı görülmektedir. Şer‘î hükümler söz konusu olduğundan bu durum
51 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 272. 52 A.e., s. 273. 53 A.e., s. 273; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 76. 54 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 273; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 76.
119
tartışmalara konu olmuştur. Serahsî, bu meselenin fıkıh açısından pek çok pratik
sonuçlar doğurduğunu belirtmektedir.55
Araplar, erkeklerle kadınların birlikte muhatap olmaları durumda müzekker
sîgayı esas aldıkları bilinmektedir. Ancak asıl tartışmalara medar olan kısım, sırf
müzekkerler için dilde konulmuş sîgaların doğrudan doğruya müennesleri de
kapsayıp kapsamadığıdır.
Müennes ve müzekkere yönelik hitap biçimleri üç kısımda mütelaa edilebilir.
a) Müzekker ve müennesten her biri için özel olarak konulmuş ifade veya
kelimeler. Örneğin erkekler için “الرجال” kadınlar için de “النساء”
kelimelerinin kullanılması gibi.
b) Hem müzekker hem de müennesleri içine alacak şekilde ortak
kullanılan ifadeler. “من” lafzında olduğu gibi bazı lafızlar hem kadınlar
hem de erkekler için kullanılabilinmektedir.
c) Müzekker veya müennes mi olduğu kendisindeki alametle bilinen
ifadeler. Örneğin “مسلم” erkek Müslümanı ifade ederken “مسلمة” kadın
Müslümanı ifade etmektedir. Aynı şekilde “صّلوا” denildiğinde
müzekkerlere hitap olduğu “صّلين” denildiğinde de müenneslere hitap
olunduğu anlaşılmaktadır.
İlk iki maddenin durumu açık olduğundan tartışmalara konu olmamıştır. Ancak
üçüncü madde birçok pratik problemi de beraberinde getirdiğinden ulema arasında
ihtilaflara konu olmuştur. Sadece kadınlara ait olan ifadelerde erkeklerin hitaba
muhatap olmadıklarına dair dil bilginleri arasında ittifak vardır. Ancak dilsel
bakımından erkeklere ait olan “مسلمون” veya “مؤمنون” gibi Kur’ân’da sıkça geçen
ifadelerde kadınların hitaba muhatap olup olmadığı mevzusu tartışmalara konu
olmuştur. Şîrâzî de konuya tartışmalı olan üçüncü maddeden başlamaktadır.
Ebû Bekr b. Dâvud, Hanefîler, ve bazı Şâfiîlere göre kadınlar, erkeklere yapılan
çoğul hitabın kapsamına dâhil olmaktadır. Şîrâzî’ye göre ise kadınlar, erkeklere
yönelik hitabın kapsamına dâhil değillerdir. Şîrâzî bu görüşünü delillendirmek üzere
55 Serahsî, Usûl, C. I, s. 235.
120
ilk olarak nakli delillere değinmekte daha sonra hem akli hem de dilsel çıkarımlarda
bulunmaktadır.56
Bu bağlamda Şîrâzî’nin ilk olarak değindiği nakli delil, Ümmü Seleme’den
gelen rivayettir. Bu rivayette kadınlar, Kur’ân’da neden zikredilmediklerini
sormuşlar ve Ümmü Seleme de bu durumu Hz. Peygamber’e (s.a.v) anlattığında
“Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar ” şeklinde başlayan Ahzab süresinin 35.
ayeti nazil olmuştur.57 Şîrâzî’ye göre eğer cem-i müzekker sîgasının kadınları da
kapsadığı düşünülseydi dil konusunda bilgili olan bu kadınların böyle bir soruyu
sormaları anlamsız olurdu.58
Şîrâzî’nin sünnetten getirdiği bir başka delil Hz. Aişe’den rivayet edilen
hadistir. Bu rivayette Hz. Peygamber (s.a.v) “Avret yerlerine dokunup da abdest
almadan namaz kılanların vay haline” 59 demiştir. Bunun üzere Hz Aişe: “Bu
erkekler içindir kadınlar için durum nedir” diye sormuş, Hz. Peygamber (s.a.v) de
“Kadınlardan biri de avret yerine dokunduktan sonra abdest alsın” buyurmuştur.
Şîrâzî’ye göre bu rivayette görüldüğü gibi kadınlar erkelere yönelik hitabın
kapsamına dâhil olmamaktadır. Zira dâhil olmaları durumda Arap dilini bilen,
fesahat sahibi Hz. Aişe’nin böyle bir soruyu sorması anlamsız olmaktadır.60
Şîrâzî’nin bu deliline karşılık, kadınların aslında bu itirazlarını yaparken hitabın
kapsamında olmadıklarını değil, hususi olarak zikredilmemelerini kastettiklerini
söyleyerek itiraz edilmiştir. Şîrâzî’ye göre bu itiraz anlamsızdır. Çünkü rivayet
incelendiğinde kadınların, kendilerinin özel olarak zikredilmemeleri değil hiç
zikredilmemelerinin nedenini sordukları anlaşılmaktadır. Bunun aksini söylemek
nassın zahirini terk etmek anlamına gelmektedir ki bu da bir delil olmaksızın caiz
değildir. Bununla birlikte Şîrâzî’ye göre bu itiraz, kadınların böyle bir şeyi
kastetmelerinin hiçbir faydası olmaması hasebiyle de geçersizdir. Zaten erkeklerde
56 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 273; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 77; Şîrâzî, Luma‘, s. 61. 57 Ahzap, 33/ 35. 58 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 273; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 77. 59 Değişik lafızlarla birlikte bkz.Tirmizî, Babu’t-Tahare, 126; Malik, Muvatta, Kitabu'l-Tahare, 1142. 60 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 274; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 78.
121
özel bir hitap ile muhatap olmamışlardır. Bu hitap kadınlar ve erkekler arasında
müşterek bir hitap olmasına rağmen erkekler böyle bir istekte bulunmamışlardır. Bu
nedenle de kadınların da böyle bir istekte bulunduklarını düşünmek Şîrâzî’ye göre
mantıklı değildir. Son olarak Şîrâzî, Hz. Aişe hadisini tekrar gündeme getirmektedir.
Zira kadınların itirazının, özel olarak hitap edilme isteklerinden kaynaklanmadığı Hz.
Aişe’nin hadisinde açıkça anlaşılmaktadır. Çünkü bu rivayette Hz. Aişe, kadınların
hususi bir şekilde anılmamasının sebebinden çok kadınlara dair hükmün ne olduğunu
öğrenmek istemiştir. Şîrâzî’ye göre erkeklere yönelik hitaba kadınların da dâhil
olduğu kabul edildiğinde hükmü Hz. Aişe’nin anlaması ve böyle bir soruyu
sormaması gerekmektedir. Ancak Hz. Aişe’nin bu soruyu sorması erkeklere ait bir
hükme kadınların girmeyeceğini düşündüğü içindir.61
Şîrâzî’nin dilsel kullanımdan hareketle getirdiği akli delil ise şöyledir: “مسلمون”
kelimesi dilde sadece erkekleri ifade etmek üzere konulmuş, kadınları içine almayan
bir ifadedir. Bu kelimenin tekili erkekler için “مسلم” kadınlar için ise “مسلمة”
şeklindedir. Tekil sîgada kadınların, erkek sîgasına dâhil olmadıklarına dair ittifak
vardır. Tekilde olduğu gibi cemide de kadınların bu sîgayanın kapsamına dâhil
olmamaları gerekmektedir. Zaten müennes çoğul sîgasına erkeklerin dâhil olmadığı
da ittifak edilmiş bir husustur. Aynı şekilde kadınların da erkeklerin cemi sîgasına
dâhil olmamaları gerekmektedir.62
Şîrâzî’nin dilsel açıdan getirdiği bu delile, tağlib yoluyla erkekler için
kullanılan cemi sîgasına kadınların dâhil olabileceğini ancak aksinin mümkün
olmayacağını buradan hareketle de kadınların müzekker sîgasının muhatabı
olabileceği söylenerek itiraz edilmiştir. Şîrâzî, tağlib sanatının ancak kadınların da
irade edildiği bilindiği durumda mümkün olduğunu, ıtlak açısından ise müzekker ve
müennes sîgalarının eşit olduğu ve hiçbir sîganın diğerini ifade etmediğini, eğer
mütekellimin kastının ne olduğu bilinmiyorsa bu durumda sîganın hakikati ile
hükmedileceğini söylemektedir.63
61 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 274; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 78. 62 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 275. 63 A.e., s. 275.
122
Şîrâzî, erkek sîgasını kadınlar üzerine tağlib edilmesinin mümkün olmasına
rağmen tam tersinin mümkün olmamasının nedeni sorularak yapılan itiraza, bunun
manası olmayan bir tartışma olduğunu, bu konuyu açıklamanın gereksiz olduğunu
söylemektedir.64
Şîrâzî, kadınların müzekkerlere ait sîgaların muhatabı olmadığı görüşünü
kanıtlamak üzere getirdiği delilleri ve bu delillere gelen itirazların cevaplarını
zikrettikten sonra karşı görüşte olanların delillerini ve bu delillere olan itirazlarını
zikretmektedir.65
Şîrâzî’nin belittiğine göre, kadınların erkeklere yönelik hitabın kapsamına
girdiklerini savunanların delillerinden biri kadınların da namaz, oruç, zekât ve bunun
gibi şer‘î emirlerin birçoğuna muhatap olmalarıdır. Onlara göre bu durum, lafızların
kadınları da hakiki olarak muhatap almış olmasından kaynaklanmaktadır. Şîrâzî bu
delile karşı, kadınların muhatap oldukları şer‘î emirler olduğu gibi cihad ve Cuma
namazında olduğu gibi muhatap olmadıkları şer‘î emirlerin de bulunduğunu,
kadınların dâhil oldukları emirler delil getirilerek görüşlerini kanıtlamak isteyenlere
karşı onun da dâhil olmadıkları ayetleri örnek göstererek delil getirebileceğini
söylemektedir.66
Ayrıca Şîrâzî’ye göre kadınların namaz, oruç… gibi şer‘î emirlere muhatap
olmalarının nedeni lafzın muktezasından değil onların da bu gibi şer‘î emirlere
muhatap olduklarını gösteren başka bir delilden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle de
getirilen delil kadınların da muhatap olduğunu kanıtlamamaktadır.67
J. Kâfirlerin Durumu
Müslüman olmayan kimselerin iman etmekle mükellef oldukları, İslam
bilginleri tarafından üzerinde ittifak edilmiş bir husustur. Allah Teâlâ’nın insanların
iman etmelerine yönelik emirlerinin herkesi bağladığı oldukça açıktır. Ancak,
64 A.e., s. 276. 65 A.e., s. 275. 66 A.e., s. 275. 67 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 276.
123
inanmış kimselere yönelik namaz, oruç, zekât, hac vb. şer‘î hükümlerin Müslüman
olmayan insanları da kapsayıp kapsamadığı tartışmalı bir husustur. Dinde furuata
dair şer‘î emirlerin kâfirleri kapsayıp kapsamadığı meselesi hitabın câmi‘/genel ve
mutlak bir sîga ile zikredilmesi nedeniyle gündme gelmektedir. Çünkü “Ey
Müslümanlar!” veya “Ey Müminler!” şeklinde başlayan bir hitabın muhatabının
kimler olduğu bellidir.
Şîrâzî, câmi‘ ve mutlak bir lafızlı emrin kapsamına kâfirlerin girip girmeyeceği
hususunda Şâfiîler arasında ihtilafın olduğunu bildirmektedir. Bu hususta Şâfiî
ulemâsını üç kısma ayıran Şîrâzî, bazı Şâfiîlere göre kâfirlerin de bu hitabın
kapsamına girdiğini, Ebu Hamid el-İsfereyanî’nin de aralarında bulunduğu diğer
ulemâya göre kâfirlerin bu hitabın kapsamına girmediğini, bazı Şâfiî fukahâsına göre
ise kâfirlerin nehyedilenlerin kapsamına girdikleri ancak emredilenlerin kapsamına
girmediklerini bildirmektedir.68
Şîrâzî, kâfirlerin dinin furuatına dair emirlerinin muhatabı olduklarını
savunmaktadır. Şîrâzî’ye göre kâfirlerin bu emirlere muhatap olmaları, küfür içinde
olmalarına rağmen emredilen ibadetleri yerine getirmeleri veya Müslüman olduktan
sonra kazasını yapmaları değil bu ibadetleri terk ettiklerinden dolayı ahirette azaba
müstehak olmaları anlamındadır.
Şîrâzî bu görüşünü delillendirmek üzere ilk olarak ayetten delil getirmektedir.
Ayet-i Kerîme’de “Sakar’a (cehenneme) girmenizin sebebi nedir? Cehennemlikler
derler ki; "Biz namaz kılanlardan değildik. Yoksulların karnını doyurmazdık. Bizim
gibi olanlarla birlikte asılsız ve bozguncu konuşmalara dalardık. Hesap vermeyi
inkâr ederdik”69 geçmektedir. Şîrâzî’ye göre bu ayetten Allah Teâlâ’nın
inanmayanları kıyamet gününde sorguya çekeceği ve namazı kılmamaları, yoksulları
doyurmamaları sebebiyle azaba uğratacağı anlaşılmaktadır. Namaz ise dinin
furuatındandır. Namaz gibi furua dair şer‘î emirden dolayı azaba çekilmeleri diğer
şer‘î emirlerin de muhatabı olduklarını kanıtlamaktadır.70
68 A.e., s. 278; Şîrâzî, Luma‘, s. 61; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 80-81. 69 Müddessir, 74/42-46. 70 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 277; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 81.
124
Şîrâzî’nin getirmiş olduğu bu delile karşı bazıları ayetteki “Biz namaz
kılanlardan değildik”71 sözlerinin manası, dini bıraktıkları ve İslam’a girmedikleri,
bu nedenle de namaz kılınması gerektiğine inanmamaları olduğunu ve bu yüzden
azaba uğratıldıklarını söyleyerek itiraz etmişlerdir.72 Şîrâzî bu itiraza cevap olarak
ayetin zahirinden onların namazı terk ettiklerinin anlaşıldığını, burada itikadın
kastedildiğini söylemenin, lafzı mecaza yormak anlamına geldiğini ki bunun da bir
delil olmaksızın caiz olmadığını söylemiştir.73Ayrıca Şîrâzî’ye göre, bu itirazın
yanlış olduğunu gösteren bir başka delil de ayetin devamıdır. Zira ayetin devamında
kâfirlerin Ahiret’i yalanladıkları ifade edilmektedir. Ahireti yalanlamalarının anlamı
ise onların namaza inanmadıklarını gösterir. Yani ayetin devamında itikatlarından
dolayı azaba uğratılacakları zaten söylenmekte, ayetin tekrara düşmediğini
söyleyebilmek için de bunun bizatihi namaz kılma olduğunu söylemek
gerekmektedir.
Şîrâzî’nin Müdessir sûresi’ndeki ayetlerle getirdiği delile ikinci bir itiraz olarak
azaba ducar olmalarının nedeni, onların bütün ibadetleri bırakmaları olduğu, bunun
zaten herkes tarafından kabul edildiği, ancak bu ayetin kâfirlerin bütün ibadetleri
bıraktıklarına delil olmadığı söylenmektedir.74
Şîrâzî’ye göre ayetlerdeki hitabın kâfirleri kapsaması Müslümanları kapsaması
gibidir. Bu nedenle Müslümanlar emrin kapsamına girdikleri gibi kâfirlerin de emrin
kapsamına girmeleri gerekmektedir. Çünkü “Ey insanlar!” denildiğinde kâfirler de
insan olduklarından bu ifadenin kapsamına girmektedirler. Dilsel açıdan bakıldığında
kâfirlerin hitaba muhatap olmaları açısından bir sakınca olmadığı görülmektedir. Bu
nedenle de kâfirlerin hitap ile muhatap olduğunu söylemek gerekmektedir.75
Şîrâzî’nin bu husustaki bir başka delili de şöyledir: Bir şarta bağlı olarak bir
emre muhatap olmak o şeyi yapmakla muhatap olmak anlamına gelmektedir.
71 Müdessir, 74/43. 72 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 277; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 81. 73 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 278. 74 A.e., s. 278. 75 A.e., s. 279.
125
Abdestsiz kimsenin, namaz kılmakla muhatap olması gibi. Abdestsiz bir kimse de
abdestli olma şartıyla birlikte namazı kılmakla memurdur. Kâfir de iman şartıyla
birlikte ibadetlerle memurdur. İman ettikten sonra ibadetlere muhatap olmaktadır.
Tıpkı muhdisin o anda namaz kılamamasına rağmen namazla memur olması gibi
kâfirin de o anda ibadetleri yapamamasına rağmen ibadetlerle memur olması
gerekir.76
Şîrâzî bu deliline karşı hadesin namaz fiiliyle çelişen bir durum olmadığı bu
nedenle muhdis olduğu halde teyemmüm alan bir kimsenin namaz kılabildiği, ancak
küfrün namaz kılmakla zıt bir durum olduğunu bu nedenle de iki durum arasında
kıyas yapılamayacağına dair bir itirazın gelebileceğini söyler. Ancak Şîrâzî’ye göre
bu itiraz tutarlı değildir. Çünkü suyu bulma gücü olmasına rağmen birinin muhdis
oluşu namaz fiili ile zıt bir durumdur. Ancak bu zıtlık olmasına rağmen namaz kılma
emriyle muhataptır. Küfür durumunda da aynı husus söz konusudur.77
Şîrâzî kâfirlerin, nehiy hitabının kapsamına girdiğini ancak emir hitabının
kapsamına girmediğini kabul edenlerin görüşünü irdeleyerek bu görüşün yanlışlığını
ortaya koymaktadır. Şîrâzî, teklifi hükümlerin emir ve nehiy olmak üzere iki kısma
ayrıldığını bildirdikten sonra nehyin bir şeyin terk edilmesini, emrin de bir şeyin
yapılmasının emredilmesi olduğunu hatırlatmaktadır. Bu nedenle de Şîrâzî’ye göre
nehyle muhatap olan kâfirin aynı şekilde emirle de muhatap olması gerekmektedir.78
Şîrâzî’nin bu irdelemesine karşılık nehiyde kâfirden bazı şeyleri yapmaması
istendiği, bunun da kâfir için düşünülebilecek bir durum olduğu ancak kâfirin
ibadetlere memur olmasının söz konusu olamayacağını bu nedenle de böyle bir
ayrıma gidildiği itirazı getirilmektedir. Ayrıca nehyin manasının zina işleyene had
cezasının verilmesi, hırsızlıktan dolayı el kesilmesinde olduğu gibi kâfir hakkında
nehyin hükümlerinin sabit olması, bu nedenle kâfirin de Müslüman gibi nehiylerin
kapsamına girdiği, ancak emirde aynı durum söz konusu olmadığı, kâfir emredilen
76 A.e., s. 279. 77 A.e., s. 279; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 82. 78 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 280.
126
bir şeyi yapmadığından ötürü Müslüman gibi cezalandırılmadığı delil olarak
getirilmektedir.
Şîrâzî bu itirazlara karşı, kâfirden cezanın düşmesinin onun hitaba muhatap
olmadığı anlamına gelmediğini, ayrıca zimmî, içki içtiğinde had cezasına
çarptırılmamasının onun içki içmeden alıkonulmadığı anlamına gelmediğini
söylemektedir.79
Şîrâzî son olarak ne nehye ne de emre kâfirin muhatap olmadığını savunanların
delillerine ve bunlara verdiği cevaplara değinmektedir. Hitaba muhatap olmadıklarını
savunanlara göre, kâfir o haldeyken emre muhatap olmadığı için Müslüman olduktan
sonra da kaza etmek zorunda değildir. Tıpkı hayızlının durumunda olduğu gibi.
Hayızlı bir kimse de hayızlı iken namazla memur olmadığı için hayzı bittikten sonra
da namazları kaza etmekle memur kılınmamıştır.80
Şîrâzî muhalifin bu deliline karşı muhdisin, hades halindeyken o emri yerine
getirmekle emredilmemiş olmasına karşın, bunun onun namaz kılma emri ile
muhatap olmadığı anlamına gelmediği gibi burada da aynı durumun söz konusu
olduğunu söylemektedir. Ayrıca kâfirin emredileni kaza etmemesi bu emirlerin
ondan sakıt olduğuna dair delile dayanmaktadır. Ayet-i Kerime’de de “Küfredenlere
deki: Eğer inkarı bırakırlarsa daha önce yaptıkları affedilir”81 denilmekte ancak bir
Müslüman için o emrin kaza etmesi gerektiğine hükmedilmiştir. Bu nedenle ikisinin
durumu birbirinden farklıdır.
Şîrâzî ayrıca Cuma namazı örneğini de ikinci bir delil olarak getirmektedir.
Şîrâzî, Cuma namazının vakti geçirildiğinde o namazı kaza etmek gerekmediği ancak
bunun Cuma namazının vacip olmadığı anlamına da gelmediğini söylemektedir.82
Kâfire böyle bir hitabın olamayacağını savunanların diğer bir delili de mükellef
için herhangi bir maslahat ve faydası olmayan bir teklifin caiz olmamasıdır. Küfür
79 A.e., s. 280; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 83. 80 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 281; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 83. 81 Enfâl, 8/38. 82 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 281.
127
içindeyken kâfirin ibadetle mükellef olması kâfire hiçbir yarar sağlamadığından
kâfirin hitaba muhatap olmaması gerekmektedir.83
Şîrâzî bu delile karşı kâfirin emre muhatap olduğunu söylediğinde, ona fayda
vermeyecek bir teklif altında olması anlamında değil fayda verecek şekilde ona teklif
edilmesini öngördüğünü söylemektedir. Bu şekil, kâfirin bu amelleri yapmadan önce
iman etmesidir. Muhdis olan bir kimsenin namazla muhatap olması gibi. Bu durumda
muhdise bu hitabın hiçbir faydası yoktur denilmez. Namaz emrine, abdesti önceleyip
kılması vechiyle muhataptır.84
83 A.e., s. 281; Şîrâzî, et-Tebsıra, s. 83. 84 Şîrâzî, Şerhu’l-Luma‘, C. I, s. 281.
128
SONUÇ
Bir Müslümanın hayatı düşünüldüğünde bu hayatın şer‘i hükümler ışığında
şekillendiği görülmektedir. Bu nedenle emir ve nehiyden oluşan şer‘i hükümlerin
bilinmesi büyük bir önem taşımaktadır. Helal ve haramın belirlenmesinde temel
alınan emir ve nehiy, usûl ilminde mucebi, tekrara, fevre, iczâya delalet edip
etmediği meseleleriyle gündeme gelmiştir. Emir ve nehiy konusu ulema arasında
birçok doktirinel tartışmaya konu olmaktadır.
Emir söz konusu olduğunda usûl kitaplarında ilk olarak tartışılan konu emrin
mûcebi konusudur. Usûl kitaplarında emrin mûcebi tartışılırken, konu mutlak emrin
mûcebi etrafında dönmektedir. Mutlak emrin mûcebine gelince, yani bir emir sîgası
mutlak ifade edildiğinde bundan ilk anlaşılan mana ve ondan çıkarılacak ilk sonuç,
onun vücûb ifade edip etmediği ve emirle istenen şeyi yapmanın bir zorunluluk olup
olmadığı meselesidir. Emir konusunda tartışılan meselelerden diğeri emrin tekrara
delalet edip etmediği meselesidir. Emrin tekrara delalet edip etmediği meselesi
dikkatlice incelendiğinde aslında bu konunun emrin mûcebiyle bağlantılı olduğu
görülmektedir. Zira incelediğimiz Şîrâzî’nin kitaplarından fark edebildiğimiz
kadarıyla fukahânın emrin delaleti konusundaki tutumu, mûcebi hususundaki
tutumuyla aynı doğrultudadır. Emir söz konusu olduğunda değinilmesi gereken
önemli konulardan bir diğeri de emrin fevre delaletidir. Emrin fevre delalet etmesi
emrin gereğinin derhal, anında yerine getirilmesini, bir başka ifadeyle emredilen
eylemin mümkün olan ilk vakitte yapılması gerektiğini ifade etmektedir.
Bu meseleler bağlamında Şîrâzî’nin eserleri incelenmiş ve emir ve nehye dair
görüşleri sunulmuştur. Şîrâzî’nin usûl eserlerindeki meseleler, genel olarak karşılıklı
tartışma şeklinde sunulmaktadır. Kanaatimize göre kimi zaman meselenin daha iyi
anlaşılması için konuyu, bu forma sokan Şîrâzî, bazen dinleyicisin zihninde
meselenin netleşmesi için kendi kendine soru sormakta ve eleştirmektedir. Bunun
dışında özellikle emir ve nehiy meselelerinde daha çok Mutezileyi eleştiren Şîrâzî,
yer yer Hanefi mezhebini ve diğer mezhepleri eleştirmektedir. Şîrâzî’nin dikkat
çeken özelliklerinin başında Şâfiî olmasına rağmen Şâfiî mezhebinin aksine görüş
129
beyan ettiği yerlerin olmasıdır. Bu Şîrâzî’nin mezhep taassubunun olmadığını
göstermektedir.
Şîrâzî’nin diğer Şâfiî ulemasına muhalefet ettiği yerlerden ilki emrin
tanımlamasında görülmektedir. Zira Şîrâzî’ye göre emir, alt konumdaki birinden bir
şey yapmasını sözlü olarak istemektir. Tanımda yer alan “alt konumdaki biri”
kaydına yapılan vurguya dikkat edilmelidir. Zira Şîrâzî’ye göre “Alt konumdaki
biri” kaydının koyulmasının nedeni, üst konumdaki birine emir vermenin hakiki
olarak emir diye isimlendirilmeyecek olmasıdır. Şîrâzî’nin memurun bihin daha alt
konumda olması gerektiğine dair görüşü genel olarak Şâfiî fukahâsına ters düşen bir
görüştür. Gazzâlî’nin de aralarında bulunduğu Şâfiî ulemasının çoğunluğuna göre üst
makama yapılan emirler de hakiki olarak emir kapsamındadır.
Şîrâzî’nin diğer Şâfiî ulemasından farklı düşündüğü ikinci husus, yasaklamadan
sonra gelen emrin mûcebi konusudur. Şâfiî mezhebinde çoğunlukla kabul görülen
görüş, yasaklamadan sonra gelen ikinci emrin mubahlığı ifade etmesidir. Hanefîlerin
çoğunluğu ile aynı görüşü paylaşan Şîrâzî, yasaklamadan sonra gelen emrin, aksine
bir delil olmadıkça vücubiyeti gerektirdiğini ifade etmektedir. Şîrâzî’nin görüşünün
aksine Şâfiîlerin çoğunluğuna göre bir şeyi yasakladıktan sonra emretmekten maksat
o şeyi yapmadaki günahın kaldırıldığını bildirmektir.
Şîrâzî’nin Şâfiî ulemasından farklı olarak düşündüğü mevzulardan bir diğeri de
mendubun emir kapsamında görülüp görülemeyeceği meselesidir. Genelde Hanefîler
dışındaki usûlcülerin büyük çoğunluğuna göre emir kapsamında görülen mendup,
hakiki anlamda emir olarak isimlendirilmektedir. Meseleyi emrin tanımı bağlamında
da gündeme getiren Şîrâzî, bu konuda fukahânın ekseriyetinden farklı olarak
mendubu emir kapsamında görmediğini ifade etmektedir.
Şîrâzî, emrin fevre delaletiyle ilgili söylediği şeylerden dikkatimizi çeken
hususlardan biri de bazı kimselerin ‘emrin terahiye veya fevre delaleti’ şeklinde bir
ibare kullandıklarını bunun ise yanlış olduğunu belirtmesidir. Çünkü Şîrâzî’ye göre
emrin terahiye delalet ettiğini savunan hiç kimse olmamıştır. Bu nedenle de doğru
olan ibare emrin fevre delalet edip etmeyeceği şeklinde olmalıdır. Şîrâzînin bu
130
görüşünü ihtiyatla karşılamak gerekir. Çünkü Serahsî’nin naklettiği üzere emrin
terahiye delalet ettiğini söyleyen ulema vardır. Serahsî’nin de tercih ettiği görüş bu
olmaktadır. Ayrıca emrin mucebi konusuyla bağlantılı olduğunu ifade eden Şîrâzî de
emrin tekrara delalet ettiğini söyleyenlerin emrin fevre delalet ettiğini de
savunmalarını gerektiğini bildirmektedir.
Şîrâzî’nin Mutezile’yi eleştirdiği konuların başında emirde irade problemi
gelmektedir. Emirde iradeyi şart koşan Mutezile’nin aksine iradenin şart olmadığını
düşünen Şîrâzî, Mutezile’nin bu anlayıştan hareketle yanlış temeller oluşturdukları
yorumunda bulunması kanaatimizce önemli mevzulardan biridir.
Şîrâzî’nin Hanefilere karşı güçlü itirazlarını zikrettiği kısım ise farz-vacip
ayrımı bahsindedir. Şîrâzî’ye göre farz ve vâcib musematı arasında farklılığın olup
olmadığının delili sözlük, şeriat, örf, adet ve kıyasta aranmalıdır. Vâcib ve farz
arasında bir farklılığın olup olmadığını araştırmak üzere sözlüğe bakıldığında
Şîrâzî’ye göre Hanefî âlimlerinin zikrettikleri şekilde dilin bu ayırımı gerektirdiğine
dair bir delilin olmadığı görülmektedir.
Emir ve nehiy konusundan görüldüğü gibi Şîrâzî, konuyu anlatmada oldukça
güzel bir uslup kullanmakta, Gazzali’de görüldüğü gibi karşı görüşü sertçe
eleştirmemektedir. Hilaf ilmini çok iyi bilen, hilafa dair meseleleri fatihayı ezbere
bildiği gibi bildiği söylenilen Şîrâzî, herhalde bu yanının baskın olmasından
kaynaklanmaktadır ki meseleleri sunarken daha çok ihtilaflı noktalar üzerinde
durmaktadır. Örneğin emrin mucebi meselesinde ve diğer meselelerde görüldüğü
gibi konuya giriş yaparken öncellikle meselenin neyi ihtiva ettiğini sunmak yerine
doğrudan bu konu hakkında ihtilafın ne olduğu ve kimlerin nasıl düşündüğünü
nakletmektedir.
Şîrâzî’nin naklettiği görüşler tetkik edildiğinde tespit edebildiğimiz kadarıyla
Şîrâzî büyük bir hassasiyetle görüşleri aktarmaktadır. Ancak Şîrâzî’nin bu bilgileri
nereden aldığına dair bilgi sahibi olamadığımız iki yerde naklettiğinin aksine
durumun vaki olduğu tespit edilmiştir. Bu yerlerden ilki emrin fevre delaleti
131
konusundadır. Emrin fevre delalet etmediğini savunan Şîrâzî’ye göre Hanefilerin
çoğunluğunun düşüncesi emrin mucebin fevri gerektirdiğidir. Ancak Şîrâzî’nin
verdiği bu bilgi ihtiyatla karşılanmalıdır. Çünkü Serahsî’nin usûlünde nakledildiği
üzere Hanefilerin çoğunluğu mutlak emrin fevre delalet etmediğini savunmaktadır.
Serahsî, Kerhî'nin mutlak emrin fevri gerektirdiğini naklettikten sonra Hanefi
mezhebinde nakledilenlerden kendisince doğru olan görüşün emrin fevre delalet
etmediği olduğunu belirtir.( Serahsî, Usûl, C. I, s. 26-27)
Ayrıca mutlak emir tekrarı gerektirip gerektirmediği meselesinde Şîrâzî’ye göre
Bakillani mükellefin, takat getireceği her vakitte emri yerine getirmesi gerektiğini
savunmaktadır. Şîrâzî bu bilgiye nerden ulaştığını bildirmemektedir. Zira Bakilllanî,
et-Takrib adlı eserinde emrin tekrara delalet etiğini savunmamaktadır. (bkz.
Bakıllanî, et-Takrîb, C. II, s. 118)
Şerhu’l-Luma‘, Luma‘ ve et-Tebsıra adlı eserlerinin karşılaştırılarak çalışıldığı
bu tezimizde Şîrâzî’nin bazı görüşlerini değiştirdiği tespit edilmiştir. Şîrâzî’nin usûle
dair önce yazdığı et-Tebsıra adlı eserindeki bazı bilgilerin Luma‘ ve Şerhu’l-
Luma‘da değiştiği görülmektedir. Örneğin Müddessir süresinin ilk ayetinde
görüldüğü gibi hitabın sadece Hz. Peygamber (s.a.v)’ e olduğu durumlarda bu hitabın
kapsamına ümmetin de girip girmeyeceği meselesinde et-Tebsıra’da cumhura
muhalif olarak ümmetin de bu hitabın kapsamına gireceğini söylerken Luma‘da bu
görüşünden vaz geçmiş, ancak bir delille ümmetin gireceğini söylemiştir.
Şîrâzî’nin kendi görüşünü savunmada veya karşı görüşü nakzetmede kullandığı
deliller irdelendiğinde Şîrâzî’nin ilk olarak ayetlerden daha sonra hadislerden delil
getirdiği görülmektedir. Hemen hemen her konuda dilsel konulara yer vermesi onun
dile ne derece önem verdiğini göstermektedir. Görüşlerini delillendirirken yer yer
tekrara düşmesi ve tasnifin kimi yerde çok iyi olmaması Şîrâzî’nin eserinin
kusurlarından bazılarıdır.
Kanaatimize göre Şîrâzî’nin usûle dair görüşleri ve delilleri özellikle emir ve
nehiy bağlamında değerlendirildiğinde furu‘daki kadar başarılı değildir. Şîrâzî’nin
hayatında değindiğimiz gibi özellikle fur‘a dair eserleri daha çok ilgi görmüştür.
132
Şîrâzî’nin usûl alanında da kendinden sonrakileri etkileyip etkilemediği göstermek
için yer yer zikrettiğimiz Gazzâlî’nin görüşleri düşünüldüğünde Şîrâzî’nin kendinden
sonrakileri yeterince etkilemediği görülmektedir. Fark edebildiğimiz kadarıyla
Gazzâlî’nin el-Mustasfâ’da Şîrâzî’ye atıfta bulunmamasına rağmen furu‘ eseri olan
el-Vasît’te atıfta bulunması bunu göstermektedir.
133
BİBLİYOGRAFYA
Alp, Taha: İsagoci Tercümesi ve Mantık Terimler Sözlüğü, İstanbul,
Yasin yay., 2010.
Âmidî: Seyfuddîn Ali b. Ebî Alî (ö. 631/1233), el-İhkâm fî Usûli’l-
Ahkâm, thk. Abduzzerka Afîf, I-IV, Riyâd, Dâru’s-Semiî,
2003.
Bâkıllanî: Ebû Bekr Muhammed b. Tayyib b. Muhammed Basrî (ö.
403/1012), et-Takrîb ve’l-İrşâd es-Sagîr, thk. Abdülhamid b.
Ali Ebû Zenid, I-III, Beyrut, Müessesetü’r-Risâle, 1994.
Bardakoğlu, Ali: “Edâ”, DİA, C. X, İstanbul, 1994.
Bardakoğlu, Ali: “İade”, DİA, C. XIX, İstanbul, 1999.
Aybakan, Bilal: “el-Mühezzeb”, DİA, C. XXXI, İstanbul, 2002.
Aybakan, Bilal: “eş-Şîrâzî, DİA, C. XXXIX, İstanbul, 2011.
Buhârî: Ebû Abdullah Muhammed b. İsmâîl b. İbrâhîm b. el-Muğîre b.
Berdezbe (256/869), el-Câmiu’s-Sahîh, el-Mektebetu’l-
İslâmiyye, İstanbul (t.y.). I-VIII.
Cessâs: Ebû Bekr Ahmed b. Ali er-Râzî (ö. 370/980), el-Fusûl fi’l-
Usûl, thk. Uceyl Câsim en-Neşmî, I-IV, Kuveyt, Vizâratü’l-
Evkâf ve’ş-Şuûni’l-İslâmiyye, 1994.
Cevherî: Ebû Nasr İsmâîl b. Hammad el-Cevherî (ö.398/1007), es-
Sıhâh Tâcü’l-Lüğa ve Sıhâhu’l-Arabiyye, thk. Ahmed
Abdulğafûr, I-VII, Beyrut, Dâru’l-İlmi li’l-Melâyin, 1984.
134
Cüveynî: İmamu’l-Haremeyn Abdulmelik b. Abdillah (ö. 478/1085), el-
Burhân fî Usûl’l-Fıkh, thk. Abdulazim ed-Dîb, Kahire,
Dâru’l-Ensar, 1980.
Debûsî: Ebû Zeyd Abdulah b. Ömer (ö. 340/1038), Takvîmu’l-Edilleti
fî Usûli’l-Fıkh, thk. Halil Muhiddîn el-Mîs, Beyrût, Dâru’l-
Kutubi’l-İlmiyye, 2001.
Esnevî: Cemalüddîn (ö. 772/1370), Tabakâtü’ş-Şâfiîyye, Beyrût,
Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1987.
Gazzâlî: Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed (ö. 505/1111), el-
Mustasfâ min İlmi’l-Usûl, thk. Hamza b. Zahîr, I-IV, Medîne,
t.y.
Hamevî: Ebû Abdullah Şihabüddin Yakut b. Abdullah Yakut el-Hamevî
(ö. 626/1228), Mu’cemü’l-Büldân, I-V, Beyrût, Dâru’s-Sâdır,
1977.
Zirikli: Hayreddin, el-A’lâm: Kamûsu Terâcimi li-Eşheri’r-Ricâl
ve’n-Nisâ, I-VIII, Beyrût, Dâru’l-İlmi li’l-Melâyîn, 15. bs.,
2002.
Heyto: Muhammed Hasan, el-İmam eş-Şîrâzî: Hayâtuhu ve
Ârâuhu’l-Usûliyye, Şam, Dâru’l-Fikr, 1980.
İbn Asâkir: Ebü’l-Kâsım Sikatüddin Ali b. Hasan b. Hibetullah İbn Asâkir
(ö. 571/1175), Tebyînu Kezibi’l-Müfterî, 2. bs., Dımaşk,
Dârü’l-Fikr, 1979.
İbn Emîn: Mahmud Esad, Telhîs-u Usûl-i Fıkh, İstanbul, Yasin yay.,
2002.
135
İbn Fâris: Ebü’l-Hüseyn Ahmed b. Faris b. Zekeriyâ (ö.395/1004),
Mu’cemü Mekâyîsi’l-Luga, thk. Abdüsselâm Muhammed
Harun, I-VI, Şam, Dâru’l Fikr, 1979.
İbn Hallikân: Ebü’l-Abbas Şemseddin Ahmed b. Muhammed (ö. 681/1282),
Vefeyâtü’l-A’yân ve Enbâu Ebnâi’z-Zamân, thk. İhsan
Abbas, I-VIII, Beyrût, Dâru Sadır, 1968.
İbn Hazm: Ebû Muhammed Ali b. Ahmed (ö. 456/1063), el-İhkâm fî
Usûli’l-Ahkâm, thk. Ahmed Muhammed Şâkir, I-VIII, Beyrût,
Dâru’l-Âfakî’l-Cedîde, 2. bs., 1983.
İbn Kadi Şühbe: Ebü’s-Sıdk Takıyyüddin Ebû Bekr b. Ahmed (ö. 851/1448),
Tabakâtü’ş-Şâfiîyye, thk. Hafız Abdülhalim Han, I-IV,
Beyrût, Âlemü’l-Kütüb, 1978.
İbn Kesîr: Ebû’l-Fidâ İsmail b. Ömer İbn Kesîr, (ö. 774/1372), el-Bidâye
ve’n-Nihâye, thk. Abdullah et-Türkî, I-XXI, Dâru’l-Hicr, t.y.
İbn Manzûr: Ebû’l-Fadl Cemâluddîn Muhammed b. Mukrem el-Ifrıkî el-
Mısrî (711/1311), Lisânu’l-Arab, Dâru Sâdır, Beyrut (t.y.). I-
XV.
İbn’ül-Emîn: Mahmud Esad, Telhîs-u Usûl-i Fıkh, İstanbul, Yasin yay.,
2002,
İbnü’l-Cevzî: Ebû’l-Ferec Abdurrahman b. Alî b. Muhammed b. Cevzî (ö.
597/1200), el-Muntazam fî Târîhi Mulûk ve’l Ümem, thk.
Muhammed Abdulkadir Ata – Mustafa Abdulkadir Ata, I-XIX,
Beyrût, Dâru’l-Kutubu’l İlmiye, 1992.
İbnü’l-Esîr: İzzüddin Ebû’l-Hasan Ali b. Muhammed b. Abdilkerîm el-
Cezerî (ö. 630/1232): el-Kâmil fî’t-Târîh, thk. Ebû Fidâ
136
Abdullah el-Kadî, I-XI, Beyrût, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye,
1987.
İbnü’l-İmâd: Ebü’l-Felâh Abdilhay b. Ahmed b. Muhammed el-Akarî (ö.
1089/1678), Şezerâtü’z-Zeheb fî Ahbâri men Zeheb, thk.
Abdülkâdir Arnâût – Mahmûd Arnâût, I-X, Beyrût, Dâru İbn
Kesîr, 1986.
İbnü’s-Subkî: Abdulvehhab b. Ali b. Abdilkâfî Subkî (ö. 771/1370),
Tabakâtu’ş-Şâfiîyyeti’l-Kübrâ, thk. Mahmûd Muhammed
Tanahî – Abdülfettah Muhammed el-Hulv, I-X, Kahire,
Matbaatu İsâ el-Babî el-Halebî, 1964.
İnan, Yusuf: İslam Dininde Emirler ve Yasaklar, İstanbul, Okat Yayınevi,
1966.
İsfehânî: Hüseyn bin Muhammed bin Mufaddal er-Rağıb (ö.322/934),
Müfredâtü Elfâzi’l-Kur’ân, thk. Safvân Adnan Dâvûdî, Şâm,
Dâru’l-Kalem, 1992.
Kahyaoğlu, Yasin: Seçme Hadislerde Emir ve Tavsiyeler, haz. Yasin
Kahyaoğlu, Şanlıurfa, Elif Matbaası, 2001.
Kâtip Çelebi: Mustafa b. Abdillah el-İstanbulî (1066/1656), Keşfu’z-Zunûn
an Esmâi’l-Kutub ve’l-Funûn, Beyrut, Dâru İhyâ’it-Turâsi’l-
Arabi, 1951.
Kehhâle: Ömer Rıza, Mu’cemu’l-Muellifîn:Terâcimu Musannifi’l
Kutubi’l-Arabiyye, I-IV, Beyrût, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî,
t.y.
Komisyon: el-Mu’cemü’l-Müfehres li Ayâti’l-Kur’âni’l-Hakîm, yay.
haz. Muhammed Fuad Abdulbakî, Kâhire, Daru’l-Hadîs, 1964.
Merçil, Erdoğan: “Büveyhiler”, DİA, C. VI, İstanbul, 1992.
137
Muslim: Ebu’l-Huseyn b. el-Haccâc b. Muslim el-Kuşeyrî en-Nîsâbûrî
(261/875), el-Câmiu’s-Sahîh, el-Mektebetu’l-Asriyye, Beyrut
2008.
Nevevî: Zekeriyya Muhyiddin Yahya b. Şeref b. Muri en-Nevevî (ö.
676/1277), Tehzîbü’l-Esmâ ve’l-Lugât, I-IV, Beyrût, Dârü’l-
Kütübi’l-İlmiyye, t.y.
Nevevî: Zekeriyya Muhyiddin Yahya b. Şeref b. Murî en-Nevevî (ö.
676/1277), Kitâbu’l-Mecmu‘, thk Muhammed Necip, I-
XXIII, Cidde, Mektebetü’l-İrşâd, t.y.
Nesâî: Ebû Abdurrahman Ahmed b. Ali b. Şu’ayb (303/915), es-
Sünen (Suyûtî şerhiyle birlikte), Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî,
Beyrut (t.y). I-VIII.
Ocak, Ahmet Yaşar: “Selçuklular”, DİA, C. XXXVIII, İstanbul, 2010.
Pala, Ali İhsan: İslam Hukuk Metodolojisinde Emir ve Yasakların
Yorumu, Ankara, Fecr Yayınları, 2009.
Râzî: Ebû Abdullah Fahreddin Muhammed b. Ömer (ö. 606/1209),
el-Mahsûl fî İlmi Usûli’l-Fıkh, thk. Taha Cabir Feyyaz
Alvanî, I-VI, Beyrut, Müessesetü’r-Risâle, 1992.
Sadru’ş-Şerî’a: Ubeydullah b. Mes’ûd el-Mahbûbî (ö. 884/1480), et-Tavzîh
Şerhu’t-Tenkîh, thk. Muhammed Adnan Derviş, I-II, Beyrut,
Dâru’l-Erkam, t.y.
Safedî: Ebû’s-Safa Selahaddin Halil b. Aybek b. Abdullah Safedî (ö.
764/1362), el-Vâfî bi’l-Vefeyât, thk. Ahmed Atnauut – Türkî
138
Mustafâ, I-XXIX, Beyrût, Dâru’l İhyai’t-Türasi’l-Arabiyye,
2000.
Semânî: Ebû Sa’d Abdülkerim b. Muhammed b. Mansur el-Mervezî (ö.
562/1166), el-Ensâb, thk. Abdurrahman b. Yahyâ, I-XII,
Kahire, 1980.
Serahsî: Ebû Bekr Şemsüleimme Muhammed b. Ahmed b. Sehl (ö.
490/1096), Usûlü’s-Serahsî, thk. Ebü’l-Vefâ Efgânî, I-II,
Beyrût, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1993.
Sümer, Faruk: “Selçuklular”, DİA, C. XXXVIII, İstanbul, 2010.
Şîrâzî: Ebû İshâk İbrâhîm b. Alî b. Yûsuf (ö. 476/1083), el-Maune
fi'l-Cedel, thk. Abdülmecid Türkî, Beyrut, Dârü’l-Garbi’l-
İslâmî, 1988.
Şîrâzî: Ebû İshâk İbrâhîm b. Alî b. Yûsuf (ö. 476/1083), el-Mühezzeb
fî Fıkhi’l-İmâm eş-Şafi‘î, I-III, Beyrût, Dâru’l-Kutubi’l-
İlmiyye, 1990.
Şîrâzî: Ebû İshâk İbrahim b. Alî b. Yûsuf (ö. 476/1083), en-Nüket fî
Mesâili’l-Muhtelife fîhâ Beyne Şâfiî ve Beyne Ebî Hanife,
thk. Zekeriya Abdurrezzâk el-Mısrî, Yayınlanmamış Doktora
tezi.
Şîrâzî: Ebû İshâk İbrâhîm b. Ali b. Yûsuf (ö. 476/1083), Şerhu’l-
Luma‘, thk. Abdülmecid Türki, Beyrut, Dârü'l-Garbi'l-İslâmî,
1988.
Şîrâzî: Ebû İshâk İbrâhîm b. Ali b. Yûsuf (ö. 476/1083), Tabakâtu’l-
Fukahâ, thk. İhsân Abbâs, Beyrût, Dâru’l-Râidi’l-Arabî, 1970.
Şîrâzî: Luma‘, thk. Muhyiddin Müstu, Yusuf Ali Büdeyvi, Dımaşk,
Dârü'l-Kelimi't-Tayyib, 1995.
139
Şîrâzî: Tebsıra, thk. Muhammed Hasan Heyto, Dımaşk, Dârü'l-Fikr,
1980.
Türkî: Abdu’l-Mecîd, Mukaddime Şerhu’l-Luma‘, I-II, Tunus,
Dâru’l-Ğarbi’l-İslamî, 2008.
Uludağ, Süleyman: İslam’da Emir ve Yasakların Hikmeti, Ankara, Türkiye
Diyanet Vakfı, 1988.
Yaşaroğlu, Kamil: “Kazâ”, DİA, C. XXV, İstanbul, 2001.
Yıldız, H. Dursun: “Abbâsîler”, DİA, C. I, İstanbul, 1988.
Zehebî: Ebû Abdullah Şemseddin Muhammed b. Ahmed b. Osman
Zehebî (ö. 748/1347), Târîhü’l-İslâm ve Vefeyâtü’l-Meşâhîr
ve’l-A’lâm: h. 381-400/m. 991-1009, thk. Ömer Abdüsselam
Tedmurî, Beyrût, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, 1988.